Mülkiyet Hakkı - İNSAN HAKLARI HUKUKU Mevzuat, Kararlar
Transkript
Mülkiyet Hakkı - İNSAN HAKLARI HUKUKU Mevzuat, Kararlar
İNSAN HAKLARI AVRUPA SÖZLEŞMESİ Açıklama ve Önemli Kararlar 2. Cilt (İHAS 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14 Ek Protokol 1-1, 1-2, 1-3 maddeler) Prof. Dr. Osman Doğru Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Atilla Nalbant İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde Hukukçu Bu kitap Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti ve Avrupa Konseyi tarafından birlikte finanse edilen ve Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyinin Ortak Programı olan “Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Projesi” kapsamında basılmıştır. Projenin ihale makamı Merkezi Finans ve İhale Birimidir. İÇİNDEKİLER MÜLKİYET HAKKI............................................................................651 AÇIKLAMA........................................................................................................... 651 Uygulanabilirlik.................................................................................................. 651 Kişinin ‘sahibi olduğu şey’ kavramı............................................................. 652 ‘Meşru beklenti’ kavramı.............................................................................. 654 Müdahale koşulları ............................................................................................ 656 Kamu yararı amacı bulunması...................................................................... 656 Hukuken öngörülmüş olması........................................................................ 657 Adil denge kurulması.................................................................................... 659 Müdahale türleri................................................................................................. 659 Birinci kural: Mülkiyetten yararlanmayı engelleme..................................... 660 Mülkiyetten yoksun bırakmaya yakın kısıtlamalar................................. 660 Karmaşık mülkiyet statüsü...................................................................... 661 Yargı kararlarının icra edilmemesi.......................................................... 662 İkinci kural: Mülkiyetten yoksun bırakma.................................................... 664 Devletleştirme......................................................................................... 664 Kamulaştırma.......................................................................................... 665 El atma ve kamulaştırmasız el atma........................................................ 667 Tapu iptalleri: Kıyı kenar ve orman taşınmazları.................................... 669 Tazminatın belirlenmesi ......................................................................... 669 Üçüncü kural: Mülkiyetin kullanılmasının kontrolü..................................... 671 Çeşitli üçüncü kural uygulamaları........................................................... 672 İmar düzenlemeleri.................................................................................. 676 ÖNEMLİ KARARLAR......................................................................................... 679 Evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması 13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA................................................. 679 Kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama 23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ...................... 680 Mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma 21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK...... 693 Mülkiyetin kaybı—millileştirme 08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK...... 708 Kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp 09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE................................................... 726 Kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama 02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA...................... 731 VII Patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu— mülkiyetin kaybı 30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE........................................ 736 Tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı 09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE.... 744 Taşınmazı iade etmeme 15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE.............................................. 751 Tapu iptali—mülkiyetin kaybı 08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE................... 755 VIII MÜLKİYET HAKKI P1, md 1 – Mülkiyetin korunması Her gerçek ve tüzel kişi, sahibi olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına sahiptir. Kamu yararı gerektirmedikçe ve hukukun öngördüğü koşullar ile uluslararası hukukun genel ilkelerine uyulmadıkça, hiç kimse sahibi olduğu şeylerden yoksun bırakılamaz. Ancak yukarıdaki hükümler devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek, vergiler ile diğer harç veya cezaların ödenmesini sağlamak için gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini ortadan kaldırmaz. AÇIKLAMA Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün (“Protokol”) birinci maddesinin (1. madde) kenar başlığı “mülkiyetin korunması” olduğu halde, Mahkeme bu maddenin “mülkiyet hakkı”nı güvence altına aldığını söylemiştir. Bu madde, gerçek ve tüzel kişilerin sahibi oldukları şeyleri devletin keyfi müdahalelerine karşı korumayı amaçlamaktadır. Bu hak, mutlak bir hak değildir; birinci ve ikinci fıkralarda gösterilen şartlara uygun olarak sınırlandırılabilir. Uygulanabilirlik Mülkiyet hakkı, kişinin sahip olduğu şeyler üzerindeki hakkını güvence altına alır. Bu maddenin uygulanabilir olması için, kişinin “sahip olduğu bir şey”e kamu makamları tarafından bir müdahalede bulunulmuş olması gerekir. Maddenin içindeki “sahibi olduğu şey” teriminin karşılığı olarak, Fransızca metinde “biens”, İngilizce metinde ise “possessions” sözcükleri kullanılmıştır. “Biens” kelimesi maddi eşya üzerindeki haklar ile maddi olmayan şeyler üzerindeki hakları ifade eder. Diğer yandan, İngilizce metindeki “possessions” kavramı, mülkiyet hakkından daha geniş olarak “sahip olunan şeyler” anlamını taşır. İngilizce metindeki “possessions” ve Fransızca metindeki “biens” sözcüklerine karşılık Türkçede “mal ve mülk” sözcüklerinin kullanıldığı da görülmektedir. Mülkiyet hakkının konusu olan şeyler taşınır ve taşınmaz mallarla sınırlı değildir. Somut ve soyut varlıklar, hisse senetleri, patent, telif hakları, emeklilikte gelir elde etme hakkı, kiralanan bir mülkten gelir elde etme hakkı, belirli bir mesleği icra etme hakkı, müşteri çevresine sahip olma gibi varlık veya değerler de mülkiyet hakkı kapsamında yer alır. Sahibi olduğu şeyden “barışçıl bir biçimde yararlanma” terimi İngilizce metinde “peaceful enjoyment” terimiyle karşılanmış, Fransızca metinde ise “droit au respect” (“saygı hakkı”) olarak ifade edilmiştir. Bu kavramlar, sahip olunan şeyi kullanma, onarma, tasarrufta bulunma, rehin veya ipotek etme, kiralama, satma, hatta tahrip etme haklarını da içerir. 651 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Bu madde mülkiyet hakkının kullanılmasını devlet müdahalelerine karşı korumaktadır. Genel olarak devletin mülkiyet hakkına müdahalesi, “mülkiyetten yararlandırmama”, “mülkiyetten yoksun bırakma” ve “mülkiyetin kullanılmasını kontrol etme” şeklindeki tasarruflarıyla gerçekleşebilir. Mahkeme, devletin negatif yükümlülüğünün yanında, bazı hallerde devletin mülkiyet hakkını koruma şeklinde pozitif yükümlülüğünün de bulunabileceğini belirtir. Kişinin “sahibi olduğu şey” kavramı Bir başvurucu, ancak kendisinin 1. madde anlamında “sahibi olduğu şey”e bir müdahalede bulunulmuş olması halinde bu maddenin ihlal edildiğini iddia edebilir. Dolayısıyla bir olayda kişinin sahibi olduğu bir şeyin bulunup bulunmadığının tespiti, kişinin hakkının korunması ve bu maddenin olayda uygulanabilirliği açısından önem taşır. Bu maddedeki kişinin “sahibi olduğu şey” kavramı, Sözleşme’nin özerk kavramlarından biridir. Diğer bir deyişle, Mahkeme, kişinin sahibi olduğu şey kavramına iç hukukta verilen anlamla bağlı değildir (Saghinadze ve Diğerleri, §103); bir şeyin bu madde anlamında kişinin sahibi olduğu bir şey oluşturup oluşturmadığını Mahkeme belirler. 1. maddenin koruduğu kişinin sahibi olduğu şey, “sahibi olduğu mevcut bir şey” olabileceği gibi, “malvarlığına ilişkin değerler” de olabilir. Malvarlığına ilişkin değerler kavramı, başvurucunun mülkiyet hakkından etkili şekilde yararlanmayı elde etme konusunda en azından “meşru beklentisi”nin bulunduğunu savunabileceği talepleri de içerir (J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §61; Maltzan ve Diğerleri (k.k.), §74(c)). Bu madde, mülkiyeti kazanma veya edinme hakkını güvence altına almaz (Van der Mussele, §48; Kopecky [BD], §35; Slivenko ve Diğerleri (k.k), §121). Mülkiyet hakkı mevcut olmalıdır (Marckx, §50; Anheuser-Busch Inc., §64). Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Pistorova, §38; Des Fours Walderode (k.k.), no. 40057/98; Zhigalev, §131). Bir başvurucunun 1. maddeye göre korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı konusunda bir uyuşmazlık bulunması halinde, Mahkeme’nin başvurucunun hukuki durumunu karara bağlaması gerekir (J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §61). Kişinin sahibi olduğu şeyler, fiziksel eşyalarla sınırlı değildir. Kişinin belirli bazı hakları ve menfaatleri de bu madde bakımından “sahibi olduğu şeyler” olarak görülebilir ve böylece mülkiyet hakkının güvencesinden yararlanırlar. Her olayda incelenmesi gereken husus, bir bütün olarak ele alındığında olaydaki şartların başvurucuya 1. maddede korunan bir maddi menfaat sağlayıp sağlamadığıdır (Depalle, §62; Anheuser-Busch Inc., §63). Mülkiyet hakkına ilişkin menfaat bir alacak niteliğinde ise, bu alacak konusunda “gerçek bir uyuşmazlık” veya “savunulabilir bir iddia”nın varlığına dayanılması yeterli değildir. 1. madde bakımından bir ödeme istemi, ancak ulusal hukukta yeterli bir dayanak olduğunda, örneğin ulusal mahkemelerin bunu teyit eden yerleşik içtihatları bulunduğunda bir “malvarlığı” olarak kabul edilebilir (Plechanow, §83; Vilho Eskelinen ve Diğerleri, §94; Kopecky, §52). Bir mahkeme hükmünden doğan bir alacak, icra edilebilir olduğu yeterince ortaya koyulması halinde, “malvarlığı” oluşturur (Stran Greek Refineries ve Stratis Andreadis, §59; Burdov, §40). Mahkeme’ye göre, mülkiyetten ya da başka bir ayni haktan yoksun bırakma anlık bir işlemdir; sürekli bir durum yaratmaz (Malhous (k.k.), no. 33071/96). 652 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama Protokolün 1. maddesi, Sözleşmeci Devletlere Protokolü onaylamadan önce kendi üzerlerine geçirdikleri mülkiyeti iade etmelerini gerektiren genel bir yükümlülük yüklediği şeklinde yorumlanamaz. Ama devletler mülkiyeti iade etme konusunda düzenlemeler yapabilirler. 1. madde Sözleşmeci Devletlerin, iade edilecek mülkiyetin kapsamını belirleme ve eski maliklerin mülkiyet haklarını iade ederken koşulları seçme serbestlikleri üzerinde herhangi bir kısıtlama koymaz. Sözleşmeci Devletler, özellikle belirli kategorideki eski maliklerin bu tür bir iade hakkından hariç tutulmaları konusunda geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Bu şekilde hariç tutulan belirli kategorideki maliklerin iade talepleri, 1. maddedeki korumadan yararlanmak için “meşru beklenti”ye temel oluşturmaz. Bu bağlamda, eğer devletler bu tarz taşınmazları iade etmeye karar vermişlerse, bu iade işleminin kapsamını ve koşullarını serbestçe belirleyebilirler (Jantner, §34). Protokolü onaylayan bir Sözleşmeci Devlet, önceki rejimde müsadere edilmiş mülkiyetin tamamen veya kısmen iadesini öngören bir yasa çıkaracak olursa, böyle bir yasanın koşullarını taşıyan kişiler için 1. madde tarafından korunan yeni bir mülkiyet hakkı doğurduğu kabul edilebilir. Sözleşmeci Devlet tarafından Protokolün onaylanmasından önce iade veya tazminat getiren düzenlenmeler, onaylamadan sonra da yürürlükte bulunuyorsa, aynı şey geçerlidir (Maltzan ve Diğerleri (k.k.), §74). Mülkiyet hakkının tanınması ümidi, 1. madde anlamında “malvarlığı” olarak kabul edilemez (Malhous (k.k.)). Ayrıca etkili bir şekilde kullanılmasının mümkün olmadığı bir mülkiyet hakkının yeniden tanınması beklentisi, “meşru bir beklenti” olarak değerlendirilemez ve mülkiyet hakkı kapsamında koruma görmez. Koşula bağlı bir alacak hakkı da böyledir; çünkü o koşul gerçekleşmez ise, bu hak ortadan kalkmaktadır (Prince HansAdam II de Liechtenstein, §82 ve 83). Daha önce yürürlükte bulunan bir Kanunun başvurucunun lehine olarak değiştirileceği inancı, 1. madde bakımından meşru beklenti olarak görülemez. Bir iade ümidi ne kadar anlaşılabilir olursa olsun, salt bir iade ümidi ile meşru beklenti arasında fark vardır; meşru beklentinin salt bir ümitten daha somut nitelikte olması ve bir yasa hükmüne veya yargısal karar gibi hukuki bir işleme dayanması gereklidir (Gratzinger ve Gratzingerova (k.k.), §73). Gelecekteki gelir, ancak kazanılmış ise veya gelire yönelik icra edilebilir bir alacak mevcut ise, “malvarlığı” oluşturur (Ian Edgar (Liverpool) Ltd (k.k.); Wendenburg ve Diğerleri (k.k.)). 1. madde, mesleki uygulamaları ve müşterileri de kapsar, çünkü bunlar birçok yönden özel hak niteliğine sahip varlıklar olup, malvarlığına ilişkin değerleri oluştururlar; bu nedenle 1. maddenin birinci cümlesi anlamında malvarlığına ilişkin değerler olarak kabul edilirler (Lederer (k.k.); Buzescu, §81). Bir iş yapma ruhsatı, malvarlığına ilişkin bir değer oluşturur; ruhsatın iptali, 1. maddede güvence altına alınan hakka bir müdahaledir (Megadat.com SRL, §62-63; Bimer S.A., §49; Tre Traktörer Aktiebolag, §53). 1. madde devletlere, tasarrufları sistematik biçimde endeksleme yoluyla mali kurumlara yatırılan paranın satın alma gücünü koruma şeklinde genel bir yükümlülük yüklemez (Rudzinska (k.k.); Gayduk ve Diğerleri (k.k.)). Bu madde, devletleri alacakların değerini korumaya veya özel alacaklar için geçerli olan oranda enflasyonla uyumlu bir gecikme faiz oranı uygulamaya da zorlamaz (Todorov (k.k.)). 653 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Protokolün 1. maddesi, fikri mülkiyete ve ticari marka tescil başvurusuna uygulanır (Anheuser-Busch Inc., §72). Ayrıca ekonomik bir değeri bulunan bir şirket hissesi, sahip olunan şey olarak kabul edilebilir (Olczak (k.k.)). 1. maddenin uygulanabilirliği açısından, katkı paylı yardım ile katkı payı olmayan yardım arasında bir ayrım yapmanın bir dayanağı yoktur. 1. madde bir sosyal güvenlik ödemesi alma hakkı içermediği halde, eğer bir Sözleşmeci Devletin yürürlükteki mevzuatında, önceden prim ödeme şartıyla veya şartsız olarak, sosyal yardım şeklinde bir ödeme yapılması öngörülmüş ise, bu mevzuatın şartlarını yerine getiren kişiler bakımından 1. madde kapsamına giren mülkiyetle ilgili bir menfaat doğduğu kabul edilmelidir (Stec ve Diğerleri (k.k.), §53-55; Andrejeva, §77). Bazı hallerde devletin mülkiyet hakkını koruma şeklinde pozitif yükümlülüğü de doğabilir. Öneryıldız – Türkiye kararında Mahkeme, mülkiyet hakkının kullanımı bakımından kamu makamlarının sadece bu alanda keyfi müdahalede bulunmalarının değil; aynı zamanda hakkın etkili kullanımı için pozitif önlemler almalarının gerekebileceğini kabul etmiştir. Bu çerçevede, kişiler arasındaki ilişkilerde de devletin bazı pozitif önlemler alması gerekebilir (Broniowski, §143). Devletin alması gereken önlemler elbette olaydan olaya değişir. Öneryıldız davasında başvurucu, kamu makamlarının görevlerini ihmal etmeleri nedeniyle çöplüğün patlaması sonucu sahip olduğu mülkiyeti kaybetmiştir. Bu davada devletin alması gereken önlemler geniş kapsamlıdır; çünkü çevresel etkisi ağır kamusal bir etkinlik söz konusudur. Sözleşme’nin 6. maddesi ile Protokolün 1. maddesi, devlete yargı kararlarının icrası bakımından etkili bir sistem kurma yükümlülüğü öngörmektedir (Fouklev, §84). Bu nedenle, bir yargı kararının icrasıyla görevli kamu makamları, bu yargı kararının icrasını engellemekte ya da kararın icrası için gerekli özeni göstermemekteyse, bu tutum Sözleşme’nin ihlal edilmesi anlamına gelir. Mahkeme, Blumberga – Letonya kararında şöyle demiştir: “Kişinin sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına özel bir şahıs tarafından bir müdahale bulunulması halinde, devlet bakımından bir pozitif yükümlülük doğar. Buna göre, o devlet kendi iç hukukunda mülkiyet hakkını yeterince koruyan düzenlemeler ve mağdur olan kişiye haklarını korumak ve özellikle zararın tazminini istemek için uygun bir başvuru yolu kurmak zorundadır. Bu yükümlülük, ilgili devletin koruyucu önlemler ve tazmin tedbirleri almasını gerektirir. Eğer bu müdahale bir suç niteliğinde ise, devletin bu yükümlülüğü ayrıca yetkililerin etkili bir soruşturma yapma ve gerekirse kovuşturma yapmalarını gerektirir (§67). ‘Meşru beklenti’ kavramı Meşru beklenti kavramı, temelsiz bir hak kazanma beklentisi değil; somut nitelikte, ulusal hukukta belirli bir yasa hükmüne, istikrarlı bir içtihada dayanan bir yargı kararı gibi hukuki bir tasarrufa dayanan bir beklenti anlamına gelmektedir. “Beklenti”, bir yasa hükmüne veya aynî menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanıyor ise, “meşru beklenti”dir (Saghinadze ve Diğerleri, §103). Mahkeme bu özellikleri taşıyan bir beklentiyi, “malvarlığına ilişkin bir değer” olarak kabul etmekte ve mülkiyet hakkı kapsamında koruma altına almaktadır. Ancak bu kavramın Mahkeme içtihadı yoluyla geliştirildiği ve bu nedenle sınırları çizilmiş bir tanımının verilmesinin mümkün olmadığını da vurgulanmalıdır. Mahkeme içtihatlarına göre, 1. madde tarafından korunan bir “meşru beklenti”nin bulunup bulunmadığı belirlenirken, “gerçek bir uyuşmazlık” veya “savunulabilir bir iddia”nın varlığı yeterli değildir (Kopecky, §52; Vilho Eskelinen ve Diğerleri, §94). Meşru beklenti kavramı, Mahkeme içtihadında ilk kez, Pine Valley Developments Ltd ve 654 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama Diğerleri – İrlanda kararında kullanılmıştır. Bu davada başvurucular imar müdürlüğü tarafından verilmiş, üzerinde sanayi depoları ve işyeri kurabilecekleri yönünde bir ön imar izni olan bir taşınmaz satın almışlardı. Ancak daha sonra imar planlarında yapılan değişiklik ile başvuruculara imar izni verilmemiştir. Başvurucuların taşınmazının değeri, üzerinde inşaat yapılamaması nedeniyle düşmüş ve bu taşınmaz alındığı fiyatın çok altında bir fiyata satılmıştır. Mahkeme, taşınmaza ilişkin bir ön imar izninin verilmiş olmasını ve bu izne dayanarak şirketin taşınmazı ön imar izninde öngörülen amaç çerçevesinde inşaat yapmak üzere satın almasını, bu mülkiyetin bir öğesi olarak değerlendirmiştir. Mahkeme’ye göre, bu davada mülkiyet hakkına benzer nitelikte koruma altına alınan “meşru beklenti” söz konusudur. Başvurucular bu taşınmazı satın aldıklarında üzerinde imar imkânı olduğunu belirten hukuken geçerli ve ilgili sicile dayalı bir ön sertifikaya güvenmişlerdir. Mahkeme’ye göre, bu koşullar altında başvurucuların taşınmazları üzerinde planladıkları yapılaşmayı gerçekleştirecekleri yönünde “meşru bir beklenti”ye sahip olduklarını kabul etmek gereklidir. Stretch – Birleşik Krallık kararında ise, başvurucu bir yerel yönetimden yirmi iki yıl süreyle bir arazi kiralamıştır. Kira sözleşmesi gereğince başvurucu kira bedeli ödeyecek ve bu araziye hafif sanayi için altı adet bina inşa edecektir. Kira sözleşmesi ayrıca, kira süresinin bitiminde yirmi bir yıllık dönem için kira sözleşmesinin yenilenmesi ihtimalini içermektedir. Sürenin sonunda, yerel yönetimin kira sözleşmesine yenileme hükmü koymak suretiyle yetkisini aştığı gerekçesiyle kira sözleşmesi yenilenmemiştir. Bu davada Mahkeme, kira sözleşmesinin yenilenmesi koşulunu kiralayan başvurucu açısından mülkiyet hakkını tamamlayıcı içerikte bir “meşru beklenti” olarak değerlendirmiştir. Yukarıda sözü edilen iki davada başvurucuların meşru beklentileri mülkiyet hakkı üzerinde etki yapması kaçınılmaz olan sağlam sözleşme hukukuna dayalıdır. Başvurucuların akdettikleri sözleşmenin geriye dönük olarak kendi aleyhlerine fesih edilmeyeceği beklentisi içinde olmaları için, iç hukukta sağlam hukuki temeller mevcuttur. Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri – Belçika kararında ise, “meşru beklenti” kavramı başka bir açıdan ortaya çıkmaktadır. Bu davada söz konusu olan alacak hakkı, Belçikalı pilotların ihmali sonucunda meydana gelen havayolu kazalarının tazminiyle ilgilidir. Belçika hukukuna göre alacak, zararın meydana geldiği anda doğmaktadır. Mahkeme, önce bu alacağı “malvarlığı değeri” olarak nitelendirmiş ve mülkiyet hakkının koruması kapsamında değerlendirmiştir. Daha sonra Belçika Temyiz Mahkemesinin bir dizi kararına dayanarak, başvurucuların bir havayolu kazasından doğan alacak haklarının somutlaştığını görmelerinin onlar açısından bir “meşru beklenti” olarak nitelendirilebileceğine karar vermiştir. Bu davada, Pine Valley Developments Ltd ve Diğerleri ve Stretch kararlarından farklı olarak Mahkeme “meşru beklenti” kavramını, ileri sürülen mülkiyet hakkının tamamlayıcısı olarak değerlendirmemiştir. Buna karşın, Mahkeme’ye göre bu tarz bir meşru beklentinin Protokolün birinci maddesi anlamında “malvarlığı değeri” söz konusu olmadığında ortaya çıkması mümkün değildir. Aslında “meşru beklenti” kavramının kendisi bizzat “malvarlığı değerini” oluşturmakta ve bu bağlamda alacak hakkına bağlanmaktadır. Ancak burada söz konusu olan alacak hakkı iç hukukta yeterli kesinlikte tanınmış olmalı, yerleşik bir ulusal hukuk içtihadına dayanmalı ve dava konusu zararlara halen uygulanabilir olmalıdır (Kopecky, §48). Gratzinger ve Gratzingerova – Çek Cumhuriyeti kararında Mahkeme, başvurucunun 1991 yılında malların iadesine ilişkin bir kanuna dayanarak taşınmazının geri verilmesi talebinin reddedilmesi işlemini Sözleşme’ye aykırı bulmamıştır. Mahkeme’ye göre, başvurucu bu iade kanunun en temel koşullarından birisini, ilgili devletin vatandaşı olma koşulunu taşımadığı için talebi reddedilmiştir. Mahkeme bu davada basit bir beklenti ile “meşru beklenti” arasındaki ayırıma dikkat çekmiş ve meşru beklentinin somut bir 655 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR temelinin bulunması, bu çerçevede bir yasal düzenlemeye veya yargı kararı gibi hukuki bir işleme dayanması gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca eğer mevzuatın uygulanmasında farklılık varsa ve istikrarlı bir uygulama mevcut değilse, yine meşru beklentiden söz edilemez. Müdahale koşulları Mülkiyet hakkına kamu makamları tarafından yapılan bir müdahale çeşitli görünümlerde olabilir. Müdahale bazen mülkiyet hakkının kullanılmasına getirilen bir sınırlama olabileceği gibi, bazen kişiyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir tasarruf söz konusu olabilir. Bir müdahalenin mülkiyet hakkını ihlal etmeden gerçekleşmesi için üç temel koşul yerine getirilmiş olmalıdır. Bu koşullar şunlardır: Müdahale hukuki bir temele dayanmalıdır (hukukilik ilkesi); müdahale kamu yararı amacı taşımalıdır (meşru amaç); müdahale izlenen meşru amaçla orantılı olmalıdır (orantılılık ilkesi). Bu koşullar aşağıda ayrıntılı olarak incelenecektir. Ayrıca 1. maddenin ikinci cümlesinde kişiyi sahibi olduğu şeyden yoksun bırakma için “uluslararası hukukun genel ilkelerine” koşulundan söz edilmektedir. Sözleşmede “uluslararası hukukun genel ilkelerine” yapılan atfın kapsam ve anlamı, James ve Diğerleri – Birleşik Krallık kararında uzun uzun tartışılmıştır. James ve Diğerleri kararında Mahkeme, 1. maddenin ikinci cümlesinde yer alan “uluslararası hukukun genel ilkeleri” ifadesinin, en az iki anlama geldiğini belirtmiştir. İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili ilkelerine dayanarak, haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, Protokolün yürürlüğe girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı şeklindeki muhtemel iddialara karşı bir güvence sağlamaktadır. Kamu yararı amacı bulunması 1. maddenin ilk fıkrasında mülkiyetten yoksun bırakma işlemi bakımından “kamu yararı” meşru amacı öngörülmektedir. Buna karşılık, ikinci fıkrada “mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek”ten söz edilmektedir. Ancak bu iki fıkrada kullanılan “kamu yararı” ve “genel yarar” kavramları arasında esaslı herhangi bir farkın olduğu söylenemez. Devletin pozitif yükümlüğünün söz konusu olduğu durumlarda da, kamu makamlarının hareketsizliğinin dayandığı meşru bir amaç olmalıdır (Broniowski, §148). Nitekim 1. maddenin temelinde yer alan “adil denge” ilkesi, mülkiyet hakkına bir müdahale söz konusu olduğunda toplumun genel yararının varlığını gerektirir. Ayrıca bu maddede yer alan bütün müdahale tarzları kendi aralarında belirli bir ilişki içindedir ve bütün müdahalelerin uymak zorunda olduğu hukuki rejim, nihayetinde ilk cümlede yer alan “mülkiyet hakkına saygı” ilkesi ile bağlantılıdır. O halde, her ne tarzda olursa olsun, mülkiyet hakkına bir müdahale meşru amacı izlemiyor ise, 1. madde ihlal edilmiş olur (Beyeler, §111). Bir müdahalenin izlediği kamu yararı meşru amacını tanımlamak öncelikle devlete düşer. Kamu makamlarının toplumun ihtiyaçlarını ve kamunun yararını en uygun biçimde tanımlama konusunda uluslararası bir mahkemeye göre daha iyi bir konumda oldukları açıktır. Bu nedenle, Sözleşme’nin kurmuş olduğu insan haklarını koruma sisteminde, mülkiyetten yoksun bırakma ya da mülkiyeti iade etme dâhil, genel yararın haklı kıldığı mülkiyet hakkına ilişkin tedbirlerin gerekliliği konusunda ilk söz, ulusal yetkililere düşer. Bu çerçevede kamu makamları belirli bir takdir alanına sahiptirler. Kamu makamları bir ekonomik veya toplumsal siyaseti hayata geçirmek amacıyla mülkiyet hakkına müdahale etmiş ise, meşru amacın olduğu varsayılır. Böyle bir durumda 656 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama bu amacın izlenmediğini iddiasını kanıtlama külfeti, iddia eden başvurucuya düşer (Broniowski, §148). Ayrıca “kamu yararı” kavramı doğası gereği geniş bir kavramdır. Özellikle belirli bir tazminat karşılığında mülkiyet hakkından yoksun bırakmayı düzenleyen yasalar, birçok siyasal, ekonomik ve sosyal sorunun bir arada değerlendirilmesini gerektirir. Ekonomik ve sosyal bir politika izlemek konusunda devletlerin geniş bir takdir alanı olduğu kuşkusuzdur. Mahkeme, bugüne kadar verdiği kararlarda, açıkça makul bir temelden yoksun durumlar dışında, Sözleşmeci Devletlerin “kamu yararı” kavramının gerekliliklerini nasıl anladıkları konusunda aldığı kararlara saygı gösterdiğini belirtmiştir (James ve Diğerleri, §46; Eski Yunan Kralı ve Diğerleri, §87). Malikleri taşınmazlarını özel şahıslara devretmeye zorlayan bir tedbir, kamu yararı amacına sahip olabilir mi? James ve Diğerleri kararı, 1967 tarihli Kira Reform Yasasının kabul edilmesi ile bir bölgedeki evlerde oturanlara bazı koşullarda evlerin mülkiyetini kazanma hakkı tanınması ve kiracıların bu hakkı kullanmaları üzerine, başvurucu maliklerin evler üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmeleri hakkındadır. Başvurucular, mülkiyetten yoksun bırakma kuralındaki “kamu yararı” amacının, mülkiyetin sadece genel olarak toplumun yararı için, kamusal bir amaçla elden alınması halinde yerine getirilmiş olacağını ve bunun doğal sonucu olarak, bir kimsenin mülkiyetinin diğer bir kimseye sadece o kimsenin menfaati için devredilmesinin, hiçbir şekilde “kamu yararı” koşuluna uygun olmadığını ileri sürmüşlerdir. Komisyon ve Hükümet, ise, bir kimsenin mülkiyetinin meşru sosyal politikalar gereğince diğer özel bir kimseye devrinin gerçekleştirilmesi halinde, bunun ilke olarak “kamu yararına” olduğunun kabul edilebileceği görüşündedirler. James ve Diğerleri kararında Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakma işleminin, özel bir kişiye özel bir menfaat sağlamak için gerçekleştirilmesi halinde, bu müdahalenin “kamu yararı” amacını izlediğinin kabul edilemeyeceğini belirtir. Bununla birlikte, Mahkeme’ye göre bazı koşullarda, bir kimsenin özel mülkiyetinin başka bir kimseye zorunlu devri, kamu yararının gerçekleştirilmesi için meşru bir araç olabilir. Bu bağlamda, Sözleşmeci Devletlerin anayasalarında, yasalarında veya içtihatlarında, “kamunun kullanımı amacıyla” gibi ifadelerin yer aldığı metinlerde bile, kamu yararı kavramının, özel şahıslar arasında mülkiyetin zorunlu devrini hukuk dışı saydığı ortak bir ilke tespit edilememiştir. Mahkeme’ye göre, “kamu yararına” ifadesinden, devredilen mülkiyetin genel olarak kamunun kullanımına açılması ve hatta toplumun önemli bir bölümünün bu devirden doğrudan yararlanması gerektiği anlamı çıkmaz. Sosyal adaleti sağlamayı amaçlayan bir politika gereğince mülkiyetin elden alınması da “kamu yararına” bir işlem olarak nitelendirilebilir (James ve Diğerleri, §40 ve 41). Hukuken öngörülmüş olması 1. maddeye göre, kamu makamlarının mülkiyet hakkına müdahalesi hukuki bir temele dayanmalıdır. Hukukilik ilkesi, ilk olarak, 1. maddenin ikinci cümlesinde kullanılır: “Hukukun öngördüğü koşullar(a) ... uyulmadıkça, hiç kimse sahibi olduğu şeylerden yoksun bırakılamaz”. Aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, devletler, mülkiyetin kullanılmasını kontrol ederken, gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma” yetkisine sahiptirler. O halde, mülkiyet hakkını sınırlandıran düzenlemeler de “hukukilik” ilkesine tabidir. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü, Sözleşme maddelerinin tümünün özünde vardır. Bu ilke, devletin ve kamu makamlarının aleyhlerine verilmiş yargı kararlarına uymaları gerekliliğine işaret eder. Bu nedenle Mahkeme’ye göre, toplumun genel yararı ile bireyin temel hakları arasında “adil bir denge” arayışı, ancak bir müdahale hukukilik ilkesine uygun ise ve keyfi değilse gerçekleşebilir (Iatridis, §58; Sporrong ve Lönnroth, §69). 657 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Mahkeme, hukukilik ilkesinin iç hukukta yeterince erişilebilir, açık ve sonuçları önceden görülebilir kuralların bulunması anlamına geldiğini belirtmiştir (Hentrich, §42; Lithgow ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no 1), §76). Bu çerçevede, içtihat yoluyla geliştirilmiş bir ilkenin varlığı da hukukilik ilkesini karşılayabilir. Ancak Mahkeme, dolaylı kamulaştırma davalarının söz konusu olduğu Carbonara ve Ventura – İtalya davasında çelişkili sonuçlara varan bir içtihadi uygulamanın hukukilik ilkesinin gereklerini karşılamadığını belirtmiştir. Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı – Türkiye kararı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Fener’deki Rum Lisesinde eğitime kolaylık sağlamak amacıyla kurulmuş bir vakfın mülkiyet edinme rejimine ilişkindir. Vakfın kuruluş senedi, Lozan Antlaşmasına uygundur. Başvurucu vakıf, bu vakıfların tüzel kişilik kazanmalarını sağlayan 2762 sayılı Yasaya uygun olarak, 1936 yılında amaçlarını ve taşınmaz malvarlığını gösteren bir beyanname vermiştir. Daha sonra vakıf 1952 yılında İstanbul’daki bir binanın bir kısmını bağış olarak kabul etmiş ve 1958 yılında bir bina satın almıştır. 1992 yılında Hazine, başvurucu vakfın bu taşınmazlar üzerindeki mülkiyet hakkının iptali ve tapu sicilinin düzeltilmesi talebiyle dava açmış, İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996’da davayı kabul etmiştir. Bu mahkeme, Yargıtay’ın 8 Mayıs 1974 tarihli kararına da dayanarak, üyelerini Lozan Antlaşmasında tanımlanan dinsel azınlıkların oluşturduğu ve kuruluş senetlerinde taşınmaz mal edinme yetkileri bulunmayan vakıfların, sonradan taşınmaz mal edinemeyeceklerine ve bağış kabul edemeyeceklerine karar vermiştir. Böylece, bu vakıfların taşınmaz malları, kuruluş senetlerinde gösterilen mallarla sınırlandırılmaktaydı. Yargıtay bu kararı 9 Aralık 1996’da onamıştır. Başvurucu vakıf Ekim 2000’de Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurmuş ve kuruluş senedini değiştirme ve taşınmaz mal edinme izni istemiştir. Bu talep reddedilmiştir. Başvurucu vakıf, mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasından şikâyetçi olmuştur. Başvurucuya göre, ulusal mahkemeler tarafından yorumlandığı şekliyle Türk mevzuatı, Lozan Antlaşmasındaki dinsel azınlıklar tarafından kurulmuş vakıfların taşınmaz mal edinme imkânlarını ortadan kaldırdığı için Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkı ve diğer vakıflarla karşılaştırıldığında Sözleşme’nin 14. maddesindeki ayrımcılık yasağı ihlal edilmektedir. Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı kararında Mahkeme, başvurucu vakfın iki adet taşınmazı kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapudan adının silinmesinin mülkiyet hakkına yapılan bir müdahale olarak değerlendirmiştir. Mahkeme’ye göre bu müdahale 1. maddedeki hukukilik koşulunu yerine getirmemektedir. Mahkeme bu sonuca varırken, ilk olarak, 2762 sayılı Kanunun herhangi bir hükmünün, azınlık vakıflarının 1936 beyannamesinde gösterdikleri dışında taşınmaz mal edinmelerini yasaklamadığını vurgulamıştır. Taşınmazların edinildiği tarihlerde (1952 ve 1958’de) herhangi bir Hükümet kurumu bu işlemlere karşı çıkmamıştır. Aksine başvurucu vakfın mülkiyeti, valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille geçerli hale gelmiştir. Başvurucu vakfın tapularının iptali kararları 1974 yılında Yargıtay tarafından kabul edilen bir içtihada dayanmaktadır. Mahkeme’ye göre taşınmazları bu içtihattan yıllar önce edinen başvurucu için bu hukuki temel önceden görülebilirlik ilkesine uygun değildir. Mahkeme, 1952 ve 1958’deki mülkiyet edinme sırasında başvurucunun o dönemdeki Türk hukukuna göre bu işlemlerin hukuki temeli olduğuna inandığını ve taşınmaz mal edinebilme ehliyeti konusunda, 1974 içtihadının kabulüne kadar “hukuk güvenliği” bulunduğunu vurgulamıştır. Mahkeme’ye göre, bu taşınmaz malların iktisabından on altı ve yirmi iki yıl sonra kabul edilen bir içtihada dayanarak söz konusu taşınmazlara ilişkin tescillerin iptal edilmesi, başvurucunun gözüyle bakıldığında öngörülebilir değildir. Gerçekten de başvurucu, taşınmaz mal edinme ehliyeti konusunda sessiz kalan yürürlükteki hukuki metinlerin yeniden yorumuyla varılan içtihatla, yıllar önce 658 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama edindiği malik sıfatının iptal edilebileceğini öngöremezdi. Üstelik edinimlerini geçerli kılan bir belge veren idare, başvurucunun bu konuda ehliyetinin varlığını da kabul etmiştir. Taşınmazların bu şekilde tapuya tescilinden sonra 38 ve 44 yıl boyunca başvurucu taşınmazların kanuni maliki olarak bunlardan faydalanabilmiş ve harç ve vergilerini de ödemiştir. Bu gerekçelerle Mahkeme, müdahalenin hukukilik ilkesiyle bağdaşmadığı ve başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Adil denge kurulması Bir kimsenin mülkiyet hakkına müdahale eden bir işlem, hem ilke olarak hem de uygulamada “kamu yararı” meşru amacını izlemeli, aynı zamanda kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmalıdır (Ashingdane, §57). Orantılılık koşulu, Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararında, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında “adil denge” kavramıyla ifade edilmiştir (Sporrong ve Lönnoth, §69). Bireye “aşırı külfet” yüklenmesi halinde, gerekli denge kurulamayacaktır. Mahkeme bu ifadeyi Sporrong ve Lönnoth kararında, birinci fıkranın birinci cümlesindeki sahibi olduğu şeylerden yararlanma kuralı bağlamında söylemiş olmakla birlikte, “Protokolün 1. maddesinin” bir bütün olarak, aranan “bu dengeyi yansıttığına” işaret etmiştir (ibid, §69). O halde, 1. maddeye göre, bir müdahalenin mülkiyet hakkını ihlal etmemesi için sadece bir meşru amaca dayalı olması ve hukukilik koşulunu yerine getirmesi yetmez; bu müdahalenin aynı zamanda, “toplumun genel yararı ile bireyin temel haklarının korunması gereği” arasında bir “adil denge” kurması gerekir. Orantılılık ilkesi her somut olayda o olayın koşulları dikkate alınarak değerlendirilmek durumundadır. Mülkiyetten yoksun bırakmaya ilişkin bir tedbir söz konusu olduğunda, ancak bu malın piyasa değeriyle makul şekilde orantılı bir tazminatın ödenmesi halinde, müdahalenin “adil dengeyi” bozmadığı kabul edilmektedir. Buna karşılık devletlerin, 1. maddenin ikinci fıkrasından doğan, genel yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak suretiyle bu amaca uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını sınırlandırma hakları söz konusu olduğunda, orantılılık ilkesi mutlaka bir tazminatın ödenmesini gerektirmez. Müdahale türleri Protokolün birinci maddesi üç ayrı kural içermektedir (Sporrong ve Lonnroth, §61). Genel nitelikte olan birinci kural, mülkiyete saygı hakkını ifade etmektedir. Bu kural, birinci fıkranın birinci cümlesinde yer almaktadır: “Her gerçek ve tüzel kişinin sahibi olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına sahiptir”. Kişinin sahibi olduğu şeylerden yararlandırılmasının engellenmesi mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturur. İkinci kural, mülkiyet hakkının kişinin elinden alınması ile ilgilidir. Bu kural, aynı fıkranın ikinci cümlesinde yer almaktadır: “Kamu yararı gerektirmedikçe ve hukukun öngördüğü koşullar ile uluslararası hukukun genel ilkelerine uyulmadıkça, hiç kimse sahibi olduğu şeylerden yoksun bırakılamaz”. Kişinin sahibi olduğu mülkün elinden alınması, mülkiyet hakkına bir başka müdahale oluşturur. Üçüncü kural devletin, başka şeylerin yanında, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek amacıyla gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisi bulunduğunu göstermektedir. Maddenin ikinci fıkrasında yer alan bu hüküm, devlete mülkiyetin kullanılmasını kontrol yetkisi vermektedir. Bu da devletin mülkiyet hakkına bir diğer müdahale şeklidir. 659 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Birinci kural: Mülkiyetten yararlanmayı engelleme Mülkiyet hakkından yararlanmaya ilişkin birinci kuralın kapsamını belirlemek, mülkiyetten yoksun bırakmayı ve mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmeyi öngören ikinci ve üçüncü kurallara göre daha zordur. Birinci kural, ikinci ve üçüncü kural kapsamında incelenemeyecek müdahalelerin toparlandığı bir tür “torba kural” niteliğindedir. Mülkiyetten yoksun bırakmaya yakın kısıtlamalar Birinci kurala ilişkin ilk davalardan birisi Sporrong ve Lönnroth – İsveç davasıdır. Bu dava, kamulaştırma şerhlerinin ve inşaat yasaklarının taşınmazlar üzerinde doğurduğu sonuçlarla ilgilidir. İsveç Hükümeti, 1956 tarihinde Stockholm Belediyesine Sporrong Miras Şirketinin sahip olduğu taşınmazın da arasında bulunduğu bölgeyi kamulaştırması için izin vermiştir. Belediye, alışveriş caddelerinden birini ana yola bağlayan bir köprüyol yapmayı tasarlamıştır. Hükümet, kamulaştırmanın gerçekleştirileceği beş yıllık bir süre tespit etmiştir. Bu sürenin dolmasından önce Belediye, mal sahiplerine ödenecek tazminatı belirleyecek olan mahkemeye dava açmalıdır. Aksi halde, kamulaştırma izni ortadan kalkacaktır. Bu izin öncesinde bu taşınmazlar üzerinde inşaat yasağı konmuştur. Ancak hem bu yasak, hem de kamulaştırma izni ancak 1979 yılında kaldırılmıştır. Diğer yandan 1971 yılında Lönnroth’e ait bir taşınmaz hakkında da kamulaştırma izni verilmiştir. Ancak bu izin de 1979 yılında kaldırılmıştır. Uzun yıllar boyunca bu taşınmazlar üzerinde de yapılaşma yasağı mevcuttur. Başvurucular, kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının yürürlükte kaldığı sürenin uzunluğundan şikâyetçi olmuşlardır. Başvuruculara göre bu sınırlamalar, mülkiyetten yararlanma hakkına açık bir tecavüz oluşturmaktadır. Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında idarenin almış olduğu kamulaştırma izninin, maliklerin mülklerini kullanma ve tasarruf etme haklarını ortadan kaldırmadığı, uygulamada bu hakkın kullanımına ciddi bir sınırlama getirdiğini belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, söz konusu izin ve yasak, kamulaştırmadan önce her türlü kamulaştırmanın hukuka uygunluğunu tanımakla ve Stockholm Belediyesine gerekli gördüğü her zaman kamulaştırma yapma yetkisi vererek mülkiyet hakkının özüne dokunmaktadır. Bu nedenle, başvurucuların mülkiyet hakları zayıflamış ve mülkler elden çıkarılabilir hale gelmiştir. Ayrıca inşaat yasakları da başvuruların sahibi oldukları şeylerden yararlanma haklarını kısıtlamıştır (§60). Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında birinci kurala uygunluk bulunup bulunmadığını düşünmeden önce, son iki kuralın uygulanabilir olup olmadığını konusuna eğilmiştir. Mahkeme’ye göre, mülkiyetten yoksun bırakmaya ilişkin ikinci kural uygulanamaz; çünkü başvurucuların mülkleri hiçbir zaman ellerinden alınmamıştır. Başvurucuların mülklerini kullanma, satma, vasiyet etme, bağışlama veya ipotek etme hakları mevcuttur. Ayrıca Mahkeme, bu durumun kamulaştırmasız el atma veya fiili kamulaştırma ile karşılaştırılamayacağını belirtmiştir. Elbette başvurucuların mülkiyet hakları ağır bir kısıtlamaya konu olmuştur; bu kısıtlamalar hakkın özünü zedeleyici niteliktedir. Bununla birlikte, Mahkeme’ye göre, hakkın özü ortadan kalkmamıştır. Bu nedenle, Mahkeme, bu davada birinci fıkranın ikinci cümlesini uygulama imkânı olmadığı sonucuna varır (§63). Üçüncü kural bakımından ise Mahkeme, yapılaşma yasağının açıkça ikinci fıkradaki anlamıyla, başvurucunun mülkiyeti kullanmasını sınırladığını kabul etmiştir. Ancak Mahkeme, bu taşınmazlar bakımından kamulaştırma izinlerinin alınmış olmasına özel bir önem vermiş ve bu idari kararların, mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmeyi amaçlamadığını, mülkiyetten yoksun bırakmaya giden sürecin ilk aşaması olduğunu vurgulamış ve bu müdahalenin ikinci fıkra kapsamına girmeyeceği sonucuna varmıştır. Bu gerekçe ile 660 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama Mahkeme, bu olayı 1. maddenin birinci fıkranın birinci cümlesine göre, başka bir anlatımla birinci kural altında incelemenin gerekli olduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth davasında birinci kural çerçevesinde gerçekleştirilen bir müdahalenin toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında dengeyi koruması gerektiğini belirtmiştir. Oysa başvurucuların taşınmazları uzun yıllar boyunca önemli kısıtlamalara konu olmuştur. Mahkeme’ye göre, kamulaştırma izni ve yapılaşma yasağının yarattığı bu durum, mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozmuştur. Bu müdahaleler, ancak başvuruculara sürelerin kısaltılması veya tazminat taleplerinde bulunma imkânı verilmiş olması halinde meşru görülebilir. Oysa başvuruculara aşırı bir yük getirilmiştir. Mahkeme, 1. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme, Sporrong ve Lönnroth kararında geliştirdiği içtihadını daha sonra birçok kararında izlemiştir. Terazzi SRL – İtalya davasında, ileride kamulaştırılacak bir taşınmaz üzerinde şimdiden bir imar kısıtlaması koyulmasını (yapılaşma yasağını) birinci kural çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme’ye göre, her ne kadar bu kısıtlamayla mülkiyet hakkı ortadan kalkmamış ise de, bu hakka müdahale mevcuttur. Ayrıca bu kısıtlamalar söz konusu taşınmazın kamulaştırılmasını hedeflediği için, Mahkeme bu davayı da Sporrong ve Lönnroth kararı çerçevesinde incelemiştir. Bu davada taşınmaz üzerinde otuz altı yıldır süren bir kısıtlama bulunması ve İtalyan hukukunun bu süregiden duruma bir tazmin imkânı tanımaması mülkiyet hakkının ihlali olarak nitelendirilmiştir. Köktepe ve Diğerleri – Türkiye kararında Mahkeme, bir taşınmaza orman niteliği veren bir yargı kararı sonrasında ortaya çıkan durumu da birinci kural kapsamında incelemiştir. Bu davada başvurucu 1993 yılında bir tarım arazisini satın almıştır. Daha sonra bu tarım arazisine bir yargı kararı ile orman niteliği verilmiştir. Mahkeme, bir taşınmazın orman olarak nitelendirilmesinin, dava konusu dönemde yürürlükte olan mevzuat gereğince mülkiyet hakkının içeriğinin boşaltılması anlamına geldiğini ve bu sürecin taşınmazın mülkiyetinin idareye nakli ile sonuçlanacağını dikkate alarak, dava konusunu birinci kuralın kapsamında gördüğünü belirtmiştir. Türk hukukunda bu durum için herhangi bir tazminat rejiminin bulunmadığını tespit eden Mahkeme, bu davada adil dengenin bozulduğu gerekçesiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Karmaşık mülkiyet statüsü Mahkeme, mülkiyetin karmaşık bir görünüm aldığı durumlarda da birinci kuralı uygulama eğilimi içindedir. Bu konuya ilişkin Mahkeme’nin en önemli kararı Beyeler – İtalya davasıdır. Beyeler davası, başvurucunun 1977 yılında aldığını iddia ettiği Vincent Van Gogh’un “Bahçıvan” adlı tablosunun idare tarafından önalımı hakkındadır. Başvurucu 1988 yılında, bu tabloyu satın aldığından çok daha yüksek bir fiyata bir Amerikan şirketine satmıştır. Ancak İtalya Devleti, başvurucunun bu tabloyu satın almış olduğunu idareye yasalara aykırı olarak bildirmediğini ileri sürmüş ve bu eserdeki önalım hakkına dayanmış ve tabloyu 1977’deki alış fiyatından satın almıştır. Başvurucu, bu durumun mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Mahkeme bu davada ilk önce, 1. maddede yer alan üç kuralın birbirinden bağımsız olmadığını vurgulamıştır. İkinci ve üçüncü kurallar, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin özel görünümleridir. O halde, Mahkeme’ye göre bu iki kural, ilk kuraldaki genel ilke çerçevesinde yorumlanmalıdır (Beyeler, §98). Beyeler davasında Mahkeme, önce başvurucunun tablo üzerinde geçerli bir mülkiyet hakkı bulunup bulunmadığı konusunu incelemiştir. 1. maddede yer alan “sahibi olduğu 661 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR şey” kavramı, ulusal hukuklardaki tanımlardan özerktir. Mahkeme’ye göre, bir başvurucunun bu madde tarafından korunan temel bir yararının olup olmadığını belirlemek için, olayın hem hukuki unsurları ve hem de olayın içinde bulunduğu bütün koşullar dikkate alınmalıdır. Belirli bir kültürel, sanatsal ya da tarihsel değeri olan taşınırlar üzerindeki mülkiyet hakkı sınırlı bir hak olarak kabul edilse de, başvurucu tabloyu satın aldığı tarihten idarenin önalım hakkını kullandığı ve kendisine tazminat ödediği tarihe kadar, İtalyan hukukuna göre malik sıfatını taşımıştır. Nitekim İtalyan hukukunda önalım hakkı, bir tür kamulaştırma olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca başvurucu bu tabloyu şirkete satmadan birkaç yıl önce, yetkililer başvurucuya devletin bu tabloyu satın almak istediklerini bildirmek suretiyle başvurucunun malik sıfatını tanımışlardır. Mahkeme bu unsurların, başvurucunun 1. madde anlamında “sahibi olduğu şey” bulunduğu gösterdiği ve bu maddenin olayda uygulanabilir olduğu sonucuna varmıştır (Beyeler, §105). Bu maddedeki hangi kuralın uygulanabilir olduğu konusunda Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakmaya ilişkin ikinci kuralın bu olayda uygulanabilir olup olmadığı konusunda karar vermesinin gerekli olmadığını belirtir. Mahkeme’ye göre maddi olayların ve hukuki durumun karmaşıklığı, olayın kesin olarak hangi kategoriye gireceğini belirlemesini engellemektedir. Bu durumda Mahkeme, bu olayı genel kural ışığında (birinci kural) incelemesi gerektiğine karar vermiştir (ibid., §106). Mahkeme, mülkiyet hakkına yapılan müdahale bakımından adil dengenin gözetilip gözetilmediği konusunu, tablonun başvuruya geçtiği tarihten itibaren başvurucu ve idarenin davranışlarını inceleyerek ve özellikle idarenin güncel değerinin altında bir tutara tabloyu önalım hakkına dayanarak satın aldığını göz önünde tutarak, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Yargı kararlarının icra edilmemesi Eğer kesinleşmiş bir yargı kararının icra edilmemesi kişinin mülkiyet hakkına zarar vermekteyse, bu durum, hem Sözleşme’nin 6. maddesi ve hem de Protokolün 1. maddesi dikkate alınarak incelenebilir. İatridis – Yunanistan kararına konu olan olay, başvurucunun işlettiği sinemayı tahliye süreci ile ilgilidir. Başvurucu, özel şahıs ile devlet arasında mülkiyeti konusunda uyuşmazlık bulunan bir sinemayı kiralamış ve 1978 yılından itibaren işletmeye başlamıştır. Taşınmazın mülkiyeti ile ilgili davalar ulusal mahkemeler önünde sürerken, 1984 yılında maliye bakanlığının kararı ile sinemanın da yer aldığı taşınmaz hazine adına tapuya tescil edilmiştir. 1985 yılında başvurucudan işgal bedeli istenmiştir. Başvurucu, 1989 yılında sinemadan tahliye edilmiştir. Sinema belediye tarafından işletilmeye başlanmıştır. Başvurucu bu işleme karşı açtığı davayı kazanmış ve tahliye işlemi iptal edilmiştir. Bu karara rağmen belediye sinemayı tahliye etmemiştir. Bunun üzerine başvurucu, hem sinemanın kendisine devredilmesi ve hem de uğradığı zararların tazmini için dava açmıştır. Diğer yandan idare, yerel mahkemenin başvurucunun sinemadan tahliyesine ilişkin kararı iptal ettiğini ama bu kararın sinemanın başvurucuya geri verilmesini emretmediğini belirterek sinemayı tahliye etmemiştir. Davalar ve idarenin sinemayı tahliye etmeme yönündeki tutumu sürerken, başvurucu Mahkeme’ye başvurmuştur. İatridis kararında Mahkeme ilk olarak, sinema işletmecisi olan başvurucunun 1. madde çerçevesinde korunan bir mülkiyet hakkının bulunup bulunmadığını incelemiştir. Mahkeme, başvurucunun sinemayı yasalara uygun bir kira akdine dayanarak on bir yıl boyunca işlettiğini ve bu süreçte belirli bir müşteri çevresi oluşturduğunu belirtmiştir (İatridis, §54). Başvurucu bir sinema işletmecisi olarak idare tarafından sinemadan tahliye edilmiş ve bu tahliye işleminin iptaline karşın, sinema kendisine iade edilmemiştir. Mahkeme’ye göre, başvurucu sinemanın maliki değil ama sadece işletmecisi olduğu için, bu müdahale 662 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama mülkiyetten yoksun bırakma olmadığı gibi, mülkiyetin kullanılmasının kontrolü olarak da değerlendirilemez. O halde, bu müdahale birinci kural altında incelemelidir (İatridis, §55). Mahkeme’ye göre, 1. madde özellikle ve öncelikle bireyin sahibi olduğu mülke yönelik bir müdahalenin hukuki bir temeli bulunmasını gerektirmektedir. Oysa bu davada tahliye işlemi ulusal mahkeme tarafından iptal edilmiş olduğundan, bu mahkeme kararından itibaren başvurucunun tahliye işleminin bütün hukuki temeli ortadan kalkmıştır. Bu gerekçeyle Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Akkuş – Türkiye kararının konusu hidro-elektrik santralı yapmak için arazisi kamulaştırılan başvurucunun bedel arttırma davasında elde ettiği tutarın geç ödenmesi ile ilgilidir. Başvurucunun taşınmazı kamulaştırılmış ve kendisine bedeli ödenmiştir. Başvurucu bu tutarı yeterli görmediği için bedel arttırma davası açmış ve bu davayı da kazanmıştır. Ancak ek tazminat (bedel artışı) başvurucuya, Türkiye’de yıllık enflasyonun yüzde 70 olduğu bir dönemde, Yargıtay kararından on yedi ay sonra sadece yüzde otuz faizle hesaplanarak ödenmiştir. Mahkeme bu konuda daha önce, bir tazminatın makul olmayan ölçüde gecikmeyle ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi halinde de tazminatın yeterli olmayacağına karar vermiştir (Akkuş, §29; Stran Greek Refineries ve Stratis Andreadis, §82). Mahkeme’ye göre, kamulaştırma bedelinin normalin üstünde geciktirilmesi, hele bazı ülkelerde paranın değerindeki kayıp dikkate alındığında, taşınmazı kamulaştırılan kişiyi belirsiz bir duruma sokmakta ve mali kayıplarının artmasına yol açmaktadır. Mahkeme, olayların geçtiği tarihte Türkiye’de devlete olan borçlar bakımından uygulanan faizin yıllık yüzde 84 olduğunu ve bu oranın da borçluları borçlarını hemen ödemeye teşvik ettiğini, öte yandan devletten alacaklı olanların ise devletin ödeme yapmaması veya ödemede gecikmesi halinde esaslı bir kayba uğradıklarını belirtmiştir. Bu nedenle, sadece kamu makamlarının ödemeyi geciktirmesi nedeniyle, Yargıtay tarafından kesin olarak belirlenen tazminatın değeri ile bu tazminatın fiilen ödendiği tarihteki değeri arasındaki fark, başvurucunun arazisinin kamulaştırılmasından doğan kaybının yanında, ayrı bir zarara uğramasına neden olmuştur. Mahkeme, kamu makamları tazminatın ödenmesini on yedi ay geciktirmekle, tazminatı yetersiz duruma getirdiklerini ve sonuç olarak kişinin mülkiyet hakkının korunması ile genel yararın gerekleri arasındaki dengeyi bozdukları sonucuna varmıştır. Bu davada Mahkeme, yargı kararına dayalı kesinleşmiş bir para alacağının ödenmesindeki gecikmeyi birinci kural açısından değerlendirmiştir. Bourdov (no 2) – Rusya kararı, Mahkeme’nin “pilot karar usulü” olarak adlandırdığı sistematik ve yapısal sorunlar hakkında kabul ettiği kararlardan bir tanesidir. Bu davada Mahkeme, Rusya’da yaygın bir sorun olan ulusal mahkeme kararlarını icra etmeme sorununu incelemiştir. Davada hem bir yargı kararının icra edilmemesi, hem de icra etmeme nedeniyle başvurucunun kesinleşmiş bir alacağını elde edememesi söz konusu olduğu için, Mahkeme bu davayı Sözleşme’nin 6. maddesi ve Protokolün 1. maddesi çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme, bu davada idarenin yargı kararını icra etmeme yönündeki davranışının sadece 6. maddenin değil, yargı kararı başvurucu lehine bir alacak hakkı doğurduğundan mülkiyet hakkının da ihlalini oluşturduğu sonucuna varmıştır (Bourdov (no 2), §87; Vasilopoulou, §22). Bourdov (no 2) kararında Mahkeme, devlet aleyhine karar elde eden bir kişinin normal olarak bu kararın icrası için ayrı bir icra usulüne başvurmasına gerek bulunmadığını belirtmiştir (Metaxas, §19). Mahkeme’ye göre, böyle bir kararın ilgili kamu makamına usulüne uygun olarak tebliği ile birlikte bu makam bu kararın icrası için gerekenleri yapmalıdır. Mahkeme’ye göre bu son derece önemli bir konudur; çünkü birçok kez başvurucular olayların ve yetkilerin karmaşıklığından ötürü hangi makamın kararı icra etmesi gerektiği konusunda açık bir fikre sahip olmayabilirler (Bourdov (no 2), §68). 