GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Transkript
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Evliya Çelebi’nin Gözünden Ayasofya Geyik Dostu: Duhalar GEÇMİŞİN BAKİYESİ 2. SAYI MAYIS 2015 MSGSÜ TARİH Tesadüfi Keşif: Max von Oppenheim ve Tell Halaf Geçmişin Bakiyesi GEÇMİŞİN BAKİYESİ İÇİNDEKİLER Bergama Yeniliklerle Merhaba...................................................................................1 Osmanlı’nın Nabzının Attığı Yerler; Kahvehaneler.................................2 Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış..............................4 İstanbul’a açılan kapı: Aydos kalesi............................................................7 Geyik Dostu: Duhalar..................................................................................8 Molek’in Cehennemi..................................................................................13 Evliya Çelebi’nin Gözünden Ayasofya.....................................................17 Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli........................................22 Osmanlı Şiiri ve Muhibbi..........................................................................26 Maceraperest Afanasiy...............................................................................28 Tesadüfi Keşif: Max Von Oppenheim ve Tell Halaf...............................30 Tarih(rüya) Tabirlerine Girizgâh..............................................................34 Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten Günümüze Kalanlar.................35 Çanakkale Gezisi Hakkında Düşünceler.................................................38 Son Umut(The Water Diviner).................................................................40 MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 İÇİNDEKİLER GEÇMİŞİN BAKİYESİ EDİTÖRDEN Yeniliklerle Merhaba İlk göz ağrımız olan mart sayısı oldukça ilgi gördü. Ardından gelen tebrikleriniz ise bizleri son derece sevindirdi. Özellikle hocalarımızın kıymetli görüşleri bizi bu yolda daha da kararlı kıldı. Bütün bunlar için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Küçük bir düşünceyle başlayan bu yolculuk, ikinci sayının çıkmasıyla devam ediyor. Bu bizler için oldukça gurur ve mutluluk verici bir durum. Ayrıca bu yolculuğun her zaman devam etmesi de en büyük dileğimiz. Çünkü derginin ortaya çıkması kadar düzenli ve başarılı bir şekilde devam etmesi de oldukça önemli bir meseledir. Burada görev ise sizlere düşüyor. Zira dergini şuan ki kadrosu genel olarak tarih dördüncü sınıf öğrencilerinden oluşmakta. Derginin kurucuları olarak bu mirası devralacak yeni arkadaşlara ihtiyacımız var. Bu doğrultuda hevesli olan tarih öğrencilerini aramıza almak ve birlikte çalışmak istiyoruz. Gelin bu dergiyi tarih bölümümüzün şirin bir geleneği haline getirelim ve nesilden nesile bırakalım. Ancak bu yolla gerçek ve kalıcı bir başarıya ulaşmış oluruz. Bu nedenle sizleri aramızda görmek için sabırsızlanıyoruz. Yeni sayımızda, sizden gelen tavsiyeler doğrultusunda eksik bulduğumuz noktaları düzeltmek için gayret sarf ettik. Başta derginin tasarımı olmak üzere birçok konuda düzenlemeler yaptık. Yine de eksiklerimizin ve yanlışlarımızın olacağını düşünüyoruz. Ancak bunları yine sizin tavsiyelerinizle aşacağımızdan eminiz. Bu nedenle görüş ve düşüncelerinizi bizimle paylaşmaktan çekinmeyin. İyi okumalar… Berkay Yekta ÖZER MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 1 Osmanlı’nın Nabzının Attığı Yerler: Kahvehaneler Kömürde, kum ateşinde yahut ocakta pişirilen, bir lokum ve yarım bardak su ile ikram edilen kahvenin müdavimi çoktur. Kökeni neresidir, onu kim bulmuş ve nasıl bu kadar yayılmıştır gibi sorulara cevaplar bulunadursun, kahvenin her millet ve ırk tarafından sevildiği ve sahiplendiği bir gerçektir. Hal böyleyken kahvehaneler de zaman içinde rağbet gören mekânlar haline gelmiş ve kahvehane türleri de şekillenmiştir. Cansu AKCAN Kahvehanenin ilk örnekleri, 16. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire, Şam gibi şehirlerde ortaya çıkmış ve kısa bir süre sonra Osmanlı başkentine gelmiştir. Genel kanaate göre Osmanlı’nın ilk kahvehanesi İstanbul’un Tahtakale semtinde açılmıştır. Kahvenin yaygınlaşmasında başlıca etkenlerden biri olan ticaret vasıtasıyla toplumun alt tabakasında da kahve kültürü oluşmuş ve sosyalleşme anlamında toplumda önemli bir yere sahip olan kahvehaneler Osmanlı ülkesinin hemen her köşesinde yerini almıştır. Bulunduğu mekâna ve hitap ettiği kitleye göre kahvehaneler de şekil almış ve çeşitlenmiştir. Genellikle liman çevresinde bulunan yazlık kahvehaneler, esnafın müdavimi olduğu esnaf kahvehaneleri, tulumbacıların yoğun olduğu yerlerde hizmet vermiş tulumbacı kahvehaneleri, camilere yakın yerlerde bulunan imaret kahvehaneleri, irfan sahibi olanların yani günümüzde elit, entelektüel kesim olarak tabir ettiğimiz kimselerin gittiği tiryaki kahvehaneleri, özellikle ramazan ayı ve bayramlarda faaliyet gösteren meddah kahvehaneleri, manilerin söylenip müzik icra edilen semai ya da çalgıcı kahvehaneleri, ulaşımın zor olduğu yerlerde kurulan, belli bir mekânı olmayan seyyar kahvehaneler ve bunlara ek olarak yeniçeri kahvehaneleri belli başlı Osmanlı kahvehanelerindendir. Kahvehaneler çoğunlukla yeniçeriler tarafından işletilmekteydi. Yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmesiyle birlikte kışla dışı hayata dâhil olmaları sağlanmış, bunun sonucunda 17. yüzyıldan itibaren yeniçeriler ve yeniçeri kahvehaneleri, gündelik hayatın içerisinde yer almaya başlamıştı. Yeniçeri kahvehaneleri, yeniçerilerin kültürel yapısında önemli bir yer edinen Bektaşi şeyhlerinin önderliğinde gerçekleşen törensel bir geçit resmiyle açılıyordu. Resim 2. İstanbulda’ki bir kahvehanede meddah (Resim: Münif Fehim, ERcüment Ekrem, dünden Hatıralar, İstanbul.) Hemen hemen hepsi süslü olan bu kahvehaneler, genellikle İstanbul’un en güzel manzarasına sahip yerlerine kurulurdu. Esnafın sıkça gittiği bu kahvehanelerde, esnafla yeniçerinin simbiyoz ilişkisi hâkimdi. 1826 yılında II. Mahmud tarafından yeniçeri ocağı kaldırılınca, yeniçeri kahvehaneleri zamanla yerini tulumbacılara bırakmıştır. Tulumbacı kahvehaneleri, yeniçerilerin temsil ettiği kahvehane kültürünü devralmakla kalmamış, aynı zamanda bekâr odalarında ve şehir kültürüne nispeten kapalı halde yaşayan külhanbeyi-kabadayı tipini kahvehaneler yoluyla mahalleye getirmiştir. Resim 1. Semai kahvehanesi (Yeni Geveze, no.142, Ağustos 1911) MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Kahvehane müdavimlerinin hiçbir statüsü olmayan, sıradan insanlardan oluştuğu belirtilse de kimi kaynaklar ilk kahvehane müdavimleri arasında yönetimdeki yeni seçkinler, bürokratlar, kalemiyye üyeleri gibi ayrıcalıklı sınıfa mensup insanların olduğunu yazar. 2 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Ama şunu belirtmek gerekir ki, kahvehanelerin homojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek güç. Kahvehaneler, yeniçerileri, aydın bürokratları ve siyasi iktidarın seçkin üyeleri yanında hiçbir statüsü olmayan, düşük gelirli insanları da kendine çekiyordu. Osmanlı tarihçilerinden İbrahim Peçevi’nin de yazdığı gibi, üst düzey bir memur, “aylak” bir adamla yan yana oturabiliyordu. Yani kahvehaneler birer eğlence, sosyalleşme, buluşma mekânları olmasının yanı sıra heterojen yapısıyla toplumun değişik kesiminden insanları bir araya getiren, yabancılaşmayı azaltan ve fikir alışverişinin sağlanabileceği ortamlar oluşturan mekânlardır. Kahvehaneler, zamanla halkın siyasi iktidar karşısında seslerini duyurabildikleri bir kamusal mekân haline gelmiş ve çeşitli tepkilerle karşılaşmıştır. Zaten Osmanlı’nın gelenek ve toplumsal yaşamı cami, medrese ve saray dışında bir kamu mekânına izin vermesi beklenemezdi. Durum böyle olunca kahvehaneler “Fitne yuvası ve miskinlerin buluşma yeri.” olarak algılandı. Kahvehanelerin kapatılması için şeyhülislamlar fetvalar verdi, padişahlar fermanlar çıkardı, ağır cezalar birbiri ardına sıralandı. Nitekim IV. Murat zamanında 1633 yılında Fatih’te başlayan ve şehrin büyük bölümünü kaplayan bir yangına, kahvehanelerde içilen tütünün sebep olduğu belirtilmiş ve bir fermanla Osmanlı coğrafyasında yer alan tüm kahvehanelerin kapatılması kararı alınmıştır. Halkın iktidar karşısında seslerinin duyurulmasında önemli bir payı olan kahvehaneler özellikle III. Mehmet döneminden sonra birer muhalefet mekânına dönüşmüştür. Bu dönemde asi askerlerin buluşma mekânı olan kahvehaneler adeta “isyancıların kalesi” konumuna gelmiştir. Tüm bunlarında yanında kahvehaneler bir de işsizlerin mekânıydı. III. Selim döneminde şehirdeki işsizlerle baş edebilmek için de kahvehaneler kapatılmak istenmiştir. Zamanla kahvehaneler mevcut düzene ayak uydurmayı başarmış, kısıtlayıcı ve yasaklayıcı emirler kalkmış ve toplumsal kültürün üretildiği ve tüketildiği mekânlar haline gelmiştir. II. Mahmut’tan sonra kahvehanelere daha ılımlı yaklaşılmaya başlanmış ve İstanbul’un mahallelerinde, cami yanlarında kahvehaneler kurulmuş ve dönemin dini şahsiyetleri kahvehane müdavimleri arasında yerini almıştır. Bununla birlikte kahvehanelerin kimi kısımları hizmet mekânı olarak kullanılabiliyordu. Kamusal alan olmanın yanında berber, dişçi, sünnetçi gibi birçok işlevi de söz konusuydu. MSGSÜ TARİH Resim 4. Bir kıraathanenin iç görünümü (Hayal, no. 105) Kahvehaneler, Tanzimat döneminde gazeteciliğin gelişmesi ve okuma oranının artmasıyla birlikte “kıraathane” olarak anılan okuma mekânlarına dönüştü. Kıraathanelerde gazete okunması, kıraathaneye gitmek için ilave bir cazibe unsuru olarak görülmeye başlandı. Kıraathaneler, bir bakıma Tanzimat’ın modernleştirici faaliyetlerinin bir ürünüydü ve Tanzimat’ın reformcu devlet adamları kıraathaneler aracılığıyla topluma yön vermeye çalışmıştır. Bu dönemde kıraathaneler entelektüel faaliyetlerin bir mekânı haline gelmiştir ve gazetelerin, kitapların ve okuma salonlarını olduğu mekânlar oluşturulmuştur. Öyle ki dönemin ünlü yazarlarında Sait Faik Abasıyanık kıraathaneler için “Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.” der. Zamanının büyük bölümünü kıraathanelerde geçirmiş bir diğer yazar Ahmet Rasim de Abasıyanık ile aynı fikirde olup bunu eserlerine de yansıtmıştır. Cumhuriyetin modernleştirici faaliyetleri kahvehaneler üzerinde de etkili olmuş ve kahvehaneler artık kızların da gidebildiği bir yere dönüştürülmüştür. Zamanla kültürel faaliyetler yok olmaya başlamış, savaştan sonra artan nüfus ve işsizlik kahvehaneler üzerinde kötü bir intiba bırakmıştır. Günümüzde kahvehaneler saatler süren oyunların, bol küfürlü boş lafların, akıp giden onca zamanın, bol fotoğraflı gazetelerin, büyük yazılı haberlerin içini doldurduğu mekânlar haline gelmiştir. Osmanlı’nın, beyaz boyalı duvarları, hasırla örtülü sedirleri olan, ortada mermer havuzun fıskiyesinden ince bir su fışkıran, bakır cezvelerde kahvelerin piştiği ve duvar levhalarında “Mâdem ki gelmişiz köhne cihâne / Derdimizi çeksin şu virân hâne / Gönül ne kahve ister ne kahvehane / Gönül ahbap ister kahve bahane.” şeklinde düzenlenmiş anonim dörtlüklerin yer aldığı kahvehaneleri, değişen ve yıkılan İstanbul gibi tarihin tozlu sayfalarında kalmıştır. MAYIS 2015 3 Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış Tuğba YILMAZ İlk insan ile başlayan medeniyet sürecinde ademoğlu, çevresini keşfetmeye başlar ve bilgisi arttıkça edindiği deneyimlerini çevreye karşı kullanır. Zamanla kendisini tabiattan üstün görerek ona hakim olma mottosu ile bilerek yada bilmeyerek büyük zararlar verir ve ekolojik sistemin bozulmasına sebep olur. Sistemdeki bu bozulmalar, insanoğlunun karşısına çevre sorunu olarak çıkar, bizzat kendisini etkileyen olumsuz argümanlara dönüşür. Böylelikle toplumlarda kendilerine has bir çevre koruma bilinci oluşur. Ekolojik sistemdeki bu bozulmalardan yaşam alanları kısıtlanan ve çeşitli sebeplerle öldürülen hayvanlar da nasibini almıştır. Hayvanlara karşı yapılan bu haksızlıklar bir grup insanın dikkatini çekerek İngiltere’de 1824 yılında Hayvanları Koruma Derneği’nin kurulmasına neden olmuştur. Oluşan hayvanları koruma hareketi Avrupa ve Amerika’da yayılmıştır. Bu hareket Osmanlı Devleti’ni de etkilemiş ve bunun neticesinde 1912 yılında İstanbul’da, “Altıncı Daire-i Belediye” adıyla anılan Beyoğlu Belediyesi bünyesinde ilk hayvan derneği kurulmuştur. İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Lowther’ın öncü çalışmaları ile kurulan “İstanbul Himâye-i Hayvânât Cemiyeti” faaliyetlerine başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan 88 yıl sonra ilk hayvanları koruma derneğini kurması akla bazı soruları getirmektedir: Osmanlı Devleti’nde bu dernek kurulmadan önce hayvanlara karşı bakış açısı neydi ve bu tarihe kadar böyle bir derneğe ihtiyaç yok muydu? Yazımızda bu sorulara cevap aramaya çalışarak Osmanlı toplumunun hayvan haklarına olan tutumunu ortaya koymaya çalışacağız. Osmanlı toplumu, hayvanlara karşı merhamet duygusunu yoğun olarak barındıran bir halktır. Bu merhametin kaynağı çoğunlukla dini inanca dayandırılmıştır. “Allah merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki gökte bulunanlarda size merhamet etsin.” gibi hadisleri kendilerince yorumlayıp hayvanlara karşı kendilerini sorumlu tutmuşlardır. Bir nevi Yaradan’dan dolayı onun yarattıklarına saygı gösterme yoluna girmişlerdir. Hayvanlara karşı bu sorumluluk gerek devlet gerekse vatandaşlar tarafından itina ile gözetilmiştir. Bu gözetim, bazen bir kanunname ile bazen de bir vakıf kanalı ile karşımıza çıkar. Örneğin; II. Beyazıt döneminde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Kanunnamesi’nde hayvan haklarının korunmasına dair hukuki normlar içeren şu metin bulunmaktadır: “… ve ayağı yaramaz beygir işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük vurmayalar; zira dilsuz canlıdır. Her kangısında eksük bulunursa, sahibine tamam ettüre. Etmeyenin ve eylemeyenin gereği gibi hakkından gele. Filcümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah Teala yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerekir, şer’i hükmü vardır.” Yine 1587 tarihli bir fermanda ise; hayvanlara aşırı yük taşıtmak, birbirine bağlı ve nalsız yürütmek ve bakımsız bırakmak yasaklanmış, ayrıca aksine davrananlarla ilgili gerekli müeyyidelerin uygulanması hususunda İstanbul kadısı ve muhtesibi uyarılmıştır. Bu metinlerden anlaşılacağı gibi hayvan hakları kanunnameler ile garanti altına alınmak istenmiştir. Hayvanların bakımlarını üstlenen önemli müesseslerden biri de toplumsal yaşama çeşitli şekillerde katkıda bulunmuş vakıflardır. Bu vakıflar hayvanlara barınma ve tedavi, yaşlı hayvanların ömürlerini tamamlayana kadar kullanmaları için büyük otlaklar sunma, göçmen kuşların göçlerini kolaylaştıracak yönde önlemler alma gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Vakıflar farklı hayvan gruplarına hizmet vermektedir: Kimisi Çınarlızade Mehmet Bey Vakfı gibi güvercinlerin bakımı için çiftlik evi bağışlamış kimisi ise Suriye’de Kediler Camii ’si adı altındaki bir vakıf gibi yavru sokak kedilerinin bakımını üstlenmiştir. Yine Suriye’de çok büyük bir alana konumlandırılmış başka bir vakıf, yaralanmış binek hayvanlarına profesyonel bakım alabilecekleri bir tesis sunmuş ve bu hayvanların sahipleri tarafından vurulmasını veya ölüme terk edilmesini önlemişlerdir. Böylece emekliye ayrılan bu hayvanlar, bir nevi huzurevinde gibi hayatlarının geri kalanını burada sürdürmüşlerdir. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 4 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Vakıfların hayvanlara karşı yaptıkları hizmetlerle ilgili bunlara benzer birçok örnek vardır. Osmanlı’daki hayvan sevgisi yabancı seyyahlarında gözünden kaçmamıştır. Fransız gezgin Du Loir, Anadolu’yu anlattığı kitabında “Osmanlının birçok şehrinde kedilerin barınıp, beslenmesi için vakıflar kurulduğunu hayretle gördüm. Bu vakıflarda uşaklar, vekilharçlar hayvanlara hizmet ediyorlar. Köpek sevgisi de yaygındır. Birçok kibar Türk’ün, kasaplardan et, kebapçılardan kebap getirip kendi elleriyle kedilere, köpeklere büyük sabırla yedirdiklerini gördüm. Kuşlara ise sevgiler bunlardan daha fazladır.” diye bahsetmektedir. Yabancı seyyahında dediği gibi Osmanlı toplumunda kuşlara ilgi fazladır. Kuşlara su ve yem vermek için sayısı bilinmeyecek kadar çok vakıf kurulmuştur. Özellikle göç esnasında hastalanıp, yaralanıp düşen kuşların tedavi edilmeleri için kurulan Göçmen Kuşlar Vakfı; kış aylarında yem bulamayan kuşlar için Darı Vakfı; Ahmet Haşim’in anılarında da bahsettiği Bursa’daki Gurabahane- i Laklakan adındaki leylek hastanesi bu vakıflara verilebilecek güzel örneklerdir. Kuşlara duyulan bu sevgiyi, saray, camii, türbe, medrese, kütüphane, han, köprü, çeşme gibi mimari yapılarda da görmek mümkündür. Bu yapıların hava şartlarına karşı en korunaklı cephelerinde kuşlar için ince ve zarif tasarımlarla “kuş evleri” konumlandırılmıştır. 