File
Transkript
File
SORUŞTURMA -EDEBİYAT ve AVRUPA BİRLİĞİAyla Ağabegüm ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş 1 Birçok aydın Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olduğunu söylüyor. Avrupa Birliği bir medeniyet projesi ve edebiyat da bu medeniyetin önemli bir parçası. Avrupa Birliği medeniyetine dâhil olan ülkelerin -ki aslında bunu Avrupa diyerek sınırlandırmamak gerekiyor. Zira bugün Azerbaycan’da batılılaşmak istiyor ve bugün dünyada batılılaşmayı, modernleşmeyi batılaşmak olarak algılayan devletler varbu devletlerin medeniyetleri de bu durumdan etkileniyor. Öncelikle bizim temel tespit etmek istediğimiz esas şu; Türkiye, Avrupa Birliğine girdiğinde bu durumun da parçası olacak. Dolayısıyla edebiyatımız da bundan etkilenecek. Edebiyatımızın geleceğini tartışmamız gerekiyor. Bugün biz ekonomiyi, dış politikayı tartışıyoruz. Ancak bunları oluşturan bir de edebiyat ve sanatla harmanlanmış bir medeniyet var. Avrupa Birliği’ni edebiyat ve sanat eksenli okumamız gerektiğine inanıyoruz. Bundan önce edebiyatımızın dönemlere ayrılması var. Bu kapsamda Batılılaşmamızın başlangıcı olan Tanzimat’la başlayan edebiyatımızı nasıl görüyorsunuz? Batılılaşma sürecinde gelişen edebiyat Avrupa edebiyatına özenmeyle başladığı için işte Fikret’in ve diğerlerinin eserlerinde bu var. Daha sonra yavaş yavaş Cumhuriyet’le birlikte kurtulmaya başlıyor. Zaten savaş yılları olduğu için yaşananlar yazılmaya başlıyor. Savaş da olduğu için bu romana ve şiire yansıyor. Milli edebiyat ortaya çıkıyor. Bütün bu devirlerin içerisinde batılı olmaktan kurtulamıyoruz. Çünkü yazarlarımızın, daha liseden ve hatta ilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro edebiyatın içerisine girdiğinden- her gördüğü yeni şey çocuğu etkiliyor ve böylelikle ne yazık ki Türk kültürünü hazmetmiş bir gençlik yetişmediği için edebiyatçılarda yetişemiyor. Her şeye rağmen yaşadığımız dönem edebiyatı bunun doğurduğu zararlardan kurtulmaya çalışıyor. İnsanların Anadolu’ya gidişleri insanları tanımaları. Eskiden İstanbul’dan Anadolu’ya bakılıyordu. Şimdi iletişim teknolojilerinin gelişmiş olması, o insanların İstanbul’a gecekondulara gelmesi yazarlarımızın o insanlarla tanışmasını sağlıyor. Ama daha önceden karışlaşmadan söylüyorlardı. Tabii bu diğer sahalarda da böyleydi. Anadolu bizden olmayan bir bölge gibi olduğu için uzaktan bakarak yazıp söylüyorlardı. Şimdi yazarına göre değişiyor. Bu söylediğinizi açma adına, Cumhuriyet’le birlikte batılılaşmanın daha sert olarak savunulduğunu görüyoruz. Ancak bunun edebiyat, kültür ve sanata yansımalarında problemlerin olduğu dikkatleri çekiyor. Bu insanlar romanları söylemiş olduğunuz gibi görmeden yazıyorlardı. Mesela Servet-i Fünûn döneminde daha ileri romanlar yazıldı. Ama Cumhuriyet’te o noktaya ulaşılmadı. Bu durumu ortaya çıkartan 2 sebepler nelerdir? Şundan dolayı, daha yeni tanışma o dönemde yapıldığı için Fecr-i Ati, bunlar yine batı örnekli. Çünkü doğuyu örnek almıyorlar. Hatta Cumhuriyet’le birlikte tercümelere bakıldığında daha çok batı klasikleri tercüme ediliyor. Bunu Hasan Ali Yücel tercümelerine baktığımızda görüyoruz. Fakat hayatın yaşanan gerçeği olduğu için savaş Türkiye’ye çok şey öğretmiştir, bazı gerçekleri göstermiştir. Batının o hayallerdeki batı olmadığını savaşlarda yaşananlar gösterdiği için yavaş yavaş o etkiler azalmaya başlıyor. Köy romanları ve diğer romanlar öyle başlamış oluyor. Tabii ki o hayranlık hiçbir zaman tam mânâsıyla tükenmemiştir. Örneğin bizim divan edebiyatımız yok sayılmıştır. Divan edebiyatının hiç okutulmaması gerektiği söylenmiştir, halk edebiyatı küçümsenmiştir. Belki hâlâ bazı fakültelerimizde Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin halk edebiyatı kürsüleri yok. Mesela İstanbul Üniversitesi’nde yoktu. Şeyma Güngör divan edebiyatıyla ilgilendiği halde o kürsüyü açtı. Yeni edebiyat, dil kürsüleri açılıyor. Ama halk edebiyatıyla ve divan edebiyatıyla ilgili bölümleri açılmıyor. Tabii şiirde de böyle, halk şiir tarzı, vezinli şiirler bugünkü şairlerin tuttuğu şeyler değildir. Çünkü zordur vezinli şiir. Ama bunların içinde milli ruh olduğu için yavaş yavaş bu durumdan kurtulanlar olmuştur. Edebiyatımızın birikiminin özetini yaptıktan sonra Türkiye’de Avrupa Birliği tartışmalarına geçmek istiyorum. Avrupa Birliği belli ölçülerde tartışılıyor. Avrupa Birliği tartışmalarını biraz da garplılaşma sürecinde yapılan tartışmalarla örtüştürmek gerekiyor. Ama bugünkü Avrupa Birliği tartışmalarımızın işçilerin serbest dolaşımı nasıl olacak, gayri safi milli hasılamız ne kadar olacak şeklindeyken, o günkü batılılaşma tartışmalarımızın batının kültürünü hangi ölçüde almalıyız şeklinde cereyan etmekteydi. Dolayısıyla bütün olarak değerlendirdiğimizde bizim garplılaşmamızda maddeleşme var. Bunun edebiyatımızın maddeleşmesiyle düşündüğümüzde bir örtüşme yok mu? Tabii ki var. Avrupa Birliği’ne girme çabalarının içinde aydınlarımız hep oradaki maddeleri çok pembe tablolar çizerek alıyorlar ve düşünüyorlar. Zaten kültür konusu da kimsenin derdi olmadığı için de bu konunun üzerine kimse düşünmüyor. Kültür konusu birinci konumuz olsaydı, kültür ve turizm bakanlıkları birleştirilmezdi. Ama, sonra bilmiyorum hangi tarihte, birleştirildi. Kültürle turizm aynı şeyler değillerdir, çok farklılardır. Tabii ki kültür ve turizm bakanlığı kurulduktan sonra bakanlık kültürü göz ardı ederek turizme yönelmiştir. İşte Anadolu’da hangi kiliseyi tamir edelim. Yine batıcı bir gözle turizme göz atmışlardır. Şimdi biz Avrupa Birliği’ne girdiğimizi düşünelim. Edebiyatımızın ve sanatımızın ne hale geleceği bir soru işareti. Zaten bugün de edebiyatımız ve sanatımız, tesir altındadır. Daha anne karnında çocuğa 3 klasik müzik dinletiliyor. Biz de ninniler okunurdu. Çocuğa ninniler okunur, ezanlar okunur. Bu çocukların duygu yoğunluğu da fazla oluyor. Daha AB’ye girmeden çocuklarımızın müziği bile onların eline geçiyor. Öyleyse köklü bir kültür politikası olmadan AB’ye girmek her konu da çok tehlikelidir. İkincisi edebiyatın içinde dil vardır. Nereye bakarsak dilimizden bir kaç kelime unutuluyor ve çok kaba bir dile dönüşüyor Türkçe. Daha girmeden bu haldeyken acaba girdiğimizde ne olacaktır. Hâlbuki dil o kadar önemlidir ki... Yalnız Türkiye’deki Türklerin değil bütün Türk illerindeki Türklerin de anlaşmasını sağlayan bir vasıtadır. Yapılan politika da bizi bizden uzaklaştırmak için farkında olmadan yapılmıştır. Yabancı dilde eğitim yapan okulların olması hep bunun hazırlık dönemi gibidir aslında. Biz kelimeleri tercüme ettiğimizi zannediyoruz. Mesela şunu sormak lazım, "civilisation"la medeniyet kelimesi birbirini ne kadar karşılıyor. Mehmet Akif “o zaman vecd ile bin secde eder” derken ki “vecd” kelimesini klasik dinleyen çocuk nasıl hissedecek? Yalnız edebiyattan uzaklaşmıyorsun ruhun da değişiyor. Daha batılı bir ruha sahip, her şeyi dinleyen, her şeyden hoşlanan bir insan ortaya çıkıyor. Tabii o ruhla birlikte milli kimlik de ortadan kalkıyor. Ben Türk’üm heyecanını alacaklar aslında. Türk olmak aslında tarihle birlikte olmaktır. Yılların heyecanını taşımaktır. Siz sanatınızla, müziğinizle bundan adım adım uzaklaştığınızda o zaman dünya vatandaşı yetişecektir. Zaten istenen de budur. Tabii tehlike olduğunu düşünüyorum. Çok yıllar öncesine gidersek benim babam Elazığ Harputludur. Oranın tarihiyle ilgilendiğiniz zaman gördüğümüz şu; öncelikle Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak Amerikan kolejleri açılıyor. Ve sonraki dönemlerde devam ediyor. Bu kolejler vasıtasıyla hem dilden uzaklaşma hem de o kolejlerde kendi kültürlerine uzak insanların yetişmesi sağlanıyor. Ayrıca o yetişen insanlar vasıtasıyla da oradaki siyasi yapı da değiştiriliyor. Kürt ve Ermeni meselelerinin orada çok daha düşmanca olmasına o Amerikan kolejleri sebep olmuştur. Bunu tarihe baktığımızda görmekteyiz. Daha sonra bütün ülkede Amerikan okulları açıldı. Attila İlhan bir yazısında Amerikan rüyası diyor. Amerikan rüyasının içerisinde ekonomik olarak değil de kültürel bir ambargonun olması ve doğu ülkelerinde şu kadar Amerikan Okulu açıldı diyor. Bunu söylediği yıl 2003 yılı. Bu okullarla Türkiye’de kültürel hayat sanat hayatı, edebiyat hayatı da etkilenmeye çalışılıyor. Mesela AB’ye girme hazırlıklarının içinde geçen de başbakanımız bir yemekteydi. TESEV başkanı Can Paker davet etti. Ondan sonraki gün şunu söyledi. ''Nasıl başbakanımız türban konusuyla ilgileniyorsa aynı anda eşcinsellerin de bütün haklarını almasıyla ilgilenmelidir.” Düşünebiliyor musunuz? Birtakım dernekler vasıtasıyla bize bunları sokmaya çalışıyorlar, çünkü dinimizle Hıristiyan ülkelerinde 4 eşcinsellere bakış farklıdır. Yasak olduğu için de artmamıştır aslında. Daha sonra özentilerle artmaktadır. Çoğunun da tedavi edildiği bilinmektedir. Şimdi bu medeniyet size başörtü özgürlüğünü verirken bir başka şeyin de özgürlüğünü isteyerek Türkiye’yi başka bir hale getirmeye çalışıyor. Bugün bunu yaparken tam girdiğimizde hangi problemlerin ortaya çıkacağı biliniyor. Ama tabii ki girmeyelim mi diyorum hayır, girelim diyorum ama her maddeye de evet demeyelim diyorum. AB keşke dedikleri gibi olsa kandırmaca olmasa çok güzel şeyler de olabilir. Ama kendilerine göre uygulayacaklarına göre zorlukları hep yaşayacağız. Bu bağlamda AB’ye girecek Türkiye’de Avrupa açısından edebiyatımız nasıl konumlandırılmalıdır? Türkiye’de edebiyatın nasıl konumlandırılması gerektiğini tasavvur etmek için önce edebiyattaki yazarların ve sanatçıların kendi kimliğini yakından tanıması gerekiyor. Bu kimliği yakından tanıyıp benimsedikten sonra tehlike yoktur. Ama biz o devrede değiliz ki edebiyatçıların birçoğu o özentinin içerisinde değil mi? Yine o özentinin içinde olarak birtakım yarışmalar yapılıyor yarışmalarda derece almıyorlar mı? Edebiyatımızı zaten yerine oturmuş kimliğini bulmuş değil ki. Bir de o tesirle daha da çok sarsılacaktır. Biz bir medeniyet projesine dâhil olabilmek için ekonomimizi buna adapte etmeye çalışıyoruz, dış politikamızı buna adapte etmeye çalışıyoruz ama kültür ve sanat konularına gelindiğinde bunlar nasılsa olur deyip bu sorunlar nasıl çözülürün üzerine çalışmıyoruz. AB tartışmalarını bu maddesel bakış açısını bir kenara bırakarak daha medeniyetin gerekliliğine uygun bir şekilde edebiyat ve sanat eksenli düşünürsek bu, tartışmanın kalitesine nasıl etki eder? Öncelikle diğer anlamlarda AB’yi tartışıyoruz ama bütün bunları tartışırken de ne kadar tartışırsak tartışalım o konularda da kendimizle ilgili faydalı kararları alamıyoruz. Tartışmak başkadır karar almak başkadır. Kararlar yansıdığında görüyoruz ki yabancı haklarla ilgili kanun meclisten geçtiğinde tartışıldı. Ama AB’nin istediği gibi geçti. Türkiye bir şeyleri tartışıyor ama son anda diretemiyor diretemediği için de o kararlar imzalanıyor. Tabii ki o kararların düşünülüp doğru olarak alındığını farz edip edebiyata dönelim. Türkiye AB’ye girecek ne zaman girer sorusunun cevabı ise, mesela, milli geliri 10 bin dolar olursa, deniyor. Bir medeniyet projesini salt maddi değerlendirmelerle tartışmak ne kadar doğru? 5 Bir milletin hayatında önemli olan ekonomiden çok sanat, edebiyat ve kültürdür. Çünkü ekonomi, düşündüğümde İstiklal Savaşı yıllarında yanmış, yıkılmış bir Türkiye var önümüzde, insanlar zorluklar altında. Buna rağmen yine zorlukların üstesinden gelmeyi bilmişler. Kendileri onurlarıyla hiç kimseden bir şey istemeden ayakta durmuşlar. Günlerce aç kalmışlar ama bu açlığa dayanmışlar. Bütün anneler o yıllarda dikişlerini kendileri diker, örgülerini kendileri örer, her şeyi kendileri yapardı. Böylelikle Türkiye kalkınmıştır. Türkiye zaten AB’ye girmeden bir boşluğun içerisine girmiştir. İsraf ekonomisi buradadır. İnsanlar hiçbir şey yapmadan en kolay yolla zararlı olsa da poğaçaları, cipsleri vs. yedirmektedir. Birtakım içecekleri çok zararlı olduğu halde içmektedirler. Hatta bu zararlı içecekler muhafazakâr firmalar tarafından Türkiye'de yapılmaya başlanıyor. Bunun acısını ve ıstırabını düşünebiliyor musunuz? Muhafazakârlık demek her şeyiyle ülkeye bağlı olmak demektir. Sadece dini konularda değil. Zaten dine bağlı olsak ülkemize bağlı oluruz. Çünkü ülkeye sahip çıkmayı öneren bir dine sahibiz. Durum böyleyken yeni anneler ve yeni insanlar yetişmiştir. Artık on gün aç aldığı halde yakınmayan annelerin yerine birtakım kuruluşlardan ve vakıflardan çalışmadan para isteyen ve onlara yardım eden kuruluşlar türemiştir. Bütün bu ruhun içinde edebiyatta tabii bunun içersinde olacaktır. Böyle bir ülkede edebiyatla ilgili bir düzenleme yapılmadan, gençler yeniden edebiyat yoluyla kültürümüze dönmeden bir proje üretilemez. Mesela son bir yıl içerisinde okunan kitaplara bakın; Sır Kitabı, Aile Bilgeliği, Ferrari'sini Satan Bilge vs. Bu kitaplara bakıldığında söylenen nedir? Tasavvuf bunların en güzelini söylemiştir. Ama gençler bizdeki tasavvufla ilgili konuları okumadıkları için onları okuyor, Mevlana'dan bir beyit bile ezbere bilmiyorlar. Böyle bir durumda AB’ye girmek intihar etmek demektir. Önce kimliğimize dönmemiz gerekiyor. Şu anki savaş bir medeniyet ve kültür savaşıdır. İstiklal Savaşı’nda nasıl topla, tüfekle, taşlarla düşmana saldırdıysak yeni savaşın içerisinde bunun idrakine varmamız gerekiyor. Yeni savaşın eğer şuurunu elde edersek, bu konuda düşünürsek başarılı olacağız tabii ki. Edebiyatımız ve dilimiz her konuda bizlere ait olan değerler olacak. O zaman AB’ye girmekte mahzur olmayacak. Ahmet Kabaklı'nın bir sözü var. Şöyle diyor: “Bu topraklarda tarihin hiçbir zaman görmediği kadar bir medeniyet kanı akıtılıyor.” Yani barış da, bu açıdan söz konusu değil. Dünya'da barışı öngören bir medeniyet var ama bugün bu topraklarda barış yok. Madem yok ve bahsetmiş olduğunuz hususlar da daha çok o savaşla ilgili. Öyleyse ne yapmamız gerekiyor? Yeniden kaynaklarımıza dönmek. Halk şiirimize dönmek, ninni dediğimiz, milli dediğimiz Yunusların edebiyatına dönmek, tekrar tasavvufla ilgili olan bütün edebiyatın içerisine girmek, zaten onlara döndüğümüzde kimliğimizi 6 kazanacağız ve insan olmanın onurunu yaşayacağız. Dolayısıyla hiçbir tehlike bize tesir edemez, ama şu an hayır. Edebiyat kalkanı bugün bizi korumuyor. Ahmet Kabaklı'nın Alperen kitabı Avrupa Birliği projelerine karşı ne yapmamız gerektiğinin yani milli kaynaklara dönmemiz gerektiğinin, milli heyecanı tekrar yaşatmak ve bu heyecanı yaşayarak tekrar kendimize dönmek gerektiğini anlatır. İşte Akif'in Asım'ın Nesli dediği nesli tekrar yetiştirmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu iş çok zor değil. Eğer bir eğitim seferberliğiyle bahsettiğim kaynaklar çocuklarımıza okutulursa... Mesela Milli Eğitim Bakanlığı "Yüz Temel Eser” projesi yayınladı. Bu proje tutmadığım bir projedir. Şundan dolayı, yüz temel eserin içerisinde kültürle ilgili romanlar var, ama romanı yazarken yazar birçok şeyi yazıp uzatacaktır. Ama bütün bunların içerisinde bir Mümtaz Turhan'ın bir Erol Güngör'ün ve Ahmet Kabaklı’nın eserlerini okuduğunuzda bütün kültür eserlerini orada bulabileceksiniz. O eserlerden seçmeler yapılabilirdi. Böylece genç her konuda dolu dolu yetişebilirdi. Ayrıca o yüz temel eser de tamamıyla okunamıyor. Keşke okunabilse... Hatta hocalar da o eserleri okutmaya hazır psikolojide değiller. Hocaların da eğitilmesi gerekiyor. Tabii ki bütün bunların sonucunda ümitsiz olunmamalı. Devletin politikası diyoruz ama o olana kadar da sivil toplumu önemsemek gerekiyor. Şu anda sivil toplum bu konuda duyarlı olsa Türkiye yine de değişir. Çünkü milli vakıf ve dernekler var. Belki bunlar bu konuları düşünse başarılı olabilirler. Teşekkürler 7 Safa Metin ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş AB’yi bir medeniyet projesi olması açısından ele alırsak, bu medeniyetin bir parçası da edebiyattır. AB’ye girdiğimizde o medeniyet projesinde edebiyatımızın konumunu iyi belirlememiz gerekiyor. Özellikle edebiyatımızda nasıl bir değişimin ve gelişimin olduğunu belirlememiz gerekiyor. Bundan önce edebiyatımızın bugünkü konumunu tespit etmemiz geleceği anlamlandırabilmek açısından önemli. Tanzimat’la başlayan süreçte başlayan batılılaşma sürecinde Türk edebiyatını nasıl görüyorsunuz? Ben Türk edebiyatının çok da problemli olduğunu düşünmüyorum. Tanzimat’tan bu yana hiçbir şey yapmadık, hiçbir şey yazamadık, öldük, bittik, mahvolduk şeklinde düşünmüyorum. Şuna inanıyorum, Fatih döneminde şairler yine eski zamanlara bakıp biz öldük, bittik, mahvolduk diyorlardı. Biz de şu an aynı şeyleri yapıyoruz. Her dönem kendisinden bir önceki döneme bakacak ve ne kadar kötü bir haldeyiz, diyecek. Bu hep adettendir. O sebepten ben durumu çok da kötü görmüyorum. Ortada bir edebiyat yok, şeklinde bakmıyorum meseleye. Örneğin son Sümer kazılarında bir tablet ortaya çıktı. Bu tablette gençler ne olacak diyor? (Gülerek) Ama hâlâ gençler var. Her zamanın kendisine ait bir problemi var. Sadece bir zaman önceki gencin problemiyle şimdiki gencin problemi aynı görünmediği için biz bakıp ah bizim geçliğimizde böyle miydi, diyoruz. Ne olacak bu gençlerin hali diyoruz. Benim annem de bana bakıp öyle diyordu. Onun annesi de ona bakıp böyle diyordu. Bunu medeniyet açısından söyleyebilir miyiz? Sadece problemlerin isimleri ve şekilleri değişiyor. Ama hepsi birbirinin içerisinden akarak devam etmektedir. Bugün Türk edebiyatı yoktur, Türk edebiyatı bitmiştir demek zaten bu edebiyat hiçbir zaman olmamıştır demektir. Yani olaya fiziki açıdan da baksak olan bir şey yok olamaz ki! Nasıl yok edeceksiniz Türk edebiyatını? O zaman zaten bir kökü yoktu, Tanzimat’la doğmaya çalıştı ve yok oldu. Ama öyle değil ki köklü bir şeyden bahsediyoruz ve dediğimiz gibi o kadar sağlam bir köke sahipse yok olması da mümkün değil. Bu sözlerinizi destekliyor aslında; Cumhuriyet'le birlikte batılılaşma daha keskin ilkelerle düşünülmüş ve bir yaşam projesi haline getirilmiştir. Ama bir Servet-i Fünun döneminde yazılan romanlar 9 Cumhuriyet’e nazaran daha batılı tekniğe yakın romanlardır. Çünkü o zaman bir redd-i miras söz konusuydu. Yeni bir edebiyat oluşturmak arzusu vardı. Eski edebiyat kötüydü ve yeni bir edebiyat oluşturmak gerekiyordu. Yeni edebiyat ne olacaktı? Dışarıya bakıp alınan bir şey olacaktı. Adam dışarıdaki roman tekniğine baktı. Demek ki ben ülkemdeki bazı sosyal sorunları bu tekniklerle anlatırım dedi. Bu teknikler miladını doldurdu dedi. O teknik oturuncaya kadar böyle sancıların çekilmesi de normal diye görüyorum. Aslında söylemiş olduğunuz şu; Cumhuriyet’te sadece Fuzuli ve Baki eski değildi. Aynı zamanda Namık Kemal de Halit Ziya da geri kalmıştı. Tabii ki bizim için Baki neyse Namık Kemal de o değil mi? Ben öğrencilerime aynı asırda yaşadıklarını söylesem inanmayacaklar mı? Çünkü her ikisi de tarihe gömülmüş insanlar artık. Böyle bir mantıkla da bakmak lazım. İkisi de bitti ve ikisi de geçti diye bakıyorlar. Bir de Fuzuli ile Shakespeare’in aynı dönemde yaşadığını idrak edemeyiz. Acaba nasıl etkilendiler birbirinden. Ortak zaman ve ortak hissediş. Belki de aynı ufku görerek şiir yazdılar. Başka türlü söylemek. Edebiyat başka coğrafyada olmaya devam etmeli. Onun için bu kadar birbirinin içerisine katılmak zorunda değiller. Birbirlerinin içerisine bu kadar katılsaydı Fuzuli ve Baki olacak mıydı? İyi ki katılmamışlar ne kadar güzel? Bu bağlamda edebiyatımız ve AB ilişkisine baktığımızda, bahsetmiş olduğunuz değişimle birlikte şöyle bir yargı değişimi var. Bizdeki AB tartışmalarını batılılaşma tartışmalarına götürürsek, o dönemde kültür, medeniyet ve Avrupa'nın kültürel boyutu düşünülürken, bugün AB tartışmalarında işçilerin serbest dolaşımı ve gümrük birliği gibi daha maddi konular üzerinde seyretmekteyiz. Ama o gün garplılaşma tartışmalarımız daha kültür ve sanat eksenliydi. Bu noktada edebiyatımızın maddeleşmesini de diğer alanlarla birlikte düşünebilir miyiz? Ben bu meseleye şöyle bakıyorum Bush bir gün ''Irak Savaşı bir Haçlı seferidir'' diye gaf yapmıştı hatırlarsanız. Bunu alıp buraya çekmek lazım aslında. Diyordu ya savaşların sebebi duygusaldır, diye. Eğer savaşın sebebi duygusal olmasaydı oturur satranç oynardık. Kaybeden taraf ülkesini verirdi. Bu kadar basit olurdu. AB meselesini de bu şekilde okumak 10 gerekiyor. Bu ekonomik veya böyle bir şey değil. Ben meseleyi tamamen duygusal okuyorum. Bir kültürün diğer bir kültürü kapsaması şeklinde okuyorum. Onun için yok ekonomik paketler, meseleyi böyle ayrı tutamayız. Kendi edebiyatımızı AB ülkeleri edebiyatının içerisine sokmaya da çalışmamalıyız. Neden çalışayım ayrıca? Bununla bağlantılı olarak Avrupa Birliği medeniyetini kabul ettiğimizde kaçınılmaz bir şekilde yaşamımızda birçok şeyin değişmesi söz konusu. Ama biz biliyoruz ki edebiyatın beslendiği en önemli kaynaklardan birisi de yaşam. Bu yaşamsal değişimi öngörürseniz, bu durum edebiyatımıza nasıl etki edecek? Bunu somutlaştırırsak romanlarda edebi eserlerde geçen bir meta, şerbet, bir kültürel etkileşim sonucunda bu kültürün kaybedildiğini düşünün dolayısıyla romanlarımızda şerbet olmayacak. Bir defa karakterler değişecek. Meta olarak kullanılanlar değişecek ve tabii ki mekânlar değişecek. Mesela muhafazakâr bir yazar olmamasına rağmen Sabahattin Ali bile romanlarında camii çevresini çok güzel tasvir edebiliyor. Çünkü orada Müslüman saati dediğimiz bir şey var. Kültür Müslüman kültürü, saat de Müslüman saati... Sabahattin Ali'nin bahsettiği şey de o. Ama bizim hangi birliğe girersek ya da girmezsek yapacağımız şey bu ortak değere çıkmak olacak. Saat dört buçuktu demeyelim, ikindi vakti diyelim, yatsı vaktiydi diyelim. Bu çok önemli. Bir hayvan türünü korumak gibi bir şey. Hayvanat bahçelerinde ya da özel kamplarda tutup da nesli tükenmekte olan hayvanları üretiyorlar, bunların nesli tükenmesin diye. Bir hayvanı üretmeye çalışıyorsunuz. Bugün bir kelimenin kaybedilmesi, mesela bugün romanlarda havanelinin bile kullanılmadığını görüyoruz. Havaneli çok basit değil mi? Ama bugün hayatımızda havaneli yok. Mutfak robotları var. Bu durum da edebiyatı etkiliyor. Bir kelime yok oluyor. Öyleyse edebiyatı bu kelimeleri koruyan mahfaza olarak düşünebilir miyiz? Mahfaza olduğu kadar bizi de koruyan bir muhafaza aracı aslında. Biz edebiyatta kendi kalkanımızı buluyoruz ve kendimize dair bir kalkan oluşturuyoruz. Ben eski bir roman okuyup bir şey görüyorum orada ve bunu yapmıyorum diyorum artık ve sonunda bunu yapayım deyip kendi zamanımı geriye çekiyorum. Edebiyat gerektiği zaman bizim saat ayarımızı değiştiren bir şey ve değiştirmeli de zaten, ben edebiyat yaparken benden sonrakilere bir kalkan üretmeye çalışıyorum. Öyle diyorum aman ha koruyun. 