DEĞERLER EĞİTİMİNE YÖNELİK ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM ve
Transkript
DEĞERLER EĞİTİMİNE YÖNELİK ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM ve
1 DEĞERLER EĞİTİMİNE YÖNELİK ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM ve ÖNERİ Doç. Dr. Osman Nuri KÜÇÜK Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Adres: Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Melikgazi/Kayseri Tlf: (0352) 207 66 60/31092 Faks: (0352) 437 42 00 e-posta: onkucuk@erciyes.edu.tr Tebliğimizde müzakere edilecek ana tema günümüzde değerler eğitimi kavramı neden gündemimizde yer almaktadır, sorusuna yönelik bir tartışma ve öneriyi içermektedir. Konuya kavram tetkiki ile başlamak faydalı olacaktır. Kavrama ilişkin yüzeysel bir araştırma kavramın modern zamanların ürünü olduğunu gösterecektir. Batı dillerinden transferle kullanılan değerler eğitimi (yani values in education veya valued education) insanı değerli kılan özelliklerin toplumsal hayatta ve eğitimde iyice işlevsiz hale gelmesi sonucu nasıl bir eğitim yaptığımızın sorgulanmasıdır. Özelikle modern ve post modern dünya görüşü ve yaşam tarzıyla araçsallaşan ve değersizleşen insanı yeniden değerli kılma çabasının bir ürünüdür denilebilir. Değer anlamına gelen ‘value’ kelimesinin İngiliz dilindeki ilk kullanımının XIV. yüzyıla tekabül ettiği (Merriam Webster dictionary) göz önüne alınacak olursa kavramın tarihsel kökeni, İslâm düşünce ve medeniyet tarihine kıyasla oldukça nev-zuhurdur. İslam düşünce ve medeniyetinin XIV. asra gelinceye kadar kaydettiği ilerleme ve durum göz önüne alınırsa değer kavramını ilk kez XIV. asırda kullanmış bir medeniyetin İslâm toplumlarında nasıl bir değer algısı üretebileceğini bir kez daha düşünmekte yarar var. Yukarıdaki hususu açmak üzere değerler eğitimi için kullanılan kavram üzerinde biraz daha ayrıntılı durmalıyız. Zira dilimize değer diye çevirdiğimiz –value- kelimesi esasen bir şeyin piyasa ve pazardaki karşılığı (market price), değerli bir şeyin parasal karşılığı (the 2 amount of money that something is worth) anlamındadır. Bu karşılıklar kavramın kapitalist dünya görüşüne istinat eden bir arka plana sahip olduğunun karineleridir. Günümüzde değerler eğitimi ile ilgili kavramlar iki ana başlık ile ilgilidir. Ahlak ve vatandaşlık (moral and citizenship education) Değerler eğitimi bu iki üst başlığa göre şekillenen kavramlardan oluşmaktadır. Öne sürülen kavramlar ise şu alanlarla ilgili bir eğitim ve gelişim öngörmektedir. Karakter, ahlaki gelişme, din eğitimi, ruhsal (spiritual) gelişme, vatandaşlık eğitimi, kişisel (personal) gelişme, sosyal gelişme, kültürel gelişme. Bu kavramlar yaşayan değerler eğitim programı (Living Values Education Programme- kısaca LVEP) ile yürütülmektedir. Türkiye dahil 53 ülkenin LVE programının kapsamında olduğu belirtilmektedir. (bkz. www.livingvalues.net) Bu konuyla ilgili çalışmaları yürüten önemli bir diğer kuruluş ise 1995 yılında kurulmuş olan ‘The Human Values Foundation’ adlı kuruluştur. Günümüzde değerler eğitimi adı altında Milli Eğitim müfredatında da yer verilen değerler eğitiminin Batı ülkelerindeki müfredatlardan klasik bir kopyala-yapıştır örneği olduğunu maalesef hatırlatmak durumundayız. Günümüzde değerler eğitimi konusunda müfredatlara giren değerler listesine bakmak bu hususu gösterme bakımından yeterlidir. Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, güven, özgüven, hoşgörü, alçakgönüllülük, empati, kanaatkarlık, çalışkanlık, sabır. (bkz. www.değerler.org) Şimdi Yaşayan Değerler Eğitimi Programının yer verdiği değerlere bakalım: Unity, peace, happiness, hope, humility, simplicity, trust, freedom, cooperation, honesty, courage, love. Diğer bir değerler listesine, yaşayan değerler eğitimi (LVEP) programının yer verdiği değerlere bakalım. Peace, Truth, Love, Non-violence, patience, honesty, kindness, forgiveness, generosity, tolerance, service, loyalty, justice, respect. Kısaca günümüzde değerler eğitimi başlığı altında ele alınan kavramların modern dünyadan ithal ve transfer edilmiş oldukları açıktır. Yukarıdaki akıl yürütmeye karşı şöyle düşünmek mümkündür. Bu tür kavramlar görüleceği üzere evrensel kavramlardır. Dolayısıyla Batı dünyasında ortaya çıkmış olmalarının bizim kullanımımızı sınırlaması şeklinde