Sayı 38 Aralık 2011 - ATAUM
Transkript
Sayı 38 Aralık 2011 - ATAUM
ATAUM e-bülten Avrupa Gündemi... Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yıl 4 - Sayı 38 KASIM 2011 Yukarıdan Devrim! Teknokrasi İşbaşında Ciddi olarak ilk kez 1929 Büyük Bunalımı’nı takiben gündeme gelen “teknokrasi hareketi”, Britanya, Almanya ve Sovyetler Birliği’nde savunulan bir yaklaşım olmuştu. Ne var ki, 1930’ların ortalarından itibarense Franklin Roosevelt yönetiminin kabul ettiği “New Deal” programıyla Keynesyen politikalara geçiş sürecinde ilgi çekiciliğini kaybetti. Ta ki, 2000'lerde gündeme gelen küresel finansal krize kadar! Avrupa’da kritik mevkilere getirilen üst düzey teknokratların kariyerlerinin önemli bir bölümünü dünyaca ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ın önemli pozisyonlarında geçirmiş olmaları, sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek. Zira hatırlamakta yarar var: Goldman Sachs, 2008 küresel krizinin ana sorumlularından biri olarak kabul ediliyor. SESSİZ BİR DARBE Mİ ? Esra AKGEMCİ Avrupa’da uzun süredir devam eden finansal kriz, iki hükümetin daha fazla dayanamayarak istifa etmesine yol açtı. Önce Yunanistan Başbakanı Papandreu, ardından da İtalya Başbakanı Berlusconi görevden çekildi ve bu koltuklar bir sonraki seçimlere kadar teknokratlara emanet edildi. Yeni atanan Avrupa Merkez Bankası başkanıyla birlikte yönetime gelen liderlerin ortak noktasıysa, sıradan teknokratlar değil, ABD’nin ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ta bir dönem yönetici olarak çalışmış ya da bu bankayla yakın ilişkiler kurmuş üst düzey teknokratlar olmaları. Bu bankanın Euro Bölgesi’ni sarsan küresel krizde çok büyük bir payı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, küresel krizi takiben kurulmak istenen “yeni finansal mimari”yle ilgili arayışlar ilginç bir boyut kazanıyor. Görenen o ki, IMF’nin yeniden yapılandırılmasından G20’nin formüle edilmesine kadar bir dizi reform ve projeyi kapsayan bu yeni küresel finansal yapının ana mimarı yine ABD olacak. Avrupa’nın teknokrat liderlerineyse inşaat işiyle uğraşan taşeron rolü düşüyor. (devamı 2 ve 3.sayfada) Euro'da Hesaplar Tutmadı Esra DERE sayfa 4-5 Portre: Stefan Zweig Nazlı AKGÜN sayfa 16-17 Çizgilerdeki Irkçılık Aylin AYDI sayfa 7 Avrupa'da Vicdani Ret Alev YILDIRIM sayfa 12-13 Noel Sosyalistler Kaybetti Erbil ERTÜRK sayfa 14-15 Ceren DÖNMEZ sayfa 20 üyelik ve diğer talepleriniz için ataum@education.ankara.edu.tr Dikkat Radyosyon Aysun ÜNAL sayfa 6 İrlanda: Kilise Yangını Sönmüyor Onur HAZNEDAR sayfa 8 2 Nedir bu Teknokrasi? Esra AKGEMCİ KASIM 2011 ATAUM e-bülten Nedir bu Teknokrasi? Esra AKGEMCİ Teknokrasi, Yunanca tekhne (yetenek) ve kratos (güç) kelimelerinden türetilmiş bir kavram. Bu kavramı ilk kez Californialı bir mühendis olan William Henry Smyth, 1919’da yayınladığı “Technocracy: Ways and Means to Gain Industrial Democracy” adlı makalesinde kullandı. Smyth’in sözünü ettiği “Endüstriyel Demokrasi”, işçilerin, mühendislerin ve bilim adamlarının karar verme sürecine dâhil olarak otoriteyi paylaştıkları bir yönetim biçimine işaret ediyordu. Böylelikle sorumluluk paylaşılmış olacak ve teknokratlardan oluşan “uzmanlar kurulu” da- ha etkili ve daha etkin bir yönetim sağlayacaktı. Bu kavramın yeniden gündeme gelmesi ve ciddi anlamda tartış ılm a ya başlanması için 1929 Büyük Bunalımı önemli bir zemin oluşturdu. 