663 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Diğer yandan Mahkeme, devletten alacağına ilişkin bir mahkeme kararına dayanan bir kişinin bu kararın icrası için icra usulüne başvurmak gibi bazı usul işlemleri yapmasının beklenmesinin makul görülebileceğini belirtmiştir (Chvedov, §29-37). Örneğin idarenin bu kişiden banka hesabı numarasını gösteren bazı belgeler gibi ek belgeler talep etmesi doğal görülmelidir (Kosmidis ve Kosmidou, §24). Fakat alacaklıdan beklenen yükümlülükler mutlak gerekli olanları aşmamalı ve her halükarda ilgili idarenin elinde olduğu belgelere dayanarak, kendi inisiyatifi ile yasal süreler içinde kararı icra yükümlülüğünü ortadan kaldırmamalıdır (Akachev, §22). Bourdov (no 2) kararında Mahkeme, ilgili devletin icra ya da bütçe usulü ne kadar karmaşık olursa olsun, Sözleşme’nin bu devletlere kişiler lehine elde edilmiş olan kararları makul bir süre içinde icra etme yükümlüğü getirdiğini belirtmiştir. Devletler kaynak yetersizliğini, bir yargı kararını icra etmemenin gerekçesi olarak ileri süremezler (Koukalo, §49). Bu bağlamda hukuk sistemlerini bu alandaki yükümlülüklerine uygun olarak düzenleme görevi ilgili devlete düşer (Bourdov (no 2), §70). İkinci kural: Mülkiyetten yoksun bırakma Mülkiyet hakkıyla ilgili ikinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı düzenlemektedir. Bu kural, devletin mülkiyeti ortadan kaldırma şeklinde bir müdahalede bulunurken hangi şartlara uyması gerektiğini göstermektedir. Devletin mülkiyet hakkına yaptığı bir müdahalenin bu kural kapsamda değerlendirilebilmesi için, mutlaka bir kamulaştırma veya mülkiyet devrinin yapılmış olması gerekmez. Bir müdahalenin niteliğine bakılarak, malikin mülkiyet hakkından yoksun bırakılıp bırakılmadığı saptanabilir. Mülkiyet hakkına yapılan bütün müdahalelerde olduğu gibi mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale, kamu yararı amacına yönelik olmalı, hukukilik koşuluna uymalı ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olmalıdır. Ayrıca orantılılık ilkesi gereğince, yoksun kalınan mülkiyete karşılık kişiye uygun bir tazminat ödenmelidir. Mülkiyetten yoksun bırakma adı altında toparlanabilecek müdahalelerin en önemlileri, kuşkusuz kamulaştırma ve devletleştirme işlemleridir. Devletleştirme Mahkeme, devletleştirmeye ilişkin temel yaklaşımını Lithgow – Birleşik Krallık kararında belirlemiştir. Bu davaya konu olan olayda, 1977 yılında kabul edilen bir kanunla, bazı hava ve deniz sanayi şirketlerinin hisselerinin devlete belirli bir tazminat karşılığında devri öngörülmüştür. Bu işlemler tamamlandıktan sonra başvurucular, mülkiyetlerinin kaybı için ödenen tazminatların, şirketlerin gerçek değerinin çok altında olduğunu iddiasıyla Mahkeme’ye başvurmuşlardır. Mahkeme, Lithgow davasında devletin işleminin, 1. maddenin ilk bendinin ikinci cümlesinde yer alan bir müdahale olduğunu, bu işlemin yasal koşullara uygun ve kamu yararı amacını izleyen bir müdahale olduğunu belirtmiştir. Bu davada ana sorun, bu müdahalenin orantılılığı sorunudur. Mahkeme, Sözleşme’ye Taraf Devletlerin ulusal hukuk sistemlerinde kamu yararı amacıyla mülkiyet hakkının bireyin elinden alınmasının, istisnai durumlar hariç, ancak adil bir tazminat ödenmesi halinde haklı kabul edildiğini belirtmiştir. Nitekim orantılılık ilkesi gereğince, “toplumun genel menfaati ile bireyin özel menfaati arasında adil denge” korunmalıdır. Bu dengenin bozulması veya orantısız derecede ağır bir müdahalede bulunulması, birey üzerine ağır bir yük bindirilmesi anlamına gelir. 664 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama Orantılılık ilkesinin doğal sonucu olarak mülkiyetinden yoksun bırakılan bireylere adil bir tazminat ödenmesi gereklidir. Mahkeme, ödenmesi gereken tazminatın bu mülkün piyasa değerinin tam karşılığına denk gelmesinin gerekmediğini, kamu yararına yönelik meşru amaçların, biraz daha az tutarda bir bedelin ödenmesinin yeterli görülmesini sağlayacağını belirtmiştir. Bu ilkeden hareketle Mahkeme, devletlere tazminatın belirlenmesinde geniş bir takdir yetkisi tanımıştır. Lithgow davasında Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme, önce tazminatı belirleyen sistemi incelemiş, devletin söz konusu şirketin değerini saptarken önceki dönemin değerlerini dikkate almasını ve bu değere faiz uygulamasını adil dengenin korunması bakımından yeterli görmüştür. Kamulaştırma Mahkeme, Türkiye’deki eski kamulaştırma kanununa ilişkin Aka – Türkiye ve Akkuş – Türkiye davalarında, olağan kamulaştırma usulünde tazminat sisteminin uygulamada adil dengeyi bozduğu sonucuna vararak mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Bu davalarda Mahkeme, kamulaştırma tazminatına ek olarak belirlenen bedelin uygun olmayan bir faiz sistemi nedeniyle, kamulaştırılan taşınmazın ödendiği gün itibarıyla piyasa değerinin çok altında bir değere denk düştüğünü belirtmiştir. Aka – Türkiye davasında ana konu en baştan itibaren yasal faiz uygulanmasının sonuçları iken, Akkuş – Türkiye davası, yargı kararları ile belirlenen tazminatın geç ödenmesi sonucunda ortaya çıkan mağduriyetle ilgilidir. Yargı kararlarının kesinleşmesinden yıllar sonra, yıllık enflasyonun çok altında bir yasal faizle tazminatların ödenmesi başta belirlenen tazminatın değerini önemli ölçüde azaltmıştır. Aka ve Akkuş kararları ve bu kararları izleyen yüzlerce ihlal kararının ardından, Türkiye’de kamulaştırma mevzuatı tamamen değiştirilmiştir. Yeni kamulaştırma mevzuatı ise, Yetiş ve Diğerleri – Türkiye kararı ile yeni bir ihlal kararına konu olmuştur. Yetiş ve Diğerleri davasının konusu otoyol yapımı için gerçekleştirilen bir kamulaştırma işlemi ile ilgilidir. İdare 2000 yılında kamu yararı kararı almış, 2002 yılında ise Asliye Hukuk Mahkemesinden kamulaştırma bedelinin saptanmasını talep etmiştir. Ulusal mahkeme, idarenin açtığı dava tarihini dikkate alarak kamulaştırma bedelini saptamış ve bu bedelin başvuruculara ödenmesine ve ilgili taşınmazın idare lehine tapuda ferağ edilmesine karar vermiştir. Yargıtay 2003 yılında, belirlenmiş olan kamulaştırma bedelinin yetersiz olduğu gerekçesiyle bu kararı bozmuştur. 2004 yılında ilk derece mahkemesi, yine dava tarihini esas almış ama bu kez ilk miktarın iki misline yakın bir tutarın kamulaştırma bedeli olarak ödenmesine karar vermiş ve bu karar Yargıtay tarafından 2005 yılında onanmıştır. Ancak ulusal mahkemeler, başvurucunun bu bedele faiz uygulanması talebini reddetmişlerdir. Dava konusu dönemde Türkiye’de görece yüksek enflasyonun etkisi mevcuttur. Yetiş ve Diğerleri davasında Mahkeme, başvurucuların elde ettikleri kamulaştırma bedeline faiz uygulanmadığı için aşırı bir yükle karşı karşıya bırakıldıkları ve bu nedenle 1. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme bu sonuca varırken, özellikle kamulaştırma bedeline esas alınan tarih (idarenin ulusal mahkemeye başvuru tarihi) ile bu bedelin ödendiği tarih arasındaki dönemde, bedelin enflasyon karşısında değer kaybının ulusal hukukta göz önüne alınmadığını belirtmiştir. Mahkeme’nin yaptığı değerlendirmeye göre, ilk bedel ödemesi ile bedel tespiti arasında geçen sürede bu bedel yüzde 14’ten fazla değer kaybetmiştir. Diğer yandan ek tazminat miktarının ödendiği 2004’te de belirlenmiş olan bedel yüzde 43 değer kaybetmiştir. Bu iki unsuru dikkate alan Mahkeme, Türkiye’de kamulaştırma mevzuatını ve uygulamasını eleştirmiş ve faiz uygulamasının eksikliğinin yapısal bir sorun oluşturduğuna dikkat çekmiştir. 665 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Yetiş ve Diğerleri kararından Mahkeme’nin yeni Kamulaştırma Kanununa dayalı bütün kamulaştırma davalarında ihlal bulması gerektiği sonucu çıkartılmamalıdır. Nitekim Bucak ve Diğerleri – Türkiye (no. 44019/09) kabuledilebilirlik hakkında kararında Mahkeme, faiz yokluğu nedeniyle kamulaştırma bedelinde yüzde 7,31 oranında bir değer kaybının, başvuruculara aşırı bir yük getirmediği sonucuna varmış ve bu başvuruyu reddetmiştir. Mahkeme’nin Bucak ve Diğerleri davasında Yetiş ve Diğerleri davasından farklı bir karar varmasının temel nedeni, Bucak ve Diğerleri davasında yargılamanın kısa sürede sonuçlanması ve söz konusu dönemde enflasyonun görece düşük olmasıdır. Ayrıca Mahkeme, Güleç ve Armut – Türkiye (no. 25969/09) kabuledilebilirlik kararında, kamulaştırma bedelinin yüzde 10,74 oranında değer kaybının telafi edilmemesini de adil dengeyi bozan bir unsur olarak görmemiş ve başvuruyu reddetmiştir. Kamulaştırma ya da mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale hangi kamu yararı için yapılmış ise, söz konusu müdahalenin devamında da o kamu yararına uygun bir işlemin makul bir süre içinde gerçekleşmesi gereklidir. Aksi halde, mülkiyet hakkına müdahalenin meşru amacı ile uygulanan yöntem arasında bulunması gereken orantılılık ilkesi ihlal edilir. Mahkeme Motais de Narbonne – Fransa davasında, idarenin belirli bir kamusal amaçla kamulaştırdığı, ancak daha sonra uzun bir süre bu amaçla kullanmadığı bir taşınmazın eski sahiplerinin hakları tartışılmıştır. Bu davada Mahkeme kamulaştırma kararından önemli bir süre sonra bu işlemin dayanağı olan kamu yararına özgülenen fonksiyonun gerçekleşmemesinin eski malikler bakımından sonucuna dikkat çekmiştir. Sosyal konut inşası için arsa üretmek amacıyla kamu yararı kararı 1982 yılında alınmış ve kamulaştırma işlemeleri ise 1983 yılında tamamlanmıştır. Ancak on dokuz yıl boyunca bu taşınmazlar, öngörüldükleri kamusal fonksiyon için kullanılmamıştır. Motais de Narbonne kararında Mahkeme, sosyal konut inşası için arsa üretmek amacıyla özel kişilere ait taşınmazların kamulaştırılmasının ve bu taşınmazların belirli bir süre kullanılmamasının, her zaman mülkiyet hakkını ihlal etmeyeceğini hatırlatmıştır. Devletlerin imar uygulamaları konusunda takdir alanları olduğu kuşkusuzdur (§21). Mahkeme’ye göre, devletlerin imar politikaları gereğince uzun bir süre bu tarz arsa rezervlerini kullanmaması, her zaman mülkiyet hakkının ihlal edildiği anlamına gelmez. Ancak eğer bu sürenin uzaması bir kamu yararı gerekçesiyle açıklanamıyorsa veya kamulaştırma bu amaç üzerine kurulu değilse ve bu sürede taşınmazın değerinde kayda değer bir artış olmuş ise, mülkiyet hakkı bakımından bir sorun olduğu sonucuna varılabilir. 1. madde devletlere, kişilerin mülkiyet hakkına, arsa spekülasyonu şeklinde değerlendirilebilecek müdahalelere karşı koruma yükümlülüğü getirmektedir. Motais de Narbonne davasında başvurucular, taşınmazlarının kamulaştırıldığı tarihten sonraki on dokuz yılda önemli bir değer artışı gördüğünü kanıtlamışlardır. Bu süre boyunca ilgili kamusal fonksiyonun gerçekleşmemesi konusunda ilgili devletin sunduğu temel gerekçe alt yapı yokluğudur. Ancak Mahkeme’ye göre, bu gerekçe tamamen kamu makamlarının sorumluluklarına atfedilebilecek bir gerekçedir; bu nedenle bu uzun sürenin bir kamusal yarara dayandığı kabul edilemez. Bu nedenle Mahkeme, eski maliklerin uzun bir süre boyunca o taşınmazın değer artışından yararlanamamalarını adil dengeyi bozan bir durum olarak değerlendirmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Beneficio Capella Paolini – San Marino davasının konusu, fazladan kamulaştırılan taşınmazların durumudur. Başvurucunun kamulaştırılan taşınmazı sadece kısmen ilgili kamusal fonksiyon için kullanılmıştır. Başvurucu bu kamulaştırma fonksiyonu dışı kalan taşınmazı geri almak için ulusal mahkemeler önünde dava açmış, ancak bu davadan 666 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama olumlu bir sonuç alamamıştır. Mahkeme, başvurucunun bu talebinin kabul edilmemesini mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir. Karaman – Türkiye kararında ise konu, başvurucular tarafından kamu yararı amacıyla kullanılması koşuluyla idareye rızaen bırakılan bir taşınmazın bağış amacıyla kullanılmayan kısmının iadesi hakkındadır. Mahkeme’ye göre, kamu yararı amacıyla kullanılmayan böyle bir taşınmazın eski malikine iade edilmemesi mülkiyet hakkının ihlalini oluşturmuştur. El atma ve kamulaştırmasız el atma Kişinin mülkiyetine ulusal hukukta öngörülen usuller dışında el atma kuşkusuz mülkiyet hakkına yönelik en ağır müdahalelerden biridir. Bu tarz bir işlem, hem kişiyi mülkiyet hakkından yoksun bıraktığı için 1. maddenin ikinci kuralı anlamında bir müdahaledir, hem de hukuki temeli olmadığı için keyfidir. Bu nedenle, yasalara uygun bir kamulaştırma ile keyfi niteliğe sahip fiili el atma işlemi, aynı hukuki çerçeve içinde değerlendirilemez. Papamichalopoulos – Yunanistan kararı, kamulaştırma işlemi olmaksızın taşınmaza el atma hakkında Mahkeme’nin ilk kararlarındandır. Bu karara konu olan davanın olayları kısaca şöyledir: 1967 yılında Yunanistan’da askeri rejimin kurulmasından bir kaç ay sonra, 20 Ağustos 1967 tarihli bir yasa ile Attica’da bulunan büyük bir arazi Deniz Kuvvetleri Vakfına intikal ettirilmiştir. Ancak nakledilen bu arazinin bir bölümünün başvuruculara ait tarımsal alan olduğu ortaya çıkmıştır. 1968 yılında başvurucuların üçü, taşınmazın kendilerine iadesi için mahkeme kararı almışlardır. Fakat Deniz Kuvvetleri arazinin bütününü elinde tutmaya devam etmiş ve arazi üzerinde askeri bir tesis ile deniz subayları için bir tatil köyü yapmıştır. 1969 yılında çıkarılan bir kararnameyle söz konusu arazinin içinde bulunduğu bölge askeri alan ilan edilmiştir. Başvurucuların arazilerini alabilmek için ulusal mahkemelere yaptıkları başvurular sonuçsuz kalmıştır. 1974 yılında demokrasiye geçildikten sonra Hükümet, başvurucuların bu arazi üzerindeki haklarını tanımıştır. 1976 yılında iki başvurucunun babası, söz konusu arazinin bir bölümünün kendilerine ait olduğunu belirten bir mahkeme kararı almış ve bu karar 1978 yılında Temyiz Mahkemesi tarafından da onanmıştır. Ancak başvurucuların taşınmazın iadesini sağlama çabaları sonuçsuz kalmıştır. 1980 yılında savunma bakanlığı başvurucuların arazileri üzerinde deniz üssü yapıldığı gerekçesiyle arazinin kendilerine iade edilemeyeceğini, fakat kendilerine Attica’da başka bir yerin verilmesi için işlemlerin sürdürüldüğünü bildirmiştir. Ancak başvuruculara böyle bir yer verilmemiştir. Strasburg Mahkemesi’nin karar tarihine kadar başvuruculara Attica’da eş değerde uygun bir yer bulunamamıştır. Bunun yerine deniz kuvvetleri tarafından işgal edilen yerden 450 km uzaklıkta başka bir yer önerilmiştir. Papamichalopoulos kararında Mahkeme, ilk olarak olayda başvurucuların şikâyetleri devam eden bir duruma ilişkin olduğunu belirtmiştir. Arazinin Deniz Kuvvetleri Vakfı tarafından işgal edilmesi, başvurucuların mülkiyet hakkına açık bir müdahale oluşturmuştur. Bu müdahale Protokolün birinci maddesinin ikinci fıkrası anlamında mülkiyetin kullanılmasının kontrolü amacıyla yapılmamıştır; ayrıca resmi bir kamulaştırma işlemi de bulunmamaktadır. Başvurucuların mülkleri mevzuatına göre kamulaştırılmadığı halde, söz konusu tasarruf nedeniyle başvurucular 1967’den beri mülklerini fiilen (de facto) kullanma veya satma, ipotek etme, bağışlama veya miras bırakma imkânı bulamamışlardır. Demokrasiye geçildikten sonra yetkililerin başvuruculara bu araziye eş değerde başka bir arazi verme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Başvurucuların mülkiyet haklarına müdahalenin sonuçları, Protokolün birinci maddesi anlamında fiili kamulaştırma oluşturacak kadar ağırdır. Bu nedenlerle Mahkeme’ye göre, mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. 667 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Papamichalopoulos kararının Mahkeme içtihadı bakımından asıl önemi, bu kararın keyfi el atma davalarında Mahkeme’nin başvuruculara vereceği tazminatın niteliği ve miktarının belirlenmesinde uzun yıllar boyunca geçerli olacak temel ölçütleri belirlemesidir. Bu davada başvurucuların taşınmazlarına 1967 yılında el konmuştur. Mahkeme tazminatı belirlerken ilk olarak, başvurucular bakımından en uygun tazmin yolunun, söz konusu taşınmazların üzerine inşa edilmiş binalarla birlikte iadesi olduğunu belirtmiştir. Buna göre, başvurucular sadece taşınmazı geri almakla yetinmemekte, aynı zamanda binaları karşılıksız olarak alarak, 1967’den sonra bu taşınmazı kullanmamaktan doğan hakları da telafi edilmektedir. O halde, Mahkeme’ye göre, adil bir tazminin gerçekleşmesi için, ilk olarak taşınmazın iadesi, ikinci olarak ise, bu taşınmazın kullanılamadığı süre boyunca yoksun kalınan gelirin de tazmini gereklidir (Papamichalopoulos (50. md. tazminat kararı), §38). Mahkeme, bu taşınmazın iade edilememesi halinde ise, taşınmazın üzerine yapılmış yapıların getirdiği değer de eklenerek arttırılan güncel değerinin ve bu taşınmazdan yoksun kalınan gelirin tazminat olarak ödenmesi gerektiğini belirtmiştir. Papamichalopoulos kararında belirlenen fiili el atma durumlarında tazminat ölçütleri daha sonra kabul edilen ve “dolaylı kamulaştırma” olarak adlandırılan ve içtihat yoluyla geliştirilmiş İtalyan davalarında da izlenmiştir (Belvedere Alberghiera S.r.l.; Carbonara ve Ventura; Scordino (no 1)). Ancak Mahkeme, Guiso-Galissay – İtalya (22.12.2009, tazminat) kararında bu içtihadını değiştirmiştir. Bu kararında Mahkeme, mülkiyet hakkına yönelik yasal temeli olmayan bir müdahale söz konusu olduğunda tazminat miktarını belirlerken kendi kararının verildiği tarihte taşınmazların değerini değil, başvurucuların ulusal yargı yollarına başvurdukları ve o tarihlerde belirlenen bedeli temel almak gerektiği sonucuna varmıştır. Bu bedel, tutarın belirlendiği tarihten ödemenin yapıldığı tarihe kadar uygulanacak faizle arttırılarak elde edilen tutar adil tazminat olarak ödenecektir. Bu tutara başvurucuların el atmadan doğan diğer zararları da eklenerek, nihai tazminat miktarına ulaşılacaktır (§105-107). Türkiye’de, kamulaştırmasız el atma işlemine yasal bir sonuç bağlayan 2942 sayılı eski Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi de Mahkeme’nin bir ihlal kararına konu olmuştur. Bu düzenlemeyi önce Anayasa Mahkemesi 10 Nisan 2003 tarihli kararıyla hukuk güvenliği ilkesine ve mülkiyet hakkına aykırı bularak iptal etmiştir (2002/112 E, 2003/33 K). Daha sonra İnsan Hakları Mahkemesi, İ.R.S. ve Diğerleri – Türkiye kararında, normal kamulaştırma usulünü devre dışı bırakarak fiili işgal üzerine kazandırıcı zamanaşımı ile taşınmaz mülkiyetinin idareye geçmesini öngören düzenlemenin mülkiyet hakkını ihlal ettiği sonucuna varmıştır. 2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin iptali ve 4650 sayılı Kamulaştırma Kanununun benzer bir düzenleme öngörmemesi nedeniyle, kamulaştırmasız el atma işlemlerinin Türk hukukunda yasal temeli tamamen ortadan kalkmıştır. Nitekim Sarıca ve Dilaver – Türkiye kararında Mahkeme, 2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin kapsamına girmeyen bir fiili el atma işlemini incelemiştir. Bu davaya konu olan olay şöyledir: Taşınmazları 1983 yılında idare tarafından işgal edilen bir başvurucu idareye kamulaştırma yapılması talebi ile başvurmuştur. İdare, bu talebe 2001 yılında 2942 sayılı kanunun 38. maddesine dayanarak kendi adına bedelsiz tescil davası açarak cevap vermiştir. Bu davaya karşılık ise başvurucu idare aleyhine tazminat davası açmış ve bu davayı kazanmıştır. Başvurucuya mülkiyet kaybından ötürü tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Ancak bu tazminatın ödenmesinde yasal faiz öngörülmüştür. Sarıca ve Dilaver kararında Mahkeme, kamulaştırmasız el atma usulünün yasal temeli olmadığını ve Türk hukuk sisteminde taşınmazına el atılan kişinin dava açarak haklarını arama usulünün bireyleri idare karşısında zayıf bir duruma düşürdüğünü belirtmiştir. Mahkeme, bu durumun idareyi bu güvencesiz usule başvurmaya itebileceğini ve başvurucular 668 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama bakımından bu usulün hukuk güvenliğinden yoksun, öngörülemez ve güvencesiz olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca tazminat sistemi bakımından da kamulaştırmasız el atma usulü maliklerin aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bu davada Mahkeme kamulaştırmasız el atma usulünün Türk hukuk sistemi bakımından yapısal bir sorun olduğunu ve bu nedenle Sözleşme’nin 46. maddesine dayanarak genel bir çözüm getirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Tapu iptalleri: Kıyı kenar ve orman taşınmazları Bireylerin tapuya güven ilkesine dayanarak edindikleri taşınmazlar kamunun üstün yararının korunması amacıyla ellerinden alınabilmektedir. Mahkeme içtihatlarına göre, mülkiyet hakkına müdahale söz konusu olduğunda çevrenin korunması, bu müdahalenin haklılığını ortaya koyan meşru bir amaçtır. Doğanın, ormanların ve daha genel olarak çevrenin korunması günümüzde idarenin ve kamuoyunun önem verdiği bir konudur. Bu nedenle, çevrenin korunmasına ilişkin bir önlem söz konusu olduğunda mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar ikinci planda kalabilir (Hamer, §79). Ancak mülkiyet hakkını ortadan kaldıran radikal bir tedbirin çevreyi koruma gibi meşru bir amaca dayanması, bu müdahale ile bireylerin hakları arasında adil bir denge kurulması gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Bu çerçevede, taşınmazın değerinin makul bir karşılığı ödenmeden gerçekleştirilen müdahaleler aşırı niteliktedir; istisnai haller dışında, tazminat ödenmemesi 1. madde bakımından haklı kabul edilemez (Jahn ve Diğerleri, §111; N.A. ve Diğerleri, §41). Mahkeme, N.A. ve Diğerleri – Türkiye ile Turgut ve Diğerleri – Türkiye kararlarında kıyı kenar ve orman mevzuatına dayanarak, bedelsiz olarak maliklerin tapularının iptali ve mülkiyetin ilgili idareye bedelsiz devri yönündeki işlemleri, mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir. Mahkeme, Yargıtay’ın Medeni Kanunun 1007. maddesinin bu durumda olan maliklere tazminat yolunu açan yorumundan sonra bu yönde yapılan başvuruları, ilgili yolun tüketilmesi için iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddetmiştir (Arıoğlu ve Diğerleri (k.k)). Tazminatın belirlenmesi Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahale, genel yarar ile bireyin temel hakları arasında “adil bir denge” gözetmek zorundadır (Sporrong ve Lönnroth, §69). Bu dengenin korunması kaygısı 1. maddenin bütün yapısına ve bu çerçevede ikinci kurala da hâkim bir anlayıştır (Scordino (no 1), §93). Özellikle mülkiyetten yoksun bırakma dâhil, devlet tarafından alınan bütün tedbirlerde, kullanılan araçlarla hedeflenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi olmalıdır (Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §38; Eski Yunanistan Kralı ve Diğerleri, §89-90; Sporrong ve Lönnroth, §73). Mahkeme, adil denge yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğini incelerken, devletlere bunun hayata geçirilmesi yöntemlerinde geniş bir takdir alanı tanımaktadır (Chassagnou ve Diğerleri, §75). Ancak Mahkeme’ye düşen, bu dengenin 1. maddenin ilk cümlesi çerçevesinde başvurucuların mülkiyetine saygı kapsamında korunup korunmadığını denetlemektir (Jahn ve Diğerleri, §93). Bir tedbirin “adil denge” kuralına uygun olup olmadığı ve özellikle başvurucular üzerinde orantısız bir yük getirip getirmediği konularında karar verebilmek için, iç hukuktaki tazmin koşulları dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda, Mahkeme, normal koşullar altında, bir taşınmazın değerine makul ölçülerde denk düşen bir tazminat ödenmeden gerçekleştirilen bir mülkiyetten yoksun bırakma işlemini aşırı bir tecavüz olarak değerlendirdiğini defalarca belirmiştir. Tamamen tazminat yokluğu ise, mülkiyet hakkı bakımından çok istisnai durumlar dışında haklı görülemez (Kutsal Manastırlar, §71; Eski Yunanistan Kralı ve Diğerleri, §89). Ancak mülkiyet hakkı, her 669 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR durumda bütünsel bir tazminat hakkını güvence altına almaz (James ve Diğerleri, §54; Broniowski, §182). Mahkeme, yol yapımı veya benzeri kamu yararı amacıyla usulüne uygun olarak gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri söz konusu olduğunda, taşınmazın bedelini tam karşılayan bütünsel bir tazminatı gerekli görmüştür. Ancak bu kural istisnasız değildir (Scordino (no 1), §96). Ekonomik reform veya sosyal adalet gibi kamu yararına uygun güçlü meşru amaçlar söz konusu olduğunda, bir taşınmazın tam piyasa değerinin biraz altında bir tazminat ödenmesinin adil dengeyi bozmadığı kabul edilebilir (James ve Diğerleri, §54). James ve Diğerleri – Birleşik Krallık davasında Mahkeme, geniş çaplı bir kira reformu kapsamında uzun süreli kiracıların oturdukları konutları satın alabilecekleri koşulları ve adil dengenin nasıl korunabileceğini hususunu incelemiştir. Bu davada Mahkeme, büyük kapsamlı bir ekonomik ve sosyal reformun söz konusu olduğu için taşınmazlarının tam piyasa değerinin altında bir tazminat elde eden maliklerin yüklenmek zorunda kaldığı yükün aşırı olmadığı sonucuna varmıştır. Lithgow ve Diğerleri – Birleşik Krallık kararında dava konusu olay, iktidara gelen partinin ekonomik, sosyal ve politik programı çerçevesinde hava ve deniz araçları üretimi yapan şirketlerin devletleştirmesi ile ilgilidir. Bu davada da Mahkeme, öngörülen tazminat mekanizmasının adil olduğuna karar vermiş ve şirkette hissesi olanların paylarının tam değerinin ödenmesi bakımından orantısız olmadığı sonucuna varmıştır. Eski Yunanistan Kralı ve Diğerleri – Yunanistan kararında Mahkeme, monarşiden cumhuriyete geçiş gibi radikal dönüşüm dönemleri sırasında yapılan el koyma işlemlerinin tazmini için bütünsel bir tazminatın altında bir bedelin kabul edilebileceğini belirmiştir. Siyasal ve ekonomik değişim dönemlerine ilişkin yasaları kabul etmek bakımından devletlerin çok geniş takdir alanlarının olduğu kabul edilmelidir (Kopecky, §35). Mahkeme, bu ilkeyi demokratik bir dönüşüm sonrasında mülkiyet ilişkilerinin düzenlemesine ilişkin yasaların söz konusu olduğu Broniowski – Polonya davasında tekrar etmiştir (§182). Bu davada da tazminat ödenmesinde taşınmazların piyasa değerinin altında bedellerin adil dengeyi bozmadığı sonucuna varmıştır. Benzer ilkeler iki Almanya’nın birleşmesi sürecine ilişkin davalarda da uygulanmıştır (Von Maltzan ve Diğerleri (k.k), §77, 111-112; Jahn ve Diğerleri). Papachelas – Yunanistan kararında, 150’den fazla taşınmazın ulusal bir yol yapımı için kamulaştırılması söz konusudur. Mahkeme, bu davada da kamulaştırılan taşınmazların kamulaştırma bedeli olarak piyasa değerinin çok az altında bir tutar olarak belirlenmesini adil dengeyi bozacak nitelikte kabul etmemiştir. Scordino (no 1) – İtalya davasında Mahkeme, piyasa değerinin yarısına denk düşen bir kamulaştırma bedelini mülkiyet hakkının ihlali olduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre bu bedel, taşınmazın değerinin oldukça altındadır ve böyle düşük bir bedeli haklı gösterebilecek koşullar mevcut değildir. Bu nedenle başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalede adil denge bozulmuştur. Kozacıoğlu – Türkiye kararının konusu, 2000 yılında başvurucuya ait iki katlı taş bir binanın, “kültürel mal varlığı” olarak sınıflandırıldığı gerekçesiyle kültür bakanlığı tarafından kamulaştırılması hakkındadır. Başvurucuya taşınmazın devri için binanın tarihsel değeri dikkate alınmadan tespit edilen bir tazminat ödenmiştir. Başvurucu tazminat miktarının arttırılması için bedel attırma davası açmış ve taşınmazın değerinin başka bir bilirkişi heyetince yeniden değerlendirilmesini ve taşınmazın tarihi değerinin dikkate alınmasını talep etmiştir. Başvurucu, söz konusu binanın Avrupa Konseyi’nin kültürel ve 670 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama doğal miras listesinde yer aldığını ileri sürmüş ve ek tazminat ödenmesi gerektiğini iddia etmiştir. Bedel arttırma davası yargılaması sırasında iki farklı bilirkişi heyeti, taşınmazın tarihsel ve kültürel karakterini dikkate alarak taşınmaz değerinin yaklaşık yüzde 100 arttırılması gerektiğini belirtmişlerdir. Ancak ulusal mahkeme, 1983 tarihli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 15(d) bendindeki “kamulaştırmalarda bedel takdirinde, taşınmaz kültür varlıklarının eskilik, enderlik ve sanat değeri dikkate alınmaz”, hükmüne dayanarak başvurucunun binanın tarihsel değerinin dikkate alınarak bedelinin ödenmesi talebini reddetmiş ve başvurucuya ek tazminat olarak belirli bir tutar ödenmesine karar vermiştir. Kozacıoğlu kararında Mahkeme, bu olaydaki kamulaştırmanın, ülkenin kültürel varlıklarını koruma gibi meşru amaca sahip olduğunu belirtmiştir. Ancak kamulaştırılan binanın tarihsel değeri, kamulaştırma tazminatının takdiri veya tazminatın artırılmasıyla ilgili dava sırasında dikkate alınmamıştır. Bilirkişiler, değerlendirme sırasında binanın tarihsel değeri dikkate alınması halinde başvurucunun çok daha yüksek bir bedel alacak olduğunu belirlemişlerdir. Mahkeme’ye göre, kamulaştırma bedeli tayin edilirken taşınmazın tarihsel değerinin hiç dikkate alınmaması, başvurucuyu kamulaştırılan taşınmazın belirli özelliklerinden kaynaklanan değerinden yoksun bırakmış ve bu nedenle “adil denge”yi bozmuştur. Mahkeme bu sonuca varırken Avrupa Konseyi’ne üye birçok ülkedeki uygulamada, tazminat hesaplanırken kamulaştırılan taşınmazın gerçek değerini oluşturan bütün unsurların dikkate alındığını hatırlatmıştır. Ayrıca Mahkeme, çeşitli uluslararası belgelerde, kültür varlıklarının korunmasında kamu yararının kişilerin mülkiyet haklarını koruma karşısında ağırlık verilmesi gerektiğini vurguladığını da belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, mülkiyet hakkına müdahale ile izlenen kamu yararı amacı arasında orantılılık şartının yerine getirilebilmesi için, kamulaştırılan taşınmazın kültürel özelliklerini yansıtan makul bir bedelin tayin edilmesi gerekir. Bu gerekçeyle Mahkeme mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme kararlarında ilke olarak istisnai koşullarda hiç tazminat ödenmemesi kabul edilir. Ancak Mahkeme kararlarında bu “istisnai koşulların” neler olduğu konusunda açık ilkeler bulmak mümkün değildir. Jahn ve Diğerleri – Almanya kararı Mahkeme’nin “istisnai koşullar” kavramına atıf yaparak başvurucuların mülkiyet haklarının tamamen ellerinden alınması şeklindeki müdahale karşılığında hiçbir bedel ödenmemesine karşın, 1. maddenin ihlalinin tespit edilmediği ender davalardan birisidir. Bu davada Demokratik Almanya Cumhuriyeti zamanında toprak reformu uygulamasıyla dağıtılan tarım arazilerinin, daha sonra bunu işlemeyenlerden geri alması şeklindeki müdahaleyi iki Almanya’nın birleşmesi koşulları bağlamında inceleyen Mahkeme, bu durumda mülkiyet kaybından ötürü hiçbir tazminat ödenmemesini mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmemiştir. Üçüncü kural: Mülkiyetin kullanılmasının kontrolü Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasına göre, “yukarıdaki hükümler devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzenlemek, vergiler ile diğer harç veya cezaların ödenmesini sağlamak için gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini ortadan kaldırmaz”. Böylece üçüncü kural devletlere, mülkiyetten yararlanma hakkını kontrol imkânı vermektedir. Buna göre, devletler mülkiyetin kullanılmasını kamu yararı amacıyla veya vergi ve benzeri harçların ve para cezalarının toplanabilmesi, için genel yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak suretiyle sınırlandırabilirler. Üçüncü kural, mülkiyet hakkına getirilen sınırlamaların hukuki bir temelinin bulunmasını ve “kamu yararı” amacına sahip olmasını gerektirir. Orantılılık ilkesi bakımından müdahalenin ağırlığı ne olursa olsun, kamunun üstün menfaati karşısında mutlaka 671 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR sınırlamanın ağırlığıyla orantılı bir tazminat ödenmesi gerekmez. Bu nedenle, ikinci kuraldan farklı olarak, üçüncü kural çerçevesinde gerçekleşen bir müdahale söz konusu olduğunda Mahkeme, müdahalenin birey bakımından aşırı bir yük getirip getirmediği durumlarda bu müdahalenin orantısız olmadığı sonucuna varmaktadır. Çeşitli üçüncü kural uygulamaları Denev – İsveç kararında İnsan Hakları Komisyonu başvurucuya arazilerine belirli bir sayıda çam dikme yükümlülüğü getirilmesini üçüncü kurala uygun kabul etmiş ve başvuruyu reddetmiştir. Allan Jacobsson – İsveç kararında Mahkeme, taşınmaz üzerindeki uzun süre korunan imar kısıtlamalarının mutlaka üçüncü kurala aykırı bir sonuç doğurmayacağı sonucuna varmıştır. Bu davada başvurucu söz konusu taşınmazı satın alırken bu kısıtlamalar mevcuttu. Fredin – İsveç davasında Mahkeme, başvurucuların taş ocağı işletme ruhsatlarının iptal edilmesini davanın koşullarını dikkate alarak üçüncü kuralın ihlali olmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre bu geri alma işlemi, her ne kadar başvurucular bakımından mali kayıplar yaratsa da, öngörülebilir bir işlemdir. Mellacher ve Diğerleri – Avusturya davasında Mahkeme, kira indirimi öngören bir düzenlemenin, üçüncü kural kapsamında incelenmesi gereken bir müdahale olarak görmüştür. Mahkeme’ye göre taşınmazların malikleri, taşınmazlarından elde ettikleri gelirinin bir kısmından yoksun kalmışlardır. Ancak Mahkeme, bu davada da üçüncü kuralın ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre devletlerin bu gibi sosyal alanlarda izledikleri politikayı uygulamak için geniş bir takdir alanları vardır; ayrıca bu sınırlandırma başvuruculara aşırı bir yük getirmemektedir. Hutten-Czapska – Polonya kararının konusu, komünist rejimden sonra önemli kuralları yürürlükte kalan ve Polonya’da 100,000 kadar mülkiyet sahibini ilgilendiren kiraların sınırlandırılması rejimidir. İlgili yasa, eski rejimden kalan kiracıları geçiş sürecinde korumakta, maliklere çok ağır bakım yükümlülükleri getirmekte ve kiraları sınırlamaktadır. Başvurucunun ailesinden miras kalan taşınmaz bu rejime tabi tutulmuş ve başvurucu taşınmazını tasarruf etmek ve ondan uygun bir gelir elde etmek hakkından yoksun bırakılmıştır. Mahkeme, bu davada binlerce kişiyi etkileyen, ülke üzerinde ekonomik ve sosyal etkileri olan kiraların düzenlemesiyle ilgili tercihlerde ve bu tercihlerin hayata geçirilmesinin zamanlamasında devletlerin çok geniş bir takdir alanına sahip olduklarını vurgulamıştır. Ancak bu takdir alanı sınırsız değildir; bu yetki Sözleşme’nin belirlediği kurallarla bağdaşmayan sonuçlar vermemelidir (Hutten-Czapska, §223). Mahkeme, Polonya’da uygulanan bu kira rejiminin başvurucu bakımından çok aşırı sonuçları olduğunu kabul etmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme, izin ve ruhsat gibi alanlarda da üçüncü kuralı uygulamıştır. Tre Traktörer Aktiebolag – İsveç davasında, bir işletmenin içki ruhsatının iptalini bu kapsamda incelemiş ve bu iptal kararının kamu yararı ile bireysel menfaat arasındaki adil dengeyi bozmadığına karar vermiştir. Pinnacle Meat Processors Company ve Diğerleri – Birleşik Krallık davasında ise konu, “deli dana” hastalığının ortaya çıkması üzerine gıda sektöründe alınan önlemlerin etkileridir. Mahkeme, bazı alt sektörlerde faaliyetlerin yasaklanmasını, salgın hastalıkla mücadele amacını ve tazminat ödenmesini dikkate alarak üçüncü kurala aykırılık görmemiştir. Bireysel silah edinmenin Birleşik Kralllık’ta yasaklanması üzerine bu alanda faaliyette bulunan şirketlerin talepleri de üçüncü kuralın ihlali olarak nitelendirilmemiştir. Ian Edgar (Liverpool) Ltd – Birleşik Krallık davasında Mahkeme, hem söz konusu şirketlerin 672 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama faaliyetlerini başka alanlara kaydırmalarını, hem de zararlarını kısmen de olsa karşılayan bir tazminat elde etmelerini dikkate alarak, bu yasaklamayı mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmemiştir. Posti ve Rahko – Finlandiya kararının konusu ise Finlandiya’da yürürlüğe konulan belirli bölgelerde ve bazı balık türleri için öngörülen avlanma yasağının bu bölgelerde avlanma imtiyazına sahip balıkçılar üzerindeki etkisidir. Mahkeme, bu kısıtlamayı da üçüncü kural çerçevesinde incelemiştir. Ancak söz konusu yasağın kısmi niteliğini, balıkçılara belirli bir tazminat ödenmesini ve balık türlerinin korunması meşru amacını dikkate alan Mahkeme, bu davada da üçüncü kuralın ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Megadat – Moldova davası, ülkenin perakende internet erişim hizmetlerinde en fazla pazar payına sahip şirketin hizmet lisansının, basit bir formaliteyi yerine getirmediği gerekçesiyle iptal edilmesi hakkındadır. Mahkeme bu davada, başvurucunun sahip olduğu lisansın geçersiz sayılmasını mülkiyet hakkının kullanılmasının kontrolü olarak kabul etmiş ve konuyu üçüncü kural çerçevesinde incelemiştir. Mahkeme, adres değişikliğini bildirmeme gibi basit bir usuli aykırılıktan ötürü başvurucunun ciddi bir ekonomik kayıpla karşı karşıya kalmasını orantısız bir durum olarak nitelendirmiştir. Ayrıca başvurucunun müşteri çevresi, bu müdahale nedeniyle devlete ait bir şirkete yönelmiştir. Mahkeme, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleyi, kamu yararı ile açıklanamayacak derecede ağır ve orantısız bir müdahale olarak değerlendirmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd – Birleşik Krallık kararına konu olan olay, tapu siciline kayıtlı bir taşınmazın, kazandırıcı zamanaşımı uygulaması nedeniyle kaybı ile ilgilidir. Başvurucuların tapuya kayıtlı taşınmazlarının mülkiyeti, bu taşınmazları on iki yıldan daha uzun süre kullanan kişilere ilgili ulusal yasalara uygun olarak geçmiştir. Mahkeme, her ne kadar başvurucular bakımından mülkiyetin kaybı söz konusu olsa da, bu durumu üçüncü kural çerçevesinde incelemenin doğru olduğu değerlendirmesini yapmıştır. Mahkeme’ye göre, burada mülkiyet kaybını ortaya çıkaran durum, esasında mülkiyetin kime ait olduğunun belirlenmesi ile ilgili bir hukuki tartışmanın sonucudur. Ulusal hukuk, on iki yıldan daha uzun süreyle bir taşınmaza zilyet sıfatıyla sahip olan kişi bakımından, eski malikin mülkiyet hakkının sona ermesini ve bu zilyedin, eğer koşulları tamamlamışsa, yeni malik olarak tanınmasını düzenlemektedir. Bu bağlamda, uygulanan ulusal kural, mülkiyet hakkı bakımından kazandırıcı zamanaşımını düzenleyen bir kuraldır. Eski malik olan başvurucular bu kural nedeniyle mülklerini kaybetmişlerdir; bizzat bir “mülkiyetten yoksun bırakma işlemi” ile karşı karşıya kalmamışlardır (J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd, §65). J.A. Pye (Oxford) Ltd ve J.A. Pye (Oxford) Land Ltd kararında Mahkeme, kazandırıcı zamanaşımı süresinin her ülkede olduğunu ve bu gibi kurallar söz konusu olduğunda devletlerin çok geniş bir takdir alanı bulunduğunu belirtmiştir. Mahkeme, müdahalenin adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesini yapmıştır. Bu kural uzun yıllardır yürürlüktedir. Başvurucular kira istemek gibi çok basit bazı davranışlarla kazandırıcı zamanaşımı süresini kesebilirlerdi. Ayrıca Mahkeme’ye göre, bu davada tazminat ödenmesi mutlaka gerekli olarak değerlendirilemez. İlk olarak tazminatla ilgili kararların verildiği davalardan çok farklı bir dava söz konusudur. İkinci olarak, bu tarz bir davada tazminat ödenmesi fikri, belirli bir tarihten sonra dava açma hakkını ortadan kaldırarak belirli bir hukuk güvenliğini sağlamayı amaçlayan kazandırıcı zamanaşımı ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Nihayet Mahkeme, eski malik başvurucuların tamamen hukuki korumadan yoksun olmadıklarını belirtmiştir. Başvurucular kazandırıcı zamanaşımı koşulları tamamlanmadığı iddiasıyla dava açabilirler. Bu gerekçelerle Mahkeme, adil dengenin bozulmadığı ve mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. 673 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Chassagnou ve Diğerleri – Fransa kararının konusu bir taşınmazdan yararlanmanın zorunlu olarak bir rejime bağlanması hakkındadır. Başvurucular belirli bir büyüklükte arazi sahibi kişiler olup, avlanma karşıtıdırlar. 1964 tarihli bir yasaya göre, belirli bir büyüklükteki bütün araziler o bölgenin av sahasının bir parçası olarak kabul edilmiştir ve avcılara bu araziler üzerinde avlanma hakkı tanınmıştır. Nitekim başvurucular da av için kurulan bir derneğin zorunlu olarak üyesi yapılmışlardır. Mahkeme, bu davada başvurucuların mülklerini kullanmalarına bir sınırlama getirildiğini kabul ederek konunun üçüncü kural çerçevesinde incelenmesine karar vermiştir. Mahkeme’ye göre, bu sınırlama avcılığa belirli bir düzen getirmeyi amaçladığı için meşru bir amaç izlemektedir. Ancak Mahkeme, bu sınırlama ile adil dengenin korunduğuna ikna olmamıştır. 1964 tarihli yasanın uygulanması sonucunda avcılar ilgili beldenin belirli bir yerinde değil, bütün arazilerinde av yapma imkânına kavuşmuşlardır. Ancak böyle bir yarar, avcılık yapmayan bir malik için herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Nitekim 1964 tarihli yasa, avlanmaya karşı olan maliklerin durumuna ve haklarına ilişkin bir düzenleme içermemektedir. Mahkeme’ye göre, küçük mülk sahiplerini vicdani kanaatlerinin tamamen aksine arazilerini avlanmaya açma konusunda zorlayıcı hükümlerin kabul edilmesi, adil dengeyi bozmuştur. Mahkeme olayda mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme, Chassagnou ve Diğerleri içtihadını, Schneider – Lüksemburg davasında da izlemiştir. Mahkeme bu davada ahlaki olarak avlanma karşıtı olan başvurucuya arazisinde avlanma için izin verme yükümlülüğü karşılığı olarak az miktarda bir tazminat ödenmesini, adil dengenin korunması bakımından yeterli görmemiştir. Daha yakın tarihli Herrmann – Almanya davasında da Mahkeme aynı yönde karar vermiştir. Mahkeme, Chabauty – Fransa kararında, Chassagnou ve Diğerleri kararının benzeri bir durumu incelemiştir. Chassagnou ve Diğerleri davasından farklı olarak Chabauty davasında başvurucular avlanma karşıtı değildir. Mahkeme, bu davada mülkiyet hakkı ve ayrımcılık yasağı ilkesi ışığında konuyu incelemiş ve Sözleşme’nin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Agosi – Birleşik Krallık kararına konu olan olayda, değerli madenlerin ticaretiyle uğraşan başvurucu şirket, bir İngiliz vatandaşına altın sikkeler satmıştır. Ancak bu sikkelerin mülkiyeti, üzerinde anlaşılan bedel ödenene kadar başvurucuda kalacaktır. Sikkeleri satın alan kişinin verdiği çek karşılıksız çıkmış ve bu arada bu kişi Birleşik Krallık’a altın sikkeleri yasadışı yollarla sokarken yakalanmıştır. Başvurucu altın sikkelerin maliki sıfatıyla sikkelerin kendisine iade edilmesi talep etmiş, ancak sonuç elde edememiştir. Mahkeme, her ne kadar başvurucu mülkiyetini kaybetmişse de, bu durumun ülkeye altın sikke sokulmasını yasaklayan bir düzenlemeden kaynaklandığını belirterek, bu davada üçüncü kuralın uygulanması gerektiği değerlendirmesini yapmıştır. Mahkeme, bu davada mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre, Sözleşme’ye taraf devletlerde ülkelerine kaçak sokulan mallara el konulması konusunda bir yaklaşım birliği vardır. Bu malın malikine iade edilip edilmemesi konusunda devletlerin geniş bir takdir alanı vardır. Ayrıca Mahkeme, Birleşik Krallık hukuk sisteminde gümrük idaresinin bu yöndeki kararlarını denetleyen bir hukuki denetim sisteminin var olduğunu da belirtmiştir. Raimondo – İtalya davası, aleyhinde suç örgütüne üye olduğu gerekçesiyle dava açılan başvurucuya ait taşınır ve taşınmaz malvarlığının kara parayla edinildiği varsayılan kısmına tedbir konulması hakkındadır. Başvurucu ceza yargılaması sonucunda beraat etmiştir. Mahkeme’ye göre, başvurucunun malvarlığına tedbiren el konması, kamu yararına yönelik meşru bir müdahaledir. Ancak bu malların iadesinde gecikmeden ötürü Mahkeme, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. 674 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano – İtalya kararına konu olan olay, başvurucu televizyon şirketinin imtiyaz şeklinde yayın ruhsatı sahibi olmasına karşın kendisine uzun yıllar frekans tahsis edilmediği için yayım yapamamasına ilişkindir. Mahkeme bu davada şikâyeti önce ifade özgürlüğü kapsamında incelemiş ve İtalya’nın kendisine düşen pozitif yükümlülüğü yerine getirmediği ve ilgili mevzuatın “hukuken öngörülmüş olma” koşulu bakımından yetersiz olduğu gerekçesiyle Sözleşme’nin 10. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme bu davada başvurucunun Protokolün 1. maddesi çerçevesinde korunan bir “malvarlığı değeri” olduğu sonucuna varmıştır. Bu sonuca varırken Mahkeme, başvurucunun sahip olduğu ruhsatın ona 1999 yılından itibaren yayın yapma hakkı tanıdığını, ancak kendisine frekans tahsis edilmediği için bu hakkının içeriğinin boşalmış olduğunu belirtmiştir. Ayrıca başvurucuya verilen ruhsat, onun meşru olarak ruhsatın alınmasını izleyen iki yıl içinde yayın yapma imkânının tanınması beklentisine girmesini haklı gösterecek mahiyettedir. Mahkeme, ayrıca Tre Traktörer AB – İsveç ve Capital Bank AD – Bulgaristan gibi kararlarına atıf yaparak, ticari faaliyete ilişkin bir ruhsat iptalinin mülkiyet hakkına müdahale oluşturduğunu kabul ettiğini hatırlatmıştır. Bu davada her ne kadar ruhsat iptali söz konusu olmasa da, frekans tahsis edilmemesi, ruhsatın içinin boşalmasına neden olmuştur (Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano, §177). O halde, ruhsatın işletilmesine bağlı menfaat, 1. maddenin koruması altında olan mülkiyete ilişkin bir menfaat olup, bu madde bağlamında “sahibi olduğu şey” olarak nitelendirilebilecek yeterli bir düzeydedir. Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano kararında Mahkeme, davayı üçüncü kural çerçevesinde incelemeyi tercih etmiştir. Mahkeme’ye göre, bu davadaki müdahale bir mülkiyet kaybı olarak nitelendirilemez, o halde ikinci kuralın uygulanması söz konusu değildir. Mahkeme’ye göre, bu davada ruhsatın kullanılması imkânı birçok idari tedbirle geciktirilmiştir. Bu tedbirler mülkiyetin kullanılmasının düzenlenmesi kapsamında alınan tedbirler olduğu için, üçüncü kural uygulanmalıdır (Centro Europa 7 SRL ve Di Stefano, §186). Mahkeme, üçüncü kural bakımından, diğer iki kural açısından da geçerli olan bir hususu hatırlatmıştır: Mülkiyet hakkına yapılan bir kamu gücü müdahalesi, her şeyden önce hukuki bir temele dayanmalıdır. Bu hukukilik testi, söz konusu iç hukuk düzenlemesinin yeterince erişilebilir, açık ve sonuçları önceden görülebilir olması anlamına gelmektedir. Mahkeme, 10. madde bağlamında yaptığı değerlendirme sonucunda olayda uygulanan kuralların bu gereklilikleri karşılamadığı sonucuna vardığını hatırlatmıştır. Mahkeme, bu sonucun mülkiyet hakkı bakımından da geçerli olduğunu belirtmiş ve Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Depalle – Fransa kararına konu olan olay, kıyı kenar şeridinde yer alan bir yapının yıkılması hakkındadır. Başvurucu, çok uzun yıllardır valilikten aldığı bir izine dayanarak arsası kamuya ait olan bir yerde oturmaktadır. Bu izin kararlarında idare açıkça bu izni kaldırma ya da içeriğini değiştirme hakkını saklı tutmuştur. Ayrıca Fransız hukukuna göre, kıyı kenar şeridinde yer alan taşınmazlar kazandırıcı zamanaşımı ile özel mülkiyete konu olamazlar. 1993 yılında il idaresi, 1986 yılında yürürlüğe giren kıyıların korunması hakkında kanuna dayanarak, bu izni yenilememiştir. Diğer yandan il idaresi, başvuruculara hayatta kaldıkları sürece bu taşınmazı devretmemek ve herhangi bir değişiklik yapmamak kaydıyla bu taşınmazda kalmalarını önermiştir. Ancak başvurucular bu öneriyi kabul etmemişlerdir. Depalle davasında Mahkeme, her ne kadar malik sıfatları olmasa da başvurucuların çok uzun yıllardır bu taşınmazı kullandıklarını dikkate alarak, 1. madde altında incelenebilecek bir ayni menfaatlerinin olduğunu belirtmiş ve bu menfaatin başvurucunun “sahibi olduğu şey” oluşturduğu sonucuna varmıştır. Devletin bu alandaki müdahalesi ise, Mahkeme’ye göre üçüncü kural kapsamında incelenmelidir. Başvurucu mülkünden yoksun bırakılma işlemine maruz kalmamış, sadece kendisine tanınan bir işgal izni iptal edilmiştir. Başvurucu bakımından bu iznin iptali öngörülemeyecek bir 675 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR durum değildir. Mahkeme, işgal izninin her zaman geri alınabilir niteliğini, kamu makamlarının bu alandaki geniş takdir alanını ve başvuruculara il idaresinin yaptığı teklifi dikkate alarak, bu davada adil dengenin bozulmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme Brosset-Triboulet ve Diğerleri – Fransa davasında da aynı yönde karar vermiştir. İmar düzenlemeleri Mahkeme, imar düzenlemesi hakkında şikâyetleri, eğer bu sınırlamalar malik bakımından taşınamayacak noktaya ya da mülkiyet hakkının özüne zarar verecek düzeye ulaşmışsa, mülkiyetten yararlanmayı düzenleyen birinci kural çerçevesinde incelemektedir. Aksi durumda bu sınırlamalar, mülkiyetin kullanılmasının kontrolünü öngören üçüncü kural başlığı altında tartışılmaktadır. Üçüncü kuralın imar hukukundan doğan uyuşmazlıklar konusunda uygulandığı önemli bir karar Pine Valley Development Ltd – İrlanda kararıdır. Bu davaya konu olan olayda, kişinin taşınmazın mülkiyetini kazandığı sırada resmi kayıtlarda mevcut olan imar izni (yapılaşma ruhsatı) daha sonra bir yargı kararı ile geriye dönük olarak iptal edilmiştir. Bu karar nedeniyle taşınmazı üzerinde yapı yapmak amacıyla satın alan başvurucu ciddi bir zarara uğramıştır. Mahkeme, imar iznini iptal eden yargı kararının başvurucu bakımından önemli bir sonucu olduğunu kabul etmiştir. Bu yargı kararı ile imar izninin iptaline kadar, başvurucular bu izinde öngörülen yapıyı inşa etmek bakımından meşru bir beklenti içindedirler. Mahkeme’ye göre bu beklenti mülkiyet hakkının bir unsuru olarak değerlendirilebilir (Pine Valley Development Ltd, §51). Mahkeme, Pine Valley Development Ltd kararında, şikâyetin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerektiğini belirtir. Başvurucunun imar izninin iptali “mülkiyetten yoksun bırakma” olarak nitelendirilemez; ne yasal ne de fiili bir kamulaştırma veya el atma söz konusudur. Dava konusu olan tedbir, söz konusu taşınmazın genel imar düzenlemelerine uygun kullanılmasını amaçlamaktadır. Malik bu taşınmazı kullanabilir, kiraya verebilir veya satabilir. Her ne kadar taşınmazın değeri düşmüş olsa da, bu değer kaybı taşınmazı tamamen değersiz hale getirmemiştir. Mahkeme, bu müdahalenin hukuki bir temeli olduğunu ve kamu yararı amacıyla gerçekleştirildiğini kabul etmiştir. Müdahalenin orantılılığı konusunda ise Mahkeme, bu olayda iptal kararının başvurucuların da katıldığı bir yargı kararına ve çok önemli bir meşru amaç olan çevreyi koruma amacına dayalı olduğunu belirtmiştir. Mahkeme’ye göre mülkiyet hakkı ihlal edilmemiştir; çünkü başvurucular, öngörebilecekleri riskleri de içeren bir ticari yatırım yapmışlardır; bu nedenle dava konusu müdahale nedeniyle herhangi bir tazminat ödenmemesi adil dengeyi bozmamıştır. Hakan Arı – Türkiye kararına konu olan olay, başvurucunun Mersin’de bulunan ve tapuda fidanlık olarak tescil edilen arazisinin, imar planında sosyal donatı alanı olarak ayrılmasıyla ilgilidir. Başvurucu taşınmazının bulunduğu alanın imara açıldığını öğrenince, 2002 yılında Mersin Belediyesi’ne imar izni almak için başvuruda bulunmuştur. Mersin Belediyesi şehir planında söz konusu arazinin okul yapım sahasına ayrıldığını belirterek başvurucuya imar izni vermemiştir. Başvurucu 16 Ocak 2002 tarihli yazı ile İçel Milli Eğitim Müdürlüğüne başvurarak, ya sözü edilen arazinin kamulaştırılmasını ya da arazisi üzerinde okul yapılması amacıyla verilen kararın iptal edilmesini talep etmiştir. 