bir mahzuru olamaz. Dünyanın eğitimde gittiği yer bu yöndür ve bu evrensel kavramları bizler de ülkemiz eğitim sisteminde 3 kullanmalıyız. Dini bakımdan da “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya en hak sahibi olandır” gibi gerekçeler ileri sürülebilir. Bu gerekçelere katılıyoruz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki yüzlerce yıllık toplum bilim ve tarih tecrübesi şunu açık bir şekilde göstermiştir ki herhangi bir toplum tarafından üretilmeyen, onun kendi iç dinamiklerine dayanmayan, o toplum tarafından teşekkül sürecindeki aşamalarına ilişkin bedeli ödenmeyen kavram ve paradigmalar bir toplumdan diğerine tam olarak aktarılamıyor. Aktarılmaya çalışılsa dahi diğer bir toplumda aynı sonuç elde edilemiyor. Herhangi bir kavram veya paradigma her toplumu aynı şekilde mayalayamıyor. Yukarıdaki hususu zamanın ruhu ve manasına işaretle kullanılan “Zeitgeist” kavramıyla düşünebiliriz. Her bir toplumda zamanın ruhu ve manası farklı dinamiklere dayandığından bir toplumda tutan maya, diğer bir topluma transfer edilmeye çalışıldığında aynı olumlu sonucu vermemektedir. Şu ayetin işaret ettiği anlamı konumuzla ilgili düşünebiliriz. “Bir toplumda yaşayan insanlar kendi içlerinde olanı değiştirmedikleri sürece hiç şüphesiz Allah o toplumdaki şeyleri değiştirmez.” (Ra’d 13/11) Evrensel değerler ezelî hikmet geleneğine istinat etmelidir O halde yapılması gereken nedir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir. İnsanın istinat ettiği ontolojik bağlamdan bağımsız bir değerler haritasının insan için içsel bir mana ifade etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ahlâkın kaynağına ilişkin ister sosyal ahlâk teorileri ister dini ahlâk teorileri esas alınsın insan kendini yaşadığı toplumdan ve dünyadan bağımsız ele alamaz. Varlık içindeki yerine dair bir fikri olmayan insanın kendisine dair ürettiği kavramların ona bütün değerlerini anlamlı kılacak bir üst değer tayin edemeyeceği açıktır. Bu yüzden dini, felsefi veya seküler herhangi bir ontolojik bağlamı olmadan ele alınan değerler adeta bir kökten mahrum bir şekilde vücut verilmeye çalışılan, vücut verilse dahi bir süre sonra solmaya ve yok olmaya mahkum birer yaprak ve çiçek gibidir. O halde kök nedir sorusunu sormalıyız. Kökün insanlık tarihi ile eşit olan hikmet geleneği veya diğer bir ifadeyle vahiy geleneği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buradaki vahiy herhangi bir dini diğer dinlerin karşısına yerleştiren bir yaklaşımı öngörmez. Tüm dinleri içine alan ezeli hikmet geleneğini ifade eder. İslam için Kur’an’da yapılan bir tanımdır aslında bu. Bu anlayışa göre İslam sadece Peygamberimizle (sav) hicri 610 yılından başlayan bir dinin adı değil vahiy alan ilk insan Hz. Adem’den başlayıp toplumların bilgi ve medeniyet seviyesine göre devam eden ve son din ile nihayetlenen bir halka ve tekamülü ifade etmektedir. Bu anlamda şu ayetleri hatırlayalım. “Allah katında din hiç şüphesiz İslam’dır” 4 (Âli İmrân 3/19) “İşte bugün dininizi ikmal edip tamamladım ve sizler için din olarak İslam’a razı oldum.” (Mâide 5/3) Buharî ve muteber diğer hadis kitaplarında çeşitli varyantları olan şu hadisi konumuzla ilgisi bakımından hatırlamakta fayda var. “Benim ve benden önceki Peygamberlerin durumu şuna benzer. Birisi bir ev yapmış ve köşesindeki bir tuğla hariç (lebenetun min zaviyetin) ev gerçekten de güzel olmuştur. İnsanlar bu evi ziyaret ederler. Çok beğenirler ve derler ki ‘Acaba şu tuğla konulmayacak mı’ İşte ben o tuğlayım ben Peygamberlerin mührüyüm (hatemiyim). (bkz. Buharî, Kitabu’l-Menâkıb, Bab u Hatemi’nNebiyyin). İslâm kendini Kur’an’da vahye dayalı bütün dinleri kuşatıcı anlamında “ed-Dîn” olarak tanıtır. (bkz. Âli İmrân 3/19) Bilindiği gibi bu dinin temeli tevhid inancına dayanır. Ancak bu birlik akidesi gerçekte sadece Allah’ın bir olduğuna inanmak şeklinde metafizik ve soyut bir inançtan öte bir anlam taşır. Bu birlik Allah ile yeryüzündeki halifesi diye tanımladığı insan arasındaki bir sözleşmeye, misaka dayanır. Halife kavramı ile ilgili şu hususu hatırlatalım. Gelenekle, siyasi bir kavram hüviyetine bürünen halife kavramı Kur’an’da her bireyin yeryüzündeki sorumluğunu ifade eder ve insanoğlunun bütün fertlerini kapsar. Tevhit-misak ve halife arasında bağlantıyı düşünerek