Mülkiyet Hakkı - İNSAN HAKLARI HUKUKU Mevzuat, Kararlar

Transkript

Mülkiyet Hakkı - İNSAN HAKLARI HUKUKU Mevzuat, Kararlar
İNSAN HAKLARI AVRUPA SÖZLEŞMESİ
Açıklama ve Önemli Kararlar
2. Cilt
(İHAS 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14
Ek Protokol 1-1, 1-2, 1-3 maddeler)
Prof. Dr. Osman Doğru
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dr. Atilla Nalbant
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde Hukukçu
Bu kitap Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti ve Avrupa Konseyi tarafından birlikte finanse edilen ve
Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyinin Ortak Programı olan “Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları
Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Projesi” kapsamında basılmıştır. Projenin ihale makamı Merkezi
Finans ve İhale Birimidir.
İÇİNDEKİLER
MÜLKİYET HAKKI............................................................................651
AÇIKLAMA........................................................................................................... 651
Uygulanabilirlik.................................................................................................. 651
Kişinin ‘sahibi olduğu şey’ kavramı............................................................. 652
‘Meşru beklenti’ kavramı.............................................................................. 654
Müdahale koşulları ............................................................................................ 656
Kamu yararı amacı bulunması...................................................................... 656
Hukuken öngörülmüş olması........................................................................ 657
Adil denge kurulması.................................................................................... 659
Müdahale türleri................................................................................................. 659
Birinci kural: Mülkiyetten yararlanmayı engelleme..................................... 660
Mülkiyetten yoksun bırakmaya yakın kısıtlamalar................................. 660
Karmaşık mülkiyet statüsü...................................................................... 661
Yargı kararlarının icra edilmemesi.......................................................... 662
İkinci kural: Mülkiyetten yoksun bırakma.................................................... 664
Devletleştirme......................................................................................... 664
Kamulaştırma.......................................................................................... 665
El atma ve kamulaştırmasız el atma........................................................ 667
Tapu iptalleri: Kıyı kenar ve orman taşınmazları.................................... 669
Tazminatın belirlenmesi ......................................................................... 669
Üçüncü kural: Mülkiyetin kullanılmasının kontrolü..................................... 671
Çeşitli üçüncü kural uygulamaları........................................................... 672
İmar düzenlemeleri.................................................................................. 676
ÖNEMLİ KARARLAR......................................................................................... 679
Evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması
13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA................................................. 679
Kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama
23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ...................... 680
Mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma
21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK...... 693
Mülkiyetin kaybı—millileştirme
08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK...... 708
Kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp
09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE................................................... 726
Kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama
02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA...................... 731
VII
Patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu—
mülkiyetin kaybı
30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE........................................ 736
Tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı
09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE.... 744
Taşınmazı iade etmeme
15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE.............................................. 751
Tapu iptali—mülkiyetin kaybı
08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE................... 755
VIII
MÜLKİYET HAKKI
P1, md 1 – Mülkiyetin korunması
Her gerçek ve tüzel kişi, sahibi olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma
hakkına sahiptir. Kamu yararı gerektirmedikçe ve hukukun öngördüğü koşullar ile
uluslararası hukukun genel ilkelerine uyulmadıkça, hiç kimse sahibi olduğu şeylerden
yoksun bırakılamaz.
Ancak yukarıdaki hükümler devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek, vergiler ile diğer harç veya cezaların ödenmesini sağlamak için
gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini ortadan kaldırmaz.
AÇIKLAMA
Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün (“Protokol”) birinci maddesinin (1. madde) kenar
başlığı “mülkiyetin korunması” olduğu halde, Mahkeme bu maddenin “mülkiyet hakkı”nı
güvence altına aldığını söylemiştir. Bu madde, gerçek ve tüzel kişilerin sahibi oldukları
şeyleri devletin keyfi müdahalelerine karşı korumayı amaçlamaktadır. Bu hak, mutlak bir
hak değildir; birinci ve ikinci fıkralarda gösterilen şartlara uygun olarak sınırlandırılabilir.
Uygulanabilirlik
Mülkiyet hakkı, kişinin sahip olduğu şeyler üzerindeki hakkını güvence altına alır.
Bu maddenin uygulanabilir olması için, kişinin “sahip olduğu bir şey”e kamu makamları
tarafından bir müdahalede bulunulmuş olması gerekir.
Maddenin içindeki “sahibi olduğu şey” teriminin karşılığı olarak, Fransızca metinde
“biens”, İngilizce metinde ise “possessions” sözcükleri kullanılmıştır. “Biens” kelimesi
maddi eşya üzerindeki haklar ile maddi olmayan şeyler üzerindeki hakları ifade eder. Diğer yandan, İngilizce metindeki “possessions” kavramı, mülkiyet hakkından daha geniş
olarak “sahip olunan şeyler” anlamını taşır. İngilizce metindeki “possessions” ve Fransızca metindeki “biens” sözcüklerine karşılık Türkçede “mal ve mülk” sözcüklerinin kullanıldığı da görülmektedir.
Mülkiyet hakkının konusu olan şeyler taşınır ve taşınmaz mallarla sınırlı değildir.
Somut ve soyut varlıklar, hisse senetleri, patent, telif hakları, emeklilikte gelir elde etme
hakkı, kiralanan bir mülkten gelir elde etme hakkı, belirli bir mesleği icra etme hakkı,
müşteri çevresine sahip olma gibi varlık veya değerler de mülkiyet hakkı kapsamında
yer alır.
Sahibi olduğu şeyden “barışçıl bir biçimde yararlanma” terimi İngilizce metinde “peaceful enjoyment” terimiyle karşılanmış, Fransızca metinde ise “droit au respect” (“saygı
hakkı”) olarak ifade edilmiştir. Bu kavramlar, sahip olunan şeyi kullanma, onarma, tasarrufta bulunma, rehin veya ipotek etme, kiralama, satma, hatta tahrip etme haklarını da
içerir.
651
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Bu madde mülkiyet hakkının kullanılmasını devlet müdahalelerine karşı korumaktadır. Genel olarak devletin mülkiyet hakkına müdahalesi, “mülkiyetten yararlandırmama”,
“mülkiyetten yoksun bırakma” ve “mülkiyetin kullanılmasını kontrol etme” şeklindeki
tasarruflarıyla gerçekleşebilir. Mahkeme, devletin negatif yükümlülüğünün yanında, bazı
hallerde devletin mülkiyet hakkını koruma şeklinde pozitif yükümlülüğünün de bulunabileceğini belirtir.
Kişinin “sahibi olduğu şey” kavramı
Bir başvurucu, ancak kendisinin 1. madde anlamında “sahibi olduğu şey”e bir müdahalede bulunulmuş olması halinde bu maddenin ihlal edildiğini iddia edebilir. Dolayısıyla
bir olayda kişinin sahibi olduğu bir şeyin bulunup bulunmadığının tespiti, kişinin hakkının korunması ve bu maddenin olayda uygulanabilirliği açısından önem taşır.
Bu maddedeki kişinin “sahibi olduğu şey” kavramı, Sözleşme’nin özerk kavramlarından biridir. Diğer bir deyişle, Mahkeme, kişinin sahibi olduğu şey kavramına iç hukukta
verilen anlamla bağlı değildir (Saghinadze ve Diğerleri, §103); bir şeyin bu madde anlamında kişinin sahibi olduğu bir şey oluşturup oluşturmadığını Mahkeme belirler.
1. maddenin koruduğu kişinin sahibi olduğu şey, “sahibi olduğu mevcut bir şey” olabileceği gibi, “malvarlığına ilişkin değerler” de olabilir. Malvarlığına ilişkin değerler kavramı, başvurucunun mülkiyet hakkından etkili şekilde yararlanmayı elde etme konusunda
en azından “meşru beklentisi”nin bulunduğunu savunabileceği talepleri de içerir (J.A.
Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §61; Maltzan ve Diğerleri (k.k.), §74(c)).
Bu madde, mülkiyeti kazanma veya edinme hakkını güvence altına almaz (Van der
Mussele, §48; Kopecky [BD], §35; Slivenko ve Diğerleri (k.k), §121). Mülkiyet hakkı
mevcut olmalıdır (Marckx, §50; Anheuser-Busch Inc., §64).
Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Pistorova, §38; Des Fours Walderode (k.k.),
no. 40057/98; Zhigalev, §131). Bir başvurucunun 1. maddeye göre korunmayı gerektiren
mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı konusunda bir uyuşmazlık bulunması
halinde, Mahkeme’nin başvurucunun hukuki durumunu karara bağlaması gerekir (J.A.
Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §61).
Kişinin sahibi olduğu şeyler, fiziksel eşyalarla sınırlı değildir. Kişinin belirli bazı hakları ve menfaatleri de bu madde bakımından “sahibi olduğu şeyler” olarak görülebilir ve
böylece mülkiyet hakkının güvencesinden yararlanırlar. Her olayda incelenmesi gereken
husus, bir bütün olarak ele alındığında olaydaki şartların başvurucuya 1. maddede korunan bir maddi menfaat sağlayıp sağlamadığıdır (Depalle, §62; Anheuser-Busch Inc.,
§63).
Mülkiyet hakkına ilişkin menfaat bir alacak niteliğinde ise, bu alacak konusunda “gerçek bir uyuşmazlık” veya “savunulabilir bir iddia”nın varlığına dayanılması yeterli değildir. 1. madde bakımından bir ödeme istemi, ancak ulusal hukukta yeterli bir dayanak
olduğunda, örneğin ulusal mahkemelerin bunu teyit eden yerleşik içtihatları bulunduğunda bir “malvarlığı” olarak kabul edilebilir (Plechanow, §83; Vilho Eskelinen ve Diğerleri,
§94; Kopecky, §52). Bir mahkeme hükmünden doğan bir alacak, icra edilebilir olduğu
yeterince ortaya koyulması halinde, “malvarlığı” oluşturur (Stran Greek Refineries ve
Stratis Andreadis, §59; Burdov, §40).
Mahkeme’ye göre, mülkiyetten ya da başka bir ayni haktan yoksun bırakma anlık bir
işlemdir; sürekli bir durum yaratmaz (Malhous (k.k.), no. 33071/96).
652
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
Protokolün 1. maddesi, Sözleşmeci Devletlere Protokolü onaylamadan önce kendi
üzerlerine geçirdikleri mülkiyeti iade etmelerini gerektiren genel bir yükümlülük yüklediği şeklinde yorumlanamaz. Ama devletler mülkiyeti iade etme konusunda düzenlemeler yapabilirler. 1. madde Sözleşmeci Devletlerin, iade edilecek mülkiyetin kapsamını
belirleme ve eski maliklerin mülkiyet haklarını iade ederken koşulları seçme serbestlikleri üzerinde herhangi bir kısıtlama koymaz. Sözleşmeci Devletler, özellikle belirli
kategorideki eski maliklerin bu tür bir iade hakkından hariç tutulmaları konusunda geniş
bir takdir yetkisine sahiptir. Bu şekilde hariç tutulan belirli kategorideki maliklerin iade
talepleri, 1. maddedeki korumadan yararlanmak için “meşru beklenti”ye temel oluşturmaz. Bu bağlamda, eğer devletler bu tarz taşınmazları iade etmeye karar vermişlerse, bu
iade işleminin kapsamını ve koşullarını serbestçe belirleyebilirler (Jantner, §34).
Protokolü onaylayan bir Sözleşmeci Devlet, önceki rejimde müsadere edilmiş mülkiyetin tamamen veya kısmen iadesini öngören bir yasa çıkaracak olursa, böyle bir yasanın koşullarını taşıyan kişiler için 1. madde tarafından korunan yeni bir mülkiyet hakkı
doğurduğu kabul edilebilir. Sözleşmeci Devlet tarafından Protokolün onaylanmasından
önce iade veya tazminat getiren düzenlenmeler, onaylamadan sonra da yürürlükte bulunuyorsa, aynı şey geçerlidir (Maltzan ve Diğerleri (k.k.), §74).
Mülkiyet hakkının tanınması ümidi, 1. madde anlamında “malvarlığı” olarak kabul
edilemez (Malhous (k.k.)). Ayrıca etkili bir şekilde kullanılmasının mümkün olmadığı bir
mülkiyet hakkının yeniden tanınması beklentisi, “meşru bir beklenti” olarak değerlendirilemez ve mülkiyet hakkı kapsamında koruma görmez. Koşula bağlı bir alacak hakkı da
böyledir; çünkü o koşul gerçekleşmez ise, bu hak ortadan kalkmaktadır (Prince HansAdam II de Liechtenstein, §82 ve 83).
Daha önce yürürlükte bulunan bir Kanunun başvurucunun lehine olarak değiştirileceği inancı, 1. madde bakımından meşru beklenti olarak görülemez. Bir iade ümidi ne
kadar anlaşılabilir olursa olsun, salt bir iade ümidi ile meşru beklenti arasında fark vardır;
meşru beklentinin salt bir ümitten daha somut nitelikte olması ve bir yasa hükmüne veya
yargısal karar gibi hukuki bir işleme dayanması gereklidir (Gratzinger ve Gratzingerova
(k.k.), §73).
Gelecekteki gelir, ancak kazanılmış ise veya gelire yönelik icra edilebilir bir alacak
mevcut ise, “malvarlığı” oluşturur (Ian Edgar (Liverpool) Ltd (k.k.); Wendenburg ve Diğerleri (k.k.)).
1. madde, mesleki uygulamaları ve müşterileri de kapsar, çünkü bunlar birçok yönden
özel hak niteliğine sahip varlıklar olup, malvarlığına ilişkin değerleri oluştururlar; bu
nedenle 1. maddenin birinci cümlesi anlamında malvarlığına ilişkin değerler olarak kabul
edilirler (Lederer (k.k.); Buzescu, §81).
Bir iş yapma ruhsatı, malvarlığına ilişkin bir değer oluşturur; ruhsatın iptali, 1. maddede güvence altına alınan hakka bir müdahaledir (Megadat.com SRL, §62-63; Bimer
S.A., §49; Tre Traktörer Aktiebolag, §53).
1. madde devletlere, tasarrufları sistematik biçimde endeksleme yoluyla mali kurumlara yatırılan paranın satın alma gücünü koruma şeklinde genel bir yükümlülük yüklemez
(Rudzinska (k.k.); Gayduk ve Diğerleri (k.k.)). Bu madde, devletleri alacakların değerini
korumaya veya özel alacaklar için geçerli olan oranda enflasyonla uyumlu bir gecikme
faiz oranı uygulamaya da zorlamaz (Todorov (k.k.)).
653
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Protokolün 1. maddesi, fikri mülkiyete ve ticari marka tescil başvurusuna uygulanır
(Anheuser-Busch Inc., §72). Ayrıca ekonomik bir değeri bulunan bir şirket hissesi, sahip
olunan şey olarak kabul edilebilir (Olczak (k.k.)).
1. maddenin uygulanabilirliği açısından, katkı paylı yardım ile katkı payı olmayan
yardım arasında bir ayrım yapmanın bir dayanağı yoktur. 1. madde bir sosyal güvenlik
ödemesi alma hakkı içermediği halde, eğer bir Sözleşmeci Devletin yürürlükteki mevzuatında, önceden prim ödeme şartıyla veya şartsız olarak, sosyal yardım şeklinde bir ödeme
yapılması öngörülmüş ise, bu mevzuatın şartlarını yerine getiren kişiler bakımından 1.
madde kapsamına giren mülkiyetle ilgili bir menfaat doğduğu kabul edilmelidir (Stec ve
Diğerleri (k.k.), §53-55; Andrejeva, §77).
Bazı hallerde devletin mülkiyet hakkını koruma şeklinde pozitif yükümlülüğü de doğabilir. Öneryıldız – Türkiye kararında Mahkeme, mülkiyet hakkının kullanımı bakımından kamu makamlarının sadece bu alanda keyfi müdahalede bulunmalarının değil; aynı
zamanda hakkın etkili kullanımı için pozitif önlemler almalarının gerekebileceğini kabul
etmiştir. Bu çerçevede, kişiler arasındaki ilişkilerde de devletin bazı pozitif önlemler alması gerekebilir (Broniowski, §143). Devletin alması gereken önlemler elbette olaydan
olaya değişir. Öneryıldız davasında başvurucu, kamu makamlarının görevlerini ihmal etmeleri nedeniyle çöplüğün patlaması sonucu sahip olduğu mülkiyeti kaybetmiştir. Bu
davada devletin alması gereken önlemler geniş kapsamlıdır; çünkü çevresel etkisi ağır
kamusal bir etkinlik söz konusudur.
Sözleşme’nin 6. maddesi ile Protokolün 1. maddesi, devlete yargı kararlarının icrası bakımından etkili bir sistem kurma yükümlülüğü öngörmektedir (Fouklev, §84). Bu
nedenle, bir yargı kararının icrasıyla görevli kamu makamları, bu yargı kararının icrasını engellemekte ya da kararın icrası için gerekli özeni göstermemekteyse, bu tutum
Sözleşme’nin ihlal edilmesi anlamına gelir.
Mahkeme, Blumberga – Letonya kararında şöyle demiştir: “Kişinin sahibi olduğu
şeyden yararlanma hakkına özel bir şahıs tarafından bir müdahale bulunulması halinde,
devlet bakımından bir pozitif yükümlülük doğar. Buna göre, o devlet kendi iç hukukunda mülkiyet hakkını yeterince koruyan düzenlemeler ve mağdur olan kişiye haklarını
korumak ve özellikle zararın tazminini istemek için uygun bir başvuru yolu kurmak zorundadır. Bu yükümlülük, ilgili devletin koruyucu önlemler ve tazmin tedbirleri almasını gerektirir. Eğer bu müdahale bir suç niteliğinde ise, devletin bu yükümlülüğü ayrıca
yetkililerin etkili bir soruşturma yapma ve gerekirse kovuşturma yapmalarını gerektirir
(§67).
‘Meşru beklenti’ kavramı
Meşru beklenti kavramı, temelsiz bir hak kazanma beklentisi değil; somut nitelikte,
ulusal hukukta belirli bir yasa hükmüne, istikrarlı bir içtihada dayanan bir yargı kararı
gibi hukuki bir tasarrufa dayanan bir beklenti anlamına gelmektedir. “Beklenti”, bir yasa
hükmüne veya aynî menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanıyor ise, “meşru beklenti”dir
(Saghinadze ve Diğerleri, §103). Mahkeme bu özellikleri taşıyan bir beklentiyi, “malvarlığına ilişkin bir değer” olarak kabul etmekte ve mülkiyet hakkı kapsamında koruma altına almaktadır. Ancak bu kavramın Mahkeme içtihadı yoluyla geliştirildiği ve bu nedenle
sınırları çizilmiş bir tanımının verilmesinin mümkün olmadığını da vurgulanmalıdır.
Mahkeme içtihatlarına göre, 1. madde tarafından korunan bir “meşru beklenti”nin
bulunup bulunmadığı belirlenirken, “gerçek bir uyuşmazlık” veya “savunulabilir bir
iddia”nın varlığı yeterli değildir (Kopecky, §52; Vilho Eskelinen ve Diğerleri, §94). Meşru beklenti kavramı, Mahkeme içtihadında ilk kez, Pine Valley Developments Ltd ve
654
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
Diğerleri – İrlanda kararında kullanılmıştır. Bu davada başvurucular imar müdürlüğü
tarafından verilmiş, üzerinde sanayi depoları ve işyeri kurabilecekleri yönünde bir ön
imar izni olan bir taşınmaz satın almışlardı. Ancak daha sonra imar planlarında yapılan
değişiklik ile başvuruculara imar izni verilmemiştir. Başvurucuların taşınmazının değeri,
üzerinde inşaat yapılamaması nedeniyle düşmüş ve bu taşınmaz alındığı fiyatın çok altında bir fiyata satılmıştır. Mahkeme, taşınmaza ilişkin bir ön imar izninin verilmiş olmasını
ve bu izne dayanarak şirketin taşınmazı ön imar izninde öngörülen amaç çerçevesinde inşaat yapmak üzere satın almasını, bu mülkiyetin bir öğesi olarak değerlendirmiştir.
Mahkeme’ye göre, bu davada mülkiyet hakkına benzer nitelikte koruma altına alınan
“meşru beklenti” söz konusudur. Başvurucular bu taşınmazı satın aldıklarında üzerinde
imar imkânı olduğunu belirten hukuken geçerli ve ilgili sicile dayalı bir ön sertifikaya güvenmişlerdir. Mahkeme’ye göre, bu koşullar altında başvurucuların taşınmazları üzerinde
planladıkları yapılaşmayı gerçekleştirecekleri yönünde “meşru bir beklenti”ye sahip olduklarını kabul etmek gereklidir.
Stretch – Birleşik Krallık kararında ise, başvurucu bir yerel yönetimden yirmi iki yıl
süreyle bir arazi kiralamıştır. Kira sözleşmesi gereğince başvurucu kira bedeli ödeyecek
ve bu araziye hafif sanayi için altı adet bina inşa edecektir. Kira sözleşmesi ayrıca, kira
süresinin bitiminde yirmi bir yıllık dönem için kira sözleşmesinin yenilenmesi ihtimalini
içermektedir. Sürenin sonunda, yerel yönetimin kira sözleşmesine yenileme hükmü koymak suretiyle yetkisini aştığı gerekçesiyle kira sözleşmesi yenilenmemiştir. Bu davada
Mahkeme, kira sözleşmesinin yenilenmesi koşulunu kiralayan başvurucu açısından mülkiyet hakkını tamamlayıcı içerikte bir “meşru beklenti” olarak değerlendirmiştir.
Yukarıda sözü edilen iki davada başvurucuların meşru beklentileri mülkiyet hakkı
üzerinde etki yapması kaçınılmaz olan sağlam sözleşme hukukuna dayalıdır. Başvurucuların akdettikleri sözleşmenin geriye dönük olarak kendi aleyhlerine fesih edilmeyeceği
beklentisi içinde olmaları için, iç hukukta sağlam hukuki temeller mevcuttur. Pressos
Compania Naviera S.A. ve Diğerleri – Belçika kararında ise, “meşru beklenti” kavramı
başka bir açıdan ortaya çıkmaktadır. Bu davada söz konusu olan alacak hakkı, Belçikalı pilotların ihmali sonucunda meydana gelen havayolu kazalarının tazminiyle ilgilidir.
Belçika hukukuna göre alacak, zararın meydana geldiği anda doğmaktadır. Mahkeme,
önce bu alacağı “malvarlığı değeri” olarak nitelendirmiş ve mülkiyet hakkının koruması
kapsamında değerlendirmiştir. Daha sonra Belçika Temyiz Mahkemesinin bir dizi kararına dayanarak, başvurucuların bir havayolu kazasından doğan alacak haklarının somutlaştığını görmelerinin onlar açısından bir “meşru beklenti” olarak nitelendirilebileceğine
karar vermiştir. Bu davada, Pine Valley Developments Ltd ve Diğerleri ve Stretch kararlarından farklı olarak Mahkeme “meşru beklenti” kavramını, ileri sürülen mülkiyet
hakkının tamamlayıcısı olarak değerlendirmemiştir. Buna karşın, Mahkeme’ye göre bu
tarz bir meşru beklentinin Protokolün birinci maddesi anlamında “malvarlığı değeri” söz
konusu olmadığında ortaya çıkması mümkün değildir. Aslında “meşru beklenti” kavramının kendisi bizzat “malvarlığı değerini” oluşturmakta ve bu bağlamda alacak hakkına
bağlanmaktadır. Ancak burada söz konusu olan alacak hakkı iç hukukta yeterli kesinlikte
tanınmış olmalı, yerleşik bir ulusal hukuk içtihadına dayanmalı ve dava konusu zararlara
halen uygulanabilir olmalıdır (Kopecky, §48).
Gratzinger ve Gratzingerova – Çek Cumhuriyeti kararında Mahkeme, başvurucunun
1991 yılında malların iadesine ilişkin bir kanuna dayanarak taşınmazının geri verilmesi
talebinin reddedilmesi işlemini Sözleşme’ye aykırı bulmamıştır. Mahkeme’ye göre, başvurucu bu iade kanunun en temel koşullarından birisini, ilgili devletin vatandaşı olma
koşulunu taşımadığı için talebi reddedilmiştir. Mahkeme bu davada basit bir beklenti
ile “meşru beklenti” arasındaki ayırıma dikkat çekmiş ve meşru beklentinin somut bir
655
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
temelinin bulunması, bu çerçevede bir yasal düzenlemeye veya yargı kararı gibi hukuki bir işleme dayanması gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca eğer mevzuatın uygulanmasında farklılık varsa ve istikrarlı bir uygulama mevcut değilse, yine meşru beklentiden söz
edilemez.
Müdahale koşulları
Mülkiyet hakkına kamu makamları tarafından yapılan bir müdahale çeşitli görünümlerde olabilir. Müdahale bazen mülkiyet hakkının kullanılmasına getirilen bir sınırlama
olabileceği gibi, bazen kişiyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir tasarruf söz konusu olabilir. Bir müdahalenin mülkiyet hakkını ihlal etmeden gerçekleşmesi için üç temel koşul
yerine getirilmiş olmalıdır. Bu koşullar şunlardır: Müdahale hukuki bir temele dayanmalıdır (hukukilik ilkesi); müdahale kamu yararı amacı taşımalıdır (meşru amaç); müdahale
izlenen meşru amaçla orantılı olmalıdır (orantılılık ilkesi). Bu koşullar aşağıda ayrıntılı
olarak incelenecektir. Ayrıca 1. maddenin ikinci cümlesinde kişiyi sahibi olduğu şeyden
yoksun bırakma için “uluslararası hukukun genel ilkelerine” koşulundan söz edilmektedir. Sözleşmede “uluslararası hukukun genel ilkelerine” yapılan atfın kapsam ve anlamı,
James ve Diğerleri – Birleşik Krallık kararında uzun uzun tartışılmıştır.
James ve Diğerleri kararında Mahkeme, 1. maddenin ikinci cümlesinde yer alan
“uluslararası hukukun genel ilkeleri” ifadesinin, en az iki anlama geldiğini belirtmiştir.
İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili ilkelerine dayanarak,
haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf,
vatandaş olmayanlara, Protokolün yürürlüğe girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı
şeklindeki muhtemel iddialara karşı bir güvence sağlamaktadır.
Kamu yararı amacı bulunması
1. maddenin ilk fıkrasında mülkiyetten yoksun bırakma işlemi bakımından “kamu
yararı” meşru amacı öngörülmektedir. Buna karşılık, ikinci fıkrada “mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek”ten söz edilmektedir. Ancak bu iki fıkrada
kullanılan “kamu yararı” ve “genel yarar” kavramları arasında esaslı herhangi bir farkın
olduğu söylenemez. Devletin pozitif yükümlüğünün söz konusu olduğu durumlarda da,
kamu makamlarının hareketsizliğinin dayandığı meşru bir amaç olmalıdır (Broniowski,
§148). Nitekim 1. maddenin temelinde yer alan “adil denge” ilkesi, mülkiyet hakkına bir
müdahale söz konusu olduğunda toplumun genel yararının varlığını gerektirir. Ayrıca bu
maddede yer alan bütün müdahale tarzları kendi aralarında belirli bir ilişki içindedir ve
bütün müdahalelerin uymak zorunda olduğu hukuki rejim, nihayetinde ilk cümlede yer
alan “mülkiyet hakkına saygı” ilkesi ile bağlantılıdır. O halde, her ne tarzda olursa olsun,
mülkiyet hakkına bir müdahale meşru amacı izlemiyor ise, 1. madde ihlal edilmiş olur
(Beyeler, §111).
Bir müdahalenin izlediği kamu yararı meşru amacını tanımlamak öncelikle devlete
düşer. Kamu makamlarının toplumun ihtiyaçlarını ve kamunun yararını en uygun biçimde tanımlama konusunda uluslararası bir mahkemeye göre daha iyi bir konumda oldukları açıktır. Bu nedenle, Sözleşme’nin kurmuş olduğu insan haklarını koruma sisteminde,
mülkiyetten yoksun bırakma ya da mülkiyeti iade etme dâhil, genel yararın haklı kıldığı
mülkiyet hakkına ilişkin tedbirlerin gerekliliği konusunda ilk söz, ulusal yetkililere düşer.
Bu çerçevede kamu makamları belirli bir takdir alanına sahiptirler.
Kamu makamları bir ekonomik veya toplumsal siyaseti hayata geçirmek amacıyla
mülkiyet hakkına müdahale etmiş ise, meşru amacın olduğu varsayılır. Böyle bir durumda
656
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
bu amacın izlenmediğini iddiasını kanıtlama külfeti, iddia eden başvurucuya düşer (Broniowski, §148).
Ayrıca “kamu yararı” kavramı doğası gereği geniş bir kavramdır. Özellikle belirli bir
tazminat karşılığında mülkiyet hakkından yoksun bırakmayı düzenleyen yasalar, birçok
siyasal, ekonomik ve sosyal sorunun bir arada değerlendirilmesini gerektirir. Ekonomik
ve sosyal bir politika izlemek konusunda devletlerin geniş bir takdir alanı olduğu kuşkusuzdur. Mahkeme, bugüne kadar verdiği kararlarda, açıkça makul bir temelden yoksun
durumlar dışında, Sözleşmeci Devletlerin “kamu yararı” kavramının gerekliliklerini nasıl
anladıkları konusunda aldığı kararlara saygı gösterdiğini belirtmiştir (James ve Diğerleri,
§46; Eski Yunan Kralı ve Diğerleri, §87).
Malikleri taşınmazlarını özel şahıslara devretmeye zorlayan bir tedbir, kamu yararı
amacına sahip olabilir mi? James ve Diğerleri kararı, 1967 tarihli Kira Reform Yasasının
kabul edilmesi ile bir bölgedeki evlerde oturanlara bazı koşullarda evlerin mülkiyetini kazanma hakkı tanınması ve kiracıların bu hakkı kullanmaları üzerine, başvurucu maliklerin
evler üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmeleri hakkındadır. Başvurucular, mülkiyetten
yoksun bırakma kuralındaki “kamu yararı” amacının, mülkiyetin sadece genel olarak toplumun yararı için, kamusal bir amaçla elden alınması halinde yerine getirilmiş olacağını
ve bunun doğal sonucu olarak, bir kimsenin mülkiyetinin diğer bir kimseye sadece o
kimsenin menfaati için devredilmesinin, hiçbir şekilde “kamu yararı” koşuluna uygun olmadığını ileri sürmüşlerdir. Komisyon ve Hükümet, ise, bir kimsenin mülkiyetinin meşru
sosyal politikalar gereğince diğer özel bir kimseye devrinin gerçekleştirilmesi halinde,
bunun ilke olarak “kamu yararına” olduğunun kabul edilebileceği görüşündedirler.
James ve Diğerleri kararında Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakma işleminin,
özel bir kişiye özel bir menfaat sağlamak için gerçekleştirilmesi halinde, bu müdahalenin “kamu yararı” amacını izlediğinin kabul edilemeyeceğini belirtir. Bununla birlikte,
Mahkeme’ye göre bazı koşullarda, bir kimsenin özel mülkiyetinin başka bir kimseye zorunlu devri, kamu yararının gerçekleştirilmesi için meşru bir araç olabilir. Bu bağlamda, Sözleşmeci Devletlerin anayasalarında, yasalarında veya içtihatlarında, “kamunun
kullanımı amacıyla” gibi ifadelerin yer aldığı metinlerde bile, kamu yararı kavramının,
özel şahıslar arasında mülkiyetin zorunlu devrini hukuk dışı saydığı ortak bir ilke tespit
edilememiştir. Mahkeme’ye göre, “kamu yararına” ifadesinden, devredilen mülkiyetin
genel olarak kamunun kullanımına açılması ve hatta toplumun önemli bir bölümünün
bu devirden doğrudan yararlanması gerektiği anlamı çıkmaz. Sosyal adaleti sağlamayı
amaçlayan bir politika gereğince mülkiyetin elden alınması da “kamu yararına” bir işlem
olarak nitelendirilebilir (James ve Diğerleri, §40 ve 41).
Hukuken öngörülmüş olması
1. maddeye göre, kamu makamlarının mülkiyet hakkına müdahalesi hukuki bir temele
dayanmalıdır. Hukukilik ilkesi, ilk olarak, 1. maddenin ikinci cümlesinde kullanılır: “Hukukun öngördüğü koşullar(a) ... uyulmadıkça, hiç kimse sahibi olduğu şeylerden yoksun
bırakılamaz”. Aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, devletler, mülkiyetin kullanılmasını kontrol ederken, gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma” yetkisine sahiptirler. O
halde, mülkiyet hakkını sınırlandıran düzenlemeler de “hukukilik” ilkesine tabidir. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü, Sözleşme maddelerinin tümünün özünde vardır. Bu ilke, devletin ve kamu makamlarının aleyhlerine
verilmiş yargı kararlarına uymaları gerekliliğine işaret eder. Bu nedenle Mahkeme’ye
göre, toplumun genel yararı ile bireyin temel hakları arasında “adil bir denge” arayışı,
ancak bir müdahale hukukilik ilkesine uygun ise ve keyfi değilse gerçekleşebilir (Iatridis,
§58; Sporrong ve Lönnroth, §69).
657
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Mahkeme, hukukilik ilkesinin iç hukukta yeterince erişilebilir, açık ve sonuçları önceden görülebilir kuralların bulunması anlamına geldiğini belirtmiştir (Hentrich, §42;
Lithgow ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no 1), §76). Bu çerçevede, içtihat yoluyla
geliştirilmiş bir ilkenin varlığı da hukukilik ilkesini karşılayabilir. Ancak Mahkeme, dolaylı kamulaştırma davalarının söz konusu olduğu Carbonara ve Ventura – İtalya davasında çelişkili sonuçlara varan bir içtihadi uygulamanın hukukilik ilkesinin gereklerini
karşılamadığını belirtmiştir.
Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı – Türkiye kararı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde
Fener’deki Rum Lisesinde eğitime kolaylık sağlamak amacıyla kurulmuş bir vakfın mülkiyet edinme rejimine ilişkindir. Vakfın kuruluş senedi, Lozan Antlaşmasına uygundur.
Başvurucu vakıf, bu vakıfların tüzel kişilik kazanmalarını sağlayan 2762 sayılı Yasaya
uygun olarak, 1936 yılında amaçlarını ve taşınmaz malvarlığını gösteren bir beyanname
vermiştir. Daha sonra vakıf 1952 yılında İstanbul’daki bir binanın bir kısmını bağış olarak
kabul etmiş ve 1958 yılında bir bina satın almıştır. 1992 yılında Hazine, başvurucu vakfın
bu taşınmazlar üzerindeki mülkiyet hakkının iptali ve tapu sicilinin düzeltilmesi talebiyle
dava açmış, İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996’da davayı kabul etmiştir. Bu
mahkeme, Yargıtay’ın 8 Mayıs 1974 tarihli kararına da dayanarak, üyelerini Lozan Antlaşmasında tanımlanan dinsel azınlıkların oluşturduğu ve kuruluş senetlerinde taşınmaz
mal edinme yetkileri bulunmayan vakıfların, sonradan taşınmaz mal edinemeyeceklerine
ve bağış kabul edemeyeceklerine karar vermiştir. Böylece, bu vakıfların taşınmaz malları, kuruluş senetlerinde gösterilen mallarla sınırlandırılmaktaydı. Yargıtay bu kararı 9
Aralık 1996’da onamıştır. Başvurucu vakıf Ekim 2000’de Vakıflar Genel Müdürlüğüne
başvurmuş ve kuruluş senedini değiştirme ve taşınmaz mal edinme izni istemiştir. Bu
talep reddedilmiştir.
Başvurucu vakıf, mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasından şikâyetçi olmuştur.
Başvurucuya göre, ulusal mahkemeler tarafından yorumlandığı şekliyle Türk mevzuatı, Lozan Antlaşmasındaki dinsel azınlıklar tarafından kurulmuş vakıfların taşınmaz mal
edinme imkânlarını ortadan kaldırdığı için Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkı
ve diğer vakıflarla karşılaştırıldığında Sözleşme’nin 14. maddesindeki ayrımcılık yasağı
ihlal edilmektedir.
Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı kararında Mahkeme, başvurucu vakfın iki adet taşınmazı
kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapudan adının silinmesinin mülkiyet hakkına yapılan bir
müdahale olarak değerlendirmiştir. Mahkeme’ye göre bu müdahale 1. maddedeki hukukilik koşulunu yerine getirmemektedir. Mahkeme bu sonuca varırken, ilk olarak, 2762 sayılı
Kanunun herhangi bir hükmünün, azınlık vakıflarının 1936 beyannamesinde gösterdikleri
dışında taşınmaz mal edinmelerini yasaklamadığını vurgulamıştır. Taşınmazların edinildiği
tarihlerde (1952 ve 1958’de) herhangi bir Hükümet kurumu bu işlemlere karşı çıkmamıştır. Aksine başvurucu vakfın mülkiyeti, valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille
geçerli hale gelmiştir. Başvurucu vakfın tapularının iptali kararları 1974 yılında Yargıtay tarafından kabul edilen bir içtihada dayanmaktadır. Mahkeme’ye göre taşınmazları
bu içtihattan yıllar önce edinen başvurucu için bu hukuki temel önceden görülebilirlik
ilkesine uygun değildir. Mahkeme, 1952 ve 1958’deki mülkiyet edinme sırasında başvurucunun o dönemdeki Türk hukukuna göre bu işlemlerin hukuki temeli olduğuna inandığını ve taşınmaz mal edinebilme ehliyeti konusunda, 1974 içtihadının kabulüne kadar
“hukuk güvenliği” bulunduğunu vurgulamıştır. Mahkeme’ye göre, bu taşınmaz malların
iktisabından on altı ve yirmi iki yıl sonra kabul edilen bir içtihada dayanarak söz konusu
taşınmazlara ilişkin tescillerin iptal edilmesi, başvurucunun gözüyle bakıldığında öngörülebilir değildir. Gerçekten de başvurucu, taşınmaz mal edinme ehliyeti konusunda sessiz kalan yürürlükteki hukuki metinlerin yeniden yorumuyla varılan içtihatla, yıllar önce
658
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
edindiği malik sıfatının iptal edilebileceğini öngöremezdi. Üstelik edinimlerini geçerli
kılan bir belge veren idare, başvurucunun bu konuda ehliyetinin varlığını da kabul etmiştir. Taşınmazların bu şekilde tapuya tescilinden sonra 38 ve 44 yıl boyunca başvurucu
taşınmazların kanuni maliki olarak bunlardan faydalanabilmiş ve harç ve vergilerini de
ödemiştir. Bu gerekçelerle Mahkeme, müdahalenin hukukilik ilkesiyle bağdaşmadığı ve
başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Adil denge kurulması
Bir kimsenin mülkiyet hakkına müdahale eden bir işlem, hem ilke olarak hem de
uygulamada “kamu yararı” meşru amacını izlemeli, aynı zamanda kullanılan araçlar ile
gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmalıdır (Ashingdane, §57). Orantılılık koşulu, Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararında, toplumun genel
yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında “adil denge” kavramıyla ifade edilmiştir (Sporrong ve Lönnoth, §69). Bireye “aşırı külfet” yüklenmesi halinde, gerekli denge kurulamayacaktır. Mahkeme bu ifadeyi Sporrong ve Lönnoth
kararında, birinci fıkranın birinci cümlesindeki sahibi olduğu şeylerden yararlanma kuralı
bağlamında söylemiş olmakla birlikte, “Protokolün 1. maddesinin” bir bütün olarak, aranan “bu dengeyi yansıttığına” işaret etmiştir (ibid, §69). O halde, 1. maddeye göre, bir
müdahalenin mülkiyet hakkını ihlal etmemesi için sadece bir meşru amaca dayalı olması
ve hukukilik koşulunu yerine getirmesi yetmez; bu müdahalenin aynı zamanda, “toplumun genel yararı ile bireyin temel haklarının korunması gereği” arasında bir “adil denge”
kurması gerekir.
Orantılılık ilkesi her somut olayda o olayın koşulları dikkate alınarak değerlendirilmek durumundadır. Mülkiyetten yoksun bırakmaya ilişkin bir tedbir söz konusu olduğunda, ancak bu malın piyasa değeriyle makul şekilde orantılı bir tazminatın ödenmesi halinde, müdahalenin “adil dengeyi” bozmadığı kabul edilmektedir. Buna karşılık devletlerin,
1. maddenin ikinci fıkrasından doğan, genel yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak
suretiyle bu amaca uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını sınırlandırma hakları söz konusu olduğunda, orantılılık ilkesi mutlaka bir tazminatın ödenmesini gerektirmez.
Müdahale türleri
Protokolün birinci maddesi üç ayrı kural içermektedir (Sporrong ve Lonnroth, §61).
Genel nitelikte olan birinci kural, mülkiyete saygı hakkını ifade etmektedir. Bu kural,
birinci fıkranın birinci cümlesinde yer almaktadır: “Her gerçek ve tüzel kişinin sahibi
olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına sahiptir”. Kişinin sahibi olduğu
şeylerden yararlandırılmasının engellenmesi mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturur.
İkinci kural, mülkiyet hakkının kişinin elinden alınması ile ilgilidir. Bu kural, aynı
fıkranın ikinci cümlesinde yer almaktadır: “Kamu yararı gerektirmedikçe ve hukukun öngördüğü koşullar ile uluslararası hukukun genel ilkelerine uyulmadıkça, hiç kimse sahibi
olduğu şeylerden yoksun bırakılamaz”. Kişinin sahibi olduğu mülkün elinden alınması,
mülkiyet hakkına bir başka müdahale oluşturur.
Üçüncü kural devletin, başka şeylerin yanında, mülkiyetin genel yarara uygun olarak
kullanılmasını düzenlemek amacıyla gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisi bulunduğunu göstermektedir. Maddenin ikinci fıkrasında yer alan bu hüküm, devlete
mülkiyetin kullanılmasını kontrol yetkisi vermektedir. Bu da devletin mülkiyet hakkına
bir diğer müdahale şeklidir.
659
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Birinci kural: Mülkiyetten yararlanmayı engelleme
Mülkiyet hakkından yararlanmaya ilişkin birinci kuralın kapsamını belirlemek, mülkiyetten yoksun bırakmayı ve mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmeyi öngören ikinci
ve üçüncü kurallara göre daha zordur. Birinci kural, ikinci ve üçüncü kural kapsamında
incelenemeyecek müdahalelerin toparlandığı bir tür “torba kural” niteliğindedir.
Mülkiyetten yoksun bırakmaya yakın kısıtlamalar
Birinci kurala ilişkin ilk davalardan birisi Sporrong ve Lönnroth – İsveç davasıdır. Bu
dava, kamulaştırma şerhlerinin ve inşaat yasaklarının taşınmazlar üzerinde doğurduğu
sonuçlarla ilgilidir. İsveç Hükümeti, 1956 tarihinde Stockholm Belediyesine Sporrong
Miras Şirketinin sahip olduğu taşınmazın da arasında bulunduğu bölgeyi kamulaştırması
için izin vermiştir. Belediye, alışveriş caddelerinden birini ana yola bağlayan bir köprüyol
yapmayı tasarlamıştır. Hükümet, kamulaştırmanın gerçekleştirileceği beş yıllık bir süre
tespit etmiştir. Bu sürenin dolmasından önce Belediye, mal sahiplerine ödenecek tazminatı belirleyecek olan mahkemeye dava açmalıdır. Aksi halde, kamulaştırma izni ortadan
kalkacaktır. Bu izin öncesinde bu taşınmazlar üzerinde inşaat yasağı konmuştur. Ancak
hem bu yasak, hem de kamulaştırma izni ancak 1979 yılında kaldırılmıştır. Diğer yandan
1971 yılında Lönnroth’e ait bir taşınmaz hakkında da kamulaştırma izni verilmiştir. Ancak bu izin de 1979 yılında kaldırılmıştır. Uzun yıllar boyunca bu taşınmazlar üzerinde de
yapılaşma yasağı mevcuttur. Başvurucular, kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının
yürürlükte kaldığı sürenin uzunluğundan şikâyetçi olmuşlardır. Başvuruculara göre bu
sınırlamalar, mülkiyetten yararlanma hakkına açık bir tecavüz oluşturmaktadır.
Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında idarenin almış olduğu kamulaştırma izninin, maliklerin mülklerini kullanma ve tasarruf etme haklarını ortadan kaldırmadığı, uygulamada bu hakkın kullanımına ciddi bir sınırlama getirdiğini belirtmiştir. Mahkeme’ye
göre, söz konusu izin ve yasak, kamulaştırmadan önce her türlü kamulaştırmanın hukuka
uygunluğunu tanımakla ve Stockholm Belediyesine gerekli gördüğü her zaman kamulaştırma yapma yetkisi vererek mülkiyet hakkının özüne dokunmaktadır. Bu nedenle,
başvurucuların mülkiyet hakları zayıflamış ve mülkler elden çıkarılabilir hale gelmiştir.
Ayrıca inşaat yasakları da başvuruların sahibi oldukları şeylerden yararlanma haklarını
kısıtlamıştır (§60).
Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında birinci kurala uygunluk bulunup bulunmadığını düşünmeden önce, son iki kuralın uygulanabilir olup olmadığını konusuna
eğilmiştir. Mahkeme’ye göre, mülkiyetten yoksun bırakmaya ilişkin ikinci kural uygulanamaz; çünkü başvurucuların mülkleri hiçbir zaman ellerinden alınmamıştır. Başvurucuların mülklerini kullanma, satma, vasiyet etme, bağışlama veya ipotek etme hakları mevcuttur. Ayrıca Mahkeme, bu durumun kamulaştırmasız el atma veya fiili kamulaştırma
ile karşılaştırılamayacağını belirtmiştir. Elbette başvurucuların mülkiyet hakları ağır bir
kısıtlamaya konu olmuştur; bu kısıtlamalar hakkın özünü zedeleyici niteliktedir. Bununla
birlikte, Mahkeme’ye göre, hakkın özü ortadan kalkmamıştır. Bu nedenle, Mahkeme, bu
davada birinci fıkranın ikinci cümlesini uygulama imkânı olmadığı sonucuna varır (§63).
Üçüncü kural bakımından ise Mahkeme, yapılaşma yasağının açıkça ikinci fıkradaki anlamıyla, başvurucunun mülkiyeti kullanmasını sınırladığını kabul etmiştir. Ancak
Mahkeme, bu taşınmazlar bakımından kamulaştırma izinlerinin alınmış olmasına özel bir
önem vermiş ve bu idari kararların, mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmeyi amaçlamadığını, mülkiyetten yoksun bırakmaya giden sürecin ilk aşaması olduğunu vurgulamış ve
bu müdahalenin ikinci fıkra kapsamına girmeyeceği sonucuna varmıştır. Bu gerekçe ile
660
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
Mahkeme, bu olayı 1. maddenin birinci fıkranın birinci cümlesine göre, başka bir anlatımla birinci kural altında incelemenin gerekli olduğu sonucuna varmıştır.
Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında birinci kural çerçevesinde gerçekleştirilen bir müdahalenin toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının
korunması arasında dengeyi koruması gerektiğini belirtmiştir. Oysa başvurucuların taşınmazları uzun yıllar boyunca önemli kısıtlamalara konu olmuştur. Mahkeme’ye göre,
kamulaştırma izni ve yapılaşma yasağının yarattığı bu durum, mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozmuştur. Bu
müdahaleler, ancak başvuruculara sürelerin kısaltılması veya tazminat taleplerinde bulunma imkânı verilmiş olması halinde meşru görülebilir. Oysa başvuruculara aşırı bir yük
getirilmiştir. Mahkeme, 1. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth kararında geliştirdiği içtihadını daha sonra birçok
kararında izlemiştir. Terazzi SRL – İtalya davasında, ileride kamulaştırılacak bir taşınmaz
üzerinde şimdiden bir imar kısıtlaması koyulmasını (yapılaşma yasağını) birinci kural
çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme’ye göre, her ne kadar bu kısıtlamayla mülkiyet hakkı ortadan kalkmamış ise de, bu hakka müdahale mevcuttur. Ayrıca bu kısıtlamalar söz
konusu taşınmazın kamulaştırılmasını hedeflediği için, Mahkeme bu davayı da Sporrong
ve Lönnroth kararı çerçevesinde incelemiştir. Bu davada taşınmaz üzerinde otuz altı yıldır süren bir kısıtlama bulunması ve İtalyan hukukunun bu süregiden duruma bir tazmin
imkânı tanımaması mülkiyet hakkının ihlali olarak nitelendirilmiştir.
Köktepe ve Diğerleri – Türkiye kararında Mahkeme, bir taşınmaza orman niteliği veren bir yargı kararı sonrasında ortaya çıkan durumu da birinci kural kapsamında incelemiştir. Bu davada başvurucu 1993 yılında bir tarım arazisini satın almıştır. Daha sonra
bu tarım arazisine bir yargı kararı ile orman niteliği verilmiştir. Mahkeme, bir taşınmazın
orman olarak nitelendirilmesinin, dava konusu dönemde yürürlükte olan mevzuat gereğince mülkiyet hakkının içeriğinin boşaltılması anlamına geldiğini ve bu sürecin taşınmazın mülkiyetinin idareye nakli ile sonuçlanacağını dikkate alarak, dava konusunu birinci
kuralın kapsamında gördüğünü belirtmiştir. Türk hukukunda bu durum için herhangi bir
tazminat rejiminin bulunmadığını tespit eden Mahkeme, bu davada adil dengenin bozulduğu gerekçesiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Karmaşık mülkiyet statüsü
Mahkeme, mülkiyetin karmaşık bir görünüm aldığı durumlarda da birinci kuralı uygulama eğilimi içindedir. Bu konuya ilişkin Mahkeme’nin en önemli kararı Beyeler –
İtalya davasıdır.
Beyeler davası, başvurucunun 1977 yılında aldığını iddia ettiği Vincent Van Gogh’un
“Bahçıvan” adlı tablosunun idare tarafından önalımı hakkındadır. Başvurucu 1988 yılında, bu tabloyu satın aldığından çok daha yüksek bir fiyata bir Amerikan şirketine satmıştır. Ancak İtalya Devleti, başvurucunun bu tabloyu satın almış olduğunu idareye yasalara
aykırı olarak bildirmediğini ileri sürmüş ve bu eserdeki önalım hakkına dayanmış ve
tabloyu 1977’deki alış fiyatından satın almıştır. Başvurucu, bu durumun mülkiyet hakkını
ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Mahkeme bu davada ilk önce, 1. maddede yer alan üç kuralın
birbirinden bağımsız olmadığını vurgulamıştır. İkinci ve üçüncü kurallar, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin özel görünümleridir. O halde, Mahkeme’ye göre bu iki kural,
ilk kuraldaki genel ilke çerçevesinde yorumlanmalıdır (Beyeler, §98).
Beyeler davasında Mahkeme, önce başvurucunun tablo üzerinde geçerli bir mülkiyet
hakkı bulunup bulunmadığı konusunu incelemiştir. 1. maddede yer alan “sahibi olduğu
661
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
şey” kavramı, ulusal hukuklardaki tanımlardan özerktir. Mahkeme’ye göre, bir başvurucunun bu madde tarafından korunan temel bir yararının olup olmadığını belirlemek için,
olayın hem hukuki unsurları ve hem de olayın içinde bulunduğu bütün koşullar dikkate
alınmalıdır. Belirli bir kültürel, sanatsal ya da tarihsel değeri olan taşınırlar üzerindeki
mülkiyet hakkı sınırlı bir hak olarak kabul edilse de, başvurucu tabloyu satın aldığı tarihten idarenin önalım hakkını kullandığı ve kendisine tazminat ödediği tarihe kadar, İtalyan
hukukuna göre malik sıfatını taşımıştır. Nitekim İtalyan hukukunda önalım hakkı, bir tür
kamulaştırma olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca başvurucu bu tabloyu şirkete satmadan birkaç yıl önce, yetkililer başvurucuya devletin bu tabloyu satın almak istediklerini
bildirmek suretiyle başvurucunun malik sıfatını tanımışlardır. Mahkeme bu unsurların,
başvurucunun 1. madde anlamında “sahibi olduğu şey” bulunduğu gösterdiği ve bu maddenin olayda uygulanabilir olduğu sonucuna varmıştır (Beyeler, §105). Bu maddedeki
hangi kuralın uygulanabilir olduğu konusunda Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakmaya
ilişkin ikinci kuralın bu olayda uygulanabilir olup olmadığı konusunda karar vermesinin
gerekli olmadığını belirtir. Mahkeme’ye göre maddi olayların ve hukuki durumun karmaşıklığı, olayın kesin olarak hangi kategoriye gireceğini belirlemesini engellemektedir. Bu
durumda Mahkeme, bu olayı genel kural ışığında (birinci kural) incelemesi gerektiğine
karar vermiştir (ibid., §106).
Mahkeme, mülkiyet hakkına yapılan müdahale bakımından adil dengenin gözetilip
gözetilmediği konusunu, tablonun başvuruya geçtiği tarihten itibaren başvurucu ve idarenin davranışlarını inceleyerek ve özellikle idarenin güncel değerinin altında bir tutara
tabloyu önalım hakkına dayanarak satın aldığını göz önünde tutarak, mülkiyet hakkının
ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Yargı kararlarının icra edilmemesi
Eğer kesinleşmiş bir yargı kararının icra edilmemesi kişinin mülkiyet hakkına zarar
vermekteyse, bu durum, hem Sözleşme’nin 6. maddesi ve hem de Protokolün 1. maddesi
dikkate alınarak incelenebilir.
İatridis – Yunanistan kararına konu olan olay, başvurucunun işlettiği sinemayı tahliye
süreci ile ilgilidir. Başvurucu, özel şahıs ile devlet arasında mülkiyeti konusunda uyuşmazlık bulunan bir sinemayı kiralamış ve 1978 yılından itibaren işletmeye başlamıştır.
Taşınmazın mülkiyeti ile ilgili davalar ulusal mahkemeler önünde sürerken, 1984 yılında
maliye bakanlığının kararı ile sinemanın da yer aldığı taşınmaz hazine adına tapuya tescil
edilmiştir. 1985 yılında başvurucudan işgal bedeli istenmiştir. Başvurucu, 1989 yılında
sinemadan tahliye edilmiştir. Sinema belediye tarafından işletilmeye başlanmıştır. Başvurucu bu işleme karşı açtığı davayı kazanmış ve tahliye işlemi iptal edilmiştir. Bu karara
rağmen belediye sinemayı tahliye etmemiştir. Bunun üzerine başvurucu, hem sinemanın
kendisine devredilmesi ve hem de uğradığı zararların tazmini için dava açmıştır. Diğer
yandan idare, yerel mahkemenin başvurucunun sinemadan tahliyesine ilişkin kararı iptal
ettiğini ama bu kararın sinemanın başvurucuya geri verilmesini emretmediğini belirterek
sinemayı tahliye etmemiştir. Davalar ve idarenin sinemayı tahliye etmeme yönündeki
tutumu sürerken, başvurucu Mahkeme’ye başvurmuştur.
İatridis kararında Mahkeme ilk olarak, sinema işletmecisi olan başvurucunun 1. madde çerçevesinde korunan bir mülkiyet hakkının bulunup bulunmadığını incelemiştir. Mahkeme, başvurucunun sinemayı yasalara uygun bir kira akdine dayanarak on bir yıl boyunca işlettiğini ve bu süreçte belirli bir müşteri çevresi oluşturduğunu belirtmiştir (İatridis,
§54). Başvurucu bir sinema işletmecisi olarak idare tarafından sinemadan tahliye edilmiş
ve bu tahliye işleminin iptaline karşın, sinema kendisine iade edilmemiştir. Mahkeme’ye
göre, başvurucu sinemanın maliki değil ama sadece işletmecisi olduğu için, bu müdahale
662
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
mülkiyetten yoksun bırakma olmadığı gibi, mülkiyetin kullanılmasının kontrolü olarak
da değerlendirilemez. O halde, bu müdahale birinci kural altında incelemelidir (İatridis,
§55). Mahkeme’ye göre, 1. madde özellikle ve öncelikle bireyin sahibi olduğu mülke
yönelik bir müdahalenin hukuki bir temeli bulunmasını gerektirmektedir. Oysa bu davada
tahliye işlemi ulusal mahkeme tarafından iptal edilmiş olduğundan, bu mahkeme kararından itibaren başvurucunun tahliye işleminin bütün hukuki temeli ortadan kalkmıştır. Bu
gerekçeyle Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Akkuş – Türkiye kararının konusu hidro-elektrik santralı yapmak için arazisi kamulaştırılan başvurucunun bedel arttırma davasında elde ettiği tutarın geç ödenmesi ile ilgilidir.
Başvurucunun taşınmazı kamulaştırılmış ve kendisine bedeli ödenmiştir. Başvurucu bu
tutarı yeterli görmediği için bedel arttırma davası açmış ve bu davayı da kazanmıştır.
Ancak ek tazminat (bedel artışı) başvurucuya, Türkiye’de yıllık enflasyonun yüzde 70 olduğu bir dönemde, Yargıtay kararından on yedi ay sonra sadece yüzde otuz faizle hesaplanarak ödenmiştir. Mahkeme bu konuda daha önce, bir tazminatın makul olmayan ölçüde
gecikmeyle ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi halinde de tazminatın yeterli olmayacağına karar vermiştir (Akkuş, §29; Stran Greek Refineries
ve Stratis Andreadis, §82). Mahkeme’ye göre, kamulaştırma bedelinin normalin üstünde
geciktirilmesi, hele bazı ülkelerde paranın değerindeki kayıp dikkate alındığında, taşınmazı kamulaştırılan kişiyi belirsiz bir duruma sokmakta ve mali kayıplarının artmasına
yol açmaktadır. Mahkeme, olayların geçtiği tarihte Türkiye’de devlete olan borçlar bakımından uygulanan faizin yıllık yüzde 84 olduğunu ve bu oranın da borçluları borçlarını
hemen ödemeye teşvik ettiğini, öte yandan devletten alacaklı olanların ise devletin ödeme
yapmaması veya ödemede gecikmesi halinde esaslı bir kayba uğradıklarını belirtmiştir.
Bu nedenle, sadece kamu makamlarının ödemeyi geciktirmesi nedeniyle, Yargıtay tarafından kesin olarak belirlenen tazminatın değeri ile bu tazminatın fiilen ödendiği tarihteki
değeri arasındaki fark, başvurucunun arazisinin kamulaştırılmasından doğan kaybının yanında, ayrı bir zarara uğramasına neden olmuştur. Mahkeme, kamu makamları tazminatın
ödenmesini on yedi ay geciktirmekle, tazminatı yetersiz duruma getirdiklerini ve sonuç
olarak kişinin mülkiyet hakkının korunması ile genel yararın gerekleri arasındaki dengeyi
bozdukları sonucuna varmıştır. Bu davada Mahkeme, yargı kararına dayalı kesinleşmiş
bir para alacağının ödenmesindeki gecikmeyi birinci kural açısından değerlendirmiştir.
Bourdov (no 2) – Rusya kararı, Mahkeme’nin “pilot karar usulü” olarak adlandırdığı
sistematik ve yapısal sorunlar hakkında kabul ettiği kararlardan bir tanesidir. Bu davada
Mahkeme, Rusya’da yaygın bir sorun olan ulusal mahkeme kararlarını icra etmeme sorununu incelemiştir. Davada hem bir yargı kararının icra edilmemesi, hem de icra etmeme
nedeniyle başvurucunun kesinleşmiş bir alacağını elde edememesi söz konusu olduğu
için, Mahkeme bu davayı Sözleşme’nin 6. maddesi ve Protokolün 1. maddesi çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme, bu davada idarenin yargı kararını icra etmeme yönündeki
davranışının sadece 6. maddenin değil, yargı kararı başvurucu lehine bir alacak hakkı
doğurduğundan mülkiyet hakkının da ihlalini oluşturduğu sonucuna varmıştır (Bourdov
(no 2), §87; Vasilopoulou, §22).