13.yüzyıldan Sivas’taki İzzeddin Keykavus Şifahanesi’nden başlayarak 15. yüzyılda yaygınlaşmış ve 19. yüzyıla kadar olan birçok yapıda karşımıza çıkan kuş evleri, Osmanlı mimarisinin karakteristik bir özelliği haline gelmiştir. Şunu da belirtmek isterim ki; Edirne Eski Cami, Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı, Süleymaniye Camii, Yeni Cami, Fatih Camii, Feyzullah Efendi Medresesi, Millet Kütüphanesi, Seyyid Hasan Paşa Medresesi, Taksim Maksemi, Nuruosmaniye Camii, 3. Selim Türbesi’ndeki kuş evleri detaylı mimarileri ve zarifliği bakımından görmeye değer yapılardır. Birçok seyyaha ilham veren Osmanlının hayvan haklarına gösterdiği ehemmiyet çeşitli şekillerde yazılarına konu olmuştur: Yine bir Fransız seyyah olan A.L. Castellan; “ Bir Türk meskeni inşa edilirken, güvercinlerin ve diğer kuşların susuz kalamamaları için münasip yerlere yalaklar yapmak Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez özelliklerindendir. İstanbul’a hububat, gemilerle gelir ve limanlara boşaltılır. Binlerce kuş boşaltmayı bekleyip hücuma geçer. Onlar için çuvallar açılır ve Türk gümrüğünün harç olarak aldığı miktardan fazlasını tüketirler.” diye not düşerken bir diğer Fransız seyyahlarından Jean de Thevenot: “ Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar.” şeklinde bahsetmektedir. Evliya Çelebi’de seyahatnamesinde, kuşları özgür bırakmak için satın alan kişilerden söz etmektedir. İtalyan seyyahlardan Edmando De Amicis ise, İstanbul’daki izlenimlerini söyle aktarmıştır: “Sultanların veya şahısların hayatıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’un her yerinde, insanın etrafında uçuşan kuşlar vardır.” Hayvanlara karşı gösterilen bu hassas tutum, 19. yüzyılın sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına doğru değişmeye başlamıştır. Özellikle İstanbul’un simgesi haline gelen sokak köpeklerine karşı, olumsuz bir tavır görülmektedir. Üsküdar Yeni Valide Camii-Kuş Evi MSGSÜ TARİH Köpeklere karşı yapılan ilk müdahale II. Mahmut Dönemi’nde; Galata’da gece yarısı bir İngiliz turistin, sokak köpeklerinden kaçarken düşüp ölmesi ve bunun üzerine İngiltere’nin Osmanlı’ya ültimatom vermesiyle gerçekleşmiştir. Bunun üzerine Sultan II. Mahmut hayvanların toplatılıp günümüzde Sivriada olarak bilinen Hayırsız Ada’ya gönderilmesine karar vermiştir. Ancak halkın “köpekleri bırakın” haykırışları üzerine bu karardan vazgeçmiştir. Nitekim bu kararın alınmasında siyasi aktörlerin etkisi olduğu kadar Osmanlı taşra teşkilatının bozulmasıyla köylerden kente göç sürecinin yaşanması da etkendir. Bu durum kentlerin nüfus oranındaki artışa paralel olarak kentin halka yetmeme durumundan kaynaklanmaktadır. MAYIS 2015 5 Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış Osmanlı toplumu kuruluşundan itibaren hayvanlara karşı şefkat ve sevgi besleyen bir halk profili sergiler. Bu tutumun yabancı seyyahlar tarafından ilgi ile olduğu kadar şaşkınlıkla da takip ediliyor olması 19. yüzyıla kadar hayvan haklarını gözetmeyen ve hayvanlara türlü işkencelerde bulunan bir Avrupa karşısında, dönemin şartlarına göre oldukça olağandır. Hayırsız Ada Köpeklere karşı ikinci bir toplama hareketi de Sultan Abdülaziz zamanında meydana gelmiştir. Köpekler toparlanarak gemilerle yine Hayırsız Ada’ya terk edilmiştir. Bu süreçte aç ve susuz kalan hayvanların haykırışları İstanbul’dan duyulmuş ve İstanbul halkını derinden etkilemiştir. Bu toplama hareketinin hemen akabinde 1865 Eylül’ünde büyük İstanbul yangınları meydana gelmiştir. Halk bu felaketin köpeklere karşı yapılan zulümler sebebiyle ortaya çıktığını düşünmüş ve verdikleri tepkiler sonucunda köpekler tekrar İstanbul’a geri getirilmiştir. Nitekim II. Abdülhamid döneminde köpeklere karşı her hangi bir olumsuz yaklaşımda bulunulmadığı gibi Fransa’daki Pastör Enstitüsü’ne bir heyet gönderilerek 10 bin altın bağışlanmıştır ve böylelikle dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü’nün İstanbul’da kurulması sağlanmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki süreçte devlet, gerek Batılılaşmanın getirdiği baskılar gerek kuduz salgınlarıyla oluşacak tehdit nedeniyle yine sokak köpeklerine karşı tam bir kıyım harekatına girişmiştir. İttihatçı hükümet ilk olarak, köpeklerin toplatılmasını emredip Topkapı’daki eski siper çukurlarında hapis edilmesini sağlamıştır. Ancak bu yerlerin hayvanlar için yetersizliği, hayvanların çıkarttıkları gürültüden ve etrafa kötü kokular yaymasından halkın rahatsız olması üzerine 29 Mayıs 1910 tarihinde yine aynı istikamet olan Hayırsız Ada’ya gönderilmesine karar verilmiştir. Karar üzerine yaklaşık 80 bin civarında köpek adaya sürgün edilerek ölüme terk edilmiştir. Durumdan rahatsız olan halk, sandallarla hayvanlara yiyecek götürmüş ve az sayıda köpeği adadan kaçırarak kurtarabilmişlerdir. Fakat köpeklerin çoğu adada aç susuz sefil bir halde hayatlarını kaybetmiştir. Hayırsız Ada’daki durum dünya basının dikkatini çekmiş ve protestoları da beraberinde getirmiştir. Gelen tepkiler üzerine Osmanlı Devleti hayvanları korumaya yönelik uygulamaları gündeme getirmiş ve İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’ nin temellerinin atılması sağlanmıştır. İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti kurulduktan sonra hükümet tarafından desteklenmiş ve I. Dünya Savaşı’na kadar faaliyetlerine devam etmiştir. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Hayvan haklarına karşı saygı duyan bir toplum için “Hayırsız Ada” dramı kara bir lekedir. Bu noktada sorgulanması gereken ise hayvanlara karşı merhamet duyan bu geleneğin nasıl olur da böyle bir katliama izin vermiş olmasıdır. Gerek politikayla gerek modernleşen kentleşme çerçevesinde insanların “ben merkezli” bakış açısıyla vicdanlarını bir kenara bırakıp kendinden başkasını önemsemez tavırlara girmeleriyle açıklanabilecek olan bu durumu Osmanlının hayvan haklarına karşı tavrı olarak düşünmek hatalı bir yaklaşım olur. Osmanlı dinamiklerinin hayvan haklarına bakışı hem kendi dönemi için hem de günümüz koşulları için oldukça bilinçlidir. Hacı Bayram Veli Cami- Kuşlara Karşı Alınan Önlem! Bildiğiniz gibi ülkemizde son on yıldır Osmanlıyı yeniden canlandırma fikri moda olmuştur. Kültür, sanat, mimari, ilim vb. birçok konuda yapılan faaliyetlerde Osmanlıcılık vurgusunu görmek mümkündür. Ancak her teşebbüste olduğu gibi hayvan hakları konusunda da ne Osmanlı ne de Osmanlının taklidi olunabilinmektedir. Bunu bizzat ülkemizde hayvanları korumak adına konulan “Hayvanları Koruma Kanunu” kapsamında sokak hayvanlarının toplanarak şehirden uzak alanlara konumlandırılan, binlerce kapasitelik toplama kamplarını andıran barınaklara gönderilmesinden başlayarak yapılan birçok (yol, köprü vb.) çalışmada da görmek mümkündür. Yüksek hızlı trenlerle insanlar için yolculuk rahatlatılmıştır ve fakat yüzlerce yıldır kullanılan kuşların göç rotaları onlar için katliama dönüştürülerek, kuşların bu icadımıza da alışması beklenmektedir. Keşke birlikte yaşamak hiçbir canlı için ölümü zorunlu kılacak koşulları getirmese ve saygı duyarak insanlığımıza sahip çıkabilsek. 6 GEÇMİŞİN BAKİYESİ İstanbul’a açılan kapı: Aydos kalesi. Yunus Emre DOĞDU Aydos bugün Sultanbeyli sınırları içerisinde yer alan bir bölgedir. Gerek yükseltisi gerek bulunduğu konum bölgenin önemini arttırmıştır. Deniz seviyesinden 537 metre yüksekliğe sahip bir tepede inşa edilmiştir. İç ve dış sur olmak üzere iki sur dizesinden meydana gelmiştir. Kalesinin 11. Yy ’da Arap akınlarına karşı yapıldığı düşünülmektedir. Bizans burayı Rumca kartal anlamına gelen “aetos” olarak isimlendirmektedir. Aydos kalesi tekfuru Samandıra, Kartal, Pendik, Maltepe, Sarıgazi, Gebze’yi de içine alan bir bölgeden sorumluydu. Bizans için Aydos kalesi Osmanlı ile bir tampon bölgeydi. Bu nedenle önemi oldukça yüksekti. Osmanlı akıncı komutanlarından Akçakoca ilk önce Kandıra’yı ele geçirmiş ve burayı Bizans üzerine yapılacak akınlar için üs olarak kullanmıştır. Osman ve Orhan Bey zamanında gazalarda bulunan dönemin ünlü komutanlarından Abdurrahman gazi (kaynaklarda Rahman olarak da geçiyor) Akça Koca ile birlikte Kocaeli bölgesinin fethiyle görevlendirilmişti. Abdurrahman gazi askerleriyle birlikte ilk olarak Samandıra tekfurunu mağlup ederek onu esir almıştır. Daha sonra asıl hedefi olan Aydos’a yönelmiştir. Bölgenin sarp olması kalenin yüksek olması ve yeterli kuşatma silahlarının olmaması gibi nedenlerden ötürü kuşatma çok zorluydu. Burada kaynaklarda geçen rivayetleri zikretmemiz gerekir. Aydos tekfurunun kızı bir gece rüyasında kuyuya düştüğünü ve kendisini nur yüzlü birinin kurtardığını görür. İlerleyen günlerde kuşatmanın durumunu görmek üzere surların üzerine çıkan tekfurun kızı düşman kuvvetlerinin MSGSÜ TARİH içinde rüyasında kendisini kurtaran kişiyi görmüştür. Bu kişi Abdurrahman gazidir. Derhal Rumca bir mektup kaleme almış ve bunu surlardan aşağı atarak Abdurrahman gaziye ulaşmasını sağlamıştır. Kız mektubunda Abdurrahman gaziye ordusunu geri çekmesini ve bir süre sonra gece vakti tekrar surların önüne gelmesini ve kendisinin kapıyı orduya açacağını söylemiştir. Mektubu tercümanlara çevirten Abdurrahman gazi ordusunu Samandıra’ya geri çekmiştir. Osmanlı ordusunun geri çekildiğini gören Bizans kuvvetleri Osmanlının yenildiğini düşünerek eğlenceler tertip etmişlerdir. Bu eğlenceler sırasında surların güvenliğine yeterli önem verilmemiş nihayet bir gece Abdurrahman gazi surların önüne gelerek tekfur kızının yardımıyla surlara tırmanmıştır. Daha sonra orduya kalenin kapısını açmış böylelikle Aydos kalesinin fethi gerçekleşmiştir. Aşıkpaşazade’nin eserinde yazdığı üzere Abdurrahman gazi ve tekfurun kızı evlenmiş ve bu evlilikten Karacarahman adında erkek evlatları olmuştur. Karacarahman da babası gibi akıncı gazi olmuş ve Bizans üzerinde öylesine etkili olmuştur ki o dönemde anneler yaramazlık yapan çocuklarını Karacarahman geliyor diye korkutmuşlardır. Kimi tarihçiler kalenin fethinin 1325 yılından sonra olduğunu söyleseler de Halil İnalcık kalenin fethinin 1304 Sakarya seferinden hemen sonra olduğunu söylemektedir. Kalenin fethi ile birlikte Bizans’ın Anadolu ile olan bağlantısı büyük oranda kesilmiştir. Aydos kalesi 1331 yılındaki iznik’in fethine kadar askeri üs olarak kullanılmış daha sonra ise buradaki gaziler İznik’e nakledilmmişlerdir. MAYIS 2015 7 Geyik Dostu: Duhalar Avcılık yapan, ormanlarda yemiş toplayarak hayatta kalmaya çalışan bir topluluk düşünün. Günümüzden on binlerce yıl öncesi gibi yaşamını sürdüren insanları bir hayal edin. Evet, sadece hayal etmekle kalmamak için sizleri Duhalar ile tanışmaya davet ediyorum. Ren geyiklerini evcilleştiren daha doğrusu kendilerine hayat arkadaşı edinen kavim “ Duhalar”… Tuğçe Boyraz Moğolistan toprakları, Türk kültür ve uygarlık tarihi bakımından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Bahsi geçen coğrafyada eski Türk kültürünü sürdüren halklar, topluluklar bulunmaktadır. İşte bu kültürü devam ettirmekte olan topluluklardan birisi de Duhalar’dır. Moğolistan nüfusunu teşkil eden 24 boy vardır. Bu 24 boy içerisinde yer alan Kazak, Hoton, Tuva ve Duhalar (Tsaatan) olmak üzere toplam dört boy halen kendilerine has Türk kültürünü devam ettirmektedir. Bu yazı kendi kültürünü kaybetmemiş, asimile olmaya karşı çıkmış Duhaları daha yakından tanımanıza yardımcı olacaktır. O zaman sıkı durun, yolculuğumuz başlıyor… Duhalar, bugünkü Moğolistan Cumhuriyetinin kuzey bölgesinde yer alan Doğu Soyon ve Tannu Dağ silsilesinde yaşamaktadır. Sadece Duhaların yaşadığı bu bölge, dünya haritası üzerinde kuzey enlem 52°-60°, boylam 98°-102° konumunda bulunmakta ve deniz seviyesinden ortalama 1200 metre yüksekliktedir. İklim özelliğine bağlı olarak hava sıcaklığı kış aylarında -29/-53, yaz aylarında ise 12/23 derece arasında değişim göstermektedir. Moğolistan’ın en soğuk ve en dağlık bölgesinde yaşayan Duhalar, gerek iklim gerekse coğrafya şartlarına uyarak geyik yetiştiriciliği ve avcılık işleriyle meşgul olmaktadırlar. Hayat şartları çok zor görünse de Duhalar yaşamlarını bir şekilde kolaylaştırmayı becermişlerdir. Bunun en basit örneği geyikleri evcilleştirmeleridir. Duhalar dışındaki insanlar kedi-köpek gibi hayvanları evcilleştirirken Duhalar gerek coğrafya gerekse de yaşam standartları gereği böyle bir yol tercih etmişlerdir. MSGSÜ TARİH Konunun en eğlenceli kısmı olan Ren geyiği evcilleştirme kısmını şimdilik bir kenara bırakırsak; Duhalar ile ilgili temel sorular sorarak bu şirin topluluğu daha kolay tanıyabiliriz: - Sual: Peki tanımaya çalıştığımız Duhaların nüfusları hakkında neler biliyoruz? Sayıları ne durumdadır? Bin, On Bin, Yüz Bin… ? - El-cevap: Öyle çok uçlara gitmemize gerek yok. Evet, şaşırmayın Duhalar bilindiği kadarıyla sadece 500 kişiden oluşmaktadır. Ayrıca bu 500 kişiden olan topluluk üç farklı bölgede yaşamaktadır. Bu bölgeler; Batı ile Doğu Tayga ola rak ayrılan yüksek taygalar, Harmay ve Hogrok adlı nehir bölgeleri ve Tsagaannuur kasabası şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Tayga bölgelerinde yaşayan Duhalar Ren geyiği besleyerek, avcı ve toplayıcı tarzı bir yaşam sürmektedir. Tsagaannuur kasabasında ve nehir bölgelerinde yerleşik olanlar ise Moğol tarzı hayvancılık yapıp sığır, at, deve, keçi ve koyun beslemektedirler. Sayıları bir kenara Duhaların kökeni de sürdükleri yaşam tarzı kadar enteresandır. Kaynaklarda kökenleri ile ilgili olarak Çin yıllıklarında geçen tu-po, yani dubo adı üzerinde durulmakta ve dolayısıyla da Tuvalara bağlandıkları görülmektedir. Çin yıllıklarından Tang Devleti’ne ait belgelerde dubo olarak adlandırılan topluluğun Tuvaları gösterdiği belirtilmektedir. Belgeler itibari ile Duhaların kökenini Tuvalara dayandırmak çok da yanlış olmayacaktır. Ayrıca bazı araştırmacılara göre de Dede Korkud Hikâyelerinde geçen Duha Koca Oğlu Deli Dumrul adındaki Duha adı ile bu yerel yaşayışı sürdüren kavim arasında bir ilişki olabileceği de iddia edilmiştir. İddialar bir yana 1921 yılından önce Duhalar, Moğolistan İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında Tanno Uryanhai hududu içinde dağlarda yaşayan Soyonlar diye resmi kayıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Fakat bahsettiğimiz hudut 1917 yılında Çarlık Rusya’nın düşmesi ile yeni kurulan Sovyet Cumhuriyeti dış politikası sonucu 1921 senesinde Moğolistan İmparatorluğu’ndan kopmuştur. Ardından Tuva Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu olayla beraber Sovyetler Birliği ve Moğolistan Halk Cumhuriyeti arasındaki sınır çizgisi, bir tartışma mevzusu olmuş ve 1952 senesine kadar devam etmiştir. MAYIS 2015 8 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Sınır çizgisi hakkında taraflar anlaşmaya varınca, sınır bölgesinde yaşamakta olan 53 civarındaki ailenin vatandaşlık sorunu da gündeme gelmiştir. Ancak 1955 yılında bu 53 aileden oluşan Duhalar, kendi iradeleri ile Moğolistan vatandaşlığına müracaat etmişler ve müracaatları olumlu karşılanmıştır. Yazımızın buraya kadarki kısmında Duhalara dair az çok bilgi sahibi olduk. Şimdi ise Moğolistan’ın topoğrafik olarak en zor bölgelerinde yaşayan Duhalar neden ilgimizi çekiyor gibi sorular aklımıza takılabilir. Evet, Duhalar Anadolu coğrafyasına oldukça uzak bir konuma sahiptir. Ama Duhalar ile bizleri ortak paydada birleştiren bir husus söz konusudur. O husus da hiç şüphesiz evrensel olan dildir. Duhaların kendilerine has çağdaş literatürde de yeri olan bir dilleri mevcuttur. Duhaca, Türk lehçelerinin KuzeyDoğu Sibirya grubu içinde yer alan Sayan Türk dillerinin tayga alt grubuna mensuptur. Diğer Tayga Sayan Türk dilleri ise Irkutsk Oblastı’nda yaşayan Tofaların dili Tofaca, Tuva Özerk Cumhuriyeti’nin doğusunda Toca ve Tere-Höl bölgelerindekilerin dilleri Toca-Tuvacası ve Tere-HölTuvacası ile Buryat Özerk Cumhuriyeti’nin Oka bölgesinde yaşayan Soyotların dili Soyotça’dır. Duhacadaki bazı kelimeler ile Türkçe birçok kelime benzerlik göstermektedir. Örneğin; sïltas-yıldız, gïz-kız, hün-gün, put- but, töörtdört gibi… Bütün Tuva dilleri Moğolcadan etkilenmiştir fakat Duha dili son altmış yılda güçlü biçimde Moğolcanın etkisi altında kalmıştır. Bu durum büyük olasılıkla Moğol hakimiyeti altında bulunmalarından dolayı kaynaklanmıştır diyebiliriz. Diğer yandan Duhacada çok az da olsa Rusça unsur bulunmaktadır. MSGSÜ TARİH Dillerini ve kökenlerini öğrendiğimiz Duhaların biraz da yaşayış biçimleri hakkında bilgi sahibi olmak yerinde olacaktır. Genel olarak üç ayrı bölgede yaşayan 32 aile, Ren geyiği yetiştiriciliği, avcılık ve bitki toplamaya dayalı bir yaşam sürmektedir. Duhalar, Duhaca direk evi anlamına gelen kendilerine has konik çadırlarda yaşamaktadır. Geçmişte Ren geyiği derisi ve huş ağacı kabuğundan yapılan çadırın dış kaplaması günümüzde su geçirmez sentetik maddeden yapılmaktadır. Çadırın küçük kapısı Moğol çadırlarının genel özelliği gibi güneydoğuya bakmaktadır. Çadırların iç planlaması da tipik Moğol Çadırı örneği gibidir. Çadırın ortasında ocak, sağında yemek ve mutfak eşyalarının olduğu kişisel bölümler bulunmaktadır. Ayrıca yaşlılarının anlattıklarına göre eskiden yemek pişirmek için kullanılan ocakların dışarıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Duhaların evlerinin kapılarının solunda diş fırçaları ve sabun gibi temizlik eşyaları asılı bulunmaktadır. Onların yanında yerde üç çeşit eyer yer almaktadır. Bu eyerler yetişkin eyerleri, yük eyerleri ve küçük çocuklar için özel bir eyer şeklindedir. Ailede bebek varsa asılı beşik denen tahtadan yapılmış bir beşik çadırın direklerine takılarak sallanmaktadır. İç duvarlara asılan çeşitli çantalar arasında Ren geyiği heybesi yer almaktadır. Bunlardan başka çeşitli eşyalarla birlikte genellikle giysi ile battaniyeler bulunmaktadır. Klasik bir hayat süren Duhaların yemekleri, hayatları kadar normal değildir. Daha doğrusu mutfakları çoğu insanın pek alışık olmadığı değişik tatlar ile doludur. Duhalar nisan ile kasım ayları arasında Ren geyiği sütünden ki oldukça yağlıdır öncelikli olarak tuzlu sütlü çay hazırlarlar. MAYIS 2015 9 Geyik Dostu: Duhalar Yine aynı sütten iki türlü peynir yaparlar. Bu peynirlerin Duhaca adları pïhštak ve hurat şeklindedir. Taze sütün birkaç dakika kaynatılması ile birlikte Duhaların hööretken süt ‘yükselmiş süt’ dedikleri kalın bir kaymak elde ederler. Bunların dışında sütten ‘acı süt’ diye adlandırılan ekşi kaymak yaparlar. Ayrıca undan mantı yapmayı da ihmal etmezler. Kızarmış makarna ve haşlanmış etli mantı ana yemekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada geyik ile bütünleşmiş olan Duhaların geyik yetiştiriciliği faaliyetlerinden bahsetmek yerinde olacaktır. Duhalar için geyik çok önemlidir. Genellikle göçlerini geyiklere daha yararlı olacak şekilde ayarlamışlardır. Diğer göçebe kabileler gibi dört mevsime göre göç etmektedirler. Geyik otlatmak için otla kapalı yerleri arayarak yılda 6-8 defa göçerler ve kasım ayında kışlak yerine geçerler. Geyikler için dağın yan eteğinde bulunan ot dolu yeri, kışlak olarak tercih ederler. Her ne kadar kar yağsa da geyikler kar altındaki otları rahatça çıkarıp yiyebilirler. Bu yüzden kışın en çok karın düştüğü yer, Duhalar için en uygun kışlak olur. Çünkü kar kalınlığı fazla olduğu zaman geyik sürüleri de uzak yerlere gitmezler, fazla yorulmazlar ve bu yüzden de fazla zayıflamazlar. Geyikler için barınak gibi yapılar yapılmamıştır. Sadece onların yatacağı yerin karı temizlenir. Tam kış mevsimi başladığında geyikleri gece direk ve ona benzer çubuklara bağlarlar ve gündüz otlatırlar. Eğer bölgede kurtlar dolaşmaya başlarsa geyik sürüsü sadece sabah saatlerinde otlatılır. Geyik sayısı az ve otlak taze ise kışın göçülmez. Ama geyik sayısı fazla ise kış aylarında iki veya üç defa başka bir yere geçilir. Çünkü geyik dışkısının artmasıyla geyiklerin yatacağı yer kalmaz. Aile erkekleri sabah ve öğlen saatlerinde geyik sürüsüne nöbetle bakarlar. Eğer erkekler ava gitmişse, kadınlar da sürüleri kontrol ederler. Duhalar, özellikle yaz aylarında sinekler çoğalınca yazlık mekanlara doğru göçmeye karar verirler. Onlar için sineklerin çoğalması göçme zamanın geldiğine işarettir. MSGSÜ TARİH Genelde yazlık mekanlar, sineği az olan serin havalı dağ zirveleri olur. İlkbaharlık ve yazlık arası mesafe 30- 40 km civarındadır. Yaz aylarında geyikleri günde üç kere sağarlar. Yazın sineklerden rahatsız olan geyik sürüsü gündüz ocak dumanına doğru gelir ve otlağa çıkmaz. Sadece şafak ve akşam vakitlerinde otlağa çıkarlar. Bu yüzden bu mevsimlerde geyikler kilo almazlar. Eylül başında sonbaharlık için zirveden inip dağ eteklerinde mantarı bol olan yerlerde konaklarlar. Sonbahar aylarında taze otlağa doğru bir veya iki kere göç edilir. Mantarın bol olduğu yerlerde geyikler fazla kilo alır ve böylece kış aylarını geçirebileceği yağı biriktirir. Bu zaman geyikleri sabah ve akşam olmak üzere iki kere sağarlar ve kasım ayına kadar içecekleri sütleri dondurarak saklarlar. Eylül, ekim ayları arasında geyik birleşmesi olup hamilelik süreci başlar. Bu yüzden ekim ayından sonra geyikleri sağmamaya başlarlar. Görüleceği üzere Duhalar için geyik vazgeçilmezdir. Bu vazgeçilmezlik zirve seviyesindedir ki Duhalar geyiklerin yaşlarına göre ayrı isimler vermişlerdir. Bu isimler : - Eter – Geyiğin boğa olanı - Zari – Yumurtaları çıkarılmış, - Mandcig- Dişi olanı - Hugaş- Bir yaşında yavrular - Dongor- İki yaşında erkek olanı - Dungui- İki yaşında dişi olanı - Guidaa- Üç yaşında erkek olanı, şeklindedir. Yaşamlarının merkezinde geyik olan Duhaların avcılık sanatları da oldukça gelişmiş durumdadır. Duhalar, genelde 7 veya 