söylenecek olursa tevhit, insanın çoklu eylemlerinin ardında ona bütünlük kazandıran birliktir. Sûfî irfân geleneğinin ifadesiyle söylemek gerekirse kesret görünümündeki vahdeti veya kesretin ardında gizlenen vahdeti fark etmektir. Böylece bütün görünümler sıradanlıktan, düzensizlikten, gayesizlikten tevhit inancı ile arınır, birlik kazanır. Bu anlamıyla tevhidin her alanda uzantısından söz edebiliriz. Söz gelimi dindeki tevhid anlayışı, farklı din mensuplarını, bölünme ve tefrikanın ardındaki birliği, inanç düzeyinde kavramaya davet eder. Halbuki din günümüzde farklı din mensupları arasında medeniyet çatışmalarından söz edildiği bir ortamın körükleyicisi haline gelmiştir. J. J. Rousseau, Yaratan’ın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanların elinde bozulur, der (Rousseau, 1945: 8) Konumuzla bağlantısı bakımından bu hususu şöyle ifade edebiliriz. Din, insanları vahdete çağıran, kaynaklarının bir, sergüzeştlerinin bir olduklarını dolayısıyla hepsinin farklı özelliklere sahip kardeşler olduklarını öğütleyen bir değerler manzumesidir veya öyle olmalıdır. Halbuki dindarlık algıları, İslâm coğrafyası da dahil olmak üzere değer çatışmalarının günümüzdeki en önemli müsebbibidir denilirse mübalağa edilmiş olmaz. “ed-Din” deki vahdet şuuru değerlerin ortak vizyon ve bağlantısını sağlayan bir üst 5 değer olması gerekirken bu alandaki tevhitten uzaklaşılmış tefrika ve değerler arasındaki çatışmanın müsebbibi din ve dindarlık algıları olmuştur. Din-değerler eğitimi Bu noktada din ve değerler ilişkisi üzerinde durmak gerekir. Değer kısaca insanın tutum ve davranışlarını belirleyen ölçüt şeklinde tanımlanmaktadır. Diğer yandan kavram daha önce dinlerin hüküm sürdüğü bir alandaki boşluğu doldurmaya niyetli gözükmektedir. Zira kaynağından temiz bir su misali doğan ilahi dinler tarihsel süreç ve uygulamalarla kirlenmiştir. Bu kirlenme sonucu insanları birleştirmesi gereken tevhid dini ayrılıkları körükler hale gelmiştir. Bunu bir tür şirk olarak da tavsif edebiliriz. Günümüzdeki “de facto” durum itibariyle söylenecek olursa dinden hareketle insanlar arasında ortak bir değerler manzumesi inşa edilmesi ütopik bir gayretkeşlikten öteye geçmeyecektir. Çoğu zaman bu gayretlerin iyi niyetli olması sonucu değiştirmez. Tefrika o boyutlara ulaşmıştır ki din ile ilgili vurgular çoğu zaman ayrıştırıcı hususları körüklemektedir. Bu hususun müsebbibi olarak dinin kendisini görmek elbette doğru bir yaklaşım değildir. Toplumların düzeyinin ve geri kalmışlıkla ilgili sorunlarının bir bileşkesi olarak bu sonucun ortaya çıktığını söylemek daha doğru bir yaklaşımdır. Gelişmiş ülkeler kendi hurafeleri ile daha erken asırlarda yüzleşerek ortak işleyen hukuk kuralları ve onların ardında yatan bir dünya görüşü etrafında bir toplumu inşa etmeyi başardılar. “Gelişmekte olan- bu ifadenin diğer ülkeleri rencide etmemek üzere bu şekliyle kullanıldığını hatırlatalım- ülkeler ise yaşadıkları çağın kodlarını okumaktan uzak kaldılar. Çağın zihniyet egemenliği yerine sömürgeleri konumunda kaldılar. 19-20. asırların tecrübesine istinaden Batı dünyasında ve ülkemizde dinin özellikle toplumun alt kesimleri arasında görünür bir yer edinmesi, dindarlar üzerinden dine karşı bir önyargının oluşmasını teşvik etti. Orhan Pamuk’un 1950’li yılların İstanbul’unda geçen çocukluk günleriyle ilgili hatırasındaki şu tasvir bu realiteyi vurgulamaktadır. “Bana sanki yoksul oldukları için ikide bir Allah’ın adını anıyorlar gibi gelirdi… Belki de Allah’a o kadar inandıkları için yoksul kalmışlardı. Bizler yalnız mal mülk sahibi olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve “pozitivist” olduğumuz için de hükmetme hakkına sahip olduğumuz bu “cahil” insanların tuhaf itikatlarına fazla bağlanmalarına yalnız kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de şiddetle karşı çıkmalıydık.” (Pamuk, 2006: 99) 6 Yarım asır öncesinde böyle bir algı ile algılanan dini değerler günümüzde çağının kültürel tazyikleri karşısında kendi ilkelerini tarihten süzemeyen ve çağlarını doğru okuyamayan dindar gruplar ve gelişmemiş toplumlar elinde heyelan halindedir. Öncelikle şu değerlendirmeyi yapmak istiyoruz. “İlmihal dindarlığı” olarak nitelendirdiğimiz bir din algısı hayatın tüm alanlarını kuşatan diğer bir ifadeyle “vahdet”e