Bourdov (no 2) kararında Mahkeme, devlet aleyhine karar elde eden bir kişinin normal olarak bu kararın icrası için ayrı bir icra usulüne başvurmasına gerek bulunmadığını
belirtmiştir (Metaxas, §19). Mahkeme’ye göre, böyle bir kararın ilgili kamu makamına
usulüne uygun olarak tebliği ile birlikte bu makam bu kararın icrası için gerekenleri yapmalıdır. Mahkeme’ye göre bu son derece önemli bir konudur; çünkü birçok kez başvurucular olayların ve yetkilerin karmaşıklığından ötürü hangi makamın kararı icra etmesi
gerektiği konusunda açık bir fikre sahip olmayabilirler (Bourdov (no 2), §68).
663
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Diğer yandan Mahkeme, devletten alacağına ilişkin bir mahkeme kararına dayanan
bir kişinin bu kararın icrası için icra usulüne başvurmak gibi bazı usul işlemleri yapmasının beklenmesinin makul görülebileceğini belirtmiştir (Chvedov, §29-37). Örneğin
idarenin bu kişiden banka hesabı numarasını gösteren bazı belgeler gibi ek belgeler talep etmesi doğal görülmelidir (Kosmidis ve Kosmidou, §24). Fakat alacaklıdan beklenen
yükümlülükler mutlak gerekli olanları aşmamalı ve her halükarda ilgili idarenin elinde
olduğu belgelere dayanarak, kendi inisiyatifi ile yasal süreler içinde kararı icra yükümlülüğünü ortadan kaldırmamalıdır (Akachev, §22).
Bourdov (no 2) kararında Mahkeme, ilgili devletin icra ya da bütçe usulü ne kadar
karmaşık olursa olsun, Sözleşme’nin bu devletlere kişiler lehine elde edilmiş olan kararları makul bir süre içinde icra etme yükümlüğü getirdiğini belirtmiştir. Devletler kaynak
yetersizliğini, bir yargı kararını icra etmemenin gerekçesi olarak ileri süremezler (Koukalo, §49). Bu bağlamda hukuk sistemlerini bu alandaki yükümlülüklerine uygun olarak
düzenleme görevi ilgili devlete düşer (Bourdov (no 2), §70).
İkinci kural: Mülkiyetten yoksun bırakma
Mülkiyet hakkıyla ilgili ikinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı düzenlemektedir. Bu kural, devletin mülkiyeti ortadan kaldırma şeklinde bir müdahalede bulunurken
hangi şartlara uyması gerektiğini göstermektedir. Devletin mülkiyet hakkına yaptığı bir
müdahalenin bu kural kapsamda değerlendirilebilmesi için, mutlaka bir kamulaştırma
veya mülkiyet devrinin yapılmış olması gerekmez. Bir müdahalenin niteliğine bakılarak,
malikin mülkiyet hakkından yoksun bırakılıp bırakılmadığı saptanabilir.
Mülkiyet hakkına yapılan bütün müdahalelerde olduğu gibi mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale, kamu yararı amacına yönelik olmalı, hukukilik koşuluna uymalı ve
uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olmalıdır. Ayrıca orantılılık ilkesi gereğince,
yoksun kalınan mülkiyete karşılık kişiye uygun bir tazminat ödenmelidir.
Mülkiyetten yoksun bırakma adı altında toparlanabilecek müdahalelerin en önemlileri, kuşkusuz kamulaştırma ve devletleştirme işlemleridir.
Devletleştirme
Mahkeme, devletleştirmeye ilişkin temel yaklaşımını Lithgow – Birleşik Krallık kararında belirlemiştir. Bu davaya konu olan olayda, 1977 yılında kabul edilen bir kanunla,
bazı hava ve deniz sanayi şirketlerinin hisselerinin devlete belirli bir tazminat karşılığında
devri öngörülmüştür. Bu işlemler tamamlandıktan sonra başvurucular, mülkiyetlerinin
kaybı için ödenen tazminatların, şirketlerin gerçek değerinin çok altında olduğunu iddiasıyla Mahkeme’ye başvurmuşlardır.
Mahkeme, Lithgow davasında devletin işleminin, 1. maddenin ilk bendinin ikinci
cümlesinde yer alan bir müdahale olduğunu, bu işlemin yasal koşullara uygun ve kamu
yararı amacını izleyen bir müdahale olduğunu belirtmiştir. Bu davada ana sorun, bu müdahalenin orantılılığı sorunudur. Mahkeme, Sözleşme’ye Taraf Devletlerin ulusal hukuk
sistemlerinde kamu yararı amacıyla mülkiyet hakkının bireyin elinden alınmasının, istisnai durumlar hariç, ancak adil bir tazminat ödenmesi halinde haklı kabul edildiğini
belirtmiştir. Nitekim orantılılık ilkesi gereğince, “toplumun genel menfaati ile bireyin
özel menfaati arasında adil denge” korunmalıdır. Bu dengenin bozulması veya orantısız
derecede ağır bir müdahalede bulunulması, birey üzerine ağır bir yük bindirilmesi anlamına gelir.
664
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
Orantılılık ilkesinin doğal sonucu olarak mülkiyetinden yoksun bırakılan bireylere
adil bir tazminat ödenmesi gereklidir. Mahkeme, ödenmesi gereken tazminatın bu mülkün piyasa değerinin tam karşılığına denk gelmesinin gerekmediğini, kamu yararına yönelik meşru amaçların, biraz daha az tutarda bir bedelin ödenmesinin yeterli görülmesini
sağlayacağını belirtmiştir. Bu ilkeden hareketle Mahkeme, devletlere tazminatın belirlenmesinde geniş bir takdir yetkisi tanımıştır.
Lithgow davasında Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme, önce tazminatı belirleyen sistemi incelemiş, devletin söz konusu şirketin
değerini saptarken önceki dönemin değerlerini dikkate almasını ve bu değere faiz uygulamasını adil dengenin korunması bakımından yeterli görmüştür.
Kamulaştırma
Mahkeme, Türkiye’deki eski kamulaştırma kanununa ilişkin Aka – Türkiye ve Akkuş
– Türkiye davalarında, olağan kamulaştırma usulünde tazminat sisteminin uygulamada
adil dengeyi bozduğu sonucuna vararak mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Bu davalarda Mahkeme, kamulaştırma tazminatına ek olarak belirlenen bedelin
uygun olmayan bir faiz sistemi nedeniyle, kamulaştırılan taşınmazın ödendiği gün itibarıyla piyasa değerinin çok altında bir değere denk düştüğünü belirtmiştir. Aka – Türkiye
davasında ana konu en baştan itibaren yasal faiz uygulanmasının sonuçları iken, Akkuş
– Türkiye davası, yargı kararları ile belirlenen tazminatın geç ödenmesi sonucunda ortaya
çıkan mağduriyetle ilgilidir. Yargı kararlarının kesinleşmesinden yıllar sonra, yıllık enflasyonun çok altında bir yasal faizle tazminatların ödenmesi başta belirlenen tazminatın
değerini önemli ölçüde azaltmıştır. Aka ve Akkuş kararları ve bu kararları izleyen yüzlerce ihlal kararının ardından, Türkiye’de kamulaştırma mevzuatı tamamen değiştirilmiştir.
Yeni kamulaştırma mevzuatı ise, Yetiş ve Diğerleri – Türkiye kararı ile yeni bir ihlal
kararına konu olmuştur.
Yetiş ve Diğerleri davasının konusu otoyol yapımı için gerçekleştirilen bir kamulaştırma işlemi ile ilgilidir. İdare 2000 yılında kamu yararı kararı almış, 2002 yılında ise Asliye Hukuk Mahkemesinden kamulaştırma bedelinin saptanmasını talep etmiştir. Ulusal
mahkeme, idarenin açtığı dava tarihini dikkate alarak kamulaştırma bedelini saptamış ve
bu bedelin başvuruculara ödenmesine ve ilgili taşınmazın idare lehine tapuda ferağ edilmesine karar vermiştir. Yargıtay 2003 yılında, belirlenmiş olan kamulaştırma bedelinin
yetersiz olduğu gerekçesiyle bu kararı bozmuştur. 2004 yılında ilk derece mahkemesi,
yine dava tarihini esas almış ama bu kez ilk miktarın iki misline yakın bir tutarın kamulaştırma bedeli olarak ödenmesine karar vermiş ve bu karar Yargıtay tarafından 2005
yılında onanmıştır. Ancak ulusal mahkemeler, başvurucunun bu bedele faiz uygulanması
talebini reddetmişlerdir. Dava konusu dönemde Türkiye’de görece yüksek enflasyonun
etkisi mevcuttur.
Yetiş ve Diğerleri davasında Mahkeme, başvurucuların elde ettikleri kamulaştırma
bedeline faiz uygulanmadığı için aşırı bir yükle karşı karşıya bırakıldıkları ve bu nedenle
1. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme bu sonuca varırken, özellikle
kamulaştırma bedeline esas alınan tarih (idarenin ulusal mahkemeye başvuru tarihi) ile bu
bedelin ödendiği tarih arasındaki dönemde, bedelin enflasyon karşısında değer kaybının
ulusal hukukta göz önüne alınmadığını belirtmiştir. Mahkeme’nin yaptığı değerlendirmeye göre, ilk bedel ödemesi ile bedel tespiti arasında geçen sürede bu bedel yüzde 14’ten
fazla değer kaybetmiştir. Diğer yandan ek tazminat miktarının ödendiği 2004’te de belirlenmiş olan bedel yüzde 43 değer kaybetmiştir. Bu iki unsuru dikkate alan Mahkeme,
Türkiye’de kamulaştırma mevzuatını ve uygulamasını eleştirmiş ve faiz uygulamasının
eksikliğinin yapısal bir sorun oluşturduğuna dikkat çekmiştir.
665
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Yetiş ve Diğerleri kararından Mahkeme’nin yeni Kamulaştırma Kanununa dayalı
bütün kamulaştırma davalarında ihlal bulması gerektiği sonucu çıkartılmamalıdır. Nitekim Bucak ve Diğerleri – Türkiye (no. 44019/09) kabuledilebilirlik hakkında kararında
Mahkeme, faiz yokluğu nedeniyle kamulaştırma bedelinde yüzde 7,31 oranında bir değer kaybının, başvuruculara aşırı bir yük getirmediği sonucuna varmış ve bu başvuruyu
reddetmiştir. Mahkeme’nin Bucak ve Diğerleri davasında Yetiş ve Diğerleri davasından
farklı bir karar varmasının temel nedeni, Bucak ve Diğerleri davasında yargılamanın kısa
sürede sonuçlanması ve söz konusu dönemde enflasyonun görece düşük olmasıdır. Ayrıca Mahkeme, Güleç ve Armut – Türkiye (no. 25969/09) kabuledilebilirlik kararında,
kamulaştırma bedelinin yüzde 10,74 oranında değer kaybının telafi edilmemesini de adil
dengeyi bozan bir unsur olarak görmemiş ve başvuruyu reddetmiştir.
Kamulaştırma ya da mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale hangi kamu yararı için
yapılmış ise, söz konusu müdahalenin devamında da o kamu yararına uygun bir işlemin
makul bir süre içinde gerçekleşmesi gereklidir. Aksi halde, mülkiyet hakkına müdahalenin meşru amacı ile uygulanan yöntem arasında bulunması gereken orantılılık ilkesi ihlal
edilir.
Mahkeme Motais de Narbonne – Fransa davasında, idarenin belirli bir kamusal amaçla kamulaştırdığı, ancak daha sonra uzun bir süre bu amaçla kullanmadığı bir taşınmazın eski sahiplerinin hakları tartışılmıştır. Bu davada Mahkeme kamulaştırma kararından
önemli bir süre sonra bu işlemin dayanağı olan kamu yararına özgülenen fonksiyonun
gerçekleşmemesinin eski malikler bakımından sonucuna dikkat çekmiştir. Sosyal konut
inşası için arsa üretmek amacıyla kamu yararı kararı 1982 yılında alınmış ve kamulaştırma işlemeleri ise 1983 yılında tamamlanmıştır. Ancak on dokuz yıl boyunca bu taşınmazlar, öngörüldükleri kamusal fonksiyon için kullanılmamıştır.
Motais de Narbonne kararında Mahkeme, sosyal konut inşası için arsa üretmek amacıyla özel kişilere ait taşınmazların kamulaştırılmasının ve bu taşınmazların belirli bir
süre kullanılmamasının, her zaman mülkiyet hakkını ihlal etmeyeceğini hatırlatmıştır.
Devletlerin imar uygulamaları konusunda takdir alanları olduğu kuşkusuzdur (§21).
Mahkeme’ye göre, devletlerin imar politikaları gereğince uzun bir süre bu tarz arsa rezervlerini kullanmaması, her zaman mülkiyet hakkının ihlal edildiği anlamına gelmez.
Ancak eğer bu sürenin uzaması bir kamu yararı gerekçesiyle açıklanamıyorsa veya kamulaştırma bu amaç üzerine kurulu değilse ve bu sürede taşınmazın değerinde kayda değer
bir artış olmuş ise, mülkiyet hakkı bakımından bir sorun olduğu sonucuna varılabilir. 1.
madde devletlere, kişilerin mülkiyet hakkına, arsa spekülasyonu şeklinde değerlendirilebilecek müdahalelere karşı koruma yükümlülüğü getirmektedir.
Motais de Narbonne davasında başvurucular, taşınmazlarının kamulaştırıldığı tarihten
sonraki on dokuz yılda önemli bir değer artışı gördüğünü kanıtlamışlardır. Bu süre boyunca ilgili kamusal fonksiyonun gerçekleşmemesi konusunda ilgili devletin sunduğu temel
gerekçe alt yapı yokluğudur. Ancak Mahkeme’ye göre, bu gerekçe tamamen kamu makamlarının sorumluluklarına atfedilebilecek bir gerekçedir; bu nedenle bu uzun sürenin
bir kamusal yarara dayandığı kabul edilemez. Bu nedenle Mahkeme, eski maliklerin uzun
bir süre boyunca o taşınmazın değer artışından yararlanamamalarını adil dengeyi bozan
bir durum olarak değerlendirmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Beneficio Capella Paolini – San Marino davasının konusu, fazladan kamulaştırılan
taşınmazların durumudur. Başvurucunun kamulaştırılan taşınmazı sadece kısmen ilgili
kamusal fonksiyon için kullanılmıştır. Başvurucu bu kamulaştırma fonksiyonu dışı kalan taşınmazı geri almak için ulusal mahkemeler önünde dava açmış, ancak bu davadan
666
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
olumlu bir sonuç alamamıştır. Mahkeme, başvurucunun bu talebinin kabul edilmemesini
mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir.
Karaman – Türkiye kararında ise konu, başvurucular tarafından kamu yararı amacıyla
kullanılması koşuluyla idareye rızaen bırakılan bir taşınmazın bağış amacıyla kullanılmayan kısmının iadesi hakkındadır. Mahkeme’ye göre, kamu yararı amacıyla kullanılmayan böyle bir taşınmazın eski malikine iade edilmemesi mülkiyet hakkının ihlalini
oluşturmuştur.
El atma ve kamulaştırmasız el atma
Kişinin mülkiyetine ulusal hukukta öngörülen usuller dışında el atma kuşkusuz mülkiyet hakkına yönelik en ağır müdahalelerden biridir. Bu tarz bir işlem, hem kişiyi mülkiyet hakkından yoksun bıraktığı için 1. maddenin ikinci kuralı anlamında bir müdahaledir,
hem de hukuki temeli olmadığı için keyfidir. Bu nedenle, yasalara uygun bir kamulaştırma
ile keyfi niteliğe sahip fiili el atma işlemi, aynı hukuki çerçeve içinde değerlendirilemez.
Papamichalopoulos – Yunanistan kararı, kamulaştırma işlemi olmaksızın taşınmaza
el atma hakkında Mahkeme’nin ilk kararlarındandır. Bu karara konu olan davanın olayları kısaca şöyledir: 1967 yılında Yunanistan’da askeri rejimin kurulmasından bir kaç ay
sonra, 20 Ağustos 1967 tarihli bir yasa ile Attica’da bulunan büyük bir arazi Deniz Kuvvetleri Vakfına intikal ettirilmiştir. Ancak nakledilen bu arazinin bir bölümünün başvuruculara ait tarımsal alan olduğu ortaya çıkmıştır. 1968 yılında başvurucuların üçü, taşınmazın kendilerine iadesi için mahkeme kararı almışlardır. Fakat Deniz Kuvvetleri arazinin
bütününü elinde tutmaya devam etmiş ve arazi üzerinde askeri bir tesis ile deniz subayları
için bir tatil köyü yapmıştır. 1969 yılında çıkarılan bir kararnameyle söz konusu arazinin
içinde bulunduğu bölge askeri alan ilan edilmiştir. Başvurucuların arazilerini alabilmek
için ulusal mahkemelere yaptıkları başvurular sonuçsuz kalmıştır. 1974 yılında demokrasiye geçildikten sonra Hükümet, başvurucuların bu arazi üzerindeki haklarını tanımıştır.
1976 yılında iki başvurucunun babası, söz konusu arazinin bir bölümünün kendilerine ait
olduğunu belirten bir mahkeme kararı almış ve bu karar 1978 yılında Temyiz Mahkemesi
tarafından da onanmıştır. Ancak başvurucuların taşınmazın iadesini sağlama çabaları sonuçsuz kalmıştır. 1980 yılında savunma bakanlığı başvurucuların arazileri üzerinde deniz
üssü yapıldığı gerekçesiyle arazinin kendilerine iade edilemeyeceğini, fakat kendilerine
Attica’da başka bir yerin verilmesi için işlemlerin sürdürüldüğünü bildirmiştir. Ancak
başvuruculara böyle bir yer verilmemiştir. Strasburg Mahkemesi’nin karar tarihine kadar
başvuruculara Attica’da eş değerde uygun bir yer bulunamamıştır. Bunun yerine deniz
kuvvetleri tarafından işgal edilen yerden 450 km uzaklıkta başka bir yer önerilmiştir.
Papamichalopoulos kararında Mahkeme, ilk olarak olayda başvurucuların şikâyetleri
devam eden bir duruma ilişkin olduğunu belirtmiştir. Arazinin Deniz Kuvvetleri Vakfı
tarafından işgal edilmesi, başvurucuların mülkiyet hakkına açık bir müdahale oluşturmuştur. Bu müdahale Protokolün birinci maddesinin ikinci fıkrası anlamında mülkiyetin
kullanılmasının kontrolü amacıyla yapılmamıştır; ayrıca resmi bir kamulaştırma işlemi
de bulunmamaktadır. Başvurucuların mülkleri mevzuatına göre kamulaştırılmadığı halde, söz konusu tasarruf nedeniyle başvurucular 1967’den beri mülklerini fiilen (de facto)
kullanma veya satma, ipotek etme, bağışlama veya miras bırakma imkânı bulamamışlardır. Demokrasiye geçildikten sonra yetkililerin başvuruculara bu araziye eş değerde başka
bir arazi verme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Başvurucuların mülkiyet haklarına müdahalenin sonuçları, Protokolün birinci maddesi anlamında fiili kamulaştırma oluşturacak
kadar ağırdır. Bu nedenlerle Mahkeme’ye göre, mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir.
667
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Papamichalopoulos kararının Mahkeme içtihadı bakımından asıl önemi, bu kararın
keyfi el atma davalarında Mahkeme’nin başvuruculara vereceği tazminatın niteliği ve
miktarının belirlenmesinde uzun yıllar boyunca geçerli olacak temel ölçütleri belirlemesidir. Bu davada başvurucuların taşınmazlarına 1967 yılında el konmuştur. Mahkeme
tazminatı belirlerken ilk olarak, başvurucular bakımından en uygun tazmin yolunun, söz
konusu taşınmazların üzerine inşa edilmiş binalarla birlikte iadesi olduğunu belirtmiştir. Buna göre, başvurucular sadece taşınmazı geri almakla yetinmemekte, aynı zamanda
binaları karşılıksız olarak alarak, 1967’den sonra bu taşınmazı kullanmamaktan doğan
hakları da telafi edilmektedir. O halde, Mahkeme’ye göre, adil bir tazminin gerçekleşmesi için, ilk olarak taşınmazın iadesi, ikinci olarak ise, bu taşınmazın kullanılamadığı
süre boyunca yoksun kalınan gelirin de tazmini gereklidir (Papamichalopoulos (50. md.
tazminat kararı), §38). Mahkeme, bu taşınmazın iade edilememesi halinde ise, taşınmazın üzerine yapılmış yapıların getirdiği değer de eklenerek arttırılan güncel değerinin ve
bu taşınmazdan yoksun kalınan gelirin tazminat olarak ödenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Papamichalopoulos kararında belirlenen fiili el atma durumlarında tazminat ölçütleri
daha sonra kabul edilen ve “dolaylı kamulaştırma” olarak adlandırılan ve içtihat yoluyla
geliştirilmiş İtalyan davalarında da izlenmiştir (Belvedere Alberghiera S.r.l.; Carbonara
ve Ventura; Scordino (no 1)). Ancak Mahkeme, Guiso-Galissay – İtalya (22.12.2009,
tazminat) kararında bu içtihadını değiştirmiştir. Bu kararında Mahkeme, mülkiyet hakkına yönelik yasal temeli olmayan bir müdahale söz konusu olduğunda tazminat miktarını
belirlerken kendi kararının verildiği tarihte taşınmazların değerini değil, başvurucuların
ulusal yargı yollarına başvurdukları ve o tarihlerde belirlenen bedeli temel almak gerektiği sonucuna varmıştır. Bu bedel, tutarın belirlendiği tarihten ödemenin yapıldığı tarihe
kadar uygulanacak faizle arttırılarak elde edilen tutar adil tazminat olarak ödenecektir.
Bu tutara başvurucuların el atmadan doğan diğer zararları da eklenerek, nihai tazminat
miktarına ulaşılacaktır (§105-107).
Türkiye’de, kamulaştırmasız el atma işlemine yasal bir sonuç bağlayan 2942 sayılı
eski Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi de Mahkeme’nin bir ihlal kararına konu olmuştur. Bu düzenlemeyi önce Anayasa Mahkemesi 10 Nisan 2003 tarihli kararıyla hukuk
güvenliği ilkesine ve mülkiyet hakkına aykırı bularak iptal etmiştir (2002/112 E, 2003/33
K). Daha sonra İnsan Hakları Mahkemesi, İ.R.S. ve Diğerleri – Türkiye kararında, normal
kamulaştırma usulünü devre dışı bırakarak fiili işgal üzerine kazandırıcı zamanaşımı ile
taşınmaz mülkiyetinin idareye geçmesini öngören düzenlemenin mülkiyet hakkını ihlal
ettiği sonucuna varmıştır.
2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin iptali ve 4650 sayılı Kamulaştırma Kanununun
benzer bir düzenleme öngörmemesi nedeniyle, kamulaştırmasız el atma işlemlerinin Türk
hukukunda yasal temeli tamamen ortadan kalkmıştır. Nitekim Sarıca ve Dilaver – Türkiye kararında Mahkeme, 2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin kapsamına girmeyen bir
fiili el atma işlemini incelemiştir. Bu davaya konu olan olay şöyledir: Taşınmazları 1983
yılında idare tarafından işgal edilen bir başvurucu idareye kamulaştırma yapılması talebi
ile başvurmuştur. İdare, bu talebe 2001 yılında 2942 sayılı kanunun 38. maddesine dayanarak kendi adına bedelsiz tescil davası açarak cevap vermiştir. Bu davaya karşılık ise
başvurucu idare aleyhine tazminat davası açmış ve bu davayı kazanmıştır. Başvurucuya
mülkiyet kaybından ötürü tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Ancak bu tazminatın
ödenmesinde yasal faiz öngörülmüştür.
Sarıca ve Dilaver kararında Mahkeme, kamulaştırmasız el atma usulünün yasal temeli
olmadığını ve Türk hukuk sisteminde taşınmazına el atılan kişinin dava açarak haklarını
arama usulünün bireyleri idare karşısında zayıf bir duruma düşürdüğünü belirtmiştir. Mahkeme, bu durumun idareyi bu güvencesiz usule başvurmaya itebileceğini ve başvurucular
668
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
bakımından bu usulün hukuk güvenliğinden yoksun, öngörülemez ve güvencesiz olduğu
sonucuna varmıştır. Ayrıca tazminat sistemi bakımından da kamulaştırmasız el atma usulü maliklerin aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bu davada Mahkeme kamulaştırmasız el
atma usulünün Türk hukuk sistemi bakımından yapısal bir sorun olduğunu ve bu nedenle
Sözleşme’nin 46. maddesine dayanarak genel bir çözüm getirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Tapu iptalleri: Kıyı kenar ve orman taşınmazları
Bireylerin tapuya güven ilkesine dayanarak edindikleri taşınmazlar kamunun üstün
yararının korunması amacıyla ellerinden alınabilmektedir. Mahkeme içtihatlarına göre,
mülkiyet hakkına müdahale söz konusu olduğunda çevrenin korunması, bu müdahalenin
haklılığını ortaya koyan meşru bir amaçtır. Doğanın, ormanların ve daha genel olarak
çevrenin korunması günümüzde idarenin ve kamuoyunun önem verdiği bir konudur. Bu
nedenle, çevrenin korunmasına ilişkin bir önlem söz konusu olduğunda mülkiyet hakkı
gibi bazı temel haklar ikinci planda kalabilir (Hamer, §79).
Ancak mülkiyet hakkını ortadan kaldıran radikal bir tedbirin çevreyi koruma gibi
meşru bir amaca dayanması, bu müdahale ile bireylerin hakları arasında adil bir denge
kurulması gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Bu çerçevede, taşınmazın değerinin makul bir
karşılığı ödenmeden gerçekleştirilen müdahaleler aşırı niteliktedir; istisnai haller dışında,
tazminat ödenmemesi 1. madde bakımından haklı kabul edilemez (Jahn ve Diğerleri,
§111; N.A. ve Diğerleri, §41).
Mahkeme, N.A. ve Diğerleri – Türkiye ile Turgut ve Diğerleri – Türkiye kararlarında
kıyı kenar ve orman mevzuatına dayanarak, bedelsiz olarak maliklerin tapularının iptali
ve mülkiyetin ilgili idareye bedelsiz devri yönündeki işlemleri, mülkiyet hakkının ihlali
olarak değerlendirmiştir. Mahkeme, Yargıtay’ın Medeni Kanunun 1007. maddesinin bu
durumda olan maliklere tazminat yolunu açan yorumundan sonra bu yönde yapılan başvuruları, ilgili yolun tüketilmesi için iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddetmiştir (Arıoğlu ve Diğerleri (k.k)).
Tazminatın belirlenmesi
Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahale, genel yarar ile bireyin temel hakları arasında “adil bir denge” gözetmek zorundadır (Sporrong ve Lönnroth, §69). Bu dengenin
korunması kaygısı 1. maddenin bütün yapısına ve bu çerçevede ikinci kurala da hâkim
bir anlayıştır (Scordino (no 1), §93). Özellikle mülkiyetten yoksun bırakma dâhil, devlet
tarafından alınan bütün tedbirlerde, kullanılan araçlarla hedeflenen amaç arasında makul
bir orantılılık ilişkisi olmalıdır (Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §38; Eski
Yunanistan Kralı ve Diğerleri, §89-90; Sporrong ve Lönnroth, §73).
Mahkeme, adil denge yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğini incelerken,
devletlere bunun hayata geçirilmesi yöntemlerinde geniş bir takdir alanı tanımaktadır
(Chassagnou ve Diğerleri, §75). Ancak Mahkeme’ye düşen, bu dengenin 1. maddenin ilk
cümlesi çerçevesinde başvurucuların mülkiyetine saygı kapsamında korunup korunmadığını denetlemektir (Jahn ve Diğerleri, §93). Bir tedbirin “adil denge” kuralına uygun olup
olmadığı ve özellikle başvurucular üzerinde orantısız bir yük getirip getirmediği konularında karar verebilmek için, iç hukuktaki tazmin koşulları dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda, Mahkeme, normal koşullar altında, bir taşınmazın değerine makul ölçülerde denk
düşen bir tazminat ödenmeden gerçekleştirilen bir mülkiyetten yoksun bırakma işlemini
aşırı bir tecavüz olarak değerlendirdiğini defalarca belirmiştir. Tamamen tazminat yokluğu ise, mülkiyet hakkı bakımından çok istisnai durumlar dışında haklı görülemez (Kutsal
Manastırlar, §71; Eski Yunanistan Kralı ve Diğerleri, §89). Ancak mülkiyet hakkı, her
669
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
durumda bütünsel bir tazminat hakkını güvence altına almaz (James ve Diğerleri, §54;
Broniowski, §182).
Mahkeme, yol yapımı veya benzeri kamu yararı amacıyla usulüne uygun olarak gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri söz konusu olduğunda, taşınmazın bedelini tam karşılayan bütünsel bir tazminatı gerekli görmüştür. Ancak bu kural istisnasız değildir (Scordino (no 1), §96). Ekonomik reform veya sosyal adalet gibi kamu yararına uygun güçlü
meşru amaçlar söz konusu olduğunda, bir taşınmazın tam piyasa değerinin biraz altında
bir tazminat ödenmesinin adil dengeyi bozmadığı kabul edilebilir (James ve Diğerleri,
§54).
James ve Diğerleri – Birleşik Krallık davasında Mahkeme, geniş çaplı bir kira reformu kapsamında uzun süreli kiracıların oturdukları konutları satın alabilecekleri koşulları
ve adil dengenin nasıl korunabileceğini hususunu incelemiştir. Bu davada Mahkeme, büyük kapsamlı bir ekonomik ve sosyal reformun söz konusu olduğu için taşınmazlarının
tam piyasa değerinin altında bir tazminat elde eden maliklerin yüklenmek zorunda kaldığı
yükün aşırı olmadığı sonucuna varmıştır.
Lithgow ve Diğerleri – Birleşik Krallık kararında dava konusu olay, iktidara gelen
partinin ekonomik, sosyal ve politik programı çerçevesinde hava ve deniz araçları üretimi
yapan şirketlerin devletleştirmesi ile ilgilidir. Bu davada da Mahkeme, öngörülen tazminat mekanizmasının adil olduğuna karar vermiş ve şirkette hissesi olanların paylarının
tam değerinin ödenmesi bakımından orantısız olmadığı sonucuna varmıştır.
Eski Yunanistan Kralı ve Diğerleri – Yunanistan kararında Mahkeme, monarşiden
cumhuriyete geçiş gibi radikal dönüşüm dönemleri sırasında yapılan el koyma işlemlerinin tazmini için bütünsel bir tazminatın altında bir bedelin kabul edilebileceğini belirmiştir. Siyasal ve ekonomik değişim dönemlerine ilişkin yasaları kabul etmek bakımından
devletlerin çok geniş takdir alanlarının olduğu kabul edilmelidir (Kopecky, §35). Mahkeme, bu ilkeyi demokratik bir dönüşüm sonrasında mülkiyet ilişkilerinin düzenlemesine ilişkin yasaların söz konusu olduğu Broniowski – Polonya davasında tekrar etmiştir (§182). Bu davada da tazminat ödenmesinde taşınmazların piyasa değerinin altında
bedellerin adil dengeyi bozmadığı sonucuna varmıştır. Benzer ilkeler iki Almanya’nın
birleşmesi sürecine ilişkin davalarda da uygulanmıştır (Von Maltzan ve Diğerleri (k.k),
§77, 111-112; Jahn ve Diğerleri).
Papachelas – Yunanistan kararında, 150’den fazla taşınmazın ulusal bir yol yapımı
için kamulaştırılması söz konusudur. Mahkeme, bu davada da kamulaştırılan taşınmazların kamulaştırma bedeli olarak piyasa değerinin çok az altında bir tutar olarak belirlenmesini adil dengeyi bozacak nitelikte kabul etmemiştir.
Scordino (no 1) – İtalya davasında Mahkeme, piyasa değerinin yarısına denk düşen bir
kamulaştırma bedelini mülkiyet hakkının ihlali olduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye
göre bu bedel, taşınmazın değerinin oldukça altındadır ve böyle düşük bir bedeli haklı
gösterebilecek koşullar mevcut değildir. Bu nedenle başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalede adil denge bozulmuştur.
Kozacıoğlu – Türkiye kararının konusu, 2000 yılında başvurucuya ait iki katlı taş
bir binanın, “kültürel mal varlığı” olarak sınıflandırıldığı gerekçesiyle kültür bakanlığı
tarafından kamulaştırılması hakkındadır. Başvurucuya taşınmazın devri için binanın tarihsel değeri dikkate alınmadan tespit edilen bir tazminat ödenmiştir. Başvurucu tazminat miktarının arttırılması için bedel attırma davası açmış ve taşınmazın değerinin başka
bir bilirkişi heyetince yeniden değerlendirilmesini ve taşınmazın tarihi değerinin dikkate
alınmasını talep etmiştir. Başvurucu, söz konusu binanın Avrupa Konseyi’nin kültürel ve
670
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
doğal miras listesinde yer aldığını ileri sürmüş ve ek tazminat ödenmesi gerektiğini iddia
etmiştir. Bedel arttırma davası yargılaması sırasında iki farklı bilirkişi heyeti, taşınmazın
tarihsel ve kültürel karakterini dikkate alarak taşınmaz değerinin yaklaşık yüzde 100 arttırılması gerektiğini belirtmişlerdir. Ancak ulusal mahkeme, 1983 tarihli Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanununun 15(d) bendindeki “kamulaştırmalarda bedel takdirinde,
taşınmaz kültür varlıklarının eskilik, enderlik ve sanat değeri dikkate alınmaz”, hükmüne
dayanarak başvurucunun binanın tarihsel değerinin dikkate alınarak bedelinin ödenmesi
talebini reddetmiş ve başvurucuya ek tazminat olarak belirli bir tutar ödenmesine karar
vermiştir.
Kozacıoğlu kararında Mahkeme, bu olaydaki kamulaştırmanın, ülkenin kültürel varlıklarını koruma gibi meşru amaca sahip olduğunu belirtmiştir. Ancak kamulaştırılan binanın tarihsel değeri, kamulaştırma tazminatının takdiri veya tazminatın artırılmasıyla
ilgili dava sırasında dikkate alınmamıştır. Bilirkişiler, değerlendirme sırasında binanın
tarihsel değeri dikkate alınması halinde başvurucunun çok daha yüksek bir bedel alacak
olduğunu belirlemişlerdir. Mahkeme’ye göre, kamulaştırma bedeli tayin edilirken taşınmazın tarihsel değerinin hiç dikkate alınmaması, başvurucuyu kamulaştırılan taşınmazın belirli özelliklerinden kaynaklanan değerinden yoksun bırakmış ve bu nedenle “adil
denge”yi bozmuştur. Mahkeme bu sonuca varırken Avrupa Konseyi’ne üye birçok ülkedeki uygulamada, tazminat hesaplanırken kamulaştırılan taşınmazın gerçek değerini
oluşturan bütün unsurların dikkate alındığını hatırlatmıştır. Ayrıca Mahkeme, çeşitli uluslararası belgelerde, kültür varlıklarının korunmasında kamu yararının kişilerin mülkiyet
haklarını koruma karşısında ağırlık verilmesi gerektiğini vurguladığını da belirtmiştir.
Mahkeme’ye göre, mülkiyet hakkına müdahale ile izlenen kamu yararı amacı arasında
orantılılık şartının yerine getirilebilmesi için, kamulaştırılan taşınmazın kültürel özelliklerini yansıtan makul bir bedelin tayin edilmesi gerekir. Bu gerekçeyle Mahkeme mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Mahkeme kararlarında ilke olarak istisnai koşullarda hiç tazminat ödenmemesi kabul
edilir. Ancak Mahkeme kararlarında bu “istisnai koşulların” neler olduğu konusunda açık
ilkeler bulmak mümkün değildir.
Jahn ve Diğerleri – Almanya kararı Mahkeme’nin “istisnai koşullar” kavramına atıf
yaparak başvurucuların mülkiyet haklarının tamamen ellerinden alınması şeklindeki
müdahale karşılığında hiçbir bedel ödenmemesine karşın, 1. maddenin ihlalinin tespit
edilmediği ender davalardan birisidir. Bu davada Demokratik Almanya Cumhuriyeti zamanında toprak reformu uygulamasıyla dağıtılan tarım arazilerinin, daha sonra bunu işlemeyenlerden geri alması şeklindeki müdahaleyi iki Almanya’nın birleşmesi koşulları
bağlamında inceleyen Mahkeme, bu durumda mülkiyet kaybından ötürü hiçbir tazminat
ödenmemesini mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmemiştir.
Üçüncü kural: Mülkiyetin kullanılmasının kontrolü
Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasına göre, “yukarıdaki hükümler devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek, vergiler ile diğer harç veya
cezaların ödenmesini sağlamak için gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini
ortadan kaldırmaz”. Böylece üçüncü kural devletlere, mülkiyetten yararlanma hakkını
kontrol imkânı vermektedir. Buna göre, devletler mülkiyetin kullanılmasını kamu yararı
amacıyla veya vergi ve benzeri harçların ve para cezalarının toplanabilmesi, için genel
yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak suretiyle sınırlandırabilirler.
Üçüncü kural, mülkiyet hakkına getirilen sınırlamaların hukuki bir temelinin bulunmasını ve “kamu yararı” amacına sahip olmasını gerektirir. Orantılılık ilkesi bakımından müdahalenin ağırlığı ne olursa olsun, kamunun üstün menfaati karşısında mutlaka
671
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
sınırlamanın ağırlığıyla orantılı bir tazminat ödenmesi gerekmez. Bu nedenle, ikinci kuraldan farklı olarak, üçüncü kural çerçevesinde gerçekleşen bir müdahale söz konusu
olduğunda Mahkeme, müdahalenin birey bakımından aşırı bir yük getirip getirmediği
durumlarda bu müdahalenin orantısız olmadığı sonucuna varmaktadır.
Çeşitli üçüncü kural uygulamaları
Denev – İsveç kararında İnsan Hakları Komisyonu başvurucuya arazilerine belirli bir
sayıda çam dikme yükümlülüğü getirilmesini üçüncü kurala uygun kabul etmiş ve başvuruyu reddetmiştir. Allan Jacobsson – İsveç kararında Mahkeme, taşınmaz üzerindeki
uzun süre korunan imar kısıtlamalarının mutlaka üçüncü kurala aykırı bir sonuç doğurmayacağı sonucuna varmıştır. Bu davada başvurucu söz konusu taşınmazı satın alırken
bu kısıtlamalar mevcuttu. Fredin – İsveç davasında Mahkeme, başvurucuların taş ocağı
işletme ruhsatlarının iptal edilmesini davanın koşullarını dikkate alarak üçüncü kuralın
ihlali olmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre bu geri alma işlemi, her ne kadar
başvurucular bakımından mali kayıplar yaratsa da, öngörülebilir bir işlemdir.
Mellacher ve Diğerleri – Avusturya davasında Mahkeme, kira indirimi öngören bir
düzenlemenin, üçüncü kural kapsamında incelenmesi gereken bir müdahale olarak görmüştür. Mahkeme’ye göre taşınmazların malikleri, taşınmazlarından elde ettikleri gelirinin bir kısmından yoksun kalmışlardır. Ancak Mahkeme, bu davada da üçüncü kuralın
ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre devletlerin bu gibi sosyal alanlarda izledikleri politikayı uygulamak için geniş bir takdir alanları vardır; ayrıca bu sınırlandırma başvuruculara aşırı bir yük getirmemektedir.
Hutten-Czapska – Polonya kararının konusu, komünist rejimden sonra önemli kuralları yürürlükte kalan ve Polonya’da 100,000 kadar mülkiyet sahibini ilgilendiren kiraların sınırlandırılması rejimidir. İlgili yasa, eski rejimden kalan kiracıları geçiş sürecinde
korumakta, maliklere çok ağır bakım yükümlülükleri getirmekte ve kiraları sınırlamaktadır. Başvurucunun ailesinden miras kalan taşınmaz bu rejime tabi tutulmuş ve başvurucu taşınmazını tasarruf etmek ve ondan uygun bir gelir elde etmek hakkından yoksun
bırakılmıştır. Mahkeme, bu davada binlerce kişiyi etkileyen, ülke üzerinde ekonomik ve
sosyal etkileri olan kiraların düzenlemesiyle ilgili tercihlerde ve bu tercihlerin hayata
geçirilmesinin zamanlamasında devletlerin çok geniş bir takdir alanına sahip olduklarını
vurgulamıştır. Ancak bu takdir alanı sınırsız değildir; bu yetki Sözleşme’nin belirlediği kurallarla bağdaşmayan sonuçlar vermemelidir (Hutten-Czapska, §223). Mahkeme,
Polonya’da uygulanan bu kira rejiminin başvurucu bakımından çok aşırı sonuçları olduğunu kabul etmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Mahkeme, izin ve ruhsat gibi alanlarda da üçüncü kuralı uygulamıştır. Tre Traktörer
Aktiebolag – İsveç davasında, bir işletmenin içki ruhsatının iptalini bu kapsamda incelemiş ve bu iptal kararının kamu yararı ile bireysel menfaat arasındaki adil dengeyi bozmadığına karar vermiştir.
Pinnacle Meat Processors Company ve Diğerleri – Birleşik Krallık davasında ise
konu, “deli dana” hastalığının ortaya çıkması üzerine gıda sektöründe alınan önlemlerin etkileridir. Mahkeme, bazı alt sektörlerde faaliyetlerin yasaklanmasını, salgın hastalıkla mücadele amacını ve tazminat ödenmesini dikkate alarak üçüncü kurala aykırılık
görmemiştir.
Bireysel silah edinmenin Birleşik Kralllık’ta yasaklanması üzerine bu alanda faaliyette bulunan şirketlerin talepleri de üçüncü kuralın ihlali olarak nitelendirilmemiştir. Ian
Edgar (Liverpool) Ltd – Birleşik Krallık davasında Mahkeme, hem söz konusu şirketlerin
672
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
faaliyetlerini başka alanlara kaydırmalarını, hem de zararlarını kısmen de olsa karşılayan
bir tazminat elde etmelerini dikkate alarak, bu yasaklamayı mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmemiştir.
Posti ve Rahko – Finlandiya kararının konusu ise Finlandiya’da yürürlüğe konulan
belirli bölgelerde ve bazı balık türleri için öngörülen avlanma yasağının bu bölgelerde avlanma imtiyazına sahip balıkçılar üzerindeki etkisidir. Mahkeme, bu kısıtlamayı da üçüncü kural çerçevesinde incelemiştir. Ancak söz konusu yasağın kısmi niteliğini, balıkçılara
belirli bir tazminat ödenmesini ve balık türlerinin korunması meşru amacını dikkate alan
Mahkeme, bu davada da üçüncü kuralın ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.
Megadat – Moldova davası, ülkenin perakende internet erişim hizmetlerinde en fazla
pazar payına sahip şirketin hizmet lisansının, basit bir formaliteyi yerine getirmediği gerekçesiyle iptal edilmesi hakkındadır. Mahkeme bu davada, başvurucunun sahip olduğu
lisansın geçersiz sayılmasını mülkiyet hakkının kullanılmasının kontrolü olarak kabul
etmiş ve konuyu üçüncü kural çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme, adres değişikliğini
bildirmeme gibi basit bir usuli aykırılıktan ötürü başvurucunun ciddi bir ekonomik kayıpla karşı karşıya kalmasını orantısız bir durum olarak nitelendirmiştir. Ayrıca başvurucunun müşteri çevresi, bu müdahale nedeniyle devlete ait bir şirkete yönelmiştir. Mahkeme,
başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleyi, kamu yararı ile açıklanamayacak
derecede ağır ve orantısız bir müdahale olarak değerlendirmiş ve mülkiyet hakkının ihlal
edildiği sonucuna varmıştır.
J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd – Birleşik Krallık kararına konu
olan olay, tapu siciline kayıtlı bir taşınmazın, kazandırıcı zamanaşımı uygulaması nedeniyle kaybı ile ilgilidir. Başvurucuların tapuya kayıtlı taşınmazlarının mülkiyeti, bu taşınmazları on iki yıldan daha uzun süre kullanan kişilere ilgili ulusal yasalara uygun olarak
geçmiştir. Mahkeme, her ne kadar başvurucular bakımından mülkiyetin kaybı söz konusu
olsa da, bu durumu üçüncü kural çerçevesinde incelemenin doğru olduğu değerlendirmesini yapmıştır. Mahkeme’ye göre, burada mülkiyet kaybını ortaya çıkaran durum, esasında mülkiyetin kime ait olduğunun belirlenmesi ile ilgili bir hukuki tartışmanın sonucudur.
Ulusal hukuk, on iki yıldan daha uzun süreyle bir taşınmaza zilyet sıfatıyla sahip olan kişi
bakımından, eski malikin mülkiyet hakkının sona ermesini ve bu zilyedin, eğer koşulları
tamamlamışsa, yeni malik olarak tanınmasını düzenlemektedir. Bu bağlamda, uygulanan
ulusal kural, mülkiyet hakkı bakımından kazandırıcı zamanaşımını düzenleyen bir kuraldır. Eski malik olan başvurucular bu kural nedeniyle mülklerini kaybetmişlerdir; bizzat
bir “mülkiyetten yoksun bırakma işlemi” ile karşı karşıya kalmamışlardır (J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §65).
J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd kararında Mahkeme, kazandırıcı
zamanaşımı süresinin her ülkede olduğunu ve bu gibi kurallar söz konusu olduğunda
devletlerin çok geniş bir takdir alanı bulunduğunu belirtmiştir. Mahkeme, müdahalenin
adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesini yapmıştır. Bu kural uzun yıllardır yürürlüktedir. Başvurucular kira istemek gibi çok basit bazı davranışlarla kazandırıcı zamanaşımı
süresini kesebilirlerdi. Ayrıca Mahkeme’ye göre, bu davada tazminat ödenmesi mutlaka
gerekli olarak değerlendirilemez. İlk olarak tazminatla ilgili kararların verildiği davalardan çok farklı bir dava söz konusudur. İkinci olarak, bu tarz bir davada tazminat ödenmesi
fikri, belirli bir tarihten sonra dava açma hakkını ortadan kaldırarak belirli bir hukuk
güvenliğini sağlamayı amaçlayan kazandırıcı zamanaşımı ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Nihayet Mahkeme, eski malik başvurucuların tamamen hukuki korumadan yoksun olmadıklarını belirtmiştir. Başvurucular kazandırıcı zamanaşımı koşulları tamamlanmadığı
iddiasıyla dava açabilirler. Bu gerekçelerle Mahkeme, adil dengenin bozulmadığı ve mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.
673
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Chassagnou ve Diğerleri – Fransa kararının konusu bir taşınmazdan yararlanmanın
zorunlu olarak bir rejime bağlanması hakkındadır. Başvurucular belirli bir büyüklükte
arazi sahibi kişiler olup, avlanma karşıtıdırlar. 1964 tarihli bir yasaya göre, belirli bir
büyüklükteki bütün araziler o bölgenin av sahasının bir parçası olarak kabul edilmiştir
ve avcılara bu araziler üzerinde avlanma hakkı tanınmıştır. Nitekim başvurucular da av
için kurulan bir derneğin zorunlu olarak üyesi yapılmışlardır. Mahkeme, bu davada başvurucuların mülklerini kullanmalarına bir sınırlama getirildiğini kabul ederek konunun
üçüncü kural çerçevesinde incelenmesine karar vermiştir. Mahkeme’ye göre, bu sınırlama avcılığa belirli bir düzen getirmeyi amaçladığı için meşru bir amaç izlemektedir. Ancak Mahkeme, bu sınırlama ile adil dengenin korunduğuna ikna olmamıştır. 1964 tarihli
yasanın uygulanması sonucunda avcılar ilgili beldenin belirli bir yerinde değil, bütün
arazilerinde av yapma imkânına kavuşmuşlardır. Ancak böyle bir yarar, avcılık yapmayan
bir malik için herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Nitekim 1964 tarihli yasa, avlanmaya karşı olan maliklerin durumuna ve haklarına ilişkin bir düzenleme içermemektedir.
Mahkeme’ye göre, küçük mülk sahiplerini vicdani kanaatlerinin tamamen aksine arazilerini avlanmaya açma konusunda zorlayıcı hükümlerin kabul edilmesi, adil dengeyi
bozmuştur. Mahkeme olayda mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Mahkeme, Chassagnou ve Diğerleri içtihadını, Schneider – Lüksemburg davasında
da izlemiştir. Mahkeme bu davada ahlaki olarak avlanma karşıtı olan başvurucuya arazisinde avlanma için izin verme yükümlülüğü karşılığı olarak az miktarda bir tazminat
ödenmesini, adil dengenin korunması bakımından yeterli görmemiştir. Daha yakın tarihli
Herrmann – Almanya davasında da Mahkeme aynı yönde karar vermiştir.
Mahkeme, Chabauty – Fransa kararında, Chassagnou ve Diğerleri kararının benzeri bir durumu incelemiştir. Chassagnou ve Diğerleri davasından farklı olarak Chabauty
davasında başvurucular avlanma karşıtı değildir. Mahkeme, bu davada mülkiyet hakkı
ve ayrımcılık yasağı ilkesi ışığında konuyu incelemiş ve Sözleşme’nin ihlal edilmediği
sonucuna varmıştır.
Agosi – Birleşik Krallık kararına konu olan olayda, değerli madenlerin ticaretiyle uğraşan başvurucu şirket, bir İngiliz vatandaşına altın sikkeler satmıştır. Ancak bu sikkelerin mülkiyeti, üzerinde anlaşılan bedel ödenene kadar başvurucuda kalacaktır. Sikkeleri
satın alan kişinin verdiği çek karşılıksız çıkmış ve bu arada bu kişi Birleşik Krallık’a
altın sikkeleri yasadışı yollarla sokarken yakalanmıştır. Başvurucu altın sikkelerin maliki
sıfatıyla sikkelerin kendisine iade edilmesi talep etmiş, ancak sonuç elde edememiştir.
Mahkeme, her ne kadar başvurucu mülkiyetini kaybetmişse de, bu durumun ülkeye altın
sikke sokulmasını yasaklayan bir düzenlemeden kaynaklandığını belirterek, bu davada
üçüncü kuralın uygulanması gerektiği değerlendirmesini yapmıştır. Mahkeme, bu davada
mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre, Sözleşme’ye
taraf devletlerde ülkelerine kaçak sokulan mallara el konulması konusunda bir yaklaşım
birliği vardır. Bu malın malikine iade edilip edilmemesi konusunda devletlerin geniş bir
takdir alanı vardır. Ayrıca Mahkeme, Birleşik Krallık hukuk sisteminde gümrük idaresinin bu yöndeki kararlarını denetleyen bir hukuki denetim sisteminin var olduğunu da
belirtmiştir.
Raimondo – İtalya davası, aleyhinde suç örgütüne üye olduğu gerekçesiyle dava açılan başvurucuya ait taşınır ve taşınmaz malvarlığının kara parayla edinildiği varsayılan
kısmına tedbir konulması hakkındadır. Başvurucu ceza yargılaması sonucunda beraat etmiştir. Mahkeme’ye göre, başvurucunun malvarlığına tedbiren el konması, kamu yararına
yönelik meşru bir müdahaledir. Ancak bu malların iadesinde gecikmeden ötürü Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
674
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano – İtalya kararına konu olan olay, başvurucu televizyon şirketinin imtiyaz şeklinde yayın ruhsatı sahibi olmasına karşın kendisine uzun
yıllar frekans tahsis edilmediği için yayım yapamamasına ilişkindir. Mahkeme bu davada
şikâyeti önce ifade özgürlüğü kapsamında incelemiş ve İtalya’nın kendisine düşen pozitif
yükümlülüğü yerine getirmediği ve ilgili mevzuatın “hukuken öngörülmüş olma” koşulu bakımından yetersiz olduğu gerekçesiyle Sözleşme’nin 10. maddesinin ihlal edildiği
sonucuna varmıştır. Mahkeme bu davada başvurucunun Protokolün 1. maddesi çerçevesinde korunan bir “malvarlığı değeri” olduğu sonucuna varmıştır. Bu sonuca varırken
Mahkeme, başvurucunun sahip olduğu ruhsatın ona 1999 yılından itibaren yayın yapma
hakkı tanıdığını, ancak kendisine frekans tahsis edilmediği için bu hakkının içeriğinin
boşalmış olduğunu belirtmiştir. Ayrıca başvurucuya verilen ruhsat, onun meşru olarak
ruhsatın alınmasını izleyen iki yıl içinde yayın yapma imkânının tanınması beklentisine
girmesini haklı gösterecek mahiyettedir. Mahkeme, ayrıca Tre Traktörer AB – İsveç ve
Capital Bank AD – Bulgaristan gibi kararlarına atıf yaparak, ticari faaliyete ilişkin bir
ruhsat iptalinin mülkiyet hakkına müdahale oluşturduğunu kabul ettiğini hatırlatmıştır.
Bu davada her ne kadar ruhsat iptali söz konusu olmasa da, frekans tahsis edilmemesi,
ruhsatın içinin boşalmasına neden olmuştur (Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano, §177).
O halde, ruhsatın işletilmesine bağlı menfaat, 1. maddenin koruması altında olan mülkiyete ilişkin bir menfaat olup, bu madde bağlamında “sahibi olduğu şey” olarak nitelendirilebilecek yeterli bir düzeydedir.
Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano kararında Mahkeme, davayı üçüncü kural çerçevesinde incelemeyi tercih etmiştir. Mahkeme’ye göre, bu davadaki müdahale bir mülkiyet
kaybı olarak nitelendirilemez, o halde ikinci kuralın uygulanması söz konusu değildir.
Mahkeme’ye göre, bu davada ruhsatın kullanılması imkânı birçok idari tedbirle geciktirilmiştir. Bu tedbirler mülkiyetin kullanılmasının düzenlenmesi kapsamında alınan tedbirler
olduğu için, üçüncü kural uygulanmalıdır (Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano, §186).
Mahkeme, üçüncü kural bakımından, diğer iki kural açısından da geçerli olan bir hususu hatırlatmıştır: Mülkiyet hakkına yapılan bir kamu gücü müdahalesi, her şeyden önce
hukuki bir temele dayanmalıdır. Bu hukukilik testi, söz konusu iç hukuk düzenlemesinin
yeterince erişilebilir, açık ve sonuçları önceden görülebilir olması anlamına gelmektedir.
Mahkeme, 10. madde bağlamında yaptığı değerlendirme sonucunda olayda uygulanan
kuralların bu gereklilikleri karşılamadığı sonucuna vardığını hatırlatmıştır. Mahkeme, bu
sonucun mülkiyet hakkı bakımından da geçerli olduğunu belirtmiş ve Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Depalle – Fransa kararına konu olan olay, kıyı kenar şeridinde yer alan bir yapının
yıkılması hakkındadır. Başvurucu, çok uzun yıllardır valilikten aldığı bir izine dayanarak arsası kamuya ait olan bir yerde oturmaktadır. Bu izin kararlarında idare açıkça bu
izni kaldırma ya da içeriğini değiştirme hakkını saklı tutmuştur. Ayrıca Fransız hukukuna
göre, kıyı kenar şeridinde yer alan taşınmazlar kazandırıcı zamanaşımı ile özel mülkiyete
konu olamazlar. 1993 yılında il idaresi, 1986 yılında yürürlüğe giren kıyıların korunması
hakkında kanuna dayanarak, bu izni yenilememiştir. Diğer yandan il idaresi, başvuruculara hayatta kaldıkları sürece bu taşınmazı devretmemek ve herhangi bir değişiklik yapmamak kaydıyla bu taşınmazda kalmalarını önermiştir. Ancak başvurucular bu öneriyi
kabul etmemişlerdir. Depalle davasında Mahkeme, her ne kadar malik sıfatları olmasa
da başvurucuların çok uzun yıllardır bu taşınmazı kullandıklarını dikkate alarak, 1. madde altında incelenebilecek bir ayni menfaatlerinin olduğunu belirtmiş ve bu menfaatin
başvurucunun “sahibi olduğu şey” oluşturduğu sonucuna varmıştır. Devletin bu alandaki
müdahalesi ise, Mahkeme’ye göre üçüncü kural kapsamında incelenmelidir. Başvurucu mülkünden yoksun bırakılma işlemine maruz kalmamış, sadece kendisine tanınan bir
işgal izni iptal edilmiştir. Başvurucu bakımından bu iznin iptali öngörülemeyecek bir
675
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
durum değildir. Mahkeme, işgal izninin her zaman geri alınabilir niteliğini, kamu makamlarının bu alandaki geniş takdir alanını ve başvuruculara il idaresinin yaptığı teklifi
dikkate alarak, bu davada adil dengenin bozulmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme Brosset-Triboulet ve Diğerleri – Fransa davasında da aynı yönde karar vermiştir.
İmar düzenlemeleri
Mahkeme, imar düzenlemesi hakkında şikâyetleri, eğer bu sınırlamalar malik bakımından taşınamayacak noktaya ya da mülkiyet hakkının özüne zarar verecek düzeye
ulaşmışsa, mülkiyetten yararlanmayı düzenleyen birinci kural çerçevesinde incelemektedir. Aksi durumda bu sınırlamalar, mülkiyetin kullanılmasının kontrolünü öngören üçüncü kural başlığı altında tartışılmaktadır.
Üçüncü kuralın imar hukukundan doğan uyuşmazlıklar konusunda uygulandığı önemli bir karar Pine Valley Development Ltd – İrlanda kararıdır. Bu davaya konu olan olayda,
kişinin taşınmazın mülkiyetini kazandığı sırada resmi kayıtlarda mevcut olan imar izni
(yapılaşma ruhsatı) daha sonra bir yargı kararı ile geriye dönük olarak iptal edilmiştir. Bu
karar nedeniyle taşınmazı üzerinde yapı yapmak amacıyla satın alan başvurucu ciddi bir
zarara uğramıştır. Mahkeme, imar iznini iptal eden yargı kararının başvurucu bakımından
önemli bir sonucu olduğunu kabul etmiştir. Bu yargı kararı ile imar izninin iptaline kadar,
başvurucular bu izinde öngörülen yapıyı inşa etmek bakımından meşru bir beklenti içindedirler. Mahkeme’ye göre bu beklenti mülkiyet hakkının bir unsuru olarak değerlendirilebilir (Pine Valley Development Ltd, §51).
Mahkeme, Pine Valley Development Ltd kararında, şikâyetin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerektiğini belirtir. Başvurucunun imar izninin iptali “mülkiyetten yoksun
bırakma” olarak nitelendirilemez; ne yasal ne de fiili bir kamulaştırma veya el atma söz
konusudur. Dava konusu olan tedbir, söz konusu taşınmazın genel imar düzenlemelerine
uygun kullanılmasını amaçlamaktadır. Malik bu taşınmazı kullanabilir, kiraya verebilir
veya satabilir. Her ne kadar taşınmazın değeri düşmüş olsa da, bu değer kaybı taşınmazı
tamamen değersiz hale getirmemiştir. Mahkeme, bu müdahalenin hukuki bir temeli olduğunu ve kamu yararı amacıyla gerçekleştirildiğini kabul etmiştir. Müdahalenin orantılılığı
konusunda ise Mahkeme, bu olayda iptal kararının başvurucuların da katıldığı bir yargı
kararına ve çok önemli bir meşru amaç olan çevreyi koruma amacına dayalı olduğunu
belirtmiştir. Mahkeme’ye göre mülkiyet hakkı ihlal edilmemiştir; çünkü başvurucular,
öngörebilecekleri riskleri de içeren bir ticari yatırım yapmışlardır; bu nedenle dava konusu müdahale nedeniyle herhangi bir tazminat ödenmemesi adil dengeyi bozmamıştır.
Hakan Arı – Türkiye kararına konu olan olay, başvurucunun Mersin’de bulunan ve
tapuda fidanlık olarak tescil edilen arazisinin, imar planında sosyal donatı alanı olarak
ayrılmasıyla ilgilidir. Başvurucu taşınmazının bulunduğu alanın imara açıldığını öğrenince, 2002 yılında Mersin Belediyesi’ne imar izni almak için başvuruda bulunmuştur.