10 kişi arası bir grup kurarak ava çıkmaktadırlar. Onlardan üç veya dördü nişancı olarak gizlenir ve diğer kalanlara av sürme görevi verilmektedir. Av sürme ile görevlendirilen kişiler, yanlarındaki köpekle beraber gürültü çıkararak nişancıların olduğu yere doğru av hayvanlarını sürüklerler. Bu av grubu içinde söz sahibi olan bir yaşlı mutlaka vardır ve av payını adilce dağıtma hakkına sahiptir. Eğer ayı avlanmışsa derisini avlayan kişi alır ve gurubun en yaşlısı safra kesesine sahip olur. Duha folkloruna göre geyik ve ceylan altı bacaklı hayvan sayılır. Bunların dört ayağı ile MAYIS 2015 10 GEÇMİŞİN BAKİYESİ bel ve boyun dahil olmak üzere toplam altı bacağının var olduğu kabul edilir. Bu kısımlardan arka bacak ise en yaşlının payıdır. Eve dönerken yolda kendilerinden yaşlı biriyle karşılaşırlarsa, ona avlanan hayvanın derisi ve en kutsal olan bel kısmını sunarlar. Bu yüzden bu tür yaşlılara “bel adam” derler. Avlanan hayvan etini çevredeki bütün komşularla beraber adilce paylaşır ya da hep beraber bir araya gelip hepsini yerler. Görüldüğü üzere Duhalar arasında avcılık oldukça önemlidir ayrıca aile büyüklerine çok fazla önem verilmektedir. Çoğunlukla avda elde edilen etten çorba yapımında yararlanılır. Bu çorbaya ayrıca erişte veya pirinç ile zambak soğanı da katılır. Yapılan çorbanın içeriği oldukça zengindir. Etin bol olduğu kış mevsiminde Duhalar eti orta büyüklükte çubuklar halinde kesip tahta şişe geçirerek yavaş ateşte pişirirler. Bu, Türk döner kebabına oldukça benzeyen bir yöntemdir. Son olarak Duhaların beslenmelerinde önemli yer tutan ormandan topladıkları gök hat -yabanmersini, inek garaa -kuş üzümü gibi besinleri yazabiliriz. Ayrıca Duhalar nadiren balık tutarlar. O yüzden balık hayatlarında önemli bir yere sahip değildir. Duhaların inanç sistemi de günümüz şartlarına göre oldukça gariptir. Duhaların dini yaşamlarında eski Türk inanışlarının izlerini bulmak mümkündür. Duhalar ile ilgili yapılan çalışmalarda onların Şamanist bir yaşam tarzına sahip oldukları genel bir kanı olarak kabul edilmiştir. Duha Şamanizmi’nde eski Türklerde olduğu üzere göğe, güneşe, aya, yıldıza, dünyaya tapma söz konusudur. Duhalar ruhları insan şeklini almış biçimde ve genelde, ayaklı varlıklar olarak düşünmektedirler. Bu inanma biçimi Moğollardaki şamanizmden farklıdır. Duhalara göre ruhların çeşitleri vardır: Erkeklerin av ruhu, bayan ruhu, davul ruhu ve köpek ruhu gibi… Ruh sahipleri Şamanlara, yıldız ve gökkuşağı MSGSÜ TARİH olarak görünmektedir. Duha Şamanları ava giderken kazanç istemek, çocuklarına iyi hayat dilemek, hastalık ve zulümden arındırmak gibi hayatı ilgilendiren bütün hususlarda büyüibadet yaparak bütün bu istekleri koruyucu ruha emanet etmektedirler. Duha Şamanlarının kurban olarak kutsal geyiği seçtikleri bilinmektedir. Ayrıca boyunlarında geyik kemiklerinden yapılmış farklı renklerde birçok materyal bulundurmaktadırlar. Duhalar için evlilik hayatın bölünmez bir parçasıdır. Duhalarda evlenme adetleri geleneksel özellikler içerir ve bu geleneklere özel hassasiyet gösterilmektedir. Evlilik gerçekleşmeden önce kız isteme merasimi uygulanır. Onlara göre gençlerin 20-24 yaşlarında evlenmesi uygun görülmektedir. Ancak birçok toplulukta da görülen beşik kertme olayına benzer olarak çocukların henüz bir yaşındayken evlenme sözleşmesinin yapıldığı da görülmektedir. Evlenmeye karar veren gençlerden kızın ailesi razı olmazsa kızı kaçırma adeti vardır. Ayrıca kız kaçırıldıktan bir yıl sonra nişan ve istemeye gelme adeti de mevcuttur. Ama Duhalar arasında kendi klanları (yasun) içinden evlenmek tamamen yasaktır. Kız istemek için damat adayının babası veya yakınları kızın evine gidip kız babasına adak,süt ve pirinç sunduktan sonra ocağına tütsü ve yağ dökerek şu sözler sarf edilir: “Evladımın mutluluğu Yüce devletimizin huzuru için Ailemiz ve ilçemiz de büyüsün” Sözleri ile geliş sebebini açıklarlar. Aile rıza gösterdiği takdirde düğün gerçekleşir. Üç gün süren bir şenlik mevcuttur. Kız, damat evine gider ve artık o evin bir bireyi olur. MAYIS 2015 11 Geyik Dostu: Duhalar Duhalar dış dünyaya kapalı olsalar da az da olsa yakın çevrelerindeki değişikliklere ayak uydurmaya çalışmışlardır. Kimi teknolojik unsurlar tayga bölgelerine ulaşmıştır. Neredeyse bütün ailelerin Moğolca yayın yapan televizyon ve radyo için enerji üretecek güneş paneli bulunmaktadır. Ayrıca telsiz telefon ile tayga kampları hem kendi aralarında hem de başka köyler ile irtibat sağlamaktadırlar. 2009 yılından bu yana ise bazı tayga kamplarında cep telefonu şebekesi mevcut olup bir başka yakın köyde de buna ilave olarak internet bağlantısı da bulunmaktadır. Son yıllarda Duhalar bazı yerli ve yabancı örgütlerin yardımıyla kendi turizmlerini geliştirmeye başlamışlardır. Geçimlerini çeşitli el işleri ve hem Maral hem de Ren geyiği boynuzundan yaptıkları küçük eşyaları satarak sağlamaktadırlar. Duhalar Moğolistan’ın tek Ren geyiği yetiştiricileri olarak turistik ün ve öneme sahip olmuşlardır. Moğolistan’daki Moron Havaalanının girişindeki Ren geyikçiliği ile ilgili büyük bir tablo vardır. Bu da Ren geyiğine ve Duhalara verilen önemin göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda Moğolistan coğrafyasını özellikle de Duhaları neredeyse bütün dünya ziyaret etmiş durumdadır. Turizm sektörünün gelişmesi ve bu sektörden kazanılan para, onların hayatını ekonomik yönden olumlu etkilemekle beraber, onların geleneksel yaşam tarzının ve kültürünün gittikçe erimesine de neden olmaktadır. Turistler, çok dağlık olan bu bölgede ancak belli noktalara kadar gelebilmektedirler. Duhalar da turistlerin gelebileceği noktalara inmek amacıyla yavaş yavaş dağdan inmeye başlamışlardır. Bu durum da geleneksel göç etme adetinin yok olmasına sebep olmaktadır. Özellikle turizm sezonunun kapandığı kış aylarında, yerli Moğollar gibi Duhalar da Hövsgöl’ün doğu bölgelerinde bulunan maden ocaklarında çalışmaktadırlar. Geri kalan aileler Tsagaannuur köyü ve yakındaki ırmak bölgelerine yerleşerek at, deve, öküz, koyun, keçi gibi Moğolistan’ın geleneksel çiftlik hayvanlarını yetiştirmektedirler. Duhalar özellikle kış aylarında Türk kökenli oldukları tahmin edilen, ancak eski dilleri yerine Moğolcanın bir türünü konuşan Darhat Moğolları ile doğrudan temas halinde yaşamaktadırlar. MSGSÜ TARİH Sonuç itibari ile Duhalar Moğolistan’da yaşayan ve geleneksel yaşamlarından ödün vermeyen bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel yaşamlarını sürdürmeleri bir bakıma çok güzel bir olaydır. Ancak onlar bu hayatın zorluğunu oldukça fazla çekmektedirler. Nüfuslarının azlığı, ekonomik sıkıntılar, turizme ilginin artması ile yaşamlarında meydana gelen değişiklikler, ayrıca yeni nesillerin şehirlere göçme istekleri Duhaların kültürlerini yavaş yavaş kaybetmesine sebep olmaktadır. Ayrıca kendilerine has Duhaca dili de etkisini zamanla yitirmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi yeni nesil şehirlere gitmekte ve oradaki okullarda tahsillerini sürdürmektedir. Şehirlerdeki okulların dili Moğolcadır ve Duhaca sadece aile arasında kullanılan bir dil haline gelmiştir. Şu an Duha topluluğuna mensup sekiz kız öğrenci şehirde üniversite okumaktadır. Üniversite okuyan Duhalı gençler ile gerçekleştirilen röportajın birinde, hemşire adayı bir öğrenci: “Bazen buraya gelen yabancılar bizim kot pantolon giymemize ya da güneş paneli ile elektrik kullanıp radyo ya da televizyonu biliyor olmamıza çok şaşırıyorlar. Onlar bizi hiçbir şeyden haberi olmadan dağda yaşayan insanlar olarak hayal ediyorlar sanırım ve hayal kırıklığına uğruyorlar. Oysa anlayamadıkları şey şu ki, bizim ne giyiyor olmamız kafamızın içini değiştirmiyor. Ve biz dış dünyadan haberdar olduğumuz halde gene de burada yaşamayı tercih ediyoruz. Ben okulu bitirince hemşire olacağım ve gelip burada kendi halkıma hizmet edeceğim. Birçok insan başka seçenekleri ve dünyaları bildiği halde buraya geri dönüyorsa, bu bence daha da kıymetli bir şey… “ şeklinde duygularını belirtmiştir. Evet, Duhalar bizden bir o kadar farklı ama aslında bir o kadar da bizden kişiler. Duha köyünde yaşayan yaşlı bir amcanın sözü ile bitirmek istiyorum. “ Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır ama her şeyin… NOT: Ben de Duhaların ruhlarına inandım. Umarım sizler de az da olsa Duha ruhuna inanmışsınızdır. Duhalar hakkında günümüzde büyük çapta araştırmalar yapılmaktadır. Özellikle Duhaların Türkiye’de duyulması Atlas Dergisi sayesinde olmuştur. Duhalar ile daha fazla bilgiye Atlas Dergisi Kasım 2012 sayısından ulaşabilirsiniz. Ayrıca internette “Kayıp Türkler- Ren Geyiği Türkleri Belgeseli” şeklinde ararsanız harika bir videoyu da izleyebilirsiniz. Duhaların gelenekselliklerini kaybetmemeleri ve bir an önce o coğrafyaları görme dileğiyle…. MAYIS 2015 12 GEÇMİŞİN BAKİYESİ MOLEK’İN CEHENNEMİ Alman düşünürü Marx, 1864 yılının ekim ayında yaptığı bir açılış konuşmasında şöyle der: ‘’Eski zamanlarda çocuk öldürme, Moloh dininin esrarlı ayinlerindendi. Ne var ki yılda ancak bir kez yapılırdı. Hem de Moloh sadece yoksul çocuklarına müptela değildi’’ Mert ASLAN Hikâyemiz yaratılışla yani dünyanın ve insanın hayat bulmasıyla başlamakta, zira Molek ve Cehennem yaratılış kadar eskiler. Atalarımız için dünya korkunç bir yerdi çünkü karanlıktı, bilinmiyordu ve dahası saldırgandı. İnsanlar türlü tehlikelerle karşı karşıyaydı. Gerek vahşi hayvanlar gerek dizginlenemeyen doğa insanoğlunu yok etmek için anlaşmışlar gibiydi. Böyle bir ortamda insanlar korunmaya gerek duydular. Basit silahları ve özellikle ateşi bulmalarıyla da bunu bir nebze başardılar ama bundan fazlasına ihtiyaç vardı ve insanlar doğanın gazabının dinmesi, kıtlığın olmaması ve huzur için tanrılara yöneldiler. İnsanlar, yaratılışın tanrının eliyle olduğunu ve başlarına bir kaza bela gelmemesi için onları sürekli hoşnut tutmak gerektiğini düşündüler. İlkel insan tanrıları da kendisi gibi tasvir etti. Onları, insanlarla konuşan, doğan, doğurulan, ihtiraslarına yenik düşebilen kimi zaman kıskanç kimi zaman adil olarak hayal etti. Ve gayet tabi ki yemek yiyen! Hatta bazen insanlar kendilerini tanrı yerine koydular. Zira bu kadar benzerlikten sonra bunu düşünmüş olmaları mantıksız değil. Tanrıların insanlardan pek farkı yok gibi görünüyorken yemek yeme alışkanlıklarında bazı değişiklikler vuku bulmuş görünüyor. Bunların en büyük örneklerinden biri; Molek. Onun karnını taze et doyuruyor. Aslında kim kokmuş ya da çürümüş et yemeyi sever ki? Molek de sevsin, fakat Molek’in körpe etten anladığı bir ailenin yeni doğan ilk çocuğudur. Ayrıca çocuk eti seven tek tanrı Molek değildir. Yunan tanrıları arasında önemli bir yeri olan Kronos’da çocuk eti sever hatta kendi çocuklarını yer. Çünkü kendisi, babasını tahtından etmiştir ve çocuklarının da kendisine aynısını yapacağını düşünür. Bu korku dolayısıyla çocuklarını mideye indirir. Kronos’un pisboğazlığından sadece Zeus kurtulur ki o da babasına kâbusunu yaşatır. Ve onu tahtından ederek kardeşlerini kusturur. Kendisi göklerin hâkimi olurken, dünyayı ise kardeşleriyle paylaşır. Molek’e kurban sunulmasını gösteren temsili bir resim. Molek’in saltanat sürdüğü topraklar oldukça ilginçtir. Onun yeri Kudüs’ün hemen güneybatısında bulunan vadidir ki buraya ‘’ Hinnom oğulları vadisi’’ anlamına gelen ‘’Ge Bne Hinnom’’ denirken kısaltılmış olarak ‘’Hinnom vadisi’’ anlamında ‘’Ge Hinnom’’ kullanılmıştır. Ge Hinnom Grekçeye ‘’geenna’’ Latinceye ‘’gehenna’’ olarak geçmiştir. Cehennem ismiyle de biz kullanıyoruz. Cehennem ‘’derin kuyu: hayırsız, uğursuz’’ anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Kimi kaynaklara göre, vadide bulunan bir kuyuda ateş yakılarak kurbanlar bu ateşe atıldığı söylenirken, kimi kaynaklar ise vadide, karnı kocaman bir fırın olarak inşa edilen Molek’in putu bulunduğunu ve bu putun içindeki ateşe kurbanlar atıldığı belirtmişlerdir. Çocuklarını doğar doğmaz yiyen Kronos MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 13 Molek’in Cehennemi Çocuk veya yetişkin insan kurban etmek pek çok kültürde ve dinde izine rastlanan bir eylemdir. Kuzeyde ki Vikinglerden, Orta Amerika’da ki Aztek, Maya, İnka uygarlıklarına kadar, insanlar hemen hemen her yerde tanrıları için insan kurban ettiler. Hatta Samiler bu husus da Orta Amerika ile yarışamazlar bile. Bu inancın ve ayinin çok köklü ve eski olduğu anlaşılıyor fakat kaynağının nereye dayandığını söylemek zor. Yukarıda da dediğimiz gibi tanrılarını kendileri gibi hayal eden insanlar onların öfkesini yatıştırmak ya da dileklerinin kabulü için kendilerini, ellerindeki en değerli varlıkları vermek zorunda hissetmiş olmalılar. Bu tapınmanın izlerini Hz. İbrahim’de dahi görürüz. Peygamber olan Hz. İbrahim Eski Ahit’e göre bir oğlu olması durumunda bunu Tanrı’ya kurban olarak adayacağına söz verdi. Nihayet İshak dünyaya geldi ve Tanrı İbrahim’e sözünü hatırlattı, İbrahim oğlunu Tanrı’nın buyruğu doğrultusunda Moriya diyarında bir tepeye götürdü. İshak ‘’Baba, işte ben, oğlun, işte ateş ve odun; ama yakılacak olan kurbanlık kuzuyu göremiyorum.’’ İbrahim’de ‘’ Oğlum yakılacak olan kuzuyu Tanrı tedarik edecek’’ der. Tepede İbrahim bir mizbah ( ya da mezbah: kurban kesme yeri) yapar ve İshakı bağlayarak odunların üzerine koyar, eline bıçağı alır ama bu esnada Tanrı’nın meleği gelerek İbrahim’i durdurur. Çalıların arasından ise bir koç çıkar. İbrahim koçu keserek yakmalık sunu olarak kurban eder. İshak’ın kurban olmaktan son anda kurtulması. Bu kurtuluş hikâyesinde Batı Samilerinin oğullarını Baal’ e kurban olarak sunmalarının hatırasını buluyoruz. Baal’ de bu topraklarda hüküm süren diğer bir tanrıdır ve oldukça aktiftir. Onun da bir takım beslenme alışkanlıkları bizim anlayışımıza pek uymamaktadır. Ama o da Molek gibi canlı ve taze et sever. Sami dillerinde ‘’sahip’’ ya da ‘’efendi’’ anlamlarına gelir ve bereket tanrısı olarak tapınılır. Baal aslında farklı şehir ve toplumlarda farklı isimlerle anılan bir tanrıdır. Neredeyse her şehrin ve topluluğun bir Baal’i vardır. Molek Ge Hinnom’un Baal’ idir. Eski Ahit’ te Baal için utanç anlamına gelen ‘’boşet’’ sözcüğü kullanılır. İsrailoğulları’nın bundaki amacı çocuk yakmak gibi korkunç bir adetî Yehova kültüne değil de yabancı gördükleri bir külte bağlamaktır. Oysa Baal’ in izine daha pek çok yerde rastlayacağız bunlardan biri Hz. Yusuf kıssasıdır. MSGSÜ TARİH Molek’in Fırın şeklinde olan putu Karnı fırın şeklinde olan Molek putu. Eski Ahit’in anlattığına göre Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kör bir kuyuya atılıp daha sonra bir tüccara satılır. Kervanla Mısır’a giden Yusuf ’u değerli komutan Potifar köle olarak alır ve büyütür. Potifar’ın eşi Züleyha büyüdükçe güzelleşen Yusuf ’a âşık olur ve ona sahip olmak ister ama aşkına karşılık bulamayınca onu ihanetle suçlayarak zindana attırır. Yusuf zindandan firavunun garip rüyasını akıllıca yorumlayarak kurtulur. Firavun rüyasında önce 7 cılız ineğin 7 semiz ineği yediğini görür, sonra 7 çürümüş buğday başağının 7 olgun buğday başağına dolanarak onları da çürüttüğünü görür, Yusuf ’un rüyaya yorumu; 7 yıl bolluğun ardından 7 yıl kıtlığın geleceği şeklindedir. Hikâyeyi Baal’ le bağdaştıran 7 sayısıdır. Efsaneye göre Baal düşmanı olan ölüm ve kısırlık tanrısı Mot’ la ölümcül bir mücadele içindedir ve savaşı Baal kazanırsa dünyada 7 yıl bolluk Mot kazanırsa 7 yıl kıtlık olmaktadır. Baal’ in bir diğer lakabı ‘’Bulutlara Binen’’ idi. Eski Ahit’te Yehova yani İsrailoğullarının Tanrı’sı Mısır’da esaretten kurtulan has kavmine çölde rehberlik ederken gündüz bulutların üstünde gece ise bir ateş sütunu üzerinde durarak yol gösterir. Görünen o ki Baal kültü İsrailoğullarına hiç de yabancı değil. Baal’den daha üstün bir Tanrı’da bulunmaktadır o da El’dir. El, Kenan Tanrılarının en büyüğüdür ve diğer tanrıları da o yaratmıştır. Ama El pasif bir görüntü çizer ve işlere fazla müdahale etmez umursamaz bir tavrı vardır. Ama onun da anısı günümüze kadar yaşamıştır. El herhangi bir doğa gücüyle özdeşleştirilmiş bir Tanrıda değildir, Molek cehennem, Baal bereket Tanrısıyken El sadece Tanrıdır ve en büyüktür. Samilerde güçlü bir tek Tanrı inancının var olduğunu düşünüyoruz. Zira El tek Tanrı inancına modellik etmiş gibi duruyor. El özel isimlerde de kullanılagelmiştir Azra-il Cebra-il Bab-il İsra-il İl/El eki alarak Tanrı ile ilişkilendirilmiştir. Bu kelimeler Arapçada ‘’il’’ İbranicede ‘’el’’ ekini almıştır. Azra-il Arapça iken Azra-el İbranicedir. Üç semavi ve tek Tanrılı dinin bu topraklardan çıktığına ve üç büyük din için de yine bu toprakların mukaddes olmasına şaşmamalı. MAYIS 2015 14 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Biz tekrar, doymak bilmeyen iştahıyla çocuk eti bekleyen Molek’ e dönelim. Her ne kadar Molek ve Baal kültleri İsrailoğullarının kültürlerine, adetlerine, hatta kutsal kitaplarına sızsalar da İsrailoğulları Hz. Musa önderliğinde yeni bir Tanrı ile tanışırlar. Hz. Musa’nın hayatı bir efsane kahramanının hayatını yansıtır. Rivayet o ki Firavun ebelere ‘’İbrani kadınları doğum yaptıklarında erkek çocuk olursa öldürün kız ise sağ bırakın,’’ der fakat ebelerin gönlü emri uygulayamayacak kadar yufkadır. Bu defa Firavun İsrailoğullarına doğan erkek çocukları nehre atarak boğmalarını emreder. Böyle bir emrin verildiği bugüne kadar belgelerle desteklenmiş değildir bu belki de bir nüfus sınırlamasının anısıdır. Bu arada bir düğün olduğunu görüyoruz. Levi evinden bir adam Levi evinden bir kadın alır ve kadın hamile kalır, çocuk erkektir. Emre göre öldürülmesi gerekir ama ana yüreği dayanamaz ve kadın sazlardan yapılma bir sepete çocuğunu koyarak sepeti nehre bırakır. Sepeti Firavunun kızı bulur ve Musa Mısır sarayında yaşar ve büyür. Hemen hemen benzer bir olay da Akad kralı Büyük Sargon’un başına gelir onun da anası oğlunu gizlice doğurup bir sepet içinde nehre bırakmıştır. Sargon’un hikâyesi daha mütevazıdır. Onu bir çiftçi bulur ve büyütür. Sonra Tanrıça İştar, Sargon’u beğenir ve kral yapar. Molek vadisinde halâ huzur içindedir ama rahatının kaçacağına şüphe yok. Musa kanunlarında çocukların Molek’e verilmesi yasak edilmiştir. Fakat bu yasağın daha ziyade yabancı bir Tanrı’ya tapma yasağı olduğu anlaşılıyor. Zira daha önce de değindiğimiz gibi insan kurban etmek köklü bir gelenektir ve İsrail oğullarının dedelerinin de bunu yaptığını söylemek yersiz değildir. Nitekim Tevrat’ın Hâkimler kitabında şöyle bir bölüm vardır: ‘’ Ve Yeftah’ın üzerine Tanrı’nın ruhu geldi (…) Ve Yeftah Tanrı’ya adak adayıp dedi: Eğer Ammon oğullarını mutlaka benim elime verecek olursan o zaman, Ammon oğullarından selametle döndüğüm vakit beni karşılamak için evimin kapılarından çıkan (kişi) Tanrı’nın olacaktır ve onu yakılan takdime olarak arz edeceğim.’’ Bu apaçık bir insanı kurban adamaktır. Yeftah savaştan zaferle döner ama kötü bir sürprizle karşılaşır evin kapısından çıkan ilk kişi kızıdır. Yeftah verdiği sözden dönemez ve biricik kızını boğazlar ve yakmalık sunu olarak Rab’be sunar. Bu arada Yeftah anlaşıldığı üzere sıradan bir adam değil İsrail Hâkimlerindendir. İlginç bir peygamber olan Hezekiel’den de bir alıntı yapalım şöyle diyor: ‘’Ve ben (Yahve) de onlara iyi olmayan kanunları ve onlarla yaşamayacakları hükümleri verdim. Ve onları harap edeyim de Rab ben idiğimi bilsinler diye, her ilk doğanı ateşten geçirerek ettikleri takdimelerle onları mundar ettim.’’ Belki İsrail oğulları bu hikâyeyi Babil tutsaklığı sırasında öğrenmiş ve kurtarıcıları olan Musa’ya yakıştırmışlardı. Musa tek bir Tanrı’nın habercisi olarak Molek için önemli bir düşmandır. Çünkü bu yeni Tanrı kendisinden başka hiçbir İlah’a tapınılmamasını isteyen ve belirttiği gibi kıskanç olan bir Tanrı’dır. Hele hele Molek’e çocuk kurban etmek Yehova’nın tamamen karşı olduğu bir durumdur. Burada şunu da belirtelim Eski Ahit’te Yehova adı geçmezden önce El ya da çoğul hali olan Elohim kullanılır. Musa’nın Tanrısı Mısırlılara büyük acılar yaşatır. Hele en son acı oldukça manidardı. Yehova söz dinlemeyen Firavunun ülkesinde bütün ilk doğanların insan olsun hayvan olsun bir gecede canını alır. Buna Firavunun oğlu da dâhildir. Ve sonunda has kavim Firavun tarafından salıverilir. Ama daha sonra bu kararından pişmanlık duyarak ordusuyla İbranilerin peşine düşse de Yehova onu Kızıldeniz’in suları altına gömer. Mısır kaynaklarında bu mucizeyi de belgelemek epey güçtür. Öyle ya da böyle İsrail oğulları Kızıldeniz engelini geçerek vaat edilmiş ülkelerine doğru çölde yol almaya başladılar ki bir türlü yolu bulamazlar. Tevrat’a göre 40 yıl daha bulamayacaklardır da. İsrail oğullarının çöl macerası oldukça renklidir ama konumuz dışı olduğundan burada değinmeyeceğiz. İsrail oğulları nihayet ‘’bal ve süt akan diyar’’a gelmişlerdir. Ama burası boş değildir. Yehova’nın çölde kaybolan açlıkla susuzlukla imtihan olan pek çok kez isyan eden has kavmi onca macera ve yorgunluğun üstüne vaat olunan toprakları için savaşmak zorunda kalacaklardır. İsrail oğulları Sihon krallığının ordusunu kılıçtan geçirir ve istilâ devri başlar. MSGSÜ TARİH Kudüs’ün güneyinde bulunan Cehennem Vadisi. Sözlerden anlaşılan tıpkı Molek’e insan kurban edildiği gibi Yahve ( ya da Yehova) için de insan kurban edilmektedir. Yahve İsrail’i, sürüsünü koruyan bir çoban titizliğinde korumaktadır. Ve bu safhada Yahve’nin diğer Sami Tanrılarından pek farkı yoktur. Burada Eski Ahit’in yüzyıllar içinde meydana getirildiği unutulmamalıdır. Eski Ahit M.Ö. 1000 ile M.Ö. 300 arasında yazılmış ve defalarca değişime uğramıştır. Kitap İsrail’in kutsal tarihidir ve İsrail oğulları yüzyıllar boyunca destanlarını, efsanelerini, adetlerini, ilahilerini, anılarını bu kitapta toplamış ve saklamışlardır. MAYIS 2015 15 Molek’in Cehennemi Bu arada İsrail ulusu yavaş yavaş oluşmaya başlamaktadır. Kenaniler ile geçen mücadelelerin ardından bir de Midyaniler musallat olur İsrail’e. Neyse Gideon’un yönetiminde bu saldırıda püskürtülür. İsrail rahata kavuşur ama rehavet felaket getirir. Çünkü İsrail oğulları Yahve’yi unutur ve yeniden Baal’e tabi olurlar. Ve İsrail için tüm felaketler Davut’un hükümdarlığıyla son bulacaktır. Davut 20-30 yıl içinde İsrail’i önemli bir devlet konumuna getirir. Kudüs’ü alıp kendisine başkent yapan da odur M.Ö. 1026-962 arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Davut Ahit Sandığını hemen yeni başkentine getirdi ve gelenek gereği bir çadıra koydurdu gezgin sandık sonunda bir yurt bulmuş oluyordu Ahit Sandığı, Mısırlıların kutsal günlerinde Tanrılarını Nil üzerinde Sandıklarda gezdirmelerini anımsatır. Ahit Sandığı aslında bir kral ve peygamber olan Hz. Süleyman döneminde gerçek bir yurt bulmuştur. Süleyman gözümüze hoş görünmeyecek hareketler yapmıştır. Başka Tanrılara kurbanlar sunmuş, kardeşini ve kutsal yere sığınan yaşlı komutan Ahab’ı öldürtmüştür. Ayrıca anladığımız kadarıyla biraz fazla müsrif ve çapkındır. Ama yaptığı bir iş adını din tarihine altın harflerle yazdırmıştır. O da Kudüs tapınağını inşa ettirmiş ve Yahve’ye ya da Ahit Sandığına bir yurt sağlamıştır. Daha önce göçebe olan İsrail oğulları devletlerini kurup yerleşik olunca Tanrıları Yahve’de artık yerleşik olmuştur. İşte burada Yahve sonunda Molek’in asırlardır hükmettiği topraklarda hakîm konuma gelmiştir. İsrail halkı henüz göçebeyken Yahve ve Molek arasında da bazı benzerlikler olduğunu görmüştük. Fakat artık yerleşik olan Yahve ile Molek arasında bağ kurmak oldukça güçleşiyor. Önceleri Yahve konuşur ve aniden peygamberlerin ya da hakîmlerin karşısına çıkardı. Ama Süleyman’a rüyada görünmüştür. Ayrıca tapınağa yerleştikten sonra yanına kimse giremez olmuştur sadece yılda bir kez başkâhin bu şerefli görevi yerine getirebilmektedir. Kudüs Tapınağından geriye kaldığı düşünülen ağlama duvarı. Süleyman’ın ardından oğlu Rehoboam kral olur. Fakat devlet içten içe çöküntü halindedir. Sonunda bir isyan devleti iki parçaya ayırır. Kuzeyde Yeroboam’ın kral olduğu İsrail, güneyde Rehoboam’ın kral olduğu Yahuda devleti vücuda gelir. Kuzeyde kalan Yeroboam’ın elinde Kudüs MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 gibi önemli bir merkez yoktur bu dezavantajı gidermek için Yeroboam Altın Buzağı’ya tapmaya başlar. Hatta Eski Ahit’in anlattığına göre Levilileri kovarak rastgele insanları kâhin yapar. Buradan çıkan sonuç şudur; Yahve henüz ulusal bir Tanrı olamamış, Kudüs’ün Tanrısı olarak kalmıştır. Ahit Sandığı oradadır ve Yahve orada oturmaktadır. Bu yüzden kuzeyde kalan İsrail oğulları kendi şehirlerinde yeni bir Tanrı’ya ihtiyaç duymuştur. Yahve yerleşik olduğu şehirin adeta Baal’i olmuştur. Zaten Yahve kültüne rağmen boyuna insan kurban etme ayinleri bu dönemde de devam etmiş görünmektedir. Molek’in Cehennemi hala sıcaklığını korumaktadır. Kudüs Tapınağının temsili resmi. M.Ö. 721’ de Asur kralı Salmaneser Samiriye’yi zaptetti. İsrail krallığı ve İsrail’in 12 kabilesi tarihe karışırken Baal ve Yahve arasında sürüp giden savaşta son buldu ama Yahve’de yenildi. Yahuda devleti de Asur boyunduruğu altına girdi. Bir ara Mısır’la bir olup Sargon’un halefi Sanherib’e saldırsalar da yenildiler. M.Ö. 690’da yahuda tahtında gördüğümüz Manasse Molek’i yeniden canlandırdı hatta kendi oğlunu da Molek’e kurban etti. Bu durum Yoşiya dönemine kadar sürdü. Yoşiya Eski Ahit’e göre: ‘’ Rabbin gözünde doğru olanı yaptı. Ve atası Davut’un her yolunda yürüdü ve sağa sola sapmadı.’’ 621’de Yoşiya halkını tapınakta topladı ve kanunlara uygun yaşayacağına yemin ederek Kudüs tapınağı dışındaki bütün tapınakları yıktırdı. Bundan böyle yalnız Kudüs tapınağında kurban sunulacaktı. Bu nokta önemlidir çünkü Titus Flavius Vespasianus Yahudi isyanını bastırmak için geldiği Kudüs önlerinde başarılı olup şehri ve tapınağı yıktırmıştır. Artık Yahudilerin kurban sunabilecekleri bir tapınakları yoktur. ‘’Vaat edilmiş ülke’’ de artık Molek’in adına pek rastlanmaz. Hakîm olduğu toprakları önce Yehova’ya karşı savunmuş kimi zaman yenilmiş kimi zaman üstün gelmiştir. Yehova’da yenilmiştir ama o beslenme alışkanlıklarını değiştirerek hayatta kalmayı başarmış ve yeniden ‘’Bal ve süt akan ülke’’ ye dönmüştür. Molek ise çocuk etinden mahrum kalarak herhalde açlıktan ölmüştür. Ama gitmeden önce bir hatıra bırakmıştır hem de hemen hemen herkesin zihnine kuvvetli bir şekilde yerleşen bir hatıra ‘’Cehennem’’. 16 Evliya Çelebi’nin Gözünden Ayasofya Tarihi araştırmalarımızda bize yardımcı kaynaklar içerisinde seyahatname türünün müstesna bir yeri vardır. Tarih boyunca Marco Polo, İbni Batuta, İbni Fadlan gibi çok önemli seyyahlar yetişmiş ve bu alanda eserler ortaya koymuşlardır. Şüphesiz ki Evliya Çelebi bu alanda kendine has üslubu ve olaylara bakış açışıyla diğer seyyahlardan farklı bir konumdadır. Biz bu çalışmamızda sizlere Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde övgüyle bahsettiği Ayasofya bölümünü toplu bir şekilde vermeye çalışacağız. Deniz İbrahim YİĞİT Bir eserin layıkıyla anlaşılabilmesi için müellifi hakkında bilgi sahibi olmamız önemlidir. Bu yüzden kısaca Evliya Çelebi hakkında malumat vermeye çalışacağız. 1611 yılında İstanbul’da doğan Evliya Çelebi devlet nezdinde değerli görevlerde bulunmuş bir ailenin mensubuydu. Evliya Çelebi doğduğu sıralarda babası, Sultan I. Ahmed’in kuyumcubaşı görevini yürütmekteydi. Bu imkânlar dâhilinde iyi bir tedrisattan geçen Evliya Çelebi’nin ikbal yılları dayısı Melek Ahmed’in sadrazam olduğu zamanlara rastlar. İçerisinde sürekli bir seyahat etme arzusunun olduğunu belirten Evliya Çelebi, bu muazzam eserin ortaya çıkmasını hayırlı bir rüyaya bağlamaktadır. 10 Muharrem 1040 ( 19 Ağustos 1630) tarihine rastlayan Aşure gecesinde, rüyasında kendisini Ahi Çelebi camisinde gören Evliya Çelebi burada Hazreti Peygamber ve onun ashabının huzuruna çıkar. Heyecanından şefaat isteyeceği yerde seyahat istediğini belirten Evliya Çelebi, Allah resulü tarafından kendisine şefaatin de seyahatin de müjdelendiğini belirtir. 1682 yılında Kahire’de ölen Evliya Çelebi yaklaşık 50 yıl süren seyahati MSGSÜ TARİH boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını köşe bucak gezmiş ve gördüklerini, duyduklarını kendine has zevkli üslubuyla kayıt altına alarak günümüze ulaşmasını sağlamıştır. En güvenilir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan seyahatnameyi ilim dünyasına ünlü Türkolog Hammer kazandırmıştır. Şüphesiz ki Ayasofya dünya tarihinin görmüş olduğu en müstesna mimari yapılardan bir tanesidir. 916 yıl kilise, 482 yıl cami ve 1935’ten günümüze kadar müze olarak kullanılan Ayasofya, birçok medeniyetin izlerini içinde taşıyan bir mabettir. Eserinin ilk cildini sadece İstanbul’a ayıran Evliya Çelebi’nin önem verdiği konuların başında Ayasofya gelir. Hristiyanların Kâbe’si diye bahsettiği bu muazzam eserin yapımından başlayarak fetih sonrası eklemelerle birlikte nasıl Türk – İslam eseri haline dönüştüğünü anlatan seyyahımız, Ayasofya’yı İstanbul’un en güzel camisi olarak kabul eder. Seyyah-ı Alem’in hayranlıkla baktığı Ayasofya talihinin döndüğü yerdi. 5 Mart 1635 tarihine denk gelen Kadir gecesinde Sultan IV. Murad’ın huzuruna Ayasofya’da çıkarıldı ve o günden sonra saraya intisap ederek padişahın yakınları arasına girmeye muvaffak oldu. MAYIS 2015 17 Evliya Çelebinin Gözünden Ayasofya Kadim Bir Mabed: Ayasofya Bu bölümde sizlere Evliya Çelebi’nin, Ayasofya’nın yapımı ile ilgili verdiği rivayetleri aktarmaya çalışacağız. Bilindiği üzere Ayasofya ilk olarak 360 yılında, Constantinius II. tarafından inşa edilmiş ve Megali Eklesia ( büyük kilise ) adı ile anılmıştır. Eserini yazarken Yunan kaynaklarına da başvurduğunu belirten Evliya Çelebi, yapım sürecini çok daha eski zamanlara götürmekte ve bu mabedin kadim bir miras üzerine inşa edildiğini bildirmektedir. Evliya Çelebi’ye göre kuruluş hikâyesi Hazreti Süleyman’a kadar uzanmaktadır. Allah tarafından kendisine Saba rüzgârının hâkimiyeti verilen Hazreti Süleyman dünyayı dolaşarak tahtını kurabileceği uygun bir yer arar ve günümüzde Sarayburnu olarak adlandırdığımız bölgeye tahtını kurmaya karar verir. İlk iş olarak buraya büyük bir mabed yaptırır. Ayasofya’nın yapımı için seçilen bölgenin önemini bu şekilde anlatan Evliya Çelebi daha sonra eserin yapımı ile ilgili rivayetleri bizlere aktarmaktadır. Hazreti Adem’in yeryüzüne inişinden 5052 sene sonra, Madyan oğlu Yanko’nun soyundan olan Vezendon adlı bir kral İstanbul’u yedinci kez imar etmek için çalışmalara başlamıştır. Bu olayı haber alan Vezendon’un kızı, çok büyük hazinelerle babasına yardım etmek için gelmiştir. Sofya’da doğdu için bu kıza Ay Sofya denildiğini belirten Evliya Çelebi, mabedin adını bu kişiden aldığını belirtmektedir. Bu mabedin yeniden ihya edileceği zaman Hazreti Hızır zuhur ederek : “Bu caminin bütün ihtiyaçlarının masraflarını benden alın ve bu biçimde bir cami yapın.” diyerek Ayasofya’nın temelini öğretti. Bu anekdotla Hazreti Hızır’ın mabedin çizimini öğrettiğini belirten Evliya Çelebi, yapım aşamasıyla ilgili rivayetlerine devam etmektedir. Temel atmak için yapılan kazıların Ahırkapı seviyesinde su çıkması üzerine durdurulduğunu belirten Evliya Çelebi, burada bir ay boyunca Nemrut ateşleri yakıp kurşun akıtıldığını ve tam yedi yıl boyunca bu kurşun denizinin temelde durduğunu belirtir. Yapılan bu temel üzerine 3.000 sütundan oluşan dev bir sarnıç inşa edildiğini ve mabedin bu sarnıçlar üzerine yapıldığını bizlere aktarır. Bu devasa sarnıcın kırk çeşme suyu dolu olduğundan ve tamirat için kayıkların yüzdüğünden bahseder. Seyyahımız susayan cemaatin bu sarnıçlardan kovalarla su çekerek susuzluklarını giderdiklerine şahit olduğunu bizlerle paylaşmaktadır. Neredeyse bütün tarihi yarımadanın altının bu şekilde sarnıçlarla dolu olduğunu belirten yazarımız, mabedin depreme dayanıklı olmasında en büyük etken olarak sarnıçları göstermektedir. Agnados adlı bir mimarın liderliğinde 50.000 kişilik bir kadro tarafından eserin kırk yılda tamamlandığını belirten seyyahımız, bu mabedi “Hristiyanların Kâbe’si “ diye adlandırarak eserin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Tamamlanan kubbeye yüz kantar ağırlığında İskenderi altından bir haç alem konulmuştur. Evliya Çelebi kendisine has abartılı üslubu ile güneş doğarken bu alemin parıltısının Uludağ’daki ruhbanların gözbebeklerini kamaştırdığını söylemektedir. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Ayasofya’da ki Gizemler Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği ilgi çekici konulardan biri de tılsımlardır. Seyyahımız İstanbul’da Bizans döneminden kalma 360 tane tılsımın varlığından bahsetmektedir. Biz bu bölümde sadece Ayasofya’da bulunduğu iddia edilen tılsımlardan bahsedeceğiz. Evliya Çelebi’ye göre Ayasofya’nın kubbesi ile sütunların birleştiği yerde bulunan dört melek çizimi tılsımlıdır. Bu dört büyük meleğin bila teşbih Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail’i temsil ettiğine inanılır. Cebrail sureti yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa doğu tarafında bolluk olacağı, İsrafil sureti yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa batıda kıtlık olacağı, Mikail sureti yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa kuzey tarafında bir bozguncunun çıkacağı ve Azrail yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa bütün dünyada veba olacağı tarzında bir inanışın mevcut olduğunu belirtmektedir. Seyyahımız Hazreti Peygamber’in doğumunda bu meleklerin göbeklerinde bulunan ağızlarından bu kutlu olayı haber verdiklerini söylemektedir. Evliya Çelebi bu çizimlerin yanı sıra dört büyük melek heykellerinin de Ayasofya’da bulunduğunu ve bunların da tılsımlı olduğunu belirtir. İstanbul’un fethinden sonra bu heykellerin Okmeydanı’na götürüldüğünden ve kemankeşler tarafından nişangah olarak kullanıldığından bahseder. Bir diğer tılsımın ise Ayasofya’nın kapıları olduğu rivayet edilmektedir. Evliya Çelebi 101’ i büyük olmak üzere toplamda 361 kapının olduğunu ve hepsinin de tılsımlı olduğunu söylemektedir. Kapıları sayabilmek için hepsine işaret koyduğunu ama her saydığında işaret konmamış başka bir kapının zuhur ettiğini belirtmektedir. Seyyahımız bu kapıların Hazreti Nuh’un gemisinden alınan parçalardan yapıldığını iddia etmektedir. Tılsımlı olduğu düşünlen kapılardan biri. 18 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Seyyahımızın bahsettiği en önemli tılsımlardan biri de Ay Sofya’nın tabutudur. Günümüzde imparator kapısı olarak bildiğimiz bu kapının üzerinde bulunan sandukanın içerisinde, mabedi yaptırılan Ay Sofya’nın bulunduğunu belirtmektedir. Bunun da büyük bir tılsım olduğunu belirten Evliya Çelebi, birçok aç gözlü imparatorun sandukayı ele geçirmek için el sürdüklerinde zelzele ve velvele kopacağından caminin içerisinde şimşek belirip cami yıkılır endişesi ile kimsenin bir şey yapamadığını belirtir. de bir parşömene çıkarttıkları rivayet edilir. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre bu el izi hala Rum Patrikhanesi’nde muhafaza edilmektedir. Ruhbanlar Mekke’den ayrılmadan önce yetmiş deve yükü zemzem ve yetmiş deve yükü Mekke toprağını yanlarına almışlardır. Seyyahımız Mekke’den getirilen bu malzemelerin karıştırılıp, Hazreti Peygamber’in mübarek ağız suyu ilave edilerek harç işleminin tamamlandığını belirtir. Bu özelliği Mimar Sinan’ın da bildiğini belirten Evliya Çelebi, Koca Sinan’ın Selimiye Camisi’ni yaparken Ayasofya’nın kubbesinden bir miktar kireç kazıttığından bahsetmektedir. Bu şekilde Hazreti Peygamber’in mübarek ağız suyunun Selimiye Camisi’nde de bulunduğunu belirterek, Allah’ın izniyle bu caminin kıyamete kadar ayakta kalacağını müjdelemiştir. Fatih’in Ayasofyası İmparatorluk Kapısı üzerinde bulunan Ay Sofya’nın tabutu. Hz. Risalet’in Doğumu ve Ayasofya Seyyahımızın konumuzla ilgili olarak anlattığı en dikkat çekici olaylardan biri de Hazreti Peygamber’in doğumu ile birlikte başlayan mucizelerdir. Evliya Çelebi, Hazreti Risaletin doğduğu gece Kisra Sarayı’nın yıkılması, Urfa’da bin yıldır yanmakta olan Zerdüşt ateşinin sönmesi gibi bilinen örnekler dışında bazı mucizelerden bahsetmektedir. Bunlardan ilki daha önceki bölümde bahsettiğimiz tılsımların özelliğini Hazreti Peygamber’in doğumu ile birlikte kaybetmesidir. Diğer önemli bir rivayet ise bu kutlu gece gerçekleşen depremler neticesinde Ayasofya’nın kubbesinin yıkılmasıdır. Kubbenin defalarca tamir edildiğini fakat yapılamadığını söyleyen Evliya Çelebi, Hazreti Hızır’ın Ayasofya ruhbanlarına görünerek son peygamberin ağız suyu ile kubbeyi onarmalarını tavsiye ettiğini belirtmektedir. Hazreti Peygamber’i bulmak için 300 kişilik bir ruhban sınıfının Busra köyüne gelerek rahip Bahira ile görüştüklerini ve Bahira’nın rahiplere Mekke’ye gitmeleri tavsiyesinde bulunduğu anlatılmaktadır. Seyyah-ı Âlem Evliya Çelebi’nin Ayasofya bölümünü anlatırken en önem verdiği konulardan bir tanesi de İstanbul’un Fethi’dir. Evliya Çelebi İstanbul’un fethi ile birlikte Ayasofya’nın kaderinin değiştiğini ve mabedin yapılan eklemelerle birlikte nasıl Türk - İslam eseri haline geldiğini aşamalarıyla anlatmaktadır. Fetihten üç sene evvel İstanbul’da büyük bir deprem olur ve Ayasofya büyük hasar görür. Sultan II. Mehmed Han dostluğunun nişanesi olarak mimarbaşını tamirata yardımcı olması için İstanbul’a gönderir. İstanbul’a gelen Mimar Ali Neccar hemen tamirata başlar ve payandalar ile mabedi sağlamlaştırır. Binanın kuzeydoğu köşesine 200 ayak minare yolu gibi yol yaparak Edirne de bulunan Sultan Mehmed’in huzuruna çıkar. Mabedi nasıl bir tamirattan geçirdiğini anlatan mimarbaşı: “ Padişahım tamir etmek benden, feth etmek sendendir. Senin için bir minare yeri yaptım. En kısa zamanda fetih müyesser olur inşallah.” diyerek fetihten önce minare yerinin belirlendiğini rivayet etmiştir. Ayasofya’da bulunan tuğlalı minarenin fetihten sonra bu ayak üzerine inşa edildiğini bildirmektedir. Fatih’in İstanbul’un fethi ile birlikte hemen Ayasofya’ya gittiğini anlatan Evliya Çelebi enteresan bilgiler vermeye devam etmektedir. Hazreti Peygamberin rahip Bahira ile karşılaşma hadisesi siyer kitaplarında da bildiğimiz bir hadisedir. Ebu Talip aracılığıyla Hazreti Peygamber’in ağız suyunu alan ruhbanların ayrıca vergi muafiyeti için peygamberin el izini MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 19 Evliya Çelebinin Gözünden Ayasofya Kuşatmanın 50. günü şehrin düştüğünü ve Ayasofya’yı ele geçirmek için üç gün uğraşıldığını belirtir. Bu mabede sığınmış 12.000 ruhbanın üç gün boyunca çarpıştığını ve üç günün sonunda mabedin ele geçirildiğini yazar. Ayasofya’ya giren Fatih’in buradaki ilk ezanı okuduğundan ve Hazreti Peygamber’in sancağını mihrap bölümüne diktiğinden bahseder. Fatih’in kubbede peygamberin mübarek ağız suyu olduğunu bildiği için nişanem olsun diyerek bir oku kubbenin tam ortasına attığını iddia eden Evliya Çelebi okun izinin hala belli olduğunu söyler. İçeride kanlı çarpışmaların gerçekleştiğini söyleyen seyyahımız, günümüzde solakpençesi olarak adlandırdığımız bölümün hikâyesini de anlatmaktadır. Fatih’in mihrap bölümüne doğru ilerlediği sırada önlerine çıkan ruhbanı, bir hünkâr solağının sol eliyle öldürdükten sonra sağ elini kana bulayarak mermer bir taş sürdüğünü ve solakpençesi izinin bu olaydan sonra kaldığını belirtir. Solak Pençesi izi-Ayasofya Fatih’in bu mabedinin ihtişamına ve sağlamlığına hayran kaldığını belirten yazarımız, içerinin hemen temizletilip, putlardan arındırılarak camiye dönüştürülmesini emrettiğini yazmaktadır. Burada anlatılan ilginç olaylardan biri ise ilk Cuma namazında gerçekleşmiştir. Cuma namazının kılındığı esnada oluşan coşkudan etkilenen 3.000 ruhban saklandıkları yerden çıkarak Müslüman oluyor. En yaşlılarından olan 300 yaşındaki ruhbana Baba Mehmet adı veriliyor. Baba Mehmet mihrabın sağ köşesindeki karanlık bölümün Süleyman mabedi olduğunu ve burada büyük bir hazinenin bulunduğunu belirtiyor. Çok büyük bir hazinenin buradan çıkarıldığını belirten seyyahımız, bu ganimetin İslam mücahidleri arasında pay edildiğini anlatmaktadır. Fetihten sonra ganimet paylaşımında Ayasofya’nın Fatih’e verildiğini belirten Evliye Çelebi, Fatih’in hemen bir vakfiye kurdurttuğunu bildirir. Kurulan bu vakfiyenin çok büyük gelirlere sahip olduğunu ve yaklaşık 2000 hizmetçinin burada çalıştığını söyler. Ayasofya’nın Osmanlı Devleti için ne kadar önemli bir mabed olduğunu anlatan Evliya Çelebi, Fatih’in bu mabedi geçecek bir cami yaptırmak muradında olduğunu anlatır. Dönemin mimarı olan Sinan Ağa’dan bu talebini MSGSÜ TARİH gerçekleştirmesini isteyen Sultan Mehmed, imparatorluğun dört bir yanından çok değerli malzemeler getirtir. Caminin inşaatının bittiğinde heybetinin Ayasofya’nın gölgesinde kaldığını gören sultanın gazabından mimarın elini kestirir. Hepimizin bildiği gibi mimarbaşının şikâyeti üzerine, Fatih’in kadı huzurunda yargılanarak elinin kesilmesine karar verilir. Evliya Çelebi Ayasofya konusuyla bağlantılı olarak bu hadiseyi anlatarak Osmanlı Devleti’ndeki adalet anlayışını vurgulamıştır. Eserin Türk-İslam Mabedi Haline Gelme Süreci Bu bölümde sizlere İstanbul’un fethinden itibaren Ayasofya’ya yapılan eklemelerle birlikte nasıl bir Türk – İslam mabedi haline dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışacağız. Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi Fatih döneminde eser, camiye çevrilerek putlardan arındırılmış ve tuğlalı minare eklenmişti. Seyyahımız mihrabın iki yanında bulunan şamdanların, Kanuni döneminde Budin’den getirildiğini anlatmaktadır. Sultan III. Murad döneminde Marmara Adası’ndan iki büyük küpün getirildiğini ve bu küplerin içinin su ile dolu olduğunu, cemaatin susuzluğunu bu küplerdeki suyu içerek giderdiğini anlatmaktadır. Sultan III. Murad döneminde diğer bir ekleme olarak müezzin mahfilini göstermektedir. Mahfilin anlatılamayacak bir güzelliğe sahip olduğunu belirtir. Sultan I. Ahmed Han döneminde padişahlara mahsus mihrabın sol tarafında maksure-i secdegah inşa edildiğini belirtir. Sultan IV. Murad döneminde yapılan mermer kürsünün ise dünyada eşi benzeri yoktur diye tasvir eder. Yine bu dönemde Hazreti Peygamber’in mübarek ağız suyunun olduğu kubbeye, Yakut-ı Mustasımı yazısı ile “ Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur Suresi, Ayet 35 ) ayeti yazılmıştır. Seyyahımızın en beğendiği eklemelerden bir tanesi de levhalardır. Bu levhaların Sultan IV. Murad’ın ferman-ı şerifi ile Hattat Teknecizade Mustafa Çelebi tarafından yapılmıştır. Allah’ın, Hazreti Peygamber’in ve dört halifenin isimlerinin Karahisari tarzı ile yazıldığını belirten seyyahımız eserin bir insanın yapamayacağı kadar güzel olduğunu ve bir elifin on arşın büyüklüğünde olduğunu belirtir. MAYIS 2015 Müezzin Mahfili 20 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Bu bölümde Ayasofya’daki sosyal hayattan da bahseden Evliya Çelebi, mabedi tüm fakirlerin Kabe’si olarak isimlendirmiştir. İnsanların bu camiye sadece namaz kılmak için gelmediğini; bazı bölümler itikafa girildiğini, dini eğitim alındığını ve kültürel bir merkez olarak İstanbul’un en büyük camisi olduğunu belirtir. Sultan IV. Murad’ın camiye geldiğinde yanında yüzlerce kuşun buraya getirildiğini de yazan seyyahımız o esnada Ayasofya’nın cennette bulunan Rıdvan bahçeleri kadar huzur verici olduğunu belirtir. Evliya Çelebi, dünyaca meşhur olan seyahatnamesinde şüphesiz ki birçok sıra dışı bilgiler vermektedir. Biz bu bölümde konumuza sadık kalarak Ayasofya ile bağlantılı olan birkaç hikâyeyi sizlerle paylaşacağız. Daha önce belirtildiği gibi Evliya Çelebi’ye göre Ayasofya’nın kubbesinde Hazreti Peygamber’in ağız suyu vardı. Fatih’in fetihten sonra kubbenin ortasında bir zincir sarkıtarak, ucuna altın bir top ilave ettiğini belirtir ve bu mahale Hızır makamı dendiğini bizlerle paylaşır. Bu bilginin yanı sıra seyyahımız iddiasını ispat için bir hikâye de anlatmaktadır. Akşemseddin’in oğlu olan Hamdi Çelebi, Göynük kasabasında bulunduğu sırada kendisinde tuhaf bir unutkanlık hastalığı başlamıştır. İş o noktaya gelmiş ki Hamdi Çelebi kendisine selam verenlere karşılık, elinde daha önceden yazılmış “Aleykümselam” cevabını okuyarak verirmiş. Sonuçta Akşemseddin’in öğretmesiyle Hamdi Çelebi bu makamda yedi sabah namazı kılıp öğretilen duayı okudu, yedişer siyah üzüm yiyerek unutkanlığın hastalığından kurtuldu ve “Yusuf ile Züleyha” telifine başlayarak yedi ayda tamamladı. Evliya Çelebi bu örnekle birlikte birçok kişinin bu makamda derdine deva bulduğundan bahsetmektedir. MSGSÜ TARİH Bir diğer nakil ise Sultan Mustafa’nın defin işlemi ile ilgilidir. Sultan Mustafa’nın güzel özelliklerinden bahsederek onu hayırla yâd eden Evliya Çelebi, sultanın saltanatta yüzünün gülmediği gibi kabrinin bulunmasında da sorun yaşandığını belirtir. Kendisini defn edecek uygun bir yer bulunamadığı için Sultan Mustafa’nın on sekiz saat musalla taşında bekletildiğini yazar. Evliya Çelebi burada doğrudan bahsetmese de dolaylı olarak Sultan III. Mehmed döneminde birçok şehzadenin öldürüldüğünden ve her yeri şehzade mezarlarının kapladığından yakınmaktadır. Bu acı hadiseye halk nezdinde olan tepkinin bir yansıması olarak bakılabilir. Biz konumuza devam edecek olursak bu kabir arayışı seyyahımızın babası Derviş Mehmet Zıllı sabık sultanın Ayasofya’da bulunan yağhane binasına gömülmesi teklifi ile çözüme kavuşmuştur. Bugün vaftizhane olarak bildiğimiz yapı temizlenerek Sultan Mustafa’nın naaşı buraya defnedilmiştir. Seyyahımızın burada hayretle belirttiği bir olay ise yağhanenin temizlenirken duvarların arasından tütün parçalarının çıktığını belirtir ve bunu insanoğlunun tütün denen illeti çok eski zamanlardan beri kullandığının bir delili olarak gösterir. Son olarak Beşiktaş isminin nereden geldiği ile ilgili seyyahımızın rivayetini sizlere aktaracağız. Beşiktaş bölgesine eskiden Rumlar “Kona Petra” derlerdi. Yani” Taş Beşik” manasına gelmektedir. Eski zamanda Yaşka adlı bir rahip bu bölgeye bir kilise yaptırır. Rahip, Kudüs’te Hazreti İsa’nın doğduğu Beytü’l – Lahm bölgesinden, ilk defa yıkandığı taş tekneyi getirterek bu kiliseye koyar. O günden sonra bu bölge Beşiktaş ismi ile anılır. Bu rahip öldükten sonra anılan taş beşiğin Herakloğlu İlya adlı bir kralın bu taş beşiği Ayasofya’ya taşıdığını ve sağ üst katta o dönemde de sergilendiğini yazmaktadır. Müslümanların bu hadiseden ötürü o bölgeyi Beşiktaş ismi ile andıklarını aktarmaktadır. MAYIS 2015 21 Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli Volkan ÇERİBAŞ Genç Osman’ın Cülusu ve İlk Faaliyeti Tarih, yaşayan ilk insanın aldığı ikinci nefesten beri vardır. Böylelikle başlayan süreç yaşayan son insanın vereceği son nefese kadar sürecektir. Bu süreci ortadan iki parçaya ayıran çizgi ise “şu an”dır. “Şu an”ın öncesi “geçmiş” sonrası “gelecek”tir. Süreç bu şekilde işlese de bu sürecin başından sonuna kadar merkezinde olan insandır ve insanın bu sürecin en başında aldığı nefes ile en sonunda vereceği nefes aynıdır. Yani anlatmak istediğimiz kısaca şu ki insanın tarihsel düzlemdeki yeri ve mekanı değişse veya gelişse de insanın hırsı, tamahı, aç gözlülüğü gibi “insanlığın zaafları” başlığı altında toparlayabileceğimiz özellikleri (acziyetleri) tarihin her devrinde aynı olmuştur. Tarihin tekerrürden ibaret olması hikayesi de bu minval üzeredir. Bahsettiğimiz tarihi süreç içerisinde yaşanmış güzelliklerin veya çirkinliklerin üzerimizde bıraktığı duygusal etkiyi durup bir kenara atmalı ve yolumuza bu gerçekliklerden ders alarak devam etmeliyiz. Tarihin bize vermek istediği ve amacı olan tema da budur. Bu yazımızda güttüğümüz amaç da Genç Osman diye bilinen 16. Osmanlı Padişahı II. Osman’ın başına gelen elim olayın yukarıda bahsettiğimiz ve tarihin amacına uygun olan şekliyle irdelenmesi, bugünün siyasal güç odaklarının o dönemin güç odaklarıyla karşılaştırılarak iyi analiz edilmesi ve anlaşılmasıdır. Sultan II. Osman 26 Şubat 1618 günü, henüz 14 yaşında iken tahta çıktı ve bir devlet teamülü olarak Eyüp Sultan Camii’nde kılıç kuşandı. Sultan II. Osman, kanun üzere babası olan I.Ahmet’in vefatından sonra hükümdarlık kendisine ait iken şuuru yerinde olmayan amcası I.Mustafa’yı hükümdar ilan ettiren devlet adamlarına kızgındı. Bu sebeple Sadaret Kaymakamı Gürcü Mehmed Paşa‘yı azletti. Şeyhülislam’ın elinden de müderris ve kadıların tayin işlerini alarak onu yalnızca fetva vermekle vazifelendirdi. Böylelikle II. Osman tahta oturur oturmaz, hem nasıl bir Sultan olacağının sinyallerini veriyor hem de devletin içinde palazlanmış olan padişah dışı güç odaklarına karşı nasıl bir tavır içinde olacağını göstermiş oluyordu. Lehistan Seferi ve Genç Osman - Kapıkulu Çekişmesi Bu dönemde Osmanlı–Lehistan ilişkileri dostane çizgide ilerliyordu ve Dinyester Nehri iki devlet arasında sınır kabul edilmişti. Ayrıca anlaşmaya göre Kırım Hanı Lehistan‘a akın yapmayacak, buna karşılık Lehistan’da Erdel ve Boğdan işlerine karışmayacaktı. Ancak bu anlaşmaya rağmen Kırım Hanı, Lehistan’a yaptığı sınır tecavüzlerinden vazgeçmediği gibi Lehliler de, Kazaklar aracılığıyla Osmanlı sahillerini vuruyorlardı. İlerleyen süreçte Lehistan Boğdan işlerine de müdahale etmiş ve Boğdan‘a tabi olan Hotin Kalesi’ni işgal etmişti. Aslında bakılırsa bu II. Osman için bulunmaz bir fırsattı. O bir an önce kayda değer bir başarı kazanıp rüstünü ispat ederek otoriteyi ve gücü sadece kendi uhdesinde toplamak derdinde idi. Bu bağlamda savaşa bizzat katılmak istedi. Padişah, sefere bizzat gitmeye karar verdiği zaman kardeşi Mehmed’i hükümdar olma çağına gelmesi sebebiyle öldürtmeye karar verdi. Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzade Kemaleddin Efendi‘nin de fetvayı vermesi üzerine Şehzade Mehmed boğduruldu. Şehzade Mehmed, öldürmek için üzerine hücum ettiklerinde: “Osman! Allah’tan dilerim ki benim ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasın” diyerek beddua ile feveran etti. Sefer hazırlıklarını tamamlayan ordu 16 Haziran 1621’de hareket etti. Tuna kıyısına gelindiğinde karşı tarafa köprü kuruldu ve bu köprünün gözetimini padişah bizzat kendisi yaptı. Köprüden yeniçeriler birer birer padişahın önünden geçerken kendilerine yarımşar kuruş bahşiş verildi. II. Osman MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 22 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Islahat Düşüncesi ve Hac Kararı Lehistan Seferi’nde tam bir muvaffakiyet kazanamayan II. Osman bunun en mühim sorumluları olarak elbette askeri görüyordu. Bu itibarla askeri sistemde muhakkak ıslahatın yapılması gerektiğini düşünüyordu. Bu konuda kendisini teşvik edenler ise Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ve hocası Ömer Efendi idi ki bunların padişah üzerinde büyük etkileri vardı. Bu bağlamda bunlar güç dengesinin Yeniçerilerden genç padişaha yani doğal olarak kendilerine geçmesini arzu ediyorlardı. Ancak askerlikten gelmeyen ve işin ehli olmayan bu zatlar henüz küçük yaşta olan II. Osman‘ı yanlış noktalara sevk etmekte idiler. Özellikle Süleyman Ağa Yeniçeri taifesinin topyekün ilga edilmesi ve Anadolu sekbanlarından müteşekkil tam itaat sağlanabilecek bir ordunun meydana getirilmesi için genç padişahı iknaya çalışıyordu. Elbette ki bu düşüncenin altında gücün padişaha doğal olarak da onun en yakınlarına kayması fikri vardı. Böylece “askerler devri “ kapanacak “ağalar saltanatı” başlayacaktı. Genç Osman’ın at üzerinde minyatürü. II. Osman bu şekilde bir nevi asker yoklaması da yapmış oluyordu. Fakat sefer ulufesinin bu şekilde dağıtılışı padişahın cimriliği hakkındaki rivayetlerin çıkmasına sebep oldu. Ayrıca kapıkulu zabitlerine güvensizlik olarak algılanan bu hareket ocağın genç padişaha karşı tavır almasına sebep oldu. Ocak taifesi padişahın bu tavrına karşı ilk tepkilerini savaş meydanında gösterdiler. Savaşın başarıya ulaşması için yapılan son hücumda yeniçeriler savaşmak istemeyerek gayretsizlik gösterdiler. Bu onların bir nevi gücün kimde olduğunu gösterme şekliydi. Yeniçerilerin kasten bu şekilde hareket ettiklerini anlayan padişahın ocakla arası her geçen gün daha da açılıyordu. Yeniçeriler, savaşta kahramanlık gösteren askere padişahın iltifat etmediğini ve az miktarda verdiği bahşişlerle askeri küçük düşürdüğünü ileri sürüyorlardı. Yeniçerilerin bu yaptığını cezasız bırakmak istemeyen padişah bu güç savaşında kılıcını çekmiş bulunarak askeri etkilediğini tespit ettirdiği yüz yeniçerinin başını vurdurdu. Bu durum ocak halkının padişaha daha da kinlenmesinden ve intikam duygularının kabarmasından başka hiçbir işe yaramadı. Yeniçerilerin savaş meydanındaki tutumları padişahın elini kolunu bağlamıştı fakat başarısız bir şekilde geri dönüş de Genç Osman’ın sonu demekti. Bu ahval üzerine Genç Osman gerekirse Hotin Kalesi önünde kışı geçireceğini ama burayı almadan asla dönmeyeceğini büyük bir kararlılıkla harp meclisinde dile getirdi. Alınan bu karar karşısında Lehistan da daha fazla savaşmayı göze alamayarak Hotin Kalesini Osmanlı’ya teslim etti. Tam anlamıyla bir başarı kazanılamamış olsa da Lehlilerin bu hamlesi padişahın düşeceği fena hali bir süre daha geçiştirmiş oluyordu. Böylelikle kapıkulu–padişah çekişmesinin ilk etabı II.Osman‘ın zaferiyle son bulmuş oldu. MSGSÜ TARİH II. Osman bu entrikalar arasında kalmış gayretli ve reformist bir padişahtı. Halefleri gibi sadece orduda değil diğer müesseselerde de reform yapmayı planlıyordu. Harem geleneklerini değiştirerek burayı tasfiye etmeyi ve hanedan erkeklerinin Türk ailelerden nikâhla kız almasına yol açmayı istemekteydi. İlmiye teşkilatlarının siyasi nüfuzunu kırarak bu zümreyi siyasetten uzaklaştırmak emelindeydi. Fatih ve Kanuni devirlerinden kalan eskimiş kanun ve mevzuatın değiştirilerek yerine günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni kanunlar çıkarmak istiyordu. Padişahın bu arzu ve isteklerine Şeyhülislam Esad Efendi’nin başında olduğu ilmiye sınıf çekimser, kapıkulu ocakları ise açıkça muhalifti. Padişah ıslahat hareketlerine çevresinin de etkisiyledoğrudan ocaktan başlamaya karar verdi. Öncelikle ocağın mevcudunu anlamak için yoklama yaptırttı. Mevcudu, maaş defterinde olandan az bularak parayı kesti. Bu durum, mevcut olmayan askerleri var gibi göstererek onların yevmiyelerini alan zabitlerin de memnuniyetsiz askerlerin safına geçmelerine sebep oldu. Ardından padişah yeniçeri taburlarını teftişe tabi tuttu. Bu sırada eksik gördüğü hususlarda subaylarına, birliği önünde ağır sözler sarf etti. Ceza olarak kıdem zamlarını kesti. Bu gelişmeler kapıkulu ocakları ile padişahın arasının iyice açılmasına sebep oldu. Artık II. Osman da Süleyman Ağa ile hocası Ömer Efendi‘nin tesiri altında ocağın lağvedilmesi fikrine tam manasıyla inanmış bulunuyordu. Kapıkulu ocaklarını ilga ederek; yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil, sadece askerlikle uğraşan, padişahın iradesine mutlak itaat gösterecek bir ordu kurmak kararını vermişti. Bu itibarla Halep, Şam, Erzurum ve Mısır beylerbeylerine gizli bir irade göndererek bölgelerinden asker yazdırmalarını istedi. Bu gelişmenin yeniçeriler tarafından duyulması ile mesela daha da vahim bir hal aldı. Artık bombanın pimi çekilmişti ve fitne kazanı fokurdamaya başlıyordu. MAYIS 2015 23 Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli Padişah bu tehlikeli fikirlerinin su yüzüne çıkması üzerine Lübnan’daki asi lider Emir Fahreddin’in üzerine yürümek için bu hazırlıkları yaptığını bildirdi ise de yeniçeri buna ikna olmadı. Bunun üzerine genç padişah ani bir hamleyle hacca gideceğini ilan etti. Kendisinden önce gelen padişahlardan hiçbiri hacca gitmemişti. Fikirlerini faaliyete geçirmek için yaptığı bu hamle padişahın hocası Ömer Efendi ve Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’dan müthiş bir destek gördü. Onlar askerin dize getirilmesi adına genç padişahı uçurumun kenarına sürüklüyorlardı. Bu durumdan askerler elbette hoşnut değildi ve padişahın ne amaçla bu kararı aldığının da farkındaydılar. Şimdi sahne sırası askerlere geçmişti ne yapıp edip padişahı payitahtta tutmak ve durum o raddeye gelirse de padişahı tahttan indirmek niyetindeydiler. Zira aksi takdirde bu asker için felaket demekti. İsyan Hareketi Başlıyor: “Padişahlara hac lazım değildir!” Lehistan seferi sırasında ortaya çıkan padişah– kapıkulu gerilimi, sefer dönüşü padişahın aldığı bir dizi kararlar neticesinde iki taraf arasında kapanması pek de mümkün olmayan geniş bir uçuruma sebep oldu. Yukarı da bahsettiğimiz bu sürecin son halkası ise padişahın hac kararı alması oldu. Yeniçeriler bu durumdan memnun olmadıklarını kendilerine özgü üsluplarıyla göstermeye kararlı idiler. Yeniçeri ve sipahi ileri gelenleri padişahın hac kararı üzerine toplanarak; “Padişahın Hicaz‘a gitmesi mutlak olarak bizden yüz çevirmesi dolayısıyladır. Başka türlü değildir. Düşman tehlikesi varken hükümdarın makamından ayrılması hatadır. Bundan vazgeçmelidir ” diyerek söz birliği yaptılar. Padişahın otağını Üsküdar’a geçirmeye başlaması üzerine askerin hareketi de başlamış oldu. Süleymaniye’de toplanan yeniçeriler, At Meydanı denen Ayasofya ile Sultanahmed camileri arasındaki alana geldiler. Toplanan yeniçeriler, “Padişahlara hac lazım değildir!” diye bağırmaya başladılar. Daha sonra padişahı bu işe teşvik edenleri cezalandırmak için önce Sultan Osman’ın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmaladılar ardından Sadrazam Dilaver Paşa’nın konağına gittiler. Sadrazam konağında olmadığı için muhafızlar yeniçerilere ateş açtılar. Silahsız yeniçerilerin bazılarının ölmesi üzerine iş tamamen çığırından çıktı. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Genç padişah haberleri akşama doğru duyunca olayın vahametini kavradı. Ulemadan birkaçını saraya çağırarak yeniçerilerin ne istediklerini sordu. Onlar da “Kul taifesi, padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi ve Darüssaade Ağasının vazifeden alınarak saraydan uzaklaştırılmasını istiyorlar” cevabını verdi. Sultan da “Varın söylen Kâbe’ye gitmekten vazgeçtim. Fakat hoca ile ağayı görevden azletmek istemem” dedi. Sultan Osman fikrinden vazgeçmiş değildi ve durumun yatışmasını bekliyordu. Akşam vakti olunca isyancılar meseleyi ertesi güne bıraktılar. Ertesi gün yapılan müzakereler sonucu aralarında Ağa ve Hoca’nın da olduğu yeniçerileri sevmeyen altı kişinin kellesini istediler. Sultan Osman istekleri duyunca “Onlar başsız askerdir. Tiz dağılır!” diyerek olayın vahametini kavrayamadı. Kendisine bu haberi getiren ulemayı da hapsettirdi. Bunun üzerine Saray dışında ulemadan haber bekleyen askerin işin uzaması üzerine taşkınlıkları arttı. Daha fazla dayanamayarak sarayın dış kapısından binlerce isyancı içeri girmeye başladı. Hiçbir mukavemetle karşılaşmayan askerler ikinci kapıyı da geçip üçüncü avluya geldiler. Askerler üçüncü avluya girdiklerinde saray adeta boş gibiydi. Herkes bir tarafa saklanmış ve korku içindeydi. Karşılarında kimseyi bulamayan yeniçeriler işi daha da ileri götürüp padişahtan ayak divanı istediler. II. Osman Han bunu kabul etmedi. Bunun üzerine iyice sinirlenen isyancılar “Sultan Mustafa’yı isteriz!” diye bağırmaya başladılar. Artık isyanın şekli değişmiş ve Sultan Osman’ın tahttan indirilmesi yoluna gidilmişti. Askerler Sultan Mustafa’nı kaldığı daireye dalarak onu çıkarıp biat ettiler. İşte o an Sultan Osman iş işten geçtiğini anlamıştı. Bunun üzerine Sadrazam Dilaver Paşa ve Darüssaade Ağasını isyancıların yanına gönderdi. Bunları gören asiler oracıkta ikisini de paramparça ettiler. Genç sultan bu şekilde asileri yatıştırmayı düşünmüştü fakat isyan artık durdurulamaz boyuta gelmişti. Akli melekelerini kaybetmiş olan Sultan Mustafa’yı odasından kaçırıp biat eden askerler daha sonra onu bir hasta arabasıyla Bayezid’deki Eski Saray’a götürdüler. Şimdi ise tek ilgilendikleri Sultan Osman’dan alacakları intikamdı. Genç Osman son ana kadar mukavemet fikrinden vazgeçmemişti. Sarayburnu’ndan gemiyle Mudanya’ya gitmek, Bursa’da taht kurup asilerin hakkından gelmek niyetindeydi. Fakat asiler tüm deniz vasıtalarına el koymuştu. Başka bir çaresi olmadığının farkına varan Sultan Osman yeniçeri ocağına sığınmaya karar verdi. Artık yapacağı pek de bir şey kalmamıştı ve biraz “vicdan” umut ediyordu. Sultan Osman Yeniçeri Ağası Ali Ağa ile ihtilali nasıl söndürecekleri hakkında konuştuktan sonra bir takım vaatleri askerlere bildirdiler. Fakat asker “Nasıl padişah olduğunu bilirsiniz. Bu defa maazallah ocağımızı söndürüp, intikam alsa gerektir ” diyerek Genç Osman’ın son umudunu da kırmış oluyordu. 24 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Acı Son : “Oldu Şehit Osman” İsyancılar ellerine düşen sultanı Ağa Kapısı’ndan alıp Orta Cami’ye götürdüler. Yolda bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na tarih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yapıldı. Altıncıoğlu namında biri padişahın baldırını sıkıp, hayâsızca padişahı taciz edince Sultan Osman “Behey edepsiz mel’un! Padişahınız değil miyim? Nedir bu ettiğiniz cefa” diyerek bu çirkinlikten yakındı. Orta cami’ye getirilen Sultan Osman’ın sonu müphemdi. İsyancılar şimdi Sultan Osman’a ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Yeniçeriler sultanın öldürülmesiyle halkın ayaklanabileceğini düşünerek kafes hayatına alınmasını istiyordu. Ancak gücünü akli melekelerini kaybetmiş şuursuz bir padişahın acziyetinden alan ve yerini sağlam tutmak isteyen yeni Sadrazam Davud Paşa onun yaşamasında tehlike görüp öldürülmesini istiyordu. Sultan Osman bu tartışmalar sırasında şöyle dedi “Sipahi ağalarım, yeniçeri ihtiyarları babalarım. Gençlik belasıyla fena nasihatlere kulak verdim! Niçin beni böyle tahkir ediyorsunuz? Keşke getirirken tüfek kuşunu ile vursaydınız! Beni artık istemiyor musunuz? ” Bunun üzerine bir ses yükseldi “Seni istemeyüz. Ancak katline de rızamız yoktur.” Davut paşa yeniçerilerin bu tutumundan hiç de hoşnut değildi ve Genç Osman’ı öldürmeye niyetliydi. Sultan Mustafa tahta oturduktan sonra asker dağıldı. Bunun üzerine en güvendiği adam olan Kalender Uğrusu (Çocuk Hırsızı) denen zabite Sultan Osman’ı Yedikule ‘ye götürmesini ve MSGSÜ TARİH yanına sekiz cellat almasını emretti. Yedikule’ye getirilen sultan sonun geldiğini biliyordu ama sonuna kadar mücadele etmek istedi. Cellatların hücumlarına son ana kadar karşı koydu. Cellatlar kementden başkaca bir silah da kullanmak istemiyorlardı. Çünkü hanedandan olanın kanı akıtılmazdı. Fakat arkasından gelen bir cellad son çare baltası ile omzuna vurarak Sultan Osman’ı fena şekilde yaraladı. Bu durumu fırsat bilen cebecibaşı, kemendi padişahın boynuna geçirdi ve yere düşürdü. Bu sırada Kalender Uğrusu, Genç Osman‘ın husyelerini sıkarak şehit etti. (20 Mayıs 1622) “Oldu şehit Osman” bu kahredici olayın tarihi olarak düşüldü. Ey dil ciğerler doldı hûn Derdim bir iken oldu on Kan ağladı ehl-i fünûn Şah-ı cihana kıydılar Sonuç Genç Osman’ın bu şekilde bir darbe ile ve bu denli bir zulüm ile öldürülmesi tarihimizin en elim olaylarından biridir. Osmanlı tarihinde katledilen ilk padişah Sultan Osman oldu ama bu bir son olmadı. Bundan sonraki devirler için bu acıklı olay kötü bir emsal oldu ve yeni katilerin yolunu açtı. Bu tarihten sonra Osmanlı’nın çalışmayan kurumlarını ıslah yoluna gitmek isteyen tüm yenilikçi padişahlar çeşmenin başını tutmuş olan statükocu dönem güçleri tarafından ya altlarındaki tahttan ya da omuzlarının üstündeki baştan olmuşlardır. MAYIS 2015 25 OSMANLI ŞİİRİ ve MUHİBBÎ Şule BÜLBÜL Osmanlı edebiyatı bildiğimiz üzere edebiyat tarihimiz içerisinde ayrı bir yere sahiptir. Edebiyat otoriteleri Osmanlı entelektüel hayatından övgüyle söz eder. Padişahların şiirle, sanatla ve sanatçıyla müthiş bir bütünlük içerisinde olduğu kaynaklarda sıkça belirtilen bir konudur. Osmanlı edebiyatına ve şiirine dair hiç bir şey bilmesek dahi sadece yirmi altı Osmanlı padişahının şair olduğunu düşünürsek bu bile son derece değerli bir edebiyat hayatı ile karşılaşacağımızın habercisidir. Elbette böyle önemli bir dönemi burada ayrıntılı bir şekilde incelemek mümkün değil. Şiirlere teknik bir bakış ile yaklaşmak da daha çok edebiyatçıların alanı olduğu için bu şekilde de bir hadsizlik yapmak istemem. Burada çok daha genel hatlarıyla Osmanlı döneminde şiirden söz edip ve padişah şairlerden olan Muhibbî mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman’ın şiirine genel manada kısaca değinmeye çalışacağız. Osmanlı edebiyatı denildiğinde zihnimizde ilk olarak, ‘’soyut, anlaşılmaz, halktan uzak, dili ağır’’ şeklinde düşünceler canlanabilir. Zira yıllarca ders kitaplarında bu şekilde anlatıldı. Sadece ders kitaplarıyla yetinen öğrencilerin zihninde bir ön yargı oluşması da çok doğaldır. Bir edebi metin, döneminin sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtır. Dolayısıyla metni ve sanatçıyı asla toplumundan ayrı düşünemeyiz. Osmanlı dönemi de gerek sanatçıya verilen değer, gerekse şiirle iç içe sürdürülen bir hayat olarak bu düşüncemizi destekleyecek örnekler sunar. Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, IV. Murad dönemleri edebi zevk ve entelektüel hayat bakımından incelenmesi gereken dönemlerden sadece bir kaçıdır. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Son yıllarda eski edebiyata dair yapılan tez çalışmaları artmış bulunmakta fakat Osmanlı edebi metinlerinden istifade konusunda henüz çok ciddi bir ilerleme olduğu kabul edilmiyor. Bu çalışmaların azlığının çeşitli sebepleri olduğu belirtiliyor. Metot yetersizliği, edebi dilin kendine has yapısı vs. bu alanın yeterince ele alınmamasına sebep olmuş. Bir de şöyle bir konu var ki benim de oldukça haklı bulduğum bir gerekçedir bu. Ülkemizde –henüz üniversite seviyesinde bile sağlayamadığımız- disiplinler arası çalışmaların eksikliği... Ne yazık ki tarih bölümlerinde edebiyat okunmuyor, edebiyat bölümlerinde ise tarih, sosyolojii gibi dersler okutulmuyor ya da çok az sayıda ders bulunuyor. Maalesef bu durum da disiplinlerarası birikime dayanan ciddi araştırmaların eksikliğine sebep oluyor. Umarız elimizdeki hazinenin farkına varabiliriz. Osmanlı padişahlarının yirmi altısının şair olduğunu belirtmiştik. Şöyle diyor İskender Pala ‘’Onlar şair olurlardı, çünkü sözü şiir biçiminde söylemek nesir söylemekten evla idi. Onlar şair olurlardı, çünkü doğu medeniyetinin hükümdarları kılıç kadar söz ile birbirlerine üstün gelmek isterlerdi. Onlar şair olurlardı, çünkü çevrelerindeki insanların çoğu şair idiler ve onların kaç kırat söz söylediklerini böylece anlamış olurlardı. Onlar şair olurlardı, çünkü şehzadeliklerinde şiir eğitimi alırlardı. Onlar şair olurlardı, çünkü meclislerinin ser-hoş eden, mest eden içkisi şiir idi. Onlar şair olurlardı, çünkü şairleri himaye etmek onlara Hz. Peygamber sünneti olarak kalmıştı. Ve nihayet onlar şair olurlardı, çünkü onlar aşık olur, üzülür, sever ve ya ağlarken şiire sığınmayı severlerdi. Onlar şair olurlardı çünkü herkes gibi insan idiler...’’ 26 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Sultan Süleyman da onlardan biriydi. Ve pek çok alanda olduğu gibi söz sanatlarında ve şiirde de ustaydı. Şair sultanlar arasında ihtişamlıydı. ‘’Muhibbî’’ mahlası; seven, aşık, sevgi düşkünü, sevgiye yönelik anlamlarını ifade eder. Onun yanı sıra ‘’Muhib(seven)’’ ‘’Meftûnî(tutkun)’’ mahlaslarıyla da şiirler yazmıştır. Devrinde şairlerin itibarı artmıştır. İyi bir şair duyunca onu himaye etmek istediği ve iltifatını esirgemediği kaynaklarda belirtilir. Çağdaşı tarihçi Selaniki’nin anlattığına göre şair Baki hakkında ‘’Ömrümün üç yerinden çok hazzetmişimdir; bunlardan biri de Bakî gibi bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir!’’ buyurmuştur. Coşkun bir lirizm ile şiirlerini yazmış ve âşıkane şiirlerinde kendine has bir üslup oluşturmuştur. Kendisini Allah’ın kulu ve sevgilisinin kölesi olarak görür, ona göre mısralar oluşturur. Sevgili karşısında boyun eğen yumuşak mizaca sahip. Sevgiliye ulaşmak isterken tasavvufun mecaz dünyasından da sıklıkla faydalanır. Bir hükümdar olmakla birlikte hükümdarlığının gelip geçiciliğin de farkındadır. Divanında bunu sık sık tekrar eder. Genel olarak Muhibbi’nin devrine göre sade bir şiir yazdığı, sanat kaygısından uzak, kolay söylenmiş hissi bırakan şiirleri olduğu ve kendisinin de dediği gibi ‘söz mülkünün sultanlarından biri’ olduğu ifade ediliyor. Kanuni dönemi klasik şiirimizin önemli bir çağı kabul edilir. Zâtî, Fuzûlî, Hayâli, Yahya Bey, Baki vs. gibi ünlü ve ismi bilinenler yanında, bu dönemde yüzlerce divan şairi yetişmiştir. Muhibbi Divanı ilk kez Adile Sultan tarafından bastırılmıştır. (İstanbul 1308 h.) Divanın çeşitli kütüphanelerde pek çok nüshası mevcuttur. Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunan kopya ile İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki nüsha bilhassa önemlidir. Şimdi Muhibbi’nin bir kaç farklı şiirinden bölümler örnekler okuyalım. MURABBA I Tâlib-i gülden âlem içre nasibüm hârdur İnlerem bülbül gibi can u dilüm bimârdur Ta’n-ı düşmen bir yana cevr-i yârdur Kankı birin diyeyüm bin dürlü derdüm vardur (Şu dünyada gülü arzuladım ama nasibime diken düştü. Şimdi bülbül gibi bu inlememin sebebi,canımın ve gönlümün o gül için aşk hastası olmasıdır. Rakiplerimin kötü sözleri bir yanda, sevgilinin eziyetleri öte yanda... Hangisini söyleyeyim ki; (bu aşk yüzünden) bin türlü derdim vardır... MURABBA IX Etsen tamâ’ sen mâla ger Hiç kimse demez sana er Terk eder ol gün cân u ser Olsun kılıçlar bî-gılâf (Eğer cenk esnasında ganimet malına tamah edersen bu erlik değildir. Er, o zorlu günde canı ve başının kaygısına düşmeyendir. İşte o erlik için kılıçlar kınından çıksın!...) X Giysin demirden pîrehen Merdaneye oldur kefen Budur sözüm ayruk dimen Olsun kılıçlar bî-gılaf (Demir gömlekler (zırhlar) giyilsin, ki yiğit olanın kefeni işte odur. İşte sözümü söyledim, kimse üstüne bir şey demesin: ‘’Kılıçlar kınından çıksın!...’’) MUHAMMES I Dostlar var müşkülüm kılmadı hiç bir kimse hâl Ânın içün eşk-i çeşmüm görünür mânend-i sel Bir gedâyım ol şehün vaslı degül bana muhal Top-ı âhumdan benüm bir taşına gelmez halel Kal’a-i derd ü firâkun ne aceb bünyâdı var (Dostlar!... Hiç kimsenin vaziyet edemediği, içinden çıkamadığım bir müşkülüm var. Gözümün yaşı işte bu yüzden sele dönmüştür. Ben bir dilenciyim, o ise sultan... Ona kavuşmaksa olmayacak bir hayal... Şu dert ve ayrılık hisarı ne acayip ve güçlü bir yapıdır ki benim ahlarımın gülleleri bir tek taşına bile tesir etmiyor. (Şair ah eylediği vakit ağzından çıkan dumanın yumak gibi gidişini bir top güllesine benzetiyor.) Ayrıca, Kanuni’nin öğüt verici mahiyetindeki gazellerinden birinin matla’ı halen ata sözü gibi kullanılmaktadır: Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 27 MACERAPEREST AFANASİY Büşra GÜLER Toplumların siyasi tarihleri, yaşadıkları coğrafyaları, kültürleri ve medeniyetleri hakkında bilgi edinmek için birçok kaynaktan yararlanılmaktadır. Bunlardan birisi de seyahatnamelerdir. Seyahatnameler sosyal tarih, kültür ve medeniyet ile tarihi coğrafya açsından önemli kaynaklardan biridir. Bu yazılar, bazen yazıldığı döneme ışık tutan nadir kaynaklardan birisi olma özelliğini bile taşır. En çekici olanları ise yüzyıllar önce yazılmış olan seyahatnamelerdir. Bizleri o yüzyıllara götürüp yeni yerlerle ve toplumlarla tanıştırırlar. Seyahatnameleri yazan bu gezginlerden bazıları ya haber ulaştırmak için ya da çevre hakkında rapor tutmak için yola koyulmuştur. Bunların haricinde maceraperestliklerine engel olamayıp yola koyulanlar da olmuştur. Bu kişiler ise gördüklerini kaydederken kaygı ve çekinme gütmemişlerdir. Rahat bir şekilde gördükleri şeylerden bahsedip fikirlerini kaydetmişlerdir. Bunları zevk alarak okumanın en güzel tarafı da yazdıkları şeyleri kaygı gütmeden apaçık bir şekilde ifade etmiş olmalarıdır. İşte bunlardan birisi de Afanasiy Nikitin’in “Üç Deniz Ötesine Seyahati”dir. Afanasiy Heykeli-Tver Seyahatname notları ilk kez 1817 yılında Türk-Tatar asıllı Nikolay Mihayloviç Karamzin tarafından Troitse Sergiyev Manastırı arşivinde bulunmuştur. Önemli bir kaynak oluşu sebebiyle diğer dillere de çevirisi yapılmıştır. MSGSÜ TARİH Afanasiy’in 1955’te Hruşçev döneminde, Tver şehrinin İtil Irmağı kıyısına bronz heykeli dikilmiştir. Bir başka gelişmede seyahatnamenin beyaz perdeye aktarılmış olmasıdır. Afanasiy’in neler yaşadığına gelin kısaca hep beraber bir göz atalım. XV. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın Tver Knezliğinden yola çıkarak Hazar Denizi, Hint Denizi ve Karadeniz coğrafyalarına seyahat eden Afanasiy, yaşamının kısa bir bölümünü o dönemde Hindistan’da hüküm süren Behmen Türk Sultanlığında geçirmiştir. Bu seyahatiyle birlikte Türk Dünyası’nda seyahat eden ilk ve tek Rus gezgini olma özelliğini taşımaktadır. Yazdığı notlarda Türkçe kelimelerde kullanmıştır. Seyahatini her ne kadar ticari amaçları için gerçekleştirmiş olsa da; o dönem ki Rusların seyahatnameden de anlaşılacağı üzere pek fazla dışarıya açık olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu durum ise bize Afanasiy’in maceraperest birisi olduğunu göstermektedir. Tacir gezginin bu yolculuğunu ticari ve iktisadi yönden tek kelimeyle değerlendirecek olursak, büyük bir hüsran diyebiliriz. Yolculuğu sırasında neredeyse başına gelmeyen kalmamıştır. Türk-Tatarlarının saldırısına uğramış olması, mallarının yağmalanması, seyahat ettiği gemilerin parçalanmış ya da karaya oturmuş olması, tutsak edilmesi, kendi dini ile Müslümanlık arasında sıkışıp kalması gibi pek çok sorunla karşılaşmıştır. Kısacası onun için kazançlı bir yolculuk olmamıştır. Müslümanlığı kabul edip etmediği, bu konuda yazdıklarının çelişkili olması sebebiyle anlaşılmamaktadır. Hint şehirlerinin bazılarından bahsederken o şehirlerde yaşayan halkın tuhaf olduğundan ve beyaz insanlara garip bir şekilde bakıldığından bahsetmiştir. Farklılığın her zaman ilgi çekici olduğuna burada da rastlamaktayız. Ayrıca fillerin askeri amaçla o coğrafya da kullanıldığına da değinmiştir. Dönüşü sırasında ise Tebriz’e uğradığında Otlukbeli Savaşı’nın izlerinin hala devam ettiğini verdiği bilgilerden anlamaktayız. Son olarak Kırım’a geçmek için elinde kalan iki altınını kullanmış ve ancak üçüncü denemesinde Kırım’a geçtiğini kaydetmiştir. Afanasiy Nikitin, XV. Yüzyıl Türk Dünyası hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Yazdıklarından anlaşılacağı üzere Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Kırım Hanlığı, Akkoyunlu Devleti, Timurlu Devleti, Behmen Türk Sultanlığı ve Osmanlı Devleti topraklarına seyahat etmiştir. Kısa olmasına rağmen erken dönem Rus edebiyatının önemli eserleri arasında yerini almaktadır. Ayrıca Türk tarihi açısından önemli olup, okurken sıkılmayacağınız macera dolu bir seyahatnamedir. MAYIS 2015 28 GEÇMİŞİN BAKİYESİ SEYAHATNAMENİN İÇİNDEN (RUS RESSAMLARIN ÇİZDİĞİ DÜŞÜNÜLEN BAZI RESİMLER) Afanasiy’in yola çıkmadan önce vedalaşmasını gösteren resim. Gemi yolculuğu sırasında Tatarlar tarafından saldırıya uğraması. Seyahatnamesinde bahsettiği Hindistan’da ki pazar yeri. Hindistan’da olduğu sırada konakladığı yerlerden biri. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 29 Tesadüfi Keşif: Max von Oppenheim ve Tell Halaf Müge TOPAL Batılıların Doğu’daki arkeolojik keşifler yapmaya dair ilgisi Napolyon’un Mısır seferiyle (1798-1801) başladı. Arkeolojiye duydukları ilgi giderek arttı; Kuzey Afrika, Mısır ve Mezopotamya’nın Batılılarca işgal edilmesinden sonra 19. yüzyıl boyunca uygulama alanı da buldu. Max von Oppenheim entelektüel eğilimin ve merakın Doğu’ya yöneldiği bir dönemde, 1860 yılında Köln’de Albert Oppenheim ve Pauline Engels’in ilk çocukları olarak doğdu. Albert Oppenheim’ın ailesi aslında Yahudi’ydi fakat o, Pauline Engels ile evlenebilmek için din değiştirerek Katolik olmuştu. Max, babası tutkulu bir koleksiyoner olduğundan küçüklüğünden beri sanatla iç içe yaşadı. Babası, onun da aile mesleği olan bankerliğe başlamasını istiyordu ama Max’ın istekleri daha başkaydı. O, Doğu kültürünün büyüsüne kapılmıştı. Anılarında yazdığına göre Doğu medeniyetlerine ilgisinin başlamasına sebep olan olay küçüklüğünde ona 1001 Gece Masalları’nın hediye edilmesiydi. 1880’li yıllara gelindiğinde genç Max von Oppenheim’in babasının isteği üzerine üniversitede hukuk bölümünü bitirdiğini diğer yandan ise Arapça öğrenerek ve Doğu sanatına ait nesneler toplamaya başlayarak Doğu’ya duyduğu ilgiyi perçinlediğini görüyoruz. Gerekli sınavları başarıyla geçip 1891’de yargıç yardımcısı olduktan sonra doğu seyahatlerine başladı. Günümüzde Lübnan, Suriye, Mısır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan yerleri gezdi. 