1930’ ların başlarında ABD’de yine bir mühendis olan ve “Technical Alliance” adını verdiği bir platformda birçok mühendis ve bilim adamını örgütleyen Howard Scott öncülüğünde bir “teknokrasi hareketi” başladı. Bu sefer teknokratlar, iktidarı paylaşmak değil ele geçirmek istiyorlardı. Ekonomiyi yönetmek için siyasilerin yerine uzmanlardan oluşan bir kurul gelmeli, bir diğer ifadeyle ekonomi, ekonomistlere bırakılmalıydı. Aynı dönemde Britanya, Almanya ve Sovyetler Birliği’ nde de teknokrasiyi savunan birçok hareket belirdi. Ne var ki, 1930’ların ortalarından itibaren Franklin Roosevelt yönetiminin kabul ettiği “New Deal” programıyla Keynesyen politikalara geçiş sürecinde Teknokrasi Hareketi’ne olan ilgi giderek azaldı. Yine de teknokratların bugüne kadar dünyanın birçok yerinde hükümetlerin karar alma me ka niz ma la rın da önemli rol oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Örneğin 1986’da Sovyetler Birliği’ nde Komünist Parti’nin politikalarını belirleyen en üst karar organı olan Politbüro’ nun yüzde 89’u mühendislerden oluşuyordu. Bugün yine Obama’nın iktisadi işlerden sorumlu ekibinin sadece finans uzmanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. Dünya siyasetinde bunun gibi, tam anlamıyla “teknokrat” olmasa da teknokratların etkili olduğu pek çok hükümet örnek olarak gösterilebilir. Fakat kuşkusuz ki İtalya’da Berlusconi’nin istifasının ardından göreve gelen Monti hükümeti, şimdiye kadar kurulan en önemli teknokrat hükümetlerinden biri. Yunanistan ve İtalya emin ellerde! Yunanistan’da başbakanlık koltuğuna oturan eski Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Lukas Papadimos’ un ilk açıklaması “ben politikacı değilim” oldu ve önceliğinin “Yunanistan’ı Euro Bölgesi’nde tutmak olacağını” belirtti. Papadimos, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) fizik ve ekonomi eğitimi almış, Columbia Üniversitesi’nde öğ re tim üyeliği yapmış ve 8 yıl Yuna- nistan Bankası’nın yönetim kurulu başkanlığı görevinde bulunmuş önemli bir isim. Ayrıca, Yunanistan’ın Euro’ya katılımında önemli rol oynamakla tanınıyor. Bu katkıyı nasıl yaptığıysa ayrı bir tartışma konusu. Yunanistan’ın Euro’ya girebilmesi için borç takası yöntemiyle borçlarının bir kısmını gizlediği çok yakın bir zamanda ortaya çıkmıştı. İşte bu borç gizleme operasyonu, ABD’li yatırım bankası Goldman Sachs danışmanlığında gerçekleştirilirken Yunanistan Merkez Bankası yöneticiliği yapan Papadimos, sahtekârlıktan haberdar olmakla kalmamış, Goldman Sachs’la birlikte bu süreçte aktif rol oynamıştı. Görünen o ki, zamanında Yunanistan’ı Euro Bölgesi’ne sokmayı başaran Papadimos, bugün ülkesini Euro Bölgesi’nde tutmak için uğraşacak. Üstüne üstlük, o dönemde Goldman Sachs Avrupa’nın başkan yardımcılığı görevini yürüten ve Yunanistan’ın borçlarının gizlenmesini sağlayarak bu işlemler karşılığında yaklaşık 300 milyon Euro kazandığı iddia edilen Mario Draghi de, 1 Kasım’da Avrupa Merkez Bankası’nın başına getirildi. Bütün bunlar, finans devi Goldman Sachs’ın Avrupa’ daki nüfuzuyla ilgili soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. İtalya’nın ‘Super Mario’su Monti İtalya’ya gelince, Silvio Berlusconi’nin istifası uzun zamandır beklenen bir olaydı. 