11 Biz bir medeniyet dairesine giriyoruz. Bu medeniyet dairesinden bir şeyler alacağız ve onlara bir şeyler vereceğiz. Peki, Safa Metin İngilizce bir roman yazsa İngiliz edebiyatına ne kadar katkıda bulunabilir? Hiç. Hem de hiç. Eğer biz bu bahsettiğimiz yaşamsal öğeleri ve dolayısıyla kelimeleri kaybedersek, aslında burada farklı bir durum da yok? Evet, hiçbir fark yok. Hatta ben ona şunu söylemek istiyorum. Bir başka dilde kitap yazmanız için -edebi bir metinden bahsediyoruz tabii ki- en az üç kuşak oralı olmanız gerekiyor. Çünkü edebiyatı oluştururken siz sadece kendi dilinizi yazmıyorsunuz ki. Kendinizden bir öncekinin ondan bir öncekinin dilini de yazıyorsunuz. Bugün kültüre işlemiş bir şey en basitinden mütevelli diyorum ben. Bu kelime benim kuşağımın dili değil ki. Benim babaannemin dili. Eğer üç kuşak ben buralı olmasaydım. Bu dili kullanmazdım. Bir yerde bir şey görüyorum diyor ki; "Ayağı yanmış it gibi koşmak.” Bir İngiliz "Ayağı yanmış it gibi koşmak” deyimini Türkçe olarak böyle ifade edebilir mi? Edemez. Bunu ben duydum. Bu noktada böyle bir kayba uğramış Türk edebiyatı ve bahsetmiş oluğunuz değerleri koruyan bir Türk edebiyatı düşünün. Bunların AB içerisindeki yeri nasıl olur? Ben kendi kültürünü muhafaza etmiş birinin yanlış bir şeyler söylüyor olsa bile diğerinden çok daha hayırlı bir iş yapmış olacağına inanıyorum. Ben bugün Sabahattin Ali'yi fikir olarak beğenmiyor olabilirim. Bizim karşı cephemizde görünebilir. Ama bugün dile yaptığı çok iyi bir şey. Dile dair biz ondan bir şeyler okuyup öğreniyoruz. Bu minvalden baktığımız zaman sağda duran bir yazara göre çok hayırlı. Çünkü o edebiyatımızla yaşamsal değerlerimizi muhafaza etmiş. Beni devam ettiriyor, benden bir öncekini devam ettiriyor. Benim geleceğe dair söylemek istediğim şeylerin hâlâ sözcülüğünü yapıyor mu, yapabilir mi? Ona bakmam lazım. Adam benden kaç kuşak önceydi ve benden kaç kuşak sonrasına hâlâ bana dair bir şeyleri söyleyebilecek yazdıklarıyla. Ben ona bakarım. Ona göre edebi bir metin olur. Edebiyatın sağı solu olmaz diyorsunuz. Olmaz tabii ki. Dolayısıyla bu noktada aşırı bir siyasallaşmadan öte birtakım değerlerin olduğu ve bu değerlerin üzerinden edebiyatın yapılması 12 gerektiğini söylüyorsunuz. Sloganlaşan edebiyatın da edebiyatın en büyük düşmanı olduğunu kabul etmek gerekli. Sloganlaştığınız zaman bitersiniz. Bir edebiyatçının sloganla işi olmaz aslında Slogan bir sonuçtur. Buradan az önce de bahsetmiş olduğunuz gibi edebiyatın kelimelerle yapıldığı gerçeğine dönebiliriz. Kelimeleri rast gele tercüme ettiğimizi zannediyoruz. Bir “medeniyet ve civilisation” bu kelimelerin ikisi de aslında aynı manaları mı çağrıştırıyor? Kelimenin beni titretmesi gerekiyor aslında. Bir şey söylersiniz ve o şey muhatabınızı titretir ve kalbine dokunur. Kelimeleriniz muhatabınızın kalbine dokunan parmak uçlarınızdır aslında. Bunu hissetmeniz lazım, felç geçirmedim ki! Eğer kelimelerinizdeki anlamın ağırlığı yitirilirse diliniz felce uğrar ve diliniz bir şey hissedemez. Ama zevk alıp hissetmeniz lazım. Acıyı acı olarak, tatlıyı da tatlı olarak hissetmelisiniz. Anlamını yitirir, bir şey olmaz ölüp gidersiniz. Bu kelimelerin kudretiyle de alakalı mesela biz Mehmet Akif'in hiç meyhaneye gitmediğini biliyoruz, ama meyhaneyi çok güzel tasvir ediyor. Aynı şekilde biraz önce söylediğimiz gibi Sabahattin Ali'nin de camiye ender gittiğini biliyoruz. Ama öyle bir camii tasvir eder ki beş vaktini geçiren daima bu değerlerle iç içe olan bir insanmış gibi gözükür. Ben hep söylüyorum, insanlar liseye giderken şair olurlar. Ama şiir duygularla değil kelimelerle yazılır meselesi var. Kelime, bu iki cepheli bir şey tabii ki. İnsanı öldürebilecek kudrette kelimelerimiz vardı ve bu kelimeler için ölebilecek insanlar vardı. Kelimeler ve insanlar birbirlerinden ayrılamıyorlar aslında. Ayrılamamaları gerekiyor. Akif’in vecdi kullanmasına baktığımız zaman, vecd kelimesinde insan bitmelidir. Eğer bitmiyorsa kelimeniz bitmiş demektir. Bu noktadan sonra kelimeleri çıkarın, atın hiçbir anlamı yok. Kelimelerin önemli olduğundan bahsettik. İnsanların ideolojilere yönelişi de bu değil mi? Demek ki düşünen insan da kelimenin bu anlamı bir açlık seviyesinde bir istidat. Bir süre sonra insan bu düşündüklerini kelimelerle elde edemeyince sloganlara sarılıyor. Böyle kısacık anahtar kelimeleri oluyor bu insanların. Bu kelimeleri söylediğinde meselelerin çözüme kavuşacağını söylüyor. Ama çözüme kavuşamıyor. Çünkü çözüme kavuşması için bir defa karşınızdakinin o sloganı dolduracak verilere sahip olması lazım. Örneğin “ulusal ve milli” kelimeleri çoğu zaman aynı manalarda 13 kullanılıyor. Ancak içeriğinde hiçbir fark olmuyor. Kelimelerin cepheleri var. İşte bu noktada kelimelerle ve cephelerle oynamak lazım. Bir kelimeyi alıp kendi cephenize eklemlemek, neticede kelimeler hepimizin. Oraya eklemleyip oradan başka şeyler çıkarmak lazım. Sezai Karakoç’un şiirlerindeki gibi. Mona Rosa mesela bu kadar somut bir şekilde bir kadına aşkını ilan eden herhalde bu cephede başka bir adam yok. Evet, yok. Mesela Akif için de durum benzer birkaç Türkçe konuşurum diyor kendisi. İşte bu ne kadar güzel değil mi? Bunlar çok güzel küfreden adamlardı. Çok temiz küfrediyorlardı. Bugün insanlar küfredemiyor. Küfrün bile bir inceliğinin olduğu bir zaman vardı. Artık o bile yok. Onun bile en adi, en aşağı bir şeklini yapabiliyorlar. O kadar işte. Çünkü kelimeniz ne kadarsa o kadarsınız aslında, kaç avuç kelimeniz var o kadar düşünüyorsunuz aslında. Adamın kelimesi yok. Bugün Avrupa Birliği’ne girdiğimizde edebiyatımız ne olacak, böyle şöyle yapalım mı? Tabii yapalım. Zaten kalmış üç tane kelimemiz. Üç kelimeyle insanlar sokaklarda slogan atıyorlar. Onu da yapamadığı zaman. Gidiyor başka birisini öldürüyor. Cinayet oranlarının artacağını düşünüyorum. Medeniyetle ilgili sorunların tartışılmasında sanat ve edebiyata ait sorunların göz ardı edilmesini neye bağlıyorsunuz? Bu duruma bakmak bile mümkün değil. Böyle bir şey nasıl olabiliyor. Medeniyet projesinden bahsederken kültür ve sanat bunun dışarısında nasıl bırakılabiliyor. Ben bunu hiç anlamıyorum. Bu, yıkın Süleymaniye’yi, bırakın Selimiye’yi, Sultanahmet ne güzel kahve olurdu demek. Bahsettikleriniz çok önemli aslında, Türkiye’nin Avrupa Birliği tartışmaları ekonomik ve maddesel standartlar üzerinde şekillenmekte. Ama hiçbir şekilde medeniyetsel analizler yapılmamakta. Eğer biz bunu tartışmazsak hedefe ulaştığımız zaman yok hükmünde mi olacağız? Kültür ve Turizm Bakanlığı birleştirildi mesela. Kültür, turizmin bir parçası değildir. Turizm kültürün bir parçasıdır. Kültürümüzü satılacak bir meta olarak mı görüyoruz? Evet. Ne para edecekse o kültürdür anlayışı var. Hâlbuki kültür parayı da içine alan bir şeydir. Para kültürü kapsamaz. Peki, biz nasıl oluyor da parayı 14 alıp kültürü dışarı atabiliyoruz. Bu babamı reddediyorum ama soyadımı istiyorum demek, acayip bir şey. Keşke Avrupa Birliği tartışmaları kültür eksenli devam edebilse de kavramların her açıdan ne mânâ ifade ettiğini anlayabilsek. İnsanlar çok ayıp bir şekilde Avrupa Birliği’ne girerse kokoreç yiyip yiyemeyeceğini tartıştı. Efendim işkembe çorbası içebilecek mi? Yahu senin işkembeni alıyor adam. Sen şiirine ne olacağını düşünsene. Sen çocuğuna hangi ismi vereceksin? Çocuğumuza Çakıl diyoruz, Jasmin diyoruz. Böyle bir şey olacak Avrupa Birliği’ne girdiğimizde. Bu noktada farklı görüşler de var aslında. Dünya vatandaşlığı kavramı bunlardan en çok bilineni. Böylece Dünya’da ortak bir kültüre gidiş var. Bir tek kültürlülüğe gidiş. İnsanlığın tek kültürü diye bir şey olamaz. Öyle değil mi? Dünya’da zaten olan kültürler var. Neden olan bu kültürleri iptal edip tek olan bir kültür oluşturmak isteyeyim. Hem Dünya yalan söylüyor. Çok kültürlülük oluşturmak istese Filistin’i bombalar mı? Peki, biz nereye koyacağız Filistin’i veya Afganistan’ı bu tek kültürün içerisinde. Çin’deki çocuklar ne olacak? Bu tek kültür hangi tek kültür? Tek olmamız için evvela biz olmamız lazım. Varlığımızı varlık olarak kabul edip ben ve sonra biz olacağız. Sonra tek olacağız. Tek olabilmek için arada bir aşkın olması lazım. Biz Avrupa’yla birbirimize âşık değiliz. İki amca çocuğu benim de mallarım var senin de malların var. Hadi gel biz bu malları birleştirelim daha büyük bir şirket oluruz diyorlar. Olur, en büyük parayı da senin baban kazanmış olur. Bu ne kadar mantıklı? Oluşturulan bu insanlık bahçelerine ne diyorsunuz? Kendi bahçemizi adam gibi bir oluşturalım. Kendi bahçemizi önce bir nadasa bırakalım, üzerine zift atalım. Artık o katrandan sonra ne olursa olur. Sonra gideriz başkasının bahçesine bizim gülleri dikeriz demenin bir mantığı yok. Başka toprakta sizin gülünüz bitmez. Bu minvalde daha edebiyat ve sanat eksenli bir Avrupa Birliği tartışması nasıl etkilenecektir? Ben yine eserlerin çevrileceğini, bizim daha çok eser çevireceğini düşünüyorum. Biz yine çeviri okumaya devam edeceğiz. Kitaplar çevrilecektir. Zaten o metinlerin, mesela bir İngiliz’in yazdığı bir metni İngiliz kadar anlayabileceğimi düşünmüyorum. Ne kadar vakıf olsam bir İngiliz kadar hissedemem. Benim Sait Faik’imi de benim kadar kimsenin 15 hissedemeyeceğini düşünüyorum. Tabii buradan kasıt edebi eserlerdir. İlmi eserler için tercüme ve onları anlama zorunludur. Dünya’da bu şekilde zaten kültür birbirinin içine akarak, birbirinin içinden geçerek devam ediyor. Akmak ve birbirinin içinden geçmek çok normal şeyler. Ben Shakespeare’yi de onun üzerine yapılan araştırmalarla tahlil edebilirim. Mesela bir Lübnanlı kadının kendisini Amerikalı bir kadın gibi hissetmesi gerekmiyor ki. Orhan Pamuk benim anlattığım İstanbul’u bir Türk anlayamaz diyor. İstanbul’a milletler üstü olarak bakıyorum ben. Türklüğe burada daha şemsiye bir kültür anlamında bakmak gerekiyor. Buna karşın ben Orhan Pamuk’un Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanında Feride’nin babasıyla olan konuşmasını bir İngiliz’e anlatıp anlatamayacağına bakıyorum. Doktor Bey’i siz bir Amerikalı’ya anlatabilir misiniz? Bir İranlı’ya anlatırsınız belki ama bir Batılıya anlatamazsınız. Mesele önemli olan Orhan Pamuk’un kime, neyi, nasıl anlattığı değil. Siz korktuğunuzda anne çığlığını hangi dilde atıyorsanız, edebiyatı da o dilde yaparsınız. Sevgilinize hangi dilde hitap ediyorsanız, edebiyatı o dilde yaparsınız. Bana göre edebiyat mahrem zamanlarımızın iyelik eklerinde kullandığımız şeydir. Teşekkürler 16 İNCELEME 18 Konu: Zengin Mutfağı’nda Köpek Motifinin Kullanımı AdıSoyadı: Ayşe Büşra Sarıcan No: 467 Sınıfı:11-D KÖPEKLER VE KÖPEKLEŞENLER Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı isimli tiyatro eserinde 1970’li yıllar Türkiye’sinde işçi-patron mücadelesini anlatır. Yazar, eserinde sömüren zengin sınıfına karşı üreten işçi sınıfının bilinçlenip haklarını savunmak için harekete geçmesi gerektiğini savunur. Zengin Mutfağı’nda olaylar, oyunun tek mekânı olan mutfağa gelip gidenlerin dışarıda olanları içeridekilere aktarması ile oluşur. Mutfakta gelişen olaylar ise birbirine paralel olarak ilerleyen iki olay çizgisi üzerine kurulur. Bunlar, Selim’in Kerim Bey’in adamı olması ve eve köpek alınmasıdır. Öngören, eserinde köpek sembolünü kinayeli olarak kullanarak Kerim Beyin adamları -özellikle Selim- ile köpek arasında özdeşleştirmeye dayalı bir paralellik kurar. Köpek sembolünden yararlanarak okuyucunun ileride gerçekleşecek olayları sezmesini sağlar. Lütfü Usta, oyunun başlangıcında, gerçekleşen olayların sebebini köpeklere bağlar: Aşçı: Susun ulan itoğlu itler, zaten ne olduysa sizin yüzünüzden oldu, aşçıysak eşek değiliz ya... Bunların yüzünden başladı her şey. Kerim Beyin itleri. En iyisi ben olanları size başından anlatayım, dinleyin. (Zengin Mutfağı, 233) Yazar, oyunun başında geriye dönüş tekniğini kullanır. Olup biten Lütfü’nün perspektifinden anlatılır. Yaşananlar anlatılmadan önce Lütfü Usta olaylarla ilgili en genel değerlendirmesini yapar. Lütfü Usta, olaylara köpeklerin sebep olduğunu söyler. "Kerim Beyin itleri” ifadesini kullanır. Burada "it” sözcüğü ile hem evi koruyan köpekler hem de Kerim Bey’e uşaklık eden insanlar kastedilir. Yazar köpek ile insanları özdeşleştirerek olayların köpekler, yani Kerim Bey’in adamları, tarafından çıkarıldığını söyleyerek gelecekte gerçekleşecek olayları sezdirir. 17 Haziran işçi olayları yüzünden Patron Kerim Bey yurtdışına kaçar. Olaylar bitince yurda döner. Yaklaşık on ay sonra, sıkıyönetim ilan edildiği gün eve bir kurt köpeği alınır. Yazar, bu olanları Lütfü Usta’nın ağzından şöyle anlatır: 21 Aşçı: Bizim patron ortalık sakinleşince döndü Avrupa’dan.. Bir on ay kadar sonra da bir köpek geldi köşke Terbiyeli kurt köpeğiymiş... O zamanlar 12 Mart olmuş.. Sıkıyönetim var. Kuş uçurtmuyorlar. Ne gereği var. Bu itin? Ama geldi, geldi ama derdi de beraber geldi. Yemek saatleri belli köpek beyin. Benim mesaim bitiyor. Köpeğin yemeğini vermek lazım. Ya sabır... 1971 yılının Haziranıydı, tam bir yıl sonra. (Zengin Mutfağı, 242243) Lütfü Usta, köşke terbiyeli kurt köpeğinin geldiğini ve yemekleriyle ilgili problem yaşadığını söyler. Lütfü, köpek için "terbiyeli kurt köpeği” ifadesini kullanır. Yazar, köpeğin kurt cinsinden olduğunu belirtmekle kurt simgesine gönderme yapar. Terbiyeli olması ile de faşizmin emrinde olduğunu gösterir. Yazar, eve alınan köpek ile gelecekteki olaylar arasında bağlantı kurar. Kızın nişanlısı Selim, parasızlık yüzünden devletin aradığı bir anarşisti ihbar eder. Polis adamı öldürür, yanındakiler kaçar. Selim zarar görmemek için saklanmak ister. Lütfü Usta, Kerim Bey’e durumu ifade eder. Kerim Bey, Selim’i yanına alır. Artık Selim, Kerim Bey’in adamı olur. Yazar, Selim’le köpek arasında 22 özdeşleştirme yaparak gelecekteki olayları okuyucuya sezdirir. Sıkıyönetim ilan edildiği gün eve köpek alınır. Aynı dönemde Selim, Kerim Bey’in emrine girme yolunda ilk adımı atar. Eve getirilen köpek, sahibine son derece sadıktır. Ne zaman eve bir işçi girse köpek havlamaya başlar: (Köpek havlamaları duyulur. Kapı açılır. İşçi girer.) Ahmet: Yahu bu it de nerden çıktı? Seyfi: Patronun yeni köpeği.. Almanya’dan, terbiyeli kurt köpeği... (Zengin Mutfağı, 243-244) Aşçı Lütfü, Selim’i patronunun yanına çıkarırken İşçi Ahmet köşke gelir, ama köpeklerden içeriye giremez: (Köpekler şiddetli şiddetli havlamaya başlar. Kız kapıyı açar dışarı bakar. Bir ses) Hey kimse yok mu şu itlere sahip olun.. (Kız seslenir) Kim o.. Ses: Benim ben Ahmet Kız: Sen misin Ahmet Abi, (Kız çıkar. Ahmet’le Seyfi içeri girerler.) Ahmet: İtlere bak be.. Kazara içeri girsek parçalayacaklar. Kerim Bey de kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani. (Zengin Mutfağı, 255) Burada yazar iki ana olayla ilgili 23 paralellik kurar. Köpek, İşçi Ahmet’e havlarken işçi olaylarının şiddetlenmesiyle birlikte işçilere daha kuvvetli havlamaya başlar. Patronların işçilere tepkisi köpek havlamasının şiddetiyle ifade edilir. Selim’in Kerim Bey’in himayesine girmesi sonrası Ahmet’in yaptığı yorum kinayelidir. Yazar, hem dışarıdaki köpekleri hem de Selim’i kastederek Ahmet’e "Kerim Bey de kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani” dedirtir. Yazar, köpeğe pişirilen yemek ile Selim’e pişirilen yemek arasında da paralellik kurar: Aşçı: Sus ulan pişti işte.. (Etleri bir kaba boşaltır) Hususi pişirilmiş biftek yiyor köpek bey.. Millet bayramdan bayrama et yiyor be (Havlamalara artar) Dur ulan, getiriyoruz işte.. (Zengin Mutfağı, 251) Üçüncü bölümün sonunda Selim için yatak serilir. Kerim Bey’in talimatıyla Selim’e ziyafet hazırlanır. Yemekte et vardır: Selim: Evet.. Çok insan adammış Kerim Bey.. Çok ilgi gösterdi. Aşçı: Oturt delikanlıyı.. İyice karnı acıkmıştır şimdi.. Kız: Gel otur, ye hadi.. Selim: Baba adammış. 24 Aşçı: Demedim mi ben size. Kerim Bey gibisi.. Sen başla delikanlı.. Şimdi et de geliyor.. (Selim yemeye başlar hızlı hızlı.. Düşünmektedir) (Zengin Mutfağı, 258) Aşçı Lütfü Usta, mutfakta sadece köpeğe ve Selim’e yemek verir. Dışarıdan gelen işçiler, mutfakta hiçbir şey yemezler. Yazar, köpeğe ve Selim’e verilen et ile özdeşleştirme yapar. İkisini de besleyen Kerim Bey’dir. Dördüncü ön oyunda Lütfü Usta’nın sorgulama ve bilinçlenme süreci kendi ağzından dile getirilir: Aşçı: Yahu bütün bu anlattıklarım sıkıyönetime rastlıyor.. Yahu durun.. Bizi hep sıkıyönetimde yaşatmışlar.. Bunu hiç düşünmemiştim.. Yani tuhaf.. Yani şaşırdım.. Her neyse artık ben ne diyordum.. Ha Kerim Beyin iti.. Yedi ay içinde ısırıp parçaladıkları dokuz oldu.O zaman kafam bozuldu.. Dedim ki ulan Lütfü bu köpeğin katli vaciptir.. Kerim Beyin itini zehirlemeye karar verdim.. Bir plan yaptım.. (Zengin Mutfağı, 259) Lütfü Usta’nın "bütün bu anlattıklarım sıkıyönetime rastlıyor” demesi çıkartılan olayları sorguladığını ve bir sonuca ulaştığını gösterir. Halk, askeri yönetimler altında tutulmakta, düşünen 25 insanlar hapse atılmaktadır. Halk, korkutma, hapse atılma, işten çıkarma gibi yaptırımlarla tarafsız veya askeri yönetim yanlısı olmaya zorlanmaktadır. Lütfü Usta, bu süreci sorgulayarak ilk defa tarafını belli etme yolunda adım atar. Konuşmanın devamında köpekleri zehirlemek istemesi onun patrona ve sömürü düzenine karşı tavrını gösterir. Lütfü Usta, köpeği zehirlediği gün, Selim, eve elinden yaralı olarak gelir. Selim köpeğin kim tarafından zehirlendiğini araştırmaya başlar: Selim: Kapa çeneni pehlivan eskisi.. Komünistler zehirledi kurdu. Ama dur dur bakalım. Kurt terbiyeli köpektir. Dışarıdan birisi ona yaklaşamaz. Mutlaka içeriden biri ona yardaklık etmiş olmalı. (Her birisini ayrı ayrı süzer) Evet içeriden birisi. Bunu bulacağım, kurdun katilini bulacağım.. Hiç biriniz kımıldamasın buradan. Ben Kerim Beye gidip haber vereyim.. Demek içimize kadar girdiler. (Zengin Mutfağı, 267) Dördüncü bölümün sonunda Selim, kurdun zehirlenebilmesi için, içeriden birinin, dışarıdakilerle işbirliğine girmesi gerektiğini düşünür. Beşinci bölümün başında sorgulamaya ve bilinçlenmeye başlayan ev halkı, Selim’in 26 işçilere düzenleyeceği baskını engellemek için işçilerle işbirliğine gider: Kız: Ne olursunuz inanın bana aynen böyle söyledi.. Köpeği öldürenlerin Kerim Beyin fabrikasındaki işçileri disk için örgütlediklerini söyledi.. Ahmet Abi sen değil misin? Ahmet: Hayır. Kerim Beyin fabrikasını örgütleyen Murat. Kız: Murat. Ağabeyim mi? Ahmet: Evet ağabeyin. Neyse mesele anlaşıldı. Seyfi, dinle, Murat’ı ve arkadaşlarını yakalatmaya gidiyorlar. Benim sizden önce yetişmem lazım.. Vakit kazanmalıyız. Ne yapabilirsin? Aşçı: Arızalandır.. Ahmet: Nasıl? Seyfi: Benzine şeker atarız. (Zengin Mutfağı, 280-281) Yazar, mutfak çalışanlarının patrona karşı İşçi Ahmet’le işbirliğine gideceğini köpeğin zehirlenmesindeki işbirliği ile paralellik kurarak okuyucuya sezdirir. Yazar, Lütfü Usta’nın sorgulama sürecine girişini yine köpek üzerinden verir. Lütfü, Selim’in mutfağa gelmesine, ona hizmet etmeye dayanamaz. Kerim Bey’e şikâyet eder. Kerim Bey, Selim’e sahip çıkar ve aşçıya kızar. Lütfü mutfağa 27 iner, kendi kendine sorar: Aşçı: Ben kime hizmet ediyorum? Kerim Beye mi, köpeğine mi? Ben köpeklere hizmet edemem arkadaş.. (Zengin Mutfağı, 268) Lütfü Usta, "köpeklere hizmet edemem” derken köpeği tür ismi olarak çoğul kullanmıştır. Lütfü Usta, burada sömürü düzenini savunanları yani Kerim Bey ve adamı Selim’i kasteder. Bu söz aynı zamanda Lütfü Usta’nın olayları sorguladığını “Yahu biz kimlere hizmet ediyoruz.. İnsan kimlere hizmet ettiğini düşünmeli" (Zengin Mutfağı, 284) diyerek bilinçlenmeye başladığını gösterir. Lütfü Usta, Selim azarlanınca mutfağa iner: yüzünden Aşçı: Aldın mı Seyfi oğlu Seyfi.. Mesaisi bitmiş.. Nah bitmiş.. Çok keyiflendim.. Aferin ülen Kerim Bey (Köpek havlamaya başlar) Sus ulan itoğlu it pişiyor işte. Ben de kafamı kızdırma. (Zengin Mutfağı, 268) Kerim Bey ile ilgili konuşurken köpek havlamaya başlar. Lütfü Usta köpeğe küfreder. Bu küfür hem köpeğe hem de Kerim Bey’edir. "Sen de kafamı kızdırma” demesiyle daha önce birinin 28 aşçıyı kızdırdığı anlaşılır. Lütfü mutfağa Selim’in arkadaşlarının da gelip gitmeye başladığını söyler ve şikâyet eder: Aşçı: “Kız gitti.. Bir fabrikaya girmiş duydum.. Ardından Seyfi ayrıldı.. O da bir sendikaya girmiş. Yerlerine Selim gibi aynı bokun soyu iki kişi geldi.. Ya Sabır.. Selim yetmezmiş gibi, arkadaşları da gelip gitmeye başladılar. Lütfü Usta içkili bir sofra hazırla.. Lütfü Usta bize ziyafet çekeceksin. Ya Sabır.. Yahu biz kimlere hizmet ediyoruz.. Bu arada itler çoğaldı. .Üç taneler şimdi, ya sabır.." (Zengin Mutfağı, 283-284) Seyfi ve Kız’ın yerine Selim benzeri iki kişi daha gelir. Yazar bu durumu "itler çoğaldı, üç taneler” diyerek ifade eder. Köpek, Kerim’in adamları için kullanılır. Selim, Kız’ın köpeği zehirlediğini sanır. Baskın sonrası gelip Kız’ı cezalandıracaktır. Kaçmaması için Lütfü’nün Kız’a göz kulak olmasını ister. Hâlbuki köpeği Lütfü zehirlemiştir. Kız, nişanlısı Selim’in kendisinden şüphelendiğini anlayınca yıkılır, evi terk eder. Bu durum üzerine Aşçı Lütfü olayları sorgular: 29 Aşçı: Hey durun.. gittiler.. Yani kız da gitti.. Eee.. Ben ne diyeceğim bu pezevenge şimdi.. Ben kızı tutayım, sen de tozunu kaldır.. Meymenetsiz it. (Köpek havlamaları) Sus ulan itoğlu it.. Şu köpeği de zehirlesem mi acaba.. Eee yenisini alırlar o zaman.. Eee ne olacak yani.. O da it, bu da it, o da Kerim Beyin hizmetinde bu da Kerim Beyin hizmetinde.. (Zengin Mutfağı, 283) Lütfü Usta, açık bir şekilde hem Selim için hem de dışarıdaki köpek için "it” sözcüğünü kullanır. "Şu köpeği de zehirlesem, yenisini alırlar” derken yeni adamların ve yeni köpeklerin geleceğinin bilincindedir. Kerim Bey’in köpekleri öldürmekle tükenmez. Hizmet edecek birileri daima vardır. Önemli olan, Selim’in söylediği ve düzen taraftarlarının felsefesi olan “Bak kızım bizim ölçümüz bellidir. Bir insan ya bizdendir, ya karşıdan, bunun ortası yoktur. Kim olursa olsun bir şey değiştirmez..." (Zengin Mutfağı, 274) ölçüsüne karşı direnmektir. Sonuç olarak Vasıf Öngören Zengin Mutfağı’nda bir mutfakta çalışan işçilerin bilinçlenme sürecini anlatır. Eserde köpek motifini kullanan yazar, evi koruyan köpek ile efendilerine köpekleşenler arasında paralellik kurup 30 gelecekte olanları bu motif üzerinden okuyucuya sezdirir. Köpek; havlamasıyla, insanlara saldırıp onları parçalamasıyla işlenir. Selim’de Kerim Beyin emrinde işçilere saldırmış, haklı haksız aldırış etmeden onlara baskınlar düzenlemiştir. Yazarın sermayenin adamları için köpek hakaretini kullanması, bu kesime duyduğu öfkenin yansımasıdır. Kaynaklar 1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı, İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut Yayınları, 1999 31 32 33 Konu: "Günün Adamı”nda Siyasetteki Aksaklıkların Topluma Etkisi AdıSoyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F SİYASETTE DEĞİŞEN BİRŞEY YOK! Haldun Taner’in "Günün Adamı” adlı eserinde başarılı bir profesörün, yaptığı bir konuşmadan ötürü bir siyasal parti tarafından politikaya girme ve partilerinde yer alma teklifi aldığı söylenmekte, sonrasında profesörün yaşadığı iç çatışma, çevresinde olan değişim ve siyasete katıldığında başına gelecekler anlatılmaktadır. Haldun Taner böylelikle çok partili sistem kötü amaçlarla kullanılırsa siyasete giren herkes onun kölesi olur, benliğini kaybeder tezini ortaya koymaktadır. Eserde, politikada yaşanan aksaklıklar toplum değerlerindeki değişime neden olmaktadır. Değişen değerler; ihtisasın verilen önemin azalması, kişiliğe duyulan saygının yitirilmesi, dürüstlük kavramının içinin boşaltılması, verilen sözde sadık olmama ve ayrımcılığın toplum tarafından kanıksanmasıdır. Siyasette yaşanan aksaklık, toplumdaki ihtisasa verilen önemin kaybedilmesine neden olmaktadır. Bu durum, profesörün karısı ve kayınpederinin aralarındaki konuşmalarında görülmektedir. Profesöre politikaya atılma teklifi gelmiştir, fakat daha kararının ne olacağı belli değildir. Karısı ile kayınpederi ise kabul ettiğini hayal ederek onun için bir bakanlık tercihi yapmaktadırlar: “Kadın: Yok ama yapmazlar onu. Oraya (hariciye nazırlığı) meslekten bir diplomat seçerler, ihtimal... Görürsün, bizimkine ya iktisat, ya maliye öyle bir şey vereceklerdir. İhtisası diye. Kayınpeder: Boş ver efendim ihtisasa. Nazırlıkta ihtisas sonradan gelir. Bak mesela şimdiki ticaret nazırı neci idi vaktiyle? Kadın: Neciydi? Kayınpeder: Bevliye mütehassısı. Kadının profesör adına düşündüğü mevki hakkında babasıyla konuşmasında hariciye nazırlığının profesöre verilmeyeceğini inandığı görülmektedir. Bunun sebebi ihtisasının nazırlığa uygun olmasıdır. Kayınpederi ihtisasın önemli olmadığını başka bir nazırı örnek vererek açıklamaktadır. Diğer nazırda görüldüğü gibi nazırlığa getirilirken tahsiline bakılmamakta, kişinin görevini nasıl yapacağı o konuda başarılı olup olmayacağı sorgulanmamaktadır. Bu durum siyasetteki eğitime yönelik aksaklıkları ve dolayısıyla oluşan kalite düşüklüğünü okuyucuya göstermektedir. Toplum da bu yanlış durumu işine geldiği gibi kabul etmekte, ihtisasa önem vermemeye başlamakta ve insan hayatında önemli bir yeri olan eğitimi önemsememektedir. Politikanın içinde olan insanların hükmedici güçlerinin olması siyasetteki aksaklıklardan kaynaklanmaktadır ve bu ezici güç toplumdaki, insanlara 34 verilen değerde değişikliklere yol açmaktadır. Bu, profesörün siyasete atılmadan önce yaşadığı bir görülmektedir: Profesör: Hatırlar mısın evvelki yıl maarif nazırı gelmişti üniversiteye? Kadın: Hatırlayamadım. Profesör: Hani beni talebesini paylar gibi haşım haşım haşladı sınıfta bıraktığım nazır kızı yüzünden. Hem de üç hocanın önünde. Doçent: Hatırlıyorum. Profesör: Ve ben ne aciz, ne zavallı kalmıştım. Haklı olduğum halde. İşte dostum ben iktidarı o gün özledim. Profesörün başından geçen olayda politikanın içinde olmanın verdiği gücü görmekteyiz. Bir nazırın, haklı olmasına rağmen hocaların karşısında büyük bir profesörü çocuk azarlar gibi azarlaması siyasetteki aksaklığı göstermektedir. Aksaklığın sebebi olarak, politikaya atılmış ve nazır konumuna gelmiş insanların bir eğitimcinin değerini bilemeyecek seviyede olduğu gösterilmektedir. Bu ise topluma, insanlara karşı olan saygının kaybedilmesi olarak geri dönmektedir. Ayrıca toplumun gözünde değerli olan eğitimcilerin önemsenmemesi, hükmediciliği olan insanların önemsenmesine neden olmaktadır. Bu da toplumun değer yargılarında değişikliğe neden olmaktadır. Ayrıca toplumda hükmetme isteğinin artmasına ve profesörde de olduğu gibi istenilmeyen hırsa yol açmaktadır. Siyasetteki diğer bir aksaklık dürüstlük konusundadır ve bu da toplum değerlerinde değişikliğe neden olmaktadır. Bu durum sanayi nazırı olan profesör hakkında konuşan iki gazetecinin sözleriyle okuyucuya gösterilmektedir: I. Gazeteci: Belli olmaz. II. Gazeteci: Bu nezaret bugüne kadar bu kadar dürüst, bu derece namuslu adam görmedi. Muhalefet bile bir ona dil uzatamıyor. Neden? Sağduyuyu parti mülahazalarından da üstün tutan tek politikacı oluşundan. I.Gazeteci: Büyük söyleme. Gazeteciler profesörün sağduyulu oluşundan dürüstlüğünden bahsetmektedirler. II. Gazetecinin "bugüne kadar onun kadar namuslusunu görmedim” sözlerinden siyasetteki hemen hemen bütün insanların sahtekâr olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca profesörün dürüstlüğüne tam olarak inanamamaları ve şaşkınlıkları, bu durumun politikada nadir göründüğünü bir kez daha göstermektedir. Bu da siyasetin aksayan yönlerinden birini temsil