28 Mart 2002 tarihinde idari makam, başvurucunun taşınmazı hakkında kamulaştırma kararı alındığı gerekçesiyle, başvurucunun talebini reddetmiştir. Diğer yandan görevli idare başvurucunun avukatına 11 Kasım 2002 tarihinde gönderdiği bir yazıda, bütçe kaynaklarının yetersizliği nedeniyle bu taşınmazın kamulaştırılmasının gelecek yıllarda yapılmasının öngörüldüğünü bildirmiştir. Başvurucu Mersin Asliye Hukuk Mahkemesi’nde idare aleyhine maddi ve manevi tazminat davası açmıştır. Başvurucu, imar planındaki sosyal donatı fonksiyonu nedeniyle, mülkiyetindeki taşınmazdan yararlanamadığını ve 676 MÜLKİYET HAKKI / Açıklama bu nedenle, mülkiyet hakkının özü itibariyle içeriğinin boşaltıldığını iddia etmiştir. Asliye Hukuk Mahkemesi başvurucunun talebini yerinde bulmuş ve maddi ve manevi tazminat talebini kabul etmiştir. Ancak Yargıtay bu kararı bozmuştur. İlk derece mahkemesi Yargıtay’ın kararı doğrultusunda başvurucunun talebini reddetmiştir. Hakan Arı davasında başvurucu Mahkeme’ye başvurarak, taşınmazının karşılıksız olarak okul yapımı amacıyla ayrılmış olmasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri sürerek şikâyetçi olmuştur. Mahkeme bu davada başvurucunun, taşınmazı imara açıldığı için inşaat izni almak için meşru beklenti içine girebileceğini belirtmiştir. Oysa bu taşınmaz imar planında okul alanına tahsis edildiği için, kamulaştırma amacıyla üzerine inşaat yasağı konulmuştur. Mahkeme bu sınırlama nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkının geleceği konusunda belirsiz bir duruma itildiğini belirtmiştir. İlk başta taşınmazın kamulaştırılması ihtimali ortaya çıkmıştır; ancak bu ihtimal belediyenin bütçede yeterli ödeneği olmadığı gerekçesiyle gerçekleşmemiştir. Daha sonra yeni bir imar planı yapılmış, ancak bu planda da taşınmaz okul için ayrılmıştır. Mahkeme bu durumun başvurucunun mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanmasını engellediğini ve arazinin satış şansı dâhil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini önemli ölçüde azalttığını belirtmiştir. Başvurucunun uğradığı bu kayıp, herhangi bir tazminatla giderilmemiştir. Mahkeme’ye göre bu durum, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan, başvurucuyu alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda bırakan bir müdahale olup, mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. Keçecioğlu ve Diğerleri – Türkiye kararına konu olan olayda, İstanbul Belediyesi 1986 yılında yapılan imar planına uygun olarak, Haliç bölgesinde bir yeşil alan oluşturmak üzere bir taşınmazın kamulaştırılması için kamu yararı kararı almış ve 1992 yılında üzerinde bina bulunan bu taşınmazı kamulaştırmıştır. Ancak daha sonra bu imar planı iptal edilmiştir. Diğer yandan 1992 yılında aynı taşınmaz, eski eser olarak sınıflandırılmış ve bu nedenle taşınmazın bulunduğu yerin yeşil alan olarak düzenlenmesi imkânsız hale gelmiştir. Başvurucular bu iptal kararına dayanarak, 1997 yılında taşınmazın iadesini talep etmişlerdir. Ancak bu talepleri reddedilmiştir. Mahkeme bu davada, Motais de Narbonne (§22) ve Beneficio Capella Paolini (§33) kararlarında geliştirdiği ilkeleri uygulayarak, mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme’ye göre bu davada taşınmazın iade edilmemesi kararı, eski malikleri bu taşınmazın imar planında yeşil alan olarak öngörülmesinden bu yana ortaya çıkan değer artışı ile elde edebilecekleri bir değerden yoksun bırakmıştır. Ayrıca belediye bu taşınmazları öngörülen kamu yararı için kullanmamaktadır; iptal edilen imar planındaki yeşil alan fonksiyonunun gerçekleştirilmesi imkânsız hale gelmiştir. Bu nedenlerle Mahkeme’ye göre, bu davada genel yarar ile mülkiyet hakkı arasında kurulması gereken denge, mülkiyet hakkı aleyhine bozulmuştur. Mahkeme, adil karşılık konusunda devlet ile başvurucular arasında bir dostane çözüme varılmaması üzerine, başvuruculara 2.000.000 Euro maddi tazminat ödenmesine hükmetmiştir. Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.) davasında başvurucular, Roma’ya yakın bir yerde yüzölçümü 27 bin metrekare olan ve imar planlarında yapılaşmaya açılmış bir arazinin sahibidirler. Bakanlar Kurulu 1994 yılında bu araziyi arkeolojik bölge alanı olarak ilan etmiş ve her tür yapılaşmayı yasaklamıştır. Bu işleme karşı başvurucuların başvurdukları hukuki yollar bir sonuç vermemiştir. Mahkeme, başvurucuların sahip olduğu taşınmaz hakkında alınan 1994 tarihli arkeolojik bölge alanı kararını, üçüncü kural çerçevesinde bir müdahale olarak değerlendirmiş ve davayı bu kuralın ışığında incelemiştir. Ancak Mahkeme’ye göre bu davada adil denge bozulmamıştır; çünkü ilk olarak, başvurucular ulusal mahkemelere bu karar sonrasında bu taşınmazın kullanımında bir değişikliğe gitmek zorunda kaldıklarını kanıtlayamamışlardır. İkinci olarak, başvurucular bu karar 677 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR öncesinde yapılaşmaya müsait olan taşınmazları üzerinde herhangi bir inşaat girişiminde bulunmamışlardır. Sinan Yıldız ve Diğerleri – Türkiye kabuledilemezlik kararında Mahkeme, SİT alanları konusunda mülkiyet hakkını zayıflatan bir karar vermiştir. Başvurucuların Hakkâri’de 1564 m2 imara açık ve üzerinde bir ev bulunan bir taşınmazları vardır. Bu taşınmaz, 11 Kasım 1999 tarihinde birinci derece arkeolojik SİT alanı kapsamına alınmıştır. Taşınmazın kamulaştırılması girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine başvurucular kamulaştırmasız el atma iddiasıyla tazminat davası açmışlardır. Ancak bu dava reddedilmiştir. Mahkeme bu davada başvurucuların taşınmazının SİT alanı ilanını mülkiyet hakkına bir müdahale olarak nitelendirmiştir. Bu müdahale, 1. maddenin ikinci fıkrası kapsamında değerlendirilmiştir. Ancak Mahkeme, İtalya’ya karşı benzer davalarda geliştirdiği içtihadı izleyerek (Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.); Longobardi ve Diğerleri – İtalya (k.k.)), bu davada adil dengenin bozulmadığı ve mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme bu sonuca varırken, ilk olarak bu müdahalenin yasal bir temele dayanmakta olduğunu ve önemli arkeolojik kalıntıları barındıran bir ülkenin bu arkeolojik varlığını koruma meşru amacına hizmet ettiğini söylemiştir. Herhangi bir tazminat ödenmemesi konusunda ise Mahkeme, başvurucunun mülkiyet hakkının tümden ortadan kalkmadığını belirtmiştir. İlk olarak mutlak bir inşaat yasağı öngörülmemiştir. Ayrıca başvurucu gerekli izinleri alarak taşınmazda değişiklik yapma veya satma imkânına sahiptir. Diğer yandan Mahkeme, SİT alanı ilan edilmeden önce başvurucuların taşınmaz üzerinde bir yapı yapma izni için başvurmamış olmalarını da dikkate almıştır. Nihayet Mahkeme’ye göre kanun, birinci derece SİT alanı ilan edilen taşınmazlar için eşdeğer bir taşınmazla değişim imkânını da öngörmektedir. 678 ÖNEMLİ KARARLAR 13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA ♦ evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması (başvurucu annenin evlilik dışı çocuğuna çok sınırlı bir şekilde miras bırakabilmesi) ■ mülkiyet hakkı DAVANIN ESASI Birinci başvurucu Paula Marckx evli olmayan anne, ikinci başvurucu Alexandra Marckx ise, bu annenin nesebi belirsiz (gayrimeşru) küçük çocuğudur. Anne, doğum yaptıktan sonra çocuğu nüfusa kaydettirmek üzere başvurmuştur. Nüfus müdürlüğü, Belçika Medeni Kanununun 57ek maddesi gereğince, bu nesebi belirsiz doğumu yargıca bildirmiştir. Yargıç, çocuğun velayeti konusunda karar vermek için bilgi almak üzere anneyi mahkemeye davet etmiştir. Yargıç, anneden bilgi almış, aynı zamanda annenin çocuğu tanıması için var olan yolları ve böyle bir tanımanın hukuki sonuçlarını anlatmıştır. Yargıç ayrıca, anneye Medeni Kanunun çeşitli hükümlerinden ve ‘istisnai’ mirasçılık biçimleriyle ilgili 756. madde hükmünden söz etmiştir. Bir kaç gün sonra anne, Medeni Kanunun 334. maddesine göre çocuğunu tanımış ve otomatik olarak çocuğun vasisi durumuna girmiştir. Yargıcın başkanlığında, çocuğun kanuni menfaatlerini korumakla görevli olan ve kız kardeş ile bazı akrabalardan oluşan aile konseyi kurulmuştur. Bir yıl kadar sonra anne, Medeni Kanunun 349. maddesine göre çocuğunu evlat edinmek için başvurmuştur. Bu usul bazı araştırmaların ve masrafların yapılmasını gerektirmiştir. Evlat edinme işlemi beş buçuk ay sonra yargıç tarafından geriye yürürlü olarak onanmıştır. Başvurucular, nesebi belirsiz bir çocuğun anneyle ilişki kurma tarzını ve bu ilişkinin çocuğun annesinin ailesiyle ilişkilerinin boyutları ile miras haklarının intikali üzerindeki sonuçlarıyla ilgili Medeni Kanun hükümlerinden şikâyetçi olmuşlardır. Başvurucular ayrıca, annenin çocuğun haklarını artırmak için çocuğunu evlat edinmesinin gerekli görülmesini de bir sorun olarak dile getirmişlerdir. HÜKÜM GEREKÇESİ (...) II. Esasa ilişkin şikâyetler (...) 1. Alexendra’nın dayandığı ailesel haklar Belçika hukukuna göre, nesebi belirli çocuk doğuşundan itibaren veraset veya intikal yoluyla bütün miras haklarına sahip olduğu halde, nesebi belirsiz çocuk bakımından bu haklar bulunmamaktadır. Başvuruculara göre bu sistem, özel yaşama saygı hakkı ile birlikte mülkiyet hakkına ve ayrımcılık yasağına aykırı bulunmaktadır. Mahkeme’ye göre, Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkı, herkesin mülkiyetini barışçı biçimde kullanma hakkını içermektedir. Bu madde sadece mülkiyeti bulunan kişilere uygulanabilir. Bu madde mülkiyetin miras veya başka bir yolla kazanılmasını güvence altına almamaktadır. Bu nedenle Mahkeme, tek başına ele alındığında olayda nesebi belirsiz çocuk bakımından mülkiyet hakkının uygulanabilir olmadığı sonucuna varmıştır.[50-59] 679 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 2. Paula Marckx’ın dayandığı ailesel haklar Belçika hukukuna göre evli olmayan annenin nesebi belirsiz çocuğuna çok sınırlı bir biçimde miras bırakabilme imkânı vardır. Birinci Protokolün birinci maddesi mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Bir kimsenin mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunabilmesi mülkiyet hakkının geleneksel ve temel bir yönüdür. Olayda evli olmayan bir annenin çocuğu lehine bağışta bulunmasını yasayla kısıtlanmıştır. Bu nedenle Mahkeme, mülkiyet hakkı bakımından ayrımcılık yasağının ihlal edildiği soncuna varmıştır. Öte yandan davalı Hükümet, Mahkeme’nin gayri meşru çocuklarla ilgili Belçika mevzuatını Sözleşme’ye aykırı görmesi halinde Mahkeme’nin kararının verildiği tarihinden itibaren iç hukukta sonuç doğurması ve geriye yürürlü sonuç doğurmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Mahkeme’ye göre, Sözleşme’de var olan hukuki kesinlik Belçika Devletini bu kararın verildiği tarihten önceki hukuki işlemleri ve olayları yeniden ele almaktan kurtarmaktadır. Bu nedenle Mahkeme, Mahkeme kararının verildiği tarihten itibaren iç hukukta hüküm doğurduğu sonucuna ulaşmıştır.[60-65] BU GEREKÇELERLE MAHKEME, (...) IV. Alexandra Marckx’ın dayandığı ailesel haklar konusunda: 8. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesinin Alexandra Marckx’ın iddiaları bakımından uygulanabilir olmadığına; (...) V. Paula Marckx’ın dayandığı ailesel haklar konusunda: (...) 13. Beşe karşı on oyla, Paula Marckx’ın iddiaları bakımından Birinci Protokolün 1. maddesinin uygulanabilir olduğuna; 14. Altıya karşı dokuz oyla, aynı başvurucu bakımından, tek başına ele alınan bu maddenin ihlal edilmediğine; 15. Beşe karşı on oyla, bu başvurucu bakımından, Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak ele alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlaline; (...) KARAR VERMİŞTİR 23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ ♦ kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama (başvurucuların sahip oldukları taşımazlar üzerinde kamulaştırma şerhi bulunması ve inşaat izni verilmemesi nedeniyle uzun süreli olarak mülkiyetten yararlanamamaları) ■ mülkiyet hakkı DAVANIN ESASI I. Dava Konusu Olaylar 9. Bu iki başvuru, uzun süreli kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının taşınmazlar üzerinde doğurduğu sonuçlarla ilgilidir. A. Sporrong Miras Şirketi 10. Hukuki bir kişiliğe sahip olan Sporrong Miras Şirketi, müteveffa E. Sporrong’un kanuni mirasçıları olan Bayan Sporrong, Bay C. --O. Sporrong ve Bayan B. Atmer’den 680 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar meydana gelmektedir; bunlar Stockholm yakınlarında oturmaktadırlar. Miras Şirketi, Stockholm’ün merkezinde Aşağı Norrmalm bölgesinde bulunan ve “Riddaren No. 8” olarak bilinen bir taşınmazın sahibidir. Bu taşınmazın üzerinde 1860’lı yıllardan kalma bir bina bulunmaktadır; taşınmazın 1975’teki vergi değeri 600,000 İsveç Kronudur. 1. Kamulaştırma izni 11. Hükümet, 1947 tarihli İmar Kanununun 44. maddesine dayanarak, 21 Temmuz 1956 tarihinde Stockholm Belediyesine Sporrong Miras Şirketinin sahip olduğu taşınmazın da arasında bulunduğu 164 taşınmazın bulunduğu bölgeyi kamulaştırma izni vermiştir. Belediye, alış-veriş caddelerinden birini ana yola bağlayan bir viyadük yapmayı tasarlamıştır. Viyadük ayaklarından biri “Riddaren” parseline dikilecek, taşınmazın geri kalan kısmı oto parka dönüştürülecektir. Hükümet, 1917 tarihli Kamulaştırma Kanunu gereğince, kamulaştırmanın gerçekleştirileceği beş yıllık bir süre tespit etmiştir; bu sürenin dolmasından önce Belediye, mal sahiplerine ödenecek tazminatı belirleyecek olan mahkemeye dava açması gerekmektedir; bunu yapmaması halinde kamulaştırma izni ortadan kalkacaktır. 12. 11 Temmuz 1961’de Hükümet, Belediyenin talebi üzerine bu süreyi 31 Temmuz 1964 tarihine kadar uzatmıştır. Bu karar “Riddaren No. 8”in de içinde bulunduğu 138 taşınmazı kapsamıştır. Bu tarihlerde söz konusu taşınmazlar, imar planına tabi değildir. 13. 2 Nisan 1964’te Hükümet, Belediyenin kamulaştırma iznini bir kez daha uzatmıştır; bu uzatma ilk 164 taşınmazdan aralarında “Riddaren No. 8”inde bulunduğu 120 taşınmazı etkilemiş olup, 31 Temmuz 1969 tarihine kadar geçerli kalmıştır. Belediye Lower Norrmalm için “62 tarihli İmar planı” adıyla bilinen genel bir gelişme planı hazırlamıştır; bu plan özel ulaşım için caddelerin genişletilmesine ve yaya yollarının yapılmasına öncelik vermiştir. Daha sonra genel gelişme planının tadilatı olan, Lower Norrmalm ve şehir merkezinde diğer bir bölge olan Östermalm için “67 tarihli İmar Planı” yapılmış, bu plan daha iyi yol ağı vasıtasıyla toplu taşımacılığı geliştirme ihtiyacını vurgulamıştır. Buna göre söz konusu bazı parseller caddelerin genişletilmesi için kullanılacaktır; ancak kesin karar için, kullanımın gerekliliğine dair bir kararın alınması beklenecektir. “62 tarihli İmar Planı” ile aynı türde olan bu tadilat planının 1985 yılından önce uygulanacağı hesaplanmıştır. 14. Temmuz 1969’da Belediye 62 ve 67 tarihli planlarda kamulaştırma gerekçelerinin hala geçerli olduğuna işaret ederek, “Riddaren No. 8”in de aralarında bulunduğu bazı parseller için kamulaştırma izninin üçüncü kez uzatılmasını istemiştir. Hükümet 14 Mayıs 1971’de, tazminatın tespiti amacıyla davanın açılması için son süre olarak 31 Temmuz 1979 tarihini, yani talepten itibaren on yıl sonrasını göstermiştir. Mayıs 1975’te Belediye bir plan tadilatı yapmıştır; buna göre “Riddaren No. 8” kullanımı değiştirilmemekte ve üzerindeki yapı kaldırılmayacaktır. 3 Mayıs 1979’da Hükümet, Belediyenin kamulaştırma izin talebini iptal etmiştir (bk. aşağıda, §29). 15. Sporrong Miras Şirketi sahip olduğu taşınmazı satmaya teşebbüs etmemiştir. 2. İnşaat yasağı 16. 11 Haziran 1954’te Stockholm İdare Kurulu, yapılması planlanan viyadük ve bağlantı yolun taşınmazın kullanımını etkileyeceği gerekçesiyle “Riddaren No. 8” üzerinde inşaat yasağı koymuştur. Bu yasak, Kurul tarafından 1 Temmuz 1979 tarihine kadar uzatılmıştır. 681 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 17. 1970 yılında Sporrong Miras Şirketi, binanın ön kapısını genişletmek için inşaat yasağından muafiyet sağlamışlardır. Başka bir muafiyet tanınmamıştır. 18. “Riddaren No. 8”i etkileyen kamulaştırma izni 23 yıl, inşaat yasağı ise 25 yıl sürmüştür. B. Bayan Lönnroth 19. Stockholm’de yaşayan Bayan Lönnroth, Aşağı Norrmalm bölgesindeki “Barnhuset No. 6” de yer alan taşınmazın üçte ikisinin sahibidir; bu taşınmazın üzerinde 1887-1888 yılında yapılmış, biri caddeye cephesi olan, diğeri arkada bulunan iki bina bulunmaktadır. Taşınmazın başvurucunun hissesine isabet eden 1975’deki vergi değeri 862,500 İsveç Kronudur. 1. Kamulaştırma izni 20. 24 Eylül 1971 tarihinde Hükümet, Stockholm Belediyesine, aralarında “Barnhuset No. 6”nın da bulunduğu 115 taşınmazı kamulaştırma izni vermiş, 31 Aralık 1979 tarihini, yani Belediyenin talebinden on yıl sonrayı tazminatın tespiti amacıyla dava açılması için son tarih olarak belirlemiştir. Belediye bu kararını “67 tarihli İmar planı”na dayandırmış olup, bu plana göre başvurucunun taşınmazı üzerinde çok katlı oto park yapılacaktır. 21. Ancak bu bölgedeki çalışmalar ertelenmiş ve yeni planlar hazırlanmıştır. Başvurucu, binalarının tamire ihtiyacı olduğu gerekçesiyle, kamulaştırma izninin kaldırılmasını talep etmiştir. Belediye, var olan planların istisnaya imkan tanımadığı şeklinde yanıt vermiş ve Hükümet de 20 Şubat 1975’te, Belediyenin açıkça rızası olmadan kamulaştırma izninin kaldırılamayacağı gerekçesiyle talebi reddetmiştir. Hükümet 3 Mayıs 1979’da, Belediyenin talebi üzerine kamulaştırma iznini iptal etmiştir (bk. aşağıda, §29). 22. Bayan Lönnroth’un mali durumu, taşınmazı satmaya zorlamıştır. Başvurucu 1970 ile 1975 yıllarında taşınmazı yedi kez satmaya teşebbüs etmiş, ancak müstakbel alıcılar Belediyeye danıştıktan sonra satın almaktan vazgeçmişlerdir. Ayrıca başvurucu, bazen kiracı bulmakta zorlanmıştır. 2. İnşaat yasağı 23. 29 Şubat 1968’de Stockholm İdare Kurulu, bu parselin oto parka dönüştürüleceği gerekçesiyle “Barnhuset No. 6”in üzerine inşaat yasağı koymuştur. Bu yasak daha sonra Kurul tarafından 1 Temmuz 1980 tarihine kadar uzatılmıştır. 24. 1970’te başvurucuya binasının üçüncü katında tadilat yapma izni verilmiştir; başvurucu başka bir muafiyet istememiştir. 1970’li yılların başında, taşınmazın başlıca ipotek alacaklılarından biri, binanın ön yüzünde yenileştirme yapılmasını istediği zaman, başvurucu kredi temin edememiştir. 25. Özetlenecek olursa, Bayan Lönnroth’un taşınmazı sekiz yıl kamulaştırma iznine, on iki yıl da inşaat yasağına tabi tutulmuştur. C. Stockholm Belediyesinin imar politikası 26. İkinci Dünya savaşında yıkıldıktan veya ağır surette tahrip olduktan sonra yeniden inşa edilen birçok şehirde olduğu gibi, Stockholm şehir merkezinde de onlarca yıldır geniş çaplı değişikler meydana gelmektedir. 27. Aşağı Norrmalm bölgesi, kentin önemli idari ve ticari faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir bölgedir. 1945 yılında, bu faaliyetlerin tatmin edici bir şekilde yürütülebilmesi için bölgenin yeniden inşa edilmesi gerektiği görüşü hakim olmuştur. Örneğin, uyun bir yol ağına ihtiyaç hissedilmiştir. 682 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Ayrıca, binaların birçoğu ayakta duramaz olmuş, tamir edilemeyecek kadar kötü duruma gelmişlerdir. Bürolar ve dükkanlar uygun binalar yapmak ve temiz ve sağlıklı bir çalışma ortam yaratmak için geniş çaplı bir yeniden gelişme planı gerekli hale gelmiştir. 1947 tarihli Yasanın 44. maddesini değiştiren 1953 tarihli Yasayla tanınan belirli bir alanın kamulaştırılması imkanı, Belediye planlarının uygulanması için anahtar bir vasıta haline gelmiştir. On yıldan daha kısa bir sürede yüzden fazla bina yıkılmıştır. Bu suretle açılan alanların bir kısmı yeni yolların yapılması için kullanılmış ve diğer bir kısmı da daha büyük ve daha işlevsel komplekslerle bütünleştirilmiştir. 28. 1970’li yıllarda Stockholm imar politikası önemli ölçüde değişmiştir. Yerel makamlar merkeze doğru yeni yollar açmaktan çok, artık şehirdeki taşıt sayısını düşürmeye çalışmışlardır. Bu yeni politika, 19 Haziran 1978’de kabul edilen “77 tarihli İmar Planı”na yansımıştır. Bu plan, her şeyden önce, kentin mevcut yapısını dikkate alarak tedricen yeniden inşa edilmeye dayalı bir kentsel yenileşme için hükümler getirmiş ve var olan binaların birçoğunun korunmasını ve restorasyonunu öngörmüştür. 29. 3 Mayıs 1979’da Hükümet, Belediyenin Ekim 1978 tarihli talebini kabul ederek, aralarında başvurucuların taşınmazlarının da bulunduğu yetmiş kadar taşınmaz üzerinde, 1956 ve 1971 tarihlerinde verilmiş olan kamulaştırma izinlerini kaldırmıştır. Çünkü artık, yeni imar planının uygulanması için Belediyenin bu taşınmazlara sahip olmasına gerek kalmamıştır. 30. Belirli alanı kamulaştırma izninin varlığı nedeniyle meydana gelen güçlüklere rağmen, Stockholm’deki bu tür izinlerden etkilenmiş altmış altı taşınmazın satışının yapılabilmesi mümkün olmuştur. İç Hukuk : A. İmar Hukuku (Town Planning Law) 31. 1947 tarihli Yasa, İsveç’teki imar politikasının temel belgesidir. Bu bakımdan Yasa, nazım planları ile imar planları yapılmasını sağlamaktadır. 32. Bir nazım planı (genel plan), daha ayrıntılı planların çatısını kurmak için gerekli görüldüğü takdirde belediye tarafından yapılır. Bu plan belediye meclisi tarafından kabul edilir; meclis, planı onay için İl İdare Kuruluna (1 Ocak 1973’ten önce Hükümete) gönderir (md. 10). 33. İmar planları, gerekli görülen kentsel alanlar (urban areas) için yapılır (md 24). İmar planı, nazım plandan daha ayrıntılıdır; hangi alanlardan nasıl yararlanılacağını --konu, yollar, meydanlar, parklar, vd. -- gösterir ve bu yerlerin kullanımına ilişkin daha ayrıntılı hükümler de içerebilir (md. 25). Bu planın belediye meclisi tarafından kabul edildikten sonra, İl İdare Kurulu tarafından onaylanması gerekir. Bu süreç içinde mülk sahipleri, çeşitli makamlara görüşlerini iletme imkanına sahiptirler; son çare olarak planı kabul eden karara karşı itirazda bulunabilirler. 34. Bazı hallerde nazım planları ve imar planları, karar için Hükümete sunulur. 35. Bu planlarla bağlantılı olarak veya bağımsız olarak, İsveç resmi makamları kamulaştırmaya ve inşaat yasaklarına başvurabilirler; bu tedbirlerin arasında bir hukuki bağlantı bulunması gerekmez. 1. Kamulaştırma 36. Kamulaştırma konusunda bu davada uygulanabilir hükümler esas itibarıyla 1917 tarihli Yasada yer almaktadır; bu Yasanın yerini, 1 Ocak 1973 tarihinden itibaren yürürlüğe giren 1972 tarihli Kamulaştırma Yasası almıştır. 683 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 37. Kamulaştırma yetkisi vermeye karar verecek olan Hükümettir. Hükümetin kararı kamulaştırmaya izin verme biçiminde olup, Yasada yer alan belirli şartlara tabidir. İzin verilmesi otomatik olarak kamulaştırmaya yol açmaz; sadece belirli bir kamu makamına (veya, istisnai hallerde özel bir şahsa veya şirkete) gerektiği takdirde kamulaştırma yapma hakkı verilmiş olur. Bu izin kararı, mülk sahibinin mülkünü satma, kiralama veya ipotek ettirme hakkına dokunmamaktadır; bu izin, kamulaştırma makamının kamulaştırma tazminatının tespit edilmesi için dava açma süresini belirlemektedir; süresi içinde kamulaştırma yapılmaması halinde izin sona erer. 1917 tarihli Yasada süre sınırı ve iznin geçerliliğini uzatma konusunda hüküm yoktu. 1972 tarihli Yasanın gerekçesi, kamulaştırma izninin mülk sahipleri bakımından mülklerini kullanma imkanlarının belirsiz bir şekilde kısıtlanması, masraflarına katlanıp katlanmamaya karar vermekte güçlük yaratması gibi dezavantajlar oluşturduğuna, zaman geçtikçe dezavantajlı durumun giderek ağırlaştığına dikkat çekmiştir. Bu nedenle, 1972 tarihli Yasanın 3. bölümünün 6(1). fıkrası şu hükümleri içermektedir. “Kamulaştırma izni, [tazminatın tespiti amacıyla] yargısal işlemlerin başlatılması için süre tayin eder. Özel sebepler bulunması halinde bu süre uzatılabilir. Süre uzatma talebi sürenin dolmasından önce yapılır. Mülk sahibinin kamulaştırma işinin askıda kalmasının çok ağır zararlar verdiğini ortaya koyması halinde, kendisinin talebi üzerine bu süre kısaltılabilir. Kamulaştırma izninin verilmesinden sonra bir yıl geçmedikçe, sürenin kısaltılmasına karar verilemez.” Tazminat miktarı tespit edilip ödenmedikçe, kamulaştırma tamamlanmış olmaz. Bu konuda Taşınmaz Mahkemeleri (Real Estate Court) yetkilidir; bu mahkemenin kararlarına karşı Üst Mahkemeye başvurulabilir, son derece mahkemesi, Yüksek Mahkeme’dir. 38. 1 Temmuz 1953’ten önce, kamulaştırma sadece münferit mülklere ilişkin olarak yapılırdı; her kamulaştırma izni talebi, kamulaştıracak makamın söz konusu mülkü nasıl kullanmayı tasarladığını ayrıntılı bir şekilde tanımlardı. Mevcut başvurular, alan kamulaştırması (zonal expropriation) olarak bilinen başka tür bir kamulaştırmayla ilgilidir. Konuyla ilgili hükümler, 1947 tarihli Yasanın 44. maddesi 1953 yılında değiştirilmek suretiyle getirilmiş ve 1971 yılında çıkan bir yasayla, 1 Ocak 1972 tarihinden itibaren kaldırılmıştır. Bu hükümler şöyleydi: “Yoğun nüfusa sahip olan bir bölgenin tamamen yeniden gelişimini sağlamak amacıyla ana yollar veya şehir imarı için gerekli görüldüğü takdirde ve böyle bir yeniden gelişme sadece bölgenin bütünüyle inşası suretiyle gerçekleştirilecek olması, yeniden gelişme tedbirlerinin şehir imar planının bu bölge için değiştirilmesini gerektirmesi halinde, Hükümet belediyeye yeniden gelişme için ihtiyaç duyulan ve aynı bölgede veya yakın çevresinde bulunan yerleri ve planın uygulanması sonucu değeri önemli ölçüde artacak olan yerleri satın alınma yetkisi tanıyabilir(...)” 1 Ocak ile 31 Aralık 1972 tarihleri arasında, bu 44. maddeye karşılık gelen hükümler 1917 tarihli Yasaya sokulmuştur; bu hükümler artık 1972 tarihli yasada yer almaktadır (Bölüm 2, md. 1) İşte alan kamulaştırması, bu suretle büyük imar projeleri için bir araç olarak düzenlenmiştir. Bunları kamulaştırma izinleri, şehrin yeni imar planı yapıldıktan hemen sonra, yani uygulanması için ayrıntılı düzenlemeler henüz yapılmadan önce bile verilebilir. 39. 1972 tarihli Yasanın geçici 11. maddesine göre, bu yeni Yasa yürürlüğe girmeden önceki kamulaştırma izin talepleri, eski Yasa hükümlerine tabidir. 684 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 40. 1917 tarihli Yasa gibi 1972 tarihli Yasa da, bir kamulaştırma izninin uzun sürmesinden veya iznin kullanılmamasından doğan zararların tazminine imkan vermemektedir. Bunun sadece bir istisnası vardır (Bölüm 5, md 16): kendisine kamulaştırma izni verilen kişi veya kurum tazminatın tespiti için dava açmış, ancak daha sonra bundan vazgeçmiş ise, kamulaştırma izni verilmesinden doğan zarar tazmin edilir. 2. İnşaat yasağı 41. 1947 tarihli Yasa, imar planına uygun olmayan yeni bir inşaat yapılmasını yasaklamaktadır (md. 34). Yasa, böyle bir imar planının belediye tarafından kabul edilip yetkili makamlar tarafından onaylanmasına kadar ve hatta bundan önce, geçici bir tedbir olarak inşaat yapılmasını yasaklama yetkisi vermektedir (1947 tarihli Yasanın 14 ve 15. maddeleriyle bağlantılı olarak 35. maddesi). Yasanın 15. maddesi şöyledir: “Belirli bir alan için nazım planının kabul edilmesi veya kabul edilmiş bir nazım planın değiştirilmesi için ihtiyaç ortaya çıktığında, İl İdare Kurulu, belediyenin talebi üzerine, bu alanda her türlü yeni inşaat yapılmasını yasaklar. Konuyla ilgili olarak belediye tarafından en geç bir yıl içinde karar verilinceye kadar yasak sürer. İl İdare Kurulu, belediyenin talebi üzerine, gerektiği takdirde inşaat yasağının geçerliliğini bir defada en fazla iki yıl uzatabilir. Yukarıdaki fıkrada geçen inşaat yasağından, Yönetmeliğe göre İl İdare Kurulu veya imar Kurulu tarafından muafiyet verilebilir.” Yetkili makamlar yeni bir imar planı yapmayı veya mevcudu değiştirmeyi düşündüklerinde aynı ilkeler uygulanır (1947 tarihli Yasa, md. 35). Bu ilke sadece yeni inşaatlarla ilgilidir; ancak 1947 tarihli Yasanın 158. maddesi, yeni inşaatlarla ilgili hükümlerin “Yönetmeliğe göre yeni inşaat olarak sınıflandırılan mevcut yapılardaki değişikliklere de” uygulanacağını belirtmektedir. Bu sonucu doğuran hükümler, 1959 tarihli İmar Tüzüğünün (Building Ordinance) 75. maddesinde yer almaktadır. Buna göre: “‘Yeni inşaat terimi: (a) tümüyle yeni binaların yapılması; (b) mevcut binaların yatay veya dikey olarak genişletilmesi; (c) binanın içinin veya dışının yeniden yapılması veya yeni inşaat sayılabilecek ölçüde değiştirilmesi; (d) kabul edilmiş nazım planına (master plan), imar planına (city plan) veya inşaat projesine (building plan) veya imar planları veya inşaat projeleri dışında kalan alanlarda imar mevzuatına uygun olmayan sonuçlar yaratan tadilatlar; ve (e) iki konuttan fazla olmayan meskenler veya bunların müştemilatları dışında, mevcut durumları yukarıdaki planlara ve yönetmeliklere uygun olmayan yapılardaki tadilatlar anlamına gelir.” Ancak, yapılmasına izin verilmiş olmasa bile mevcut halinde uzun bir süre kalabileceği beklenen binanın içine ısıtma, tuvalet veya sağlıkla ilgili diğer tesisatların yapılması, “yeni inşaat” terimine girmez. 42. Parlamento Ombudsman’nın 1967 tarihli raporunda, uzun süreli inşaat yasaklarının yarattığı sonuçlara değinilmiş ve belirli çözümlere yer verilmiştir: “Olayın şartlarından tespit edilebildiği kadarıyla, Boras ve Östersund olaylarındaki mülk sahipleri imar planından bir yarar bekleyemezlerdi. Bu demektir ki plan, açıkça uzun süreli yasakların neden olduğu zararlar için herhangi bir tazminat sağlamıyordu. İmar 685 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR planlarının belediyeler için daha az masraflı şekilde uygulanması için bu gibi olaylarda uzun süreli yasakların olumsuz sonuçlarına karşı mülk sahiplerini koruyucu tedbirler alınmaması halinde, imar planı sorununu esas itibarıyla kamunun menfaati için, makul bir sürede çözmek amacıyla getirilmiş bir inşaat yasağının olumsuz sonuçlarına, bir veya birden fazla mülk sahibi katlanmak zorunda kalacaktır. Böyle bir sistem, hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaşmaz. Uzun bir süre yürürlükte kalan geçici inşaat yasağının olumsuz sonuçlarına karşı bir mülk sahibini korumak için ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiğini, sorun üzerinde ayrıntılı bir çalışma yapmadan söylemek zordur. Ancak, geçici yasağın geçerliliğine azami bir süre sınırı getirmek, çözümlerden biri olabilir. Bununla birlikte böyle bir çözümü güncel ihtiyaçlara uygun görmek zordur; çünkü gelecekteki gelişmelerin hangi biçimde gerçekleşeceğini belirlemekteki güçlükler nedeniyle, uzun süreli gecikmelerden her zaman kaçınmak mümkün değildir. Yasağın konulmasından belirli bir süre sonra yürürlükte kalması halinde, mülk sahibine kanıtladığı kayıpları için belediyeden tazminat talep etme hakkı tanımak veya araziyi belediyeye satmasını gerekli kılmak, tercih edilebilir bir yöntemdir. Ancak bunun için de, yasağın uzun bir süre yürürlükte olması ve mülk sahiplerinin imar planı sayesinde kazanmayı ümit edecekleri avantajla tazmin edilemeyecek önemli olumsuz sonuçların meydana gelmesi şartı bulunmalıdır. Yukarıda anlatılanların ışığında, makul olmayan uzun bir geçici inşaat yasağının olumsuz sonuçlarına karşı özel mülk sahipleri için koruma sistemi getirme sorunu üzerinde çalışılması gerektiği görüşündeyim.” B. Kamu makamlarına karşı hukuk yolları 1. Belediye meclis kararlarına karşı başvuru 43. Başvurucuların İnsan Hakları Avrupa Komisyon’una başvuruda bulundukları tarihte, 1953 tarihli Belediyeler Yasası ile 1957 tarihli Stockholm Büyükşehir Yasası, belediyelerin kararlarına karşı bir başvuru hakkı tanımış ve düzenlemişti. Bu Yasalar, bir bölgede ikamet eden bir kimsenin, belirli istisnalar dışında, belediye meclisi kararlarına karşı İl İdare Kuruluna itirazda bulunma imkanı vermişti. Böyle bir başvuru sadece şu gerekçelere dayanabilirdi: kanuni usullere uygun davranmama, yasanın ihlali, yetki tecavüzü, başvuruda bulunanın haklarının ihlali veya yetkinin uygunsuz amaçlarla kullanılması. İtiraz, tutanakları kabul edilen kararın belediye ilan tahtasına asılmasından itibaren üç hafta içinde İl İdare Kuruluna yapılırdı; ilan tahtasında, tutanakların görülebileceği yer de gösterilirdi. Başka türlü belirtilmemiş ise, itirazda bulunan kişiye tebliğinden itibaren üç hafta içinde, İl İdare Kurulu kararına karşı Yüksek İdare Mahkemesine başvurulabilirdi. Hemen hemen aynı hükümler, şimdi 1977 tarihli Belediyeler Yasasının 7. bölümünde yer almaktadır. Bu hükümler 1 Ocak 1981 tarihinden itibaren yürürlüğe giren 1980 tarihli Yasayla, başvurunun, İl İdare Kurulu yerine Üst İdare Mahkemesine yapılması şeklinde küçük bir değişikliğe uğramıştır. 44. Yukarıdaki kurallar, Hükümetten kamulaştırma izni vermesi veya uzatması için talepte bulunan belediye meclisi kararlarına karşı da uygulanır. Öte yandan bu kurallar, inşaat yasağı getiren veya süresini uzatan İl İdare Kurulu kararlarına karşı uygulanmaz; aslında böyle bir karara karşı İdare Mahkemesi başvuru yolu açık değildir. 686 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 2. İdari tasarruflara karşı hukuk yolları (a) İdari başvurular 45. İsveç’te idari görevler büyük ölçüde, karar alma mekanizmaları Hükümetten bağımsız olan idari makamlara bırakılmıştır. Bu makamlar herhangi bir Bakanlığın altında yer almazlar, ve ne Hükümet ne de Bakanlıklar, idari makamlara şu veya bu olayda yasayı nasıl uygulayacaklarına dair emir veya talimat veremezler. 46. Ancak genellikle, idari makamların kararlarına karşı Hükümete başvurmak mümkündür. Böylece İl İdare Kurulu tarafından inşaat yasağı konması veya uzatılmasına dair bir karara karşı, itiraz yoluyla Hükümete başvurmak mümkündür (1947 tarihli Yasa, md. 150(2)). (b) Yargısal başvuru yolları 47. İsveç idaresi genel olarak bakıldığında, adli (olağan) mahkemelerin denetimine tabi değildir. Bu mahkemeler sadece sözleşmeden doğan sorumluluklarla ilgili sorunlarda Devlete karşı ve bazı yasalara göre idari kararlara karşı yapılan başvuruları görür. 48. İdari tasarrufların yargısal denetimi, öncelikle İdare Mahkemelerinin görev alanına girer. İdarenin içinde yer alan bu mahkemeler üç aşamalıdır: İl İdare Mahkemesi, Üst İdare Mahkemesi ve Yüksek İdare Mahkemesi. Bu son mahkeme 1909’da Fransız Conseil d’Etat gibi bazı yabancı kurumlar tarzında kurulmuştur; ancak bazı temel noktalarda, onlardan farklıdır. Bu mahkemeler yaşam boyu görev süresi için atanan bağımsız yargıçlardan oluşur ve kural olarak, bir idari tasarrufu sadece iptal değil, fakat onu değiştirme veya yerine başka bir tasarruf koyma gibi geniş yetkiler kullanırlar. Uygulamada, bu tür tasarrufların hukukiliğine karşı başvuru yaygındır. Ancak bu ilkenin önemli bir istinası vardır: Hükümet kararlarına karşı yargı yoluna başvurulamaz. 3. Hükümet tasarruflarına karşı başvuru 49. Bazı önemli siyasi veya mali sonuçları olan idari konular, ilk ve son derecede Hükümetin karar verebileceği konular olarak ayrılmıştır. Kamulaştırma izinleri bu kategoriye girer (bk. yukarıda §37). 1971 tarihli Kamu İdare Yasası, Hükümet önündeki işlemlerde resmen uygulanabilir değilse de, bu işlemler bazı ilkelere uygun bir şekilde yürütülmelidir: ilgili kişinin dosyadaki tüm belgelere ulaşma hakkı vardır; dosyaya giren bir belge hakkında idarenin kişiyi bilgilendirme ve bunun hakkında görüş belirtmesine imkan verme görevi vardır; ilgili kişi görüşlerini sözlü olarak iletmek istiyorsa buna hakkı vardır. Hükümet bir kamulaştırma izin talebi hakkında karar vermeden önce, talep dosyayı hazırlayacak olan İl İdare Kuruluna yapılır. Kurul, özellikle mülk sahibine talep hakkında görüşlerini sunması için bir fırsat vermelidir. Kurul gerekli verileri topladıktan sonra, karara varabilecek duruma gelen Hükümete dosyayı iletir. 50. Hükümet tarafından incelenen meseleler kural olarak, itirazı mümkün olmayan kararlarla sonuçlanır. Ancak bazı özel durumlarda, yeniden muhakeme başvurusu adıyla bilinen dar kapsamlı bir itiraz mümkündür. 1 Ocak 1975’ten önce, itiraz mercii olarak Hükümet tarafından alınan bir kararla ilgili olabilecek olan bu tür başvurular Yükse İdare Mahkemesine yapılırdı (Anayasanın 11 bölümü, md. 11). Yeniden muhakeme sebepleri, Yüksek İdare Mahkemesini resmen bağlayıcı olmamakla birlikte, Yargılama Usulü Yasasının 58. bölümünün 1. maddesinde yer almaktadır: 687 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR “Bir davada verilen karar kesin hüküm (res judicata) haline aldıktan sonra, aşağıdaki hallerde, taraflardan birinin menfaati için, yeniden yargılama kararı verilebilir: 1. mahkeme üyelerinden biri, uyuşmazlığın konusuyla bağlantılı olan bir cürüm veya kabahatten hüküm giyerse veya uyuşmazlığın konusuyla bağlantılı bir suç avukatlardan veya hukuki temsilcilerden biri tarafından işlenmiş ise ve bu cürüm veya kabahatin davanın sonucunu etkilediği kabul edilecek olursa; 2. delil olarak sunulan bir belgenin sahte olduğu anlaşılırsa veya yeminli olarak dinlenen bir taraf, bir tanık bir uzman veya çevirmen yanlış beyanda bulunmuşsa, ve belge veya beyanların davanın sonucunu etkilediği kabul edilecek olursa; 3. daha önce mahkemenin önüne getirilmiş olsaydı, davanın sonucunun farklı olabileceğine dair maddi olaylar veya delillerin varlığı sonradan anlaşılmış ise; 4. hükme temel oluşturan kanunun uygulanması açıkça kanunun kendisine aykırı ise. İlgili taraf, her türlü çabasına rağmen maddi olayları veya delilleri İlk Derece Mahkemesi veya Yüksek Mahkeme önüne getiremediğini veya getirmemesinde bazı haklı gerekçesi olduğunu kanıtlamadıkça, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen sebeplere dayanan yeniden yargılama kararı verilmez.” Mevcut olayda olduğu gibi Yüksek İdare Mahkemesi, yeniden muhakeme kararı verecek olursa, bütün meseleyi ya kendisi inceler veya Hükümete gönderir. Her yıl Hükümet tarafından çok sayıda karar verilmesine rağmen, sadece birkaç tanesi yeniden muhakemeye gitmektedir. C. Kamu makamlarının sorumluluğu 51. Geçmişte merkezi ve yerel organlar, kamu yetkisini kullanırken verdikleri kararlar nedeniyle, sahip oldukları muafiyetin kapsamı konusunda bazı tereddütler bulunmakla birlikte, hiçbir sorumluluğa sahip değildiler, ve bu tür kararlardan doğan zararlar için tazminat ödemezlerdi. Bu konudaki İsveç hukuku, içtihatlardan, özel yasalardan ve yazısız prensiplerden çıkmıştır. 52. Aynı hukuk halen birçok noktada uygulanmaktadır, ancak 1 Temmuz 1972’de Medeni Sorumluluk Yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasa, sözleşme dışı meselelerde verilen zararlar için tazminatı düzenleyen bir hukuk dalını bütünleştirmekte ve geliştirmektedir. Bu yasa, merkezi ve yerel yönetimlerin tasarrufları nedeniyle medeni açıdan sorumlu olmadıklarını hükme bağlamaktadır. Ancak Yasa, radikal bir değişiklik yapmıştır: kusur veya ihmal bulunması halinde, kamu makamlarının tasarrufları tazminat hakkı doğurabilir (Bölüm 3, md. 2). Ancak yasakoyucu, bu yeni ilkeye önemli bir kısıtlama getirmiştir; söz konusu kararın kaldırılması veya değiştirilmesi hariç, Parlamento, Hükümet, Yüksek Mahkeme, Yüksek İdare Mahkemesi ve Milli Sosyal Güvenlik Mahkemesi kararlarına karşı tazminat davası “açılamaz” (Bölüm 3, md. 7). Yetkili hukuk yorumcularına göre, mahkeme kendiliğinden, böyle bir davanın kabuledilemez olduğuna hükmetmek zorundadır. HÜKÜM GEREKÇESİ I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası 56. Başvurucular, sahip oldukları mülkleri etkileyen kamulaştırma izinleriyle birlikte inşaat yasaklarının yürürlükte kaldığı sürenin uzunluğundan şikayetçi olmuşlardır. Başvuruculara göre bu, Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyetini barışçıl bir biçimde kullanma hakkına haksız bir aykırılık oluşturmaktadır. (...) 688 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Mahkeme bu maddenin amacını, 13 Haziran 1979 tarihli Marcx kararında şöyle tanımlamıştır (bk. parag. 63): “Birinci Protokolün 1. maddesi, herkesin sahibi olduğu şeyleri barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahip olduğunu tanımakla, esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına almıştır. ‘Sahibi olduğu şeyler’, mülkiyeti kullanma kelimelerinin bıraktığı açık izlenim budur; Sözleşme’nin hazırlık çalışmaları, bunu açıkça teyit etmektedir: Sözleşme’yi hazırlayanlar, bu maddenin öncüleri olan tasarılardaki bu konu için sürekli olarak ‘mülkiyet hakkından’ ve ‘mülkiyete haktan’ söz etmişlerdir.” Başvurucuların bu haklarına müdahale olup olmadığı, müdahale varsa haklı olup olmadığı belirlenmelidir. 1. Başvurucuların mülkiyet haklarına bir müdahalenin varlığı 58. Başvurucular, söz konusu kamulaştırma izinlerinin ve inşaat yasaklarının iç hukuka uygun olduğuna itiraz etmemişlerdir. Başvurucular öte yandan, kamulaştırma tazminatının tespiti amacıyla Stockholm Belediyesine dava açması için verilen sürenin uzunluğundan şikayet etmişlerdir (Sporrong Miras Şirketi olayında beş yıl, sonra üç yıl, sonra beş yıl ve son olarak on yıl; Bayan Lönnroth olayında on yıl, bk. yukarıda parag. 11-14 ve 20). Başvurucular ayrıca, kamulaştırma izni ve inşaat yasağı kararlarının çok uzun bir süre (izinler bakımından 23 yıl ve 8 yıl; inşaat yasağı bakımından 25 yıl ve 12 yıl (bk. yukarıda §18 ve 25) yürürlükte kalmasından şikayetçi olmuşlardır. Başvurucular mülkiyet hakları üzerinde, bu tedbirlerin bu şekilde birbirine bağlanmasının meydana getirdiğini iddia ettikleri olumsuz sonuçlara işaret etmişlerdir. Başvurucular mülklerini normal piyasa fiyatlarından satma imkanını kaybettiklerini iddia etmişlerdir. Başvurucular, mülklerinin masraflarına katlanmaları halinde büyük bir risk ile karşılaşacaklarını ve bu durum böyle kaldıkça, bir inşaat izni aldıktan sonra çalışma yapmış olsalar bile, kamulaştırma halinde hiçbir tazminat talep etmeme yükümlülüğü altına gireceklerini eklemişlerdir. Başvurucular ayrıca, ipotek tesis etmek istemiş olsalar güçlüklerle karşılaşacaklarını iddia etmişlerdir. Başvurucular son olarak, arazileri üzerinde herhangi bir “yeni inşaatın” yasaklanmış olduğunu hatırlatmışlardır. Başvurucular mülkiyetlerinden resmen ve kesin olarak yoksun bırakılmadıkları halde, söz konusu kamulaştırma izni ve inşaat yasağının mülklerinden yararlanma ve tasarruf etme yetkilerini ağır kısıtlamalara tabi tuttuğunu ve herhangi bir tazminata da meydan vermediğini iddia etmişlerdir. Başvurucuların iddiasına göre, söz konusu tedbirler yürürlükte kaldığı sürece, mülkiyet hakları özünden yoksun kalmıştır. 59. Hükümet, kamulaştırma iznine tabi bir mülkün rayiç bedelden satılmasının veya kiralanmasının güç olduğunu ve kamulaştırma izninin yürürlükte kalmasının bu sorunu daha da ağırlaştırdığını kabul etmiştir. Hükümet ayrıca, inşaat yasağının mülkiyetin normal kullanım hakkını kısıtladığını da kabul etmiştir. Ancak Hükümet, bu tür kamulaştırma izinlerinin ve inşaat yasaklarının şehir imarına içkin özellikler olduğunu ve Birinci Protokolün 1. maddesindeki maliklerin “mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma” haklarını zedelemediğini savunmuştur. 60. Mahkeme bu görüşe katılmamıştır. Kamulaştırma izni, maliklerin sahibi olan şeyleri kullanma ve tasarruf etme haklarına dokunmadığı halde, pratikte bu hakların uygulanma olasılığını önemli ölçüde düşürmektedir. Ayrıca bu izin ve yasak, kamulaştırmadan önce her türlü kamulaştırmanın hukuka uygunluğunu tanımakla ve Stockholm Belediyesine gerekli gördüğü her zaman kamulaştırma yapma yetkisi vermekle, mülkiyetin özüne dokunmaktadır. Bu suretle, başvurucuların mülkiyet hakkı istikrarsız ve terk edilebilir hale gelmiştir. 689 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR İnşaat yasakları da hiç kuşkusuz başvuruların sahibi oldukları şeyleri kullanma haklarını kısıtlamıştır. Mahkeme ayrıca, kamulaştırma izinlerinin ve inşaat yasaklarının, analizler bu ikisinin arasında bir ayrım yapmayı gerektirmedikçe, kural olarak birlikte incelenmesi gerektiğini düşünmektedir. Çünkü bu tedbirler arasında zorunlu bir hukuki bağlantı olmamasına (bk. yukarıda §35) ve hatta geçerlilik süreleri farklı olmasına rağmen, birbirlerini tamamlayıcı olup, artarda yapılan imar planlarına uygun bir şekilde kentin geliştirilmesi amacını kolaylaştırıcı olmak gibi tek bir amaca sahiptirler. Bu nedenle, başvurucuların mülkiyet hakkına bir müdahale vardır; Komisyon’unun da haklı olarak belirttiği gibi, kamulaştırma izinleri ve inşaat yasaklarının uzun bir süre ve birlikte kullanılması, hiç kuşkusuz, bu müdahalenin sonuçlarını ağırlaştırmıştır. 2. Başvurucuların mülkiyet haklarına müdahalenin haklılığı 61. Geriye, Mahkeme’nin tespit ettiği müdahalenin Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal edip etmediği belirlemek kalmaktadır. Bu madde üç ayrı kuralı kapsamaktadır. Genel nitelikte olan birinci kural, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkını beyan etmektedir; bu kural birinci fıkranın birinci cümlesinde yer almaktadır. İkinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı içermekte ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; bu kural, aynı fıkranın ikinci cümlesinde yer almaktadır. Üçüncü kural Devletlerin, başka şeylerle birlikte, genel yarara uygun gördükleri yasaları çıkarmak suretiyle bu amaca uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını kontrol etme hakkına sahip olduğunu tanımaktadır; bu kural ikinci fıkrada yer almaktadır. Bu durumda Mahkeme, birinci kurala uygunluk bulunup bulunmadığını düşünmeden önce, son iki kuralın uygulanabilir olup olmadığını belirlemelidir. (a) Birinci fıkranın ikinci cümlesinin uygulanabilirliği 62. İlk önce, İsveç yetkili makamlarının başvurucuların mülklerini kamulaştırmadığı hatırlanmalıdır. Bu nedenle başvurucular, hiçbir zaman resmen “sahibi oldukları şeylerden yoksun” bırakılmamışlardır; mülklerini kullanmaya, satmaya, vasiyet etmeye, bağışlamaya veya ipotek etmeye devam etmişlerdir. 63. Resmen bir kamulaştırma, yani mülkiyetin nakli yapılmadıkça, Mahkeme görünüşün ardına geçmek ve şikayet konusu durumdaki gerçekleri araştırmak zorunda olduğunu hissetmektedir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, 24.06.1982 tarihli Van Droogenbroeck, §38). Sözleşme, hakları “pratik ve etkili” bir şekilde güvence altına almayı tasarladığından (Airey, §24), başvurucuların savunduğu gibi bu durumun fiili kamulaştırma (de facto expropriation) olup olmadığını belirlemek zorundadır. Mahkeme’ye göre, şikayet konusu sonuçlar (bk. yukarıda §58), söz konusu mülkleri tasarruf etme imkanının daraltılmasından kaynaklanmıştır. Bu sonuçlar, istikrasız hale gelen mülkiyet hakkı üzerindeki kısıtlamalardan ve mülklerin değeri üzerine doğmuş kısıtlamanın sonuçlarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte söz konusu hak özünden bazı şeyler yitirmekle birlikte, tümüyle kaybolmamıştır. Söz konusu tedbirlerin sonuçları, mülkiyetten yoksun bırakmaya indirgenebilecek türden değildir. Mahkeme bu bağlamda, başvurucuların mülkleri Stockhlom’deki kamulaştırma izinlerinden ve inşaat yasaklarından etkilenmesi nedeniyle satma imkanının daha da zor hale gelmesine rağmen, mülklerini kullanabilme ve satabilme imkanına sahiptir. Hükümetin verdiği bilgiye göre, birçok satış gerçekleşmiştir (bk. yukarıda §30). Bu nedenle, bu davada birinci fıkranın ikinci cümlesini uygulama imkanı yoktur. 690 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar (b) İkinci fıkranın uygulanabilirliği 64. İnşaat yasakları açıkça ikinci fıkradaki anlamıyla, başvurucu tarafından “mülkiyeti kullanmanın kontrolü”nü oluşturmaktadır. 65. Öte yandan kamulaştırma izinleri, mülkiyeti kullanmayı sınırlama veya kontrol etmeyi amaçlamamaktadır. Kamulaştırma izinleri mülkiyetten yoksun bırakmaya yol açan sürecin bir ilk adımı olduklarından, ikinci fıkra kapsamına girmezler. Bunlar birinci fıkranın birinci cümlesine göre incelenmelidirler. (c) Kamulaştırma izinlerinin birinci fıkranın birinci cümlesine uygunluğu 66. Başvurucuların şikayetleri ilk olarak, hem İsveç hukukuna ve hem de Sözleşme’ye aykırı gördükleri Stockholm Belediyesine verilen sürelerin uzunluğuyla ilgilidir. 67. 1917 tarihli Yasa, kamulaştırma yapacak makamın kamulaştırma tazminatının belirlenmesi amacıyla dava açma süresiyle veya izinlerin geçerliliğinin uzatılma süresiyle ilgili hükümler içermemektedir. Başvuruculara göre, bu Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra uygulamada Taşınmaz Mahkemesine dava açma süresi bir yıl olarak yerleşmiştir. Mevcut olayda beş yıl ve on yıl gibi süreler olduğundan, ilk kamulaştırma izinlerinin hukuki temeli bulunmadığı iddia edilmiştir; Sporrong Miras Şirketinin mülkünü etkileyen üç uzatma için de aynı şey geçerlidir. Davalı Devlet, kamulaştırma izinlerinin verilmesinin ve uzatılmasının İsveç hukukuna uygun olduğu şeklinde yanıt vermiştir. Davalı Devlet, ilk kamulaştırma iznin geçerlilik süresini belirlemeye yetkili olan Hükümetin, aksine bir hüküm bulunmadığından, uzatmaya da yetkili olduğunu savunmuştur. 68. Mahkeme, İsveç hukukunun yorumlanmasıyla ilgili iki görüş arasındaki farklılığı çözmesi gerekmediği düşünmektedir. Şikayet konusu kamulaştırma izinleri İsveç hukukuna aykırı olmasa bile, bu izinlerin iç hukuka uygun olması, Birinci Protokolün 1. maddesiyle güvence altına alınan hakka da uygun olduğunu ortaya koymayacaktır. 69. Kamulaştırma izinlerinin birinci fıkranın ikinci cümlesine veya ikinci fıkraya girmemesi, bu hakka müdahalenin birinci fıkranın birinci cümlesindeki kuralı ihlal ettiği anlamına gelmez. Bu son hüküm bakımından Mahkeme, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında denge kurulup kurulmadığını belirlemek zorundadır (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte 23.07.1968 tarihli Belçika’da Eğitim Dili Davası, parag. 5). Sözleşme’nin bütününe içkin olan bu denge arayışını, Birinci Protokolün 1. maddesi de yansıtmaktadır. Hükümet temsilcisi, böyle bir denge ihtiyacının varlığını kabul etmiştir. Hükümet temsilcisi 23 Şubat 1982 sabahı yapılan duruşmada, olayda kamusal amaç başka yollarla gerçekleştirilebilecek ise, Kamulaştırma Yasasına göre kamulaştırma izni verilememesi gerektiğine işaret etmiştir. Mahkeme, yasama organının bu kaygısını gözden kaçırmamıştır. Dahası Mahkeme, Sözleşmeci Devletlerin büyük şehirlerin gelişmeleri gibi karmaşık ve zor bir alanda kendi imar politikalarını uygulamak için geniş bir takdir alanı kullanmalarının doğal olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte Mahkeme, kendi denetim yetkisini kullanmazlık edemez; kurulması gereken dengenin başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkı”na uygun bir biçimde kurulup kurulmadığına karar vermek zorundadır. 