İçindekiler - Sakareller
Transkript
İçindekiler - Sakareller
Verilen ve Bulunan Derleme Kasım 2014 Türkçesi: Işık Barış Fidaner yersizseyler.wordpress.com Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır. 2 İçindekiler James Gleick’ın Enformasyon kitabının değerlendirmesi Alok Jha . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Büyük veri üzerine Noam Chomsky . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Yasalar üzerine Bruno Latour . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Makine-Öğrenmesi Üstadı Michael Jordan ile Büyük Veri Hülyaları ve Diğer Dev Mühendislik Çabaları Üzerine Lee Gomes . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Büyük Veri, Hayp, Medya ve Başlığa Konacak Diğer Provokatif Sözcükler Michael Jordan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Demokrasinin Uzmanlara Bırakılması Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 Eleştirel Mühendisin Manifestosu Julian Oliver, Gordan Savičić, Danja Vasiliev 33 3 . . . . . Uygulamalı Toplumsal Sanatlar Artur Żmijewski . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 Eğiticileri Kim Eğitecek – Gayatri Spivak ile görüşme Ryan Rafaty . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51 Dilin ve dil kuramının çalışılması Louis Hjemslev . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59 Analitik Motor üzerine Çevirmenin Notları: Not A Ada Lovelace . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 61 4 James Gleick’ın Enformasyon kitabının değerlendirmesi Alok Jha — 22 Kasım 2012 — theguardian.com Gleick kendisine anıtsal bir görev veriyor —insanlık tarihi boyunca enformasyonun öyküsünü anlatmak— ve yerine getiriyor. “Enformasyon çağı”ndayız, hepimiz biliyoruz. Laptoplar ve akıllı telefonlar bizlerin arasında, hava dalgaları, kablolar ve optik fiberler aracılığıyla sayılamaz miktarlarda enformasyon uçurmakta. Banka işlemleri, hava durumu raporları, haberler, aşk öyküleri ve ayrılıklar etrafımızdaki makinelerin yaygın enformasyon işleme yeteneği üzerinden iletilmekte. Ama neden bu çağa enformasyon çağı demeliyiz, bunun yerine mesela 14500 de Johannes Gutenberg’in matbaayı icat ederek yayıncılık devrimini başlatmasından sonraki yıllara enformasyon çağı demek varken? Veya iki bin yıl önce ilk kağıt parçalarının üretilerek öykülerin ve yönetici kayıtların paylaşımın kolaylaştırıldığı zamanlara? Peki ya yazının bilinen ilk kayıtları olan çivi yazılarının işlendiği Sümer kil tabletler? Veya türümüzün tarih öncesinde bir zaman dilin icat edilmesine? Her aşamada insanlar bir şeyleri iletmek istediler. Her aşamada enformasyon vardı ve enformasyon toplumumuzun evriminde itici bir güç oldu. Duayen bilim yazarı, muazzam başarı kazanan Kaos’un yanısıra Richard Feynman ve Isaac Newton biyografilerinin yazarı James Gleick, insanlığın iletişimi daha hızlı, daha verimli ve daha erişilebilir kılma denemelerinin merceği altında enformasyonun tarihini değerlendiriyor. Gleick’ın kendine ne kadar kapsamlı ve anıtsal bir görev verdiğini fark etmek için bu kitabın birkaç sayfasını —Afrika’daki davul öyküleri ile başlıyor— okumanız yeterli. “Enformasyon” olarak bildiğimiz şey şimdi ne kadar 5 Çivi yazısı en az bilisayarlar ve akıllı telefonlar kadar türümüzün enformasyona hakimiyet öyküsünün bir parçasıdır. Fotoğraf: Araldo De Luca/Corbis aşina bir kavram da olsa, çok çok uzun bir zamanda gelişti. Gleick’ın öyküsünde bozkırlar, avcı-toplayıcılar, kadim uygarlıklar, alfabeler, bilimin başlangıç zamanı (herhangi bir şeyin nasıl tanımlanacağını, nasıl ölçüleceğini daha kimsenin bilmediği zamanlar), matematiksel kodlar, veriler, elektronik ve kuantum fiziği var. Okuru yitirmeden bu kadar engin bir alanı tarayabilmek için iyi bir özgüven lazım. Gleick bunu yerine getirmiş. Kitap insan toplumunda bir öğenin gelişim çizelgesini çıkarma niyetiyle dosdoğru bir tarih olarak yazılmamış. Bunun yerine, her bölüm iletişime dair belki farkında bile olmadığınız varsayımlarınızı sarsan anekdotlarla zamanda geriye ve ileriye doğru sıçramakta. Örneğin alfabenin kendisinin çoğu insan 6 için yeni bir fikir olduğu şartlarda “alfabetik”in ne anlama geldiğini nasıl açıklardınız? İlk sözlükleri yazanların bunu yapması gerekmişti. Modern mesajlaşmalardan şikayet edenler 19. yüzyıldaki ilk elektrikli telgraflar üzerine olan bölümü ilginç bulabilirler. Mesaj göndermek pahalı olduğu için insanların buldukları kodlar ve kısaltmalar muhtemelen dili bozdukları için bugünkü cep telefonu kısaltmaları kadar şikayet konusu olmuş. Enformasyon fikrinin ortaya çıktığı yerler sonradan düşününce apaçık gelse de, kendi zamanlarında anlayışta büyük sıçramalar gerektirmiş olmalı. DNA’nın yapısını keşfedenlerden Francis Crick, içeride saklanan “enformasyon”un proteinlerin inşasındaki rolünü anlatırken enformasyonla ilgili “kod”, “transkripsiyon” ve “kütüphaneler” gibi sözcükler üretmişti. Gleick, metnini bugün hepimizin aşina olduğu teknolojik enformasyon çağını önceden haber veren belirtilerle süslüyor: 19. yüzyılda “network” sözcüğünün çıkışı mesela; makineler olmadan önce “kompüter”lerin insan olmaları... Enformasyon’u sindirmek o kadar kolay değil —matematiksel enformasyon üzerine olan kısımların özünü anlayabilmek için birkaç kere okumam gerekti ki Claude Shannon’un 19480 deki çığır açan çalışması için gerekli bir girizgah— ama sonuçta bugün paylaştığımız enformasyon, bilgisayar bitleri biçiminde, karmaşık matematiğin, fiziğin ve elektroniğin bir mucizesi. İnsanlar, düşüncelerini yapılandırıp paylaşmalarını sağlayan ilk sözlü dili geliştirmelerinden beri uzun bir yol geldiler. Artık bu şeyleri yazıyoruz, yayınlıyoruz, kablolar boyunca iletiyoruz ve bilgisayar anahtarları ile şifreliyoruz. Bu yol boyunca aslına uygunluk ve kesinlik gelişti, ama dilin, yazının, modern programlamanın, network altyapısı ve bilgisayarlaşan dünyamızı oluşturan cihazların üretildiği süreçler dosdoğru olmadılar. Bu yüzden insanın enformasyona hakimiyetinin ardındaki hikaye olabildiğince detaylı olarak güneşi görmeyi hak ediyor. En kayda değer olan da belki bunun ne kadar hızlı bir şekilde gerçekleştiğidir. 7 Büyük veri üzerine Noam Chomsky — 12 Temmuz 2013 — Michigan konuşması 52. dakika Dinleyici (kadın): — Bilimlerde ve özellikle dilbiliminde büyük veri çalışmalarının fonlanması ve teşvikine dönük yükselen trendi yorumlayabilir misiniz? Bununla sakatlanmış ama iş bulması da gereken öğrenciler olarak bizler buna nasıl direnebiliriz, ama iş de bulabiliriz? Noam Chomsky: — Evet büyük veri... Biliyorsunuz bu çok cezbedici bir fikir. Teknolojik dergilere bakarsanız büyük veriye adanmış sayıları var. Bu günlerde bir sürü veri toplamak kolay. Mesela muhtemelen burada olan biten her şey Başkan Obama isterse okuyabilsin diye doğrudan Utah’ta bir veri bankasına gidiyordur. (Dinleyiciler yüksek sesle gülerler) Ve bu... E-posta ile gönderdiğiniz her şey de, ve başka her yerde de öyle. Yani veri toplamanın bir sürü yolu var. Büyük veriyle çalışmak bayağı da kolay. Fazla düşünmek gerekmez, belki yardım edecek bir istatistikçi bulursunuz, ama, o zaman... Olsa olsa... Fazla çaba harcamadan, fazla düşünmeden bir sürü malzemeniz olur ve bu cezbedici bir şey. Düşünmek zordur, fikirlere sahip olmak zordur, çoğu kez işe yaramazlar, yani, onları izlemeniz gerekir, vesaire. O zaman neden kolay bir şey yapmayalım? Yani bunun arkasında bir ideoloji var, bu her yerde yapılamaz, mesela... Ciddi alanlarda yapılamaz, mesela... Yapılamayabilir... Hmm... Bazen bir sürü veri bir şeye yardımcı olabilir, eğer elinizde... Elinizde bir... İzlemek istediğiniz bir fikir varsa, çoğu kez veriye bakarak bunu test edebilirsiniz, ama neyi aradığınızı bilmeniz gerekir, bilirsiniz, yoksa, mesela... Düşünün ki birisi “Ben biyolog olmak istiyorum” diyor, tamam, siz de ona diyorsunuz ki: “Kolay, Harvard Biyoloji Bölümü’ne git, orada büyük 8 bir kütüphane var, hepsi orada, tamam? Git biyolog ol.” (Dinleyiciler gülerler) Evet işte büyük veri bu. Neyi aradığınızı bilmiyorsanız herhangi bir şey yapamazsınız, ve aradığınız şeye dair bir anlayışınız da olması gerekir, bir çerçeveniz olması gerekir, vesaire. Ama bu yöndeki hareket... Cazibeyi görebilirsiniz, ve aslında bir lisansüstü öğrencisi ya da genç bir araştırmacıysanız, ve bir NSF hibesi almak istiyorsanız eğer, hapı yuttunuz. Hibe başvurusu... Aslında bu günlerde bir hibe almak çok zor, tamamen alakasız bir şey için başvurmadıysanız tabi. (Dinleyiciler güler) Mesela “Ben büyük bir veri toplama çalışması yapacağım” ya da “dilbilimi için FMRRI kullanacağım” gibi, özel bir şey için, bir amaç için değil, sırf büyük bir makine satın alayım diye, çünkü büyük makineler iyidir, vesaire. İşte bunlar araştırma ve fonlamanın bazı patolojileri. Bu... Buna alışmak lazım. Dinleyici (kadın): — Yani o zaman ben hapı yutmuş muyum? (Kendi kendine güler, durur.) (Dinleyiciler yüksek sesle gülerler.) 9 Yasalar üzerine Bruno Latour — 28 Ağustos 2014 — Dijital Beşeriyet Açılış 1:25 Dinleyici (erkek): — Merhaba. Toplumsal çalışmaların üçüncü çağı olarak titreşimden bahsettiniz. Eğer bu salonda bir doğa bilimcisi varsa, muhtemeldir, titreşimden bahsedildiğinde, merkezi limit teoremi ve benzer şeyler aklına gelir. Büyük sayılar varsa yasalar bulunacağını düşünebiliriz. Yani acaba dijital beşeriyet topluluğu olarak şu fikir karşısında duraksamalı mıyız: bir olay disiplini olmaktan, (.?.) deyişiyle, yasa disiplini olmaya geçelim, ya da ikisini karıştıralım. Büyük sayıların yasaları var mıdır ve bunlarla ne yapmalıyız? Biz de kültürün fizikçileri mi olmalıyız yoksa ait olduğumuz yerde mi kalmalıyız? Tırnak işareti. Sorum budur. Bruno Latour: — Bunu yanıtlayabilir miyim emin değilim, çünkü... Ben doğa bilimlerinin yasalarına da çok inanan birisi değilim. Bence bu, görüngülere yakın bir dikkat içine girmenin bir yolu, yani... Romanı, romana dair Moretti’nin argümanını alırsak, yasalara ulaşırsınız. Ama muazzam miktarda literatürün taranabilmesi çok daha ilginçtir. Bu yine yasa tespit etmek ve dijital beşeriyet alanını suni bir doğa bilimine dönüştürmek için midir? Bence tam tersi anlamdadır. Öbür yöne gider yani, büyük miktarda toplumsal-teknik pratiğin, birlikte kitap okuma işinin, karmaşık görüngülerin soruşturulması işinin donatılmasıdır. Doğa bilimleriyle arasındaki ilişkiyi bunlar oluşturur. Şu değil: “Hah! Sizde ne kadar yasa varsa biz beşeriyette de var”. Aksine: “Biz de sizin gibiyiz, tartışmalı veri kümesi (ne diyelim) manzarasında yaşamaya alışın”. Ve bence bu... Doğa bilimcilerle yaptığım işbirliğini düşünürsem, tabi ki bir yöne doğru gitmesi gerekir... Ama coğrafyacılarla konuşur10 sunuz, onların da kendi ekrantoryası [scriptorium→screentorium] vardır... Yani yerel, küçük yasalarınız olabilir, ama gaye bu değildir, yani bence. Çünkü mesela... Dijital beşeriyet, pozitivist bilime dönüşmüş beşeriyet değildir; bizim de kendi ekrantoryamızla donatılmış olduğumuzu, farklı disiplinlerle fikir paylaşarak ortak tefsirler yapabileceğimizi olgularla öğrenmemizdir. Bütün mesele, —çoğu zaman tartışmalı olan— karmaşık verilerin yorumlanmasıdır. Yani tartışmalı veri manzarasında ortaklaşa keşif yapmaktır. Ve “veri/data”ya bence “sublata” denmeli, çünkü bu elde edilir, doneé değildir, pardon fransızcada... Buna doneé deriz, verili anlamında. Ve onlar elde edilir. Veri/data için bir sürü başka isim de var: kapta (fx: kapıyor), sublata (fx: çekiyor)... Ama veri/data denmemeli. Bu yüzden... O fikre girmeyeceğim, yani belki siz bu konuda çok daha fazlasını biliyorsunuzdur ama ben işbirliği yaparak roman yazmanın yasalarının bulunacağını düşünmüyorum. Ama bu kesinlikle roman yazmanın anlamını tamamen dönüştürür, beş roman yerine dört yüz roman olur. Ya da Venedik örneğinde, yani üzerinden geçebileceğiniz dokuz kilometrelik arşiviniz varsa eğer, Venedik’in tarihini yazmanın anlamını tamamen dönüştürür. Ama üzerinden geçtiğiniz şey esasen çok özgül, çok yerel bir öğedir. Ve toplumsal bilimleri tamamen dönüştüren şey budur. Ama bu, yasalarla ilgili değildir, titreşimle ilgilidir, tam olarak fransız sosyolojisinin kurucularından Gabriel Tarde’ın sözcüğe verdiği anlamda. Fransızcada bu sözcük var ama ingilizcede işlemiyor: réplique. Bu izler yoluyla çalıştığınız birçok şey réplique’tir. Replikalar değil réplique: artçı sarsıntı. Twitter bir réplique kümesidir. Okumak, yorumlamak, yorumbilimsel çember birer réplique kümesidir. İşte titreşimle bunu kastediyorum. Öyle roman yazmanın “yasalarını” bulmaya dönük, ya da şehirsel büyümeyi yorumlamanın yasalarını bulmaya dönük türde bir şey değil. Hatta yasalar hep biraz matrak oluyor. 11 Makine-Öğrenmesi Üstadı Michael Jordan ile Büyük Veri Hülyaları ve Diğer Dev Mühendislik Çabaları Üzerine Lee Gomes1 — 20 Ekim 2014 — spectrum.ieee.org Boşbeleş Büyük-Veri işleri ve beyinden-esinlenmiş yongalar yanlış anladığımız şeylerden iki tanesi sadece Büyük verilerin böyle aşırı istekle benimsenmesi muhtemelen ulusal köprü çökmeleri salgınıyla kıyaslanacak düzeyde bir dizi analiz felaketiyle sonuçlanacak. İnsan beynine dayanan yongalar yaratan donanım tasarımcılarının angaje olduğu girişim muhtemelen abesle iştigal olduğu anlaşılacak bir inanca dayanmakta. Son zamanlardaki tersi yönlü iddialara rağmen, bilgisayar görmesinde kat etmiş olduğumuz ilerleme, Isaac Newton’ın elma ağacının altında oturduğundan bugüne fizikteki ilerleme kadardır ancak. Bu sözler IEEE konferansında güvenliği kırıp abuk sabuk konuşan bir makinekırıcı çatlağın sözlerini andırıyor olabilir. Gerçekteyse bu görüşler bir IEEE Fellow’una, Kaliforniya/Berkeley Üniversitesi Pedong Chen Seçkin Profesörü Michael I. Jordan’a ait. Jordan, makine öğrenmesi üzerine dünyanın en saygın otoritelerinden birisi ve alanında uyanık bir gözlemci. Özgeçmişi tek başına dev bir veritabanı gerektirir, ve alanındaki konumu, 2013 Ulusal Araştırma Konseyi raporunun (“Dev Veri Analizinin Hudutları”) giriş yazısını yazmasına elveren bir düzeydedir. San Fransiscolu yazar Lee Gomes, IEEE Spectrum için 3 Ekim 20140 te onunla görüştü. 1 Eski Wall Street Journal muhabiri, yirmi yılı aşkın süredir Silikon Vadisini konu alıyor. 12 Fotoğraf-İllüstrasyon: Randi Klett Michael Jordan’a sorduk... • Hesaplamadan Bahsederken Neden Beyin Metaforları Kullanmayı Bırakmalıyız • Makine Görmesine Dair Sisli Görüşümüz • Büyük Veri Neden Büyük Bir Yıkım Olabilir • 1 Milyar ABD Dolarıyla Ne Yapardı • Tekillik Üzerine Nasıl Konuşmamak Gerekir • P = N P Olup Olmamasından Daha Çok Neyi Önemsiyor • Turing Testi Gerçekte Ne Anlama Geliyor 13 Hesaplamadan Bahsederken Neden Beyin Metaforları Kullanmayı Bırakmalıyız IEEE Spectrum: Yazılarınızdan çıkardığıma göre derin öğrenme, büyük veri, bilgisayar görmesi ve benzeri şeylere dair ortalıkta bir sürü yanlış bilgi olduğuna inanıyorsunuz. Michael Jordan: Doğrusu ortalıkta her akademik konuya dair bir sürü yanlış bilgi var. Medya insanların okuyacağı konular bulabilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bunlar bazen kaydedilen gerçek başarıların ötesine geçiyor. Özellikle de derin öğrenme konusunda; ki bu konu 19800 lerin nöral ağlarının yeniden piyasaya sürülmesidir büyük ölçüde. Nöral ağlar aslında 19600 lardan gelir; görünüşe göre 20 yılda bir bunlarla alakalı yeni bir dalga oluyor. Şimdiki dalganın esas başarı öyküsü evrişimsel nöral ağ, ama bu fikir zaten önceki dalgada da mevcuttu. Ve hem önceki dalgada hem de şimdiki dalgada inatla varolan sorunlardan birisi, insanların bunların arkasında nörobilimle alakalı bir şey olduğuna dair çıkarımlar yapmalarıdır. Buna göre sanki derin öğrenmede, bilginin beyin süreçlerindeki işlenişine, öğrenilişine, karar verme süreçlerine dair, ya da beynin büyük miktarda veriyle nasıl başa çıktığına dair bir anlayıştan istifade edilmektedir. Bu çıkarımlar tamamen ve açıkça yanlıştır. Spectrum: Bir medya mensubu olarak demin söylediğinize şerh koyuyorum, çünkü akademisyenler de çoğu zaman onlardan bahseden öyküler yazacak insanlara muhtaç oluyorlar. Michael Jordan: Evet bu bir ortaklık. Spectrum: Hep edindiğim bir izlenim, bilgisayar bilimindeki insanlar ne zaman beynin nasıl çalıştığını tarif etseler, nörobilimcilerden asla duymayacağınız korkunç indirgemeci beyanlarda bulunuyorlar. Bunlara beynin “karikatür modelleri” dediniz. Michael Jordan: İnsanlara etiket yapıştırmak, bütün bilgisayar bilimcileri şöyle çalışırlar ya da bütün nörobilimciler böyle çalışırlar demek istemem. Ama şurası doğru ki nörobilimdeki derin ilkeler anlaşılana dek onlarca, hatta yüzlerce yıl geçecektir. İlerlemeler nörobilimin en düşük düzeylerinde yapılmakta. Yüksek biliş —nasıl algılarız, nasıl hatırlarız, nasıl edimde bulunuruz— meselelerinde ise nöronların nasıl bilgi sakladıklarına, nasıl hesaplama yaptıklarına, kuralların ne olduğuna, algoritmaların ne olduğuna, temsillerin ne olduğuna vb. dair hiçbir fikrimiz yok. Yani akıllı sistemlerin inşasında beyne dair bir anlayışı rehber alabileceğimiz bir çağda değiliz henüz. 14 Spectrum: Beynin karikatür modellerini eleştirmenizin yanısıra esasen daha ileri gidiyorsunuz ve “nöral gerçekçilik” fikrini —belirli bir donanım ya da yazılım sisteminin sırf beynin şu veya bu varsayımsal karakteristiğini paylaştığı için daha akıllı olacağı fikrini— tamamen eleştiriyorsunuz. Mesela “benim sistemim beyne benziyor çünkü çok paralel” diyen bilgisayar bilimcileri hakkında ne düşünürsünüz? Michael Jordan: Yani bunlar metafordur ve kullanışlı olabilirler. Akışlar ve geçiş hatları çeşitli devre türlerinden çıkmış metaforlardır. Sanırım 19800 lerin başında, bilgisayar bilimi ardışık mimarilerin, saklanmış bir programın ardışık olarak yürütüldüğü von Neumann paradigmasının egemenliğinde olduğundan, bunun neticesi olarak, bu paradigmanın dışına çıkmaya ihtiyaç vardı. Bu yüzden de insanların aradıkları yüksek paralellikte beyin metaforlarıydı. Bu da kullanışlı bir şeydi. Ama konu evrimleştikçe, ulaşılan çoğu ilerlemenin nöral gerçekçilikten gelmediği görüldü. Derin öğrenmedeki en başarılı algoritma, geri yayılım denilen bir tekniğe dayanır. Elinizde işleyici birimlerden oluşan katmanlar vardır, bu katmanların bitiş yerinde bulunan bir çıktıyı alırsınız, ve sinyali katmanlar üzerinden geriye doğru yayarak bütün parametreleri değiştirirsiniz. Beynin böyle bir şey yapmadığı gün gibi açıktır. Bu adım kesinlikle nöral gerçekçiliğe mesafe koymuş ama belirgin bir ilerlemeye yol açmıştır. Fakat insanlar bu belirli başarı öyküsünü, diğer bütün beyinsi sistem inşa denemeleriyle aynı kefeye koyma eğilimindeler, bu inşa denemeleri, başarıdan yana, geri yayılımın eline su dökemeyecek olsa bile. Spectrum: Nöral gerçekçiliğin başarısızlığı konusunda bir de nöral ağların hiç de nöral olmadıklarına değindiniz. Michael Jordan: Derin-öğrenme sistemlerinde spayklar [spike] yoktur, dendritler yoktur. Bunlarda bulunan ikiyönlü sinyaller de beyinde yoktur. Nöronların nasıl öğrendiğini bilmiyoruz. Acaba öğrenmenin sorumlusu aslında sinaptik ağırlıktaki küçük bir değişiklik midir? Yapay nöral ağlar bunu yapıyor. Beyindeki öğrenmenin nasıl gerçekleştiği hakkında pek az fikrimiz var. Spectrum: Mühendislerin yeni tasarladıkları yongaları —bence dili inanılmaz istismar ederek— tarif edişlerini hep okuyorum. Yongalarındaki “nöron” ya da “sinaps”lardan bahsediyorlar. Ama böyle bir şey mümkün değil; nöron dediğimiz, inanılmaz karmaşıklıkta, yaşayan, nefes alan bir hücredir. Biyolojinin dilini kendine mal eden bu mühendislerin tarif ettiği yapıların biyolojik sistemlerdeki karmaşıklıkla ne ilgisi olabilir ki? 15 Michael Jordan: Doğrusu burada biraz dikkatli olmak isterim. Nöral sözcüğünü kullanmayı sürdüren iki alanı ayırt etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri derin öğrenmedir ki burada her “nöron” gerçekten karikatürdür. Nonlineer bir işlemden geçen lineer-ağırlıklı bir toplamdır bu. Herhangi bir elektrik mühendisi bu tür nonlineer sistemleri tanıyacaktır. Buna nöron demek, açıktır ki, olsa olsa, kısa bir gösterimdir. Bu gerçekten karikatürdür. 