etmektedir. Gazetecilerin inanmakta güçlük çekmeleri, politikacıların dürüst olmayacaklarını kabullendiklerini göstermektedir. Toplumun değer yargılarına bakıldığında, ülkeyi yöneten kısımda yani siyasette sahtekârların 35 garip karşılanması gerekirken, dürüst olanın sıra dışı olması değişen toplum yapısını okuyucuya göstermektedir. Genel sekreter ile profesörün politika hakkındaki münakaşaları siyasetin aksayan yönlerinden bir diğeri olan verilen vaatlerin yerine getirilmemesini anlatmaktadır. Bu durum da toplumun değer yargılarını etkilemektedir: Profesör: Biz iktidara anayasaya ve insan haklarına aykırı bir vergiyi önleyerek geçmedik mi idik? G. Sekreter: Evet Profesör: Şimdi nasıl olurda anayasaya ve insan haklarına aykırı aynı çeşit bir vergiyi ihdas etmeye kalkarız? G. Sekreter: Bırak bu mantığı be hoca. Politikada hep karşı partiye bakacaksın o ne diyor. Verginin aleyhinde. Sen lehinde olacaksın. Lehinde mi, sen derhal aksini savunacaksın. Mesele bu. Yok vaktiyle öyle demişiz yok böyle demişiz. Geç bunları bir kalem. Politikaya yeni atılmış olan profesör, bulunduğu konuma gelmesini sağlayan başkaldırılarının, savunduğu tezinin tam tersi bir şekilde davranmayı, verdiği sözleri yerine getirmemeyi yanlış bulmaktadır. Fakat hayatını siyasette harcamış olan Genel Sekreter onun gibi düşünmemektedir. Çünkü o da siyasetin aksayan bu yönünü kabullenmekte ve hatta bundan yararlanmaya çalışmaktadır. Ayrıca Genel Sekreterin verilen sözlerin yerine getirilmemesini bir kuraldan bahseder gibi söylemesi, yanlış olan bu duruma karşı kabullenişi, toplumda değişen sadakat yapısını ortaya koymaktadır. Siyasetinin en büyük aksaklıklarından biri olan kişilikleri yok sayma durumu ve bunun toplum üzerinde yaptığı etki, profesörün politikaya atılmasını istemeyen, bir hocaya bu durumu yakıştırmayan sinsi arkadaşı doçentin ağzından anlatılmaktadır. Doçent profesörün yanına uğramakta ve bunları söyleyip gitmektedir: Doçent:. Siz, siz değilsiniz artık. Profesör: Ya kimim? Doçent: Politikada sen ben olmaz. Biz ve onlar vardır sade. Siz bir partinin adamısınız o partinin malı, kuklası. Profesör: Peki ya şahsiyetimi ne yapıyorsun? Doçent: Onu er geç parti şahsiyetinin tavasında eritirler ya da eritecekler. Profesörün siyasete katılma kararında onu desteklemeyen tek kişi olan doçent, profesöre verdiği kararın hatalı oluşunu bir kez daha hatırlatmaktadır. Profesöre siyasetin aksayan yönünü yani politikanın kişilikleri önemsemeyen yüzünü göstermektedir. Doçentin politika için kişilerin önemli olmadığını sadece iktidar ve muhalefetin olduğunu, kişilerin 36 sadece geçici birer piyonlar olduklarını söylemektedir. Bu durum da diğer kabul edilen aksaklıklar gibi toplumda yerini almaktadır. Toplumda bireyler olması, bireye saygı duyulması gerekirken politikada bu durum tam tersi işlemektedir. Sonucunda da toplum değerleriyle bireyin çatışmasına neden olmakta ve toplumdaki bireysellik, kişilik kavramlarının yok olmasına neden olmaktadır. Toplumun içinden gelen sıradan bir adamın profesörle konuşmalarından yapılan torpillere karşı, toplumun bakış açısı, dolayısıyla siyasetteki başka bir aksaklık gösterilmektedir: Adam: Ayıplanmaz. Olur böyle şeyler. Dünyanın her yerinde böyledir. Her memlekette rayları ulaştırma nazırının akrabaları döşer. Piyasada en büyük vurgunu vuranlar hasbelkader ticaret nazırının dostlarıdır. Olur bu kadar. Buna itirazımız yok. Ama derecesi var değil mi ya. Bize de insaf edin biraz. Biz de aile geçindiriyoruz. Adam, iğneleyici bir üslupla yaşanan torpilleri anlatmaktadır. Hasbelkader, tesadüfen gibi kelimeleri kullanması hem taşlama yapmasını sağlamakta hem de yaşanan bu aksaklığın kabullenildiğini göstermektedir. Normalde, hiçbir insanın ya da toplumun kabul edemeyeceği ayrıcalık, öncelik verme toplumun değer yapısının bozulması sonucu, kabullenilmektedir. Toplum buna olmakta gelmekte sadece kendilerinin de geçinebilmelerine izin verilmesini istemektedirler. Sonuç olarak Haldun Taner, "Günün Adamı” adlı eserinde bir profesörün politikaya katıldığında başına gelebilecek kötü olayları ve dolayısıyla siyasetteki aksayan yönleri anlatmaktadır. Profesörün politikaya girdikten sonra ailesinde, çevresin ve kendisinde meydana gelen düşünce ve yaşantı değişimi, toplum değerlerinde ki bozulmaları ortaya koymaktadır. Politika da, işinin ehli olmayan, eğitim almamış insanların bulunması, ihtisasa bakış açısının değişmesine neden olmaktadır. Partilerde kişilere değer verilmemesi, halktan kopuk bir siyaset anlayışının gelişmesine yol açmaktadır. Ayrıca politikadaki yolsuzluklar, torpiller; toplumdaki dürüstlük anlayışını yaralamaktadır. Yazar, Günün Adamı adlı eseri ile politika dünyasına ayna tutmakta, siyasi arenadaki çürümenin toplumdaki değerleri değiştirdiğini ortaya koymaktadır. Kaynaklar 1. Taner, Haldun, Günün Adamı, Sander Kitabevi, İstanbul, 1953 37 Konu: Anton Çehov’un Uzun Tiyatrolarında Rus Toplumuna Eleştirel Bir Bakış Adı-Soyadı: Sümeyye Koşkulu Sınıfı: Hazırlık D No: 404 Anton Çehov, "Vişne Bahçesi” adlı tiyatro eserinde Rusya’da bulunan ve geçmişi simgeleyen vişne bahçesinin satılış öyküsünü anlatmaktadır. Çehov, ”Vanya Dayı’’da bir profesör ve çevresindekilerin başından geçenleri ve içinde bulundukları çatışmayı işlemiştir. ‘’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro eserinde ise yazar, gelecekleriyle boğuşan üç kızkardeşin ve çevrelerindeki aydın ve asker sınıfın başından geçenleri anlatmaktadır. Yazar, eserlerinde değişen değerleri, insanların boşluğa sürüklenişini, değişime ayak uyduranların varlığını sürdürüp ayak uyduramayanların eleneceğini savunmuştur. Çehov, üç eserinde de Rusya’nın durumunu okuyucuya sunar. Vişne Bahçesi’nde Rusya’nın sanata ve bilime önem vermediğini ve çağın gerisinde kalmış olmasını eleştirmektedir. Vanya Dayı’da yazar, Rusya’nın henüz uygarlaşmamasını, insanların cahilliği yüzünden ortaya çıkan yozlaşmayı ve köylü sınıf ile aydın sınıfı eleştirmektedir. Üç kızkardeş’te ise aydın sınıfın bunalımda olduğunu işlemektedir. Vişne Bahçesi’nde Çehov, çağın gerisinde kalan Rusya’nın eleştirisini Trofimov’un ağzından yapar. Anya ile Trofimov, vişne bahçesinde yalnız kaldıklarında Trofimov Anya’ya şöyle bir konuşma yapar: TROFİMOV: Çağımızın en az iki yüz yıl gerisinde kaldık. Henüz hiçbir şey başarmış değiliz. Geçmişle gerektiği gibi doğru, açık bir ilişkimiz de yok. Yalnızca ahkâm kesiyoruz. Can sıkıntısından yakınıyoruz ya da votka içiyoruz. Ne var ki, çağımızın gereklerini yaşamanın zamanı çoktan geldi. 38 Her şeyden önce geçmişimizin suçlarından arınmamız, borçlarını ödememiz gerekir. Eski borçlarımızdan kurtulmak ancak acı çekerek, alışılmamış bir biçimde çalışarak mümkün olur.’(Vişne Bahçesi, 336) Trofimov, Rusya’nın dünyadaki gelişmelere ayak uyduramadığından ve Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından bahseder. Dünyada hem sanat hem de bilim alanında birçok yenilik olmasına rağmen 39 Rusya bu gelişmelere kulak tıkar, haberi yokmuş gibi davranır ve yeniliklere ayak uydurabilmek için çalışmaz. Anton Çehov, Rusya’nın çağın gereklerine göre yaşamadığından ve çağı yakalayabilmek için çalışmadığından yakınır. Rusya, bu geri kalmışlıktan kurtulmak için tarihinden ders almaz. Çehov çıkış için şu düşünceyi savunur: Rusya çağı yakalamak için çok çalışmalı ve geçmişini incelemelidir. Vişne Bahçesi’nde yazar, Rusya’daki sanat ve bilimden söz etmiştir. Çiftliğin satılmasına yakın bir zamanda çiftlik sahipleri ve çalışanları aralarında konuşurken Trofimov durum değerlendirmesi yapar: TROFİMOV: İnsanlık kendini geliştirerek ilerliyor. Eskiden akıl erdiremediği kavramlara gittikçe yaklaşıyor; aydınlanıyor. İşte bu nedenle çalışmamız, tüm gücümüzle çalışarak gerçeği arayanlara yardımcı olmamız gerekir. Bugün Rusya’da çok az kişi çalışıyor. Ne yeni bir şey öğrenirler, ne de ciddi bir şey okurlar. Kısacası, hiçbir şey yapmaksızın bilimden yalnızca söz ederler. Sanattan anladıkları da yoktur. Hepsi ciddi, asık suratlıdır, yalnızca önemli konulardan bahsederler. (Vişne Bahçesi. 330) Çehov, Rusya ile ilgili eleştirilerini Trofimov’a söyletmektedir. Trofimov’un konuşmasıyla Rusya’nın durumunu gözler önüne serer. Trofimov, insanlığın kendisini geliştirdiğinden bahseder. Rusya’nın bu gelişmelerin gerisinde kaldığını ve bu gelişmelere yetişebilmesi için çok az kişinin çalıştığını söyler. Çehov, Trofimov’un ağzından, Rusya’yı değerlendirirken bilim ve sanattan bahsetmesi boşuna değildir. O, pozitif ilimlerdeki ilerlemenin sanatsal ürünlerle desteklenmesiyle gerçekleşeceğine inanmaktadır. Rusya’da insanlar sanattan anlamazlar, fakat sanat hakkında konuşarak felsefe yaparlar. Bilimden de anladıkları yoktur, sadece boş konuşurlar, fakat hiçbir araştırma yapmazlar, üstelik kitap da okumazlar. Çehov, ’Vanya Dayı’ adlı tiyatro eserinde Rusya’nın uygarlaşmadığını, tembellik ve cahillik yüzünden yozlaştığını vurgulamıştır. Astrov, elindeki harita üzerinden Yelena’ya Rusya’nın kötü bir durum içinde olduğunu şöyle anlatır: ASTROV: Aslında bu, kesinlikle yozlaşmış bulunan ve görünüşe göre de on, on beş yıl içinde tamamlanacak olan bir yozlaşmanın resmidir. Bunda uygarlığın etkisi vardır ve eski hayat düzeninin yerini kendiliğinden yenisine bırakması zorunludur diyeceksiniz. Ortada, çetin bir yaşam mücadelesi vermenin sonucu olarak beliren bir yozlaşma vardır. Bu yozlaşma, cahillikten, anlayışsızlıktan, tembellikten ileri gelmektedir. (Vanya Dayı, 146) Astrov, harap hale gelen yerlerin 40 uygarlaşmaya yönelik adımlarla zenginleştirilmesi gerektiğini savunur. Fakat Rusya’da bu harap yerlerini ger eskiden daha kötü durumda olup, etrafa hastalık ve yoksulluk yayar. Çehov, Rusya’nın gelişen dünyada hala uygarlaşamadığından yakınmaktadır. Rusya’nın gelişerek daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken eskiyi yaşadığını hatta eskiden daha kötü bir durumda olduğunu anlatır. Astrov, Rusların cahilliği yüzünden baş gösteren yozlaşmayı da eleştirmiştir. İnsanların uygarca düşünmemesi sonucu ortaya çıkan yozlaşma Rusya’nın ilerleyememesine sebep olur. Çehov da insanların cahilliği ve tembelliği yüzünden Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından yakınır. ‘’Vanya Dayı’’ adlı tiyatro eserinde yazar, Rusya’daki köylü ve aydın sınıfı Astrov’un ağzından eleştirmiştir. Sonya ile Astrov yemek odasında yalnız kalırlar. Astrov, Sonya’ya: “Köylülerin birbirlerinden farkı yoktur, onlar hala gelişmemişlerdir, pislik içinde yaşarlar; aydın kişilerle geçinebilmek ise çok zordur. Bizim bu köylü dostlarımız, düşünce fakiridir, duygudan yoksundurlar, burunlarının ötesini göremezler, ya da daha açık olarak ahmaktırlar. Onlardan bir gömlek üstün ve biraz daha akıllı olanlar isteriktirler, kendi düşünce ve duygularını araştırmak, bunarlı çözümlemek hastalığına tutulmuşlardır. Bunlar hep sızlanıp dururlar, kin ve iftiraya delicesine tutkundurlar, insana sinsice yandan yanaşırlar, yan gözle bakarlar."der. (Vanya Dayı, 131) Astrov, köylü sınıfı da aydın sınıfı da beğenmez ve onları eleştirir. Ona göre köylü sınıfı akıllıca düşünemez, duygusuzdur ve gelişmemiştir. Çehov, bu sınıfın düşünce fakiri olmasından, kendilerini geliştirememesinden ve duygudan yoksun olmasından yakınır. Aydın sınıf ise, tam tersidir. Bu sınıf köylü sınıftan daha akıllıdır. Fakat duygu ve düşüncelerini devamlı araştırırlar. İnsanlara kin ve nefret ile bakıp kibirlenirler. Kendilerini çok yükseklerde görürler ve diğer insanları ezmek isterler. Çehov, Rusya’da bulunan köylü sınıfın gelişmemesini, aydın sınıfın ise büyüklenmesini eleştirir. ‘’Vanya Dayı’’da Çehov Rusların, ülkelerini geliştirmek için hiçbir katkıda bulunmadıklarından, çok şey yapmış gibi kendilerini yüksekte görmelerinden yakınmaktadır. Profesör konuşma yapmak için bütün aileyi eve çağırdığında, toplantı başlamadan önce Yelena, Sonya hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunur: ’YELENA: Bu zavallı kızcağızı anlıyorum. Bütün bildikleri yemek, içmek ve uyumak olan bir takım sönük gölgelerin insan diye dolaştığı, bayağılıktan başka bir şeyin işitilmediği bir çevrede can sıkıntısından boğulurken, arada bir o geliyor. (Vanya Dayı, 143) 41 Yelena bulunduğu çevreden ve birlikte yaşadığı insanlardan memnun değildir. Rusya’daki insanların yararlı işler yapmadığından ve monoton bir hayat sürdürdüklerinden bahseder. Çehov, gelişen dünyaya karşı, Rusların uygarlığa katkıda bulunmadan yaşamalarından, her gün aynı şeyi yapmalarından şikâyet eder. Ruslar gelişmek namına hiçbir şey yapmadıkları halde, ülkeleri için bir çok yenilik yapmış gibi böbürlenirler. Çehov, geri kalmış olan Rusya’nın yenilikler yaparak daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken hiçbir şey yapmadığı halde kendini yükseklerde görmesinden yakınır. Çehov, ’’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro eserinde aydın sınıfın bunalım içinde olduğunu Verşinin karakterinin ağzından anlatır. Prozorovlar’ın evinde Verşinin ve Maşa’nın yalnız kaldıkları bir zamanda Verşinin şöyle bir açıklama yapar: VERŞİNİN: Sivil olsun, asker olsun buralı bir aydını dinleyecek olursanız ya karısından ya evinden ya malikânesinden ya da arabasında yakınır. Ruslar yaratılışları gereğince yüksek fikirler taşıdıkları halde hayatta niçin böyle aşağı bir düzeyde kalmışlardır. (Üç Kızkardeş, 217) Verşinin, bu konuşmasında Rusya’daki aydınları eleştirir. Aydın sınıfın halkı aydınlatması, modernleşmeye yönelik adımlar atması ve teknolojik gelişmeleri yakından takip etmesi gerekirken sadece kendi sorunlarını düşünmesini eleştirmiştir. Çehov, bir çok alanda kendini geliştirememiş olan Rusya’nın gelişmesi gerekirken halkın üst tabakası olan aydınların sadece kendi sorunlarıyla ilgilenmesinden yakınmaktadır. Çehov, aydınların halk için değil de, kişisel problemleriyle ilgilenen aydınlardan ‘’Martı’’ isimli tiyatro eserinde de bahseder. Martı ‘da Treplev, Trigorin ve Arkadina gibi toplumun üst tabakasından olan sanatçıların şan, şöhret ve aşkın peşine düşerek halk için bir şeyler yapmamasını eleştirir. Rusya’da halkın en çok ihtiyaç duyduğu sınıf olan aydınların ülkeleri için katkıda bulunmamasından yakınır. Sonuç olarak, Anton Çehov uzun tiyatrolarında Rusya’nın içinde bulunduğu durumu teşhis etmiştir. Rusya’nın sanat, bilim ve ekonomik yeniliklerin gerisinde kalmış olmasına ‘’Vişne Bahçesi’’ üzerinden, Rusya’nın uygarlık yolundaki kötü durumunu, yozlaşmasını ve köylü sınıf ile aydın sınıf eleştirisini ‘’Vanya Dayı’’ üzerinden, aydın sınıfın bunalımda olmasını da ‘’Üç Kızkardeş’’ üzerinden işlemiştir. Yazar, ülkenin profilini Rusya’daki aydınlar üzerinden çizerek okuyucuya sunmuştur. Dünyada birçok gelişme ve yenilik olmasına rağmen Rusya’nın üst sınıfında bulunanların gelişmek için çabada bulunmaması bütün ülkeyi etkilemektedir. Çehov bir aydın sorumluluğu ile 42 eserlerini toplumun hizmetine sunmuş ve başta Rus insanının bilinçlenmesi için çeşitli alanlarda değerlendirmelerde bulunmuştur. Kaynaklar 1. Çehov, Anton, Toplu Oyunlar, İş Bankası Yayınları, 2006 43 Konu: "Zengin Mutfağı”nda Dönemin Karakterler Üzerindeki Etkisi AdıSoyadı: Ezgi Birdal No: 401 Sınıfı: Hazırlık-D TARAFINI ŞAŞIRANLAR Vasıf Öngören "Zengin Mutfağı” adlı tiyatro eserinde zengin bir iş adamının köşkünde çalışanlar ile köşke gelip gidenler aracılığıyla 1970’lerin Türkiye’sindeki işçi-patron çatışmasını anlatmıştır. Yazar, eserinde toplumsal olaylara duyarsız kalınamayacağını, tarafsızlığın karşı tarafta yer almak olduğunu savunmaktadır. Öngören, dönem özelliklerini kullanarak köşkte çalışan Lütfü Usta, Seyfi ve Kız karakterlerinin olayların dışında kalma çabasını ve olaylar neticesinde kahramanların iç hesaplaşmaya girerek bilinçlenme sürecini işlemektedir. Ahmet, Lütfü ustaya patronunun işçilerden korkup Avrupa’ya kaçtığını söyler. Fakat Lütfü Usta inanmaz, çünkü patronuna çok fazla güvenmektedir: AŞÇI: Tövbe tövbe... Adamı kızdırma... Benim patronum sizlerden işçilerden korkup kaçacak ha.. Benim patronum... Ha... aklınıza turp suyu sıkayım... Moskof ihtilali mi ulan bu... Benim patronum... Pehlivan Lütfü’nün patronu korkup kaçacak ha... Doğru mu söylüyorsun ulan... Bak benimle dalga geçme.. İşçi olayları İstanbul’un her yerine yayılmıştır. Kerim Bey ve ailesi zarar görmemek için yurt dışına kaçar. Lütfü Usta, patronunun Avrupa’ya kaçtığına hala inanamaz. İnanmadığını söylese bile emin değildir. Oradakilere sorar, fakat cevap alamaz. Lütfü Usta’nın işçi hareketlerini "Moskof İhtilali” diye nitelemesi kendisine ekmek verdiğini düşündüğü patronunun tarafında olduğunu göstermektedir. Lütfü Usta köşkte çalışanların sözleri üzerine patronunun Avrupa’ya kaçtığını kabullenir. Olayların büyük olduğunu ve dışarısının çok karışık olduğunu öğrenen Lütfü Usta kıza söylenmeye başlar: AŞÇI: Kız bana bak ne yapacağız şimdi? Bakarsın burayı da basarlar. Git bakalım git... Sen ne anlarsın Moskof ihtilalinden!.. Kapına kasketini assınlar da gör. İşe bak yahu... Ya beni patron zannederlerse? (Acele ceketini çıkarıp önlüğünü giymeye çalışır. ) Ben patron olmadığımı anlatıncaya kadar... Post gider elden... Ben aşçıyım arkadaşlar... (Durur gelenler adına cevap verir). Ya demek Kerim Bey’in hizmetini gören sensin... Mal getirmişim mutfağa... Mal getirmişim tamam küfeyle mal getirmişim. 45 Lütfü Usta ücretlerini alamayan işçilerin evi basacağını düşünmektedir. Korkusu işçilerin onu patron sanmasıdır. İşçiler geldiklerinde ne söyleyeceğini planlamaya çalışır. Önce kendisini aşçı olarak tanıtmayı düşünür, daha sonra da mutfağa mal getiren biri olmaya karar verir. Lütfü Usta’nın kendisini farklı biri gibi göstermeye çalışması olayların dışında kalma çabasını göstermektedir. Nişanına geç kaldığını düşünen Selim telaşla içeri girer. Köşkte kızı arar, hemen konuşmaya ve durumu anlatmaya başlar: SELİM: Evini öğrendi kuyumcunun, evine gittim... Adam korkudan sokağa çıkamıyor... Saatlerce dil döktüm razı ettim adamı... Birlikte gittik dükkanına. Allahtan o sıra olaylar durulmuştu, oralarda... Acele gidip, getirdi yüzükleri. Ama korkudan da öldü adamcağız... Selim zor da olsa yüzükleri almıştır. Kuyumcu evden çıkıp olaylara karışmak istememektedir. Olayların biraz durulmasından yararlanarak dükkanı açıp yüzükleri alırlar. Kuyumcunun dışarı çıkmaktan bu kadar çok korkması olaylara karışmak istememesini ortaya koyar. Toplum, toplumsal olaylardan zarar görmemek için saklanmaktadır. Köşkün şoförü olan Seyfi de olaylara taraf olmak istememektedir. Öyle ki kardeşi Ahmet’in karıştığını öğrenince sinirlenir. SEYFİ: Kötü ya... Bugün arabada konuşurlarken duydum gece kondu da evlerini bile yıktırmayı tasarlıyorlar. O kadar söyledim sana karışma şu işlere diye... Hadi bakalım ne olacak şimdi? Seyfi, Lütfü Usta gibi olaylara karışmak istememektedir. Ahmet’e de olaylara karışmaması gerektiğini söylemiştir. Seyfi, eğer olaylar karışırsa evini ve işini kaybedeceği için korkmaktadır. Kerim Bey, Avrupa’dan döndükten sonra Selim sürekli köşkte kalmaya başlar. Selim, Kerim Bey’in emri üzerine işçi hareketlerini örgütleyenleri öldürmek için baskın hazırlıklarına başlar. SELİM: Baskın için bundan iyisi olamazdı. Tam solcu işçilere döndün. SEYFİ: Baskın mı? Nasıl baskın... Ben baskına gitmem... SELİM: Korkma canım sen sadece bizi taşıyacaksın. Yazar, Seyfi karakteri ile olaylara karışmak istemeyen kesimi göstermek istemiştir. Vasıf Öngören eserinde mutfakta çalışan karakterleri iç hesaplaşmadan geçirmektedir. Lütfü Usta bilinçlenme sürecine girer ve olayların hep 46 sıkıyönetime rastladığını fark eder. Aşçı nasıl bir oyun oynandığını anlamaya çalışır: AŞÇI: Yahu durun ama durun. Yahu bütün bu anlattıklarım sıkıyönetime rastlıyor... Yahu durun... Bizi hep sıkıyönetimde yaşatmışlar. Yani tuhaf... Yani şaşırdım... Lütfü Usta yaşadığı hayatın sürekli sıkıyönetimde olduğunu anlar. Sürekli sıkıyönetimde olmak ve bunun farkına yeni varmak aşçıyı şaşırtmıştır. Bir an için geçmişte yaşadıklarını hatırlar ve hepsinin sıkıyönetimde olduğunu fark eder. Sıkıyönetimler halkın bilinçlenmesini korku, caydırma ve cezalandırma ile engellemektedir. Zengin sınıf ise sömürü düzenini sıkıyönetim ile korumaya alır. Lütfü Usta’nın mesaisi bittiği anda köpeklere yemek vermesi gerekmektedir. Bu da aşçının canını sıkmaktadır. Mutfakta kendi kendine konuşmaya başlar: AŞÇI: (Yeni köpeğe biftek hazırlamaktadır) Ben kime hizmet ediyorum? Kerim Bey’e mi, köpeğine mi? Ben köpeklere hizmet etmem arkadaşlar... Hem benim mesaimin ne zaman biteceği belli olmalı... Aşçıysak eşek değiliz ya... Bana bak Seyfi o kadar kitap okudun... Ben nasıl grev yaparım, anlat bana grev yapacağım arkadaş... Lütfü usta bu yeni köpeğe hizmet etmekten bıkmıştır. Kerim Bey neyse de köpeğe ve Kerim Beyin adamı Selim’e hizmet etmek aşçının ağırına gitmektedir. Aşçı grev yapmayı öğrenmeye çalışır. Aşçı da bilinçlenmek istemiştir. Selim, Kerim Beyin gönderdiği kamptan döndükten sonra çok değişmiştir. Köpeğin öldürülmesi üzerine kimin öldürdüğünü bulmaya çalışır. Sonunda içerden birinin yaptığına kanaat getirir. Selim kızdan şüphelenmiştir. Kız ise bunu en son öğrenir. KIZ: Üzülmüyorum usta yalnız bir şeye yanıyorum. Seyfi ağabeyi kurtarmak için için yalvardım... Kendim için yalvardığımı sanmış işte bir buna yanıyorum. Kız çok sevdiği nişanlısının kendisini öldürmeyi planladığını duyunca içten içe çöker, fakat bunu belli etmemeye çalışır. Sadece Selim’in kendisi için yalvardığını düşündüğüne üzülmüştür. Kız bu olaydan sonra iç hesaplaşmadan geçer ve evden ayrılmaya karar verir. Seyfi de haksız yere işçilerin işten atılmasına dayanamaz, evi terk eder ve devrimcilerin safına geçer. 47 Lütfü Usta, kendi çocuğu gibi sevdiği kızın evden ayrılması üzerine ikilem içinde kalır. Bu zalimlere daha fazla hizmet etmek istememektedir, ama yirmi sene çalıştığı köşkten ayrılmak da ağır gelmektedir. AŞÇI: Ayrılayım diye düşünüyorum... Ama zoruma gidiyor. Yirmi sene burada Kerim Bey’in köşkünde aşçılık yapmışım. Bu yaştan sonra nereye giderim ne yaparım... Mecburen ya sabır... Geçenlerde gazetede bir fotoğraf vardı... Bir de baktım amanın durun yahu olamaz... Bir fabrikanın önünde bizim kız var ya onunla Selim gırtlak gırtlağa dövüşüyor. İşte o anda ayrılmaya karar verdim. Ama yine de danışayım dedim ayrılmak mı zor yoksa Kerim Bey’e hizmet etmek mi? Lütfü Usta, hizmet ettiği Selim’i, Kız ile dövüşürken görmesi üzerine Kız kadar olamadığını düşünür. İçinde boğulduğu ikilemden okuyucuya sorarak çıkmaya çalışır. Yazar, Lütfü Usta karakteri ile insanların iç hesaplaşmalarını gözler önüne serer. Sonuç olarak; Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı adlı eserinde 1970’lerin işçipatron çatışmasını aktarmaktadır. Yazar, köşkün aşçısı Lütfü Usta, Seyfi ve Kız karakterleri ile bilinçlenme sürecindeki insanların olayların dışında kalma çabasını ve iç hesaplaşmalarını gösterir. Oyunun finalinde Lütfü Usta zor da olsa köşkten ayrılmaya karar verir. Yazar; toplumsal olaylara tarafsız kalınamayacağını, toplumun bilinçlenerek ve örgütlenerek haklarına sahip çıkacağını savunmaktadır. 