Mersin Belediyesi şehir planında söz konusu arazinin okul yapım sahasına ayrıldığını
belirterek başvurucuya imar izni vermemiştir. Başvurucu 16 Ocak 2002 tarihli yazı ile
İçel Milli Eğitim Müdürlüğüne başvurarak, ya sözü edilen arazinin kamulaştırılmasını ya
da arazisi üzerinde okul yapılması amacıyla verilen kararın iptal edilmesini talep etmiştir.
28 Mart 2002 tarihinde idari makam, başvurucunun taşınmazı hakkında kamulaştırma
kararı alındığı gerekçesiyle, başvurucunun talebini reddetmiştir. Diğer yandan görevli
idare başvurucunun avukatına 11 Kasım 2002 tarihinde gönderdiği bir yazıda, bütçe kaynaklarının yetersizliği nedeniyle bu taşınmazın kamulaştırılmasının gelecek yıllarda yapılmasının öngörüldüğünü bildirmiştir. Başvurucu Mersin Asliye Hukuk Mahkemesi’nde
idare aleyhine maddi ve manevi tazminat davası açmıştır. Başvurucu, imar planındaki
sosyal donatı fonksiyonu nedeniyle, mülkiyetindeki taşınmazdan yararlanamadığını ve
676
MÜLKİYET HAKKI / Açıklama
bu nedenle, mülkiyet hakkının özü itibariyle içeriğinin boşaltıldığını iddia etmiştir. Asliye
Hukuk Mahkemesi başvurucunun talebini yerinde bulmuş ve maddi ve manevi tazminat talebini kabul etmiştir. Ancak Yargıtay bu kararı bozmuştur. İlk derece mahkemesi
Yargıtay’ın kararı doğrultusunda başvurucunun talebini reddetmiştir.
Hakan Arı davasında başvurucu Mahkeme’ye başvurarak, taşınmazının karşılıksız
olarak okul yapımı amacıyla ayrılmış olmasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri sürerek şikâyetçi olmuştur. Mahkeme bu davada başvurucunun, taşınmazı imara açıldığı
için inşaat izni almak için meşru beklenti içine girebileceğini belirtmiştir. Oysa bu taşınmaz imar planında okul alanına tahsis edildiği için, kamulaştırma amacıyla üzerine inşaat
yasağı konulmuştur. Mahkeme bu sınırlama nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkının
geleceği konusunda belirsiz bir duruma itildiğini belirtmiştir. İlk başta taşınmazın kamulaştırılması ihtimali ortaya çıkmıştır; ancak bu ihtimal belediyenin bütçede yeterli ödeneği olmadığı gerekçesiyle gerçekleşmemiştir. Daha sonra yeni bir imar planı yapılmış,
ancak bu planda da taşınmaz okul için ayrılmıştır. Mahkeme bu durumun başvurucunun
mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanmasını engellediğini ve arazinin satış şansı
dâhil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini önemli ölçüde azalttığını belirtmiştir. Başvurucunun uğradığı bu kayıp, herhangi bir tazminatla giderilmemiştir. Mahkeme’ye göre
bu durum, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil
dengeyi bozan, başvurucuyu alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda
bırakan bir müdahale olup, mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir.
Keçecioğlu ve Diğerleri – Türkiye kararına konu olan olayda, İstanbul Belediyesi
1986 yılında yapılan imar planına uygun olarak, Haliç bölgesinde bir yeşil alan oluşturmak üzere bir taşınmazın kamulaştırılması için kamu yararı kararı almış ve 1992 yılında
üzerinde bina bulunan bu taşınmazı kamulaştırmıştır. Ancak daha sonra bu imar planı
iptal edilmiştir. Diğer yandan 1992 yılında aynı taşınmaz, eski eser olarak sınıflandırılmış ve bu nedenle taşınmazın bulunduğu yerin yeşil alan olarak düzenlenmesi imkânsız
hale gelmiştir. Başvurucular bu iptal kararına dayanarak, 1997 yılında taşınmazın iadesini
talep etmişlerdir. Ancak bu talepleri reddedilmiştir. Mahkeme bu davada, Motais de Narbonne (§22) ve Beneficio Capella Paolini (§33) kararlarında geliştirdiği ilkeleri uygulayarak, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre bu davada
taşınmazın iade edilmemesi kararı, eski malikleri bu taşınmazın imar planında yeşil alan
olarak öngörülmesinden bu yana ortaya çıkan değer artışı ile elde edebilecekleri bir değerden yoksun bırakmıştır. Ayrıca belediye bu taşınmazları öngörülen kamu yararı için
kullanmamaktadır; iptal edilen imar planındaki yeşil alan fonksiyonunun gerçekleştirilmesi imkânsız hale gelmiştir. Bu nedenlerle Mahkeme’ye göre, bu davada genel yarar
ile mülkiyet hakkı arasında kurulması gereken denge, mülkiyet hakkı aleyhine bozulmuştur. Mahkeme, adil karşılık konusunda devlet ile başvurucular arasında bir dostane
çözüme varılmaması üzerine, başvuruculara 2.000.000 Euro maddi tazminat ödenmesine
hükmetmiştir.
Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.) davasında başvurucular, Roma’ya yakın bir yerde
yüzölçümü 27 bin metrekare olan ve imar planlarında yapılaşmaya açılmış bir arazinin
sahibidirler. Bakanlar Kurulu 1994 yılında bu araziyi arkeolojik bölge alanı olarak ilan
etmiş ve her tür yapılaşmayı yasaklamıştır. Bu işleme karşı başvurucuların başvurdukları
hukuki yollar bir sonuç vermemiştir. Mahkeme, başvurucuların sahip olduğu taşınmaz
hakkında alınan 1994 tarihli arkeolojik bölge alanı kararını, üçüncü kural çerçevesinde
bir müdahale olarak değerlendirmiş ve davayı bu kuralın ışığında incelemiştir. Ancak
Mahkeme’ye göre bu davada adil denge bozulmamıştır; çünkü ilk olarak, başvurucular ulusal mahkemelere bu karar sonrasında bu taşınmazın kullanımında bir değişikliğe
gitmek zorunda kaldıklarını kanıtlayamamışlardır. İkinci olarak, başvurucular bu karar
677
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
öncesinde yapılaşmaya müsait olan taşınmazları üzerinde herhangi bir inşaat girişiminde
bulunmamışlardır.
Sinan Yıldız ve Diğerleri – Türkiye kabuledilemezlik kararında Mahkeme, SİT alanları konusunda mülkiyet hakkını zayıflatan bir karar vermiştir. Başvurucuların Hakkâri’de
1564 m2 imara açık ve üzerinde bir ev bulunan bir taşınmazları vardır. Bu taşınmaz, 11
Kasım 1999 tarihinde birinci derece arkeolojik SİT alanı kapsamına alınmıştır. Taşınmazın kamulaştırılması girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine başvurucular kamulaştırmasız el atma iddiasıyla tazminat davası açmışlardır. Ancak bu dava reddedilmiştir.
Mahkeme bu davada başvurucuların taşınmazının SİT alanı ilanını mülkiyet hakkına bir
müdahale olarak nitelendirmiştir. Bu müdahale, 1. maddenin ikinci fıkrası kapsamında
değerlendirilmiştir. Ancak Mahkeme, İtalya’ya karşı benzer davalarda geliştirdiği içtihadı
izleyerek (Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.); Longobardi ve Diğerleri – İtalya (k.k.)),
bu davada adil dengenin bozulmadığı ve mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna
varmıştır. Mahkeme bu sonuca varırken, ilk olarak bu müdahalenin yasal bir temele dayanmakta olduğunu ve önemli arkeolojik kalıntıları barındıran bir ülkenin bu arkeolojik varlığını koruma meşru amacına hizmet ettiğini söylemiştir. Herhangi bir tazminat
ödenmemesi konusunda ise Mahkeme, başvurucunun mülkiyet hakkının tümden ortadan
kalkmadığını belirtmiştir. İlk olarak mutlak bir inşaat yasağı öngörülmemiştir. Ayrıca
başvurucu gerekli izinleri alarak taşınmazda değişiklik yapma veya satma imkânına sahiptir. Diğer yandan Mahkeme, SİT alanı ilan edilmeden önce başvurucuların taşınmaz
üzerinde bir yapı yapma izni için başvurmamış olmalarını da dikkate almıştır. Nihayet
Mahkeme’ye göre kanun, birinci derece SİT alanı ilan edilen taşınmazlar için eşdeğer bir
taşınmazla değişim imkânını da öngörmektedir.
678
ÖNEMLİ KARARLAR
13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA
♦ evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması (başvurucu annenin evlilik dışı çocuğuna çok sınırlı bir şekilde miras bırakabilmesi) ■ mülkiyet hakkı
DAVANIN ESASI
Birinci başvurucu Paula Marckx evli olmayan anne, ikinci başvurucu Alexandra Marckx
ise, bu annenin nesebi belirsiz (gayrimeşru) küçük çocuğudur.
Anne, doğum yaptıktan sonra çocuğu nüfusa kaydettirmek üzere başvurmuştur. Nüfus
müdürlüğü, Belçika Medeni Kanununun 57ek maddesi gereğince, bu nesebi belirsiz doğumu yargıca bildirmiştir.
Yargıç, çocuğun velayeti konusunda karar vermek için bilgi almak üzere anneyi mahkemeye davet etmiştir. Yargıç, anneden bilgi almış, aynı zamanda annenin çocuğu tanıması
için var olan yolları ve böyle bir tanımanın hukuki sonuçlarını anlatmıştır. Yargıç ayrıca,
anneye Medeni Kanunun çeşitli hükümlerinden ve ‘istisnai’ mirasçılık biçimleriyle ilgili
756. madde hükmünden söz etmiştir.
Bir kaç gün sonra anne, Medeni Kanunun 334. maddesine göre çocuğunu tanımış ve
otomatik olarak çocuğun vasisi durumuna girmiştir. Yargıcın başkanlığında, çocuğun kanuni menfaatlerini korumakla görevli olan ve kız kardeş ile bazı akrabalardan oluşan aile
konseyi kurulmuştur.
Bir yıl kadar sonra anne, Medeni Kanunun 349. maddesine göre çocuğunu evlat edinmek için başvurmuştur. Bu usul bazı araştırmaların ve masrafların yapılmasını gerektirmiştir. Evlat edinme işlemi beş buçuk ay sonra yargıç tarafından geriye yürürlü olarak
onanmıştır.
Başvurucular, nesebi belirsiz bir çocuğun anneyle ilişki kurma tarzını ve bu ilişkinin çocuğun annesinin ailesiyle ilişkilerinin boyutları ile miras haklarının intikali üzerindeki
sonuçlarıyla ilgili Medeni Kanun hükümlerinden şikâyetçi olmuşlardır. Başvurucular ayrıca, annenin çocuğun haklarını artırmak için çocuğunu evlat edinmesinin gerekli görülmesini de bir sorun olarak dile getirmişlerdir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
(...)
II. Esasa ilişkin şikâyetler
(...)
1. Alexendra’nın dayandığı ailesel haklar
Belçika hukukuna göre, nesebi belirli çocuk doğuşundan itibaren veraset veya intikal
yoluyla bütün miras haklarına sahip olduğu halde, nesebi belirsiz çocuk bakımından bu
haklar bulunmamaktadır. Başvuruculara göre bu sistem, özel yaşama saygı hakkı ile birlikte mülkiyet hakkına ve ayrımcılık yasağına aykırı bulunmaktadır. Mahkeme’ye göre,
Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkı, herkesin mülkiyetini barışçı biçimde
kullanma hakkını içermektedir. Bu madde sadece mülkiyeti bulunan kişilere uygulanabilir. Bu madde mülkiyetin miras veya başka bir yolla kazanılmasını güvence altına almamaktadır. Bu nedenle Mahkeme, tek başına ele alındığında olayda nesebi belirsiz çocuk
bakımından mülkiyet hakkının uygulanabilir olmadığı sonucuna varmıştır.[50-59]
679
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
2. Paula Marckx’ın dayandığı ailesel haklar
Belçika hukukuna göre evli olmayan annenin nesebi belirsiz çocuğuna çok sınırlı bir
biçimde miras bırakabilme imkânı vardır. Birinci Protokolün birinci maddesi mülkiyet
hakkını güvence altına almaktadır. Bir kimsenin mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunabilmesi mülkiyet hakkının geleneksel ve temel bir yönüdür. Olayda evli olmayan bir annenin çocuğu lehine bağışta bulunmasını yasayla kısıtlanmıştır. Bu nedenle Mahkeme,
mülkiyet hakkı bakımından ayrımcılık yasağının ihlal edildiği soncuna varmıştır. Öte
yandan davalı Hükümet, Mahkeme’nin gayri meşru çocuklarla ilgili Belçika mevzuatını
Sözleşme’ye aykırı görmesi halinde Mahkeme’nin kararının verildiği tarihinden itibaren
iç hukukta sonuç doğurması ve geriye yürürlü sonuç doğurmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Mahkeme’ye göre, Sözleşme’de var olan hukuki kesinlik Belçika Devletini bu
kararın verildiği tarihten önceki hukuki işlemleri ve olayları yeniden ele almaktan kurtarmaktadır. Bu nedenle Mahkeme, Mahkeme kararının verildiği tarihten itibaren iç hukukta
hüküm doğurduğu sonucuna ulaşmıştır.[60-65]
BU GEREKÇELERLE MAHKEME,
(...)
IV. Alexandra Marckx’ın dayandığı ailesel haklar konusunda:
8. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesinin Alexandra Marckx’ın iddiaları bakımından uygulanabilir olmadığına;
(...)
V. Paula Marckx’ın dayandığı ailesel haklar konusunda:
(...)
13. Beşe karşı on oyla, Paula Marckx’ın iddiaları bakımından Birinci Protokolün 1.
maddesinin uygulanabilir olduğuna;
14. Altıya karşı dokuz oyla, aynı başvurucu bakımından, tek başına ele alınan bu maddenin ihlal edilmediğine;
15. Beşe karşı on oyla, bu başvurucu bakımından, Birinci Protokolün 1. maddesiyle
bağlantılı olarak ele alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlaline;
(...)
KARAR VERMİŞTİR
23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ
♦ kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama (başvurucuların sahip oldukları taşımazlar üzerinde kamulaştırma şerhi bulunması ve inşaat izni verilmemesi
nedeniyle uzun süreli olarak mülkiyetten yararlanamamaları) ■ mülkiyet hakkı
DAVANIN ESASI
I. Dava Konusu Olaylar
9. Bu iki başvuru, uzun süreli kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının taşınmazlar
üzerinde doğurduğu sonuçlarla ilgilidir.
A. Sporrong Miras Şirketi
10. Hukuki bir kişiliğe sahip olan Sporrong Miras Şirketi, müteveffa E. Sporrong’un
kanuni mirasçıları olan Bayan Sporrong, Bay C. --O. Sporrong ve Bayan B. Atmer’den
680
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
meydana gelmektedir; bunlar Stockholm yakınlarında oturmaktadırlar. Miras Şirketi,
Stockholm’ün merkezinde Aşağı Norrmalm bölgesinde bulunan ve “Riddaren No. 8”
olarak bilinen bir taşınmazın sahibidir. Bu taşınmazın üzerinde 1860’lı yıllardan kalma
bir bina bulunmaktadır; taşınmazın 1975’teki vergi değeri 600,000 İsveç Kronudur.
1. Kamulaştırma izni
11. Hükümet, 1947 tarihli İmar Kanununun 44. maddesine dayanarak, 21 Temmuz 1956
tarihinde Stockholm Belediyesine Sporrong Miras Şirketinin sahip olduğu taşınmazın da
arasında bulunduğu 164 taşınmazın bulunduğu bölgeyi kamulaştırma izni vermiştir. Belediye, alış-veriş caddelerinden birini ana yola bağlayan bir viyadük yapmayı tasarlamıştır.
Viyadük ayaklarından biri “Riddaren” parseline dikilecek, taşınmazın geri kalan kısmı
oto parka dönüştürülecektir.
Hükümet, 1917 tarihli Kamulaştırma Kanunu gereğince, kamulaştırmanın gerçekleştirileceği beş yıllık bir süre tespit etmiştir; bu sürenin dolmasından önce Belediye, mal sahiplerine ödenecek tazminatı belirleyecek olan mahkemeye dava açması gerekmektedir;
bunu yapmaması halinde kamulaştırma izni ortadan kalkacaktır.
12. 11 Temmuz 1961’de Hükümet, Belediyenin talebi üzerine bu süreyi 31 Temmuz 1964
tarihine kadar uzatmıştır. Bu karar “Riddaren No. 8”in de içinde bulunduğu 138 taşınmazı
kapsamıştır. Bu tarihlerde söz konusu taşınmazlar, imar planına tabi değildir.
13. 2 Nisan 1964’te Hükümet, Belediyenin kamulaştırma iznini bir kez daha uzatmıştır;
bu uzatma ilk 164 taşınmazdan aralarında “Riddaren No. 8”inde bulunduğu 120 taşınmazı etkilemiş olup, 31 Temmuz 1969 tarihine kadar geçerli kalmıştır. Belediye Lower
Norrmalm için “62 tarihli İmar planı” adıyla bilinen genel bir gelişme planı hazırlamıştır;
bu plan özel ulaşım için caddelerin genişletilmesine ve yaya yollarının yapılmasına öncelik vermiştir.
Daha sonra genel gelişme planının tadilatı olan, Lower Norrmalm ve şehir merkezinde
diğer bir bölge olan Östermalm için “67 tarihli İmar Planı” yapılmış, bu plan daha iyi yol
ağı vasıtasıyla toplu taşımacılığı geliştirme ihtiyacını vurgulamıştır. Buna göre söz konusu bazı parseller caddelerin genişletilmesi için kullanılacaktır; ancak kesin karar için,
kullanımın gerekliliğine dair bir kararın alınması beklenecektir. “62 tarihli İmar Planı”
ile aynı türde olan bu tadilat planının 1985 yılından önce uygulanacağı hesaplanmıştır.
14. Temmuz 1969’da Belediye 62 ve 67 tarihli planlarda kamulaştırma gerekçelerinin
hala geçerli olduğuna işaret ederek, “Riddaren No. 8”in de aralarında bulunduğu bazı parseller için kamulaştırma izninin üçüncü kez uzatılmasını istemiştir. Hükümet 14 Mayıs
1971’de, tazminatın tespiti amacıyla davanın açılması için son süre olarak 31 Temmuz
1979 tarihini, yani talepten itibaren on yıl sonrasını göstermiştir.
Mayıs 1975’te Belediye bir plan tadilatı yapmıştır; buna göre “Riddaren No. 8” kullanımı
değiştirilmemekte ve üzerindeki yapı kaldırılmayacaktır.
3 Mayıs 1979’da Hükümet, Belediyenin kamulaştırma izin talebini iptal etmiştir (bk.
aşağıda, §29).
15. Sporrong Miras Şirketi sahip olduğu taşınmazı satmaya teşebbüs etmemiştir.
2. İnşaat yasağı
16. 11 Haziran 1954’te Stockholm İdare Kurulu, yapılması planlanan viyadük ve bağlantı
yolun taşınmazın kullanımını etkileyeceği gerekçesiyle “Riddaren No. 8” üzerinde inşaat
yasağı koymuştur. Bu yasak, Kurul tarafından 1 Temmuz 1979 tarihine kadar uzatılmıştır.
681
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
17. 1970 yılında Sporrong Miras Şirketi, binanın ön kapısını genişletmek için inşaat yasağından muafiyet sağlamışlardır. Başka bir muafiyet tanınmamıştır.
18. “Riddaren No. 8”i etkileyen kamulaştırma izni 23 yıl, inşaat yasağı ise 25 yıl sürmüştür.
B. Bayan Lönnroth
19. Stockholm’de yaşayan Bayan Lönnroth, Aşağı Norrmalm bölgesindeki “Barnhuset No.
6” de yer alan taşınmazın üçte ikisinin sahibidir; bu taşınmazın üzerinde 1887-1888 yılında
yapılmış, biri caddeye cephesi olan, diğeri arkada bulunan iki bina bulunmaktadır. Taşınmazın başvurucunun hissesine isabet eden 1975’deki vergi değeri 862,500 İsveç Kronudur.
1. Kamulaştırma izni
20. 24 Eylül 1971 tarihinde Hükümet, Stockholm Belediyesine, aralarında “Barnhuset
No. 6”nın da bulunduğu 115 taşınmazı kamulaştırma izni vermiş, 31 Aralık 1979 tarihini,
yani Belediyenin talebinden on yıl sonrayı tazminatın tespiti amacıyla dava açılması için
son tarih olarak belirlemiştir. Belediye bu kararını “67 tarihli İmar planı”na dayandırmış
olup, bu plana göre başvurucunun taşınmazı üzerinde çok katlı oto park yapılacaktır.
21. Ancak bu bölgedeki çalışmalar ertelenmiş ve yeni planlar hazırlanmıştır. Başvurucu,
binalarının tamire ihtiyacı olduğu gerekçesiyle, kamulaştırma izninin kaldırılmasını talep
etmiştir. Belediye, var olan planların istisnaya imkan tanımadığı şeklinde yanıt vermiş ve
Hükümet de 20 Şubat 1975’te, Belediyenin açıkça rızası olmadan kamulaştırma izninin
kaldırılamayacağı gerekçesiyle talebi reddetmiştir.
Hükümet 3 Mayıs 1979’da, Belediyenin talebi üzerine kamulaştırma iznini iptal etmiştir
(bk. aşağıda, §29).
22. Bayan Lönnroth’un mali durumu, taşınmazı satmaya zorlamıştır. Başvurucu 1970
ile 1975 yıllarında taşınmazı yedi kez satmaya teşebbüs etmiş, ancak müstakbel alıcılar
Belediyeye danıştıktan sonra satın almaktan vazgeçmişlerdir. Ayrıca başvurucu, bazen
kiracı bulmakta zorlanmıştır.
2. İnşaat yasağı
23. 29 Şubat 1968’de Stockholm İdare Kurulu, bu parselin oto parka dönüştürüleceği
gerekçesiyle “Barnhuset No. 6”in üzerine inşaat yasağı koymuştur. Bu yasak daha sonra
Kurul tarafından 1 Temmuz 1980 tarihine kadar uzatılmıştır.
24. 1970’te başvurucuya binasının üçüncü katında tadilat yapma izni verilmiştir; başvurucu başka bir muafiyet istememiştir.
1970’li yılların başında, taşınmazın başlıca ipotek alacaklılarından biri, binanın ön yüzünde yenileştirme yapılmasını istediği zaman, başvurucu kredi temin edememiştir.
25. Özetlenecek olursa, Bayan Lönnroth’un taşınmazı sekiz yıl kamulaştırma iznine, on
iki yıl da inşaat yasağına tabi tutulmuştur.
C. Stockholm Belediyesinin imar politikası
26. İkinci Dünya savaşında yıkıldıktan veya ağır surette tahrip olduktan sonra yeniden
inşa edilen birçok şehirde olduğu gibi, Stockholm şehir merkezinde de onlarca yıldır
geniş çaplı değişikler meydana gelmektedir.
27. Aşağı Norrmalm bölgesi, kentin önemli idari ve ticari faaliyetlerinin yoğunlaştığı
bir bölgedir. 1945 yılında, bu faaliyetlerin tatmin edici bir şekilde yürütülebilmesi için
bölgenin yeniden inşa edilmesi gerektiği görüşü hakim olmuştur. Örneğin, uyun bir yol
ağına ihtiyaç hissedilmiştir.
682
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Ayrıca, binaların birçoğu ayakta duramaz olmuş, tamir edilemeyecek kadar kötü duruma
gelmişlerdir. Bürolar ve dükkanlar uygun binalar yapmak ve temiz ve sağlıklı bir çalışma
ortam yaratmak için geniş çaplı bir yeniden gelişme planı gerekli hale gelmiştir. 1947
tarihli Yasanın 44. maddesini değiştiren 1953 tarihli Yasayla tanınan belirli bir alanın
kamulaştırılması imkanı, Belediye planlarının uygulanması için anahtar bir vasıta haline
gelmiştir. On yıldan daha kısa bir sürede yüzden fazla bina yıkılmıştır. Bu suretle açılan
alanların bir kısmı yeni yolların yapılması için kullanılmış ve diğer bir kısmı da daha
büyük ve daha işlevsel komplekslerle bütünleştirilmiştir.
28. 1970’li yıllarda Stockholm imar politikası önemli ölçüde değişmiştir. Yerel makamlar
merkeze doğru yeni yollar açmaktan çok, artık şehirdeki taşıt sayısını düşürmeye çalışmışlardır. Bu yeni politika, 19 Haziran 1978’de kabul edilen “77 tarihli İmar Planı”na
yansımıştır. Bu plan, her şeyden önce, kentin mevcut yapısını dikkate alarak tedricen
yeniden inşa edilmeye dayalı bir kentsel yenileşme için hükümler getirmiş ve var olan
binaların birçoğunun korunmasını ve restorasyonunu öngörmüştür.
29. 3 Mayıs 1979’da Hükümet, Belediyenin Ekim 1978 tarihli talebini kabul ederek, aralarında başvurucuların taşınmazlarının da bulunduğu yetmiş kadar taşınmaz üzerinde,
1956 ve 1971 tarihlerinde verilmiş olan kamulaştırma izinlerini kaldırmıştır. Çünkü artık,
yeni imar planının uygulanması için Belediyenin bu taşınmazlara sahip olmasına gerek
kalmamıştır.
30. Belirli alanı kamulaştırma izninin varlığı nedeniyle meydana gelen güçlüklere rağmen, Stockholm’deki bu tür izinlerden etkilenmiş altmış altı taşınmazın satışının yapılabilmesi mümkün olmuştur.
İç Hukuk :
A. İmar Hukuku (Town Planning Law)
31. 1947 tarihli Yasa, İsveç’teki imar politikasının temel belgesidir. Bu bakımdan Yasa,
nazım planları ile imar planları yapılmasını sağlamaktadır.
32. Bir nazım planı (genel plan), daha ayrıntılı planların çatısını kurmak için gerekli görüldüğü takdirde belediye tarafından yapılır. Bu plan belediye meclisi tarafından kabul
edilir; meclis, planı onay için İl İdare Kuruluna (1 Ocak 1973’ten önce Hükümete) gönderir (md. 10).
33. İmar planları, gerekli görülen kentsel alanlar (urban areas) için yapılır (md 24). İmar
planı, nazım plandan daha ayrıntılıdır; hangi alanlardan nasıl yararlanılacağını --konu,
yollar, meydanlar, parklar, vd. -- gösterir ve bu yerlerin kullanımına ilişkin daha ayrıntılı
hükümler de içerebilir (md. 25). Bu planın belediye meclisi tarafından kabul edildikten
sonra, İl İdare Kurulu tarafından onaylanması gerekir. Bu süreç içinde mülk sahipleri, çeşitli makamlara görüşlerini iletme imkanına sahiptirler; son çare olarak planı kabul eden
karara karşı itirazda bulunabilirler.
34. Bazı hallerde nazım planları ve imar planları, karar için Hükümete sunulur.
35. Bu planlarla bağlantılı olarak veya bağımsız olarak, İsveç resmi makamları kamulaştırmaya ve inşaat yasaklarına başvurabilirler; bu tedbirlerin arasında bir hukuki bağlantı
bulunması gerekmez.
1. Kamulaştırma
36. Kamulaştırma konusunda bu davada uygulanabilir hükümler esas itibarıyla 1917 tarihli Yasada yer almaktadır; bu Yasanın yerini, 1 Ocak 1973 tarihinden itibaren yürürlüğe
giren 1972 tarihli Kamulaştırma Yasası almıştır.
683
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
37. Kamulaştırma yetkisi vermeye karar verecek olan Hükümettir. Hükümetin kararı
kamulaştırmaya izin verme biçiminde olup, Yasada yer alan belirli şartlara tabidir. İzin
verilmesi otomatik olarak kamulaştırmaya yol açmaz; sadece belirli bir kamu makamına (veya, istisnai hallerde özel bir şahsa veya şirkete) gerektiği takdirde kamulaştırma
yapma hakkı verilmiş olur. Bu izin kararı, mülk sahibinin mülkünü satma, kiralama veya
ipotek ettirme hakkına dokunmamaktadır; bu izin, kamulaştırma makamının kamulaştırma tazminatının tespit edilmesi için dava açma süresini belirlemektedir; süresi içinde
kamulaştırma yapılmaması halinde izin sona erer. 1917 tarihli Yasada süre sınırı ve iznin
geçerliliğini uzatma konusunda hüküm yoktu.
1972 tarihli Yasanın gerekçesi, kamulaştırma izninin mülk sahipleri bakımından mülklerini kullanma imkanlarının belirsiz bir şekilde kısıtlanması, masraflarına katlanıp katlanmamaya karar vermekte güçlük yaratması gibi dezavantajlar oluşturduğuna, zaman
geçtikçe dezavantajlı durumun giderek ağırlaştığına dikkat çekmiştir.
Bu nedenle, 1972 tarihli Yasanın 3. bölümünün 6(1). fıkrası şu hükümleri içermektedir.
“Kamulaştırma izni, [tazminatın tespiti amacıyla] yargısal işlemlerin başlatılması için
süre tayin eder. Özel sebepler bulunması halinde bu süre uzatılabilir. Süre uzatma talebi
sürenin dolmasından önce yapılır. Mülk sahibinin kamulaştırma işinin askıda kalmasının
çok ağır zararlar verdiğini ortaya koyması halinde, kendisinin talebi üzerine bu süre kısaltılabilir. Kamulaştırma izninin verilmesinden sonra bir yıl geçmedikçe, sürenin kısaltılmasına karar verilemez.”
Tazminat miktarı tespit edilip ödenmedikçe, kamulaştırma tamamlanmış olmaz. Bu konuda Taşınmaz Mahkemeleri (Real Estate Court) yetkilidir; bu mahkemenin kararlarına
karşı Üst Mahkemeye başvurulabilir, son derece mahkemesi, Yüksek Mahkeme’dir.
38. 1 Temmuz 1953’ten önce, kamulaştırma sadece münferit mülklere ilişkin olarak yapılırdı; her kamulaştırma izni talebi, kamulaştıracak makamın söz konusu mülkü nasıl
kullanmayı tasarladığını ayrıntılı bir şekilde tanımlardı.
Mevcut başvurular, alan kamulaştırması (zonal expropriation) olarak bilinen başka tür bir
kamulaştırmayla ilgilidir. Konuyla ilgili hükümler, 1947 tarihli Yasanın 44. maddesi 1953
yılında değiştirilmek suretiyle getirilmiş ve 1971 yılında çıkan bir yasayla, 1 Ocak 1972
tarihinden itibaren kaldırılmıştır. Bu hükümler şöyleydi:
“Yoğun nüfusa sahip olan bir bölgenin tamamen yeniden gelişimini sağlamak amacıyla
ana yollar veya şehir imarı için gerekli görüldüğü takdirde ve böyle bir yeniden gelişme sadece bölgenin bütünüyle inşası suretiyle gerçekleştirilecek olması, yeniden gelişme tedbirlerinin şehir imar planının bu bölge için değiştirilmesini gerektirmesi halinde,
Hükümet belediyeye yeniden gelişme için ihtiyaç duyulan ve aynı bölgede veya yakın
çevresinde bulunan yerleri ve planın uygulanması sonucu değeri önemli ölçüde artacak
olan yerleri satın alınma yetkisi tanıyabilir(...)”
1 Ocak ile 31 Aralık 1972 tarihleri arasında, bu 44. maddeye karşılık gelen hükümler
1917 tarihli Yasaya sokulmuştur; bu hükümler artık 1972 tarihli yasada yer almaktadır
(Bölüm 2, md. 1)
İşte alan kamulaştırması, bu suretle büyük imar projeleri için bir araç olarak düzenlenmiştir. Bunları kamulaştırma izinleri, şehrin yeni imar planı yapıldıktan hemen sonra, yani
uygulanması için ayrıntılı düzenlemeler henüz yapılmadan önce bile verilebilir.
39. 1972 tarihli Yasanın geçici 11. maddesine göre, bu yeni Yasa yürürlüğe girmeden
önceki kamulaştırma izin talepleri, eski Yasa hükümlerine tabidir.
684
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
40. 1917 tarihli Yasa gibi 1972 tarihli Yasa da, bir kamulaştırma izninin uzun sürmesinden veya iznin kullanılmamasından doğan zararların tazminine imkan vermemektedir.
Bunun sadece bir istisnası vardır (Bölüm 5, md 16): kendisine kamulaştırma izni verilen
kişi veya kurum tazminatın tespiti için dava açmış, ancak daha sonra bundan vazgeçmiş
ise, kamulaştırma izni verilmesinden doğan zarar tazmin edilir.
2. İnşaat yasağı
41. 1947 tarihli Yasa, imar planına uygun olmayan yeni bir inşaat yapılmasını yasaklamaktadır (md. 34). Yasa, böyle bir imar planının belediye tarafından kabul edilip yetkili
makamlar tarafından onaylanmasına kadar ve hatta bundan önce, geçici bir tedbir olarak
inşaat yapılmasını yasaklama yetkisi vermektedir (1947 tarihli Yasanın 14 ve 15. maddeleriyle bağlantılı olarak 35. maddesi). Yasanın 15. maddesi şöyledir:
“Belirli bir alan için nazım planının kabul edilmesi veya kabul edilmiş bir nazım planın
değiştirilmesi için ihtiyaç ortaya çıktığında, İl İdare Kurulu, belediyenin talebi üzerine,
bu alanda her türlü yeni inşaat yapılmasını yasaklar. Konuyla ilgili olarak belediye tarafından en geç bir yıl içinde karar verilinceye kadar yasak sürer. İl İdare Kurulu, belediyenin talebi üzerine, gerektiği takdirde inşaat yasağının geçerliliğini bir defada en fazla
iki yıl uzatabilir.
Yukarıdaki fıkrada geçen inşaat yasağından, Yönetmeliğe göre İl İdare Kurulu veya imar
Kurulu tarafından muafiyet verilebilir.”
Yetkili makamlar yeni bir imar planı yapmayı veya mevcudu değiştirmeyi düşündüklerinde aynı ilkeler uygulanır (1947 tarihli Yasa, md. 35). Bu ilke sadece yeni inşaatlarla
ilgilidir; ancak 1947 tarihli Yasanın 158. maddesi, yeni inşaatlarla ilgili hükümlerin “Yönetmeliğe göre yeni inşaat olarak sınıflandırılan mevcut yapılardaki değişikliklere de” uygulanacağını belirtmektedir. Bu sonucu doğuran hükümler, 1959 tarihli İmar Tüzüğünün
(Building Ordinance) 75. maddesinde yer almaktadır. Buna göre:
“‘Yeni inşaat terimi:
(a) tümüyle yeni binaların yapılması;
(b) mevcut binaların yatay veya dikey olarak genişletilmesi;
(c) binanın içinin veya dışının yeniden yapılması veya yeni inşaat sayılabilecek ölçüde
değiştirilmesi;
(d) kabul edilmiş nazım planına (master plan), imar planına (city plan) veya inşaat projesine (building plan) veya imar planları veya inşaat projeleri dışında kalan alanlarda imar
mevzuatına uygun olmayan sonuçlar yaratan tadilatlar; ve
(e) iki konuttan fazla olmayan meskenler veya bunların müştemilatları dışında, mevcut
durumları yukarıdaki planlara ve yönetmeliklere uygun olmayan yapılardaki tadilatlar
anlamına gelir.”
Ancak, yapılmasına izin verilmiş olmasa bile mevcut halinde uzun bir süre kalabileceği beklenen binanın içine ısıtma, tuvalet veya sağlıkla ilgili diğer tesisatların yapılması,
“yeni inşaat” terimine girmez.
42. Parlamento Ombudsman’nın 1967 tarihli raporunda, uzun süreli inşaat yasaklarının
yarattığı sonuçlara değinilmiş ve belirli çözümlere yer verilmiştir:
“Olayın şartlarından tespit edilebildiği kadarıyla, Boras ve Östersund olaylarındaki mülk
sahipleri imar planından bir yarar bekleyemezlerdi. Bu demektir ki plan, açıkça uzun
süreli yasakların neden olduğu zararlar için herhangi bir tazminat sağlamıyordu. İmar
685
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
planlarının belediyeler için daha az masraflı şekilde uygulanması için bu gibi olaylarda uzun süreli yasakların olumsuz sonuçlarına karşı mülk sahiplerini koruyucu tedbirler
alınmaması halinde, imar planı sorununu esas itibarıyla kamunun menfaati için, makul bir
sürede çözmek amacıyla getirilmiş bir inşaat yasağının olumsuz sonuçlarına, bir veya birden fazla mülk sahibi katlanmak zorunda kalacaktır. Böyle bir sistem, hukukun üstünlüğü
ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaşmaz.
Uzun bir süre yürürlükte kalan geçici inşaat yasağının olumsuz sonuçlarına karşı bir
mülk sahibini korumak için ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiğini, sorun üzerinde
ayrıntılı bir çalışma yapmadan söylemek zordur. Ancak, geçici yasağın geçerliliğine
azami bir süre sınırı getirmek, çözümlerden biri olabilir. Bununla birlikte böyle bir
çözümü güncel ihtiyaçlara uygun görmek zordur; çünkü gelecekteki gelişmelerin hangi biçimde gerçekleşeceğini belirlemekteki güçlükler nedeniyle, uzun süreli gecikmelerden her zaman kaçınmak mümkün değildir. Yasağın konulmasından belirli bir süre
sonra yürürlükte kalması halinde, mülk sahibine kanıtladığı kayıpları için belediyeden
tazminat talep etme hakkı tanımak veya araziyi belediyeye satmasını gerekli kılmak,
tercih edilebilir bir yöntemdir.
Ancak bunun için de, yasağın uzun bir süre yürürlükte olması ve mülk sahiplerinin imar
planı sayesinde kazanmayı ümit edecekleri avantajla tazmin edilemeyecek önemli olumsuz sonuçların meydana gelmesi şartı bulunmalıdır.
Yukarıda anlatılanların ışığında, makul olmayan uzun bir geçici inşaat yasağının olumsuz
sonuçlarına karşı özel mülk sahipleri için koruma sistemi getirme sorunu üzerinde çalışılması gerektiği görüşündeyim.”
B. Kamu makamlarına karşı hukuk yolları
1. Belediye meclis kararlarına karşı başvuru
43. Başvurucuların İnsan Hakları Avrupa Komisyon’una başvuruda bulundukları tarihte,
1953 tarihli Belediyeler Yasası ile 1957 tarihli Stockholm Büyükşehir Yasası, belediyelerin kararlarına karşı bir başvuru hakkı tanımış ve düzenlemişti. Bu Yasalar, bir bölgede
ikamet eden bir kimsenin, belirli istisnalar dışında, belediye meclisi kararlarına karşı İl
İdare Kuruluna itirazda bulunma imkanı vermişti.
Böyle bir başvuru sadece şu gerekçelere dayanabilirdi: kanuni usullere uygun davranmama, yasanın ihlali, yetki tecavüzü, başvuruda bulunanın haklarının ihlali veya yetkinin
uygunsuz amaçlarla kullanılması. İtiraz, tutanakları kabul edilen kararın belediye ilan
tahtasına asılmasından itibaren üç hafta içinde İl İdare Kuruluna yapılırdı; ilan tahtasında,
tutanakların görülebileceği yer de gösterilirdi.
Başka türlü belirtilmemiş ise, itirazda bulunan kişiye tebliğinden itibaren üç hafta içinde,
İl İdare Kurulu kararına karşı Yüksek İdare Mahkemesine başvurulabilirdi.
Hemen hemen aynı hükümler, şimdi 1977 tarihli Belediyeler Yasasının 7. bölümünde yer
almaktadır. Bu hükümler 1 Ocak 1981 tarihinden itibaren yürürlüğe giren 1980 tarihli
Yasayla, başvurunun, İl İdare Kurulu yerine Üst İdare Mahkemesine yapılması şeklinde
küçük bir değişikliğe uğramıştır.
44. Yukarıdaki kurallar, Hükümetten kamulaştırma izni vermesi veya uzatması için talepte bulunan belediye meclisi kararlarına karşı da uygulanır.
Öte yandan bu kurallar, inşaat yasağı getiren veya süresini uzatan İl İdare Kurulu kararlarına karşı uygulanmaz; aslında böyle bir karara karşı İdare Mahkemesi başvuru yolu
açık değildir.
686
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
2. İdari tasarruflara karşı hukuk yolları
(a) İdari başvurular
45. İsveç’te idari görevler büyük ölçüde, karar alma mekanizmaları Hükümetten bağımsız olan idari makamlara bırakılmıştır. Bu makamlar herhangi bir Bakanlığın altında yer
almazlar, ve ne Hükümet ne de Bakanlıklar, idari makamlara şu veya bu olayda yasayı
nasıl uygulayacaklarına dair emir veya talimat veremezler.
46. Ancak genellikle, idari makamların kararlarına karşı Hükümete başvurmak
mümkündür.
Böylece İl İdare Kurulu tarafından inşaat yasağı konması veya uzatılmasına dair bir karara karşı, itiraz yoluyla Hükümete başvurmak mümkündür (1947 tarihli Yasa, md. 150(2)).
(b) Yargısal başvuru yolları
47. İsveç idaresi genel olarak bakıldığında, adli (olağan) mahkemelerin denetimine tabi
değildir. Bu mahkemeler sadece sözleşmeden doğan sorumluluklarla ilgili sorunlarda
Devlete karşı ve bazı yasalara göre idari kararlara karşı yapılan başvuruları görür.
48. İdari tasarrufların yargısal denetimi, öncelikle İdare Mahkemelerinin görev alanına
girer. İdarenin içinde yer alan bu mahkemeler üç aşamalıdır: İl İdare Mahkemesi, Üst
İdare Mahkemesi ve Yüksek İdare Mahkemesi. Bu son mahkeme 1909’da Fransız Conseil d’Etat gibi bazı yabancı kurumlar tarzında kurulmuştur; ancak bazı temel noktalarda,
onlardan farklıdır. Bu mahkemeler yaşam boyu görev süresi için atanan bağımsız yargıçlardan oluşur ve kural olarak, bir idari tasarrufu sadece iptal değil, fakat onu değiştirme
veya yerine başka bir tasarruf koyma gibi geniş yetkiler kullanırlar. Uygulamada, bu tür
tasarrufların hukukiliğine karşı başvuru yaygındır.
Ancak bu ilkenin önemli bir istinası vardır: Hükümet kararlarına karşı yargı yoluna
başvurulamaz.
3. Hükümet tasarruflarına karşı başvuru
49. Bazı önemli siyasi veya mali sonuçları olan idari konular, ilk ve son derecede Hükümetin karar verebileceği konular olarak ayrılmıştır. Kamulaştırma izinleri bu kategoriye
girer (bk. yukarıda §37).
1971 tarihli Kamu İdare Yasası, Hükümet önündeki işlemlerde resmen uygulanabilir değilse de, bu işlemler bazı ilkelere uygun bir şekilde yürütülmelidir: ilgili kişinin dosyadaki tüm belgelere ulaşma hakkı vardır; dosyaya giren bir belge hakkında idarenin kişiyi
bilgilendirme ve bunun hakkında görüş belirtmesine imkan verme görevi vardır; ilgili kişi
görüşlerini sözlü olarak iletmek istiyorsa buna hakkı vardır.
Hükümet bir kamulaştırma izin talebi hakkında karar vermeden önce, talep dosyayı hazırlayacak olan İl İdare Kuruluna yapılır. Kurul, özellikle mülk sahibine talep hakkında
görüşlerini sunması için bir fırsat vermelidir. Kurul gerekli verileri topladıktan sonra,
karara varabilecek duruma gelen Hükümete dosyayı iletir.
50. Hükümet tarafından incelenen meseleler kural olarak, itirazı mümkün olmayan kararlarla sonuçlanır. Ancak bazı özel durumlarda, yeniden muhakeme başvurusu adıyla
bilinen dar kapsamlı bir itiraz mümkündür. 1 Ocak 1975’ten önce, itiraz mercii olarak
Hükümet tarafından alınan bir kararla ilgili olabilecek olan bu tür başvurular Yükse İdare
Mahkemesine yapılırdı (Anayasanın 11 bölümü, md. 11). Yeniden muhakeme sebepleri,
Yüksek İdare Mahkemesini resmen bağlayıcı olmamakla birlikte, Yargılama Usulü Yasasının 58. bölümünün 1. maddesinde yer almaktadır:
687
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
“Bir davada verilen karar kesin hüküm (res judicata) haline aldıktan sonra, aşağıdaki hallerde, taraflardan birinin menfaati için, yeniden yargılama kararı verilebilir:
1. mahkeme üyelerinden biri, uyuşmazlığın konusuyla bağlantılı olan bir cürüm veya
kabahatten hüküm giyerse veya uyuşmazlığın konusuyla bağlantılı bir suç avukatlardan
veya hukuki temsilcilerden biri tarafından işlenmiş ise ve bu cürüm veya kabahatin davanın sonucunu etkilediği kabul edilecek olursa;
2. delil olarak sunulan bir belgenin sahte olduğu anlaşılırsa veya yeminli olarak dinlenen
bir taraf, bir tanık bir uzman veya çevirmen yanlış beyanda bulunmuşsa, ve belge veya
beyanların davanın sonucunu etkilediği kabul edilecek olursa;
3. daha önce mahkemenin önüne getirilmiş olsaydı, davanın sonucunun farklı olabileceğine dair maddi olaylar veya delillerin varlığı sonradan anlaşılmış ise;
4. hükme temel oluşturan kanunun uygulanması açıkça kanunun kendisine aykırı ise.
İlgili taraf, her türlü çabasına rağmen maddi olayları veya delilleri İlk Derece Mahkemesi
veya Yüksek Mahkeme önüne getiremediğini veya getirmemesinde bazı haklı gerekçesi
olduğunu kanıtlamadıkça, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen sebeplere dayanan yeniden yargılama kararı verilmez.”
Mevcut olayda olduğu gibi Yüksek İdare Mahkemesi, yeniden muhakeme kararı verecek
olursa, bütün meseleyi ya kendisi inceler veya Hükümete gönderir.
Her yıl Hükümet tarafından çok sayıda karar verilmesine rağmen, sadece birkaç tanesi
yeniden muhakemeye gitmektedir.
C. Kamu makamlarının sorumluluğu
51. Geçmişte merkezi ve yerel organlar, kamu yetkisini kullanırken verdikleri kararlar
nedeniyle, sahip oldukları muafiyetin kapsamı konusunda bazı tereddütler bulunmakla
birlikte, hiçbir sorumluluğa sahip değildiler, ve bu tür kararlardan doğan zararlar için tazminat ödemezlerdi. Bu konudaki İsveç hukuku, içtihatlardan, özel yasalardan ve yazısız
prensiplerden çıkmıştır.
52. Aynı hukuk halen birçok noktada uygulanmaktadır, ancak 1 Temmuz 1972’de Medeni Sorumluluk Yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasa, sözleşme dışı meselelerde verilen
zararlar için tazminatı düzenleyen bir hukuk dalını bütünleştirmekte ve geliştirmektedir.
Bu yasa, merkezi ve yerel yönetimlerin tasarrufları nedeniyle medeni açıdan sorumlu
olmadıklarını hükme bağlamaktadır. Ancak Yasa, radikal bir değişiklik yapmıştır: kusur
veya ihmal bulunması halinde, kamu makamlarının tasarrufları tazminat hakkı doğurabilir (Bölüm 3, md. 2).
Ancak yasakoyucu, bu yeni ilkeye önemli bir kısıtlama getirmiştir; söz konusu kararın
kaldırılması veya değiştirilmesi hariç, Parlamento, Hükümet, Yüksek Mahkeme, Yüksek
İdare Mahkemesi ve Milli Sosyal Güvenlik Mahkemesi kararlarına karşı tazminat davası
“açılamaz” (Bölüm 3, md. 7). Yetkili hukuk yorumcularına göre, mahkeme kendiliğinden, böyle bir davanın kabuledilemez olduğuna hükmetmek zorundadır.
HÜKÜM GEREKÇESİ
I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
56. Başvurucular, sahip oldukları mülkleri etkileyen kamulaştırma izinleriyle birlikte inşaat yasaklarının yürürlükte kaldığı sürenin uzunluğundan şikayetçi olmuşlardır. Başvuruculara göre bu, Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyetini barışçıl bir biçimde
kullanma hakkına haksız bir aykırılık oluşturmaktadır. (...)
688
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Mahkeme bu maddenin amacını, 13 Haziran 1979 tarihli Marcx kararında şöyle tanımlamıştır (bk. parag. 63):
“Birinci Protokolün 1. maddesi, herkesin sahibi olduğu şeyleri barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahip olduğunu tanımakla, esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına
almıştır. ‘Sahibi olduğu şeyler’, mülkiyeti kullanma kelimelerinin bıraktığı açık izlenim
budur; Sözleşme’nin hazırlık çalışmaları, bunu açıkça teyit etmektedir: Sözleşme’yi hazırlayanlar, bu maddenin öncüleri olan tasarılardaki bu konu için sürekli olarak ‘mülkiyet
hakkından’ ve ‘mülkiyete haktan’ söz etmişlerdir.”
Başvurucuların bu haklarına müdahale olup olmadığı, müdahale varsa haklı olup olmadığı belirlenmelidir.
1. Başvurucuların mülkiyet haklarına bir müdahalenin varlığı
58. Başvurucular, söz konusu kamulaştırma izinlerinin ve inşaat yasaklarının iç hukuka
uygun olduğuna itiraz etmemişlerdir. Başvurucular öte yandan, kamulaştırma tazminatının tespiti amacıyla Stockholm Belediyesine dava açması için verilen sürenin uzunluğundan şikayet etmişlerdir (Sporrong Miras Şirketi olayında beş yıl, sonra üç yıl, sonra
beş yıl ve son olarak on yıl; Bayan Lönnroth olayında on yıl, bk. yukarıda parag. 11-14
ve 20). Başvurucular ayrıca, kamulaştırma izni ve inşaat yasağı kararlarının çok uzun bir
süre (izinler bakımından 23 yıl ve 8 yıl; inşaat yasağı bakımından 25 yıl ve 12 yıl (bk. yukarıda §18 ve 25) yürürlükte kalmasından şikayetçi olmuşlardır. Başvurucular mülkiyet
hakları üzerinde, bu tedbirlerin bu şekilde birbirine bağlanmasının meydana getirdiğini
iddia ettikleri olumsuz sonuçlara işaret etmişlerdir. Başvurucular mülklerini normal piyasa fiyatlarından satma imkanını kaybettiklerini iddia etmişlerdir. Başvurucular, mülklerinin masraflarına katlanmaları halinde büyük bir risk ile karşılaşacaklarını ve bu durum
böyle kaldıkça, bir inşaat izni aldıktan sonra çalışma yapmış olsalar bile, kamulaştırma
halinde hiçbir tazminat talep etmeme yükümlülüğü altına gireceklerini eklemişlerdir.
Başvurucular ayrıca, ipotek tesis etmek istemiş olsalar güçlüklerle karşılaşacaklarını iddia etmişlerdir. Başvurucular son olarak, arazileri üzerinde herhangi bir “yeni inşaatın”
yasaklanmış olduğunu hatırlatmışlardır.
Başvurucular mülkiyetlerinden resmen ve kesin olarak yoksun bırakılmadıkları halde,
söz konusu kamulaştırma izni ve inşaat yasağının mülklerinden yararlanma ve tasarruf
etme yetkilerini ağır kısıtlamalara tabi tuttuğunu ve herhangi bir tazminata da meydan
vermediğini iddia etmişlerdir. Başvurucuların iddiasına göre, söz konusu tedbirler yürürlükte kaldığı sürece, mülkiyet hakları özünden yoksun kalmıştır.
59. Hükümet, kamulaştırma iznine tabi bir mülkün rayiç bedelden satılmasının veya kiralanmasının güç olduğunu ve kamulaştırma izninin yürürlükte kalmasının bu sorunu daha
da ağırlaştırdığını kabul etmiştir. Hükümet ayrıca, inşaat yasağının mülkiyetin normal
kullanım hakkını kısıtladığını da kabul etmiştir. Ancak Hükümet, bu tür kamulaştırma
izinlerinin ve inşaat yasaklarının şehir imarına içkin özellikler olduğunu ve Birinci Protokolün 1. maddesindeki maliklerin “mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma” haklarını zedelemediğini savunmuştur.
60. Mahkeme bu görüşe katılmamıştır.
Kamulaştırma izni, maliklerin sahibi olan şeyleri kullanma ve tasarruf etme haklarına
dokunmadığı halde, pratikte bu hakların uygulanma olasılığını önemli ölçüde düşürmektedir. Ayrıca bu izin ve yasak, kamulaştırmadan önce her türlü kamulaştırmanın hukuka
uygunluğunu tanımakla ve Stockholm Belediyesine gerekli gördüğü her zaman kamulaştırma yapma yetkisi vermekle, mülkiyetin özüne dokunmaktadır. Bu suretle, başvurucuların mülkiyet hakkı istikrarsız ve terk edilebilir hale gelmiştir.
689
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
İnşaat yasakları da hiç kuşkusuz başvuruların sahibi oldukları şeyleri kullanma haklarını
kısıtlamıştır.
Mahkeme ayrıca, kamulaştırma izinlerinin ve inşaat yasaklarının, analizler bu ikisinin
arasında bir ayrım yapmayı gerektirmedikçe, kural olarak birlikte incelenmesi gerektiğini
düşünmektedir. Çünkü bu tedbirler arasında zorunlu bir hukuki bağlantı olmamasına (bk.
yukarıda §35) ve hatta geçerlilik süreleri farklı olmasına rağmen, birbirlerini tamamlayıcı
olup, artarda yapılan imar planlarına uygun bir şekilde kentin geliştirilmesi amacını kolaylaştırıcı olmak gibi tek bir amaca sahiptirler.
Bu nedenle, başvurucuların mülkiyet hakkına bir müdahale vardır; Komisyon’unun da
haklı olarak belirttiği gibi, kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının uzun bir süre ve
birlikte kullanılması, hiç kuşkusuz, bu müdahalenin sonuçlarını ağırlaştırmıştır.
2. Başvurucuların mülkiyet haklarına müdahalenin haklılığı
61. Geriye, Mahkeme’nin tespit ettiği müdahalenin Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal
edip etmediği belirlemek kalmaktadır.
Bu madde üç ayrı kuralı kapsamaktadır. Genel nitelikte olan birinci kural, mülkiyetten
barışçıl bir biçimde yararlanma hakkını beyan etmektedir; bu kural birinci fıkranın birinci cümlesinde yer almaktadır. İkinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı içermekte
ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; bu kural, aynı fıkranın ikinci cümlesinde yer
almaktadır. Üçüncü kural Devletlerin, başka şeylerle birlikte, genel yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak suretiyle bu amaca uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını kontrol
etme hakkına sahip olduğunu tanımaktadır; bu kural ikinci fıkrada yer almaktadır.
Bu durumda Mahkeme, birinci kurala uygunluk bulunup bulunmadığını düşünmeden
önce, son iki kuralın uygulanabilir olup olmadığını belirlemelidir.
(a) Birinci fıkranın ikinci cümlesinin uygulanabilirliği
62. İlk önce, İsveç yetkili makamlarının başvurucuların mülklerini kamulaştırmadığı hatırlanmalıdır. Bu nedenle başvurucular, hiçbir zaman resmen “sahibi oldukları şeylerden
yoksun” bırakılmamışlardır; mülklerini kullanmaya, satmaya, vasiyet etmeye, bağışlamaya veya ipotek etmeye devam etmişlerdir.
63. Resmen bir kamulaştırma, yani mülkiyetin nakli yapılmadıkça, Mahkeme görünüşün ardına geçmek ve şikayet konusu durumdaki gerçekleri araştırmak zorunda olduğunu
hissetmektedir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, 24.06.1982 tarihli Van Droogenbroeck, §38). Sözleşme, hakları “pratik ve etkili” bir şekilde güvence altına almayı tasarladığından (Airey, §24), başvurucuların savunduğu gibi bu durumun fiili kamulaştırma (de
facto expropriation) olup olmadığını belirlemek zorundadır.
Mahkeme’ye göre, şikayet konusu sonuçlar (bk. yukarıda §58), söz konusu mülkleri
tasarruf etme imkanının daraltılmasından kaynaklanmıştır. Bu sonuçlar, istikrasız hale
gelen mülkiyet hakkı üzerindeki kısıtlamalardan ve mülklerin değeri üzerine doğmuş
kısıtlamanın sonuçlarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte söz konusu hak özünden
bazı şeyler yitirmekle birlikte, tümüyle kaybolmamıştır. Söz konusu tedbirlerin sonuçları,
mülkiyetten yoksun bırakmaya indirgenebilecek türden değildir. Mahkeme bu bağlamda,
başvurucuların mülkleri Stockhlom’deki kamulaştırma izinlerinden ve inşaat yasaklarından etkilenmesi nedeniyle satma imkanının daha da zor hale gelmesine rağmen, mülklerini kullanabilme ve satabilme imkanına sahiptir. Hükümetin verdiği bilgiye göre, birçok
satış gerçekleşmiştir (bk. yukarıda §30).
Bu nedenle, bu davada birinci fıkranın ikinci cümlesini uygulama imkanı yoktur.
690
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
(b) İkinci fıkranın uygulanabilirliği
64. İnşaat yasakları açıkça ikinci fıkradaki anlamıyla, başvurucu tarafından “mülkiyeti
kullanmanın kontrolü”nü oluşturmaktadır.
65. Öte yandan kamulaştırma izinleri, mülkiyeti kullanmayı sınırlama veya kontrol etmeyi amaçlamamaktadır. Kamulaştırma izinleri mülkiyetten yoksun bırakmaya yol açan sürecin bir ilk adımı olduklarından, ikinci fıkra kapsamına girmezler. Bunlar birinci fıkranın
birinci cümlesine göre incelenmelidirler.
(c) Kamulaştırma izinlerinin birinci fıkranın birinci cümlesine uygunluğu
66. Başvurucuların şikayetleri ilk olarak, hem İsveç hukukuna ve hem de Sözleşme’ye
aykırı gördükleri Stockholm Belediyesine verilen sürelerin uzunluğuyla ilgilidir.
67. 1917 tarihli Yasa, kamulaştırma yapacak makamın kamulaştırma tazminatının belirlenmesi amacıyla dava açma süresiyle veya izinlerin geçerliliğinin uzatılma süresiyle
ilgili hükümler içermemektedir.
Başvuruculara göre, bu Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra uygulamada Taşınmaz
Mahkemesine dava açma süresi bir yıl olarak yerleşmiştir. Mevcut olayda beş yıl ve on
yıl gibi süreler olduğundan, ilk kamulaştırma izinlerinin hukuki temeli bulunmadığı iddia edilmiştir; Sporrong Miras Şirketinin mülkünü etkileyen üç uzatma için de aynı şey
geçerlidir.
Davalı Devlet, kamulaştırma izinlerinin verilmesinin ve uzatılmasının İsveç hukukuna
uygun olduğu şeklinde yanıt vermiştir. Davalı Devlet, ilk kamulaştırma iznin geçerlilik
süresini belirlemeye yetkili olan Hükümetin, aksine bir hüküm bulunmadığından, uzatmaya da yetkili olduğunu savunmuştur.
68. Mahkeme, İsveç hukukunun yorumlanmasıyla ilgili iki görüş arasındaki farklılığı
çözmesi gerekmediği düşünmektedir. Şikayet konusu kamulaştırma izinleri İsveç hukukuna aykırı olmasa bile, bu izinlerin iç hukuka uygun olması, Birinci Protokolün 1. maddesiyle güvence altına alınan hakka da uygun olduğunu ortaya koymayacaktır.