691 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 70. O tarihlerde yürürlükte bulunan mevzuatın bir özelliği, esnek olmayışıdır. Bu konudaki mevzuat, kamulaştırma izninin belediyenin rızasını gerektiren tamamen geri alınma istisnası dışında, mülk sahiplerinin durumunu daha sonra değiştirebilecek hiçbir araç sağlamamıştır. Bu bağlamda Mahkeme, Stockholm Belediyesine kamulaştırma izninin Sporrong Miras Şirketi olayında ilk önce beş yıl verildiğini sonra üç yıl, daha sonra beş yıl ve son olarak on yıl uzatıldığını, Bayan Lönnroth olayında on yıl olarak verildiğini hatırlatır. Bu izinler olayda, birincisi için 23 yıl, ikincisi için 8 yıl yürürlükte kalmıştır. Başvurucular bütün bu dönem boyunca, mülklerinin istikbali konusunda tamamen belirsiz bir durumda bırakılmış olup, karşılaşmış olabilecekleri güçlükleri İsveç Hükümetinin dikkatine sunma imkanına sahip değildirler. Komisyon raporunda bu tür güçlüklerden birine yer vermiştir. Bayan Lönnroth Hükümetten, kamulaştırma iznini geri almasını talep etmiştir. Buna Belediye, mevcut planların kamulaştırma iznini askıya alma yetkisi vermediği şeklinde yanıt vermiştir; Hükümet ise, Belediyenin açıkça rızası olmadıkça kamulaştırma iznini kaldıramayacağı gerekçesiyle talebi reddetmiştir (bk. yukarıda §21). Mahkeme, Stockholm Belediyesinin imar planlarını uygulamak amacıyla mülkleri kamulaştırma seçeneğine sahip olmasındaki menfaatini gözden kaçırmamıştır. Ne var ki Mahkeme İsveç yasama organının, kamulaştırma izinlerinin verilip yürürlükte kaldığı uzun dönemlerde, Belediyenin ve mülk sahiplerinin menfaatlerinin makul aralıklarla yeniden takdir edilmesi imkanına yer vermemesinin sebebini anlayamamıştır. Bu olayda, kamulaştırma izinlerine vurgu yapan imar planları ve aynı zamanda başvurucuların mülklerinin öngörülen kullanma amacında birçok kez değişiklik yapılması, böyle bir imkana daha fazla ihtiyaç hissettirmiştir. 71. 1972 tarihli Yasa gerekçesinde gösterildiği gibi, İsveç Hükümeti, “var olan sistemin bazı yönlerden mülk sahipleri için dezavantajlar doğurduğunu” şu şekilde kabul etmiştir: “Sadece bir kamulaştırma izninin verilmesi, doğal olarak mülk sahibini belirsiz bir duruma sokmaktadır. Pratikte, mülkünü satarak, kullanımını devrederek veya üzerinde bina yaparak tasarruf etmesi çok büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Mülk sahibi tadilat ve modernleştirme masraflarına katlanıp katlanmamaya karar verirken de güçlük çekebilir. Kamulaştırma izninin yarattığı dezavantajlar, adli sürecin uzun bir süre başlatılmaması halinde tabii ki artar.” 1972 tarihli Yasa, bu problemleri kısmen dikkate almaktadır. Kabul edilmelidir ki Yasa, kamulaştırma izninin uzun sürmesi nedeniyle zarara uğramış mülk sahiplerine tazminat ödenmesini öngörmemektedir; ancak Yasa mülk sahiplerine, söz konusu kamulaştırmanın askıda kalmasının kendisine önemli ölçüde zarar verdiğini ortaya koyması halinde, kamulaştırma tazminatının tespiti için açılacak dava süresinin kısaltılmasını elde etme imkanı vermektedir (bk. yukarıda §37). Bu hükümler, eldeki olaya uygulanabilir olmadığından (bk. yukarıda §39), başvurucuların karşılaştıkları güçlükleri yenmelerine yardımcı olamamıştır. 72. Mahkeme ayrıca, vurgulanan inşaat yasağının bütün bu dönem boyunca varlığını sürdürmesinin, kamulaştırma izinlerinin geçerlilik sürelerinin uzunluğunun zararlı sonuçlarını daha da ileri götürdüğünü tespit etmektedir. Başvurucuların mülkiyet haklarını tam olarak kullanmaları, Sporrong Miras Şirketi olayında toplam yirmi beş yıl, Bayan Lönnroth olayında on iki yıl engellenmiştir. Bu bağlamda Mahkeme, Parlamento Ombudsmanı’nın 1967 tarihinde, uzatılmış yasakların mülk sahipleri üzerinde yarattığı olumsuz sonuçları, hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaştırılabilir görmediğini (bk. yukarıda §42) kaydeder. 73. İki seri halinde birbirine bu suretle bağlanan tedbirlerin yarattığı durum, mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi 692 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar bozmaktadır. Sporrong Miras Şirketi ile Bayan Lönnroth, ancak sürelerin kısaltılması veya tazminat için talepte bulunma imkanları kendilerine verilmiş olması halinde meşru sayılabilecek olan ferdi ve aşırı nitelikte bir yük taşımışlardır. O tarihe kadar İsveç hukuku bu imkanlara yer vermemiş ve ikincisine de hala yer vermemektedir. Mahkeme’nin görüşüne göre, başvurucuların gerçekten zarar görüp görmediklerini bu aşamada belirlemek gerekli değildir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, yukarıda geçen Marckx, §27); gerekli dengenin bulunmamasına yol açan şey, onların hukuki durumlarıdır. 74. Sonuçları inşaat yasaklarıyla ağırlaştırılmış olan kamulaştırma izinleri, bu nedenle her iki başvurucu bakımından Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmiştir. (d) İnşaat yasaklarının Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluğu 75. Yukarıdaki açıklamalar ışığında Mahkeme, inşaat yasaklarının ayrıca tek başına Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal edip etmediğini belirlemeyi gerekli görmemektedir. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME, 1. Dokuza karşı on oyla, her iki başvurucu bakımından Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine; 2. Oybirliğiyle, olayı Birinci Protokolün 1. maddesiyle birlikte ele alarak Sözleşme’nin 17 ve 18. maddeleri bakımından incelemenin gerekli olmadığına; 3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle birlikte ele alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal edilmediğine; (...) 6. Oybirliğiyle, Sözleşme’nin 50. maddesinin uygulanmaya hazır olmadığına; buna göre, (a) bu sorunun tümüyle saklı tutulmasına; (b) Komisyon’u bu kararın verildiği tarihten itibaren iki ay içinde bu sorun hakkında yazılı görüş bildirmesi ve özellikle Hükümet ile başvurucuların varabilecekleri bir dostane çözüm hakkında Mahkeme’yi bilgilendirmesi için davet etmeye (c) sonraki usulleri saklı tutmaya ve Mahkeme Başkanını gerekli gördüğü tedbirleri alması için yetkilendirmeye KARAR VERMİŞTİR. 21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK ♦ mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma (özel bir vakfa ait konutlarda oturan kiracılara bazı koşullarda mülklerin zorunlu satışını öngören yasa nedeniyle mülk sahiplerinin mülkiyet hakkının kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri DAVANIN ESASI Başvurucular, Westminster İkinci Dükü’nün İradesi gereğince hareket eden vakıf mütevellileridirler. Westminster ailesi ve bu ailenin vakıf mütevellileri, daha önce tarımsal alan olan Londra’nın Belgravia bölgesindeki geniş arazilerini, Londra’nın halen en gözde yerlerinden olan ve 2,000 konuttan meydana gelen bir yerleşim alanı haline getirmişlerdir. 693 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Değişik 1967 tarihli Kira Reform Yasasının (Leasehold Reform Act), bu evlerde oturanlara evleri kazanım hakkı tanıması ve kiracıların bu hakkı kullanmaları üzerine, başvurucular bazı evler üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmişlerdir. Yasanın gerekçesine göre bu yasa, “toprak, hakkaniyet gereği toprak sahibine, konut ise, yine hakkaniyet gereği kiracıya aittir”, ilkesine dayanmakta ve kiracının manevi olarak hak sahipliğine etkinlik sağlamayı amaçlamaktadır. Söz konusu yasada öngörülen temel şartlara göre, bu konutlardaki kira sözleşmesi “uzun süreli (21 yıl veya daha uzun)” olmalı; evin vergi değeri 750 Sterlini veya ev Büyük Londra’da ise 1,500 Sterlini aşmamalı; evin yıllık kirası “düşük” olmalı, yani vergi değerinin üçte ikisini aşmamalı; bu ev kiracının tek veya başlıca meskeni olmalı ve kiracı bu yasaya göre bu hakkını kullanmak istediğini bildirdiği tarihe kadar en az üç yıldır bu evde oturuyor olmalıdır. Değer tespiti için iki esas bulunmaktadır. Düşük düzeyli mülkler için (1967 tarihli esas), kiracı yerin değerini öder, bina için bir şey ödemez; yüksek düzeyli mülkler için (1974 tarihli esas), daha fazla yer sahiplerinin lehine olup, kiracılı bir yer ve konutun yaklaşık piyasa değerine karşılık bir bedeli öngörmektedir. Ödenecek bedel, değer takdirinin yapıldığı tarihteki bedel değil, kiracının yer sahibine bu yeri devralmak istediğini bildirdiği tarihteki bedeldir. HÜKÜM GEREKÇESİ I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası 34. Başvurucular, 1967 tarihli değişik Kira Reform Yasasına göre mülklerinin zorunlu devrinin, Sözleşme’ye ek Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlaline yol açtığını iddia etmişlerdir. (...) Başvuruculara göre bu Yasa: (i) yürürlüğe girmeden önce başvurucular ile kiracıları arasında serbestçe yapılmış olan sözleşmelere müdahale etmiştir; (ii) başvurucuların yaptıkları sözleşmelerden ve sözleşmelerin dayandığı hükümlerden doğan beklentilerini boşa çıkarmıştır; (iii) başvurucuların iradeleri hilafına, kendi mülklerini özel şahıslara, bu özel şahısların yararına satmaya zorlamıştır; (iv) başvurucuları piyasa değerinin her zaman altında ve çoğu zaman çok altında bir bedelle mülklerinden yoksun bırakmıştır; (v) franchisement talebinde bulunan kiracılara, daha sonra bu mülkleri serbest piyasada yüksek karlarla satma imkânı vermiştir; (vi) kiracılığın bir kez yasa kapsamına girdiği tespit edildikten sonra, başvurucuların mülkiyetten yoksun bırakılmalarının geçerliliğine, haklılığına veya tazminatın hesaplanacağı ilkelere itiraz edebilecekleri bir mekanizma sağlamamıştır; (vii) yoksun kalınabilecek olan mülkler ile yoksun kalınmayacak mülkler arasında keyfi bir ayrım yapmıştır. A. Genel noktalar 35. Başvurucular, esas itibarıyla daha önce kendilerine ait olan belirli yerlerin mülkiyeti üzerinde yasanın doğurduğu sonuçlarla ilgili şikâyette bulundukları için, her bir franchisement işleminin Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluğunun Mahkeme tarafından esastan incelenmesi gerektiğini savunmuşlardır. 694 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Komisyon raporunda, bu yaklaşımı reddetmiştir. Komisyon, başvurucuların şikâyetçi olduğu özel meselelerin, Birleşik Krallığın yasakoyucu sıfatıyla sorumlu olduğu, özel şahıslar arasındaki muamelelerden kaynaklandığını not etmiştir. Komisyona göre mevzuatın uygulamadaki etkileri dikkate alınması gerekmekle birlikte, karara konu olan temel sorun, davalı Devletin kiracılara kullandıkları mülkleri yasadaki hükümlere ve şartlara göre kazanma hakkı vermek suretiyle, başvurucuların Sözleşme’deki haklarını ihlal edip etmediğidir; bu mesele münferit muamelelerin Sözleşme’ye uygunluğunun ayrı ayrı incelenmesi yerine, yasanın Sözleşme’ye uygunluğunun incelenmesi suretiyle çözülmelidir. Hükümet, Komisyon’un bu yaklaşımını benimsemiştir. 36. Mahkeme, bireysel başvurudan kaynaklanan bir davada, olayın genel bağlamına bakışını kaybetmeden, dikkatini mümkün olduğu kadar önündeki olaya yoğunlaştırması gerektiği prensibini sık sık ifade etmiştir (bk. en yakın tarihli karar, 28.05.1985 Ashingdane, §59). Ancak bu davada başvurucuların şikâyetinin esası, itiraz konusu yasadaki hükümlere ve şartlara karşı yöneltilmiştir. Şikâyet, yasanın idari veya yargısal bir makam tarafından uygulanma tarzıyla ilgili değildir. Gerçekten de başvurucuların eleştirilerinden biri yasanın, her bir mülkü özel şartları bakımından değerlendirme ve değişken bir biçimde uygulanma imkânı vermemesidir. O halde Komisyon gibi Mahkeme de, itiraz konusu yasanın Birinci Protokolün 1. maddesine uygun olup olmadığını belirlemek için, dikkatini öncelikle yasanın kendisine yöneltmelidir. Bu demek değildir ki, Mahkeme yasayı soyut olarak denetleyecektir. Şikâyet konusu her bir franchisement, yasanın getirdiği reformun pratikteki birer görünümü olup, ancak bu şekilde Sözleşme’ye uygunluk meselesinin konusu olabilir. Bu nedenle, 80 özel muamelede meydana geldiği şekilde, yasanın uygulanmasının sonuçları dikkate alınacaktır. Buna göre Mahkeme, başvurucuların taleplerini yukarıda yaklaşıma dayanarak ele alacaktır. 37. Birinci Protokolün 1. maddesi esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır (Marckx, §63). Mahkeme 23 Eylül 1982 tarihli Sporrong ve Lönnroth kararında, Birinci Protokolün 1. maddesini “üç ayrı kural” içerecek şekilde analiz etmiştir. Buna göre birinci fıkranın birinci cümlesinde yer alan birinci kural genel nitelikte olup, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma ilkesini beyan etmektedir; birinci fıkranın ikinci cümlesinde yer alan ikinci kural, mülkiyetten yoksun bırakmayı içermekte ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; ikinci fıkrada yer alan üçüncü kural, başka şeylerle birlikte, Sözleşmeci Devletlerin, genel yarara uygun olarak mülkiyetin kullanılmasını kontrol etmelerini tanımaktadır (Sporrong ve Lönnroth, §61). Mahkeme ayrıca, birinci genel kurala uygunluk bulunup bulunmadığı belirlenmeden önce, diğer iki kuralın uygulanabilir olup olmadığının tespit edilmesi gerektiğini belirtmiştir (bk. aynı yer). Bununla birlikte bu üç kural, birbirlerinden bağlantısız “ayrı” birer kural değillerdir. İkinci ve üçüncü kurallar, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel halleriyle ilgili olup, birinci kuralda ifade edilen genel prensibin ışığında yorumlanmalıdır. B. Birinci fıkranın ikinci cümlesi (“yoksun bırakma kuralı”) 1. Uygulanabilirlik 38. Mahkeme başvurucuların, tartışma konusu yasa vasıtasıyla, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi anlamında “mülkiyet(lerin)den yoksun bırakıldıklarını” kabul etmektedir. 695 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 2. “Kamu yararı”: yararlanıcı olarak özel kişiler 39. Başvuruculara göre ilk olarak, mülkiyetten yoksun bırakma kuralındaki “kamu yararı” testi, mülkiyetin sadece genel olarak toplumun yararı için, kamusal bir amaçla elden alınması halinde yerine getirilmiş olur; bunun doğal sonucu olarak, bir kimsenin mülkiyetinin diğer bir kimseye, sadece o kimsenin menfaati için devredilmesi, hiçbir şekilde “kamu yararı” olamaz. Başvuruculara göre tartışma konusu yasa, bu şartı yerine getirmemektedir. Öte yandan Komisyon ve Hükümet, bir kimsenin mülkiyetinin, meşru sosyal politikalar gereğince diğer bir kimseye devrinin gerçekleştirilmesi halinde, bunun prensip olarak “kamu yararına” olduğunun kabul edilebileceği görüşündedirler. 40. Mahkeme, mülkiyetten yoksun bırakmanın, özel bir şahsa özel bir menfaat sağlamak için gerçekleştirilmesi halinde, bunun “kamu yararı”na olmayacağına dair başvurucuların görüşüne katılmaktadır. Bununla birlikte bazı koşullarda, bir kimsenin özel mülkiyetinin başka bir kimseye zorunlu devri, kamu yararının gerçekleştirilmesi için meşru bir araç olabilir. Bu bağlamda, Sözleşmeci Devletlerin anayasalarında, yasalarında veya içtihatlarında, “kamunun kullanımı amacıyla” gibi ifadelerin yer aldığı metinlerde bile, kamu yararı kavramının, özel şahıslar arasında mülkiyetin zorunlu devrini hukuk dışı saydığı ortak bir prensip tespit edilememiştir. Aynı şey, başka bazı demokratik ülkeler için söylenebilir; bu nedenle başvurucular ve Hükümet savunmalarında, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin arazi sahipliğindeki temerküzü azaltmak amacıyla, taşınmazların mülkiyetini kiralayanlardan kiracılara nakleden bir Hawaii yasasıyla ilgili kararına (Hawaii Housing Authority v. Midkiff 104 S.Ct. 2321[1984]) atıfta bulunmuşlardır. 41. Ayrıca, “kamu yararına” (in the public interest) şeklindeki İngilizce deyimden, devredilen mülkiyetin genel olarak kamunun kullanımına açılması ve hatta toplumun önemli bir bölümünün bu devirden doğrudan yararlanması gerektiği anlamı da çıkmaz. Sosyal adaleti sağlamayı amaçlayan bir politika gereğince mülkiyetin elden alınması da, pek tabi “kamu yararına” olarak nitelendirilebilir. Özel tarafların sözleşme veya mülkiyet haklarını düzenleyen bir hukuk sisteminin adilliği, kamu düzenini ilgilendiren bir mesele olup, bu konuya adalet getirmek isteyen yasal tedbirler, bir kimsenin mülkiyetini diğer bir kimseye zorunlu devrini sağlasa bile, “kamu yararı” niteliğinde olabilir. 42. Birinci Protokolün 1. maddesinin Fransızca metninde kullanılan “pour cause d’utilite publique” deyimi, bu deyimin veya eşanlamlısının bazı Sözleşmeci Devletlerin iç hukuklarında mülkiyetin kamulaştırılması bağlamında yer almasının da gösterdiği gibi, gerçekten de başvurucuların savunduğu şekilde, dar bir anlama sahip olarak anlaşılabilir. Ancak bu, belirleyici değildir; çünkü Sözleşme’deki birçok kavramın “özerk” anlama sahip olduğu, Mahkeme’nin içtihatlarında kabul edilmiştir. Dahası, “utilite publique” kelimeleri, sosyal adaleti yaygınlaştırmak için düşünülmüş politikaların uygulanması bakımından yapılan kamulaştırma tasarruflarını kapsayacak şekilde, daha geniş bir anlama gelmeye müsaittir. Komisyon gibi Mahkeme de, böyle bir yorumun, öncelikle mülkiyete keyfi olarak el konulmasını önleyen Birinci Protokolün 1. maddesinin amacı ve hedefi dikkate alındığında (bk. 1969 tarihli Andlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi’nin 33. maddesi ve 26.04.1979 tarihli Sunday Times, §48), İngilizce ve Fransızca metinleri en iyi şekilde bağdaştıran yorum olduğunu kabul etmektedir. 43. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci fıkrasında “kamu yararı” (public interest) ve ikinci fıkrasında “genel yarar” (general interest) gibi, aynı bağlamda farklı deyimlerin kullanılmasının, sözleşme yorumunun genel olarak tanınmış bir prensibine göre, farklı kavramlara atıfta bulunma niyetine işaret edildiği şeklinde kabul edilmesi 696 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesini Devlete, bir kimsenin mülkiyetini kontrol ederken, mülkiyeti elinden almaya göre daha fazla takdir alanı tanıdığı şeklinde yorumlamışlardır. Mahkeme’ye göre ise, Birinci Protokolün 1. maddesindeki “kamu yararı” ile “genel yarar” kavramları arasında fark bulunsa bile, incelenmekte olan noktada, aralarında başvurucuların ileri sürdüğü gibi temel bir ayrım yapılamaz. 44. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin, örneğin vergi yoluyla ekonomik menfaatlerin hakkaniyetle dağıtılmasını sağlamayı hedefleyen tedbirler alınmasına izin verdiğini kabul etmişler; ancak buna sadece ikinci fıkra tarafında izin verildiğini, fakat birinci fıkra tarafından izin verilmediğini savunmuşlardır. Mahkeme ise, bir Devletin böyle bir politikayı mülkiyetten yoksun bırakma hükmüne başvurmak suretiyle uygulayabilmesinin, Birinci Protokolün 1. maddesi gereğince yasaklanması gerektiğine dair ikna edici bir sebep görmemektedir. 45. Bu gerekçelerle Mahkeme, Komisyon ile aynı sonuca varmaktadır: Meşru sosyal, ekonomik ve diğer politikalar gereğince mülkiyetin elden alınması, alınan mülkiyetten toplumun bütün kesimleri doğrudan yararlanmasa veya mülkü kullanmasa bile, “kamu yararına” olabilir. O halde kira reform yasası, sırf bu sebeple Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmemektedir. Buna göre, söz konusu yasanın başka yönlerden “kamu yararı” testini geçip geçmediğini ve Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesindeki diğer şartları yerine getirip getirmediğini araştırmak gerekmektedir. 3. Kira reform yasasının “kamu yararı” testine ve mülkiyetten yoksun bırakma kuralının diğer şartlarına uygun olup olmadığı (a) Takdir alanı 46. Ulusal makamlar, kendi toplumları ve onun ihtiyaçları hakkında doğrudan bilgiye sahip oldukları için, neyin “kamu yararına” olduğuna hükmederken, kural olarak bir uluslararası yargıca göre daha iyi konumdadırlar. Bu nedenle, Sözleşme tarafından kurulan koruma sistemine göre, mülkiyetten yoksun bırakma tedbirini gerektirecek kamuyu ilgilendiren bir sorunun varlığını ve çözüm yollarını takdir etmek, öncelikle ulusal makamların işidir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte 07.12.1976 tarihli Handyside, §48). Sözleşme’nin koruyucularının uzandığı diğer alanlarda olduğu gibi burada da, ulusal makamlar belirli bir takdir alanından yararlanırlar. Dahası, “kamu yararı” zorunlu olarak geniş bir kavramdır. Komisyon’un da not ettiği gibi, özellikle mülkiyeti kamulaştırma yasalarının çıkarılması kararı tabi ki, fikirlerin geniş bir biçimde farklılaştığı demokratik bir toplumda, siyasal, ekonomik ve sosyal meselelerin yaygın bir biçimde tartışılmasını gerektirir. Sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasında yasama organının takdir alanının geniş olmasını doğal bulan Mahkeme, makul bir temelden açıkça yoksun olmadıkça, yasama organının neyin “kamu yararına” olduğuna dair vereceği hükme saygı gösterecektir. Başka bir deyişle Mahkeme, kendi takdirini ulusal makamlarının takdirinin yerine koymamakla birlikte, itiraz konusu tasarrufları Birinci Protokolün 1. maddesine göre denetlemekle ve bunu yaparken de ulusal makamların tasarruflarının dayanağı olan olguları araştırmakla yükümlüdür. (b) İtiraz konusu yasanın amacının prensipte ve olayda meşru bir amaç olup olmadığı 47. 1966 tarihli White Paper’da ifade edildiği gibi 1967 tarihli Yasanın amacı, uzun süreli kira sözleşme sisteminin işleyişi nedeniyle, mülkte yerleşik kiracılara yapıldığı düşünülen adaletsizliğin düzeltilmesidir (bk. yukarıda §18). Yasa, “kiracılar bakımından hakkaniyete aykırı” olduğu söylenen yürürlükteki hukuku değiştirmeyi ve mülkte yerleşik 697 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR kiracının, evin mülkiyeti üzerinde “manevi hak sahibi” olduğu düşüncesini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır (bk. aynı yer). Sosyal adaletsizlik olduğuna hükmettiği şeyleri tasfiye etmek, demokratik bir yasama organının işlevlerine bir örnek oluşturur. Dahası modern toplumlar, halka konut sağlanmasını öncelikli bir toplumsal ihtiyaç olarak kabul etmektedirler; bu konunun düzenlenmesi, tamamen piyasa güçlerinin hareketlerine bırakılamaz. Devletin takdir alanı, insanlara konut sağlanması konusunda daha fazla sosyal adaleti sağlamayı amaçlayan mevzuat çıkarmayı kapsayacak kadar geniştir; bu tür bir mevzuat, özel taraflar arasında mevcut sözleşme ilişkilerine müdahale etse ve Devlete veya toplumun geneline doğrudan bir yarar sağlamasa bile, takdir alanının içinde kalır. O halde kural olarak, kira reform yasasıyla gerçekleştirilmek istenen amaç, meşru bir amaçtır. 48. Başvurucular, 1967 tarihli Yasanın kamusal bir yarar için değil ve fakat aslında o tarihte iktidarda olan İşçi Partisi Hükümetine oy kazandırma gibi, sırf siyasal düşüncelerle çıkarıldığını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki Mahkeme, İngiltere ve Galler’de kira reformunun hemen hemen bir yüzyıldan beri kamusal bir mesele olduğunu ve 1967 tarihli Yasa çıkarılırken franchisement’ın bütün büyük siyasal partiler tarafından kural olarak kabul edildiğini, ancak nasıl uygulanacağı konusunda değişik görüşler açıkladıklarını (bk. yukarıda §15-19) kaydetmektedir. Başvurucular, yasanın maddi hükümlerine ilişkin şimdi yaptıkları esaslı eleştirilerin, yasa çıkarılırken Parlamentoda dile getirilip bütünüyle tartışıldıktan sonra reddedilmiş olmasını (bk. yukarıda §19) gündeme getirmemişlerdir. Mahkeme’ye göre sosyo-ekonomik mevzuat, az veya çok, bir ölçüde siyasal tutumları yansıtmak durumunda olduğundan, yasama sürecini etkilemiş olabilecek bu tür siyasal düşünceler, 1967 tarihli Yasanın güttüğü amacı, “kamu yararına” ilişkin meşru bir amaç olmaktan çıkarmamaktadır. Aynı gerekçe, Muhafazakâr Parti İktidarı tarafından 1974’de yapılan değişiklikle, değerli konutların ilk kez yasa kapsamına alınmasının (bk. yukarıda parag 19/son ve 21(b)), “sadece siyasal takdirden doğduğu”na dair başvurucuların iddialarına karşı da geçerlidir. 49. Başvurucular ayrıca, bu yasayı haklı kılan hiçbir problemin bulunmadığını savunmuşlardır. Başvuruculara göre uzun süreli kira sistemi, özellikle de primli kiralamalar(bk. yukarıda §12) herhangi bir adaletsizliğe meydan vermemiştir; kira sözleşmesi hükümlerine göre önceki kiracıların kiralanan yer üzerinde ev yapmış olmaları, evleri tamir etmiş olmaları veya geliştirmiş bulunmaları, şimdiki kiracıyı bu yerin “manevi sahibi” kılmaz. Mahkeme, yukarıda da söylendiği gibi (bk. yukarıda §46), davalı Hükümet tarafından savunulan haklılığın maddi temelini araştırma yetkisine sahiptir. Ancak bu inceleme, yasakoyucunun sosyal ve ekonomik koşulları değerlendirmesinin, Devletin takdir alanı içinde kalıp kalmadığını belirlemekle sınırlıdır (aynı yer). Hükümet, 1967 tarihli Yasanın dayandığı kanaatlere herkesin katılmadığını kabul etmektedir; bunu 1962 tarihli White Paper da teyit etmektedir (bk. yukarıda §17). Komisyon raporunda gözlemlendiği gibi, kiralama sistemindeki adalet veya adaletsizlik ile kiracıların ve yer sahiplerinin “manevi hak sahipliği”, fikirlerin meşru çatışmasının yer aldığı bir değer yargısı meseleleridir. Başvurucuların görüşleri temelsiz sayılamaz. Bununla birlikte, aksine görüşleri haklı kılmak için yeterli delil vardır. İnşai kiracılıkta ilk kiracı evi yapacak, primli kiracılıkta ise kiracı yapı bedelini de dikkate alan toplam bedeli başlangıçta ödemiş olacak ve her iki kiralamada da kiracı her türlü tamir işinden sorumlu olacaktır (bk. yukarıda §12). Bu demektir ki, uzun süreli kiracı ve ardılları, yıllar içinde önemli miktarda bir parayı oturduğu eve yatırmış olacak, yer sahibi de normal olarak yeri ilk kiralayışından sonra bunun ayakta kalabilmesi için hiçbir katkıda bulunmayacaktır. 698 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Buna göre Mahkeme, Komisyon’un vardığı sonuca katılmaktadır: Birleşik Krallık Parlamentosu’nun sosyal adaletsizliğin varlığı konusundaki inancı, açıkça gayri makul olarak nitelendirilemez. (c) Amacı gerçekleştirmek için seçilen araçlar 50. Ancak bu durum, meseleyi halletmemektedir. Bir kimseyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir tasarruf, sadece prensipte ve de fiiliyatta “kamu yararı” meşru amacını izlemekle kalmamalı, fakat aynı zamanda kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmalıdır (bk. diğerleri arasında ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte yukarıda geçen Ashingdane, §57). Bu son şart, Sporrong ve Lönnroth kararında, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında “adil denge” kavramıyla ifade edilmiştir (bk. Sporrong ve Lönnoth, §69). İlgili kişinin “münferiden ve aşırı külfet” yüklenmesi halinde, gerekli denge kurulamayacaktır (bk. aynı karar, parag. 73). Mahkeme o kararda, birinci fıkranın birinci cümlesindeki mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma genel kuralı bağlamında bunu söylemiş olmakla birlikte, “Birinci Protokolün 1. maddesinin” bir bütün olarak, aranan “bu dengeyi yansıttığına” işaret etmiştir (bk. aynı karar, parag. 69). Başvurucuların iddiasına göre, kira reform yasası bu şartları taşımamaktadır. Başvuruculara göre ortada bir sosyal adaletsizlik bulunduğu halde, yasama organının bunu gidermek için seçtiği araçlar uygunsuz veya orantısız olup, takdir alanının dışında kalmaktadır. Mahkeme’ye göre bir tasarruf, gerçekleştirmek istediği amaca uygun olmalı ve yine bu amaçla orantısız bulunmamalıdır. Olayda bunun böyle olup olmadığı aşağıda başvurucuların çeşitli iddiaları ele alınırken incelenecektir. (i) Franchisement prensibi 51. Başvuruculara göre, kiracıların yürürlükteki hukuk bakımından sahip oldukları süre teminatı (bk. yukarıda §11/son) yeterli bir karşılıktır; sözde manevi hak sahipliğini gerçekleştirmek için kullanılan aracın, yani mülkiyetten yoksun bırakma tedbirinin çok ağır nitelikte olması nedeniyle, aşırıya kaçılmıştır. 1967 tarihli Yasanın tam bir benzerinin diğer Sözleşmeci Devletlerin ve aslında genel olarak demokratik toplumların ulusal mevzuatlarında bulunmaması, bu durumu teyit etmektedir. Başvurucuların iddiasına göre, kamulaştırma gibi aşırı bir çözüm yolu, farkına varılan adaletsizliğe karşı ancak daha hafif bir çözüm şeklinin bulunmaması halinde, Birinci Protokolün 1. maddesinin şartlarını taşıyabilir. Bu yaklaşım, kesin gereklilik testinin, bu madde içinde bulunduğunu söylemeye götürmektedir. Mahkeme, maddenin bu şekilde yorumlanması gerektiğini tespit edememektedir. Alternatif çözümlerin varlığı, kira reform mevzuatını kendiliğinden haksız kılmaz. Alternatif çözümler, “adil denge” kurulması gereği göz önünde tutularak seçilen araçların, izlenen amacın gerçekleştirilmesi bakımından makul ve uygun olup olmadığı tespit edilirken, ele alınan diğer ilgili faktörler gibi, sadece bir faktördür. Yasakoyucunun bu sınırlar içinde kalmış olması halinde, ele alınan sorun için söz konusu yasanın en iyi çözüm olduğunu veya yasakoyucunun takdirini başka bir şekilde kullanabileceğini söylemek, Mahkeme’ye düşmez (bk. ayrıntılarda farklılıklarla birlikte 06.09.1978 tarihli Klass ve Diğerleri, §49). Konutlarda yerleşik olan kiracılar, Parlamento tarafından evlerin mülkiyetinin “manevi hak sahibi” olarak kabul edilmiş olup, buna mevcut hukukta yeterince önem verilmemiştir (bk. 1966 tarihli White Paper’dan alıntı yapan yukarıda parag. 18). Yasakoyucunun kaygısı mülk sahibi ile kiracılar arasındaki ilişkiyi daha adil bir şekilde düzenlemek gibi basit bir kaygı olmayıp, mülkiyet sorunun tam da esasına giren bir adaletsizliği 699 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR düzeltmektir. Tazminat karşılığında yer sahibinin ev ve toprak üzerindeki menfaatlerinin kiracıya zorunlu devrini düzenleyen bir mekanizma, bu koşullarda kendiliğinden, bu kaygıları gidermek amacıyla yasayı yeniden düzenlemek için uygunsuz veya orantısız bir yöntem olarak nitelendirilemez. (ii) Taşınmaz vergi değeri sınırları 52. Başvuruculara göre, franchisement şartları bakımından, yasanın kapsamının belirli bir taşınmaz vergi değerinin (bk. yukarıda §21/b) altında bulunan evlerle sınırlanması keyfi bir unsur olup, yasanın dayandığı görüşle bağdaşmamaktadır; çünkü aynı manevi hak sahipliği, taşınmazın değeri ne olursa olsun, bütün kiracılar için bulunmaktadır. Mahkeme, Hükümetin itiraz konusu olmayan hesaplamalarına göre, İngiltere ve Galler’deki uzun süreli kiralanan konutların hepsinin değil, ama sadece yüzde bir veya ikisinin 1967 tarihli Yasa kapsamına girdiğini (bk. yukarıda §19) kaydetmektedir. Yasa tasarısı üzerindeki müzakereler sırasında taşınmaz vergi değer sınırlarına yer verilmesine ilişkin Hükümet tarafından yapılan açıklamalar, mantıksız görülerek reddedilemez. Ayrıca, “manevi hak sahipliği” argümanı mantıksal olarak bütün ülkede uygulanabilme niteliğine sahip olmasına rağmen, Parlamentonun, franchisement hakkını 1967 tarihli Yasada büyük sıkıntı yarattığı düşünülen durumları gidermek için daha az değerli evlerle sınırlı tutmakla, gayri makul hareket ettiği söylenemez. Mahkeme, daha değerli kategorideki mülkleri franchisement’a tabi tutan 1974 değişikliğini (bk. yukarıda §19/son ve 21/b) de, Devletin takdir alanı dışında görmemektedir. (iii) Tazminat 53. Başvurucular yasadaki tazminat şartlarına da karşı çıkmışlardır. (a’) Hakediş 54. Ortaya çıkan ilk sorun, tazminatın mevcudiyet ve miktarının, bu konuda bir hüküm içermeyen Birinci Protokolün 1. maddesinin 1. fıkrasının ikinci cümlesi bakımından bir şart olup olmadığı sorunudur. Hükümetin ve başvurucuların da görüşüne katıldığı Komisyon, Birinci Protokolün 1. maddesini, bir Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi içinde bulunan bir kimsenin mülkiyetinin elinden alınması için gerekli şartlardan biri olarak tazminat ödemeyi zımnen gerektirdiği şeklinde yorumlamıştır. Komisyon gibi Mahkeme de, Sözleşmeci Devletlerin hukuk sistemlerine göre tazminat ödemeden kamu yararı amacıyla mülkiyetin elden alınmasının, mevcut olayda söz konusu olamayan sadece istisnai durumlarda haklı görüldüğünü gözlemlemektedir. Birinci Protokolün 1. maddesinin sağladığı mülkiyet hakkı, buna eşdeğer bir prensip bulunmaması halinde, büyük ölçüde kâğıt üzerinde ve etkisiz kalacaktır. Tazminat şartlarının, itiraz konusu yasanın farklı menfaatler arasındaki adil dengeye saygı gösterip göstermediğini ve özellikle başvuruculara orantısız bir külfet yükleyip yüklemediğini değerlendirme bakımından önemli bir husus olduğu açıktır (bk. yukarıda geçen Sporrong ve Lönnroth, §69 ve 73). Mahkeme ayrıca, Komisyon’un tazminat standardı konusunda vardığı sonucu da kabul etmektedir. Buna göre mülkün değeriyle makul ölçüde bir miktarı ödemeksizin mülkün elden alınması, normal şartlarda 1. maddeye göre haklı görülemeyecek orantısız bir müdahale oluşturur. Bununla birlikte Birinci Protokolün 1. maddesi, her olayda tazminatın tam olarak ödenmesi hakkını güvence altına almamaktadır. Ekonomik reform tedbirlerinin veya daha yaygın bir sosyal adaleti gerçekleştirmeye yönelik tedbirlerin hedeflediği “kamu yararı” meşru amacı, tam piyasa değerinden daha az bir ödeme yapılmasını gerektirebilir. Dahası, Mahkeme’nin bu konudaki denetim yetkisi, tazminat şartlarını tercihte 700 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Devletin geniş takdir alanının dışına çıkıp çıkmadığını belirlemekle sınırlıdır (bk. yukarıda §46). (b’) Başvurucuların esasa ilişkin şikâyetleri 55. Başvurucuların tazminata ilişkin şikâyetleri iki başlık altında toplanabilir. Birincisi, 1967 tarihli değer tespit esası başvuruculara, franchise edilen mülklerinin piyasa değerini tam olarak vermemektedir (bk. yukarıda §23/a). İkincisi, hem 1967 tarihli ve hem de 1974 tarihli değer tespit esasına göre mülklerin değer tespitleri, kiracıların mülkleri alma taleplerini bildirdiği tarihte yapılmaktadır (bk. yukarıda §26); buna göre mülk sahibinin, değer tespit tarihi ile muamelenin tamamlanmasından sonra ödemenin yapılması tarihi arasında gecikmeden doğan kaybı bulunmaktadır. 56. Birinci şikâyet ile ilgili olarak, kiracının yerin değerini ödemesi ama o yer üzerindeki binalar için hiçbir şey ödememesi sonucunu doğuran 1967 tarihli değer tespit esası, açıkça ve bilerek, kiracıların lehine bir durum yaratmaktadır. Bu şekildeki değer tespit esası, itiraz konusu yasanın bütününe hâkim olan şu görüşü hayata geçirmek için düşünülmüştür: başlangıçta kiracı (veya önceki kiracı) toptan bir miktar ödemiş olduğundan ve yıllar içinde evin bakımı, onarımı ve iyileştirilmesi için para harcamış olduğundan, “tuğlaların ve sıvaların kiracıya ait olması hakkaniyet gereğidir” (bk. 1966 tarihli White Paper’dan yapılan alıntılar için yukarıda parag. 18). Gerçekten de, mevcut kiracının veya kendisinden önceki kiracıların evin bedelini ödemiş olduğu kabul edilmiştir. Mahkeme’ye göre, Parlamentonun maddi durumu bu şekilde takdir etmeye ve buna dayanarak kamu yararına göre hareket etmeye hakkı vardır (bk. yukarıda §49). Parlamentonun yaklaşımından çıkan mantıksal sonuca göre, kiracı “hakkaniyet gereği”, mülkün sadece henüz ödenmemiş olan kısmını, yani yerin değerini ödemekle yükümlü tutulabilir. 1967 tarihli değer tespit esası, “bileşik değer tespiti”ni (bk. yukarıda §13 ve 23/a) benimsememiş olmakla birlikte, mülk sahibinin o yer üzerindeki mevcut yatırımlarını tazmin etmektedir. Kira reform mevzuatıyla izlenen amaç, bir yerin mülk sahibine tekrar intikal etmesi üzerine, kendisinin malvarlığında haksız bir artış meydana gelmesini önlemektir. Mahkeme tarafından Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından meşru görülen bu amaç ışığında, davalı Devletin geniş bir takdir alanına sahip olduğu da dikkate alındığında, 1967 tarihli değer tespit esasının ilgili özel tarafların menfaatleri arasında ve böylece toplumun genel yararı ile yer sahiplerinin mülkiyet hakkı arasında adil bir denge kuramadığı kanıtlanamamıştır. 57. İkinci şikâyetle ilgili olarak, başvurucuları etkileyen franchisement koşullarının da gösterdiği gibi (bk. yukarıda §29/v), değer tespit tarihi ile bedelin ödenme tarihi arasında bazen uzun gecikmeler bulunması mümkündür. Öte yandan, franchisement sürecinin kasten ve gereksiz bir şekilde uzatıldığını düşünen yer sahiplerine, meseleyi yetkili yargı yeri önüne götürme yolu açıktır (bk. yukarıda §25). Bu sistemde bir yer sahibinin bu hukuk yolunu kullanmayıp kiracının müzakereleri uzatma sına izin vermesi bir kusur olarak görülemez. Yasa ayrıca, gecikmelerden kaçınılması ve cezalandırılması için hükümler içermektedir (bk. aynı yer). Buna göre Mahkeme, tartışma konusu mevzuatta yer alan tazmin usulünün kendiliğinden, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlalini içerecek ölçüde bir gecikmeye yol açmadığı sonucuna varmaktadır. (c’) Uluslararası hukukun genel prensipleri 58. Başvurucular alternatif olarak, Birinci Protokolün 1. maddesinde “uluslararası hukukun genel prensipleri”ne atıfta bulunulmasının, yabancıların mülklerinin kamulaştırılması halinde kendilerine hemen, yeterli ve etkili bir tazminat ödenmesine dair uluslararası hukuk şartının, vatandaşlara da uygulanacağı anlamına geldiğini iddia etmişlerdir. 701 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 59. Komisyon sürekli olarak, bu prensiplerin bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini elinden alması halinde uygulanmayacağına karar vermiştir. Hükümet bu görüşe desteklemiştir. Mahkeme de aşağıdaki gerekçelerle bu görüşe katılmaktadır. 60. İlk önce, uluslararası hukukun gereği olarak söz konusu prensipler, sadece vatandaş olmayanlara uygulanır. Bu prensipler, münhasıran vatandaş olmayan kişilerin yararına geliştirilmiş prensiplerdir. Bu prensipler Devletlerin kendi vatandaşlarına yaptıkları işlemlerle ilgili değildir. 61. Başvurucular kendi iddialarını desteklemek için, ilk önce Birinci Protokolün 1. maddesinin metnine dayanmışlardır. Başvuruculara göre ikinci cümle “hiç kimse” sözcükleriyle başladığı için, “kamu yararı” ve “hukukun öngördüğü koşullara tabi olarak” deyimleriyle herkese güvence sağlayan bu cümleyi, “uluslararası hukukun genel ilkeleri tarafından (...) öngörülen koşullara tabi olarak”, sadece vatandaş olmayanlara güvence sağladığı şeklinde yorumlamak mümkün değildir. Başvurucular ayrıca Sözleşme’yi yapanların vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında fark yaratmak istediklerinde, Sözleşme’nin 16. maddesinde olduğu gibi bunu açıkça yapmış olduklarına işaret etmişlerdir. Başvurucuların gerekçelerindeki gramatik yorumun belirli bir ağırlığı bulunmasına rağmen, daha farklı bir yorum için ikna edici sebepler de bulunmaktadır. Mahkeme, lafzi olarak Birinci Protokolün 1. maddesindeki uluslararası hukukun genel prensiplerine atfı, bu prensiplerin bu maddeye içselleştirilmiş olduğu, ama bu prensiplerin sadece normal olarak uygulanabilir olduğu tasarruflar bakımından, yani bir Devletin vatandaş olmayanlara yönelik tasarrufları bakımından uygulanabilir olduğu şeklinde yorumlamayı, daha doğal görmektedir. Dahası, bir antlaşmadaki kelimeler olağan anlamlarıyla anlaşılmalıdır (bk. 1969 tarihli Antlaşmalar Hukukuna dair Viyana Sözleşmesi, md. 31); söz konusu uluslararası hukukun genel prensipleri deyimini, normal uygulanabilir alanın dışına taşacak şekilde yorumlamak, kelimelerin kullanıldığı bağlam ne olursa olsun, olağan anlamına daha az uygundur. 62. Başvurucular ayrıca, Komisyon’un yorumu karşısında, Birinci Protokolün 1. maddesinde uluslararası hukukun genel ilkelerine atıfta bulunulmasının gereksiz kalacağını, çünkü vatandaş olmayanların buradaki korumadan zaten yararlandıklarını iddia etmişlerdir. Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Bu atfın maddeye dâhil edilmesinin en az iki amaca yaradığı görülebilir. İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili prensiplerine dayanarak, haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı şeklindeki muhtemel iddialara karşı güvence sağlamaktadır. Bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesinin, mülkiyetten yoksun bırakmanın “kamu yararına” yapılması gerektiğine dair hükme açıkça yer verdiği vurgulanmalıdır. Böyle bir gereklilik, uluslararası hukukun genel prensipleri arasında hemen her zaman yer aldığından, Birinci Protokolün 1. maddesi söz konusu prensipleri vatandaş olmayanlar gibi vatandaşlara da uygulanabilir hale getirmiş olsaydı, bu açık hükmün kendisi gereksiz olurdu. 63. Son olarak başvurucular, uluslararası hukukun genel ilkelerinin bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini elinden almasına uygulanabilir olmadığını kabul etmenin, vatandaşlık esasına dayanan bir farklılaştırmaya imkân vereceğine işaret etmişlerdir. Başvurucuları göre bu durum, Birinci Protokolün 5. maddesi yoluyla Protokole içselleştirilmiş olan iki hüküm ile bağdaşmaz. Bunlar, Sözleşmeci Devletleri egemenlik yetkisi 702 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar içinde bulunan herkesin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlü tutan Sözleşme’nin 1. maddesi ile ayrımcılık yasağı ilkesini içeren Sözleşme’nin 14. maddesidir. Sözleşme’nin 1. maddesi konusunda, Sözleşme ve Protokollerin hemen her hükmünden vatandaş ve vatandaş olmayanların aynı korumadan yararlandığı doğrudur; fakat bu durum özel hükümlerde işaret edilen istisnaları ortadan kaldırmamaktadır (bk. örneğin Sözleşme Md 4(3)(b), Md 5(1)(f) ve Md 16, Dördüncü Protokol Md 3 ve 4). Sözleşme’nin 14. maddesi konusunda ise, Mahkeme sürekli olarak “objektif ve makul haklılığa” sahip olan bir farklı muamelenin, ayrımcılık oluşturmayacağını belirtmiştir(bk. en yakın tarihli karar olarak 28.05.1985 tarihli Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72). Özellikle bir sosyal reform bağlamında mülkiyetin elden alınması konusunda, tazminat ile ilgili olarak vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında bir ayrım yapılması için sağlam gerekçeler bulunabilir. İlk olarak, vatandaş olmayanlar, iç hukukta daha zayıf durumdadırlar; vatandaşlardan farklı olarak iç hukuk yapıcılarının seçiminde veya atanmasında genel olarak hiçbir rol oynamazlar; iç hukukun kabulü sırasında da kendilerine danışılmaz. İkinci olarak, bir mülkiyeti elden alma işleminin her zaman kamu yararına yapılması gerekmesine rağmen, vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar için farklı düşünceler geçerli olabilir ve kamu yararı bakımından vatandaşların vatandaş olmayanlara göre daha fazla külfet yüklenmelerini gerektiren meşru sebepler bulunabilir. 64. Yorumu konusunda böyle bir uzlaşmazlığın ortaya çıktığı bir metinle karşılaşan Mahkeme, ek bir yorum vasıtası olarak hazırlık çalışmalarına (travaux preparatoires) başvurmayı uygun görmektedir (bk. Antlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi md. 32). Hazırlık çalışmaları üzerinde yapılan inceleme göstermektedir ki, Birinci Protokolün 1. maddesinin ilk tasarılarında yer alan tazminat hakkına açık atıf, özellikle Birleşik Krallık ve diğer Devletlerin muhalefeti karşısında çıkarılmıştır. Daha sonra uluslararası hukukun genel prensipleri deyimine yer verilmiş ve bunun da sadece yabancıların korunması anlamına geleceğine dair birçok beyanda bulunulmuştur. Alman Hükümeti bu metni, kamulaştırma olayında tazminat ödenmesi yükümlülüğünü içeren prensiplere açıkça yer verilmesi şartıyla kabul edebileceğini beyan ettiği zaman, İsveç temsilcisi bu prensiplerin sadece bir Devlet ile vatandaş olmayanlar arasındaki ilişkilere uygulandığına işaret etmiştir. İşte bundan sonra Alman ve Belçika temsilcilerinin talebi üzerine, “bu bağlamda uluslararası hukukun genel prensipleri, kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara tazminat ödeme yükümlülüğünü yüklemesi” konusunda anlaşılmıştır. Her şeyden öte, Bakanlar Komitesinin Birinci Protokol metnini tasdik ve imzaya açan 19 Mart 1952 tarihli ve (52) 1 sayılı Kararında “bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından uluslararası hukukun genel prensiplerinin kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara tazminat ödenmesi yükümlülüğü yüklediği”ni açıkça belirtmiştir. Müzakere tutanakları bir bütün olarak göz önünde tutulduğunda, Mahkeme bu Kararın, uluslararası hukukun genel prensipleri atfının vatandaşları kapsamayı amaçlamadığına dair açık bir delil olarak alınabileceğini kabul etmektedir. Buna göre hazırlık çalışmaları başvurucuların kabul ettiği yorumu desteklememektedir. 65. Son olarak, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra bu belgeye taraf olan Devletlerin bu belgede uluslararası hukukun genel prensiplerine yapılmış olan atfı, kendi vatandaşlarına da uygulanabilecek şeklinde geliştirdikleri kanıtlanamamıştır. Sunulan deliller tam tersi yönü işaret etmektedir. 703 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 66. Bütün bu gerekçelerle Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensiplerinin, bir Devlet tarafından kendi vatandaşlarının mülkiyetini elden almasına uygulanabilir olmadığı sonucuna varmaktadır. (d’) “hukukun öngördüğü şartlar” 67. Başvurucular bir diğer alternatif olarak, Birinci Protokolün 1. maddesindeki “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” diyen hükmün, sadece iç hukuku değil ve fakat bütün Sözleşmeci Devletlerdeki ortak hukuk prensiplerini ima edecek şeklinde yorumlanması halinde, tazminatsız veya yetersiz veya adil olmayan bir tazminatla mülkiyetten yoksun bırakmanın, bu hükmün gereklerinin yerine getirmeyeceğini iddia etmişlerdir. Başvuruculara göre, kendileriyle ilgili olayda olduğu gibi, mülkiyetin elden alınmasına ödenen tazminat miktarının mülkün değeriyle makul bir ilişkisi bulunmaması halinde, bu anlamdaki mülkiyetin elden alınması keyfi olacak ve böylece “hukukun öngördüğü şartlara” aykırı düşecektir. Mahkeme sürekli olarak, Sözleşme’de geçen “hukuk” veya “hukukilik” terimlerinin “sadece iç hukuka gönderme yapmakla kalmadığını, ama aynı zamanda hukukun üstünlüğüne uygunluğu gerektiren bir hukukun kalitesiyle de ilgili olduğunu belirtmiştir (bk. en yakın tarihli karar olarak 02.08.1984 tarihli Malone, §67). Ne var ki olayda, yukarıdaki 56 ve 57. paragraflarda gösterilen gerekçelerle, kira reform mevzuatında öngörülen tazminat şartları nedeniyle, başvurucuların mülklerinin franchisement edilmesinin keyfi olduğu sonucuna varmak için sebep yoktur. Mahkeme’nin görüşüne göre, “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” deyiminde yer alabilecek başka gerekler ise, başvurucuların mülklerinin elden alınması olayında yerine getirilmiştir (bk. Komisyon raporu parag. 141-143 ve ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte yukarıda geçen Malone, §66-68 ve burada zikredilen kararlar). (iv) Her bir franchisemet işleminin makul olup olmadığının ayrı ayrı ele alınmamış olması 68. Başvurucular, kira reform mevzuatının uygulamada fark gözetmediğini, çünkü kiralanan yerin bir kez yasanın kapsamına girdiği tespit edildiğinde, artık herhangi bir özel olayda yer sahibinin franchisemet’ın haklılığının veya tazminatın hesaplandığı ilkelerin ayrı bir biçimde ele alınmasını isteyebileceği bir mekanizmanın bulunmadığını belirtmişlerdir. Başvurucular, Güney Galler’deki mütevazı evlerin kiracıları ile zaruret halinde ve koruma ihtiyacı içinde görülemeyecek olan Belgravia Bölgesindeki orta sınıf kiracılar arasında açık farklılık bulunduğuna işaret etmişlerdir. Başvuruculara göre yasa, yer sahipleri için olduğu kadar, kiracılar için de adaletsizlikten kaçınmak için, her bir franchisement işleminin ayrıntılarına ve makullüğüne giren bir yargısal denetim sağlamış olmalıydı. Böyle bir sistem mümkün olabilirdi; aslında bu yönde yasa tasarısının müzakereleri sırasında böyle bir öneri de yapılmıştır (bk. yukarıda §19). Ne var ki Parlamento bunun yerine, içinde franchisement hakkının ileri sürülebileceği geniş ve genel kategoriler getirmeyi tercih etmiştir. Hükümete göre bu tercihin nedeni, münferit inceleme sisteminin binlerce olayda hem kiracılar için ve hem de yer sahipleri için kaçınılmaz biçimde sebep olacağı belirsizlik, uyuşmazlık, masraf ve gecikmeden kaçınmaktır. Geniş kapsamlı bir kamulaştırma yasası, hele sosyal ve ekonomik bir reform programı uyguluyorsa, çok sayıda bireyin farklı durumlarının bulunduğu ortamda adaleti tam olarak gerçekleştirebilmesi zordur. Mevcut çeşitli alternatifler arasında avantajları ve dezavantajları değerlendirmek ilk aşamada Parlamentonun işidir (bk. yukarıda §46). Bu yasanın İngiltere ve Galler’de uzun süreli kiralanmış yaklaşık bir milyon iki yüz elli bin kadar konuttan yüzde 98-99 unun 704 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar etkilenebileceği hesaplandığından, Parlamento tarafından seçilen bu sistem, mantıksız ve yersiz olduğu gerekçesiyle kendiliğinden reddedilemez. (v) Ferdi işlemler 69. Başvuruculara göre son olarak, franchisement kural olarak “kamu yararına” olsa bile, şikayet konusu münferit 80 işlem (bk. yukarıda §27) haklı görülemez. Başvurucular, Belgravia’da söz konusu 80 evin franchising kiracılarının, 1966 tarihli White Paper’ın yasadan yararlandırılmayı hedeflediği söylenen (bk. yukarıda §18) türden korunmayı hak etmiş kişilere hiç benzemediklerini göstermek için, yukarıdaki 29. paragrafta listelenen faktörlere dikkat çekmişlerdir. Kira reform yasasının Birinci Protokolün 1. maddesine genel olarak potansiyel uygunluğu ne olursa olsun, yasa bu işlemlerin somut şartlarında uygulandığı şekliyle açık amacını gerçekleştirmek üzere gerektirdiği sonuçların çok ötesine geçmiş olduğu için, orantılılık ilkesini ihlal ettiği iddia edilmiştir. Başvurucular bu durumu göstermek için, 1967 tarihli Yasanın çıkarılmasından önce kira sözleşmesinin sonuna doğru düşük bir bedel karşılığı kiracılığı iktisap eden bir kiracının, bu mülkü franchising’den sonra yeniden satmak suretiyle çok büyük ve bütünüyle “haksız” kazanç elde ettiğini belirtmişlerdir (bk. yukarıda §29 (x)). Parlamentonun benimsediği ve Mahkeme’nin de Devletin takdir alanı içinde kaldığı sonucuna vardığı (bk. yukarıda §49) evlerin mülkiyeti üzerinde kiracıların “manevi hak sahibi” olduğu görüşü, başvurucuların Belgaravia’daki mülkleri bakımından da eşit bir biçimde geçerlidir. Bu görüşü uygulamaya geçiren yasanın kaçınılmaz bir sonucu olarak, franchising’den sonra evi ve toprağı kapsayan ipoteksiz mülkü satan kiracı, açıkça bir kazanç elde edecektir; çünkü franchisement’ın en azından 1967 tarihli değer tespit esasına göre fiyatı evi içermemekte olup, kiracı bileşik değer denilen değerden yararlanmaktadır (bk. yukarıda §13 ve 23). Buna ek olarak, reform tarafından gerçekleştirilen menfaatlerin yeniden dağıtım kapsamımın genişliği ve derecesi, kira sözleşme sürelerinin sonunda doğru zamanda satın alan kiracıların “umulmadık karlar” etmeleri gibi bazı kuraldışı olaylar kaçınılmazdır. Parlamento, bir kaç kiracının “hak etmedikleri” “umulmadık karlar” elde etme riski karşısında, yasadan etkilenen yer sahiplerinin mülkiyetin tekrar kendilerine intikaline yol açacak haksız olduğu düşünülen zenginleşmeden mahrum bırakılmalarına karar vermiştir. Bu Parlamento tarafından verilen politik bir karardır; Mahkeme bunu Devletin takdir alanı dışında görüp gayri makul olduğu sonucuna varamaz. Özellikle başvurucularla ilgili 80 işlemde ortaya çıktığı gibi yasanın uygulamadaki işleyişi, yasanın Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından kabul edilemez olduğu sonucuna götürecek derecede kuraldışı olaylar bulunduğunu göstermemektedir. Dahası, ileri tarihli satışlarda kiracılar tarafından “umulmadık karlar” edildiği işlemler de dâhil, şikâyet konusu tüm özel işlemlerde başvurucular, Parlamentonun kendilerine yer sahibi olarak hakkaniyet gereği verilmesini gerekli gördüğü tazminatı almışlardır(bk. yukarıda §28). “Umulmadık kar” elde etmenin bir sonucu olarak doğan sıkıntı, zararları ve tazminatı etkilenmeyen başvurucular tarafından değil, franchising’e kiracı olarak hak sahibi olan kendilerinin ardılları tarafından çekilmiştir. Başvurucular tarafından şikâyet konusu 80 franchisement, Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesine uygun bulduğu yasanın çerçevesi içinde kalmıştır. Bu franchisement’lar, başvuruculara kira reform yasasında düzenlenen planının uygulanmasında, yer sahipleri için var olan genel dezavantajlı etkilerin üstünde ve ötesinde, aşırı bir külfet yüklememiştir. Buna göre Birinci Protokolün 1. maddesinin gerektirdiği denge bozulmamıştır. 