1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı, İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut Yayınları, 1999 48 Konu: "Çemberler” Tiyatrosunun İçerik Yönünden İncelenmesi AdıSoyadı: Yunus Emre VAR No: 138 Sınıfı: 11-D HAYATIMIZDAKİ ÇEMBERLER Çetin Altan, "Çemberler” isimli tiyatro eserinde aile yapısındaki bozulmayı işlemiştir. Eserde kahramanlar, içinde sıkıştıkları çemberlerden kaçma ve kurtulma isteğindedirler. Yazar, eserinde yaşanılabilir bir dünya arzulayan ama ne kendine ne de topluma bir faydası olmayan bireyin, etrafını saran çemberlerden kurtulamayacağını ve tutsaklık içinde ömrünü geçireceğini savunmuştur. Yazar, yozlaşmış bir aile portresi çizerek esere başlar. Anne, kumar oynayan kaybedince de evi terk eden zenginlik ve gösteriş meraklısı bir kadındır. Baba, maddi sıkıntılar içinde boğulan, karısına ve çocuklarına söz geçirmekten aciz bir adamdır. Çocuklarıyla ilgilenmeyen baba, ev reisliğini çocuklara nasihatte bulunmak, nutuk atmak zanneder. Nevin, cinsel içerikli dergiler okuyan erkek meraklısı nişanlı bir kız; Nejat ise sorumsuz, yurt dışına gitme hayali peşinde koşan iş bilmez bir delikanlıdır. Aile içi ilişkilerde saygı ve sevginin kalmadığı görülmektedir. Nejat, annesine kocakarı, babasına moruk der. Nevin de babasına koca ihtiyar diye lakap takar. Baba, oğluna serseri diye hitap eder. Nevin cinsel içerikli dergi okurken babasına yakalanır. Yalan söyleyerek kurtulur. Anne, haftanın dört günü kumar oynamaya gider. Baba izin vermez. Bağırır çağırır ama anne umursamaz. Aile fertlerin ortak noktası, evden ve evde bulunan ortamdan kaçmak ve kurtulmak arzularıdır. Baba, ailesindeki bu durumu Nejat ile konuşmasında ifade eder: Baba: Hakikaten gidecek misin? Nejat: Gideceğim... Baba: Peki, para pul. Nejat: Hiçbir şey istemiyorum. Baba: Ya bir sıkıntıya düşersen? Nejat: Buradakinden daha fazla bir sıkıntıyı tahmin edemiyorum. Baba: Doğru... Ben de sıkılıyorum... Ablan da sıkılıyor... Herkes sıkılıyor. Herkes hayatını değiştirmek istiyor, bir yerlere gitmek, kurtulmak istiyor. Nejat: Öyle... Baba: Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin, ha? (s.27) Baba, anne ile problemlidir. Üstelik ipotek ettikleri ev satılığa çıkarılmıştır. Anne, kocasının kendisini kısıtlamasından, kumarına karışmasından 50 bıkmıştır. Nevin biri ile evlenip aile ortamından uzaklaşmak ister. Oyunun baş kahramanı Nejat ise ailesinden ve babasının nutuklarından nefret etmektedir. Kapı zilinin çalması ev sakinlerinin beklenti ve korkularını yansıtması bakımından önemlidir: Nejat: Ben gitmesem, nasıl olsa siz kovacaktınız beni... Baba: Kovarsam ben kovarım... Sen de adam ol da kovmayayım. (Nevin’e) Söyledikleri doğru mu bunun? Nevin: Bilmem, geçenlerde de Amerikalıların yanında iş bulmuştu sözde... Baba: Ah, asıl ben bir yer bulsam da, ben çekip gitsem... Nevin: Annem gitti işte... Nejat gideceğim diyor... Ben de gideceğim evlenince... Size ne oluyor, neden gitmek istiyorsunuz? Nejat: Kurtulmak için. Baba: Kurtulmak!... Nevin: Hıh... (Hızlı hızlı kapı çalınır.) Nişanlım. Nejat: İşte geldiler gemiden. Baba: İcra memurları olmasın. (s.20) Genç neslin beklentisi ev ortamından uzaklaşmaktır. Nevin nişanlısının, Nejat gemicilerin geldiğini zanneder. Baba ise içine saplandığı maddi batağın neticesi olarak memurların icraya geldiğini düşünür. Oysa gelen anne’dir. Nejat’ın İtalya’ya gideceği kesinleşince anne ilginç bir tepki verir: Nejat: Benim gemi kalkacak... Anne: Bizi bu halde bırakıp ta nerelere gidiyorsun. Nejat: Hepsi düzelir. Baba: Toplayın bakalım eşyaları .Kati demek?... Anne: Mektup yaz... Vaziyetin düzelince beni de aldırırsın. Nejat: İnşallah... Anne: Nejat, evladım, gider gitmez Karon pudrası gönder bana, oradakiler çok iyiymiş... (s.30) Nejat’ın İtalya’ya gitmesini babası "serserilik” (s.20) olarak nitelendirirken annesi göstermelik birkaç söz söyleyerek umursamaz. Üstelik oğluna makyaj malzemesi sipariş etmesi duyarsızlığının ifadesidir. Aile bireyleri birbirinden son derece kopuktur; baba, oğluna söz geçiremez, anne oğlunun gidişini umursamaz. Nejat, İtalya serüvenine çıkar. Bulunduğu ortam ev ortamından farklı değildir. Babasının yerini Kaptan alır. Ona, emirler yağdırır. Annesinin yerini seyahate 51 çıkan yolcu kadın alır. Üstelik o güne kadar hiç yükümlülük altına girmeyen Nejat, gemiye kâtip olarak alınır. Geminin mali yükü omuzlarına biner. Nejat, eşyalarını yerleştirmek için kamarasına iner. Dolabında gemiye kaçak binen bayan yolcuyu görür. O da kaçmaktadır. Gemi, ortamlarından memnun olmayıp kaçan insanların buluştuğu bir yer olmuştur. Eşinden sıkılıp seyahate çıkan kadın da kendi ortamından sıkılmış ve kaçmıştır: Nejat: Bütün ümit bu gemide... Hepimiz bir şeylerden kaçıyoruz.(s.34) Tesadüfler, gelişmelere hâkim olmaya başlar. Kaçak kız, nişanlısının kendisini aldattığını öğrenmiş ve kaçmıştır. Hâlbuki kızın nişanlısı, seyahate çıkan kadınla kaçak kızı aldatmaktadır. İki bayan birbirine girer. Nejat, kaçak kızla geçmişe yönelik sohbete başlar: Nejat: Ya, peki senin yaşındaki kızlar? Nişanlıları kendilerine ihanet etti mi, evden kaçarlar... Kaçak: Hadi ben evden kaçtım, utandım kaçtım... Dedikodudan kaçtım, avunmak için kaçtım. Ya sen neden kaçtın? Nejat: Zor bunu anlatmak, Selma... Düşün bir evde bir baba var, nah işte bizim kaptan gibi bir adam.. Bir de ana, o da şu bizim yolcu hanımefendi gibi... Birbirlerine boyuna yalan söyleyen insanlar, birbirlerine boyuna poz yapan, geçinemeyen insanlar... Bir zaman hepsine boş verdim... İkisi de bana musallat oluyordu. Ben adam olmayacakmışım, ben hayırsızmışım... Benim de burnum sürtermiş... Kendi eksikliklerini bende tamir etmek istiyorlardı... Çok zor bunu anlatmak, ne bileyim ben sıkıldım işte... Bir şeyler yapayım diyordum... Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım... Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım... Bir Amerika işi vardı, olmadı. Bir iş aradım, bulamadım... Mektepten de sıkılıyordum. Hocalar da babama benziyorlardı. Boyuna nasihat ediyorlardı. Tam kurtulduğumu zannettiğim sırada bu gemiye düştüm. Sanki evi, o insanları daima yanımda taşıyor gibiyim. (s.40) Nejat, yozlaşmış aile ortamını çembere benzetir. Kendi eksiklerini görmeyen aile büyükleri Nejat’a hiçbir fedakârlıkta bulunup belli değerleri öğretmedikleri halde ondan kendi istedikleri gibi bir insan olmasını beklemektedirler. Nejat ise bu çemberi kırıp kendi arzuladığı hayatı yaşamak ister. İç çatışma, ailenin beklenti ve istekleriyle Nejat’ın yaşamayı istediği hayat arasında çıkmaktadır. Nejat ile kaçak kız arasında yakınlaşma başlar: Nejat: ... Artık ev yok, kaptan yok, kimse yok... Yepyenisin ve güzelsin... Senin için her şeyi yaparım... Düştüğüm çemberden kurtulurum... Evimiz de 52 olur, çocuklarımız da... Seni mesut etmeye çalışırım... (s. 41) Nejat, aile ortamından kurtulduktan sonra ikinci bir çemberin içinde olduğunu düşünür. Kaptan ve kadın tıpkı annesi ve babası gibi Nejat’tan beklenti içindedirler. Üstelik geminin sorumluluğu da omuzlarındadır. Nejat yine bu beklenti çemberinden sıkılır. Kaçak kızla evlenip gemide oluşturulan çemberden kurtulmak, arzuladığı hayatı yaşamak ister. Kaptan ve kadın, kaçak kızı polise teslim etmek isterler. Nejat, bunun üzerine çok öfkelenir. Tehditler savurur: Nejat: Hiçbir şey yapamayacaksınız. Ama hiçbir şey. Beni duyuyor musunuz? Hiçbir şey... Burası artık babamın evi değil... Ben kendi hayatımı yaşıyorum... Ne bu kıza dokunabileceksin, ne bana... Sevgilinin resmini aldım, sakladım.. En küçük bir münasebetsizlik yaptığın takdirde, kocana gönderir, hakkında zina davası açtırırım... Yağma yok, çember kırıldı... Onun için hepiniz susmaya mahkûmsunuz. (s.42) Nejat, kaçak kızla birlikte kimsenin baskısına boyun eğmeyecek, kendi bildiği hayatı yaşayacaktır. Nejat, çemberin kırıldığını düşünür. Kendisini kısıtlayan aile ortamından sonra oluşan ortama da ayak uydurmamakta kararlıdır. Tüm düşüncesi kendi bildiği şekilde yaşamaktır. Nejat ve kaçak kız nişanlanır. Kadın, evlilik hayatını değerlendirirken kaçış hikâyesini de anlatır. Aile ortamından uzaklaşıp aile kurmaya hazırlanan iki genç insan için bu konuşma ilerisi için önemli ipuçları taşır: Kadın: Siz herkesi mesut mu sanıyorsunuz? Ben de zannettiğiniz kadar imrenilecek bir durumda değilim... Başımda çeşit çeşit dertler var... Benim de canım bazen asude bir yuva özlüyor... Yanımda bir kadın olsun istiyorum... Bu hasret içinde evime döndüğüm zamanlar çok olmuştur. Sonunda ne oluyor biliyor musunuz? Tekrar bu gemiye kaçmak için can atıyorum... Biz hepimiz kaderin ipleriyle bağlıyız. (s. 43) Değerlendirmelerine şöyle devam eder: Kadın: ... Kâtip de kıza bir yuvadan bahsediyordu... Babası da, anasına aynı şeyi söylemiştir. Bana da söylediler. Ne diye kandırmalı? O evin kurulduğundan itibaren bir tuzak olduğu anlaşılıyor. Herkes o evden kaçmak istiyor. (s.44) Kadın, aile hayatının insanı çembere aldığını, bireyin özgürlüğünü alıp mutlu olmasını engellediğini düşünmektedir. Kadın, tek kurtuluş yolunu seçer. Denize atlar ve intihar eder. Oyunun üçüncü perdesi yedi yıl sonrasını anlatmaktadır. Nejat, kaçak kız 53 Selma ile evlenmiştir. Selma hamiledir. İtalya’da bir otelde çalışmaktadırlar. Nejat, annesi gibi kumar oynamakta, para kaybetmektedir. Otelle mukaveleleri vardır, ama bu ortamdan da kaçmak, kurtulmak isterler. Burada da değişen bir şey yoktur. İsimler değişmekte, tipler değişmemektedir. Nejat artık ümitsizlik içindedir: Karısı: Ah, bir bitse şu sıkıntı... Nejat: Bitecek mi sanıyorsun... Kaç yıldır dolaşmadığımız yer kalmadı... Hep aynı insanlar... Gemideki kaptanı hatırlarsın... Babamın aynıydı... İşte şu otel sahibi Fernando, o da onların aynı... Ya madam, ya yolda intihar eden kadın?... Hepsi anamın modeli. Hepsi bir şeyler yapmak, kurtulmak istiyor... (s.55) Karısıyla birlikte yurda dönen Nejat, annesinin evine sığınmıştır. Annesi yaşlanmış, geçim sıkıntısına düşmüştür. Buna rağmen kumar partilerine gitmekten geri kalmaz. Babası ölmüş, kardeşi Nevin mutsuz bir evlilik yapmıştır. Nejat’ın otelcilik derneğinde bir konuşma yapması gerekmektedir. Hazırladığı konuşma geleceğe dair umutlarını içerir: Nejat: Yarın ciddi bir konuşma yapacağım. Bütün insanlar, diyeceğim... Ümit ettiğiniz kurtuluş doğacaktır, mesut olacaksınız... Çevrenizin baskıları kaybolacak... Yepyeni bir âlemde istediğiniz yerlere gideceksiniz. Karısı: Off, ben çok yoruldum... Al biraz da sen süpür... Nejat: Yepyeni aileler kurulacak... Çocuklar neşeli olacaklar... Babalar geçim derdine düşmeyecekler. Karısı: Fernando’nun otelini de böyle süpürürdün... Nejat: İşte o zaman kimse hayattan kaçmak istemeyecek. Sadece turistik arzular hakim olacak. Karısı: Müstakbel otelcilik başkanı. Nejat: Sende para var mı hiç? Karısı: Ne yapacaksın? Ben anne gibi kirli çıkı değilim. Bak düzeltmiş vaziyetini, ne ev satılmış, ne bir şey. Nejat: Amcamla bir iki arsa olmasaydı, zor düzeltirdi. Varsa paran ver bana... Karısı: Son verdiğin o elli lira var işte... Nejat: Ver bana onu. (s. 61) Nejat, arzularını söyler. Çevre baskısının, çemberlerin olmadığı bir dünya hayal eder. Artık kaçmak ve kurtulmak yoktur. Herkes mutludur. Bütün seyahatler, gidişler turistik amaçlıdır. Nejat’ın tavrı ironiktir. Çünkü annesinin evinde sığıntıdır. Cebinde parası yoktur ve çemberi kırmayı başaramamıştır. Yazar bu çelişkiyi ortaya koyarak ironi sağlamıştır. 54 Nejat konuşmasının provasını yaparken postacı elinde bir zarfla kapıyı çalar: Annesi: Hayırdır inşallah... Karısı: (Zarfı yırtar, okur) Aaaa... Nejat’ın banka borcu... Hani geçende almıştık ya... İcraya vermişler... (s.63) Nejat, içine düştüğü durum ile babasının yıllar önceki durumu arasında benzerlikler bulmakta, babasını anlamaya başlamaktadır: Nejat: Akşam gelen mahut zarf işte.. Hay Allah be... Sanki bir şey kazanıyoruz. (Koltuğa uzunlamasına uzanır) Babam da böyle otururdu. O son akşam ipotek vadesi geldiği zaman hatırlıyorum... Pek fena adam da değildi galiba, ya... (s.63) İçeriye babasının hayaleti girer. Nejat babasıyla konuşur: Baba: Kaçtın, hâlâ da kaçmak istiyorsun. Bir türlü kurtulamadın değil mi? Nejat: İlk defa gemiye bindiğim vakit ne kadar sevinçliydim. Sonra karşıma gene sen çıktın, annem çıktı, kardeşim çıktı... Aldanıyorum diyordum. Bunlar başka insanlar. Ama içimden aldanmadığımı biliyordum... Sonra süründüğüm şehirler... Daima sen vardın, anam vardı... Ama artık sen yoksun.. Seni göremiyorum etrafımda... Baba: Nasıl yokum oğlum, nasıl yokum?.. Şimdi sen, ben olmak üzeresin. Asıl sen kendin kayboluyorsun, sen yoksun... Bak karın yukarda doğuracak... Baba olacaksın. Nejat: Baba olacağım... Ve hikâye eskisi gibi devam edecek... İstiyorum ki bir gün insanlar bu çemberden kurtulsunlar. Birtakım gölgeler kendilerini takip etmesin. (s.64) Yazar, oyunun mesajını babası ile Nejat’ın konuşmaları aracılığıyla verir. Oyunun başında babası, “Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin, ha?" (s.27) diye Nejat’a sormuştur. Oyunun sonunda bu soru tekrarlanır ama olumlu cevap alınamaz. Nejat, çemberleri kırmak için çıktığı serüvende hüsrana uğramıştır. Çemberler hep var olacaktır. Ailede, işte, evde... Değişen zaman ve kişilerdir. Baba, oğul ve Nejat’ın doğacak çocuğu arasında rol değişiminden başka bir şey yaşanmayacaktır. Hepsi mutsuz bir şekilde hayatlarını tamamlayacaklardır. Oyunun son sözü Nejat’a aittir. Çocuk doğmak üzeredir: Nejat: Galiba bir mahkûm daha iniyor yeryüzüne..." (s.64) Nejat artık gerçekleri görmüştür. Her insan, çemberlere mahkûm olarak doğar ve ölür. Çemberleri kırmak ise mümkün değildir. 55 Çetin Altan, "Çemberler” isimli tiyatrosu ile yozlaşan aile düzenini eleştirmektedir. Nitelikli birikimlerini aktaramayan ebeveynlerin faydalı işler yapmaları beklenemez. Aile, mutluluğun bulunacağı yegâne yerdir. Fertler bencil amaçları doğrultusunda bu kuruma gereken önemi vermezlerse sağlam bir gelecek tesis edilemez. Saygı ve sevgiye dayalı değerlerle yetiştirilmeyen nesillerin ne kendilerine ne de topluma bir faydaları yoktur. Aile içi ilişkilerin bozukluğu, genç nesilleri özgürlükleri adına bulundukları ortamdan kaçmaya ve kurtulmaya sevk eder. Fakat toplum buna benzer sosyal yapılarla doludur ve bunlar insanı çepeçevre sarmaktadır. Çemberler; fert, aile ve toplumda eski değerlerin yitirilmesi yeni değerlerin oturtulamamasından ortaya çıkar. Onlar, var oldukları sürece insanlar mutlu olamayacaklardır. Çembere mahkûm insanlar, ondan kaçarak kurtulamazlar ve onu asla kıramazlar. KAYNAKLAR: 1. Altan, Çetin, Çemberler, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 1994 Konu: "Tartuffe”te Önyargıların Esere Katkısı Adı-Soyadı: Elif Öztürk No: 403 Sınıfı: Hazırlık-D 56 Moliere, "Tartuffe” adlı eserinde bir burjuvanın, dindar görünüşlü bir sahtekârı evine almasıyla başına gelen olayları anlatmıştır. Yazar, halkın aydınlanıp sahte sofuların oyunlarını durduruncaya kadar sahte dindarların yalanlarla ve değişik oyunlarla halkı kandıracağını savunur. Moliere oyunda önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmaları ve önyargının insanı açık olan bir olayı göremeyecek kadar kör edebileceğini göstermek için kullanmıştır. Moliere önyargı sayesinde kahramanların çatışmalarını göstermiştir. Evin hizmetçisi Dorine ve Cleante; Bayan Pernelle’nin evden ayrılmasından sonra kendi aralarında konuşmaktadır. Dorine, Orgun’un Tartuffe’e olan kör edici hayranlığından yakınmaktadır: DORİNE: O, tüm sırlarının biricik sırdaşı, Eylemlerinin sakıntılı yöneticisi oldu. Üstüne titriyor onun, sarılıyor ona, İnsan sevgilisine göstermez bu kadar şefkat heralde. Masada başköşeye otursun istiyor, Herkesten çok onun yemek yemesini seyrediyor keyifle Yemeklerin en iyi yeri ona ayrılsın istiyor, Ve, hazret geğirecek olsa “Allah yardımcınız olsun!" diyor. Yani, onun için deliriyor, bu herif onun her şeyi, onun [kahramanı]. Orgon’un Tartuffe duyduğu hayranlık onun gözünü kör etmiştir. Öyle ki bu davranışları bile görmemektedir. O, Tartuffe’ün gerçek bir dindar olduğuna inanmıştır. Başta Dorine olmak üzere ev halkının ona gerçeği göstermeye çalışmasına önyargılı yaklaşmıştır. Çünkü Orgon, Tartuffe’ü kilisedeki dindar insan olarak bilmektedir. Onun bir sahtekar olduğuna inanmamaktadır. Hatta anlatılanları kulak ardı etmektedir. Orgon yalnız Tartuffe’ün fikirlerini önemsemektedir: DORİNE: Her fırsatta hayranlığını gösteriyor, Adını anıyor mutlaka, her konuşmasında. Ve hazretin söylediği her kelime bir kehanet, Onun enayiliğini anlayan Tartuffe, bundan yararlanmak[istiyor, Ve zavallının başını döndürmek için de elinden geleni[yapıyor. Her fırsatta ondan para sızdırıyor, Herkese beğendiği sözü söyleme hakkını buluyor kendinde. Orgon, Tartuffe’ün sözlerine bütün ruhuyla inanmıştır. Tartuffe’ün sözleri artık onun için bir kehanettir. Yalnız Tartuffe’ün fikirlerini önemsemektedir. Tartuffe ise kendi çıkarı için Orgon’un ona duyduğu hayranlığı arttırmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu sayede Orgon’un kendisine daha da 57 bağlanmasını sağlamıştır. Ev halkı, Tartuffe’ün bu çabalarını görüp Orgon’u ikna etmeye çalıştıkça kahramanlar arasında çatışma çıkmıştır. Ev halkı üsteledikçe Orgon’un Tartuffe’e duyduğu önyargı güçlenmiştir. Orgon, Tartuffe’ün rüzgârına kapılmış, ailesini bile unutmuştur. Artık herkesi çok şaşırtmaktadır. Dorine, yolculuktan dönen Orgon’a, Elmire’in hastalığından bahseder, ama Orgon üsteleyerek Tartuffe’ü sorar. Bunun üzerine Cleante: CLEANTE: Günümüzde bir adam bu kadar büyüleyici olabilir mi? Size her şeyi unutturmuş! Yanınızda biti kanlandıktan başka, Sizi öyle bir noktaya getirmiş ki... ORGON: Hakkında konuştuğunuz kişiyi tanımıyorsunuz. Cleante, Orgon’un bu davranışına çok şaşırmıştır. Çünkü Cleante; evli bir adam için karısının ve ailesinin herkesten, en azından bir anda hayatına giren yabancı bir adamdan daha önemli olduğunu düşünmektedir. Ama Orgon, Dorine’in karısı hakkında anlattıklarını dinlemeyip her seferinde Tartuffe’ü sormaktadır. Orgon, Tartuffe’ü karısından daha değerli görmektedir. Elmire’in kardeşi Cleante, eniştesinin bu düşüncesini anlayamamaktadır. Yalancı bir sofunun eniştesini bu duruma nasıl getirdiğini çözememektedir. Orgon ise Tartuffe’e duyduğu önyargı ile Tartuffe’ü savunur ve Cleante ile tartışır. Önyargı kahramanların çatışmasına neden olmuştur. Orgon’un bu önyargılı yaklaşımı ev halkının onunla çatışmasına neden olmuştur. Oyunun başında Dorine ve ev halkının düşüncesi de bir önyargıdır. Onlarda Tartuffe’ün sahte bir sofudan başka bir şey olmadığına inanmaktadır. En başta her iki taraf da önyargılıdır. Çünkü iki tarafında yargılarını doğrulayacak açık ve net kanıtları yoktur, bu da kahramanlar arası çatışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dorine’nin gözlemleri olaylara aynı önyargı ile baktığı için objektif değildir. Orgon ise Tartuffe olan hayranlığıyla hareket etmektedir. Bu da onun anlatılanlara ön yargı ile bakmasına neden olmuştur. Her iki tarafta Tartuffe’e karşı önyargılıdır ve oyun boyunca birbirlerinin önyargılarını kırmaya çalışırlar. Bu uğraş daha sonra kahramanlar arasında çatışmayı var eden unsurdur. Orgon kızını Tartuffe’le evlendirmek ister. Buna bütün hane halkı inanamaz. Onun bütün kötü yanlarını ve sahtekârlığını bırakıp onun yoksulluğundan bahsederler. Tartuffe’ün damat olarak çok yoksul olduğunu aileye denk olmadığını anlatırlar. Orgon, yine Tartuffe’ü savunur: 58 ORGON: Susunuz. Eğer bir şeyi yoksa Biliniz ki ona saygı buradan başlamalı. Onun yoksulluğu, kesinlikle, onurlu bir yoksulluk. Bu onu her şeyin üstüne yükseltebilir, Kendini maldan yoksun bıraktığına göre Geçici şeylere fazla değer vermediğindendir. Ebedi şeylere bütün gücüyle bağlı olduğu içindir. Ama benim desteğim onun sorunlardan kurtulmasına, Mülklerine yeniden kavuşmasına fırsat verecektir. Memleketindeki o mülklerle insan iyi bir ün sahibi olur. Bundan da belli olduğu gibi, o soylu biridir. Orgon, Tartuffe’ün gerçekten soylu bir dindar olduğuna; ev halkıysa onun bir sahtekâr olduğuna inanmıştır. İki taraf da düşüncelerini savunurken kendi fikirlerine daha da inanmış ve bağlanmıştır. Orgon, kendini öyle kaptırmıştır ki; Tartuffe’e, bütün malını mülkünü devretmiş ve siyasi bir bilginin olduğu kutuyu ona bırakmıştır. Fakat bu durum onun başına dert açar. Olaylar, önyargı-çatışma-kandırılma doğrultusunda gelişir. Moliere, önyargıyı aynı zamanda insanı gayet açık olan bir olayı göremeyecek kadar gözünü kör edebileceğini göstermek için de kullanmıştır. Orgon, Tartuffe’ü tanımadığını düşündüğü kayınbiraderine; Tartuffe’ün nasıl biri olduğunu anlatır: ORGON: Benim şerefim için aşırı bir ilgi gösteriyor. Karıma değişik gözle bakanları bana bildiriyor. Benden on kat daha kıskanç davranıyor. Allaha bağlılığının hangi noktaya vardığına şaşıracaksınız. En olmayacak şeyleri günah sayıp, kendini günahkar [ilan ediyor Mesela, geçen gün, dua ederken, bir pire yakalayıp Öfkeyle öldürdüğü için, günahkarım ben deyip duruyordu. CLEANTE: Böyle konuşarak benimle alay mı ediyorsunuz? Bütün bu gülünç şeylerle ne demek istiyorsunuz? Cleante bu sözleri duyunca Orgon’un kendisiyle dalga geçtiğini düşünmüştür. Cleante Tartuffe’ün bu davranışlarının hepsinin göz boyamak için yapıldığının farkındadır. Fakat Orgon bunların farkına varmak bir yana; önyargısı nedeniyle Tartuffe’e daha da inanmıştır. Cleante bu davranışların gülünç şeyler olduğunu kolaylıkla fark etmiştir. Orgon ise önyargısı nedeniyle bunu görememiştir. O, her şeye rağmen sofu Tartuffe’e inanmaktadır. Tartuffe, Orgon’un karısına aşkını ilan etmiştir. Bu sırada Damis bunları duymuştur. Elmire’in ısrarlarına rağmen dayanamaz ve babasına olanları 59 anlatır. Tartuffe bunun üzerine kendini savunmaz: TARTUFFE: Evet, kardeşim, ben fena bir adamım, bir suçluyum, Günah kuyusuyum, bahtsız bir günahkârım. Yeryüzünde görülmemiş vicdansızın tekiyim. Hayatımda nereye adım atsam, lekedir, Bir yığın suç ve pisliktir ardımdan bıraktığım. Görüyorum ki Allah beni cezalandırmak için, Bunu vesile kılıp nefsimi aşağılatmak istiyor. Bana yüklenen suç ne denli büyük olursa olsun Asla savunmam kendimi. Lütfen size söylenenlere inanın. Bileyin öfkenizi. Ve bir câni gibi kovun evinizden beni. Bilmezdim payıma bunca utanç düştüğünü Ama ben daha da fazlasına layığım. Orgon ilk duyduğunda şaşırmasına rağmen Tartuffe’ün konuşmasından sonra yine Tartuffe hakkındaki düşüncelerine olan bağlılığıyla bu olaya da önyargıyla bakar. Bunun Tartuffe’e yapılan bir oyun, bir iftira olduğunu inanır. Orgon’un Tartuffe hakkındaki fikirleri öyle güçlüdür ki öz oğluna inanmaz ve Tartuffe’ün aslında bir yandan suçunu itiraf ettiği aldatıcı konuşmasına kanar. Her şeyin açık olduğu bu olayda bile önyargılı davranıp Tartuffe yerine oğlunu evden kovmuştur. Önyargı gözlerini kör etmiştir. Oğlunu önyargıları uğruna Tartuffe’e kurban etmiştir. Orgon önyargılarının etkisiyle ev halkının Tartuffe’ü evden uzaklaştırmak için her şeyi yapacağına inanmıştır: ORGON: Hepiniz nefret ediyorsunuz ondan, bunu bugün anladım, Karım, çocuklarım, hizmetçi ve uşaklarım herkes ona karşı. Bu dindar adamı evden uzaklaştırmak için, Ama onlar kovmaya kalktıkça Kalmasını daha çok istiyorum ben. Olaylara önyargısıyla bakan Orgon, ev halkının Tartuffe’den eğlencelerini, davranışlarını kısıtladığı için nefret ettiğini düşünmektedir. Oysa ev halkı Tartuffe’ün nasıl bir adam olduğunu anlamıştır. Orgon’a zarar vermesinden korkmaktadırlar. Bu yüzden Orgon’un da bunu farkına varmasını istemektedirler. Orgon ise onlar gerçeği göstermeye çalıştıkça fikirlerine, önyargılarına daha derinden bağlanmıştır. Hatta bunu bir inatlaşmaya çevirmiştir. Orgon aslında mantıklı bakıldığında çok açık, anlaşabilecek bu olaya önyargısıyla bakmış ve gerçeği görememiştir. Moliere, Tartuffe adlı eserinde burjuva olan Orgon’un ve ailesinin ön yargılarını kullanmıştır. Orgon kilisede tanışıp eve getirdiği sahte sofu 60 Tartuffe inanmıştır. Bu inanç ve güven güçlenerek onunla ilgili kalıplaşmış bir fikir oluşmasına dönüşmüştür. Oyunda önyargı ile verilen kararlarla gelişen olaylar anlatılmıştır. Orgon’un önyargısı Tartuffe’e körü körüne güvenmek ve inanmaktır. Orgon’un bu önyargıya sahip olmasının temel nedeni Tartuffe’ü dini bütün bir adam olarak tanıması yani din kaynaklıdır. Moliere oyunda önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmayı göstermek ve önyargının insanı çok açık bir olayı bile göremeyecek duruma getirebileceğini göstermek için kullanmıştır. Kaynaklar 1. Tartuffe, Moliere, İstanbul, 1995 61 Konu: "Martı”da Şamrayev Ailesinin Yaşadığı İletişimsizlik AdıSoyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F Anton Çehov "Martı” adlı eserinde bir çiftlikte yaşayan orta aydın bir grup insanın, çıkara dayalı hayatını ve bu yaşantının sonuçlarını anlatmaktadır. Anton Çehov eserinde bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını savunmaktadır. Eserde, çiftlikte yaşayan orta sınıfa mensup bir ailenin yaşadığı iletişimsizliklere yer verilmektedir. Aile, emekli üsteğmen Şamrayev, eşi Polina ve kızları Maşa’dan oluşmaktadır. Aile içinde sevgi eksikliğinden kaynaklanan bir iletişimsizlik söz konusudur. Şamrayev ailesine sevgi ve ilgi göstermeyen, sert mizaçlı, yalnızca disipline düşkün bunun yanı sıra kendini ispatlamayı seven bir karakterdir. Polina ailesinden kopuk bir yaşam sürdürmektedir. Çiftliğe gelip giden Doktor Dorn’a âşıktır ve başka hiç kimseyi umursamamakta sadece onunla birlikte olmayı düşünmektedir. Maşa ise ne annesinin ne de babasının tavırlarından hoşlanmamakta onları sevmemektedir. Ayrıca annesiyle aynı kaderi paylaşacağı düşüncesi annesinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev’in ailesiyle iletişimsizliğine neden olan sert tavırları ve kendini ispatlama çabası, çiftlik sahipleri olan Sorin ve Arkadina ile de iletişimsizlik yaşamasına neden olmaktadır. Çiftliği kendi disipliniyle yönetmeye çalışmakta ve kendini ispatlamak için aslında bilmediği bir konu olan tiyatro hakkında sık sık konuşmaya çalışmaktadır. Polina ise karşılıksız aşk yüzünden Dorn ile iletişimsizlik yaşamaktadır ve bunun verdiği ıstırapla kızı Maşa dahil etrafındaki kimseyle ilgilenmemektedir. Maşa’nın da annesi gibi sorunları vardır, fakat o iki karşılıksız aşk arasında sıkışmaktadır. Treplev’i sevmekte fakat karşılık bulamamakta, Medvedenko tarafından sevilmekte fakat karşılık verememektedir. Şamrayev, Polina, Maşa ailesi aralarındaki sevgisizlikten, birbirlerine karşı kötü tavırlarından ve aynı kaderi yaşama korkusundan kaynaklanan aile içi iletişimsizlikler; kendini ispatlama isteği, karşılıksız aşklar sebebiyle de aile dışı iletişimsizlikler yaşamaktadırlar. Aile içi iletişimsizliğin sebebi birbirlerini sevmiyor olmaları, tavırlarından hoşlanmamaları ve aynı kötü kaderi paylaşmaktan korkmalarıdır. Polina’nın Şamrayev’e karşı duygu ve düşünceleri, Şamrayev’in Arkadina ve Sorin ile çiftlik kuralları hakkındaki tartışmalarında ortaya konulmaktadır: “Sorin: Küstahlık bu! Bu kadarına dayanılamaz! Tahammül sınırını aştı artık. Nina: İrina Nikolayevna’nın böyle ünlü bir aktrisin isteğini yerine getirmemek, nasıl olur?. Polina Andreyevna: Ne yapabilirim ki ben? Kendinizi benim yerime koyun. 