69. Kamulaştırma izinlerinin birinci fıkranın ikinci cümlesine veya ikinci fıkraya girmemesi, bu hakka müdahalenin birinci fıkranın birinci cümlesindeki kuralı ihlal ettiği
anlamına gelmez.
Bu son hüküm bakımından Mahkeme, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında denge kurulup kurulmadığını belirlemek zorundadır
(bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte 23.07.1968 tarihli Belçika’da Eğitim Dili Davası,
parag. 5). Sözleşme’nin bütününe içkin olan bu denge arayışını, Birinci Protokolün 1.
maddesi de yansıtmaktadır.
Hükümet temsilcisi, böyle bir denge ihtiyacının varlığını kabul etmiştir. Hükümet temsilcisi 23 Şubat 1982 sabahı yapılan duruşmada, olayda kamusal amaç başka yollarla
gerçekleştirilebilecek ise, Kamulaştırma Yasasına göre kamulaştırma izni verilememesi
gerektiğine işaret etmiştir.
Mahkeme, yasama organının bu kaygısını gözden kaçırmamıştır. Dahası Mahkeme, Sözleşmeci Devletlerin büyük şehirlerin gelişmeleri gibi karmaşık ve zor bir alanda kendi
imar politikalarını uygulamak için geniş bir takdir alanı kullanmalarının doğal olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte Mahkeme, kendi denetim yetkisini kullanmazlık
edemez; kurulması gereken dengenin başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkı”na uygun bir biçimde kurulup
kurulmadığına karar vermek zorundadır.
691
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
70. O tarihlerde yürürlükte bulunan mevzuatın bir özelliği, esnek olmayışıdır. Bu konudaki mevzuat, kamulaştırma izninin belediyenin rızasını gerektiren tamamen geri alınma istisnası dışında, mülk sahiplerinin durumunu daha sonra değiştirebilecek hiçbir araç
sağlamamıştır. Bu bağlamda Mahkeme, Stockholm Belediyesine kamulaştırma izninin
Sporrong Miras Şirketi olayında ilk önce beş yıl verildiğini sonra üç yıl, daha sonra beş
yıl ve son olarak on yıl uzatıldığını, Bayan Lönnroth olayında on yıl olarak verildiğini
hatırlatır. Bu izinler olayda, birincisi için 23 yıl, ikincisi için 8 yıl yürürlükte kalmıştır.
Başvurucular bütün bu dönem boyunca, mülklerinin istikbali konusunda tamamen belirsiz bir durumda bırakılmış olup, karşılaşmış olabilecekleri güçlükleri İsveç Hükümetinin
dikkatine sunma imkanına sahip değildirler. Komisyon raporunda bu tür güçlüklerden
birine yer vermiştir. Bayan Lönnroth Hükümetten, kamulaştırma iznini geri almasını talep etmiştir. Buna Belediye, mevcut planların kamulaştırma iznini askıya alma yetkisi
vermediği şeklinde yanıt vermiştir; Hükümet ise, Belediyenin açıkça rızası olmadıkça
kamulaştırma iznini kaldıramayacağı gerekçesiyle talebi reddetmiştir (bk. yukarıda §21).
Mahkeme, Stockholm Belediyesinin imar planlarını uygulamak amacıyla mülkleri kamulaştırma seçeneğine sahip olmasındaki menfaatini gözden kaçırmamıştır. Ne var ki Mahkeme İsveç yasama organının, kamulaştırma izinlerinin verilip yürürlükte kaldığı uzun
dönemlerde, Belediyenin ve mülk sahiplerinin menfaatlerinin makul aralıklarla yeniden
takdir edilmesi imkanına yer vermemesinin sebebini anlayamamıştır. Bu olayda, kamulaştırma izinlerine vurgu yapan imar planları ve aynı zamanda başvurucuların mülklerinin
öngörülen kullanma amacında birçok kez değişiklik yapılması, böyle bir imkana daha
fazla ihtiyaç hissettirmiştir.
71. 1972 tarihli Yasa gerekçesinde gösterildiği gibi, İsveç Hükümeti, “var olan sistemin
bazı yönlerden mülk sahipleri için dezavantajlar doğurduğunu” şu şekilde kabul etmiştir:
“Sadece bir kamulaştırma izninin verilmesi, doğal olarak mülk sahibini belirsiz bir duruma sokmaktadır. Pratikte, mülkünü satarak, kullanımını devrederek veya üzerinde bina
yaparak tasarruf etmesi çok büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Mülk sahibi tadilat ve modernleştirme masraflarına katlanıp katlanmamaya karar verirken de güçlük çekebilir. Kamulaştırma izninin yarattığı dezavantajlar, adli sürecin uzun bir süre başlatılmaması halinde
tabii ki artar.”
1972 tarihli Yasa, bu problemleri kısmen dikkate almaktadır. Kabul edilmelidir ki Yasa,
kamulaştırma izninin uzun sürmesi nedeniyle zarara uğramış mülk sahiplerine tazminat
ödenmesini öngörmemektedir; ancak Yasa mülk sahiplerine, söz konusu kamulaştırmanın askıda kalmasının kendisine önemli ölçüde zarar verdiğini ortaya koyması halinde,
kamulaştırma tazminatının tespiti için açılacak dava süresinin kısaltılmasını elde etme
imkanı vermektedir (bk. yukarıda §37). Bu hükümler, eldeki olaya uygulanabilir olmadığından (bk. yukarıda §39), başvurucuların karşılaştıkları güçlükleri yenmelerine yardımcı
olamamıştır.
72. Mahkeme ayrıca, vurgulanan inşaat yasağının bütün bu dönem boyunca varlığını
sürdürmesinin, kamulaştırma izinlerinin geçerlilik sürelerinin uzunluğunun zararlı sonuçlarını daha da ileri götürdüğünü tespit etmektedir. Başvurucuların mülkiyet haklarını tam olarak kullanmaları, Sporrong Miras Şirketi olayında toplam yirmi beş yıl, Bayan Lönnroth olayında on iki yıl engellenmiştir. Bu bağlamda Mahkeme, Parlamento
Ombudsmanı’nın 1967 tarihinde, uzatılmış yasakların mülk sahipleri üzerinde yarattığı
olumsuz sonuçları, hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla
bağdaştırılabilir görmediğini (bk. yukarıda §42) kaydeder.
73. İki seri halinde birbirine bu suretle bağlanan tedbirlerin yarattığı durum, mülkiyet
hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi
692
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
bozmaktadır. Sporrong Miras Şirketi ile Bayan Lönnroth, ancak sürelerin kısaltılması
veya tazminat için talepte bulunma imkanları kendilerine verilmiş olması halinde meşru
sayılabilecek olan ferdi ve aşırı nitelikte bir yük taşımışlardır. O tarihe kadar İsveç hukuku bu imkanlara yer vermemiş ve ikincisine de hala yer vermemektedir.
Mahkeme’nin görüşüne göre, başvurucuların gerçekten zarar görüp görmediklerini bu
aşamada belirlemek gerekli değildir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, yukarıda geçen Marckx, §27); gerekli dengenin bulunmamasına yol açan şey, onların hukuki
durumlarıdır.
74. Sonuçları inşaat yasaklarıyla ağırlaştırılmış olan kamulaştırma izinleri, bu nedenle
her iki başvurucu bakımından Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmiştir.
(d) İnşaat yasaklarının Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluğu
75. Yukarıdaki açıklamalar ışığında Mahkeme, inşaat yasaklarının ayrıca tek başına Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal edip etmediğini belirlemeyi gerekli görmemektedir.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME,
1. Dokuza karşı on oyla, her iki başvurucu bakımından Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
2. Oybirliğiyle, olayı Birinci Protokolün 1. maddesiyle birlikte ele alarak Sözleşme’nin
17 ve 18. maddeleri bakımından incelemenin gerekli olmadığına;
3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle birlikte ele alınan Sözleşme’nin 14.
maddesinin ihlal edilmediğine;
(...)
6. Oybirliğiyle, Sözleşme’nin 50. maddesinin uygulanmaya hazır olmadığına;
buna göre,
(a) bu sorunun tümüyle saklı tutulmasına;
(b) Komisyon’u bu kararın verildiği tarihten itibaren iki ay içinde bu sorun hakkında
yazılı görüş bildirmesi ve özellikle Hükümet ile başvurucuların varabilecekleri bir
dostane çözüm hakkında Mahkeme’yi bilgilendirmesi için davet etmeye
(c) sonraki usulleri saklı tutmaya ve Mahkeme Başkanını gerekli gördüğü tedbirleri
alması için yetkilendirmeye
KARAR VERMİŞTİR.
21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK
♦ mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma (özel bir vakfa ait konutlarda oturan kiracılara bazı koşullarda mülklerin zorunlu satışını öngören yasa nedeniyle mülk sahiplerinin mülkiyet hakkının kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—tazminat
hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri
DAVANIN ESASI
Başvurucular, Westminster İkinci Dükü’nün İradesi gereğince hareket eden vakıf mütevellileridirler. Westminster ailesi ve bu ailenin vakıf mütevellileri, daha önce tarımsal
alan olan Londra’nın Belgravia bölgesindeki geniş arazilerini, Londra’nın halen en gözde
yerlerinden olan ve 2,000 konuttan meydana gelen bir yerleşim alanı haline getirmişlerdir.
693
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Değişik 1967 tarihli Kira Reform Yasasının (Leasehold Reform Act), bu evlerde oturanlara evleri kazanım hakkı tanıması ve kiracıların bu hakkı kullanmaları üzerine, başvurucular bazı evler üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmişlerdir.
Yasanın gerekçesine göre bu yasa, “toprak, hakkaniyet gereği toprak sahibine, konut ise,
yine hakkaniyet gereği kiracıya aittir”, ilkesine dayanmakta ve kiracının manevi olarak
hak sahipliğine etkinlik sağlamayı amaçlamaktadır. Söz konusu yasada öngörülen temel
şartlara göre, bu konutlardaki kira sözleşmesi “uzun süreli (21 yıl veya daha uzun)” olmalı; evin vergi değeri 750 Sterlini veya ev Büyük Londra’da ise 1,500 Sterlini aşmamalı; evin yıllık kirası “düşük” olmalı, yani vergi değerinin üçte ikisini aşmamalı; bu ev
kiracının tek veya başlıca meskeni olmalı ve kiracı bu yasaya göre bu hakkını kullanmak
istediğini bildirdiği tarihe kadar en az üç yıldır bu evde oturuyor olmalıdır.
Değer tespiti için iki esas bulunmaktadır. Düşük düzeyli mülkler için (1967 tarihli esas),
kiracı yerin değerini öder, bina için bir şey ödemez; yüksek düzeyli mülkler için (1974
tarihli esas), daha fazla yer sahiplerinin lehine olup, kiracılı bir yer ve konutun yaklaşık
piyasa değerine karşılık bir bedeli öngörmektedir. Ödenecek bedel, değer takdirinin yapıldığı tarihteki bedel değil, kiracının yer sahibine bu yeri devralmak istediğini bildirdiği
tarihteki bedeldir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
34. Başvurucular, 1967 tarihli değişik Kira Reform Yasasına göre mülklerinin zorunlu
devrinin, Sözleşme’ye ek Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlaline yol açtığını iddia
etmişlerdir. (...)
Başvuruculara göre bu Yasa:
(i) yürürlüğe girmeden önce başvurucular ile kiracıları arasında serbestçe yapılmış olan
sözleşmelere müdahale etmiştir;
(ii) başvurucuların yaptıkları sözleşmelerden ve sözleşmelerin dayandığı hükümlerden
doğan beklentilerini boşa çıkarmıştır;
(iii) başvurucuların iradeleri hilafına, kendi mülklerini özel şahıslara, bu özel şahısların
yararına satmaya zorlamıştır;
(iv) başvurucuları piyasa değerinin her zaman altında ve çoğu zaman çok altında bir bedelle mülklerinden yoksun bırakmıştır;
(v) franchisement talebinde bulunan kiracılara, daha sonra bu mülkleri serbest piyasada
yüksek karlarla satma imkânı vermiştir;
(vi) kiracılığın bir kez yasa kapsamına girdiği tespit edildikten sonra, başvurucuların mülkiyetten yoksun bırakılmalarının geçerliliğine, haklılığına veya tazminatın hesaplanacağı
ilkelere itiraz edebilecekleri bir mekanizma sağlamamıştır;
(vii) yoksun kalınabilecek olan mülkler ile yoksun kalınmayacak mülkler arasında keyfi
bir ayrım yapmıştır.
A. Genel noktalar
35. Başvurucular, esas itibarıyla daha önce kendilerine ait olan belirli yerlerin mülkiyeti
üzerinde yasanın doğurduğu sonuçlarla ilgili şikâyette bulundukları için, her bir franchisement işleminin Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluğunun Mahkeme tarafından
esastan incelenmesi gerektiğini savunmuşlardır.
694
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Komisyon raporunda, bu yaklaşımı reddetmiştir. Komisyon, başvurucuların şikâyetçi
olduğu özel meselelerin, Birleşik Krallığın yasakoyucu sıfatıyla sorumlu olduğu, özel
şahıslar arasındaki muamelelerden kaynaklandığını not etmiştir. Komisyona göre mevzuatın uygulamadaki etkileri dikkate alınması gerekmekle birlikte, karara konu olan temel
sorun, davalı Devletin kiracılara kullandıkları mülkleri yasadaki hükümlere ve şartlara
göre kazanma hakkı vermek suretiyle, başvurucuların Sözleşme’deki haklarını ihlal edip
etmediğidir; bu mesele münferit muamelelerin Sözleşme’ye uygunluğunun ayrı ayrı incelenmesi yerine, yasanın Sözleşme’ye uygunluğunun incelenmesi suretiyle çözülmelidir.
Hükümet, Komisyon’un bu yaklaşımını benimsemiştir.
36. Mahkeme, bireysel başvurudan kaynaklanan bir davada, olayın genel bağlamına bakışını kaybetmeden, dikkatini mümkün olduğu kadar önündeki olaya yoğunlaştırması gerektiği prensibini sık sık ifade etmiştir (bk. en yakın tarihli karar, 28.05.1985 Ashingdane,
§59).
Ancak bu davada başvurucuların şikâyetinin esası, itiraz konusu yasadaki hükümlere ve
şartlara karşı yöneltilmiştir. Şikâyet, yasanın idari veya yargısal bir makam tarafından uygulanma tarzıyla ilgili değildir. Gerçekten de başvurucuların eleştirilerinden biri yasanın,
her bir mülkü özel şartları bakımından değerlendirme ve değişken bir biçimde uygulanma
imkânı vermemesidir. O halde Komisyon gibi Mahkeme de, itiraz konusu yasanın Birinci
Protokolün 1. maddesine uygun olup olmadığını belirlemek için, dikkatini öncelikle yasanın kendisine yöneltmelidir.
Bu demek değildir ki, Mahkeme yasayı soyut olarak denetleyecektir. Şikâyet konusu her bir franchisement, yasanın getirdiği reformun pratikteki birer görünümü olup,
ancak bu şekilde Sözleşme’ye uygunluk meselesinin konusu olabilir. Bu nedenle, 80
özel muamelede meydana geldiği şekilde, yasanın uygulanmasının sonuçları dikkate
alınacaktır.
Buna göre Mahkeme, başvurucuların taleplerini yukarıda yaklaşıma dayanarak ele
alacaktır.
37. Birinci Protokolün 1. maddesi esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır (Marckx, §63). Mahkeme 23 Eylül 1982 tarihli Sporrong ve Lönnroth kararında,
Birinci Protokolün 1. maddesini “üç ayrı kural” içerecek şekilde analiz etmiştir. Buna
göre birinci fıkranın birinci cümlesinde yer alan birinci kural genel nitelikte olup, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma ilkesini beyan etmektedir; birinci fıkranın ikinci
cümlesinde yer alan ikinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı içermekte ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; ikinci fıkrada yer alan üçüncü kural, başka şeylerle birlikte,
Sözleşmeci Devletlerin, genel yarara uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmelerini tanımaktadır (Sporrong ve Lönnroth, §61). Mahkeme ayrıca, birinci genel kurala
uygunluk bulunup bulunmadığı belirlenmeden önce, diğer iki kuralın uygulanabilir olup
olmadığının tespit edilmesi gerektiğini belirtmiştir (bk. aynı yer). Bununla birlikte bu üç
kural, birbirlerinden bağlantısız “ayrı” birer kural değillerdir. İkinci ve üçüncü kurallar,
mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel halleriyle ilgili
olup, birinci kuralda ifade edilen genel prensibin ışığında yorumlanmalıdır.
B. Birinci fıkranın ikinci cümlesi (“yoksun bırakma kuralı”)
1. Uygulanabilirlik
38. Mahkeme başvurucuların, tartışma konusu yasa vasıtasıyla, Birinci Protokolün 1.
maddesinin ikinci cümlesi anlamında “mülkiyet(lerin)den yoksun bırakıldıklarını” kabul
etmektedir.
695
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
2. “Kamu yararı”: yararlanıcı olarak özel kişiler
39. Başvuruculara göre ilk olarak, mülkiyetten yoksun bırakma kuralındaki “kamu yararı” testi, mülkiyetin sadece genel olarak toplumun yararı için, kamusal bir amaçla elden alınması halinde yerine getirilmiş olur; bunun doğal sonucu olarak, bir kimsenin
mülkiyetinin diğer bir kimseye, sadece o kimsenin menfaati için devredilmesi, hiçbir
şekilde “kamu yararı” olamaz. Başvuruculara göre tartışma konusu yasa, bu şartı yerine
getirmemektedir.
Öte yandan Komisyon ve Hükümet, bir kimsenin mülkiyetinin, meşru sosyal politikalar
gereğince diğer bir kimseye devrinin gerçekleştirilmesi halinde, bunun prensip olarak
“kamu yararına” olduğunun kabul edilebileceği görüşündedirler.
40. Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakmanın, özel bir şahsa özel bir menfaat sağlamak
için gerçekleştirilmesi halinde, bunun “kamu yararı”na olmayacağına dair başvurucuların
görüşüne katılmaktadır. Bununla birlikte bazı koşullarda, bir kimsenin özel mülkiyetinin
başka bir kimseye zorunlu devri, kamu yararının gerçekleştirilmesi için meşru bir araç
olabilir. Bu bağlamda, Sözleşmeci Devletlerin anayasalarında, yasalarında veya içtihatlarında, “kamunun kullanımı amacıyla” gibi ifadelerin yer aldığı metinlerde bile, kamu
yararı kavramının, özel şahıslar arasında mülkiyetin zorunlu devrini hukuk dışı saydığı
ortak bir prensip tespit edilememiştir. Aynı şey, başka bazı demokratik ülkeler için söylenebilir; bu nedenle başvurucular ve Hükümet savunmalarında, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin arazi sahipliğindeki temerküzü azaltmak amacıyla, taşınmazların mülkiyetini kiralayanlardan kiracılara nakleden bir Hawaii yasasıyla ilgili kararına
(Hawaii Housing Authority v. Midkiff 104 S.Ct. 2321[1984]) atıfta bulunmuşlardır.
41. Ayrıca, “kamu yararına” (in the public interest) şeklindeki İngilizce deyimden, devredilen mülkiyetin genel olarak kamunun kullanımına açılması ve hatta toplumun önemli
bir bölümünün bu devirden doğrudan yararlanması gerektiği anlamı da çıkmaz. Sosyal
adaleti sağlamayı amaçlayan bir politika gereğince mülkiyetin elden alınması da, pek tabi
“kamu yararına” olarak nitelendirilebilir. Özel tarafların sözleşme veya mülkiyet haklarını düzenleyen bir hukuk sisteminin adilliği, kamu düzenini ilgilendiren bir mesele olup,
bu konuya adalet getirmek isteyen yasal tedbirler, bir kimsenin mülkiyetini diğer bir kimseye zorunlu devrini sağlasa bile, “kamu yararı” niteliğinde olabilir.
42. Birinci Protokolün 1. maddesinin Fransızca metninde kullanılan “pour cause d’utilite
publique” deyimi, bu deyimin veya eşanlamlısının bazı Sözleşmeci Devletlerin iç hukuklarında mülkiyetin kamulaştırılması bağlamında yer almasının da gösterdiği gibi, gerçekten de başvurucuların savunduğu şekilde, dar bir anlama sahip olarak anlaşılabilir. Ancak
bu, belirleyici değildir; çünkü Sözleşme’deki birçok kavramın “özerk” anlama sahip olduğu, Mahkeme’nin içtihatlarında kabul edilmiştir. Dahası, “utilite publique” kelimeleri,
sosyal adaleti yaygınlaştırmak için düşünülmüş politikaların uygulanması bakımından
yapılan kamulaştırma tasarruflarını kapsayacak şekilde, daha geniş bir anlama gelmeye
müsaittir.
Komisyon gibi Mahkeme de, böyle bir yorumun, öncelikle mülkiyete keyfi olarak el konulmasını önleyen Birinci Protokolün 1. maddesinin amacı ve hedefi dikkate alındığında
(bk. 1969 tarihli Andlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi’nin 33. maddesi ve
26.04.1979 tarihli Sunday Times, §48), İngilizce ve Fransızca metinleri en iyi şekilde
bağdaştıran yorum olduğunu kabul etmektedir.
43. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci fıkrasında “kamu yararı” (public interest) ve ikinci fıkrasında “genel yarar” (general interest) gibi, aynı bağlamda farklı
deyimlerin kullanılmasının, sözleşme yorumunun genel olarak tanınmış bir prensibine
göre, farklı kavramlara atıfta bulunma niyetine işaret edildiği şeklinde kabul edilmesi
696
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesini Devlete, bir
kimsenin mülkiyetini kontrol ederken, mülkiyeti elinden almaya göre daha fazla takdir
alanı tanıdığı şeklinde yorumlamışlardır.
Mahkeme’ye göre ise, Birinci Protokolün 1. maddesindeki “kamu yararı” ile “genel yarar” kavramları arasında fark bulunsa bile, incelenmekte olan noktada, aralarında başvurucuların ileri sürdüğü gibi temel bir ayrım yapılamaz.
44. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin, örneğin vergi yoluyla ekonomik
menfaatlerin hakkaniyetle dağıtılmasını sağlamayı hedefleyen tedbirler alınmasına izin
verdiğini kabul etmişler; ancak buna sadece ikinci fıkra tarafında izin verildiğini, fakat birinci fıkra tarafından izin verilmediğini savunmuşlardır. Mahkeme ise, bir Devletin böyle
bir politikayı mülkiyetten yoksun bırakma hükmüne başvurmak suretiyle uygulayabilmesinin, Birinci Protokolün 1. maddesi gereğince yasaklanması gerektiğine dair ikna edici
bir sebep görmemektedir.
45. Bu gerekçelerle Mahkeme, Komisyon ile aynı sonuca varmaktadır: Meşru sosyal,
ekonomik ve diğer politikalar gereğince mülkiyetin elden alınması, alınan mülkiyetten
toplumun bütün kesimleri doğrudan yararlanmasa veya mülkü kullanmasa bile, “kamu
yararına” olabilir. O halde kira reform yasası, sırf bu sebeple Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmemektedir. Buna göre, söz konusu yasanın başka yönlerden “kamu yararı”
testini geçip geçmediğini ve Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesindeki diğer
şartları yerine getirip getirmediğini araştırmak gerekmektedir.
3. Kira reform yasasının “kamu yararı” testine ve mülkiyetten yoksun bırakma kuralının diğer şartlarına uygun olup olmadığı
(a) Takdir alanı
46. Ulusal makamlar, kendi toplumları ve onun ihtiyaçları hakkında doğrudan bilgiye
sahip oldukları için, neyin “kamu yararına” olduğuna hükmederken, kural olarak bir uluslararası yargıca göre daha iyi konumdadırlar. Bu nedenle, Sözleşme tarafından kurulan
koruma sistemine göre, mülkiyetten yoksun bırakma tedbirini gerektirecek kamuyu ilgilendiren bir sorunun varlığını ve çözüm yollarını takdir etmek, öncelikle ulusal makamların işidir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte 07.12.1976 tarihli Handyside, §48).
Sözleşme’nin koruyucularının uzandığı diğer alanlarda olduğu gibi burada da, ulusal makamlar belirli bir takdir alanından yararlanırlar.
Dahası, “kamu yararı” zorunlu olarak geniş bir kavramdır. Komisyon’un da not ettiği
gibi, özellikle mülkiyeti kamulaştırma yasalarının çıkarılması kararı tabi ki, fikirlerin geniş bir biçimde farklılaştığı demokratik bir toplumda, siyasal, ekonomik ve sosyal meselelerin yaygın bir biçimde tartışılmasını gerektirir. Sosyal ve ekonomik politikaların
uygulanmasında yasama organının takdir alanının geniş olmasını doğal bulan Mahkeme,
makul bir temelden açıkça yoksun olmadıkça, yasama organının neyin “kamu yararına”
olduğuna dair vereceği hükme saygı gösterecektir. Başka bir deyişle Mahkeme, kendi
takdirini ulusal makamlarının takdirinin yerine koymamakla birlikte, itiraz konusu tasarrufları Birinci Protokolün 1. maddesine göre denetlemekle ve bunu yaparken de ulusal
makamların tasarruflarının dayanağı olan olguları araştırmakla yükümlüdür.
(b) İtiraz konusu yasanın amacının prensipte ve olayda meşru bir amaç olup
olmadığı
47. 1966 tarihli White Paper’da ifade edildiği gibi 1967 tarihli Yasanın amacı, uzun süreli
kira sözleşme sisteminin işleyişi nedeniyle, mülkte yerleşik kiracılara yapıldığı düşünülen adaletsizliğin düzeltilmesidir (bk. yukarıda §18). Yasa, “kiracılar bakımından hakkaniyete aykırı” olduğu söylenen yürürlükteki hukuku değiştirmeyi ve mülkte yerleşik
697
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
kiracının, evin mülkiyeti üzerinde “manevi hak sahibi” olduğu düşüncesini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır (bk. aynı yer).
Sosyal adaletsizlik olduğuna hükmettiği şeyleri tasfiye etmek, demokratik bir yasama
organının işlevlerine bir örnek oluşturur. Dahası modern toplumlar, halka konut sağlanmasını öncelikli bir toplumsal ihtiyaç olarak kabul etmektedirler; bu konunun düzenlenmesi, tamamen piyasa güçlerinin hareketlerine bırakılamaz. Devletin takdir alanı, insanlara konut sağlanması konusunda daha fazla sosyal adaleti sağlamayı amaçlayan mevzuat
çıkarmayı kapsayacak kadar geniştir; bu tür bir mevzuat, özel taraflar arasında mevcut
sözleşme ilişkilerine müdahale etse ve Devlete veya toplumun geneline doğrudan bir yarar sağlamasa bile, takdir alanının içinde kalır. O halde kural olarak, kira reform yasasıyla
gerçekleştirilmek istenen amaç, meşru bir amaçtır.
48. Başvurucular, 1967 tarihli Yasanın kamusal bir yarar için değil ve fakat aslında o tarihte iktidarda olan İşçi Partisi Hükümetine oy kazandırma gibi, sırf siyasal düşüncelerle
çıkarıldığını ileri sürmüşlerdir.
Ne var ki Mahkeme, İngiltere ve Galler’de kira reformunun hemen hemen bir yüzyıldan
beri kamusal bir mesele olduğunu ve 1967 tarihli Yasa çıkarılırken franchisement’ın bütün büyük siyasal partiler tarafından kural olarak kabul edildiğini, ancak nasıl uygulanacağı konusunda değişik görüşler açıkladıklarını (bk. yukarıda §15-19) kaydetmektedir.
Başvurucular, yasanın maddi hükümlerine ilişkin şimdi yaptıkları esaslı eleştirilerin, yasa
çıkarılırken Parlamentoda dile getirilip bütünüyle tartışıldıktan sonra reddedilmiş olmasını (bk. yukarıda §19) gündeme getirmemişlerdir. Mahkeme’ye göre sosyo-ekonomik
mevzuat, az veya çok, bir ölçüde siyasal tutumları yansıtmak durumunda olduğundan, yasama sürecini etkilemiş olabilecek bu tür siyasal düşünceler, 1967 tarihli Yasanın güttüğü
amacı, “kamu yararına” ilişkin meşru bir amaç olmaktan çıkarmamaktadır.
Aynı gerekçe, Muhafazakâr Parti İktidarı tarafından 1974’de yapılan değişiklikle, değerli konutların ilk kez yasa kapsamına alınmasının (bk. yukarıda parag 19/son ve 21(b)),
“sadece siyasal takdirden doğduğu”na dair başvurucuların iddialarına karşı da geçerlidir.
49. Başvurucular ayrıca, bu yasayı haklı kılan hiçbir problemin bulunmadığını savunmuşlardır. Başvuruculara göre uzun süreli kira sistemi, özellikle de primli kiralamalar(bk.
yukarıda §12) herhangi bir adaletsizliğe meydan vermemiştir; kira sözleşmesi hükümlerine göre önceki kiracıların kiralanan yer üzerinde ev yapmış olmaları, evleri tamir etmiş
olmaları veya geliştirmiş bulunmaları, şimdiki kiracıyı bu yerin “manevi sahibi” kılmaz.
Mahkeme, yukarıda da söylendiği gibi (bk. yukarıda §46), davalı Hükümet tarafından
savunulan haklılığın maddi temelini araştırma yetkisine sahiptir. Ancak bu inceleme,
yasakoyucunun sosyal ve ekonomik koşulları değerlendirmesinin, Devletin takdir alanı
içinde kalıp kalmadığını belirlemekle sınırlıdır (aynı yer). Hükümet, 1967 tarihli Yasanın
dayandığı kanaatlere herkesin katılmadığını kabul etmektedir; bunu 1962 tarihli White
Paper da teyit etmektedir (bk. yukarıda §17). Komisyon raporunda gözlemlendiği gibi,
kiralama sistemindeki adalet veya adaletsizlik ile kiracıların ve yer sahiplerinin “manevi
hak sahipliği”, fikirlerin meşru çatışmasının yer aldığı bir değer yargısı meseleleridir.
Başvurucuların görüşleri temelsiz sayılamaz. Bununla birlikte, aksine görüşleri haklı kılmak için yeterli delil vardır. İnşai kiracılıkta ilk kiracı evi yapacak, primli kiracılıkta ise
kiracı yapı bedelini de dikkate alan toplam bedeli başlangıçta ödemiş olacak ve her iki
kiralamada da kiracı her türlü tamir işinden sorumlu olacaktır (bk. yukarıda §12). Bu
demektir ki, uzun süreli kiracı ve ardılları, yıllar içinde önemli miktarda bir parayı oturduğu eve yatırmış olacak, yer sahibi de normal olarak yeri ilk kiralayışından sonra bunun
ayakta kalabilmesi için hiçbir katkıda bulunmayacaktır.
698
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Buna göre Mahkeme, Komisyon’un vardığı sonuca katılmaktadır: Birleşik Krallık
Parlamentosu’nun sosyal adaletsizliğin varlığı konusundaki inancı, açıkça gayri makul
olarak nitelendirilemez.
(c) Amacı gerçekleştirmek için seçilen araçlar
50. Ancak bu durum, meseleyi halletmemektedir. Bir kimseyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir tasarruf, sadece prensipte ve de fiiliyatta “kamu yararı” meşru amacını izlemekle kalmamalı, fakat aynı zamanda kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç
arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmalıdır (bk. diğerleri arasında ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte yukarıda geçen Ashingdane, §57). Bu son şart, Sporrong ve Lönnroth
kararında, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının
gerekleri arasında “adil denge” kavramıyla ifade edilmiştir (bk. Sporrong ve Lönnoth,
§69). İlgili kişinin “münferiden ve aşırı külfet” yüklenmesi halinde, gerekli denge kurulamayacaktır (bk. aynı karar, parag. 73). Mahkeme o kararda, birinci fıkranın birinci
cümlesindeki mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma genel kuralı bağlamında bunu
söylemiş olmakla birlikte, “Birinci Protokolün 1. maddesinin” bir bütün olarak, aranan
“bu dengeyi yansıttığına” işaret etmiştir (bk. aynı karar, parag. 69).
Başvurucuların iddiasına göre, kira reform yasası bu şartları taşımamaktadır. Başvuruculara göre ortada bir sosyal adaletsizlik bulunduğu halde, yasama organının bunu gidermek
için seçtiği araçlar uygunsuz veya orantısız olup, takdir alanının dışında kalmaktadır.
Mahkeme’ye göre bir tasarruf, gerçekleştirmek istediği amaca uygun olmalı ve yine bu
amaçla orantısız bulunmamalıdır. Olayda bunun böyle olup olmadığı aşağıda başvurucuların çeşitli iddiaları ele alınırken incelenecektir.
(i) Franchisement prensibi
51. Başvuruculara göre, kiracıların yürürlükteki hukuk bakımından sahip oldukları süre
teminatı (bk. yukarıda §11/son) yeterli bir karşılıktır; sözde manevi hak sahipliğini gerçekleştirmek için kullanılan aracın, yani mülkiyetten yoksun bırakma tedbirinin çok ağır
nitelikte olması nedeniyle, aşırıya kaçılmıştır. 1967 tarihli Yasanın tam bir benzerinin
diğer Sözleşmeci Devletlerin ve aslında genel olarak demokratik toplumların ulusal mevzuatlarında bulunmaması, bu durumu teyit etmektedir. Başvurucuların iddiasına göre,
kamulaştırma gibi aşırı bir çözüm yolu, farkına varılan adaletsizliğe karşı ancak daha
hafif bir çözüm şeklinin bulunmaması halinde, Birinci Protokolün 1. maddesinin şartlarını taşıyabilir.
Bu yaklaşım, kesin gereklilik testinin, bu madde içinde bulunduğunu söylemeye götürmektedir. Mahkeme, maddenin bu şekilde yorumlanması gerektiğini tespit edememektedir. Alternatif çözümlerin varlığı, kira reform mevzuatını kendiliğinden haksız kılmaz.
Alternatif çözümler, “adil denge” kurulması gereği göz önünde tutularak seçilen araçların, izlenen amacın gerçekleştirilmesi bakımından makul ve uygun olup olmadığı tespit
edilirken, ele alınan diğer ilgili faktörler gibi, sadece bir faktördür. Yasakoyucunun bu sınırlar içinde kalmış olması halinde, ele alınan sorun için söz konusu yasanın en iyi çözüm
olduğunu veya yasakoyucunun takdirini başka bir şekilde kullanabileceğini söylemek,
Mahkeme’ye düşmez (bk. ayrıntılarda farklılıklarla birlikte 06.09.1978 tarihli Klass ve
Diğerleri, §49).
Konutlarda yerleşik olan kiracılar, Parlamento tarafından evlerin mülkiyetinin “manevi
hak sahibi” olarak kabul edilmiş olup, buna mevcut hukukta yeterince önem verilmemiştir (bk. 1966 tarihli White Paper’dan alıntı yapan yukarıda parag. 18). Yasakoyucunun kaygısı mülk sahibi ile kiracılar arasındaki ilişkiyi daha adil bir şekilde düzenlemek gibi basit bir kaygı olmayıp, mülkiyet sorunun tam da esasına giren bir adaletsizliği
699
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
düzeltmektir. Tazminat karşılığında yer sahibinin ev ve toprak üzerindeki menfaatlerinin
kiracıya zorunlu devrini düzenleyen bir mekanizma, bu koşullarda kendiliğinden, bu kaygıları gidermek amacıyla yasayı yeniden düzenlemek için uygunsuz veya orantısız bir
yöntem olarak nitelendirilemez.
(ii) Taşınmaz vergi değeri sınırları
52. Başvuruculara göre, franchisement şartları bakımından, yasanın kapsamının belirli bir
taşınmaz vergi değerinin (bk. yukarıda §21/b) altında bulunan evlerle sınırlanması keyfi
bir unsur olup, yasanın dayandığı görüşle bağdaşmamaktadır; çünkü aynı manevi hak
sahipliği, taşınmazın değeri ne olursa olsun, bütün kiracılar için bulunmaktadır.
Mahkeme, Hükümetin itiraz konusu olmayan hesaplamalarına göre, İngiltere ve Galler’deki uzun süreli kiralanan konutların hepsinin değil, ama sadece yüzde bir veya ikisinin 1967 tarihli Yasa kapsamına girdiğini (bk. yukarıda §19) kaydetmektedir. Yasa tasarısı üzerindeki müzakereler sırasında taşınmaz vergi değer sınırlarına yer verilmesine
ilişkin Hükümet tarafından yapılan açıklamalar, mantıksız görülerek reddedilemez. Ayrıca, “manevi hak sahipliği” argümanı mantıksal olarak bütün ülkede uygulanabilme niteliğine sahip olmasına rağmen, Parlamentonun, franchisement hakkını 1967 tarihli Yasada
büyük sıkıntı yarattığı düşünülen durumları gidermek için daha az değerli evlerle sınırlı
tutmakla, gayri makul hareket ettiği söylenemez. Mahkeme, daha değerli kategorideki
mülkleri franchisement’a tabi tutan 1974 değişikliğini (bk. yukarıda §19/son ve 21/b) de,
Devletin takdir alanı dışında görmemektedir.
(iii) Tazminat
53. Başvurucular yasadaki tazminat şartlarına da karşı çıkmışlardır.
(a’) Hakediş
54. Ortaya çıkan ilk sorun, tazminatın mevcudiyet ve miktarının, bu konuda bir hüküm
içermeyen Birinci Protokolün 1. maddesinin 1. fıkrasının ikinci cümlesi bakımından bir
şart olup olmadığı sorunudur. Hükümetin ve başvurucuların da görüşüne katıldığı Komisyon, Birinci Protokolün 1. maddesini, bir Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi içinde
bulunan bir kimsenin mülkiyetinin elinden alınması için gerekli şartlardan biri olarak
tazminat ödemeyi zımnen gerektirdiği şeklinde yorumlamıştır.
Komisyon gibi Mahkeme de, Sözleşmeci Devletlerin hukuk sistemlerine göre tazminat
ödemeden kamu yararı amacıyla mülkiyetin elden alınmasının, mevcut olayda söz konusu olamayan sadece istisnai durumlarda haklı görüldüğünü gözlemlemektedir. Birinci
Protokolün 1. maddesinin sağladığı mülkiyet hakkı, buna eşdeğer bir prensip bulunmaması halinde, büyük ölçüde kâğıt üzerinde ve etkisiz kalacaktır. Tazminat şartlarının, itiraz konusu yasanın farklı menfaatler arasındaki adil dengeye saygı gösterip göstermediğini ve özellikle başvuruculara orantısız bir külfet yükleyip yüklemediğini değerlendirme
bakımından önemli bir husus olduğu açıktır (bk. yukarıda geçen Sporrong ve Lönnroth,
§69 ve 73).
Mahkeme ayrıca, Komisyon’un tazminat standardı konusunda vardığı sonucu da kabul
etmektedir. Buna göre mülkün değeriyle makul ölçüde bir miktarı ödemeksizin mülkün
elden alınması, normal şartlarda 1. maddeye göre haklı görülemeyecek orantısız bir müdahale oluşturur. Bununla birlikte Birinci Protokolün 1. maddesi, her olayda tazminatın
tam olarak ödenmesi hakkını güvence altına almamaktadır. Ekonomik reform tedbirlerinin veya daha yaygın bir sosyal adaleti gerçekleştirmeye yönelik tedbirlerin hedeflediği
“kamu yararı” meşru amacı, tam piyasa değerinden daha az bir ödeme yapılmasını gerektirebilir. Dahası, Mahkeme’nin bu konudaki denetim yetkisi, tazminat şartlarını tercihte
700
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Devletin geniş takdir alanının dışına çıkıp çıkmadığını belirlemekle sınırlıdır (bk. yukarıda §46).
(b’) Başvurucuların esasa ilişkin şikâyetleri
55. Başvurucuların tazminata ilişkin şikâyetleri iki başlık altında toplanabilir. Birincisi,
1967 tarihli değer tespit esası başvuruculara, franchise edilen mülklerinin piyasa değerini
tam olarak vermemektedir (bk. yukarıda §23/a). İkincisi, hem 1967 tarihli ve hem de
1974 tarihli değer tespit esasına göre mülklerin değer tespitleri, kiracıların mülkleri alma
taleplerini bildirdiği tarihte yapılmaktadır (bk. yukarıda §26); buna göre mülk sahibinin,
değer tespit tarihi ile muamelenin tamamlanmasından sonra ödemenin yapılması tarihi
arasında gecikmeden doğan kaybı bulunmaktadır.
56. Birinci şikâyet ile ilgili olarak, kiracının yerin değerini ödemesi ama o yer üzerindeki
binalar için hiçbir şey ödememesi sonucunu doğuran 1967 tarihli değer tespit esası, açıkça ve bilerek, kiracıların lehine bir durum yaratmaktadır. Bu şekildeki değer tespit esası,
itiraz konusu yasanın bütününe hâkim olan şu görüşü hayata geçirmek için düşünülmüştür: başlangıçta kiracı (veya önceki kiracı) toptan bir miktar ödemiş olduğundan ve yıllar
içinde evin bakımı, onarımı ve iyileştirilmesi için para harcamış olduğundan, “tuğlaların
ve sıvaların kiracıya ait olması hakkaniyet gereğidir” (bk. 1966 tarihli White Paper’dan
yapılan alıntılar için yukarıda parag. 18). Gerçekten de, mevcut kiracının veya kendisinden önceki kiracıların evin bedelini ödemiş olduğu kabul edilmiştir. Mahkeme’ye göre,
Parlamentonun maddi durumu bu şekilde takdir etmeye ve buna dayanarak kamu yararına göre hareket etmeye hakkı vardır (bk. yukarıda §49). Parlamentonun yaklaşımından
çıkan mantıksal sonuca göre, kiracı “hakkaniyet gereği”, mülkün sadece henüz ödenmemiş olan kısmını, yani yerin değerini ödemekle yükümlü tutulabilir. 1967 tarihli değer
tespit esası, “bileşik değer tespiti”ni (bk. yukarıda §13 ve 23/a) benimsememiş olmakla
birlikte, mülk sahibinin o yer üzerindeki mevcut yatırımlarını tazmin etmektedir. Kira
reform mevzuatıyla izlenen amaç, bir yerin mülk sahibine tekrar intikal etmesi üzerine,
kendisinin malvarlığında haksız bir artış meydana gelmesini önlemektir. Mahkeme tarafından Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından meşru görülen bu amaç ışığında, davalı
Devletin geniş bir takdir alanına sahip olduğu da dikkate alındığında, 1967 tarihli değer
tespit esasının ilgili özel tarafların menfaatleri arasında ve böylece toplumun genel yararı
ile yer sahiplerinin mülkiyet hakkı arasında adil bir denge kuramadığı kanıtlanamamıştır.
57. İkinci şikâyetle ilgili olarak, başvurucuları etkileyen franchisement koşullarının da
gösterdiği gibi (bk. yukarıda §29/v), değer tespit tarihi ile bedelin ödenme tarihi arasında bazen uzun gecikmeler bulunması mümkündür. Öte yandan, franchisement sürecinin
kasten ve gereksiz bir şekilde uzatıldığını düşünen yer sahiplerine, meseleyi yetkili yargı
yeri önüne götürme yolu açıktır (bk. yukarıda §25). Bu sistemde bir yer sahibinin bu hukuk yolunu kullanmayıp kiracının müzakereleri uzatma sına izin vermesi bir kusur olarak
görülemez. Yasa ayrıca, gecikmelerden kaçınılması ve cezalandırılması için hükümler
içermektedir (bk. aynı yer). Buna göre Mahkeme, tartışma konusu mevzuatta yer alan
tazmin usulünün kendiliğinden, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlalini içerecek ölçüde
bir gecikmeye yol açmadığı sonucuna varmaktadır.
(c’) Uluslararası hukukun genel prensipleri
58. Başvurucular alternatif olarak, Birinci Protokolün 1. maddesinde “uluslararası hukukun genel prensipleri”ne atıfta bulunulmasının, yabancıların mülklerinin kamulaştırılması halinde kendilerine hemen, yeterli ve etkili bir tazminat ödenmesine dair uluslararası
hukuk şartının, vatandaşlara da uygulanacağı anlamına geldiğini iddia etmişlerdir.
701
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
59. Komisyon sürekli olarak, bu prensiplerin bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini elinden alması halinde uygulanmayacağına karar vermiştir. Hükümet bu görüşe
desteklemiştir. Mahkeme de aşağıdaki gerekçelerle bu görüşe katılmaktadır.
60. İlk önce, uluslararası hukukun gereği olarak söz konusu prensipler, sadece vatandaş
olmayanlara uygulanır. Bu prensipler, münhasıran vatandaş olmayan kişilerin yararına
geliştirilmiş prensiplerdir. Bu prensipler Devletlerin kendi vatandaşlarına yaptıkları işlemlerle ilgili değildir.
61. Başvurucular kendi iddialarını desteklemek için, ilk önce Birinci Protokolün 1. maddesinin metnine dayanmışlardır. Başvuruculara göre ikinci cümle “hiç kimse” sözcükleriyle
başladığı için, “kamu yararı” ve “hukukun öngördüğü koşullara tabi olarak” deyimleriyle
herkese güvence sağlayan bu cümleyi, “uluslararası hukukun genel ilkeleri tarafından
(...) öngörülen koşullara tabi olarak”, sadece vatandaş olmayanlara güvence sağladığı
şeklinde yorumlamak mümkün değildir. Başvurucular ayrıca Sözleşme’yi yapanların vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında fark yaratmak istediklerinde, Sözleşme’nin
16. maddesinde olduğu gibi bunu açıkça yapmış olduklarına işaret etmişlerdir.
Başvurucuların gerekçelerindeki gramatik yorumun belirli bir ağırlığı bulunmasına rağmen, daha farklı bir yorum için ikna edici sebepler de bulunmaktadır. Mahkeme, lafzi olarak Birinci Protokolün 1. maddesindeki uluslararası hukukun genel prensiplerine atfı, bu
prensiplerin bu maddeye içselleştirilmiş olduğu, ama bu prensiplerin sadece normal olarak uygulanabilir olduğu tasarruflar bakımından, yani bir Devletin vatandaş olmayanlara
yönelik tasarrufları bakımından uygulanabilir olduğu şeklinde yorumlamayı, daha doğal
görmektedir. Dahası, bir antlaşmadaki kelimeler olağan anlamlarıyla anlaşılmalıdır (bk.
1969 tarihli Antlaşmalar Hukukuna dair Viyana Sözleşmesi, md. 31); söz konusu uluslararası hukukun genel prensipleri deyimini, normal uygulanabilir alanın dışına taşacak
şekilde yorumlamak, kelimelerin kullanıldığı bağlam ne olursa olsun, olağan anlamına
daha az uygundur.
62. Başvurucular ayrıca, Komisyon’un yorumu karşısında, Birinci Protokolün 1. maddesinde uluslararası hukukun genel ilkelerine atıfta bulunulmasının gereksiz kalacağını, çünkü vatandaş olmayanların buradaki korumadan zaten yararlandıklarını iddia
etmişlerdir.
Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Bu atfın maddeye dâhil edilmesinin en az iki
amaca yaradığı görülebilir. İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili prensiplerine dayanarak, haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına
doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda
kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, Birinci Protokolün yürürlüğe
girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı şeklindeki muhtemel iddialara karşı güvence
sağlamaktadır. Bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesinin, mülkiyetten yoksun bırakmanın “kamu yararına” yapılması gerektiğine dair hükme açıkça yer verdiği vurgulanmalıdır. Böyle bir gereklilik, uluslararası hukukun genel prensipleri arasında hemen
her zaman yer aldığından, Birinci Protokolün 1. maddesi söz konusu prensipleri vatandaş
olmayanlar gibi vatandaşlara da uygulanabilir hale getirmiş olsaydı, bu açık hükmün kendisi gereksiz olurdu.
63. Son olarak başvurucular, uluslararası hukukun genel ilkelerinin bir Devletin kendi
vatandaşlarının mülkiyetini elinden almasına uygulanabilir olmadığını kabul etmenin,
vatandaşlık esasına dayanan bir farklılaştırmaya imkân vereceğine işaret etmişlerdir.
Başvurucuları göre bu durum, Birinci Protokolün 5. maddesi yoluyla Protokole içselleştirilmiş olan iki hüküm ile bağdaşmaz. Bunlar, Sözleşmeci Devletleri egemenlik yetkisi
702
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
içinde bulunan herkesin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlü
tutan Sözleşme’nin 1. maddesi ile ayrımcılık yasağı ilkesini içeren Sözleşme’nin 14.
maddesidir.
Sözleşme’nin 1. maddesi konusunda, Sözleşme ve Protokollerin hemen her hükmünden
vatandaş ve vatandaş olmayanların aynı korumadan yararlandığı doğrudur; fakat bu durum özel hükümlerde işaret edilen istisnaları ortadan kaldırmamaktadır (bk. örneğin Sözleşme Md 4(3)(b), Md 5(1)(f) ve Md 16, Dördüncü Protokol Md 3 ve 4).
Sözleşme’nin 14. maddesi konusunda ise, Mahkeme sürekli olarak “objektif ve makul
haklılığa” sahip olan bir farklı muamelenin, ayrımcılık oluşturmayacağını belirtmiştir(bk.
en yakın tarihli karar olarak 28.05.1985 tarihli Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72).
Özellikle bir sosyal reform bağlamında mülkiyetin elden alınması konusunda, tazminat
ile ilgili olarak vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında bir ayrım yapılması için
sağlam gerekçeler bulunabilir. İlk olarak, vatandaş olmayanlar, iç hukukta daha zayıf
durumdadırlar; vatandaşlardan farklı olarak iç hukuk yapıcılarının seçiminde veya atanmasında genel olarak hiçbir rol oynamazlar; iç hukukun kabulü sırasında da kendilerine
danışılmaz. İkinci olarak, bir mülkiyeti elden alma işleminin her zaman kamu yararına
yapılması gerekmesine rağmen, vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar için farklı düşünceler geçerli olabilir ve kamu yararı bakımından vatandaşların vatandaş olmayanlara göre
daha fazla külfet yüklenmelerini gerektiren meşru sebepler bulunabilir.
64. Yorumu konusunda böyle bir uzlaşmazlığın ortaya çıktığı bir metinle karşılaşan Mahkeme, ek bir yorum vasıtası olarak hazırlık çalışmalarına (travaux preparatoires) başvurmayı uygun görmektedir (bk. Antlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi md. 32).
Hazırlık çalışmaları üzerinde yapılan inceleme göstermektedir ki, Birinci Protokolün 1.
maddesinin ilk tasarılarında yer alan tazminat hakkına açık atıf, özellikle Birleşik Krallık
ve diğer Devletlerin muhalefeti karşısında çıkarılmıştır. Daha sonra uluslararası hukukun genel prensipleri deyimine yer verilmiş ve bunun da sadece yabancıların korunması anlamına geleceğine dair birçok beyanda bulunulmuştur. Alman Hükümeti bu metni,
kamulaştırma olayında tazminat ödenmesi yükümlülüğünü içeren prensiplere açıkça yer
verilmesi şartıyla kabul edebileceğini beyan ettiği zaman, İsveç temsilcisi bu prensiplerin sadece bir Devlet ile vatandaş olmayanlar arasındaki ilişkilere uygulandığına işaret
etmiştir. İşte bundan sonra Alman ve Belçika temsilcilerinin talebi üzerine, “bu bağlamda
uluslararası hukukun genel prensipleri, kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara
tazminat ödeme yükümlülüğünü yüklemesi” konusunda anlaşılmıştır.
Her şeyden öte, Bakanlar Komitesinin Birinci Protokol metnini tasdik ve imzaya açan 19
Mart 1952 tarihli ve (52) 1 sayılı Kararında “bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesi
bakımından uluslararası hukukun genel prensiplerinin kamulaştırma olaylarında vatandaş
olmayanlara tazminat ödenmesi yükümlülüğü yüklediği”ni açıkça belirtmiştir. Müzakere
tutanakları bir bütün olarak göz önünde tutulduğunda, Mahkeme bu Kararın, uluslararası
hukukun genel prensipleri atfının vatandaşları kapsamayı amaçlamadığına dair açık bir
delil olarak alınabileceğini kabul etmektedir.
Buna göre hazırlık çalışmaları başvurucuların kabul ettiği yorumu desteklememektedir.
65. Son olarak, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra bu belgeye taraf olan
Devletlerin bu belgede uluslararası hukukun genel prensiplerine yapılmış olan atfı, kendi vatandaşlarına da uygulanabilecek şeklinde geliştirdikleri kanıtlanamamıştır. Sunulan
deliller tam tersi yönü işaret etmektedir.
703
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
66. Bütün bu gerekçelerle Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensiplerinin, bir Devlet tarafından kendi vatandaşlarının mülkiyetini elden almasına uygulanabilir olmadığı
sonucuna varmaktadır.
(d’) “hukukun öngördüğü şartlar”
67. Başvurucular bir diğer alternatif olarak, Birinci Protokolün 1. maddesindeki “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” diyen hükmün, sadece iç hukuku değil ve fakat bütün
Sözleşmeci Devletlerdeki ortak hukuk prensiplerini ima edecek şeklinde yorumlanması
halinde, tazminatsız veya yetersiz veya adil olmayan bir tazminatla mülkiyetten yoksun
bırakmanın, bu hükmün gereklerinin yerine getirmeyeceğini iddia etmişlerdir. Başvuruculara göre, kendileriyle ilgili olayda olduğu gibi, mülkiyetin elden alınmasına ödenen
tazminat miktarının mülkün değeriyle makul bir ilişkisi bulunmaması halinde, bu anlamdaki mülkiyetin elden alınması keyfi olacak ve böylece “hukukun öngördüğü şartlara”
aykırı düşecektir.
Mahkeme sürekli olarak, Sözleşme’de geçen “hukuk” veya “hukukilik” terimlerinin “sadece iç hukuka gönderme yapmakla kalmadığını, ama aynı zamanda hukukun üstünlüğüne uygunluğu gerektiren bir hukukun kalitesiyle de ilgili olduğunu belirtmiştir (bk. en
yakın tarihli karar olarak 02.08.1984 tarihli Malone, §67). Ne var ki olayda, yukarıdaki 56 ve 57. paragraflarda gösterilen gerekçelerle, kira reform mevzuatında öngörülen
tazminat şartları nedeniyle, başvurucuların mülklerinin franchisement edilmesinin keyfi
olduğu sonucuna varmak için sebep yoktur. Mahkeme’nin görüşüne göre, “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” deyiminde yer alabilecek başka gerekler ise, başvurucuların mülklerinin elden alınması olayında yerine getirilmiştir (bk. Komisyon raporu parag.
141-143 ve ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte yukarıda geçen Malone, §66-68 ve burada
zikredilen kararlar).
(iv) Her bir franchisemet işleminin makul olup olmadığının ayrı ayrı ele alınmamış
olması
68. Başvurucular, kira reform mevzuatının uygulamada fark gözetmediğini, çünkü kiralanan yerin bir kez yasanın kapsamına girdiği tespit edildiğinde, artık herhangi bir
özel olayda yer sahibinin franchisemet’ın haklılığının veya tazminatın hesaplandığı ilkelerin ayrı bir biçimde ele alınmasını isteyebileceği bir mekanizmanın bulunmadığını
belirtmişlerdir. Başvurucular, Güney Galler’deki mütevazı evlerin kiracıları ile zaruret
halinde ve koruma ihtiyacı içinde görülemeyecek olan Belgravia Bölgesindeki orta sınıf
kiracılar arasında açık farklılık bulunduğuna işaret etmişlerdir. Başvuruculara göre yasa,
yer sahipleri için olduğu kadar, kiracılar için de adaletsizlikten kaçınmak için, her bir
franchisement işleminin ayrıntılarına ve makullüğüne giren bir yargısal denetim sağlamış
olmalıydı.
Böyle bir sistem mümkün olabilirdi; aslında bu yönde yasa tasarısının müzakereleri sırasında böyle bir öneri de yapılmıştır (bk. yukarıda §19). Ne var ki Parlamento bunun yerine, içinde franchisement hakkının ileri sürülebileceği geniş ve genel kategoriler getirmeyi
tercih etmiştir. Hükümete göre bu tercihin nedeni, münferit inceleme sisteminin binlerce
olayda hem kiracılar için ve hem de yer sahipleri için kaçınılmaz biçimde sebep olacağı
belirsizlik, uyuşmazlık, masraf ve gecikmeden kaçınmaktır. Geniş kapsamlı bir kamulaştırma yasası, hele sosyal ve ekonomik bir reform programı uyguluyorsa, çok sayıda
bireyin farklı durumlarının bulunduğu ortamda adaleti tam olarak gerçekleştirebilmesi
zordur.
Mevcut çeşitli alternatifler arasında avantajları ve dezavantajları değerlendirmek ilk aşamada Parlamentonun işidir (bk. yukarıda §46). Bu yasanın İngiltere ve Galler’de uzun
süreli kiralanmış yaklaşık bir milyon iki yüz elli bin kadar konuttan yüzde 98-99 unun
704
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
etkilenebileceği hesaplandığından, Parlamento tarafından seçilen bu sistem, mantıksız ve
yersiz olduğu gerekçesiyle kendiliğinden reddedilemez.
(v) Ferdi işlemler
69. Başvuruculara göre son olarak, franchisement kural olarak “kamu yararına” olsa bile,
şikayet konusu münferit 80 işlem (bk. yukarıda §27) haklı görülemez. Başvurucular,
Belgravia’da söz konusu 80 evin franchising kiracılarının, 1966 tarihli White Paper’ın
yasadan yararlandırılmayı hedeflediği söylenen (bk. yukarıda §18) türden korunmayı hak
etmiş kişilere hiç benzemediklerini göstermek için, yukarıdaki 29. paragrafta listelenen
faktörlere dikkat çekmişlerdir. Kira reform yasasının Birinci Protokolün 1. maddesine
genel olarak potansiyel uygunluğu ne olursa olsun, yasa bu işlemlerin somut şartlarında uygulandığı şekliyle açık amacını gerçekleştirmek üzere gerektirdiği sonuçların çok
ötesine geçmiş olduğu için, orantılılık ilkesini ihlal ettiği iddia edilmiştir. Başvurucular
bu durumu göstermek için, 1967 tarihli Yasanın çıkarılmasından önce kira sözleşmesinin
sonuna doğru düşük bir bedel karşılığı kiracılığı iktisap eden bir kiracının, bu mülkü
franchising’den sonra yeniden satmak suretiyle çok büyük ve bütünüyle “haksız” kazanç
elde ettiğini belirtmişlerdir (bk. yukarıda §29 (x)).
Parlamentonun benimsediği ve Mahkeme’nin de Devletin takdir alanı içinde kaldığı sonucuna vardığı (bk. yukarıda §49) evlerin mülkiyeti üzerinde kiracıların “manevi hak
sahibi” olduğu görüşü, başvurucuların Belgaravia’daki mülkleri bakımından da eşit bir
biçimde geçerlidir. Bu görüşü uygulamaya geçiren yasanın kaçınılmaz bir sonucu olarak,
franchising’den sonra evi ve toprağı kapsayan ipoteksiz mülkü satan kiracı, açıkça bir kazanç elde edecektir; çünkü franchisement’ın en azından 1967 tarihli değer tespit esasına
göre fiyatı evi içermemekte olup, kiracı bileşik değer denilen değerden yararlanmaktadır
(bk. yukarıda §13 ve 23). Buna ek olarak, reform tarafından gerçekleştirilen menfaatlerin
yeniden dağıtım kapsamımın genişliği ve derecesi, kira sözleşme sürelerinin sonunda doğru zamanda satın alan kiracıların “umulmadık karlar” etmeleri gibi bazı kuraldışı olaylar
kaçınılmazdır. Parlamento, bir kaç kiracının “hak etmedikleri” “umulmadık karlar” elde
etme riski karşısında, yasadan etkilenen yer sahiplerinin mülkiyetin tekrar kendilerine
intikaline yol açacak haksız olduğu düşünülen zenginleşmeden mahrum bırakılmalarına
karar vermiştir. Bu Parlamento tarafından verilen politik bir karardır; Mahkeme bunu
Devletin takdir alanı dışında görüp gayri makul olduğu sonucuna varamaz. Özellikle başvurucularla ilgili 80 işlemde ortaya çıktığı gibi yasanın uygulamadaki işleyişi, yasanın
Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından kabul edilemez olduğu sonucuna götürecek
derecede kuraldışı olaylar bulunduğunu göstermemektedir. Dahası, ileri tarihli satışlarda
kiracılar tarafından “umulmadık karlar” edildiği işlemler de dâhil, şikâyet konusu tüm
özel işlemlerde başvurucular, Parlamentonun kendilerine yer sahibi olarak hakkaniyet
gereği verilmesini gerekli gördüğü tazminatı almışlardır(bk. yukarıda §28). “Umulmadık
kar” elde etmenin bir sonucu olarak doğan sıkıntı, zararları ve tazminatı etkilenmeyen
başvurucular tarafından değil, franchising’e kiracı olarak hak sahibi olan kendilerinin
ardılları tarafından çekilmiştir.