4. Özet 70. Özetlenecek olursa, başvurucuların şikâyet ettiği mülkiyetten yoksun bırakmayla ilgili olarak ikinci cümledeki her bir şart yerine getirilmiştir. 705 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR C. Birinci fıkranın birinci cümlesi (“mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma kuralı”) 71. Başvurucular alternatif ve ek olarak, Birinci maddenin birinci cümlesindeki mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. Mülkiyetten yoksun bırakmayı belirli koşullara tabi tutan ikinci cümledeki kural, mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel bir kategorisi ve aslında en radikal türüdür (bk. yukarıda §37/son). İkinci cümle, birinci cümlede ifade edilen genel prensibi tamamlamakta ve sınırlandırmaktadır. Durum böyle olduğundan, bu genel prensibin mevcut davada uygulanmasının, Mahkeme tarafından daha önce ikinci cümlenin uygulanması suretiyle vardığı sonuçtan farklı bir sonuca yol açacağını düşünmek zordur. D. Sonuç 72. 1967 tarihli değişik Kira Reform Yasası hükümleri ve şartları nedeniyle veya başvurucularla ilgili franchisement işlemlerinin özel koşulları nedeniyle Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmemiştir. II. Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlali iddiası 73. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet haklarından yararlanırken ayrımcılığın mağduru olduklarından şikâyetçi olmuşlardır. Başvurucular Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. (...) Başvuruculara göre kira reform yasası, “mülkiyet” esasına (Fransızca metinde “fortune”) dayanan bir ayrımcılık getirmiştir; şöyle ki, ilk olarak bu yasa, sadece sınırlı nitelikteki mülklere, yani uzun süreli kiralanmış olup, kiracılarının oturduğu evlere uygulanmakta ve mülkiyeti yeniden dağıtmaktadır; ikinci olarak, mülkü daha az değerli olan yer sahibi daha sert muamele görmektedir. A. Uygulanabilirlik 74. Hükümet, itiraz konusu yasanın Sözleşme’nin 14. maddesi anlamında “mülkiyet” esasına göre bir ayrım yapmadığını, çünkü ne varlık esasına dayanıldığını ve ne de bunun uygulandığını savunmuştur. Sözleşme’nin 14. maddesinde belirtilen yasaklanmış ayrımcılık sebepleri listesi sınırlı değildir (bk. en yakın tarihli karar olarak 28.11.1984 tarihli Rasmussen, §34/son). Olayda söz konusu yasa, farklı kategorilerdeki mülk sahiplerinin Birinci Protokolün 1. maddesinde korunan haklarını kullanmalarında farklı muamele yapmaktadır. Mahkeme’ye göre, farklı muamelelerin dayandığı esaslar Sözleşme’nin 14. maddesiyle alakalı olup, 14. madde olayda uygulanabilir durumdadır. B. Uygunluk 75. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından farklı bir muamele, objektif ve makul bir haklılığa sahip değilse, yani meşru bir amaç izlemediği veya kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi bulunmuyorsa, ayrımcılık oluşturur (bk. en yakın tarihli karar olarak yukarıda geçen Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72). Mülkiyet hakkını etkileyen araçlarla ilgili olarak Sözleşmeci Devletler, benzer durumlardaki farklılıkların, hukuken de farklı bir muameleyi haklı kılıp kılmadığını ve kılıyorsa hangi ölçüde kıldığını değerlendirirken belirli bir “takdir alanı”ndan yararlanırlar (bk. aynı yer). 706 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 76. Başvurucuların birinci başlık altındaki şikayetleri konusunda, uzun süreli kira sistemine göre yer sahipleri ile oturmakta olan kiracılar arasındaki var olduğu düşünülen dengesizliği gidermeyi hedefleyen itiraz konusu yasanın, diğer veya tüm mülk sahiplerini değil, ama sınırlı kategori içine giren yer sahiplerini etkilemesi kaçınılmazdır. Yasanın izlediği amacın Mahkeme tarafından meşru bir amaç olduğu sonucuna varılmıştır (bk. yukarıda §47 ve 49). Ancak başvuruculara göre bu durum, ayrımı haklı kılmak için yeterli değildir; çünkü yasa, yer sahipleri ile kiracıların kişisel koşullarını ve özellikle kaynaklarını ve ihtiyaçlarını dikkate almamaktadır. Bu şikâyet, farklı bir açıdan görülmesine rağmen, özü itibarıyla Birinci Protokolün 1. maddesine göre incelenen şikâyet ile aynıdır. O bağlamda Mahkeme, her bir franchisement işleminin münferit esaslarını ve ayrıntılarını araştırmak için bir mekanizma bulunmamasını, yasanın işleyişinin kabul edilemeyecek sonuçlara yol açacağına hükmetmemişti (bk. yukarıda §68). Mahkeme, Sözleşme’nin 14. maddesiyle ilgili olarak farklı bir sonuca varmak için bir sebep görmemektedir; çünkü takdir alanı dikkate alındığında, Birleşik Krallık yasakoyucusu orantılılık ilkesini aşmamıştır. Bu nedenle, Mahkeme’ye göre itiraz konusu yasada yapılan ayrım, makul ve objektif olarak haklı bir ayrımdır. 77. Şikâyetin ikinci başlığı da, Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından vardığı sonuç ışığında incelenmelidir; Mahkeme’nin vardığı bu sonuca göre Birleşik Krallık Parlamentosu, kira reform yasasında yer alan hükümleri izlenen amacı gerçekleştirmek için makul ve uygun bir araç olarak görme hakkına sahiptir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi, 1967 ve 1974 tarihli Yasalarda franchisement hakkının mevcudiyeti ve tazminat düzeyleri ile ilgili olarak yapılan ayrımlar (bk. yukarıda §21 ve 23), mülkün vergi değeri gibi objektif bir temele sahiptir. Mülk vergi değer sınırlarının getirilmesi ve iki tazminat düzeyinin kurulması, Parlamentonun franchisement’ın getirdiği menfaatlerden ekonomik korunma ihtiyacı görülmeyen daha iyi konumda bulunan küçük orandaki kiracıları hariç tutmak ve mevcut sistemin sıkıntılarını çeken büyük orandaki kiracıların daha uygun şartlarda satın almalarını sağlamak arzusunda olduğunu göstermektedir (bk. yukarıda §19). Kamu yararı gibi meşru bir amacın izlenmiş olması ve davalı Devletin takdir alanı dikkate alındığında, bu şekildeki farklı muamele, gayri makul veya başvuruculara orantısız külfet yükleyen bir politika olarak görülemez (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte Mahkeme’nin Birinci Protokolün 1. maddesi bağlamında benzer sonuca vardığı yukarıda parag. 52 ve 56). Mülkü az değerli yer sahiplerinden ilerledikçe dezavantajlı bir muameleye götüren mevzuat hükümlerinin, makul ve objektif bir haklılık oluşturduğu ve ayrımcılık yaratmadığı kabul edilmelidir. C. Sonuç 78. O halde Komisyon gibi Mahkeme de mevcut davadaki olayların Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlalini ortaya çıkarmadığı sonucuna varmaktadır. BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE, Tek başına veya Sözleşme’nin 14. maddesiyle birlikte Birinci Protokolün 1. maddesinin veya Sözleşme’nin 6(1). fıkrasının ve 13. maddesinin ihlal edilmediğine KARAR VERMİŞTİR. 707 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK ♦ mülkiyetin kaybı—millileştirme (başvuruculara ait hava ve deniz sanayi alanındaki şirketlerin millileştirilmesi nedeniyle mülkiyetlerini kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—hukuken öngörülmüş olma—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri DAVANIN ESASI Davanın konusu, 1977 tarihli Hava ve Deniz İnşaat Sanayi Yasasına uyarınca, başvurucuların bu alandaki şirketlerinin millileştirilmesidir. Başvurucular millileştirmeye prensip olarak karşı olmadıkları halde, aldıkları tazminatın yetersiz olduğunu ve bu işlemin ayrımcı bir şekilde gerçekleştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Sözleşme’ye ek Birinci Protokolün 1. maddesinin tek başına veya Sözleşme’nin 14. maddesiyle bağlantılı olarak ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. Başvurucular ayrıca Sözleşme’nin 6(1). fıkrasının ve bir olayda 13. maddesini ileri sürmüşlerdir. Komisyon önünde ileri sürülen Sözleşme’nin 17 ve 18. maddelerinin ihlali iddiası, Mahkeme önünde devam ettirilmemiştir. HÜKÜM GEREKÇESİ I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası A. Giriş 105. Başvurucular, millileştirmeye prensip olarak karşı çıkmamışlardır; ancak çeşitli gerekçelerle, aldıkları tazminatın çok yetersiz olduğunu ve bu nedenle Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlalinden ötürü mağduru olduklarını iddia etmişlerdir. (...) Hükümet, başvurucuların iddiasına karşı çıkmış, bu iddia Komisyon tarafından da oy çokluğuyla reddedilmiştir. 106. Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesinin esas itibarıyla mülkiyet hakkını güvence altına aldığını hatırlatır (Marckx, §63). Mahkeme 23 Eylül 1982 tarihli Sporrong ve Lönnroth kararında, Birinci Protokolün 1. maddesine ilişkin yaptığı analizde “birbirinden ayrı üç kural”ın bulunduğu tespit etmiştir. Birinci fıkranın birinci cümlesindeki birinci kural, genel nitelikte bir kural olup, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma prensibini beyan etmektedir; birinci fıkranın ikinci cümlesindeki ikinci kural, mülkiyetten yoksun bırakılmayı içermekte ve bunu belirli koşullara bağlamaktadır; ikinci fıkrada ifade edilen üçüncü kural, başka şeylerin yanında, mülkiyetin kullanılması üzerinde Devletin kontrol hakkıyla ilgilidir (Sporrong ve Lönnroth, §61). Ne var ki Mahkeme, 21 Şubat 1986 tarihli James ve Diğerleri kararında, bu kuralların bağlantısız oldukları anlamına gelebilecek şekilde birbirinden “ayrı” olmadıklarını açıklığa kavuşturmuştur. Buna göre ikinci ve üçüncü kurallar, mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına müdahalenin özel örnekleri olup, bunlar birinci kuralda beyan edilen genel prensibin ışığında yorumlanmalıdırlar (James ve Diğerleri, §37/son). 107. Başvurucular açıkça, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi anlamında “mülkiyetten yoksun bırakılmış”lardır; aslında bu nokta Mahkeme’de itiraz görmemiştir. O halde Mahkeme, önce bu cümledeki şartların kapsamını ve daha sonra bunların yerine getirilip getirilmediğini inceleyecektir. B. Başvurucular, “kamu yararı”yla ve “hukuken öngörülmüş şartlara tabi olarak” mı, mülklerinden yoksun bırakılmışladır? 108. Başvuruculara göre, mevcut olayda olduğu gibi, mülkiyetin elden alındığı tarihteki değerinin sadece bir kısmını karşıladığı için gayri adil olan bir tazminatla mülkiyetin elden alınması işleminde, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi bakımından 708 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar “kamu yararı” yoktur. Başvurucular ayrıca, bu olayda olduğu gibi, bir tazminat mülkün değeriyle makul bir orantı taşımadığı için keyfi ise, mülkiyetin elden alınmasının, yine aynı cümledeki “hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” gerçekleştirilmiş görülemeyeceğini de iddia etmişlerdir. 109. Mahkeme bu iddialardan birincisini kabul edememektedir. Tazminat ödeme yükümlülüğü, “kamu yararı” şartından değil, bir bütün olarak okunduğunda, Birinci Protokolün 1. maddesine içkin olan bir koşuldan (bk. aşağıda, §120) çıkmaktadır. “Kamu yararı” şartı, mülkiyeti elden alma işleminin gerçek saiki ve haklılığıyla ilgilidir; başvurucuların bu konularda bir itiraz yoktur. 110. “Hukukun öngördüğü şartlara tabi olarak” deyimi, ilk olarak, yeterince ulaşılabilir ve açık nitelikteki iç hukuk hükümlerinin varlığını ve bunlara uygunluğu gerektirir (Malone, §66-68). Başvurucular, aşağıda 153. paragrafta belirtilen durum hariç, bu gereklerin yerine getirilmiş olduğuna itiraz etmemişlerdir. Bu bağlamda geçen “hukuk” sözcüğünün, iç hukuktan başka bir yere göndermede bulunmadığı doğrudur (ibid, §67). Ancak Mahkeme’nin görüşüne göre başvurucuların bu konudaki iddiaları (bk. yukarıda §108), aşağıda 123-175. paragraflarda ele alınan mevcut davadaki temel meselelerle öylesine bağlantılıdır ki, bu sorunu bir de Birinci Protokolün 1. maddesindeki kamu yararı deyimi altında ele almak yapay olacaktır. C. Uluslararası hukukun genel prensipleri 111. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesinde “uluslararası hukukun genel prensipleri”ne atıfta bulunulmasının, yabancıların mülkiyetten yoksun bırakılmaları halinde kendilerine hemen, yeterli ve etkili bir tazminat ödenmesine dair uluslararası hukuk gereğinin, vatandaşlara da uygulanacağı anlamına geldiğini iddia etmişlerdir. 112. Komisyon istikrarlı bir biçimde, bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini ellerinden alması halinde, söz konusu prensiplerin uygulanabilir olmadığına karar vermiştir. Mahkeme de yukarıda geçen James ve Diğerli davasında daha önce belirttiği (James ve Diğerleri, §58-66) ve burada ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte tekrarlanan gerekçelerle, Komisyon’un görüşüne katılmaktadır. 113. İlk önce, genel uluslararası hukukun gereği olarak söz konusu prensipler, sadece vatandaş olmayanlara uygulanır. Bu prensipler, münhasıran vatandaş olmayan kişilerin yararına geliştirilmiş prensiplerdir. Bu prensipler Devletlerin kendi vatandaşlarına yaptıkları işlemlerle ilgili değildir. 114. Başvurucular kendi iddialarını desteklemek için, ilk önce Birinci Protokolün 1. maddesinin metnine dayanmışlardır. Başvuruculara göre ikinci cümle “hiç kimse” sözcükleriyle başladığı için, “kamu yararı” ve “hukukun öngördüğü koşullara tabi olarak” deyimleriyle herkese güvence sağlayan bu cümleyi, “uluslararası hukukun genel ilkeleri tarafından (...) öngörülen koşullara tabi olarak”, sadece vatandaş olmayanlara güvence sağladığı şeklinde yorumlamak mümkün değildir. Başvurucular ayrıca, Sözleşme’yi yapanların vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında fark yaratmak istediklerinde, Sözleşme’nin 16. maddesinde olduğu gibi, bunu açıkça yapmış olduklarına işaret etmişlerdir. Başvurucuların argümanındaki gramatik yorumun belirli bir ağırlığı bulunmasına rağmen, daha farklı bir yorum için ikna edici sebepler de bulunmaktadır. Mahkeme, lafzi olarak Birinci Protokolün 1. maddesindeki uluslararası hukukun genel prensiplerine atfı, bu prensiplerin bu maddeye içselleştirilmiş olduğu, ama bu prensiplerin sadece normal olarak uygulanabilir olduğu tasarruflar bakımından, yani bir Devletin vatandaş olmayanlara 709 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR yönelik tasarrufları bakımından uygulanabilir olduğu şeklinde yorumlamayı daha doğal görmektedir. Dahası, bir antlaşmadaki kelimeler olağan anlamlarıyla anlaşılmalıdır (1969 tarihli Andlaşmalar Hukukuna dair Viyana Sözleşmesi, md. 31); söz konusu uluslararası hukukun genel prensipleri deyimini, normal uygulanabilir alanın dışına taşacak şekilde yorumlamak, kelimelerin kullanıldığı bağlam ne olursa olsun, olağan anlamına daha az uygundur. 115. Başvurucular ayrıca, Komisyon’un yorumu karşısında, Birinci Protokolün 1. maddesinde uluslararası hukukun genel ilkelerine atıfta bulunulmasının gereksiz kalacağını, çünkü vatandaş olmayanların buradaki korumadan zaten yararlandıklarını iddia etmişlerdir. Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Bu atfın maddeye dâhil edilmesinin en az iki amaca hizmet ettiği görülebilir. İlk olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, uluslararası hukukun ilgili prensiplerine dayanarak, haklarının korunması için Sözleşme mekanizmasına doğrudan başvurabilme imkânı sağlamaktadır; aksi takdirde bunu yapabilmek için diplomatik kanallara veya sorunun çözümü için diğer mevcut araçlara başvurmak zorunda kalacaklardır. İkinci olarak bu atıf, vatandaş olmayanlara, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinin kendilerinin haklarını azalttığı şeklindeki muhtemel gerekçelere karşı güvence sağlamaktadır. Bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesinin, mülkiyetten yoksun bırakmanın “kamu yararına” yapılması gerektiğine dair hükme açıkça yer verdiği vurgulanmalıdır. Böyle bir gereklilik, uluslararası hukukun genel prensipleri arasında hemen her zaman yer aldığından, Birinci Protokolün 1. maddesi söz konusu prensipleri vatandaş olmayanlar gibi vatandaşlara da uygulanabilir hale getirmiş olsaydı, bu açık hükmün kendisi gereksiz olurdu. 116. Son olarak başvurucular, uluslararası hukukun genel ilkelerinin, bir Devletin kendi vatandaşlarının mülkiyetini elinden almasına uygulanabilir olmadığını kabul etmenin, vatandaşlık esasına dayanan bir farklılaştırmaya imkân vereceğine işaret etmişlerdir. Başvuruculara göre bu durum, Birinci Protokolün 5. maddesi yoluyla Protokole içselleştirilmiş olan iki hüküm ile bağdaşmaz. Bunlar, Sözleşmeci Devletlerin egemenlik yetkisi içinde bulunan herkesin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlü tutan Sözleşme’nin 1. maddesi ile ayrımcılık yasağı ilkesini içeren Sözleşme’nin 14. maddesidir. Sözleşme’nin 1. maddesi konusunda, Sözleşme ve Protokollerin hemen her hükmünden vatandaş ve vatandaş olmayanların aynı korumadan yararlandığı doğrudur; fakat bu durum özel hükümlerde işaret edilen istisnaları ortadan kaldırmamaktadır (bk. örneğin Sözleşme Md 4(3)(b), Md 5(1)(f) ve Md 16, Dördüncü Protokol Md 3 ve 4). Sözleşme’nin 14. maddesi konusunda ise, Mahkeme sürekli olarak, “objektif ve makul haklılığa” sahip olan bir farklı muamelenin ayrımcılık oluşturmayacağını belirtmiştir(bk. en yakın tarihli karar olarak 28.05.1985 tarihli Abdulaziz, Cabales ve Balkandali, §72). Özellikle bir sosyal reform veya ekonomik nitelikte bir yeniden yapılandırma bağlamında, mülkiyetin elden alınması sırasında tazminat ile ilgili olarak vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasında bir ayrım yapılması için sağlam gerekçeler bulunabilir. İlk olarak, vatandaş olmayanlar iç hukukta daha zayıf durumdadırlar; vatandaşlardan farklı olarak iç hukuk oluşturanların seçiminde veya atanmalarında genel olarak hiçbir rol oynamazlar; iç hukukun kabulü sırasında da kendilerine danışılmaz. İkinci olarak, bir mülkiyeti elden alma işleminin her zaman kamu yararına yapılması gerekmesine rağmen, vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar için farklı düşünceler geçerli olabilir ve kamu yararı bakımından vatandaşların vatandaş olmayanlara göre daha fazla külfet yüklenmelerini gerektiren meşru sebepler bulunabilir(bk. aşağıda, §120). 710 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 117. Yorumu konusunda böyle bir uzlaşmazlığın ortaya çıktığı bir metinle karşılaşan Mahkeme, ek bir yorum vasıtası olarak hazırlık çalışmalarına (travaux preparatoires) başvurmayı uygun görmektedir (bk. Antlaşmalar Hukuku hakkında Viyana Sözleşmesi md. 32). Hazırlık çalışmaları üzerinde yapılan inceleme göstermektedir ki, Birinci Protokolün 1. maddesinin ilk tasarılarında yer alan tazminat hakkına açık atıf, özellikle Birleşik Krallık ve diğer Devletlerin muhalefeti karşısında çıkarılmıştır. Daha sonra uluslararası hukukun genel prensipleri deyimine yer verilmiş ve bunun da sadece yabancıların korunması anlamına geleceğine dair birçok beyanda bulunulmuştur. Alman Hükümeti bu metni, kamulaştırma olayında tazminat ödenmesi yükümlülüğünü içeren prensiplere açıkça yer verilmesi şartıyla kabul edebileceğini beyan ettiği zaman, İsveç temsilcisi bu prensiplerin sadece bir Devlet ile vatandaş olmayanlar arasındaki ilişkilere uygulandığına işaret etmiştir. İşte bundan sonra Alman ve Belçika temsilcilerinin talebi üzerine, “bu bağlamda uluslararası hukukun genel prensipleri kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara tazminat ödeme yükümlülüğünü yüklemesi” konusunda anlaşılmıştır (vurgular eklenmiştir). Her şeyden öte Bakanlar Komitesi Birinci Protokol metnini tasdik ve imzaya açan 19 Mart 1952 tarihli ve (52) 1 sayılı Kararında “bu bağlamda Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından uluslararası hukukun genel prensiplerinin kamulaştırma olaylarında vatandaş olmayanlara tazminat ödenmesi yükümlülüğü yüklediği”ni açıkça belirtmiştir (vurgular eklenmiştir). Müzakere tutanakları bir bütün olarak dikkate alındığında, Mahkeme bu Kararın, uluslararası hukukun genel prensipleri atfının vatandaşları kapsamayı amaçlamadığına dair açık bir belirti olarak alınabileceğini kabul etmektedir. Buna göre hazırlık çalışmaları başvurucuların kabul ettiği yorumu desteklememektedir. 118. Son olarak, Birinci Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra bu belgeye taraf olan Devletlerin bu belgede uluslararası hukukun genel prensiplerine yapılmış olan atfı, kendi vatandaşlarına da uygulanabilecek şeklinde geliştirdikleri kanıtlanamamıştır. Sunulan deliller tam tersi yönü işaret etmektedir. 119. Bütün bu gerekçelerle Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensiplerinin bir Devlet tarafından kendi vatandaşlarının mülkiyetini elden almasına uygulanabilir olmadığı sonucuna varmaktadır. D. Tazminatı hakediş 120. Tazminatın mevcudiyet ve miktarının, bu konuda bir hüküm içermeyen Birinci Protokolün 1. maddesinin 1 fıkrasının ikinci cümlesine göre bir şart olup olmadığı sorunu durmaktadır. Hükümetin ve başvurucuların da görüşüne katıldığı Komisyon, Birinci Protokolün 1. maddesini, bir Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi içinde bulunan bir kimsenin mülkiyetinin elinden alınması için gerekli şartlardan biri olarak tazminat ödemeyi zımnen gerektirdiği şeklinde yorumlamıştır. Komisyon gibi Mahkeme de, Sözleşmeci Devletlerin hukuk sistemlerinde kamu yararıyla tazminat ödenmeksizin mülkiyetin elden alınmasının, burada söz konusu olmayan amaçlarla, sadece istisnai durumlarda haklı görülmekte olduğunu gözlemlemektedir. Buna eşdeğer bir prensip bulunmadıkça, Birinci Protokolün 1. maddesinin getirdiği mülkiyetin hakkının korunması büyük ölçüde hayali ve etkisiz kalacaktır. Bu bağlamda Mahkeme, bir kimseyi mülkiyetinden yoksun bırakan bir işlemin, hem fiilen ve hem de prensip olarak sadece “kamu yararıyla” meşru bir amacı izlemek zorunda olmadığını, ama aynı zamanda gerçekleştirilmek istenen amaç ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık ilişkisi de bulunması gerektiğini hatırlatır. Bu ikinci şart, yukarıda geçen Sporrong ve Lönnroth kararında, toplumun genel menfaatlerinin gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında kurulması zorunlu “adil denge” 711 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR kavramıyla ifade edilmiştir (bk. Sporrong ve Lönnroth, §69). Eğer bir kimse “münferit ve aşırı bir külfet”e katlanmak zorunda bırakılmış ise, gerekli denge kurulamaz (bk. Sporrong ve Lönnroth, §73). Mahkeme o kararda, birinci fıkranın birinci cümlesindeki mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma genel kuralı bağlamında bunları söylemiş olmakla birlikte, bir bütün olarak “bu denge arayışının (...) Birinci Protokolün 1. maddesinin yapısında yansıtıldığına” işaret etmiştir (bk. aynı yer parag. 69). Açıktır ki tazminat şartları, tehlikeye giren çeşitli menfaatler arasında adil bir denge kurulup kurulmadığının ve özellikle mal veya mülkünden yoksun bırakılan bir kimseye orantısız bir külfet yüklenip yüklenmediğinin değerlendirilmesinde esaslı bir unsurdur. E. Tazminat standardı 121. Mahkeme ayrıca, Komisyon’un tazminat standardına dair görüşünü de kabul etmektedir. Buna göre, mülkiyetin değeriyle orantılı bir miktar ödemeksizin mülkiyetin elden alınması, normal şartlarda, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından haklı görülemeyecek orantısız bir müdahale oluşturur. Bununla birlikte Birinci Protokolün 1. maddesi, her durumda tazminatın tam olarak ödenmesi hakkını güvence altına almamaktadır; çünkü ekonomik reform tedbirlerinin veya daha geniş bir sosyal adaleti gerçekleştirmeye yönelik tedbirlerin izlediği “kamu yararı” meşru amacı, tam piyasa değerinden daha az bir ödeme yapılmasını gerektirebilir (bk. yukarıda geçen James ve Diğerleri, §54). Bu bağlamda başvurucular, millileştirme ile kamusal amaçlarla arazinin zorunlu temliki gibi mülkiyetin başka şekillerde Devlet tarafından elden alınması arasında, tazminat standardı bakımından ayrım yapılamayacağını iddia etmişlerdir. Mahkeme bu görüşe katılamamaktadır. Bu iki kategorik durumda, hem elden alınan mülkiyetin niteliği ve hem de elden alınma koşulları, şahısların kamu yararına konu olan şahısların özel menfaatleri arasında, adil bir dengenin kurulması sırasında, haklı olarak dikkate alınabilecek değişik unsurlar ortaya çıkabilir. Örneğin, bütün bir sanayi kolunun millileştirilmesi amacıyla büyük sanayi kuruluşlarının değer tespiti, zorunlu olarak temlik edilen bir arazinin değer tespitinden daha karmaşık bir işlem olup, normal şartlarda ülkenin her yerinde bu kapsama giren bütün işletmelere uygulanabilecek özel bir mevzuat çıkarılmasını gerektirir. Buna göre bir millileştirmenin gerektirdiği tazminat standardı, yukarıda söylenen adil dengenin her zaman sağlanması koşuluyla, mülkiyetin diğer şekillerde elden alınması hallerinin gerektirdiğinden daha farklı olabilir. 122. Başvurucular, Devletin mal sahibini mülkiyetinden yoksun bırakıp bırakmama konusunda karar verirken bir takdir alanına sahip olduğuna itiraz etmemekle birlikte, Komisyon’un bu öncülden, Devletin mülkiyetin elden alınmasıyla ilgili hükümleri ve şartları belirlerken, geniş bir takdir hakkına sahip olduğu sonucuna varmasının hatalı olduğunu savunmuşlardır. Mahkeme bu savunmayı kabul edememektedir. Bir millileştirme yasası çıkarılmasıyla ilgili bir karar, demokratik bir toplumda fikirlerin tabi ki geniş ölçüde farklılaştığı çeşitli meselelerin ele alınmasıyla ilgili olacaktır. Ulusal makamlar, kendi toplumları ve onun ihtiyaçları ile kaynakları hakkında doğrudan bilgi sahibi oldukları için, bu alanda hangi tedbirlerin daha uygun olduğunu takdir etme konusunda uluslararası bir yargıca göre daha iyi bir konumdadırlar; bu nedenle ulusal makamların takdir alanı geniş olmalıdır. Mahkeme’ye göre tazminat hükümlerini, verilen bir millileştirme kararından ayırmak yapay bir girişim olur; çünkü ikincisini etkileyen faktörler, zorunlu olarak birincisini de etkiler. Buna göre Mahkeme’nin mevcut davadaki denetim yetkisi, tazminat konusunda verdiği kararların Birleşik Krallığın geniş takdir alanı dışında kalıp kalmadığını belirlemekle sınırlıdır. Mahkeme bu bağlamda, yasama organının hükmü açıkça makul bir temelden yoksun olmadıkça, onun hükmüne saygı gösterecektir. 712 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar F. Başvurucular için hükmedilen tazminat Mahkeme’nin belirlediği standarda uygun mudur? 1. Bütün başvurucular için ortak konular (a) Olaya yaklaşım 123. Başvurucular, Komisyon raporunda tazminat sistemine sadece 1977 tarihli Yasanın düzenlediği kadarıyla bakılmış olmasını eleştirmişlerdir; başvuruculara göre Komisyon, daha çok bu sistemin uygulanmasının sonuçlarını incelemiş olması gerekirken, bunu yapmamıştır. Öte yandan Hükümet, mevzuatta düzenlenen değer tespit yöntemi doğru bir yöntem ise, bu yöntemin gerçek ve etkili bir tazminat verilmesi sonucunu doğuracağını savunmuştur. Hükümete göre millileştirilen mülkiyetin değeri, sadece doğru bir değer tespit yönteminin uygulanmasıyla belirlenebilir. 124. Mahkeme, bireysel başvurudan kaynaklanan bir davada mümkün olduğu kadar önündeki somut olayı incelemekle yetinmelidir (bk. diğer birçok karar arasında 28.05.1985 tarihli Ashingdane, §59). Mevcut davada başvurucuların, 1977 tarihli yasanın, ellerinden alınan mülkiyetin değeriyle makul ilişkisi olmayan bir tazminat ödenmesi sonucunu doğurmuş olduğundan şikâyet etmişlerdir. Bu durum, mevzuatın hem şartları ve hükümleri ve hem de sonuçlarıyla ilgile meseleler ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Mahkeme dikkatini ilk önce itiraz konusu mevzuata karşı yöneltmelidir; mevzuatın uygulamadaki sonuçları ise, Parlamentonun önceden belirlemesi gereken ve millileştirilen şirketlere uygulanan şartlar ve hükümler bağlamında ele alınmalıdır. (b) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistem (i) Hisse değerlerine dayanan tazminat 125. Parlamento, tazminatın millileştirilen şirketlerdeki hisselerin değeri esas alınarak belirlenmesine karar vermiştir. 1977 tarihli Yasaya göre, kamunun mülkiyetine geçen şey hisseler olduğundan, başvurucular tarafından da itiraz edilmeyen bu karar, Mahkeme’ye de uygun görünmektedir. Dahası, özellikle vergi alanında hisselerin değerini tespit eden yerleşik teknikler bulunmaktadır. Tazminata esas alınabilecek başlıca alternatif, mevcut varlığın değeri olabilirdi; fakat Hükümetin de işaret ettiği gibi, nominal değerin muhasebesinde değişik uygulamalar bulunduğundan, söz konusu varlığın yeniden değer tespiti, masrafa ve zaman kaybına yol açacaktı. Ayrıca değer tespitinde, bir şirketin başarılı bir şekilde kazanmaya devam etmesi, işletmenin varlığından bazen daha önemli bir faktör olabilir. Her halükarda seçilen değer tespit yöntemi, diğer faktörlerin yanında varlık değerlerinin de dikkate alınmasına imkân vermiştir (bk. yukarıda §36). 126. Böylece Mahkeme, Parlamento kararının, prensip olarak Birinci Protokolün 1. maddesinin gerekleriyle bağdaşmaz olmadığı sonucuna varmaktadır. (ii) Değer tespit yöntemi olarak Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı (kotasyonu) 127. 1977 tarihli Yasa, Londra Borsasında listelenmiş olan senetlerin tazminatı için “taban değer”in, Referans Dönemi boyunca haftalık fiyat ortalaması olmasını öngörmüştür. Listeye girmemiş senetlerin “taban değeri” ise, Referans Dönemi (bk. yukarıda §19) boyunca, Borsada listeye girmiş olsalardı sahip olacakları taban değerdir. Bütün şikâyetleri bu ikinci kategori hisselerle ilgili olan başvurucular, öngörülen yöntemin değer tespit esası için çarpıtılmış ve yanlış bir yöntem olduğunu savunmuşlardır. 713 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 128. Değer tespit bakımından piyasa fiyatı açıklanmamış hisselerin sanki açıklanmış gibi işlem görmesi karmaşıklık içerse bile, Mahkeme seçilen yöntemin başka bir avantajı olduğunu kaydetmektedir. Bir Borsa yatırımcısının söz konusu şirket hakkında sahip olabileceği izlenimine dayanan bu yöntem, önceki ve gelecekteki kazançlar, varlık desteği, temettü hasılatı ve piyasa fiyatı açıklanmış hisselerin bedeli ile karşılaştırılabilme gibi, bütün ilgili faktörlerin dikkate alınmasına imkân vermiştir(bk. yukarıda §36 ve 97). Bu yöntem ayrıca daha önce Birleşik Krallıkta 1949 ve 1967 tarihli Demir ve Çelik Yasalarında uygulanmış bir yöntemdir. Başvurucuların da işaret ettiği gibi bu sistem, girişimciler için mevcut olduğu varsayılan bilgiye başvurmak suretiyle, ilk aşamada, bazıları değer tespit referans döneminden öncesiyle ilgili bulunan daha önce yayınlanmış materyallerin dikkate alınmasını gerektirdiği doğrudur. Ancak uygulamada söz konusu hisseler, listeye girmiş olsaydı kâğıt piyasası için sağlanmış olabilecek diğer bilgiler için de varsayımlar kurulmuş ve güncelleştirilmiştir (bk. yukarıda §97). Ayrıca seçilen bu yöntem, tazminatın müzakeresi sırasında, bir şirketin Referans Döneminden sonra gelecekteki muhtemel kazançlarının göz önünde tutulmasını engellememektedir. 129. Başvurucular hisselerinin bedelini, satmak isteyen ile satın almak isteyen arasında özel anlaşmayla yapılan bir satışın sağlayacağı gelire göre hesaplayan bir yöntemin, daha uygun bir yöntem alacağını belirtmişlerdir. Ne var ki Komisyon gibi Mahkeme de, bu esasa göre hazırlanan ve başvurucular tarafından sunulan değer tespitlerinde bile, piyasa fiyatı belirlenmiş benzer durumdaki hisselerle ve özellikle bu amaç için seçilmiş uygun bir bedel/kazanç oranıyla karşılaştırılmak zorunda olduğunu gözlemlemektedir. Tazminatın, hisselerin büyük veya kontrol eden oranını temsil eden bir unsur içermeyen Borsa farazi piyasa fiyatı yöntemiyle değerlendirilmesinden (ki, bu konu aşağıda 148150. paragraflarda ele alınacaktır) ayrı olarak, yöntemler arasındaki başlıca fark, özel anlaşmayla satın alıcının, bir şirket hakkında bir Borsa yatırımcısına göre daha tam bir bilgiye sahip olabileceğinin varsayılmasıdır (bk. yukarıda §98). Ancak Mahkeme, bu farklılığın, Birleşik Krallığın Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı yöntemini seçmekle, gayri makul ve takdir alanı dışında hareket ettiği sonucuna varmasını sağlayacak güçte olmadığını düşünmektedir. Söz konusu bu özel sanayilere girmiş olan bir şirketin, hisselerinin büyük oranını satın almaya istekli bir alıcının bulunabileceği varsayımında da bir yapaylık bulunduğunu düşünenler için, durum özellikle böyledir. 130. Bu nedenle Mahkeme, tartışma konusu yönteme başvurmanın prensip olarak Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmediği sonucuna varmaktadır. (iii) Referans Dönemi 131. Başvurucuların aldıkları tazminat, sahip oldukları hisselerin 1977 tarihli Yasayla belirlenen Referans Dönemindeki, yani 1 Eylül 1973’ten 28 Şubat 1974’e kadar olan dönemdeki değerine dayandırılmıştır. Bu dönem, hisselerin resmen devrinden üç yıldan fazla bir süre öncesine karşılık gelmektedir (bk. yukarıda §18). Başvurucular ise tazminatın, elden alınan mülkiyetin değeriyle “makul bir ilişki içinde olması” için, elden alınma tarihindeki değerin dikkate alınarak takdir edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Hükümet, değer tespit için referans dönemi belirlerken, hisselerin değerinin millileştirme veya tazminat hükümlerinin ilanıyla çarpıtılmamış olduğu bir dönem olması koşuluyla, sıra dışı olmayan ve mümkün olduğu kadar yakın bir tarihi kapsayan bir dönemi bulmak istemiştir. Çünkü tecrübeler, bu tür bir ilanın söz konusu malın değerini etkilediğini, bu etkilerden uzak olan objektif bir değer tespitinin, ancak değer tespit tarihinin veya döneminin ilandan önceki bir tarih veya dönem olması halinde sağlanabileceğini göstermiştir. 714 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 132. Mahkeme ilk önce Referans Döneminin, İşçi Partisi Hükümetinin seçilme tarihinde sona erdiğini kaydeder (bk. yukarıda §10 ve 19). Her ne kadar başvurucular 1977 tarihli Yasa Kraliyetten onay alıncaya kadar hangi işletmelerin kamuya geçecek olduğunun kesin olarak bilinmediğine işaret etmiş olsalar da, bu tarih, millileştirme tarihinin gerçekleştiği tarihtir. Başvurucular, hisseleri devir gününden daha önceki bir dönemi, referans dönemi olarak seçmeyi haklı kılan tek şeyin, millileştirmenin veya millileştirme kaygısının mülkiyetin değeri üzerinde sebep olacağı yapay etkiden uzak tutmak olduğunu savunmuşlardır. Başvurucular mevcut olayda millileştirme ihtimalinin kendilerine ait şirketlerin malvarlığı veya karları üzerinde bir etkide bulunmadığını ve bunun hisseler üzerinde yaratabileceği herhangi bir etkinin, farazi piyasa fiyatı yöntemiyle hesap dışı bırakılabileceğini iddia etmişlerdir. Mahkeme, hisselerin değerini çarpıtma ihtimalinin, olaydan sonra ortaya çıkan bilgilerle daha önceden değerlendirilemeyeceğine işaret edecektir. Mahkeme’ye göre Hükümet, yasanın hazırlığı ve kabulü sırasında millileştirme programının, temlik edilecek hisselerin değeri üzerinde çarpıtıcı bir etkiye sahip olacağını varsaymakla, gayri makul hareket etmemiştir. Gerçekten de, o tarihte var olan koşullarda ve özellikle Financial Times Genel Sanayi Hisse Indeks’inin (bk. yukarıda §93) gösterdiği gibi hisselerin değerinin Şubat 1974’ten sonra düştüğü bir ortamda, değer tespit için bundan daha sonraki bir referans döneminin seçilmesi hiç kimse tarafından hoş karşılanmayacaktı. 133. Mahkeme ayrıca, devir tarihinden önceki bir dönemin değer tespiti yapmak için referans dönemi olarak kullanılmasına dair örnekler bulunduğunu not etmektedir. O halde böyle bir sistem, başvurucuların dayandığı ve adil ve makul tazminat sağladığını kabul ettikleri Birleşik Krallıktaki önceki millileştirme yasalarına içselleştirilmiştir. Hükümetin de işaret ettiği gibi o yasaların hiç birinde, sistemin işleyişinden önce fiyatların veya değerlerin gerçekten çarpıtılmasına dair bir koşul yer almamıştır. 134. Başvurucular ayrıca, uluslararası hukuk davalarında değer tespit için devir gününe göndermeler yapılmış olduğunu vurgulamışlardır. Ancak Mahkeme, bu göndermeleri ikna edici görmemektedir. Zikredilen davalardan bir kısmında, mevcut davayla karşılaştırılabilir meseleler bulunmamaktadır; dahası, birçok uluslararası davada millileştirme ilanı ile mülkiyetin elden alınması, aslında tek ve aynı gündür; bu durum, millileştirme tehdidinin çarpıtmaya sebep olabileceği bir dönemin bulunmaması sonucunu doğurmuştur. Her halükarda uluslararası uygulama, sadece devir gününün değer tespit için esas alınabileceğini göstermemektedir. 135. Bu gerekçelerle, Mahkeme’ye göre Referans Döneminin seçilmesi, kural olarak Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı değildir. (iv) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistem hakkında varılan sonuç 136. Bu nedenle Mahkeme, 1977 tarihli Yasayla kurulan tazminat sisteminin unsurlarından hiç birinin, kural olarak Birinci Protokolün 1. madde hükümleri bakımından kabul edilemez sayılamayacağı sonucuna varmaktadır. (c) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin sonuçları (i) Giriş 137. Başvurucular, hükmedilen tazminat ile millileştirilen işletmelerin Devir Günündeki gerçek değeri arasında çok büyük bir orantısızlık bulunduğuna ilişkin iddialarını desteklemek üzere, Mahkeme’ye bazı belgelerin kopyalarının sunmuşlardır. Hükümet bu belgeler 715 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR üzerinde genel olarak bir yorumda bulunmamakla birlikte, belgelerin doğruluğunu kabul ettiği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini belirtmiştir (bk. yukarıda §39). Mahkeme, esas itibarıyla iddia konusu orantısızlığın, 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin üç genel sebebe yüklenebilir olduğunu kaydetmektedir. Mahkeme bu sebepleri sırasıyla inceleyecektir. (ii) Şirketlerde 1974 ile 1977 tarihleri arasındaki gelişmeler için bir tazminat ödenmemesi 138. Başvurucular, adil bir tazminat alamadıklarını, çünkü 1977 tarihli Yasa gereğince millileştirilen şirketlerdeki hisselerin, Referans Dönemindeki değerlerine göre değer tespit yapıldığını iddia etmişlerdir. Başvurucular bu yasa hükmünün, Devir Gününe kadar şirketlerde meydana gelebilecek gelişmeler için ve özellikle mevcut davaya konu olan işletmede meydana gelen büyüme için bir tazminat ödemekten kaçınma sonucunu doğurduğunu iddia etmişlerdir. Komisyon ise Birleşik Krallık Parlamentosunun, millileştirme sürecinin başlamasından sonraki artışı tazmin edilmesi gerekli olmayan bir artış olarak görmekle, Birinci Protokolün 1. maddesinin sınırları içinde kaldığı görüşündedir. 139. Başvurucuların bu şikâyeti, Mahkeme’nin aşağıdaki tespitlerde bulunmasını gerektirmektedir: (a) Bir millileştirme tedbiri kabul edildiğinde, başvurucuların da hak verdikleri gibi, tazminat hükümlerinin önceden tespit edilmesi asıldır. Bu sadece hukuki belirginliğin bir gereği değildir; fakat ayrıca tazminatın, çok sayıda işletmenin söz konusu olduğu bir yerde, olayın şartlarına veya her bir olayda, takdirini dilediği gibi kullanabilecek olan Hükümetin takdir ve tespitine bırakılması pratik de değildir. Mahkeme, bir dereceye kadar, henüz kurulmamış bir esneklikle yumuşatılmış olsa bile, bütün ülkede ilgili şirketlere uygulanabilir nitelikte genel bir formülün, daha başlangıçta belirlenmesinin gerekli olduğunu kabul etmektedir. (b) Referans Dönemindeki değerleri esas alan bir tazminat, sadece durumları o tarih ile Devir Günü arasında ilerlemiş olan şirketler bakımından değil, ama aynı zamanda durumları gerilemiş olan şirketler bakımından da ödenebilir bir tazminattır. Böylece kamu sektörü, sadece değer artışından doğan getirileri elde etmemiş, fakat değer azalmasının külfetini de çekmiştir. Başvurucuların da işaret ettiği gibi, yasanın çıkarılma sürecinde belirli şirketler, millileştirme programından çıkarılabilirlerdi; aslında borçlarını ödemeyecek durumda bulunan Drypool Group Ltd., bu şekilde programdan çıkarılmıştır (bk. yukarıda §14-15). Ancak bu tekil olay işin sonunda, millileştirilmiş şirketler bakımından kamu sektörü için bir tehlike bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir; aslında, mevcut davayla ilgili olmayan millileştirilmiş başka bazı şirketlerin değerinin, 1974 ile 1977 arasında düştüğü görülmektedir. (c) Söz konusu dönemde, başvurucuların şirketlerinin değerlerinde artış meydana gelmiş olması, kısmen kendilerinin göstermiş oldukları çabalara ve özellikle hissedarlarına karşı olan yasal yükümlülüklerini yerine getirmiş olmalarına bağlanabilir. Ancak kısmen de, millileştirmenin gerçekleşiyor olması ve Hükümetin bu şirketlerin yaşamlarını sürdürmeleri için mali yardımda bulunması gibi, başvurucuların kontrolü dışındaki çok çeşitli faktörlere de bağlanabileceği göz ardı edilemez. (d) Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı şeklindeki değer tespit yöntemi gereğince, şirketlerin durumlarında gelecekte meydana gelecek gelişmeler, Referans Döneminde basiretli bir yatırımcı tarafından öngörülebildiği ölçüde, “ilgili faktörler”den biri olarak dikkate alınmıştır (bk. yukarıda §97). 716 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 140. Başvurucular Mahkeme önündeki duruşmada, tazminat miktarının adil olmasını sağlama görevinin, devam eden bir görev olduğunu vurgulamışlardır. Başvuruculara göre, başlangıçta seçildiği zaman adil bulunan bir tazminat formülü, burada olduğu gibi, daha sonraki gelişmelerin bir sonucu olarak adil olmaktan çıkınca, değiştirilmelidir. 141. Mahkeme, Referans Dönemi ile Devir Günü arasındaki uzun aralığın, mevcut davada başvurucular tarafından yapılan eleştirilerle tamamen aynı eleştirilerin yapıldığı ve her noktanın tartışıldığı (bk. yukarıda §13 ve 16) tam olarak işleyen demokratik parlamenter sürecin bir sonucu olduğunu gözlemlemektedir. Özellikle, araya giren gelişmelerin dikkate alınması için yasal tazminat formülünü değiştirme olasılığı, bütünüyle tartışılmış ve reddedilmiştir. 142. Mahkeme’ye göre, geçmişteki bu olayların kendileri belirleyici olmamakla birlikte, zamanında yapılan tartışmalarda, önerilen sistemin değiştirilmesi halinde aşağıdaki güçlüklerin meydana gelebileceğine dikkat çekilmiştir: (a) Yapılabilecek herhangi bir değişiklik, başlangıçta tercih edilen tazminat formülüyle oluşturulan hukuki kesinliği zayıflatacaktır. (b) Açıklanan tazminat hükümleri, hisse alış verişinin meydana gelmesine dayanan belirli bir beklenti yaratmıştır. (c) 1974 ile 1977 yılları arasında Financial Times Genel Sanayi Hisse İndeksi düzensiz olarak değişmiştir; bu İndeks, o sıralarda ve özellikle Referans Döneminin sonu ile tazminat hükümlerinin ilk kez açıklandığı Mart 1975 arasında, Referans Döneminin sonunda ulaşılan sayıların altında kalmıştır (bk. yukarıda §93). O halde farklı bir tarihin veya dönemin seçilmesi, eski hak sahiplerinin dezavantajına olabilecektir; aslında başlangıçta seçilen referans döneminde kalınması, hak sahiplerinin borsa fiyatlarındaki düşüşün doğuracağı olumsuz etkiye karşı korunmalarını sağlamıştır. (d) Mahkeme daha önce, Birleşik Krallık Hükümetinin başvurucuların hisselerinin değer tespitinin çarpıtılmadan kurtulmasını sağlamak amacıyla, millileştirmenin açıklanmasına ön gelen bir değer tespit referans dönemi seçmekle, gayri makul hareket etmediğini gözlemlemişti (bk. yukarıda §132). Çarpıtma tehlikesi, hisseler kamunun eline geçinceye kadar varlığını sürdürdüğünden, başlangıçtaki tazminat hükümlerini değiştirerek daha ileriki bir referans döneminin tercih edilmesi, bu etkilerin gerçekleşmesine imkân verecekti. 143. Mahkeme davanın bu yönü bakımından sonuca varırken, millileştirmenin Devlete geniş bir takdir alanı bırakılması zorunlu ekonomik nitelikte genel bir tedbir olduğu (bk. yukarıda §122) ve ortak bir tazminat formülü düzenleyen bir yasanın benimsenmesini gerektirdiği (bk. yukarıda §139) konusundaki görüşlere özel bir önem vermektedir. Ayrıca 1977 tarihli Yasayla kurulmuş olan sistem, kural olarak, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından kabul edilemez görülmemiştir (bk. yukarıda §136). Bu faktörler ve ayrıca bir bütün olarak yukarıda 139 ve 141-142. paragraflarda belirtilen görüşler nedeniyle Mahkeme, takdir alanını kullanırken makul sınırlar içinde kalan Birleşik Krallığın, ilgili şirketlerde daha sonra meydana gelebilecek gelişmeler için tazminat verilmesi konusunda bir madde kabul etmeme kararının, yeterince sağlam gerekçeleri bulunduğu görüşündedir. (iii) Enflasyon için tazminat bulunmaması 144. Başvurucular, 1977 tarihli Yasanın, tazminatı Referans Dönemindeki hisse değerleriyle sabitlediğini ve bu tazminatın bir kaç yıl geçinceye kadar ödenmediğini belirtmişlerdir. Başvurucuların iddiasına göre, bu olaylara birbirleriyle bağlantılı olarak bakılınca, adil bir tazminat alamadıkları görülmektedir; çünkü yüksek enflasyonunun bulunduğu bir dönem olan 1974 ile tazminatı ödeme tarihi arasında paranın değerindeki düşüş (bk. yukarıda §92) dikkate alınmamıştır. 717 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 145. Bu şikâyete temel teşkil eden olaylar bakımından Mahkeme, tazminatın Devir Gününden itibaren, İngiltere Bankasının asgari kredi faiz oranının ortalamasına yakın bir oranda faiz içerdiğini (bk. yukarıda §21/a ve 94), böylece bu tarihten ödeme tarihine kadar bir dönem için, enflasyona karşı bir koruma sağladığını gözlemlemektedir. Ayrıca bütün başvurucular, Devir Gününden sonra tazminatın bir kısmını almışlar ve tazminat miktarının kesinleşmesini beklemek zorunda kalmamışlardır (bk. yukarıda §45, 53, 64, 69, 75, 82 ve 91). Yine başvurucular, Referans Dönemi ile Devir Günü arasındaki dönem bakımından da yatırımlarının gelirinden yoksun bırakılmamışlardır; çünkü bu dönem bakımından da sahip oldukları hisselerin temettü hakları devam etmiştir. 1977 tarihli Yasada yer alan koruyucu hükümlerin bu konuda kısıtlamalar getirdiği doğrudur; fakat geniş anlamda bu hükümler, bu tür temettülerin miktarını Referans Döneminden hemen önceki dönemde ödenen miktarla sınırlamaktan öteye gitmemiştir (bk. yukarıda §23). Dahası, Sanayi Bakanının izniyle daha yüksek bir oran ödenebilmiştir. 146. Mahkeme’ye verilen bilgilere göre hisse fiyatları, Referans Dönemi ile Devir Günü arasındaki dönemde, Perakende Satış Fiyat İndeksi ile aynı ölçüde artmamıştır(bk. yukarıda §92-93). Bu durumda tazminatın bu İndekse göre ayarlanması, başvuruculara, diğer yatırımcıların hisseleri için mevcut olmayan bir avantaj sağlayacaktır. Komisyona göre tazminat, hisse fiyatlarının genel düzeyi ile ilişkilendirilmiş olsaydı, arzu edilebilecek olanın en fazlası gerçekleştirilmiş olurdu. Financial Times Genel Sanayi Hisse İndeksine göre, Referans Dönemi ile daha sonraki Devir Günü arasında hisselerin değeri arasında, genel olarak belirli bir artış olduğu doğrudur (bk. yukarıda §93). Ne var ki bu tür konular hakkında sonradan ortaya çıkan bilgilerle önceden yargıda bulunulamaz; 1977 tarihli Yasa, millileştirilen hisselerin değerini Referans Dönemindeki sayılarla dondurmak suretiyle, hisse fiyat indeksinde sadece meydana gelebilecek bir artış bir kenara bırakmakla kalmamış, fakat aynı zamanda başvurucuları, aynı indekste daha sonra oluşabilecek iniş çıkışların olumsuz sonuçlarına karşı da korumuştur. 147. Bu nedenle Mahkeme, var olan bu şartlarda Birleşik Krallığın, enflasyon için tazminat ödenmesi ihtimalini hesaba katmayan hükümleri benimseme kararını, kendisinin takdir alanına giren bir kararı olarak görmektedir. (iv) Büyük veya kontrol edici hisselerin özel değerini temsil eden bir unsur bulunmaması 148. Başvurucular sahip oldukları hisselerinin, 1977 tarihli Yasa gereğince Borsadaki hipotetik fiyat yöntemiyle değer tespiti yapıldığından ve Borsadaki bu fiyatların, hisselerin sadece küçük bir bölümü için ödenebilecek olan fiyata karşılık geldiğinden söz etmişlerdir (bk. yukarıda §98). Başvurucuların iddiasına göre bu faktörler birlikte ele alındığında, kendilerinin adil bir tazminat almadığı anlamına gelmektedir; çünkü kendilerine ödenen miktarlar, söz konusu şirketlerde sahip oldukları büyük ve çoğu kez kontrol edici hisselere bağlanan özel değeri yansıtan bir unsur içermemiştir. 149. Hükümetin haklı olarak işaret ettiği gibi, bir millileştirme işlemi, müzayedeli satışa benzetilemez; millileştiren Devlet, bunu teşvikle değil, fakat zorlamayla yapmaktadır. Bu çerçevede, Mahkeme’ye göre başvuruculara ödenen tazminatın, bir müzayedede teklif edilecek fiyatla aynı düzeye getirilmesine gerek yoktur. Satmak isteyen ile satın almak isteyen arasında yapılacak özel bir satış anlaşmasında, başvurucuların hisselerine karşı ödenecek fiyatın, kendilerinin sahip oldukları hisselerin büyüklüğüne bağlanabilecek özel değeri yansıtan bir unsur içerebilirdi. Ancak tazminatı 718 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar bu esasa göre hesaplamak, bu kadar büyük miktardaki hisselere bir alıcının bulunabileceği varsaymak demektir ki, bu varsayım bu özel sanayiler için en azından kuşkuludur. Son olarak Mahkeme, Birleşik Krallığın, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından eski mal sahiplerine, millileştirilen işletmelerdeki hisselerinin sınıfına veya büyüklüğüne göre farklı muamele etme yükümlülüğü altında olduğunu düşünmemektedir; Birleşik Krallık, bütün mal sahiplerine aynı şekilde muamele edildiği takdirde tazminatın daha adilane dağıtılacağı görüşüyle hareket ederken, gayri makul davranmamıştır. 150. Bu koşullarda Mahkeme’ye göre, başvurucuların büyük veya kontrol edici miktardaki hisselerinin özel değerini yansıtan bir unsurun tazminata katılmamasını benimseyen bir karar, Birleşik Krallığın takdir yetkisini kullanırken makul olarak verebileceği bir karardır. (v) 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin etkileriyle ilgili sonuçlar 151. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında Mahkeme, bütün başvurucular için ortak olan konular bakımından 1977 tarihli Yasayla kurulan sistemin yarattığı etkilerin, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olmadığı sonucuna varmaktadır. Mahkeme bu sonuca ulaşırken, tazminat ödeme yönteminin bazı yönlerinin, eski mal sahiplerinin avantajına olduğunu da görmüştür. Devir Gününden itibaren tazminata tahakkuk eden makul orandaki faizler ve ilk ödemeler, mümkün olan en kısa süre içinde yapılmış ve kesin miktar belirlenince geri kalan miktarlar da hemen ödenmiştir (bk. yukarıda §20-21 ve 45, 53, 64, 69, 75, 82 ve 91). 2. Bazı başvuruculara özgü meseleler 152. Bazı başvurucular, yukarıda ele alınan ortak meselelerin yanında, kendi başvurularına özgü bazı faktörler nedeniyle, kendilerine verilen tazminatın, Birinci Protokolün 1. maddesinin gereklerini yerine getirmediğini iddia etmişlerdir. Hükümet tarafından karşı çıkılan ve Komisyon tarafından da reddedilen başvurucuların şikâyetleri sırasıyla incelenecektir. (a) Ödenen tazminat ile Referans Dönemi değerleri arasındaki fark (Kincaid ve Yarrow Gemi İnşaat Şirketi olayları) 153. Başvurucu Sir William Lithgow ve Yarrow PLC alternatif bir savunma olarak, aldıkları tazminatın Kincaid ve Yarrow Gemi İnşaat Şirketinde var olan hisselerinin Referans Dönemindeki değerlerine karşılık gelmediğini ileri sürmüşlerdir. 154. Mahkeme’ye göre bu şikayetle, esas itibarıyla 1977 tarihli Yasanın yanlış uygulandığı ileri sürülmektedir. Ancak, müzakerelerin sonunda Sanayi Bakanlığı tarafından önerilen tazminat miktarlarının, hissedarların Borsa Temsilcileri tarafından, yasal formülün sınırları içinde kabuledilebilir bir değer tespiti olduğu görüşüne katıldıkları kaydedilmelidir. Ayrıca, eski sahiplerin bu yasal formüle göre teklif edilenden daha fazla miktara hak sahibi oldukları iddiası, her iki olayda da, Temsilcileri tarafından Tahkim Kurulu önüne getirilebilirdi. Tabi ki, tartışmalı olmakla birlikte böyle bir yol, Sir William Lithgow’un kendisi için açık olmayabilirdi (bk. yukarıda §30). Ancak Kincaid’ın diğer hissedarları bu konuda bir itirazda bulunmamışlar (bk. yukarıda §44) ve Lithgow aşağıda 193-197. paragraflarda gösterilen haklı gerekçelerle, 1977 tarihli Yasayla kurulmuş olan kolektif sisteme tabi olmuştur. 