19500 ler istatistiğinin lojistik regresyon denilen yordamı, nöronlarla hiçbir ilgisi olmasa da, tam olarak aynı küçük mimari parçadır. Tarif ettiğiniz şeyle alakalı ikinci alan, doğru anlıyorsam, gerçek bir beyin benzetimine ya da en azından gerçek nöral devre sisteminin basitleştirilmiş bir modeline yaklaşmayı hedeflemekte. Benim gördüğüm sorunsa araştırmaların bu sistemin algoritmik olarak neler yapabileceğinin anlaşılmasıyla eşleştirilmemesidir. Görmede olduğu gibi verileri alıp sorunları çözen bir öğrenme sistemiyle eşleştirilmiş değildir. Esasında bu, insanların bir gün kullanışlı algoritmalar keşfedeceği umuduna yaslanan küçük bir mimari parçadır. Bu umudun teyit edilmesini gerektiren açık bir sebep de yoktur. Sanıyorum bunun dayanağı, “eğer beyne benzeyen bir şey inşa edersem bu şeyin neler yapabileceği açığa çıkacaktır” gibi bir inançtır. Spectrum: Elinizde olsa beynin biyolojisinin hesaplamada model alınmasını yasaklar mıydınız? Michael Jordan: Hayır. Bulabildiğiniz her yerden ilham almalısınız. Önceden dediğim gibi, 19800 lerde “hadi ardışık von Neumann paradigmasının dışına çıkıp daha ziyade yüksek paralellikte sistemleri düşünelim” demek gerçekten yararlıydı. Ama içinde bulunduğumuz çağda, beynin ayrıntılı işleyişinin algoritmik süreçlere dair bilgimizi beslemediği bu kadar açıkken, gösterdiğimiz başarılarda beyni kullandığımızı iddia etmek uygunsuzdur diye düşünüyorum. Beynin görsel bilgiyi nasıl işlediğini bilmiyoruz. 16 Makine Görmesine Dair Sisli Görüşümüz Spectrum: Görme sistemi araştırması üzerine konuşurken hayp [hype] sözcüğünü kullandınız. Son zamanlarda bilgisayarların görme sorununu hallettiğini ve artık insanlar kadar iyi görebildiğini anlatan bir öyküler salgını var gibi görünüyor. Bunlar hakikatin yanından bile geçebilir mi sizce? Michael Jordan: İnsanlar darmadağın sahnelerle başa çıkabiliyorlar. Muazzam sayıda kategoriyle başa çıkabiliyorlar. Sahneden yapacakları çıkarımlarla başa çıkabiliyorlar: “Bunun üstüne otursam?” “Bir şeyin üstüne bir şey koysam?” Bunlar bugünkü makinelerin yetkinliğinin çok ötesindedir. Derin öğrenme belirli türdeki imge sınıflandırmalarında iyidir. “Hangi nesne bu sahnede?” Ama hesaplamalı görme sorunu çok büyüktür. Bu sanki elma ağaçtan düştüğünde fiziğin hepsini anlamışız demeye benzer. Evet, yani, kuvvetler ve ivmeye dair bir şeyler daha anladık. Bu önemliydi. Görmede de belirli sorun sınıflarını çözen bir araç şu anda elimizde var. Ama bunun bütün sorunları çözdüğünü söylemek aptalcadır. Spectrum: Şu anda görmede ne kadar büyük bir sorun sınıfını çözebiliyoruz, insanların toplamda yapabildikleriyle kıyaslanırsa? Michael Jordan: Yüz tanıma için, bunun çözülebilir olduğu bir süredir açıktır. Yüzlerin ötesinde, başka nesne kategorilerinden de bahsedebilirsiniz: “Sahnede bir bardak var.” “Sahnede bir köpek var.” Ama birçok türden farklı nesnelerin aynı sahnede oluşlarını, birbirleriyle ilişkilenme şekillerini, bir kişi veya robotun bu sahneyle etkileşim şekillerini ele almak halen zor bir sorundur. Çözülmekten uzak zor sorunlar vardır ve bunlar çok, çok fazladır. Spectrum: İzlenimim o ki yüz tanıma bile halen, elinizdeki imgeler çok temizse çalışıyor sadece. Michael Jordan: Bunu daha iyi yapmak bir mühendislik sorunudur. Zamanla bunun iyileştiğini görürsünüz. Ama bu “devrimcilik” işleri aşırı zorlamadır. 17 Büyük Veri Neden Büyük Bir Yıkım Olabilir Spectrum: Şimdi büyük veri meselesine dönebilirsek, anlattığınız şeyler boyunca süren bir temaya göre mevcut büyük veri takıntısında belirli bir ahmak altını öğesi bulunuyor. Örneğin büyük-veri projelerinden çıkan yanlış pozitiflerin salgınlaşacağını ve toplumun bunu deneyimlemek üzere olduğunu tahmin ettiniz. Michael Jordan: Büyük miktarlarda veriniz olduğunda hipotezlere yönelik iştahınız da büyüme eğilimindedir. Ve eğer bu verilerin miktarı, istatistiksel sağlamlıklarından daha hızlı büyüyorsa, o zaman çıkarımlarınızın birçoğunun yanlış olması, beyaz gürültü olması, muhtemeldir. Spectrum: Nasıl yani? Michael Jordan: Klasik bir veritabanında, elinizde diyelim ki birkaç bin insan var. Bunları veritabanının satırları olarak düşünün. Sütunlar da bu insanların özellikleri olsun: yaşları, boyları, ağırlıkları, gelirleri, vesaire. Şimdi, bu sütunların bileşimlerinin sayısı, sütun sayısına göre üstel olarak artar. Yani bir sürü, bir sürü sütununuz varsa —modern veritabanlarında olacağı gibi— o zaman her bir kişiye ait milyonlarca ve milyonlarca vasıfla karşılaşacaksınız. Şimdi, eğer bu özelliklerin bütün bileşimlerine bakma iznini kendime tanıyacak olursam — Pekin’de yaşıyorsa, ve işe bisikletle gidiyorsa, ve belirli bir işte çalışıyorsa, ve belirli bir yaştaysa — belirli bir hastalığı taşıma ya da benim reklamımı sevme olasılığı nedir? Şimdiyse milyonlarca vasfın bileşimlerine bakıyorum ve bu bileşimlerden de üstel sayıda var; böylece evrendeki atomların sayısı mertebesine ulaşırız. Dikkate almak istediğim hipotezler bunlar. Verilmiş herhangi bir veritabanında herhangi bir sonucu —sadece şans yoluyla— mükemmelen kestirecek sütunlar bileşimini arıyorum. Kalp krizini kestirecek sütun bileşimlerini arıyorsam eğer, kalp krizi geçiren bütün kişileri kalp krizi geçirmeyen bütün kişilerle karşılaştırsam bile, türlü türlü yalancı sütun bileşimleri bulurum, çünkü bunlardan muazzam sayıda vardır. Yani milyarlarca maymunun daktilo yazması gibi bir şey bu. Birinden birisi Shakespeare’i yazacaktır. 18 Spectrum: Büyük verinin bu yönünün şu anda az mı değer gördüğünü düşünüyorsunuz? Michael Jordan: Kesinlikle. Spectrum: İnsanların büyük veride vaat ettikleri halde yerine getiremeyeceklerini düşündüğünüz şeyler nelerdir? Michael Jordan: Veri analizinde belirli nitelik düzeylerinde çıkarım yapılabildiğini düşünüyorum. Ama bu nitelik düzeylerinin ne olduğu hakkında net olmamız lazım. Yaptığımız kestirimlerin hepsinin etrafında hata çizgileri olmalı. Mevcut makine öğrenmesi literatürünün çoğunda eksik bir şey bu. Spectrum: Peki ya verilerle çalışan insanlar bu öğüdünüze uymazlarsa ne olacak? Michael Jordan: Köprü inşası analojisini kullanmayı seviyorum. Eğer ilkelerim yoksa, gerçek bir bilim yokken binlerce köprü inşa ettiysem, bunlardan bir sürüsü yıkılacak ve büyük felaketler yaşanacaktır. Bunun gibi, eğer insanlar verileri kullanırken, veriyle yapabildikleri çıkarımları kullanırken, hata çizgilerini, heterojenliği, gürültülü verileri, örnekleme örüntüsünü dert etmezlerse, yani mühendis ya da istatistikçiyseniz ciddiye almanız gerekecek olan bütün şeyleri dert etmezlerse — o zaman bir sürü kestirim yapılacaktır, ve kimi zaman gerçekten ilginç sorunların çözülmesi şansı da vardır. Ama bazen de felaket kötü kararlar verilir. Aradaki farkı önsel [a priori] olarak bilmeyeceksiniz. Sadece bu çıktıları üreteceksiniz ve umudunuzu yüksek tutacaksınız. İşte bugün burada bulunuyoruz. Bir sürü insan işe yaramasını umduğu şeyleri inşa ediyor, ki bunlar bazen işe de yarıyor. Bir açıdan bakarsak, bunda yanlış hiçbir şey yoktur; bu keşifseldir. Ama toplumun bütünü buna tahammül edemez; bunların işe yarayacağını ummakla yetinemeyiz. İnşaat mühendisleri, ayakta durma güvencesi verilebilen köprülerin nasıl inşa edildiğini zamanla öğrendi. Yani büyük veriye yönelik gerçek bir mühendislik yaklaşımına ulaşılması, akılcı yanıtlar sunulduğundan emin olunması, hataların olabilirliğinin nicelendiğinden emin olunması, zannediyorum ki onlarca yıl alacaktır. Spectrum: Bu hata çizgilerini sağlayacak araçlara şu anda sahip miyiz? Michael Jordan: Bu mühendislik bilimini daha ancak toparlıyoruz. İstatistik ve bilgisayar biliminin yüzlerce yıllık çalışmasından gelen birçok fikre sahibiz. Bunları bir araya koymaya, ölçeklenebilir hale getirmeye çalışıyoruz. Birçok 19 hipoteze ait hata oranını belirten aile-odaklı hata [familywise error] denilen niceliklerin denetlenmesine dair bir sürü fikir son 30 yıl içinde çıkmış. Ama bunların birçoğu üzerine hesaplamalı çalışma yapılmamış. Bunların halledilmesinin matematiği zordur, mühendisliği de zordur, zaman alacaktır. Bir ya da iki yıl değil. Bu işi doğrultmak onlarca yıl alacaktır. Büyük veri işini iyi yapmayı öğreniyoruz halen. Spectrum: Büyük veri ve sağlık üzerine yazılanlarda sanki her üç öyküden biri, neredeyse otomatikman elde edeceğimiz harika klinik içgörülerden bahsediyor, sırf herkesten veri toplayarak, özellikle de bulut üzerinde. Michael Jordan: Bu konuda tamamen kuşkucu ya da tamamen iyimser olamazsınız. Ortada bir yerlerdedir. Bir verinin analizinden çıkan hipotezlerin hepsi listelenirse, bunların bir kısmı kullanışlı olacaktır. Ama işte bunun hangi kısım olduğunu bilmezsiniz. Yani eğer onlardan birkaç tanesini çekiyorsanız —diyelim ki yulaf kepeği yerseniz mide kanseri olmayacaksınız, veri bunu belirtiyor olsun— bir ihtimal şansınız yaver gidebilir. Bu veri bir destek sağlayabilir. Ama gerçekten hata çizgileri sağlayacak ve hataları niceleyecek tamölçekli mühendislikle istatistiksel bir analiz yapmıyorsanız bu bir kumar oyunudur. Kumarı hiçbir veri olmadan oynamaktan iyidir. O saf bir rulet olurdu. Buysa, bir nevi, kısmi bir rulettir. Spectrum: Tarif ettiğiniz yörüngeyi izlemeyi sürdürürsek büyük-veri alanını ne gibi olumsuz neticeler bekliyor olabilir? Michael Jordan: Esas netice bir “büyük-veri kışı” olacaktır. İnsanların yatırım yaptığı ve bir sürü şirketin ciddi analizler sağlamadan büyük vaatler verdiği bu balon bir süre sonra patlayacaktır. Kısa süre —iki ila beş yıl— içinde insanlar “Bütün bu büyük-veri olayı geldi ve gitti. Öldü. Yanlıştı.” diyecekler. Bunu tahmin ediyorum. Çok fazla hayp olduğunda bu döngüler böyle olur. Yani gerçek sorunların ne olduğuna dair bir anlayışa dayanmayan, sorunların çözülmesinin onlarca yıl alacağının anlaşılmasına dayanmayan, düzenli ilerleme kaydedecek olsak bile teknik ilerlemede büyük bir sıçrama yapmamış olduğumuzun anlaşılmasına dayanmayan savların neticesi budur. Daha sonraysa veri analizi için vasıtalar bulmanın çok zor olacağı bir dönem olacaktır. Alan ileriye doğru gitmeye devam edecektir, çünkü gerçektir ve ihtiyaç vardır. Ama bu geri tepme çok sayıda önemli projenin canını yakacaktır. 20 1 Milyar ABD Dolarıyla Ne Yapardı Spectrum: Buna harcanan para miktarını düşünürsek, sunulan reklamların arkasındaki bilim halen inanılmaz ilkel görünüyor. Saçma Kickstarter projelerini araştırma hobim var, genelde ne kadar akıldışı olduklarını görmek için, aynı şirketin aylarca sunduğu reklamları izlerim. Michael Jordan: Yani yine, bu bir spektrum. Bir sistemdeki mühendisliğin ne olduğuna, hangi sahadan bahsettiğimize bağlıdır. Belirli dar sahalarda çok iyiyken, semantiğin çok daha bulanık olduğu daha kapsamlı sahalarda çok kötü olabilir. Ben şahsen Amazon’un kitap ve müzik tavsiye sistemini çok, çok iyi buluyorum. Bunun nedeni büyük miktarlarda veriye sahip olmaları ve sahanın sınırlarının çok belirli olmasıdır. Gömlek ya da ayakkabı gibi sahaların semantiği daha bulanıktır ve daha az veri vardır, bu yüzden çok daha kötüdür. Halen birçok sorun bulunuyor ama bu sistemleri inşa eden insanlar da çok çalışıyorlar. Bu noktada karıştığımız olay semantik ve insan tercihleridir. Eğer ben bir buzdolabı satın almışsam, bu benim genel olarak buzdolaplarıyla ilgilendiğimi göstermez. Zaten buzdolabımı satın almışımdır ve olasılıkla bunlarla ilgilenmeyi sürdürmem muhtemel değildir. Oysa Taylor Swift’in bir şarkısını satın aldıysam, başka şarkılarını da satın almam muhtemeldir. Şarkıcıların ve ürünlerin ve öğelerin özgül semantiğiyle ilgili bir şey bu. İnsan ilgilerinin geniş spektrumu boyunca bunu doğrultmak, büyük miktarda veriye ve büyük miktarda mühendisliğe gereksinim duyuyor. Spectrum: “Kısıtlamasız 1 milyar dolarlık hibeye sahip olsam doğal dil işleme üzerine çalışırdım” dediniz. Google’ın Google Translate’le yaptığı şeylerin ötesinde ne yapardınız? Michael Jordan: Eminim Google benim yapacağım her şeyi yapıyordur. Ama Google Translate’in, yani makine çevirisinin, tek dil sorunu olduğunu düşünmüyorum. Başka bir dil sorunu örneği soru yanıtlamasıdır, mesela “Kaliforniya’da bir nehrin yanında olmayan ikinci büyük şehir hangisidir?” Şu anda bu cümleyi Google’a yazarsam kullanışlı bir yanıt almam muhtemel değildir. Spectrum: Yani bir milyar dolar karşılığında en azından doğal dil meselesinde genelleştirilmiş bilgi sorununu çözebilirim ve büyük yapay zeka kodamanına —insan gibi düşünen makineye— ulaşabilirim mi diyorsunuz? Michael Jordan: Tabi her şeyi konu almasa da ilerlemenize izin veren daha küçük bir problemi kenara koymak istersiniz. Araştırmada yaptığımız şey 21 budur. Özgül bir sahayı alırım. Biz esasen coğrafyadaki soru-yanıtlaması üzerine çalıştık. Bu benim belirli tür ilişkilere, belirli tür verilere odaklanmama izin verir, dünyadaki her şeye değil. Spectrum: Yani soru yanıtlamasında gelişim yapabilmek için bunu özgül bir sahayla mı sınırlandırmak lazım? Michael Jordan: Ne kadar ilerleme yapabileceğinize dair ampirik bir soru bu. Sahalarda ne kadar verinin müsait olduğuyla ilgilidir. İnsanların bu sahalardaki bilgilerinin bir kısmını yazıya geçirmeye hemen başlamaları için ne kadar ödeme yapabileceğinizle ilgilidir. Ne kadar etiketiniz olduğuyla ilgilidir. Spectrum: Bir milyar dolarla bile elimizde kalanın, yine genelleştirilmemiş, yalnızca tek bir sahada çalışan bir sistem olması hayal kırıcı görünüyor. Michael Jordan: Her bir teknolojideki evrimleşme tipik olarak böyle olmuştur. Görmeden söz ettik. İlk görme sistemleri yüz-tanıma sistemleriydi. Sahaya bağlıydılar. Ama bu saha, bazı ilk ilerlemeleri görmeye başladığımız ve işe yarayacaklarını hissettiğimiz yer olmuştur. Benzeri şekilde konuşmada, ilk ilerlemeler bağlantısız tek sözcükler üzerineydi. Ardından yavaş yavaş tam cümleleri yapabildiğiniz yere gelmeye başladı. Her zaman olan bu türde bir ilerlemedir, sınırlanmış bir şeyden, daha az ve daha az sınırlanmış bir şeye doğru. Spectrum: Neden daha iyi soru-yanıtlamasına ihtiyacımız var ki? Google bu haliyle yeterince iyi çalışmıyor mu? Michael Jordan: Google’ın tam olarak bu konu üzerine çalışan çok sağlam bir doğal dil işleme grubu var çünkü belirli türdeki sorgularda çok kötü olduğunun farkındalar. Mesela değil/olmayan sözcüklerinin kullanımında. İnsanlar değil/olmayan sözcüklerini kullanmak istiyorlar. Mesela “Bana bir nehrin yanında olmayan bir şehir ver.” Mevcut Google arama motorunda bu sorgu pek hoş karşılanmıyor. 22 Tekillik Üzerine Nasıl Konuşmamak Gerekir Spectrum: Şimdi diğer kimi konulara dönersek, Silikon Vadisindeki biriyle konuşsaydınız ve size “biliyorsun, profesör Jordan, ben hakikaten tekilliğe çok inanıyorum” deseydi, ona dair görüşünüz artar mıydı azalır mıydı? Michael Jordan: Şanslıyım ki böyle insanlarla asla karşılaşmıyorum. Spectrum: Eh, hadi canım. Michael Jordan: Gerçekten karşılaşmıyorum. Mühendis ve matematikçilerden oluşan entelektüel bir kabuk içinde yaşıyorum. Spectrum: Ama ya böyle biriyle karşılaşsaydınız, ne yapardınız? Michael Jordan: Akademik şapkamı çıkarırdım ve önümüzdeki onlarca yılda neler olacağını düşünen bir insan olarak davranırdım sadece, ve bilim kurgu okuduğumda olduğu gibi eğlenirdim. Yaptığım akademik herhangi bir şeyin bilgisini beslemez bu. Spectrum: Peki ama yaptığınız akademik şeylerin bilgisiyle buna dair ne düşünürsünüz? Michael Jordan: Anladığıma göre bu akademik bir disiplin değil. Bu daha ziyade, kısmen, toplumun nasıl değiştiğine, bireylerin nasıl değiştiğine dair, felsefe, kısmen edebiyat, bilim kurgu gibi, bir teknoloji değişiminin neticelerini enine boyuna düşünmek. Ama bunlar algoritmik fikirler üretmiyor benim bildiğim kadarıyla, çünkü böyle fikirler görmüyorum, teknolojik ilerlemeyi nasıl yapacağımıza dair bilgimizi besleyen bir şey görmüyorum. 23 P = N P Olup Olmamasından Daha Çok Neyi Önemsiyor Spectrum: P = N P olup olmadığına dair bir tahmininiz var mı? Önemsiyor musunuz? Michael Jordan: Polinomyal ve üstel arasındaki farkı genelde fazla dert etmiyorum. Daha çok düşük-dereceli polinomyal —lineer zaman ve lineer uzay— ile ilgileniyorum. P ve N P , algoritmaların polinomyal ve üstel olarak kategorize edilmesiyle ilgilidir, burada polinomyal çözülebilir demektir, üstel ise çözülemez demektir. P ’nin N P ’ye muhtemelen eşit olmadığını çoğu kişinin kabul edeceğini düşünüyorum. Bir parça matematik olarak bunu bilmek çok ilginçtir. Ama bu katı ve keskin bir ayrım değildir. Üstel zamanlı algoritmaların birçoğu, biraz da modern bilgisayarların gelişimiyle, belirli sınırlandırılmış sahalarda uygulanabilir olmuştur. Dahası, polinomyal, en büyük sorunların çözümünde yetersiz kalır. Polinomyal, belirli bir lineerüstü oranda —mesela kuadrik ya da kübik— artış olduğu anlamına gelir sadece. Ama esas ihtiyaç duyulan şey, lineer artış olmasıdır. Yani beş veri noktası daha aldığınız zaman, beş tane daha işleme ihtiyaç duyulacak olmasıdır. Hatta lineeraltı —mesela logaritmik— olmasıdır. Logaritmik, 100 yeni veri noktası aldığımda, iki kat büyür; 1000 tane aldığımda, üç kat büyür. İdeal olan budur. Bu türdeki algoritmalara odaklanmamız lazımdır. Buysa P ve N P meselesinin çok uzağındadır. P ve N P önemli ve ilginç bir entelektüel sorudur ama çalıştığımız şeylerin bilgisini fazla beslememektedir. Spectrum: Kuantum hesaplaması için aynı soru. Michael Jordan: Bütün bu şeylere akademik olarak merak duyuyorum. Bunlar gerçek. Bunlar ilginç. Araştırma alanım üzerinde hiçbir tesirleri yok aslında. 