Başvurucular tarafından şikâyet konusu 80 franchisement, Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesine uygun bulduğu yasanın çerçevesi içinde kalmıştır. Bu
franchisement’lar, başvuruculara kira reform yasasında düzenlenen planının uygulanmasında,
yer sahipleri için var olan genel dezavantajlı etkilerin üstünde ve ötesinde, aşırı bir külfet yüklememiştir. Buna göre Birinci Protokolün 1. maddesinin gerektirdiği denge bozulmamıştır.
4. Özet
70. Özetlenecek olursa, başvurucuların şikâyet ettiği mülkiyetten yoksun bırakmayla ilgili olarak ikinci cümledeki her bir şart yerine getirilmiştir.
705
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
C. Birinci fıkranın birinci cümlesi (“mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma
kuralı”)
71. Başvurucular alternatif ve ek olarak, Birinci maddenin birinci cümlesindeki mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir.
Mülkiyetten yoksun bırakmayı belirli koşullara tabi tutan ikinci cümledeki kural, mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel bir kategorisi ve aslında en
radikal türüdür (bk. yukarıda §37/son). İkinci cümle, birinci cümlede ifade edilen genel
prensibi tamamlamakta ve sınırlandırmaktadır. Durum böyle olduğundan, bu genel prensibin mevcut davada uygulanmasının, Mahkeme tarafından daha önce ikinci cümlenin
uygulanması suretiyle vardığı sonuçtan farklı bir sonuca yol açacağını düşünmek zordur.
D. Sonuç
72. 1967 tarihli değişik Kira Reform Yasası hükümleri ve şartları nedeniyle veya başvurucularla ilgili franchisement işlemlerinin özel koşulları nedeniyle Birinci Protokolün 1.
maddesi ihlal edilmemiştir.
II. Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlali iddiası
73. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet haklarından yararlanırken
ayrımcılığın mağduru olduklarından şikâyetçi olmuşlardır. Başvurucular Sözleşme’nin
14. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. (...)
Başvuruculara göre kira reform yasası, “mülkiyet” esasına (Fransızca metinde “fortune”)
dayanan bir ayrımcılık getirmiştir; şöyle ki, ilk olarak bu yasa, sadece sınırlı nitelikteki
mülklere, yani uzun süreli kiralanmış olup, kiracılarının oturduğu evlere uygulanmakta
ve mülkiyeti yeniden dağıtmaktadır; ikinci olarak, mülkü daha az değerli olan yer sahibi
daha sert muamele görmektedir.
A. Uygulanabilirlik
74. Hükümet, itiraz konusu yasanın Sözleşme’nin 14. maddesi anlamında “mülkiyet”
esasına göre bir ayrım yapmadığını, çünkü ne varlık esasına dayanıldığını ve ne de bunun
uygulandığını savunmuştur.
Sözleşme’nin 14. maddesinde belirtilen yasaklanmış ayrımcılık sebepleri listesi sınırlı
değildir (bk. en yakın tarihli karar olarak 28.11.1984 tarihli Rasmussen, §34/son). Olayda söz konusu yasa, farklı kategorilerdeki mülk sahiplerinin Birinci Protokolün 1. maddesinde korunan haklarını kullanmalarında farklı muamele yapmaktadır. Mahkeme’ye
göre, farklı muamelelerin dayandığı esaslar Sözleşme’nin 14. maddesiyle alakalı olup,
14. madde olayda uygulanabilir durumdadır.
B. Uygunluk
75. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından farklı bir muamele, objektif ve makul bir haklılığa sahip değilse, yani meşru bir amaç izlemediği veya kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi bulunmuyorsa, ayrımcılık
oluşturur (bk. en yakın tarihli karar olarak yukarıda geçen Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72). Mülkiyet hakkını etkileyen araçlarla ilgili olarak Sözleşmeci Devletler, benzer
durumlardaki farklılıkların, hukuken de farklı bir muameleyi haklı kılıp kılmadığını ve
kılıyorsa hangi ölçüde kıldığını değerlendirirken belirli bir “takdir alanı”ndan yararlanırlar (bk. aynı yer).
706
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
76. Başvurucuların birinci başlık altındaki şikayetleri konusunda, uzun süreli kira sistemine göre yer sahipleri ile oturmakta olan kiracılar arasındaki var olduğu düşünülen
dengesizliği gidermeyi hedefleyen itiraz konusu yasanın, diğer veya tüm mülk sahiplerini
değil, ama sınırlı kategori içine giren yer sahiplerini etkilemesi kaçınılmazdır. Yasanın
izlediği amacın Mahkeme tarafından meşru bir amaç olduğu sonucuna varılmıştır (bk.
yukarıda §47 ve 49). Ancak başvuruculara göre bu durum, ayrımı haklı kılmak için yeterli
değildir; çünkü yasa, yer sahipleri ile kiracıların kişisel koşullarını ve özellikle kaynaklarını ve ihtiyaçlarını dikkate almamaktadır. Bu şikâyet, farklı bir açıdan görülmesine rağmen, özü itibarıyla Birinci Protokolün 1. maddesine göre incelenen şikâyet ile aynıdır. O
bağlamda Mahkeme, her bir franchisement işleminin münferit esaslarını ve ayrıntılarını
araştırmak için bir mekanizma bulunmamasını, yasanın işleyişinin kabul edilemeyecek
sonuçlara yol açacağına hükmetmemişti (bk. yukarıda §68). Mahkeme, Sözleşme’nin 14.
maddesiyle ilgili olarak farklı bir sonuca varmak için bir sebep görmemektedir; çünkü
takdir alanı dikkate alındığında, Birleşik Krallık yasakoyucusu orantılılık ilkesini aşmamıştır. Bu nedenle, Mahkeme’ye göre itiraz konusu yasada yapılan ayrım, makul ve objektif olarak haklı bir ayrımdır.
77. Şikâyetin ikinci başlığı da, Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından vardığı sonuç ışığında incelenmelidir; Mahkeme’nin vardığı bu sonuca göre Birleşik
Krallık Parlamentosu, kira reform yasasında yer alan hükümleri izlenen amacı gerçekleştirmek için makul ve uygun bir araç olarak görme hakkına sahiptir. Komisyon’un da
işaret ettiği gibi, 1967 ve 1974 tarihli Yasalarda franchisement hakkının mevcudiyeti ve
tazminat düzeyleri ile ilgili olarak yapılan ayrımlar (bk. yukarıda §21 ve 23), mülkün vergi değeri gibi objektif bir temele sahiptir. Mülk vergi değer sınırlarının getirilmesi ve iki
tazminat düzeyinin kurulması, Parlamentonun franchisement’ın getirdiği menfaatlerden
ekonomik korunma ihtiyacı görülmeyen daha iyi konumda bulunan küçük orandaki kiracıları hariç tutmak ve mevcut sistemin sıkıntılarını çeken büyük orandaki kiracıların daha
uygun şartlarda satın almalarını sağlamak arzusunda olduğunu göstermektedir (bk. yukarıda §19). Kamu yararı gibi meşru bir amacın izlenmiş olması ve davalı Devletin takdir
alanı dikkate alındığında, bu şekildeki farklı muamele, gayri makul veya başvuruculara
orantısız külfet yükleyen bir politika olarak görülemez (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla
birlikte Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesi bağlamında benzer sonuca vardığı
yukarıda parag. 52 ve 56). Mülkü az değerli yer sahiplerinden ilerledikçe dezavantajlı bir
muameleye götüren mevzuat hükümlerinin, makul ve objektif bir haklılık oluşturduğu ve
ayrımcılık yaratmadığı kabul edilmelidir.
C. Sonuç
78. O halde Komisyon gibi Mahkeme de mevcut davadaki olayların Birinci Protokolün
1. maddesiyle bağlantılı olarak Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlalini ortaya çıkarmadığı
sonucuna varmaktadır.
BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,
Tek başına veya Sözleşme’nin 14. maddesiyle birlikte Birinci Protokolün 1. maddesinin veya Sözleşme’nin 6(1). fıkrasının ve 13. maddesinin ihlal edilmediğine
KARAR VERMİŞTİR.
707
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK
♦ mülkiyetin kaybı—millileştirme (başvuruculara ait hava ve deniz sanayi alanındaki şirketlerin millileştirilmesi nedeniyle mülkiyetlerini kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—hukuken öngörülmüş olma—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri
DAVANIN ESASI
Davanın konusu, 1977 tarihli Hava ve Deniz İnşaat Sanayi Yasasına uyarınca, başvurucuların bu alandaki şirketlerinin millileştirilmesidir. Başvurucular millileştirmeye prensip
olarak karşı olmadıkları halde, aldıkları tazminatın yetersiz olduğunu ve bu işlemin ayrımcı bir şekilde gerçekleştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Sözleşme’ye ek Birinci
Protokolün 1. maddesinin tek başına veya Sözleşme’nin 14. maddesiyle bağlantılı olarak
ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. Başvurucular ayrıca Sözleşme’nin 6(1). fıkrasının ve bir
olayda 13. maddesini ileri sürmüşlerdir. Komisyon önünde ileri sürülen Sözleşme’nin 17
ve 18. maddelerinin ihlali iddiası, Mahkeme önünde devam ettirilmemiştir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
A. Giriş
105. Başvurucular, millileştirmeye prensip olarak karşı çıkmamışlardır; ancak çeşitli gerekçelerle, aldıkları tazminatın çok yetersiz olduğunu ve bu nedenle Birinci Protokolün 1.
maddesinin ihlalinden ötürü mağduru olduklarını iddia etmişlerdir. (...)
Hükümet, başvurucuların iddiasına karşı çıkmış, bu iddia Komisyon tarafından da oy
çokluğuyla reddedilmiştir.
106. Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesinin esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına aldığını hatırlatır (Marckx, §63). Mahkeme 23 Eylül 1982 tarihli Sporrong ve
Lönnroth kararında, Birinci Protokolün 1. maddesine ilişkin yaptığı analizde “birbirinden
ayrı üç kural”ın bulunduğu tespit etmiştir. Birinci fıkranın birinci cümlesindeki birinci
kural, genel nitelikte bir kural olup, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma prensibini beyan etmektedir; birinci fıkranın ikinci cümlesindeki ikinci kural, mülkiyetten yoksun
bırakılmayı içermekte ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; ikinci fıkrada ifade edilen
üçüncü kural, başka şeylerin yanında, mülkiyetin kullanılması üzerinde Devletin kontrol
hakkıyla ilgilidir (Sporrong ve Lönnroth, §61). Ne var ki Mahkeme, 21 Şubat 1986 tarihli
James ve Diğerleri kararında, bu kuralların bağlantısız oldukları anlamına gelebilecek
şekilde birbirinden “ayrı” olmadıklarını açıklığa kavuşturmuştur. Buna göre ikinci ve
üçüncü kurallar, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel
örnekleri olup, bunlar birinci kuralda beyan edilen genel prensibin ışığında yorumlanmalıdırlar (James ve Diğerleri, §37/son).
107. Başvurucular açıkça, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi anlamında
“mülkiyetten yoksun bırakılmış”lardır; aslında bu nokta Mahkeme’de itiraz görmemiştir.
O halde Mahkeme, önce bu cümledeki şartların kapsamını ve daha sonra bunların yerine
getirilip getirilmediğini inceleyecektir.
B. Başvurucular, “kamu yararı”yla ve “hukuken öngörülmüş şartlara tabi olarak”
mı, mülklerinden yoksun bırakılmışladır?
108. Başvuruculara göre, mevcut olayda olduğu gibi, mülkiyetin elden alındığı tarihteki
değerinin sadece bir kısmını karşıladığı için gayri adil olan bir tazminatla mülkiyetin
elden alınması işleminde, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi bakımından
708
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
“kamu yararı” yoktur. Başvurucular ayrıca, bu olayda olduğu gibi, bir tazminat mülkün
değeriyle makul bir orantı taşımadığı için keyfi ise, mülkiyetin elden alınmasının, yine
aynı cümledeki “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” gerçekleştirilmiş görülemeyeceğini de iddia etmişlerdir.
109. Mahkeme bu iddialardan birincisini kabul edememektedir. Tazminat ödeme yükümlülüğü, “kamu yararı” şartından değil, bir bütün olarak okunduğunda, Birinci Protokolün
1. maddesine içkin olan bir koşuldan (bk. aşağıda, §120) çıkmaktadır. “Kamu yararı”
şartı, mülkiyeti elden alma işleminin gerçek saiki ve haklılığıyla ilgilidir; başvurucuların
bu konularda bir itiraz yoktur.
110. “Hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” deyimi, ilk olarak, yeterince ulaşılabilir
ve açık nitelikteki iç hukuk hükümlerinin varlığını ve bunlara uygunluğu gerektirir (Malone, §66-68). Başvurucular, aşağıda 153. paragrafta belirtilen durum hariç, bu gereklerin
yerine getirilmiş olduğuna itiraz etmemişlerdir.
Bu bağlamda geçen “hukuk” sözcüğünün, iç hukuktan başka bir yere göndermede bulunmadığı doğrudur (ibid, §67). Ancak Mahkeme’nin görüşüne göre başvurucuların bu
konudaki iddiaları (bk. yukarıda §108), aşağıda 123-175. paragraflarda ele alınan mevcut
davadaki temel meselelerle öylesine bağlantılıdır ki, bu sorunu bir de Birinci Protokolün
1. maddesindeki kamu yararı deyimi altında ele almak yapay olacaktır.
C. Uluslararası hukukun genel prensipleri
111. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesinde “uluslararası
hukukun genel prensipleri”ne atıfta bulunulmasının, yabancıların mülkiyetten yoksun
bırakılmaları halinde kendilerine hemen, yeterli ve etkili bir tazminat ödenmesine dair
uluslararası hukuk gereğinin, vatandaşlara da uygulanacağı anlamına geldiğini iddia
etmişlerdir.
112. Komisyon istikrarlı bir biçimde, bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini ellerinden alması halinde, söz konusu prensiplerin uygulanabilir olmadığına karar vermiştir.
Mahkeme de yukarıda geçen James ve Diğerli davasında daha önce belirttiği (James ve
Diğerleri, §58-66) ve burada ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte tekrarlanan gerekçelerle,
Komisyon’un görüşüne katılmaktadır.
113. İlk önce, genel uluslararası hukukun gereği olarak söz konusu prensipler, sadece
vatandaş olmayanlara uygulanır. Bu prensipler, münhasıran vatandaş olmayan kişilerin
yararına geliştirilmiş prensiplerdir. Bu prensipler Devletlerin kendi vatandaşlarına yaptıkları işlemlerle ilgili değildir.
114. Başvurucular kendi iddialarını desteklemek için, ilk önce Birinci Protokolün 1.
maddesinin metnine dayanmışlardır. Başvuruculara göre ikinci cümle “hiç kimse” sözcükleriyle başladığı için, “kamu yararı” ve “hukukun öngördüğü koşullara tabi olarak”
deyimleriyle herkese güvence sağlayan bu cümleyi, “uluslararası hukukun genel ilkeleri
tarafından (...) öngörülen koşullara tabi olarak”, sadece vatandaş olmayanlara güvence sağladığı şeklinde yorumlamak mümkün değildir. Başvurucular ayrıca, Sözleşme’yi
yapanların vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında fark yaratmak istediklerinde, Sözleşme’nin 16. maddesinde olduğu gibi, bunu açıkça yapmış olduklarına işaret
etmişlerdir.
Başvurucuların argümanındaki gramatik yorumun belirli bir ağırlığı bulunmasına rağmen, daha farklı bir yorum için ikna edici sebepler de bulunmaktadır. Mahkeme, lafzi olarak Birinci Protokolün 1. maddesindeki uluslararası hukukun genel prensiplerine atfı, bu
prensiplerin bu maddeye içselleştirilmiş olduğu, ama bu prensiplerin sadece normal olarak uygulanabilir olduğu tasarruflar bakımından, yani bir Devletin vatandaş olmayanlara
709
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
yönelik tasarrufları bakımından uygulanabilir olduğu şeklinde yorumlamayı daha doğal
görmektedir. Dahası, bir antlaşmadaki kelimeler olağan anlamlarıyla anlaşılmalıdır (1969
tarihli Andlaşmalar Hukukuna dair Viyana Sözleşmesi, md. 31); söz konusu uluslararası
hukukun genel prensipleri deyimini, normal uygulanabilir alanın dışına taşacak şekilde
yorumlamak, kelimelerin kullanıldığı bağlam ne olursa olsun, olağan anlamına daha az
uygundur.
115. Başvurucular ayrıca, Komisyon’un yorumu karşısında, Birinci Protokolün 1. maddesinde uluslararası hukukun genel ilkelerine atıfta bulunulmasının gereksiz kalacağını, çünkü vatandaş olmayanların buradaki korumadan zaten yararlandıklarını iddia
etmişlerdir.
Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Bu atfın maddeye dâhil edilmesinin en az iki amaca hizmet ettiği görülebilir. İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili prensiplerine dayanarak, haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına
doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda
kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, Birinci Protokolün yürürlüğe
girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı şeklindeki muhtemel gerekçelere karşı güvence sağlamaktadır. Bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesinin, mülkiyetten yoksun
bırakmanın “kamu yararına” yapılması gerektiğine dair hükme açıkça yer verdiği vurgulanmalıdır. Böyle bir gereklilik, uluslararası hukukun genel prensipleri arasında hemen
her zaman yer aldığından, Birinci Protokolün 1. maddesi söz konusu prensipleri vatandaş
olmayanlar gibi vatandaşlara da uygulanabilir hale getirmiş olsaydı, bu açık hükmün kendisi gereksiz olurdu.
116. Son olarak başvurucular, uluslararası hukukun genel ilkelerinin, bir Devletin kendi
vatandaşlarının mülkiyetini elinden almasına uygulanabilir olmadığını kabul etmenin,
vatandaşlık esasına dayanan bir farklılaştırmaya imkân vereceğine işaret etmişlerdir.
Başvuruculara göre bu durum, Birinci Protokolün 5. maddesi yoluyla Protokole içselleştirilmiş olan iki hüküm ile bağdaşmaz. Bunlar, Sözleşmeci Devletlerin egemenlik yetkisi içinde bulunan herkesin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlü tutan Sözleşme’nin 1. maddesi ile ayrımcılık yasağı ilkesini içeren Sözleşme’nin 14.
maddesidir.
Sözleşme’nin 1. maddesi konusunda, Sözleşme ve Protokollerin hemen her hükmünden
vatandaş ve vatandaş olmayanların aynı korumadan yararlandığı doğrudur; fakat bu durum özel hükümlerde işaret edilen istisnaları ortadan kaldırmamaktadır (bk. örneğin Sözleşme Md 4(3)(b), Md 5(1)(f) ve Md 16, Dördüncü Protokol Md 3 ve 4).
Sözleşme’nin 14. maddesi konusunda ise, Mahkeme sürekli olarak, “objektif ve makul
haklılığa” sahip olan bir farklı muamelenin ayrımcılık oluşturmayacağını belirtmiştir(bk.
en yakın tarihli karar olarak 28.05.1985 tarihli Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72).
Özellikle bir sosyal reform veya ekonomik nitelikte bir yeniden yapılandırma bağlamında, mülkiyetin elden alınması sırasında tazminat ile ilgili olarak vatandaşlar ile vatandaş
olmayanlar arasında bir ayrım yapılması için sağlam gerekçeler bulunabilir. İlk olarak,
vatandaş olmayanlar iç hukukta daha zayıf durumdadırlar; vatandaşlardan farklı olarak iç
hukuk oluşturanların seçiminde veya atanmalarında genel olarak hiçbir rol oynamazlar;
iç hukukun kabulü sırasında da kendilerine danışılmaz. İkinci olarak, bir mülkiyeti elden
alma işleminin her zaman kamu yararına yapılması gerekmesine rağmen, vatandaşlar ve
vatandaş olmayanlar için farklı düşünceler geçerli olabilir ve kamu yararı bakımından vatandaşların vatandaş olmayanlara göre daha fazla külfet yüklenmelerini gerektiren meşru
sebepler bulunabilir(bk. aşağıda, §120).
710
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
117. Yorumu konusunda böyle bir uzlaşmazlığın ortaya çıktığı bir metinle karşılaşan Mahkeme, ek bir yorum vasıtası olarak hazırlık çalışmalarına (travaux preparatoires) başvurmayı uygun görmektedir (bk. Antlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi md. 32).
Hazırlık çalışmaları üzerinde yapılan inceleme göstermektedir ki, Birinci Protokolün 1.
maddesinin ilk tasarılarında yer alan tazminat hakkına açık atıf, özellikle Birleşik Krallık
ve diğer Devletlerin muhalefeti karşısında çıkarılmıştır. Daha sonra uluslararası hukukun genel prensipleri deyimine yer verilmiş ve bunun da sadece yabancıların korunması anlamına geleceğine dair birçok beyanda bulunulmuştur. Alman Hükümeti bu metni,
kamulaştırma olayında tazminat ödenmesi yükümlülüğünü içeren prensiplere açıkça yer
verilmesi şartıyla kabul edebileceğini beyan ettiği zaman, İsveç temsilcisi bu prensiplerin
sadece bir Devlet ile vatandaş olmayanlar arasındaki ilişkilere uygulandığına işaret etmiştir. İşte bundan sonra Alman ve Belçika temsilcilerinin talebi üzerine, “bu bağlamda uluslararası hukukun genel prensipleri kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara tazminat ödeme yükümlülüğünü yüklemesi” konusunda anlaşılmıştır (vurgular eklenmiştir).
Her şeyden öte Bakanlar Komitesi Birinci Protokol metnini tasdik ve imzaya açan 19
Mart 1952 tarihli ve (52) 1 sayılı Kararında “bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesi
bakımından uluslararası hukukun genel prensiplerinin kamulaştırma olaylarında vatandaş
olmayanlara tazminat ödenmesi yükümlülüğü yüklediği”ni açıkça belirtmiştir (vurgular
eklenmiştir). Müzakere tutanakları bir bütün olarak dikkate alındığında, Mahkeme bu
Kararın, uluslararası hukukun genel prensipleri atfının vatandaşları kapsamayı amaçlamadığına dair açık bir belirti olarak alınabileceğini kabul etmektedir.
Buna göre hazırlık çalışmaları başvurucuların kabul ettiği yorumu desteklememektedir.
118. Son olarak, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra bu belgeye taraf olan
Devletlerin bu belgede uluslararası hukukun genel prensiplerine yapılmış olan atfı, kendi vatandaşlarına da uygulanabilecek şeklinde geliştirdikleri kanıtlanamamıştır. Sunulan
deliller tam tersi yönü işaret etmektedir.
119. Bütün bu gerekçelerle Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensiplerinin bir Devlet tarafından kendi vatandaşlarının mülkiyetini elden almasına uygulanabilir olmadığı
sonucuna varmaktadır.
D. Tazminatı hakediş
120. Tazminatın mevcudiyet ve miktarının, bu konuda bir hüküm içermeyen Birinci Protokolün 1. maddesinin 1 fıkrasının ikinci cümlesine göre bir şart olup olmadığı sorunu
durmaktadır. Hükümetin ve başvurucuların da görüşüne katıldığı Komisyon, Birinci Protokolün 1. maddesini, bir Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi içinde bulunan bir kimsenin mülkiyetinin elinden alınması için gerekli şartlardan biri olarak tazminat ödemeyi
zımnen gerektirdiği şeklinde yorumlamıştır.
Komisyon gibi Mahkeme de, Sözleşmeci Devletlerin hukuk sistemlerinde kamu yararıyla
tazminat ödenmeksizin mülkiyetin elden alınmasının, burada söz konusu olmayan amaçlarla, sadece istisnai durumlarda haklı görülmekte olduğunu gözlemlemektedir. Buna eşdeğer bir prensip bulunmadıkça, Birinci Protokolün 1. maddesinin getirdiği mülkiyetin
hakkının korunması büyük ölçüde hayali ve etkisiz kalacaktır.
Bu bağlamda Mahkeme, bir kimseyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir işlemin, hem fiilen ve hem de prensip olarak sadece “kamu yararıyla” meşru bir amacı izlemek zorunda
olmadığını, ama aynı zamanda gerçekleştirilmek istenen amaç ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık ilişkisi de bulunması gerektiğini hatırlatır. Bu ikinci şart, yukarıda geçen Sporrong ve Lönnroth kararında, toplumun genel menfaatlerinin gerekleri ile
bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında kurulması zorunlu “adil denge”
711
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
kavramıyla ifade edilmiştir (bk. Sporrong ve Lönnroth, §69). Eğer bir kimse “münferit ve aşırı bir külfet”e katlanmak zorunda bırakılmış ise, gerekli denge kurulamaz (bk.
Sporrong ve Lönnroth, §73). Mahkeme o kararda, birinci fıkranın birinci cümlesindeki
mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma genel kuralı bağlamında bunları söylemiş
olmakla birlikte, bir bütün olarak “bu denge arayışının (...) Birinci Protokolün 1. maddesinin yapısında yansıtıldığına” işaret etmiştir (bk. aynı yer parag. 69).
Açıktır ki tazminat şartları, tehlikeye giren çeşitli menfaatler arasında adil bir denge kurulup kurulmadığının ve özellikle mal veya mülkünden yoksun bırakılan bir kimseye
orantısız bir külfet yüklenip yüklenmediğinin değerlendirilmesinde esaslı bir unsurdur.
E. Tazminat standardı
121. Mahkeme ayrıca, Komisyon’un tazminat standardına dair görüşünü de kabul etmektedir. Buna göre, mülkiyetin değeriyle orantılı bir miktar ödemeksizin mülkiyetin elden
alınması, normal şartlarda, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından haklı görülemeyecek orantısız bir müdahale oluşturur. Bununla birlikte Birinci Protokolün 1. maddesi, her
durumda tazminatın tam olarak ödenmesi hakkını güvence altına almamaktadır; çünkü
ekonomik reform tedbirlerinin veya daha geniş bir sosyal adaleti gerçekleştirmeye yönelik tedbirlerin izlediği “kamu yararı” meşru amacı, tam piyasa değerinden daha az bir
ödeme yapılmasını gerektirebilir (bk. yukarıda geçen James ve Diğerleri, §54).
Bu bağlamda başvurucular, millileştirme ile kamusal amaçlarla arazinin zorunlu temliki
gibi mülkiyetin başka şekillerde Devlet tarafından elden alınması arasında, tazminat standardı bakımından ayrım yapılamayacağını iddia etmişlerdir.
Mahkeme bu görüşe katılamamaktadır. Bu iki kategorik durumda, hem elden alınan mülkiyetin niteliği ve hem de elden alınma koşulları, şahısların kamu yararına konu olan
şahısların özel menfaatleri arasında, adil bir dengenin kurulması sırasında, haklı olarak
dikkate alınabilecek değişik unsurlar ortaya çıkabilir. Örneğin, bütün bir sanayi kolunun
millileştirilmesi amacıyla büyük sanayi kuruluşlarının değer tespiti, zorunlu olarak temlik
edilen bir arazinin değer tespitinden daha karmaşık bir işlem olup, normal şartlarda ülkenin her yerinde bu kapsama giren bütün işletmelere uygulanabilecek özel bir mevzuat
çıkarılmasını gerektirir. Buna göre bir millileştirmenin gerektirdiği tazminat standardı,
yukarıda söylenen adil dengenin her zaman sağlanması koşuluyla, mülkiyetin diğer şekillerde elden alınması hallerinin gerektirdiğinden daha farklı olabilir.
122. Başvurucular, Devletin mal sahibini mülkiyetinden yoksun bırakıp bırakmama
konusunda karar verirken bir takdir alanına sahip olduğuna itiraz etmemekle birlikte,
Komisyon’un bu öncülden, Devletin mülkiyetin elden alınmasıyla ilgili hükümleri ve
şartları belirlerken, geniş bir takdir hakkına sahip olduğu sonucuna varmasının hatalı olduğunu savunmuşlardır.
Mahkeme bu savunmayı kabul edememektedir. Bir millileştirme yasası çıkarılmasıyla
ilgili bir karar, demokratik bir toplumda fikirlerin tabi ki geniş ölçüde farklılaştığı çeşitli
meselelerin ele alınmasıyla ilgili olacaktır. Ulusal makamlar, kendi toplumları ve onun
ihtiyaçları ile kaynakları hakkında doğrudan bilgi sahibi oldukları için, bu alanda hangi tedbirlerin daha uygun olduğunu takdir etme konusunda uluslararası bir yargıca göre
daha iyi bir konumdadırlar; bu nedenle ulusal makamların takdir alanı geniş olmalıdır.
Mahkeme’ye göre tazminat hükümlerini, verilen bir millileştirme kararından ayırmak
yapay bir girişim olur; çünkü ikincisini etkileyen faktörler, zorunlu olarak birincisini de
etkiler. Buna göre Mahkeme’nin mevcut davadaki denetim yetkisi, tazminat konusunda
verdiği kararların Birleşik Krallığın geniş takdir alanı dışında kalıp kalmadığını belirlemekle sınırlıdır. Mahkeme bu bağlamda, yasama organının hükmü açıkça makul bir
temelden yoksun olmadıkça, onun hükmüne saygı gösterecektir.
712
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
F. Başvurucular için hükmedilen tazminat Mahkeme’nin belirlediği standarda uygun mudur?
1. Bütün başvurucular için ortak konular
(a) Olaya yaklaşım
123. Başvurucular, Komisyon raporunda tazminat sistemine sadece 1977 tarihli Yasanın
düzenlediği kadarıyla bakılmış olmasını eleştirmişlerdir; başvuruculara göre Komisyon,
daha çok bu sistemin uygulanmasının sonuçlarını incelemiş olması gerekirken, bunu
yapmamıştır.
Öte yandan Hükümet, mevzuatta düzenlenen değer tespit yöntemi doğru bir yöntem ise,
bu yöntemin gerçek ve etkili bir tazminat verilmesi sonucunu doğuracağını savunmuştur.
Hükümete göre millileştirilen mülkiyetin değeri, sadece doğru bir değer tespit yönteminin uygulanmasıyla belirlenebilir.
124. Mahkeme, bireysel başvurudan kaynaklanan bir davada mümkün olduğu kadar önündeki somut olayı incelemekle yetinmelidir (bk. diğer birçok karar arasında 28.05.1985
tarihli Ashingdane, §59). Mevcut davada başvurucuların, 1977 tarihli yasanın, ellerinden
alınan mülkiyetin değeriyle makul ilişkisi olmayan bir tazminat ödenmesi sonucunu doğurmuş olduğundan şikâyet etmişlerdir. Bu durum, mevzuatın hem şartları ve hükümleri ve hem de sonuçlarıyla ilgile meseleler ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Mahkeme
dikkatini ilk önce itiraz konusu mevzuata karşı yöneltmelidir; mevzuatın uygulamadaki
sonuçları ise, Parlamentonun önceden belirlemesi gereken ve millileştirilen şirketlere uygulanan şartlar ve hükümler bağlamında ele alınmalıdır.
(b) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistem
(i) Hisse değerlerine dayanan tazminat
125. Parlamento, tazminatın millileştirilen şirketlerdeki hisselerin değeri esas alınarak
belirlenmesine karar vermiştir. 1977 tarihli Yasaya göre, kamunun mülkiyetine geçen şey
hisseler olduğundan, başvurucular tarafından da itiraz edilmeyen bu karar, Mahkeme’ye
de uygun görünmektedir. Dahası, özellikle vergi alanında hisselerin değerini tespit eden
yerleşik teknikler bulunmaktadır.
Tazminata esas alınabilecek başlıca alternatif, mevcut varlığın değeri olabilirdi; fakat Hükümetin de işaret ettiği gibi, nominal değerin muhasebesinde değişik uygulamalar bulunduğundan, söz konusu varlığın yeniden değer tespiti, masrafa ve zaman kaybına yol açacaktı. Ayrıca değer tespitinde, bir şirketin başarılı bir şekilde kazanmaya devam etmesi,
işletmenin varlığından bazen daha önemli bir faktör olabilir. Her halükarda seçilen değer
tespit yöntemi, diğer faktörlerin yanında varlık değerlerinin de dikkate alınmasına imkân
vermiştir (bk. yukarıda §36).
126. Böylece Mahkeme, Parlamento kararının, prensip olarak Birinci Protokolün 1. maddesinin gerekleriyle bağdaşmaz olmadığı sonucuna varmaktadır.
(ii) Değer tespit yöntemi olarak Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı (kotasyonu)
127. 1977 tarihli Yasa, Londra Borsasında listelenmiş olan senetlerin tazminatı için “taban değer”in, Referans Dönemi boyunca haftalık fiyat ortalaması olmasını öngörmüştür.
Listeye girmemiş senetlerin “taban değeri” ise, Referans Dönemi (bk. yukarıda §19) boyunca, Borsada listeye girmiş olsalardı sahip olacakları taban değerdir. Bütün şikâyetleri
bu ikinci kategori hisselerle ilgili olan başvurucular, öngörülen yöntemin değer tespit
esası için çarpıtılmış ve yanlış bir yöntem olduğunu savunmuşlardır.
713
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
128. Değer tespit bakımından piyasa fiyatı açıklanmamış hisselerin sanki açıklanmış gibi
işlem görmesi karmaşıklık içerse bile, Mahkeme seçilen yöntemin başka bir avantajı olduğunu kaydetmektedir. Bir Borsa yatırımcısının söz konusu şirket hakkında sahip olabileceği izlenimine dayanan bu yöntem, önceki ve gelecekteki kazançlar, varlık desteği,
temettü hasılatı ve piyasa fiyatı açıklanmış hisselerin bedeli ile karşılaştırılabilme gibi,
bütün ilgili faktörlerin dikkate alınmasına imkân vermiştir(bk. yukarıda §36 ve 97). Bu
yöntem ayrıca daha önce Birleşik Krallıkta 1949 ve 1967 tarihli Demir ve Çelik Yasalarında uygulanmış bir yöntemdir.
Başvurucuların da işaret ettiği gibi bu sistem, girişimciler için mevcut olduğu varsayılan
bilgiye başvurmak suretiyle, ilk aşamada, bazıları değer tespit referans döneminden öncesiyle ilgili bulunan daha önce yayınlanmış materyallerin dikkate alınmasını gerektirdiği
doğrudur. Ancak uygulamada söz konusu hisseler, listeye girmiş olsaydı kâğıt piyasası
için sağlanmış olabilecek diğer bilgiler için de varsayımlar kurulmuş ve güncelleştirilmiştir (bk. yukarıda §97). Ayrıca seçilen bu yöntem, tazminatın müzakeresi sırasında,
bir şirketin Referans Döneminden sonra gelecekteki muhtemel kazançlarının göz önünde
tutulmasını engellememektedir.
129. Başvurucular hisselerinin bedelini, satmak isteyen ile satın almak isteyen arasında
özel anlaşmayla yapılan bir satışın sağlayacağı gelire göre hesaplayan bir yöntemin, daha
uygun bir yöntem alacağını belirtmişlerdir. Ne var ki Komisyon gibi Mahkeme de, bu
esasa göre hazırlanan ve başvurucular tarafından sunulan değer tespitlerinde bile, piyasa
fiyatı belirlenmiş benzer durumdaki hisselerle ve özellikle bu amaç için seçilmiş uygun
bir bedel/kazanç oranıyla karşılaştırılmak zorunda olduğunu gözlemlemektedir.
Tazminatın, hisselerin büyük veya kontrol eden oranını temsil eden bir unsur içermeyen
Borsa farazi piyasa fiyatı yöntemiyle değerlendirilmesinden (ki, bu konu aşağıda 148150. paragraflarda ele alınacaktır) ayrı olarak, yöntemler arasındaki başlıca fark, özel
anlaşmayla satın alıcının, bir şirket hakkında bir Borsa yatırımcısına göre daha tam bir
bilgiye sahip olabileceğinin varsayılmasıdır (bk. yukarıda §98). Ancak Mahkeme, bu
farklılığın, Birleşik Krallığın Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı yöntemini seçmekle, gayri
makul ve takdir alanı dışında hareket ettiği sonucuna varmasını sağlayacak güçte olmadığını düşünmektedir. Söz konusu bu özel sanayilere girmiş olan bir şirketin, hisselerinin
büyük oranını satın almaya istekli bir alıcının bulunabileceği varsayımında da bir yapaylık bulunduğunu düşünenler için, durum özellikle böyledir.
130. Bu nedenle Mahkeme, tartışma konusu yönteme başvurmanın prensip olarak Birinci
Protokolün 1. maddesini ihlal etmediği sonucuna varmaktadır.
(iii) Referans Dönemi
131. Başvurucuların aldıkları tazminat, sahip oldukları hisselerin 1977 tarihli Yasayla
belirlenen Referans Dönemindeki, yani 1 Eylül 1973’ten 28 Şubat 1974’e kadar olan
dönemdeki değerine dayandırılmıştır. Bu dönem, hisselerin resmen devrinden üç yıldan
fazla bir süre öncesine karşılık gelmektedir (bk. yukarıda §18). Başvurucular ise tazminatın, elden alınan mülkiyetin değeriyle “makul bir ilişki içinde olması” için, elden alınma
tarihindeki değerin dikkate alınarak takdir edilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Hükümet, değer tespit için referans dönemi belirlerken, hisselerin değerinin millileştirme
veya tazminat hükümlerinin ilanıyla çarpıtılmamış olduğu bir dönem olması koşuluyla,
sıra dışı olmayan ve mümkün olduğu kadar yakın bir tarihi kapsayan bir dönemi bulmak
istemiştir. Çünkü tecrübeler, bu tür bir ilanın söz konusu malın değerini etkilediğini, bu
etkilerden uzak olan objektif bir değer tespitinin, ancak değer tespit tarihinin veya döneminin ilandan önceki bir tarih veya dönem olması halinde sağlanabileceğini göstermiştir.
714
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
132. Mahkeme ilk önce Referans Döneminin, İşçi Partisi Hükümetinin seçilme tarihinde
sona erdiğini kaydeder (bk. yukarıda §10 ve 19). Her ne kadar başvurucular 1977 tarihli
Yasa Kraliyetten onay alıncaya kadar hangi işletmelerin kamuya geçecek olduğunun kesin olarak bilinmediğine işaret etmiş olsalar da, bu tarih, millileştirme tarihinin gerçekleştiği tarihtir.
Başvurucular, hisseleri devir gününden daha önceki bir dönemi, referans dönemi olarak
seçmeyi haklı kılan tek şeyin, millileştirmenin veya millileştirme kaygısının mülkiyetin
değeri üzerinde sebep olacağı yapay etkiden uzak tutmak olduğunu savunmuşlardır. Başvurucular mevcut olayda millileştirme ihtimalinin kendilerine ait şirketlerin malvarlığı
veya karları üzerinde bir etkide bulunmadığını ve bunun hisseler üzerinde yaratabileceği
herhangi bir etkinin, farazi piyasa fiyatı yöntemiyle hesap dışı bırakılabileceğini iddia
etmişlerdir.
Mahkeme, hisselerin değerini çarpıtma ihtimalinin, olaydan sonra ortaya çıkan bilgilerle daha önceden değerlendirilemeyeceğine işaret edecektir. Mahkeme’ye göre Hükümet,
yasanın hazırlığı ve kabulü sırasında millileştirme programının, temlik edilecek hisselerin
değeri üzerinde çarpıtıcı bir etkiye sahip olacağını varsaymakla, gayri makul hareket etmemiştir. Gerçekten de, o tarihte var olan koşullarda ve özellikle Financial Times Genel
Sanayi Hisse Indeks’inin (bk. yukarıda §93) gösterdiği gibi hisselerin değerinin Şubat
1974’ten sonra düştüğü bir ortamda, değer tespit için bundan daha sonraki bir referans
döneminin seçilmesi hiç kimse tarafından hoş karşılanmayacaktı.
133. Mahkeme ayrıca, devir tarihinden önceki bir dönemin değer tespiti yapmak için
referans dönemi olarak kullanılmasına dair örnekler bulunduğunu not etmektedir.
O halde böyle bir sistem, başvurucuların dayandığı ve adil ve makul tazminat sağladığını
kabul ettikleri Birleşik Krallıktaki önceki millileştirme yasalarına içselleştirilmiştir. Hükümetin de işaret ettiği gibi o yasaların hiç birinde, sistemin işleyişinden önce fiyatların
veya değerlerin gerçekten çarpıtılmasına dair bir koşul yer almamıştır.
134. Başvurucular ayrıca, uluslararası hukuk davalarında değer tespit için devir gününe göndermeler yapılmış olduğunu vurgulamışlardır. Ancak Mahkeme, bu göndermeleri
ikna edici görmemektedir. Zikredilen davalardan bir kısmında, mevcut davayla karşılaştırılabilir meseleler bulunmamaktadır; dahası, birçok uluslararası davada millileştirme
ilanı ile mülkiyetin elden alınması, aslında tek ve aynı gündür; bu durum, millileştirme
tehdidinin çarpıtmaya sebep olabileceği bir dönemin bulunmaması sonucunu doğurmuştur. Her halükarda uluslararası uygulama, sadece devir gününün değer tespit için esas
alınabileceğini göstermemektedir.
135. Bu gerekçelerle, Mahkeme’ye göre Referans Döneminin seçilmesi, kural olarak Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı değildir.
(iv) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistem hakkında varılan sonuç
136. Bu nedenle Mahkeme, 1977 tarihli Yasayla kurulan tazminat sisteminin unsurlarından hiç birinin, kural olarak Birinci Protokolün 1. madde hükümleri bakımından kabul
edilemez sayılamayacağı sonucuna varmaktadır.
(c) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin sonuçları
(i) Giriş
137. Başvurucular, hükmedilen tazminat ile millileştirilen işletmelerin Devir Günündeki
gerçek değeri arasında çok büyük bir orantısızlık bulunduğuna ilişkin iddialarını desteklemek üzere, Mahkeme’ye bazı belgelerin kopyalarının sunmuşlardır. Hükümet bu belgeler
715
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
üzerinde genel olarak bir yorumda bulunmamakla birlikte, belgelerin doğruluğunu kabul
ettiği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini belirtmiştir (bk. yukarıda §39).
Mahkeme, esas itibarıyla iddia konusu orantısızlığın, 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin üç genel sebebe yüklenebilir olduğunu kaydetmektedir. Mahkeme bu sebepleri sırasıyla inceleyecektir.
(ii) Şirketlerde 1974 ile 1977 tarihleri arasındaki gelişmeler için bir tazminat
ödenmemesi
138. Başvurucular, adil bir tazminat alamadıklarını, çünkü 1977 tarihli Yasa gereğince
millileştirilen şirketlerdeki hisselerin, Referans Dönemindeki değerlerine göre değer tespit yapıldığını iddia etmişlerdir. Başvurucular bu yasa hükmünün, Devir Gününe kadar
şirketlerde meydana gelebilecek gelişmeler için ve özellikle mevcut davaya konu olan
işletmede meydana gelen büyüme için bir tazminat ödemekten kaçınma sonucunu doğurduğunu iddia etmişlerdir.
Komisyon ise Birleşik Krallık Parlamentosunun, millileştirme sürecinin başlamasından
sonraki artışı tazmin edilmesi gerekli olmayan bir artış olarak görmekle, Birinci Protokolün 1. maddesinin sınırları içinde kaldığı görüşündedir.
139. Başvurucuların bu şikâyeti, Mahkeme’nin aşağıdaki tespitlerde bulunmasını
gerektirmektedir:
(a) Bir millileştirme tedbiri kabul edildiğinde, başvurucuların da hak verdikleri gibi, tazminat hükümlerinin önceden tespit edilmesi asıldır. Bu sadece hukuki belirginliğin bir
gereği değildir; fakat ayrıca tazminatın, çok sayıda işletmenin söz konusu olduğu bir
yerde, olayın şartlarına veya her bir olayda, takdirini dilediği gibi kullanabilecek olan
Hükümetin takdir ve tespitine bırakılması pratik de değildir. Mahkeme, bir dereceye kadar, henüz kurulmamış bir esneklikle yumuşatılmış olsa bile, bütün ülkede ilgili şirketlere
uygulanabilir nitelikte genel bir formülün, daha başlangıçta belirlenmesinin gerekli olduğunu kabul etmektedir.
(b) Referans Dönemindeki değerleri esas alan bir tazminat, sadece durumları o tarih ile
Devir Günü arasında ilerlemiş olan şirketler bakımından değil, ama aynı zamanda durumları gerilemiş olan şirketler bakımından da ödenebilir bir tazminattır. Böylece kamu
sektörü, sadece değer artışından doğan getirileri elde etmemiş, fakat değer azalmasının
külfetini de çekmiştir. Başvurucuların da işaret ettiği gibi, yasanın çıkarılma sürecinde
belirli şirketler, millileştirme programından çıkarılabilirlerdi; aslında borçlarını ödemeyecek durumda bulunan Drypool Group Ltd., bu şekilde programdan çıkarılmıştır (bk.
yukarıda §14-15). Ancak bu tekil olay işin sonunda, millileştirilmiş şirketler bakımından
kamu sektörü için bir tehlike bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir; aslında, mevcut
davayla ilgili olmayan millileştirilmiş başka bazı şirketlerin değerinin, 1974 ile 1977 arasında düştüğü görülmektedir.
(c) Söz konusu dönemde, başvurucuların şirketlerinin değerlerinde artış meydana gelmiş
olması, kısmen kendilerinin göstermiş oldukları çabalara ve özellikle hissedarlarına karşı
olan yasal yükümlülüklerini yerine getirmiş olmalarına bağlanabilir. Ancak kısmen de,
millileştirmenin gerçekleşiyor olması ve Hükümetin bu şirketlerin yaşamlarını sürdürmeleri için mali yardımda bulunması gibi, başvurucuların kontrolü dışındaki çok çeşitli
faktörlere de bağlanabileceği göz ardı edilemez.
(d) Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı şeklindeki değer tespit yöntemi gereğince, şirketlerin durumlarında gelecekte meydana gelecek gelişmeler, Referans Döneminde basiretli
bir yatırımcı tarafından öngörülebildiği ölçüde, “ilgili faktörler”den biri olarak dikkate
alınmıştır (bk. yukarıda §97).
716
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
140. Başvurucular Mahkeme önündeki duruşmada, tazminat miktarının adil olmasını
sağlama görevinin, devam eden bir görev olduğunu vurgulamışlardır. Başvuruculara
göre, başlangıçta seçildiği zaman adil bulunan bir tazminat formülü, burada olduğu gibi,
daha sonraki gelişmelerin bir sonucu olarak adil olmaktan çıkınca, değiştirilmelidir.
141. Mahkeme, Referans Dönemi ile Devir Günü arasındaki uzun aralığın, mevcut davada başvurucular tarafından yapılan eleştirilerle tamamen aynı eleştirilerin yapıldığı ve her
noktanın tartışıldığı (bk. yukarıda §13 ve 16) tam olarak işleyen demokratik parlamenter
sürecin bir sonucu olduğunu gözlemlemektedir. Özellikle, araya giren gelişmelerin dikkate alınması için yasal tazminat formülünü değiştirme olasılığı, bütünüyle tartışılmış ve
reddedilmiştir.
142. Mahkeme’ye göre, geçmişteki bu olayların kendileri belirleyici olmamakla birlikte,
zamanında yapılan tartışmalarda, önerilen sistemin değiştirilmesi halinde aşağıdaki güçlüklerin meydana gelebileceğine dikkat çekilmiştir:
(a) Yapılabilecek herhangi bir değişiklik, başlangıçta tercih edilen tazminat formülüyle
oluşturulan hukuki kesinliği zayıflatacaktır.
(b) Açıklanan tazminat hükümleri, hisse alış verişinin meydana gelmesine dayanan belirli
bir beklenti yaratmıştır.
(c) 1974 ile 1977 yılları arasında Financial Times Genel Sanayi Hisse İndeksi düzensiz
olarak değişmiştir; bu İndeks, o sıralarda ve özellikle Referans Döneminin sonu ile tazminat hükümlerinin ilk kez açıklandığı Mart 1975 arasında, Referans Döneminin sonunda
ulaşılan sayıların altında kalmıştır (bk. yukarıda §93). O halde farklı bir tarihin veya
dönemin seçilmesi, eski hak sahiplerinin dezavantajına olabilecektir; aslında başlangıçta
seçilen referans döneminde kalınması, hak sahiplerinin borsa fiyatlarındaki düşüşün doğuracağı olumsuz etkiye karşı korunmalarını sağlamıştır.
(d) Mahkeme daha önce, Birleşik Krallık Hükümetinin başvurucuların hisselerinin değer
tespitinin çarpıtılmadan kurtulmasını sağlamak amacıyla, millileştirmenin açıklanmasına
ön gelen bir değer tespit referans dönemi seçmekle, gayri makul hareket etmediğini gözlemlemişti (bk. yukarıda §132). Çarpıtma tehlikesi, hisseler kamunun eline geçinceye kadar varlığını sürdürdüğünden, başlangıçtaki tazminat hükümlerini değiştirerek daha ileriki bir referans döneminin tercih edilmesi, bu etkilerin gerçekleşmesine imkân verecekti.
143. Mahkeme davanın bu yönü bakımından sonuca varırken, millileştirmenin Devlete
geniş bir takdir alanı bırakılması zorunlu ekonomik nitelikte genel bir tedbir olduğu (bk.
yukarıda §122) ve ortak bir tazminat formülü düzenleyen bir yasanın benimsenmesini gerektirdiği (bk. yukarıda §139) konusundaki görüşlere özel bir önem vermektedir. Ayrıca
1977 tarihli Yasayla kurulmuş olan sistem, kural olarak, Birinci Protokolün 1. maddesi
bakımından kabul edilemez görülmemiştir (bk. yukarıda §136). Bu faktörler ve ayrıca
bir bütün olarak yukarıda 139 ve 141-142. paragraflarda belirtilen görüşler nedeniyle
Mahkeme, takdir alanını kullanırken makul sınırlar içinde kalan Birleşik Krallığın, ilgili
şirketlerde daha sonra meydana gelebilecek gelişmeler için tazminat verilmesi konusunda
bir madde kabul etmeme kararının, yeterince sağlam gerekçeleri bulunduğu görüşündedir.
(iii) Enflasyon için tazminat bulunmaması
144. Başvurucular, 1977 tarihli Yasanın, tazminatı Referans Dönemindeki hisse değerleriyle sabitlediğini ve bu tazminatın bir kaç yıl geçinceye kadar ödenmediğini belirtmişlerdir. Başvurucuların iddiasına göre, bu olaylara birbirleriyle bağlantılı olarak bakılınca,
adil bir tazminat alamadıkları görülmektedir; çünkü yüksek enflasyonunun bulunduğu
bir dönem olan 1974 ile tazminatı ödeme tarihi arasında paranın değerindeki düşüş (bk.
yukarıda §92) dikkate alınmamıştır.
717
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
145. Bu şikâyete temel teşkil eden olaylar bakımından Mahkeme, tazminatın Devir Gününden itibaren, İngiltere Bankasının asgari kredi faiz oranının ortalamasına yakın bir
oranda faiz içerdiğini (bk. yukarıda §21/a ve 94), böylece bu tarihten ödeme tarihine
kadar bir dönem için, enflasyona karşı bir koruma sağladığını gözlemlemektedir. Ayrıca
bütün başvurucular, Devir Gününden sonra tazminatın bir kısmını almışlar ve tazminat
miktarının kesinleşmesini beklemek zorunda kalmamışlardır (bk. yukarıda §45, 53, 64,
69, 75, 82 ve 91).
Yine başvurucular, Referans Dönemi ile Devir Günü arasındaki dönem bakımından da
yatırımlarının gelirinden yoksun bırakılmamışlardır; çünkü bu dönem bakımından da
sahip oldukları hisselerin temettü hakları devam etmiştir. 1977 tarihli Yasada yer alan
koruyucu hükümlerin bu konuda kısıtlamalar getirdiği doğrudur; fakat geniş anlamda bu
hükümler, bu tür temettülerin miktarını Referans Döneminden hemen önceki dönemde
ödenen miktarla sınırlamaktan öteye gitmemiştir (bk. yukarıda §23). Dahası, Sanayi Bakanının izniyle daha yüksek bir oran ödenebilmiştir.
146. Mahkeme’ye verilen bilgilere göre hisse fiyatları, Referans Dönemi ile Devir Günü
arasındaki dönemde, Perakende Satış Fiyat İndeksi ile aynı ölçüde artmamıştır(bk. yukarıda §92-93). Bu durumda tazminatın bu İndekse göre ayarlanması, başvuruculara, diğer
yatırımcıların hisseleri için mevcut olmayan bir avantaj sağlayacaktır.
Komisyona göre tazminat, hisse fiyatlarının genel düzeyi ile ilişkilendirilmiş olsaydı,
arzu edilebilecek olanın en fazlası gerçekleştirilmiş olurdu. Financial Times Genel Sanayi
Hisse İndeksine göre, Referans Dönemi ile daha sonraki Devir Günü arasında hisselerin
değeri arasında, genel olarak belirli bir artış olduğu doğrudur (bk. yukarıda §93). Ne var
ki bu tür konular hakkında sonradan ortaya çıkan bilgilerle önceden yargıda bulunulamaz; 1977 tarihli Yasa, millileştirilen hisselerin değerini Referans Dönemindeki sayılarla
dondurmak suretiyle, hisse fiyat indeksinde sadece meydana gelebilecek bir artış bir kenara bırakmakla kalmamış, fakat aynı zamanda başvurucuları, aynı indekste daha sonra
oluşabilecek iniş çıkışların olumsuz sonuçlarına karşı da korumuştur.
147. Bu nedenle Mahkeme, var olan bu şartlarda Birleşik Krallığın, enflasyon için tazminat ödenmesi ihtimalini hesaba katmayan hükümleri benimseme kararını, kendisinin
takdir alanına giren bir kararı olarak görmektedir.
(iv) Büyük veya kontrol edici hisselerin özel değerini temsil eden bir unsur
bulunmaması
148. Başvurucular sahip oldukları hisselerinin, 1977 tarihli Yasa gereğince Borsadaki hipotetik fiyat yöntemiyle değer tespiti yapıldığından ve Borsadaki bu fiyatların, hisselerin
sadece küçük bir bölümü için ödenebilecek olan fiyata karşılık geldiğinden söz etmişlerdir (bk. yukarıda §98). Başvurucuların iddiasına göre bu faktörler birlikte ele alındığında,
kendilerinin adil bir tazminat almadığı anlamına gelmektedir; çünkü kendilerine ödenen
miktarlar, söz konusu şirketlerde sahip oldukları büyük ve çoğu kez kontrol edici hisselere bağlanan özel değeri yansıtan bir unsur içermemiştir.
149. Hükümetin haklı olarak işaret ettiği gibi, bir millileştirme işlemi, müzayedeli satışa
benzetilemez; millileştiren Devlet, bunu teşvikle değil, fakat zorlamayla yapmaktadır. Bu
çerçevede, Mahkeme’ye göre başvuruculara ödenen tazminatın, bir müzayedede teklif
edilecek fiyatla aynı düzeye getirilmesine gerek yoktur.
Satmak isteyen ile satın almak isteyen arasında yapılacak özel bir satış anlaşmasında,
başvurucuların hisselerine karşı ödenecek fiyatın, kendilerinin sahip oldukları hisselerin
büyüklüğüne bağlanabilecek özel değeri yansıtan bir unsur içerebilirdi. Ancak tazminatı
718
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
bu esasa göre hesaplamak, bu kadar büyük miktardaki hisselere bir alıcının bulunabileceği varsaymak demektir ki, bu varsayım bu özel sanayiler için en azından kuşkuludur.
Son olarak Mahkeme, Birleşik Krallığın, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından eski
mal sahiplerine, millileştirilen işletmelerdeki hisselerinin sınıfına veya büyüklüğüne göre
farklı muamele etme yükümlülüğü altında olduğunu düşünmemektedir; Birleşik Krallık,
bütün mal sahiplerine aynı şekilde muamele edildiği takdirde tazminatın daha adilane
dağıtılacağı görüşüyle hareket ederken, gayri makul davranmamıştır.
150. Bu koşullarda Mahkeme’ye göre, başvurucuların büyük veya kontrol edici miktardaki hisselerinin özel değerini yansıtan bir unsurun tazminata katılmamasını benimseyen
bir karar, Birleşik Krallığın takdir yetkisini kullanırken makul olarak verebileceği bir
karardır.
(v) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin etkileriyle ilgili sonuçlar
151. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında Mahkeme, bütün başvurucular için ortak olan
konular bakımından 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin yarattığı etkilerin, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olmadığı sonucuna varmaktadır.
Mahkeme bu sonuca ulaşırken, tazminat ödeme yönteminin bazı yönlerinin, eski mal
sahiplerinin avantajına olduğunu da görmüştür. Devir Gününden itibaren tazminata tahakkuk eden makul orandaki faizler ve ilk ödemeler, mümkün olan en kısa süre içinde
yapılmış ve kesin miktar belirlenince geri kalan miktarlar da hemen ödenmiştir (bk. yukarıda §20-21 ve 45, 53, 64, 69, 75, 82 ve 91).
2. Bazı başvuruculara özgü meseleler
152. Bazı başvurucular, yukarıda ele alınan ortak meselelerin yanında, kendi başvurularına özgü bazı faktörler nedeniyle, kendilerine verilen tazminatın, Birinci Protokolün
1. maddesinin gereklerini yerine getirmediğini iddia etmişlerdir. Hükümet tarafından
karşı çıkılan ve Komisyon tarafından da reddedilen başvurucuların şikâyetleri sırasıyla
incelenecektir.
(a) Ödenen tazminat ile Referans Dönemi değerleri arasındaki fark (Kincaid ve Yarrow Gemi İnşaat Şirketi olayları)
153. Başvurucu Sir William Lithgow ve Yarrow PLC alternatif bir savunma olarak, aldıkları tazminatın Kincaid ve Yarrow Gemi İnşaat Şirketinde var olan hisselerinin Referans
Dönemindeki değerlerine karşılık gelmediğini ileri sürmüşlerdir.
154. Mahkeme’ye göre bu şikayetle, esas itibarıyla 1977 tarihli Yasanın yanlış uygulandığı ileri sürülmektedir.
Ancak, müzakerelerin sonunda Sanayi Bakanlığı tarafından önerilen tazminat miktarlarının, hissedarların Borsa Temsilcileri tarafından, yasal formülün sınırları içinde kabuledilebilir bir değer tespiti olduğu görüşüne katıldıkları kaydedilmelidir. Ayrıca, eski sahiplerin bu yasal formüle göre teklif edilenden daha fazla miktara hak sahibi oldukları iddiası,
her iki olayda da, Temsilcileri tarafından Tahkim Kurulu önüne getirilebilirdi. Tabi ki,
tartışmalı olmakla birlikte böyle bir yol, Sir William Lithgow’un kendisi için açık olmayabilirdi (bk. yukarıda §30). Ancak Kincaid’ın diğer hissedarları bu konuda bir itirazda
bulunmamışlar (bk. yukarıda §44) ve Lithgow aşağıda 193-197. paragraflarda gösterilen
haklı gerekçelerle, 1977 tarihli Yasayla kurulmuş olan kolektif sisteme tabi olmuştur.