1892 yılının yedi ayını geçirdiği Kahire’de diğer Batılı gezginlerin yapmadığını yapıp Avrupa tarzı yaşamın sürdüğü otelinden çıktı ve çoğunluğunu yerli halkın oluşturduğu bir mahalleye taşındı. Burada Arapça ve İslam üzerine çalışmalar yaptıktan sonra 1893-1894 yılarını Suriye Çölü’nü, Mezopotamya’yı ve Basra’yı dolaşarak geçirdi. Bu seyahatlerinin masrafını ailesi karşılıyordu. Bu geziler sırasında kendinden önceki Avrupalı seyyahların gitmediği yerlere gidiyor; onların yapmadığı biçimde Bedevilerle yakın temas kuruyor ve onların mütevazı yaşamlarına ortak oluyordu. Bu yıllarda emperyalizmden ve sömürgeci devletlerden kurtulmak isteyen Müslüman topluluklar ile yakınlaştı. Panislamizm konusunda II. Abdülhamid’le 1895’te yaptığı görüşmeden sonra Mısır’daki İngilizlerin dikkatini çekti. Arap kıyafetleri içerisinde. Politika ve diplomasiye ilgi duyan Max von Oppenheim, bu alanda çalışmak için Alman Dışişleri Bakanlığı’na başvurmuş fakat baba tarafından Yahudi kökeni bulunması nedeniyle reddedilmişti. Ancak 1896 yılında yüksek mevkilerdekilerle bağları olan arkadaşlarını araya sokarak Kahire’deki Alman Konsolosluğu’nda ataşelik görevine tayin edildi. Ne var ki bu görevin uzun süre sürmesi beklenemezdi ayrıca von Oppenheim’in istediği kadar yüksek bir diplomatik statüsü yoktu. Sonraki on üç yıl boyunca evi olacak Kahire’ye 1896 Haziran’ında ulaştı. Burada net bir görevinin de olmaması sebebiyle gelen özgürlüğün keyfini sürdü. Berlin’deki üstlerine bölgedeki izlenimlerinden oluşan raporlar -toplamı 500 kadar- yolladı. Bu dönemde, Alman Bankası (Deutsche Bank) için Berlin- Bağdat demiryoluna belirlenecek rota üzerine tavsiyeler vermek amacıyla Halep ve Dımaşk üzerinden Kuzey Mezopotamya gezisi yaptı. Bu gezi esnasında bölgedeki yerlilerin bazı ürkütücü taşlar bulduklarına dair anlattıklarından da faydalanarak 19 Kasım 1899’da Tell Halaf ’da kumların altına gömülmüş olan heykelleri buldu. Sadece üç gün içinde “Oturan Tanrıça” adıyla bilinen heykel de dâhil olmak üzere birkaç kayda değer parça kumların altından çıkartılmıştı. Bu test kazısı sonucunda Batı Sarayı denen kısım da bulunmuştu fakat kazı yapmak için yasal bir izinleri bulunmadığından Oppenheim buluntuları gömdürüp yoluna devam etti. Oppenheim kazı alanında ki şahsi çadırında. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 30 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Alman Bankası demiryoluna rota belirleme konusundaki çalışmalarından tatmin olmayınca von Oppenheim’i danışmanlık görevinden azletti. Kahire’de ateşe olarak çalışmaya devam eden von Oppenheim, Tell Halaf ’taki kazılarla daha fazla ilgilenebilmek için bu görevi 1910 yılında bıraktı. Bu görevi yaklaşık on dört yıl boyunca sürdürmüş ve Bedevilere gösterdiği yakınlık yüzünden İngilizler ve Fransızlar tarafından pan-İslamist düşünceleri yayarak yerel halkı isyana teşvik etmekle suçlanmıştı. Tell Halaf ’ta Kazılar Başlıyor 1910 yılının Ağustos ayında von Oppenheim’ın eline dönemin ünlü arkeologlarından Erns Herzfeld’ın yazdığı bir mektup ulaştı. Mektupta Herzfeld, von Oppenheim’a Tell Halaf ’da kazılara başlamasını teklif ediyordu. Herzfeld’in mektubuna saygıdeğer iki arkeolog olan Theodor Noldeke ve Ignaz Goldziher’in de olumlu cevap vermesiyle Tell Halaf kazılarının çekirdek ekibi kurulmuş oldu. Bu gelişmelerin sağladığı güvenceyle von Oppenheim ise ataşelik görevinden istifa etti ve kazılara başlamak için babasından finansal destek istedi. Beş kişilik arkeolog ekibi kazılara 5 Ağustos 1911’de başlanmasını planladılar. Gerekli araç ve gereçler von Oppenheim’in babası tarafından satın alındı ve kazı alanına getirildi. Buharlı trenin de dâhil olduğu ekipmanlar yaklaşık 750.000 Mark’ mal olmuştu. Kazı için yerli halktan aralarında çocukların da olduğu erkek, kadın beş yüz elliye varan gündelikçi tutulmuştu. Arkeologlar, kazıya başladıklarında bazı buluntuların halk tarafından toprak altından çıkarıldığını; insanların batıl inanışları yüzünden ve ya inşaat malzemesi elde etmek amacıyla buluntuları tahrip ettiklerini gördüler. Çeşitli bölgelerden ve değişik yaş gruplarından yaklaşık 500 yerli ona yardımcı oldu. Sonunda, daha önceden keşfettikleri fakat izinleri olmadığı için buluntuların üzerini kapattıkları Batı Sarayı günışığına çıktı. Hayvan ve insan figürleri, kabartmalar, taştan heykeller büyüleyiciydi. Kuzey doğu kanadında ise şehrin duvarları, geçitler, mezarlıklar ve ibadet odası ortaya çıktı. Keşfin neredeyse her aşamasını fotoğrafçılar detaylı şekilde belgeledi. 1913 yılında ki kazılardan. Oppenheim ve beraberindekilerin bulduğu kalıntılar Geç Bronz Çağı ve Demir Çağı’nda varlığını sürdüren Arami topluluğuna aitti. Batı Sarayı ise M.Ö. 1000’l i yıllarda yaşamış bir Arami prensine aitti. Aramilerin devleti günümüzde Türkiye’nin güneybastısı, Suriye’nin kuzeydoğusu, Irak’ın kuzeyi ve İran’ın kuzeybatısında bulunan bölgeydi. Kazıların iki yıl süren ilk aşamasının sonlarına doğru Oppenheim bir süreliğine Almanya’ya dönme kararı vermesinden önce Djebelet el-Beda’ki rölyefleri keşfetti. Buluntuları zarar görmeyecek şekilde paketleyip kendisinin ve kazı ekibinin kaldığı binaya yerleştirdikten sonra Almanya’ya dönmek için hazırdı. Fakat I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ona engel oldu. Dışişleri Bakanlığı, Doğu konusunda uzman olan Oppenheim’dan bakanlıktakilerin savunduğu pek çok farklı fikirler hakkında bir inceleme yapmasını istedi. Fikirleri inceleyen Oppenheim, 1914’ün sonbaharında “Düşmanlarımızın Elindeki İslami Bölgeleri Ayaklandırma Bildirisi” ni yayınladı. Bu bildiride İngiliz ve Fransızlara karşı Padişah’ın dünyadaki tüm Müslümanları cihada çağırmasının Almanlar açısından gerekli olduğunu savunmuştu. Gerekli propagandayı yapabilmek için Berlin’de Doğu İstihbarat Ofisi (Nachrichtenstelle für den Orient) kuruldu ve başına Oppenheim getirildi. V. Mehmed’in 1914’te cihat çağrısı yapmasından sonraki yılı İstanbul’da geçiren Oppenheim, buradaki Alman Başkonsolosluğu himayesinde propaganda çalışmalarına başladı. Prens Faysal’ı Alman tarafına çekmek için yaptığı görüşmelerde başarısız oldu ama Arap isyanı çıkartma çabaları başarıya ulaştı. Berlin’e 1917’de dönen Oppenheim, kazı sonuçlarını yayımlamak üzere çalışmaya başladı. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 31 Tesadüfi Keşif: Max von Oppenheim ve Tell Halaf I.Dünya Savaşı’ndan Sonra Devam Eden Tell Halaf Kazıları Büyük Savaş’ın bitmesinden sonra –Almanya, henüz Milletler Cemiyeti’ne üyesi olmadığından- Oppenheim’in kazılara devam etmesinin bir yolu kalmamış gibi görünüyordu. Çalışmalarına 1922’de Berlin’de kurduğu Şarkiyat Araştırma Enstitüsü’nde devam etti. Servetinin büyük kısmını 1923’teki enflasyon sonucu kaybedince arkadaşlarının ve ailesini mali desteğini almak zorunda kaldı. Almanya’nın 1926’da Milletler Cemiyeti’ne katılmasından bir yıl sonra Oppenheim, yeni kazılar yapmak için bir kez daha Tell Halaf ’a gitti. Taştan eserleri, top atışları ve yerliler tarafından tahrip edilmiş olarak buldu. Oppenheim, ilk kazı sırasında buluntuların alçı kalıbını aldığından heykellerdeki ve kabartmalı duvar bloklarındaki hasarların çoğunu giderebildi. Fransız manda yönetimiyle yaptığı anlaşma sonunda buluntuların kendi payına düşe kısmını –yaklaşık olarak tüm buluntuların üçte ikisi- Berlin’e nakletti. Buluntuların diğer kısmı ise Halep’e götürüldü ve Oppenheim burada, 1931’de Ulusal Müze adını alacak bir müzenin çekirdeğini kurdu. Nazilerin Yükselişi ve II. Dünya Savaşı’na Kadarki Sürede Oppenheim ve Tell Halaf ’daki Çalışmalar Nazilerin 1933 yılından itibaren güç kazanması Oppenheim için potansiyel bir tehlike haline gelse de – babasının Hristiyanlığı seçmeden önce Musevi olması nedeniyle- o, Dışişleri Bakanlığı’ndaki arkadaşlarının ve ekonomi dünyasının desteğini kazandığından bu tehlikenin doğurabileceği sonuçlarla fazla ilgilenmiyordu. Bilim dünyasındaki eski dostları sayesinde akademik çalışmalarına devam etse de bazen dönemin havasına uygun açıklamalar yaptı. Tarihçi Sean McMeekin’e göre Nazi liderlerinin önünde yaptığı bir konuşmada heykelleri Ari ırk kültürüne ait olduğunu söyleyip hükümetten destek almayı bile başarmıştı. 1929’da kurduğu Max-von-Oppeheim Vakfı’yla ölümünden sonra da keşifleri üzerinde çalışmalar yapılmasını garantilemiş oldu. Oppenheim, Berlin’deki meşhur Pergamon Müzesi’yle buluntuları sergilemek istedi fakat maddi konularda anlaşamadıkları için 1930’da özel “Tell Halaf Müzesi”ni kurdu. Yaklaşık üç bin yaşındaki birkaç tonluk taş heykellerin sergilendiği müze kurulduğu yılda Irak Kralı Faysal, İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett, İngiliz romancı Agatha Christie gibi dönemin ünlü isimleri tarafından ziyaret edildi. Oppenheim ve Oturan Tanrıça Heykeli-Tell Halaf Müzesi 1930 1939 yılında artık 78 yaşında yaşlı bir adam olan Oppenheim Doğu’ya son bir gezi yaptı. Gezi hakkında çok az şey bilinse de esas Oppenheim’in amacının izni bitmeden önce kazılara devam etmek olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat Fransız yetkililer izin yenileme talebini reddedince Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Kazı iznini yeniletemeyen ve yaklaşık iki milyon Mark kadar borca batmış olan Oppenheim için durum giderek ciddileşiyordu. Buluntuların bir kısmını New York’da satmaya çalıştı; bu görüşme sonuç vermeyince de Alman hükümetine aynı teklifi sundu. Tell Halaf Müzesi-Berlin MSGSÜ TARİH Pazarlıklar devam ederken 1943 yılının Kasım ayında İngilizlerin attığı fosfor bombalarından birisi Oppenheim’in müzesine isabet etti. Fosfor bombalarının yarattığı 900 Celsius derecelik cehennemde devasa bazalt heykeller binlerce parçaya ayrıldı. Yangın söndürülmeye çalışırken taşlar ani ısı değişikliğinden dolayı termal şoka uğradı. Kalıntılara Berlin’deki Ön Asya Müzesi (Vorderasiatisches Museum) sahip çıkana kadar aylarca kış soğuğu ve yaz sıcağı parçalara zarar verdi. MAYIS 2015 32 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Bombardımandan arta kalan yaklaşık 27,000 parçanın bazıları bir insanın başparmağından bile daha küçüktü. Restore edilemeyeceği düşünülen parçalar uzun yıllar boyunca bodrumda muhafaza edildi. Aynı yıl gerçekleşen başka bir hava saldırısında düşen bombalar Oppenheim’in Berlin’deki evini ve buradaki kitaplarıyla koleksiyonunu yok etti. Bu olaydan sonra Dresden’e taşınan Oppenheim burada 1945’te bir hava saldırısı daha atlattı fakat malvarlığının tamamını kaybetmişti. Oppenheim, 15 Kasım 1946’da Landshut’ta öldü. Alman Araştırma Topluluğu ve Oppenheim Bankası gibi kuruluşların maddi desteği sayesinde yenileme çalışmaları 2001’de başladı. Dört kişiden oluşan ekip restorasyonun ilk aşamasında 27,000 parçayı 600 metrekarelik bir alana yaydı. 2010’a kadar süren çalışmalarda 30dan fazla heykel bir araya getirildi. Bazı kırık parçaların boyutu çok küçük olduğundan onları birleştirmek ekibe tam bir sinir harbi yaşatıyordu. Restorasyon süresinde Oppenheim’in kazılarda çektiği fotoğraflar onların en büyük yardımcıları oldu. Restorasyonun ana sponsoru olan Oppenheim Bankası 2009’da iflas etse de çalışmalar devam etti. Yenileme çalışmaları tamamlandıktan sonra Tell Halaf buluntuları Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde (2011) ve Bonn’daki Bundeskunsthalle’de (2014) sergilendi. Louvre ve British Museum da bu olağanüstü parçaları sergilemek istediklerini belirttiler fakat küratör Lutz Martin “zeminlerinin bu kadar ağır nesneleri taşıyıp taşımayacağına” karar vermeleri gerektiğini açıkladı. Tell Halaf Müzesinin 1943’de ki bombalamadan sonraki hali. Tell Halaf Buluntuları Restore Ediliyor Tell Halaf ’ın oldukça hasar görmüş buluntularından arda kalanlar Soğuk Savaşı ve daha sonraki yılları yer altındaki bir depoda geçirdi. Almanya’nın birleşmesinden sonra Max von Oppenheim Vakfı harabe olan eserleri ödünç olarak Prusya Vakfı’na verdi. 1999’da Dışişleri Bakanlığı, Alman Araştırma Topluluğu ve özellikle Oppenheim Bankası gibi bir kaç kuruluştan gelen Tell Halaf ’ın Batı Sarayı’nı restore etme teklifi Berlin’deki Müze Adası’nın ( Berlin’deki Spree Nehri üzerindeki küçük bir adada bulunan, 1 kilometrekarelik alanı kaplayan müzeler kompleksine verilen ad ) yöneticileri tarafından kabul edildi. Restorasyon çalışmaları. MSGSÜ TARİH 27,000 parçaya ayrılmış eserler 9 yıl süren ve son dönemlerin en büyük ve en pahalı restorasyon çalışmasıyla birleştirilmiş oldu. Tell Halaf buluntularının heyecan verici macerası böylece günümüze ulaştı. MAYIS 2015 33 Tarih(rüya) Tabirlerine Girizgâh Samet GÜREN Nereden geldiğimiz, nereye gideceğimizi belirlemek için ilk bilinmesi gereken şeydir. Maalesef kimsenin haberi, merakı/tecessüsü yok, bir şeyin devamı olduğunu bilmek yeterli, bu şey nedir, ne değildir? Erbab-ı cumhuriyetin maalesef umurunda değil. – batıyı etkilediği oranda umurunda- İbn Sina, Mevlana, Farabi, Harezmî, Fuzuli, Taşköprülü-zade vd. ilim adamları hakkında malumat, bir Alman veya Fransız vatandaşıyla eşdeğer seviyede, ilginçtir kendi geçmişi söz konusu olunca kedi gibi miyavlayan, ama batının yazdığı tarih ile mest olan bir güruhla karşı karşıyayız. Bu durumda kendi aklımızla düşünmek yerine, düşündürtülüyoruz. Türkiye’de kavramlar çorbaya dönmüş durumda. Kullanılan kelimeler ile ifade edilmek istenilen anlam arasında adeta uçurum var. Kullanılan kelimelerin anlamları bilinmiyor veya bilindiğinden çok farklı anlamlara geliyor kelime, kendi çapında okur–yazar bir insanda olması gereken kavramsal donanım maalesef güzel okullardan mezun kimselerde bile mevcut değil. Bu sebeble ortaya sağlıklı bir iddia/düşünce çıkartılamıyor. Neyi niçin yaptığını bilen, yaşama felsefesi olan bir geçmişten kopmamak için öncelikle, her insanın yapması gereken şey kendi dilini en iyi şekilde bilmektir. Atalarının şanlı zaferlerini diline pelesenk edenler, atalarının ne düşündüğünden habersiz, yazdığı yazıyı okuyamaz halde, hatta kendi yazdığı yazı ile bile ilişkisi sıkıntılı, son yaşanan Kırım olayı geçmişi es geçmeyenler için şaşırtıcı olmasa gerek, aynı oyun daha önce de sergilendi, sadece perde farkı olmuş olabilir. MSGSÜ TARİH İsrail-Mısır mücadelesi sırasında İsrail hava güçlerinin Yavuz’un Mısır’ı feth ederken kullandığı taktiği kullanması boşuna değildir. Bizim için esas önemli olan bunun İsrailli bir yetkiliye hatırlatılması üzerine verilen cevap “Yavuz’un taktiğini kullandık, Mısırlılar tarih bilmez”. İbn Haldun‘un “suyun suya benzediği gibi, geçmiş geleceğe benzer“ sözü çağları aşa aşa gelip konuyor zarif bir kuş edasıyla gözümüzün önüne. Herkes tarih konusunda ucuz allamelik peşinde ama gözünün önünde cereyan eden hadiselerin geçmişinden habersiz, köşe yazarlarının en çok atıp tuttukları konu, kahve sohbetlerinin baş aktörü, hele siyasetle uğraşanların diline doladığıdır tarih-din ile tababet de tarihin yanında yer alır. -ama malumattan uzak tekdüze lakırtılar. Bu yapılanlar ergeç birkaç kavramaya yol açsa da çok kere önyargıya tutsak ederek güdükleştiriyor tarihi. 20. Yy. içinde Türkiye’de dünyaya seslenen bir bilim projesi, dünyaya seslenebilen âlim çıktı mı? Türkiye’de 20. Yy. da yapılan en güzel şey Yeşilçam oldu bizce en özgün ve düzgün işlerin yer aldığı ve bizim kendi kendimizi aynada görmemize yardımcı olan bir sürü ölümsüz sanatçı. İlmin, ilm adamının, ırkı olmaz. Koyunun, keçinin, kedinin ırkı olur. Kendimize güvenerek –bu güveni sağlayacak ilmi geçmişe sahibiz- kendi sorunlarımıza ilmin ışığında cevablar vermeye gayret etmeliyiz, ilm insanlığın ortak malıdır, batısıdoğusu-hindi-çini olmaz. Bir yerde duracağız– o yer insan olmalı ve kendimizi tanımayı öncelemeliyiz– ve dünyanın ilmi birikimine kucak açarak zenginleşeceğiz. Bu mezkûr zenginleşme için önümüzdeki en büyük engel yirmi dört saatlik günde yirmi dört saat okuma yapamamaktır. Şunu unutmamalıyız, Emeksiz ilim olmaz, çok çalışmalı ve sabırlı davranmalıyız, Birilerinin dayatmalarına maruz kalmamak için düşünmeliyiz. Taşköprülü-zade “Düşünmek yola çıkmaktır.” diyeli yıllar oldu ama kadim eskimeyendir. Büyük rüyalar görmeye çalışın çünkü sizler büyük insanlarsınız. MAYIS 2015 34 Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten Günümüze Kalanlar-1 Alaattin Cem ÖZDEMİR Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını bilirsiniz. Kudüs’te olan küçük bir tepedir Zeytindağı. Oraya çıktığınız zaman Kudüs ayaklarınızın altındadır. Güzel bir tarih cümbüşüyle karşılaşırsınız sonra. Ama ne tarih cümbüşü! Silüetler görürsünüz, olaylar, halklar... Yanında Mısır’dan çıkarttığı İsrail halkıyla Hz. Musa’yı görürsünüz, çarmıha giden yolda acı çeken Hz. İsa’yı, Romalılar’ın alkışlarını, miraca yükselen Hz. Peygamber’i, Ömer ile gelen Arapları, Selahattin’in maiyetindeki Kürtleri, Haçlılar’ın Hristiyanlar’ını, yıllarca bölgeye bakan Osmanlılar’ı, daha söyleyemediğim nice isimi... Kudüs, veya diğer adlarıyla Yeruşelayim (Yahudiler için.), Jerusalem (Hristiyanlar için.), günümüzde sur içerisindeki tarihi Eski Şehir, ki buradan günümüze kalanlar tarihin hemen her çağından bize maddi kültür kalıntıları bırakmıştır, bir de surun dışında kalan yakın tarihin siyasi çatışmalarıyla şekillenmiş Yeni Şehir olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Anlatmaya öncelikle Eski Şehir’den başlamak istiyorum. Kudüs’ün bu bölümü İsrail’in ve Filistin’in tümünden daha başka bir havaya sahip. Sosyal açıdan oldukça kozmopolit bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilmekte mümkün. Eski Şehir’in sosyal hayatına kuş bakışı baktığımızda bölgenin kültürel açıdan dörde bölündüğünü görmekteyiz. Yahudiler’in mahallesi, Müslümanlar’ın mahallesi, Ermeniler’in mahallesi ve Hristiyanlar’ın mahallesi. Yahudiler’in mahallesinde özellikle Shabbat günüyse , geniş ailesiyle yürüyen bir hassidimle karşılaşabilmek mümkündür. MSGSÜ TARİH Zeytindağından bir bakış. Ermeniler’in mahallesi, leziz Anadolu yemeklerini tadabileceğiniz güzel lokantalara sahip bir bölgedir. Hristiyanlar’ın mahallesi, daha sonradan bahsedeceğim Via Dolorosa (Acı Yolu) ve Kutsal Mezar Kilisesi’ne ev sahipliği yapan bölgedir. Burada ilgimi çeken ise şu oldu. Austirae Mariae adlı bir otel-müze karışımı yerde oldukça Masonik betimlemelerle karşılaştım. Oteldeki yer kaplamalarının damalı yüzeylerden oluşmasını buna örnek olarak gösterebilmem mümkün.Müslümanlar’ın mahallesinin ise Kubbetü’s Sahra ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Harem el Şerif bölgesine yakın yerlerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu mahalleden geçtiğinizde dükkanlarda Ümmü Gülsüm şarkılarının çaldığını duyabilirsiniz. Bu mahalle ayrımı, bölgelere setler çekerek oluşturulan ayrı yerleşim birimleri değil. Sadece tarihi ibadethanelerin bulunduğu bölgelere göre yoğunlaşan farklı dinlere mensup kişilerin oluşturduğu kültürel ayrımlardan ibaret bir durum. Fakat Eski Şehir, küçük ve birbiriyle iç içe geçmiş sokaklara sahip olduğundan dolayı, Ermeniler’in yoğun olduğu bölgede bir hassidimle, Yahudiler’in yoğun olduğu bölgede ise Etiyopyalı bir papazla karşılaşmak mümkündür. Bu ayrı kültürlerin ortak buluşma noktası ise Eski Şehir’in içerisindeki çarşıdır. Burada bir Arap ile Yahudi’nin komşu dükkanlar işlettiğini, hatta Yahudi patronların Arap çalışanlarını görmek bile mümkün. Eski Şehir içerisindeki sosyal yaşamı biraz da olsa anlatabildiğimi düşünüyorum. O yüzden biraz da Eski Şehir’in tarih cümbüşünün maddi kalıntılara yansımasına geçebiliriz. MAYIS 2015 35 Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten Günümüze Kalanlar-1 Tarihi kalıntıları anlatmaya öncelikle yazının başında belirttiğim Zeytindağı’ndan başlamak önemli. Nedir Zeytindağı’nı manzarasından ziyade önemli yapan diye bir soru sorulursa cevabım, tepeden aşağı doğru çok büyük basamaklı bir merdiven görünümünü andıran mezarlıklardır, olacaktır. Mezarlıkların hikayesi ilgimi çok çektiğinden ötürü değinmeden geçemeyeceğim. Kutsal inanca göre, kıyamet sonrasında kabrinden uyanacak ilk insanlar bu mezarlarda yatan insanlar olacaktır. Bu sebeple buradaki mezarlar dünyanın en pahalı mezarlarıdır ve hala kullanılmaktadırlar. Zeytindağı’ndan aşağı doğru baktığınızda ilk başta Yahudi mezarlıkları vardır. Daha sonra Hristiyan mezarlıkları gelir, ki Yahudilerin tarihinde mühim bir yere sahip olan Oscar Schindler’in mezarı da buradadır, surların diplerine geldiğimizde ise Müslüman mezarları ile karşılaşırız. Eski Şehir’in dışında kalan bu bölge büyük bir alanı kapsar ve Eski Şehir’in surlarına kadar gider. Kutsal Mezarlar Şehrin içerisine girmeden surlardan bahsetmekte önemli. Görünüş itibariyle oldukça sağlam bir şekilde ayakta kalan surlar, Müslümanlar’ın bölgeye kattığı önemli eserlerden birisidir. Surlara içeriden baktığımızda ise önleri yer yer palmiye ağaçları, selvi ağaçları ile süslenmiştir. Via Dolorasa ‘yı gösteren bir tabela Sekizinci istasyonu geçmeniz artık yolun sonuna yaklaştığınız anlamına gelir. Yolun sonunda ise Kutsal Mezar Kilisesi karşımıza çıkmaktadır. Burası da Hristiyanlarca Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu yer olarak kabul edilen kilisedir. Kilisenin ayrıntılarından bahsetmeden evevl siHz. İsa’nın mezarının bulunduğu yer olarak kabul edilen kilisedir. Kilisenin ayrıntılarından bahsetmeden evvel ileride de sık sık örneklerini vereceğim tarihsel içiçeliğe dair birkaç şeyden bahsetmek istiyorum. Buna ilk olarak Kutsal Mezar Kilisesi’nin hemen yanında bulunan Hz.