155. Bu koşullarda Mahkeme, yapılan anlaşmalarının sonuçlarının, yasal formülün sınırları içinde, makul değer tespitleri olduğundan kuşkulanmak için hiçbir sebep görmemektedir. Bu nedenle Mahkeme bu şikâyeti reddetmektedir. 719 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR (b) Değer artış kazanç vergisinin etkisi (Kincaid olayı) 156. Sir William Lithgow, tazminat olarak aldığı Hazine Tahvilleri, alındığı zaman vergiye tabi olmamakla birlikte, satılmaları veya paraya çevrilmeleri halinde değer artış kazanç vergisine tabi olmalarından şikâyetçi olmuştur (bk. yukarıda §21/b ve 45). Lithgow’un görüşüne göre bu tazminat, eşdeğerde bir malvarlığı edinmesine imkân vermediğinden, “etkili” bir tazminat değildir. 157. Bu şikâyet Mahkeme’ye, sağlam temellere sahip bir şikâyet olarak görünmemektedir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi başvurucu, Kincaid’deki hisselerini 1977’den önce satmış olsaydı, potansiyel olarak bu tür vergilere tabi olacaktı. Hisseleri karşılığında aldığı Tazminat Tahvillerini daha önce satma veya paraya çevirme halinde aynı şeyin geçerli olması, gayri makul görülemez. (c) Değer tespit için kazanç yönteminin kullanılması (Kincaid olayı) 158. Sir William Lithgow, Kincaid’deki olağan hisseleri için kendisine ödenen tazminatın, varlığa değil de kazanca dayanılarak ve gelecekteki kazanca değil de geçmişteki kazanca dayanılarak takdir edilmiş olmasından şikâyetçi olmuştur. Lithgow’un dediğine göre bu durum kendisini, diğer faktörlere atfedilebilecek değerden yoksun bırakmıştır. 159. Mahkeme kazanca dayanan yöntemin kullanılmasının, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından uygunsuz görülebileceğini düşünmemektedir. Bu, özellikle borsa bağlamında Kincaid gibi karlı şirketlerin değer tespiti yapılırken genellikle kullanılan bir yoldur. Dahası, Kincaid’in ne gelecekteki kazançları ne de varlıkları gözden uzak tutulmuştur; Messrs. Whinney Murray ve Co., değer tespit önerisini hazırlarken şirketin gelecekteki kazançlarını da dikkate almış (bk. yukarıda §43); bu değer tespitini, varlık-destek kriteri karşısında incelemiştir. Her şeyden öte Mahkeme, 1977 tarihli Yasanın listelenmemiş hisselerin “taban değeri”nin, “ilgili bütün faktörler” dikkate alınarak hesaplanmasını öngördüğünü (bk. yukarıda §19) not etmektedir. Yasa, bu amaç için izlenecek belirli özel bir yol göstermemiş, bunu müzakerelere, anlaşma olmaması halinde de Tahkim Kurulunun vereceği karara bırakmıştır. O halde, Sir William Lithgow’un kendisine bu yol açık olsa da olmasa da (bk. yukarıda §154), Kincaid Hissedarlarının Temsilcisi, tazminat müzakereleri sırasında şirketin varlıklarına veya gelecekteki kazançlarına daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği ileri sürebilirdi ve bundan tatmin olmaması halinde işi tahkime götürebilirdi. Ne var ki Hissedarların Temsilcisi hissedarlara danıştıktan sonra böyle yapmamış ve Hükümetin teklifini kabul etmiştir (bk. yukarıda §44). 160. O halde bu şikayet reddedilmelidir. (d) Değer tespit için ana-şirket-bağlantısı yönteminin kullanılması (Yarrow Gemi İnşaat Şirketi olayı) 161. Yarrow, kendisinin bir yan kuruluşu olan Yarrow Gemi İnşaat Şirketindeki hisseleri için ödenen tazminatın sadece, kendisinin (Yarrow’un) Referans Dönemindeki hisselerinin borsadaki fiyatına bakılarak takdir edilmiş olmasından şikâyetçi olmuştur. Yarrow, yan kuruluşun ana şirket tarafından temettü ödemelerine Savunma Bakanlığı kredi hükümleri tarafından konulmuş olup Referans Döneminde de yürürlükte olan kısıtlamalar bulunduğundan söz etmiştir. Yarrow’a göre bu kısıtlamalar sonucunda, kendisinin hissedarlarına temettü ödemek için gelirden yoksun bırakılmış ve böylece hisselerinin fiyatı bastırılmıştır. O halde, bu fiyat üzerinden Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin yapılan değer tespiti, karlılığını ve gelecekteki kazancını yansıtmamış olup, bu etmenler o sırada borsa tarafından bilinmemektedir. Bu değer tespit yönteminin sonucunda ödenen tazminat, 720 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar temettü kısıtlamaları nedeniyle Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin elde tutmak zorunda kaldığı toplam 9.400.000 Sterlin karı için ek bir ödeme içermemiştir (bk. yukarıda §71/a). 162. Mahkeme, mevcut olayda şikâyet konusu yöntemin kullanılmış olmasının Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından kabul edilemez olduğunu düşünmemektedir. Komisyon’un haklı olarak belirttiği gibi, Yarrow Gemi İnşaat Şirketi gibi ana şirketlerin toplam faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan yan kuruluşların değer tespiti yapılırken, yan kuruluşların fiyatının dikkate alınması makuldür. Ayrıca, 1977 tarihli Yasanın borsadaki listeye girmeyen hisselerin “taban değer”ne ulaşılması için özel bir yol öngörmemiştir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi, ana şirketin hisselerinin borsadaki fiyatı, dikkate alınması gereken “ilgili faktörler”den sadece biridir (bk. yukarıda §19). Buna göre Yarrow Gemi İnşaat Şirketi Hissedarlarının Temsilcisi müzakereler sırasında bu faktöre çok fazla, yan kuruluşun gelirlerine, kazançlarına ve elde bulundurduğu karına çok az ağırlık verildiğini savunabilirdi. Gerçekten de Mahkeme, millileştirilen şirketlerin değer tespiti üzerinde Savunma Bakanlığının kredi hükümlerinin etkisinin “ilgili bütün faktörler” terimi içine gireceği Parlamento görüşmeleri sırasında Hükümet namına belirtildiğini kaydetmektedir. Yine Hissedarların Temsilcisi müzakereler sırasında bu nokta üzerinde tatmin olmamış idiyse, meseleyi tahkim kurulu önüne getirebilirdi. Ancak, Hükümetin teklifini kabul eden Yarrow’a danıştıktan sonra, bu yola gitmemiştir (bk. yukarıda §74). Son olarak, bu değer tespit yönteminin etkileri konusunda Mahkeme, Yarrow hisselerinin borsadaki fiyatına ek olarak, yan kuruluşun gelirleri, gelecekteki kazançları ve elindeki kar için de Hükümetin bir miktar ödeme yapmış olması gerektiğini görmektedir; çünkü toplam olarak ödenen 6.000.000 Sterlin, Referans Döneminde toplam değeri 4.800.000 Sterlin olan Yarrow’un toplam sermayesini aşmaktadır (bk. yukarıda §71/c ve 74). Mahkeme’ye göre, Yarrow Gemi İnşaat Şirketinin hem Savunma Bakanlığının kredi vermesi biçiminde ve hem de gemi yapım teşvikleri biçimde Hükümetin mali yardımına bağımlı olması (bk. yukarıda §71/a), bu başlıklar için tam bir tazminat ödenmiş olamamasını haklı kılmaktadır. 163. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyeti kabul edememektedir. (e) Koruyucu hükümlerin işleyişi (BAC olayı) 164. İngiliz Electric ve Vickers Şirketi, 1977 tarihli Yasanın koruyucu hükümlerine göre, kanun gereği ödenmiş toplam 19.700.000 Sterlin temettünün BAC’taki hisselerinin “taban değeri”inden indirilmiş (bk. yukarıda §22-24 ve 61-62) olması nedeniyle şikâyetçi olmuştur. Bu başvurucuya göre, söz konusu indirim haksız olup, özellikle 1973-1976 tarihleri arasındaki hisse gelirlerinden yoksun bırakmıştır. 165. Mahkeme, söz konusu temettülerin 28 Şubat 1974 tarihinden sonra alınan kararlar gereğince, yani koruyucu hükümlerin yürürlüğe girdiği tarihten sonra ödendiğini kaydetmektedir. Temettüler Sanayi Bakanlığı tarafından onaylanmış olsaydı, indirim yapılmayacaktı (bk. yukarıda §22). Ne var ki ufak istisnalar dışında, BAC Hissedarlar Temsilcisinin tazminat müzakereleri sırasında meseleyi ortaya attığı tarihe kadar (bk. yukarıda §62) bu tür bir onay istenmemiştir. Ayrıca, söz konusu indirimin 1977 tarihli Yasa hükümlerine aykırı olduğu gösteren herhangi bir şey yoktur; çünkü aksi olsaydı, Hissedarlar Temsilcisi meseleyi Tahkim Kurulu önüne getirebilirdi; ama getirmemiştir. Son olarak Mahkeme, koruyucu hükümlerin tamamen gayri makul olmadığını gözlemlemektedir; çünkü millileştirilen işletmelerin varlıklarının, Referans Dönemi ile Devir Günü arasında dağıtılmasını önlemek gerekliydi (bk. yukarıda §22). Ödenen gelir 721 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR açısından bakıldığında da Mahkeme, bu hükümlerin uygulanmasının sonuçlarının Birinci Protokolün 1. madde hükümleri bakımından gayri makul olmadığını düşünmektedir. Bunun geniş anlamda sonucu, Referans Dönemi sonrası temettü miktarlarının, Bakanlığın takdiri yetkisine tabi olarak, hemen önceki dönemde ödenen miktarla sınırlı olmasıdır (bk. yukarıda §23). Bu şekilde temettü düzeylerinde istikrarın sağlanması, millileştirilen bir şirketin servetinde Referans Döneminden sonra bir yükselmenin, kamu sektörünün tıpkı düşüş riskini taşıması gibi, menfaatine olabilecek bir artış kavramıyla tutarlıdır (bk. yukarıda §139/b). 166. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyetin de reddedilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır. (f) tazminatın geç ödendiği ve bu dönemde yeterli ödeme yapılmadığı iddiaları (Vickers Gemi İnşaat Şirketi olayı) 167. Vickers şirketi tazminatın geç ödendiğinden ve bu dönemde yapılan ödemenin yeterli olmadığından şikâyetçi olmuştur, ki bu konuların yeniden yapılan planların uygulanmasını geciktirdiği söylenmiştir. 168. Mahkeme, Parlamento görüşmelerine bakarak (bk. yukarıda §12-16) 1977 tarihli Yasanın tartışmalı bir niteliğe sahip olduğunu kaydeder. Kraliyet Onayı aldığı 17 Mart 1977 tarihine kadar, Yasanın alacağı şekil konusunda bir kesinlik yoktur; o nedenle bu tarihten önce tazminat müzakerelerini başlatmak imkânsızdır. Vicker Gemi İnşaat Şirketinin müzakereleri 26 Eylül 1980 tarihinde sonuçlanmış olup, son ödeme bu tarihten hemen sonra yapılmıştır; bu şikâyet bakımından dikkate alınması gereken süre, Devir Gününden (1 Temmuz 1977) hesaplaşma tarihine kadar, yaklaşık üç yıl dört aydır (bk. yukarıda §76 ve 81-82). Bu olayda resmi müzakereler Haziran 1978’de başlamıştır; ancak Kraliyet Onayından bu tarihe kadar süre, sadece Messrs. Whinney Murray ve Ortaklarının değer tespit raporunun hazırlanması için değil, tek yatırımcı olarak Vickers Gemi İnşaat Şirketinin iştirak payı ile ilgili mali verilerin hesaplanması için geçmiştir (bk. yukarıda §33 ve 79-80). Bunlar karmaşık konulardır. Yine, Eylül 1979 ile Eylül 1980 arasındaki dönem, Vickers Gemi İnşaat Şirket Hissedarları Temsilcisinin Tahkim Kuruluna başvurması nedeniyle geçmiştir (bk. yukarıda §81). Bu koşullarda millileştirilen teminatların hacmi dikkate alındında Mahkeme, on beş ayı müzakerelerle geçen toplam sürenin gayri makul olmadığı sonucuna varmaktadır. 169. Bu dönemde yapılan ödemeler bakımından ise, ödemelerin koşulsuz yapıldığı (bk. yukarıda §20) ve böylece miktar bakımından da zorunlu olarak sınırlı olduğu hatırlatılmalıdır. Dahası Vickers, resmi müzakerelerin başladığı tarih olan Kasım 1978’den yaklaşık beş ay kadar sonra, nihai olarak anlaşılan 14.450.000 Sterlinin yarısından fazlası olan 8.450.000 Sterlin ve daha sonra tahkim süreci henüz devam ederken Mart 1980’de 3.150.000 Sterlin almıştır (bk. yukarıda §82). Her şeyden öte, tazminat toplamı, Devri Gününden (bk. yukarıda §21/a) itibaren faiz içermiş olup, bu durum bu dönemde yapılan ödemelerin tarihleri dikkate alındığında, nihai ödemenin yapılmasındaki gecikmenin etkilerini hafifletici bir unsur olarak görülmelidir. 170. Bu nedenle Mahkeme, bu şikâyetleri de kabul edememektedir. (g) Brooke Marine Şirketi olayındaki Referans Döneminde uygunsuzluklar bulunduğu iddiası 171. Brooke Marine Şirketinin eski sahipleri 1977 tarihli Yasadaki tazminat hükümlerinin özellikle kendileri bakımından uygunsuz olduğunu, çünkü bu şirketteki hisselerinin değerinin Devir Gününde değil ama Referans Döneminde aleyhteki bazı anlaşmalar ve 722 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar ilk kez satılacak hisseleri tahvil imkânı nedeniyle olumsuz etkilendiğini iddia etmişlerdir (bk. yukarıda §89). 172. Mahkeme, bu şikâyetin sürdürülemeyeceği konusunda Komisyon’un görüşüne katılmıştır. İlkin, bir millileştirme tedbirinde bütün ülkede uygulanabilir nitelikte ortak bir formülün kurulması gereği bulunmaktadır (bk. yukarıda §39/a); her bir şirket için en uygun değer tespit tarihinin belirlenmemiş olması, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı görülemez (bk. ayrıntılarda farklılıklarla birlikte, yukarıda geçen James ve Diğerleri, §68). İkinci olarak bu özel şikâyet, esas itibarıyla değer tespitinin Devir Gününde geçerli olması gerektiği iddiasında bulunma anlamına gelmektedir; fakat Mahkeme daha önceki bir dönemin ölçü alınmış olmasının hem kural olarak hem de sonuçları bakımından Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olmadığı sonucuna varmıştır (bk. yukarıda §136 ve 151). (h) Ödenen tazminat ile eldeki nakit miktarı arasındaki fark (Kincaid, Vosper Thornycroft, BAC, Hall Russel ve Brooke Marine) 173. Sir William Lithgow ve Vosper Thornycroft, BAC, Hall Russell ve Brooke Marine’nin eski sahipleri, aldıkları tazminat ile söz konusu şirketlerin Devir Gününde sahip oldukları nakit miktarını karşılaştırmışlardır (bk. yukarıda §41/b, 47/b, 55/b, 66/b ve 84/b). 174. Mahkeme bu faktörün, uygun tazminat standardının karşılanmadığını ortaya koyduğuna ikna olmamıştır. Devir Gününde elde bulunan nakit miktarı belirleyici değildir, çünkü kamu mülkiyetine geçecek olan hisselerin değeri, millileştirme sürecinin başlamasıyla birlikte dondurulmuştur. Her halükarda bir şirketin şu andaki aktif pozisyonu sadece eldeki nakit miktarına göre değil, fakat aynı zamanda borçları ve sözleşmelerden kaynaklanan ödeyecek olduğu miktarlara göre de belirlenir (bk. yukarıda §38). G. Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından varılan sonuç 175. Yukarıda anlatılanlar ışığında Mahkeme mevcut davada, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğinin kanıtlanamadığı sonucunu varmaktadır. Mahkeme, Hükümetin “1977 tarihli Yasayla getirilen tazminat hükümlerinin bazı şirketler bakımından büyük oranda adaletsiz olduğunu” açıklamış olduğu için (bk. yukarıda §17) adil bir tazminat ödendiğini iddia etmenin mümkün olmadığı şeklindeki başvurucuların iddialarını kabul edememektedir. Söz konusu beyan, Hükümetin siyasal bağlamda bir düşüncesini açıklama niteliğinde olup, Mahkeme’nin olayı değerlendirirken belirleyici nitelikte değildir. II. Birinci Protokol ile birlikte alınan 14. maddenin ihlali iddiası A. Giriş 176. Başvurucuların bir kısmı, kendi olaylarına özgü etmenler nedeniyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak ele alınan Sözleşme’nin 14. maddesine aykırı biçimde, ayrımcılık yasağının mağduru olduklarını iddia etmişlerdir. (...) Hükümetin karşı çıktığı bu iddialar, Komisyon tarafında da reddedilmiştir. 177. Mahkeme, çeşitli şikâyetleri sırasıyla ele almadan önce, Sözleşme’nin 14. maddesinin, Sözleşme’nin tanıdığı hakların ve özgürlüklerin kullanılmasında her türlü farklı muameleyi yasaklamadığını (Belçika’da Eğitim Dili Davası, §10) hatırlatır. Bu madde “benzer durumda bulunan” kişileri (tüzel kişiler dâhil), ayrımcı nitelikteki farklı muamelelere karşı korumaktadır. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir farklı muamele, “objektif ve makul haklılığa sahip değilse”, yani “meşru bir amaç” gütmüyorsa veya “kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi” bulunmuyorsa, ayrımcı niteliktedir (bk. diğer birçok karar arasında 28.11.1984 tarihli 723 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Rasmussen, §35 ve 38). Dahası Sözleşmeci Devletler, benzer durumlar arasındaki farklılıkların hukuken de farklı bir muameleyi haklı kılıp kılmadığını ve kılıyorsa hangi ölçüde kıldığını takdir ederken, belirli bir “takdir alanı”ndan yararlanırlar; bu takdir alanının kapsamı, olayın şartlarına, konusuna ve ardalanına göre değişir (aynı karar, parag. 49). B. 1977 tarihli Yasaya göre millileştirilmiş diğer işletme sahipleriyle karşılaştırıldığında ayrımcılık iddiası 1. Değer artış kazanç vergisinin etkisi (Kincaid olayı) 178. Sir William Lithgow, elde ettiği Tazminat Tahvillerini satması halinde değer artış kazanç vergisi ödemekle yükümlü olduğunu, buna karşılık 1977 tarihli Yasa göre millileştirilen şirket niteliğindeki işletmelerin eski sahiplerinin, 1976 tarihli Finansman Yasasının “roll-over relief” hükümlerine göre (bk. yukarıda §21/b ve 45) bu yükümlülüğü erteleme hakkına sahip olduklarını iddia etmiştir. 179. Mahkeme bu iddiayı kabul edememektedir. Komisyon’un da işaret ettiği gibi “rollover relief”, Sir William Lithgow’un sahip olduğu gibi millileştirilen bir işletme hisselerinin sadece yüzde 28’ine sahip olan şirketler için mevcut olamazdı. Bu nedenle başvurucu kendisiyle benzer durumda bulunan eski mal sahiplerinden farklı muamele görmemiştir. 2. Kazançlara dayanan yöntemin değer tespit için kullanılması (Kincaid olayı) 180. Sir William Lithgow, tazminat bakımından kar getirmeyen bazı şirketlerin değer tespiti malvarlıklarına dayanılarak yapıldığı halde, Kincaid’daki olağan hisselerin değer tespitinin kazançlarına dayanılarak yapılmış olmasından şikâyetçi olmuştur (bk. yukarıda §36). Başvurucu, birinci yöntemin kendisinin daha lehine olduğunu ve kar getiren bir şirket olarak Kincaid’a ayrımcılık yapıldığını iddia etmiştir. 181. Mahkeme, 1977 tarihli Yasanın listelenmiş teminatların değer tespiti bakımından özel bir yol öngörmediğini hatırlatır (bk. yukarıda §159). Bu nedenle Yasa, bütün faktörlerin dikkate alınarak, Borsadaki hipotetik piyasa fiyatına dayanılıp, müzakereler veya tahkim yoluyla belirlenmesini öngörmüştür. Bu genel yöntem, listelenmemiş diğer hisseler için olduğu gibi Kincaid’in olağan hisseleri için de uygulanmıştır. Yine, Kincaid hissedarları müzakere sonucu varılan uzlaşmayı kabul etmemişler ise, aynı durmadaki diğer Borsa Temsilcilerine olduğu gibi kendilerinin Temsilcilerine de tahkime başvuru yolu açık tutulmuştur. O halde bu konuda Mahkeme, Sir William Lithgow dâhil, Kincaid olağan hisselerini elinde bulunduranların diğer hisse sahiplerinden farklı bir muameleye tabi tutulmadıklarına dair Komisyon’un görüşüne katılmaktadır. Tabi ki yasal formülün, farklı şirketlere faklı uygulanabilen ve uygulanmış olan bir esneklik unsuru getirdiği doğrudur. Ancak bu unsur, şirketler arasında benzemezliklerin ve özellikle her bir olayda çeşitli faktörlerin göreli öneminin dikkate alınmasına imkân vermiştir. Bu nedenle bir şirket karlı ise onun değer tespiti için kazançlarının daha uygun bir yol olduğu açıktır, fakat karlı değilse şirketin malvarlığı daha uygun bir yoldur. Bu nedenle genel yöntemin uygulanmasındaki farklılıkların objektif ve makul bir haklılaştırmaya sahiptir. 3. Büyüyen ve küçülen şirketlere aynı muamele (Vosper Thornycroft, Hall Russell ve Brooke Marine olayı) 182. Vıspir Thorncroft, Hall Russell ve Brooke Marine’nin eski sahipleri, millileştirilmiş şirketlerden büyüyenlere de küçülenlere de aynı muamele yapılması nedeniyle ayrımcılık mağdurları olduğunu iddia etmişledir. Özellikle Vosper Thornycroft olayının da gösterdiği gibi, Devir Günündeki değerleri veya kazançları bakımından karşılaştırıldığında, büyüyen şirketlere ödenen tazminat küçülenlere göre orantısız bir şekilde azdır. 724 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 183. Mahkeme, 1977 tarihli Yasaya göre millileştirilen şirketlerin değer tespiti için referans dönemi seçilmiş olmasının ve bu dönemden sonraki gelişmeler için ek bir tazminata yer verilmemesinin makul sebeplere dayandığı sonucuna varmıştı (bk. yukarıda §131-135 ve 138-143). Sonuç olarak, Sözleşme’nin 14. maddesi kapsamına girsin veya girmesin, başvurucular tarafından büyüyen ve küçülen şirketlere aynı muamele uygulanmasından kaynaklandığı söylenen farklılığın, objektif ve makul bir haklılığı olduğu söylenebilir. 4. Değer tespit için ana-şirket bağlantısı yönteminin kullanılması (Yarrow Gemiş İnşaat şirketi olayı) 184. Yarrow, ayrımcılıktan ötürü mağduru olduğunu, çünkü bir yan kuruluşu olan Yarrow Gemi İnşaat şirketindeki hisselerinin tazminat için değer tespitinin, kendisinin (Yarrow’un) borsadaki fiyatına bakılarak yapıldığını, oysa hisseleri borsa listesine girmemiş olan diğer millileştirilmiş şirketlerin bu yolla değil, fakat bu şirketlerin özellikle kazançlarına bakılarak değer tespitlerinin yapıldığını (bk. yukarıda §36) iddia etmiştir. Yarrow bu iddiasını desteklemek üzere, ister Referans dönemi isterse Devir Günündeki rakamlar üzerinden hesaplama yapılmış olsun kendisinin aldığı tazminatın, diğer şirketlerin eski sahiplerine ödenen tazminata göre, millileştirilen şirketlerin karları veya varlıklarının küçük bir oranını yansıttığına işaret etmiştir. 185. Mahkeme, yukarıda 181. paragrafın birinci alt paragrafında gösterilen gerekçelerle, Yarrow’un diğer mal sahiplerinden farklı bir muameleye tabi tutulmadığına, çünkü her bir olayda aynı genel yöntemin uygulandığına ve tahkime başvurma imkanının mevcut olduğuna dair Komisyon’un görüşüne katılmaktadır. Mahkeme ayrıca, genel yöntemin uygulanmasında Yarrow ile diğer mal sahipleri arasındaki farklılıkların, objektif ve makul bir haklılığı bulunduğunu düşünmektedir. Borsadaki hipotetik piyasa fiyatı yönteminin uygulanmasında, değer tespiti yapılacak olan bir şirketin hisseleri listelenmiş bir ana şirketi varsa ve bu yan kuruluşun faaliyetleri ana kuruluşun faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturuyorsa, değer tespit bakımından listelenmiş hisselerin fiyatlarının diğer faktörlere göre daha uygun ve daha az yapay bir yol sağladığı açıktır. C. Önceki mevzuata göre millileştirilen işletme sahipleriyle karşılaştırıldığında ayrımcılık yapıldığı iddiası (Vosper Thornycroft ve Brooke Marine olayları) 186. Vosper Thornycroft e Brooke Marine’nın eski sahipleri, kendilerinin ayrımcılık mağduru olduklarını, çünkü 1977 tarihli Yasada düzenlenen tazminat hükümlerinin, Birleşik Krallıktaki eski millileştirme mevzuat hükümlerinden bir kaç yönden farklı olduğunu (bk. yukarıda §99) iddia etmişlerdir. 187. Bu başvurucuların eski mevzuata göre mal ve mülklerinden yoksun bırakılan kişilerle benzer durumda olup olmadıkları sorunundan tamamen uzak olarak, Mahkeme şikayet edilen farklılığın Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir sorun ortaya çıkarmadığını düşünmektedir. Sözleşmeci Devletlerin Parlamentoları kural olarak, yeni yaklaşımlara göre yeni kanunlar çıkarmakta serbesttirler. D. Zorunlu satış mevzuatına göre mal ve mülklerinden yoksun bırakılan kişilerle karşılaştırıldığında ayrımcılık iddiası (Vosper Thornycroft ve Brooke Marine olayları) 188. Vosper Thornycroft ve Brooke Marine’nın eski sahipleri ayrıca, 1977 tarihli Yasaya göre tazminatın mülkiyetin elden alındığı tarihteki değerine bakılarak takdir edilmediği, oysa Birleşik Krallıkta zorunlu satış mevzuatına göre elden alınan mülkiyetin böyle 725 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR takdir edildiğini (bk. yukarıda §101) belirterek, bir kez daha ayrımcılık mağduru olduklarını iddia etmişlerdir. 189. Mahkeme, zorunlu satış mevzuatı ile millileştirme yasası tarafından yerine getirilen işlevlerin farklı olduğunu hatırlatır. Yukarıda 121. paragrafın üçüncü alt paragrafında gösterilen gerekçelerle Mahkeme, bu başvurucular tarafından belirtilen iki durum arasında yeterince benzerlik bulunmadığı için Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından bir sorun doğmadığı şeklindeki Komisyon görüşüne katılmaktadır. E. Sözleşme’nin 14. maddesi bakımından varılan sonuç 190. Yukarıda anlatılanlara göre Mahkeme, mevcut davada Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal edilmediği sonucuna varmaktadır. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME, 1. Beşe karşı on üç oyla, 1977 tarihli Yasanın 1974 ile 1977 tarihleri arasında ilgili şirketlerdeki gelişmeler için bir ek ödemenin yapılmasını sağlayan hükümler içermediği gerekçesiyle Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edilmediğine, 2. Bire karşı on yedi oyla, başvurucular tarafından ileri sürülen diğer herhangi bir sebeple Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edilmediğine; 3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesiyle bağlantılı olarak alınan Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal edilmediğine; (...) KARAR VERMİŞTİR. 09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE ♦ kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp (Türkiye’de enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde taşınmazının kamulaştırılmasından sonra aldığı ek tazminatın ulusal makamlar tarafından geç ödenmesi ve bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zarar) ■ mülkiyet hakkı—tazminat hakkı DAVANIN ESASI Baraj yapımıyla görevli bir devlet kuruluşu olan Devlet Su İşleri Müdürlüğü, Kızılırmak nehri üzerinde Altınkaya hidroelektrik santral barajını yapabilmek için, Eylül - Ekim 1987 tarihlerinde Bayan Akkuş’a ve 1992’de ölen kocasına ait araziyi de kamulaştırmıştır. Sinop ilinin Gökdoğan köyünde bulunan ve pirinç yetiştirmek için kullanılmış olan arazi, şimdi sular altındadır. Baraj yapımı için gerçekleştirilen kamulaştırmalardan üç binden fazla aile, yaklaşık 17 bin kişi etkilenmiştir. Başvurucuya göre, Devlet Su İşleri tarafından Ziraat Fakültesine yaptırılan bir bilimsel çalışma, arazilerin metre kare birim fiyatının 3 bin 200 ile 3 bin 500 TL arasında olduğunu tespit etmiş, ancak 1987 yılında metre karesine 800 - 850 TL ödenmiştir. Devlet Su İşlerinden bir bilirkişi heyeti başvurucuya ait arazinin değerini 122,000 TL olarak takdir etmiştir. Kamulaştırma yapılınca bu miktar başvurucuya ödenmiştir. 726 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Başvurucu kamulaştırma bedelinin artırılması için 12 Ekim 1987’de Durağan Hukuk Mahkemesine dava açmış ve bedel artış miktarı tespit edilirken enflasyon oranının dikkate alınmasını talep etmiştir. Bu mahkeme Haziran 1989’da verdiği kararda başvurucuya 271,039 TL daha ek ödeme yapılmasına ve kamulaştırmanın yapıldığı 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren yüzde 30 basit kanuni faiz uygulanmasına hükmetmiştir. Bu suretle toplam miktar 393,039 TL’yi bulmuştur. Bu mahkeme başvurucuya hukuki giderler için ayrıca 61,123 TL ödenmesine de karar vermiştir. Devlet Su İşleri Müdürlüğü bu kararı Yargıtay’da temyiz etmiştir. Bayan Akkuş da Borçlar Kanununun 105. maddesine (bk. aşağıda, §14) dayanan karşı temyiz dilekçesinde, bedel artış miktarına yasal gecikme faiz oranının değil, enflasyon oranının uygulanmasını istemiştir. Yargıtay 17 Eylül 1990’da, ilk derece mahkemesinin kararını onamıştır. Bedel artış miktarı, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’na başvuru yapıldıktan altı ay sonra ve Yargıtay’ın kararından yaklaşık on yedi ay sonra, Şubat 1992’de ödenmiştir. İç hukuk: 4 Aralık 1984 tarihli 3095 sayılı Yasayla, devlet borçlarında gecikme faiz oranı yıllık yüzde 30 olarak tespit edilmiştir. Olayların geçtiği tarihte ise yıllık enflasyon oranı yüzde 70’tir; devlete olan borçlara ise aylık yüzde 7 (yıllık 84) faiz uygulanmaktadır (bk. Amme Alacaklıların Tahsilatı hakkında 6183 sayılı Kanunun 51. maddesi ve 89/14915 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi). Borçlar Kanununun 105. Maddesi şöyledir: “Alacaklının duçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir. Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hâkim, esasa dair karar verirken bu zararın miktarını dahi tayin edebilir.” Kamulaştırma ile ilgili davalara bakmakla görevli Yargıtay Beşinci Hukuk Dairesi 3 Haziran 1991’de verdiği kararda şöyle demiştir: “Borçların geç ödenmesi nedeniyle alacaklıların uğradıkları zararlara kanuni faiz oranı uygulanır. Alacaklılar icra tedbirlerine başvururken alacaklarının yanında faiz de isteyebilecekleri için, başkaca bir tazminat talep edemezler; buna göre alacaklının yüksek enflasyon oranına dayanan talebinin kabul edilmesi yersizdir. …” 16. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23 Şubat 1994 tarihinde (E:1993/5-600, K:1994/80) şöyle bir karar vermiştir: “3095 sayılı Kanun, ülkede yıllık enflasyon oranının yüzde 30’un çok üstünde olduğu bir dönemde kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Yasama organı bu duruma rağmen gecikme faizini yüzde 30 olarak tespit etmiştir. Bu nedenle bu davada hatalı bir biçimde mevduata uygulanan faiz oranına dayanarak yıllık yüzde 30’u aşan bileşik faiz oranını uygulamak yasaya aykırıdır.” HÜKÜM GEREKÇESİ I. Hükümetin ilk itirazları A. Altı aylık süre kuralına uymama 20. Hükümet Mahkeme’den, Sözleşme’nin 26. maddesindeki altı aylık süre kuralına uymadığı gerekçesiyle Akkuş’un başvurusunu reddetmesini istemiştir. Hükümete göre 727 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR bu süre, Komisyon’un kabul ettiği gibi bedel artışının başvurucuya fiilen ödendiği Mart 1992 tarihinde değil, Durağan Hukuk Mahkemesinin tespit ettiği artışın onanmasına dair Yargıtay’ın kararını verdiği 17 Eylül 1990 tarihinde (bk. yukarıda §10) başlar. Başvurucunun durumu bu kararın verildiği tarihten itibaren etkilenmiştir. 21. Mahkeme bu şikâyetin, sadece tazminat artışının ulusal makamlar tarafından geç ödenmesi ve bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zararla ilgili olduğunu kaydeder. Başvurucu Yargıtay’ın nihai kararından sonra bir süre geçinceye kadar bu konuda bir şikâyette bulunamazdı. Başvurucu tazminatın henüz ödenmediği 26 Ağustos 1991 tarihinde Komisyon’a başvurmakla, Sözleşme’nin 26. maddesinin bu konudaki şartını yerine getirmiştir. Bu nedenle itiraz reddedilmelidir. B. İç hukuk yollarının tüketilmemesi 22. Hükümetin savunmasına göre Bayan Akkuş, Türk mahkemeleri önünde Sözleşme hükümlerini ileri sürmediği ve Borçlar Kanununun 105. maddesindeki hukuk yolunu (bk. yukarıda §14) doğru bir biçimde kullanmadığı için, Sözleşme’nin 26. maddesindeki iç hukuk yollarını tüketmemiştir. 23. Mahkeme, ilgili devletin itirazını Komisyon önünde ve kural olarak başlangıçta kabuledilebilirlik incelemesi yapılırken ileri sürmüş olması halinde, itirazın niteliği ve koşulların izin verdiği ölçüde inceleyebileceğine dair yerleşik içtihadını hatırlatır. Bu nedenle Hükümetin bu itirazı ileri sürme hakkı düşmüştür. II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası 24. Başvurucu, Türkiye’de enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde, taşınmazının kamulaştırılmasından sonra aldığı ek tazminata (bedel artışına) yetersiz bir faiz uygulanmasından ve bu miktarın ödemesinde de gecikildiğinden şikâyetçi olmuştur. Başvurucu Birinci Protokolün 1. maddesine dayanmıştır. (...) Başvurucu kamu makamları tarafından bedel artışının, arazinin kamulaştırmanın yapıldığı veya davanın açıldığı tarihteki değeri üzerinden hesaplanmış olması (bk. yukarıda §6 ve 9) nedeniyle şikâyetçi olmuştur. Başvurucu Yargıtay’ın verdiği kararda, Borçlar Kanununun 105. maddesinin dikkate alınmamış olmasını ve bedel artışı hesabında enflasyon oranı yerine yasal faiz oranının uygulanmış olmasını eleştirmiştir. Başvurucu ek tazminatın kendisine Şubat 1992’de, yani davanın açılmasından dört yıl dört ay sonra ve daha da önemlisi Yargıtay kararından on yedi ay sonra ödendiğini, oysa 1980 yılından önce benzer davalardaki ödemelerin iki ay içinde yapıldığını belirtmiştir. Son olarak başvurucu, Türk hukukunda özel şahıslara borcundan ötürü devlete karşı icra takibi yapılmasına imkân veren hükümlerin bulunmamasından yakınmıştır. 25. Komisyon, başvurucunun kayıpları nedeniyle Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Komisyon, Bayan Akkuş’un 390,000 TL aldığını, oysa ulusal makamlar bedel artışına karar verildiği tarih ile ödemenin yapıldığı tarih arasındaki on yedi aylık dönemde paranın değerindeki düşüşü tam olarak dikkate almış olsalardı, başvurucunun yaklaşık 594,000 TL almış olacağını hesaplamıştır. 26. Hükümet bu görüşlere katılmamıştır. Hükümet, arazinin mülkiyetini edinmeden devletin Bayan Akkuş’a tazminat [kamulaştırma bedeli] olarak 122,000 TL ve ayrıca arazinin değerinin yeniden takdir edildiği dava sonunda yüzde 30 faizle 271,039 TL ek tazminat ödediğini (bk. yukarıda §9) belirtmiştir. Hükümet, kamulaştırılan mülkiyetin değeri ile ödenen bedel arasında makul bir orantının bulunmasına dair Mahkeme’nin içtihatlarına dayanarak, bu miktarların hesaplanmasında enflasyon dikkate alınmamış olsa bile, Birinci Protokolün 1. maddesindeki koşulların yerine getirilmiş olduğunu iddia etmiştir. Hükümete göre, işte özellikle binlerce kişinin yararlanacağı böylesine büyük bir proje 728 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar söz konusu olduğunda, durum böyledir. Devletin tam bir tazminat ödemesini istemek, bu tür projelerin gerçekleştirilmesini engelleyecektir. Ayrıca bu davada başvurucunun “şahsen ve aşırı ölçüde” külfet altına girdiğini söyleyemez; çünkü Borçlar Kanununun 105. maddesiyle sağlanan imkândan yararlanmamaya bizzat kendisi karar vermiştir. Dahası, başvurucunun avukatı bile bir Türk gazetesinde yayınlanan bir yazısında, başvurucunun arazisi dâhil, bazı taşınmazlar hakkında takdir komitesi tarafından biçilen değerin ve mahkemeler tarafından karar verilen kamulaştırma bedellerinin, piyasa değerinin bir hayli üzerinde olduğu kabul edilmiştir. Hükümet sona olarak, kamu hizmetini kurma ve sağlam bir biçimde yürütme politikasının bütünleyici bir parçası olan faiz oranlarını belirleme ve uygulama konusunda Hükümetin takdir yetkisi bulunduğunu belirtmiştir. Devlete karşı olan borçlarda yüksek faiz oranı alınması, kamu hizmetlerinin kesilmemesi için düşünülmüş olup, bu konuda yetkisini kullanan yasama organı tarafından bilinçli olarak karar verilmiş, dolaylı bir vergidir. 27. Başvurucu “sahibi olduğu şeyden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkı” bakımından şikâyette bulunduğundan, Mahkeme genel yararın gerekleri ile kişinin temel haklarının korunması gereği arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığını incelemek zorundadır. Bu noktada, iç hukuka göre ödenecek bedelin şartları ve çerçevesiyle bunların başvurucunun olayında uygulanma tarzının dikkate alınması zorunludur (Lithgow ve Diğerleri - Birleşik Krallık, §120). 28. Mahkeme hemen başlangıçta, hidro-elektrik santralı yapmak için arazisi kamulaştırılan başvurucuya, kamulaştırma yapıldığı zaman bedelin ödenmiş olduğunu (bk. yukarıda §8) kaydeder. Durağan Hukuk Mahkemesi daha sonra başvurucuya kamulaştırma tarihinden geçerli olacak şekilde yıllık yüzde 30 faiz oranıyla birlikte ek tazminat (bedel artışı) ödenmesine karar vermiştir. Mahkeme’nin buradaki görevi, Devlet Su İşleri Müdürlüğünün takdir komitesi tarafından arazinin değeri hakkında yapılan değer takdiri veya ek tazminat (bedel artışı) hakkında karar vermek değildir. Uyuşmazlığın konusu Komisyon’un kabuledilebilirlik kararıyla belirlenmiş olup, bu karar sadece Bayan Akkuş’un kamu makamlarının ödemeleri gereken tazminatı zamanında ödememiş olmaları nedeniyle uğradığını iddia ettiği zararla ilgilidir. 29. Mahkeme bu konuda daha önce, bir tazminatın makul olmayan ölçüde gecikmeyle ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi halinde de tazminatın yeterli olmayacağına karar vermiştir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, 09.12.1994 tarihli Stran Greek Refineries ve Stratis Andreadis – Yunanistan, §82). Kamulaştırma bedelinin normalin üstünde geciktirilmesi, hele bazı ülkelerde paranın değerindeki kayıp dikkate alındığında, taşınmazı kamulaştırılan kişiyi belirsiz bir duruma sokmakta ve mali kayıplarının artmasına yol açmaktadır. Mahkeme bu konuda, Türkiye’de devlete olan borçlar bakımından uygulanan faizin yıllık yüzde 84 olduğunu ve bu oranın da borçluların borçlarını hemen ödemeye teşvik ettiğini, öte yandan Devletten alacaklı olanların ise devletin ödeme yapmaması veya ödemede gecikmesi halinde esaslı bir kayba uğradıklarını kaydeder. 30. Bu olayda ek tazminat (bedel artışı) başvurucuya yüzde otuz faizle birlikte Şubat 1992’de, yani Türkiye’de yıllık enflasyonun yüzde 70 olduğu bir dönemde, Yargıtay kararından on yedi ay sonra ödenmiştir. Sadece kamu makamlarının ödemeyi geciktirmesinden dolayı, Yargıtay tarafından kesin olarak belirlenen tazminatın değeri ile bu tazminatın fiilen ödendiği tarihteki değeri arasındaki fark, Akkuş’un arazisinin kamulaştırılmasından doğan kaybının yanında, ayrı bir zarara uğramasına neden olmuştur. 729 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 31. Kamu makamları tazminatın ödenmesini on yedi ay geciktirmekle, tazminatı yetersiz duruma sokmuşlar ve sonuç olarak mülkiyet hakkının korunması ile genel yararın gerekleri arasındaki dengeyi bozmuşlardır. Bu nedenle Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir. III. Sözleşme’nin 50. Maddesinin uygulanması 32. (...) A. Zararlar 1. Maddi zararlar 33. Bayan Akkuş maddi tazminat olarak 50,000 Amerikan Doları istemiştir. Başvurucuya göre, Yargıtay’ın karar verdiği 17 Eylül 1990 tarihinde eğer yıllık 70 enflasyon oranı dikkate alınmış olsaydı, kendisine 739,163 TL ödenmesi gerekirdi. Başvurucu, kamu makamları Şubat 1992’ye kadar kendisine toplam 758,200 TL ödemekle, aslında ödemeleri gereken miktarın yarısını ödemiş olduklarını iddia etmiştir. 34. Hükümet bu talebin “tamamıyla gayri makul” olduğunu, çünkü bu talebin kamulaştırılan bütün arazinin değerini aştığını, oysa başvurucunun bu arazinin sadece beşte birinin sahibi olduğunu belirtmiştir. Hükümet ayrıca 1988 ile 1992 yılları arasındaki ortalama enflasyonun yıllık yüzde 61 olduğuna işaret etmiştir. 35. Mahkeme, Durağan Hukuk mahkemesi tarafından verilen kararın Yargıtay tarafından 17 Eylül 1990 tarihinde onandığını kaydeder. Hukuk mahkemesi Bayan Akkuş’a 271.039 TL ek tazminatın 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren yıllık yüzde 30 basit faizle birlikte ödenmesine ve yargılama giderleri için de 61.123 TL ödenmesine hükmetmiştir. Yargıtay’ın karar verdiği tarihte veya örneğin üç ay gibi makul bir süre içinde başvurucunun 576.097 TL alması gerekirdi. Ancak ödeme on yedi ay sonra Şubat 1992’de yapıldığı için, Mahkeme’nin hesabına göre kendisi aslında 772.276 TL almıştır. Yukarıda 30 ve 31. Paragraflar vardığı sonuçları dikkate alan Mahkeme, başvurucunun uğradığı zararın, Şubat 1992’de kendisine fiilen ödenen miktar ile, alacaklı olduğu 576.097 TL.’nin en az on dört aylık süre içinde paranın değer kaybı dikkate alınıp yükseltilerek ödenmesi halinde alacak olduğu miktar arasındaki fark olduğunu kabul eder. Bu miktar bölgedeki yıllık yüzde 70 enflasyon oranına göre ödemenin yapıldığı tarihte başvurucuya ödenmesi gereken miktar 1.046.192 TL.’dır. Sonuç olarak başvurucunun toplam kaybı 273 bin 916 TL., yani Bayan Akkuş Dolar üzerinden istediği ve Hükümet de itiraz etmediği için, yaklaşık 48 Amerikan Dolarıdır. 36. Bu şartlarda Mahkeme başvurucuya, ödeme tarihindeki kur üzerinden Türk parasına çevrilecek olan 48 Amerikan Doları ödemesinin uygun olacağını kabul eder. 2. Manevi zararlar 37. Bayan Akkuş, arazinin kamulaştırılması nedeniyle aldığı tazminatın yetersiz olması nedeniyle korunmasız durumda kaldığını ileri sürmüştür. Başvurucu sadece geçimini değil, fakat ayrıca köyündeki anılarını ve güvenliğini de kaybettiğini, damadının yanına sığınmak zorunda kaldığını ve onun desteğine muhtaç durumunda yaşadığını, bunun da Türk aile gelenekleri açısından aşağılayıcı bir durum olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu gördüğü manevi zararın mümkün olduğu kadar tamir edilmesi için 50,000 Amerikan Doları istemiştir. 38. Hükümet ve Komisyon temsilcisi bu konuda görüş bildirmemişlerdir. 730 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 39. Mahkeme başvurucunun kesinlikle manevi bir zarara uğradığını kabul ederek, bu zarar için hakkaniyet ölçüsüne göre 1,000 Dolar takdir etmektedir. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME, 1. Hükümetin ilk itirazlarının reddine; 2. İkiye karşı yedi oyla, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlaline; 3. İkiye karşı yedi oyla, davalı Hükümetin başvurucuya üç ay içinde, ödeme tarihindeki kur üzerinden aşağıdaki miktarları ödemesine: (i) maddi zararlar için 48 (kırk sekiz) Amerikan Doları; (ii) manevi zararlar için 1,000 (bin) Amerikan Doları; (iii) ücretler ve masraflar için, daha önce adli yardım olarak alınan 8,898 (sekiz bin dokuz yüz atmış sekiz) Fransız Frangının düşüleceği 5,000 (beş bin) Amerikan Doları; (b) Amerikan doları cinsinden belirlenen bu miktarlar için, yukarıda belirtilen üç aylık sürenin dolmasından itibaren yıllık yüzde 5 basit faiz uygulanmasına; 4. Oybirliğiyle, geri kalan taleplerin reddine KARAR VERMİŞTİR. 02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA ♦ kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama (sosyal konut yapmak için arazi rezervi oluşturulması amacıyla kamulaştırılan taşınmaz üzerinde beş yıl içinde herhangi bir tesis yapılmadığı için taşınmazın geri verilmesi gerekirken bu sürenin sosyal konut amacıyla kamulaştırılan taşınmazlar bakımından uygunlanmayacağı gerkçesiyle tazminat talebinin reddedilmesi) ■ mülkiyet hakkı—mal sahibinin geri alma hakkı DAVANIN ESASI Başvurucular Saint-Denis’te bulunan bir arazinin sahipleridir. Reunion Valiliği 1 Aralık 1982 tarihinde, bu arazinin, “sosyal konut için arazi rezervi oluşturulması” amacıyla, Valiliğe bağlı Reunion (SEDRE) Emlak Müdürlüğü tarafından kamulaştırılması için kamu yararı kararı vermiştir. 24 Şubat 1983’te 1,966,700 Fransız Frank kamulaştırma bedeli tayin edilmiş ve arazi 6 Temmuz 1983’te kamulaştırılmıştır. Vilayet bu araziyi 27 Ağustos 1984 tarihinde Saint-Denis Belediyesine satmıştır. Bu belediye arazinin bir kısmını, Mayıs 1988’de Reunion Taşınmaz Şirketi (SIDR) adlı bir emlak şirketine takas yoluyla devretmiştir. 1989 yılına kadar, söz konusu arazinin kullanılmadan olduğu gibi bırakılması üzerine, mülk sahibi Reunion Valiliğine, SEDRE’e, Belediyeye ve SIDR’e karşı, Saint-Denis Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. Davacı kamulaştırma kararından bu yana beş yıldan uzun bir süre geçtiği halde, arsanın kamu yararı kararında belirtilen amaca tahsis edilmediğinin tespit edilmesini istemiştir. Davacı ayrıca, Kamulaştırma Kanunun 12(6). fıkrasına dayanarak taşınmazın geri verilmesini ve yararlanma hakkından yoksun bırakıldığı için de tazminat ödenmesini istemiştir. Davacı daha sonra yukarıda adı geçen SEDR, Belediye ve SIDR yönünden davasından feragat etmiş, ayrıca mülkün geri verilmesi talebinden de vazgeçmiş; o tarihte Belediyeye 731 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR satılmış ve bir kısmı SIDR’a devredilmiş olduğu için kamulaştırmayı yapan Valiliğin malvarlığı içinde yer almayan taşınmazın bugünkü değerinden kamulaştırma bedeli düşülerek Valilik tarafından kendisine tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini istemiştir. Asliye Hukuk Mahkemesi 19 Mayıs 1992 tarihinde, Vilayetin “Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasına uymamış olduğu” sonucuna varmıştır. Bu mahkeme, kamulaştırılan taşınmazın kamulaştırma yapan kurumun malvarlığından çıkmış olması durumunda, geri alma hakkının tazminat hakkına dönüşeceğini, bu nedenle davacının talebinin kural olarak temeli bulunduğunu belirtmiş ve bir bilirkişi incelemesi yaptırılarak başvurucuya ödenmesi gereken tazminat tutarının belirlenmesine karar vermiştir. Bu kararın gerekçesinde aşağıdaki husus yer almaktadır: “(...) 1 Aralık 1982 tarihli kamu yararı kararı, kamulaştırılan arazinin “sosyal konut amaçlı arazi rezervi” haline getirilmesini sağlamıştır. 6 Temmuz 1983 tarihli kamulaştırma kararını izleyen beş yıl boyunca, söz konusu arazide bu türde herhangi bir yerleşim oluşturulmadığı (...) ve parsel üzerinde işin başlatılması olarak nitelendirilebilecek bir çalışmanın yapılmadığı sabittir. Valiliğin bu beş yıllık süre içinde araziyi belediyeye satmış olması ve belediyenin de arsanın bir kısmını, kuruluş amacı sosyal konut projeleri gerçekleştirmek olan SIDR ile takas etmiş olması, söz konusu yerlerde görünür herhangi bir çalışma olmadığından, bu amaca yönelik çalışmalara başlanmış olduğu şeklinde yorumlanamaz.” Valilik bu karar karşı üst başvuruda bulunmuştur. Saint-Denis Üst Mahkemesi 9 Ağustos 1996’te, Asliye Mahkemesinin kararını bozmuştur. Üst Mahkeme kararı bozarken, özellikle aşağıdaki hususları vurgulamıştır: “(...) kamulaştırma yoluyla oluşturulan arazi rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini söyleyen herhangi bir yasa hükmü veya idari bir düzenleme yoktur; (...) arazi rezervi oluşturulmasının amacı, orta ve uzun vadeli imar çalışmaları ihtiyacını karşılamaktır; bu tür bir ihtiyacın karşılanması, işin doğası gereği, başka kamulaştırma durumları için öngörülmüş olan 5 yıllık süre içine sıkıştırılamaz.” (...) mevcut olayda, en başta öngörülmüş olan imar işleminin gerçekleştirilmeyeceğini düşündürecek hiçbir şey yoktur.” Davacılar tarafından yapılan temyiz, 30 Eylül 1998 tarihinde Temyiz Mahkemesi tarafından Birinci Protokolün 1. maddesine dayanılarak reddedilmiştir. Bu kararda aşağıdaki hususlar belirtilmektedir: “(...) Üst Mahkeme yakın bir tarihte, Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün 1. maddesini ihlal etmeksizin, kamulaştırma yoluyla oluşturulan arazi rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini söyleyen herhangi bir yasa hükmü veya düzenleme bulunmadığı şekilde bir karar vermiştir. (...) (...) kamu yararı kararında kamulaştırılan arazinin ileride sosyal konut yapılması amacıyla arazi rezervleri oluşturulmasına tahsis edileceği öngörülmüş ve Reunion Valiliği haklı olarak, kamulaştırılan araziyi Saint-Denis Belediyesine sattığı ve bu belediyenin de arsaları kurum olarak amacı bu türden konutlar yapmak olan SIDR’a devrettiği tespit edilmiş olmakla, üst Mahkemesi bu durumda en başta öngörülen imar işleminin gerçekleştirilmeyeceğini düşündürecek herhangi bir şey olmadığı sonucuna varmış, (...) bu konuda verilen kararı hukuka uygun bulmuştur.” 732 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar HÜKÜM GEREKÇESİ I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası 16. Başvurucular, Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olarak mülkiyet haklarına orantısız bir müdahalede bulunulduğundan şikâyetçi olmuşlardır. (...) Başvurucular kamulaştırılan mülkte, 1982 Aralık verilen kamu yararı kararında gösterilen amacın gerçekleştirilmediğini iddia etmişlerdir. Başvurucular şu ana kadar öngörülen imar planının yapılmadığını ve “Reunion Valiliğinin ile Reunion Emlak Müdürlüğünün çalışmaları dikkate alındığında” böyle bir planın da yapılmayacağının anlaşıldığını vurgulamışlardır. Başvurucular bu noktada, kamulaştırmayı yapan makam olan Valiliğin 1984 yılında taşınmazı Saint-Denis belediyesine sattığını, satış sözleşmesinde de taşınmazın belli bir amaçla kullanılması yönünde bir taahhüt veya yükümlülüğün bulunmadığını kaydetmişlerdir. Nitekim belediye, Üst mahkemeye verdiği savunmalarda, “mülkiyet devrinin belediyeye herhangi bir yükümlülük yüklemeden usulüne uygun bir şekilde yapıldığını” belirtmiştir. Diğer yandan, mülkü 1988 yılında devralan SIDR da, “takas işleminin (...) SIDR’a inşaat yapma veya başka bir yükümlülüğü yerine getirme yüklemediğini” aynı mahkemede savunmuştur. Bunun dışında, Hükümetin söylediğinin aksine SIDR’ın kuruluş amacı sosyal konut yapmak değil, ama satış amaçlı konut yapmaktır. Başvurucular bu iddialarını kanıtlamak üzere bir takım reklam ilanları göstermişlerdir. Bu ilanlarda söz konusu kuruluşun metrekaresi yaklaşık 9600 ile 13110 Fransız Frangı olmak üzere, iki konut projesinin pazarlamasını yaptığı anlaşılmaktadır. 17. Hükümet, tartışma konusu kamulaştırmanın “sosyal konut yapmak üzere arazi rezervi oluşturulması amacıyla” gerçekleştirildiğini vurgulamıştır. Hükümet bu arazi üzerinde bir çalışma yapılmadığını inkâr etmemekte, fakat Temyiz Mahkemesinin bu olayda, Kamulaştırma Kanununun 12(6) fıkrasının kamulaştırma yoluyla oluşturulmuş arazi rezervleri için uygulanmayacağı yönündeki içtihadını doğruladığını ve Bu nedenle bu fıkrada kamu yararına tahsis için geçen 5 yıllık sürenin bu kamulaştırmalar için gerekli olmadığını teyit ettiğini savunmaktadır. Hükümet ayrıca, söz konusu arazinin hukuka uygun bir şekilde SIDR’a devredildiğini, SIDR’ın kurum olarak ‘başlıca’ amacının sosyal konut yapmak olduğunu, bu amacın da kamulaştırma amacına karşılık geldiğini söylemiştir. Hükümet, karma sermayeli bir kuruluş olan SIDR’ın Fransa’nın denizaşırı bölgelerinde sosyal konut yapan başlıca kuruluşu olduğunu; bu kuruluşun konutlarının kiracılarının yüzde 83’ünü, sosyal konuttan yararlanmak için vergiye tabi tavan geliri yüzde 40’ın altında bulunan kişilerin oluşturduğunu belirtmiştir. Her ne kadar SIDR aynı zamanda belediyelerin talebi üzerine, başvurucuların belirttiği türden tanıtım gibi faaliyetlerinde bulunuyor ise de, bu faaliyet, SIDR’ın her yıl ürettiği 600-700 konut arasından sadece 50 konut için yürüttüğü istisnai bir faaliyettir. Ayrıca SIDR tarafından uygulanan satış fiyatı, emlak piyasasındaki en düşük fiyatlar arasında olup, alıcıları genellikle bir ara devlet tarafından “vergiden muaf kılma” yoluyla kiralık konutlarda arzı geliştirmek amacıyla uygulamaya koyulmuş tedbirlerden yararlanmak isteyen ailelerden oluşmaktadır. Kısacası, söz konusu arazinin, kamulaştırma anında öngörülen amaca tahsis edilmediği iddia edilemez. Hükümet ayrıca, böyle olmadığı varsayılsa bile, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edilmediğini ileri sürmüştür. Birincisi, uyuşmazlık konusu mülkiyetten yoksun bırakma, iç hukuk bakımından yasaya uygundur. İkincisi, kamulaştırmanın amacı, “sosyal konut için” arazi rezervi oluşturmak olup, bu işlem Protokolün 1. maddesi anlamında “kamu yararına” amacına dayandırılmıştır. Ulusal mahkemenin, arazi rezervi oluşturmak için kamulaştırma yapıldığında Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasının uygulanmayacağını belirtmesi, kamu makamının açıklanmış olan kamu yararı amacını gerçekleştirme yükümlüğünden kurtulmuş olduğu anlamına gelmemekte, sadece bu amacın fiilen gerçekleştirilmesinin bu fıkrada öngörülen 5 yıllık süre ile sınırlanamayacağı anlamına 733 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR gelmektedir. Bu durum, arazi rezerv etme amacına karşılık gelmektedir; çünkü arazi rezerv etme amacı, önceden tedbir almak suretiyle orta ve uzun vadede imar politikalarının gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Bu noktada Hükümet, arazi rezerv tekniğinin İsveç, Hollanda ve Almanya gibi birçok Kuzey Avrupa ülkesinde geniş çapta uygulanmakta olduğunu vurgulamaktadır. Üçüncü olarak Bayan Motais de Narbone’a 1.966.700 Fransız Frangı tutarında bir tazminat ödenmiştir. Bu tutar, mülkün değeri karşısında makuldür. Dördüncü olarak, her ne kadar öngörülen kentleşme projesi halen gerçekleştirilememiş ise de, bunun nedeni kanalizasyon şebekesinin henüz kurulmamış olmasıdır; bunun yapılması da SIDR’ın değil, yerel yönetimlerin görevidir. Kentleşme projesinin gelecekte gerçekleştirilmeyeceğini gösteren herhangi bir şey yoktur. Kısacası, Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmemiştir. 18. Mahkeme, söz konusu kamulaştırmanın Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci cümlesi anlamında mülkiyetten yoksun bırakma oluşturduğu ve Fransız iç hukukuna uygunluğu konusunda bir itiraz bulunmadığını kaydeder. Ancak başvurucular esas itibarıyla, somut olayda, tartışma konusu kamulaştırmanın bu cümle anlamında gerçek bir “kamu yararı amacı”na dayanmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu noktada Mahkeme, 1 Aralık 1982 tarihli kamu yararı kararında söz konusu arazinin, “sosyal konut arazisi oluşturmak için” kamulaştırıldığının açık olduğunu tespit etmektedir (yukarıda parag. 