24 Turing Testi Gerçekte Ne Anlama Geliyor Spectrum: Bir makinenin Turing testini geçtiğini görmeye ömrünüz yetecek mi? Michael Jordan: Yeteneklerin yavaş yavaş biriktirileceğini düşünüyorum, konuşma ve görme ve doğal dil gibi sahalar dahil. “İşte şimdi evrende yeni bir zeki varlık bulunuyor” demek isteyeceğimiz bir an muhtemelen hiçbir zaman gelmeyecek. Google gibi sistemlerin halihazırda belirli bir düzeyde yapay zeka sağladığını düşünüyorum. Spectrum: Kesinlikle kullanışlılar ama bir insanla asla karıştırılmazlar. Michael Jordan: Kesinlikle karıştırılmazlar. Çoğumuz açısından Turing testinde çok açık bir sınır çizgisi bulunduğunu sanmıyorum. Daha ziyade hepimiz zekayı gördüğümüzde tanıyoruz ve etrafımızdaki bütün cihazlarda bu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Tek bir varlıkta bedenlenmesi gerekmiyor. Çevremdeki altyapının önceye göre daha zeki olduğunu fark etmem yeterli. Hepimiz bunu her zaman fark ediyoruz. Spectrum: “Zeki” dediğinizde bunu sadece “kullanışlı”nın eş anlamlısı olarak mı kullanıyorsunuz? Michael Jordan: Evet. Bizim kuşağımızın şaşırtıcı bulduğu şeyleri —bilgisayarın ihtiyaç ve istek ve arzularımızı tanıyabiliyor oluşunu— çocuklarımız daha az şaşırtıcı bulacaktır, çocuklarımızın çocuklarıysa buna daha az şaşıracaklardır. Çevremizdeki ortamın kendini uyarladığı, kestirimci olduğu, dayanıklı olduğu zaten varsayılacaktır. Ortamınızla doğal dil yoluyla etkileşme yeteneğinizi de içerecektir bu. Bir noktada, ortamınızla doğal bir konuşma sürdürebiliyor olmak sizi şaşırtabilir. Ama zaman geçtikçe, böyle şeylerin daha incelikli, daha dayanıklı, daha kapsamlı olduğunu göreceğiz. Bir noktada “vay be, bunlar ben çocukken çok farklıydı” diyeceğiz. Turing testi alandaki ilk çalışmalara yardım etti, ama sonuçta bu, Kunduz Festivali gibi bir çeşit medya olayı olacaktır, gerçekte önemi olmayan bir şey olacaktır. 25 Büyük Veri, Hayp, Medya ve Başlığa Konacak Diğer Provokatif Sözcükler Michael Jordan — 22 Ekim 2014 — amplab.cs.berkeley.edu Son günlerde kendimi Medyayla angaje buldum, ilk olarak reddit.com’la bir “Her Şeyi Sorabilirsin”2 bağlamında (bir sabahı geçirmek için eğlenceli ve cazip bir yol), sonra da IEEE Spectrum’da yayınlanmış bir görüşme için. Bu ikinci süreç hayal kırıcıydı. Yani belki bu şöyle daha iyi ifade edilebilir: süregiden bilim ve teknoloji gazeteciliğine dair bende zaten pek hayal yoktu, bu süreç sonunda daha bile azı kaldı. Görüşme burada: http://spectrum.ieee.org/robotics/artificial -intelligence/machinelearning-maestro-michael-jordan-on-the -delusions-of-big-data-and-other-huge-engineering-efforts Başlığı ve ilk paragrafı okuyup görüşmenin kendisinde ne olduğunu çıkarsamayı deneyin. Şimdi gidip görüşmeyi okuyun ve başlık tercihi hakkında ne düşündüğünüzü görün. Ben şöyle düşünüyorum. Başlık “Büyük Veri Hülyaları ve Diğer Dev Mühendislik Çabaları” ifadesini içeriyor. Bu başlığın birkaç hafta önce yaptığım görüşme için (benim bilgim olmadan) seçilmiş başlık olduğunu hemen fark edemedim. Her halükarda beni tanıyan ya da son konuşmalarımdan herhangi birine katılmış birisi Büyük Veri’nin hiç de hülya olduğunu hissetmediğimi bilir; daha ziyade bunun 2 AMA: Ask Me Anything: http://www.reddit.com/r/MachineLearning /comments/2fxi6v/ama_michael_i_jordan/ 26 dönüştürücü bir konu olduğunu, akademiyi değiştirdiğini (mesela 25 yıllık kariyerimde ilk defa akademideki neredeyse herkesin kendi alt-disiplinleri bakımından kritik bulduğu bir konu ortaya çıktı), toplumu da değiştirdiğini hissediyorum (özellikle de kişisel tercihlerin öğrenilmesiyle mümkün kılınan mikro-ekonomiler ve arzedicilerin doğrudan tüketicilere bağlanması dönüştürücüdür). Fakat en önemlisi, benim bakış açıma göre bu, mühendislik ve matematiğin karşısındaki önemli bir zorluktur, istatistikte, en-iyilemede, veritabanları ve bilgisayar sistemlerinde hazır bulunan birkaç fikri tutkalla yapıştırmakla çözülecek bir şey değildir. Demek ki, son on yıla dair çevirdiğim bütün bu mesele Büyük Veri’nin Dev Bir Mühendislik Çabası olduğudur ve bunun hiç de Hülya olmadığıdır. Bunun tam tersini söyleyen bir başlıktan duyduğum sıkıntıyı hayal edin. Başlıktaki bir sonraki ifade “Boşbeleş Büyük-Veri işleri”. Ne benim ifadem, ne de benim düşüncem. Ben böyle konuşmam. Ayrıca, birinin bir sürü veri toplayıp çeşitli şeyler denemesinde yanlış bir şey görmüyorum gerçekten, isterse iş modelleri de deneyebilir; neden yanlış olsun, aksine. Öğrenmemizin tek yolu budur. (Aslında makalenin devamındaki köprü benzetmem pek uygun düşmedi: demeye çalıştığım, insanların henüz ellerinde ciddi mühendislik ilkeleri olmasından önce köprüler, trenler, vb. vb. inşa etmeye başlamasının tarihsel olarak kritik oluşuydu; bu ampirik mühendislik çabasının insanlar üzerinde dolaysız pozitif etkileri oldu ve nihayetinde mühendislik ilkelerine ulaşılmasını sağladı. Büyük Veri bakımından da “peki ilkeler nedir?” noktasına şu anda varmış bulunduğumuzu fark etmemizin zamanıdır demek istedim sadece. Geniş-ölçekli veri analizine dönük kötü düşünülmüş yaklaşımların en az yıkılan köprüler kadar maliyetli olabileceğini fark etmemiz lazım. Mesela bireysel medikal karar-vermeyi düşünün, yanlış pozitifler gereksiz ameliyatlara ve ölümlere yol açabilir ve zaten açmaktadır.) Yine ilk paragrafta ima edildiğine göre nöral-tabanlı yongaların “muhtemelen abesle iştigal olduğunun anlaşılacağını” düşündüğümü söylemişim. Ne benim ifadem, ne de benim düşüncem. Böyle yonga-inşalarının keşfedilmesinin çok mantıklı olduğunu; hatta heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Görüşmede söylediğim gibi, mimarinin algoritma ve anlamanın önüne konulması bence bu çalışma çizgisindeki bir sorundur, ve ben şahsen bunu böyle yapmazdım, ama başkaları benimle aynı fikirde olmayabilirler ve bence elbette kendi güdülerini izlemelidirler. Görüşme bu şekilde devam ediyor, görüşmeyi yapan kişi, tek mantıklı yanıtın “gri” olduğu meselelere dair sürekli bana siyah-beyaz görüşler ifade ettirmeye çalışıyor, ve verdiğim toplam mesaj sürekli gözden kayboluyor, bense bu mesajda (umarım ki kahramanca) direniyorum: Büyük Veri Ger27 çektir ama Bir Sürü Yeni Fikir ve On Yirmi Yıl Sıkı Çalışma Gerektiren Dev Bir Mühendislik Zorluğudur. Tekillik ve kuantum hesaplamasına geldiğimizde ise —ki aklı başında hiçkimse benim bu konularda uzman olduğumu hayal etmeyecektir— söylem sahibi olmaya çalıştığım gerçek meselelerin görüşmeye konu edilmiyor olduğunu görüp umutsuzluğa kapılmıştım ve sürenin bitmesinden memnun olmuştum. Gerçi en azından makalenin çekirdeğinde ben kendi kelimelerimle gerçekten vardım, ve eminim ki makaleyi gerçekten okuyan herkes başlığın (en azından) yanıltıcı olduğunu fark etmiştir. Fakat IEEE Spectrum gibi bir yapı, başlığın içerikle taban tabana zıt olduğu bir makalenin yayınlanmasına neden izin verir ki? Neden olduğunu söyleyeyim: Çünkü bu başlık ve bu giriş bir kısım okuyucuyu çekti. Ve ilk soruya verdiğim yanıtta kastettiğim şey de tam olarak bu meseleydi —yani medyanın, daha iyi bilmesi gereken teknoloji medyasının bile, bir hayp-yaratıcısına ve hayp-yükselticisine dönmüş olmasıydı. (Bu o kadar özgün bir düşünce değil; biliyorum...). Bunu deyince görüşmeyi yapanın saçları diken diken oldu, ’esas sorun akademisyenlerin haypla dolu basın açıklamaları yapması ve zavallı medya tiplerinin haypı hakikatlerden ayırt edememesi’ dedi. Biraz yumuşadım. Ve evet, haklıydı, akademisyenler ve endüstri araştırmacıları arasında kendi sonuçlarını raporlamakla yetinmeyip borazanla ilan etmeye dönük artan bir eğilimin varlığı görülüyor. Ama bunun tipik örneği olmayı beklemiyordum. Sonra başlığı gördüm ve gerçekten tipik örnek olmuş olduğumu fark ettim. Yani işte burada bahsettiğim şeyin çok iyi bir örneğini görüyoruz —medya okuyucusunu artırmak için öyküye bile bile bir miktar çarpıtma ve hayp ekliyor. Başlığı “Michael Jordan Büyük Veri Hakkında Mantıklı, Ama Biraz Kuru, Akademik Bazı Şeyler Söylüyor” yapmak hiç dikkat çekmeyecekti. (Gerçi “Michael Jordan” ve “Büyük Veri” en azından bir miktar dikkat çekecekti korkarım ki, ama siz dediğimi anladınız.) (“Üstat”a gelirsek, davulculara genelde “Üstat” denmiyor, o yüzden bu kadarcık abartıdan şikayet etmeyeceğim... :-). Neyse, millet, biz araştırmamızı yapalım, toplumu daha iyi etmeye çalışalım, keyfimize bakalım ve medya sevgilisi olma denemelerinden vazgeçelim. Medya mensuplarına gelirsek, o fazladan çarpıtma veya hayp topağını eklemeyi bir dahaki sefer aklınıza getirdiğinizde... Lütfen. Yapmayın. 28 Demokrasinin Uzmanlara Bırakılması Slavoj Žižek3 — 12 Ağustos 2014 — inthesetimes.com TISA’nın gizli ticaret müzakereleri küresel ekonomimizi sessizce yeniden yapılandırıyor. Ekonomimizi ilgilendiren anahtar kararlar gizlilik altında, gözlerden uzak, hiçbir kamusal tartışma olmadan müzakere edilmekte. Ve böyle kararlarla kurulan koordinatlar, kapitalin engellenmemiş hükmü için. 3 Slavoj Žižek, Sloven filozof ve psikanalist, Beşeriyet Gelişmiş Çalışma Enstitüsü’nde (Essen, Almanya) kıdemli araştırmacı. Ayrıca dünyanın 100 dan fazla üniversitesinde ziyaretçi profesör. Žižek’in bazı kitapları: Ahir Zamanlarda Yaşarken, Önce Trajedi Sonra Komedi, Kırılgan Mutlak, Biri Totalitarizm mi Dedi? Londra’da yaşıyor. 29 19 Haziran’da, Julian Assange’ın Londra’daki Ekvador büyükelçiliğine hapsedilmesinin ikinci yıldönümünde, WikiLeaks, Hizmette Ticaret Antlaşması4 Finansal Hizmetler Ek Maddesi’nin gizli taslak metnini kamusallaştırdı. Belge yalnızca TISA müzakereleri süresince değil, yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıl boyunca gizli kalmak üzere sınıflandırılmış. TISA müzakereleri doğrudan doğruya sansürlenmemişse de medyamızda çok az konu edildi —TISA antlaşmasının dünya-tarihsel önemine tamamen karşıt bir marjinalleştirme ve gizlilikle. TISA dünya pazarının yeniden yapılandırılması için bir tür legal omurga hizmeti görecek, kimin seçimleri kazandığına ve mahkemelerin ne diyeceğine bakmaksızın gelecek hükümetleri bağlayacaktı. Kamu hizmetlerine kısıtlayıcı bir çerçeve dayatacak, hem yeni hizmetlerin geliştirilmesini hem de mevcut hizmetlerin korunmasını daha da zorlaştıracaktı. Politik-ekonomik önemi ile gizliliği arasındaki bu uyuşmazlık şaşırtıcı mıdır gerçekten? Daha ziyade batılı-liberal demokratik ülkelerdeki bizlerin demokrasi bakımından durduğumuz yerin, üzücü de olsa, isabetli bir belirtisi değil midir? Bir buçuk yüzyıl önce Das Kapital’de Karl Marx işçi ve kapitalist arasındaki pazar mübadelesini “insanın kalıtsal hakları için tam bir Cennet” olarak karakterize etmişti, “Orada hüküm süren yalnızca Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır.” Marx’ın ironik olarak eklediği Jeremy Bentham, egotist faydacılığın filozofu olarak, özgürlüğün ve eşitliğin kapitalist sistem altında ne anlama geldiğinin anahtarı olur. Komünist Manifesto’yu alıntılarsak: “Özgürlükle kastedilen —mevcut burjuva üretim koşulları altında— serbest ticaret, serbestçe satmak ve satın almaktır.” Eşitlikle kastedilense alıcı ve satıcının legal formel eşitliğidir, bunlardan biri her koşulda emeğini satmak zorunda bırakılsa da, günümüzün güvencesiz işçileri gibi. Bugün özgürlük kapitalin özgür akışı demektir, finansal ve kişisel verilerin özgür akışı demektir (ve bu iki akış da TISA güvencesindedir). Peki ya demokrasi? 2008 finansal erimesinin esas suçluları bugün kendilerini finansal iyileşmenin sancılı yolunda bizlere rehberlik edebilecek uzmanlar olarak, tavsiyeleriyle parlamenter politikaya baskın çıkması gereken uzmanlar olarak dayatmaktalar. Ya da eski İtalya başbakanı ve AB teknokratı Mario Monti’nin deyişiyle: “Eğer hükümetler kendilerini parlamentolarının kararlarıyla tamamen sınırlandırırlarsa, eylem özgürlüklerini korumazlarsa, derinleşen entegrasyondan daha muhtemel bir sonuç Avrupa’nın parçalanması olacaktır.” 4 TISA: Trade in Services Agreement 30 Peki nedir o halde, demokratik olarak seçilmiş halk temsilcilerinin kararlarını kendi otoritesiyle askıya alan bu yüksek kuvvet? Ta 1998 yılında, o zaman Deutsches Bundesbank’ın yöneticisi olan Hans Tietmeyer, “küresel pazarların sürekli/kalıcı plebisiti”ni “sandığın plebisiti”nden üstün tutarak bu soruyu yanıtlamıştı. Bu müstehçen beyanın demokratik retoriğine dikkat ediniz: Küresel pazarlar parlamenter seçimlerden daha demokratiktir, çünkü oylama süreci onlarda dört yılda bir değil, sürekli/kalıcı olarak; ulus devlet sınırları içinde değil, küresel olarak devam eder. Altta yatan fikir şudur: Pazarların (ve uzmanların) bu yüksek denetiminden ayrıldıklarında, parlamenter-demokratik kararlar “sorumsuzca”dır. İşte demokrasi bakımından durduğumuz yer budur. TISA antlaşmaları mükemmel bir örnektir. Ekonomimizi ilgilendiren anahtar kararlar gizlilik altında, gözlerden uzak, hiçbir kamusal tartışma olmadan müzakere edilmektedir. Ve bu kararlarla kurulan koordinatlar kapitalin engellenmemiş hükmü içindir. Bu da demokratik olarak seçilmiş politik temsilcilerin karar verme alanlarını ciddi olarak sınırlar, politik sürecin ele alabildiği başlıca meseleler kapitalin kayıtsız kaldığı meseleler olur, kültür savaşlarının neticesi gibi. Sonuç olarak TISA taslağının açığa çıkarılması WikiLeaks stratejisinde yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şimdiye kadarki etkinliklerin odak noktası, yaşamlarımızın istihbarat ajansları tarafından nasıl gözetlenip regüle edildiğinin kamusallaştırılmasıydı —baskıcı devlet aygıtlarının tehdit ettiği bireylerin standart liberal endişeleri. Şimdiyse özgürlüğümüzü çok daha çarpık bir yolla —bizzat özgürlük duyumuzun sapkınlaştırılması yoluyla— tehdit eden, başka bir denetleyici kuvvet ortaya çıkıyor: kapital. Özgür tercih toplumumuzun üstün tuttuğu bir değer olduğundan, toplumsal denetim ve tahakküm artık öznenin özgürlüğünü ihlal ediyor gibi görünemez. Özgür-olmama, o halde, kendi zıttının kılığına girmiştir: Evrensel sağlık hizmetinden mahrum bırakıldığımızda, bize sağlık hizmetimizi nereden alacağımızı tercih edebileceğimiz yeni bir özgürlük verildiği söylenir; uzun vadeli istihdama güvenemez olup her birkaç yılda bir yeni bir güvencesiz iş aramak zorunda bırakıldığımızda, bize kendimizi yeniden icat etme ve kişiliğimizde saklı kalmış yeni beklenmedik yaratıcı potansiyelleri keşfetme fırsatı verildiği söylenir; çocuklarımızın eğitimi için ödeme yapmamız gerektiğinde, bize böylece “benliğin girişimcileri” olduğumuz, kendimizin ve çocuklarımızın kişisel büyümesi ve memnuniyetine yatırım yapma özgürlüğü kazandığımız söylenir. 31 Dayatılmış “özgür tercihler”in sürekli bombardımanı altında, çoğunlukla doğru dürüst bir yetkinlik ya da bilgiye bile sahip olmadığımız kararlar vermeye zorlanarak, “tercih özgürlüğü”müz giderek bizi hakiki tercihin —pazarözgürlüğünün ötesine geçerek üretim ve mübadele sürecinin kolektif örgütlenmesi ve regüle edilmesi özgürlüğüne ulaşma tercihinin (aslında, kararının)— özgürlüğünden mahrum eden bir yüke dönüşüyor. İnsanlığın bizzat kendi yaşam-kalımını tehdit eden antagonizmalar karşısında (ekoloji, biyogenetik, “fikri mülkiyet,” kamusal yaşamdan dışlananların oluşturduğu yeni sınıfın yükselişi) ancak bu yolla baş edebileceği giderek daha açıkça ortaya çıkıyor. Belki bu paradoks Ukrayna’da süregiden —medyada TISA konusunda ağır basan sessizlikle açık karşıtlık içinde kapsamlı olarak ele alınan— olaylara olan takıntımıza yeni bir ışık tutabilir. Biz Batıdakileri büyüleyen şey, Kiev’deki insanların Avrupalı yaşam tarzının serabı için ayakta olmaları değildir, ayağa kalkıp —en azından görünüşte— kaderlerini kendi ellerine almaya çalışmış olmalarıdır. Radikal bir değişimi dayatan politik bir ajan olabildiler —biz Batıdaki insanlar ise, TISA müzakerelerinin tanıtladığı gibi, artık böyle bir tercihe sahip değiliz. 32 Eleştirel Mühendisin Manifestosu Oliver, Savičić, Vasiliev — Ekim 2011 — criticalengineering.org5 0. Eleştirel Mühendis, hareket, iletişim ve düşünüş yollarımızı şekillendiren Mühendisliği zamanımızın en dönüştürücü dili sayar. Bu dildeki sömürü6 biçimlerini çalışarak nüfuz alanlarını teşhir etmek Eleştirel Mühendisin işidir. 1. Eleştirel Mühendise göre, bağlı olunan herhangi bir teknoloji hem zorluk hem de tehdittir. Bağlılık ne kadar büyükse, sahiplik ve yasal şartlardan bağımsız olarak, o teknolojiyi çalışma ve içsel işleyişini teşhir etme ihtiyacı da o kadar büyüktür. 2. Eleştirel Mühendis her bir teknolojik ilerleme ile tekno-politik okuryazarlığımızın zorlaştığına dair farkındalığı yayar. 3. Eleştirel Mühendis zengin kullanıcı deneyimleri üzerinde yapısöküm uygular ve şüphe yaratır. 4. Eleştirel Mühendis ’uygulamanın huşusu’nun ötesine bakarak nüfuz yöntemlerini ve özgül etkilerini belirler. 5 Bu manifestoyu Ekim 20110 de Berlin’de kaleme alan Eleştirel Mühendislik Çalışma Grubu, diğer adıyla Julian Oliver, Gordan Savičić ve Danja Vasiliev, dünya çapında sanat uzmanlarılardır. Anahtar kelimeler: gözetim, panoptikon, toplumsal olan. 6 İngilizcesinde Eleştirel Mühendisin kullanması gereken temel araç sayılan “exploit”, Türkçe metinde “sömürü” terimiyle Eleştirel Mühendisin karşı karşıya olduğu bir mesele olarak çalışma ve teşhir konusu sayılmıştır. Karşılaştırınız: http://en.wiktionary.org/ wiki/exploit ve http://tureng.com/search/exploitation 33 5. Eleştirel Mühendis her bir mühendislik çalışmasının, kullanıcı bağlılığı ile orantılı ölçüde kendi kullanıcısını mühendislediğinin farkındadır. 6. Eleştirel Mühendis, aygıtları, bedenleri, ajanları, kuvvetleri ve ağları kuşatan ilişkileri tarif etmek üzere ’makine’yi genişletir. 7. Eleştirel Mühendis teknolojinin üretimi ve tüketimi arasındaki uzayı gözlemler. Bu uzaydaki değişimler karşısında süratle edim gösteren Eleştirel Mühendis, dengesizlik ve yanılsama anlarını teşhir etmeye hizmet eder. 8. Eleştirel Mühendis sanat, mimarlık, aktivizm, felsefe ve icatlar tarihine bakar ve örnek Eleştirel Mühendislik çalışmaları bulur. Bu disiplinlerin stratejileri, fikirleri ve gündemleri benimsenecek, yeniden amaçlandırılacak ve mevzilendirilecektir. 9. Eleştirel Mühendise göre yazılı kod toplumsal ve psikolojik alemlere doğru genişleyerek insanlar ve etkileşimde bulundukları makineler arasındaki davranışı düzenler. Bunu anlayan Eleştirel Mühendis kullanıcı-kısıtlılıklarını yeniden inşa etmeye ve dijital kazıcılık yoluyla toplumsal eyleme yönelir. 10. Eleştirel Mühendisin teşhir konularının en arzulananı, sömürüdür.7 7 İngilizce metin bunun karşıtını söylüyor: The Critical Engineer considers the exploit to be the most desirable form of exposure. 