dayalı bir değerler manzumesi üretemez. Günümüzdeki baskın haliyle ilmihal dindarlığına dayalı böyle bir din anlayışının insanlarda var oluşu anlamlı kılacak anlam arayışını kamçılayacak değerler üretemediği bir öngörü değil vakıadır. Televizyonların dini programlarında din ile ilgili sorulardan, Alo Fetva hattına yapılan müracaatlardan bu hususun istatistiki sonuçları çıkarılabilir.1 Zira her bir toplum, din de dâhil her şeyi kendi zihniyet düzeyine uygun biçimde algılamaktadır. Bu türden yüzeysel bir din algısı değer üretmek bir yana geri kalmış toplumlarda ayrıştırıcı unsurların başında gelmektedir. Zira “din” çatışmacı ve ideolojik bir kurgu üzerinden algılanmaktadır. Kısa vadede bunun çözümü de mümkün gözükmüyor. On dört asırlık İslâm tarihi tecrübesi müstağni kalınamayacak bir deneyim alanıdır. Bu tecrübe, bize uygulanmamış teorilere daima mesafeli yaklaşmamız gerektiğini öğütler. Daha önceki asırlara bakıldığında dönemin “şartları ve ruhu” ile ortaya atılan birçok albenili teori ve uygulama daha sonra tarihin çöplüğünde birer enkaz hüviyetini almaktadır. Kısaca bir toplumda kültürel ve tarihi arka planı olmayan taşıma kavramlar o toplumun değerlerine can suyu olamadığından, değerler sahasında kuraklık baş göstermektedir. Günümüzde değerler eğitimi başlığı altında yer verilen kavramları tekrar sıralayalım ve yapılması gereken nedir, sorusuna tekrar dönelim. Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, güven, hoşgörü, alçakgönüllülük, empati, kanaatkarlık, çalışkanlık, sabır. Her bir düşünce sistemi teoride yukarıdaki kadim değerlere önem atfeder. Ancak yukarıdaki kavramlara dikkat edilirse İslâm medeniyet tecrübesindeki kavram haritasına uygunluk bakımından tarihte bu değerleri, duygu, tutum ve davranış olarak tahakkuk ettirenler yüzyılların şahadetiyle bugün isimleri toplumun geniş kitlelerince saygı ve sevgi ile anılan mutasavvıflardır. Ehlullah olarak kabul edilen Mevlânâ’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’lerin anladıkları veçhe ile İslâm’ın değerlerini günümüze yeniden 1 Bu hususla ilgili örnek bir değerlendirme için uzun yıllar dini programlar yapan bir yapımcının şu değerlendirme yazısına müracaat edilebilir. (bkz. Böhürler, “Televizyon Din ve Biz”) 7 kazandırmalıyız. İslâm’ın bu veçhesi tarihsel olarak asırlar boyunca test edilip kendisini kanıtlamış bir tecrübedir. Büyük mutasavvıflar tarafından hayatta temsil ve gerçeklik kazanan bu kavramlar daha sonra kurumsallaşan ve birer adap mahalli kabul edilen tekkeler vasıtasıyla hizmet görmüştür. Ancak İslâm toplumlarının duraklama ve gerilemesinden itibaren diğer kurumlar gibi tekkeler de bu fonksiyonlarını icradan uzaklaşmışlar ve nihayetinde ülkemizde kapatılmışlardır. Bölgemizde ve İslâm coğrafyasında günümüzde yüzleştiğimiz din ve mezhep algılarından kaynaklanan çatışma ve sorunlarla birlikte düşünüldüğünde mutasavvıflarla ilgili yukarıda ifade edilen tarihsel tecrübe kanıtının değeri daha iyi fark edilecektir. Dolayısıyla bu tür değerlerin günümüze bakan veçhesiyle ele alınarak ihya edilmesine kaynağını Kur’an ve nebevi hikmetten alan ehlullahın tasavvufi yorumları ilham kaynaklığı etmelidir. Aksi halde ilmihal dindarlığına ve selefi zihniyete sahip dindarlık algıları geri kalmışlığın pençesindeki İslâm dünyasındaki mezhep ve din çatışmalarını iyice alevlendirecektir. Burada diğer bir hususu daha belirtmek zorundayız. Tasavvufun ilkeleri ile günümüzdeki çoğu tarikatın uygulamaları arasında gittikçe artan bir farklılıktan söz edilebilir. Bu hususu İslâm’ın kendi kaynaklarından öğrenilmesi ile Müslüman toplumların günümüzdeki uygulamalarından hareketle İslâm’ı öğrenmeye çalışmaya benzetebiliriz. Ehil olanları tenzih ederek şu söylenebilir. İhtida eden Batılılar İslâm’ı kaynaklarından değil de Müslümanlar üzerinden tanımaları durumunda Müslüman olmakta zorlanacaklarını itiraf ettikleri gibi tasavvufun ilkeleri ile tarikatların pratik uygulamaları arasında reel bir ayrışmaya dikkat çekmek gereklidir. Tasavvufun ilkeleri ve tarikatların uygulamaları arasındaki ilişki bir başka çalışmanın konusu olacak kadar geniştir. Dolayısıyla asıl konumuzdan uzaklaşmamak için bu konuyu bu atıfla bitirmek istiyoruz. Kısaca söylemek gerekirse değerler ve din ilişkisi bağlamında Müslüman toplumların temel sorunu dine yeterince bağlı olmamak, dini az veya çok yaşamak veya dinin aslına dönme gibi ilgi uyandıran ancak meselenin esasını vaz etmeyen tali sorunlar değildir. Müslüman toplumların temel sorunu az gelişmişlik sorunudur. Çünkü az gelişmiş bir toplum ve onun zihniyetiyle oluşan devlet ve zihniyet her türlü ulvi değeri işlevsiz ve nefret edilecek bir hale getirir. Bu hususla ilgili bir örnek verelim. Yaşayan Değerler Eğitimi Programının (İngilizce kelimelerin baş harflerinin kısaltmasıyla (LVEP) nin sıraladığı değerlerden biri “simplicity” dir. Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla bu programın üyeleri arasında olduğunu hatırlatalım. Simplicity 8 kelimesini sadelik, gereksiz israf ve gösterişten uzaklaşmak, insanın kendi için yeterli olanla iktifa etmesi, doğal kaynakları hoyratça tüketmemesini işaret eden bir değer olarak görebiliriz. Bu değeri bizim kültür tarihimizde sadelik, zühd, kanaat, kifâf-ı nefs gibi kelimelerle ifade edebiliriz. Zühd, sadelik ve kanaat, İslâm toplumlarının gelişmişlik düzeyi iyi olduğu dönemlerde yukarıda sayılan olumlu bir işleve sahipti. Ancak zihniyet gerilemesiyle birlikte zühdane yaşam, miskinlik ve tembellik üreten bir belaya dönüşmüştür. Hz. Ömer’in, Ömer b. Abdülaziz’in, Selçuklu ve Osmanlı Padişahlarından sade yaşam sürenlerini devletin ve halkın kültürel ve zihniyet seviyesinin yüksek olduğu dönemlerde takdir ederiz. Ancak az gelişmiş bir toplumda bu değer bir baş belasına dönüşebilir. Bu hususu Nobel Edebiyat ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un Kahire’de geçen çocukluk dönemini ve Mısır’daki yaşamı anlattığı bir romanındaki şu cümle özetler: “Saadetin basit bir yaşam sürmekle elde edilebileceğini (es-seadeh fi’l-besateh) söyleyen filozofa lanet olsun” (Mahfuz, 2005). Mahfuz’un bu ifadeleri Mısır’daki çocukluk yaşamının gerçek bir tasvirine dayanıyordu ve haklıydı. O halde bir değer olması gereken –simplicity, sadelik ve zühdgelişmemiş bir toplumdaki uygulamalarla felaketin müsebbibi haline gelebilmektedir. Dolayısıyla geri kalmışlık sorunu ve zihniyet geriliği çözülmeden değerlerin ithalat yoluyla ihyâ edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Türkiye tarihinden bir örnekle konuyu müşahhas hale getirelim. Tekkelerin kapatılması üzerine meydana gelen boşluğu doldurmak ve ona bir alternatif olmak üzere 19 Şubat 1932 tarihinde 14 il merkezinde Halk evleri açılmıştır. Halkevlerinin açılışında Aydın mebusu Dr. Reşid Galip yaptığı konuşmanın ardından şunları söyler: “… Bu hakikatlerden çıkarılacak olan netice şudur: Biz bütün tarih imtidadında dünyaya medeniyet mürebbiliği yaptık..” Rahat, sakin, dünya ile alakası kesik kaygısız hayatı türbelerin ve tekkelerin gömüldüğü mezara gömmeliyiz. Bize coşkun hareket ve faaliyetle dolu hayat lazımdır” (Kara, 2002: 190) Türk Eğitim politikaları üzerindeki etkisi malum diğer bir isim olan İ. Hakkı Baltacıoğlu açılışından beş yıl sonra (1937’de) halk evlerinin yeni cumhuriyet nesline değer aşılama konusundaki işlevini şöyle izah etmektedir: “Bugün Türk ailesi esasen çocuğun sosyal şahsiyetini kuracak zamana, çok defa da ehliyete malik değildir. Bu ailelerden bir kısmının zaten sosyal zümre tabiatından mahrum olduğunu görüyoruz. Mektebe gelince, burası hâlâ mı hâlâ bir okuma, yazma, ezberleme yahut anlama, nihayet imtihana hazırlanma yeridir. Sosyal şahsiyet ve karakter bakımından teşekkül etme kalıplanma yeri değildir. Dışarıda gençlik teşkilatı yoktur. Gerçi Halkevleri vardır. Fakat bunlar gençleri değil, yalnız bir zümreyi çalıştırmakta yahut seyirci yerinde bırakmaktadır. 9 Bir gençlik teşkilatı lazımdır. Bu teşkilatın hedefi şu olacaktır. 