9). Konut yapılması gibi bir sosyal politikanın uygulanmasına yönelik böyle bir hedefin, “meşru bir amaç” taşıdığından ve kamu yararına girdiğinden kuşku yoktur (James ve Diğerleri, §47; Phocas, §55). Dahası Mahkeme, Sözleşmeci Devletlerin ve onlara bağlı kuruluşların, kamu yararı bulunup bulunmadığı ve mülkiyetten yoksun bırakma şartlarının oluşup oluşmadığını değerlendirme konusunda sahip oldukları takdir alanını göz önünde tutarak, uyuşmazlık konusu arazinin bulunduğu bölgede konut ihtiyacının bulunduğunu kabul etmektedir. 19. Ne var ki sorun çözülmüş değildir. Mülkiyetten yoksun bırakan bir işlemin objektif olarak “kamu yararı” meşru amacını taşıması, kural olarak yeterli değildir: bu amaç ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık ilişkisinin bulunması gerekir. Bir bireyin “orantısız bir külfet” altına sokulması halinde, genel yararın gerekleri ile bireyin hakları arasında denge bozulmuş olur (Kutsal Manastırlar, §70-71). Kamu yararı “meşru amacı” taşınmazın tam piyasa değerinin altında bir ödeme yapılmasını gerektirse bile, taşınmazı kamulaştırılan kişiye normal şartlarda “taşınmazın değeriyle makul bir şekilde orantılı” bir tazminat ödenmelidir (aynı yer). Buradan çıkan sonuca göre, genellikle kamulaştırma işlemi tamamlandığında mülkün “satın alınabilir” değeri ile kamulaştırılan taşınmaz için ödenen tazminatın makul bir orantı için de olması halinde, yukarıda sözü edilen denge kurulmuş olur. Ancak bazı durumlarda, bu nitelikte bir tazminat ödenmiş olsa bile, denge bozulabilir. Mahkeme, idare tarafından geç ödenen kamulaştırma tazminatının enflasyon nedeniyle azalmasıyla ilgili Akkuş – Türkiye davasında (§29), “bir tazminatın makul olmayan ölçüde gecikmeyle ödenmesi gibi, değerinin düşmesine yol açabilecek şartlarda ödenmesi halinde de tazminatın yeterli olmayacağına” karar vermiştir (Malama – Yunanistan kararı ve Tsirikakis – Yunanistan kararı). Mahkeme’ye göre bir mülkün kamulaştırılmasına kararı verilmesi ile mülkiyetten yoksun kalmanın dayanağını oluşturan projenin fiilen gerçekleştirilmesi arasında uzun bir zaman geçmesi halinde de aynı şey söz konusu olabilir. Böyle bir durumda kamulaştırma, mülkün yarattığı artı değerden ilgili kişiyi yoksun bırakma sonucu doğurabilir; eğer bizzat bu özel yoksun bırakma, kamu yararı bakımından meşru bir nedene dayanmıyorsa, ilgili 734 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar kişi Birinci Protokolün 1. maddesi gerekleriyle bağdaşmayan ek bir külfet altına girebilir (Akkuş, §30-31). 20. Mevcut davada başvurucular, uyuşmazlık konusu mülkün eski sahibine verilmiş olan kamulaştırma tazminatının, mülkün kamulaştırma anındaki değeriyle orantısız olduğunu iddia etmemektedirler. Ancak başvurucular, kamulaştırmanın üzerinden 19 yıl geçtiği halde, söz konusu arazi üzerinde kamu yararı amacına uygun bir şekilde sosyal amaçlı tesislerin inşası yönünde bir çalışma yapılmadığını ve bu geçen süre içinde söz konusu arazinin piyasa değerinin önemli ölçüde arttığını belirtmişlerdir. Başvurucular bu durumdan, söz konusu mülkün değerinin bir kısmından haksız yere yoksun bırakıldıkları sonucunu çıkarmaktadırlar. Mülkün eski sahibi bu durumdan şikâyetle Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasına dayanarak, önce mülkün iadesi ve daha sonra da iade yerine arazinin güncelleştirilmiş değerinin, kamulaştırma tazminatı düşüldükten sonra ödenmesi talebiyle ulusal mahkemelere başvurmuştur. Mülkün eski sahibi ilk derece mahkemesinde esas itibarıyla olumlu sonuç elde etmiş, ancak Saint-Denis Üst Mahkemesi, kamulaştırma kararından 13 yıl sonra, “kamulaştırma yoluyla oluşturulan emlak rezervinin Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerektiğini düzenleyen herhangi bir yasa hükmü veya idari düzenlemenin” bulunmadığı gerekçesiyle başvurucunun talebini reddetmiştir (bk. yukarıda §11-12). Hükümet, Saint-Denis Üst Mahkemesinin bu kararıyla Temyiz Mahkemesinin, kamulaştırma yoluyla oluşturulan emlak rezervinin, Kamulaştırma Kanununun 12(6). fıkrasında belirtilen beş yıllık süre içinde bir işe tahsis edilmesi gerekmediğini söyleyen içtihadına uygun hareket ettiğini savunmuştur. Hükümet bu içtihadın, kamulaştırma yapan yetkili makamın arazi rezervini, ileride kamu yararı kararına uygun bir amaca tahsis etme yükümlülüğünden kurtarmadığını kabul etmektedir. Ancak Hükümet, uyuşmazlık konusu arazinin, kamulaştırma yapan makam tarafından amacı sosyal konutlar yapmak olan bir şirkete devredilmesi halinde, söz konusu arazinin öngörüldüğü şekilde tahsis edilmiş olacağını savunmuştur. Mahkeme, “kamu yararı” kavramının çok soyut olarak yorumlanmasına dayanan bu analize katılmamaktadır. Mahkeme’ye göre, tartışma konusu kamulaştırmanın dayanağı olan “kamu yararı”, Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında zorunlu olarak, kamu yararı kararında açıklanan amaç, yani “sosyal konut yapmak için arazi rezervi oluşturma” amacıdır. Somut olarak değerlendirildiğinde, mevcut olayda “sebep” iki kısımdan oluşmaktadır: kamulaştırmadan sonra arazi rezervi oluşturulması ve nihayet sosyal tesislerin fiilen gerçekleştirilmesi. Kanunun ilgili hükümleri de bu somut değerlendirmeyi teyit etme eğilimindedir. İmar Kanununun 221(1). fıkrası, bazı kamu kuruluşlarının, “bu Kanunun 300(1). fıkrasında gösterilen geliştirme veya uygulama projelerini gerçekleştirmek amacıyla arazi rezervi oluşturmak üzere, gerektiği takdirde kamulaştırma yoluyla mülk edinebileceklerini” belirtmektedir. Söz konusu maddede bu amaç, “İmar ve uygulama planları bir kentleşme projesini veya bir yerel konut projesini gerçekleştirmek; sosyal yerleşim alanları oluşturmak; (...) veya kentsel dönüşümü sağlamak; (...)” olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle başvurucular, söz konusu kamulaştırmanın “kamu yararı” amacının dayandığı “sebebin”, uzun bir süre geçtiği halde fiilen gerçekleştirilmemiş olduğunu savunabilirler. 21. Bununla birlikte böyle bir durum, Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmak için yeterli değildir. Hükümet haklı olarak, arazi rezerv tekniğinin Sözleşmeci Devletlerin iç hukuklarında öngörüldüğünü ve bu tekniğin kullanılmasının özellikle 735 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR sosyal ve imar politikalarını uygulama tarzı dâhil, devletlerin bu konudaki takdir alanları içinde kaldığını belirtmektedir. Mahkeme’ye göre, kamulaştırılmış bir mülkün uzun bir süre bile rezerv olarak elde tutulması, Birinci Protokolün 1. maddesini mutlaka ihlal etmez. Ancak mevcut olayda olduğu gibi, bir mülkün uzun bir süre rezerv olarak tutulması kamu yararı ile ilgili sebeplere dayanmıyorsa ve bu süre boyunca söz konusu mülkte önemli bir artı değer meydana geliyor ve mülkün sahipleri de bu artı değerden yoksun bırakılıyorsa, bu madde açısından bir sorun ortaya çıkar. Birinci Protokolün 1. Maddesi, Sözleşmeci Devletleri, arazi rezerv tekniğinin kendilerinin aleyhine bir spekülasyon biçimi olarak kullanılması riskine karşı bireyleri korumaya zorlamaktadır. 22. Mevcut olayda başvurucular, kamulaştırmanın ardından geçen 19 yılda söz konusu arazinin değerinin önemli ölçüde arttığını belirtmişler, Hükümet de buna itiraz etmemiştir. Başvurucular bu iddialarını destekleyen çeşitli belgeler sunmuşlardır. Bu nedenle söz konusu arazide bir artı değer oluşmuş, başvurucular da bu artı değerin büyük bir bölümünden yoksun kalmışlardır. Öte yandan Mahkeme Hükümetin sadece, öngörülen imar işlemlerinin gerçekleştirilememesinin nedeninin kanalizasyon şebekesinin yapılmamış olması olduğunu ve bu işi yapmanın şu anda arsanın bir kısmının sahibi olan karma sermayeli şirketin değil ama yerel yönetimin görevi olduğunu ileri sürdüğünü kaydetmektedir. Mahkeme’ye göre bu, tümüyle kamu makamlarına yüklenebilir bir olaydır. Mahkeme burada, öngörülen imar işlemlerinin gerçekleştirilmemesinin ve bunun sonucunda arazinin rezervde tutulmasının kamu yararı ile ilgili herhangi bir nedene dayandığı sonucuna varılmasını sağlayacak bir unsur görmemektedir. 23. Kısacası, bu olayın özel şartları içinde başvurucular, kamulaştırılmış mülkün yarattığı artı değerden haksız bir şekilde yoksun bırakıldıkları ve bunun sonucu olarak söz konusu kamulaştırma nedeniyle fiilen aşırı bir külfet altına sokuldukları iddiasında haklıdırlar. Bu nedenle Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE, 1. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine; (...) KARAR VERMİŞTİR. 30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE ♦ patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu—mülkiyetin kaybı (şehir çöplüğündeki metan gazı sıkışması nedeniyle meydana gelen patlama sonucu meydana gelen heyelan nedeniyle civardaki tapusuz gecekonduların yıkılması) ■ mülkiyet hakkı—sahibi olunan şeyler kavramı DAVANIN ESASI 1955 doğumlu olan başvurucu, halen doğduğu yer olan Siirt ili Şirvan ilçesinde oturmaktadır. Başvurucu olayların geçtiği tarihte, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yaptığı köy koruculuğu görevinden ayrıldıktan sonra yerleştiği İstanbul Ümraniye’deki Kazım Karabekir gecekondu mahallesinde, on iki yakınıyla birlikte yaşamaktadır. 736 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar A. Ümraniye çöplüğü ve başvurucunun yaşadığı yer 1970’lerin ilk yıllarından bu yana, Kazım Karabekir mahallesine bitişik bir gecekondu mahallesi olan Hekimbaşı mahallesinde, ev atıklarının toplandığı bir çöplük bulunmaktadır. 22 Ocak 1960’ta Orman Müdürlüğüne (Bu nedenle Hazineye) ait olan arazinin kullanımı doksan dokuz yıllığına İstanbul Belediyesine verilmiştir. Bir vadiye yukarıdan bakan eğimli bir arazi üzerindeki bu alan, yaklaşık 350,000 m2’lik bir genişliğe sahip olup, 1972’den bu yana Belediyenin ve nihai olarak Bakanlığın gözetim ve denetim altında Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Ümraniye ilçeleri tarafından çöplük alanı olarak kullanılmaktadır. Bu alan çöplük olarak kullanılmaya başlandığı zaman henüz civarda yerleşim yeri yoktur ve en yakın yapılaşma yaklaşık 3,5 km. uzaklıktadır. Bununla beraber, yıllar ilerledikçe çöplüğü çevreleyen alanda izinsiz gecekondular yapılmaya başlanmış, sonunda bu bölgede Ümraniye’nin gecekondu mahalleleri meydana gelmiştir. Ümraniye Belediyesinin Teknik Hizmetler Müdürlüğünün hazırladığı, Hekimbaşı ile Kazım Karabekir mahallelerini kapsayan resmi bir haritasına göre başvurucunun evi, Dereboyu Sokak ile Gerze Sokağın birleştiği köşede bulunmaktadır. Evin bir tarafı belediyeye ait çöplüğe bitişik olup, 1978’den bu yana ilçe belediyesine bağlı bulunan Belediye Başkanlığının yetkisi içindedir. B. Ümraniye Belediyesinin aldığı tedbirler 26 Mart 1989’daki yerel seçimlerin ardından Ümraniye Belediyesi, imar planını 1:1000 ölçeğinde değiştirmek istemiştir. Ancak karar mercileri, belediye çöplüğüne çok yakın bir alanı içine aldığı için, bu planı reddetmişlerdir. 4 Aralık 1989’dan itibaren Ümraniye Belediyesi, çöplük alanını iyileştirmek için Ümraniye’nin gecekondu mahallelerini çevreleyen alan üzerine toprak ve hafriyat yığınlarını dökmeye başlamıştır. Ancak 15 Aralık 1989’da, Hekimbaşı’nda oturan M.C ve A.C., Üsküdar 4. Asliye Hukuk Mahkemesinde belediye aleyhine tapu tescil davası açmışlardır. Bu kişiler arazilerine verilen zarardan şikayetçi olmuşlar ve bu çalışmanın durdurulmasını istemişlerdir. M.C. ve A.C. delil olarak, 1977’den beri 168900 vergi numarasıyla belediye vergisi ve emlak vergisi ödemekle yükümlü olduklarını gösteren belgeler sunmuşlardır. 1983’te yetkililer M.C. ve A.C.’den arazi ve binalarının düzenlenebilmesi için yasadışı binaları bildirim için standart bir form doldurmalarını istemişlerdir (bk. aşağıda, §54). Bu iki şahsın 21 Ağustos 1989’da istekleri üzerine, belediyenin su ve kanalizasyon idaresi, bu kişilerin evlerine sayaç takılmasına karar vermiştir. Ayrıca elektrik faturaları, su sayaçlarından alınan okumalara göre M.C. ve A.C.’nin kullandıkları su için düzenli ödemeler yaptıklarını göstermektedir. İlçe belediyesi Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği savunmada, M.C. ve A.C.’nin hak iddia ettikleri arazinin çöplerin toplandığı yerde olduğunu; orada bulunan evlerin sağlık koşullarına aykırı olduğunu; tapu için başvuru yapmış olmalarının kendilerine bir hak vermediğini belirtmiştir. 2 Mayıs 1991’de Asliye Hukuk Mahkemesi, başvurucuların söz konusu arazi üzerindeki haklarının kullanılmasına müdahalede bulunulduğu gerekçesiyle, M.C. ve A.C.’nin lehine karar vermiştir (dava no. 1989/1088). Ancak Yargıtay 2 Mart 1992’de bu kararı bozmuştur. 22 Ekim 1992’de Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıtay’ın kararına uyarak, M.C. ve A.C.’nin taleplerini reddetmiştir. 737 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Çöplüğün geleceği ile ilgili incelemeler devam eken, Ümraniye Belediyesi, 15 Mayıs 1993’ten itibaren çöp dökülmesine izin verilmeyeceğini İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na bildirmiştir. C. Kaza 28 Nisan 1993 günü sabah 11:00 sularında çöplük alanında metan gazı patlaması meydana gelmiştir. Basınç çıkışının sebep olduğu toprak kaymasının ardından, atıklar çöp yığınından kopmuş ve başvurucuya ait konutun da aralarında bulunduğu çöplüğün kurulduğu vadinin tabanına yerleşmiş on civarında gecekondunun üzerine kaymıştır. Kazada otuz dokuz kişi hayatını kaybetmiştir. D. Bu olayla ilgili açılan soruşturmalar 1. İçişleri Bakanlığının girişimi Kazanın hemen ardından, iki belediye zabıtası olayları tespit etmeye çalışmışlardır. Evini 1988’de yaptığını ifade eden başvurucu dâhil olmak üzere mağdurların ifadesini alan zabıtalar, on üç evin tahrip olduğunu belirtmişlerdir. Aynı gün, İstanbul Valiliği tarafından kurulan kriz masasından memurlar da olay yerine gitmişler ve toprak kaymasının metan gazı patlamasından kaynaklandığını saptamışlardır. Ertesi gün, 29 Nisan 1993’te, İçişleri Bakanlığı (“Bakanlık”), Belediye Başkanları Bay Sözen ve Bay Öktem hakkında dava açılmasının gerekli olup olmadığı belirleyebilmek için, felakete sebep olan olayları incelemekle Teftişi Kurulunu görevlendirmiştir. 2. Ceza soruşturması Bu idari soruşturma devam ederken, 30 Nisan 1993’te Üsküdar Cumhuriyet Savcısı, farklı üniversitelerden üç inşaat mühendisi profesöründen oluşan bir bilirkişi heyetiyle kaza yerine gitmiştir. 14 Mayıs 1993’te Cumhuriyet Savcısı, bazı mağdurların ve tanıkların ifadelerini almıştır. Bilirkişi heyeti 18 Mayıs 1993’te raporunu Cumhuriyet Savcısına sunmuştur. Bu raporda heyet ilk olarak, bu bölge için 1:5000 ölçeğinde bir imar planı bulunmadığını, 1:1000 ölçeğindeki nazım planının da onaylanmadığını ve yığın altında kalan evlerden çoğunun aslında nazım planın kapsadığı alanın dışında çöp alanının uzak kenarında bulunduğunu ifade etmiştir. Bilirkişiler, zaten sağlam olmayan zemini etkileyen toprak kaymasının, hem çöplüğün içindeki gazın basıncının açığa çıkmasıyla ve hem de gaz patlamasıyla açıklanabileceğini belirtmişlerdir. 21 Mayıs 1993’te Cumhuriyet Savcısı 1974-1993 yıllan arasında kusurlu görülen idari yetkililer, yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ümraniye Belediyesi, Çevre Bakanlığı ve Hükümet yetkilileri bakımından kişi bakımından (ratione personae) yetkisizlik kararı vermiştir. Cumhuriyet Savcısı bu olayın Memurin Muhakemat-ı Kanunu kapsamına girdiğini belirterek, bu kanunun uygulaması İstanbul İl İdare Kurulunu ilgilendirdiğinden, dosyayı İstanbul Valiliğine göndermiştir. Bununla birlikte Cumhuriyet Savcısı verdiği kararda, söz konusu yetkililere uygulanabilecek olan yasa hükümlerinin, Ceza Kanununun görevi ihmal suçuyla ilgili 230. maddesi ve tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu adam öldürme suçuyla ilgili 455(2). fıkrası olduğunu belirtmiştir. Bu olay, başvurucu gibi sadece mağdur değil ama aynı zamanda Ceza Kanununun 455(2). fıkrasına göre sanık olan gecekondu sakinlerinin kusurlarıyla da ilgili olduğundan, Cumhuriyet Savcısı aynı Kanunun 10 ve 15. maddeleri göz önünde tutulduğunda, bu kişilerin şikayetlerini ayırmanın mümkün olmadığını ifade etmiştir. 738 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 27 Mayıs 1993’te, soruşturmayı tamamlayan Cumhuriyet Savcılığının dosyası Bakanlığa göndermiştir. 3. Yetkililer hakkındaki idari soruşturmanın sonucu 27 Mayıs 1993’te Teftiş Kurulu, yaptığı soruşturmanın sonuçlarını göz önünde tutarak, olayda suça karıştığı düşünülen iki belediye başkanı hakkında cezai soruşturma açılmasına izin vermesi için Bakanlıktan izin istemiştir. Teftiş Kurulunun istediği izin 17 Haziran 1993’te verilmiş, Bakanlıktan bir başmüfettiş olayı soruşturmakla görevlendirilmiştir. Başmüfettiş, düzenlenen soruşturma dosyasının ışığında, Bay Sözen ve Bay Öktem’in ifadelerini almıştır. Bay Öktem, Aralık 1989’da kendi belediyesinin Hekimbaşı gecekondu bölgesinde toprak dökme çalışmalarına başladığını, ancak burada oturan iki kişinin talebi üzerine çalışmaların durdurulduğunu ifade etmiştir (bk. yukarıda §11). Başmüfettiş, 9 Temmuz 1993’te raporunu tamamlamıştır. Raporda, şimdiye kadar görevlendirilen bilirkişilerin vardığı sonuç onaylamış ve Cumhuriyet Savcısının topladığı bütün deliller dikkate alınmıştır. Raporda ayrıca, biri Çevre Bakanlığından bir mühendisin diğeri Boğaziçi Üniversitesinden bir profesörün hazırladıkları ve İstanbul Valiliğine gönderilen iki bilimsel görüşe de yer vermiştir. Bu iki görüş, ölümlere neden olan toprak kaymasının metan gazı patlamasından kaynaklandığını teyit etmiştir. 4. Başvurucuya konut yardımının yapılması Bu arada, Büyükşehir Belediyesi Mesken ve Gecekondu Müdürlüğü başvurucuya, Büyükşehir Belediyesinin 25 Mayıs 1993 tarihli bir kararla (no. 1739), ihtiyaç sahipleri için yaptırılmış olan Çobançeşme’deki (Eyüp, Alibeyköy) siteden bir daire tahsis ettiğini bildirerek, Müdürlük ile temasa geçmesini istemiştir. Başvurucu, 18 Haziran 1993’te sitenin C-1 bloğundaki 7 no’lu daireyi üzerine almak için imza atmıştır. Bu işlem Belediyenin 17 Eylül 1993 tarihli kararıyla (no. 3927) resmiyet kazanmıştır. Başvurucu 13 Kasım 1993’te sözleşme yerine geçen ve bu dairenin 1/4’ü peşin, kalanı ayda 732,844 TL ödenmek üzere toplam 125,000,000 TL’ye kendisine “satıldığını” belirten noterden bir beyanname imzalamıştır. İlk ödemenin daha sonra İstanbul Valiliğine yapıldığı, Valiliğin de bunu Büyükşehir Belediyesine gönderdiği anlaşılmaktadır. Başvurucu ilk aylık taksiti 9 Kasım 1993’te yatırmış ve 1996 Haziranına kadar ödemeye devam etmiştir. Bu arada başvurucu 23 Şubat 1995’ten önce, bu daireyi aylık 2.000.000 TL karşılığı H.Ö.’ye kiralamıştır. Yetkili makamların Ocak 1996’dan itibaren, ödenmemiş taksitleri tahsil edebilmek için icra takibine başvurmaları gerekmiştir. Belediyeye olan borcunu ödeyen başvurucu, 24 Mart 1998 tarihinde peşin olarak 20,000 Alman Markı karşılığında dairesini E.B.’ye satmak için noterden sözleşme yapmıştır. 5. Yetkililer hakkında açılan ceza davası İl İdare Kurulu, 15 Temmuz 1993 tarihinde başmüfettişin raporuna dayanarak, Bay Sözen ve Bay Öktem’in Türk Ceza Kanununun 230. maddesini ihlal ettikleri gerekçesiyle haklarında cezai kovuşturma yapılmasına çoğunlukla karar vermiştir. Sözen ve Öktem, bu kararın iptali için Danıştay’a başvurmuşlardır. Danıştay 18 Ocak 1995’te başvuruyu reddetmiştir. Sonuç olarak soruşturma dosyası, 30 Mart 1995’te savcılığa gönderilmiştir. Savcı iki belediye başkanı hakkında İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açmıştır. 739 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama 29 Mayıs 1995’te başlamıştır. Sözen duruşmada, başka şeylerin yanı sıra, kendisinin olmayan görevleri yerine getirmesinin kendisinden beklenemeyeceğini ve 1970’ten beri süregelen bir durumdan tek başına sorumlu tutulamayacağını ifade etmiştir. Sözen Türkiye’de bulunan diğer 2,000 çöplük yenileştirilmezken kendisinin Ümraniye Çöplüğünü yenileştirmediği için suçlanamayacağını; bu bağlamda Büyükşehir Belediyesinin her şeye rağmen bazı önlemler aldığını, ancak atıklar dökülmeye devam ettiği sürece çöplüğün tamamen iyileştirilemeyeceğini belirtmiştir. Sözen son olarak şöyle demiştir: “Görevi ihmal kastıyla hareket etmediğim için ve [olay ile ihmalim] arasında bir nedensellik ilişkisi bulunmadığından, görevi ihmal suçunun unsurları oluşmamıştır.” Öktem ise çöp yığınları altında kalan evlerin, Belediye Başkanı seçildiği 26 Mart 1989’daki seçimden önce yapıldığını ve o zamandan itibaren kendisinin gecekondulaşmaya izin vermediğini belirtmiştir. Öktem, İstanbul Büyükşehir Belediyesini ve İstanbul Valiliğini sorunlara karşı kayıtsız kalmakla suçlayarak, burada yasadışı konutların yapımını engellemenin Orman Müdürlüğü memurlarının görevi olduğunu ve İlçe Belediyesi olarak bu evleri yıkmak için gerekli aracı bulunmadığını savunmuştur. Ceza Mahkemesi 4 Nisan 1996’da verdiği kararda, iki belediye başkanının savunmalarını temelsiz kabul ederek, onları iddia edildiği şekilde suçlu bulmuştur. Ceza Mahkemesi Sözen’e ve Öktem’e Türk Ceza Kanununun 230. maddesindeki asgari hadden üç ay hapis ve 160,000 TL para cezası vermiştir. Bu mahkeme, 647 sayılı Kanunun 4(1). fıkrası gereğince hapis cezalarını para cezasına çevirmiş ve sonuç olarak para cezası 610,000 TL olmuştur. Sanıkların tekrar suç işlemeyeceklerine kanaat getiren Ceza Mahkemesi, aynı Kanunun 6. maddesine göre cezaları ertelemiştir. İki belediye başkanı da kararı temyiz etmiştir. Belediye Başkanları, Ceza Mahkemesinin olayları değerlendirirken Ceza Kanununun 230. maddesinin dışına çıktığını ve olayı Ceza Kanununun 455. maddesindeki taksirle adam öldürme şeklinde ele aldığını ifade etmişlerdir. Yargıtay, 10 Kasım 1997’de verdiği bir kararla Ceza Mahkemesinin kararını onamıştır. Başvurucunun hiç bir zaman bu davadan haberdar edilmediği, ceza mahkemelerine veya idari soruşturma yapan birimlere ifade vermediği gibi herhangi bir mahkeme kararının da başvurucuya tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. 6. Başvurucunun açtığı idari dava Başvurucu 3 Eylül 1993’te, maddi ve manevi tazminat için Ümraniye Belediyesine, İstanbul Büyükşehir Belediyesine, İçişleri Bakanlığına ve Çevre Bakanlığına başvurmuştur. 16 Eylül 1993 tarihli yazıyla Ümraniye Belediye Başkanlığı ve 2 Kasım 1993 tarihli yazıyla Çevre Bakanlığı başvurucunun tazminat taleplerini reddetmişlerdir. Diğer makamlar cevap vermemişlerdir. Başvurucu daha sonra üç oğlu ve kendi adına, bu dört idari kuruluşa karşı İstanbul İdare Mahkemesinde tazminat davası açmıştır. Başvurucu bu kuruluşların hizmet kusurlarının, yakınlarının ölümüne, evinin ve evindeki eşyaların yok olmasına neden olduğundan şikayetçi olmuş ve yukarıda sözü edilen miktarların ödenmesine hükmedilmesini talep etmiştir. 4 Ocak 1994’te başvurucuya adli yardım verilmiştir. İdare Mahkemesi 30 Kasım 1995’te kararını vermiştir. İdare Mahkemesi 18 Mayıs 1993 tarihli bilirkişi raporuna dayanarak, 28 Nisan 1993’teki kaza ile söz konusu dört kuruluşun gösterdiği ihmal arasında doğrudan bir nedensellik bağı bulunduğunu tespit etmiştir. 740 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Buna göre mahkeme, bu kuruluşların başvurucuya ve çocuklarına 100.000.000 TL manevi ve 10.000.000 TL maddi tazminat ödemelerine hükmetmiştir ( o tarihte bu meblağlar 2,077 Euro ile 208 Euro’ya karşılık gelmektedir). Hakkaniyet esasına göre belirlenen maddi tazminat miktarı, başvurucunun elektrikli ev eşyalarına da sahip olabileceği dikkate alınmadan, sadece diğer ev eşyalarıyla sınırlı tutulmuştur. Bu noktada mahkemenin, yetkililerin “bu evlerin ne suyu ne elektriği vardı” savunmasını kabul ettiği anlaşılmaktadır. İdare Mahkemesi, başvurucunun zarardan kısmen kendisinin de sorumlu olduğu ve mağdurların ailenin geçimine katkıda bulunabilecek ücretli işleri bulunmayan küçük çocuklar ile ev hanımları oldukları gerekçesiyle başvurucunun destekten yoksun kaldığını iddia edemeyeceğini belirtmiş ve diğer tazminat taleplerini reddetmiştir. Ayrıca bu mahkemeye göre, Ümraniye Belediyesinin gecekonduyu yıkmak için herhangi bir engel bulunmadığı halde yıkma yetkisini kullanmadığı ve başvurucuya kazadan sonra devlet yardımı olarak bir ev tahsis edildiği göz önünde tutulacak olursa, başvurucu gecekondusunun yıkılması nedeniyle tazminat talebinde bulunamaz. Mahkeme son olarak, manevi tazminata faiz uygulanmamasına karar vermiştir. Danıştay 21 Nisan 1998’deki kararıyla temyizi başvurularını reddetmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin karar düzeltme talebi de olumsuz sonuçlanmış, böylece karar kesinleşmiş ve 10 Ağustos 1998’de başvurucuya tebliğ edilmiştir. Hükmedilen tazminat henüz ödenmemiştir. 7. Gecekondu sakinleri aleyhine açılan ceza davasının sonucu 22 Aralık 2000’de yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasa, 23 Nisan 1999’dan önce işlenmiş olan bazı suçlarla ilgili görülmekte olan davaların ertelenmesini öngörmüştür. Adalet Bakanlığı 22 Nisan 2003’te İstanbul Cumhuriyet Savcılığına gönderdiği yazıda, gecekondu sakinleriyle ilgili devam etmekte olan cezai soruşturmayı sonuçlandırmanın mümkün olmadığını, bu kişilerle ilgili tek kararın 21 Mayıs 1993’teki bir görevsizlik kararı olduğunu ve kendileri aleyhindeki suçlamanın 28 Nisan 2003’te zamanaşımına uğrayacağını bildirmiştir. Sonuç olarak, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı 24 Nisan 2003’te, başvurucu dâhil olmak üzere gecekondu sakinleri aleyhine ceza davası açılmasının ertelenmesine karar vermiş, dört gün sonra da kendileri aleyhindeki cezai soruşturma zamanaşımına uğramıştır. HÜKÜM GEREKÇESİ (...) I. Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlali iddiası (...) II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlali iddiası 119. Başvurucu, evinin ve tüm taşınabilir mallarının kaybıyla sonuçlanan ulusal makamların kusurlarından Devletin sorumlu tutulması gerektiğini iddia etmiş ve uğradığı zarar için kendisine tazminat ödenmediğinden şikâyetçi olmuştur. (...) 120. Hükümet, bu bağlamda bir ihlal olmadığını savunmuştur. A. Uygulanabilirlik: “sahibi olduğu şey” bulunup bulunmadığı (...) 741 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 3. Mahkeme’nin değerlendirmesi 124. Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesinin ilk kısmındaki “sahibi olduğu şey” (possessions) kavramının, maddi şeylere sahip olmakla sınırlı olmayan ve iç hukuktaki resmi sınıflandırmadan bağımsız, özerk bir anlamı olduğunu hatırlatır. Burada incelenmesi gereken husus, olayın içinde bulunduğu şartlar bir bütün olarak ele alındığında, başvurucuya bu maddeyle korunan ayni bir hak verip vermediğidir (Zwierzynski, §63). Buna göre, maddi şeylerin yanı sıra, bir değer oluşturan belirli bazı haklar ve menfaatler de bu hüküm bakımından “mülkiyet hakkı” ve Bu nedenle “sahibi olduğu şey” olarak görülebilir (latridis [BD], §54; Beyeler, [BD], §100). “Sahibi olduğu şey” kavramı, “mevcut şeyler” ile sınırlı olmayıp, başvurucunun mülkiyet hakkından fiilen yararlanabilmek için en azından makul ve “meşru beklentisi” bulunduğunu savunabileceği talepleri de içeren değerleri kapsar (Prince Hans-Adam II of Liechtenstein, [BD], §83). 125. Başvurucunun meskenini Türk imar mevzuatına aykırı olarak inşa ettiği ve ilgili teknik standartlara uymadığı veya işgal ettiği arazinin Hazineye ait olduğu, Mahkeme önünde tartışma konusu olmamıştır. Ancak taraflar, başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “sahibi olduğu şey”e sahibi olup olmadığı konusunda farklı düşünmektedirler. 126. İlk olarak başvurucu, meskenin üzerinde inşa edildiği ve 28 Nisan 1993’e kadar bu şekilde işgal edilen araziye ilişkin olarak, söz konusu usule göre arazinin mülkiyetini kazanması için gerekli işlemleri yapmasının önünde hiçbir bir engel bulunmadığım belirtmiştir. Ancak Mahkeme’nin bu spekülatif savı kabul etmesi mümkün değildir. Aslında taraflar ayrıntılı bilgi sunmadığından, Hekimbaşı mahallesinin aksine (bk. yukarıda §11), Mahkeme’nin Kazım Karabekir mahallesinin gecekondu-rehabilitasyon planına dahil olup olmadığını; başvurucunun söz konusu tarihte işgal etmiş olduğu kamu arazisinin mülkiyetini kazanmak için imar mevzuatı uyarınca gerekli şekil şartlarını taşıyıp taşımadığını (bk. yukarıda §54) belirlemesi mümkün olmamıştır. Her halükarda başvurucu, hiçbir zaman bu yönde bir adım atmadığını kabul etmiştir. Bu şartlarda Mahkeme, başvurucunun bir gün söz konusu arazinin kendisine devredileceği ümidinin, dava hakkı doğurduğu yeterince kanıtlanmış bir iddia ve Bu nedenle Mahkeme’nin içtihatları anlamında ayrı bir “sahibi olduğu şey” oluşturduğunu kabul edemez (Kopecky, [BD], §25-26). 127. Bunun dışında, başvurucunun meskeni konusunda ise farklı düşünceler geçerlidir. Mahkeme’nin bu bağlamda, başvurucunun eylemlerinin Devlet makamları tarafından hoş görüldüğü sonucuna varmasını sağlayan yukarıda belirtilen gerekçelere (bk. yukarıda §105 ve 106) atıfta bulunması yeterlidir. Bu gerekçeler, Birinci Protokolün 1. maddesi bağlamında da geçerli olup, yetkililerin başvurucu ve akrabalarının meskenleri ile taşınabilir malları üzerinde mülkiyet hakları bulunduğunu de facto biçimde kabul ettikleri sonucunu desteklemektedir. 128. Bu noktada Mahkeme, ilgili makamların neredeyse beş yıldır haberdar oldukları usulsüzlükler (bk. yukarıda §122) nedeniyle başvurucu ve akrabalarının bu şekilde eleştirilmesini kabul edemez. Tabi ki Mahkeme, imar planlarının ve bunlardan doğan tedbirlerin seçiminde ve uygulanmasında çeşitli yerel etkenleri kapsayan bir takdir yetkisinin mevcut olduğunu kabul etmektedir. Ancak mevcut olaydaki gibi bir sorunla karşılaşıldığında, yetkililer bu takdir yetkilerine dayanamazlar; çünkü bunun kendilerini zamanında, gerektiği gibi ve her şeyden öte kararlı bir şekilde hareket etme görevlerinden muaf tutması beklenemez. 742 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Mevcut olayda durum böyle değildir; zira kaçak yapıları engellemeye yönelik mevzuatın uygulanmasında Türk toplumunda yaratılan belirsizlik nedeniyle, başvurucunun meskenine ilişkin durumun bir gecede değişebileceğini düşünmesi elbette mümkün değildir. 129. Mahkeme, başvurucunun meskeni üzerinde mülkiyet hakkının, Birinci Protokolün 1. maddesinin ilk cümlesi anlamında ayni bir hak ve Bu nedenle “sahibi olduğu şey” oluşturmaya yetecek niteliğe sahip olduğu ve yeterince tanındığı kanısındadır. B. Uygunluk (...) 3. Mahkeme’nin değerlendirmesi 133. Mahkeme, maddi ve hukuki durumun karmaşıklığının mevcut olayın Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesine veya ikinci fıkrasına girmesini engellediği (Beyeler, §98), ayrıca başvurucunun Devlet’in eylemi nedeniyle değil ama eylemsizliği nedeniyle şikayetçi olduğunun göz önünde tutulması gerektiği görüşündedir. Bu nedenle Mahkeme, olayı birinci fıkranın ilk cümlesindeki mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanmayı getiren genel kuralın ışığında incelemesi gerektiği kanısındadır. 134. Bu bağlamda Mahkeme, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından özü itibarıyla ortaya konmuş olan (Bielectric S.r.l. – İtalya [k.k], no. 36811/97) bir ilkeyi yeniden vurgular. Buna göre bu maddeyle korunan hakkın gerçekten ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi, devletin sadece müdahale etmekten kaçınmasına bağlanamaz, ama özellikle başvurucunun yetkililerden meşru beklentisinin olduğu tedbirler ile sahibi olduğu şeyden etkili bir biçimde yararlanabilmesi arasında doğrudan bir bağ bulunduğu durumlarda, pozitif koruma tedbirleri alınmasını da gerektirebilir. 135. Mevcut olayda devlete isnat olunabilecek ağır kusur ile can kayıpları arasında kurulan nedensellik bağı, hiç kuşkusuz başvurucunun evinin yıkılması için de geçerlidir. Mahkeme’ye göre ortaya çıkan sonuç bir “müdahale” değil, ama pozitif yükümlülüğün ihlalini oluşturmaktadır; çünkü kamu görevlileri ve makamları başvurucunun mülkiyet hakkını korumak için yetkileri içinde bulunan her şeyi yapmamışlardır. Türk yetkililerinin insani sebeplerle başvurucunun evini yıkmaktan kaçındıkları için eleştirilemeyeceklerini ileri süren (bk. yukarıda §80 ve 131) Hükümetin iddiasının, Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen “meşru amaç” konusuna yönelik bir iddia olduğu anlaşılmaktadır. 136. Ne var ki Mahkeme bu savı kabul edememekte ve Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal edildiği iddialarına ilişkin olarak gösterilen gerekçelerin aynısıyla (bk. yukarıda §106 ve 108) Birinci Protokolün 1. maddesindeki pozitif yükümlülüğün, ulusal makamların başvurucunun evinin yıkılmasını önlemek için yukarıda belirtilen tedbirleri almasını gerektirdiği sonucuna varmaktadır. 137. Bu tedbirlerin alınmadığı açık olduğuna göre Mahkeme’nin, Hükümetin başvurucuya önemli miktarda maddi tazminat ödendiği ve çok uygun şartlarla konut tahsis ettiği için, başvurucunun mülkiyet hakkından barışçıl bir biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiğini öne süremeyeceğine dair görüşüne yanıt vermesi gerekmektedir. Mahkeme bu görüşe katılmamaktadır. Söz konusu konutun uygun şartlarla satılmasının, mevcut olayda belirlenen ihmalin sonuçlarını kısmen giderdiği kabul edilse bile, bunun başvurucunun uğradığı zarar için yeterli bir tazminat oluşturduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu nedenle, özellikle satış senedinde ve dosyadaki diğer belgelerde başvurucunun mülkiyetinden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiğinin 743 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR yetkili makamlar tarafından kabul edildiğini gösteren bir şey bulunmadığından, sağlanan bu avantajlar başvurucunun “mağdur”luk statüsünü ortadan kaldırmamıştır (Amuur, §36; Dalban, [BD], §44). Maddi zarara karşılık verilen tazminatla ilgili olarak, nihai karar verilmiş olmasına rağmen bu miktarın hala ödenmemiş olduğunu (bk. yukarıda §42) belirtmek yeterlidir; bu durumu, Birinci Protokolün 1. maddesi ile korunduğu kabul edilen bir kararın uygulanması hakkına yapılan bir müdahaleden başka bir şey olarak görmek mümkün değildir (Antonakopoulos, Vortsela ve Antonakopoulou, §31). Ancak Mahkeme, Sözleşme’nin 13. maddesi uyarınca yaptığı değerlendirme göz önünde tutulduğunda, bu konuyu re’sen incelemesinin gerekli olmadığı kanısındadır. 138. Bu nedenle mevcut olayda Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir. BU GEREKÇELERLE MAHKEME, (...) İkiye karşı on beş oyla, Birinci Protokolün l. maddesinin ihlaline; (...) KARAR VERMİŞTİR. Sözleşme madde 45 §2 ve Mahkeme İç Tüzüğü 74 §2 uyarınca aşağıdaki görüşler karara eklenmiştir: (a) Yargıç Türmen’in kısmi muhalefet şerhi; (b) Yargıç Mularoni’nin kısmi muhalefet şerhi. 09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE ♦ tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı (başvurucu vakfın taşınmazları kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapularının iptalinin mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturması, 2762 sayılı Yasanın 1936 beyannamesinde yer alanlar dışında taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan bir hüküm içermemesi, başvurucu vakfın kazanımlarını valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille geçerli kılınmış olması, başvurucu vakfın taşınmazları hukuka uygun olarak kazanmasından yıllar sonra kabul edilmiş bir içtihadı uygulayarak taşınmaz tescilinin iptalinin başvurucu vakıf tarafından önceden görülemeyen bir müdahale oluşturması, başvurucu vakıf 38 ve 44 yıl meşru hak sahibi olarak taşınmazlardan yararlandığı ve vergisini ödediği halde sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına müdahalenin hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmaması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik DAVANIN ESASI Başvurucu Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Fener’deki Rum Lisesinde eğitime kolaylık sağlamak amacıyla Türk hukukuna göre kurulmuş bir vakıftır. Vakfın kuruluş senedi, dini azınlıklar için kamu hizmetlerinde bulunan vakıfların korunmasını da sağlayan 1923 tarihli Lozan Andlaşlamasına uygundur. Vakıf, Osmanlı İmparatorluğu zamanında kurulan vakıflardandır. Cumhuriyetin ilanından sonra kendisine tüzel kişilik de kazandıran 13 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayılı Kanunla tüzüğü yeniden düzenlenmiştir. 2762 sayılı Vakıflar Kanunu, Osmanlı’dan intikal eden vakıfların taşınmaz mallarını tapuya tescil ettirme yükümlülüğü getirmemiştir. Ancak bu Yasanın geçici maddesi, bu vakıfların üç ay içinde, idare ettikleri vakfiyelerin niteliklerini, gelir kaynaklarını ve bunların 744 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar sarf ve tahsis yerlerini gösterir bir ‘beyanname’ vermelerini zorunlu kılmıştır. Başvurucu Vakıf buna göre bir beyanname sunmuştur. Başvurucu vakıf daha sonra 1952 yılında İstanbul’daki bir binanın bir kısmını bağış olarak kabul etmiş ve 1958 yılında bir bina satın almıştır. Başvurucu vakıf bu işlemler için o tarihte yürürlükteki hükümlere göre Valilikten izin almış ve taşınmazları kendisi adına tapuya tescil edilmiştir. İstanbul Valiliğinin 3 Ekim 1952 tarihinde verdiği bir belge şöyledir: “Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, vakıflara ilişkin yasaya göre taşınmaz mal edinme ehliyeti olan bir tüzel kişidir. (...) tarafından oluşan yönetim kurulunca yönetilmektedir. Bu belge, Beyoğlu tapu sicil müdürlüğünün 3 Ekim 1952 tarihli talebinin ardından, (...) yer alan ilgili taşınmazın 29 Aralık 1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu Sicil Kanununun 2. maddesine göre devri için verilmiştir.” Ardından söz konusu taşınmaz tapu siciline kaydedilmiştir. Başvurucu taşınmazla ilgili vergi ve harçları ödemiştir. Başvurucu aynı şekilde 16 Aralık 1958’de satın alma yoluyla başka bir taşınmazın bir kısmının mülkiyetini kazanmıştır. 15 Kasım 1958’de İstanbul Valiliği, tapu sicil kanununun 2. maddesinin aradığı ve “Fener Rum Erkek Lisesi Vakfının, vakıflar kanununa göre taşınmaz mal edinme ehliyeti olan bir vakıf” olduğunu belirten bir belge vermiştir. Böylece başvurucu tapu siciline malik olarak kaydedilmiş ve taşınmazla ilgili harç ve vergileri ödemiştir. Yargıtay, 8 Mayıs 1974 tarihli bir içtihadında, 1936 yılında verilen beyannamelerin, vakıfların hukuki statülerini belirleyen vakıf senedi olduklarını belirtmiştir. Buna göre bu vakıflar, beyannamelerde aksine açık bir düzenleme bulunmaması halinde, beyannamede yer alanların dışında taşınmaz mal edinemeyeceklerdir. Yargıtay’a göre vakıf niteliğini kazanan cemaatlere ait kuruluşların vakıfnameleri bulunmadığı için, bunların süresinde verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Yine Yargıtay’a göre, nasıl ki vakıfnamede mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzel kişiliği mal edinemezse, beyannamelerinde bağış kabul edecekleri yolunda açıklık olmayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse vasiyet yolu ile taşınmaz iktisap edemezler. Mevcut olayda Hazine 1992 yılında, başvurucu vakfın 1952 ve 1958 yıllarında edindiği bu taşınmazların tapularının iptali talebiyle dava açmıştır. Başvurucu, Asliye Hukuk Mahkemesinde Hazinenin 1936 tarihli beyannamesine ilişkin nitelemesine itiraz etmiştir. Özellikle, bu beyannamenin, malvarlığını ve gelirlerini kaydetmek için devlet tarafından istendiğini ve kurucu işlem olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Tapu Sicil Kanununa göre de bu vakıfların taşınmaz mal edinme ehliyetlerinin olduğunu iddia etmiştir. İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996 tarihide verdiği kararı, kendisine sunulan bir bilirkişi raporuna dayandırmıştır. Bu rapora göre yukarıda sözü edilen Yargıtay’ın 8 Mayıs 1974 tarihli kararı gereğince, üyelerini Lozan Antlaşmasında tanımlanan dinsel azınlıkların oluşturduğu ve kuruluş senedlerinde taşınmaz mal edinme yetkileri bulunmayan vakıflar, sonradan taşınmaz mal edinemezler ve bağış kabul edemezler. Asliye Hukuk Mahkemesi, başvurucunun tapularının iptaline ve bu taşınmazların eski malikleri adına tapuya tesciline aşağıdaki gerekçeyle karar vermiştir: “Hazinenin beyanında olduğu gibi, davalı vakıf 1936 tarihli beyannamesinde, 2762 sayılı kanun hükümlerine aykırı olarak, satın alma veya bağışla kazandığı uyuşmazlık konusu taşınmazları belirtmemiştir. Bu nedenle, bilirkişi raporunda da belirtildiği gibi, bu kazanımlar kanuni temelden yoksun olup, sonuç olarak tescillerinin iptaliyle eski maliklerinin adına tescil edilmelidirler.” 745 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Başvurucu, 17 Nisan 1996’da temyize başvurmuştur. Özellikle, 1. Protokolün 1. maddesinde yer alan, mülkiyet hakkına saygı gösterilmesini istemiştir. Temyiz talebi 11 Haziran 1996’da reddedilmiştir. 9 Aralık 1996’da Temyiz Mahkemesi başvurucunun karar düzeltme talebini reddetmiştir. 16 Ekim 2000’de başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğünden (“Müdürlük”) tüzüğünün değiştirilmesini talep etmiştir. Taşınmaz mal edinme hakkını veren yeni bir vakıf senedi düzenlenmesini istemiştir. Talep 20 Ekim 2000’de reddedilmiştir. Kararın gerekçesinde, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunu 8 Mayıs 1974 tarihli kararına atıfta bulunarak, 1936’da teslim edilen azınlık vakıfları beyannamelerin bu kurumların vakıf senedi yerine geçtiğini ve kamu düzeninden kaynaklanan nedenlerle değiştirilmelerinin söz konusu olmadığı belirtilmiştir.Hükümet, tapu iptallerinin ancak 2002’de gerçekleştiğini söylemiştir. İç hukuk: Osmanlı İmparatorluğu hukuk sisteminde 1912 yılına kadar vakıflar tüzel kişilik olarak kabul edilmemişlerdir. Tüzel kişilikleri olmadığından, taşınmazlarını ölmüş aziz kişiler veya güvendikleri yaşayan kişiler üzerine kaydettirmişlerdir. Hicri 16 Şubat 1328 (1912) tarihli yasa vakıflara tüzel kişilik tanımış ve mülk sahibi olabilmelerini sağlamıştır. Bu yasaya göre vakıflar taşınmaz mallarını tapu siciline kaydettirmişlerdi. 1923’te cumhuriyetin ilanından sonra Medeni Kanun ve onun yürürlük ve uygulama şekli hakkındaki 864 sayılı kanun 4 Ekim 1926’ da yürürlüğe girmiştir. Yargıtay, 8 Mayıs 1974 tarihli bir kararında, 1936 yılında verilen beyannamelerin, vakıfların hukuki statülerini belirleyen vakıf senedi olduklarına karar vermiştir. Beyannamelerde aksine açık bir düzenleme olmaması halinde, beyannamede yer alanların dışında taşınmaz mal edinemeyeceklerini belirtmiştir. Yargıtay, bu tür vakıfların beyannamelerinde yer alanların dışında taşınmaz mal edinmelerini milli güvenliği tehdit olarak görmüştür. Yargıtay kararında bunu şöyle ifade etmiştir: “Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır (...). Bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, Devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Vakıflar Kanununun 1. maddesinin son fıkrasında, cemaatlerin ve esnafa ait vakıfların kendileri tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetileceği öngörülmüş, böylece bunlar, tüzel kişiliklerine dokunulmamak üzere bir statüye bağlanmıştır. Vakıflar Kanununun 44. maddesinde, (16 Şubat 1328 tarihli Kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş defterleri ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin vakıflar kütüğüne geçeceği hükmü yer almıştır. Bu suretle, vakıf niteliği kazanan cemaatlere ait hayri, ilmi, bedii amaçlar güden kuruluşların düzenlenmiş vakıfnameleri bulunmadığı için az önce belirtilen 44. madde gereğince bunların süresinde verdikleri beyannamelerinin (vakıfname) olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, vakıfname de mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzel kişiliği mal edinemezse; beyannamelerinde bağış kabul edecekleri yolunda açıklık olmayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse vasiyet yolu ile taşınmaz iktisap edemezler (...)”. Daha sonra, 2002 yılında vakıfların statüsüne ilişkin mevzuatta değişiklik yapılmıştır. 9 Ağustos 2002 tarih ve 4771 sayılı kanunun 4. maddesine göre: “A) 05/06/1935 tarihli ve 2762 sayılı Vakıflar Kanununun 1 inci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenmiştir. “Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Bakanlar Kurulunun izniyle dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler. 746 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Bu vakıfların dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun, tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve diğer belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde başvurulması halinde vakıf adına tescil olunur. Cemaat vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar da bu madde hükümlerine tabidir.” Öte yandan, 2 Ocak 2003 tarih ve 4778 sayılı yasanın 3. maddesi, Cemaat vakıflarının, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, taşınmaz mal edinebileceklerini ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabileceklerini öngörmektedir. HÜKÜM GEREKÇESİ (...) II. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği iddiası 35. Başvurucu, vakıflara ilişkin mevzuatın ve bunun mahkemeler tarafından yorumlanışının Birinci Protokolün 1. maddesiyle güvence altına alınan mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. A. Tarafların görüşleri (...) B. Mahkemenin değerlendirmesi 44. Mahkeme, başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesine göre korunmaya değer bir malvarlığı bulunup bulunmadığı konusunda tarafların farklı görüşleri bulunduğunu kaydetmiştir. Mahkeme’ye göre ilk önce, taşınmaz mal iktisapları iptal edildiğine göre, başvurucunun içinde bulunduğu hukuki durumunun tespiti için, satın alma ve bağış yoluyla iktisap ettiği taşınmazların Birinci Protokolün 1. maddesindeki mallardan olup olmadığının tespiti gerekir. 1. Bir müdahalenin varlığı 45. Mahkeme Birinci Protokolün 1. maddesi devlete, mülkiyet hakkının kullanılmasına kamu makamları tarafından sadece keyfi müdahalede bulunmama değil, ama aynı zamanda bu hakkın etkili bir biçimde kullanımı için devlete pozitif yükümlülükler de yükleyebileceğini kabul etmiştir (Broniowski, §143). Bu maddenin ihlal edildiğinin iddia edildiği davalarda Mahkeme, devletin eylemi veya ihmali nedeniyle, toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında bir denge kurulup kurulmadığını ve kişinin ağır ve orantısız külfet yüklenmek zorunda kalıp kalmadığını belirlemek zorundadır (Sporrong ve Lönnroth, §69). 46. Mahkeme, devletin eyleminin Birinci Protokolünün 1. maddesine uygunluğunu değerlendirirken, Sözleşme’nin amacının hakları “pratik ve etkili” bir şekilde korumak olduğunu göz önünde tutarak, somut olayda yer alan tüm menfaatleri bütünsel bir değerlendirmeye tabi tutar. Mahkeme, görünenin ötesine geçerek uyuşmazlık konusunun gerçekliğini araştırmalıdır. Gerçekten de, genel bir yararın söz konusu olduğu olaylarda yetkilerin zamanında, doğru bir şekilde ve tutarlılık içinde kullanılmaları gerekir (Vasilescu, §51). 47. Mahkeme, başvurucunun 1952 ve 1958 yıllarında tapu senediyle maliki olduğu taşınmazlardan Yargıtay tarafından tapuların 17 Nisan 1996 tarihinde kesin olarak iptal edilinceye kadar yararlandığını, vergi ve harçlarını ödediğini kaydetmiştir. 747 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 48. O halde başvurucu, bu taşınmazları edinmesinden 44 ve 38 yıl sonra, 17 Nisan 1996 tarihli Yargıtay kararıyla, sahibi olduğu şeylerden yoksun bırakılmıştır. 49. Başvurucunun tapusunun iptaline ilişkin yargı kararı, Birinci Protokolün 1. maddesinin birinci cümlesindeki “yoksun bırakma” anlamında, ilgilinin sahibi olduğu şeye bir müdahale oluşturmuştur (Brumarescu [BD], §77; Zich ve Diğerleri, §67). Öte yandan, bu kesinleşmiş kararın 2002’de yerine getirilmiş olması durumu değiştirmemektedir. Bu husus aslında, müdahale nedeniyle doğmuş olan zararın incelenmesi sırasında dikkate alınacak bir unsurdur (bk. aşağıda §76). 2. Hukukilik ilkesine saygı 50. Birinci Protokolün 1. maddesi, her şeyden önce ve en önemlisi, kişinin sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına kamu makamlarının müdahalesinin hukuki olmasını gerektirmektedir. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü, Sözleşme maddelerinin tümünün içkindir (Iatridis [BD], §58). Mahkeme’ye göre hukukilik, iç hukuk kurallarının ulaşılabilir, açık ve sonuçlarının önceden görülebilir olmasını ifade eder (Hentrich, §19, 20 ve 42; Lithgow ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no 1), §76). 51. Daha önce de birçok kez belirttiği gibi Mahkeme, içtihat niteliğinde bir ilkenin hukuki temeli bulunması ve ulaşılabilirlik ve açıklık ve önceden görülebilirlik ölçütlerini karşılaması halinde, bu hukukun Kara Avrupası hukuk sistemindeki mevzuat hükümlerine benzer olup olmadığını soyut olarak incelemeyi gerekli bulmamaktadır. Mahkeme her zaman, böyle bir hukuki temelin varlığının hukukilik ilkesini karşılamaya yeterli olmadığı ve hukukilik niteliği sorununun üzerinde durmak gerektiği kanısını taşımaktadır (La Rosa ve Alba (no 1), §77). 52. Kuşku yok ki, Birinci Protokolün 1. maddesi, mülk edinme hakkını güvence altına almamıştır (Jantner, §34). Sözleşmeci Devletlerin, tüzel kişilerin ve bu arada vakıfların taşınmaz mal edinmelerine ilişkin rejimi düzenleme konusunda geniş bir takdir alanına sahip oldukları konusunda da kuşku yoktur. Böylece devletler, vakıfların açıkladıkları amaçları gerçekleştirebilmelerini, kamu düzenini ve üyelerinin çıkarlarını korumayı gözetmek bakımından, kamu yararına uygun olarak gerekli önlemleri alabilirler. 53. Mahkeme, Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi 7 Mart 1996 tarihli kararını, vakfiyelerinde taşınmaz mal iktisap edebilecekleri yazılı olamayan dinsel azınlık vakıflarının taşınmaz iktisap edemeyeceklerini belirten 1974 tarihli içtihattan söz eden bir bilirkişi raporuna dayandırdıklarını kaydetmiştir. 54. Ne var ki Mahkeme’ye göre 2762 sayılı Kanun, söz konusu vakıfların 1936 beyannamesinden yer alan taşınmazlardan başka bir taşınmaz iktisap edemeyeceklerine dair bir hüküm yoktur. Ne 1952’de ne de 1958’de söz konusu malların edinimi sırasında bir kamu makamı bu işlemlere karşı çıkmamış, bu kısıtlamaya Yargıtay’ın 2762 sayılı kanunun 1974’teki yargısal yorumu neden olmuştur. 55. Dahası, başvurucu vakıf taşınmaz iktisabı, Valilikten verilen belge ve tapu sicili ile geçerli hale gelmiştir. 22 Aralık 1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu kanununa göre verilen bu belge açıkça, başvurucunun tüzel kişi olarak taşınmaz mal edinmeye ehliyetli olduğunu belirtmektedir. 16 Aralık 1958’deki satın alma yoluyla edinimde de aynı durum söz konusudur. Bu taşınmazlara ilişkin müşterek malik sıfatı bu şekilde tapuya tescil edilmiştir. 56. Mahkeme, 1952 ve 1958’deki edinimler sırasında başvurucunun o dönemdeki Türk hukukuna göre bu işlemlerin hukuka uygun olduğuna inandığı konusunda şüphe duymamaktadır. Öte yandan, başvurucunun taşınmaz mal edinebilme ehliyeti konusunda, 1974 içtihadının kabulüne kadar “hukuk güvenliği” de bulunmaktadır. 748 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 57. Mahkeme’ye göre sonuç olarak, bu taşınmaz malların iktisabından 16 ve 22 yıl sonra kabul edilen bir içtihatla, söz konusu taşınmazlara ilişkin tescillerin iptal edilmesi, başvurucu bakımından öngörülebilir bir durum değildir. Gerçekten de başvurucu, taşınmaz mal edinme ehliyeti konusunda sessiz kalan yürürlükteki hukuk metinlerinin yeniden yorumuyla varılan içtihatla, yıllar önce edindiği malik sıfatının iptal edilebileceğini haklı olarak öngöremeyecektir. Üstelik idare, edinimlerini geçerli kılan bir belge vererek, başvurucunun bu konudaki ehliyetinin varlığını da kabul etmiştir. Taşınmazların bu şekilde tapuya tescilinden 38 ve 44 yıl boyunca başvurucu taşınmazların kanuni maliki olarak bunlardan faydalanabilmiş ve harç ve vergilerini de ödemiştir. 