34 Uygulamalı Toplumsal Sanatlar Artur Żmijewski — 3 Kasım 2007 — krytykapolityczna.pl8 Çağdaş sanatın herhangi bir görünür toplumsal tesiri var mıdır? Bir sanatçının çalışmasının etkileri görülebilir ve doğrulanabilir midir? Sanatın —çeşitli popülistlere şamar oğlanı hizmeti görmesi haricinde— herhangi bir politik anlamlılığı var mıdır? Bir tartışmaya sanat ile angaje olmak mümkün müdür —ve bunu yapmaya değer mi? En önemlisi, neden bu tür sorular sanatın bizzat özüne yönelen darbelermiş gibi görülürler? Bütün bu neticeyle işimizin bitmesi özlemi Sanat uzun zamandır özerklik kazanma, kendisini politikadan, dinden, yetkiden, ve sanatı kendi amaçları için kullanmak isteyen diğer her şeyden azat etme mücadelesi vermiştir. Bağımsızlık sanatı daha önemli kılacaktı: avangart hareketler sanata her zaman bilim, bilgi, politika, din gibi gerçeklikşekillendiriciler ile eşit bir itibar vermişlerdir. Aleksander Lipski şöyle yazıyordu: Figüratif olmayan sanat, geleneksel sanatsal paradigmada figür tasviri yapmayı gerektiren dokunulmaz çekirdeği darbelemiştir. Küresel sanatsal devrim bu nedenle sanatın özgürleşmesinin zirvesidir. Sanatın politika, din, felsefe, teknoloji ve gündelik detaylar gibi dışsallıklara olan bütün sadakat bağlarını kopardığı süreç bu son ilkenin —anlamlılık— terk edilmesi ile tamamlanmıştı.” [1] 8 Bu metin “Krytyka Polityczna” no 11-12/20070 de yayınlanmıştır. 35 Toplumsal ve politik çevreyi yaratan etkin bir ajan olma arzusu, ne var ki, gizli bir düşmanla karşı karşıya geldi. Bu düşman utanmaydı —ve hala öyledir. Politik bağlılığı olan sanatların sonu genelde trajik olmuştur. Nazi heykeltraşlar Josef Thorak ve Arno Breker, ya da sinemacı Leni Reifenstahl gibi totaliter rejimleri destekleyen sanatçılar, sanatın politikanın bir enstrümanı olması imkanına gölge düşürdüler. Polonya sanatı utanma duyusunu sosyalist gerçekçilikle olan kaçamağına borçludur. Geçmişle ilişkilendirilen suç ve utanma, sanatın kamusal yaşama katkı yapan etkin bir mevcudiyet olma arzusuyla birlikte paradoksal bir etki üretmiştir. Sanata yüklenebilecek bütün neticeler artık kuşkuludur; bağlılıklarının vesile olduğu bütün görünür değişimler ateş altına girmiştir. Paylaştığımız dünyanın yapısını sağlayan simgesel gerçekliklerin ortak-yaratılışlarından gelen görünmez yetkiye bile, sevsek de sevmesek de, meydan okunmaktadır. Utanma, sahiplenilme korkusu ve nüfuz etme arzusunun bu yumağının sonu yabancılaşma olmuştur. Utanma, baskılama ve reddetme mekanizmalarını harekete geçirmiştir. Eylemlerinin sonuçlarından keyif almak yerine, görsel ve edimsel sanatlar bu sonuçları salt düşlemekle yetinmektedirler: fantazi gerçekliğin yerine geçmiştir. Sanatın özerkliği böylece onu “neticesiz” kılmıştır. Sanatın eylemlerinin artık herhangi bir görülebilir ya da doğrulanabilir tesiri yoktur. Peter Bürger’in bir zamanlar burjuva sanatta sezinlediği eksiklik kendini yüksek kültüre ulaştırmıştır: “sanatın günlük deneyimin üstüne yükseltilmesi burjuva toplumda sanat çalışmasının statüsü açısından tipiktir... Estetikçilik sanatın toplumsal neticeler üretmedeki başarısızlığının da tezahürüdür.” [2] Doğal olarak, toplumsal neticeler gerçekleşmiştir, ama bunlar en çok arzulanan neticeler olmayabilir. Yaklaşık son on beş yıl boyunca, bu neticeler şunları içermiştir: 1. sanatın kamusal tartışmaya tanıtmayı önerdiği konular üzerinden patlayan skandallar; 2. kamusal tartışmaya sürekli yapılan acımasız müdahaleler; Gazeta Wyborcza’da çalışan gazeteci Anna Zawadzka’ya göre bunlar, 19900 larda sanatın kullandığı şiddetli dil ve bunun medyada sonuçladığı tepkiden kaynaklanmıştır. 3. politika dünyasından oyuncuların, bir zamanlar sanata özgü olan yıkıcı stratejileri “öğrenmeleri”. Yıkıcı stratejiler, “Benjamin’in vurgunun ’içerik’ten ’üretim aygıtları’na doğru kaydırılması önerisinin en iyi örneğidir, ki bu aygıtlar kişinin kendi çalışmasını yaparken ’yabancı’ temsilleri kullanabilmesini 36 sağlar.” [3] Böyle yıkıcı eylemlerin bir tanesi Aralık 20000 de Polonya meclisinden sağ-kanat milletvekilleri olan Witold Tomczak ve Halina NowinaKonopczyna’nın Varşova’daki Zachęta galerisindeki bir sergideki Papa 2. John Paul (Maurizio Catellan’s La Nona Ora) figürünün taşını (meteor) sökmeleri olmuştu. Tomczak ve Konopczyna sanatın stratejilerini “okuyup anlayabildiklerini” ve onları kullanma yeteneğinde olduklarını göstermişlerdi. Tomczak ve Konopczyna çiğneyişte bulunmayı ve galeri mekanlarına dair tabuyu ihlal etmeyi öğrendikten sonra, jestlerin ve görsel eylemin dilini, edimin dilini kullanarak “türdeş” bir karşılık verdiler. 19970 de Katarzyna gizli bir kamerayla Kozyra Budapeşte’deki bir kadınlar hamamındaki kadınların filmini çekti, ve aynısını iki yıl sonra erkekler hamamında yaptı. Sonuçta çıkan filmin Venedik bienalinde gösterilmesi Polonya basınının kaçınılmaz patırtısına neden oldu. Tekrarlama ve medya ilgisi bu “ihbarcı” stratejinin ana akıma taşınmasına yardım etti. 20020 de gazete editörü Adam Michnik, gelip ondan rüşvet isteyen film yapımcısı Lew Rywin’i gizlice kaydederken, 20060 da meclis üyesi Renata Beger diğer politikacılarla özel alanda yürüttüğü müzakereleri filme aldı ve kayıtları medyaya verdi. Kozyra, Michnik ve Beger, birbiriyle benzeşen bu sorgulanabilir davranışlara angaje olmalarıyla amaçların araç tercihlerini gerekçelendirmesini vurguladılar. Çiğneyiş böylece geçerli bir politik stratejiye dönüştü. O zamandan beri, bir dizi “negatif” çiğneyiş ya da demokratik tabu ihlali ise, eğitim bakanı Roman Giertych tarafından işlendi. 4. bir grup tabunun ihlal edilmesi başka tabuların ortaya çıkmasına neden olur (Joanna Tokarska-Bakir); belki sanat politik bedenin bazı parçalarına odaklanarak —bu sırada başka parçalar tabuya dönüşürken— haritanın yeniden çizilmesine katkı yapmıştır. Sanat böylece eylem gücünü elinde tutma mücadelesi veriyordu, ama bunu icra ederken daima İsviçre gibi tarafsız kalmak zorundaydı. Ve bu gücün hakkaniyetli kullanımı neye dayanabilirdi? İnternet üzerinden gönderilmiş bir sergi davetinden alıntı yapmak istiyorum: “İnsanoğlunun fiziksel ve zihinsel sınırlılıklarına olan derin ilgisi Żmijewski’nin sanatsal araştırmalarının memba kaynağı olmuş, sersemlemiş izleyicilerinin yanıt bulmakta etkisiz kaldığı sorulara yol açmıştır.” Bu alıntı sanatçıların izleyicileri ne yapması gerektiğine dair basit bir tanım sunmakta: yanıt aramakta etkisiz kalan sersemlemiş alıcılar. “Etkisiz” sözcüğü sanatın bilmeyerek düştüğü yabancılaşmanın ifadesi oluyor. Canlandırdığı trajik aşıklarla (Swann’s Way, Lolita) bilinen Jeremy Irons, onu oyuncu yapanın ne olduğu sorusuna yanıt olarak “toplumun dışında” olmak istediğini söylemişti. 37 Görev ve İsyan “Kullanılma” travmasının neticesi reddetmedir. Suç ve utanma sanatta bir “kaçılan” olarak kodlanmıştır —içsel müzakerenin sürmekte olan bu süreci, Grzegorz Kowalski ve Maryla Sitkowska’nın Varşova Güzel Sanatlar Akademisi’nin yüzüncü yılına kondurdukları bir serginin başlığında iyi ifade edilmişti: Görev ve İsyan. [4] Sergi bir kurum olarak akademiyi ilgilendiriyor olsa da, başlığı sanat içindeki bir ayrılığı belirtmekteydi. Sanatın devlet ve milli ekonomi “için çalışmasına”, çevrelerin şekillendiricisi olarak, görsel enformasyon sistemlerinin üreticisi olarak, iç alanların ve endüstriyel ürünlerin tasarlayıcısı olarak topluma hizmet etmesine, kısacası —görevini yapmasına— izin veren bir ayrılık. Öte yandan sanat, isyankarlığı ile, yetkililere bağımlı hale düşmekten kurtarıldı, çünkü tabuya ısrarla meydan okuyor, düşleri besliyor, özgürlüğü çoğaltıyor, ve toplumsal bilgiyi üretiyordu, (sanatın bilgi için açık bir üniversite olduğu söylenebilir). Sanat mevcut güçlere yapılacak hizmetleri durmaksızın teklif eder ve reddeder. Görevini yaparken genelde utanma ile işaretlenmiş belirli bir çizgiyi aşmaz. Görev ve isyan arasındaki açmaz, yetki ile bir şekilde ilişkilenmiş diğer söylemlerin benimsenmesine ya da onlarla benzeşim kurulmasına olanak vermez. Sanatın en fazla yapabileceği, onları kişileştirmek ya da yermektir: politika ve dinin dilini taklit edebilir, medyanın dilini yerebilir, grotesk olanı arayabilir. Görev duyusu bütün isyan çabalarını zayıflatırken, açıkça isyan etmek görevden ödün verir. Görev hudutlarıyla çevrilmiş olan, utanmayla sınırlanan bir isyan etiğine tabi olan sanatın çerçevesini kuran budur. Böylece sanat kendisine bilişsel bir bariyer diker. Utanma eylemi, içsel bir “şartlı tahliye memuru” gibi, isyanın aşırıya kaçırılmadığını emniyete alır. Sanat politikadan uzak durduğu sürece politik olabilir —politik eylemlerini yapabileceği yer galerilerdir, medya gibi farklı komünal mekanlarda açımlanan gerçek-yaşam tartışmaları değil. Toplumsal neticeler üretmediği sürece toplumsal olabilir. Nieznalska meselesinde örneğin, [5] medyadaki suçlamalar, suç duyurusu, mahkemedeki duruşmalar, Dorota Nieznalska ve çevresi tarafından bir bela olarak görüldüler, sanatın “farklı araçlarla” pratiklenme fırsatı olarak görülmediler. Böylece toplumsal tesir uygulama ihtimali karşısında duraksamış oldular. Bir etkide bulunmak bir tür güce işaret eder, ve güç sahibi olmak sanatın en çok korktuğu şeydir. Sorun şu ki sanat zaten güç sahibidir. Sanat adlandırma ve tanımlama gücüne, kültürün işleyişlerine müdahale etme gücüne, toplumsal yapının öğelerini artefaktlara (sanat çalışmalarına) dönüştürerek onlara basınç uygulama gücüne sahiptir. Ve her artefakt nihayetinde gerçeklik kırıntılarını etkin olarak modellemek için bir aygıttır. Politika eğer 38 şeyleri adlandırma gücüyse, sanat bu güce sahiptir —belki de kendi kendisine rağmen. Bir aşk öyküsü bile kültürel gücün bir ajanıdır çünkü duygusal ihtiyaçlara neden olabilir ya da onları kanalize edebilir. İsyanla ilişkilendirilen özgürlüğe gelelim. Sanattaki isyan özgürlüğün bir tezahürü müdür? Hayır, çünkü görevle sınırlanmıştır. İsyanın kendi sınırları vardır, ve bu sınırlara medeni ve ceza kanunlarında döşenen sınırlardan çok daha önce ulaşılır. İsyanla donanmak diyalektik bir yarılma gerçekleştirmek içindir. İsyanın olmadığı yerde görev hüküm sürer ve sanat toplumsal ihtiyaçları tatmin ederek yetkilileri desteklemenin yardımcı işlevine indirgenir. İsyan utandırıcı görevlerin edimini dengelemek için mevcut olmalıdır. İşte bu yüzden isyan, özerklik yanılsamasıyla birlikte gelen paketin parçasıdır. İsyan, deyim yerindeyse, “bir görevdir.” 19900 lardan beri sanat giderek daha fazla kurumlaştı. Kurumsal eleştirmenler, artık sanatın faaliyet alanını tanımlama yetkisini üstlenerek, sanatın “ideolojik ahlaksızlığını” hafifletme işine yönelmektedir. Pazar-yerinin sözde “ihtiyaçlarına” dair fantaziler de, daha radikal ifade biçimleri için heves kırıcıdır. Bugünlerde karşı koyuş ancak bir yere kadar getirilebiliyor, ayrıca: sanat pazarı isyanı da metalaştıracaktır. Sanat giderek daha ağrıkesici olmaktadır. Gerizekalı Alim Utanma sanatın derin bir duygusal altkatmanını oluşturur. Güç ilişkilerine karışmış olmanın ve totaliter rejimleri onaylamanın utancı, onu politikaya angaje olmaktan ya da açıkça bilgi söylemleri yaratmaktan alıkoyar. Politik ve bilimsel herhangi bir şey ancak sanatın yan-ürünü olabilir. “Bilgi sahipliğini almaktan” çekinmesi yüzünden toplumsal sorunlara dikkat çekme çabalarına, toplumun kayıtsız kalabileceği alanları tartışma çabalarına bir muhalefet eşlik eder, hatta bu sorun ve meseleleri ele alması beklenen söylemlere, yani bilim ve politikaya yönelik bir düşmanlık eşlik eder. Sanatta özerklik, bir ideolojik saflık ölçüsüne, “sanatsal tamlığın” asit testine dönüşecek kadar ileriye gitmiştir. Simgesel güç, bilgi yoluyla güçlülük, açıkça politik tutumlar, hemen reddedilmektedir. Bütün bunların üstüne, sanatçıların cahilliğiyle uğraşmak gerekmektedir. 19700 lerde Marcin Czerwiński’nin yazdığı gibi, sanatçılar “kurumu söylemsel dile çevirme yeteneğine” sahip değildirler ve bu yüzden “gerçeklik alanlarına saçılmış, fikirlere ve imgelere dönüşme potansiyeli olan hakikat basillerine” dayanırlar. [6] Sanata toplumsal bir semptom denilmesinin sebeplerinden 39 birisi budur. Bu güzel-ad, sanatın ona atanan işi habersizce ve sezgisel olarak edimleyişini belirtir. Yaratıcı bireyler olarak sanatçılar, bu bakışa göre, toplumsal süreçlerin habersiz ortamlarıdırlar. İsteyerek ya da istemeyerek, mükemmelen akılsız bir yolla onun kritik kavşaklarını görselleştirirler. Bu da sanatçıyı bir çeşit gerizekalı alim yapar: söyleyecek ilginç ve önemli şeyleri olan, ama bu şeylerin nasıl aklına geldiğine dair, bunları nasıl değerlendireceğine dair hiçbir fikri olmayan birisi. Czerwiński böyle bir durumu “ideolojik perhiz” olarak adlandırırken, Joanna Tokarska-Bakir bu konuda şunları söylemekte: bugünün sanatçıları, 19. yüzyıl benzeri sekülerleşmiş yüksek papazlar olarak, ’simgesel ortam olarak fiziksel insan bedeni aracılığıyla’ eyleyen, dünyada hüküm süren keşfedilmemiş toplumsal ilişkilerin belirli bir biçimini ritüel eylem olarak dışavurmaya çalışan kişiler olarak algılanabilirler. Sorun şu ki sanat yoluyla ifade etmek istedikleri ilişkileri ne kendileri anlamaktadır, ne de onları açık etmek istedikleri toplumlar anlamaktadır. [7] Aslında, sanatçıları bir ölçüde cahil tutmak toplumun çıkarına olabilir. Sanatın risk ve sezgi temelli bilişsel yordamları tehdit edici olarak görülür. Sanat okullarındaki kuramsal eğitimin yavanlığı, topluluk nezdinde sanatın sezgisel araçlarını geliştirmekten bilinçsizce çekinilmesinin bir semptomu olabilir. Yabancılaşmanın Üstesinden Gelmek Bu tuzaktan bir çıkış yolu var mıdır? Yetkililerin bir müşterisi için, bir işveren için, hatta bir isyancı için neyin münasip olup olmadığını tanımlama işini terk etmek mümkün müdür? Sanat bu diyalektiği terk etmeye yönelik bir adımı çoktan atmıştır. Bir hakimin, değerlendiricinin konumunu (“müdahil gözlemcinin” paradoksal konumunu) üstlenmiştir. Toplumsal eleştiri stratejilerini (“toplumsal olarak apaçık” olanın göstergebilimini) detaylandırmıştır. Varşova’da Zachęta galerisinde patates soyma eylemiyle Julita Wójcik bizi bu alelade etkinliği harp alanındaki değişim üzerine bir bildiri olarak, yüksek kültürün yetkisinin dışında gerçekten gizli olan şeylere bir onay jesti olarak okumaya teşvik etmiştir. Wójcik, esas karakterin değiştirilmesine katkı yapmıştır: gerçekliğin doğası “görünmez bir çoğunluk” tarafından belirlenir, egzotik istisnalar tarafından değil. Böyle bir eleştirinin içerme imkanı taşıdığı şey, “kötülüğün sebepleri” ile sanatsal özdeşleşme de olabilir, müdahaleci ve sağaltıcı eylem de olabilir. Bunlar modernleşme süreçlerini ya 40 da bilgi söylemlerini açıkça desteklemeyi içeren, hatta bazen konusal müdahaleyi üstlenerek kırılgan gruplar adına müzakere etmeyi de içeren bir paradigma kaymasının bileşenleridir. Denebilir ki bu, sanatın yabancılaşmasının, neticeden çekinip kaçınmasının, herhangi bir gerçek ve doğrulanabilir nüfuz uygulamayı reddetmesinin üstesinden gelinmesine de yardımcı olmuştur. Fakat bundan fazlası sözkonusudur: düşünmeyen özerklik nesline yol açan, sürekli bir gerilemeye sebep olmuş ve sanatsal eylemin cesaret ve kapsamını sınırlamış ideolojinin karşısında yeniden denetim kazanılması. Cahil Olan ve Okuryazar-Olmayan Sanatın yabancılaşmasının sebeplerinden biri imgelerin diline dayanmasıdır. Dolaysızlıklarına rağmen, imgeler başka disiplinlerin temsilcileri karşısında belirsiz kalırlar. Resimler metinler değildir, “tamamı birden” okunurlar, bütün anlamları tek bir bakışla içeri alınır. Lineer okumanın bu şekilde askıya alınması olgusu, anlamın kendisini bir parlama içinde açık ederek bir dizi ilişkiyi ortaya çıkarması olgusu, “bilişsel şiddet” ile eşdeğerdir. Bir metni okumanın sağladığı kapsama göre “hususi imgelerin” kapsamı daha azdır. Metinler imgelemi tetiklerler: okuduğumuz zaman imgeler görürüz —bellekten uyarılarak metnin “üzerine bindirilen” görselleştirmelerin mozayiğini görürüz. Sözcüklerin ifadesizliği burada yatar: sözcük adlandırdığı şeyler değildir. İmgelerin tasvir edilen nesneyi belirtme yolları daha cesaretlidir. “Bir resimde nesne kendisini tamamen teslim eder ve imgesinden emindir —metin ve diğer algılamaların nesneyi bulanık ve tartışılabilir kılmasının ve böylece beni görüyor göründüğüm şeye güvensiz kılmasının aksine.” [8] Bir resim karşısında imgelemin yaptığı iş sözcüklerin ifadesizliğini doldurmak değil, “gördüğüm şeyin ne olduğunu” belirlemektir. Ama gördüğüm şey başka ne olabilir ki, zaten “var olan her şey” olduğuna göre? İmgeleri okuma yeteneksizliği herhalde bir okuryazar-olmama biçimidir, ve diğer sahaların uzmanları birkaç sağaltıcı dersle yetinebilirler. Buradaki cahillik iki katlıdır: sanatçılar diğer sahaların uzmanlarınca cahil olarak görülürler ve bu karşılıklıdır: diyelim ki bilim veya politika uzmanları iş imgeleri “okumaya” gelince çocuklar kadar çaresizdirler. Antropoloji’nin taşıdığı görüşe göre, örneğin, toplumsal eleştirinin çeşitli türlerine sanatın dahil edilmesi belirsiz etkiler getirmektedir: Belgesel pratiği, fotografik ifadenin daha ince ve soyut biçimlerinden yararlanmasıyla, güzel sanat fotoğrafçılığına benzemeye başladı, hem de sanat biçimi olarak fotoğrafın bir tür bulanık 41 toplumsal eleştiriye, doğrudan ve birebir olmaktansa muğlak olmaya evrildiği bir zamanda: fotoğrafçıların toplumu sistematik çözümlemecilerden ne kadar farklı algıladıklarının bir fonksiyonudur bu. [9] Sanatçıların öne sürdüğü bulgular fazla muğlak ve bilimsel herhangi bir yolla doğrulanamaz bulunuyor. Ama bunun gösterdiği, bilimin sezgisel bir ortamla karşılaştığında ne kadar beceriksiz olduğu, “bilişsel köktenciliğe” ne kadar meyilli olduğudur. Bu da karşıt argümanların belirsiz, bulanık, muğlak, vb. olarak alaya alındığı başka bir ideolojik tartışmaya yol açar. Yukarıda alıntılanan pasaj bize bilimin sanattan “fotografik ifadenin daha ince ve soyut biçimlerini” öğrendiğini de söylemektedir. Artık kültürel yaygınlığının “farkına vardığına” göre, bilimin istediği şey onların okunuş yollarına hükmetmek değil midir? Bilgi üzerine düşünüşümüze hükmetmesinde olduğu gibi, bilginin tek güvenilir kaynağının kendisi olduğuna bizi kesin olarak ikna etmesinde olduğu gibi. Ayrıca, sanatsal etkinliğin ürünü olarak açığa çıkan bilgi, diğer sahaların uzmanları tarafından inatla salt estetik önermeye indirgenmektedir. Sanatın bilinecek olan şeyi kelimenin tam anlamıyla “göstermesine” rağmen, ve bilgisinin söylemsel oluşuna ve uslamlamaya açık oluşuna rağmen, sanatın salt estetik üreticisi olduğuna dair klişe o kadar kökleşmiştir ki diğer sahaların uzmanları arasında “kayıtsızlık etkisi” üretir. Sanatın ürettiği bilgi onların erişiminin dışında kalmaktadır —onu okuma yetenekleri yoktur. Bu sırada, şu pasajı yazan kişi bir antropologdan başkası değildir: [Filmin] bu dilinde bireysel imgeler/çerçeveler sözcüklerdir, çekimler ve kamera açıları bükümsel öğelerdir, düzenleme ise sentaksı sağlar. [...] Bir dizi imge, belirli bir konvansiyona (sinemanın grameri) göre