155. Bu koşullarda Mahkeme, yapılan anlaşmalarının sonuçlarının, yasal formülün sınırları içinde, makul değer tespitleri olduğundan kuşkulanmak için hiçbir sebep görmemektedir. Bu nedenle Mahkeme bu şikâyeti reddetmektedir.
719
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
(b) Değer artış kazanç vergisinin etkisi (Kincaid olayı)
156. Sir William Lithgow, tazminat olarak aldığı Hazine Tahvilleri, alındığı zaman vergiye tabi olmamakla birlikte, satılmaları veya paraya çevrilmeleri halinde değer artış kazanç
vergisine tabi olmalarından şikâyetçi olmuştur (bk. yukarıda §21/b ve 45). Lithgow’un
görüşüne göre bu tazminat, eşdeğerde bir malvarlığı edinmesine imkân vermediğinden,
“etkili” bir tazminat değildir.
157. Bu şikâyet Mahkeme’ye, sağlam temellere sahip bir şikâyet olarak görünmemektedir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi başvurucu, Kincaid’deki hisselerini 1977’den önce
satmış olsaydı, potansiyel olarak bu tür vergilere tabi olacaktı. Hisseleri karşılığında aldığı Tazminat Tahvillerini daha önce satma veya paraya çevirme halinde aynı şeyin geçerli
olması, gayri makul görülemez.
(c) Değer tespit için kazanç yönteminin kullanılması (Kincaid olayı)
158. Sir William Lithgow, Kincaid’deki olağan hisseleri için kendisine ödenen tazminatın, varlığa değil de kazanca dayanılarak ve gelecekteki kazanca değil de geçmişteki
kazanca dayanılarak takdir edilmiş olmasından şikâyetçi olmuştur. Lithgow’un dediğine
göre bu durum kendisini, diğer faktörlere atfedilebilecek değerden yoksun bırakmıştır.
159. Mahkeme kazanca dayanan yöntemin kullanılmasının, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından uygunsuz görülebileceğini düşünmemektedir. Bu, özellikle borsa bağlamında Kincaid gibi karlı şirketlerin değer tespiti yapılırken genellikle kullanılan bir
yoldur. Dahası, Kincaid’in ne gelecekteki kazançları ne de varlıkları gözden uzak tutulmuştur; Messrs. Whinney Murray ve Co., değer tespit önerisini hazırlarken şirketin gelecekteki kazançlarını da dikkate almış (bk. yukarıda §43); bu değer tespitini, varlık-destek
kriteri karşısında incelemiştir.
Her şeyden öte Mahkeme, 1977 tarihli Yasanın listelenmemiş hisselerin “taban değeri”nin,
“ilgili bütün faktörler” dikkate alınarak hesaplanmasını öngördüğünü (bk. yukarıda §19)
not etmektedir. Yasa, bu amaç için izlenecek belirli özel bir yol göstermemiş, bunu müzakerelere, anlaşma olmaması halinde de Tahkim Kurulunun vereceği karara bırakmıştır.
O halde, Sir William Lithgow’un kendisine bu yol açık olsa da olmasa da (bk. yukarıda
§154), Kincaid Hissedarlarının Temsilcisi, tazminat müzakereleri sırasında şirketin varlıklarına veya gelecekteki kazançlarına daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği ileri sürebilirdi ve bundan tatmin olmaması halinde işi tahkime götürebilirdi. Ne var ki Hissedarların
Temsilcisi hissedarlara danıştıktan sonra böyle yapmamış ve Hükümetin teklifini kabul
etmiştir (bk. yukarıda §44).
160. O halde bu şikayet reddedilmelidir.
(d) Değer tespit için ana-şirket-bağlantısı yönteminin kullanılması (Yarrow Gemi
İnşaat Şirketi olayı)
161. Yarrow, kendisinin bir yan kuruluşu olan Yarrow Gemi İnşaat Şirketindeki hisseleri
için ödenen tazminatın sadece, kendisinin (Yarrow’un) Referans Dönemindeki hisselerinin borsadaki fiyatına bakılarak takdir edilmiş olmasından şikâyetçi olmuştur. Yarrow,
yan kuruluşun ana şirket tarafından temettü ödemelerine Savunma Bakanlığı kredi hükümleri tarafından konulmuş olup Referans Döneminde de yürürlükte olan kısıtlamalar
bulunduğundan söz etmiştir. Yarrow’a göre bu kısıtlamalar sonucunda, kendisinin hissedarlarına temettü ödemek için gelirden yoksun bırakılmış ve böylece hisselerinin fiyatı
bastırılmıştır. O halde, bu fiyat üzerinden Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin yapılan değer
tespiti, karlılığını ve gelecekteki kazancını yansıtmamış olup, bu etmenler o sırada borsa tarafından bilinmemektedir. Bu değer tespit yönteminin sonucunda ödenen tazminat,
720
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
temettü kısıtlamaları nedeniyle Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin elde tutmak zorunda kaldığı toplam 9.400.000 Sterlin karı için ek bir ödeme içermemiştir (bk. yukarıda §71/a).
162. Mahkeme, mevcut olayda şikâyet konusu yöntemin kullanılmış olmasının Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından kabul edilemez olduğunu düşünmemektedir.
Komisyon’un haklı olarak belirttiği gibi, Yarrow Gemi İnşaat Şirketi gibi ana şirketlerin
toplam faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan yan kuruluşların değer tespiti yapılırken, yan kuruluşların fiyatının dikkate alınması makuldür.
Ayrıca, 1977 tarihli Yasanın borsadaki listeye girmeyen hisselerin “taban değer”ne ulaşılması için özel bir yol öngörmemiştir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi, ana şirketin
hisselerinin borsadaki fiyatı, dikkate alınması gereken “ilgili faktörler”den sadece biridir (bk. yukarıda §19). Buna göre Yarrow Gemi İnşaat Şirketi Hissedarlarının Temsilcisi
müzakereler sırasında bu faktöre çok fazla, yan kuruluşun gelirlerine, kazançlarına ve
elde bulundurduğu karına çok az ağırlık verildiğini savunabilirdi. Gerçekten de Mahkeme, millileştirilen şirketlerin değer tespiti üzerinde Savunma Bakanlığının kredi hükümlerinin etkisinin “ilgili bütün faktörler” terimi içine gireceği Parlamento görüşmeleri
sırasında Hükümet namına belirtildiğini kaydetmektedir. Yine Hissedarların Temsilcisi
müzakereler sırasında bu nokta üzerinde tatmin olmamış idiyse, meseleyi tahkim kurulu
önüne getirebilirdi. Ancak, Hükümetin teklifini kabul eden Yarrow’a danıştıktan sonra,
bu yola gitmemiştir (bk. yukarıda §74).
Son olarak, bu değer tespit yönteminin etkileri konusunda Mahkeme, Yarrow hisselerinin borsadaki fiyatına ek olarak, yan kuruluşun gelirleri, gelecekteki kazançları ve
elindeki kar için de Hükümetin bir miktar ödeme yapmış olması gerektiğini görmektedir; çünkü toplam olarak ödenen 6.000.000 Sterlin, Referans Döneminde toplam değeri
4.800.000 Sterlin olan Yarrow’un toplam sermayesini aşmaktadır (bk. yukarıda §71/c ve
74). Mahkeme’ye göre, Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin hem Savunma Bakanlığının kredi
vermesi biçiminde ve hem de gemi yapım teşvikleri biçimde Hükümetin mali yardımına
bağımlı olması (bk. yukarıda §71/a), bu başlıklar için tam bir tazminat ödenmiş olamamasını haklı kılmaktadır.
163. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyeti kabul edememektedir.
(e) Koruyucu hükümlerin işleyişi (BAC olayı)
164. İngiliz Electric ve Vickers Şirketi, 1977 tarihli Yasanın koruyucu hükümlerine göre,
kanun gereği ödenmiş toplam 19.700.000 Sterlin temettünün BAC’taki hisselerinin “taban değeri”inden indirilmiş (bk. yukarıda §22-24 ve 61-62) olması nedeniyle şikâyetçi
olmuştur. Bu başvurucuya göre, söz konusu indirim haksız olup, özellikle 1973-1976
tarihleri arasındaki hisse gelirlerinden yoksun bırakmıştır.
165. Mahkeme, söz konusu temettülerin 28 Şubat 1974 tarihinden sonra alınan kararlar
gereğince, yani koruyucu hükümlerin yürürlüğe girdiği tarihten sonra ödendiğini kaydetmektedir. Temettüler Sanayi Bakanlığı tarafından onaylanmış olsaydı, indirim yapılmayacaktı (bk. yukarıda §22). Ne var ki ufak istisnalar dışında, BAC Hissedarlar Temsilcisinin tazminat müzakereleri sırasında meseleyi ortaya attığı tarihe kadar (bk. yukarıda §62)
bu tür bir onay istenmemiştir.
Ayrıca, söz konusu indirimin 1977 tarihli Yasa hükümlerine aykırı olduğu gösteren herhangi bir şey yoktur; çünkü aksi olsaydı, Hissedarlar Temsilcisi meseleyi Tahkim Kurulu
önüne getirebilirdi; ama getirmemiştir.
Son olarak Mahkeme, koruyucu hükümlerin tamamen gayri makul olmadığını gözlemlemektedir; çünkü millileştirilen işletmelerin varlıklarının, Referans Dönemi ile Devir Günü arasında dağıtılmasını önlemek gerekliydi (bk. yukarıda §22). Ödenen gelir
721
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
açısından bakıldığında da Mahkeme, bu hükümlerin uygulanmasının sonuçlarının Birinci
Protokolün 1. madde hükümleri bakımından gayri makul olmadığını düşünmektedir. Bunun geniş anlamda sonucu, Referans Dönemi sonrası temettü miktarlarının, Bakanlığın
takdiri yetkisine tabi olarak, hemen önceki dönemde ödenen miktarla sınırlı olmasıdır
(bk. yukarıda §23). Bu şekilde temettü düzeylerinde istikrarın sağlanması, millileştirilen
bir şirketin servetinde Referans Döneminden sonra bir yükselmenin, kamu sektörünün
tıpkı düşüş riskini taşıması gibi, menfaatine olabilecek bir artış kavramıyla tutarlıdır (bk.
yukarıda §139/b).
166. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyetin de reddedilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.
(f) tazminatın geç ödendiği ve bu dönemde yeterli ödeme yapılmadığı iddiaları (Vickers Gemi İnşaat Şirketi olayı)
167. Vickers şirketi tazminatın geç ödendiğinden ve bu dönemde yapılan ödemenin yeterli olmadığından şikâyetçi olmuştur, ki bu konuların yeniden yapılan planların uygulanmasını geciktirdiği söylenmiştir.
168. Mahkeme, Parlamento görüşmelerine bakarak (bk. yukarıda §12-16) 1977 tarihli
Yasanın tartışmalı bir niteliğe sahip olduğunu kaydeder. Kraliyet Onayı aldığı 17 Mart
1977 tarihine kadar, Yasanın alacağı şekil konusunda bir kesinlik yoktur; o nedenle bu
tarihten önce tazminat müzakerelerini başlatmak imkânsızdır. Vicker Gemi İnşaat Şirketinin müzakereleri 26 Eylül 1980 tarihinde sonuçlanmış olup, son ödeme bu tarihten hemen
sonra yapılmıştır; bu şikâyet bakımından dikkate alınması gereken süre, Devir Gününden
(1 Temmuz 1977) hesaplaşma tarihine kadar, yaklaşık üç yıl dört aydır (bk. yukarıda §76
ve 81-82).
Bu olayda resmi müzakereler Haziran 1978’de başlamıştır; ancak Kraliyet Onayından bu
tarihe kadar süre, sadece Messrs. Whinney Murray ve Ortaklarının değer tespit raporunun
hazırlanması için değil, tek yatırımcı olarak Vickers Gemi İnşaat Şirketinin iştirak payı
ile ilgili mali verilerin hesaplanması için geçmiştir (bk. yukarıda §33 ve 79-80). Bunlar
karmaşık konulardır. Yine, Eylül 1979 ile Eylül 1980 arasındaki dönem, Vickers Gemi
İnşaat Şirket Hissedarları Temsilcisinin Tahkim Kuruluna başvurması nedeniyle geçmiştir (bk. yukarıda §81). Bu koşullarda millileştirilen teminatların hacmi dikkate alındında
Mahkeme, on beş ayı müzakerelerle geçen toplam sürenin gayri makul olmadığı sonucuna varmaktadır.
169. Bu dönemde yapılan ödemeler bakımından ise, ödemelerin koşulsuz yapıldığı (bk.
yukarıda §20) ve böylece miktar bakımından da zorunlu olarak sınırlı olduğu hatırlatılmalıdır. Dahası Vickers, resmi müzakerelerin başladığı tarih olan Kasım 1978’den yaklaşık beş ay kadar sonra, nihai olarak anlaşılan 14.450.000 Sterlinin yarısından fazlası
olan 8.450.000 Sterlin ve daha sonra tahkim süreci henüz devam ederken Mart 1980’de
3.150.000 Sterlin almıştır (bk. yukarıda §82). Her şeyden öte, tazminat toplamı, Devri
Gününden (bk. yukarıda §21/a) itibaren faiz içermiş olup, bu durum bu dönemde yapılan
ödemelerin tarihleri dikkate alındığında, nihai ödemenin yapılmasındaki gecikmenin etkilerini hafifletici bir unsur olarak görülmelidir.
170. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyetleri de kabul edememektedir.
(g) Brooke Marine Şirketi olayındaki Referans Döneminde uygunsuzluklar bulunduğu iddiası
171. Brooke Marine Şirketinin eski sahipleri 1977 tarihli Yasadaki tazminat hükümlerinin özellikle kendileri bakımından uygunsuz olduğunu, çünkü bu şirketteki hisselerinin
değerinin Devir Gününde değil ama Referans Döneminde aleyhteki bazı anlaşmalar ve
722
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
ilk kez satılacak hisseleri tahvil imkânı nedeniyle olumsuz etkilendiğini iddia etmişlerdir
(bk. yukarıda §89).
172. Mahkeme, bu şikâyetin sürdürülemeyeceği konusunda Komisyon’un görüşüne katılmıştır. İlkin, bir millileştirme tedbirinde bütün ülkede uygulanabilir nitelikte ortak bir formülün kurulması gereği bulunmaktadır (bk. yukarıda §39/a); her bir şirket için en uygun
değer tespit tarihinin belirlenmemiş olması, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı görülemez (bk. ayrıntılarda farklılıklarla birlikte, yukarıda geçen James ve Diğerleri, §68).
İkinci olarak bu özel şikâyet, esas itibarıyla değer tespitinin Devir Gününde geçerli olması gerektiği iddiasında bulunma anlamına gelmektedir; fakat Mahkeme daha önceki bir
dönemin ölçü alınmış olmasının hem kural olarak hem de sonuçları bakımından Birinci
Protokolün 1. maddesine aykırı olmadığı sonucuna varmıştır (bk. yukarıda §136 ve 151).
(h) Ödenen tazminat ile eldeki nakit miktarı arasındaki fark (Kincaid, Vosper
Thornycroft, BAC, Hall Russel ve Brooke Marine)
173. Sir William Lithgow ve Vosper Thornycroft, BAC, Hall Russell ve Brooke Marine’nin
eski sahipleri, aldıkları tazminat ile söz konusu şirketlerin Devir Gününde sahip oldukları
nakit miktarını karşılaştırmışlardır (bk. yukarıda §41/b, 47/b, 55/b, 66/b ve 84/b).
174. Mahkeme bu faktörün, uygun tazminat standardının karşılanmadığını ortaya koyduğuna ikna olmamıştır. Devir Gününde elde bulunan nakit miktarı belirleyici değildir,
çünkü kamu mülkiyetine geçecek olan hisselerin değeri, millileştirme sürecinin başlamasıyla birlikte dondurulmuştur. Her halükarda bir şirketin şu andaki aktif pozisyonu
sadece eldeki nakit miktarına göre değil, fakat aynı zamanda borçları ve sözleşmelerden
kaynaklanan ödeyecek olduğu miktarlara göre de belirlenir (bk. yukarıda §38).
G. Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından varılan sonuç
175. Yukarıda anlatılanlar ışığında Mahkeme mevcut davada, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğinin kanıtlanamadığı sonucunu varmaktadır.
Mahkeme, Hükümetin “1977 tarihli Yasayla getirilen tazminat hükümlerinin bazı şirketler bakımından büyük oranda adaletsiz olduğunu” açıklamış olduğu için (bk. yukarıda
§17) adil bir tazminat ödendiğini iddia etmenin mümkün olmadığı şeklindeki başvurucuların iddialarını kabul edememektedir. Söz konusu beyan, Hükümetin siyasal bağlamda
bir düşüncesini açıklama niteliğinde olup, Mahkeme’nin olayı değerlendirirken belirleyici nitelikte değildir.
II. Birinci Protokol ile birlikte alınan 14. maddenin ihlali iddiası
A. Giriş
176. Başvurucuların bir kısmı, kendi olaylarına özgü etmenler nedeniyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak ele alınan Sözleşme’nin 14. maddesine aykırı
biçimde, ayrımcılık yasağının mağduru olduklarını iddia etmişlerdir. (...)
Hükümetin karşı çıktığı bu iddialar, Komisyon tarafında da reddedilmiştir.
177. Mahkeme, çeşitli şikâyetleri sırasıyla ele almadan önce, Sözleşme’nin 14. maddesinin, Sözleşme’nin tanıdığı hakların ve özgürlüklerin kullanılmasında her türlü farklı
muameleyi yasaklamadığını (Belçika’da Eğitim Dili Davası, §10) hatırlatır. Bu madde
“benzer durumda bulunan” kişileri (tüzel kişiler dâhil), ayrımcı nitelikteki farklı muamelelere karşı korumaktadır. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir farklı muamele, “objektif ve makul haklılığa sahip değilse”, yani “meşru bir amaç” gütmüyorsa veya
“kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi” bulunmuyorsa, ayrımcı niteliktedir (bk. diğer birçok karar arasında 28.11.1984 tarihli
723
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Rasmussen, §35 ve 38). Dahası Sözleşmeci Devletler, benzer durumlar arasındaki farklılıkların hukuken de farklı bir muameleyi haklı kılıp kılmadığını ve kılıyorsa hangi ölçüde
kıldığını takdir ederken, belirli bir “takdir alanı”ndan yararlanırlar; bu takdir alanının
kapsamı, olayın şartlarına, konusuna ve ardalanına göre değişir (aynı karar, parag. 49).
B. 1977 tarihli Yasaya göre millileştirilmiş diğer işletme sahipleriyle karşılaştırıldığında ayrımcılık iddiası
1. Değer artış kazanç vergisinin etkisi (Kincaid olayı)
178. Sir William Lithgow, elde ettiği Tazminat Tahvillerini satması halinde değer artış kazanç vergisi ödemekle yükümlü olduğunu, buna karşılık 1977 tarihli Yasa göre millileştirilen şirket niteliğindeki işletmelerin eski sahiplerinin, 1976 tarihli Finansman Yasasının
“roll-over relief” hükümlerine göre (bk. yukarıda §21/b ve 45) bu yükümlülüğü erteleme
hakkına sahip olduklarını iddia etmiştir.
179. Mahkeme bu iddiayı kabul edememektedir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi “rollover relief”, Sir William Lithgow’un sahip olduğu gibi millileştirilen bir işletme hisselerinin sadece yüzde 28’ine sahip olan şirketler için mevcut olamazdı. Bu nedenle başvurucu
kendisiyle benzer durumda bulunan eski mal sahiplerinden farklı muamele görmemiştir.
2. Kazançlara dayanan yöntemin değer tespit için kullanılması (Kincaid olayı)
180. Sir William Lithgow, tazminat bakımından kar getirmeyen bazı şirketlerin değer
tespiti malvarlıklarına dayanılarak yapıldığı halde, Kincaid’daki olağan hisselerin değer
tespitinin kazançlarına dayanılarak yapılmış olmasından şikâyetçi olmuştur (bk. yukarıda
§36). Başvurucu, birinci yöntemin kendisinin daha lehine olduğunu ve kar getiren bir
şirket olarak Kincaid’a ayrımcılık yapıldığını iddia etmiştir.
181. Mahkeme, 1977 tarihli Yasanın listelenmiş teminatların değer tespiti bakımından
özel bir yol öngörmediğini hatırlatır (bk. yukarıda §159). Bu nedenle Yasa, bütün faktörlerin dikkate alınarak, Borsadaki hipotetik piyasa fiyatına dayanılıp, müzakereler veya
tahkim yoluyla belirlenmesini öngörmüştür. Bu genel yöntem, listelenmemiş diğer hisseler için olduğu gibi Kincaid’in olağan hisseleri için de uygulanmıştır. Yine, Kincaid
hissedarları müzakere sonucu varılan uzlaşmayı kabul etmemişler ise, aynı durmadaki
diğer Borsa Temsilcilerine olduğu gibi kendilerinin Temsilcilerine de tahkime başvuru
yolu açık tutulmuştur. O halde bu konuda Mahkeme, Sir William Lithgow dâhil, Kincaid
olağan hisselerini elinde bulunduranların diğer hisse sahiplerinden farklı bir muameleye
tabi tutulmadıklarına dair Komisyon’un görüşüne katılmaktadır.
Tabi ki yasal formülün, farklı şirketlere faklı uygulanabilen ve uygulanmış olan bir esneklik unsuru getirdiği doğrudur. Ancak bu unsur, şirketler arasında benzemezliklerin
ve özellikle her bir olayda çeşitli faktörlerin göreli öneminin dikkate alınmasına imkân
vermiştir. Bu nedenle bir şirket karlı ise onun değer tespiti için kazançlarının daha uygun
bir yol olduğu açıktır, fakat karlı değilse şirketin malvarlığı daha uygun bir yoldur. Bu
nedenle genel yöntemin uygulanmasındaki farklılıkların objektif ve makul bir haklılaştırmaya sahiptir.
3. Büyüyen ve küçülen şirketlere aynı muamele (Vosper Thornycroft, Hall Russell
ve Brooke Marine olayı)
182. Vıspir Thorncroft, Hall Russell ve Brooke Marine’nin eski sahipleri, millileştirilmiş
şirketlerden büyüyenlere de küçülenlere de aynı muamele yapılması nedeniyle ayrımcılık
mağdurları olduğunu iddia etmişledir. Özellikle Vosper Thornycroft olayının da gösterdiği gibi, Devir Günündeki değerleri veya kazançları bakımından karşılaştırıldığında, büyüyen şirketlere ödenen tazminat küçülenlere göre orantısız bir şekilde azdır.
724
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
183. Mahkeme, 1977 tarihli Yasaya göre millileştirilen şirketlerin değer tespiti için referans dönemi seçilmiş olmasının ve bu dönemden sonraki gelişmeler için ek bir tazminata
yer verilmemesinin makul sebeplere dayandığı sonucuna varmıştı (bk. yukarıda §131-135
ve 138-143). Sonuç olarak, Sözleşme’nin 14. maddesi kapsamına girsin veya girmesin,
başvurucular tarafından büyüyen ve küçülen şirketlere aynı muamele uygulanmasından
kaynaklandığı söylenen farklılığın, objektif ve makul bir haklılığı olduğu söylenebilir.
4. Değer tespit için ana-şirket bağlantısı yönteminin kullanılması (Yarrow Gemiş
İnşaat şirketi olayı)
184. Yarrow, ayrımcılıktan ötürü mağduru olduğunu, çünkü bir yan kuruluşu olan Yarrow Gemi İnşaat şirketindeki hisselerinin tazminat için değer tespitinin, kendisinin
(Yarrow’un) borsadaki fiyatına bakılarak yapıldığını, oysa hisseleri borsa listesine girmemiş olan diğer millileştirilmiş şirketlerin bu yolla değil, fakat bu şirketlerin özellikle
kazançlarına bakılarak değer tespitlerinin yapıldığını (bk. yukarıda §36) iddia etmiştir.
Yarrow bu iddiasını desteklemek üzere, ister Referans dönemi isterse Devir Günündeki
rakamlar üzerinden hesaplama yapılmış olsun kendisinin aldığı tazminatın, diğer şirketlerin eski sahiplerine ödenen tazminata göre, millileştirilen şirketlerin karları veya varlıklarının küçük bir oranını yansıttığına işaret etmiştir.
185. Mahkeme, yukarıda 181. paragrafın birinci alt paragrafında gösterilen gerekçelerle,
Yarrow’un diğer mal sahiplerinden farklı bir muameleye tabi tutulmadığına, çünkü her
bir olayda aynı genel yöntemin uygulandığına ve tahkime başvurma imkanının mevcut
olduğuna dair Komisyon’un görüşüne katılmaktadır.
Mahkeme ayrıca, genel yöntemin uygulanmasında Yarrow ile diğer mal sahipleri arasındaki farklılıkların, objektif ve makul bir haklılığı bulunduğunu düşünmektedir. Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı yönteminin uygulanmasında, değer tespiti yapılacak olan
bir şirketin hisseleri listelenmiş bir ana şirketi varsa ve bu yan kuruluşun faaliyetleri ana
kuruluşun faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturuyorsa, değer tespit bakımından listelenmiş hisselerin fiyatlarının diğer faktörlere göre daha uygun ve daha az yapay bir yol
sağladığı açıktır.
C. Önceki mevzuata göre millileştirilen işletme sahipleriyle karşılaştırıldığında ayrımcılık yapıldığı iddiası (Vosper Thornycroft ve Brooke Marine olayları)
186. Vosper Thornycroft e Brooke Marine’nın eski sahipleri, kendilerinin ayrımcılık
mağduru olduklarını, çünkü 1977 tarihli Yasada düzenlenen tazminat hükümlerinin, Birleşik Krallıktaki eski millileştirme mevzuat hükümlerinden bir kaç yönden farklı olduğunu (bk. yukarıda §99) iddia etmişlerdir.
187. Bu başvurucuların eski mevzuata göre mal ve mülklerinden yoksun bırakılan kişilerle benzer durumda olup olmadıkları sorunundan tamamen uzak olarak, Mahkeme şikayet
edilen farklılığın Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir sorun ortaya çıkarmadığını
düşünmektedir. Sözleşmeci Devletlerin Parlamentoları kural olarak, yeni yaklaşımlara
göre yeni kanunlar çıkarmakta serbesttirler.
D. Zorunlu satış mevzuatına göre mal ve mülklerinden yoksun bırakılan kişilerle karşılaştırıldığında ayrımcılık iddiası (Vosper Thornycroft ve Brooke Marine
olayları)
188. Vosper Thornycroft ve Brooke Marine’nın eski sahipleri ayrıca, 1977 tarihli Yasaya
göre tazminatın mülkiyetin elden alındığı tarihteki değerine bakılarak takdir edilmediği, oysa Birleşik Krallıkta zorunlu satış mevzuatına göre elden alınan mülkiyetin böyle
725
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
takdir edildiğini (bk. yukarıda §101) belirterek, bir kez daha ayrımcılık mağduru olduklarını iddia etmişlerdir.
189. Mahkeme, zorunlu satış mevzuatı ile millileştirme yasası tarafından yerine getirilen
işlevlerin farklı olduğunu hatırlatır. Yukarıda 121. paragrafın üçüncü alt paragrafında gösterilen gerekçelerle Mahkeme, bu başvurucular tarafından belirtilen iki durum arasında
yeterince benzerlik bulunmadığı için Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir sorun
doğmadığı şeklindeki Komisyon görüşüne katılmaktadır.
E. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından varılan sonuç
190. Yukarıda anlatılanlara göre Mahkeme, mevcut davada Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal edilmediği sonucuna
varmaktadır.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME,
1. Beşe karşı on üç oyla, 1977 tarihli Yasanın 1974 ile 1977 tarihleri arasında ilgili şirketlerdeki gelişmeler için bir ek ödemenin yapılmasını sağlayan hükümler içermediği
gerekçesiyle Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edilmediğine,
2. Bire karşı on yedi oyla, başvurucular tarafından ileri sürülen diğer herhangi bir
sebeple Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edilmediğine;
3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin
14. maddesinin ihlal edilmediğine;
(...)
KARAR VERMİŞTİR.
09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE
♦ kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp (Türkiye’de
enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde taşınmazının kamulaştırılmasından
sonra aldığı ek tazminatın ulusal makamlar tarafından geç ödenmesi ve bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zarar) ■ mülkiyet hakkı—tazminat hakkı
DAVANIN ESASI
Baraj yapımıyla görevli bir devlet kuruluşu olan Devlet Su İşleri Müdürlüğü, Kızılırmak nehri üzerinde Altınkaya hidroelektrik santral barajını yapabilmek için, Eylül - Ekim
1987 tarihlerinde Bayan Akkuş’a ve 1992’de ölen kocasına ait araziyi de kamulaştırmıştır. Sinop ilinin Gökdoğan köyünde bulunan ve pirinç yetiştirmek için kullanılmış olan
arazi, şimdi sular altındadır.
Baraj yapımı için gerçekleştirilen kamulaştırmalardan üç binden fazla aile, yaklaşık 17
bin kişi etkilenmiştir.
Başvurucuya göre, Devlet Su İşleri tarafından Ziraat Fakültesine yaptırılan bir bilimsel
çalışma, arazilerin metre kare birim fiyatının 3 bin 200 ile 3 bin 500 TL arasında olduğunu
tespit etmiş, ancak 1987 yılında metre karesine 800 - 850 TL ödenmiştir.
Devlet Su İşlerinden bir bilirkişi heyeti başvurucuya ait arazinin değerini 122,000 TL
olarak takdir etmiştir. Kamulaştırma yapılınca bu miktar başvurucuya ödenmiştir.
726
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Başvurucu kamulaştırma bedelinin artırılması için 12 Ekim 1987’de Durağan Hukuk
Mahkemesine dava açmış ve bedel artış miktarı tespit edilirken enflasyon oranının dikkate alınmasını talep etmiştir. Bu mahkeme Haziran 1989’da verdiği kararda başvurucuya 271,039 TL daha ek ödeme yapılmasına ve kamulaştırmanın yapıldığı 4 Eylül 1987
tarihinden itibaren yüzde 30 basit kanuni faiz uygulanmasına hükmetmiştir. Bu suretle
toplam miktar 393,039 TL’yi bulmuştur. Bu mahkeme başvurucuya hukuki giderler için
ayrıca 61,123 TL ödenmesine de karar vermiştir.
Devlet Su İşleri Müdürlüğü bu kararı Yargıtay’da temyiz etmiştir. Bayan Akkuş da Borçlar Kanununun 105. maddesine (bk. aşağıda, §14) dayanan karşı temyiz dilekçesinde,
bedel artış miktarına yasal gecikme faiz oranının değil, enflasyon oranının uygulanmasını
istemiştir. Yargıtay 17 Eylül 1990’da, ilk derece mahkemesinin kararını onamıştır.
Bedel artış miktarı, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’na başvuru yapıldıktan altı ay sonra ve Yargıtay’ın kararından yaklaşık on yedi ay sonra, Şubat 1992’de ödenmiştir.
İç hukuk: 4 Aralık 1984 tarihli 3095 sayılı Yasayla, devlet borçlarında gecikme faiz oranı
yıllık yüzde 30 olarak tespit edilmiştir. Olayların geçtiği tarihte ise yıllık enflasyon oranı
yüzde 70’tir; devlete olan borçlara ise aylık yüzde 7 (yıllık 84) faiz uygulanmaktadır (bk.
Amme Alacaklıların Tahsilatı hakkında 6183 sayılı Kanunun 51. maddesi ve 89/14915
sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi).
Borçlar Kanununun 105. Maddesi şöyledir:
“Alacaklının duçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu
kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile
mükelleftir.
Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hâkim, esasa dair karar verirken bu zararın
miktarını dahi tayin edebilir.”
Kamulaştırma ile ilgili davalara bakmakla görevli Yargıtay Beşinci Hukuk Dairesi 3 Haziran 1991’de verdiği kararda şöyle demiştir:
“Borçların geç ödenmesi nedeniyle alacaklıların uğradıkları zararlara kanuni faiz oranı
uygulanır. Alacaklılar icra tedbirlerine başvururken alacaklarının yanında faiz de isteyebilecekleri için, başkaca bir tazminat talep edemezler; buna göre alacaklının yüksek
enflasyon oranına dayanan talebinin kabul edilmesi yersizdir.
…”
16. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23 Şubat 1994 tarihinde (E:1993/5-600, K:1994/80)
şöyle bir karar vermiştir:
“3095 sayılı Kanun, ülkede yıllık enflasyon oranının yüzde 30’un çok üstünde olduğu
bir dönemde kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Yasama organı bu duruma rağmen
gecikme faizini yüzde 30 olarak tespit etmiştir. Bu nedenle bu davada hatalı bir biçimde
mevduata uygulanan faiz oranına dayanarak yıllık yüzde 30’u aşan bileşik faiz oranını
uygulamak yasaya aykırıdır.”
HÜKÜM GEREKÇESİ
I. Hükümetin ilk itirazları
A. Altı aylık süre kuralına uymama
20. Hükümet Mahkeme’den, Sözleşme’nin 26. maddesindeki altı aylık süre kuralına
uymadığı gerekçesiyle Akkuş’un başvurusunu reddetmesini istemiştir. Hükümete göre
727
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
bu süre, Komisyon’un kabul ettiği gibi bedel artışının başvurucuya fiilen ödendiği Mart
1992 tarihinde değil, Durağan Hukuk Mahkemesinin tespit ettiği artışın onanmasına dair
Yargıtay’ın kararını verdiği 17 Eylül 1990 tarihinde (bk. yukarıda §10) başlar. Başvurucunun durumu bu kararın verildiği tarihten itibaren etkilenmiştir.
21. Mahkeme bu şikâyetin, sadece tazminat artışının ulusal makamlar tarafından geç
ödenmesi ve bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zararla ilgili olduğunu kaydeder. Başvurucu Yargıtay’ın nihai kararından sonra bir süre geçinceye kadar bu konuda
bir şikâyette bulunamazdı. Başvurucu tazminatın henüz ödenmediği 26 Ağustos 1991
tarihinde Komisyon’a başvurmakla, Sözleşme’nin 26. maddesinin bu konudaki şartını
yerine getirmiştir. Bu nedenle itiraz reddedilmelidir.
B. İç hukuk yollarının tüketilmemesi
22. Hükümetin savunmasına göre Bayan Akkuş, Türk mahkemeleri önünde Sözleşme
hükümlerini ileri sürmediği ve Borçlar Kanununun 105. maddesindeki hukuk yolunu (bk.
yukarıda §14) doğru bir biçimde kullanmadığı için, Sözleşme’nin 26. maddesindeki iç
hukuk yollarını tüketmemiştir.
23. Mahkeme, ilgili devletin itirazını Komisyon önünde ve kural olarak başlangıçta kabuledilebilirlik incelemesi yapılırken ileri sürmüş olması halinde, itirazın niteliği ve koşulların izin verdiği ölçüde inceleyebileceğine dair yerleşik içtihadını hatırlatır. Bu nedenle
Hükümetin bu itirazı ileri sürme hakkı düşmüştür.
II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
24. Başvurucu, Türkiye’de enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde, taşınmazının kamulaştırılmasından sonra aldığı ek tazminata (bedel artışına) yetersiz bir
faiz uygulanmasından ve bu miktarın ödemesinde de gecikildiğinden şikâyetçi olmuştur.
Başvurucu Birinci Protokolün 1. maddesine dayanmıştır. (...)
Başvurucu kamu makamları tarafından bedel artışının, arazinin kamulaştırmanın yapıldığı veya davanın açıldığı tarihteki değeri üzerinden hesaplanmış olması (bk. yukarıda §6
ve 9) nedeniyle şikâyetçi olmuştur. Başvurucu Yargıtay’ın verdiği kararda, Borçlar Kanununun 105. maddesinin dikkate alınmamış olmasını ve bedel artışı hesabında enflasyon
oranı yerine yasal faiz oranının uygulanmış olmasını eleştirmiştir. Başvurucu ek tazminatın kendisine Şubat 1992’de, yani davanın açılmasından dört yıl dört ay sonra ve daha
da önemlisi Yargıtay kararından on yedi ay sonra ödendiğini, oysa 1980 yılından önce
benzer davalardaki ödemelerin iki ay içinde yapıldığını belirtmiştir. Son olarak başvurucu, Türk hukukunda özel şahıslara borcundan ötürü devlete karşı icra takibi yapılmasına
imkân veren hükümlerin bulunmamasından yakınmıştır.
25. Komisyon, başvurucunun kayıpları nedeniyle Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal
edildiği sonucuna varmıştır. Komisyon, Bayan Akkuş’un 390,000 TL aldığını, oysa ulusal makamlar bedel artışına karar verildiği tarih ile ödemenin yapıldığı tarih arasındaki
on yedi aylık dönemde paranın değerindeki düşüşü tam olarak dikkate almış olsalardı,
başvurucunun yaklaşık 594,000 TL almış olacağını hesaplamıştır.
26. Hükümet bu görüşlere katılmamıştır. Hükümet, arazinin mülkiyetini edinmeden devletin Bayan Akkuş’a tazminat [kamulaştırma bedeli] olarak 122,000 TL ve ayrıca arazinin
değerinin yeniden takdir edildiği dava sonunda yüzde 30 faizle 271,039 TL ek tazminat
ödediğini (bk. yukarıda §9) belirtmiştir. Hükümet, kamulaştırılan mülkiyetin değeri ile
ödenen bedel arasında makul bir orantının bulunmasına dair Mahkeme’nin içtihatlarına
dayanarak, bu miktarların hesaplanmasında enflasyon dikkate alınmamış olsa bile, Birinci Protokolün 1. maddesindeki koşulların yerine getirilmiş olduğunu iddia etmiştir.
Hükümete göre, işte özellikle binlerce kişinin yararlanacağı böylesine büyük bir proje
728
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
söz konusu olduğunda, durum böyledir. Devletin tam bir tazminat ödemesini istemek,
bu tür projelerin gerçekleştirilmesini engelleyecektir. Ayrıca bu davada başvurucunun
“şahsen ve aşırı ölçüde” külfet altına girdiğini söyleyemez; çünkü Borçlar Kanununun
105. maddesiyle sağlanan imkândan yararlanmamaya bizzat kendisi karar vermiştir. Dahası, başvurucunun avukatı bile bir Türk gazetesinde yayınlanan bir yazısında, başvurucunun arazisi dâhil, bazı taşınmazlar hakkında takdir komitesi tarafından biçilen değerin
ve mahkemeler tarafından karar verilen kamulaştırma bedellerinin, piyasa değerinin bir
hayli üzerinde olduğu kabul edilmiştir.
Hükümet sona olarak, kamu hizmetini kurma ve sağlam bir biçimde yürütme politikasının bütünleyici bir parçası olan faiz oranlarını belirleme ve uygulama konusunda Hükümetin takdir yetkisi bulunduğunu belirtmiştir. Devlete karşı olan borçlarda yüksek faiz
oranı alınması, kamu hizmetlerinin kesilmemesi için düşünülmüş olup, bu konuda yetkisini kullanan yasama organı tarafından bilinçli olarak karar verilmiş, dolaylı bir vergidir.
27. Başvurucu “sahibi olduğu şeyden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkı” bakımından
şikâyette bulunduğundan, Mahkeme genel yararın gerekleri ile kişinin temel haklarının
korunması gereği arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığını incelemek zorundadır. Bu noktada, iç hukuka göre ödenecek bedelin şartları ve çerçevesiyle bunların başvurucunun olayında uygulanma tarzının dikkate alınması zorunludur (Lithgow ve Diğerleri
- Birleşik Krallık, §120).
28. Mahkeme hemen başlangıçta, hidro-elektrik santralı yapmak için arazisi kamulaştırılan başvurucuya, kamulaştırma yapıldığı zaman bedelin ödenmiş olduğunu (bk. yukarıda
§8) kaydeder. Durağan Hukuk Mahkemesi daha sonra başvurucuya kamulaştırma tarihinden geçerli olacak şekilde yıllık yüzde 30 faiz oranıyla birlikte ek tazminat (bedel artışı)
ödenmesine karar vermiştir.
Mahkeme’nin buradaki görevi, Devlet Su İşleri Müdürlüğünün takdir komitesi tarafından
arazinin değeri hakkında yapılan değer takdiri veya ek tazminat (bedel artışı) hakkında
karar vermek değildir. Uyuşmazlığın konusu Komisyon’un kabuledilebilirlik kararıyla
belirlenmiş olup, bu karar sadece Bayan Akkuş’un kamu makamlarının ödemeleri gereken tazminatı zamanında ödememiş olmaları nedeniyle uğradığını iddia ettiği zararla
ilgilidir.
29. Mahkeme bu konuda daha önce, bir tazminatın makul olmayan ölçüde gecikmeyle
ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi halinde de tazminatın yeterli olmayacağına karar vermiştir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte,
09.12.1994 tarihli Stran Greek Refineries ve Stratis Andreadis – Yunanistan, §82). Kamulaştırma bedelinin normalin üstünde geciktirilmesi, hele bazı ülkelerde paranın değerindeki kayıp dikkate alındığında, taşınmazı kamulaştırılan kişiyi belirsiz bir duruma sokmakta ve mali kayıplarının artmasına yol açmaktadır. Mahkeme bu konuda, Türkiye’de
devlete olan borçlar bakımından uygulanan faizin yıllık yüzde 84 olduğunu ve bu oranın
da borçluların borçlarını hemen ödemeye teşvik ettiğini, öte yandan Devletten alacaklı
olanların ise devletin ödeme yapmaması veya ödemede gecikmesi halinde esaslı bir kayba uğradıklarını kaydeder.
30. Bu olayda ek tazminat (bedel artışı) başvurucuya yüzde otuz faizle birlikte Şubat
1992’de, yani Türkiye’de yıllık enflasyonun yüzde 70 olduğu bir dönemde, Yargıtay kararından on yedi ay sonra ödenmiştir.
Sadece kamu makamlarının ödemeyi geciktirmesinden dolayı, Yargıtay tarafından kesin
olarak belirlenen tazminatın değeri ile bu tazminatın fiilen ödendiği tarihteki değeri arasındaki fark, Akkuş’un arazisinin kamulaştırılmasından doğan kaybının yanında, ayrı bir
zarara uğramasına neden olmuştur.
729
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
31. Kamu makamları tazminatın ödenmesini on yedi ay geciktirmekle, tazminatı yetersiz
duruma sokmuşlar ve sonuç olarak mülkiyet hakkının korunması ile genel yararın gerekleri arasındaki dengeyi bozmuşlardır.
Bu nedenle Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
III. Sözleşme’nin 50. Maddesinin uygulanması
32. (...)
A. Zararlar
1. Maddi zararlar
33. Bayan Akkuş maddi tazminat olarak 50,000 Amerikan Doları istemiştir. Başvurucuya
göre, Yargıtay’ın karar verdiği 17 Eylül 1990 tarihinde eğer yıllık 70 enflasyon oranı
dikkate alınmış olsaydı, kendisine 739,163 TL ödenmesi gerekirdi. Başvurucu, kamu makamları Şubat 1992’ye kadar kendisine toplam 758,200 TL ödemekle, aslında ödemeleri
gereken miktarın yarısını ödemiş olduklarını iddia etmiştir.
34. Hükümet bu talebin “tamamıyla gayri makul” olduğunu, çünkü bu talebin kamulaştırılan bütün arazinin değerini aştığını, oysa başvurucunun bu arazinin sadece beşte birinin
sahibi olduğunu belirtmiştir. Hükümet ayrıca 1988 ile 1992 yılları arasındaki ortalama
enflasyonun yıllık yüzde 61 olduğuna işaret etmiştir.
35. Mahkeme, Durağan Hukuk mahkemesi tarafından verilen kararın Yargıtay tarafından 17 Eylül 1990 tarihinde onandığını kaydeder. Hukuk mahkemesi Bayan Akkuş’a
271.039 TL ek tazminatın 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren yıllık yüzde 30 basit faizle
birlikte ödenmesine ve yargılama giderleri için de 61.123 TL ödenmesine hükmetmiştir.
Yargıtay’ın karar verdiği tarihte veya örneğin üç ay gibi makul bir süre içinde başvurucunun 576.097 TL alması gerekirdi. Ancak ödeme on yedi ay sonra Şubat 1992’de yapıldığı
için, Mahkeme’nin hesabına göre kendisi aslında 772.276 TL almıştır.
Yukarıda 30 ve 31. Paragraflar vardığı sonuçları dikkate alan Mahkeme, başvurucunun uğradığı zararın, Şubat 1992’de kendisine fiilen ödenen miktar ile, alacaklı olduğu
576.097 TL.’nin en az on dört aylık süre içinde paranın değer kaybı dikkate alınıp yükseltilerek ödenmesi halinde alacak olduğu miktar arasındaki fark olduğunu kabul eder.
Bu miktar bölgedeki yıllık yüzde 70 enflasyon oranına göre ödemenin yapıldığı tarihte
başvurucuya ödenmesi gereken miktar 1.046.192 TL.’dır. Sonuç olarak başvurucunun
toplam kaybı 273 bin 916 TL., yani Bayan Akkuş Dolar üzerinden istediği ve Hükümet
de itiraz etmediği için, yaklaşık 48 Amerikan Dolarıdır.
36. Bu şartlarda Mahkeme başvurucuya, ödeme tarihindeki kur üzerinden Türk parasına
çevrilecek olan 48 Amerikan Doları ödemesinin uygun olacağını kabul eder.
2. Manevi zararlar
37. Bayan Akkuş, arazinin kamulaştırılması nedeniyle aldığı tazminatın yetersiz olması nedeniyle korunmasız durumda kaldığını ileri sürmüştür. Başvurucu sadece geçimini
değil, fakat ayrıca köyündeki anılarını ve güvenliğini de kaybettiğini, damadının yanına
sığınmak zorunda kaldığını ve onun desteğine muhtaç durumunda yaşadığını, bunun da
Türk aile gelenekleri açısından aşağılayıcı bir durum olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu gördüğü manevi zararın mümkün olduğu kadar tamir edilmesi için 50,000 Amerikan
Doları istemiştir.
38. Hükümet ve Komisyon temsilcisi bu konuda görüş bildirmemişlerdir.
730
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
39. Mahkeme başvurucunun kesinlikle manevi bir zarara uğradığını kabul ederek, bu
zarar için hakkaniyet ölçüsüne göre 1,000 Dolar takdir etmektedir.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME,
1. Hükümetin ilk itirazlarının reddine;
2. İkiye karşı yedi oyla, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlaline;
3. İkiye karşı yedi oyla,
davalı Hükümetin başvurucuya üç ay içinde, ödeme tarihindeki kur üzerinden aşağıdaki miktarları ödemesine:
(i) maddi zararlar için 48 (kırk sekiz) Amerikan Doları;
(ii) manevi zararlar için 1,000 (bin) Amerikan Doları;
(iii) ücretler ve masraflar için, daha önce adli yardım olarak alınan 8,898 (sekiz
bin dokuz yüz atmış sekiz) Fransız Frangının düşüleceği 5,000 (beş bin) Amerikan
Doları;
(b) Amerikan doları cinsinden belirlenen bu miktarlar için, yukarıda belirtilen üç aylık
sürenin dolmasından itibaren yıllık yüzde 5 basit faiz uygulanmasına;
4. Oybirliğiyle, geri kalan taleplerin reddine
KARAR VERMİŞTİR.
02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA
♦ kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama (sosyal konut yapmak için arazi rezervi
oluşturulması amacıyla kamulaştırılan taşınmaz üzerinde beş yıl içinde herhangi bir tesis
yapılmadığı için taşınmazın geri verilmesi gerekirken bu sürenin sosyal konut amacıyla
kamulaştırılan taşınmazlar bakımından uygunlanmayacağı gerkçesiyle tazminat talebinin
reddedilmesi) ■ mülkiyet hakkı—mal sahibinin geri alma hakkı
DAVANIN ESASI
Başvurucular Saint-Denis’te bulunan bir arazinin sahipleridir. Reunion Valiliği 1 Aralık
1982 tarihinde, bu arazinin, “sosyal konut için arazi rezervi oluşturulması” amacıyla, Valiliğe bağlı Reunion (SEDRE) Emlak Müdürlüğü tarafından kamulaştırılması için kamu
yararı kararı vermiştir. 24 Şubat 1983’te 1,966,700 Fransız Frank kamulaştırma bedeli
tayin edilmiş ve arazi 6 Temmuz 1983’te kamulaştırılmıştır.
Vilayet bu araziyi 27 Ağustos 1984 tarihinde Saint-Denis Belediyesine satmıştır. Bu belediye arazinin bir kısmını, Mayıs 1988’de Reunion Taşınmaz Şirketi (SIDR) adlı bir emlak
şirketine takas yoluyla devretmiştir.
1989 yılına kadar, söz konusu arazinin kullanılmadan olduğu gibi bırakılması üzerine,
mülk sahibi Reunion Valiliğine, SEDRE’e, Belediyeye ve SIDR’e karşı, Saint-Denis Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. Davacı kamulaştırma kararından bu yana beş
yıldan uzun bir süre geçtiği halde, arsanın kamu yararı kararında belirtilen amaca tahsis
edilmediğinin tespit edilmesini istemiştir. Davacı ayrıca, Kamulaştırma Kanunun 12(6).
fıkrasına dayanarak taşınmazın geri verilmesini ve yararlanma hakkından yoksun bırakıldığı için de tazminat ödenmesini istemiştir.
Davacı daha sonra yukarıda adı geçen SEDR, Belediye ve SIDR yönünden davasından
feragat etmiş, ayrıca mülkün geri verilmesi talebinden de vazgeçmiş; o tarihte Belediyeye
731
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
satılmış ve bir kısmı SIDR’a devredilmiş olduğu için kamulaştırmayı yapan Valiliğin
malvarlığı içinde yer almayan taşınmazın bugünkü değerinden kamulaştırma bedeli düşülerek Valilik tarafından kendisine tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini istemiştir.
Asliye Hukuk Mahkemesi 19 Mayıs 1992 tarihinde, Vilayetin “Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasına uymamış olduğu” sonucuna varmıştır. Bu mahkeme, kamulaştırılan taşınmazın kamulaştırma yapan kurumun malvarlığından çıkmış olması durumunda,
geri alma hakkının tazminat hakkına dönüşeceğini, bu nedenle davacının talebinin kural
olarak temeli bulunduğunu belirtmiş ve bir bilirkişi incelemesi yaptırılarak başvurucuya
ödenmesi gereken tazminat tutarının belirlenmesine karar vermiştir. Bu kararın gerekçesinde aşağıdaki husus yer almaktadır:
“(...) 1 Aralık 1982 tarihli kamu yararı kararı, kamulaştırılan arazinin “sosyal konut amaçlı
arazi rezervi” haline getirilmesini sağlamıştır. 6 Temmuz 1983 tarihli kamulaştırma kararını izleyen beş yıl boyunca, söz konusu arazide bu türde herhangi bir yerleşim oluşturulmadığı (...) ve parsel üzerinde işin başlatılması olarak nitelendirilebilecek bir çalışmanın
yapılmadığı sabittir. Valiliğin bu beş yıllık süre içinde araziyi belediyeye satmış olması
ve belediyenin de arsanın bir kısmını, kuruluş amacı sosyal konut projeleri gerçekleştirmek olan SIDR ile takas etmiş olması, söz konusu yerlerde görünür herhangi bir çalışma
olmadığından, bu amaca yönelik çalışmalara başlanmış olduğu şeklinde yorumlanamaz.”
Valilik bu karar karşı üst başvuruda bulunmuştur. Saint-Denis Üst Mahkemesi 9 Ağustos
1996’te, Asliye Mahkemesinin kararını bozmuştur. Üst Mahkeme kararı bozarken, özellikle aşağıdaki hususları vurgulamıştır:
“(...) kamulaştırma yoluyla oluşturulan arazi rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6).
fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini söyleyen herhangi bir yasa hükmü veya idari bir düzenleme yoktur; (...) arazi rezervi oluşturulmasının
amacı, orta ve uzun vadeli imar çalışmaları ihtiyacını karşılamaktır; bu tür bir ihtiyacın
karşılanması, işin doğası gereği, başka kamulaştırma durumları için öngörülmüş olan 5
yıllık süre içine sıkıştırılamaz.”
(...) mevcut olayda, en başta öngörülmüş olan imar işleminin gerçekleştirilmeyeceğini
düşündürecek hiçbir şey yoktur.”
Davacılar tarafından yapılan temyiz, 30 Eylül 1998 tarihinde Temyiz Mahkemesi tarafından Birinci Protokolün 1. maddesine dayanılarak reddedilmiştir. Bu kararda aşağıdaki
hususlar belirtilmektedir:
“(...) Üst Mahkeme yakın bir tarihte, Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün 1. maddesini
ihlal etmeksizin, kamulaştırma yoluyla oluşturulan arazi rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini söyleyen herhangi bir yasa hükmü veya düzenleme bulunmadığı şekilde bir karar
vermiştir.
(...)
(...) kamu yararı kararında kamulaştırılan arazinin ileride sosyal konut yapılması amacıyla arazi rezervleri oluşturulmasına tahsis edileceği öngörülmüş ve Reunion Valiliği haklı
olarak, kamulaştırılan araziyi Saint-Denis Belediyesine sattığı ve bu belediyenin de arsaları kurum olarak amacı bu türden konutlar yapmak olan SIDR’a devrettiği tespit edilmiş
olmakla, üst Mahkemesi bu durumda en başta öngörülen imar işleminin gerçekleştirilmeyeceğini düşündürecek herhangi bir şey olmadığı sonucuna varmış, (...) bu konuda
verilen kararı hukuka uygun bulmuştur.”
732
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
HÜKÜM GEREKÇESİ
I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
16. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olarak mülkiyet haklarına orantısız bir müdahalede bulunulduğundan şikâyetçi olmuşlardır. (...)
Başvurucular kamulaştırılan mülkte, 1982 Aralık verilen kamu yararı kararında gösterilen amacın gerçekleştirilmediğini iddia etmişlerdir. Başvurucular şu ana kadar öngörülen
imar planının yapılmadığını ve “Reunion Valiliğinin ile Reunion Emlak Müdürlüğünün
çalışmaları dikkate alındığında” böyle bir planın da yapılmayacağının anlaşıldığını vurgulamışlardır. Başvurucular bu noktada, kamulaştırmayı yapan makam olan Valiliğin
1984 yılında taşınmazı Saint-Denis belediyesine sattığını, satış sözleşmesinde de taşınmazın belli bir amaçla kullanılması yönünde bir taahhüt veya yükümlülüğün bulunmadığını kaydetmişlerdir. Nitekim belediye, Üst mahkemeye verdiği savunmalarda, “mülkiyet devrinin belediyeye herhangi bir yükümlülük yüklemeden usulüne uygun bir şekilde
yapıldığını” belirtmiştir. Diğer yandan, mülkü 1988 yılında devralan SIDR da, “takas
işleminin (...) SIDR’a inşaat yapma veya başka bir yükümlülüğü yerine getirme yüklemediğini” aynı mahkemede savunmuştur. Bunun dışında, Hükümetin söylediğinin aksine
SIDR’ın kuruluş amacı sosyal konut yapmak değil, ama satış amaçlı konut yapmaktır.
Başvurucular bu iddialarını kanıtlamak üzere bir takım reklam ilanları göstermişlerdir.
Bu ilanlarda söz konusu kuruluşun metrekaresi yaklaşık 9600 ile 13110 Fransız Frangı
olmak üzere, iki konut projesinin pazarlamasını yaptığı anlaşılmaktadır.
17. Hükümet, tartışma konusu kamulaştırmanın “sosyal konut yapmak üzere arazi rezervi
oluşturulması amacıyla” gerçekleştirildiğini vurgulamıştır. Hükümet bu arazi üzerinde bir
çalışma yapılmadığını inkâr etmemekte, fakat Temyiz Mahkemesinin bu olayda, Kamulaştırma Kanununun 12(6) fıkrasının kamulaştırma yoluyla oluşturulmuş arazi rezervleri
için uygulanmayacağı yönündeki içtihadını doğruladığını ve Bu nedenle bu fıkrada kamu
yararına tahsis için geçen 5 yıllık sürenin bu kamulaştırmalar için gerekli olmadığını teyit
ettiğini savunmaktadır. Hükümet ayrıca, söz konusu arazinin hukuka uygun bir şekilde
SIDR’a devredildiğini, SIDR’ın kurum olarak ‘başlıca’ amacının sosyal konut yapmak
olduğunu, bu amacın da kamulaştırma amacına karşılık geldiğini söylemiştir. Hükümet,
karma sermayeli bir kuruluş olan SIDR’ın Fransa’nın denizaşırı bölgelerinde sosyal konut
yapan başlıca kuruluşu olduğunu; bu kuruluşun konutlarının kiracılarının yüzde 83’ünü,
sosyal konuttan yararlanmak için vergiye tabi tavan geliri yüzde 40’ın altında bulunan
kişilerin oluşturduğunu belirtmiştir. Her ne kadar SIDR aynı zamanda belediyelerin talebi
üzerine, başvurucuların belirttiği türden tanıtım gibi faaliyetlerinde bulunuyor ise de, bu
faaliyet, SIDR’ın her yıl ürettiği 600-700 konut arasından sadece 50 konut için yürüttüğü
istisnai bir faaliyettir. Ayrıca SIDR tarafından uygulanan satış fiyatı, emlak piyasasındaki
en düşük fiyatlar arasında olup, alıcıları genellikle bir ara devlet tarafından “vergiden
muaf kılma” yoluyla kiralık konutlarda arzı geliştirmek amacıyla uygulamaya koyulmuş
tedbirlerden yararlanmak isteyen ailelerden oluşmaktadır. Kısacası, söz konusu arazinin,
kamulaştırma anında öngörülen amaca tahsis edilmediği iddia edilemez.
Hükümet ayrıca, böyle olmadığı varsayılsa bile, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal
edilmediğini ileri sürmüştür. Birincisi, uyuşmazlık konusu mülkiyetten yoksun bırakma,
iç hukuk bakımından yasaya uygundur. İkincisi, kamulaştırmanın amacı, “sosyal konut
için” arazi rezervi oluşturmak olup, bu işlem Protokolün 1. maddesi anlamında “kamu
yararına” amacına dayandırılmıştır. Ulusal mahkemenin, arazi rezervi oluşturmak için
kamulaştırma yapıldığında Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasının uygulanmayacağını belirtmesi, kamu makamının açıklanmış olan kamu yararı amacını gerçekleştirme yükümlüğünden kurtulmuş olduğu anlamına gelmemekte, sadece bu amacın fiilen
gerçekleştirilmesinin bu fıkrada öngörülen 5 yıllık süre ile sınırlanamayacağı anlamına
733
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
gelmektedir. Bu durum, arazi rezerv etme amacına karşılık gelmektedir; çünkü arazi rezerv etme amacı, önceden tedbir almak suretiyle orta ve uzun vadede imar politikalarının gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Bu noktada Hükümet, arazi rezerv tekniğinin İsveç,
Hollanda ve Almanya gibi birçok Kuzey Avrupa ülkesinde geniş çapta uygulanmakta
olduğunu vurgulamaktadır. Üçüncü olarak Bayan Motais de Narbone’a 1.966.700 Fransız
Frangı tutarında bir tazminat ödenmiştir. Bu tutar, mülkün değeri karşısında makuldür.
Dördüncü olarak, her ne kadar öngörülen kentleşme projesi halen gerçekleştirilememiş
ise de, bunun nedeni kanalizasyon şebekesinin henüz kurulmamış olmasıdır; bunun yapılması da SIDR’ın değil, yerel yönetimlerin görevidir. Kentleşme projesinin gelecekte
gerçekleştirilmeyeceğini gösteren herhangi bir şey yoktur. Kısacası, Birinci Protokolün
1. maddesi ihlal edilmemiştir.