62 Benim elimden ne gelir.(...) Günü geçmiyor ki böyle bir tatsızlık çıkmasın. Bilseniz nasıl üzüyor beni bunlar!" Polina’nın sözlerinden, Şamrayev’in davranışlarından rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Onun yaptıklarına çok üzüldüğünü, ama çaresinin olmadığını söylemektedir. Çiftliktekilerin Şamrayev’in davranışını eleştirdiği sırada sorunun yönünü kendine çevirmesi durumun onu çok rahatsız ettiği Şamrayev’i sevmediğinin insanlar tarafından da bilinmesini istediğini göstermektedir. Şamrayev ile Polina arasındaki kopuk ilişki aile içi iletişimsizliği sonuç vermektedir. Ailedeki bir diğer iletişimsizlik Maşa ve Şamrayev arasında geçmektedir. Sorin’in Maşa ile babası hakkındaki konuşmalarında Maşa’nın babasından uzak olma isteğine yer verilmektedir: “Sorin: Marya Ilyiniçna, ne olur babanıza söyleyin de çözdürsün şu köpeği. Uluyup duruyor. Kız kardeşim dün de gözünü kırpmadı sabaha kadar. Maşa: Babamla kendiniz konuşunuz. Benim işim değil. Beni mazur görün lütfen..." Maşa’nın Sorin’e karşı verdiği olumsuz cevap babasıyla en ufak bir konuda dahi konuşmak istemediğini göstermektedir. Babasından uzak olmak istemesi, onunla konuşmaktan kaçınması babasının davranışlarından hoşlanmadığını, onu sevmediğini göstermektedir. Bu düşünceleri yüzünden babasıyla iletişim kurmaması aile içi iletişimsizliğin sebebinin Şamrayev olduğunu göstermektedir. Ailenin iki bayan bireyi olan Maşa ve Polina arasındaki iletişimsizlik Treplevle aralarında geçen konuşmada görülmektedir: “Polina: ... Kostya’cığım, güzelim, benim Maşa’ya da biraz güler yüz gösterseniz ne olur! Maşa: Bırakın onu anne! Polina: Öyle cana yakındır ki. Kostya, arada bir güler yüz göster bir kadına, başka bir şey istemez senden. Kendimden bilirim... Maşa: işte kızdırdınız onu! Bu kadar üstüne varmak çok gerekliydi sanki! Polina: Ne yapayım üzülüyorum senin için! Maşa: ne de gerekli ya! Polina: içim parçalanıyor sana baktıkça. Görmüyor, anlamıyor değilim ki...” Polina’nın sözlerinde Maşa’yı anladığına vurgu yapması aynı sorunları kendisinin de yaşadığını dile getirmesi Maşa ile aynı kaderi paylaştıklarını göstermektedir. Annesinin, ona yardım etme uğraşlarına karşı Maşa’nın sert 63 tavırlar sergilemesi aynı kaderi yaşamaktan korktuğu için Polina’ya karşı farklı bir nefret duyduğunu göstermektedir. Ayrıca annesinin söylediği her şeye eleştirel bir üslupla cevap vermesi onun davranışlarından hoşlanmadığını göstermektedir. Bütün bunlar aile içinde iletişimsizliğe yol açmaktadır. Aile dışı iletişimsizliğin sebepleri, kendini ispatlama çabası ve karşılıksız aşklardır. Kendini ispatlama çabası, çiftliğin kâhyası olan Şamrayev’in, Arkadina ve Trigorin’in konuşmalarına karışması ve konuyla alakası olmayan hatıralarını anlatmasında görülmektedir: “Trigorin: ... Akşamüstü oturup da olta mantarının su üstünde kımıldanışını seyretmekten daha büyük bir keyif yoktur benim için. Arkadina: Aman böyle şeyler söylemeyin. İltifat edildiğinde neye uğradığını şaşırıyor çünkü. Şamrayev: Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... ünlü bas Silva, en alt perdeden bir do sesi çıkardı sahnede. Balkondaki izleyiciler arasında, şu rastlantıya bakın, bizim kilise korosundan bir bas oturuyor. Seninki ansızın, şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan “Bravo Silva!” diye gürlemez mi!(...)” Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev daha önce izlemiş olduğu bir tiyatro hakkında bir şeyler söyleyerek Arkadina ve Trigorin’in sözlerini kesmekte ve iletişimsizliğe neden olmaktadır. Edebiyat ve sanat ile ilgisi olmayan Şamrayev’in Arkadina’yı ilgilendirebileceğini düşündüğü bir konuyla konuşmaya girmesi Şamrayev’in dikkatleri üzerine çekmek isteyen ve kendini ispatlamaya çalışan bir karakter olduğunu göstermektedir. Anlattığı tiyatrolar hakkında hiçbir sanatsal düşüncesi olmamasına rağmen gittiği tiyatroyu anlatarak kendisini Arkadina ve Trigorin’in konuşmalarına dâhil etmeye çalışmaktadır. Böylelikle kendisini ispatlamayı çalışmasının iletişimsizliği doğurduğu okuyucuya gösterilmektedir. Maşa’ın iletişimsizliğine neden olan karşılıksız aşklar Treplev’in tiyatrosunu beklerken Medvedenko ile yaptığı konuşmalarda görülmektedir: “Maşa: Para... Ne önemi var paranın? İnsan yoksulken de mutlu olabilir. Medvedenko: Evet, teoride öyle... Ama işin pratiğinde nasıl oluyor bakın: Ben, annem, iki kız bir de erkek kardeşim topu topu yirmi üç rubleyle geçinmek zorundayız. İnsan dediğin yiyip içer öyle değil mi?(...) Çık bakalım işin içinden çıkabilirsen... Maşa: Gösterinin başlamasına az kaldı. Medvedenko: ... Zareçnaya oynayacak. Oyunun yazarı ise Konstatin Gavriloviç. Birbirlerine âşıklar ve bugün gönülleri tek ve aynı sanatsal görüntüyü yaratmak arzusunda kaynaşacak. Bizim gönüllerimizde ise ortak dokunma noktaları yok. Oysa seviyorum sizi Maşa." 64 Medvedenko ve Maşa’nın konuşmasında, Medvedenko kendi sorunlarını dile getirmekte, yaşadığı para sıkıntısını ve çektiği aşk acısını anlatmaktadır. Maşa ise kendi dertlerini ona söylemeyi tercih etmemektedir. Bu durum Maşa’nın Medvedenko tarafından anlayabileceğine inanmadığını ve onu sevmediğini göstermektedir. Dolayısıyla Maşa, Medvedenko’nun söylediklerini umursamamakta ve Treplev’in sergileyeceği tiyatroyu sormaktadır. Bu okuyucuya Maşa’nın Treplev’i sevdiğini, Medvedenko’yu ise sevmediğini göstermektedir. Bu durum iletişimsizliği meydana getirmektedir. Polina’nın yaşadığı iletişimsizliğin sebebi de karşılıksız aşktır. Bu durum âşık olduğu doktorla olan konuşmalarında dile getirilmektedir. “Polina Andreyevna: Hiç korumuyorsunuz kendinizi. İnatçılık ediyorsunuz. Bir doktor olarak nemli havanın size ne kadar zararlı olduğunu pekâlâ bilirsiniz de, amacınız bana acı çektirmek. Dün akşam da mahsustan oturdunuz teraste... Dorn:(bir şarkı mırıldanır)“Söz etme, gençliğimi mahvettiğinden."" Polina’nın sözlerinden, Dorn’a âşık olduğu anlaşılmaktadır. Bunları rahatlıkla söylüyor olması Dorn’la bir şeyler yaşamak istediğini okuyucuya göstermektedir. Dorn’un ise göstermektedir. Dorn’un Polina’nın aşkına karşılık vermediğinden dolayı ilgisiz cevaplar vermesi karşılıksız aşkın iletişimsizliğe sebebiyet verdiğini göstermektedir. "Martı” adlı eserinde Şamrayev ailesi, aile içi ve aile dışı iletişimsizlikler yaşamaktadır. Aile içi iletişimsizliğin en büyük sebebi fertlerin birbirlerini sevmemeleridir. Ailenin erkek karakteri Şamrayev sahip olduğu sert mizacı, aşırı disiplin anlayışı sebebiyle çiftlikteki diğer insanlarla da iletişimsizlik yaşamaktadır. Maşa ise annesiyle aynı kaderi paylaşacağını düşündüğü için ailesinden uzak durmaktadır. Ailedeki iki bayan karakterde yaşadıkları karşılıksız aşklar aile dışı iletişimsizliğe sebep olmaktadır. Anton Çehov eserinde savunduğu bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını tezini Şamrayev ailesinin iletişimsizliği üzerinden vermektedir. Kaynaklar 1. Çehov, Anton, Martı, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2006 65 Konu: Hedda Gabler’de Mizah Henrik İbsen, Hedda Gabler adlı eserinde birey olmanın farkında olan ve kendisinin toplum tarafından anlaşılmadığını gördüğünde de yaşamanın gereksizliğinde karar kılıp hayatına son veren generalin kızı Hedda Gabler'i anlatır. İbsen, eserinde kadının sadece 'evinin kadını' olmak için doğmadığını, kadınların özgür olması gerektiğini, ancak bu özgürlüğün yine toplumun belli kuralları çerçevesinde olmasını savunur. Yazar, mizahi ve ironik unsurları; kahramanların karakterlerini ortaya koymada, alt üst sınıf çatışmasını vurgulamada, bireyler arasındaki iletişimsizliğini göstermede kullanırlar. Eserde üst sınıf, alt sınıfı daima aşağılar. İki farklı sınıfa ait kişiler evlenme yoluyla akrabalık kurmalarına rağmen birbirlerini yine de benimsemezler. Generalin kızı olan Hedda, George Tesman ile evlenir. George’un halası Bayan Tesman Hedda’nın onuruna bir şapka alır. Hedda, şapkayı hizmetçinin olduğunu söyleyerek şapkanın sandalyeye bırakılmasına öfkelenir. Hedda: Bu hizmetçi ile hayatta yürümez, Tesman! Bayan Tesman: Berta’yla anlaşamadın mı yoksa? Tesman: Ne aldın ki canım? Hedda: Şuraya bakın! Eski püskü şapkasını sandalyenin üstüne bırakmış. Tesman: Ama Hedda o halamın şapkası (İbsen,132) Hedda, şapkanın Julie Hala'ya ait olduğunu iyi bildiği halde bilmezden gelir. Şapkayı gülünç bulur. Hizmetçiye ait olduğunu kasıtlı biçimde iddia ederek o iyi niyetli halayı yaralar. Çünkü Hedda, George Tesman’la evlenmiş olmasına rağmen Tesman ailesini kabullenememiştir. Daima kendisini daha üstün görmekte ve Tesman ailesini küçümsemekte ve fırsat buldukça 66 üstünlüğünü vurgulamaktadır. İbsen, toplumun ahlaki bakış açısını ortaya koymak için ironiden faydalanırlar. Hedda Gabler’de Hedda, George Tesman ile evlidir. Yargıç Brack Hedda'dan hoşlanmaktadır. Evlenmeden önce yakınlaşmalarına rağmen aralarında resmi bir bağ kurulmaz. Hedda’nın evlenmesinden sonra yargıç ona karşı hislerini açıklar. Birlikte olmak istediğini ima eder. Brack: Ah işte üçgen tamamlandı. Hedda: Öyleyse tren kalkıyor.(İbsen,164) Hedda evlenmeden önce Brack Hedda'ya karşı farklı duygulara sahiptir ancak onunla evlenmeyi asla düşünmez. Çünkü evlilik kurumuna inanmamaktadır. Brack Hedda ile birlikte olma isteğini alaylı bir şekilde belirtir. Yazar, ‘üçgen’ ifadesiyle George, Hedda ve Brack’ı kasteder. Evlilik iki kişi ile oluştuğu halde üçlü ifade kullanılır. Yazar, bu üç kişinin birlikte yaşayacağı yaşamı bir trene benzetir. Kadının eşini aldatması doğal görülmekte, evlilik kurumu eleştirilmektedir. İbsen, toplumda adaleti temsil eden kişiler ve adalet kavramını eleştirmek için mizahtan faydalanılır. Eserde Yargıç Brack, Lövborg'ün Hedda'nın silahıyla kendisini vurduğunu öğrenir. Yargıya bildirmek yerine Hedda'ya karşı bu bilgiyi kendisiyle birlikte olması için şantaj yapmakta kullanır. Hedda: Her halükarda bana hükmedeceksiniz. Her şey arzularınıza ve taleplerinize kalmış. Eh yani köle olamam. Bana yakışmaz asla! Brack: (yarı alaylı) İnsan çoğu kez kaçınılmaz olana ulaşmayı da becerir. (İbsen,234) Brack bir yargıçtır. Adaleti temsil eder. Lövborg’ün intiharıyla ilgili gerçeği öğrendiğinde bu durumu yetkililere bildirmez. Hedda'nın üzerinde hâkimiyet kurmak ister ve bunu bir fırsat olarak görür. Hedda hayatı boyunca güçlü, kimseye boyun eğmeyen bir kadındır. Şimdi ise Yargıç Brack, Hedda’nın artık eskisi gibi karşısında güçlü olamayacağını ve Hedda'yı köşeye sıkıştırdığını düşünerek ve Hedda'nın durumu ile alay eder. Görüldüğü gibi adaleti temsil eden insanlar adaleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Bireylerin sahip oldukları karakter özellikleri eserde olayların sonunu etkiler. Yazar, bu karakter özelliklerini ortaya koyarken mizahtan faydalanır. Hedda ve George Tesman’ın balayından döndükleri sabah, Julie Hala onların ziyaretine gelir. Bayan Tesman: Gelinimiz yeni evinde iyi uyudu mu bari? Hedda: Eh işte sağulun. Tesman: Eh işte mi? Hadi canım ben kalktığıma taş gibi uyuyordun. 67 (İbsen,130) Hedda, çekici güzel bir kadındır. Çevresinde kendisine karşı nazik davranılmasına alışmıştır. Ancak George eşi Hedda'nın ince duygularını anlayamaz. Hedda'yı sadece güzel bir kadın olarak görür onun ruh dünyasına inemez. George'nin kabalıkları karşısında Hedda evliliğinde mutlu olamaz ve intihara sürüklenir. George Tesman, halasıyla konuşurken halası kendisine beklediği bir şeyin olup olmadığını sorar. George ise profesörlük beklediğini dile getirir. Bayan Tesman: Evet evet söyledin ama yani senin beklediğin bir şey yok mu? Tesman: Beklediğim mi nasıl yani? Bayan Tesman: Ne kastettiğimi biliyorsun. George hadi ama ben senin halan değil miyim? Tesman: Yani tabi beklediğim bir şey var. Bayan Tesman: Ha! Tesman: Bugünlerde profesörlüğümü bekliyorum. Bayan Tesman: Ha tabi profesörlük! (İbsen, 126) Julie Hala aslında çocuk bekleyip beklemediklerini sorar. Ancak George işinden başka bir şey düşünmeyen balayında dahi araştırma yapan biridir. Hedda ise ilgilenilmeye alışmış bir kadındır. George, öngörüsü olmayan, anlayışsız birisidir. Bu özellikler Hedda’nın intiharını hızlandırır. Hedda Gabler‘de, Hedda özgür olmak ister, yaşadığı toplumun baskıcı kurallarından sıkılmıştır. Kendisini ifade edemeyince hayatından vazgeçmeyi tercih eder. Eserde olayların gelişiminde kahramanların karakterleri, ahlak ve adalet anlayışı sınıflar arası çatışmalar etkili olur. Bu unsurlar okuyucuya gösterilirken mizah ve ironiden faydalanılır. Kaynaklar 1. İBSEN, Henrik, Hedda Gabler, Deniz Yayınları, İstanbul, 2007 Sibel Bayram Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt. 68 Konu: "Hedda Gabler” ve "Woyzeck”te Toplum-Birey Çatışmasının Karakterler Üzerinden Verilmesi Adı-Soyadı: Ayşe Hilal Kaymak No: 105 Sınıfı: 11-D Henrik İbsen’in Hedda Gabler adlı eseri bir general kızı olan Hedda’nın uyum sağlayamadığı evlilik hayatını ve bu nedenle yaşadığı çıkmazları ele alır. Georg Büchner’in Woyzeck adlı eseri ise toplumun doğruları ile kendi doğruları arasında kalan Woyzeck’in yaşadığı çelişkileri konu edinir. Her iki eser de toplum-birey çatışması üzerinde durmuştur ve bu çatışmayı karakterler üzerinden vermiştir. Henrik İbsen’in eserinde bu çatışmanın verildiği karakter Hedda’dır. Hedda Gabler toplumun onaylayacağı bir evlilik yapmıştır ancak kendisi bu evlilikten memnun değildir. Bu nedenle farklı heyecanlar aramaya başlar ve Yargıç Brack ile aralarında bir ilişki doğar. Bu ilişki bir zaman sonra Hedda’yı rahatsız eder çünkü Brack’in hâkimiyetine girmekten korkmaktadır. Bu nedenle intihar eder. Eser Hedda’nın toplumla çatışan davranışları üzerinde durur. Georg Büchner ise bu çatışmayı Woyzeck adlı eserinin ana karakterlerinden olan Marie ile vermiştir. Marie alt sınıftan bir asker olan Woyzeck ile birlikte yaşamaktadır. Ancak Marie’nin hayalleri üst sınıftaki gösterişlerle doludur. Marie hayallerine ulaşmak için bir yol arar, Woyzeck’i aldatır. Ancak bu durum onun sonunu getirir. Marie’nin ihanetini öğrenen Woyzeck onu öldürür. Eser Marie’nin toplumla örtüşmeyen yaşam tarzını bir çatışma sebebi olarak ortaya koyar. Her iki eserde de karakterlerin toplumla çatışmaları üç ortak noktada verilmiştir. Çocuk sahibi olma, eşlere sadakatsizlik ve toplumun bu bireyleri cezalandırma şekilleri, eserlerin tezlerinin verilmesinde kullanılan yan temalardır. Eserlerde toplum ve birey çatışması ilk olarak çocuk sahibi olmak üzerine aktarılır. Her iki eserde de karakterler çocuk sahibi olunması konusunda toplumla çatışmaktadır. Hedda Gabler’de bu mesele Hedda’nın çocuk sahibi olmak istemeyişiyle verilir. Hedda yaptığı evlilikle yüklendiği sorumluluklardan rahatsızdır. Evli bir kadın olarak yapması gerekenler olduğunun bilincindedir fakat kendisinden beklenenler onu sıkmaktadır. Toplum, her evli çiftten beklediği gibi Hedda ve George’ dan da bir bebek müjdesi bekler fakat Hedda bu sorumluluğu almak istememektedir. Eserde toplumun düşüncelerini yansıtan Yargıç Brack karakteri Hedda’ ya bu beklentiyi hatırlatır. Brack: Hani derler ya ‘’yeni bir gaile”? Tamamen yeni bir sorumluluk, Küçük Madam Hedda! Hedda: Hemen susun! Asla öyle bir şey olmayacak. Brack: Eh bir sene sonra görüşürüz... 71 Hedda: Öyle görevlere, sorumluluklara hiç kulak asmam ben Bay Brack. (169) Hedda toplumun bebek beklentisine karşılık vermemektedir ve bu noktada toplum kuralları ile çatışır. Ondan beklenenin aksine bu meseleye çok soğuk bakar ve yeni bir sorumluluk istemediğini bu şekilde dile getirir. Böylece Hedda içinde bulunduğu toplumun doğrularına başkaldırır. Woyzeck’de ise çocuk meselesi Marie ve Woyzeck’in evlilik dışı ilişkileri üzerinden verilir. Marie Woyzeck ile nikâhsız bir birliktelik yaşamaktadır ve bir çocukları vardır. Toplum kuralları ise nikâhsız bir birliktelikten doğan bir çocuğu hoş görmemektedir. Marie bunun bilincinde olmasına rağmen çocuğunu dünyaya getirmiştir. Marie bu noktada toplumla çatışır. Eserde toplumun yargılarını dile getiren karakter komşu Margret ve Marie arasındaki diyalog, toplumun Marie’ ye bakışını göstermektedir. Margret: Ne, sen? Sen? Şuna da bakın, kızoğlankız, altı aylık gebe! Ben onurlu bir insanım, ama sen, herkes biliyor bunu, yedi çift deri pantolonu deler geçer senin bakışların! Marie: Şıllık! Gel, yavrum! Ne derse desin elalem. Yine de yoksul bir orospu çocuğusun sen, o kadar, anana mutluluk verir kutsanmasa da yüzün. Tral lal la! Marie evli olmadan çocuk sahibi olmanın doğru karşılanmadığını bildiği halde bunu umursamaz ve çocuğunu dünyaya getirir. Toplum Marie’nin bu umursamazlığını ayıplamaktadır. Toplumun onaylamadığı türden bir hayat tarzını topluma rağmen sürdüren Marie, bu noktada toplum ile çatışır. Kendi düşüncelerini toplum yargılarına tercih eder ve onları umursamadığını belirtir. Eserlerde toplum ve birey çatışmasının verildiği ikinci nokta ise eşlere sadakatsizliktir konusudur. Hedda Gabler’de bu tema, Hedda’nın, eşi George Tesman’a sadakatsizliği ile aktarılır. Yaptığı evlilikten mutlu olamayan Hedda evli olmasına rağmen hayatında ikinci bir erkeğe yer ayırır. Bu erkek yargıç Brack’tir. Brack, Hedda ve Tesman çiftinin hayatına bir üçüncü olarak girmeyi planlamaktadır ve Hedda bu teklife olumlu karşılık verir. Oysa böyle bir ilişki toplum tarafından onaylanmaz. Evli bir kadının eşini sevmesi ve ona sadık olması gerektiği düşünülür. Toplumun bu bakış açısı Hedda ve Brack arasında geçen bir diyalogda Brack’in konuşmaları ile aktarılır. Hedda: Eh tabii eğitimli adamlar, eğlenceli gezi arkadaşı olamıyorlar. Hele uzun vadede. Brack: O eğitimli adama âşık olsanız bile mi? 72 Hedda: Şu iç bayıltıcı sözcüğü kullanmasak... Brack: Ne diyorsunuz siz Madam Hedda? Hedda: Ne mi diyorum? Sabah akşam uygarlık tarihinden bahseden birini dinlemeyi deneyin o zaman! Brack: ‘Ebediyyen’ ha? (161) Hedda eşine âşık olmadığını bu şekilde dile getirdikten sonra Brack’in tepkisiyle karşılaşır. Çünkü toplum evli bir kadının eşini sevmesi gerektiğini düşünür. Eserde toplumun genel yargılarının verildiği karakter Yargıç Brack bu hususta da toplumun düşüncelerini yansıtır. Woyzeck’te ise eşlere sadakatsizlik teması Marie’nin Woyzeck’ e ihaneti ile aktarılır. Marie sınıflar arası farktan büyük rahatsızlık duymakta ve kendisinin üst sınıftaki kadınlardan daha güzel olduğuna inanmaktadır. Bu düşüncesi onun üst sınıftaki erkeklere ilgi duymasına neden olur. Bando çavuşuna duyduğu ilgiyi açıkça gösterir ve Woyzeck’i bando çavuşu ile aldatır. Marie’nin bu davranışı toplum tarafından kabul görebilecek bir davranış değildir fakat Marie buna rağmen kendi doğrularını yaşamayı tercih eder. Bu nedenle Marie toplumla çatışır. Nitekim toplumun görüşlerini yansıtan Yüzbaşı bu konu üzerine Woyzeck ile konuşurken toplumun Marie’ye bakışı anlaşılır. Yüzbaşı: Ha! Uzun sakallara gelince! Nasıl, Woyzeck, daha bir sakal kılı bulmadın mı tabağında? Ha, anlıyorsun beni, değil mi? Bir insan kılı, bir piyadenin sakalından kopma, bir astsubayın, bir- bir bando çavuşunun! Ha, Woyzeck? Ama uslu bir karın var doğrusu. Başkaları gibi değil senin durumun. Woyzeck: Evet, efendim! Ne demek istiyorsunuz yüzbaşım? Yüzbaşı: Herifin surat asışına bakın! Belki daha çorbanın içinde bir kıl bulmadın, ama acele edip kapıyı birden açıverirsen, bir çift dudağın üstünde belki bulursun bir tane. Bir çift dudak, Woyzeck- ben de âşık oldum, Woyzeck. Hey, kireç gibi oldu herif! Woyzeck: Yüzbaşım, yoksul bir adamım ben- başka hiçbir şeyim de yok yeryüzünde. Yüzbaşım şaka yapıyorsanız eğer- (...) Yüzbaşı: Bana bak, ille- ille bir çift çıkıntı mı istiyorsun alnında? Gözleriyle bıçak gibi deliyor beni, oysa senin iyiliğin için söylüyorum ben, iyi bir insan olduğun için, Woyzeck, iyi bir insan. (192) Toplumun Marie’nin davranışları hakkındaki düşüncesi yüzbaşının bu konuşmaları ile aktarılır. Marie’nin Woyzeck’i aldatması insanlar tarafından bilinip ayıplanmaktadır. Marie bu duruma rağmen Woyzeck’i aldatır ve bu davranışı topluma ters düşer. Yüzbaşı Woyzeck’ in aldatıldığını ve bir şeyler yapması gerektiğini anlamasını sağlamaya çalışır. 73 Eserlerde toplum ve birey çatışmasının aktarıldığı üçüncü önemli nokta ise toplumun, kurallara ters düşen davranışlara sahip bu karakterleri cezalandırması ile verilir. Her iki eserde de toplumla çatışan karakterler toplum tarafından cezalandırılmıştır. Hedda Gabler’de hem evliliğin gereği olarak görülen çocuk sahibi olma düşüncesine karşı çıkan hem de eşine sadık davranmayan Hedda toplum tarafından intihara sürüklenir. Hedda evliliğini kendi düşünceleri doğrultusunda sürdürmeyi planlar fakat bu tutumu onun toplumla çatışmasına sebep olur. Eserde toplumun yargılarını yansıtan Yargıç Brack karakteri Hedda’nın intiharı seçmesine sebep olan en önemli etkendir. Hedda’ya içinde bulunduğu durumu ve uyması gereken kuralları hatırlatarak onu çıkmaza sürükler ve sonunda artık Hedda için intihar kaçınılmazdır. Hedda hayatını her kadının yapması gereken şeylerle uğraşarak geçirmek istememektedir. Fakat ondan beklenenin yalnızca bu olduğunu gördükçe hayatı çekilmez bulmaya başlar. Brack: Niye sizin de diğer kadınların yapabildiği bir şeye ilginiz olmasın? Hedda: Susun dedim size! Bazen hayatta sadece bir tek amacım varmış gibi geliyor bana. Brack: Ne olduğunu sorabilir miyim? Hedda: Kendimi can sıkıntısından öldürmeye. İşte artık biliyorsunuz. Ah evet öyle...” (169) Hedda, Yargıç Brack ile aralarındaki bu konuşmada, ondan beklenenlerin canını sıktığını ve kendisini öldürmeyi bile düşündüğünü dile getirir. Hedda için hayatı anlamlı kılan istediği gibi yaşamaktır. Bunu yapamayacağını anlayınca intihar etmeyi tercih eder. Hedda’yı intihara sürükleyen sebepler, toplumla çatıştığı noktalardır. Dolayısıyla Hedda’yı intihara götüren asıl olarak toplumun kendisidir. Woyzeck’de ise toplumun Marie’yi cezalandırması Woyzeck aracılığı ile olur. Toplumun baskısı ile Woyzeck, Marie’yi öldürmeye sevk edilir. Woyzeck toplumdan gördüğü tepki üstüne Marie’yi öldürmesi gerektiğine inanır ve onu öldürür. Woyzeck’in bu cinayeti işlemesindeki en büyük etken Marie’nin ihanetidir -ki bu durum Marie’nin toplum ile çatıştığı önemli noktalardan biridir. Woyzeck yüzbaşının Marie’nin ihanetiyle ilgili söylediklerini duyduktan ve Marie’yi bando çavuşu ile birlikte gördükten sonra düşünmeye başlar. Woyzeck: Durmadan! Durmadan! Tut, yakala! Böyle çalıyor kemanlarla flütler. Durmadan! Durmadan! Sus, müzik sesi! Kim konuşuyor toprağın altında? Ha! Ne, ne diyorsunuz? Daha hızlı! Daha hızlı! Bıçakla, kaltağı bıçakla mı? Bıçakla, kaltağı bıçakla! Yapmam gerek mi? İlle mi? Buradan da 74 mı geliyor ses? Rüzgâr da mı söylüyor? Durmadan geliyor kulağıma, durmadan: Bıçakla, öldür! Woyzeck, Marie’yi öldürmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Bu düşüncesinde etkili olan en önemli şey toplumun bu duruma bakışıdır. Woyzeck en doğrusunun Marie’nin ölmesi olduğuna inanır. Bu gerekliliği ona birilerinin söylediğini dile getirir -ki bu birileri aslında toplumdur. Marie’nin toplumla ters düştüğü noktalar sonuç olarak ona ölümü getirir. Eserde Marie’yi Woyzeck öldürür ancak Woyzeck’i yönlendiren toplumdur. Dolayısıyla Marie’yi asıl cezalandıran toplum olmuştur. Her iki eserde de topluma ve toplum kurallarına başkaldıran karakterler sonuçta toplum tarafından cezalandırılmışlardır. Henrik İbsen’in toplum ve birey çatışmalarını ele aldığı eseri Hedda Gabler’ de Hedda’nın intiharı toplumla çatışmaları sonrasında gelişmiştir. Georg Büchner’in toplum- birey çatışmasına değindiği eseri Woyzeck’de ise Marie’nin ölümü yine toplumla örtüşmeyen davranışlarının sonucunda meydana gelmiştir. Eserlerde ortak nokta toplum ile çatışan karakterlerin toplum tarafından itildiğini ve bir şekilde cezalandırıldığını göstermesidir. Toplum- birey çatışmasının ele alınması hususunda iki eser arasındaki fark karakterlerin cezalandırılış biçimleridir. Hedda Gabler’ de çatışan karakter Hedda’nın intihar etmesi söz konusu iken, Woyzeck’ de toplumla çatışan Marie intiharı seçmemiş cinayete kurban gitmiştir. Kaynaklar 1. İBSEN, Henrik. Hedda Gabler. 2. BÜCHNER, Georg. Woyzeck. İstanbul: Adam Yayınları, 2001. 