düzenlenip —örgütlenip— birbirine anlam cinsinden doğrudan bağlı çekimlerin bir koleksiyonu olarak, düzenlemenin bir cümlesini oluşturur. [...] İmgelerin ve çekimlerin nasıl uç uca eklendiklerine bağlı olarak, düzenlemede kullanılan cümlelere bağlı olarak, filmin deyimi ’epik cümleler’ inşa etmekte kullanılabilir, bir yaşam dilimini, bir eylem dizisini, bir olayın fragmanlarını tasvir eden çeşitli beyan edici cümleler inşa etmekte kullanılabilir. ’Sebepli cümleler’ denilen cümlelerin de —semantik olarak ilgisiz görsel ve/veya sessel (verbal, müzikal) fragmanların yetkin düzenlenişiyle— terkip edilmesi (düzenlenmesi) ve böylece çağrışımlar yaratılması, analojiler çıkarılması, 42 hatta metaforik cümleler inşa edilmesi mümkündür. Aslına bakılırsa sinematik bir metin, söylemle benzeşen biçimler üstlenebilir, ve böylece bilimsel dilden beklenen temel gerekliliği sağlayabilir.” [10] Virüs mü Algoritma mı? Belirttiğim gibi, sanat kendi adına neticeleri reddetmiştir, ve etkilere sırt çevirmiştir. Yine de kullanışlı bilişsel yordamlar çıkarmayı başarmaktadır. Varoluşsal algoritmalar, kullanımları ile, toplumsal yapıları keşfederken “gözlerinizi açık tutmanızı”, gizli yerlere ve hakiki ilişkilere girmenizi mümkün kılar. Bilinen ve bilinmeyen niteliklerden inşa ettiğimiz bilişsel denklemde, bu denklemi çözerek dünyayı daha şeffaf bir yer yapabilmek için, sanat, spekülasyonun yerine varoluşu geçirmiştir. Varoluş spekülasyon yapar, düşünür, ve kendini bilmiş olur. Grafikler çizmektense, sanat gerçek durumlara dahil olur. Bilişsel stratejileri ile, bilimin yaptığı gibi gerçekliği parantez içine almaz. Parantezin ötesine gider —bilgi yaşamın içinde ortaya çıkar, duygudan, görülerden ve duyulardan, gerçek deneyimden fışkırır. Aynı anda bu şeylerin hepsi birdendir. Çelişkilere ve kaygıya, yanlışlıklara ve umutlara, iyiliğe ve etik eksikliğe, yetkiselciliğe ve çekingenliğe bürünür. Gerçekliği bilmek için sanat onu himaye etmez, onunla bir olur. “İmkansız,” diye protesto ederdi bilim, “gözlemci gözlem altındaki nesneye göre dışsal olmak zorundadır. Gözlemci bizzat kendi gözlem edimi tarafından dışarıya yerleştirilir.” Sanatın bu esnadaki iddiasına göre, bu ihtiyaç geçerli değildir. Parantez ve gözlemcisi bütünsel bir bilişsel deneyim içinde birbirine geçer. Gözlemci hem bilgiye ulaşan geçit hem de bilginin kaynağı —bir gönderge, bir adres, bir link— olan imge yoluyla bu parantezin içinden ortaya çıkar. İmgeler, çelişki ve uyumsuzluğun söyleme halel getirmeden işlenebildiği, yazının aşırı geniş bir biçimi olarak, bütünsel bilgiyi —bilinebilecek olan her şeyi— iletirler. Ama bu eşzamanlılığın içinde tiyatro sahnesi gibi katmanlanmış okuma düzenleri vardır: üst sahne, orta sahne, alt sahne, kanatlar... Sorun eleştirel pratiğin diliyle, bu dildeki çağrışımların sanatın topluma karşıt olarak tanımlanmasını mümkün kılmasıyla alakalıdır. Bunun bir örneği “sanatsal virüs” kavramını tanımlarken kullanılan dildir. Sanat, bu iddiaya göre, artefaktlar üretir: aynı virüslerin bir organizmayı enfekte etmesinde olduğu gibi toplumsal sistemin çeşitli parçalarını “enfekte” eden toplumsal ve kültürel olaylar üretir. Ona “zarar” verir ya da onu “başkalaştırır”. Enfekte olmuş sistem değişmelidir: iyileşmeli ya da tedavi edilmelidir. Buradaki sorun 43 “virüs” sözcüğünün ürettiği çağrışımların hepsinin negatif oluşudur: zehir, hastalık, parazit, düşman. Toplumsal sistemin çeşitli parçalarını enfekte edip buralarda işlem yapan bir virüs olarak sanat kavramı, doğrulamaya alan bırakmamaktadır —bu enfeksiyonun tesiri nedir? Böyle bir şey olmuş mudur ki? Bir “sanatsal virüs”ün ne yaptığını nasıl anlarız? Bu tesir enfeksiyonun kendisinden başka ne olabilir? Değişim ve nüfuz etme fantazilerini harekete geçirdiği için kendi içinde başarı sayılan enfeksiyondan başka ne olabilir bu tesir? Neden virüslerden bahsetmek zorundayız, neden algoritmalardan bahsetmeyelim mesela? Matematikte, bilgisayarcılıkta, dilbilimde, ve ilişkili disiplinlerde, algoritma, bir işin başarıya ulaştırılması için bir yordamdır (iyitanımlanmış talimatlar içeren sonlu bir kümedir). Bir başlangıç durumu verildiğinde, tanımlanmış bir bitiş-durumunda sonlanacaktır. “Matematik ve bilgisayar biliminin algoritmaları, bir işi sınırlı sayıda adımda gerçekleştirmek için gerekli olan, açıkça tanımlanmış eylemleri içeren sonlu, sıralı kümelerdir... Algoritmalar sistemin belirli bir başlangıç durumundan çıkıp arzulanan bir bitiş durumuna gidişine rehberlik ederler.” [11] Bu kadar titiz yordamlar sanata uygulandıklarında elbette işlevsiz kalacaklardır. Ama eğer virüs eylem için bir metafor olabiliyorsa, algoritma da olabilir. Algoritmalar işlemsel ve pozitif bir şeyi, amaçlı bir eylem şeklini belirtirler. Önerdiğim şey bir terimin yerine yapay olarak diğerini geçirmek değil, dildeki anlamları değiştirmektir. Böylece tesir imkanını dikkate alabilmek, sanatı “tesir üreten bir cihaz” olarak, sistemde belirli bir başlangıç durumundan arzulanan bir bitiş durumuna rehberlik eden bir şey olarak görebilmektir. Etkililiği Geri Getirmek Sanatın ne bağışık oluşu ne de itibarı bilim üzerinde etki sahibidir, ve ne bilim ne de politika sanattan korkmaktadır. Aşırı özerklik sanatın yabancılaşmasına, “duyulmamasına” ve ürettiği bilginin çoğunun israf edilmesine yol açtığına göre, şimdi ne yapmalı? 1. İlk yol sanatın kendi özerkliğini enstrümanlaştırarak onun üzerinde yeniden denetim kazanması olabilir. Enstrümanlaştırma, özerkliğin rolünü diğer araçlar gibi bir araca indirgemek anlamına gelebilir. Özerklik böylece planların izlenmesi için tekrar kullanışlılık kazanır ve bizim (sanatçıların) “ideolojik saflığımızın” denetlenme aracı olmaktan çıkar. Enstrümanlaştırma “bağlılığın tercih edilmesidir.” Sanat yeniden bilgi, bilim ve politikanın bir enstrümanı olarak hizmet görebilir. 44 2. İkinci yol kendini kanıtlamak için bilim ya da politika gibi diğer sahalara el atmak olabilir. Burada önemli olan sanat aşkıyla yanıp tutuşmayan kişilerle çalışmaktır. İtibar sanatçıları ve eleştirmenleri “çağrılmaktan” koruyan şeydir. Duchamp’ın R. Mutt diye imzaladığı pisuvarı gönderdiği serginin meşhur hikayesini hatırlayalım. Yeterlilik komitesi çalışmayı reddetmişti ve lehte oy veren yalnızca Duchamp olmuştu. Bu parça ancak Duchamp çalışmanın kendisine ait olduğunu kabul ettiği zaman sergilenebilmişti. Burada fark yaratan eser sahibinin itibarıydı. Sanatı koruyan itibar ve bağışıklık, diyelim ki antropoloji ya da sosyoloji gibi bilimlerde bilinmez. Orada sanatçının beyanı doğrulanabilir bir hipotez olarak daha ikna edici başka argümanlar yardımıyla yanlışlanabilir. Diğer sahaların uzmanları sanatın iddia ettiği şeyleri tartışmaya tözleri itibariyle daha iyi hazırlanmıştır. Sanat toplumsal konularla ilgili olduğuna göre, bir sosyolog ya da toplumsal psikologdan daha iyi bir muhatap bulabilir mi? Diğer disiplinlerdeki mütehassısları abartmak istemiyorum —onlar da kendi sahalarının görünmez varsayımlarıyla sınırlanmışlardır. Yine de sanat değerlendiricilerinin yeterlikleri eksiktir. Sosyolojik, felsefi ve psikolojik uzmanlığa ihtiyaçları vardır. Varşova Üniversitesi’nden sanat tarihi öğrencilerinin yürüttüğü İnternet dergisi Sekcja’dan Karol Sienkiewicz, Tekrarlama etrafındaki tartışmayı şöyle toparlıyor: projenin sanatsal değerleri konuyla daha az ilgilidir. —”projedir” bu, çünkü kırk küsur dakika uzunluğunda bir filme indirgenemez. Düzenleme, estetik kategoriler, gösterimde şu ya da bu eleştirmenin canının sıkılması değil bu söylediğim— Tekrarlama’yı yargılamaya ya da yorumlamaya çalışırken böyle kategoriler konu dışıdır. Belki bütün araçlarıyla birlikte sanat tarihi ve eleştirisi halen [çalışma] karşısında çaresizdir. Sosyologlar ve psikologlarla bir tartışmada yer almak isteyen bir sanat tarihçisi ancak temiz kalpli erbap rolünü üstlenebilir.” [12] Eleştirmenler sıklıkla yeterince bilmezler, ve bu bilgi eksiği sanatı estetikleştirmeye doğru geriletebilir. Eleştirmenlerin sanatçı ve izleyici arasında aracı olduğu eskimiş, döngüsel iletişim şeklinde, eleştirmenlerdeki bilgi eksikliği, sanatçıları mesajlarını basitleştirmeye “zorlar” sadece. Onları indirgenmiş bir sanata dönmeye zorlar —eleştirmenlerin koyduğu hudutlarla sınırlanmış, onların yetkinliklerinin “başa çıkabildiği” bir sanata dönmeye zorlar. Çünkü eleştirmenin anlayamadığı şeyler ifade edilemezler ve bilgi devresine asla ulaşamazlar, çalışma içinde açığa çıkarılamazlar. Bu da yabancılaşmanın etkilerinden —ve sebeplerinden— biridir. 45 Bir sanat çalışmasının argümanların çatıştığı hakiki bir tartışma karşısında “yenilmesi” ilginç olurdu. Bugün bu şekilde sonuçlanabilecek bir tartışma mümkün değildir: sanat, rakiplerine fazla gelmektedir. Rakipleri yenme yeteneğinin sanat çalışmasına gömülü olduğunu söyleyebilirsiniz. Muğlaklığına, itibarına ve bağışıklığının yumağına gömülü olduğunu söyleyebilirsiniz. Rakipler bu düğümü çözmeyi imkansıza yakın bulmaktadır; ve bu da sanatta kodlanan simgesel şiddeti sürekli kılar. Genelde bir diyalog bile gerçekleşmez, sanatçının tek bir kanonik yorum sağladığı bir monolog vardır sadece, ve herhangi bir kavga oluyorsa bile, bu kavga yorumun üstünlüğünü korumak için verilir. 3. Değerlendiricilerin yaptığı açıklamalara kararname muamelesi yapılmaması için çabalamak da önemlidir. Yüzyıl değişiminden beri açıkça ideolojik bir bakışımsızlığa tanık olmaktayız —sanatçıların sesi giderek zayıflamaktadır. Değerlendiricilerin takımlar halinde sırayla gelip sanatta belirli konuların ortaya çıktığını ya da vaktinin geçtiğini beyan etmeleri karşısında boğulmaktadır. Yeni banalistlerde olan şey buydu; sanatın işe yaraması gerekmesi; sanatın küresel meseleleri ele alması. Bu anlamdaki en talihsiz açıklamayı Bunkier Sztuki galerisinin web sitesinde yapan Magdalena Ujma, güce ilgi göstermenin artık “passé” olduğunu söyledi. Sonraki yıl sosyolog Jadwiga Staniszkis, yeni güç biçimleri meselesini, gücün değişen imgesini ve denetim araçlarını, ve aynı derecede önem taşıyan ağsal doğasını ele alan O władzy i bezsilności [13] ["Güç ve Güçsüzlük Üzerine"] kitabını yayınladı. Staniszkis güce dair [akademik] bir ilgiyi de “passé” mi bulurdu acaba? Yetkililerin imtiyazlarını yeniden öne çıkarabilmek için “terörist tehdite” müracaat ettikleri, hükümetlerin kanunlara sadık yurttaşlara kulak misafirliği yaptığı, böylece dilin anlamını değiştirdikleri bir dünyada, güç böyle naifçe bir kenara atılabilir mi? Magdalena Ujma’nın yorumu kritik bir sorunu ortaya çıkardı: edinilmiş yetkinliğin kaybedilmesi. Güç ilişkileri çalışmalarına el atması, sanata bu sahada kıymetli bir yetkinlik vermiştir. Fakat bu yetkinliğin, eleştirmen ve sanatçıların açıklamaları arasında güçlülük ve sıklığın süregiden bakışımsızlığı karşısında tutunabilme şansı yoktur. Sanatçılar “sessiz dururlar” —eylemlerini açıklamakta ve savunmakta isteksizdirler, ve bu işi değerlendiricilere bırakırlar. Sanatın neyle ilgilenip neyle ilgilenmeyeceği, geçici heveslerin becerikli yönetimiyle, şuna ya da buna “passé” diyerek ve her sanatçının içindeki narsisisti bazen methedip bazen yaralayarak belirlenebiliyor. Burada ideolojik amnezi ve yetkinliğin amnezisi diyebileceğim şey devreye giriyor. Sanat belirli bilişsel yordamları gerçekleştirmekte becerikli olur; bunlar kullanışlı olup evrensel olarak uygulanır olduklarında ise üzerlerine gölge düşer. İdeolojik amneziye, ya da kazanılmış yetkinliğin kaybe- 46 dilmesine yol açan da işte budur. Sanat, aynı görsel eylem şekillerine dair bilgiler —kompozisyon, renk, uzamsal ilişkiler— biriktirmesindeki gibi, kuramda da, uyguladığı bilişsel ve eleştirel yordamları söze dökebilir, bunlar hakkında da bilgi biriktirebilir. Yani sanatta özgürlüğün kapsamının genişletilmesi, bir yanılsamadan ibaret değil midir? “Değerlendiricilerin kararnameleri” bizi çoğulculuğun olması gereken yerde bir içsel hegemonik söylemle baş başa bıraktı. Hakiki bir özgürlük alanı elde edebilmek için çoğulu kullanmak yeterlidir: eğer alanlarımız, özgürlük sahalarımız varsa. İlgilenilen çeşitli sahalar varsa, ve en önemlisi de, bir zamanlar kazandığımız yetkinlikleri koruyup geliştirmişsek. Uygulamalı Toplumsal Sanatlar Özerkliğin enstrümanlaştırılması sanatın her çeşit şeyde kullanılmasını mümkün kılar: bilgiyi edinmek ve yaymak için bir araç olarak, sezgi ve imgeleme dayanan bilişsel yordamların üreticisi olarak, bilgi ve politik eylem davasının hizmetkarı olarak. Sanat tabi ki kendi klasik işlevini gerçekleştirerek “insan durumunun en dokunaklı anlarını” ifade etmeyi sürdürebilir. Özerklik üzerindeki denetim, başarılması gereken tek denetim türü değildir. Özgünlük ve matlık sorunları da vardır. Bunlar da ihtiyaç olduğu zaman özgürce kullanılabilen araçlar olmalıdır. Özgünlüğün yargılayıcı işlevini, yani denetleyici ve dışlayıcı eğilimini soyup çıkarmak gerekecektir. Sanatın sözcüklerin özgün anlamlarını geri getirmeye çalışabileceğini düşünüyorum. Bu durumda özgünlük terimi, uçsal kişisel bir özellik olmaktan ziyade, bir özgürlük alanını tercih etme hakkı anlamına gelecektir. Özgünlük yaratıcı olmanın işareti olacaktır, ne pahasına olursa olsun yenilik yapmanın değil. Ve son olarak, matlık bir mesajın zorluğunu belirtecektir, okunaksızlığını ve iletişimsel yeteneksizliğini değil. Diğer söylemlere —politika ve bilim— olan bağlılık, içeriğin ideolojik olarak bir grubun politik çıkarları bakımından kullanışlı olan şeye indirgenmesine yol açmaz mı mesela? Böyle bir risk olsa da, bu bağlılığın üstlenilmesi için en azından iki sebep vardır: 1. Sanat riskli alanlarla iyi başa çıkar, ve sanatçıların hissettiği “kullanışsızlık” hali riskli davranışı teşvik edebilir. Wilhelm Sasnal, totolojik göndermeler üreten bir sanat dünyasının işbirlikçisi olarak bazen kendisini bir “galeri sıçanı” gibi hissettiğini söylemişti. “Faydacı söylemlere” açıkça bağlı olmak, büyük ihtimalle, sanatçıların bir bilinçaltı arzusu olarak, sanatın ajanlığıyla gerçekleşen değişimlere dair fantazilerde ifade bulan şeydir. 47 2. Politika, bilim, ve din sanatın artık yapamadığı şeyi yapabilir: kullanışlı araçlar üreterek gerçeklikle bir bağlantı kurmak: gücün ve bilginin gerçekleştirimi için araçlar üreterek gerçeklikle bir bağlantı kurmak. Bir kez daha bağlı hale gelen sanat, toplumsal olarak faydalı olmayı öğrenebilir, işlemsel bir düzeyde bile bunu öğrenebilir (gerçekliğe meydan okumayı zaten bilmektedir ve çoğalttığı isyanın desteğine güvenebilir). Çeşitli bağlılık biçimlerine girmekten korkmayan bir sanatsal etkinliğe iyi bir örnek filmdir. Film çeşitli söylemlerce tam anlamıyla “kullanılır”. Film müdahale etmenin, bir şey için kavga vermenin, bilgilendirmenin, eğitmenin, bilgiyi güncellemenin, peri masalları anlatmanın, ikna etmenin, sorunlara, eleştirel kavşaklara dikkat çekmenin, vb. bir yoludur. Ve film sanat dünyasına çok yakındır. Bugün kamera sanatçının en yakın arkadaşıdır. Elżbieta Jabłońska hakkında bir metinde eleştirmen Dorota Jarecka şunu sordu: “Sanat bugün kime hizmet etmelidir, ve hangi amaç için?” ... “Filozof ve sosyologların söylemleri karşısında her zaman yetersiz kalacağı politik tartışmaya angaje [olmalı mıdır]?” [14] Evet, böyle bir tartışmaya angaje olmalıdır. Sanat bu tartışmayı farklı stratejiler kullanma yeteneğiyle, sezgi, imgelem ve önseziye aşina oluşuyla geliştirecektir. Ne yazık ki sanatın keskin zayıflıkları da vardır, kendi önemini bir kenara atmaya eğilimlidir. Söylemini kendinden verdiği ödünlerle, amneziyle, ve yenilenen bir cahillikle doldurmuştur. Sanat okulunda kuramsal konular sanki belleği genişletmeye yarayan cihazlardan ibaretmiş gibi öğretilir, dünyayı düşünme ve keşfetme egzersizleri olarak değil. Kuşkusuz sanatın cahillik ve bilgi arasında çırpınmaya zorlanarak zayıf bırakılmasında kimi politik çıkarlar vardır. Onu üreten güzelliklere ve sanat-sepetçi tiplere dair kullanışlı gözüken klişelerin yayılmasının sağlanmasında kimi politik çıkarlar vardır. Kolektif güç devresinde sanat hiçbir zaman “yüklenmez” ve “icatları” kabul edilmez. Rasyonel olanın kıyısına yakalanmış haliyle gerçekleştirdiği eylemler, canlı da olsa irrasyonel kalan fantaziler olmanın ötesine geçmez. 19900 larda ülkede gerçekleşen değişimler faturasında kendi payını köylüyü oynayarak ödedi (ki bu son yıllarda sanat etrafında yaşanan skandalları kısmen açıklayabilir) —ulusal hayal kırıklığı ekonomisinde zayıf söylemlere vurmak kazançlıdır. Herhangi bir güç mücadelesinde birinin kullanışlı gerizekalıyı oynaması gerekir —ve sanat naifliği ve savunma stratejilerinin olmayışıyla sıklıkla böyle bir amaçla kullanılır, özellikle de LPR tarafından. [15] Sanat tarafından üretilmiş bilişsel yordamları daha geniş ölçekte kullanmaktaki başarısızlığımızla hepimiz kaybettik. Sezgi ve imgeleme dayanan, kişinin doğruculuğundan ve peşin hükümlülüğünden vazgeçmesine dayanan bu yordamları kullanmaktaki başarısızlığımızla hepimiz kaybettik. 48 Sezgi ve imgelem baskılanmış ve reddedilmiş fantazilere, arzu ve ihtiyaçlara sahip çıkar, ve onları tatmin etme yollarını aramaya yardımcı olur. Yargıcın rolünü terk etmek, sistemin adaletsizliklerindeki kolektif ve bireysel suç ortaklığımızı açığa çıkaracaktır. O zaman, paylaştığımız gerçekliğin neye benzediğinde sorumluluğu paylaşanlar “onlar” değil bizler olacağız. Kaynaklar 1. A. Lipski, Elementy socjologii sztuki. Problem awangardy artystycznej XX wieku “Sanat Sosyolojisinin Öğeleri. 20. Yüzyılın Sanatsal Avangardının Meseleleri”], (Wrocław: Atla 2, 2001). 2. P. Bürger, Theory of the Avant-garde ["Avangart Kuramı"]. 3. Ł. Ronduda, Strategie subwersywne w sztukach medialnych ["Medyatemelli Sanatlarda Yıkıcı Stratejiler"] http://www.exchangegallery .cosmosnet.pl/subwersywne_text.html 4. Powinność i Bunt. Akademia Sztuk Pięknych w Warszawie 1944-2004 ["Görev ve İsyan. Varşova Güzel Sanatlar Akademisi"], Galeria Zachęta, 2004. Ł. Ronduda, Strategie subwersywne w sztukach medialnych ["Medyatemelli Sanatlarda Yıkıcı Stratejiler"] http://www.exchangegallery .cosmosnet.pl/subwersywne_text.html 5. 20010 de Gdańsk’taki Wyspa galerisinde Dorota Nieznalska haç şekilli bir ışık kutusu gösterdi. Haçın merkezine erkek genitalini tasvir eden bir fotoğraf yerleştirilmişti. Bu nesne dinsel hassasiyetleri gücendirmekle suçlandı, ve bunu uzun bir mahkeme süreci izledi. 6. M. Czerwiński, Samotność sztuki ["Sanatın Yalnızlığı"], (Warszawa: PIW, 1978). 49 7. J. Tokarska-Bakir, “Energia odpadków” ["Çöpün Enerjisi"], Res Publica Nowa, No. 3/2006. 8. R. Barthes, Camera Lucida, 1980. 9. D. Harper, “On the Authority of the Image: Visual Methods at the Crossroads,” ["İmgenin Yetkisi Üzerine: Görsel Yöntemler Yol Ayrımında"] in: K. Olechnicki (ed.), Antropologia obrazu ["İmgenin Antropolojisi"], (Warszawa: Oficyna Naukowa, 2003). 