1. Türkiye’nin bütün gençlerine toplu hayat yaşatmak 2. Onları müşterek iş hayatına alıştırmak 3. Onlara müşterek mesuliyet duygusunu aşılamak 4. Onlara kollektif neşeyi tattırmak 5. Onlara rejim (Kemalizm) istikametinde bir moral vermek 6. Onlara yürüyüş, musiki, tiyatro, edebiyat zevklerini vermek 7. Onlara yeni humaniteyi yani ilimciliği, endüstriciliği, müsavatçılığı aşılamak. Bunları yapmak için en iyi vasıta yine Halk evleri olacaktır. Fakat bu evleri hakikaten bu işin hayrına kanmış olan enerjik ve teşkilatçı adamlara teslim etmek gerekir. Biz öyle Halkevleri biliyoruz ki hemen hiçbir kolu işlemiyor, bütün faaliyetler yılda birkaç defa köy gezintisi ve bir iki temsil yapmaktan ibarettir. Çok açık söyleyelim ki Kemalizm devlete girmiş, ekonomiye girmiş, fakat mektebin sosyal teşkilatına ve mektep dışı gençlik hayatının organizasyonuna girmemiştir. Niçin? Şunun için ki resmi pedegoglarımız henüz mektep programlarını “toplu tedris” sistemine uydurmakla meşguldürler. Onların dışında kalanlar da seslerini cesaretle yükseltmenin vazife olduğunu bilmiyorlar. Talebe hocasını, çocuk babasını öldürüyor da hâlâ bekliyorlar!” (Kara, 2002: 191) Yakup Kadri ise Panaroma adlı romanının ilk baskısında halkevlerinin 1953’deki durumunu şöyle tasvir eder: “İnkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali hiçbir kalem şu satırlardaki kadar realist bir tarzda canlandıramamıştır. Sana bu satırları içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak bile mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor, bunun üstünde İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyleye, amin!” (Kara, 2002: 191) Bugün geldiğimiz seviyenin alkol ve uyuşturucu kullanımının ilkokul düzeyine indiği gerçeği ile düşünüldüğünde dünden bugüne daha kötü bir seviyede olduğumuz söylenebilir. Buradaki suçlu tabi ki halkevlerinin kendisi değildir. Söylemeye çalıştığımız bir toplumun kavram haritasına uygunluk arz etmeyen ithal kavramların o toplumda kalıcı değer üretemediğini tarihsel bir örnekle belirtmektir. Dönemin albenili teorileriyle uygulaması geçmişte yapılmamış bir değerler manzumesi inşa etmek çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla bu sempozyumun üst başlığını teşkil eden değerlerin yeniden ihya edilmesi konusu Müslüman toplumların az gelişmişlik sendromu ile yüzleşmeden çözülemez. Gelişmiş bir ülkeye nispetle Müslüman toplumlardaki geri kalmışlık sendromunun tüm değerleri ifsat eden ve gelişip serpilmelerine imkan vermeyen en bariz kırılganlığı kanaatimizce birey-aşiret (grup, cemaat) zihniyetinde yuvalanmıştır. Yukarıdaki hususu biraz açalım. Sanayileşme öncesi tarım toplumunda önemli olan kas gücü olduğundan birey yerine aşiret önceliklidir. Irk, din, kan bağı, toplumsal statü veya başka herhangi bir bağ ile bağlı olduğunuz grup ve aşiret, doğadaki tehlikeler karşısında kendinizi güvende hissetmenizi sağlar ve yeri geldiğinde sizi diğer grupların saldırısından korurdu. Zira güvenlik ihtiyacı insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. İnsan, güvenliğini tehdit altında hissettiği durumlarda diğer tüm ihtiyaçlarını askıya alabilir. Aşiret veya 10 herhangi bir gruba mensup olan üye, haklarının ihlal edilmesinden bağlı bulunduğu aşiret ve grup sayesinde korunur. Böylece aşiret ve grup onu oluşturan üyeler arasında adeta bir külte dönüştürülür. Sanayi devrimi ile kas gücünün yerini giderek makinelerin almasıyla devam eden süreç, bilgi ve teknoloji çağı kabul edilen günümüzde toplumların temel niteliğini grup birlikteliğinden bilgiye ve bilgiyi etkili kullanmaya evrimleştirmiştir. Meşhur İngiliz düşünürü Francis Bacon’ın (ö. 1626) bilgi güçtür (knowledge is power) sözünü henüz daha 17. Asrın başlarında söylediğini hatırlatalım. Bilgi güçse bilgiyi kim üretirse hakimiyet ona ait olacaktır. Bilim tarihinde bilginin üretimine, bilimsel keşifler tarihine bakılacak olursa hiçbir zaman bir topluluk tarafından bir keşif ve icat yapılmadığını rahatlıkla görürüz. Bilim tarihinde yanılgılara işaret eden ve keşif yapanlar daima bireyler olmuştur. Bireyler kimi zaman uygun ortam olmadan da bunu yapabilmiştir. Toplumlar ancak bireylerin icat ve keşfine uygun ortam sağlayıp/sağlamama bakımından bu sürece olumlu veya olumsuz etkide bulunmuştur. Ancak topluluğun icat ve keşfine bilim tarihi tanıklık etmemiştir. Toplum daima mevcudu muhafaza taraftarıdır ve yeniliklere kapalıdır. Genellikle dini inanışları da kendi gelenek ve statükosunu muhafaza için kullanmaktadır. Toplumların işleyişindeki bireyin lehine değişen yeni düzeni daha erken fark eden milletler gruplaşma yerine nitelikli birey yetiştirmenin yöntemleri üzerinde durmuşlardır. Günümüzde bu durum gitgide artan bir ivme ile kaliteli bireyin önemini artırmaktadır. Çağımızdaki uluslar arası şirketlerin çoğu başarılı girişimcilerinin ürettiği yeni fikir ve projelerin sonucudur. Ancak bu tür fikirlerin uygun ortamlar vasıtasıyla