58. Mahkeme Türk hukuk sisteminin yakın zamanda geçirdiği değişimi ve cemaat vakıflarına taşınmaz mal edinme ehliyetini tanıdığını kaydetmiştir. Bununla birlikte bu değişimden başvurucunun faydalanamadığını da saptamıştır. 59. Bu görüşler ışığında Mahkeme, uyuşmazlık konusu müdahalenin hukukilik ilkesiyle bağdaşmadığı ve başvurucunun sahibi olduğu şeylerden barışçıl bir biçimde yararlanma hakkının ihlal edildiği kanaatindedir. 60. O halde, olayda 1. Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir. (...) IV. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması (...) Zarar 64. Başvurucu, 1996’da malik sıfatının iptalinden ve bu tarihten itibaren taşınmazlardan yararlanamaması nedeniyle doğan zararlarının tazminini talep etmiştir. 65. Taşınmazların değeri olan ve 1996’daki değer değişim oranını uygulayarak 65,695,000,000 Türk Lirası veya 840,420 Amerikan Doları istemiştir. Bu miktarı, 19 Ağustos 2004’te Vakıf Gayrimenkul Ekspertiz ve Değerlendirme tarafından hazırlanmış ve taşınmazların 1996’da 65,695,000,000 TL olduğunu belirten rapora dayanarak istemiştir. 66. Başvurucu ayrıca iki uzman raporu daha sunmuştur. 19 Ağustos 2004’te İstanbul Emlakçılar Odasınca hazırlanan bir rapora göre taşınmazların 1996’daki değeri 750,000 ABD dolarıdır. 20 Ağustos 2004 tarihinde İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan son uzman raporuna göre ise söz konusu taşınmazların değeri 787,500 ABD dolarıdır. 67. Başvurucu, mallarından 1996 yılından itibaren yararlanamaması nedeniyle doğan zararının karşılığı olarak ise 924 232 ABD doları talep etmiştir. Bu miktarı da, (ilk uzman raporuna göre tahmin edilen değer olan bk. yukarıda §66) 840,420 ABD dolarına Mayıs 1996-Ağustos 2005 arasında Türkiye’de ABD dolarına uygulanan faiz oranıyla güncelleştirerek elde etmiştir. 68. Başvurucu ayrıca İstanbul Göztepe’de bulunan ve adına olan araziye ilişkin tescilin iptali iddiasıyla buna ilişkin zararının da giderilmesini istemiştir. 69. Hükümet bu iddiaları reddetmiştir. Göztepe’de bulunan araziyle ilgili olarak ise, başvurunun sadece Beyoğlu’ndaki taşınmazların mülkiyetiyle ilgili olduğunu açıklamıştır. 70. Öte yandan Hükümet, söz konusu taşınmazların değerinin başvurucunun belirlediği uzmanlarca saptanmasına itiraz etmektedir. Ayrıca 7 Mart 1996’da verilen mahkeme hükmünün 2002’de infaz edildiğini ve bu tarihe kadar başvurucunun malik sıfatının tapuda yazılı kaldığını, Bu nedenle başvurucunun bunlardan tamamen yararlandığını da 749 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR belirtmiştir. Öte yandan, başvurucunun sunduğu belgeler ilgilinin bu yerlerin kirasını bu tarihe kadar aldığını göstermektedir. 71. Göztepe’de bulunan ve başvurucu adına olan tescilinin iptal edildiği araziye gelince, Mahkeme, başvurucunun dilekçesinde sadece Beyoğlu’nda bulunan taşınmazların tescillerinin iptalini şikâyet etmiştir. Sonuç olarak Mahkeme bu talebi reddetmiştir. 72. Beyoğlu’ndaki taşınmazların mülkiyetine gelince, Mahkeme, ihlalin tespitinin davalı devleti, ihlale son verme ve ihlalin sonuçlarını mümkün olduğunca eski hale getirecek şekilde ortadan kaldırmaya yönelttiğini hatırlatır (Iatridis (adil karşılık) [BD], §32). 73. Bir davada taraf olan Sözleşmeci Devletler, ilke olarak ihlalin tespitine ilişkin bir karara uymak için kullanacakları araçları seçmekte serbesttirler. Bir hükmün infazındaki çeşitliliğe ilişkin takdir yetkisini seçme özgürlüğü, Sözleşme’nin taraf Devletlere yüklediği birincil yükümlülük olan, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı (1. madde) gösterilmesi yükümlülüğüyle uyumludur. İhlalin niteliği eski hale iadeye imkân veriyorsa, davalı devlete düşen, bunu gerçekleştirmektir; Mahkeme’nin bunu kendinin yerine getirmeye ne fiilen imkânı ne de yetkisi vardır. Buna karşılık iç hukuk ihlalin sonuçlarını kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya elvermiyorsa, 41. madde Mahkeme’ye, gerektiği takdirde zarar gören tarafa orantılı bir tazminat verme yetkisi vermektedir (Brumarescu (adil karşılık) [BD], §20). 74. Mahkeme olayın özelliklerine göre, uyuşmazlık konusu taşınmazların yeniden başvurucu adına tapuya kaydı, başvuranı mümkün olduğunca 1. Protokolün 1. maddesinin gerekliliklerinin ihlal edilmiş olmaması halindeki durumuna eşdeğer konuma sokacağını kabul etmektedir. Bu kararın kesinleştiği günden itibaren üç ay içinde davalı devletin yeniden tescil işlemine başlamaması halinde Mahkeme, taşınmazların bugünkü değerine eşdeğer miktarın maddi tazminat olarak taraf devletçe başvurana ödenmesine karar vermiştir. Söz konusu mallardan faydalanamama nedeniyle doğan zarara gelince, Mahkeme, Hükümetin, söz konusu mülkiyetlerin ancak 2002’de Hazine’ye devredildiği iddiasını dikkate almıştır. Üstelik başvurucunun sunduğu belgeler sadece varsayımsal hesaplamalardır ve söz konusu mallardan faydalanamama nedeniyle yoksun kalınan kazancın kesin miktarını göstermemektedirler. 75. elindeki tüm unsurları hesaba katarak, Mahkeme, mülkiyetlerin yeniden tescil edilmemesi halinde, mülkiyet tescillerinin iptalinden ve 2002 yılından sonra malların gerçekten kullanılamamasından doğan maddi zarar için Devletin başvurana 890 000 Euro ödemesine karar vermiştir. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE, 1. Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine; (...) a) Davalı devlet tarafından, Sözleşme’nin 44(2). fıkrası uyarınca bu kararın kesinleştiği tarihten itibaren 3 ay içinde, uyuşmazlık konusu taşınmazların tapu sicilinde başvurucu adına tesciline; b) Bu tescilin yapılmaması halinde, davalı devletin aynı üç aylık sürede başvurucuya maddi tazminat olarak 890,000 Euro ve mahkeme masraf ve harcamaları olarak 20,000 Euro ve bu miktarlara uygulanabilecek her türlü vergiyi ödemesine; (...) KARAR VERMİŞTİR. 750 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar 15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE ♦ taşınmazı iade etmeme (başvurucunun hastane yapılması için beldiyeye devrettiği taşınmazın sadece bir kısmının kamu yararı amacıyla kullanılmış olması, başvurucunun bağışlama amacı dışında kullanıldığı iddiasıyla taşınmazı iade davasının reddedilmesi, Yargıtay’ın, bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları nedeniyle hak iddia edemeyecekleri konusundaki yorumunun kamunun genel yararı ile bireysel haklar ve özgürlükler arasındaki adil dengeyi bozması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik—kamu yararı—adil denge DAVANIN ESASI 1939 ve 1949 yıllarında doğmuş olan başvurucular İstanbul’da ikamet etmektedir. 26 Ağustos 2007 tarihinde başvurucuların İstanbul Sultan Çiftliğinde 13,625 metre karelik arazilerinin kadastro çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Başvurucular, noterden yaptıkları bir işlemle bu arazinin 2,335.89 metre karelik bir bölümünü imar planına uygun olarak yol yapımı için devretmişlerdir. Bunun yanında 3,165 metre karelik bir parseli de bir sağlık kuruluşu yapılması amacıyla Sultan Çiftliği Belediyesi’ne devretmişlerdir. Belediye, sağlık kuruluşu yapımı amacıyla devredilen parseli üçe bölmüştür. 2,037 metre karelik ilk bölümü üçüncü bir kişiye satılmış, 127 metrekarelik ikinci bölümü Tapu Kütüğünde Belediye adına tescil edilmiş, 1,000 metre karelik üçüncü bölümü de sağlık kuruluşu inşası için hazineye devredilmiştir. Başvurucular 6 Eylül 1999 tarihinde, Borçlar Kanunu’nun 244. maddesinin 3. fıkrasına dayanarak Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuşlardır. Başvurucular, üçüncü kişilere satılan kısım için tazminat talep etmişler, ayrıca belediye adına tescil edilen kısmın kendilerine iadesine karar verilmesini istemişlerdir. Başvurucular, özellikle bu sonuncusunun söz konusu taşınmazın devir şartlarına uymadığını ileri sürmüşlerdir. Asliye Hukuk Mahkemesi, 29 Haziran 2000 tarihli bir kararla davacının davasının tamamen kabulüne karar vermiştir. Asliye Mahkemesi, taşınmazın bir bölümünün üçüncü kişilere satışı ile diğer bölümünün belediye adına tescilinin, bu malları idareye devreden davacı tarafından belirlenen şartlara uygun olduğunun kabul edilemeyeceğine karar vermiştir. Asliye Mahkemesi sonuç olarak, idareyi başvuruculara arazinin birinci kısmının satışı nedeniyle faiziyle birlikte 10,187,000,000.- Türk Lirası tazminat ödemeye; arazinin ikinci kısmının devri nedeniyle Belediyenin ikinci kısım üzerindeki tapu kaydının iptaliyle bunun davacılar adına tesciline karar vermiştir. Yargıtay, Belediyenin yaptığı temyiz başvurusu üzerine, 30 Ocak 2001 tarihinde yerel mahkeme kararının bozulmasına karar vermiştir. Yargıtay şöyle demiştir: “ (…) Kamulaştırma Kanunun 35. maddesine göre eski malikler, imar mevzuatı gereğince düzenlemeye tabi tutulan parsellerden düzenleme ortaklık payı karşılığı olarak bir defaya mahsus alınan yol, yeşil saha ve bunun gibi kamu hizmet ve tesislerine ayrılan yerlerle ilgili olarak mülkiyet hakkı veya tazminat talebinde bulunamazlar. Bu durum, kadastrosu yapılıp malikin rızasıyla kamunun kullanımına geçmiş araziler için de geçerlidir. Olayda davaya konu ihtilafın temelinde 13,000 metrekarelik bir taşınmaz bulunmaktadır; bu taşınmaz bir düzenlemeye konu olmuş ve malikin rızasıyla davalı idareye bırakılmıştır. Bu arazinin belirli bir kısmı üzerinde bir sağlık kuruluşu inşa edilmiştir. Davacı taraf, üçüncü kişilere yapılan satış nedeniyle bir tazminat talep ettiği gibi, belediyeye ait olan diğer parselin de hazine adına tescilinin iptaline karar verilmesini talep etmektedir. Oysa terk işlemi, şartlı bir bağışlama olarak kabul edilemez.” Yargıtay 6 Temmuz 2001 tarihinde, karar düzeltme talebini reddetmiştir. 751 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Yerel mahkeme, 30 Ekim 2001 tarihinde, Yargıtay’ın bozma kararına uyma kararı vermiş ve davacıların davasını reddetmiştir. Yerel mahkeme bu bağlamda Yargıtay’ın gerekçelerini benimsemiştir. 29 Ocak ve 11 Ekim 2002 tarihinde Yargıtay yerel mahkeme kararının onanmasına karar vermiş ve 30 Ekim 2001 tarihinde karar düzeltme talebinin reddine karar vermiştir. İç hukuk: Borçlar Kanununun 244. maddesinin 3. fıkrasına göre, şartlı bağışlama kapsamında bağış yapan, bağış alanın haklı bir gerekçe olmaksızın bağışlamanın şartlarını yerine getirmemesi halinde, bağışlamayı geri alabilir. Bağışlayan aynı zamanda bağışlananın bu nedenle elde ettiği zenginleşmenin tahsilini de talep edebilir. Kamulaştırma Kanununun 35. maddesine göre eski malikler, mülklerinin İmar Kanununa uygun olarak yol, yeşil alan vb. kamu yararına yönelik araçların inşası amacıyla devri nedeniyle herhangi bir hak talep edemezler. Aynı şey özel mülkiyete tabi olmakla birlikte malikin rızasıyla kamunun kullanımına geçen mallar için de geçerlidir. Hükümet, 35. maddenin uygulamasıyla ilgili olarak bir dizi Yargıtay kararına atıf yapmaktadır. (1996/5090 K, 28 Mayıs 1996 Tarih, 2002/685 karar, 2 Nisan 2002 Tarih, 2001/3361 Karar, 11 Mart 2001 Tarih, 2000/8413 Karar, 29 Mayıs 2000 Tarih, 2005/12736 Karar, 24 Ekim 2005 Tarih.) Bu kararlarda Yargıtay, maliklerin taşınmazların iadesi talebini reddetmiştir. HÜKÜM GEREKÇESİ 1. Birinci Protokolü’nün 1. maddesinin ihlali iddiası Başvurucular Sözleşme’nin aşağıda ilgili kısmı verilen 1 Numaralı Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedirler. Hükümet başvurucunun görüşüne karşı çıkmıştır. A. Kabuledilebilirlik hakkında 19. Mahkeme, başvurunun Sözleşme’nin 35. maddesinin 3. fıkrası kapsamında temelden yoksunluk niteliği arz etmediği kanaatindedir. Mahkeme, bunun yanında herhangi bir kabul edilemezlik kriterine de rastlanmadığını tespit etmektedir. Bu nedenle kararın kabuledilebilir bulunması gerekmektedir. B. Esas Hakkında 1. Tarafların iddiaları 20. Başvurucular, kamu yararına yönelik bir eserin inşası amacıyla 3,165 metre karelik bir taşınmaz idareye devretmiş olduklarını; ancak bu taşınmazın yalnızca 1,000 metrekarelik bir kısmının bu amaçla kullanılmış olduğunu belirtmişlerdir. Bu arada Yargıtay, Kamulaştırma Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca, belediye adına tescilli 127 metrekarelik parselin iadesini ve 2,165 metrekarelik parselin de üçüncü kişilere satılması nedeniyle uğranılan zararlarının tazmini taleplerini reddetmiştir. Başvuruculara göre bu durum mülkiyet hakkı ile bağdaşmamaktadır. 21. Bunun yanında başvuruculara göre, bu olaya 35. maddenin uygulanması da mümkün değildir; zira kendileri ne yol yapımı amacıyla idareye devredilen 2.335,89 metrekarelik alanın ne de üzerine önceden bir bina inşa edilmiş olan 1.000 metrekarelik arazinin iadesini talep etmemektedirler. Başvurucular bu bağlamda Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 29 Haziran 2000 tarihli kararında davalarını kabul ettiğini vurgulamaktadırlar. Başvurucular bu bağlamda Borçlar Kanunu’nun 244. maddesinin 3. fıkrasına göre, 752 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar bağışlananın haklı bir gerekçe olmaksızın şartlarını yerine getirmemesi halinde bağışlamadan dönülebileceğinin belirtmektedirler. 22. Hükümete göre başvurucular, mahkeme içtihadı bakımından ne mülkiyet hakkına ve ne de bir meşru beklentiye sahiptir. Hükümete göre bu olay iç hukukun uygulanmasından ibarettir. Bu bağlamda bu davada uygulanması gereken hukuk kuralı Medeni Kanun değil, Kamulaştırma Kanunun 35. maddesidir. Bunun sonucunda Türk Hukukuna göre kamu yararına yönelik bir tesisin inşası amacıyla idareye yapılan devirlerde herhangi bir şart ileri sürülemez ve eski malik bu mülkün devri nedeniyle mülkün iadesini ya da herhangi bir tazminini talep edemez. 23. Hükümet iddiasına dayanak olarak bir dizi Yargıtay kararı göstermekte ve yukarıdaki düzenlemenin uygulanmasına ilişkin olarak yerleşik bir içtihat bulunduğunu iddia etmektedir. Hükümet bu bağlamda, ilgili iç hukuku uygulamanın ilk olarak ulusal mercilerin görevi olduğunu hatırlatmaktadır. 2. Mahkemenin değerlendirmesi 24. Mahkeme’ye göre Birinci Protokolün 1. maddesi, hem “mevcut malları” ve hem de başvurucunun en azından mülkiyet hakkından etkili bir şekilde yararlanabileceğine dair “meşru bekletisi”nin bulunduğunu iddia edebileceği talepleri de içeren “sahibi olduğu şey”leri korumaktadır. Bununla birlikte bu madde, mülk edinme hakkını güvence altına almamaktadır (Kopecky [BD], §35). Bir başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesinin korumasını gerektiren bir ayni menfaatinin olup olmadığı ile ilgili bir uyuşmazlık bulunduğu zaman, Mahkeme’nin başvurucunun hukuki durumunu tespit etmesi gerekmektedir (Beyeler [BD). 25. Mahkeme bu bağlamda Sözleşme organlarının, Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında “sahibi olduğu şey’in” mevcut bir “mülkiyet”i olduğu gibi (Van Der Mussele, §48; Malhous [k.k.]), alacaklar dahil, başvurucunun en azından gerçekleşmesini görmek istediği “meşru beklentisi”nin bulunduğu değerleri ifade ettiği yönündeki yerleşik içtihadını hatırlatır (Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri kararı; Ouzonis ve Diğerleri, §24). Buna karşılık ne uzun zamandır ortadan kalkmış olan mülkiyet hakkının yeniden canlandırılması umudu ve ne de bir şartın yerine getirilmemesi nedeniyle yarıda kalmış bir hak doğumu, Birinci Protokolün 1. maddesi bakımından “sahibi olduğu şey” olarak değerlendirilemez. 26. Bu davada başvurucular, ilk olarak sahibi oldukları bir taşınmazı, kamu yararına yönelik bir eserin, yani bir sağlık kuruluşunun inşası amacıyla idareye devretmişlerdir. Bu arada idarenin bu taşınmazın yalnızca bir kısmını bu amaçla kullandığını fark etmeleri üzerine, mülkiyet haklarının kaybı nedeniyle tazminat ve mülkün kalan kısmı üzerinde tapunun kendi adlarına tescilini talep eden bir dava açmışlardır. Başvurucular, bu amaçla Borçlar Kanununun ilgili maddelerine dayanmışlardır. 27. Söz konusu davanın “halen sahibi olunan şeyler” ile ilgili olmadığını ve başvurucuların dava açtıkları sırada taşınmazlar üzerinde malik sıfatına sahip olmadıklarını kabul etmek elbette mümkündür (krş., Gratzinger ve Gratzingerova [BD], §69). Ancak Mahkeme, usulüne uygun olarak kamulaştırılmış olup da daha sonra kullanılmamış olan bir taşınmazla ilgili olan Benefico Cappella Paolini – San Marino kararında (§33), kamulaştırılmış bir taşınmazın kullanımı ile ilgili yeni bir planın yürürlüğe girmesi üzerine taşınmazın kısmen kullanılmasının, mülkiyet hakkının gerekleriyle ilgili bir sorun yarattığını kabul etmiştir. Aynı şey, Mahkeme’nin bir taşınmazın kamulaştırılması kararı ile kamulaştırmaya dayalı olarak kamu yararına ilişkin projenin uygulanması arasında önemli bir zaman diliminin bulunmasının Birinci Protokolün 1. maddesine aykırı olduğuna karar verdiği 19 Temmuz 2002 tarihli Narbone Motais – Fransa kararı için de geçerlidir. 753 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR 28. Yukarıda anılan iki kararda da kamulaştırma işlemleri söz konusu olmasına rağmen, mevcut davada taşınmazın başvurucular tarafından idareye devredilmesi söz konusudur. Her halükarda bu devir, kamu yararına yönelik bir amacın gerçekleştirilmesi için yapıldığından, söz konusu devir işlemini düzenleyen sistem ne olursa olsun, Mahkeme’nin yukarıda anılan kararlarındaki gerekçesi burada da uygulanır (Benefico Cappella Paolini §9; Motais de Narbonne, §9). Mahkeme yukarıda anılan Benefico Cappella Paolini kararında (§33), kamu yararı amacıyla kamulaştırılan arazinin kamu yararına yönelik bir amaçla kullanılmayan kısmının sahiplerine iadesini öngören bir düzenlemenin var olmaması halinde bile, arazinin kamu yararıyla kullanılmayan kısmının mülkiyet hakkı bakımından bir sorun doğurduğuna karar vermiştir. 29. Mahkeme mevcut olayda, başvurucuların devrin yapılmasına dayanak oluşturan kamusal amaca veya başka herhangi bir kamu yararı amacına uygun olarak kullanılmayan arazinin kendilerine devri konusunda meşru bir beklenti içinde olabilecekleri kanaatindedir. Mahkeme’ye göre, bu tür bir hak, en azından bir “malvarlığı değeri” olarak görülebilir ve dolayısıyla Sözleşme’nin 1 Numaralı Protokolü’nün 1. maddesi kapsamında maliki olunan şey olarak değerlendirilebilir. 30. Mahkeme bu bağlamda, Yargıtay’ın özel hukuk kurallarının kamu yararına yönelik bir amaçla idareye devredilen mallara uygulanmayacağına karar verdiğini gözlemlemektedir. Yargıtay, Kamulaştırma Kanunu’nun 35. maddesine dayanarak eski maliklerin iade talebinde bulunma haklarının olmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme bu bağlamda, iç hukuku uygulamakla ve yorumlamakla öncelikle yükümlü olan ulusal yargı mercileri tarafından işlendiği iddia edilen maddi veya hukuki hataları, Sözleşme’yle korunan hakları veya özgürlükleri ihlal etmedikçe, bu hataları incelemekle görevli olmadığını hatırlatır (Garcia Ruiz, §28). Bunu göz önünde bulunduran Mahkeme, olayda uygulanabilecek olan düzenlemeyi soyut bir şekilde ele almayı gerekli görmemektedir; burada kendisine düşen görev, ilgili iç hukukun uygulanma şeklinin Sözleşme’yle bağdaşıp bağdaşmadığını denetlemektir (mutatis mutandis, Pla ve Puncernau, §46). 31. Başvurucuların arazilerinin bir bölümünü kamu yararına yönelik tesislerin yapılması için belediyeye devretmiş oldukları, fakat devredilen taşınmazın belirli bir bölümünün bu amaçla kullanılmamış olduğu konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Ayrıca Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin Yargıtay tarafından bozulan 29 Haziran 2000 tarihli kararında vurguladığı gibi, bu mülkün kamu yararına yönelik bir amaçla kullanılmaması, davacı tarafından bağışlama için öngörülen şartın yerine getirilmemesi anlamına gelmektedir (bk. yukarıda §9). 32. Taşınmazın idareye devri sırasında öngörülen şarta aykırı olarak, taşınmazın yalnızca bir bölümünün kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilmiş olması, iade talebinin reddini haklı kılmaz (Benefico Cappella Paolini, §33). Taşınmazın iade edilmemesini haklı gösterecek başka bir kamu yararı amacı bulunduğunu ileri süremeyen idare, “yol, yeşil saha ve bunun gibi kamu hizmet ve tesislerinin yapılması için” taşınmazın idareye devrini düzenleyen Kamulaştırma Kanunun 35. maddesiyle oluşturulan bir statüden yararlanmıştır (bk. yukarıda §15). 33. Sonuç olarak Yargıtay’ın, bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları nedeniyle hak iddia edemeyecekleri konusundaki yorumu, kamunun genel yararı ile bireysel haklar ve özgürlükler arasındaki adil dengeyi bozucu niteliktedir. 34. Yukarıdaki bilgiler ve dosyada bulunan belgeler ışığında, Kamulaştırma Kanunu’nun 35. maddesinin uygulanması, Birinci Protokolün 1. maddesi ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle bu madde ihlal edilmiştir. 754 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar II. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması hakkında (...) 38. Mahkeme’ye göre bu talepler tamamen maddi nitelikteki bir zararın telafisine yöneliktir. Mahkeme olayın şartları ışığında davada henüz 41. maddenin uygulanabilecek durumda bulunmadığı kanaatindedir. Mahkeme davalı devlet ile başvurucular arasında bir uzlaşma ihtimalini göz önüne alarak, bu konuda karar vermeyi saklı tutmuştur. MAHKEME BU GEREKÇELERLE; 1. Oyçokluğuyla, başvurunun kabuledilebilir olduğuna; 2. Bire karşı altı oyla, Birinci Protokolünün 1. maddesinin ihlal edildiğine; 3. Oybirliğiyle, Birinci Protokolün 1. maddesine ilişkin zararla ilgili olarak 41. maddenin uygulanmasına halihazırda yer olmadığına; (...) KARAR VERMİŞTİR. 08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE ♦ tapu iptali—mülkiyetin kaybı (başvurucunun sahibi olduğu taşınmazı kullanması için bıraktığı yetimhane vakfı yönetiminin Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmesinin ardından, bu vakfa geçtiği iddia edilen patrikhaneye ait taşınmaz tapusunun iptali) ■ mülkiyet hakkı— hukukilik—kamu yararı DAVANIN ESASI İstanbul’da bulunan başvurucu Fener Rum Patrikliği (Ecumenical Patriarchate) Ortodoks kiliseleri arasında itibar önceliği, liderlik ve koordinasyon rolüne sahip bir Ortodoks Kilisesi olup, Türkiye’deki Ortodoks cemaatini bir araya getirmekte ve temsil etmektedir. Fener Rum Patrikliği Ekümenik Patrik Bartholomeos I tarafından temsil edilmektedir. Başvurucu 06.01.1902 tarihli bir satış sözleşmesiyle, 246,650 Pound Sterling karşılığında İstanbul’da bir taşınmaz mal satın almıştır. Bu taşınmaz Büyükada’da 23,255 m2 bir alan olup, üzerinde 5 katlı bir ana ve 2 katlı bir ek bina bulunmaktadır. Devir işlemi Osmanlı hukukuna göre Sultan fermanıyla yapılmış ve Defter-i Hakani’ye kaydedilmiştir. Başvurucu 1903 yılında bu mülkün kullanımını, bir Ortodoks azınlık vakfı olan ‘Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı’na bırakmıştır. Ayrıca tapuda bu arazi üzerindeki binadan, ‘Ahşap Rum Yetimhanesi’ olarak bahsedilmiştir. Yetimhane Vakfı, 1853 yılında İstanbul’daki Ortodoks Rumlar tarafından tarafından kurulmuştur. Başlarda Yedikule’de faaliyette bulunan Vakıf, binalarının bir depremde yıkılması üzerine faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmıştır. 13 Haziran 1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince, Yetimhanenin tüzel kişiliği resmen tanınmıştır. Bu yasanın Geçici 1. maddesine gereğince verilen Beyannamede, uyuşmazlık konusu taşınmaza yer verilmiştir. Bu Beyannameye göre vakıf, söz konusu ‘Rum Erkek Yetimhanesini’ yönetmektedir. 1964 yılında Türk idari makamlar, Yetimhanede yangın riski gibi güvenlik nedenleriyle, söz konusu taşınmazın tahliye edilmesini istemişlerdir. Başvurucu Fener Rum Patrikliği, aynı yıl taşınmazın zilyedliğini ve yönetimini tekrar ele aldığını ileri sürmektedir. 1995 yılında başvurucu, yapının bakım ve onarımı için bir özel şirket ile 49 yıllığına işletme karşılığında bir anlaşmaya girişmiştir. Ancak idari makamların karşı çıkması üzerine bu anlaşma yapılamamıştır. 755 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Yetimhane Vakfı ile ilgili idari işlem ve dava 22 Ocak 1997 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2762 sayılı Kanunun 1. maddesine daynarak, bu tarihe kadar ‘mülhak vakıf’ kategorisindeki Yetimhane Vakfını ‘mazbut vakıf’ haline dönüştüren bir karar almıştır. Bu karar gereğince Vakfın yönetim kurulu görevden alınmış ve yönetim Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmiştir. 4 Nisan 1997’de Yetimhane Vakfı, söz konusu kararın iptali için İdare Mahkemesinde dava açmıştır. İdare Mahkemesi 12 Mart 1998 tarihli kararla, davayı reddetmiştir. Danıştay 19 Şubat 2001 tarihinde bu kararı bozmuştur. 3 Nisan 2002 tarihli kararla, İdare Mahkemesi Yetimhane Vakfının talebini yeniden reddetmiştir. Kararın temyiz edilmesi üzerine Danıştay, 19 Kasım 2003 tarihli kararla, İdare Mahkemesinin kararını onamıştır. Onama kararı üzerine yapılan karar düzeltme talebi halen devam etmektedir. [Not: Adalar Tapu Sicil Müdürlüğünün 21 Mart 2006 tarihli yazına göre, ‘Büyükada Maden Mah. 199 Ada 2. parsel sayılı Rum Patrikanesi adına kayıtlı taşınmaz 20.3.2006 tarih ve 494 Yev. No.su ile Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı adına tescil edilmiştir’. Öte yandan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin 08.07.2008 tarihli esas hakkındaki bu kararından sonra Danıştay 4 Aralık 2008 (2008/2201) tarihli kararla, Yetimhane Vakfının karar düzeltme talebini kabul etmiş ve böylece Yetimhane Vakfının “mazbut vakıf” olmaktan çıkarılması öngörülmüştür.] Başvurucuyla ilgili dava Öte yandan 16 Mart 1999’da, Yetimhane Vakfı namına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü Adalar Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açarak, Fener Rum Patrikliği adına tescilli bulunan söz konusu taşınmaz tapusunun iptal edilmesini ve tapunun Yetimhane Vakfı üzerine kaydedilmesini talep etmiştir. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi 18 Aralık 2002 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün davasını kabul ederek, taşınmazın 1997’den beri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetilen Yetimhane Vakfı üzerine kaydedilmesine karar vermiştir. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi bu bağlamda, Yetimhane Vakfı’nın “mazbut” vakıf olarak kabul edildiğini hatırlatmış, sözkonusu taşınmazın adı geçen vakıf tarafından 1936 Beyannamesinde beyan edildiğini tespit etmiştir. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi ayrıca, Patrikhanenin uluslararası önemi bulunan bu tarihi binanın bakımı için hiçbir çalışma yapmadığını da göz önüne almıştır. Yargıtay 30 Eylül 2003 tarihinde, sözkonusu kararı usulden bozmuştur. Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi 25 Şubat 2004 tarihinde verdiği kararda, başvurucu Fener Rum Patrikliği’nin söz konusu taşınmazın kendisi adına tescil edilmiş olduğunu gösteren tapu kayıtlarını zikretmiş, davacı Vakıflar Genel Müdürlüğünün söz konusu Yetimhane Vakfının mazbut vakıf olduğu için dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptalini istediğini belirtmiş; davalı Fener Rum Patrikliği’nin söz konusu taşınmazın maliki olmasına rağmen taşınmazı atıl vaziyette bıraktığını ve uluslararası öneme sahip olduğundan bahsettiği halde taşınmazı sağlam ve ayakta kalabilmesi için hiçbir faaliyette bulunmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir: ‘Buradan hareketle, dava konusu taşınmazın tapu kaydının gerek Türk Medeni Yasası gerek uluslararası andlaşmalar, gerek Vakıflar Yasası doğrultusunda tapu kaydının mazbut vakıf sayıldığı için tapuda iptali gerektiği açıktır. …’. Böylece Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi bir kez daha başvurucu Fener Rum Patrikliği’nin tapusunun iptaline ve taşınmazın Yetimhane Vakfı adına tescil edilmesine karar vermiştir. Yargıtay 21 Ekim 2004 tarihinde, başvurucunun esastan temyiz taleplerini redderek, bu yönden kararı onamıştır. Yargıtay’a göre ‘…Vakıflar Genel Müdürlüğünce idare edilen ve 756 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar mazbuteye alınan vakıflar kapsamında olduğu, bu yerin rum erkek yetimhanesi vakfiyesi yerine kaim 1936 tarihli beyannamede mevcut bulunduğu anlaşıldığına göre davanın kabul edilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalının bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir.’ Yargıtay 7 Şubat 2005 tarihinde karar düzeltme talebini reddetmiştir. Başvurucu Fener Rum Patrikliği 19 Nisan 2005 tarihinde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Başvurucu tarafından sunulan belgeler Başvurucu Mahkeme’ye, vergi idareleri tarafından verilen iki karara ilişkin belgeler de sunmuştur. Birinci kararda vergi dairesi 18 Temmuz 1944 tarihinde başvurucuya, söz konusu taşınmazdaki 135 odanın Yetimhane Vakfı tarafından kullanılmadığı gerekçesiyle başvurucunun vergi ödemesi gerektiğini bildirmiştir. Ancak itirazı inceleyen vergi dairesi 18 Haziran 1945’te, bu binanın Yetimhane Vakfı tarafından gelir elde etmek amacıyla kullanılmadığı gerekçesiyle, başvurucudan vergi alınmasının gerekli olmadığı sonucuna varmıştır. İkinci olarak İstanbul Belediyesi başvurucuya gönderdiği 1 Aralık 1959 tarihli bir yazıda, “Patrikanenin tahtı tasarrufunda bulunan” Yetimhane Vakfı binasında restorasyon yapabileceğini belirtmiş, ikinci bir bina yapmak için ise başvurucunun İçişleri Bakanlığına başvurması gerektiğini belirtmiştir. Aynı şekilde belediye 5 Kasım 1962 tarihli yazısında, başvurucuya gönderiği yazının içeriğini teyid etmiştir. Ayrıca Adalar Belediyesi başvurucuya gönderdiği 9 Şubat 2004 tarihli yazıda, başvurucuyu binadaki yangın riskine karşı bilgiledirmiştir. HÜKÜM GEREKÇESİ Başvurucu, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin başka bazı maddelerinin yanında, 1 no.lu Ek Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur. I. Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği iddiası A. Tarafların görüşleri [46-59]: Başvurucu bir yüzyıldan beri kendisine ait taşınmazın, Türk idari makamları tarafından yönetilen Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı adına tapuya kaydedilmesinin, mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. Başvurucu, uyuşmazlık konusu taşınmazın Yetimhane Vakfının 1936 Beyannamesinde ‘beyan edilmiş olması’nın, bu taşınmazın açıkça Yetimhane Vakfı’na devredildiğini teyid ettiği yönündeki Hükümetin iddiasına karşı çıkmıştır. Başvurucuya göre bu beyannamede sözkonusu taşınmazdan açıkça söz edilmemiş olup, sözkonusu Beyannamenin bir senet veya Yetimhane Vakfı’nın ihtilaf konusu mülkün tesciline dair bir talebi olarak değerlendirilemez. Bu beyannameler, ilgili vakıfların mali durumlarını göstermeleri için verilmiştir. Bu nedenle, sözkonusu vakıfların bu beyannameyi vermelerini gerekli kılan 2762 sayılı Kanun hükümeleri, 1. no.lu Protokolün 1. maddesi anlamında ‘ulaşılabilir’, ‘açık’ ve ‘önceden görülebilir’ bir hukuk kaynağı değildir. Başvurucuya göre ayrıca mülkiyet hakkına bu müdahale hiçbir kamu yararı amacı taşımamaktadır. Ayrıca başvurucu, mülkiyetten yoksun bırakma işleminin, kendisine bir tazminat ödenmeden ve haklı bir gerekçeye dayanmadan yapılmış olması nedeniyle açıkça orantısız bir müdahale olduğunu ve mülkiyet hakkı ihlal edildiğini iddia etmiştir. Hükümet ise uyuşmazlık konusu taşınmazın Osmanlı hukukunun bir özelliği olarak Patriklik üzerine tescil edildiğini, oysa başından itibaren Yetimhane Vakfına ait olduğunu, 1936 tarihli Beyannamenin bunu teyid ettiğini, tapu iptalinin bir hatanın düzeltilmesinden ibaret olduğunu savunmuştur. Hükümet ayrıca taşınmazın Hazine adına değil, asıl malik olan Yetimhane Vakfı adına tescil edildiğine dikkat çekmiştir. 757 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR B. Mahkeme’nin değerlendirmesi 1. Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ‘sahibi olduğu şey’in varlığı [60-65]: Mahkeme, olayda Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ‘sahibi olunan şey’ (possession) bulunup bulunmadığını incelemiştir. Bu bağlamda Mahkeme, olayın içinde bulunduğu koşullarda başvurucunun Birinci Protokolün 1. maddesi anlamında ayni bir menfaat sahibi olup olmadığını incelemiştir. Mahkeme öncelikle, o tarihlerdeki işlemlere göre asıl malikin Fener Rum Patrikliği değil de Yetimhane Vakfı olduğuna dair Hükümetin iddiasını kabul etmemiştir. Uyuşmazlık konusu taşınmazın başlangıçtan beri yetimhane olarak kullanılmak üzere tahsis edildiği doğrudur; ancak Mahkeme böyle bir tahsisin başvurucuyu malik olmaktan çıkarması için sebep görmemiştir. Başvurucu bu taşınmazı 1902 yılında bedelini ödeyerek iktisap etmiş, bu tarihten sonra taşınmazı Vakfa satmamış veya bağışlamamıştır. Hükümetin sunduğu belgeler bu taşınmazın Yetimhane Vakfı’nın kullanımına tahsis edildiğini gösterdiği gibi, bu belgelerde de taşınmazın malikinin başvurucu olduğu görülmektedir. Ayrıca idari makamlar bir çok kez Patriklikten taşınmazın ‘sahibi’ olarak söz etmişlerdir. Ayrıca, Asliye Hukuk Mahkemesinin 25 Şubat 2004 tarihli kararında, başvurucunun söz konusu taşınmazın maliki olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu noktada başvurucunun tapusunun iptal nedenlerinden birinin, malik olarak yapıyı sağlamlaştırmaması olduğunu kaydetmek yeterlidir. Mahkeme’ye göre bu sonuca ancak, başvurucunun mülk sahibi olduğu ilkesinden yola çıkılarak varılabilir; başvurucu hiçbir zaman taşınmazın sahibi olmamış olsaydı veya mülkiyet 1936 yılında Yetimhane Vakfına geçmiş olsaydı, bu gerekçelerin bir temeli olmazdı. Mahkeme, dini azınlıklara ait vakıfların kullandığı mallara uygulanan Osmanlı Hukukunun özel hükümleri yönünden Hükümetin ileri sürdüğü iddiayla ilgili olarak, bu imtiyazların Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kaldırıldığını tespit etmektedir. 4 Ekim 1926’da Medeni Kanun’un ve 13 Haziran 1935 tarihinde Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte bu vakıfların tabi olduğu hukuki rejim köklü bir değişime uğramıştır. Bu çerçevede Mahkeme, sözü edilen bu kanunların kabul edilmesinin ardından kamu makamlarının başvurucunun malik sıfatına hiç itiraz etmedikleri ve Yetimhane Vakfı’nın da herhangi bir şekilde mülkiyet iddiasında bulunmadığı hususuna özel bir önem atfetmektedir. Yukarıda anlatılanları göz önünde tutan Mahkeme, söz konusu taşınmazın özel bir rejime tabi olduğunu kabul edilse bile, yarıkamusal bir nitelik taşıdığı ve hiçbir zaman başvurucuya ait olmadığı sonucuna varamaz. Dolayısıyla Mahkeme, söz konusu taşınmazın başvurucuya ait olduğu, Birinci Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir ‘maliki olunan şey’ oluşturduğu ve Birinci Protokol’ün 1. maddesinin mevcut davada uygulanabilir olduğu sonucuna varmaktadır. 2. Birinci Protokolün 1. maddesine uygunluk a) Mülkiyet hakkına bir müdahalenin varlığı [66-69]: Mülkiyetin başvurucuya ait olduğunu kabul eden Mahkeme, olayda mülkiyet hakkına bir müdahale bulunup bulunmadığı sorununu ele almıştır. Mahkeme tapu iptalinin başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale oluşturduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda Mahkeme, Sözleşme’nin hakları ve özgürlükleri ‘somut ve etkili’ bir şekilde korumayı amaçladığından, bu müdahalenin fiili bir kamulaştırma oluşturup oluşturmadığını incelemiştir. Hükümet, olayda fiili ya da hukuki bir kamulaştırmanın değil, sadece basit bir kayıt hatasının düzeltilmesinin söz konusu olduğunu savunmuştur. Hükümet özellikle, söz konusu taşınmazın başlangıçtaki tahsis amacını korumak için, tapunun Hazine adına değil ama asıl malik adına tescil edildiğini vurgulamıştır. 758 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar Mahkeme ise görünüşün ardına bakılması ve olaydaki gerçeklerin araştırılması gerektiği kanaatini belirtmiştir. Bu noktada Mahkeme, başvurucunun tapusunu iptal eden ulusal mahkemelerin söz konusu taşınmazın mülkiyetini, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ‘mazbut vakıf’ olarak nitelenen ve hayır işlerine son verdiği belirtilen Yetimhane Vakfına nakledildiğini kaydetmiştir. Dolayısıyla, söz konusu taşınmazın artık başvurucuya ait olmadığı ve bundan sonra Başbakanlığa bağlı bir kamu kuruluşu olan bu Genel Müdürlük tarafından idare edileceği hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurucunun mülkiyet hakkına, Birinci Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında mülkiyetten yoksun bırakma olarak değerlendirilmesi gereken bir müdahale söz konusudur. b) Hukukilik ilkesine saygı [70-75]: Mahkeme daha sonra bu müdahalenin hukukiliği sorununu ele almıştır. Mahkeme’ye göre Birinci Protokolün 1. maddesi her şeyden önce, kamu makamlarının mülkiyet hakkına müdahalesinin hukuka uygun olmasını gerektirir. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesi, Sözleşme maddelerinin tamamına içkindir (Iatridis, §58). Mahkeme’ye göre hukukilik ilkesi, ulusal hukukun yeterince erişilebilir, açık ve önceden görülebilir olması demektir (Hentrich, §42; Lithgow ve Diğerleri, §110; La Rosa ve Alba (no. 1), §76). Hükümet, Medeni Kanunun 1024. ve 1025. maddeleri uyarınca, tescil işleminin haksız olması ve asıl malikin haklarının ihlal edilmesi halinde, tapu sicillerinin bir mahkeme kararıyla düzeltilebileceğini öngördüğünü söylemiştir. Hükümete göre ulusal mahkemeler, Yetimhanenin 1936 Beyannamesinde söz konusu taşınmazın bildirilmiş olmasına dayanarak tapu kayıtlarını düzeltmişlerdir. Başvurucu ise bu el koymanın hiçbir hukuki dayanağının olmadığını iddia etmiştir. Mahkeme, 25 Şubat 2004 tarihli Asliye Hukuk Mahkemesinin kararında tapu iptaline gerekçe olarak, belirli bir kanun maddesine veya ilgili bir uluslararası anlaşmaya atıfta bulunulmaksızın, başvurucunun tapusunun iptalini haklı göstermek için sadece ‘Medeni Kanun, uluslararası anlaşmalar ve (…) Vakıflar Kanunu’nun zikredildiğini kaydetmiştir. Mahkeme, dava mahkemesinin söz konusu müdahaleyi haklı kılmak için gösterdiği gerekçelerin muğlak olmasına rağmen, Yargıtay’ın 21 Ekim 2004 tarihli kararında açıkça Yetimhane Vakfının 1936 Beyannamesine ve bu Beyannamenin sonuçlarına atıfta bulunulduğunu gözlemlemiştir. Dolayısıyla Mahkeme, bu gerekçeyi göz önünde bulundurarak, başvurucunun tapusunun iptalinin 2762 sayılı Kanun hükümlerine dayandırılmış olduğunu varsaymıştır. Bu noktada Mahkeme sorunun, söz konusu kanun hükümlerinin ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik şartlarını taşıyıp taşımadığı sorunu olduğunu belirtmiştir. Ancak Mahkeme, müdahalenin orantılılığı ile ilgili aşağıda vardığı sonucu dikkate alarak, bu meseleyi incelemeyi gerekli görmemiştir. c) Kamu yararı meşru amacı [76-82]: Mahkeme daha sonra bu müdahalenin Birinci Protokolün 1. maddesinin ikinci kuralında yer alan ‘kamu yararı’ gibi meşru bir amaca sahip olup olmadığını ele almıştır. Hükümet başvurucunun tapusunun iptalinin, uyuşmazlık konusu taşınmazın başlangıçtaki tahsis amacının korunması ihtiyacından kaynaklandığını savunmuştur. Hükümete göre bu nedenle tapu iptal kararı meşru bir amaca sahiptir. Başvurucuya göre ise, artık söz konusu tahsis amacı kalmadığından, taşınmazına el koyulması meşru bir amaç taşımamıştır. Başvurucu esasen İstanbul’da çok az sayıda yetim Rum çocuğunun kaldığını, bunların da daha elverişli binalarda barındırıldığını belirtmiştir. Başvurucu ayrıca, Vakfın amacı ortadan kalktığı halde, taşınmaz sahibini mülkiyetten yoksun bırakmanın kamuya ne şekilde hizmet ettiği hususunun Hükümet tarafından açıklanamadığını söylemiştir. 759 İHAS: AÇIKLAMA VE ÖNEMLİ KARARLAR Mahkeme, ‘kamu yararı’ kavramını niteliği gereği hep geniş bir kavram olarak değerlendirdiğini hatırlatmıştır. Mahkeme’ye göre özellikle kamulaştırma konusundaki yasaların kabulü çoğu zaman politik, ekonomik ve sosyal düşünceler içerir. Yasakoyucunun ekonomik ve sosyal politikaları yerine getirmek için takdir alanı bulunduğunu kabul eden Mahkeme, bu takdirin açıkça makul bir temelden yoksun olmaması şartıyla, ‘kamu yararı’nın gereklerini yerine getirme tarzına saygı duyduğunu hatırlatmıştır (James ve Diğerleri, §46; Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §3; Broniowski, §149). Mahkeme mevcut olayda ilk önce, Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından söz konusu müdahaleyi haklı kılmak için gösterilen gerekçelerden birinin, sahibinin tarihi öneme sahip bu taşınmazı sağlamlaştırmak için gerekli tedbirleri almaması olduğunu gözlemlemiştir. Ancak Mahkeme’ye göre mevcut olayda böyle bir gerekçe konuyla ilgisizdir, çünkü ulusal mahkemeler veya Hükümet, mevcut olaydaki gibi tarihi, kültürel veya mimari öneme sahip mirası korumak amacıyla alınması gereken tedbirleri belirleyen mevzuata dayanmamışlardır. Bununla birlikte Mahkeme, Türk devletinin vakıfların statüsü ve malvarlıklarıyla ilgili hukuki bir sorunu çözmek zorunda kaldıklarının farkında olduğunu belirtmiştir. Aslında Mahkeme, daha önce Sözleşmeci Devletlerin vakıflar gibi tüzel kişilerin mal ve mülk iktisap etme usulünü düzenlerken geniş bir takdir alanından yararlandıklarını söylemiştir. Dolayısıyla Sözleşmeci Devletler, açıkladıkları amaç ve hedefleri gerçekleştirmek ve kamu düzenini ile vakıf üyelerinin menfaatlerini korumak için, genel yarara uygun gerekli tedbirleri alabilirler (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, parag. 52). Bu nedenle, 1936 Beyannamesinden 61 yıldan fazla bir süre sonra 1997 yılında tapu iptal davasının açılması, bu tedbirin gerekçelerine ilişkin soru işaretlerine neden olsa da, bu durum tek başına, Vakıflar Kanununun genel olarak ‘kamu yararına’ olma şeklindeki meşruiyetini ortadan kaldırmaz (Yunanistan Eski Kralı ve Diğerleri kararı, parag. 88). d) Müdahalenin orantılılığı [83-92]: Mahkeme daha sonra olaydaki müdahalenin kamu yararının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması arasında adil bir denge kurup kurmadığı sorununu ele almıştır. Adil dengenin sağlanması düşüncesi, Birinci Protokolün 1. maddesinin yapısında ve dolayısıyla birinci cümlede güvence altına alınan prensiple bağlantılı yorumlanması gereken ikinci cümlesinde de bulunmaktadır. Mahkeme’ye göre, özellikle bir kişiyi mülkiyetten yoksun bırakan tedbirin amacı ile kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık ilişkisinin bulunması gerekmektedir (Prssos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri, §38). Mahkeme, mevcut olayda başvurucunun tazminatsız olarak mülkünden yoksun bırakıldığını gözlemlemiştir. Mahkeme’nin içtihatlarına göre, bir müdahale hukukilik şartına uygunsa ve keyfi değilse, tazminat ödenmemesi, devletin başvurucunun mülkiyeti elinden almasını kendiliğinden hukuka aykırı hale getirmez (Jahn ve Diğerleri kararı, §95). Başvurucu, kendisini mülkiyetten yoksun bırakan bir müdahale ile karşılaşmıştır. Bu durumda Mahkeme’ye göre başvurucunun orantısız ve aşırı bir külfete katlanıp katlanmadığının araştırılması gerekmektedir. Mahkeme, daha önce değerine göre makul bir bedel ödenmeksizin mülkiyetten yoksun bırakmanın, aşırı bir müdahale teşkil ettiğini ve tazminatın hiç ödenmemesinin ise Birinci Protokol’ün 1. maddesi bakımından yalnızca istisnai koşullarda haklı görülebileceğini belirtmiştir. Mevcut olayda Mahkeme, tazminat ödemeksizin başvurucuyu mülkiyetten yoksun bırakmayı haklı göstermek için, söz konusu taşınmazın aslında Yetimhane Vakfı’na ait olduğunu ve başvurucunun rolünün ancak bir ‘gözetmen’ veya “kayyım’ gibi olduğu şeklindeki Hükümetin savunmasına katılmamıştır. Çünkü başvurucu söz konusu taşınmazı kendi kaynaklarıyla satın almasına ve hemen sonra bu taşınmazı belli bir kullanım amacına tahsis etmesine rağmen, hep bu malın sahibi olarak muamele görmüştür. Ayrıca 18 Temmuz 1944 ve 18 Haziran 1945 tarihli vergi dairesi kararlarında da görüldüğü üzere, binanın yalnızca bir kısmı sözü edilen kullanıma tahsis edilmiştir. Ayrıca, 1902 tarihinde satın almadan sonra veya 1936 Beyannamesinin 760 MÜLKİYET HAKKI / Önemli Kararlar ardından iptal davasının açıldığı 1997 tarihine kadar, başvurucunun tapusu ulusal mahkemeler veya idari makamlar tarafından tartışma konusu yapılmamıştır. Aynı şey, güvenlik nedeniyle taşınmazın boşaltıldığı 1964 yılı ile 1997 yılı arasında geçen dönem için de geçerlidir. Zira 1964’ten sonra uygulamada binanın tahsis edildiği amaç son bulmuştur. Ayrıca Yetimhane Vakfı, 1903 yılında uyuşmazlık konusu taşınmazı edindikten sonra veya 1936 Beyannamesi sırasında veya sonrasında, 1995 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından “mazbut” olarak nitelendirilene kadar hiçbir zaman taşınmazın sahibi olduğunu ileri sürmemiştir. Sadece bu tarihte, Yetimhane Vakfı adına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü 1936 Beyannamesine dayanarak taşınmazın tapusunu istemiştir. Bu bağlamda Mahkeme, söz konusu Beyannamede Yetimhane Vakfı’nın ‘malik’ sıfatına atıfta bulunmaksızın, “Rum Erkek Yetimhanesini” yönettiğini beyan ettiğini belirtmiştir. Mahkeme’ye göre ayrıca ilgili mevzuat, vakıflara ‘gelirlerinin niteliğini ve kaynağını, harcamalarını, gelir ve giderlerinin miktar ve niteliğini’ belirtecekleri bir beyanname sunma yükümlülüğü getirmiştir. Mahkeme’ye göre, Yargıtay kararının aksine, söz konusu iki metinden, taşınmazın Yetimhane Vakfı’na devrildiğinin teyit edildiği soncuna varmak zordur. Mahkeme ayrıca, dini azınlıklara ait vakıflar tarafından 1936 yılında verilen beyannamelerin bu vakıfların ‘vakıf senedi’ yerine geçtiğine ilişkin 1974 tarihli içtihadın uygulanmasının, hukuken ‘öngörülebilirlik’ şartıyla bağdaşmadığı sonucuna ulaştığını hatırlatmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, §57). Ne var ki, Yetimhane Vakfı’nın 1936 Beyannamesinde bu taşınmazdan söz etmek suretiyle taşınmazın sahibi olduğu yönünde varılan sonucun işte bu içtihada dayandığı görülmektedir. Bu nedenle Mahkeme’ye göre söz konusu taşınmazın uzun yıllar boyunca belirli bir kullanıma tahsis edildiği göz önüne alınsa bile, bu tahsisin herhangi bir şekilde mülkiyet hakkının içeriğinin boşaltılmasını gerektirdiğini düşündürecek bir durum bulunmamaktadır. Mahkeme’ye göre davalı devletin söz konusu taşınmazın tahsis edildiği amacı korumak istemesi kendiliğinden bir sorun oluşturmamakla birlikte, Türk yetkililer başvurucuya yeterli bir tazminat ödemeksizin başvurucuyu bu şekilde mülkiyetten yoksun bırakamazlar. Başvurucunun mevcut olayda herhangi bir tazminat almadığı açıktır. Mahkeme’ye göre bu koşullarda, mülkiyetten yoksun bırakmanın hukuken öngörülmüş olduğunun ve kamu yararı amacı taşıdığının kanıtlandığı varsayılsa bile, mülkiyet hakkının korunması ile kamu yararının gerekleri arasında kurulması gereken adil denge bozulmuş ve başvurucu aşırı bir külfet altına girmiştir. Bu durumda, Birinci Protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir. (...) BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE, 1. Sözleşme’ye Ek Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğine; 2. Sözleşme’nin 14. maddesi ile 6(1). fıkrası bakımından incelemenin gerekli olmadığına 3. Sözleşme’nin 41. maddesinin uygulanması sorunun saklı tutulmasına KARAR VERMİŞTİR. 761 İKİNCİ ciltte yer alan ÖNEMLİ KARARLAR MÜLKİYET HAKKI 13.06.1979 6833/74 MARCKX - BELÇİKA............................................................ 679 ♦ evlilik dışı çocuğa miras bırakmanın kısıtlanması (başvurucu annenin evlilik dışı çocuğuna çok sınırlı bir şekilde miras bırakabilmesi) ■ mülkiyet hakkı 23.09.1982 7151/75 SPORRONG VE LÖNNROTH - İSVEÇ................................. 680 ♦ kamulaştırma kararı ve inşaat yasağı—mülkiyetten yararlanamama (başvurucuların sahip oldukları taşımazlar üzerinde kamulaştırma şerhi bulunması ve inşaat izni verilmemesi nedeniyle uzun süreli olarak mülkiyetten yararlanamamaları) ■ mülkiyet hakkı 21.02.1986 8793/79 JAMES VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK................. 693 ♦ mülkiyetin kaybı—üçüncü kişi yararına kamulaştırma (özel bir vakfa ait konutlarda oturan kiracılara bazı koşullarda mülklerin zorunlu satışını öngören yasa nedeniyle mülk sahiplerinin mülkiyet hakkının kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı—kamu yararı—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri 08.07.1986 9006/80 LITHGOW VE DİĞERLERİ - BİRLEŞİK KRALLIK.................. 708 ♦ mülkiyetin kaybı—millileştirme (başvuruculara ait hava ve deniz sanayi alanındaki şirketlerin millileştirilmesi nedeniyle mülkiyetlerini kaybetmeleri) ■ mülkiyet hakkı— kamu yararı—hukuken öngörülmüş olma—tazminat hakkı—uluslararası hukukun genel prensipleri 09.07.1997 19263/92 AKKUŞ - TÜRKİYE.............................................................. 726 ♦ kamulaştırma tazminatı—ödeme zamanında enflasyon farkından doğan kayıp (Türkiye’de enflasyon oranının yıllık yüzde 70 olduğu bir dönemde taşınmazının kamulaştırılmasından sonra aldığı ek tazminatın ulusal makamlar tarafından geç ödenmesi ve bunun sonucu olarak başvurucunun uğradığı zarar) ■ mülkiyet hakkı—tazminat hakkı 02.07.2002 48161/99 MOTAIS DE NARBONNE - FRANSA................................. 731 ♦ kamulaştırma amacı—taşınmazı geri alamama (sosyal konut yapmak için arazi rezervi oluşturulması amacıyla kamulaştırılan taşınmaz üzerinde beş yıl içinde herhangi bir tesis yapılmadığı için taşınmazın geri verilmesi gerekirken bu sürenin sosyal konut amacıyla kamulaştırılan taşınmazlar bakımından uygunlanmayacağı gerkçesiyle tazminat talebinin reddedilmesi) ■ mülkiyet hakkı—mal sahibinin geri alma hakkı 30.11.2004 48939/99 ÖNERYILDIZ - TÜRKİYE.................................................... 736 ♦ patlama nedeniyle sahibi olunan evin yıkılması—tapusuz gecekondu—mülkiyetin kaybı (şehir çöplüğündeki metan gazı sıkışması nedeniyle meydana gelen patlama sonucu meydana gelen heyelan nedeniyle civardaki tapusuz gecekonduların yıkılması) ■ mülkiyet hakkı—sahibi olunan şeyler kavramı 881 İHAS: Açıklama ve Önemlİ Kararlar 09.01.2007 34478/97 FENER RUM ERKEK LİSESİ VAKFI - TÜRKİYE................ 744 ♦ tapu iptali—azınlık vakıflarına taşınmaz edinme yasağı—mülkiyetin kaybı (başvurucu vakfın taşınmazları kazanmasından 38 ve 44 yıl sonra tapularının iptalinin mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturması, 2762 sayılı Yasanın 1936 beyannamesinde yer alanlar dışında taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan bir hüküm içermemesi, başvurucu vakfın kazanımlarını valiliğin verdiği belgeyle ve tapuya tescille geçerli kılınmış olması, başvurucu vakfın taşınmazları hukuka uygun olarak kazanmasından yıllar sonra kabul edilmiş bir içtihadı uygulayarak taşınmaz tescilinin iptalinin başvurucu vakıf tarafından önceden görülemeyen bir müdahale oluşturması, başvurucu vakıf 38 ve 44 yıl meşru hak sahibi olarak taşınmazlardan yararlandığı ve vergisini ödediği halde sahibi olduğu şeyden yararlanma hakkına müdahalenin hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmaması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik 15.01.2008 6489/03 KARAMAN - TÜRKİYE......................................................... 751 ♦ taşınmazı iade etmeme (başvurucunun hastane yapılması için beldiyeye devrettiği taşınmazın sadece bir kısmının kamu yararı amacıyla kullanılmış olması, başvurucunun bağışlama amacı dışında kullanıldığı iddiasıyla taşınmazı iade davasının reddedilmesi, Yargıtay’ın, bunların kamu yararına yönelik bir amaca tahsis edilip edilmemiş olduklarına bakılmaksızın eski maliklerin mülklerini idareye devretmiş olmaları nedeniyle hak iddia edemeyecekleri konusundaki yorumunun kamunun genel yararı ile bireysel haklar ve özgürlükler arasındaki adil dengeyi bozması) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik—kamu yararı—adil denge 08.07.2008 14340/05 FENER RUM PATRİKLİĞİ - TÜRKİYE.............................. 755 ♦ tapu iptali—mülkiyetin kaybı (başvurucunun sahibi olduğu taşınmazı kullanması için bıraktığı yetimhane vakfı yönetiminin Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmesinin ardından, bu vakfa geçtiği iddia edilen patrikhaneye ait taşınmaz tapusunun iptali) ■ mülkiyet hakkı—hukukilik—kamu yararı 882