10. R. Vorbrich, “Tekst werbalny i niewerbalny” ["Verbal ve Verbal olmayan Metin"]in: Antropologia wobec fotografii i filmu, ["Antropoloji ve Fotoğrafçılık ve Film"] (Poznań: Biblioteka Teglte, 2004). 11. Wikipedia; http://pl.wikipedia.org/wiki/Algorytm. 12. K. Sienkiewicz “Bezradność krytyka. Uwagi na marginesie dyskusji o Powtórzeniu Artura Żmijewskiego” ["Eleştirmenin Çaresizliği. Artur Żmijewski’nin Tekrarlama’sı hakkında tartışma üzerine yorumlar"], http://www. sekcja.org/miesiecznik.php?id_artykulu=107. 13. J. Staniszkis, O władzy i bezsilności ["Güç ve Güçsüzlük Üzerine"] (Kraków: Wydawnictwo Literackie, 2006). 14. D. Jarecka, “To już fanaberia Jabłońskiej” ["Jabłońska’nın Şapkasında Bir Arı"] , Gazeta Wyborcza, April 7, 2006. 15. Polonya Aileleri Birliği, 20010 de birçok Katolik-milli fraksiyonların birleşiminin ardından kurulan politik parti. 50 Eğiticileri Kim Eğitecek Ryan Rafaty9 — 24 Nisan 2014 — kingsreview.co.uk Bu görüşme 13 Mart 20140 te Cambridge/İngiltere’de Profesör Spivak’ın kamusal bir ders vermek üzere Cambridge Üniversitesi’ni ziyareti vesilesiyle gerçekleşti. Dijital çağda estetik eğitim görevini, W.E.B. Du Bois’un vasiyeti siyah yeniden inşayı, ’uluslararası sivil toplum’da çeviri meselelerini ve öğretmenin zorluğunu tartıştık. Ryan Rafaty: Son kitabınız Küreselleşme Çağında Estetik bir Eğitim’de, dijital çağda beşeriyet için zaruri bir yerin güvenceye alınması mücadelesine dair bir değerlendirme sunuyorsunuz. Muazzam enformasyon hazinelerinin iyice dağılmış ve çarçabuk erişilebilir olduğu bu çağda, iyi eğitilmiş zihinleri dijital medyanın etkin kullanımına yöneltecek bir “estetik eğitim” görevinden bahsediyorsunuz. Dediğinize göre bu, beşeriyetin geleneksel edebiyat kanonunu genişletme gibi meşgalelerinden oldukça farklı. Neden estetik eğitim? Ve bunun ilerlemekte olan bir çalışma olduğunu söylediniz —bu zorluk üzerinde düşünmeniz nasıl evrimleşti? Gayatri Spivak: Sanırım estetik sözcüğünün tehlikeli bir sözcük olduğunu açıkça belirtmeliyim. Böyle negatif hisler saçan sözcükler kullanma eğilimim, 9 Gayatri Chakravorty Spivak, felsefeci, edebiyat kuramcısı, Columbia Üniversitesi’nde Üniversite Profesörü, ve aynı yerde Karşılaştırmalı Edebiyat ve Toplum Enstitüsü’nün kurucu üyesidir. Ryan Rafaty, King’s College/Cambridge’de Politika ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde doktora öğrencisi ve Cambridge Uluslararası İşler Dergisi’nde kitap değerlendirme editörüdür. 51 çabuk ve kolay çözümler öneriyor gibi gözükmemek için. Çoğu kişi “estetik”i günlük dilde fildişi kule olarak, sanat için sanat olarak düşünüyor. Elbette bu yanlıştır, çoğu akademisyen de bunu bilir. O zaman biz de estetiğe 18. yüzyıl Alman yazarları yoluyla geliyoruz —Baumgarten, Kant, Schiller, vb. Bu sözcükleri yeniden kazanmak için basit tanımlarda ısrar etmeyi seviyorum, aslında bu yüzden tanımlarımı sürekli revize etmem gerekiyor. Bu fikrin iyiliği, yeniden gündeme getirmesinde. Bu yüzden, tekrarlamak gerekirse, kitap boyunca çok basit bir formülüm var: “bilgibilimsel edim için imgeleştirici çalışma”. Bu tanım “estetik olana” değil, estetik eğitim dediğim şeye ait. Estetik eğitim, benim için, belirli bir yolla öğretmek anlamına geliyor. Estetikliğin varlık-görüngübilimsel tarifleri değil bu, bilmem anlatabildim mi. Estetik burada isim-fiil değil, bir sıfat. Bilgibilimsel edim, bilgi nesnelerinin daha farklı inşa edilmesidir. Böyle bir proje tamamlanamaz. Bunun ilerlemekte olan bir çalışma olması bu anlamdadır, yeni düşünceler geliştirmesi anlamında değildir. Dijital çağa gelirsek —biliyorsunuz, kanonun genişletilmesi ya da revize edilmesine karşı değilim aslında. Bir parça eleştirel olduğum —sadece şimdi değil, sanırım ebediyen eleştirel olduğum— şey, kanondaki genişletmelerin anglofon ülkelerde İngilizce bölümleri içinde, frankofon ülkelerde Fransızca bölümleri içinde, lusofon ülkelerde Portekizce bölümleri içinde vb. yapılmasıdır. Biliyorsunuz artık kimse dil öğrenmeye odaklanmıyor. Benim de dert ettiğim şey hep bu oldu. Genç zamanlarımda buna “İngilizce İmparatorluğunun genişletilmesi” derdim. Nereye konuşma yapmaya gitsem, genç öğretmenler bana gelip “Profesör Spivak, ne olur gerçek konumunuzu söyleyin, çünkü biz genişlemek istiyoruz ama buradaki idare sizi kullanarak bizi kapatıyor” derlerdi. Yani bu da estetik eğitim çalışmasındaki gibi tekrar etmem gereken bir mesele: bulunduğum konumun hem buna tam destek veren bir konum olmayışıyla ilgili, hem de diğer tarafta beşeriyetin önemsizleştirilmesine katılan geleneksel muhafazar ve korporatistleşen insanlardan ayırt edilme zorunluluğuyla ilgili. Kanonun genişletilmesine dair gerçek konumum işte budur —gerçekte ilişkilendiği şey genişletme işi değil, dünyadaki dillerdir. Ryan Rafaty: Geçtiğimiz Mayıs’ta Cornel West’in burada Cambridge’deki bir görüşmesinde bize anlattıklarına ne dersiniz merak ediyorum. Üniversitelerde daralan edebiyat kanonunun genel olarak genişleyebilmesi üzerine konuşurken, W.E.B. Du Bois’un müfredatta mecburi kılınması gerektiğini, —kendi kendine ya da ödev olarak— Du Bois okumadan üniversiteden kimseyi mezun etmemek gerektiğini söyledi. Bunu da “siyah halklara duyarlı” olmaktan ziyade, Du Bois’un aynı diğer yazarlar gibi “insan olmanın an52 lamıyla mücadele etmiş” olmasına bağladı. Sanıyorum siz de Dr. West’e katılırsınız. Du Bois ve Genel Grev diye bir kitabınız yayınlanacak. Madunun varoluşunun Du Bois’un metinlerinde bulunabildiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? Gayatri Spivak: Du Bois’u gerçekten 20. yüzyılın büyük bir tarihçi-toplumbilimcisi olarak düşünüyorum. Bence “Afrikalı-Amerikalı” diye belirtmek gerekmiyor, çünkü Du Bois’u onaylarken kulak verdiğimiz sesin haksızlığa uğramış bir ses olduğunu düşünmüyorum. Du Bois’un niş-pazarlanışına öfkelenmeyişimizle, dünyanın dönmesini sağlayan bir tür düşük kalite ırkçılığı onaylamaktayız. Burada daha farklı bir gündem var. Bizzat Du Bois bunu fark etmişti. Du Bois’un Kim Kimdir ’e girişi, kendi detayını —zenci seçip çıkarma— sağlayan tek giriştir. Jackie Robinson böyle mi? Değil. Martin Luther King böyle mi? Değil. Onlar oldukça haklı olarak bu detayı dert etmediler. Du Bois’un kişisel kütüphane koleksiyonu derin düşünceleri olan Zenci entelektüellerin biyografileriyle doluydu [Zenci sözcüğünü kullanıyorum çünkü bu onun sözcüğüdür. Onun zamanına aittir]. Anlattığına göre onların onaylanmaları böyle olmuş olduklarından değildi, ve kendisi de onaylandığında bu küçük tarif parçasının içine kondu. O zaman bu sesler haksızlığa uğramış sesler değildir; Du Bois bir madun değildir. Du Bois madunluk üzerine düşündüğü zaman azat olmuş köleler hakkında yazar, ABD hükümetince üstlenilen ilk toplumsal refah projesi olan, ama ırkçılık ve kapitalizmin yerleşik kuvvetleri nedeniyle boşa çıkmış olan Azat Olanların Bürosu’nun parçası olan insanlar hakkında yazar. Bu analiz büyük kitabı Siyah Yeniden İnşa’da bulunuyor, ki bu kitabı AfrikalıAmerikalı müessesesinden kimi insanlar reddederler —Cornel West bunlardan biri değildir— çünkü bu kitapta, temelde kapitale ait olan işleyişlerin tarifinde, kabulünde, yayılımında, hatta onarım ve ıslahında fark etmeden kullanılan ideolojik üretimler anlamında ırkçılık yeniden ve yeniden ortaya konulur. Kapitalist demokrasi müessesesinin bütün amaçları, siyah yeniden inşanın başarısızlığı pahasına amaçlardı. Siyah nüfusun —”topluluk” sözcüğünü sevmiyorum— siyah yeniden inşanın zorlukları karşısında, parlamenter demokrasinin diktaları içinde çalışarak ne kadar müthiş bir hızla yanıt verdiklerini görüyorsunuz. Muhteşem bir öykü bu. Du Bois’un siyah yeniden inşa çalışması yeni bir tür tarih yazımıdır. Philadelphia Zencisi kitabı yeni bir tür toplumbilimdir, ve böyle oluşu Afrikalı-Amerikalılarla ilişkilenmesinden kaynaklanmaz sadece. Cornel’in Cambridge’de bu konuyu açması matrak olmuş. İki yıl önce Columbia’da genel grev üzerine “Genel Grevi İmgelemek” diye bir seminer 53 veriyordum ve elbette Du Bois bu seminerin önemli bir parçasıydı. Öğrencilerden biri, bir Cambridge mezunu, sınıfta şöyle dedi —pek pişman olmadan, tarif etmenin ötesine geçmeden— “Du Bois Cambridge’de pek okunmaz”. (gülüyor ) Ben de düşündüm ki: Herkesi onu okumaya zorlayacak değilim. Akademisyenlerin 20. yüzyılda tarih yazımı ve toplumbilimin doğrularına dair yeterli bir duyarlılık sahibi olmalarını bekleyebilirim sanırım. Herhangi bir okumayı mecburi kılmak arzusunda değilim. Zorunlu bırakılmış insanlardan ziyade isteyerek yapacak insanların geliştirilmesine gerçekten inanıyorum, bilmem anlatabildim mi. Cornel ile aramdaki ana farklılık bu olabilir. Ryan Rafaty: Peki kitabınızda Du Bois’un düşüncesinin hangi belirli yönlerine odaklanacaksınız? Çoğunlukla Siyah Yeniden İnşa hakkında mı olacak? Gayatri Spivak: Buradan Ghana’ya gideceğim, biliyorsunuz Du Bois orada yurttaş oldu, mezarı da orada. Sözünü ettiği “çifte bilinç”ten farklı olan insanın nasıl birisi olduğunu bulmak için kişisel kitap koleksiyonunu taramaktayım, kitaplarında tuttuğu notlara bakıyorum —yazdığı kitaplarda değil, sahip olduğu kitaplarda. Bu noktada önceden verilen kararlardan ziyade proje beni ilerletiyor. 20090 da zaten Harvard’daki Du Bois Derslerini vermiştim. Beş yıl önce bir sorum vardı: “Du Bois kadar okumuş birisi neden kölelerin iç savaş sırasında topluca göçerek Union ordusuna katılmalarına ’genel grev’ adı verir?” Çünkü bunun kabul edilen genel grev modeline uymadığı bayağı açıktı. Ben de Du Bois’u “düzeltmekten” ziyade bir soru sordum: neden? İşte Harvard derslerinin konusu buydu ve ben de orada genelde Siyah Yeniden İnşa’dan bahsediyordum, çünkü Du Bois’un bu belirli tarifi sunmuş olduğu kitap buydu. Kitabın başlığını değiştirip Du Bois ve Dünya veya benzeri bir şey yapabilirim diye düşünüyorum, çünkü salt bireysel şartlardan uzaklaşıp daha ziyade Pan-Afrikanizm çabalarına odaklandım. Pan-Afrikanizm siyah yeniden inşa değildir. Siyah yeniden inşa, İç Savaş sonrası Amerikan Güneyi’ndeki duruma aittir. Pan-Afrikanizm ise 20. yüzyılın başlamasıyla birlikte, çoğunlukla Du Bois’un tetiklemesiyle ortaya çıkar. Ben de bu büyük zihni imgeleyeceğim diye kendimi harap etmekteyim. Ryan Rafaty: “Uluslararası sivil toplum” ve ürettiği uçucu, gelip geçici dayanışma türünü eleştirdiniz. Dil öğrenme ve çevirinin politik önemi, eleştirinizde nasıl yer bulurdu acaba? Burada özellikle birkaç ay önce Varşova’da katıldığım BM iklim değişikliği konferansını düşünüyorum. Güney Amerika ve Afrika’dan yöresel çiftçilerin ve aktivistlerin bulunduğu bir toplantıya gittim. Salonda en az üç dört yerli dil konuşuluyordu, fakat orada bulunan tek bir çevirmen, Bolivyalı yöresel liderlerin ayrıntılı politika çerçevesi öne54 risini tarif etmek için çırpınmaktaydı, bu da kavrayışı ciddi bir zorluk haline getiriyordu. Ayrıca bu, binlerce delegenin olduğu konferansın muhtemelen en az katılım sağlayan etkinliğiydi; bir düzineyi aşkın kişi geldi, çoğu da diğer aktivistlerdi. Salondan çıkarken şunu hatırladım: gerçek karar-verme gücüne sahip olan herkes çok sayıda çevirmenleriyle birlikte stadyumun öbür tarafındaki büyük ana oturumlarda ya da özel görüşmelerde bulunuyordu. Gayatri Spivak: Böyle yöresel oturumlar aslında gerçekten politikaları yapanlar ’bu oturumlar yapıldı’ diyebilsin diye yapılıyor. Yani biliyorsunuz, iyi gözüküyor. Az katılım olduğunu söylemeyeceklerdir. Sağladıkları çeviri imkanlarının kıt olduğunu söylemeyeceklerdir. Politika-yapıcıların orada neler konuşulduğundan haberi olmadığını söylemeyeceklerdir. Ama ’bu yöresel oturumları dahil ettik’ diyebilmek onlara belirli bir makuliyet veriyor. Benim sinik bakış açım böyle. Öte yandan ben reddedici olmaya inanmıyorum. Bir yol bulup bunları geriye bükmemiz gerektiğini düşünüyorum. Amiyane tabirle, esas projemiz çeviri aktivizmi üretmektir, ve hiç de aktivizme benzeyen bir şey değildir bu. İklim değişikliği çevirisi yapmak bıktırıcı mıdır dersiniz? Bir de çeviri konferanslarına bakın. Oralar da fazlasıyla bıktırıcı, çünkü çeviriyi dünyanın ihtiyaç duyduğu büyük değişimler listesinin baş köşesine koymaya pek kimsenin niyeti yok. Dünya Ekonomik Forumu’na bakın. Düşünen bir grup insanı alıp en banal bilgi yönetim tekniklerini kullanarak farklı renklerle etiketlenmiş çocuklara indirgemekten başka bir dertleri yok. Körlemesine takip edilecek alet takımları üretmekteler. Bu yolla dünya çapında değişim üretemezsiniz ya da üretirsiniz ama fazla hızlı olur. Fark aynıdır. Bahsettiğim bilgibilimsel edim işte budur. Bunu estetik eğitim olarak düşünün. Bütün bir çeviri lobisinin kendi kendisini bilgi nesnesi olarak —çeviri benim için, ben içindeyken nedir— yeniden düşünmesini sağlamamız gerekiyor. Bu dillerin dilsel hafızasına girebilmeliyiz ki çeviri işini salt bir kolaylıktan ziyade bir tür aktivizm —etkin pratik— olarak yapabilelim. Size göre çeviri, diyelim ki, BM İnsan Hakları Bildirisi’nde yapılmış çevirilerden oldukça farklıdır. O çeviriler hiçbir işe yaramaz çünkü madun nüfusların İngilizce-olmayan, emperyal-olmayan dilleri o düzeyde okuyamayacakları kesindir. Dolayısıyla bu proje aslında salt yöresel liderleri anlamaktan çok daha farklı bir projedir. Çeviri farklı bir yolla düşünülmelidir ki çevirinin ortaya çıkardığı sonuçlar tarif ettiğiniz gibi durumlarda hissedilebilsin. Bu gerçekleşmeyecek. İnsanlar bu belirli çeviri sorununu harika çevirmenlere dönüşerek çözmeye çalışıyor, bilmem anlatabildim mi. Çeviri yeniden düşünülmelidir. Bu çok büyük bir sorun. Şimdi burada bu konuyu uzatamayacağım, çok uzun sürer. 55 Ryan Rafaty: Yaşamınızı büyük ölçüde öğretime adadınız: Batı Bengal, Hindistan gibi yerlerdeki Memorial Okuryazarlık projenizden Columbia Üniversitesi’ne, dünyanın çeşitli yerlerinde angaje olduğunuz konuşmalara. Farklı vesilelerle, öğretme işi hakkında birbiriyle uyumsuz gözüken iki şey söylediğinizi duydum, gerçi bana ilişkili görünüyorlar. Birincisine göre özelleşmiş bilgi kullanımı bir iktidar icra etme yoludur ve bu ayartıya kapıldığımızı inkar etmemiz aldatıcı olacaktır. Temelde, nüfuz kazanma ayartısı, ya da bilgi-yoluyla-iktidar, birçok akademisyeni yürür kılan şeydir. Söylediğiniz diğer şey öğretimin yoğun ve çok zor bir emek olabildiği, onlarca yıllık deneyimle bile insanın sık sık başarısız kaldığıydı. King’s College/Cambridge’deki son dersinizin soru-cevap kısmında da tekrarladığınız bir şeydi bu: İnsan kendine belirlediği görevde başarısız kalabilir, ciddi bir yanlış anlama ya da yanlış kavrama varsa, öğretmenin üzerine kalacak tipte bir başarısızlıktır bu. Akademisyenin bilgi yoluyla icra ettiği iktidarın bittiği yer ve zaman, öğretimin başarısız kaldığı yer ve zaman mıdır? Gayatri Spivak: Hayır. Bu “bilgi-yoluyla-iktidar” fikrinin aşırı göreli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bugün politika ile sıradan akademisyen arasındaki bağlantı o kadar incedir ki bilgi-yoluyla-iktidar neredeyse bir teselli ödülü oluyor, bilmem anlatabildim mi. Bilginin kendisi dijital çağdaki enformasyon denetimi ile o kadar boşa çıkarılmıştır ki bilgi-yoluyla-iktidar gerçek işleri yapan insanlar tarafından bile azarlanabiliyor. Bence bilgi-yoluyla-iktidar durumu eski bir bakış açısıdır, bu durum belirgin olarak değişmiştir; dijitallik nedeniyle bilgi endüstrisi eskisi kadar çekici değil. Yani mesela, “uzaktan eğitim” denen şeydeki bilgi kullanımına bakalım. Bilgiyi kullanan kişinin —öğretmenin— elindeki iktidar hissi o kadar gayrışahsi, o kadar nicelleşmiş ve o kadar mekanik yeniden-üretimsel ki, Walter Benjamin’i alıntılarsak. 19600 lardaki öğrencilerin isyan ettiği sınıflarda olduğu gibi bir şey değil bu. Dijital devrim denen şeyin ardından 600 ların öğretmenindeki bilgi-yoluyla-iktidar hissiyatından uzaklaştığımızı kabullenirsek bence geçmiş durum iptal bile olabilir. Ama aynı zamanda, Marx’ın Feuerbach üzerine üçüncü tezini de düşünüyorum: Eğiticileri kim eğitecek? Gerçekten dikkat edilirse, ve söylemeye çalıştığım şeyi anlıyorsam, Engels’in revizyonu ve çeşitli çeviri alternatifleri bunu biraz karıştırmakta. Yine de, Marx şunu söylemeye çalışıyor: Öğretmen ve öğrenci arasındaki fark, bebek bakıcılığı, iyi davranma vesaire ile 56 ortadan kalkmayacaktır, özellikle de sınıfta gerçekten bilinmesi gereken bir şey varsa, öğretmen daha uzun bir zaman süreci getirmekteyse, öğretmenin katılması gereken bir şeyler varsa, vb. Yani bir anlamda Marx, devrim olarak çevrilen sözcükle —Engels’in Umwälzung’u Devrim’e çevirdiğini düşünüyorum— salt iktidar durumunun, sadece öğretme durumunda değil, öğrenme durumunda da tekrar tekrar müzakere edilmesi gerektiğini söylemekteydi. Yani mesela, dün bir “atölye” yapıyorduk. Yanıtları vermenin getirdiği bütün o iktidar-bilgi avuntusuna sahip kişilerde, sürekli notlar karalayıp bilgililiğiyle ünlenmiş kişilerden yanıtlar alarak bu hali sürekli olarak meşrulaştırma eğilimi bulunuyordu. Sınıf mekanında müzakere yoktur, dünya artık bilgi yönetimi yoluyla değişmiş olsa bile bu böyledir. Ryan Rafaty: Peki insan gerçekten estetik eğitimin teşvik edildiğini nasıl anlayabilir? Kendinizi eğitbilimsel olarak değerlendirirken, öğretiminizden sonra öğrenciye ne olduğunu, öğrencinin ne yaptığını görmeyi sevdiğinizi söylediniz. O zaman insanın öğretmen olarak başarılı mı başarısız mı olduğunun teşhisi sürekli ertelenir mi? Gayatri Spivak: Bir anlamda evet. Ben öğretmede başarılı olup olmadığıma özel olarak sürekli odaklandığımı söyleyemem. Görüyorsunuz, bana şunu veya bunu bildiren şey olumsal olandır, beklenmedik olandır. Yani benim ana odak noktam bu değildir. Suya atılıp bir şekilde yüzmeyi öğrenmek —öğretme durumu da buna benzer. “Başarıyor muyum?” sorusundan ziyade öğrettiğiniz insanlara odaklanırsınız. İnce bir odak farklılığıdır bu. Nihayetinde bir katı bilim öğretiyor değilim. Söylediklerim bütün disiplinleri bağlamıyor. Benim öğrettiğim şeyde aktarılacak fazla bir materyal yok, imgeleyici pratik öğretiliyor. Yani beşeriyet denilen şeydir, edebiyattır, felsefedir. Bu disiplinlerde belirli bir anlamda ’kazananlar kaybederler’. İşte mesela bu yüzden, kendi aylığımla o kırsal okulları işletmekteyim. Şirket fonları kullanabilirim ve her zaman para aramaktayım. Ama şirket fonlarıyla birlikte anlamsız değerlendirici teknikler de gelebilir; eğer çok büyük insan gruplarının binlerce yıldır maruz kaldıkları bilişsel zararlara dönük çalışıyorsanız, otuz yılda —bu okullardaki eğitim süremin ölçüsü— ’kazanacak’ olma fikri, gülünç bir fikirdir. Hibeyi yenilemek için ’kazanmış’ olduğunuzu göstermeniz lazım. Bu gülünç bir fikir. Yani burada farklı olan, bir anlamda, bizzat başarının anlamıdır. 