teşvik ve itibar görmesi lazımdır. Aksi halde gruplar tarafından farklı görülen unsurlar kendilerine benzeştirilmeye çalışılacaktır. Ziya Paşa’nın ifadesiyle “Marifet iltifata tabidir, Sermayesiz meta zayidir.” Kısaca aşiret zihniyetinin geri kalmış toplumların geriliğinin temel sebeplerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira dini, siyasi vs. her grup vasatın yaygınlık ve hegemonyasına dayanır. Bu yüzden kitle iletişim uzmanları, kitle üzerinde etkili bir reklam ve propagandanın unsurlarının 12 yaşındaki bir çocuğun IQ düzeyinde olduğunu söylerler. Yeniliklere kapalı aşiret zihniyetine dayalı gruplaşmanın tetiklediği ikinci zararlı unsur fanatizmdir. Gelişmiş bir toplumda ise aşiret-grup fanatizmi yerini bireye bırakır. Bunun daha erken farkına varan ve uygulamaya koyan milletler, birey merkezli, bireysel farklılıkları özgürleştirici ve bireyin yaratıcılığını kuvvetlendirici yönde yatırımlarını yapmışlardır. 11 ABD’nin kurucu babalarından kabul edilen William James (ö. 1910) “Birey rahat ederse devlet rahat eder” sözünü 19. asırda söylemişti. Günümüzde bu ivme güçlenerek devam etmektedir. Söz gelimi ABD’de Başkan Obama’nın verdiği başkanlık direktifiyle büyük Amerikan projesi olarak nitelendirilen ve (Brain Research through Advancing Innovative Neurotechnologies) BRAIN şeklinde kısaltılan büyük bir proje başlatıldı. Bu projede insan beyninin nasıl çalıştığı, bu işleyişte nelerin değişmeye başladığı ve yönün nereye gittiği ortaya çıkarılacak; daha yaratıcı, daha üretken beyinlere sahip olunması için nelerin yapılması gerektiği de ortaya konulacak. Projenin açılış toplantısında Başkan Obama projenin gerekçesini şöyle takdim ediyordu. “Amerika’nın en güçlü yanı fikirlerdir. Hayal kuran bir ulusuz. Bizler risk üstlenicileriz. Kimsenin göremediğini gören insanlarız (Turgut, 2013: 41).” Kanaatimizce değerlerin içselleştirilmemesi önünde toplumumuzda ve Müslüman toplumlardaki en büyük engel, bireyi ve özelliklerini asimile eden ve grup kültünü yaygınlaştıran gruplaşma ve aşiret kültüdür. Bu gruplaşma dini olabileceği gibi kanarya severler şeklinde yahut bir futbol takımının fanatik bir grubu olarak da karşımıza çıkabilir. Bu konuyla ilgili Rolf Dobelli’nin Hatasız Düşünme Sanatı adıyla Türkçeye çevrilen eserini tavsiye edebiliriz. Eser özellikle grup psikolojisinin insan doğasında bulunan mantık dışı duvar ve önyargıları nasıl harekete geçirip rasyonellikle doğru bilgi analizini engellediğini anlatmaktadır (Dobelli, 2013). Konumuzla ilgili olarak şu soruyu soralım. Acaba insanlar net düşünebilmelerini engelleyen faktörlerden dolayı mezheplere, dini gruplara ayrılmaya meyilli olabilirler mi? Din ve mezhep kılıfı altındaki gruplaşma ve ayrışmaların körüklediği çatışmaların dünyanın geri kalmış bölge ve ülkelerinde –ki maalesef Müslüman toplumların bir çoğu bu kategoride yer almaktadır- görülmesi doğrudan geri kalmışlıkla ilgili olabilir mi? Dobelli bunu insanın temel içgüdelerinden biri olan hayatta kalma ve güvenlik içgüdüsüne dayanan bir psikoloji ile izah ediyor. İnsan, atalarından aktardığı bilinçle, bir grubun üyesi olmayınca gıda bulmasının ve tehlikeden korunmasının zor olduğunu bilir. Bu hususu günümüzde dini cemaatlere, çeşitli aidiyetlere, takım taraftarlığına dahi teşmil edebiliriz. Böylece yazarın “grup olma önyargısı” dediği durum ortaya çıkıyor. Doğal olarak her grup diğer gruplardan farklılığını belirginleştirerek kendi varlığını devam ettiriyor. Öteki gruplara karşı kendi konumunu emniyete almaya çalışıyor. Böylece gruplar arası mücadele nihayet insan öldürmeye kadar varıyor. Grubun devamını sağlayan unsurlardan bir diğeri grubun üyeleri arasında oluşan kontrol illüzyonudur. Grup üyeleri gruba olan mensubiyetlerini psikolojik bir yanılgıya 12 dayanan bir rahatlama ile sürdürürler. Zira onlara göre bir çok şey mensup oldukları grup tarafından kontrol edilmektedir. Grup olmadığı takdirde düzen bozulacaktır. Kontrol illüzyonuna şöyle bir örnek verebiliriz. Birçok açık ofiste klimaların ısısı merkezden ayarlanmaktadır. Ancak klimaların kumandaları çalışanların ellerinde artırılıp eksiltilir gözükür. Böylece çalışanlar kontrolün kendilerinde olduğunu düşünürler ve ısı konusunda idareye az şikâyet gider. Kısaca söylemek gerekirse insanın hayatını anlamlı