Ömer Camii’dir. Burası Kutsal Mezar Kilisesi ile dipdibedir. İkinci örnek ise Osmanlı’nın bölgeye yaptığı doğrudan bir müdahaledir. Bahsettiğim Kutsal Mezar Kilisesi’ne açılan dört kapı vardır. Bu dört kapı da dört ayrı Hristiyan mezhebinin kiliselerinden açılır. Kıptilere, Ortodokslara, Katoliklere ve Etiyopyalılara (Habeşistanlılar) ait olanlardır bahsettiğim kiliseler ve bu kiliselerden açılan kapıların anahtarları ise bu adet başladığından beri Osmanlı tarafından verilen anahtarları alan ailededir. Habeşliler’in kilisesinde en çok ilgimi çeken şu oldu, kilisenin hemen yanında bulunan, sadece bir yatak sığabilecek kulübelerde yaşıyorlar. Surların ardından karşımıza yukarıda bahsettiğim tarihi Kudüs çarşısı ve çeşitli yerlere çıkan sokaklar çıkmaktadır. Sokak demişken; size öncelikle Via Dolorosa’dan bahsetmek istiyorum. Yürüyerek 5-8 dakika arası bitirebileceğiniz bu yol, aslında Hz. İsa için bu kadar çabuk bitmeyen, onu çarmıha getiren yoldur. Acı yolunda dikkatinizi ilk çekecek şey, Hz. İsa’nın bu yolda ilerlerken neler yaşadığının betimlendiği istasyonlardır. Daha da açık hale getirmek gerekirse; III. İstasyon olarak görülen bölge Hz. İsa’nın, çarmıhı sırtında taşırken üç defa yere düştüğü yerdir. Bu yolda giderken omuzlarında büyük haçlar taşıyarak ilahiler söylerek giden Hristiyan grupları da görebilirsiniz. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Etiyopyalı rahipler 36 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Kiliseden içeri girdiğimizde de buna benzer bir düzenle karşılaşmaktayız. Ayrı mezhepler ayrı anıt mezarlara sahip durumda. Kilise içerisinde Hz. İsa’nın mezarı, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğinde kanının aktığı altında duran kaya ve çarmıhtan indirildikten sonra üzerine konulduğu taş gibi kutsal emanetlerin dışında, gene tarihsel eser olarak sayabileceğimiz Roma’dan kalan sütunlar, daha sonradan yapılan mozaiklerde içiçe geçmiş durumda bize tarih cümbüşünü bu kilisenin içerisinde de göstermektedir. Bu kiliseye Pazar günü gittiğinizde çan seslerine, karşıdaki Hz. Ömer Camii’den okunan ezanların eşlik ettiğini duyabilirsiniz. Bundan sonraki durakta size bir tane daha peygamber mezarından bahsetmek istiyorum. Bu mezarlık bütün dinler için kutsal olsa da Yahudiler için anlamı oldukça büyük. Hz. Davud’un mezarı. Buraya gitmek için evvelin de Sion Kapısı’ndan geçmek gereklidir. Hz. Meryem’in mezarının da burada bir kilise de olduğu da Hristiyanların inancın da yer alır. Buradan sonra altın rengi, elinde arpını tutan bir Hz. Davud heykeliyle karşılaşırsınız. Ardından da onun mezarının bulunduğu küçük yapı. Mezarın hemen yanında iki mermere 10 emir kazınmıştır. Daha sonra yapıya girersiniz. Yapının içerisinde dikkatimi çeken önemli iki mesele oldu, birincisi içeriye girerken saçların erkekler tarafından kipayla veyahutta herhangi bir şapkayla örtülmesi, ikincisi ise mezarlığın haremlik ve selamlık olarak ayrılmış olması. Ortadan geçen ince bir set bu ayrımı yapmaya yaramış durumda. Mezarın başındaysa Tevrat okuyup dua eden Yahudiler hiçbir zaman eksik olmaz. Yazının bu bölümünde ise son olarak Ağlama Duvarı ve ona giden yolda her adımda nasıl farklı çağlarla karşılaştığımı anlatmak istiyorum. Hz. Davud’un mezarından sonra Ağlama Duvarı’na doğru inen yolu takip ederken gözüme ilk olarak muazzam şekilde dizilmiş sütunlar beni karşıladı. Burası Roma döneminde çarşı olarak kullanılan bir yol ve o sütunlarda ondan kalan olarak karşımızda duruyor. Antik kentlerin genellikle günümüz şehirlerinden uzak yerlerde olduğunu görüyoruz. (Küçük köyler dışında.) Fakat burası da tıpkı günümüz Roma’sı gibi antik kentle içiçe bir yapıya kavuşmuş. MSGSÜ TARİH Davut Heykeli Romalılar’ın çarşısından sonra Yahudiler’in Birinci Tapınak döneminden kalan büyük bir harabe artık Ağlama Duvarı’na yaklaşıldığının bir tabelası işlevini görmektedir. Yahudiler’in Birinci Tapınak dönemi M.Ö. 10 yüzyıldan Kral Hz. Süleyman’ın bu tapınağı yaptırmasından, Babil Kralı Nebukadnezar’ın 586’da bu tapınağı tahrip etmesine kadar olan dönemdir. Ağlama Duvarı denilen büyük taş duvar, Harem el Şerif ’in, yani Kubbetü’s Sahra ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu tepenin, hemen alt sütunlarından birisini oluşturur. Burası Hz. Süleyman’dan kalan bir yapı olduğu için Yahudiler açısından en kutsal yerlerden birisidir. Tapınağın ana yeri de Harem el Şerif ’tir. Bu tarihsel süreç, günümüzde siyasi krizlerin ve komplo teorilerinin üretilmesine de yol açmaktadır. Ağlama Duvarı’nın önündeki büyük avluya baktığınızda muazzam bir kalabalıkla karşılaşmak mümkün. Çünkü burası Kudüs’te en çok turist çeken bölgedir diyebiliriz. Duvara yaklaştığınızda ellerini duvara koyup dua eden turistlerle veya önünde sallanarak Tevrat okuyan hassidimlerle karşılaşırsınız. MAYIS 2015 37 MSGSÜ Tarih Bölümünün 1-3 Mayıs tarihleri arasında düzenlediği Çanakkakle Gezisi hakkında düşünceler Assos Antik Kenti Çanakkale Zaferinin 100. yılı dolayısıyla Tarih Bölümünün yapmış olduğu bu gezi oldukça eğlenceli geçti. Tabiki bunun oluşmasında geziye katılan herkesin payı var. Ancak en büyük pay sahibi olan, gerek bu gezinin planlanmasında ortaya koyduğu kararlılık gerekse de gezi sırasında bir arada olmamızı sağlayan Sn. Prof. Dr. Abdulvahap Kara’ya tarih dördüncü sınıf öğrencileri olarak teşşekkkürlerimzi sunuyoruz. Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. Bundan tam 100 yıl önce, Çanakkale’de bir savaş, bir zafer, bir diriliş, bir uyanış vardı. Binlerce yiğidimiz, gencimiz vatan uğruna canlarını feda etti. “Çanakkale geçilemez”di, geçilemedi ve vatan yeniden can buldu. Bugün bizler, Çanakkale’ye şehitlerin akıttığı kanlar hürmetine ayrı bir önem veriyoruz. Bu şehrin havası, suyu, taşı, toprağı bizlere adeta o günleri anlatıyor. Çanakkale’de çiçekler vatan aşkıyla açıyor, ağaçlar şehitlerimiz anısına yeşeriyor, kuşlar savaşı anlatırcasına ötüyor, deniz serin dalgalarıyla o günü fısıldıyor. Ve rüzgâr; “Ecdadını yâd et, unutma” dercesine naif bir şekilde esiyor. Çanakkale gezisi boyunca bizi, pek çok anıt, abide, mezarlık karşılar. Bunların her birinin ayrı bir büyüsü varmışçasına farklı bir manevi duygu kaplar insanın içini. Bir burukluk sarar yüreğini... Savaşın hikâyesini dinleye dursun kulağın, şöyle bir bakarsın etrafına ve o günü gözlerinin önüne getirmeye çalışırsın. İste o an tüylerin diken diken olur. Bir kez daha anlarsın vatanın kıymetini, ataların sevgisini, toprakların kutsallığını. Ve sıra gelir, bu vatan için canını feda edan, dönmeyi aklından biran olsun dahi düşünmeyen şehitlerimiz için dua vaktine. Gözler kapanır, eller semaya açılır, Fatihalar okunur. Şehitlerimizin ruhu şâd olsun... Oğul Eke SEYHUN MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 38 Gece karanlığında geçen uzun bir yolculuğun ardından Gelibolu’ya ulaştık. Otobüsten indiğimizde ise gün yeni yeni doğmaya başlamıştı. Buraların engin mavisi ve yeşili havayı olduğu kadar içimizi de aydınlatmaya başladı. Havanın tamamen aydınlanmasının ardından ise yeşil bir tepe önümüzde aniden duruverdi. Ayakta karşıladı bütün yolcuları ve bir şeyler der gibiydi. Sonra tepenin üzerinde bulunan bir yazı ilişti gözümüze. Şunlar yazıyordu üzerinde: “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir.” Evet, bir zamanlar şehitlerimizin kanlarıyla sulanan bu koca tepe, nerede olduğumuzu, nasıl davranmamız gerektiğini hatırlatmak istemişti. Ve öyle heybetli duruyordu ki bunu sonsuza dek hatırlatacağından şüphemiz yok. Büyük dedelerimizin vatan uğrana canlarını verdiği bu güzel topraklara gitmekten onur duyduk. Hepsini saygıyla anıyoruz… Berkay Yekta ÖZER Kilitbahir “Bir devrin battığı yer” Nice destanlar yazılan, ağıtlar yakılan… Mehmetlerin, Seyitlerin şehri; Bulutların gözyaşı, toprakların hüzün yüklü olduğu o şehir: Çanakkale. Çanakkale kendisini görmeye gelen her insanda değişik hisler uyandıracak kadar güçlü bir şehir, belki bir set, belki bir kale. Çanakkale’ye ilk ziyaretim küçük yaşlarda olmuştu. Etrafımdakileri sadece “görmek”le yetindiğim, attığım adımların yorgunluk olduğunu sandığım yaşlarda. Şimdi ise tarih bölümü öğrencisi olarak ve sınıf arkadaşlarımla beraber ziyaret ettiğim Çanakkale’de bambaşka şeyler gördüm. İlk ziyaretlerimdeki heyecan yerini artık pişmanlık, suçluluk, yetersizlik ve hissedilen acının sahiciliğine bırakmıştı. Anladım ki bu şehir her yaşta görülmeli. Görülmeli ki insan, hayatının her döneminde değişen hislerini burada gerçek duygularıyla harmanlayabilsin. Gelibolu yarımadasının başka bir dünya olduğunu görebilsin. Gezimize başlarken bastığımız yerlerin bir toprak parçası olmadığı şuuruyla hareket etmemiz gerektiğini biliyorduk. Gittiğimiz her şehitliğin ayrı bir hikâyesi olduğunu, akan her gözyaşının en saf haliyle aktığını biliyorduk. Soluduğumuz havanın ölüm, şehadet, hüzün, özlem, ayrılık koktuğunu biliyorduk. Hissedebilmek için ise bir annenin gözlerine bakmak yeterliydi zaten... Sembolik mezar taşları üzerindeki gencecik yaşlar, dönüp bir defa daha kendimizi sorgulamak için çok en büyük sebep örneğiydi. Çanakkale; şükrün, minnetin, vefanın şehriydi. Bizler ise samimi bir şekilde duamızı edip oradaki maneviyatı kendi ellerimizle bozmaz ve o kutsal ruhun bilinciyle hareket eder isek belki bir nebze borcumuz ödeyebiliriz. Umudum bu şehre lâyık gençler olabilmek yönünde. Ve umarım herkes hayatında en az bir kere Çanakkale’yi ziyaret eder. Bu özel ziyaretimizde gerek gezi öncesi gerekse gezi esnasında bizlerden desteğini esirgemeyen, her zaman yardımcı olan, öncülük eden değerli hocamız Prof. Abdulvahap Kara’ya ve emeği geçen tüm arkadaşlarımıza sonsuz teşekkürler. Şule BÜLBÜL MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Çanakkale gezisi fotolarımıza şu adresten ulaşabilirsiniz. Cantrassos 39 SON UMUT (THE WATER DIVINER) Aybike İlay CEYLAN Çanakkale Savaşı’nın 100. yıl anısına gün geçmiyor ki yeni bir film, sergi, vs. görmeyelim. Bunların bir kısmı son derece başarılı iken daha büyük bir kısmı ise kaliteli bir yapıt ortaya çıkarmaktan ziyade sadece savaşı anma amacı taşımaktan öteye gidemiyorlar. Russell Crowe’un Son Umut’u ise bana göre başarılılar arasında yerini aldı. Ridley Scott, Michael Mann ve Darren Aronofsky gibi önemli yönetmenler ile çalışmış, Gladyatör filmindeki rolü ile Akademi, Akıl Oyunları’nda dahi bir matematikçiyi canlandırdığı rolüyle ise Altın Küre ve BAFTA Ödüllerini kazanmış olan Yeni Zelanda doğumlu Crowe, şimdi de hem yönettiği hem de başrolünde oynadığı Son Umut filmiyle karşımızda. Avustralyalı bir çiftçi olan Connor (Russel Crowe), Gelibolu’ya savaşa giden üç oğlunun ardından yaşadığı acıya dayanamayıp intihar eden karısının ölümünden sonra oğullarını aramak için Türkiye’ye gelir. Kendini farklı bir dünyanın içinde bulan Connor, burada Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Ayşe (Olga Kurylenko)’nin yardımı ile umudunu kaybetmeden ölü ya da diri şekilde bulacağı oğullarını arar. Hisleri ile kurak arazide kuyu suyu bulma kabiliyeti olan Connor, oğullarının toprağın altında yattığı yeri de aynı şekilde hisleri ile bulurken biz de onların savaşına ortak oluyoruz ve objektif bir şekilde perdeye yansıtılmış savaşı tüm acımasızlığıyla izliyoruz. Filmin kötü karakterinin savaşın ta kendisi olduğu hikayede, özellikle gece vakti savaşa ara verildiğinde savaş meydanında yatan yaralıların acı dolu iniltilerinin yankılandığı an filmin en anlamlı ve etkileyici sahnesi. İşgal altında olan ülkenin o dönemki ruhunun dışarıdan bir gözle bakılmış olmasına rağmen gayet gerçekçi ve önyargısız bir şekilde yansıtılmasında senaristler Andrew Knight ve Andrew Anastasios başarılı bir iş ortaya çıkarmışlar. Milli mücadele filmin akışına güzel bir şekilde yedirilmiş. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 Filmin etkileyici yanlarından olan mistik, büyülü bir atmosfere sahip görselliği, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde de çalışmış Akademi ödüllü görüntü yönetmeni Andrew Lesnie’nin elinden çıkmış. Oyuncu kadrosunda filmdeki Binbaşı Hasan rolü ile en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Avustralya Akademi Ödülü’nü kazanan Yılmaz Erdoğan’ın yanı sıra, Hollywood’un son dönemde yükselen isimlerinden biri olan Jai Courtney’de yer alıyor. Türk askerlerinden biri olan Cem Yılmaz ise Hey Onbeşli türküsünü söylediği kısım dışında filmde pek etkili bir yer edemiyor. Çanakkale Savaşı’nı Son Umut gibi gerçekçi bir şekilde ele alan kısaca bahsetmek istediğim bir diğer Avustralya yapımı ise mart ayında Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı anısına yayınlanan Les Carlyon’un kitabından uyarlama 7 bölümlük mini dizi Gelibolu (Gallipoli). Çanakkale Savaşı’na giden gençlerin yaşadıklarını izlediğimiz ve başrolünde Kodi Smit-McPhee’nin yer aldığı, Mustafa Kemal Atatürk’ü ise Türk oyuncu Yalın Özüçelik’in canlandırdığı dizi kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Bu ay yayınlanacak, Çanakkale Savaşı ile ilgili bir başka dizi ise Deadline Gallipoli adlı yine bir Avustralya yapımı olan mini dizi. Avatar filmi ile dünyaca tanınan Sam Worthington, Hannibal’da harikalar yaratan Hugh Dancy, Game of Thrones’un sert mizaçlı Tywin Lannister’ı Charles Dance ve Fringe’den tanıdığımız Anna Torv gibi ünlü oyuncuların yer aldığı yapımda savaşa Gelibolu’da tanıklık eden Avustralyalı gazeteciler Charles Bean, Ellis Ashmead-Bartlett, Phillip Schuler’nin gözünden, 1915 yılında yaşanılanlar anlatılacak. Oyuncu olarak kendini kanıtlamış olan Russell Crowe’un yönetmenlik kariyerinde daha çok yol kat etmesi gerek, ancak başlangıç olarak gayet iyi bir iş ortaya çıkardığını söylemek gerek. Dikkat çekmek gereken nokta ise Crowe’un ilk yönetmenlik denemesi için Çanakkale Savaşı ve onun ardından yaşanılan zorlukları tarafsız bir bakış açısı ile anlatmayı tercih etmiş olması. Her ne kadar sonu biraz hava da kalmış olsa da Son Umut, tarihimizle ilgili böyle önemli bir olayı gayet düzgün ele almış olması dolayısıyla izlenmeli. 40 BULMACA 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 EclipseCrossword.com -SORULAR1-Konya’da Türkiye Selçuklu döneminden kalma ünlü medrese. 2-Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki son topraklarını da yitirdiği antlaşmanın adı. 3-1921’de doğmuş, Anadolu’nun birçok yerinde çeşitli kazılar yapmış ayrıca Hititçe metinlerin okunmasına da katkıda bulunmuş ünlü kadın arkeologumuz. 4-Roma İmparatoru Caligula’nın konsül yaptığı iddia edilen atının adı. 5-Uygur Türkleri tarafından 11. yy’a doğru Çin’de dokunan çok ince kalite ipek duvar halılarına verilen ad. 6-Hayvan masallarıyla(fabl) ünlü eski Yunanlı yazar. 7-M.Ö. 11. ve 12. yüzyıllar arasında Doğu ve Güneydoğu Anadoluda yaşamış, Yakındoğu tarihinde ve kültüründe önemli bir rol oynamış halk. 8-Yunanlı tarihçi Ksenephon’un Onbinlerin Dönüşü’nü konu alan ünlü yapıtı. 9-Ad kavmi hükümdarı Şeddad tarafından cennete benzetilerek yaptırılan efsanevi bahçe. 10-7 Mayıs 1915’te bir Alman denizaltısı tarafından batırılan ve ABD’nin I. Dünya savaşına girmesine neden olan İngiliz yolcu gemisi. 11-Divan edebiyatında mesnevi türünün son büyük temsilcilerinden 17. yy Osmanlı şairi. 12-Tiryaki Hasan Paşa’nın Avusturya ordularına karşı kahramanca savunduğu kale. 13-1517’de yapılan ve Mısır’ın Osmanlı toprakları arasına katılmasını sağlayan savaş. 14-13. yy’da Anadolu’da çıkan büyük bir ayaklanmaya önderlik eden ünlü Türkmen derviş. 15-On iki hayvanlı eski Türk takviminde timsah yılına verilen isim. MSGSÜ TARİH MAYIS 2015 41 Geçmişin Altın Çağ Yanılgısı Mehmet ÜNAL Birey yaşantısı boyunca daima geçmişe özlem duymuştur. Tabii olarak bu durum toplumlar içinde böyleydi. Nasıl ki günümüz insanları geçmişin her zaman daha ihtişamlı olduğunu düşünüyorsa, geçmişteki insanlarda, çok daha geçmişin mükemmeliyetine inanmıştı. Antik Yunan dünyasında bile geçmişte daha ihtişamlı bir medeniyetin varlığına inanılmıştır. Yani bilinebilen en eski bayramlarda bile “Nerede o eski bayramlar?” denilmiştir. Günümüz toplumları da kendilerinden önce yaşanmış zamanların huzuruna ve bereketine inanırlar. Fakat bu durum hiçte düşünüldüğü gibi değildir. Uzaylıların yaptığı piramitler, kayıp kıtalar, antik uzay teknolojileri gibi safsataları bir kenara bırakıp bilimsel bir metotla incelediğimiz zaman bunun bir yanılgıdan ibaret olduğunu görürüz. Yani bugün elimizde antik uzaylılar veya kayıp kıtalar hakkında herhangi bir kanıt yoktur. Şu şartlar altında tüm bunlar fantastik dünyanın ürünleridir. İnsan ilk aleti ürettiğinden beri emeğiyle kendine daha iyi yaşama koşulları oluşturma çabası içerisine girmiştir. Her kuşakta daha büyüyen birikim sayesinde daha karmaşık ve işlevi aletler üreten insan yaşama koşullarını geliştirirken bugün de içinde yaşadığımız toplumun ve onun kurumlarının temelini atmıştır. Zaman içerisinde üretim imkânları geliştiyse ve verim arttıysa “Nerede benim bolluk çağım?” demeye hakkınız var. Lakin o işler tam da öyle değil. Sanayi devrimiyle insanın üretim kapasitesi tarihte hiç olmadığı bir oranda arttı fakat peşi sıra gelen bolluk ve huzur değil kıtlık ve savaş oldu. Sebebi ise üretim esnasında geniş kitlelerin emeği kullanılırken hem üretim araçlarının hem de üretilen ürünlerin mülkiyet hakkının dar bir grubun elinde olması ve bu grubun üretimi insanların ihtiyaçlarını gidermek için değil kendi kârları için finanse etmesidir. Yani eğer mülk sahibi kâr etmeyecekse insanlar kıtlık çekerken ürünlerin depolarda çürümesinde hiç bir mahsur yoktur. Dolayısıyla primitivistlerin iddia ettiği gibi içinde bulunduğumuz kıtlığın, savaşların ve çevre kirliliğinin sebebi medeniyetin kendisi değil onun üzerine çullanmış ve eyerlerini eline geçirmiş mösyö burjuvazidir. Sonuç olarak insanlığı iki asırdır esir etmiş bu karanlığın perdesini geriye doğru değil, ancak ileri doğru aralayabiliriz. Görüş, öneri ve düşüncelerinizi lütfen bizlere iletin. Geçmişin Bakiyesi