57 Du Bois yeni azat edilmiş kölelerden bahsettiğinde, kesinlikle yiyecek, giyecek ve barınağa ihtiyaç duyduklarını, ama aynı zamanda, yıldızlarla iletişim kurmayı öğrenmeye de ihtiyaç duyduklarını söylemişti. İşte bu dördüncü gereklilik, öyle “tabi kolayca öğretilebilir, nihayetinde acı çektiler, kalpleri temizdir” deyip geçilebilecek bir şey değil. Hani “işin sırrı feminizmdedir”, “yöresel olanlar yanıtı bilir” gibi, bütün bu grupların başına ne gelirse gelsin saflıklarını koruyacaklarına dair mantralar vardır. Bunlar tarihi çok idealistçe inkar ederler. Bu zor bir görev. Kendi başarısızlıklarımı takip etmem, öğrenmemin tek yolu bu olduğundan biraz da. Hatalarımdan öğrenirim. Öyle oturup sürekli kendimi değerlendiriyor ve başarmak istiyor değilim. “Başarıyor muyum?” sorusuna bu kadar odaklanmak biraz narsisistik bir şey. 58 Dilin ve dil kuramının çalışılması Louis Hjemslev — 1961 — Prolegomena kitabının ilk paragrafları Dil, —insan konuşması— türlü hazinelerin bitmez tükenmez bir bolluğudur. Dil insandan ayrılamazdır ve bütün çalışmalarında onu takip eder. Dil insanın düşünce ve duyguyu, hissiyatı, özlemi, irade ve eylemi biçimlendirdiği enstrümandır, etkilemesinin ve etkilenmesinin yoludur, insan toplumunun nihai ve en derin temelidir. Ama insan bireyinin nihai ve vazgeçilemez sürdürücüsüdür de, yalnızlık saatlerindeki sığınağıdır, ki bu saatlerde zihin varoluşla güreşir ve bu çatışma şairin ve düşünürün monologunda çözülür. Dil, daha bilincimizin ilk uyanışından önce, ilk zayıf düşünce tohumumuzu çevrelemeye hazır olarak etrafımızda yankılanıyordu; yaşam boyu bizi izleyecekti, gündelik yaşantının basit etkinliklerinden en yüce ve mahrem anlarımıza kadar —ki günlük yaşamımız için sıcaklık ve gücü bizzat dil sayesinde tuttuğumuz hafıza yoluyla bu anlardan ödünç alırız— bize ayrılmazca eşlik edecekti. Ama dil dışsal bir eşlikçi değildir. İnsan zihninin derinliklerinde yatar, birey ve kabileye miras kalmış hafıza zenginliğinde, hatırlatan ve uyaran bu uyanık vicdandadır. Ve konuşma kişiliğin ayırt edici işaretidir, iyi veya kötü olsun, yurt ve ulusu ayırt eden işarettir, insanlığın onur belgesidir. Dil, kişilik, yurt, ulus, insanlık ve yaşamla öyle çözülmezce olgunlaşmıştır ki bazen dilin bunların yalın bir yansıması olup olmadığını veya bizzat bütün bunların kendisi —bizzat bunları olgunlaştıran çenek— olup olmadığını sormak isteriz. Bu sebeplerle, dil hayret ve tarif edilecek bir nesne olarak şiirde ve bilimde insanı çekmiştir. Bilim dilde, fiziksel ve fizyolojik kesinlikteki tariflere uygun, bilinç olgularının göstergeleri olarak sıralanmış ses dizileri ve ifade edici jestler görmeye yönelmiştir. Psikolojik ve mantıksal yorumlarla, insan, ruhunun dalgalanımını ve insan düşüncesinin değişmezliğini dilde aramış, ilkini bulmak için dilin gelgitli yaşam ve değişimine, ikinciyi bulmak içinse tanıdığı iki 59 tür göstergeye, yani kavram ve muhakemenin elle tutulur simgeleri olan sözcük ve cümleye bakmıştır. Bir gösterge sistemi ve kararlı bir kendilik olarak düşünülen dilin insanın düşünce sistemi ve ruhunun doğasına anahtar olması bekleniyordu. Birey üstü bir toplumsal kurum olarak düşünüldüğünde ulusun karakterizasyonuna katkı sağlayacaktı. Dalgalanan ve değişen bir olgu olarak düşünüldüğünde, eski nesillerin kişilik tarzına ve uzak değişimlerinin anlaşılmasına kapı açacaktı. Dil birçok yönde perspektiflerin açılabileceği anahtar bir konum olarak görülür oldu. Dil böyle düşünülüp bilimsel araştırma nesnesi olduğunda bile kendi içinde bir amaç değil, araç olur: esas nesnesi dilin dışında yatan bir bilginin aracıdır, bu bilgi yalnızca dil üzerinden ve ancak dilin gerektirdiklerinden daha farklı varsayımlarla ulaşılabilir olsa bile. Burada dil aşkın bir bilginin aracıdır (aşkın sözcüğünün doğru ve etimolojik anlamında [transcendent = öteye tırmanan]), içkin bir bilginin hedefi değildir. Bu yüzden konuşma-seslerinin fiziksel ve fizyolojik tarifi saf fiziğe ve saf fizyolojiye, göstergelerin (sözcük ve cümlelerin) psikolojik ve mantıksal tarifi saf psikoloji, mantık ve ontolojiye kolayca bozunur, öyle ki dilbilimsel çıkış noktası görüş alanından kaybolur. Tarihsel deneyim de bunu doğrulamıştır. Tam olarak böyle olmasa bile, fiziksel, fizyolojik, psikolojik ve mantıksal olgular kendi başlarına yine de dilin kendisi değildirler, ancak dilin birbirinden kopuk dışsal yüzleridirler. Çalışma nesnesi olarak seçilmeleri dil adına değil, dilin yöneldiği olgular adına olur. Dil, bu tarifler temelinde, toplumsal koşulların anlaşılmasında, halklar, uluslar arası tarih öncesi ilişkilerin yeniden inşasında bir anahtar olarak düşünülse dahi aynı durum geçerlidir. 60 Analitik Motor üzerine Çevirmenin Notları: Not A Lovelace Kontesi Ada Augusta — Ekim 1892 — fourmilab.ch10 Fark Motoru, ∆7 ux = 0 fonksiyonunun entegralini tablolamak için inşa edilmiştir. Bu motor, denizcilik ve gökbilimi tablolarının hesaplanması gereksinimi için özel olarak tasarlanmış ve uyarlanmıştır. ∆7 ux = 0 fonksiyonunun entegrali şudur: uz = a + bx + cx2 + dx3 + ex4 + f x5 + gx6 . a, b, c, vb. sabitler, motoru oluşturan yedi disk sütunuyla temsil edilir. Dolayısıyla bu motor, genel terimi yukardaki formülle kapsanan bütün serileri isabetle ve sınırsız ölçekte tablolayabilir; Farklar Yöntemiyle tablolanabilen diğer bütün serileri ise, büyük ya da küçük aralıklar içinde yaklaşık olarak tablolayabilir. Analitik Motor ise aksine, salt belirli bir fonksiyonun sonuçlarını tablolamak (ve başka hiçbir fonksiyonunkileri tablolamamak) için değil, olabilecek herhangi bir fonksiyonun geliştirilmesi ve tablolanması için uyarlanmıştır. Aslında bu motor, herhangi bir genellik ve karmaşıklık derecesinde, herhangi sonsuz bir fonksiyonun maddi ifadesi olarak tarif edilebilir, örneğin, F (x, y, z, logx, siny, xp, &c.) görülecektir ki bu, herhangi sayıda niceliğin imkanlı diğer tüm fonksiyonlarının bir fonksiyonudur. 10 Bibliothèque Universelle de Genève 82’de yayınlanan L. F. Menabrea imzalı “Charles Babbage’ın İcat Ettiği Analitik Motorun Taslağı” makalesini ingilizceye çeviren Ada Lovelace’in makaleye eklediği notlardan ilkidir. 61 Motor burada, nötr/tarafsız ya da sıfır durumu diyebileceğimiz hal içinde, mekanizmanın bir kısmını oluşturan (ve Jacquard dokuma tezgahında kullanılan kartların ilkesine göre uygulanan) kartlar aracılığıyla, geliştirmeyi ya da tablolamayı arzu edeceğimiz herhangi bir özel fonksiyona ait izleri herhangi bir anda alımlamaya hazırdır. Bu kartlar kendi içlerinde (bizzat Makalede açıklandığı tarzda) söz konusu olabilecek belirli bir fonksiyonun gelişim yasasını içerirler, ve mekanizmanın da buna karşılık gelen belirli sıraya uygun davranmasını icap ederler. En basit durumlardan birisi olarak, örneğin, F (x, y, z, &c.&c.) fonksiyonunun ∆n uz = 0 olduğu varsayılırsa, Fark Motoru bu fonksiyonu n’nin yalnızca 70 ye kadarki değerleri için tablolayacaktır. Bu durumda kartların mekanizmanın izlemesini emredeceği işlemler dizisi şunu tablolayacaktır: uz = a + bx + cx2 + . . . + mxn−1 Burada n herhangi bir sayı olabilir. Öte yandan bu kartların belirli sayısal verilerin düzenlenmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Onlar yalnızca yapılacak işlemleri 11 belirlerler, ki bu işlemlerin uygulanabileceği belirli sayısal değerler elbette sonsuz çeşitlilikte olabilirler, ve eğer mekanizma hattındaki gerekli kısımlara soruna ait sayısal verilerin izleri bırakılmadıysa herhangi bir tanımlı sayısal sonuç getirmezler. Yukarıdaki örnekte, cebirsel bir sonuca yönelik ilk elzem adım, n’nin ve fonksiyona giren diğer ilkel niceliklerin yerine özgül sayıların geçirilmesidir. Yine, F için, x ile y arasına dördüncü dereceden iki tam denklem koyduğumuzu varsayalım. Bu durumda denklemlerimizdeki ayıklama yasasını kartlar üzerinde ifade etmemiz gerekir. Motor bu yasaları yerine getirecek, ve nihayetinde böyle bir ayıklamanın sonuçlayacağı tek değişkenin denklemini verecektir. Ayıklamanın çeşitli şekilleri seçilebilir; ve elbette kartlar buna uygun olarak düzenlenmelidir. Benimsenebilecek ayıklama şekillerinden birini ele alalım. Motor şu biçimdeki herhangi iki fonksiyonun çarpımını yapabilir: a + bx + cx2 + . . . + pxn . Bu verildiğinde, iki denklem y’nin kuvvetlerine göre düzenlenebilir, y’nin kuvvetlerinin katsayıları da x’in kuvvetlerine göre düzenlenebilir. Bunun gibi 11 Jacquard kartlarının sadece cebirsel işlemleri düzenlemeye yaradığını ima etmek istemiyoruz; açıklamak istediğimiz, bu işlemleri düzenleyen kartların ve mekanizma kısımlarının diğer amaçlarda kullanılan kart ve mekanizma kısımlarından tamamen bağımsız olduğudur. M. Menabrea’nın açıkladığı gibi üç ayrık nesne kümesi için motorda kullanılan üç kart sınıfı vardır: İşlemlerin Kartları, Değişkenlerin Kartları, ve belirli Sayıların Kartları. 62 birçok fonksiyonun birbirini izleyen çarpımları ve çıkarılmaları sonucunda y ayıklanmış olacaktır. Burada ve diğer bütün hallerde, yukarıda açıklanmış olduğu gibi, sayısal veriler ve sayısal sonuçlar, işlemleri düzenleyen araçlardan oldukça bağımsızca davranan bu mekanizma ve kısımlarının aracılığıyla belirlenmektedir. Analitik Motorun eylemi üzerine çalıştığımızda şunu buluruz: matematiksel analiz açısından tamamen işlemlere ait olan değerlendirmelerin özgün ve bağımsız doğası, işlemlerin uygulandığı nesneler ve bunlara uygulanan işlemlerin sonuçları karşısında, çok çarpıcı derecede ayrık ve tanımlıdır. Bu noktaya dikkat çekmek iyi olacaktır; hem Analitik Motorun güçleri ve eylem şekline dair yeterli ve adil herhangi bir genel kavrayışa ulaşılmasında bu noktanın eksiksiz değerlendirilmesinin elzem oluşundan dolayı, hem de genel olarak matematiksel bilimin çalışılmasında bunun çok az görünür kılınan bir nokta olmasından dolayı. Öte yandan bu değerlendirmenin diğer değerlendirmelerle karıştırılması imkansızdır, hem bu motorun sonuçlara ulaşma tarzının izlenmesi halinde, hem de bu sonuçlara ulaşılması için verilerin hazırlanması halinde. İşlemlerle bağlantılı akıl yürütmelerin, eşyanın zarureti gereği, matematiksel süreçler cansız mekanizmanın ortamı yerine insan beyni üzerinden geçtiğinde de, aynı şekilde —bilimin temel olsa da henüz bağımsız olmayan bir malzemesi olan— analiz konusunun açık ve iyi-tanımlı bir dalı olarak, aynı adil yeri tutmaları çok arzu edilir bir şeydir, ki motor üzerinde çalışarak bunun sağlanması gerekmektedir. Matematiğin negatif ve imkansız niceliklerin değerlendirilmesini içeren dallarına, özellikle bu hususta isabetli ayrımlar yapma isteği neticesinde, yakın döneme kadar bile ayakbağı olmuş olan kargaşa, zorluk ve çelişkiler, bu bilimde deneyimi olan her okuyucunun aklına gelecektir, ve bu da, bu noktanın böylesine ele alınmasının, Analitik Motorun bilhassa ikna edici örneğinin bağlantısı içinde bu meselenin ele alınmasının gerekçesi olmaya tek başına yetecektir. Açıklanması arzu ediliyor olabilir: işlem sözcüğüyle iki ya da daha fazla şeyin müşterek ilişkisini başkalaştıran herhangi bir süreci kastetmekteyiz, bu ilişki ne türde olursa olsun. Bu en genel tanımlamadır ve evrendeki bütün konuları içerecektir. Soyut matematikteki işlemler, elbette sayı ve uzay değerlendirmelerine dahil olan belirli ilişkileri başkalaştıracaktır, işlemlerin sonuçları ise işlem konularının doğasına karşılık gelen özgül sonuçlardır. Matematikten daha özel olarak türetilen işlemler bilimi ise kendi başına bir bilimdir ve bizzat kendi soyut hakikatine ve değerine sahiptir; aynı mantığın, mantığa ait akıl yürütme ve süreçlerin, uygulanabilecekleri konulardan bağımsız, kendine özgü hakikate ve değere sahip olması gibi. Yukarıdaki konuya dair bazı daha modern görüşlere aşina olanların bileceği gibi, birkaç temel ilişki hakiki 63 olduğunda, belirli başka ilişki bileşimleri (ilksel ilişkilerden yapılan çıkarımlar yeterince sürdürüldüğünde çeşitlilik ve ölçek olarak sonsuz bileşimler) ister istemez bu ilişkileri izleyecektir. Bilindiği gibi, işlemler biliminin ayrık doğasının az hissedilmesinin ve genelde az ele alınmasının ana nedenlerinden biri de, matematiksel gösterimde kullanılan simgelerin birçoğunun geçirdiği anlam kaymasıdır. Birincisi, bir işleme ait simgeler, çoğu durumda aynı zamanda işlemlerin sonuçlarına da ait simgelerdir. Diyebiliriz ki bu simgeler hem geriye dönük hem de ileriye dönük olarak simgeleme eğilimindedir. Bunlar halihazırda uygulanmış bir dizi sürecin neticelediği ilişkileri simgeleyebilecekleri gibi, belirli süreçler üzerinden henüz gerçekleştirilmemiş ilişkileri de simgeleyebilirler. İkincisi, rakamlar, sayısal genliklere ait simgeler, çoğu durumda aynı zamanda işlemlere de ait simgelerdir, alınacak kuvvetleri belirttikleri durumlar gibi. Terimlerin anlam kayması geçirdiği her yerde, bağımsız değerlendirme kümeleri bir araya geldiklerinde karmaşıklaşma eğilimi gösterirler, akıl yürütmeler ve sonuçlar sık sık yanlışlanır. Analitik Motoru ele alırsak, yukarıdaki birinci başlık altında gelen işlemler, kendilerine özgü bir gösterim ve mekanizma hattı aracılığıyla sıralanır ve bileştirilirler; ikinci başlıkta ise, nicelikten ziyade işlem anlamına gelen (mesela kuvvet belirten) sayılar herhangi bir sütun ya da sütun kümesine yazıldığında, o sütunlar tamamen ayrı ve bağımsız bir tarzda davranırlar, sadece işleyiş mekanizmasıyla bağlantılanır ve bu mekanizmaya karşılık verirler. Diğer sütunlardaki nicelik anlamına gelen sayılarla hiçbir zaman bileşime girmezler; gerçi elbette, eğer n sütuna uygulanan işlemler anlamına gelen sayılar varsa bunlar birbirleri arasında bileşebilirler ve sık sık bunu yapmaları gerekecektir, aynı nicelik anlamındaki sayıların çeşitli bileşimlerinde olduğu gibi. İşlem anlamındaki sayıların, sayısal niceliklerin motorda sunulduğu kısımdan ayrı bir kısımda gözükmesinin sağlanması ayarlanabilirdi; fakat motorun mevcut şekli bazı durumlar için daha basittir ve gerçekten anlaşılması koşuluyla aynı ölçüde bir açık seçikliği sağlar. İşleyiş mekanizması işlem yapılacak herhangi bir nesneden bağımsız olarak da eyleme geçirilebilir (gerçi elbette bu durumda hiçbir sonuç elde edilmez). Ve eğer müşterek temel ilişkileri soyut işlemler bilimininkiler ile ifade edilebilen nesneler bulunabilirse, motorun işleyiş gösterimine ve mekanizmasına uyarlanmaya müsait nesneler bulunabilirse, motorun sayı olmayan şeyler üzerine uygulanması da mümkündür. Örneğin armoni ve müzikal besteleme bilimindeki ses perdelerinin temel ilişkilerinin böyle bir ifade ve uyarlamaya müsait olduğu varsayılırsa, bu motor tarafından, herhangi bir ölçü ya da karmaşıklık derecesinde detaylı ve bilimsel müzik parçaları bestelenebilir. 64 Analitik Motor işlemler biliminin bir bedenlenişidir, ve bu işlemlerin konu aldığı soyut sayılara özgü olarak inşa edilmiştir. Fark Motoru belirli ve çok sınırlı bir işlemler kümesinin bedenlenişidir, ve bu işlemler (bkz. Not B’de kullanılan gösterim) şöyle ifade edilebilir (+, +, +, +, +, +), ya da şöyle, 6(+). Tek bir + işleminin altı tekrarı, aslında bu motorun bütün özeti ve nesnesidir. Yedi sütunu olan bu motorda herhangi bir sütundaki bir sayı, kendisini sağ sütunundaki bir sayıya ekleyebilir. Böylece en soldaki sütundan başlayarak, altı toplama gerçekleştirilebilir, ve sonuç sağ tarafın en sonundaki yedinci sütunda gözükür. Bu motorun işleyiş mekanizması Analitik Motorunkinden ayrı ve bağımsız bir tarzda davranır; fakat tek bir değişmez ve kısıtlı bileşime müsait oluşu nedeniyle, işlemler biliminin özgün doğasına dair pek kuvvetli ya da ilginç bir örnek değildir. Analitik Motoru bu bakış açısı altında ele almanın önemi, M. Menabrea’nın açık ve ustaca yazılmış makalesi okunduğunda bizce daha da net olacaktır. İşlemler kalkülüsü de benzer olarak kendi içinde o kadar ilginç bir konudur ve son yıllarda önceki yıllara göre üzerine o kadar çok yazılmış ve düşünülmüştür ki, bu motorun bileşim şekli dolayısıyla matematiksel bilimin bu dalının aydınlatılmasında oynayabileceği rol gözden kaçırılmamalıdır. Bu motorun mucidi icat üzerine çalışırken aklında böyle görüşler var mıydı yok muydu, ya da bunu izleyen aşamada bunu hiç hesaba katmış mıdır katmamış mıdır bilmiyoruz; ama bu, mekanizmanın analitik bileşimlere eriştiği yollara dair aşinalığımızın bize dayattığı bir görüştür. Motorun kendine ait işlemleri sıralama ve bileştirmesindeki bağımsız tarzıyla büyük ölçüde kolaylaşmış olmasını bekleyeceğimiz pratik bir sonucu da önermeden edemeyeceğiz: kastettiğimiz, sanal niceliklerin girdiği bileşimlerin elde edilmesidir. İşlem süreçlerinin bu dalını soruşturma fırsatımız olmadı, ve dolayısıyla hipotezimiz, böyle sonuçların başarısının dayandırılabileceğini tasarladığımız ilke bakımından, çok muhtemeldir ki olguyla uyumlu değildir, ve bazı başka ilkelere göre amaca daha az yararı vardır, ya da en azından başkalarının işbirliğini gerektirmektedir. Yine de bize açık görünüyor ki, işlemlerin davranış şekilleriyle bu kadar bağımsız oldukları bir yerde, birkaç basit provizyon ve mekanizmanın düzenlenişine yapılacak eklemeler aracılığıyla iki tür sonuç kümesi edinilmesinin kolay olması gerekir: 10 incisi, sayısal veriler üzerinde uygulanan işlemlerin sonuçları olan sayısal genlikler (Bu sonuçlar motorun birincil nesnesidir). 20 ncisi, bu sayısal sonuçlara iliştirilmiş olacak simgesel sonuçlar, ki veriler sayısal olduğunda nasıl ki uygulanan işlemlerden sayısal sonuçlar elde edilmesi bunun gerekli ve mantıksal neticesiyse, simgesel veriler üzerinde uygulanan işlem- 65 lerden simgesel sonuçlar elde edilmesinde de aynısı geçerlidir.12 Eğer Fark Motoru ve Analitik Motorun inşa ilkelerini ve güçlerini birbirleriyle karşılaştırırsak, ikincisinin yeteneklerinin birinciye göre ölçülemez derecede daha geniş olduğunu ve aslında bu ikisinin birbiriyle analiz ve aritmetik arasındaki gibi bir ilişki içinde olduklarını algılarız. Fark Motoru yalnızca tek bir belirli işlem dizisini gerçekleştirebilir, yani ∆n uz = 0 özel fonksiyonunun entegralinin tablolanması için gereken işlem dizisini; ve bunu yalnızca n’nin 70 ye kadar olan değerleri için yapabildiğinden,13 bütün genellik de12 Aslında burada kastettiğimiz gibi bir genişletme, artı ve eksi işaretlerinin doğru bileşimlerinin yapılması için sunulacak herhangi bir sistemin daha ileri ve mükemmel bir gelişimini oluşturabilir ancak. M. Menabrea’nın bu kısıtlı duruma nasıl beceriyle değindiğine Not B’de işaret edilmektedir. 