75 Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie” Adlı Eserlerde Kullanılan İmge ve Simgelerin Eserlerin Tezlerine Katkısı Adı-Soyadı: Halil İbrahim Yüksel No: 149 Sınıfı: 11-D WOYZECK VE MATMAZEL JULIE’DE İMGE VE SİMGE KULLANIMI Georg Büchner, "Woyzeck” adlı eserinde toplumdaki sınıflaşmanın ortaya çıkardığı sorunları anlatır. Büchner bu konuyu ele alarak üst sınıftakilerin alt sınıftakiler üzerindeki baskılarını işlemekte ve bunların bireyi bir cinayete kadar götürebildiğini ortaya koymaktadır. Strindberg, "Matmazel Julie” adlı eserinde üst sınıftan birinin zaaflarına yenilerek alt sınıfa düşmesi sonucu yaşadığı sorunları anlatır. İki eserde de aydınlık, ateş, güneş, karanlık gibi imgelerle ve içki, çizme, zil gibi simgeler yoluyla sınıf farklılıklarını, kişilerin psikolojilerini etkileyen unsurları ve birbirlerine bakış açılarını ortaya koyarlar. Aynı zamanda Büchner dönemin özelliklerinin ve bazı karakterlerin okuyucu tarafından daha iyi kavranabilmesi için de imgelerden yararlanır. Böylece her iki yazar da sınıflaşmanın bireyler ve toplum üzerinde oluşturduğu olumsuzlukları okuyucuya göstererek okuyucunun bu konuda bilinçlenmesini sağlar. Georg Büchner, sınıflar arasındaki farkı anlatmak için "güneş” imgesini kullanır. Okuyucu bunu Woyzeck’in, aldığı parayı Marie’ye vermesi sırasında görür. Alnında damlalar birikmiş. Didin dur güneşin altında, uykuda bile terle! Biz yoksul insanlar! Al, para getirdim yine, Marie; maaşım, biraz da yüzbaşım verdi. (Woyzeck, 190) Büchner "güneş” imgesinin Woyzeck’i terletmesini, üst sınıftakilerin alttakileri 76 ezmesiyle özdeşleştirir. Yazar, Güneş’in yoksul insanların üzerinde bir baskı unsuru olduğunu ve onlara zarar verdiğini göstererek o dönemde Woyzeck gibi alt sınıftan olanların Yüzbaşı gibi üst sınıftan, zengin insanlarla aralarındaki sosyal ve ekonomik eşitsizliği ortaya koyar. Strindberg ise sınıflar arası farkı anlatmada "bira” ve "şarap” simgelerinden yararlanır. Okuyucu, eserin başında Jean’ın Kristin ile konuşması sırasında bu imgelerle karşılaşır. Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var. (Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor musun sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama balon bardak olsun! (Matmazel Julie, 99) Alt sınıftan olan Jean, Kristin’in getirdiği ucuz birayı içmeyip üst sınıftakilerin içtiği sarı yaldızlı şarabı çıkarmaktadır. Strindberg, iki çeşit içkiyi kullanarak toplumun yiyip içtiklerine varıncaya kadar birbirinden ayrıldığını okuyucuya göstermektedir. Strindberg sınıflar arası ekonomik ve toplumsal farkı ortaya koymada içki simgesini kullanır. "bira” alt sınıfın içkisidir ve onları simgeler "şarap” ise üst sınıfın simgesidir. Yazar bu simgelerle okuyucunun sosyal yapıyı gözünde canlandırmasını sağlamaktadır. Büchner, karakterlerin psikolojilerini etkileyen unsurları ortaya koymada imgelerden yararlanmaktadır. Yazar, Woyzeck’in, bozulan psikolojisini doktorla konuşması sırasında kullandığı imgelerle okuyucuya gösterir. Woyzeck: Öğleyin güneş tepeye çıkıp da dünya ateşe düşmüş gibi yanmaya başlayınca, işte o zaman korkunç bir ses bir şeyler diyor bana. (Woyzeck 189) Yazar burada kullandığı "güneş” ve "ateş” imgeleriyle aydınlığın ve sıcaklığın Woyzeck’i rahatsız ettiğini belirtmektedir. Ayrıca tabi tutulduğu deney sonucu bozulan psikolojisi yüzünden bu imgelerin ona sanrı görmesine sebebiyet verebilecek kadar etki ettiğini okuyucuya gösterir. Yazar, Marie’nin ruhsal durumunu anlatırken de imgelere başvurur. Marie: Ne de karardı her yer; insan kör olacak neredeyse. Oysa sokak feneri içerdeymiş gibi aydınlık olurdu her zaman. Dayanamıyorum; korkuyorum! (Woyzeck, 185) Yazar, "sokak feneri”, "karanlık” gibi imgelerle Marie’nin iç karartıcı, karanlık öğelerden hoşlanmadığını, Woyzeck’in aksine aydınlık ortamda huzur 77 bulduğunu okuyucuya hissettirmektedir. Strindberg ise Jean’ın üst sınıftakilerin baskısı altında bozulan psikolojisini okuyucuya aktarmak için zil ve çizme simgelerini kullanır. Jean: İşte, geçmişteki günler, Kont, hepsi şurada. Ona gösterdiğim bağlılığı kimseye göstermedim ben. Eldivenlerini iskemlenin üstünde görsem, yeter işte, hemen ufalırım. Her zil çalışında bir at gibi ürperirim. Şu anda bile, şurada görkemli bir biçimde duran çizmelerine baktıkça sırtımın iki büklüm olduğunu duyuyorum. (Matmazel Julie, 116) Yazar, "eldivenler” ve "görkemli bir biçimde duran çizmeler” ifadeleriyle basit eşyaların bile üst sınıftan birine ait olmasıyla alt kademeden biri üzerinde baskı oluşturabileceğini ve "at gibi ürperirim”, "hemen ufalırım” sözleriyle Jean’ın bu baskı sonucu yaşadığı ruhsal sıkıntıyı okuyucuya aktarmaktadır. Yazar, Julie’nin Jean’la ilişkisinden sonra değişen ruh halini göstermek için görsel imgelere başvurmaktadır. Julie: Bütün oda sise büründü, sense bir ocak gibisin, uzun şapkalı, karalar giyinmiş birine benzeyen bir ocak, gözlerin ateşteki közler kadar parlak, yüzün kül gibi soluk. Ne kadar hoş, ne kadar sıcak! Ne kadar aydınlık, ne kadar sessiz. (Matmazel Julie, 140) Yazar, "ocak gibisin”, "ateşteki közler kadar parlak”, "aydınlık” ve "sıcak” gibi imgeleri kullanarak, Julie’nin gözünde, Jean’ın değişen statüsünü ve kendisi üzerinde kurduğu baskı ve üstünlüğü okuyucuya aktarmakta ve okuyucunun Julie’nin değişen ruh halini anlamasını sağlamaktadır. Her iki yazar da kullandıkları imgelerle üst sınıftakilerin, alt sınıftaki insanların psikolojileri üzerinde önemli bir baskı unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun sonucu olarak Woyzeck ve Marie gibi alt sınıftan olan veya Matmazel Julie gibi alt sınıfa düşmüş bireyler bilinçsel sorunlar yaşayarak düşünce ve davranışlarına hâkim olamazlar ve kendilerini güçsüz, ezilmiş hissederler. Büchner, kişilerin birbirlerine olan bakış açılarını okuyucuya aktarmak için imgeleri kullanır. Yazar, bunu Marie’nin üst sınıftan olan Yüzbaşı ve Astsubay’ın alt sınıftan olan Marie hakkında görüşlerini belirtmeleri sırasında okuyucuya aktarır. Marie: Yürü bakayım şöyle bir! Boğa gibi göğsü var, sakalı aslan yelesi gibi! Bir kişi yok üstüne! Çatlasın bütün kadınlar. (Woyzeck, 187) Yazar, "boğa gibi göğüs”, "aslan yelesi gibi sakal” gibi imgelerle Marie’nin erkekleri, güçlü fizikleriyle değerlendirip, hayvandan çok da farklı görmediğini okuyucuya anlatmaktadır. Marie aynı zamanda böyle bir erkeğe sahip 78 olmayı diğer kadınlara üstünlük sağlama aracı olarak görmektedir. Marie: Nasıl da dik tutuyor başını! Saçları kapkara, ağırlığından beli bükülecek sanki. Ya gözleri! (Woyzeck, 186) Yazar, "dik tutuyor başını”, "saçları kapkara” gibi imgelerle Astsubay’ın Marie’ye duygu ve düşünceleri olan bir insandan çok fiziksel özellikleriyle ön plana çıkan bir nesne olarak baktığını gözler önüne sermektedir. Strindberg ise Jean’ın kendi sınıfına ve üst sınıftakilere bakış açısını, Jean’ın, anlattığı düşte kullandığı imgelerle ortaya koymaktadır. Jean: Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın altında yatıyorumdur. Yukarılara çıkmak isterim, ağacın ta tepesine çıkıp, güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran yuvadaki altın yumurtaları almak. (Matmazel Julie, 107) Yazar, "karanlık bir orman”, "büyük bir ağacın altı” gibi imgeler kullanarak Jean’ın, kendisinin de bulunduğu alt sınıftan duyduğu huzursuzluğu ve bu ortamdan kurtulma isteğini okuyucuya göstermektedir. "Güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüm”, "altın yumurtalar” gibi zenginlik ve güzelliği belirten imgelerle de Jean’ın, üst sınıftakilerin bulunduğu konumu şaşaalı ve üstün olarak gördüğünü okuyucuya aktarmaktadır. Her iki yazar da o dönemde insanların birbirlerine bakış açılarının sınıflara göre farklılık gösterdiğini, alt sınıftaki bireylerin üst sınıfa ulaşma veya yakınlaşma çabasında olduğunu çünkü bunu huzursuz, mutsuz oldukları yerden ayrılmak olarak gördüklerini belirtir. Böylece her iki yazar da toplumdaki ayrılığın daha iyi kavranabilmesi için imgelere başvurmaktadır. Sonuç olarak; "Woyzeck” adlı eserinde Büchner’in imgeleri kullanması, sınıf farklılıklarının ve bunun sonucunda kişilerin değişen ruh hallerinin ve birbirlerine bakış açılarının okuyucu tarafından daha iyi anlaşılması içindir. Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı eserinde imgelerle, sınıflaşmanın, karakterlerin psikolojik durumlarında ve birbirlerine bakış açılarında meydana getirdiği değişiklikleri okuyucuya aktarır. Her iki eserde de sınıflaşmanın toplumu birbirinden uzaklaştırdığına ve buna karşı bilinçli olmak gerektiğine değinilmektedir. O dönemde sınıf farklılıklarının ortaya çıkardığı ekonomik ve toplumsal sorunlar gösterilerek, okuyucunun ders alması amaçlanmaktadır. Ortak veya farklı olarak kullanılan imgelerle iki eserde de karakterlerin yaşadıkları sorunlar ve sınıflaşmaya bağlı olarak olgunlaşmış veya değişmiş, duygu, davranış ve bakış açılarının okuyucunun zihninde daha iyi canlanması amaçlanmaktadır. Böylece her iki yazar da topluma zarar veren sınıflaşmaya karşı okuyucuda itki oluşturarak, 79 okuyanların bu toplumsal eşitsizliğin bir daha yaşanmaması noktasında bilinçlenmesini amaçlamaktadırlar. Kaynaklar 1) Strindberg. Matmazel Julie. (Adam Yayınları) 2) Woyzeck. Georg Büchner. ( Adam Yayınları) 80 Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie”de Alt Sınıf Karakterlerin Sınıf Atlama İsteğinin Esere Katkısı Adı - Soyadı: Hatice Deniz KARA Sınıfı: 11-D Numarası: 464 Georg Büchner "Woyzeck” adlı tiyatro eserinde, ezen ezilen ilişkisinden yararlanarak bir er ve erin çevresinde gelişen olayları anlatır. Georg Büchner, eserinde, bütün insanların eşit olduğunu ve sınıf farklılıklarının ortan kaldırılması gerektiğini savunur. August Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı tiyatro eserinde, bir konağın mutfağında efendi-hizmetçi ilişkisini işler, farklı sınıflar arasında yaşanan olayların Julie’yi ölüme sürükleyişini anlatır. Strindberg ise sınıf farklılığına dayanan toplumsal düzenin her koşulda kendini muhafaza ettiğini ve buna uygun hareket edenlerin ayakta kaldığını savunur. Her iki eserde de yazarlar, kahramanların sınıf atlama isteğini işler, bu isteği anlatılar, simgeler ve kahramanların davranışları aracılığıyla yaparlar. Alt sınıfa mensup olan Woyzeck’te Marie, Matmazel Julie’de Jean statülerini reddeder, bir üst sınıfa geçmeyi isterler. Bulundukları konum sebebiyle sahip olamadıkları maddi ve manevi değerlere üst sınıfa atlayınca ulaşacaklarını düşünürler. Büchner, eserinde Marie’nin sınıf atlama isteğini anlatı ile verir. Marie kendi sosyal güdülerini ve üst sınıfa olan hayranlığını tatmin etmek için Bando Çavuşu ile ilişkiye girer. Bando Çavuşu da ona bir çift altın küpe alarak ona değerli olduğunu hissettirir. Küpeleri deneyen Marie bir şarkı mırıldanmaya başlar: “Kız kepengi kilitle, Geliyor genç Çingene. Takıp seni koluna Götürecek yurduna Yazar, eserin tamamında Marie’nin duygularını şarkılar ya da iç diyaloglar ile dile getirir. Şarkıda "Çingene” diye simgelediği şahıs "Bando Çavuşu”dur. Marie, Bando Çavuşu ile evlenip üst sınıfa yükselmek ister. Matmazel Julie adlı eserde Strindberg, anlatı tekniğini kullanarak Jean’ın sınıf atlama isteğini işler. Oyunda Jean’ın rüyası onun sınıfsal konumunu ve arzularını göstermek için kullanılır. Jean, Julie ile konuşurken ona sık sık gördüğü bir rüyayı anlatır: Jean: Hayır. Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın 81 altında yatıyorumdur. Yukarı çıkmak isterim, ağacın ta tepesine kadar çıkıp, güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran yuvadaki altın yumurtaları almak. Ha bire tırmanırım, ağacın gövdesi kalın ve kaygandır, daha ilk dala bile ulaşamam. Ama bir kez ulaşınca, sanki merdiven çıkar gibi ağacın tepesine kolayca varacağımı bilirim. Şimdilik o dala ulaşamadım, ama yakında ulaşacağım, düşlerimde bile olsa. Jean, üst sınıfa yükselmek istediğini Julie’ye anlattığı rüya ile dile getirir. Yazar, Jean’ın rüyasını kullanarak Jean’ın en büyük amacının sınıf atlamak olduğunu okuyucuya gösterir. Yazar, "ağaç”ı üst sınıfa ulaşabilmek için çizilmiş bir yol olarak değerlendirir, "ağacın dalları”nı da bu yoldan geçerken kullanacağı araçlar olarak simgeler. Ağacın tepesindeki "altın yumurtalar” ve parlayan "güneş” Jean’ın ulaşmak istediği maddi zenginlik ve kontluk unvanıdır. Büchner, eserinde, Marie’nin sınıf atlama isteğini simgelerden yararlanarak da verir. Margret ve Marie askerlerin geçişini seyrederler. Bu sırada Margret, Marie’ye iğneleyici sözler söyler ve onu toplumsal kuralları hiçe saymakla suçlar. Bu konuşmalardan sonra kutsanmamış çocuğuyla yalnız kalan Marie, çocuğa şarkı söylerken üst sınıfa çıkma isteğini dile getirir: Sakın yulaf yemesinler, Sakın ha su içmesinler! Buzlu şarap olmalı, hey! Buzlu şarap olmalı! Eserde, "şarap” üst sınıfın içtiği bir içki olarak kullanılır. Marie bu sözleriyle "su” yerine "şarap” içen insanlara özentisini gösterir ve orada olmak istediğini belirtir. "Yulaf” ve "su” alt sınıfla ilişkilendirilerek Marie’nin ait olduğu sınıfa isyanı işlenir. Matmazel Julie’de yazar, sınıf atlama isteğini şarap ve bira simgelerini kullanarak işler, bu simgeleri alt sınıfa kullandırarak onların üst sınıfa yükselme isteklerini gösterir. Jean, konağın mutfağında yemek yer, Kristin ise ona hizmet edip isteklerini yerine getirir. Yemeğin yanına içki istediğinde Kristin’in ona bira getirir. Jean buna tepki verir: Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var. (Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor musun, sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama, balon bardak olsun! Yazar, bira ile alt sınıfı, şarap ile üst sınıfı simgeler. Kont şarabını balon 82 bardakta içer. Jean’ın bira yerine kontun mahzeninden getirdiği şarabı balon bardakta içmesi, üst sınıfı taklit ederek onlar gibi olma isteğini gösterir. "Woyzeck”te Marie, üst sınıf bayanlara özenir. Marie kendi sınıfını benimsemez, üst sınıfı hak ettiğini düşünür. Marie, Bando Çavuşunun ona hediye ettiği küpeleri takıp şu sözleri söyler: Marie: (...) Ama yine de, boylarında aynaları olan, ellerini yakışıklı beylere öptüren kibar hanımlarınkinden daha kırmızı benim dudaklarım. Yalnızca yoksul bir dişiyim ben! (...) Üst sınıfa mensup kadınlardan daha çekici ve güzel olduğunu düşünür: Marie, kendisini üst sınıf bayanlarla kıyaslar, onlardan daha çekici olduğunu söyler. Marie dudaklarının soylu kadınlardan daha kırmızı olduğunu söyleyerek üst sınıfta olmayı onlardan daha çok hak ettiğini belirtir, asıl eli öpülmesi gereken bayanın kendisi olduğunu anlatır. Büchner, bu kıyaslama ile Marie’nin üst sınıfı arzuladığını gösterir. Strindberg, Jean’ın Julie’ye karşı söylediği sözleriyle de onun sınıf atlama isteğini gösterir: Jean: (...) Bir başka ülkeye gitsen yeter, bir başka cumhuriyete, uşak giysileri de neymiş orda görün, herkes önümde eğilecek. Evet, iki büklüm eğilecek herkes, bense dimdik ayakta. Eğilmek için yaratılmamışım ben. Aklım var, kişiliğim var, o ilk dala bir ulaşayım nasıl tırmanıyormuşum görsünler. Bugün bir uşağım, gelecek yıl mülk sahibi, derken on yıl içinde koca servet yığarım, sonra ver elini Romanya, takıp takıştırır, belki de bir kont olur çıkarım. Yazar bu konuşmasında Jean’ın üst sınıfa atlama isteğini işler, Jean’ın kont olma arzusunu ön plana çıkartır. Sonuç olarak eserlerde alt sınıf karakterlerin üst sınıfa hayranlığı yansıtılır. "Woyzeck” adlı tiyatro eserinde Marie üst sınıfa yükselmeyi hayal ederek yaşarken, "Matmazel Julie”de sınıf atlama isteği Jean tarafından dile getirilir. Her iki yazar da eserlerinde alt sınıfa mensup karakterlerin sınıf atlama isteğini anlatılar, simgeler ve diyaloglar aracılığıyla ortaya koyarlar. "Woyzeck”te Marie, söylediği şarkı, içki tercihi ve üst sınıf kadınlarla kendisini kıyaslamasıyla sınıf atlama isteğini gösterir. "Matmazel Julie”de Jean rüyası, içki ve yemek tercihi ve konuşmalarıyla sınıf atlama isteğini dile getirir. KAYNAKLAR 1. Strindberg, August, Matmazel Julie, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2001 2. Büchner, Georg, Woyzeck, İstanbul: Dünya Edebiyatından Seçilmiş Kısa Oyunlar, Adam Yayınları, 2002 83 Konu: ‘Martı’ adlı tiyatroda "Hamlet”ten yapılan alıntıların "Hamlet” ve "Martı”da kullanımlarının karşılaştırılması Adı-Soyadı: Zülâl Arslan No: 188 Sınıfı: 11-F Anton Çehov, "Martı” adlı tiyatro eserinde, bir çiftlikte buluşan orta ve aydın tabakadan insanların yaşadığı boş hayatı anlatmaktadır. Yazar, eserinde kişisel amaçlara sahip hedefsiz insanların üretmeyen, faydasız hayatlar yaşayacağını savunur. Çehov, aydın sınıfın geçirdiği buhranı ve bu sınıfın toplum meselelerinden uzak hayatını ortaya koymak için Shakespeare’in "Hamlet” adlı tiyatro eserinden alıntı yapar. Oyun içinde oyun tekniğini kullanarak alıntılar aracılığıyla Treplev ve Arkadina arasındaki çatışmayı verir. Eserin sonuna göndermede bulunur. Babasının, amcası Claidius tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü düşünen ve bunu açığa çıkarmaya çalışan Hamlet, eserin dördüncü perdesinde annesiyle gittikçe ciddileşen bir konuşmaya girişir. Bu sırada Polonius, perdenin arkasından gizlice onları dinlemektedir. Konuşma devam ederken Hamlet, aniden kılıcını çeker ve saklanmakta olan Polonius’u öldürür. Gertrude donakalır. Hamlet konuşmayı babasının ölümüne getirir ve annesinin amcasıyla evlenmesindeki ihaneti yüzüne vurur: GERTRUDE : Ah, ahh! Gözünü kan bürümüş senin, gözünü kan bürümüş! HAMLET : Kan bürümüş ha! Pekiyi o gözler nasıldı anneciğim, Bir kralın kanına giren kardeşiyle evlenirkenki? GERTRUDE : Bir kralın kanına girmek mi dedin? HAMLET : Aynen öyle dedim. Elveda sana, paskal saraylı, şaşkın hafiye! (...) 84 Ve bu erkân denen musibet olanca duygunluğa karşı, Etrafına kapkalın bir duvar örmemişse henüz. GERTRUDE : Ne kusur işlemişim ki ben, böyle avaz avaz Bağırıp çağırıyorsun annenin yüzüne? HAMLET : Öyle püften bir kusur ki, Tevazuun o zarif, o utangaç benzini sararıp soldurur İkiyüzlüye çıkarır erdemin adını, masum aşkın. (...) Gökyüzünün yüzü kızarır, Ve şu taş kalpli, vurdumduymaz külçe feleğini şaşar Kıyamet arifesinde sanki, faltaşı gibi açılır gözleri İzlerken o hatt-ı hareketi. GERTRUDE : Neymiş o hatt-ı hareket, Vebal çetellerini çentik çentik eden o deprem? HAMLET : Önce bu resme,sonra öbürlerine bak anne! Yanyana koy karşılıklı iki kardeşin tasvirini! (...) Kör müydün sen, kör, O çiçekli dağdan ayak götürüp bu bozkıra inecek, Dikenlerle nefsini körletmeye? Ne göz varmış, sende ne göz! Aşkla da bir ilgisi yok bunun, hem senin geçkin yaşında Kandaki heyheyler, durulur, yatışır mâlum. Ağır basmaya başlar akıl, ama nasıl akılmış ki o, Akı karayı şaşırmış? Ve ne hınzır şeytanmış o Körebeye kandırıp seni gözlerine kara çaput bağlamış! (...) Akıl godoşluk ediyor şehvete, bundan böyle ardan, Namustan dem vurmasın kimse!.." Hamlet'in sert bir üslupla yaptığı suçlamalara dayanamayan Gertrude şunları söyler: GERTRUDE : Oğlum! Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen Ve ben orda öyle kanlı, öyle öldürücü yaralar gördüm ki, Kurtuluş yok!" Gertrude, bunları söylemekle, kendine itiraf edemediği hatalarının farkında olduğunu ancak bunlardan geri dönüşün olmadığını bildirmektedir. Hamlet, Gertrude’un bu itirafıyla yetinmez; annesine yüklenmeye, ondan hesap sormaya devam eder: HAMLET : Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini, Aşkı cinayetin uçurumunda aradın?" Çehov’un "Martı” adlı eserinde Treplev, üniversite eğitimini yarıda bırakmış, dayısının çiftliğine sığınmıştır. Bütün vaktini yazarlık çalışmalarına ayırır. Yazdığı tiyatroyu âşık olduğu Nina oynayacaktır. Sevgilisi Trigorin’le çiftliğe 85 gelen sanatçı Arkadina, oyunun başında kendi yeteneğini göstermek için Treplev’e Gertrude’nin söylediği gibi seslenir. Treplev de Hamlet’in karşılığını verir. "Martı”da Arkadina ve Treplev ilişkisi "Hamlet”teki Hamlet ve Gertrude ilişkisine benzerlik gösterir. Kahramanların babaları ölmüş, anneleri kuraldışı bir ilişkiye girmiştir. Gertrude, kocasını öldüren kayınbiraderi Claidius ile evlenirken, Arkadina kendisinden yaşça küçük bir yazar olan Trigorin’le yaşamaktadır. Her iki eserde de anne-oğul arasındaki iç çatışmanın sebebini bu kural dışı ilişkiler oluşturur. "Hamlet”in sonunda Hamlet zehirli kılıç darbesiyle ölürken, "Martı”da Treplev intihar eder. Hamlet’in suçlamalarından sonra Gertrude’da görülen pişmanlık “Oğlum! Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen. Ve ben orda öyle kanlı, öyle öldürücü yaralar gördüm ki, Kurtuluş yok!" repliği ile verilmiştir. Gertrude Hamlet’le yaptığı konuşmadan etkilenerek kendini sorgular. Gertrude’un konuşmasını “Kurtuluş yok!" ile bitirmesi yaptığı hatayı fark ettiğini göstermekle beraber olayın sonunda Gertrude ve Hamlet’in ölümlerinin kaçınılmaz olduğunu simgeler. Arkadina ise Trigorin ile yaşadığı kuraldışı ilişkiyi sorgulamaz. Çünkü Arkadina yazar Trigorin’le sahip olduğu ünü korumak ve gündemde kalmak için birliktedir. Bu birliktelikten aldığı eleştirileri önemsemez. Çünkü onun önceliği aşk değil şöhrettir. Arkadina’nın söylediği “Kurtuluş yok!" cümlesi, bu birliktelikten vazgeçmeyeceğini gösterir. Gertrude’un kurtulamaması belli bir noktadan sonra elinde değilken, Arkadina’nın kurtuluşu kendi isteğindedir. O ise iradesini kullanmış ve oğlunun canı pahasına ilişkisinden vazgeçmemiştir. “Kurtuluş Yok!" sözünün Treplev’e bakan yönü ise oyunun sonuna yaptığı göndermededir. Zira Treplev’in kurtuluşunun olmadığı ve öleceği buradan anlaşılmaktadır. Kraliçe Gertrude, eşi ölünce kayınbiraderi ile evlenmiştir. Hamlet, annesine “Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini" derken bu evliliği, "kötülüğe teslim” olarak niteler. Çünkü Kraliçe, iktidar uğruna kardeşini öldüren Claidius ile evlenmiştir. Bu söz ile Hamlet amcası Claidius’u "kötü”, yapılan evliliği "kötülük” olarak değerlendirilir. Treplev’in "kötü” olarak nitelendirdiği kişi, annesiyle birlikte olan yazar Trigorin’dir. Trigorin’in kötü oluşu "Hamlet”ten farklı olarak eserin finalinde ortaya çıkar. 86 Treplev, annesiyle birlikte yaşayan Trigorin’i hem yazarlıkta hem de aşkta rakip olarak görür. Trigorin, hikayelerinde kullanmak için genç bir kızla aşk yaşamak ister. Bu yolda seçtiği kurban Treplev’in aşık olduğu Nina’dır. Nina, Trigorin’in eserlerini okumuş, eserlerden etkilenmiş ve henüz görmediği bu yazara aşık olmuştur. Trigorin’in çiftliğe gelişiyle Nina hayranı olduğu bu insanla tanışır. Trigorin, Arkadina ile birlikte yaşamasına rağmen ilerisi için ümit vermeyeceğini bile bile Nina’yla birlikte olur. Nina, onun peşinden kente gider. Ondan hamile kalır, çocuğunu düşürür. Trigorin bütün bu olanlardan sonra eski ilişkilerine geri döner ve Nina’yı terk eder. Trigorin, Nina’nın hayatını çalmıştır. Nina konusunda Trigorin’e yenilen Treplev yazarlıkta da ona yenilir. Yazdıklarını kendisi bile beğenmez, hâlbuki Trigorin’in belli bir hayran kitlesi vardır. Hayatta bir türlü dikiş tutturamayan ve iki isteği olan Nina ve başarılı bir yazar olma hayalleri suya düşen Treplev kurtuluşu ölümde bulur, intihar eder. Trigorin, Treplev’in intiharının sebeplerinden biridir. Bütün bunların olmasının sebebi, Arkadina’nın Trigorin ile ilişki yaşaması ve Trigorin’i Arkadina’nın çiftliğe getirmesidir. Nina’nın mahvoluşu, Treplev’in intiharı bu "kötülüğe” bağlanmıştır. "Aşkı cinayetin uçurumunda arama”, "Hamlet”te Kralın cinayetine ve Gertrude’un Claidius’a âşık olup onunla evlenmesine bağlanırken; "Martı”da Trigorin ve Arkadina birlikteliğinin sebep olduğu ve hayattaki başarısızlıklarının hızlandırdığı Treplev’in intiharına bir göndermedir. Okuyucuya aşkın bir cinayete sebep olacağı hissettirilmektedir. Sonuçta, Shakespeare bu replikleri Gertrude’un içinde bulunduğu durumu ortaya koymak ve onun intibaha gelişini sergilemek için kullanmıştır. Çehov’un bu iki repliği "Hamlet”ten alıntılaması Arkadina ve Treplev arasındaki ilişkiyi göstermek, Arkadina’nın içinde bulunduğu durumu ortaya koymak ve oyunun sonuna göndermelerde bulunmak içindir. Annesinin Trigorin ile yaşadığı birlikteliği içine sindiremeyen Treplev’in intiharı "Kurtuluş yok!” ve "cinayet” sözleriyle okuyucuya hissettirilmiştir. Shakespeare durum tespiti yaparken Çehov gelecekte olacak olaylara göndermeler yapar. Aydın sınıfın geçirdiği buhran Arkadina’nın şöhret merakı, Trigorin’in hayatları mahvedişi, Treplev’in hayata tutunamayışı ile verilir. Bu insanlar kendi dertlerine o kadar düşmüşlerdir ki yaşadıkları toplumda ne olup biter bilmezler. Topluma bir faydaları da yoktur. 87 Konu: "Yalnızlık” ve "Yalnızlığa Övgü” Adlı Şiirlerde, Şairlerin "Yalnızlığa Bakışları”nın Karşılaştırılması Adı-Soyadı: Ezgi Cansu Bingöl Sınıfı: 11-F YALNIZLIK/ Cahit Sıtkı Tarancı Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık. Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık. Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü, Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı. Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz gönlüm kadar hiç kimse duymadı. Bir ayna parçasından başka beni kim anlar, Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde? Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar; Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde? YALNIZLIĞA ÖVGÜ/ Özdemir Asaf Mutluluğun gözü kördür, Yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, Öbürü uykusunda bile bağırır. Mutluluk yalnız kendisini görür; Unutur bu yüzden ilkin kendisini. Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür, Boyuna bekler dönsün diye sesini. Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter; Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz. Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur; Boyuna kapısına döner, açan olmaz. Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var... Her ikisinin de saksılarında çiçek. Biri hep başka bir renkle solar, Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak. İKİ FARKLI BAKIŞLA "YALNIZLIK” Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı eserinde bir duygu olarak ele aldığı yalnızlığın hayatındaki etkilerini ve kendisinden götürdüklerini anlatmaktadır. Özdemir Asaf ise "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinde "mutluluk” ve "yalnızlık” kavramlarını karşılaştırarak yalnızlığı üstün konuma getirmekte, yalnızlığın hayatına etki eden özelliklerini ortaya koyarak yalnızlığın insan hayatındaki 88 yerini konumunu anlatmaktadır. Her iki şair de şiirlerine "yalnızlık” temasından yararlanmaktadır. Şiirlerde hareket noktası olarak aynı temalar ele alınmışsa da ulaşılmak istenen hedeflerin farklı olduğu görülmektedir. Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "yalnızlığın yaşamındaki konumuna ve yaşamındaki etkilerine” yer vermektedir: Geniş siyah gölgesi hayatımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık. Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık." Şair, bu dörtlükte yalnızlığı tepesinde dönen bir kartala benzetmektedir. Yalnızlık, şairin dünyasını bir kartalın dünyası gibi karartmakta ve zorlaştırmaktadır. Şairin sözünü ettiği gölge için "geniş” sıfatını kullanması, yalnızlığın hayatının her alanını kapladığını göstermektedir. Ayrıca şair "masal” kavramını kullanarak da yaşamının tümünü, yaşamı boyunca başından geçenleri kastetmekte, yalnızlığın hâkim olduğu günlerin çok ağır ve zor geçtiğini anlatmaktadır. Tarancı, şiirinin ikinci dörtlüğünde de "yalnızlığın ruh dünyasına etkilerini” incelemektedir: Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü, Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı. Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı. Şair bu dörtlükte kendini bir ağaca benzetmektedir. Yapraklarının dökülmesiyle sadece gövdeden ibaret kalan bir ağaç gibi zamanla yalnız kaldığını anlatmaktadır. Yapraklar, nasıl bir ağaç için tamamlayıcı unsursa ve yoklukları ağacın yalnızlığına sebep oluyorsa, şair için de bu geçerlidir. Şair, yaprakların dökülmesiyle sonbaharı kastederek hüznü, "bahar” kavramını kullanarak da mutluluğu anlatmaktadır. Ayrıca yalnızlığına örnek olarak "gemilerin gelmediği bir liman”ı da "yapraksız ağaçlar” gibi kullanmaktadır. Üçüncü dörtlükte, şair yeniden yalnızlığını vurgulamaktadır: Bir ayna parçasından başka beni kim anlar, Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde? Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar; Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde? Cahit Sıtkı, "ayna” simgesini kullanarak yalnızlığını vurgulamakta, aynaya 89 baktığında gördüğü kişiden, yani kendisinden başka hiç kimsesinin olmadığını anlatmaktadır. Yalnızlığını doldurmak için sahip olduğu tek kişinin yine kendisin olduğunu, "kardeş tesellisi” kavramını kullanarak anlatmaktadır. Şair, "düğün”le yaşamı kastetmekte, buna "bitmeyen” sıfatını ekleyerek de zamanının çok ağır ve zor geçtiğine tekrar vurgu yapmaktadır. Kendisini bitmeyen bir muma benzeterek, tamamen dışında gördüğü düğüne benzeyen hayatta, mutluluktan faydalanamadığını, bir mum gibi kendi halinde, fark edilmeden eriyip yok olduğunu anlatmaktadır. Özdemir Asaf, "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "mutluluk” ve "yalnızlık” kavramlarını karşılaştırmıştır: Mutluluğun gözü kördür, Yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür; Öbürü uykusunda bile bağırır. Şair, bu dörtlükte mutluluk ve yalnızlık kavramlarına insani özellikler yükleyerek somutlaştırmaktadır. Mutluluğa "kör” sıfatını ekleyerek tökezlemeye mahkûm olduğunu belirtirken; yalnızlığa "sağır” sıfatını yakıştırarak sürekli bağırdığını, sağır olanın daha güçlü göründüğünü, yani yaşamında yalnızlığın mutluluğu yenerek daha baskın olduğunu anlatmaktadır. İkinci dörtlükte de şair, mutluluk ve yalnızlık kavramlarının karşılaştırmaya devam ederek yalnızlığın kendisi için daha vefalı olduğunu göstermektedir: Mutluluk yalnız kendisini görür; Unutur bu yüzden ilkin kendisini. Yalnızlık kendi tutkunluğunda özgür, Boyuna bekler dönsün diye sesini. Özdemir Asaf, "mutluluk yalnız kendisini görür” diyerek mutlu olan bireyin bencilce yalnız kendi mutluluğunun farkında olacağını, başkalarının durumunu görmeyeceğini anlatmaktadır. Şaire göre, yalnızlığın durumu kabullenmiş bir şekilde sabırla kayıp olan sesini bekleyeceğini, yani yalnız olan birinin şikâyet etmeden ve anlayış içinde sabırla bekleyebileceğini belirtmektedir: Şair, üçüncü dörtlükte mutluluk ve yalnızlığın özelliklerine değinmektedir: Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter; Borçsuzluğuyla övünür, ama kendisi doğurmaz. Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur; Boyuna kapısına döner, açan olmaz. Şair, bu dörtlüğün ilk iki dizesiyle mutluluğun uzak kalındığında çok zorlayıcı, 90 "ölümden beter” olduğunu ve "doğurmayacağını”, yani sürekli var olmayacağını anlatmaktadır. Son iki dizede ise mutluluğun bu durumuna karşın yalnızlığın gidecek bir yeri olmadığını, yani kalıcı olduğunu, kolay kolay geçmeyeceğini, istenmese de uzaklaştırılamayacağını anlatmaktadır. Son dörtlükte, şair iki kavramı son kez karşılaştırarak önceki dörtlüklerdeki düşüncelerini genel olarak vurgulamak istemektedir: Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var. Her ikisinin de saksılarında çiçek Biri hep başka bir renkle solar, Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak. Mezara gömülenler, zamanla toprağa karışarak kaybolacaklardır. Buna dayanarak şair, mutluluğun geçici olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır. Heykeller ise her zaman kalıcı yapılardır. Şair, okuyucuya bunu sunarak da yalnızlığın kalıcı olduğunu tekrar belirtmektedir. Şair, son iki dizede ise mutluluğun mezarındaki saksıların içindeki çiçekler için "biri hep başka bir renkte solar” diyerek mutluluğun her an kötü sonuçlar doğurarak çekip gidebileceğini anlatırken; yalnızlığın heykellerinin saksılarındaki çiçekler için "ha açtı ha açmayacak” diyerek, yalnızlığın sürekli bir bekleyiş gerektirdiğini, sabır istediğini vurgulamaktadır. Sonuç olarak; her iki şair de "yalnızlık” temasından yararlanarak yalnızlığın hayatlarındaki yeri ve hayatlarına etkilerini anlatmışlardır. Cahit Sıtkı Tarancı "Yalnızlık” adlı şiirinde yalnızlığın hayatındaki etkilerini bilhassa olumsuz yönleriyle ele alırken, Özdemir Asaf "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinde yalnızlığı mutluluğa kıyasla kendine daha yakın bulduğunu anlatmaktadır. 91 Konu: Şeyh Bedrettin Destanı’nın On Dördüncü Bölümü Üzerine Bir Tahlil Adı-Soyadı: Pınar Ulutaş No: 267 Sınıfı: 10-D ŞEYH BEDRETTİN DESTANI (14. Bölüm) / Nazım Hikmet Yağmur çiseliyor korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi Yağmur çiseliyor beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf çarşısında bir bakırcı dükkanının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı Yağmur çiseliyor gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir ve yağmurda ıslanan yapraksız dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor Serez çarşısı dilsiz Serez çarşısı kör havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve 92 Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü Yağmur çiseliyor Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’nın ‘Yağmur Çiseliyor’ ile başlayan on dördüncü bölümde, Şeyh Bedreddin’in idamının, kendi ruh âlemindeki ve çarşıdaki etkilerini anlatmaktadır. Şeyh Bedreddin, Osmanlı Devleti’nde Fetret Devri’ne denk gelen dönemde yaşamıştır. Özgürlük ve eşitliğe dayalı bir yönetim anlayışının gerekli olduğuna inanmış, bu düşüncesiyle Nazım Hikmet tarafından komünizmin öncüsü olarak görülmüştür. Nazım Hikmet de devrimci kişiliği dolayısıyla Bedreddin’i kendisine örnek alır. Şiir "Yağmur Çiseliyor’ dizesiyle başlamakta ve bu dize şiirin farklı yerlerinde birçok değişik anlamda kullanılmaktadır. Buna mukabil bir tek anlamı şiir boyunca değişmemiştir. Şair ‘yağmur çiseliyor’ diyerek kendi ruh dünyasını yansıtmıştır. Yağmurun çiselemesi şairin hüznünün şiirdeki görüntüsüdür. Fakat neden yağmur yağmıyor da çiseliyor, sorusu akla gelmektedir. Zira yağmurun yağması şairin üzüntüsünü daha iyi betimleyebilir. Burada Şeyh Bedreddin’in idam edildiği dönem dikkate alındığında halkın olaylardan haberdar olmadığı, hissetse bile ‘farkında’ olmadığı görülmektedir. Yağmurun çiselemesi de buna benzer. Eğer içerideyseniz dışarıda çiseleyen yağmurun farkına varamazsınız. Dışarıdaysanız ve yağmur yüzünüze çarpıyorsa, ancak o zaman durumun farkına varırsınız. Şair de dışarıda olan ve durumun farkına varan nadir insanlardan biridir. Bu yüzden üzüntüsünü belli belirsiz bir çiselemeyle ifade etmektedir. Zaten, Yağmur çiseliyor korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi derken de bunu kasteder. Yağmurun çiselemesini, korkarak yavaş sesle yapılan bir ihanet konuşması gibi addetmesi, onun gizliliğindendir. Bilindiği üzere ihanet konuşması açıktan açığa yapılmaz ve ancak çok güvenilen, savunulan fikirleri anladığı düşünülen insanlara yapılır. Şair, o ihanet konuşmasını duyan bir insan olması sebebiyle Şeyh Bedreddin’i ‘anladığını’ gösterir. Ve belki de bu yüzden çiseleyen yağmuru sırf yüzünde, gözlerinde değil; kalbinde de hissetmektedir: Yağmur çiseliyor beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi Şiirin bu ikinci bölümünde ‘mürted’ kelimesi göze çarpmaktadır. Mürted, Arapça 93 inkâr eden anlamına gelir. Dini terminolojide İslam dininden çıkmış anlamında kullanılır. ‘Beyaz ve çıplak mürted ayaklarının/ ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması’ ve ‘yağmurun çiselemesi’ birbirine benzetilmiştir. Yağmur çiselerken toprakta iz bırakmaz ama toprağı derinden derine ıslatır. ‘Çıplak’ ayakla toprağın üzerinde koşmak da aynıdır. Toprakta iz bırakmaz. Şeyh Bedreddin’in aykırı düşünceleri çiseleyen bir yağmur gibi alttan alta yayılır, etkileri ise derindendir. Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf çarşısında bir bakırcı dükkanının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı Şiirin bu bölümünde, Şeyh Bedreddin’in idamı anlatılmaktadır. ‘Bedreddinim bir ağaca asılı’ derken kullandığı ağaç kelimesi darağacı anlamında kullanılmıştır. Şeyh Bedreddin düşüncelerinden ve çıkardığı isyandan dolayı Serez Çarşısı’nda asılmıştır: Yağmur çiseliyor gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir ve yağmurda ıslanan yapraksız dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir. Şair bu bölümde adeta idam sahnesini gözler önünde canlandırmaya çalışmıştır. ‘Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir’ derken kullanılan ‘geç’ ve ‘yıldızsız’ kelimeleri ortama uygundur. Bilindiği gibi idamlar genelde gecenin geç saatlerinde gerçekleşir. Mahkûm uykunun en sakin yerinde, halkın uyuduğu vakitte uyandırılır ve darağacına götürülür. Gecenin ‘yıldızsız’ olmasıyla içinde bulunulan durumun kötülüğünü, karanlığını ifade eder. İnsan ölene kadar her an, içinde bir ümit ışığı taşır. Oysa Bedreddin artık idam edilmiştir. Ve onun böyle bir şansı yoktur. ‘Yapraksız dal’ ifadesi darağacını temsilen kullanılmıştır. ‘Şeyhimin çırılçıplak etidir’ derken onun maddi boyuttaki çıplaklığı söz konusu değildir. Burada şairin anlatmak istediği kefeni olmaması dolayısıyla çıplaklığıdır. Ayrıca bu insan bir şeyhtir ve bu dönemde şeyhler saygı görürler. Yani öldüğünde tabutunun omuzlar üstünde taşınmaması, bedeninin bir darağacında sallanmasıdır çıplaklığı ya da üzerini örtecek toprağı bile olmaması... Yağmur çiseliyor Serez çarşısı dilsiz Serez çarşısı kör havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü 94 yağmur çiseliyor Şair bu bölümde ‘Serez Çarşısı’nı olaya tanık olması sebebiyle kullanmıştır. Serez Çarşısı’na dilsiz ve kör sıfatlarını yakıştırmasıysa olaya tepkisinden dolayıdır. Aslında herkes bu olay nedeniyle hüzünlüdür ama kimse konuşamaz. Görür ama görmez. Çünkü konuşanın, görenin sonu karşılarında duruyordur. ‘Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü’ dizesi de utancı anlatır. Herkes savunduğu fikir uğruna ölecek kadar cesur değildir. Ve karşılarında böyle bir insan, yani hangi fikirden olursa olsun düşündükleri adına ölümü bile göze alan bir insan görünce utanırlar. Ve yağmur hem üzüntüden, hem utançtan, hem de böylesine kara bir lekeyi temizlemek adına çiselemeye devam eder. 95 Konu: Kawafis’in ‘Şehir’ Şiiri Üzerine Bir İnceleme Adı-Soyadı: Çağrı Güzel No: Sınıfı: 11-D Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin, bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; bir ceset gibi - gömülü kalbim. aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.” Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma. Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Kawafis "Şehir" adlı şiirinde bireyin yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında bulunduğu ülkeden uzaklaşmayı seçmesi ve bunun sonucunda yaşadığı mekânı değiştirmekle beraber yaşamını değiştiremeyeceğini konu edinmiştir. Yazar eserde insanların nereye giderlerse gitsin, geçmişlerini de beraberinde götüreceklerini ve benliklerinden kurtulmanın imkânsız olduğu tezini ortaya koymaktadır. Şiir, şekilsel olarak iki bölümden meydana gelmiştir. Bu bölümler sekizer dizeden oluşmaktadır. Dizeler kendi aralarında kafiyeli değildir. Şiir serbest ölçüyle kaleme alınmıştır. Şair, mısra aralarında açıklayıcı söz kullanmıştır. Kendisini ikinci bir şahıs olarak görüp kendisine seslenmektedir. Anlamsal olarak ele alındığında ise ikinci bölüm birinci bölümün devamı niteliğindedir ve aralarında anlamsal bir bütünlük vardır. Şiirde konuşmalara yer verilmiştir. Eserde iki anlatıcı vardır. İlk kıtada bireyin kaçışının nedenini anlatmaktadır. İkinci bölümde ise anlatıcı değişmiş ve bireyin sahip olduğu duyguların, düşüncelerin temelsiz olduğu vurgulanmaktadır. "Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;” Yazar ifadesiyle birey olarak yanlış anlaşılmışlığı vurgulamaktadır. Bireyi göçe zorlayan temel unsur duygularını ifade edemeyişidir. Toplum bireyi yanlış 96 anlamakta ve yargılarıyla bireyi çıkmaza sürüklemektedir. "-bir ceset gibigömülü kalbim-" ifadesiyle ceset ve kalp kavramları bireyin duygusal olarak bir durgunluk yaşadığını açıklamaktadır. "Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?” sorusuyla birey kendine sorular yöneltmekte ancak cevabını kendisi de verememektedir ve gidişini bir nedene bağlamaya çalışmaktadır. "kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün ” ifadesiyle yaşamış olduğu kötü günlerin bulunduğu ortamda meydana geldiği ve bunların yaşamında derin yaralar açtığını vurgulamış, bulunduğu ortamın kendisine bir şeyler katmadığını ifade etmiştir. "Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede." ifadesiyle bu düşüncesini pekiştirmektedir. Eserin ikinci bölümde birinci bölümün cevabı niteliğindedir. Yazarın asıl anlatmak istediği düşünce bu kıtadadır. "Yeni ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın” " Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.” Dizeleriyle yazar kaçışın bir şey ifade etmediğini anıların her an beraberinde olacağını sokakların bile yabancılığının farkına varamayacağını ifade etmiştir. "Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok” dizesi çıkış yolunun bulunmadığını, gemi ve yol kavramıyla betimlemiştir. Gemi ve yol yolculuğu uzakları sembolize eder. Şair, uzaklara gitmek istemekte ancak kendinden kaçamamaktadır. Çünkü anıları buna izin vermemektedir.”Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir yeryüzünde de.” Dizeleri ise yine aynı düşünce etrafında şekillenmekte ve bölge kavramını ortadan kaldırmaktadır. Gidilen bölge bir şey ifade etmemektedir. Önemli olan yaşanmışlıktır. Anıların yollarla silinemeyeceği, unutmak için kaçmanın anlamsız olduğu vurgulanmıştır. Şair, hayal kırıklığı yaşamakta ve mücadele edecek gücü kendisinde bulamamaktadır. Bunu sık sık tekrarladığı kelimelerle vurgular. ‘ Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede’ ‘Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte’ ‘Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de’ Şair, ruhunun bitmişliğini ‘tükenmek’ kelimesiyle ifade eder. Şiirde mekândan kaçmak vurgulandığı için şehir, ülke, mahalle kelimelerini kullanır. Kawafis, "Şehir” şiirini mekân olarak iki bölüme ayırmış, bunun sonucunda ayrı iki kavram ortaya çıkmıştır. Birini şehir kavramı yaşanmışlığı anlatmakta ve bu şehirde bireyin anıları yer almaktadır. Diğer şehir kavramı mekânsal olarak ele alınmış bu kavram sadece uzaklığı belirtmekte ve mana olarak bir duyguyu ifade edememektedir. Bu kavram etrafında şair insanların mekânsal olarak bir ayrılık düşüncesini yerine getirseler de; yaşanmış olanın her zaman onlarla geleceği tezine vurgu yapmıştır. 97 YALNIZLIK İÇİNDE ÜÇ PORTRE Sanatçı kimdir? Sanatçı sadece ansiklopedik bir deha değildir. Aynı zamanda kendi konularıyla, kendi dünyasını kuran, kendi yerçekimi kanunlarını var edendir. Eserlerindeki her kişiye, her olaya, her duyguya, kendi damgasını vuran, içimize güçlü bir şekilde sızan kişidir. Her sanatçının kendisine ait bir alanı vardır. Ahmet Haşim, Dostoyevski ya da Kafka sadece bireyin veya insanlığın dünyasını anlatmazlar, aynı zamanda kendi dünyalarını da ifade ederler. Çünkü her sanatçı kişiliğiyle, yaşadığı çevreyle ve eserleriyle bütündür. Eserlerindeki kişiler sanatçıların sözcüleridir. Satır aralarında sanatçıyı görürüz, sanatçı yazdığı her mısranın, her cümlenin içine sızmıştır. Kullandığı her kelime, bizi eserin arkasındaki gizli kahramana götürür. Bir eseri ele aldığımızda sanatçının ruh dünyasını da tanımamız gerekir. Çünkü eseri anlamadaki en büyük rehberimiz, sanatçının ruh dünyası, kişiliği, ailesi, yetiştiği çevredir. Karmaşık gibi görünen sanatçıların yaşamlarına baktığımızda, aslında onların karmaşık olmadıklarını sadece kendilerini ifade edemediklerini görürüz. Yazın hayatına damgalarını vuran Kafka, Ahmet Haşim, Dostoyevski bu sanatçılardan yalnızca birkaç tanesi. Belli bir duygudan yoksun olan kişilerin bu eksikliklerini gidermek için diğer duyguları geliştirdikleri bilinir. Kafka’nın edebiyat yaklaşımına ve ifade yeteneğine katkıda bulunan ögelerden biri konuşmayı sevmemesi ve ifade etme yeteneğinin kısıtlı oluşudur. Konuşma konusundaki sıkıntısını ‘Dava’ yazarı Kafka şöyle ifade eder: “Konuşmak doğama aykırı. Söylediğim her şey bana göre yanlış. Bana göre konuşmak söylediğim her şeyin ciddiyetini ve önemi ortadan kaldırıyor. Bana göre başka türlü olmak olanaksız, çünkü konuşma binlerce dış faktörden ve kısıtlamadan etkileniyor. Yazmak benim için tek doğru ifade etme biçimi." Kafka, hukuk öğrenimi görmüştür. Eserlerinde sürekli savlar ve karşı savlar ortaya koyar. Bunda aldığı eğitimin yeri büyüktür. Özellikle1919 yılında babasına yazdığı mektupta bu açıkça görülür. Bu mektupla yıllarca babasına karşı beslediği duygularını, düşüncelerini açıklar. Bir nevi ömrü boyunca konuşmak isteyip de konuşamadıklarının savunmasını yapar. Daha sonra yazacağı” Yargı” adlı hikayeye bu durum mektup ilham kaynağı olacaktır. 19. yüzyılın Rus dehası Dostoyevski de tıpkı Kafka gibi konuşmaktan hoşlanmayan insanlarla iletişim kuramayan birisidir. Yalnızdır. "Delikanlı” adlı romanında şöyle der: “Hiçbir topluma alışık değildim. Okulda dostlarım vardı ama çok azdı bu dostlarım. Kendim için bir köşe yaptım ve orada yaşadım." Göller Saatleri şairi Ahmet Haşim de hayatı boyunca yalnızlığı seçen sanatçılardandır. Haşim’in çocukluğu Dicle nehrinin kıyısında yaptığı yalnız 98 yürüyüşlerle geçmiştir. Annesiyle birlikte kendisini dış dünyaya kapatmıştır. Annesini kaybettikten sonra da durum değişmeyecektir. Bağdat’tan İstanbul’a geldikten sonra Galatasaray Sultanisi’ne gitmiş ancak hiçbir zaman okuldaki öğrencilerle kaynaşamamış tıpkı Dostoyevski Kafka gibi kendine ait bir köşe yapmış ve hayatı boyunca o köşede yaşamaya devam etmiştir. Sanatçıların hayatlarındaki bazı olaylar birer dönüm noktasıdır. Ahmet Haşim’in ‘O’ adlı şiirinde ‘mah’ dediği kişi Dicle nehri kıyısında akşamları beraber yürüyüş yaptığı ve daha sonra bir sonbahar akşamında kaybettiği annesinden başkası değildir ya da Kafka’nın ‘Dava’ adlı romanında yaptığı savunma, ayrıldığı nişanlısı Felice’ye yaptığı savunma konuşmasından başka bir şey değildir. Dostoyevski’nin ‘Budala’ adlı romanında Prens Mişkin: “Geceleyin haydutların eline düşüp öldürülen kimse son ana kadar kurtulacağı umuduyla yaşar. Ama bizde çok daha kolaylaştıran bu son umudu esirgerler insandan. Ortada bir hüküm vardır. Bu hükme muhakkak uyulacaktır. İşte bu acıların en büyüğüdür. Savaş sırasında bir askeri getirip topun karşısına dikin ateş ederken bile kurtuluş ümidi taşır fakat aynı askere kesinleşmiş bir hükmü okuyun ya aklını oynatacak ya da ağlayacaktır. Öyle bir adam düşünün ki kendisine ölüm karar okunduktan sonra hadi git bağışlandın diyerek salıverilmiş olsun. Hayır insanlara böyle davranılmamalıdır." derken aslında yazarın idama mahkum oluşu ve son anda affedilişini hatırlatır. Bu üç sanatçının kişiliğinin gelişmesinde ve eserlerinin oluşmasında babalarıyla olan ilişkileri etkili olmuştur. Üç sanatçının babası da baskındır, otoriterdir. Kafka’nın "Yargı” adlı öyküsü ile babasına yazdığı mektup okunduğunda eserlerindeki baba imgesi net bir şekilde ortaya çıkar. Kafka’nın eserlerinde bazen babası onu engelleyen bir bürokrat bazen onu şekillendirmeye çalışan bir dayı olarak karşımıza çıkar. Yazar baba otoritesine her zaman karşı çıkmaya çalışır. Kafka babasına “Neden her zamanki gibi senden korkmayı sürdürdüğümü yakınlarda bana sormuştun. Her zaman olduğu gibi bu soruya yanıt bulamadım. Buna kısmen senden korkmam kısmen de bu korkunun nedenlerini açıklamak için girmem gereken ayrıntıları seninle konuşurken aklımda tutamama neden oldu. Şimdi yanıtı yazarak vermeye çalışırsam yine de tam bir açıklama yapamam çünkü yazarak bile bu korku ve bunun sonuçları seninle olan ilişkimi güçlendiriyor ve durumun etkisiyle belleğim zayıflıyor mantık yürütme gücüm azalıyor.” der. Suç ve Ceza yazarı da babasıyla hiçbir zaman baba-oğul ilişkisini yaşayamam ıştır. Çoğu zaman babasının ölmesini arzulamıştır. ”Karamazov Kardeşler” adlı romanın kahramanı Ivan’ın konuşmalarından Dostoyevski’nin bu arzusu anlaşılır. Ivan da tıpkı Dostoyevski gibi babasına hınç duyup 99 ölmesini arzular. Kenan Akyüz, Ahmet Haşim’in Bağdat’taki çevresini ve çocukluk dönemini ayrıntılı olarak şöyle değerlendirir: “Şefkate şiddetle muhtaç olan küçücük varlığı, babasının sertliği karşısında sadece bir annenin kırık kanatlarına sığınır.” Anne imgelemi üç sanatçıda da etkin değildir. Aile içerisinde baba baskın, anne ise zayıf siliktir. Haşim’in annesi verem hastasıdır. Dicle’nin kıyısında Haşim annesi ile gölgeler gibi sessiz dolaşır. Anne bütün sevgisini oğluna vermiştir. Dostoyevski’nin annesi sıradan bir Rus köylüsüdür. Babası ise soylu bir ailedendir. Hayatları boyunca bu zıtlık ailede hâkim olur ve annesinin söz hakkı hiçbir zaman olmaz. Kafka ise annesinden de babasından da nefret eder. Kafka “Aileme söylediğim veya onların bana söylediği her söz benim için kolaylıkla ayağıma takılabilecek bir engel oluşturuyor. Yine de ebeveynlerimden türedim onlarla ve kardeşlerimle kan bağım var. Bazen bu kan bağım nefretimin hedefi oluyor." der. Üçünde de mutlu bir aile yaşantısını göremeyiz. Bu onların özel yaşantılarını ve eserlerindeki aileye bakış açılarını etkilemiştir. Tezatlıklar, aşırılıklar... Haşim’in küçükken öksüz kalması daha sonra yabancı çevrelere girmesi, kendisini çirkin bulması, kendisine güvenin olmaması, ondaki tezatlıkları aşırılıkları arttırır. Suç ve Ceza’daki Marmeladov içki parasını bulabilmek için nasıl karısının çoraplarını aşırırsa, Dostoyevski de rulet oynayabilmek için karısının çamaşırlarını satar. Hayatı boyunca kumar tutkusunun esiri olur. Çöller şairi Ahmet Haşim’in kendisini aşırı derecede çirkin bulması, üzüntüsünün ve kendisine olan güvensizliğin başlıca nedeni olur. ‘Başım’ adlı şiirde kendisini aynada bir şekle koymaya çalıştığını ancak bunu başaramayınca başını kesip atmak istediğini ifade eder. Kaçış... Haşim, kendisini her zaman için çevresi tarafından kabul görmediğini düşünür ve hiç kimsenin giremeyeceği bir dünya yaratmaktan başka çare bulamamış mavi gölgeli "O Belde”ye kaçmak ister. İnsan olmaktansa göllerde bir kamış olmak ister. ‘Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam’ Kafka "Dönüşüm” adlı romanında Gregor Samsa bir sabah uyandığında bir böceğe dönüştüğünü görür. Gregor Samsa, böcek olduğu için çevresi hatta ailesi tarafından dışlanır. Kabul görmez, kendisini ifade edemez. "Şato” adlı romanda kahraman bir şatoya ulaşmak ister ancak bu bilinmeyen şatoya bir türlü ulaşamaz. Tıpkı Haşim’in ulaşamadığı "O Belde” gibi. 100 Nasıl ki Haşim’in ırkı, dili, kültürü onun hem yaşamını hem sanatını etkilemişse Kafka’nın da Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olması