18. Mahkeme, söz konusu kamulaştırmanın Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi anlamında mülkiyetten yoksun bırakma oluşturduğu ve Fransız iç hukukuna uygunluğu konusunda bir itiraz bulunmadığını kaydeder.
Ancak başvurucular esas itibarıyla, somut olayda, tartışma konusu kamulaştırmanın bu
cümle anlamında gerçek bir “kamu yararı amacı”na dayanmadığını ileri sürmüşlerdir.
Bu noktada Mahkeme, 1 Aralık 1982 tarihli kamu yararı kararında söz konusu arazinin,
“sosyal konut arazisi oluşturmak için” kamulaştırıldığının açık olduğunu tespit etmektedir (yukarıda parag. 9). Konut yapılması gibi bir sosyal politikanın uygulanmasına yönelik böyle bir hedefin, “meşru bir amaç” taşıdığından ve kamu yararına girdiğinden kuşku
yoktur (James ve Diğerleri, §47; Phocas, §55). Dahası Mahkeme, Sözleşmeci Devletlerin ve onlara bağlı kuruluşların, kamu yararı bulunup bulunmadığı ve mülkiyetten yoksun
bırakma şartlarının oluşup oluşmadığını değerlendirme konusunda sahip oldukları takdir
alanını göz önünde tutarak, uyuşmazlık konusu arazinin bulunduğu bölgede konut ihtiyacının bulunduğunu kabul etmektedir.
19. Ne var ki sorun çözülmüş değildir. Mülkiyetten yoksun bırakan bir işlemin objektif
olarak “kamu yararı” meşru amacını taşıması, kural olarak yeterli değildir: bu amaç ile
kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık ilişkisinin bulunması gerekir. Bir bireyin
“orantısız bir külfet” altına sokulması halinde, genel yararın gerekleri ile bireyin hakları
arasında denge bozulmuş olur (Kutsal Manastırlar, §70-71). Kamu yararı “meşru amacı”
taşınmazın tam piyasa değerinin altında bir ödeme yapılmasını gerektirse bile, taşınmazı
kamulaştırılan kişiye normal şartlarda “taşınmazın değeriyle makul bir şekilde orantılı”
bir tazminat ödenmelidir (aynı yer). Buradan çıkan sonuca göre, genellikle kamulaştırma
işlemi tamamlandığında mülkün “satın alınabilir” değeri ile kamulaştırılan taşınmaz için
ödenen tazminatın makul bir orantı için de olması halinde, yukarıda sözü edilen denge
kurulmuş olur.
Ancak bazı durumlarda, bu nitelikte bir tazminat ödenmiş olsa bile, denge bozulabilir.
Mahkeme, idare tarafından geç ödenen kamulaştırma tazminatının enflasyon nedeniyle
azalmasıyla ilgili Akkuş – Türkiye davasında (§29), “bir tazminatın makul olmayan ölçüde gecikmeyle ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi
halinde de tazminatın yeterli olmayacağına” karar vermiştir (Malama – Yunanistan kararı
ve Tsirikakis – Yunanistan kararı).
Mahkeme’ye göre bir mülkün kamulaştırılmasına kararı verilmesi ile mülkiyetten yoksun
kalmanın dayanağını oluşturan projenin fiilen gerçekleştirilmesi arasında uzun bir zaman
geçmesi halinde de aynı şey söz konusu olabilir. Böyle bir durumda kamulaştırma, mülkün yarattığı artı değerden ilgili kişiyi yoksun bırakma sonucu doğurabilir; eğer bizzat
bu özel yoksun bırakma, kamu yararı bakımından meşru bir nedene dayanmıyorsa, ilgili
734
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
kişi Birinci Protokolün 1. maddesi gerekleriyle bağdaşmayan ek bir külfet altına girebilir
(Akkuş, §30-31).
20. Mevcut davada başvurucular, uyuşmazlık konusu mülkün eski sahibine verilmiş olan
kamulaştırma tazminatının, mülkün kamulaştırma anındaki değeriyle orantısız olduğunu iddia etmemektedirler. Ancak başvurucular, kamulaştırmanın üzerinden 19 yıl geçtiği
halde, söz konusu arazi üzerinde kamu yararı amacına uygun bir şekilde sosyal amaçlı
tesislerin inşası yönünde bir çalışma yapılmadığını ve bu geçen süre içinde söz konusu
arazinin piyasa değerinin önemli ölçüde arttığını belirtmişlerdir. Başvurucular bu durumdan, söz konusu mülkün değerinin bir kısmından haksız yere yoksun bırakıldıkları sonucunu çıkarmaktadırlar.
Mülkün eski sahibi bu durumdan şikâyetle Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasına
dayanarak, önce mülkün iadesi ve daha sonra da iade yerine arazinin güncelleştirilmiş
değerinin, kamulaştırma tazminatı düşüldükten sonra ödenmesi talebiyle ulusal mahkemelere başvurmuştur. Mülkün eski sahibi ilk derece mahkemesinde esas itibarıyla olumlu
sonuç elde etmiş, ancak Saint-Denis Üst Mahkemesi, kamulaştırma kararından 13 yıl
sonra, “kamulaştırma yoluyla oluşturulan emlak rezervinin Kamulaştırma Kanununun
12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini düzenleyen herhangi bir yasa hükmü veya idari düzenlemenin” bulunmadığı gerekçesiyle
başvurucunun talebini reddetmiştir (bk. yukarıda §11-12).
Hükümet, Saint-Denis Üst Mahkemesinin bu kararıyla Temyiz Mahkemesinin, kamulaştırma yoluyla oluşturulan emlak rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında
belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerekmediğini söyleyen içtihadına
uygun hareket ettiğini savunmuştur. Hükümet bu içtihadın, kamulaştırma yapan yetkili
makamın arazi rezervini, ileride kamu yararı kararına uygun bir amaca tahsis etme yükümlülüğünden kurtarmadığını kabul etmektedir. Ancak Hükümet, uyuşmazlık konusu
arazinin, kamulaştırma yapan makam tarafından amacı sosyal konutlar yapmak olan bir
şirkete devredilmesi halinde, söz konusu arazinin öngörüldüğü şekilde tahsis edilmiş olacağını savunmuştur.
Mahkeme, “kamu yararı” kavramının çok soyut olarak yorumlanmasına dayanan bu analize katılmamaktadır. Mahkeme’ye göre, tartışma konusu kamulaştırmanın dayanağı olan
“kamu yararı”, Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında zorunlu olarak, kamu yararı
kararında açıklanan amaç, yani “sosyal konut yapmak için arazi rezervi oluşturma” amacıdır. Somut olarak değerlendirildiğinde, mevcut olayda “sebep” iki kısımdan oluşmaktadır: kamulaştırmadan sonra arazi rezervi oluşturulması ve nihayet sosyal tesislerin fiilen
gerçekleştirilmesi.
Kanunun ilgili hükümleri de bu somut değerlendirmeyi teyit etme eğilimindedir. İmar
Kanununun 221(1). fıkrası, bazı kamu kuruluşlarının, “bu Kanunun 300(1). fıkrasında
gösterilen geliştirme veya uygulama projelerini gerçekleştirmek amacıyla arazi rezervi
oluşturmak üzere, gerektiği takdirde kamulaştırma yoluyla mülk edinebileceklerini” belirtmektedir. Söz konusu maddede bu amaç, “İmar ve uygulama planları bir kentleşme
projesini veya bir yerel konut projesini gerçekleştirmek; sosyal yerleşim alanları oluşturmak; (...) veya kentsel dönüşümü sağlamak; (...)” olarak tanımlanmıştır.
Bu nedenle başvurucular, söz konusu kamulaştırmanın “kamu yararı” amacının dayandığı
“sebebin”, uzun bir süre geçtiği halde fiilen gerçekleştirilmemiş olduğunu savunabilirler.
21. Bununla birlikte böyle bir durum, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmak için yeterli değildir. Hükümet haklı olarak, arazi rezerv tekniğinin Sözleşmeci Devletlerin iç hukuklarında öngörüldüğünü ve bu tekniğin kullanılmasının özellikle
735
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
sosyal ve imar politikalarını uygulama tarzı dâhil, devletlerin bu konudaki takdir alanları
içinde kaldığını belirtmektedir.
Mahkeme’ye göre, kamulaştırılmış bir mülkün uzun bir süre bile rezerv olarak elde tutulması, Birinci Protokolün 1. maddesini mutlaka ihlal etmez.
Ancak mevcut olayda olduğu gibi, bir mülkün uzun bir süre rezerv olarak tutulması kamu
yararı ile ilgili sebeplere dayanmıyorsa ve bu süre boyunca söz konusu mülkte önemli bir
artı değer meydana geliyor ve mülkün sahipleri de bu artı değerden yoksun bırakılıyorsa,
bu madde açısından bir sorun ortaya çıkar. Birinci Protokolün 1. Maddesi, Sözleşmeci
Devletleri, arazi rezerv tekniğinin kendilerinin aleyhine bir spekülasyon biçimi olarak
kullanılması riskine karşı bireyleri korumaya zorlamaktadır.
22. Mevcut olayda başvurucular, kamulaştırmanın ardından geçen 19 yılda söz konusu
arazinin değerinin önemli ölçüde arttığını belirtmişler, Hükümet de buna itiraz etmemiştir. Başvurucular bu iddialarını destekleyen çeşitli belgeler sunmuşlardır. Bu nedenle söz
konusu arazide bir artı değer oluşmuş, başvurucular da bu artı değerin büyük bir bölümünden yoksun kalmışlardır.
Öte yandan Mahkeme Hükümetin sadece, öngörülen imar işlemlerinin gerçekleştirilememesinin nedeninin kanalizasyon şebekesinin yapılmamış olması olduğunu ve bu işi
yapmanın şu anda arsanın bir kısmının sahibi olan karma sermayeli şirketin değil ama
yerel yönetimin görevi olduğunu ileri sürdüğünü kaydetmektedir. Mahkeme’ye göre bu,
tümüyle kamu makamlarına yüklenebilir bir olaydır. Mahkeme burada, öngörülen imar
işlemlerinin gerçekleştirilmemesinin ve bunun sonucunda arazinin rezervde tutulmasının
kamu yararı ile ilgili herhangi bir nedene dayandığı sonucuna varılmasını sağlayacak bir
unsur görmemektedir.
23. Kısacası, bu olayın özel şartları içinde başvurucular, kamulaştırılmış mülkün yarattığı
artı değerden haksız bir şekilde yoksun bırakıldıkları ve bunun sonucu olarak söz konusu
kamulaştırma nedeniyle fiilen aşırı bir külfet altına sokuldukları iddiasında haklıdırlar. Bu
nedenle Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,
1. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
(...)
KARAR VERMİŞTİR.
30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE
♦ patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu—mülkiyetin kaybı
(şehir çöplüğündeki metan gazı sıkışması nedeniyle meydana gelen patlama sonucu meydana gelen heyelan nedeniyle civardaki tapusuz gecekonduların yıkılması) ■ mülkiyet hakkı—sahibi olunan şeyler kavramı
DAVANIN ESASI
1955 doğumlu olan başvurucu, halen doğduğu yer olan Siirt ili Şirvan ilçesinde oturmaktadır. Başvurucu olayların geçtiği tarihte, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yaptığı
köy koruculuğu görevinden ayrıldıktan sonra yerleştiği İstanbul Ümraniye’deki Kazım
Karabekir gecekondu mahallesinde, on iki yakınıyla birlikte yaşamaktadır.
736
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
A. Ümraniye çöplüğü ve başvurucunun yaşadığı yer
1970’lerin ilk yıllarından bu yana, Kazım Karabekir mahallesine bitişik bir gecekondu
mahallesi olan Hekimbaşı mahallesinde, ev atıklarının toplandığı bir çöplük bulunmaktadır. 22 Ocak 1960’ta Orman Müdürlüğüne (Bu nedenle Hazineye) ait olan arazinin
kullanımı doksan dokuz yıllığına İstanbul Belediyesine verilmiştir. Bir vadiye yukarıdan bakan eğimli bir arazi üzerindeki bu alan, yaklaşık 350,000 m2’lik bir genişliğe sahip olup, 1972’den bu yana Belediyenin ve nihai olarak Bakanlığın gözetim ve denetim
altında Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Ümraniye ilçeleri tarafından çöplük alanı olarak
kullanılmaktadır.
Bu alan çöplük olarak kullanılmaya başlandığı zaman henüz civarda yerleşim yeri yoktur
ve en yakın yapılaşma yaklaşık 3,5 km. uzaklıktadır. Bununla beraber, yıllar ilerledikçe
çöplüğü çevreleyen alanda izinsiz gecekondular yapılmaya başlanmış, sonunda bu bölgede Ümraniye’nin gecekondu mahalleleri meydana gelmiştir.
Ümraniye Belediyesinin Teknik Hizmetler Müdürlüğünün hazırladığı, Hekimbaşı ile Kazım Karabekir mahallelerini kapsayan resmi bir haritasına göre başvurucunun evi, Dereboyu Sokak ile Gerze Sokağın birleştiği köşede bulunmaktadır. Evin bir tarafı belediyeye
ait çöplüğe bitişik olup, 1978’den bu yana ilçe belediyesine bağlı bulunan Belediye Başkanlığının yetkisi içindedir.
B. Ümraniye Belediyesinin aldığı tedbirler
26 Mart 1989’daki yerel seçimlerin ardından Ümraniye Belediyesi, imar planını 1:1000
ölçeğinde değiştirmek istemiştir. Ancak karar mercileri, belediye çöplüğüne çok yakın bir
alanı içine aldığı için, bu planı reddetmişlerdir.
4 Aralık 1989’dan itibaren Ümraniye Belediyesi, çöplük alanını iyileştirmek için
Ümraniye’nin gecekondu mahallelerini çevreleyen alan üzerine toprak ve hafriyat yığınlarını dökmeye başlamıştır.
Ancak 15 Aralık 1989’da, Hekimbaşı’nda oturan M.C ve A.C., Üsküdar 4. Asliye Hukuk
Mahkemesinde belediye aleyhine tapu tescil davası açmışlardır. Bu kişiler arazilerine
verilen zarardan şikayetçi olmuşlar ve bu çalışmanın durdurulmasını istemişlerdir. M.C.
ve A.C. delil olarak, 1977’den beri 168900 vergi numarasıyla belediye vergisi ve emlak
vergisi ödemekle yükümlü olduklarını gösteren belgeler sunmuşlardır. 1983’te yetkililer
M.C. ve A.C.’den arazi ve binalarının düzenlenebilmesi için yasadışı binaları bildirim
için standart bir form doldurmalarını istemişlerdir (bk. aşağıda, §54). Bu iki şahsın 21
Ağustos 1989’da istekleri üzerine, belediyenin su ve kanalizasyon idaresi, bu kişilerin
evlerine sayaç takılmasına karar vermiştir. Ayrıca elektrik faturaları, su sayaçlarından alınan okumalara göre M.C. ve A.C.’nin kullandıkları su için düzenli ödemeler yaptıklarını
göstermektedir.
İlçe belediyesi Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği savunmada, M.C. ve A.C.’nin hak
iddia ettikleri arazinin çöplerin toplandığı yerde olduğunu; orada bulunan evlerin sağlık
koşullarına aykırı olduğunu; tapu için başvuru yapmış olmalarının kendilerine bir hak
vermediğini belirtmiştir.
2 Mayıs 1991’de Asliye Hukuk Mahkemesi, başvurucuların söz konusu arazi üzerindeki
haklarının kullanılmasına müdahalede bulunulduğu gerekçesiyle, M.C. ve A.C.’nin lehine karar vermiştir (dava no. 1989/1088). Ancak Yargıtay 2 Mart 1992’de bu kararı bozmuştur. 22 Ekim 1992’de Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıtay’ın kararına uyarak, M.C. ve
A.C.’nin taleplerini reddetmiştir.
737
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Çöplüğün geleceği ile ilgili incelemeler devam eken, Ümraniye Belediyesi, 15 Mayıs
1993’ten itibaren çöp dökülmesine izin verilmeyeceğini İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı’na bildirmiştir.
C. Kaza
28 Nisan 1993 günü sabah 11:00 sularında çöplük alanında metan gazı patlaması meydana gelmiştir. Basınç çıkışının sebep olduğu toprak kaymasının ardından, atıklar çöp yığınından kopmuş ve başvurucuya ait konutun da aralarında bulunduğu çöplüğün kurulduğu
vadinin tabanına yerleşmiş on civarında gecekondunun üzerine kaymıştır. Kazada otuz
dokuz kişi hayatını kaybetmiştir.
D. Bu olayla ilgili açılan soruşturmalar
1. İçişleri Bakanlığının girişimi
Kazanın hemen ardından, iki belediye zabıtası olayları tespit etmeye çalışmışlardır. Evini
1988’de yaptığını ifade eden başvurucu dâhil olmak üzere mağdurların ifadesini alan
zabıtalar, on üç evin tahrip olduğunu belirtmişlerdir.
Aynı gün, İstanbul Valiliği tarafından kurulan kriz masasından memurlar da olay yerine
gitmişler ve toprak kaymasının metan gazı patlamasından kaynaklandığını saptamışlardır.
Ertesi gün, 29 Nisan 1993’te, İçişleri Bakanlığı (“Bakanlık”), Belediye Başkanları Bay
Sözen ve Bay Öktem hakkında dava açılmasının gerekli olup olmadığı belirleyebilmek
için, felakete sebep olan olayları incelemekle Teftişi Kurulunu görevlendirmiştir.
2. Ceza soruşturması
Bu idari soruşturma devam ederken, 30 Nisan 1993’te Üsküdar Cumhuriyet Savcısı, farklı üniversitelerden üç inşaat mühendisi profesöründen oluşan bir bilirkişi heyetiyle kaza
yerine gitmiştir.
14 Mayıs 1993’te Cumhuriyet Savcısı, bazı mağdurların ve tanıkların ifadelerini almıştır.
Bilirkişi heyeti 18 Mayıs 1993’te raporunu Cumhuriyet Savcısına sunmuştur. Bu raporda
heyet ilk olarak, bu bölge için 1:5000 ölçeğinde bir imar planı bulunmadığını, 1:1000
ölçeğindeki nazım planının da onaylanmadığını ve yığın altında kalan evlerden çoğunun
aslında nazım planın kapsadığı alanın dışında çöp alanının uzak kenarında bulunduğunu
ifade etmiştir. Bilirkişiler, zaten sağlam olmayan zemini etkileyen toprak kaymasının,
hem çöplüğün içindeki gazın basıncının açığa çıkmasıyla ve hem de gaz patlamasıyla
açıklanabileceğini belirtmişlerdir.
21 Mayıs 1993’te Cumhuriyet Savcısı 1974-1993 yıllan arasında kusurlu görülen idari
yetkililer, yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ümraniye Belediyesi, Çevre Bakanlığı
ve Hükümet yetkilileri bakımından kişi bakımından (ratione personae) yetkisizlik kararı
vermiştir. Cumhuriyet Savcısı bu olayın Memurin Muhakemat-ı Kanunu kapsamına girdiğini belirterek, bu kanunun uygulaması İstanbul İl İdare Kurulunu ilgilendirdiğinden,
dosyayı İstanbul Valiliğine göndermiştir. Bununla birlikte Cumhuriyet Savcısı verdiği
kararda, söz konusu yetkililere uygulanabilecek olan yasa hükümlerinin, Ceza Kanununun görevi ihmal suçuyla ilgili 230. maddesi ve tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu adam
öldürme suçuyla ilgili 455(2). fıkrası olduğunu belirtmiştir.
Bu olay, başvurucu gibi sadece mağdur değil ama aynı zamanda Ceza Kanununun 455(2).
fıkrasına göre sanık olan gecekondu sakinlerinin kusurlarıyla da ilgili olduğundan, Cumhuriyet Savcısı aynı Kanunun 10 ve 15. maddeleri göz önünde tutulduğunda, bu kişilerin
şikayetlerini ayırmanın mümkün olmadığını ifade etmiştir.
738
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
27 Mayıs 1993’te, soruşturmayı tamamlayan Cumhuriyet Savcılığının dosyası Bakanlığa
göndermiştir.
3. Yetkililer hakkındaki idari soruşturmanın sonucu
27 Mayıs 1993’te Teftiş Kurulu, yaptığı soruşturmanın sonuçlarını göz önünde tutarak,
olayda suça karıştığı düşünülen iki belediye başkanı hakkında cezai soruşturma açılmasına izin vermesi için Bakanlıktan izin istemiştir.
Teftiş Kurulunun istediği izin 17 Haziran 1993’te verilmiş, Bakanlıktan bir başmüfettiş
olayı soruşturmakla görevlendirilmiştir.
Başmüfettiş, düzenlenen soruşturma dosyasının ışığında, Bay Sözen ve Bay Öktem’in
ifadelerini almıştır. Bay Öktem, Aralık 1989’da kendi belediyesinin Hekimbaşı gecekondu bölgesinde toprak dökme çalışmalarına başladığını, ancak burada oturan iki kişinin
talebi üzerine çalışmaların durdurulduğunu ifade etmiştir (bk. yukarıda §11).
Başmüfettiş, 9 Temmuz 1993’te raporunu tamamlamıştır. Raporda, şimdiye kadar görevlendirilen bilirkişilerin vardığı sonuç onaylamış ve Cumhuriyet Savcısının topladığı
bütün deliller dikkate alınmıştır. Raporda ayrıca, biri Çevre Bakanlığından bir mühendisin diğeri Boğaziçi Üniversitesinden bir profesörün hazırladıkları ve İstanbul Valiliğine
gönderilen iki bilimsel görüşe de yer vermiştir. Bu iki görüş, ölümlere neden olan toprak
kaymasının metan gazı patlamasından kaynaklandığını teyit etmiştir.
4. Başvurucuya konut yardımının yapılması
Bu arada, Büyükşehir Belediyesi Mesken ve Gecekondu Müdürlüğü başvurucuya, Büyükşehir Belediyesinin 25 Mayıs 1993 tarihli bir kararla (no. 1739), ihtiyaç sahipleri
için yaptırılmış olan Çobançeşme’deki (Eyüp, Alibeyköy) siteden bir daire tahsis ettiğini bildirerek, Müdürlük ile temasa geçmesini istemiştir. Başvurucu, 18 Haziran 1993’te
sitenin C-1 bloğundaki 7 no’lu daireyi üzerine almak için imza atmıştır. Bu işlem Belediyenin 17 Eylül 1993 tarihli kararıyla (no. 3927) resmiyet kazanmıştır. Başvurucu 13
Kasım 1993’te sözleşme yerine geçen ve bu dairenin 1/4’ü peşin, kalanı ayda 732,844 TL
ödenmek üzere toplam 125,000,000 TL’ye kendisine “satıldığını” belirten noterden bir
beyanname imzalamıştır.
İlk ödemenin daha sonra İstanbul Valiliğine yapıldığı, Valiliğin de bunu Büyükşehir Belediyesine gönderdiği anlaşılmaktadır. Başvurucu ilk aylık taksiti 9 Kasım 1993’te yatırmış ve 1996 Haziranına kadar ödemeye devam etmiştir. Bu arada başvurucu 23 Şubat
1995’ten önce, bu daireyi aylık 2.000.000 TL karşılığı H.Ö.’ye kiralamıştır. Yetkili makamların Ocak 1996’dan itibaren, ödenmemiş taksitleri tahsil edebilmek için icra takibine
başvurmaları gerekmiştir.
Belediyeye olan borcunu ödeyen başvurucu, 24 Mart 1998 tarihinde peşin olarak 20,000
Alman Markı karşılığında dairesini E.B.’ye satmak için noterden sözleşme yapmıştır.
5. Yetkililer hakkında açılan ceza davası
İl İdare Kurulu, 15 Temmuz 1993 tarihinde başmüfettişin raporuna dayanarak, Bay Sözen
ve Bay Öktem’in Türk Ceza Kanununun 230. maddesini ihlal ettikleri gerekçesiyle haklarında cezai kovuşturma yapılmasına çoğunlukla karar vermiştir.
Sözen ve Öktem, bu kararın iptali için Danıştay’a başvurmuşlardır. Danıştay 18 Ocak
1995’te başvuruyu reddetmiştir. Sonuç olarak soruşturma dosyası, 30 Mart 1995’te savcılığa gönderilmiştir. Savcı iki belediye başkanı hakkında İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açmıştır.
739
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama 29 Mayıs 1995’te başlamıştır. Sözen duruşmada,
başka şeylerin yanı sıra, kendisinin olmayan görevleri yerine getirmesinin kendisinden
beklenemeyeceğini ve 1970’ten beri süregelen bir durumdan tek başına sorumlu tutulamayacağını ifade etmiştir. Sözen Türkiye’de bulunan diğer 2,000 çöplük yenileştirilmezken kendisinin Ümraniye Çöplüğünü yenileştirmediği için suçlanamayacağını; bu
bağlamda Büyükşehir Belediyesinin her şeye rağmen bazı önlemler aldığını, ancak atıklar dökülmeye devam ettiği sürece çöplüğün tamamen iyileştirilemeyeceğini belirtmiştir.
Sözen son olarak şöyle demiştir: “Görevi ihmal kastıyla hareket etmediğim için ve [olay
ile ihmalim] arasında bir nedensellik ilişkisi bulunmadığından, görevi ihmal suçunun unsurları oluşmamıştır.”
Öktem ise çöp yığınları altında kalan evlerin, Belediye Başkanı seçildiği 26 Mart
1989’daki seçimden önce yapıldığını ve o zamandan itibaren kendisinin gecekondulaşmaya izin vermediğini belirtmiştir. Öktem, İstanbul Büyükşehir Belediyesini ve İstanbul
Valiliğini sorunlara karşı kayıtsız kalmakla suçlayarak, burada yasadışı konutların yapımını engellemenin Orman Müdürlüğü memurlarının görevi olduğunu ve İlçe Belediyesi
olarak bu evleri yıkmak için gerekli aracı bulunmadığını savunmuştur.
Ceza Mahkemesi 4 Nisan 1996’da verdiği kararda, iki belediye başkanının savunmalarını
temelsiz kabul ederek, onları iddia edildiği şekilde suçlu bulmuştur.
Ceza Mahkemesi Sözen’e ve Öktem’e Türk Ceza Kanununun 230. maddesindeki asgari
hadden üç ay hapis ve 160,000 TL para cezası vermiştir. Bu mahkeme, 647 sayılı Kanunun 4(1). fıkrası gereğince hapis cezalarını para cezasına çevirmiş ve sonuç olarak para
cezası 610,000 TL olmuştur. Sanıkların tekrar suç işlemeyeceklerine kanaat getiren Ceza
Mahkemesi, aynı Kanunun 6. maddesine göre cezaları ertelemiştir.
İki belediye başkanı da kararı temyiz etmiştir. Belediye Başkanları, Ceza Mahkemesinin olayları değerlendirirken Ceza Kanununun 230. maddesinin dışına çıktığını ve olayı
Ceza Kanununun 455. maddesindeki taksirle adam öldürme şeklinde ele aldığını ifade
etmişlerdir.
Yargıtay, 10 Kasım 1997’de verdiği bir kararla Ceza Mahkemesinin kararını onamıştır.
Başvurucunun hiç bir zaman bu davadan haberdar edilmediği, ceza mahkemelerine veya
idari soruşturma yapan birimlere ifade vermediği gibi herhangi bir mahkeme kararının da
başvurucuya tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır.
6. Başvurucunun açtığı idari dava
Başvurucu 3 Eylül 1993’te, maddi ve manevi tazminat için Ümraniye Belediyesine, İstanbul Büyükşehir Belediyesine, İçişleri Bakanlığına ve Çevre Bakanlığına başvurmuştur.
16 Eylül 1993 tarihli yazıyla Ümraniye Belediye Başkanlığı ve 2 Kasım 1993 tarihli
yazıyla Çevre Bakanlığı başvurucunun tazminat taleplerini reddetmişlerdir. Diğer makamlar cevap vermemişlerdir.
Başvurucu daha sonra üç oğlu ve kendi adına, bu dört idari kuruluşa karşı İstanbul İdare
Mahkemesinde tazminat davası açmıştır. Başvurucu bu kuruluşların hizmet kusurlarının, yakınlarının ölümüne, evinin ve evindeki eşyaların yok olmasına neden olduğundan
şikayetçi olmuş ve yukarıda sözü edilen miktarların ödenmesine hükmedilmesini talep
etmiştir. 4 Ocak 1994’te başvurucuya adli yardım verilmiştir.
İdare Mahkemesi 30 Kasım 1995’te kararını vermiştir. İdare Mahkemesi 18 Mayıs 1993
tarihli bilirkişi raporuna dayanarak, 28 Nisan 1993’teki kaza ile söz konusu dört kuruluşun gösterdiği ihmal arasında doğrudan bir nedensellik bağı bulunduğunu tespit etmiştir.
740
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Buna göre mahkeme, bu kuruluşların başvurucuya ve çocuklarına 100.000.000 TL manevi ve 10.000.000 TL maddi tazminat ödemelerine hükmetmiştir ( o tarihte bu meblağlar
2,077 Euro ile 208 Euro’ya karşılık gelmektedir).
Hakkaniyet esasına göre belirlenen maddi tazminat miktarı, başvurucunun elektrikli ev
eşyalarına da sahip olabileceği dikkate alınmadan, sadece diğer ev eşyalarıyla sınırlı tutulmuştur. Bu noktada mahkemenin, yetkililerin “bu evlerin ne suyu ne elektriği vardı” savunmasını kabul ettiği anlaşılmaktadır. İdare Mahkemesi, başvurucunun zarardan kısmen
kendisinin de sorumlu olduğu ve mağdurların ailenin geçimine katkıda bulunabilecek
ücretli işleri bulunmayan küçük çocuklar ile ev hanımları oldukları gerekçesiyle başvurucunun destekten yoksun kaldığını iddia edemeyeceğini belirtmiş ve diğer tazminat taleplerini reddetmiştir. Ayrıca bu mahkemeye göre, Ümraniye Belediyesinin gecekonduyu
yıkmak için herhangi bir engel bulunmadığı halde yıkma yetkisini kullanmadığı ve başvurucuya kazadan sonra devlet yardımı olarak bir ev tahsis edildiği göz önünde tutulacak
olursa, başvurucu gecekondusunun yıkılması nedeniyle tazminat talebinde bulunamaz.
Mahkeme son olarak, manevi tazminata faiz uygulanmamasına karar vermiştir.
Danıştay 21 Nisan 1998’deki kararıyla temyizi başvurularını reddetmiştir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin karar düzeltme talebi de olumsuz sonuçlanmış, böylece karar kesinleşmiş ve 10 Ağustos 1998’de başvurucuya tebliğ edilmiştir.
Hükmedilen tazminat henüz ödenmemiştir.
7. Gecekondu sakinleri aleyhine açılan ceza davasının sonucu
22 Aralık 2000’de yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasa, 23 Nisan 1999’dan önce işlenmiş
olan bazı suçlarla ilgili görülmekte olan davaların ertelenmesini öngörmüştür.
Adalet Bakanlığı 22 Nisan 2003’te İstanbul Cumhuriyet Savcılığına gönderdiği yazıda,
gecekondu sakinleriyle ilgili devam etmekte olan cezai soruşturmayı sonuçlandırmanın
mümkün olmadığını, bu kişilerle ilgili tek kararın 21 Mayıs 1993’teki bir görevsizlik
kararı olduğunu ve kendileri aleyhindeki suçlamanın 28 Nisan 2003’te zamanaşımına
uğrayacağını bildirmiştir.
Sonuç olarak, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı 24 Nisan 2003’te, başvurucu dâhil olmak
üzere gecekondu sakinleri aleyhine ceza davası açılmasının ertelenmesine karar vermiş,
dört gün sonra da kendileri aleyhindeki cezai soruşturma zamanaşımına uğramıştır.
HÜKÜM GEREKÇESİ
(...)
I. Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlali iddiası
(...)
II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası
119. Başvurucu, evinin ve tüm taşınabilir mallarının kaybıyla sonuçlanan ulusal makamların kusurlarından Devletin sorumlu tutulması gerektiğini iddia etmiş ve uğradığı zarar
için kendisine tazminat ödenmediğinden şikâyetçi olmuştur. (...)
120. Hükümet, bu bağlamda bir ihlal olmadığını savunmuştur.
A. Uygulanabilirlik: “sahibi olduğu şey” bulunup bulunmadığı
(...)
741
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
3. Mahkeme’nin değerlendirmesi
124. Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesinin ilk kısmındaki “sahibi olduğu şey”
(possessions) kavramının, maddi şeylere sahip olmakla sınırlı olmayan ve iç hukuktaki
resmi sınıflandırmadan bağımsız, özerk bir anlamı olduğunu hatırlatır. Burada incelenmesi gereken husus, olayın içinde bulunduğu şartlar bir bütün olarak ele alındığında,
başvurucuya bu maddeyle korunan ayni bir hak verip vermediğidir (Zwierzynski, §63).
Buna göre, maddi şeylerin yanı sıra, bir değer oluşturan belirli bazı haklar ve menfaatler
de bu hüküm bakımından “mülkiyet hakkı” ve Bu nedenle “sahibi olduğu şey” olarak görülebilir (latridis [BD], §54; Beyeler, [BD], §100). “Sahibi olduğu şey” kavramı, “mevcut
şeyler” ile sınırlı olmayıp, başvurucunun mülkiyet hakkından fiilen yararlanabilmek için
en azından makul ve “meşru beklentisi” bulunduğunu savunabileceği talepleri de içeren
değerleri kapsar (Prince Hans-Adam II of Liechtenstein, [BD], §83).
125. Başvurucunun meskenini Türk imar mevzuatına aykırı olarak inşa ettiği ve ilgili teknik standartlara uymadığı veya işgal ettiği arazinin Hazineye ait olduğu, Mahkeme önünde tartışma konusu olmamıştır. Ancak taraflar, başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “sahibi olduğu şey”e sahibi olup olmadığı konusunda farklı
düşünmektedirler.
126. İlk olarak başvurucu, meskenin üzerinde inşa edildiği ve 28 Nisan 1993’e kadar
bu şekilde işgal edilen araziye ilişkin olarak, söz konusu usule göre arazinin mülkiyetini kazanması için gerekli işlemleri yapmasının önünde hiçbir bir engel bulunmadığım
belirtmiştir.
Ancak Mahkeme’nin bu spekülatif savı kabul etmesi mümkün değildir. Aslında taraflar ayrıntılı bilgi sunmadığından, Hekimbaşı mahallesinin aksine (bk. yukarıda §11),
Mahkeme’nin Kazım Karabekir mahallesinin gecekondu-rehabilitasyon planına dahil
olup olmadığını; başvurucunun söz konusu tarihte işgal etmiş olduğu kamu arazisinin
mülkiyetini kazanmak için imar mevzuatı uyarınca gerekli şekil şartlarını taşıyıp taşımadığını (bk. yukarıda §54) belirlemesi mümkün olmamıştır. Her halükarda başvurucu,
hiçbir zaman bu yönde bir adım atmadığını kabul etmiştir.
Bu şartlarda Mahkeme, başvurucunun bir gün söz konusu arazinin kendisine devredileceği ümidinin, dava hakkı doğurduğu yeterince kanıtlanmış bir iddia ve Bu nedenle
Mahkeme’nin içtihatları anlamında ayrı bir “sahibi olduğu şey” oluşturduğunu kabul edemez (Kopecky, [BD], §25-26).
127. Bunun dışında, başvurucunun meskeni konusunda ise farklı düşünceler geçerlidir.
Mahkeme’nin bu bağlamda, başvurucunun eylemlerinin Devlet makamları tarafından
hoş görüldüğü sonucuna varmasını sağlayan yukarıda belirtilen gerekçelere (bk. yukarıda
§105 ve 106) atıfta bulunması yeterlidir. Bu gerekçeler, Birinci Protokolün 1. maddesi
bağlamında da geçerli olup, yetkililerin başvurucu ve akrabalarının meskenleri ile taşınabilir malları üzerinde mülkiyet hakları bulunduğunu de facto biçimde kabul ettikleri
sonucunu desteklemektedir.
128. Bu noktada Mahkeme, ilgili makamların neredeyse beş yıldır haberdar oldukları
usulsüzlükler (bk. yukarıda §122) nedeniyle başvurucu ve akrabalarının bu şekilde eleştirilmesini kabul edemez.
Tabi ki Mahkeme, imar planlarının ve bunlardan doğan tedbirlerin seçiminde ve uygulanmasında çeşitli yerel etkenleri kapsayan bir takdir yetkisinin mevcut olduğunu kabul
etmektedir. Ancak mevcut olaydaki gibi bir sorunla karşılaşıldığında, yetkililer bu takdir
yetkilerine dayanamazlar; çünkü bunun kendilerini zamanında, gerektiği gibi ve her şeyden öte kararlı bir şekilde hareket etme görevlerinden muaf tutması beklenemez.
742
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Mevcut olayda durum böyle değildir; zira kaçak yapıları engellemeye yönelik mevzuatın
uygulanmasında Türk toplumunda yaratılan belirsizlik nedeniyle, başvurucunun meskenine ilişkin durumun bir gecede değişebileceğini düşünmesi elbette mümkün değildir.
129. Mahkeme, başvurucunun meskeni üzerinde mülkiyet hakkının, Birinci Protokolün
1. maddesinin ilk cümlesi anlamında ayni bir hak ve Bu nedenle “sahibi olduğu şey”
oluşturmaya yetecek niteliğe sahip olduğu ve yeterince tanındığı kanısındadır.
B. Uygunluk
(...)
3. Mahkeme’nin değerlendirmesi
133. Mahkeme, maddi ve hukuki durumun karmaşıklığının mevcut olayın Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesine veya ikinci fıkrasına girmesini
engellediği (Beyeler, §98), ayrıca başvurucunun Devlet’in eylemi nedeniyle değil ama
eylemsizliği nedeniyle şikayetçi olduğunun göz önünde tutulması gerektiği görüşündedir.
Bu nedenle Mahkeme, olayı birinci fıkranın ilk cümlesindeki mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanmayı getiren genel kuralın ışığında incelemesi gerektiği kanısındadır.
134. Bu bağlamda Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından özü itibarıyla ortaya konmuş olan (Bielectric S.r.l. – İtalya [k.k], no. 36811/97) bir ilkeyi yeniden
vurgular. Buna göre bu maddeyle korunan hakkın gerçekten ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi, devletin sadece müdahale etmekten kaçınmasına bağlanamaz, ama özellikle
başvurucunun yetkililerden meşru beklentisinin olduğu tedbirler ile sahibi olduğu şeyden
etkili bir biçimde yararlanabilmesi arasında doğrudan bir bağ bulunduğu durumlarda,
pozitif koruma tedbirleri alınmasını da gerektirebilir.
135. Mevcut olayda devlete isnat olunabilecek ağır kusur ile can kayıpları arasında kurulan nedensellik bağı, hiç kuşkusuz başvurucunun evinin yıkılması için de geçerlidir.
Mahkeme’ye göre ortaya çıkan sonuç bir “müdahale” değil, ama pozitif yükümlülüğün
ihlalini oluşturmaktadır; çünkü kamu görevlileri ve makamları başvurucunun mülkiyet
hakkını korumak için yetkileri içinde bulunan her şeyi yapmamışlardır.
Türk yetkililerinin insani sebeplerle başvurucunun evini yıkmaktan kaçındıkları için eleştirilemeyeceklerini ileri süren (bk. yukarıda §80 ve 131) Hükümetin iddiasının, Birinci
Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen “meşru amaç” konusuna yönelik bir
iddia olduğu anlaşılmaktadır.
136. Ne var ki Mahkeme bu savı kabul edememekte ve Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal
edildiği iddialarına ilişkin olarak gösterilen gerekçelerin aynısıyla (bk. yukarıda §106
ve 108) Birinci Protokolün 1. maddesindeki pozitif yükümlülüğün, ulusal makamların
başvurucunun evinin yıkılmasını önlemek için yukarıda belirtilen tedbirleri almasını gerektirdiği sonucuna varmaktadır.
137. Bu tedbirlerin alınmadığı açık olduğuna göre Mahkeme’nin, Hükümetin başvurucuya önemli miktarda maddi tazminat ödendiği ve çok uygun şartlarla konut tahsis ettiği
için, başvurucunun mülkiyet hakkından barışçıl bir biçimde yararlanma hakkının ihlal
edildiğini öne süremeyeceğine dair görüşüne yanıt vermesi gerekmektedir.
Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Söz konusu konutun uygun şartlarla satılmasının, mevcut olayda belirlenen ihmalin sonuçlarını kısmen giderdiği kabul edilse bile,
bunun başvurucunun uğradığı zarar için yeterli bir tazminat oluşturduğunu düşünmek
mümkün değildir. Bu nedenle, özellikle satış senedinde ve dosyadaki diğer belgelerde
başvurucunun mülkiyetinden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiğinin
743
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
yetkili makamlar tarafından kabul edildiğini gösteren bir şey bulunmadığından, sağlanan
bu avantajlar başvurucunun “mağdur”luk statüsünü ortadan kaldırmamıştır (Amuur, §36;
Dalban, [BD], §44).
Maddi zarara karşılık verilen tazminatla ilgili olarak, nihai karar verilmiş olmasına rağmen bu miktarın hala ödenmemiş olduğunu (bk. yukarıda §42) belirtmek yeterlidir; bu
durumu, Birinci Protokolün 1. maddesi ile korunduğu kabul edilen bir kararın uygulanması hakkına yapılan bir müdahaleden başka bir şey olarak görmek mümkün değildir
(Antonakopoulos, Vortsela ve Antonakopoulou, §31).
Ancak Mahkeme, Sözleşme’nin 13. maddesi uyarınca yaptığı değerlendirme göz önünde
tutulduğunda, bu konuyu re’sen incelemesinin gerekli olmadığı kanısındadır.
138. Bu nedenle mevcut olayda Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
BU GEREKÇELERLE MAHKEME,
(...)
İkiye karşı on beş oyla, Birinci Protokolün l. maddesinin ihlaline;
(...)
KARAR VERMİŞTİR.
Sözleşme madde 45 §2 ve Mahkeme İç Tüzüğü 74 §2 uyarınca aşağıdaki görüşler karara
eklenmiştir:
(a) Yargıç Türmen’in kısmi muhalefet şerhi;
(b) Yargıç Mularoni’nin kısmi muhalefet şerhi.
09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE
♦ tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı (başvurucu
vakfın taşınmazları kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapularının iptalinin mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturması, 2762 sayılı Yasanın 1936 beyannamesinde yer alanlar dışında
taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan bir hüküm içermemesi, başvurucu vakfın kazanımlarını valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille geçerli kılınmış olması, başvurucu vakfın
taşınmazları hukuka uygun olarak kazanmasından yıllar sonra kabul edilmiş bir içtihadı
uygulayarak taşınmaz tescilinin iptalinin başvurucu vakıf tarafından önceden görülemeyen
bir müdahale oluşturması, başvurucu vakıf 38 ve 44 yıl meşru hak sahibi olarak taşınmazlardan yararlandığı ve vergisini ödediği halde sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına
müdahalenin hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmaması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik
DAVANIN ESASI
Başvurucu Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Fener’deki
Rum Lisesinde eğitime kolaylık sağlamak amacıyla Türk hukukuna göre kurulmuş bir
vakıftır. Vakfın kuruluş senedi, dini azınlıklar için kamu hizmetlerinde bulunan vakıfların
korunmasını da sağlayan 1923 tarihli Lozan Andlaşlamasına uygundur. Vakıf, Osmanlı
İmparatorluğu zamanında kurulan vakıflardandır. Cumhuriyetin ilanından sonra kendisine tüzel kişilik de kazandıran 13 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayılı Kanunla tüzüğü
yeniden düzenlenmiştir.
2762 sayılı Vakıflar Kanunu, Osmanlı’dan intikal eden vakıfların taşınmaz mallarını tapuya tescil ettirme yükümlülüğü getirmemiştir. Ancak bu Yasanın geçici maddesi, bu vakıfların üç ay içinde, idare ettikleri vakfiyelerin niteliklerini, gelir kaynaklarını ve bunların
744
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
sarf ve tahsis yerlerini gösterir bir ‘beyanname’ vermelerini zorunlu kılmıştır. Başvurucu
Vakıf buna göre bir beyanname sunmuştur.
Başvurucu vakıf daha sonra 1952 yılında İstanbul’daki bir binanın bir kısmını bağış olarak kabul etmiş ve 1958 yılında bir bina satın almıştır. Başvurucu vakıf bu işlemler için
o tarihte yürürlükteki hükümlere göre Valilikten izin almış ve taşınmazları kendisi adına tapuya tescil edilmiştir. İstanbul Valiliğinin 3 Ekim 1952 tarihinde verdiği bir belge
şöyledir:
“Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, vakıflara ilişkin yasaya göre taşınmaz mal edinme ehliyeti olan bir tüzel kişidir. (...) tarafından oluşan yönetim kurulunca yönetilmektedir. Bu
belge, Beyoğlu tapu sicil müdürlüğünün 3 Ekim 1952 tarihli talebinin ardından, (...) yer
alan ilgili taşınmazın 29 Aralık 1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu Sicil Kanununun 2. maddesine göre devri için verilmiştir.” Ardından söz konusu taşınmaz tapu siciline kaydedilmiştir. Başvurucu taşınmazla ilgili vergi ve harçları ödemiştir.
Başvurucu aynı şekilde 16 Aralık 1958’de satın alma yoluyla başka bir taşınmazın bir
kısmının mülkiyetini kazanmıştır. 15 Kasım 1958’de İstanbul Valiliği, tapu sicil kanununun 2. maddesinin aradığı ve “Fener Rum Erkek Lisesi Vakfının, vakıflar kanununa
göre taşınmaz mal edinme ehliyeti olan bir vakıf” olduğunu belirten bir belge vermiştir.
Böylece başvurucu tapu siciline malik olarak kaydedilmiş ve taşınmazla ilgili harç ve
vergileri ödemiştir.
Yargıtay, 8 Mayıs 1974 tarihli bir içtihadında, 1936 yılında verilen beyannamelerin, vakıfların hukuki statülerini belirleyen vakıf senedi olduklarını belirtmiştir. Buna göre bu
vakıflar, beyannamelerde aksine açık bir düzenleme bulunmaması halinde, beyannamede
yer alanların dışında taşınmaz mal edinemeyeceklerdir. Yargıtay’a göre vakıf niteliğini
kazanan cemaatlere ait kuruluşların vakıfnameleri bulunmadığı için, bunların süresinde
verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Yine
Yargıtay’a göre, nasıl ki vakıfnamede mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf
tüzel kişiliği mal edinemezse, beyannamelerinde bağış kabul edecekleri yolunda açıklık
olmayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse vasiyet yolu ile taşınmaz
iktisap edemezler.
Mevcut olayda Hazine 1992 yılında, başvurucu vakfın 1952 ve 1958 yıllarında edindiği bu taşınmazların tapularının iptali talebiyle dava açmıştır. Başvurucu, Asliye Hukuk
Mahkemesinde Hazinenin 1936 tarihli beyannamesine ilişkin nitelemesine itiraz etmiştir.
Özellikle, bu beyannamenin, malvarlığını ve gelirlerini kaydetmek için devlet tarafından
istendiğini ve kurucu işlem olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Tapu Sicil Kanununa göre de bu vakıfların taşınmaz mal edinme ehliyetlerinin olduğunu iddia etmiştir.
İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996 tarihide verdiği kararı, kendisine sunulan
bir bilirkişi raporuna dayandırmıştır. Bu rapora göre yukarıda sözü edilen Yargıtay’ın 8
Mayıs 1974 tarihli kararı gereğince, üyelerini Lozan Antlaşmasında tanımlanan dinsel
azınlıkların oluşturduğu ve kuruluş senedlerinde taşınmaz mal edinme yetkileri bulunmayan vakıflar, sonradan taşınmaz mal edinemezler ve bağış kabul edemezler. Asliye Hukuk
Mahkemesi, başvurucunun tapularının iptaline ve bu taşınmazların eski malikleri adına
tapuya tesciline aşağıdaki gerekçeyle karar vermiştir:
“Hazinenin beyanında olduğu gibi, davalı vakıf 1936 tarihli beyannamesinde, 2762 sayılı
kanun hükümlerine aykırı olarak, satın alma veya bağışla kazandığı uyuşmazlık konusu
taşınmazları belirtmemiştir. Bu nedenle, bilirkişi raporunda da belirtildiği gibi, bu kazanımlar kanuni temelden yoksun olup, sonuç olarak tescillerinin iptaliyle eski maliklerinin
adına tescil edilmelidirler.”
745
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Başvurucu, 17 Nisan 1996’da temyize başvurmuştur. Özellikle, 1. Protokolün 1. maddesinde yer alan, mülkiyet hakkına saygı gösterilmesini istemiştir. Temyiz talebi 11 Haziran
1996’da reddedilmiştir. 9 Aralık 1996’da Temyiz Mahkemesi başvurucunun karar düzeltme talebini reddetmiştir.
16 Ekim 2000’de başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğünden (“Müdürlük”) tüzüğünün
değiştirilmesini talep etmiştir. Taşınmaz mal edinme hakkını veren yeni bir vakıf senedi
düzenlenmesini istemiştir. Talep 20 Ekim 2000’de reddedilmiştir. Kararın gerekçesinde,
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunu 8 Mayıs 1974 tarihli kararına atıfta bulunarak, 1936’da
teslim edilen azınlık vakıfları beyannamelerin bu kurumların vakıf senedi yerine geçtiğini ve kamu düzeninden kaynaklanan nedenlerle değiştirilmelerinin söz konusu olmadığı
belirtilmiştir.Hükümet, tapu iptallerinin ancak 2002’de gerçekleştiğini söylemiştir.
İç hukuk: Osmanlı İmparatorluğu hukuk sisteminde 1912 yılına kadar vakıflar tüzel kişilik olarak kabul edilmemişlerdir. Tüzel kişilikleri olmadığından, taşınmazlarını ölmüş
aziz kişiler veya güvendikleri yaşayan kişiler üzerine kaydettirmişlerdir. Hicri 16 Şubat
1328 (1912) tarihli yasa vakıflara tüzel kişilik tanımış ve mülk sahibi olabilmelerini sağlamıştır. Bu yasaya göre vakıflar taşınmaz mallarını tapu siciline kaydettirmişlerdi.
1923’te cumhuriyetin ilanından sonra Medeni Kanun ve onun yürürlük ve uygulama şekli
hakkındaki 864 sayılı kanun 4 Ekim 1926’ da yürürlüğe girmiştir.
Yargıtay, 8 Mayıs 1974 tarihli bir kararında, 1936 yılında verilen beyannamelerin, vakıfların hukuki statülerini belirleyen vakıf senedi olduklarına karar vermiştir. Beyannamelerde aksine açık bir düzenleme olmaması halinde, beyannamede yer alanların dışında taşınmaz mal edinemeyeceklerini belirtmiştir. Yargıtay, bu tür vakıfların beyannamelerinde
yer alanların dışında taşınmaz mal edinmelerini milli güvenliği tehdit olarak görmüştür.
Yargıtay kararında bunu şöyle ifade etmiştir:
“Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır (...). Bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde,
Devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır.
Vakıflar Kanununun 1. maddesinin son fıkrasında, cemaatlerin ve esnafa ait vakıfların
kendileri tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetileceği öngörülmüş, böylece bunlar,
tüzel kişiliklerine dokunulmamak üzere bir statüye bağlanmıştır. Vakıflar Kanununun 44.
maddesinde, (16 Şubat 1328 tarihli Kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş
defterleri ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin vakıflar kütüğüne geçeceği
hükmü yer almıştır. Bu suretle, vakıf niteliği kazanan cemaatlere ait hayri, ilmi, bedii
amaçlar güden kuruluşların düzenlenmiş vakıfnameleri bulunmadığı için az önce belirtilen 44. madde gereğince bunların süresinde verdikleri beyannamelerinin (vakıfname)
olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, vakıfname de mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzel kişiliği mal edinemezse; beyannamelerinde bağış kabul
edecekleri yolunda açıklık olmayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse
vasiyet yolu ile taşınmaz iktisap edemezler (...)”.
Daha sonra, 2002 yılında vakıfların statüsüne ilişkin mevzuatta değişiklik yapılmıştır. 9
Ağustos 2002 tarih ve 4771 sayılı kanunun 4. maddesine göre:
“A) 05/06/1935 tarihli ve 2762 sayılı Vakıflar Kanununun 1 inci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Bakanlar Kurulunun izniyle dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere
taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.
746
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Bu vakıfların dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun, tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira
sözleşmeleri ve diğer belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde başvurulması halinde vakıf adına tescil olunur. Cemaat
vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar da bu madde hükümlerine
tabidir.”
Öte yandan, 2 Ocak 2003 tarih ve 4778 sayılı yasanın 3. maddesi, Cemaat vakıflarının,
vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, taşınmaz mal edinebileceklerini ve taşınmaz
malları üzerinde tasarrufta bulunabileceklerini öngörmektedir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
(...)
II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği iddiası
35. Başvurucu, vakıflara ilişkin mevzuatın ve bunun mahkemeler tarafından yorumlanışının Birinci Protokolün 1. maddesiyle güvence altına alınan mülkiyet hakkını ihlal ettiğini
iddia etmiştir.
A. Tarafların görüşleri
(...)
B. Mahkemenin değerlendirmesi
44. Mahkeme, başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesine göre korunmaya değer
bir malvarlığı bulunup bulunmadığı konusunda tarafların farklı görüşleri bulunduğunu
kaydetmiştir. Mahkeme’ye göre ilk önce, taşınmaz mal iktisapları iptal edildiğine göre,
başvurucunun içinde bulunduğu hukuki durumunun tespiti için, satın alma ve bağış yoluyla iktisap ettiği taşınmazların Birinci Protokolün 1. maddesindeki mallardan olup olmadığının tespiti gerekir.
1. Bir müdahalenin varlığı
45. Mahkeme Birinci Protokolün 1. maddesi devlete, mülkiyet hakkının kullanılmasına
kamu makamları tarafından sadece keyfi müdahalede bulunmama değil, ama aynı zamanda bu hakkın etkili bir biçimde kullanımı için devlete pozitif yükümlülükler de yükleyebileceğini kabul etmiştir (Broniowski, §143).
Bu maddenin ihlal edildiğinin iddia edildiği davalarda Mahkeme, devletin eylemi veya
ihmali nedeniyle, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında bir denge kurulup kurulmadığını ve kişinin ağır ve orantısız külfet yüklenmek zorunda kalıp kalmadığını belirlemek zorundadır (Sporrong ve Lönnroth, §69).
46. Mahkeme, devletin eyleminin Birinci Protokolünün 1. maddesine uygunluğunu değerlendirirken, Sözleşme’nin amacının hakları “pratik ve etkili” bir şekilde korumak
olduğunu göz önünde tutarak, somut olayda yer alan tüm menfaatleri bütünsel bir değerlendirmeye tabi tutar. Mahkeme, görünenin ötesine geçerek uyuşmazlık konusunun
gerçekliğini araştırmalıdır. Gerçekten de, genel bir yararın söz konusu olduğu olaylarda
yetkilerin zamanında, doğru bir şekilde ve tutarlılık içinde kullanılmaları gerekir (Vasilescu, §51).
47. Mahkeme, başvurucunun 1952 ve 1958 yıllarında tapu senediyle maliki olduğu taşınmazlardan Yargıtay tarafından tapuların 17 Nisan 1996 tarihinde kesin olarak iptal
edilinceye kadar yararlandığını, vergi ve harçlarını ödediğini kaydetmiştir.
747
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
48. O halde başvurucu, bu taşınmazları edinmesinden 44 ve 38 yıl sonra, 17 Nisan 1996
tarihli Yargıtay kararıyla, sahibi olduğu şeylerden yoksun bırakılmıştır.
49. Başvurucunun tapusunun iptaline ilişkin yargı kararı, Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci cümlesindeki “yoksun bırakma” anlamında, ilgilinin sahibi olduğu şeye bir
müdahale oluşturmuştur (Brumarescu [BD], §77; Zich ve Diğerleri, §67). Öte yandan,
bu kesinleşmiş kararın 2002’de yerine getirilmiş olması durumu değiştirmemektedir. Bu
husus aslında, müdahale nedeniyle doğmuş olan zararın incelenmesi sırasında dikkate
alınacak bir unsurdur (bk. aşağıda §76).
2. Hukukilik ilkesine saygı
50. Birinci Protokolün 1. maddesi, her şeyden önce ve en önemlisi, kişinin sahibi olduğu
şeyden yararlanma hakkına kamu makamlarının müdahalesinin hukuki olmasını gerektirmektedir. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü, Sözleşme maddelerinin tümünün içkindir (Iatridis [BD], §58). Mahkeme’ye göre hukukilik,
iç hukuk kurallarının ulaşılabilir, açık ve sonuçlarının önceden görülebilir olmasını ifade
eder (Hentrich, §19, 20 ve 42; Lithgow ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no 1), §76).
51. Daha önce de birçok kez belirttiği gibi Mahkeme, içtihat niteliğinde bir ilkenin hukuki
temeli bulunması ve ulaşılabilirlik ve açıklık ve önceden görülebilirlik ölçütlerini karşılaması halinde, bu hukukun Kara Avrupası hukuk sistemindeki mevzuat hükümlerine
benzer olup olmadığını soyut olarak incelemeyi gerekli bulmamaktadır. Mahkeme her
zaman, böyle bir hukuki temelin varlığının hukukilik ilkesini karşılamaya yeterli olmadığı ve hukukilik niteliği sorununun üzerinde durmak gerektiği kanısını taşımaktadır (La
Rosa ve Alba (no 1), §77).
52. Kuşku yok ki, Birinci Protokolün 1. maddesi, mülk edinme hakkını güvence altına
almamıştır (Jantner, §34). Sözleşmeci Devletlerin, tüzel kişilerin ve bu arada vakıfların
taşınmaz mal edinmelerine ilişkin rejimi düzenleme konusunda geniş bir takdir alanına
sahip oldukları konusunda da kuşku yoktur. Böylece devletler, vakıfların açıkladıkları
amaçları gerçekleştirebilmelerini, kamu düzenini ve üyelerinin çıkarlarını korumayı gözetmek bakımından, kamu yararına uygun olarak gerekli önlemleri alabilirler.
53. Mahkeme, Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996 tarihli kararını, vakfiyelerinde taşınmaz mal iktisap edebilecekleri yazılı olamayan dinsel azınlık vakıflarının
taşınmaz iktisap edemeyeceklerini belirten 1974 tarihli içtihattan söz eden bir bilirkişi
raporuna dayandırdıklarını kaydetmiştir.
54. Ne var ki Mahkeme’ye göre 2762 sayılı Kanun, söz konusu vakıfların 1936 beyannamesinden yer alan taşınmazlardan başka bir taşınmaz iktisap edemeyeceklerine dair bir
hüküm yoktur. Ne 1952’de ne de 1958’de söz konusu malların edinimi sırasında bir kamu
makamı bu işlemlere karşı çıkmamış, bu kısıtlamaya Yargıtay’ın 2762 sayılı kanunun
1974’teki yargısal yorumu neden olmuştur.
55. Dahası, başvurucu vakıf taşınmaz iktisabı, Valilikten verilen belge ve tapu sicili ile
geçerli hale gelmiştir. 22 Aralık 1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu kanununa göre verilen bu
belge açıkça, başvurucunun tüzel kişi olarak taşınmaz mal edinmeye ehliyetli olduğunu
belirtmektedir. 16 Aralık 1958’deki satın alma yoluyla edinimde de aynı durum söz konusudur. Bu taşınmazlara ilişkin müşterek malik sıfatı bu şekilde tapuya tescil edilmiştir.