13 Makine n’nin yediden daha yüksek bir değerinin tablolanması için de inşa edilmiş olabilirdi. Ne var ki, n’ye eklenecek olan her birim, mekanizmanın gereksinimlerinin ölçeğini yükselteceğinden, bu hususta pratik olarak ötesine geçilemeyecek bir sınır bulunacaktır. Bütün olağan tabloların hesaplanması için yedi yeterince yüksektir. Analitik Motorda, ister n = 7, n = 100, 000, ya da n = herhangi bir sayı olsun, ∆n uz = 0 fonksiyonunun çözümü için aynı mekanizma ölçeğinin yeterli oluşu, ilk elde ortaya koyar ki, uygulama- Fark Motoru 66 recelerinden her imkanlı fonksiyonun ifadesi olması bir yana, tek bir belirli fonksiyonun bile en genel ifadesi olarak görülemez. Fark Motoru gerçekte (kısmen açıklanmış olduğu gibi) toplama dışında bir şey yapamaz; ve diğer herhangi bir sürecin bu motor tarafından uygulanması, basit çıkarma, çarpma, bölme de dahil olmak üzere, ancak bu sürecin akılcı matematiksel düzenleme hüneriyle bir toplamalar dizisine indirgenebildiği durumlarda mümkün olur. Farklar yöntemi aslında bir toplamalar yöntemidir; ve diğer herhangi bir matematiksel ilkeden ziyade salt toplama yoluyla erişebildiği sonuçlar çok daha fazla olduğundan, bir Toplama Makinesinin inşa edileceği temel olarak seçilmiş olması, böyle bir makineye mümkün olan en geniş menzilde güç verilmesi bakımından çok uygun olmuştur. Buna karşılık Analitik Motor ise, eşit bir beceriyle toplayabilir, çıkarabilir, çarpabilir ve bölebilir; ve bu dört işlemin her birisini, diğer üçünden herhangi birinin yardımı olmadan, dolaysız bir tarzda uygular. Bu olgu tek başına her şeyi kapsar; dolayısıyla belirtmek gereksizdir ki, örneğin, geliştirme becerisi olmayan Fark Motoru sadece tablolama yapabilirken, Analitik Motor hem tablolama hem de geliştirme yapabilir. Motorlardan birincisi doğası gereği tam anlamıyla aritmetiktir ve ulaşabileceği sonuçlar çok açıkça tanımlı ve kısıtlı bir menzilin içinde bulunur, öte yandan Analitik Motorun güçlerini sınırlayan sonlu bir ayrım çizgisi bulunmamaktadır. Bu motorun güçleri bizzat analiz yasalarına dair bilgimizle eş kapsamlıdır, ve yalnızca bu bilgiye olan aşinalığımızla sınırlandırılırlar. Aslında, bu motoru analizin maddi ve mekanik temsilcisi olarak görebiliriz, ve insan çalışmasının bu bölümündeki gerçek işlevsel güçlerimiz, cebirsel ve sayısal simgelerin idari manipülasyonunda motorun bize sağladığı tam denetim yoluyla, bu ilke ve yasalara dair kuramsal bilgimize ayak uydurabilmemizi şimdiye dek olduğundan daha etkili olarak sağlayacaktır. Matematiksel bilimi, bağlantılı bir bütün olarak içsel güzelliği, bakışımı ve mantıksal tamlığıyla bilge ve mantıklı zihinlerin ilgisinde seçkin bir yer kazanan, soyut ve değişmez hakikatlerin muazzam bir bedeni olmasının ötesinde gören birisi; doğal dünyanın büyük olgularında ve karşılıklı ilişkilerindeki sonu gelmez değişimleri, içinde yaşadığımız yaratım faaliyetleri içinde —dolaysız fiziksel algılarımıza görünsün görünmesin, bilinçli ya da bilinçsizce— sonsuzca sürüp giden değişimleri ancak bu bilimin oluşturduğu dil larıyla maddeyi bu iki motordaki soyut zihinsel işlemlerin işlevsel ajanına dönüştürmüş olan iki ilkenin doğasının birbirinden bütünüyle ayrık olması gerekir, ve eşit açıklıkla kabul etmek gerekir ki, Analitik Motorda, hem bu ilkeler kendi içlerinde daha yüksek ve daha kapsamlı bir tarife erişirler, hem de böylece temelini oluşturdukları motorun pratik değerini muazzam ölçüde genişletirler. 67 yoluyla layıkıyla ifade edebildiğimizi hatırlayan birisi, matematiği insan ırkını daha derinden ilgilendiren bir şey olarak gören birisi: böylece matematiksel hakikati, insanoğlunun kendi zayıf zihniyle, Yaratıcısı’nın işlerini okumasının en etkili enstrümanı olarak düşünen birisi, bu bilimdeki ilkelerin açık pratik biçimlere çevrilmesine yardımcı olabilecek her şeye özel bir ilgi gösterecektir. Analitik Motoru soyut cebirin yürütücü sağ-kolu bile yapabilecek kadar geniş becerilerle donatmamızı mümkün kılan ayırt edici karakteristik, brokar kumaş imalatındaki karmaşık örüntülerin delikli kartlarla düzenlenmesi için Jacquard’ın tasarladığı ilkenin bu motora dahil edilmesidir. İki motor arasındaki ayrım burada yatar. Fark Motorunda böyle bir şey yoktur. Çok uygun bir ifadeyle: Jacquard-tezgahı çiçek ve yaprakları nasıl örüyorsa Analitik Motor da aynı şekilde cebirsel örüntüleri örer. Bizce burada Fark Motorunun hak iddia edebileceğinden çok daha büyük bir özgünlük bulunmaktadır. Fark Motorundan bütün hak iddialarını esirgemek istemeyiz. İnanıyoruz ki bu motor, ardışık farkların sıralanması ilkesi üstüne kurulu ve kendi sonuçlarını yazdırabilme yeteneğindeki bir hesaplama makinesi inşası olarak, şimdiye dek yapılmış tek öneri ya da denemedir; ve bu makine hem uygulayabildiği hesaplamaların kapsamı, hem bunları yürütülmesindeki kolaylığı, kesinliği ve isabetliliğiyle, hem de hesaplamaların uygulaması sırasında insan zekasının müdahalesine hiçbir gerek duymamasıyla öncellerini aşmıştır. Fakat bu motorun doğası kesin olarak aritmetikle sınırlanmıştır; ve az çok başarı sağlamış aritmetik hesaplama makinelerinin inşa edilmesinde bu motor ne ilktir ne de tektir. Kartları uygulama fikri bulunduğunda ise aritmetik sınırların dışına çıkılmıştır, Analitik Motor artık “hesaplama makineleri”nin ortak zeminini işgal etmez. Bütünüyle kendisine ait bir konumdadır ve ortaya çıkardığı değerlendirmeler doğaları bakımından çok ilginçtir. Mekanizmada genel simgelerin sınırsız çeşitlilik ve kapsamda ardışık olarak bileştirilmesi sağlanarak, maddenin işlemleriyle matematiksel bilimin en soyut dalının soyut zihinsel süreçleri arasında birleştirici bir bağ kurulmuştur. Gelecekte analizin kullanabileceği, şimdiye dek elimizdeki araçların mümkün kıldığından daha hızlı ve daha isabetli olarak insanlığın amaçları için pratik uygulamaya konabilen hakikatlerle bizi donatacak, yeni, muazzam, güçlü bir dil geliştirilmiştir. Böylece matematiksel dünyada, zihinsel olan maddi olan ile, kuramsal olan pratik olan ile daha içten ve daha etkin bir bağlantı içine sokulmuştur. İsmi kendisine çok uygun düşen bu Analitik Motorun doğasını paylaşan, —düşünen ya da akıl yürüten makine fikrinden öte— pratik bir imkan olarak bugüne dek önerilmiş, düşünülmüş herhangi bir şey, bildiğimiz kadarıyla kayıtlarda yoktur. 68 Analitik Motorun şeması Fark Motoru ve Analitik Motorun işleyiş şekillerinde önemli bir ayrım oluşturan diğer bir noktaya değineceğiz. Birinci motorun vazifesini yapabilmesi için, sütunlarına, o anda işlenen tablo için gerekli birçok fark sırasının ilk terimlerini oluşturan sayıların yerleştirilmesi gerekir. Makine bunları veri alarak, bunlar üstüne çalışacaktır. Ama bizzat bu verilerin, insan eliyle yapılacak bir dizi hesaplamayla önceden bulunmuş olması gerekir. Dolayısıyla bu motorun üreteceği sonuçlar, kendi güçlerinin sahasından farklı bir doğaya ait süreçlerin açık ve gerçek çalışmasıyla ulaşılmış verilere bağlıdır. Başka bir deyişle, motorun sentetik olarak inşa edeceği sonuçlar için gereksinim duyduğu veriler, insan zihninin başlayıp bitireceği bir analizleme sürecinde elde edilmiş olmalıdır. Fark Motoru karakteri itibariyle salt sentetiktir, Analitik Motor ise analiz ve sentez yeteneklerine eşit derecede sahiptir. Fark Motorunda birkaç başlangıç verisiyle, bu verilerin önceden gerektireceği hesaplamalardan çok daha büyük ölçekte hesaplama yapılabildiği doğrudur. Örneğin kareler tablosu bir ve iki sayıları verildiğinde herhangi bir ölçeğe kadar hesaplanabilir; logaritmalar tablosunun herhangi bir kısmında az sayıda farkın hesaplanması, motorun yüzlerce hatta binlerce logaritmayı hesaplayabilmesini sağlayacaktır. Yine de ilgili fonksiyonun sayısal çözümüne bir önkoşul olarak gereksinim duyulması bu motoru doğası ve avantajları itibariyle Analitik Motora nazaran çok daha değersiz kılar. Analitik Motor yalnızca uygulanacak işlemlerin dizisini ve dağılımını bilmemize gereksinim 69 duyar, ne yapacağı işlemlerin üzerinden bizzat geçmemiz, ne de çalışacağı verileri elde etmemiz gerekir (Bkz. Not F). Elbette Analitik Motorda da sayısal veriler gereklidir, ama bunlar keyfi verilerden ibarettir; sistematik bir dizi sayısal hesaplamayla önceden ulaşılması icap eden veriler değildir. Bu ikisi birbirinden çok farklıdır. Buna karşılık söylenebilir ki, Analitik Motoru gereksindiği işlemsel verilerle donatabilmek için yine bir analiz süreci uygulanması gereklidir ve bu da bir hata kaynağı olabilir. Mekanizmadaki gerçek süreçlerin hatasız çalıştıkları varsayılsa bile kartlar ona yanlış emirler vermiş olabilir. Şüphesiz bu mümkündür; ama işlemlerin ve dağılımlarının çıkarılmasıyla gelecek hata şansı, zaman ve emek kaybı, sayısal sonuçların açıkça elde edilmesinin getireceği hata şansı, zaman ve emek kaybından çok daha azdır. Analitik Motor örneğinde, şüphesiz, belirli bir hat üzerine belirli bir analitik emeğin yatırılması gereklidir, ama bu emek, motorun başka bir hattan bize çok daha kapsamlı bir dönüş yapabilmesi içindir. Ayrıca hatırlanmalıdır ki kartlar herhangi bir formül için bir kez hazırlandıklarında, cebirin bütün genelliğini taşırlar ve sonsuz sayıda belirli durumu içerebilirler. Bu iki motorun ayırt edici özelliklerinin epeyce üzerinde durduk, çünkü bu motorların vasıflarının kamuoyu görüşünün dikkatine sunulmasını; her birinin temel aldığı ilkelerin bütünüyle farklı doğalarının tanımlanmasını, böylece Analitik Motorun güçlerinin Fark Motorunun güçlerini —ki bu motor yalnızca sınırlı ve belirli bir dizi süreçten türetilebilecek sonuçları (∆n uz = 00 de içerilenleri) çıkarabilir— ne tarz ve derecede aşmış olduğunun okuyucuya (en azından matematiksel okuyucuya) aşikar kılınmasını elzem buluyoruz. Bunu önemsiyoruz çünkü bu konuda insanların zihninde kayda değer bir muğlaklık ve isabetsizlik olduğunu biliyoruz. Birazcık ilgi göstermiş kişiler iki “hesaplama makinesi”nin aynı kişi tarafından son birkaç yılda birbirinin ardısıra icat edildiğine dair bulanık bir nosyon taşımaktadır; diğer kişilerse bir tane özgün “hesaplama makinesi”nden başka bir şey duymamışlardır ve buna yapılmış eklentinin farkında bile değildirler. Yukarıdaki değerlendirmeler iki tip insana da uygundur. İkincilerin bu icatlardan iki tane olduğu bilgisine ihtiyaçları vardır, birincilerinse konuya dair isabetli ve iyi-tanımlı bilgi edinmeye ihtiyaçları vardır. Bu motorların karakteristiklerine, avantaj ve dezavantajlarına dair açık ve doğru hiçbir fikir yürürlükte bulunmamakta; birçok güncel yayında bu makinelere yapılan dolaylı dolaysız rastlantısal göndermelerde ise çoğunlukla hangi “hesaplama makinesi”ne atıf yapıldığı veya ikisinin birden mi bu genel anıştırmaya dahil edildiği şüphe götürmektedir. 70 Yine bu motorlara ilişkin bir süredir varolduğunu bildiğimiz iki yanlış anlamayı düzeltmek istiyoruz. İlk olarak çoğunlukla farzediliyor ki Fark Motoru belirli bir ölçüde tamamlandıktan sonra Analitik Motor fikrini önermiştir ; buna göre ikincisi aslında ilkinin iyileştirilmiş bir yavrusudur, onun önerdiği doğal ya da tesadüfi kimi fikirlerin bileşimi yoluyla, öncelinin varoluşunun içinden çıkmıştır. Bu varsayım gerçeğe aykırıdır; doğaları ve nesneleri itibariyle birbirine benzeyen bu iki icat hem zaman bakımından hem de —çarpıcıdır— değer bakımından birbirlerini yakından takip etseler bile, hele ki bu iki eser aynı bireye ait olmuş olsa bile, neredeyse apaçık bir çıkarım olarak görünse de, bu varsayım yanlıştır. Ne olursa olsun, Analitik Motora götüren fikirler, Fark Motoruyla bağlantılı fikirlerden tamamen bağımsız bir tarzda oluşmuştur. Bu fikirler kendi içsel doğaları itibariyle diğer motordan gerçekten bağımsızdırlar, yani o hiç varolmamış veya hiç düşünülmemiş olsaydı bile eşit ölçüde oluşabilirlerdi. Sözkonusu yanlış anlamaların ikincisiyse, bilindiği gibi, Fark Motorunun inşasındaki ilerlemenin geçmiş yıllarda bir süreliğine tamamen askıya alınmasına ilişkindir. Bu iki icadın tamamlanmalarını fillen engellemiş şartlara dair hiçbir görüş sunmayacağız; aslında sunmak istesek bile elimizde veriler bulunmuyor. Ama biliyoruz ki bazı kişilerin varsayımlarına göre bu engeller (her neyseler) birinci motorun geliştirilmesinin sürdüğü sıralarda Analitik Motorun icat edilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Hatta ikinci motor fikrinin akla gelmiş olmasından, böylece halihazırda başarıyla yürütülen şeyi durdurmuş olmasından, yerine daha üstün bir icat da koyamamış olmasından hayıflanıldığını bile işittik. Bu nosyonu en vasıfsız tarzda yalanlayabiliriz. Fark Motorundaki ilerleme, ondan üstün herhangi bir icadın en ham parıltıları bile ortada yokken, çok önceden askıya alınmıştı. Dolayısıyla böyle parıltılar ve sonrasında olabilecekler, ilk motorun askıya alınmasının özgün sebebi asla değildi; öyle veya böyle zorluklar olmuş olsa da, bunları ortadan kaldırmak ya da azaltmak üzere, hem birincideki bütün yetenekleri içerecek hem de onu bütünüyle gölgede bırakacak güçler taşıyacak bir icadın düşünülebileceği belki hesap bile edilmemişti. Değerli ama ikincil bir çalışmanın tamamlanma sürecindeki zorlukları belirli ve sınırlı ölçüde artırmış olsaydı bile (ki bundan çok kuşkuluyuz), insan biliminin güçlerinde böylesi çoğalma sağlayan bu ikinci icadın pişman olunmayı ne kadar hak ettiğini her bir bireyin kendi kararına bırakıyoruz (iki motorun da karakteristiklerine dair yeterli bilgi edinmeleri şartıyla). Bırakalım onlar, görece sınırlı icadın bitirilebilmesi için daha mükemmel icadın (mümkün olsa) bütün kayıtlarının yok edilmesini arzu etmelerinin bilgeliğinde kendilerini tatmin etsinler. Fark Motoru kuşkusuz başta belirlenen bütün pratik 71 hedeflerini yerine getirmektedir. Yaşamın fiziki amaçlarında doğrudan gerek duyulacak bütün tabloları, denizcilik ve diğer bütün hesaplamaları kesinlikle yapabilir. Katı faydacı görüşlere yatkın olanlar belki Analitik Motora özgü güçlerin gündelik ve sıradan insan ilgilerinden ziyade soyut ve spekülatif bilimin sorularıyla ilişkili olduğunu hissedebilirler. Kullanışlı bulmadıkları (kendi tanımlamalarına göre) bilim dallarına pek az yakınlık duymaları (belki de pek az aşina olmaları) muhtemel olan bu kişilerin kavrayışına göre, diğer motor zaten ilerleme içindeyken bu ikinci motora da kalkışılması, kısır ve verimsiz, para ve emek israfı olarak, aslında lüzumsuz bir çalışma olarak görülebilir. Ama bizim kuşkumuz yoktur ki, faydacı bakımdan bile, Analitik Motorun geniş becerileriyle çok değerli pratik sonuçlar geliştirilebilecektir. Şimdi yerimiz olsa bu sonuçların bazılarını gösterebileceğimizi sanıyoruz; bazı diğer sonuçlarınsa, henüz öngörülmeleri mümkün olmasa da, bilimin her gün artan gereksinimleriyle, ve bu motorun güçleriyle —gerçekte varolsaydı— pratik ve daha içten bir tanışıklıkla ortaya konabileceğini düşünüyoruz. Hem önsel [a priori] tariflerimiz gereği, hem de insanlığın bilimsel tarih ve deneyimine dair genel sebeplerle, bunun böyle olacağına dair sağlam öngörülerimiz vardır. Yine de muhtemelen herkes mutabık olacaktır ki Fark Motorunun tamamlanmış olması, hiçbir hesaplama motorunun tamamlanamamış olmasına göre, çok daha tercih edilirdir. İster eski motorun tamamlanmasında olsun ister yenisine başlanmasında olsun, varolduğunu gördüğümüz zorlukların mevcut sebepleri kimden ya da nerden gelirse gelsin, biz güveniyoruz ki nihai sonuç olarak, bu neslin bu icatlarla olan tanışıklığı kalem, mürekkep ve kağıttan ibaret kalmayacaktır; ve ülkemizin gelecek tarih sayfalarındaki ünü ve onuru için umuyoruz ki bu gibi sebepler, bu kalkışmanın başka bir ulus veya hükümet tarafından tamamlanmasına yol açmayacaktır. Böyle bir duruma yol açacak engeller kamusal tarifler karşısında özel çıkar ve hislerden kaynaklansa da, bu iki çözümün doğalarını birleştiren sebeplerden kaynaklansa da, bu durum pişmanlığı kesinlikle hak ederdi. Fark Motorunun çok iyi bir anlatımı için okura önerimiz Temmuz 1834 tarihli ’Edinburgh Değerlendirmesi’dir. Sözkonusu makalenin yazarının yaptığı açımlamanın başat materyali olarak seçtiği bakış açısı, M. Menabrea’nın seçtiğinden tamamen farklıdır. Bu yazar konuyu en çok mekanik yönü altında ele almış, motorun temsilcisi olduğu matematiksel ilkelere sadece biraz girmiş, kayda değer ölçülerde ise mekanizmaya dair, ve çeşitli fark düzenlerini tablolayan düzeneklere dair, birçok ayrıntı sunmuştur. M. Menabrea ise aksine, ayrıcalıklı olarak analitik görüşü geliştirmiş; mekanizmanın belirli süreçleri uygulayabildiğini (nasıl olduğunu açıklamayı denemeden) varsaymakla yetinmiş; bütün dikkatini ise, bu muazzam konunun bütün dallarının 72 mekanizmanın farzedilen güçlerinin erişimine katılması için, analitik yasaların düzenlenme ve bileştirilme tarzlarına dair açıklama ve örneklemelere adamıştır. Açıktır ki bir hesaplama motorunun icadında, konunun bu iki dalı eşit elzemlikte soruşturma alanlarıdır ve başarı tamamen bunların karşılıklı ayarlanmalarına bağlıdır. Birbirleriyle buluşturulmalıdırlar ki her bir bölümün güçlerindeki zayıf yanlar diğerindeki güçlü yanlarla telafi edilebilsin. Kendi içsel doğaları itibariyle çok farklı olsalar da, tek bir zihnin bu ikisinde birden eşit bir derinlik ya da başarı göstermesi belki muhtemel olmasa da, bu iki dal çözünmezce bağlantılıdır. Motorlardaki karmaşık makine hatlarının işleyişinde, talepler karşısında mekanizma güçlerinin tam yeterliliklerini kanıtlayabileceklerinden kuşku duyulduğunu, işleyişteki isabet ve becerinin öngörülmemiş pratik zorluk ve bozukluklarla kesileceğinin düşünüldüğünü biliyoruz. Ama bizce Fark Motoru bu kuşkulara büyük ölçüde yanıt olmuştur. Bu motor esas olarak tamamlanmıştır ve öngörüldüğü gibi tam başarıyla çalışmaktadır. Hiç de daha karmaşık olmayan Analitik Motorun inşası ise birçok bakımdan daha basit olacaktır; buna eşlik eden fevkalade özelliği ise, bu motorun çok basitleşmiş araçlarla çok daha güçlü olabilmesidir. ’Edinburgh Değerlendirmesi’ndeki makale yazıldığında, sonradan Analitik Motorun icadına yol gösterecek fikirler henüz oluşmuş değildi; ve Fark Motorunun doğasında (Analitik Motora kıyasla) bir yazarı ayrıcalıklı olarak (hatta belirgin olarak bile) matematiksel yönden yaklaşmaya çağıracak pek bir şey yoktur; Analitik Motorun mekanizması ise, diğer motora göre, matematikle buluşmak için şüphesiz çok daha fazla yol kat etmiştir. Analitik Motoru mekanik yönden ele alacak bir yayın çalışması, çok zaman geçmeden karşılanacak olduğuna güvendiğimiz bir ihtiyaçtır. Hatırı sayılır miktarda oldukça kuru ayrıntı üzerine çalışma sabrını gösterebilecek olanların, 1834 makalesini inceledikten sonra mekanizmanın belirli süreçleri başarmasını sağlayan çeşitli pratik adımlara dair edinmiş olacakları özlü bakışın açık ve netliği, onlara fazlasıyla telafi sağlayacaktır; ayrıca M. Menabrea’nın daha kapsamlı ve genelleştirilmiş yazısını değerlendirme yeteneğini de kendilerinde bulacaklardır. Hem stilleri hem de nesneleri arasındaki farklılık bu iki makaleyi birbirleri bakımından özellikle değerli kılmaktadır; en azından hesaplama motorlarına dair salt yüzeysel popüler kavrayışlardan fazlasını gerçekten arzu edenler için. A. A. L. 73