onu derinden etkilemiştir. Haşim’e okul arkadaşları tarafından "Arap” denilerek alay edilmesi, Kafka’nın Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olduğu için dışlanması onları bulundukları toplumdan ayırmış, onları sinirli, karamsar, çelişkili kişiliklere sahip insanlar yapmıştır. Haşim’in yalnızlığını "Akşamlar” adlı şiirinde tanık oluruz. ”Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirin başında gülleri tasvir ettikten sonra bendi "gün doğdu yazık arkalarında” diyerek bitirir. Seher vakti dahi onda hüzünlüdür. ‘ Bir gamlı hazanın seherinde’ Şiirlerinde mutluluktan, canlı tasvirlerden, renklerden söz etmek mümkün değildir. Daima alacakaranlıklar, sonbahar, akşam, kızıllık vardır. Tıpkı Dostoyevski’de, Kafka’da olduğu gibi. Hem Kafka’nın hem Dostoyevski’nin romanlarında aydınlık, umut, mutluluk kavramlarından söz edemeyiz. Gece, karanlık, yağmur, bulutlu gökyüzü. Kahramanları hiçbir zaman huzura kavuşamazlar daima sinirlidirler. Kendileriyle, toplumla çatışırlar, kendilerini suçlarlar, bir yanardağdan çıkan lavlar gibidirler. Trajik oyunun başkahramanlarıdırlar. Kafka’nın eserleri bizi düşler alemine çeker. Kimi zaman hayvanları konuşturur, kimi zaman kendisi hayvan olur, kimi zaman da hayvana dönüşür. Bazen ulaşılmayan şatolar, yargıçlar, insanlar vardır. Kahramanları sürekli olarak düzenle çatışıp ve yakınları tarafından itilip kakılmakta ve sürekli bir yaşam mücadelesi vermektedirler. Aslında biraz derinden incelediğimizde bu bir var oluş mücadelesidir Kafka’nın mücadelesidir.. Tutarsızlardır, sorular sorarlar ancak cevaplarını alamazlar, çaresizdirler. Kafka’nın ”Dava” adlı romanında Gregor Samsa, böceğe dönüştüğünde çaresizce bir çözüm arar, ancak bulamaz. Gregor Samsa, perde arkasındaki Kafka’dır. Suç ve Ceza’daki Mermeladov: “Bir insanın gidecek hiçbir yerinin olmamasının ne demek olduğunu bilir misin?" derken Dostoyevski’nin kendisidir. Üç farklı millete ait olan bu sanatçılar için ortak kullanacağımız kelimeler: Gece, kaçış, yalnızlık, mutsuzluk, kendini ifade edememe ve hüzün. Bir diğer ortak noktaları ise eserlerindeki her kişiye, her olaya her tasvire kendi varlıklarının damgasını vurmalarıdır. Sibel BAYRAM Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt. 101 YARATICI YAZI 103 Konu: "Asiye Nasıl Kurtulur” Oyununun Baş Kahramanı Asiye’nin Erkeklere 104 Nutku ASİYE’NİN ERKEKLERE NUTKU! Pek Saygıdeğer (!) Erkek Milleti! Burada toplanmamızın sebebi ne bir izdivaç ne de bir bayram. Tüm kadınlar adına yargılamaya geldim sizi. Ağırlığının farkında bile olmadığınız, küçük sandığınız ve insanı umursamaksızın işlediğiniz suçlar için. Siz erkekler, yapınız gereği güce odaklısınız. Maddi güç, sosyal güç, cinsel güç. Bunları Elinizde tutmaktır sizin için başarı ve mutluluk. Lakin bu hırslı ve yıkıcı yapınızı dengelenmek durumunda. Bu görevi kadınındır. Sizin sert yanlarınızı törpüler, yıktığınızı yapar, kirlettiğinizi temizlerler. Sizi daha güzel görünmek zorunda bırakırlar. Bu görevi kimi anneniz, kimi ablanız, kimi de sevgiliniz ya da karınız olarak yerine getirir. O rollerin arasında siz göremezsiniz ki bir müddet sonra amaçlarınız dolaylı olarak onlar olmuştur. Düşünün, bugün kadınlar dünyayı terk etse ne olur? İlk saat: Yokluklarını fark etmezsiniz. İlk gün: Fark eder ve özgürlüğün tadını çıkartmaya başlarsınız. İlk hafta: İşler oldukça keyifli gitmektedir. Çalışmayı bırakmış ve tamamen bedensel ihtiyaçlarınızı giderme üzerine kurulu eğlencelere yoğunlaşmışsınızdır. İlk ay: İşler tatsızlaşmaya başlar. Temizlik; her yere, her şeye ve hepinize uzak bir kavram halini almıştır. Eğlenceleriniz sizi tatmin etmekten uzaklaşmaya başlar ve sıkılırsınız. Daha da beteri, kadınları özlemeye başlamışsınızdır. İlk yıl: Artık birbirinizin kafasına taş vurur hale gelmişsinizdir. Yaşayış ve görüntü olarak hayvanlaşma başlamıştır. Üçüncü Dünya Savaşı, taş ve sopalarla yapılır. Bunu deneyemeyiz elbette. Ama illa ki bir şeylerin kıymetini, kaybettiğinizde mi anlamanız gerekli? Ya hal böyleyken sizin yaptığınız nedir? Artık gazeteler tecavüz haberlerinden geçilmiyor, yakında ekonomi sayfasına da sıçrayacak. Kadınlarımız evinden işine, işinden evine taciz edilmeden gidemiyor. Saat dokuzdan sonra sokak onlara yasak. Caddeler eşkıyalarınıza kalmış. Bunlardır sizin eseriniz işte. Ki bunlar sadece tanımadıklarınıza yaptıklarınızdır. Kimi kadınlar var, eşleri çalışmalarına, hatta bazısının sokağa çıkmasına yasak koyuyor. Orada bir başka kadın zorla çalıştırılıyor. Bir başka kız, ahlakı bozulur diye okula gönderilmiyor. Okula giden kız, ağabeyinden sokak ortasında dayak yiyor, yaka paça sürükleniyor. 105 Sürükleyin! Nereye kadar? Siz erkekler, empatiden yoksunsunuz. Taciz edilmenin, et olarak görülmenin rezilliğini asla anlayamayacaksınız. Annelik duygusunu anlayamayacaksınız. Cinsiyetinizden dolayı mahrum olduğunuz tek yer kadınlar tuvaleti olacak. Acaba anlayamadığınızı yok etme huyunuzdan mıdır bu muamele? Ne istiyoruz biz? Söyleyeyim. Bir kadın da kendi eşini seçebilmeli. Bir kadın da istismar edilmeksizin istediği işte çalışabilmeli. Bir kadın da kendi hayatıyla ilgili seçimleri yapabilmeli. Bir kadın, bedeninin sınırları içine itilmemeli. Hayattan, özgürlüklerinden, hislerinden, haysiyetinden mahrum edilmemeli. Şu sözde insan hakları artık sözde olmaktan çıkmalı. Sadece erkeklere işlememeli. Vesaire vesaire. İşin özü bellidir. Eşitlik, saygı, vefa! Bunları istiyoruz. Çok mudur? Gelelim hükmünüze. Mahkûm ediyoruz sizi. ‘Erkekler Dünyası’ diyerek kendi ellerinizle yarattığınız yere mahkûm ediyoruz. Sevgi ve saygıdan yoksunlaşan yere. Hırs ve öfkeyle dönen düzene. Kendinizi yalnızlaştırdığınız evlere. Aldattığınız karılarınızla paylaştığınız döşeklere. Parayla satın alınabilen aşklara. Çürümüş inançlara. Nezaket, ihtiyat ve dengeden yoksun her şeye. Bu dünya, anlayanadır. Cezası da anlayana. Şimdi dağılın ve yeni kelepçelerinizle devam edin hayatlarınıza. Solitaire 106 Konu: Murathan Mungan’ın Mahmud ile Yezida Oyununun Kahramanlarından Havas Ağa ile Röportaj Hazırlayan: Hasan Turunçkapı Hazırlık-C Ayşe Büşra Sarıcan 11-D Havas Ağa, bu ağalık size nereden geliyor? Bana babamdan kalmış, ona da babasından. Üç kuşaktır ağalık bizde. Havas Ağa, bataklığı kurutacak kadar gözünüzü karartan, cesaretlendiren neydi? Bu sene buralara hiç yağmur yağmadı, hiç ekin yetişmedi. Kapımızda onca adam besleriz biz, bunları nasıl doyuracağız? Derken aklımıza bataklık geldi. Bataklık son çaredir, dedik. Ne yapalım bizde köyümüz için her şeyi yaparız. Ağalık vicdandan feragattir. Biz de kuruttuk bataklığı. Havas Ağa, Yezidiler ile konuşmak varken niye köyü dairelediniz? Arada bin yıllık nefret vardır. Hiç bir Müslüman, Yezidi’yi sevmez. Törelerin 107 bin yılda bir değiştiği bu toprakta yeni bir iş için elbet kan dökülecektir. Kan dökmek bu işin neticesidir. Bunun önü tutulmaz. Zaten konuşsaydık bile onlar bize bataklığı vermeyeceklerdi. Çünkü bataklık onların kalesidir, hendeğidir. Müslümanlardan ve tüm tehlikelerden uzak tutar onları. Hem de o köyün ağası Deli Miro’dur. Bütün ataları eski köy baskınlarında kesilmiş dedeleri diri diri gömülmüştür. Bacısı kaçırılmıştır. O töresine en sahip ağadır. Hayatta vermezdi o bataklığı. Havas Ağa, Mahmud ile Yezida’dan haberiniz var mıydı? Yoktu. Son zamanlarda Mahmud‘un aklı dumanlıydı. Fakat sebebini sormadık. Zaten annesi, ağabeyi de bilmiyormuş. Onların haberi yoksa ben nerden bileyim? Başka birini sevdiğinden de şüphelenmedim değil, çünkü ben onu bataklığın emniyeti için Teyfo Ağa’nın kızı ile evlendirecektim. Kabul etmeyeceğinden korktum. Fakat sevdiği kızın bir Yezidi olduğunu tahmin edemedim. Havas Ağa, Mahmud’u niye ateşe attınız? Yine ağalık töresinden, çünkü bunca köylüden biri feda edilebilir diğerleri için. Sanki suç bize yükleniyor. Töremizi bilirsin, Mahmud yasak bir şey yapmıştır. Eğer yaptığı öğrenilse idi zaten öldürecekti onları, Deli Miro. Tamam, Mahmud yiğitti, severdik ama sonuçta bunca köylüye yeni ekmek kapısı açıldı, böylesi daha iyi. Yezida kendisini ölüm çemberine aldığında onu görmeye neden gitmediniz? Ben aklımı peynir ekmekle yemedim. Sen sanır mın ki Eyşan Ana’yı aralarına aldıkları gibi beni de alırlar? Unuttun mu ben onların köyünü daireledim, köye girdiğim anda beni vururlardı. Ayrıca bir Müslüman Ağa’ya Yezidi bir eksik eteği kurtarmak düşer mi? Yakışık almaz. Olmazdı, o köye giremezdim. Havas Ağa, son bir sorum var, hiç aşık oldunuz mu? Yanlış anlamayın sadece Mahmud’u anlayabiliyor musunuz, diye sordum. Biz ağa gibi yetiştik, doğduğumuzda bizim evleneceğimiz kadın belliydi, sen hiç duydun mu töresine uymayan ağa? Aşk nedir bilmeyiz biz. Biz, ağalık için yanımızdakilerin karnını doyurabilmek için varız. Ağalık bunu gerektirir. 108 EDEBİYAT ve SOSYAL BİLİMLER Konu: Korku Psikolojisi ve Melih Cevdet Anday’ın "Müfettişler” Adlı Oyunu Üzerine Psikolojik Bir Tahlil Denemesi 110 KORKU VE MÜFETTİŞLER Kaygıdan kaynaklı korkmak... Korkmaman gerektiğini bilerek korkmak... Korkunun saçmalığını fark ederek korkmak. Korkmamak için çıkarımlara sarılarak korkmak. "Korkma” telkinlerine rağmen korkmak. Giderek korkuya gömülmek, korkunun içinde kaybolmak. Korkmamak için gerekçeler üretmek. Gerekçelerine iman edip korkmak. Korkuyu gizlemek, derinden derine korkmak. "Korkmuyorum”a inandırarak inancın içinde korkmak. Uydurduklarını başkalarının da düşündüğünü zannedip korkmak. İnsanların zihnini okuduğunu sanıp korkmak. Sanrılar üretip korkmak. Korktukça daha çok sanrı üretmek. Gerçekle sanrının arasında sıkışıp kalmak. Kendi anlağını evrenin merkezine koyup sadece kendinden korkmak. Korkuyu bulaştırmak, hep beraber korkmak. Bir eve hapsolup, perdeleri kapatıp, odaları kilitleyip, odalar dolusu hatıralardan kaçıp da kurtulamamaktan korkmak. Hafızadan korkmak. Bir korku kültürünü bireysel bazda yaşayıp ötekinin neyden korktuğunu hatta korkup korkmadığını bilmeden korku toplumunda tek başına korkmak. Tek başı evin içinde çoğaltıp hep beraber korkmak. Korkudan korkmak. "Adam, korkuyor”. Perdenin aralığından bakmaktan, bakıp da baktığı tarafından görülmekten korkuyor. Gazete haberlerini atlamaktan, belleğinin zayıflamasından, olayları karıştırmaktan, olaylarla karşılaşmaktan korkuyor. Geçmişi bir odaya kilitleyip bıraktığını sanıyor. Anılar "ortadan katlandığında sırtı gümüş gibi parlayan” bir anahtar misali parlıyor zihinde. Hafıza kilitlenmiyor. Basit bir kimya değişimi deyip içinden çıkılmıyor ‘korku’ olgusunun. İnsanlık tarihi kadar eski, dinler kadar güçlü bir histir korku. Odalara, perdelerin arkasına hapsedilmiyor. "Denize yirmi metre mesafeli bir eve” kaçar gibi kaçılmıyor korkudan. Konuştuğun dil kadar eski, uyduğun örfler kadar köklüdür korku. Bir müfettiş denetiminden kurtulabilir insan, ama ya vicdanın hele hele pek de sağlıklı çalışmayan bir zihnin denetiminden nasıl kurtulur. Tüm dünyadan gizlediğini kendinden nasıl gizler insan? Senin bildiğini başkalarının bilmemesi hangi anda anlamını kaybeder? Öyle hazindir ki bu an itiraf edecek bir şeylerin olmasa da itiraf ediverirsin bir şeyleri. Adı korkudur bunun. Bilinmeyen tarihler kadar gizemlidir. Müfettişler, davranış bozuklukları sergileyen bir adamla bu bozuklukların tesiriyle çeşitli karmaşalar yaşayan ve kendisini bu anormallikler yaşamına kaptıran bir kadının hayatını izliyor. Olay örgüsü sanrı ile gerçek arasında sıkışmış bir yaşam izlenimi veriyor insana. Gerçekle düşselin, korkudan kaynaklı inkâr ile aynı korkudan kaynaklı itirafın gitgellerinde bir hikâye. Metni ilk okuduğunuzda zihninizde oluşacak izlenim bu olacaktır herhalde. Bazı anların gerçek mi sanrı mı olduğunu seçemiyor insan. Davranış 111 bozukluklarına gelince, başlarda basit nevrotik özellikler izlenimi verirken gittikçe paranoyak özellikler taşıdığı kişinin sanrılarının olduğu fobi, obsesyon gibi düşük düzeyli anormalliklerin sadece olayın görünen yüzü olduğu anlaşılıyor. Ancak bazı diyaloglar geçiyor ki, o anda yaşanan gerçek mi yoksa Adam’ın sanrıları olay akışına mı karışıyor, seçmek zor. Yine bu kısa oyundan edinilen en basit çıkarım yaşantıdan kaynaklı travmatik süreçler zihinsel yapı üzerinde kalıcı tahribatlar yaratabiliyor ve boyutları çok üst noktaya varabiliyor diye özetlenebilir. Günlük yaşam akışında da karşılaşılabilecek bu durum daha olayın başındayken gerçekle yüzleşerek, onu bastırmadan ve gerekirse profesyonel bir yardım alarak üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Gecikmemek kaydıyla. Adam, denetimlerle dolu bir geçmişe sahip. Dolayısıyla denetlenmeye, emir almaya, vazifesini yerine getirmeye alışık. Otomatikleşmiş bir zihin-kas işleyişine sahip. Ancak basit bir olgusallıktır ki aynı uyarana aynı birey farklı anlarda farklı tepkiler verebilir. Bilişsel psikoloji kuramlarının tepki yaklaşımıdır bu. Yani emir almaya alışık birey, hep itaatkâr davranacağı gibi yaşadığı yüksek kaygı düzeyiyle ilintili olarak saldırgan tepkiler de verebilir. Bu olayda ise yüksek kaygı durumu başka travmatik tecrübelerle birleştiğinden obsesif (takınçlı)/ obsesif kompülsif örüntüden başlayıp paranoid özelliklere dek yükselen davranış bozuklukları çıkıyor karşımıza. Adam birden başını geriye çevirir, bir ayak sesi duymuştur. Dikkatle dinler ve odanın ortasında koşmaya başlar. Saklanacak bir yer aramaktadır. Bula bula ortadaki masanın altını bulur..." Kadın (çok sert): Kalk ayağa! Adam (korku içindedir.): Ben şuradaydım... şurada masanın altında. Geleni, bir korku öznesi olarak kurgulayan adam, korku nöbetine giriyor ve gerileme (ilkele dönüş) yaşıyor. Çocuksu bir davranış sergiliyor. Rahatça görülebilecek bir yere saklanıyor. (Acaba çocukken de korktuğunda emekleme pozisyonu alıp masanın altına girer miydi?) Kadın (gözlerini açarak bağırır): Pencereden bakmışsın sen Adam (korku içinde kekeler): Hayır bakmadım Aynı çocuksu tepkiler. Korkan ve sığınan, korkudan kurtulmak için "inkâr” eden bir adam. Kadın: Bakmışsın bakmışsın. Adam: Bakmadım! Kadın: Git otur oraya! Adam: Oturdum işte. 112 Kadın: Al eline gazetelerini. Adam: Aldım. Kadın: Başla okumağa! İtaatkâr, korkak ve güvensiz. Kendine güveni o kadar az ki gazete okumayı bile emirle yerine getiriyor. İlk bakışta nevrotik özellikler sergilediği söylenebilir. Kadın: Ne havadisler var gazetede? Adam: ...sıradan şeyler hep doğumlar, ölümler, evlenmeler... Kadın: Kaç ölü var? Adam: Saymıştım ama unuttum Bir aritmoman gibi davranıyor, ölümler bile sayılacak objelerdir onun için. Adam: ...saymıştım ama unuttum. Bu günlerde belleğim zayıfladı ölümleri doğumlarla karıştırıyorum. Bir şeyleri sayma, unutmama takıntısı dönüp duruyor kafasında bu obsesyonel takıntılar giderek şiddetleniyor. Fobilerle birleşiyor. Takıntılarıyla beraber korkuları var adamın. Unutmaktan korkuyor. Aslında unutmayı çok istiyor gibi ama unutmaktan da korkuyor. Korku bulaşıcıdır. Adam:...ölümleri doğumlarla karıştırıyorum. Eskiden hiç olmazdı... Kadın: Bak bu hoşuma gitmedi. Belleğin zayıflarsa ne yaparız? Yeni bir hayata hazırlanıyoruz. Geçmişi unutursak nasıl başarırız? Bulaşıyor korku, "Geçmişi unutursan yeni bir yaşama nasıl başlarız?” dedirtiyor. Unutmaktan korkuluyor ama korku varsa korkulacak bir geçmiş yaşantı da vardır. Korkunun kaynağından kurtulmak istemiyorlar. Fasit daire içinde dönüp duruyorlar. Adam: Ben seni aldattım sevgilim. Kadın: Baktın mı pencereden? Adam: Yemin ederim hayır Kadın: Ne vakit oldu bu Adam: Onu kesin olarak söyleyemeyeceğim. Belki demin belki sen gelmezden önce Kadın: Ya görselerdi seni Dışarıdakiler sadece ev almak isteyen müşterilerdir hâlbuki. Ama ‘korku zihni’, bunları müfettişleştiriyor. Giderek fobi olmaktan çıkıp paranoid 113 nitelikler taşımaya başlıyor kahramanların algı dünyası. Hatta zaman algıları bile karışmaya başlıyor. Perdeyi açmamak, arkasında gözetleyenlerin teftiş edenlerin olduğunu düşünmek paranoid bir davranıştır. Peki, bu korku sendromunu doğuran nedir? Süregelen sorunlar, travmatik durumlar, algılayamamak, bilememek, bir şeyleri kaybetmek gibi olumsuz beklentiler? Belki de hepsi beraber. Kadın: Anılarla doludur bu evin içi, hazineler saklıdır. ... Sonra ne nişanlar ne düğünler oldu bu evde (adama) değil mi cicim? (adam başını sallar) Kızı yukarı kattan omuzlarda indirdilerdi aşağı. Saçları bukle bukle küçük tombul bir kız... Gözleri kapalı... Kalabalık bunu görünce donakaldı. Hiç unutmam. Bu nişanı düşünmek günlerce, aylarca, yıllarca sürdü. Hala da sürer. Uzun süren bir travmatik durum yaşıyor aile. Bir ölüm ve ölümün hapsedildiği, kilitlendiği bir oda. Bir odaya kilitlenen travmanın bitebileceğini düşünüyorlar. Yüksek düzeyli gerilimler, bu gerilimlerin kaynağı ile yüzleşip hesaplaşılmadıkça varlıklarını sürdürürler. Bastırılmaları ancak geçici bir dengeleme sağlasa da uzun süreli bastırma zihin süreçleri üzerinde olağandışı etkiler yapacaktır. Yaşanan gerilimin süresi ve şiddeti de anomalinin türü ve düzeyini belirleyecektir. Adam: odalardan birinin bir köşesinde... gözyaşı dökülmemiştir hiç... duvar saati dokuzu vurdu diye boğazımıza hıçkırıklar takılmaz Yaşanan travma itiraf ediliyor. Bu bastırmanın farklı bir anda patlak verdiğinin kanıtıdır. Adam: Biz cenazemizi hep içeride tutarız. Bu yüzden daraldıkça daralıyor ev. Yukarıdaki odaların biri hep kapalıdır. Bir gün kilitledik nedense. Anahtarı kaybettik. Kadın: Çok güzel bir anahtar...ortasından büktünüzmü ikiye katlanır sırtı gümüş gibi parlar. Anahtarın parlayan sırtı gibi parlıyor anılar belleğin derinlerinde. Kaybetmek travmaya yol açıyor. Travmatik süreçler uzun vadeli ise ve yüzleşilmeden zihnin odalarından birine kilitleniyorsa geçici bir kurtulma hissi yaşatır ancak. Ve gene ancak günün birinde bir anahtarın gümüş gibi parlayan sırtı benzeri bir parlaklıkla çıkar su yüzüne. Bu tür yaşantılar sanrılara yol açabilecek boyuta ulaşabilir ve artık süje paranoid-şizofren özellikleri göstermeye başlar. 114 Adam: Gece yarısı uyanı verirsiniz.bütün daire arkadaşları dolmuş içeriye. Ellerinde koca koca defterler... Kadın: arkadaşların sevgilim seni unutmamışlar ziyaretine geliyorlar. Kadın hala bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalışıyor adamı. Gerçekle bir türlü yüzleşemiyorlar.(Asıl travmayı yaşayan hangisi acaba?) Korku önemli bir psikolojik nüvedir. Kaynağı ve şiddeti çok önemlidir. Yüksek seviyedeki bir korku, başka gerilimlerle-olumsuz tecrübelerle birleşince intihara kadar götürebilir süjeyi. Adam: itiraf ediyorum. Müşteri: Niçin bu güne kadar bekledin. Adam: Korkuyordum. Müşteri: Sık sık kahkahayla güler misin? Adam: Hiç kahkaha atmam.çünkü gülmek sesle değil ruhla ilgili bence. Müşteri: kendini öldürmeye kalktın mı hiç? Adam: Evet ......... İple... asacaktım. Bu durum paranoyak bir bireyin davranış şeklidir. Ancak paranoyada daha ziyade çevredekilere yönelen bir yaşam tehdidi vardır. Muhtemelen özgüven düşüklüğü, itaatkâr yapı ya da birilerinin ölümünden duyulan suçluluk hissi gibi etkenler kişinin kendi yaşamına son vermesi eğilimini doğurmuştur. Bu müşterinin müfettişe dönüştüğü andır. İş arkadaşlarını odanın ortasındaymış gibi görmeyle benzer bir süreçtir. Sanrı ile gerçeğin arasında gidip geliyor adam. Öyle ki bu konuşmalarda müşterinin not alması bile algılanıyor adamca. Tıpkı bir müfettiş gibi. Ancak gerçekten kaçılmıyor. Ölümden kaçılabiliyor ama gerçekten kaçılmıyor. Adam: Deniz kıyısında bir ev alıyoruz. Kadın: Yirmi metre yürüdünüz mü kıyı. Kocaman taşlar var kıyıda deniz bu taşların arasına girip çıkıyor. Gerçekten kaçamıyor insan. Hafızasını kilitleyemiyor çünkü. Gerçekler, kurmaca dünyaların ve sanrıların, sanrılar gerçeklerin arasına girip çıkıyor denizin taşların arasına girip çıkması gibi. Adam: Müşteriler tellallar gelmeyecek yeni evimize değil mi? Kadın: Gelmeyecek sevgilim. Adam: Bizi kimse tanımayacak değil mi? Kadın: Tanımayacak. Adam: Ya biz? Biz de tanımayacak mıyız kendimiz? 115 Baycan AYBEK Felsefe Öğretmeni 116 MAKALE Konu: Şarkılardaki Anlatım Bozuklukları Adı-Soyadı: İnci Timur No: 200 Sınıfı: 10-C 118 Popüler şarkılar. Her an, her yerde dinlediğimiz hatta özel bir dinleme isteği duymadığımız halde dinlemekten kaçamadığımız şarkılar. Özellikle gençlerin en çok ilgilendiği alan olan müziğin temelini oluşturan şarkılar. Önceleri ruhu beslemek ya da bir duygu veya düşünceyi estetik anlayış içinde ortaya koymak gayesiyle yazılsalar da bugün -ne yazık ki- popüler olabilmek için kullanılan bir araç haline gelen şarkılar. Ve bu popülerlik çabası içinde nasıl şarkı olmaktan çıkıp birer anlatım bozukluğu abidesi olan şarkılar. Gereksiz sözcük kullanımı, şarkılardaki anlatım bozukluğu konusunda ön sırada yer alıyor: *Yokmuş bir benzeri yokmuş emsali (benzer-emsal) *Göz göze bakışmak az mı geliyor? (göz göze bakışmak) *Mecalim yok ah halim yok. (mecal-hal) * Dünya senin vatanın mı yurdun mu? (vatan- yurt) * Ne yarınım var, yarınsızım * Zor gelir bu ayrılık henüz erken daha erken ( henüz erken-daha erken) * Kafadan attım salladım türkülerden de çaldım (kafadan atma- sallama) *Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan. (bakakalmak süreklilik bildiren bir eylem olduğu için gözünü ayırmadan yapılır) * Anladım bugün yalnızım tek başıma. (yanında birisi varken yalnız olunmaz) * En çıkmaz sokaktayım (çıkmaz sokak çıkmazdır, bunu az çıkmaz çok çıkmaz en çıkmaz şeklinde derecelendiremeyiz) * Üzüleceksin işte o zaman boşa oyaladığın zamana beni (Oyalamak, boşa yapılan bir işmiş) Kelimeler veya eklerin yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım bozuklukları: * Bu kaçıncı kapıma gelişin affet diye (bu kişinin bir sürü kapısı varmış da suçlu olan kendini affettirebilmek için kapı kapı dolaşıyormuş gibi bir anlam ortaya çıkıyor) 119 * Güzel elbiselerle makyaj yapıp dolaşmayı (burada makyaj yapma ve güzel elbiseler giyme isteği dile getirilmek istenmiş ancak yerleri biraz karıştırıldığından güzel elbiseler birer makyaj malzemesine dönüşmüş) * Cenneti değişmem saçının teline ("e” ve "i” hal ekleri yanlış yerde kullanılmış) * Canısı (iki adet "i” eki peşi sıra gelmiş) Sözcükten tasarruf etmek de anlatım bozukluğu sebeplerinden: * Beğenirim hepsini severim ayıramam (hiçbirini ayıramam) * Unut beni sevgilim ben unutmuyorum (neyi ya da kimi unutmuyorsun, yoksa ben beni mi unutmuyorum) * O senin sevdiğini görmezden gelir (senin onu sevdiğini mi yoksa senin sevdiğin herhangi bir kişiyi mi) * Yüzüne boya sürene anlat (kimin yüzüne, senin mi onun mu) * Sen aklına eseni ben içimden geçeni yapabilseydik (burada birer tane fiile ihtiyacı olan iki özne bir de bu öznelerle alakası olmayan bir fiil var) * Baş harfi ben (yirmi dokuz harften oluşan alfabemizde ben harfi mevcut değil) * Bu şarkının ne yazık ki sözleri yok, bu şarkının ne yazık ki bestesi yok (sözü ya da bestesi olmayan esere şarkı denilmez) * Senin için çarpan bu kalbi inan söndürebilirim (çarpan bir şey ancak durdurulabilir, söndürmek daha çok yanan şeyler için kullanılır, ateş gibi) * Kalbimin mührünü açan tek anahtar (mührü anahtarla açmak iyi bir fikir değil) * Ya içeri gir ya dışarı (dışarı girilmez çıkılır) * Senin bırakıp gittiğin günden beri güzelim psikolojim hızla gelişti (Burada sevgilisinin onu terk etmesinden sonra ruh sağlığının bir düzene girdiğinden bahsedilmek istenmiş, ama farkında olmadan kişi kendine ait bir bilim dalı geliştirmiş) * Aşkım beni yanında bırak/ lütfen ağlatma beni/ kalbimin sancısı buna dayanamıyor (aşkım ne olur yanında kalayım/ lütfen ağlatma beni/ kalbim 120 Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol buna dayanamıyor) * Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime/ Allah’ım bu dünyaya ben niye geldim (soruyu kendine soruyorsan neden Allah’a sesleniyorsun?) * Yerin yurdun nerelisin dedi bekârım dedim (sorulan sorunun medeni hal ile ilgili değil) * Öptün mü ballı dudaklarımdan/ sıktın mı elma yanaklarımdan/ bıktım bitmeyen şu yalanlarından/ sen kaybettin bu oyunu çık hayatımdan (ilk iki dizeyle son iki dize arasında hiçbir anlam ilişkisi yok) * Seni çok sevmiş olsam da/ Unut beni lütfen/ Sana çok kızmış olsam da/ Ara beni lütfen (sözler birbiriyle çelişiyor, unutsun mu arasın mı karar verilememiş.) açıyor: * Sen hem kötü hem kaba hem sabasın * Falımda çıktın zalim yar huyun ayrı suyun ayrı * Sen ayrı ben gayrı Deyimlerdeki sözcüklerin yakın kaynaklanan anlatım bozuklukları: anlamlılarıyla değiştirilmesinden * Ağzından bal akıyor (ağzından bal damlıyordu) * Gel benden özür dile bak kırıldı yüreğim (kalbi kırılmak) Sözcüklere bazı ekler ekleyip yeni kelimeler türetmek veya iki kelimeyi bazı harflerini atarak birleştirip ortaya yeni sözcükler çıkarmak: * Ben seni nazlatamam /Bulunur yenileri ağa takılır biri ben seni fazlatamam * Bir de cehennette yaşıyorum (orası neresi) * Senin olmasını becerir gibiyim (senin olmayı) Müzik adı altında defalarca dinlediğimiz bu şarkıları, belli bir süre sonra benimsiyoruz ve bu şarkılardaki gibi konuşmaya başlıyoruz. Dilimiz daha 121 Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol fazla yozlaşmadan bir şeyler yapmamız gerekiyor. 122 124 126