kılacak değerlerin içselleştirilmesi ancak aşiret zihniyetinden ve önyargılarından kurtulan ve net düşünebilen bireylerin olduğu özgür bir ortamla gerçekleştirilebilir. Bu konuyla ilgili temel sorunlardan bir diğeri din ve özgürlük ilişkisidir. Zira özgürlük, toplumdaki geleneksel davranışların değer olmasını sağlayan her bireyin kendi tercih ve kararlarıyla doğru ve yanlışlarıyla şekillenen bir hayat sürmesi için ihtiyaç duyduğu bir zemindir (Akyol, 2013: 223). Başka bir ifadeyle gerçek dindarlığın zemini baskı değil özgürlük olmalıdır (Akyol, 2013: 210). Dolayısıyla din ve özgürlük ilişkisi en önemli konulardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ünlü şarkiyatçı Bernard Lewis Ortaçağ’daki İslâm dünyasının özgürlük ile ilişkisi konusunda şöyle der: “Ortaçağ İslam dünyası, kendisinden öncekilerden, çağdaşlarından ve kendisinden sonra gelenlerin çoğundan daha fazla özgürlük sunmuştur. (Lewis, 2002: 156).” Günümüzde ise yukarıda yer verilen aşiret ve gruplaşma önyargısının özgürlükleri kısıtlamada dini bir kalkan ve motive edici güç olarak kullanıldığını hatırlatalım. Bu anlayıştan türeyen dindarlık algılarında, dinin özgürlükleri kısıtlayıcı verileri öne çıkartılarak çarpık ve ideolojik bir din anlayışı ikame edilir. Bu dindarlık anlayışının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. Kuralcıdır. İlmihal dindarlığına dayanır Ötekileştiricidir. Köktencidir. Bu tür grupların diğer bir özelliği tasavvuf karşıtı olmalarıdır. Köktenci oluş bu gruplaşmanın yukarıdaki güvenlik iç güdüsüyle doğrudan bağlantılı olan psikolojik gerekçeye istinat eder. Zira köktencilik genellikle kuşatma altındaki kültürlerin ürünü olarak karşımıza çıkar (Barber, 2003: 187). Günümüz Müslüman toplumlarının değer üretemeyişinin sebeplerinden birinin kültürlerini kuşatma altında hissetmeleri ve bunun yol açtığı köktencilik ve tepkisellik olarak değerlendirebiliriz. 13 Sonuç Eğitim sistemimiz İslam’ı, İslam düşüncesini ve medeniyet tecrübesini iyi özümseyen hem de bütün dünyaya açılabilecek özgüveni yüksek bireyler yetiştirmek için kendi kültürel kavram haritasını oluşturmak zorundadır. Aksi halde ithal kavramlarla düşünmek ve kalıcı çözümler üretmek pek mümkün gözükmemektedir. Zira bir toplumun medeniyet ve zihin haritasının kavramlarına istinat etmeyen transfer edilmiş kavramlar o toplumun bireyleri için pek bir mana ifade etmemektedir. Bu yüzden bu değerlerin ülkemiz ve İslâm medeniyetinin kavram haritasıyla yeniden değerlendirilip işlevsel hale gelmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. Yapılması gereken nedir sorusuna tekrar dönerek yeniden inşâ edilecek değerlerin istinat etmesi gereken zemini şöyle özetleyebiliriz. Özgürlük zemini üzerine yükselen bir din anlayışı. İlahi esmânın taşıyıcıcı kabul edilen özgür birey. Ezeli hikmet geleneğine istinat eden evrensel değerler. Mutasavvıfların “kendini bilme” olarak özetledikleri “gönül eğitimi ve nefs tezkiyesi” modelinin ilkeleri. Konunun bu yönü bu bildirinin kapsamını aşacak mahiyette müstakil bir diğer çalışmanın konusu olabilir. 14 Kaynakça Akyol, M. (2013), Özgürlüğün İslami Yolu, (çev: Ö. Baldık), İstanbul: Doğan Kitap. Barber, B. R. (2003), Fear’s Empire: War, Terrorism and Democracy, New York: W. W. Norton. Böhürler, A., “Televizyon, Din ve Biz”, Yenişafak Gazetesi, Yazarlar-arşiv. Erişim: 18 Haziran 2014 http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AyseBohurler/televizyon-din-ve-biz/38765. Dobelli, R. (2013), Hatasız Düşünme Sanatı, (çev: Itır Arda), İstanbul: NTV Yay. Erişim: 07.04.2014. www.değerler.org. Kara, M. (2002), Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul: Dergah Yay. Lewis, B. (2002), What Went Wrong, Western Impact and Middle Eastern Response, New York: Oxford University Press. Mahfuz, N. (2005), Savrulan Kahire, (çev: H. Öznurhan), Ankara: Meneviş Yay. Merriam Webster Dictionary, “Value” mad. Erişim: 15 Nisan 2014 http://www.merriamwebster.com/dictionary/value. Pamuk, O. (2006), İstanbul: Şehir ve Hatıralar, İstanbul: Yapı Kredi Yay. Rousseau, J. J. (1945), Emil Yahut Terbiyeye Dair, (çev: H. Z. Ülken ve diğerleri), İstanbul: Türkiye Yay. Turgut, S. (2013), Yeni Medya Düzeni, İstanbul: Destek Yay. Yaşayan Değerler, Erişim: 7 Mart 2014, http://www.livingvalues.net/CRsMAIN.html.