56. Mahkeme, 1952 ve 1958’deki edinimler sırasında başvurucunun o dönemdeki Türk
hukukuna göre bu işlemlerin hukuka uygun olduğuna inandığı konusunda şüphe duymamaktadır. Öte yandan, başvurucunun taşınmaz mal edinebilme ehliyeti konusunda, 1974
içtihadının kabulüne kadar “hukuk güvenliği” de bulunmaktadır.
748
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
57. Mahkeme’ye göre sonuç olarak, bu taşınmaz malların iktisabından 16 ve 22 yıl sonra
kabul edilen bir içtihatla, söz konusu taşınmazlara ilişkin tescillerin iptal edilmesi, başvurucu bakımından öngörülebilir bir durum değildir. Gerçekten de başvurucu, taşınmaz
mal edinme ehliyeti konusunda sessiz kalan yürürlükteki hukuk metinlerinin yeniden yorumuyla varılan içtihatla, yıllar önce edindiği malik sıfatının iptal edilebileceğini haklı
olarak öngöremeyecektir. Üstelik idare, edinimlerini geçerli kılan bir belge vererek, başvurucunun bu konudaki ehliyetinin varlığını da kabul etmiştir. Taşınmazların bu şekilde
tapuya tescilinden 38 ve 44 yıl boyunca başvurucu taşınmazların kanuni maliki olarak
bunlardan faydalanabilmiş ve harç ve vergilerini de ödemiştir.
58. Mahkeme Türk hukuk sisteminin yakın zamanda geçirdiği değişimi ve cemaat vakıflarına taşınmaz mal edinme ehliyetini tanıdığını kaydetmiştir. Bununla birlikte bu değişimden başvurucunun faydalanamadığını da saptamıştır.
59. Bu görüşler ışığında Mahkeme, uyuşmazlık konusu müdahalenin hukukilik ilkesiyle
bağdaşmadığı ve başvurucunun sahibi olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma
hakkının ihlal edildiği kanaatindedir.
60. O halde, olayda 1. Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
(...)
IV. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması
(...)
Zarar
64. Başvurucu, 1996’da malik sıfatının iptalinden ve bu tarihten itibaren taşınmazlardan
yararlanamaması nedeniyle doğan zararlarının tazminini talep etmiştir.
65. Taşınmazların değeri olan ve 1996’daki değer değişim oranını uygulayarak
65,695,000,000 Türk Lirası veya 840,420 Amerikan Doları istemiştir. Bu miktarı, 19
Ağustos 2004’te Vakıf Gayrimenkul Ekspertiz ve Değerlendirme tarafından hazırlanmış ve taşınmazların 1996’da 65,695,000,000 TL olduğunu belirten rapora dayanarak
istemiştir.
66. Başvurucu ayrıca iki uzman raporu daha sunmuştur. 19 Ağustos 2004’te İstanbul
Emlakçılar Odasınca hazırlanan bir rapora göre taşınmazların 1996’daki değeri 750,000
ABD dolarıdır. 20 Ağustos 2004 tarihinde İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan son uzman raporuna göre ise söz konusu taşınmazların değeri 787,500 ABD dolarıdır.
67. Başvurucu, mallarından 1996 yılından itibaren yararlanamaması nedeniyle doğan zararının karşılığı olarak ise 924 232 ABD doları talep etmiştir. Bu miktarı da, (ilk uzman
raporuna göre tahmin edilen değer olan bk. yukarıda §66) 840,420 ABD dolarına Mayıs
1996-Ağustos 2005 arasında Türkiye’de ABD dolarına uygulanan faiz oranıyla güncelleştirerek elde etmiştir.
68. Başvurucu ayrıca İstanbul Göztepe’de bulunan ve adına olan araziye ilişkin tescilin
iptali iddiasıyla buna ilişkin zararının da giderilmesini istemiştir.
69. Hükümet bu iddiaları reddetmiştir. Göztepe’de bulunan araziyle ilgili olarak ise, başvurunun sadece Beyoğlu’ndaki taşınmazların mülkiyetiyle ilgili olduğunu açıklamıştır.
70. Öte yandan Hükümet, söz konusu taşınmazların değerinin başvurucunun belirlediği uzmanlarca saptanmasına itiraz etmektedir. Ayrıca 7 Mart 1996’da verilen mahkeme
hükmünün 2002’de infaz edildiğini ve bu tarihe kadar başvurucunun malik sıfatının tapuda yazılı kaldığını, Bu nedenle başvurucunun bunlardan tamamen yararlandığını da
749
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
belirtmiştir. Öte yandan, başvurucunun sunduğu belgeler ilgilinin bu yerlerin kirasını bu
tarihe kadar aldığını göstermektedir.
71. Göztepe’de bulunan ve başvurucu adına olan tescilinin iptal edildiği araziye gelince,
Mahkeme, başvurucunun dilekçesinde sadece Beyoğlu’nda bulunan taşınmazların tescillerinin iptalini şikâyet etmiştir. Sonuç olarak Mahkeme bu talebi reddetmiştir.
72. Beyoğlu’ndaki taşınmazların mülkiyetine gelince, Mahkeme, ihlalin tespitinin davalı
devleti, ihlale son verme ve ihlalin sonuçlarını mümkün olduğunca eski hale getirecek
şekilde ortadan kaldırmaya yönelttiğini hatırlatır (Iatridis (adil karşılık) [BD], §32).
73. Bir davada taraf olan Sözleşmeci Devletler, ilke olarak ihlalin tespitine ilişkin bir
karara uymak için kullanacakları araçları seçmekte serbesttirler. Bir hükmün infazındaki
çeşitliliğe ilişkin takdir yetkisini seçme özgürlüğü, Sözleşme’nin taraf Devletlere yüklediği birincil yükümlülük olan, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı (1. madde)
gösterilmesi yükümlülüğüyle uyumludur. İhlalin niteliği eski hale iadeye imkân veriyorsa, davalı devlete düşen, bunu gerçekleştirmektir; Mahkeme’nin bunu kendinin yerine
getirmeye ne fiilen imkânı ne de yetkisi vardır. Buna karşılık iç hukuk ihlalin sonuçlarını
kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya elvermiyorsa, 41. madde Mahkeme’ye, gerektiği takdirde zarar gören tarafa orantılı bir tazminat verme yetkisi vermektedir (Brumarescu (adil karşılık) [BD], §20).
74. Mahkeme olayın özelliklerine göre, uyuşmazlık konusu taşınmazların yeniden başvurucu adına tapuya kaydı, başvuranı mümkün olduğunca 1. Protokolün 1. maddesinin gerekliliklerinin ihlal edilmiş olmaması halindeki durumuna eşdeğer konuma sokacağını kabul
etmektedir. Bu kararın kesinleştiği günden itibaren üç ay içinde davalı devletin yeniden
tescil işlemine başlamaması halinde Mahkeme, taşınmazların bugünkü değerine eşdeğer
miktarın maddi tazminat olarak taraf devletçe başvurana ödenmesine karar vermiştir.
Söz konusu mallardan faydalanamama nedeniyle doğan zarara gelince, Mahkeme, Hükümetin, söz konusu mülkiyetlerin ancak 2002’de Hazine’ye devredildiği iddiasını dikkate
almıştır. Üstelik başvurucunun sunduğu belgeler sadece varsayımsal hesaplamalardır ve
söz konusu mallardan faydalanamama nedeniyle yoksun kalınan kazancın kesin miktarını
göstermemektedirler.
75. elindeki tüm unsurları hesaba katarak, Mahkeme, mülkiyetlerin yeniden tescil edilmemesi halinde, mülkiyet tescillerinin iptalinden ve 2002 yılından sonra malların gerçekten kullanılamamasından doğan maddi zarar için Devletin başvurana 890 000 Euro
ödemesine karar vermiştir.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,
1. Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
(...)
a) Davalı devlet tarafından, Sözleşme’nin 44(2). fıkrası uyarınca bu kararın kesinleştiği tarihten itibaren 3 ay içinde, uyuşmazlık konusu taşınmazların tapu sicilinde
başvurucu adına tesciline;
b) Bu tescilin yapılmaması halinde, davalı devletin aynı üç aylık sürede başvurucuya maddi tazminat olarak 890,000 Euro ve mahkeme masraf ve harcamaları olarak
20,000 Euro ve bu miktarlara uygulanabilecek her türlü vergiyi ödemesine;
(...)
KARAR VERMİŞTİR.
750
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE
♦ taşınmazı iade etmeme (başvurucunun hastane yapılması için beldiyeye devrettiği taşınmazın sadece bir kısmının kamu yararı amacıyla kullanılmış olması, başvurucunun bağışlama amacı dışında kullanıldığı iddiasıyla taşınmazı iade davasının reddedilmesi, Yargıtay’ın,
bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları nedeniyle hak iddia edemeyecekleri konusundaki yorumunun kamunun genel yararı ile bireysel haklar ve özgürlükler
arasındaki adil dengeyi bozması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik—kamu yararı—adil denge
DAVANIN ESASI
1939 ve 1949 yıllarında doğmuş olan başvurucular İstanbul’da ikamet etmektedir.
26 Ağustos 2007 tarihinde başvurucuların İstanbul Sultan Çiftliğinde 13,625 metre karelik arazilerinin kadastro çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Başvurucular, noterden yaptıkları
bir işlemle bu arazinin 2,335.89 metre karelik bir bölümünü imar planına uygun olarak
yol yapımı için devretmişlerdir. Bunun yanında 3,165 metre karelik bir parseli de bir sağlık kuruluşu yapılması amacıyla Sultan Çiftliği Belediyesi’ne devretmişlerdir.
Belediye, sağlık kuruluşu yapımı amacıyla devredilen parseli üçe bölmüştür. 2,037 metre karelik ilk bölümü üçüncü bir kişiye satılmış, 127 metrekarelik ikinci bölümü Tapu
Kütüğünde Belediye adına tescil edilmiş, 1,000 metre karelik üçüncü bölümü de sağlık
kuruluşu inşası için hazineye devredilmiştir.
Başvurucular 6 Eylül 1999 tarihinde, Borçlar Kanunu’nun 244. maddesinin 3. fıkrasına
dayanarak Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuşlardır. Başvurucular, üçüncü kişilere satılan kısım için tazminat talep etmişler, ayrıca belediye adına tescil edilen
kısmın kendilerine iadesine karar verilmesini istemişlerdir. Başvurucular, özellikle bu sonuncusunun söz konusu taşınmazın devir şartlarına uymadığını ileri sürmüşlerdir.
Asliye Hukuk Mahkemesi, 29 Haziran 2000 tarihli bir kararla davacının davasının tamamen kabulüne karar vermiştir. Asliye Mahkemesi, taşınmazın bir bölümünün üçüncü
kişilere satışı ile diğer bölümünün belediye adına tescilinin, bu malları idareye devreden
davacı tarafından belirlenen şartlara uygun olduğunun kabul edilemeyeceğine karar vermiştir. Asliye Mahkemesi sonuç olarak, idareyi başvuruculara arazinin birinci kısmının
satışı nedeniyle faiziyle birlikte 10,187,000,000.- Türk Lirası tazminat ödemeye; arazinin
ikinci kısmının devri nedeniyle Belediyenin ikinci kısım üzerindeki tapu kaydının iptaliyle bunun davacılar adına tesciline karar vermiştir.
Yargıtay, Belediyenin yaptığı temyiz başvurusu üzerine, 30 Ocak 2001 tarihinde yerel
mahkeme kararının bozulmasına karar vermiştir. Yargıtay şöyle demiştir:
“ (…) Kamulaştırma Kanunun 35. maddesine göre eski malikler, imar mevzuatı gereğince düzenlemeye tabi tutulan parsellerden düzenleme ortaklık payı karşılığı olarak bir
defaya mahsus alınan yol, yeşil saha ve bunun gibi kamu hizmet ve tesislerine ayrılan
yerlerle ilgili olarak mülkiyet hakkı veya tazminat talebinde bulunamazlar. Bu durum, kadastrosu yapılıp malikin rızasıyla kamunun kullanımına geçmiş araziler için de geçerlidir.
Olayda davaya konu ihtilafın temelinde 13,000 metrekarelik bir taşınmaz bulunmaktadır;
bu taşınmaz bir düzenlemeye konu olmuş ve malikin rızasıyla davalı idareye bırakılmıştır. Bu arazinin belirli bir kısmı üzerinde bir sağlık kuruluşu inşa edilmiştir. Davacı taraf,
üçüncü kişilere yapılan satış nedeniyle bir tazminat talep ettiği gibi, belediyeye ait olan
diğer parselin de hazine adına tescilinin iptaline karar verilmesini talep etmektedir. Oysa
terk işlemi, şartlı bir bağışlama olarak kabul edilemez.”
Yargıtay 6 Temmuz 2001 tarihinde, karar düzeltme talebini reddetmiştir.
751
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Yerel mahkeme, 30 Ekim 2001 tarihinde, Yargıtay’ın bozma kararına uyma kararı vermiş
ve davacıların davasını reddetmiştir. Yerel mahkeme bu bağlamda Yargıtay’ın gerekçelerini benimsemiştir.
29 Ocak ve 11 Ekim 2002 tarihinde Yargıtay yerel mahkeme kararının onanmasına karar
vermiş ve 30 Ekim 2001 tarihinde karar düzeltme talebinin reddine karar vermiştir.
İç hukuk: Borçlar Kanununun 244. maddesinin 3. fıkrasına göre, şartlı bağışlama kapsamında bağış yapan, bağış alanın haklı bir gerekçe olmaksızın bağışlamanın şartlarını yerine getirmemesi halinde, bağışlamayı geri alabilir. Bağışlayan aynı zamanda bağışlananın
bu nedenle elde ettiği zenginleşmenin tahsilini de talep edebilir.
Kamulaştırma Kanununun 35. maddesine göre eski malikler, mülklerinin İmar Kanununa
uygun olarak yol, yeşil alan vb. kamu yararına yönelik araçların inşası amacıyla devri
nedeniyle herhangi bir hak talep edemezler. Aynı şey özel mülkiyete tabi olmakla birlikte
malikin rızasıyla kamunun kullanımına geçen mallar için de geçerlidir.
Hükümet, 35. maddenin uygulamasıyla ilgili olarak bir dizi Yargıtay kararına atıf yapmaktadır. (1996/5090 K, 28 Mayıs 1996 Tarih, 2002/685 karar, 2 Nisan 2002 Tarih, 2001/3361
Karar, 11 Mart 2001 Tarih, 2000/8413 Karar, 29 Mayıs 2000 Tarih, 2005/12736 Karar,
24 Ekim 2005 Tarih.) Bu kararlarda Yargıtay, maliklerin taşınmazların iadesi talebini
reddetmiştir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
1. Birinci Protokolü’nün 1. maddesinin ihlali iddiası
Başvurucular Sözleşme’nin aşağıda ilgili kısmı verilen 1 Numaralı Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedirler. Hükümet başvurucunun görüşüne karşı
çıkmıştır.
A. Kabuledilebilirlik hakkında
19. Mahkeme, başvurunun Sözleşme’nin 35. maddesinin 3. fıkrası kapsamında temelden
yoksunluk niteliği arz etmediği kanaatindedir. Mahkeme, bunun yanında herhangi bir
kabul edilemezlik kriterine de rastlanmadığını tespit etmektedir. Bu nedenle kararın kabuledilebilir bulunması gerekmektedir.
B. Esas Hakkında
1. Tarafların iddiaları
20. Başvurucular, kamu yararına yönelik bir eserin inşası amacıyla 3,165 metre karelik
bir taşınmaz idareye devretmiş olduklarını; ancak bu taşınmazın yalnızca 1,000 metrekarelik bir kısmının bu amaçla kullanılmış olduğunu belirtmişlerdir. Bu arada Yargıtay,
Kamulaştırma Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca, belediye adına tescilli 127 metrekarelik parselin iadesini ve 2,165 metrekarelik parselin de üçüncü kişilere satılması nedeniyle
uğranılan zararlarının tazmini taleplerini reddetmiştir. Başvuruculara göre bu durum mülkiyet hakkı ile bağdaşmamaktadır.
21. Bunun yanında başvuruculara göre, bu olaya 35. maddenin uygulanması da mümkün
değildir; zira kendileri ne yol yapımı amacıyla idareye devredilen 2.335,89 metrekarelik alanın ne de üzerine önceden bir bina inşa edilmiş olan 1.000 metrekarelik arazinin iadesini talep etmemektedirler. Başvurucular bu bağlamda Üsküdar Asliye Hukuk
Mahkemesi’nin 29 Haziran 2000 tarihli kararında davalarını kabul ettiğini vurgulamaktadırlar. Başvurucular bu bağlamda Borçlar Kanunu’nun 244. maddesinin 3. fıkrasına göre,
752
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
bağışlananın haklı bir gerekçe olmaksızın şartlarını yerine getirmemesi halinde bağışlamadan dönülebileceğinin belirtmektedirler.
22. Hükümete göre başvurucular, mahkeme içtihadı bakımından ne mülkiyet hakkına ve
ne de bir meşru beklentiye sahiptir. Hükümete göre bu olay iç hukukun uygulanmasından ibarettir. Bu bağlamda bu davada uygulanması gereken hukuk kuralı Medeni Kanun
değil, Kamulaştırma Kanunun 35. maddesidir. Bunun sonucunda Türk Hukukuna göre
kamu yararına yönelik bir tesisin inşası amacıyla idareye yapılan devirlerde herhangi
bir şart ileri sürülemez ve eski malik bu mülkün devri nedeniyle mülkün iadesini ya da
herhangi bir tazminini talep edemez.
23. Hükümet iddiasına dayanak olarak bir dizi Yargıtay kararı göstermekte ve yukarıdaki
düzenlemenin uygulanmasına ilişkin olarak yerleşik bir içtihat bulunduğunu iddia etmektedir. Hükümet bu bağlamda, ilgili iç hukuku uygulamanın ilk olarak ulusal mercilerin
görevi olduğunu hatırlatmaktadır.
2. Mahkemenin değerlendirmesi
24. Mahkeme’ye göre Birinci Protokolün 1. maddesi, hem “mevcut malları” ve hem de
başvurucunun en azından mülkiyet hakkından etkili bir şekilde yararlanabileceğine dair
“meşru bekletisi”nin bulunduğunu iddia edebileceği talepleri de içeren “sahibi olduğu
şey”leri korumaktadır. Bununla birlikte bu madde, mülk edinme hakkını güvence altına
almamaktadır (Kopecky [BD], §35). Bir başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesinin
korumasını gerektiren bir ayni menfaatinin olup olmadığı ile ilgili bir uyuşmazlık bulunduğu zaman, Mahkeme’nin başvurucunun hukuki durumunu tespit etmesi gerekmektedir
(Beyeler [BD).
25. Mahkeme bu bağlamda Sözleşme organlarının, Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “sahibi olduğu şey’in” mevcut bir “mülkiyet”i olduğu gibi (Van Der Mussele,
§48; Malhous [k.k.]), alacaklar dahil, başvurucunun en azından gerçekleşmesini görmek
istediği “meşru beklentisi”nin bulunduğu değerleri ifade ettiği yönündeki yerleşik içtihadını hatırlatır (Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri kararı; Ouzonis ve Diğerleri,
§24). Buna karşılık ne uzun zamandır ortadan kalkmış olan mülkiyet hakkının yeniden
canlandırılması umudu ve ne de bir şartın yerine getirilmemesi nedeniyle yarıda kalmış
bir hak doğumu, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından “sahibi olduğu şey” olarak
değerlendirilemez.
26. Bu davada başvurucular, ilk olarak sahibi oldukları bir taşınmazı, kamu yararına yönelik bir eserin, yani bir sağlık kuruluşunun inşası amacıyla idareye devretmişlerdir. Bu
arada idarenin bu taşınmazın yalnızca bir kısmını bu amaçla kullandığını fark etmeleri
üzerine, mülkiyet haklarının kaybı nedeniyle tazminat ve mülkün kalan kısmı üzerinde
tapunun kendi adlarına tescilini talep eden bir dava açmışlardır. Başvurucular, bu amaçla
Borçlar Kanununun ilgili maddelerine dayanmışlardır.
27. Söz konusu davanın “halen sahibi olunan şeyler” ile ilgili olmadığını ve başvurucuların dava açtıkları sırada taşınmazlar üzerinde malik sıfatına sahip olmadıklarını kabul
etmek elbette mümkündür (krş., Gratzinger ve Gratzingerova [BD], §69). Ancak Mahkeme, usulüne uygun olarak kamulaştırılmış olup da daha sonra kullanılmamış olan bir
taşınmazla ilgili olan Benefico Cappella Paolini – San Marino kararında (§33), kamulaştırılmış bir taşınmazın kullanımı ile ilgili yeni bir planın yürürlüğe girmesi üzerine taşınmazın kısmen kullanılmasının, mülkiyet hakkının gerekleriyle ilgili bir sorun yarattığını
kabul etmiştir. Aynı şey, Mahkeme’nin bir taşınmazın kamulaştırılması kararı ile kamulaştırmaya dayalı olarak kamu yararına ilişkin projenin uygulanması arasında önemli bir
zaman diliminin bulunmasının Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olduğuna karar
verdiği 19 Temmuz 2002 tarihli Narbone Motais – Fransa kararı için de geçerlidir.
753
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
28. Yukarıda anılan iki kararda da kamulaştırma işlemleri söz konusu olmasına rağmen,
mevcut davada taşınmazın başvurucular tarafından idareye devredilmesi söz konusudur.
Her halükarda bu devir, kamu yararına yönelik bir amacın gerçekleştirilmesi için yapıldığından, söz konusu devir işlemini düzenleyen sistem ne olursa olsun, Mahkeme’nin
yukarıda anılan kararlarındaki gerekçesi burada da uygulanır (Benefico Cappella Paolini §9; Motais de Narbonne, §9). Mahkeme yukarıda anılan Benefico Cappella Paolini kararında (§33), kamu yararı amacıyla kamulaştırılan arazinin kamu yararına yönelik
bir amaçla kullanılmayan kısmının sahiplerine iadesini öngören bir düzenlemenin var
olmaması halinde bile, arazinin kamu yararıyla kullanılmayan kısmının mülkiyet hakkı
bakımından bir sorun doğurduğuna karar vermiştir.
29. Mahkeme mevcut olayda, başvurucuların devrin yapılmasına dayanak oluşturan kamusal amaca veya başka herhangi bir kamu yararı amacına uygun olarak kullanılmayan
arazinin kendilerine devri konusunda meşru bir beklenti içinde olabilecekleri kanaatindedir. Mahkeme’ye göre, bu tür bir hak, en azından bir “malvarlığı değeri” olarak görülebilir ve dolayısıyla Sözleşme’nin 1 Numaralı Protokolü’nün 1. maddesi kapsamında maliki
olunan şey olarak değerlendirilebilir.
30. Mahkeme bu bağlamda, Yargıtay’ın özel hukuk kurallarının kamu yararına yönelik
bir amaçla idareye devredilen mallara uygulanmayacağına karar verdiğini gözlemlemektedir. Yargıtay, Kamulaştırma Kanunu’nun 35. maddesine dayanarak eski maliklerin iade
talebinde bulunma haklarının olmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme bu bağlamda, iç
hukuku uygulamakla ve yorumlamakla öncelikle yükümlü olan ulusal yargı mercileri tarafından işlendiği iddia edilen maddi veya hukuki hataları, Sözleşme’yle korunan hakları
veya özgürlükleri ihlal etmedikçe, bu hataları incelemekle görevli olmadığını hatırlatır
(Garcia Ruiz, §28). Bunu göz önünde bulunduran Mahkeme, olayda uygulanabilecek
olan düzenlemeyi soyut bir şekilde ele almayı gerekli görmemektedir; burada kendisine
düşen görev, ilgili iç hukukun uygulanma şeklinin Sözleşme’yle bağdaşıp bağdaşmadığını denetlemektir (mutatis mutandis, Pla ve Puncernau, §46).
31. Başvurucuların arazilerinin bir bölümünü kamu yararına yönelik tesislerin yapılması
için belediyeye devretmiş oldukları, fakat devredilen taşınmazın belirli bir bölümünün
bu amaçla kullanılmamış olduğu konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır.
Ayrıca Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin Yargıtay tarafından bozulan 29 Haziran
2000 tarihli kararında vurguladığı gibi, bu mülkün kamu yararına yönelik bir amaçla
kullanılmaması, davacı tarafından bağışlama için öngörülen şartın yerine getirilmemesi
anlamına gelmektedir (bk. yukarıda §9).
32. Taşınmazın idareye devri sırasında öngörülen şarta aykırı olarak, taşınmazın yalnızca
bir bölümünün kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilmiş olması, iade talebinin
reddini haklı kılmaz (Benefico Cappella Paolini, §33). Taşınmazın iade edilmemesini
haklı gösterecek başka bir kamu yararı amacı bulunduğunu ileri süremeyen idare, “yol,
yeşil saha ve bunun gibi kamu hizmet ve tesislerinin yapılması için” taşınmazın idareye
devrini düzenleyen Kamulaştırma Kanunun 35. maddesiyle oluşturulan bir statüden yararlanmıştır (bk. yukarıda §15).
33. Sonuç olarak Yargıtay’ın, bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları
nedeniyle hak iddia edemeyecekleri konusundaki yorumu, kamunun genel yararı ile bireysel haklar ve özgürlükler arasındaki adil dengeyi bozucu niteliktedir.
34. Yukarıdaki bilgiler ve dosyada bulunan belgeler ışığında, Kamulaştırma Kanunu’nun
35. maddesinin uygulanması, Birinci Protokolün 1. maddesi ile bağdaşmamaktadır. Bu
nedenle bu madde ihlal edilmiştir.
754
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
II. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması hakkında
(...)
38. Mahkeme’ye göre bu talepler tamamen maddi nitelikteki bir zararın telafisine yöneliktir. Mahkeme olayın şartları ışığında davada henüz 41. maddenin uygulanabilecek
durumda bulunmadığı kanaatindedir. Mahkeme davalı devlet ile başvurucular arasında
bir uzlaşma ihtimalini göz önüne alarak, bu konuda karar vermeyi saklı tutmuştur.
MAHKEME BU GEREKÇELERLE;
1. Oyçokluğuyla, başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. Bire karşı altı oyla, Birinci Protokolünün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesine ilişkin zararla ilgili olarak 41. maddenin uygulanmasına halihazırda yer olmadığına;
(...)
KARAR VERMİŞTİR.
08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE
♦ tapu iptali—mülkiyetin kaybı (başvurucunun sahibi olduğu taşınmazı kullanması için bıraktığı yetimhane vakfı yönetiminin Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmesinin ardından, bu
vakfa geçtiği iddia edilen patrikhaneye ait taşınmaz tapusunun iptali) ■ mülkiyet hakkı—
hukukilik—kamu yararı
DAVANIN ESASI
İstanbul’da bulunan başvurucu Fener Rum Patrikliği (Ecumenical Patriarchate) Ortodoks
kiliseleri arasında itibar önceliği, liderlik ve koordinasyon rolüne sahip bir Ortodoks Kilisesi olup, Türkiye’deki Ortodoks cemaatini bir araya getirmekte ve temsil etmektedir.
Fener Rum Patrikliği Ekümenik Patrik Bartholomeos I tarafından temsil edilmektedir.
Başvurucu 06.01.1902 tarihli bir satış sözleşmesiyle, 246,650 Pound Sterling karşılığında
İstanbul’da bir taşınmaz mal satın almıştır. Bu taşınmaz Büyükada’da 23,255 m2 bir alan
olup, üzerinde 5 katlı bir ana ve 2 katlı bir ek bina bulunmaktadır. Devir işlemi Osmanlı
hukukuna göre Sultan fermanıyla yapılmış ve Defter-i Hakani’ye kaydedilmiştir. Başvurucu 1903 yılında bu mülkün kullanımını, bir Ortodoks azınlık vakfı olan ‘Büyükada
Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı’na bırakmıştır. Ayrıca tapuda bu arazi üzerindeki binadan,
‘Ahşap Rum Yetimhanesi’ olarak bahsedilmiştir.
Yetimhane Vakfı, 1853 yılında İstanbul’daki Ortodoks Rumlar tarafından tarafından kurulmuştur. Başlarda Yedikule’de faaliyette bulunan Vakıf, binalarının bir depremde yıkılması üzerine faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmıştır. 13 Haziran 1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince, Yetimhanenin tüzel kişiliği resmen
tanınmıştır. Bu yasanın Geçici 1. maddesine gereğince verilen Beyannamede, uyuşmazlık
konusu taşınmaza yer verilmiştir. Bu Beyannameye göre vakıf, söz konusu ‘Rum Erkek
Yetimhanesini’ yönetmektedir.
1964 yılında Türk idari makamlar, Yetimhanede yangın riski gibi güvenlik nedenleriyle,
söz konusu taşınmazın tahliye edilmesini istemişlerdir. Başvurucu Fener Rum Patrikliği,
aynı yıl taşınmazın zilyedliğini ve yönetimini tekrar ele aldığını ileri sürmektedir. 1995
yılında başvurucu, yapının bakım ve onarımı için bir özel şirket ile 49 yıllığına işletme
karşılığında bir anlaşmaya girişmiştir. Ancak idari makamların karşı çıkması üzerine bu
anlaşma yapılamamıştır.
755
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Yetimhane Vakfı ile ilgili idari işlem ve dava
22 Ocak 1997 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2762 sayılı Kanunun 1. maddesine daynarak, bu tarihe kadar ‘mülhak vakıf’ kategorisindeki Yetimhane Vakfını ‘mazbut
vakıf’ haline dönüştüren bir karar almıştır. Bu karar gereğince Vakfın yönetim kurulu
görevden alınmış ve yönetim Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmiştir. 4 Nisan 1997’de
Yetimhane Vakfı, söz konusu kararın iptali için İdare Mahkemesinde dava açmıştır. İdare
Mahkemesi 12 Mart 1998 tarihli kararla, davayı reddetmiştir. Danıştay 19 Şubat 2001
tarihinde bu kararı bozmuştur. 3 Nisan 2002 tarihli kararla, İdare Mahkemesi Yetimhane
Vakfının talebini yeniden reddetmiştir. Kararın temyiz edilmesi üzerine Danıştay, 19 Kasım 2003 tarihli kararla, İdare Mahkemesinin kararını onamıştır. Onama kararı üzerine
yapılan karar düzeltme talebi halen devam etmektedir.
[Not: Adalar Tapu Sicil Müdürlüğünün 21 Mart 2006 tarihli yazına göre, ‘Büyükada Maden Mah. 199 Ada 2. parsel sayılı Rum Patrikanesi adına kayıtlı taşınmaz 20.3.2006 tarih
ve 494 Yev. No.su ile Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı adına tescil edilmiştir’.
Öte yandan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin 08.07.2008 tarihli esas hakkındaki bu
kararından sonra Danıştay 4 Aralık 2008 (2008/2201) tarihli kararla, Yetimhane Vakfının
karar düzeltme talebini kabul etmiş ve böylece Yetimhane Vakfının “mazbut vakıf” olmaktan çıkarılması öngörülmüştür.]
Başvurucuyla ilgili dava
Öte yandan 16 Mart 1999’da, Yetimhane Vakfı namına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü Adalar Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açarak, Fener Rum Patrikliği adına
tescilli bulunan söz konusu taşınmaz tapusunun iptal edilmesini ve tapunun Yetimhane Vakfı üzerine kaydedilmesini talep etmiştir. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi 18
Aralık 2002 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün davasını kabul ederek, taşınmazın
1997’den beri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetilen Yetimhane Vakfı üzerine
kaydedilmesine karar vermiştir. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi bu bağlamda, Yetimhane Vakfı’nın “mazbut” vakıf olarak kabul edildiğini hatırlatmış, sözkonusu taşınmazın
adı geçen vakıf tarafından 1936 Beyannamesinde beyan edildiğini tespit etmiştir. Adalar
Asliye Hukuk Mahkemesi ayrıca, Patrikhanenin uluslararası önemi bulunan bu tarihi binanın bakımı için hiçbir çalışma yapmadığını da göz önüne almıştır.
Yargıtay 30 Eylül 2003 tarihinde, sözkonusu kararı usulden bozmuştur.
Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi 25 Şubat 2004 tarihinde verdiği kararda, başvurucu
Fener Rum Patrikliği’nin söz konusu taşınmazın kendisi adına tescil edilmiş olduğunu
gösteren tapu kayıtlarını zikretmiş, davacı Vakıflar Genel Müdürlüğünün söz konusu Yetimhane Vakfının mazbut vakıf olduğu için dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptalini
istediğini belirtmiş; davalı Fener Rum Patrikliği’nin söz konusu taşınmazın maliki olmasına rağmen taşınmazı atıl vaziyette bıraktığını ve uluslararası öneme sahip olduğundan
bahsettiği halde taşınmazı sağlam ve ayakta kalabilmesi için hiçbir faaliyette bulunmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:
‘Buradan hareketle, dava konusu taşınmazın tapu kaydının gerek Türk Medeni Yasası gerek uluslararası andlaşmalar, gerek Vakıflar Yasası doğrultusunda tapu kaydının mazbut
vakıf sayıldığı için tapuda iptali gerektiği açıktır. …’.
Böylece Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi bir kez daha başvurucu Fener Rum Patrikliği’nin
tapusunun iptaline ve taşınmazın Yetimhane Vakfı adına tescil edilmesine karar vermiştir.
Yargıtay 21 Ekim 2004 tarihinde, başvurucunun esastan temyiz taleplerini redderek, bu
yönden kararı onamıştır. Yargıtay’a göre ‘…Vakıflar Genel Müdürlüğünce idare edilen ve
756
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
mazbuteye alınan vakıflar kapsamında olduğu, bu yerin rum erkek yetimhanesi vakfiyesi yerine kaim 1936 tarihli beyannamede mevcut bulunduğu anlaşıldığına göre davanın
kabul edilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalının bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir.’ Yargıtay 7 Şubat 2005 tarihinde karar düzeltme talebini reddetmiştir. Başvurucu Fener Rum Patrikliği 19 Nisan 2005 tarihinde İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Başvurucu tarafından sunulan belgeler
Başvurucu Mahkeme’ye, vergi idareleri tarafından verilen iki karara ilişkin belgeler de
sunmuştur. Birinci kararda vergi dairesi 18 Temmuz 1944 tarihinde başvurucuya, söz
konusu taşınmazdaki 135 odanın Yetimhane Vakfı tarafından kullanılmadığı gerekçesiyle
başvurucunun vergi ödemesi gerektiğini bildirmiştir. Ancak itirazı inceleyen vergi dairesi
18 Haziran 1945’te, bu binanın Yetimhane Vakfı tarafından gelir elde etmek amacıyla
kullanılmadığı gerekçesiyle, başvurucudan vergi alınmasının gerekli olmadığı sonucuna
varmıştır. İkinci olarak İstanbul Belediyesi başvurucuya gönderdiği 1 Aralık 1959 tarihli
bir yazıda, “Patrikanenin tahtı tasarrufunda bulunan” Yetimhane Vakfı binasında restorasyon yapabileceğini belirtmiş, ikinci bir bina yapmak için ise başvurucunun İçişleri Bakanlığına başvurması gerektiğini belirtmiştir. Aynı şekilde belediye 5 Kasım 1962 tarihli
yazısında, başvurucuya gönderiği yazının içeriğini teyid etmiştir. Ayrıca Adalar Belediyesi başvurucuya gönderdiği 9 Şubat 2004 tarihli yazıda, başvurucuyu binadaki yangın
riskine karşı bilgiledirmiştir.
HÜKÜM GEREKÇESİ
Başvurucu, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi’nin başka bazı maddelerinin yanında, 1 no.lu Ek Protokolün 1. maddesindeki
mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur.
I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği iddiası
A. Tarafların görüşleri
[46-59]: Başvurucu bir yüzyıldan beri kendisine ait taşınmazın, Türk idari makamları
tarafından yönetilen Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı adına tapuya kaydedilmesinin, mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.
Başvurucu, uyuşmazlık konusu taşınmazın Yetimhane Vakfının 1936 Beyannamesinde
‘beyan edilmiş olması’nın, bu taşınmazın açıkça Yetimhane Vakfı’na devredildiğini teyid ettiği yönündeki Hükümetin iddiasına karşı çıkmıştır. Başvurucuya göre bu beyannamede sözkonusu taşınmazdan açıkça söz edilmemiş olup, sözkonusu Beyannamenin
bir senet veya Yetimhane Vakfı’nın ihtilaf konusu mülkün tesciline dair bir talebi olarak
değerlendirilemez. Bu beyannameler, ilgili vakıfların mali durumlarını göstermeleri için
verilmiştir. Bu nedenle, sözkonusu vakıfların bu beyannameyi vermelerini gerekli kılan
2762 sayılı Kanun hükümeleri, 1. no.lu Protokolün 1. maddesi anlamında ‘ulaşılabilir’,
‘açık’ ve ‘önceden görülebilir’ bir hukuk kaynağı değildir. Başvurucuya göre ayrıca mülkiyet hakkına bu müdahale hiçbir kamu yararı amacı taşımamaktadır. Ayrıca başvurucu,
mülkiyetten yoksun bırakma işleminin, kendisine bir tazminat ödenmeden ve haklı bir
gerekçeye dayanmadan yapılmış olması nedeniyle açıkça orantısız bir müdahale olduğunu ve mülkiyet hakkı ihlal edildiğini iddia etmiştir.
Hükümet ise uyuşmazlık konusu taşınmazın Osmanlı hukukunun bir özelliği olarak Patriklik üzerine tescil edildiğini, oysa başından itibaren Yetimhane Vakfına ait olduğunu,
1936 tarihli Beyannamenin bunu teyid ettiğini, tapu iptalinin bir hatanın düzeltilmesinden
ibaret olduğunu savunmuştur. Hükümet ayrıca taşınmazın Hazine adına değil, asıl malik
olan Yetimhane Vakfı adına tescil edildiğine dikkat çekmiştir.
757
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
B. Mahkeme’nin değerlendirmesi
1. Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ‘sahibi olduğu şey’in varlığı
[60-65]: Mahkeme, olayda Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ‘sahibi olunan şey’
(possession) bulunup bulunmadığını incelemiştir. Bu bağlamda Mahkeme, olayın içinde
bulunduğu koşullarda başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ayni bir
menfaat sahibi olup olmadığını incelemiştir.
Mahkeme öncelikle, o tarihlerdeki işlemlere göre asıl malikin Fener Rum Patrikliği değil
de Yetimhane Vakfı olduğuna dair Hükümetin iddiasını kabul etmemiştir. Uyuşmazlık
konusu taşınmazın başlangıçtan beri yetimhane olarak kullanılmak üzere tahsis edildiği
doğrudur; ancak Mahkeme böyle bir tahsisin başvurucuyu malik olmaktan çıkarması için
sebep görmemiştir. Başvurucu bu taşınmazı 1902 yılında bedelini ödeyerek iktisap etmiş,
bu tarihten sonra taşınmazı Vakfa satmamış veya bağışlamamıştır. Hükümetin sunduğu
belgeler bu taşınmazın Yetimhane Vakfı’nın kullanımına tahsis edildiğini gösterdiği gibi,
bu belgelerde de taşınmazın malikinin başvurucu olduğu görülmektedir. Ayrıca idari makamlar bir çok kez Patriklikten taşınmazın ‘sahibi’ olarak söz etmişlerdir. Ayrıca, Asliye
Hukuk Mahkemesinin 25 Şubat 2004 tarihli kararında, başvurucunun söz konusu taşınmazın maliki olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu noktada başvurucunun tapusunun iptal nedenlerinden birinin, malik olarak yapıyı
sağlamlaştırmaması olduğunu kaydetmek yeterlidir. Mahkeme’ye göre bu sonuca ancak,
başvurucunun mülk sahibi olduğu ilkesinden yola çıkılarak varılabilir; başvurucu hiçbir
zaman taşınmazın sahibi olmamış olsaydı veya mülkiyet 1936 yılında Yetimhane Vakfına geçmiş olsaydı, bu gerekçelerin bir temeli olmazdı. Mahkeme, dini azınlıklara ait
vakıfların kullandığı mallara uygulanan Osmanlı Hukukunun özel hükümleri yönünden
Hükümetin ileri sürdüğü iddiayla ilgili olarak, bu imtiyazların Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kaldırıldığını tespit etmektedir. 4 Ekim 1926’da Medeni Kanun’un ve 13 Haziran
1935 tarihinde Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte bu vakıfların tabi olduğu hukuki rejim köklü bir değişime uğramıştır. Bu çerçevede Mahkeme, sözü edilen bu
kanunların kabul edilmesinin ardından kamu makamlarının başvurucunun malik sıfatına
hiç itiraz etmedikleri ve Yetimhane Vakfı’nın da herhangi bir şekilde mülkiyet iddiasında
bulunmadığı hususuna özel bir önem atfetmektedir. Yukarıda anlatılanları göz önünde tutan Mahkeme, söz konusu taşınmazın özel bir rejime tabi olduğunu kabul edilse bile, yarıkamusal bir nitelik taşıdığı ve hiçbir zaman başvurucuya ait olmadığı sonucuna varamaz.
Dolayısıyla Mahkeme, söz konusu taşınmazın başvurucuya ait olduğu, Birinci Protokol’ün
1. maddesi bakımından bir ‘maliki olunan şey’ oluşturduğu ve Birinci Protokol’ün 1.
maddesinin mevcut davada uygulanabilir olduğu sonucuna varmaktadır.
2. Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluk
a) Mülkiyet hakkına bir müdahalenin varlığı
[66-69]: Mülkiyetin başvurucuya ait olduğunu kabul eden Mahkeme, olayda mülkiyet
hakkına bir müdahale bulunup bulunmadığı sorununu ele almıştır. Mahkeme tapu iptalinin başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale oluşturduğunu belirtmiştir. Bu
bağlamda Mahkeme, Sözleşme’nin hakları ve özgürlükleri ‘somut ve etkili’ bir şekilde
korumayı amaçladığından, bu müdahalenin fiili bir kamulaştırma oluşturup oluşturmadığını incelemiştir.
Hükümet, olayda fiili ya da hukuki bir kamulaştırmanın değil, sadece basit bir kayıt hatasının düzeltilmesinin söz konusu olduğunu savunmuştur. Hükümet özellikle, söz konusu
taşınmazın başlangıçtaki tahsis amacını korumak için, tapunun Hazine adına değil ama
asıl malik adına tescil edildiğini vurgulamıştır.
758
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
Mahkeme ise görünüşün ardına bakılması ve olaydaki gerçeklerin araştırılması gerektiği
kanaatini belirtmiştir. Bu noktada Mahkeme, başvurucunun tapusunu iptal eden ulusal
mahkemelerin söz konusu taşınmazın mülkiyetini, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
‘mazbut vakıf’ olarak nitelenen ve hayır işlerine son verdiği belirtilen Yetimhane Vakfına nakledildiğini kaydetmiştir. Dolayısıyla, söz konusu taşınmazın artık başvurucuya
ait olmadığı ve bundan sonra Başbakanlığa bağlı bir kamu kuruluşu olan bu Genel Müdürlük tarafından idare edileceği hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Bu nedenle
başvurucunun mülkiyet hakkına, Birinci Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında mülkiyetten yoksun bırakma olarak değerlendirilmesi gereken bir
müdahale söz konusudur.
b) Hukukilik ilkesine saygı
[70-75]: Mahkeme daha sonra bu müdahalenin hukukiliği sorununu ele almıştır.
Mahkeme’ye göre Birinci Protokolün 1. maddesi her şeyden önce, kamu makamlarının mülkiyet hakkına müdahalesinin hukuka uygun olmasını gerektirir. Demokratik bir
toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesi, Sözleşme maddelerinin
tamamına içkindir (Iatridis, §58). Mahkeme’ye göre hukukilik ilkesi, ulusal hukukun yeterince erişilebilir, açık ve önceden görülebilir olması demektir (Hentrich, §42; Lithgow
ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no. 1), §76).
Hükümet, Medeni Kanunun 1024. ve 1025. maddeleri uyarınca, tescil işleminin haksız
olması ve asıl malikin haklarının ihlal edilmesi halinde, tapu sicillerinin bir mahkeme
kararıyla düzeltilebileceğini öngördüğünü söylemiştir. Hükümete göre ulusal mahkemeler, Yetimhanenin 1936 Beyannamesinde söz konusu taşınmazın bildirilmiş olmasına
dayanarak tapu kayıtlarını düzeltmişlerdir. Başvurucu ise bu el koymanın hiçbir hukuki
dayanağının olmadığını iddia etmiştir. Mahkeme, 25 Şubat 2004 tarihli Asliye Hukuk
Mahkemesinin kararında tapu iptaline gerekçe olarak, belirli bir kanun maddesine veya
ilgili bir uluslararası anlaşmaya atıfta bulunulmaksızın, başvurucunun tapusunun iptalini haklı göstermek için sadece ‘Medeni Kanun, uluslararası anlaşmalar ve (…) Vakıflar
Kanunu’nun zikredildiğini kaydetmiştir.
Mahkeme, dava mahkemesinin söz konusu müdahaleyi haklı kılmak için gösterdiği gerekçelerin muğlak olmasına rağmen, Yargıtay’ın 21 Ekim 2004 tarihli kararında açıkça
Yetimhane Vakfının 1936 Beyannamesine ve bu Beyannamenin sonuçlarına atıfta bulunulduğunu gözlemlemiştir. Dolayısıyla Mahkeme, bu gerekçeyi göz önünde bulundurarak, başvurucunun tapusunun iptalinin 2762 sayılı Kanun hükümlerine dayandırılmış
olduğunu varsaymıştır. Bu noktada Mahkeme sorunun, söz konusu kanun hükümlerinin
ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik şartlarını taşıyıp taşımadığı sorunu olduğunu belirtmiştir. Ancak Mahkeme, müdahalenin orantılılığı ile ilgili aşağıda vardığı sonucu dikkate
alarak, bu meseleyi incelemeyi gerekli görmemiştir.
c) Kamu yararı meşru amacı
[76-82]: Mahkeme daha sonra bu müdahalenin Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci
kuralında yer alan ‘kamu yararı’ gibi meşru bir amaca sahip olup olmadığını ele almıştır.
Hükümet başvurucunun tapusunun iptalinin, uyuşmazlık konusu taşınmazın başlangıçtaki tahsis amacının korunması ihtiyacından kaynaklandığını savunmuştur. Hükümete göre
bu nedenle tapu iptal kararı meşru bir amaca sahiptir. Başvurucuya göre ise, artık söz konusu tahsis amacı kalmadığından, taşınmazına el koyulması meşru bir amaç taşımamıştır.
Başvurucu esasen İstanbul’da çok az sayıda yetim Rum çocuğunun kaldığını, bunların da
daha elverişli binalarda barındırıldığını belirtmiştir. Başvurucu ayrıca, Vakfın amacı ortadan kalktığı halde, taşınmaz sahibini mülkiyetten yoksun bırakmanın kamuya ne şekilde
hizmet ettiği hususunun Hükümet tarafından açıklanamadığını söylemiştir.
759
İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR
Mahkeme, ‘kamu yararı’ kavramını niteliği gereği hep geniş bir kavram olarak değerlendirdiğini hatırlatmıştır. Mahkeme’ye göre özellikle kamulaştırma konusundaki yasaların
kabulü çoğu zaman politik, ekonomik ve sosyal düşünceler içerir. Yasakoyucunun ekonomik ve sosyal politikaları yerine getirmek için takdir alanı bulunduğunu kabul eden Mahkeme, bu takdirin açıkça makul bir temelden yoksun olmaması şartıyla, ‘kamu yararı’nın
gereklerini yerine getirme tarzına saygı duyduğunu hatırlatmıştır (James ve Diğerleri,
§46; Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §3; Broniowski, §149).
Mahkeme mevcut olayda ilk önce, Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından söz konusu müdahaleyi haklı kılmak için gösterilen gerekçelerden birinin, sahibinin tarihi öneme
sahip bu taşınmazı sağlamlaştırmak için gerekli tedbirleri almaması olduğunu gözlemlemiştir. Ancak Mahkeme’ye göre mevcut olayda böyle bir gerekçe konuyla ilgisizdir,
çünkü ulusal mahkemeler veya Hükümet, mevcut olaydaki gibi tarihi, kültürel veya mimari öneme sahip mirası korumak amacıyla alınması gereken tedbirleri belirleyen mevzuata dayanmamışlardır. Bununla birlikte Mahkeme, Türk devletinin vakıfların statüsü
ve malvarlıklarıyla ilgili hukuki bir sorunu çözmek zorunda kaldıklarının farkında olduğunu belirtmiştir. Aslında Mahkeme, daha önce Sözleşmeci Devletlerin vakıflar gibi
tüzel kişilerin mal ve mülk iktisap etme usulünü düzenlerken geniş bir takdir alanından
yararlandıklarını söylemiştir. Dolayısıyla Sözleşmeci Devletler, açıkladıkları amaç ve hedefleri gerçekleştirmek ve kamu düzenini ile vakıf üyelerinin menfaatlerini korumak için,
genel yarara uygun gerekli tedbirleri alabilirler (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, parag.
52). Bu nedenle, 1936 Beyannamesinden 61 yıldan fazla bir süre sonra 1997 yılında tapu
iptal davasının açılması, bu tedbirin gerekçelerine ilişkin soru işaretlerine neden olsa da,
bu durum tek başına, Vakıflar Kanununun genel olarak ‘kamu yararına’ olma şeklindeki
meşruiyetini ortadan kaldırmaz (Yunanistan Eski Kralı ve Diğerleri kararı, parag. 88).
d) Müdahalenin orantılılığı
[83-92]: Mahkeme daha sonra olaydaki müdahalenin kamu yararının gerekleri ile bireyin
temel haklarının korunması arasında adil bir denge kurup kurmadığı sorununu ele almıştır. Adil dengenin sağlanması düşüncesi, Birinci Protokolün 1. maddesinin yapısında
ve dolayısıyla birinci cümlede güvence altına alınan prensiple bağlantılı yorumlanması
gereken ikinci cümlesinde de bulunmaktadır. Mahkeme’ye göre, özellikle bir kişiyi mülkiyetten yoksun bırakan tedbirin amacı ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık
ilişkisinin bulunması gerekmektedir (Prssos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §38).
Mahkeme, mevcut olayda başvurucunun tazminatsız olarak mülkünden yoksun bırakıldığını gözlemlemiştir. Mahkeme’nin içtihatlarına göre, bir müdahale hukukilik şartına
uygunsa ve keyfi değilse, tazminat ödenmemesi, devletin başvurucunun mülkiyeti elinden almasını kendiliğinden hukuka aykırı hale getirmez (Jahn ve Diğerleri kararı, §95).
Başvurucu, kendisini mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale ile karşılaşmıştır. Bu durumda Mahkeme’ye göre başvurucunun orantısız ve aşırı bir külfete katlanıp katlanmadığının araştırılması gerekmektedir. Mahkeme, daha önce değerine göre makul bir bedel
ödenmeksizin mülkiyetten yoksun bırakmanın, aşırı bir müdahale teşkil ettiğini ve tazminatın hiç ödenmemesinin ise Birinci Protokol’ün 1. maddesi bakımından yalnızca istisnai
koşullarda haklı görülebileceğini belirtmiştir. Mevcut olayda Mahkeme, tazminat ödemeksizin başvurucuyu mülkiyetten yoksun bırakmayı haklı göstermek için, söz konusu
taşınmazın aslında Yetimhane Vakfı’na ait olduğunu ve başvurucunun rolünün ancak bir
‘gözetmen’ veya “kayyım’ gibi olduğu şeklindeki Hükümetin savunmasına katılmamıştır.
Çünkü başvurucu söz konusu taşınmazı kendi kaynaklarıyla satın almasına ve hemen
sonra bu taşınmazı belli bir kullanım amacına tahsis etmesine rağmen, hep bu malın sahibi olarak muamele görmüştür. Ayrıca 18 Temmuz 1944 ve 18 Haziran 1945 tarihli vergi
dairesi kararlarında da görüldüğü üzere, binanın yalnızca bir kısmı sözü edilen kullanıma
tahsis edilmiştir. Ayrıca, 1902 tarihinde satın almadan sonra veya 1936 Beyannamesinin
760
MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar
ardından iptal davasının açıldığı 1997 tarihine kadar, başvurucunun tapusu ulusal mahkemeler veya idari makamlar tarafından tartışma konusu yapılmamıştır. Aynı şey, güvenlik
nedeniyle taşınmazın boşaltıldığı 1964 yılı ile 1997 yılı arasında geçen dönem için de
geçerlidir. Zira 1964’ten sonra uygulamada binanın tahsis edildiği amaç son bulmuştur.
Ayrıca Yetimhane Vakfı, 1903 yılında uyuşmazlık konusu taşınmazı edindikten sonra
veya 1936 Beyannamesi sırasında veya sonrasında, 1995 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından “mazbut” olarak nitelendirilene kadar hiçbir zaman taşınmazın sahibi
olduğunu ileri sürmemiştir. Sadece bu tarihte, Yetimhane Vakfı adına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü 1936 Beyannamesine dayanarak taşınmazın tapusunu istemiştir.
Bu bağlamda Mahkeme, söz konusu Beyannamede Yetimhane Vakfı’nın ‘malik’ sıfatına
atıfta bulunmaksızın, “Rum Erkek Yetimhanesini” yönettiğini beyan ettiğini belirtmiştir.
Mahkeme’ye göre ayrıca ilgili mevzuat, vakıflara ‘gelirlerinin niteliğini ve kaynağını,
harcamalarını, gelir ve giderlerinin miktar ve niteliğini’ belirtecekleri bir beyanname sunma yükümlülüğü getirmiştir. Mahkeme’ye göre, Yargıtay kararının aksine, söz konusu
iki metinden, taşınmazın Yetimhane Vakfı’na devrildiğinin teyit edildiği soncuna varmak
zordur. Mahkeme ayrıca, dini azınlıklara ait vakıflar tarafından 1936 yılında verilen beyannamelerin bu vakıfların ‘vakıf senedi’ yerine geçtiğine ilişkin 1974 tarihli içtihadın
uygulanmasının, hukuken ‘öngörülebilirlik’ şartıyla bağdaşmadığı sonucuna ulaştığını
hatırlatmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, §57). Ne var ki, Yetimhane Vakfı’nın 1936
Beyannamesinde bu taşınmazdan söz etmek suretiyle taşınmazın sahibi olduğu yönünde
varılan sonucun işte bu içtihada dayandığı görülmektedir.
Bu nedenle Mahkeme’ye göre söz konusu taşınmazın uzun yıllar boyunca belirli bir kullanıma tahsis edildiği göz önüne alınsa bile, bu tahsisin herhangi bir şekilde mülkiyet hakkının içeriğinin boşaltılmasını gerektirdiğini düşündürecek bir durum bulunmamaktadır.
Mahkeme’ye göre davalı devletin söz konusu taşınmazın tahsis edildiği amacı korumak
istemesi kendiliğinden bir sorun oluşturmamakla birlikte, Türk yetkililer başvurucuya
yeterli bir tazminat ödemeksizin başvurucuyu bu şekilde mülkiyetten yoksun bırakamazlar. Başvurucunun mevcut olayda herhangi bir tazminat almadığı açıktır. Mahkeme’ye
göre bu koşullarda, mülkiyetten yoksun bırakmanın hukuken öngörülmüş olduğunun ve
kamu yararı amacı taşıdığının kanıtlandığı varsayılsa bile, mülkiyet hakkının korunması
ile kamu yararının gerekleri arasında kurulması gereken adil denge bozulmuş ve başvurucu aşırı bir külfet altına girmiştir. Bu durumda, Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal
edilmiştir.
(...)
BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,
1. Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
2. Sözleşme’nin 14. maddesi ile 6(1). fıkrası bakımından incelemenin gerekli
olmadığına
3. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması sorunun saklı tutulmasına
KARAR VERMİŞTİR.
761
İKİNCİ ciltte yer alan ÖNEMLİ KARARLAR
MÜLKİYET HAKKI
13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA............................................................ 679
♦ evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması (başvurucu annenin evlilik dışı çocuğuna çok sınırlı bir şekilde miras bırakabilmesi) ■ mülkiyet hakkı
23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ................................. 680
♦ kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama (başvurucuların
sahip oldukları taşımazlar üzerinde kamulaştırma şerhi bulunması ve inşaat izni verilmemesi nedeniyle uzun süreli olarak mülkiyetten yararlanamamaları) ■ mülkiyet hakkı
21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK................. 693
♦ mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma (özel bir vakfa ait konutlarda
oturan kiracılara bazı koşullarda mülklerin zorunlu satışını öngören yasa nedeniyle mülk
sahiplerinin mülkiyet hakkının kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri
08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK.................. 708
♦ mülkiyetin kaybı—millileştirme (başvuruculara ait hava ve deniz sanayi alanındaki şirketlerin millileştirilmesi nedeniyle mülkiyetlerini kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—
kamu yararı—hukuken öngörülmüş olma—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel
prensipleri
09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE.............................................................. 726
♦ kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp
(Türkiye’de enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde taşınmazının kamulaştırılmasından sonra aldığı ek tazminatın ulusal makamlar tarafından geç ödenmesi ve
bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zarar) ■ mülkiyet hakkı—tazminat hakkı
02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA................................. 731
♦ kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama (sosyal konut yapmak için arazi rezervi
oluşturulması amacıyla kamulaştırılan taşınmaz üzerinde beş yıl içinde herhangi bir tesis
yapılmadığı için taşınmazın geri verilmesi gerekirken bu sürenin sosyal konut amacıyla
kamulaştırılan taşınmazlar bakımından uygunlanmayacağı gerkçesiyle tazminat talebinin
reddedilmesi) ■ mülkiyet hakkı—mal sahibinin geri alma hakkı
30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE.................................................... 736
♦ patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu—mülkiyetin kaybı
(şehir çöplüğündeki metan gazı sıkışması nedeniyle meydana gelen patlama sonucu meydana gelen heyelan nedeniyle civardaki tapusuz gecekonduların yıkılması) ■ mülkiyet
hakkı—sahibi olunan şeyler kavramı
881
İHAS: Açıklama ve Önemlİ Kararlar
09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE................ 744
♦ tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı (başvurucu vakfın taşınmazları kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapularının iptalinin mülkiyet
hakkına bir müdahale oluşturması, 2762 sayılı Yasanın 1936 beyannamesinde yer alanlar
dışında taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan bir hüküm içermemesi, başvurucu vakfın
kazanımlarını valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille geçerli kılınmış olması, başvurucu vakfın taşınmazları hukuka uygun olarak kazanmasından yıllar sonra kabul edilmiş
bir içtihadı uygulayarak taşınmaz tescilinin iptalinin başvurucu vakıf tarafından önceden
görülemeyen bir müdahale oluşturması, başvurucu vakıf 38 ve 44 yıl meşru hak sahibi
olarak taşınmazlardan yararlandığı ve vergisini ödediği halde sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına müdahalenin hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmaması) ■ mülkiyet
hakkı—hukukilik
15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE......................................................... 751
♦ taşınmazı iade etmeme (başvurucunun hastane yapılması için beldiyeye devrettiği taşınmazın sadece bir kısmının kamu yararı amacıyla kullanılmış olması, başvurucunun
bağışlama amacı dışında kullanıldığı iddiasıyla taşınmazı iade davasının reddedilmesi,
Yargıtay’ın, bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları nedeniyle hak
iddia edemeyecekleri konusundaki yorumunun kamunun genel yararı ile bireysel haklar
ve özgürlükler arasındaki adil dengeyi bozması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik—kamu
yararı—adil denge
08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE.............................. 755
♦ tapu iptali—mülkiyetin kaybı (başvurucunun sahibi olduğu taşınmazı kullanması için
bıraktığı yetimhane vakfı yönetiminin Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmesinin ardından,
bu vakfa geçtiği iddia edilen patrikhaneye ait taşınmaz tapusunun iptali) ■ mülkiyet
hakkı—hukukilik—kamu yararı
882