2001’den bu yana İtalya Başbakanı olarak görev yapan ve Mussolini ve Giolitti’nin ardından İtalyan tarihindeki en uzun süreli hükümeti kuran Berlusconi’nin adı, görevi boyunca birçok rüşvet, yolsuzluk ve seks skandalına karıştı. Tüm bunlara rağmen bu zamana kadar koltuğunu korumayı başaran Berlusconi, nihayet geçtiğimiz ay baskılara dayanamayarak, AB’nin istediği ekonomik reformların Senato ve Temsilciler Meclisi’nde onaylanmasının ardından istifa edeceğini açıkladı. Berlusconi hükümetinin meclisten geçirdiği bu son yasada, devletin gayrimenkullerinin satışa çıka- rılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve akaryakıta ek vergi gibi kemer sıkma önlemleri yer alıyordu. Berlusconi hükümetinin istifasının ardından Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano, erken seçimlere kadar ülkeyi idare etmesi için kısa bir süre önce “hayat boyu senatör” ilan ettiği Mario Monti'yi başbakanlığa getirdi. Yeni hükü- meti kurmakla görevlendirilen Monti, Bocconi Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi aldıktan sonra Yale Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimini tamamladı. Avrupa Komisyonu’nda görevliyken, Microsoft ve General Electric’e yönelik yaptırımlarıyla adını duyurdu. 2005’de Goldman Sachs’ın uluslararası danışmanlığına getirildi. Bu da de- ATAUM e-bülten mek oluyor ki, Monti’nin başbakanlığıyla birlikte Avrupa’ nın Goldman Sachs kökenli teknokrat liderlerine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Monti’nin başarılarından dolayı “Eurocrat” olarak anıldığını ve İtalyan halkının borç krizini aşmak için Monti’ye çok güvendiğini de belirtmemiz gerekli. Monti’nin 307 oydan 281’ini alarak Senato’da güvenoyu KASIM 2011 sağlayan hükümeti sadece teknokratlardan oluşuyor. Ekonomi Bakanlığı’nı da bizzat kendisi üstlenen Monti, kabinesinde hiçbir politikacıya yer vermemesini “hükümette siyasi isimlerin yer almamasının daha çok işe yarayacağı sonucuna vardım” şeklinde açıklıyor. Monti’ye göre, siyasi güçler arasındaki çatışmalara dâhil olmayan teknokratlar piyasalara hu- zur getirecek. Mucize beklenen bu teknokratların bazılarına yakından bakalım: Altyapı ve Ulaştırma Bakanlıklarını üstlenen Corrado Passera, ülkenin en büyük ikinci bankası Intesa Sanpaolo’ nun CEO’su olarak görev yapıyordu. Eski bir rektör olan ve Ulusal Araştırma Konseyi CNR’nin başkanlığını yapan Francescı Profumo ise kabinede Eğitim Bakanı olarak ye- Nedir bu Teknokrasi? Esra AKGEMCİ 3 rini aldı. Ceza avukatı ve akademisyen Paola Severino Adalet Bakanı olurken, sosyal güvenlik uzmanı Elsa Fornero Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na getirildi. Her biri “işinin ehli” olan bu isimler, önce İtalya’ya sonra Avrupa’ya yokluğu fazlasıyla hissedilen istikrar ve güven ortamını getirmeye çalışacak. Goldman Sachs projesi mi? Öte yandan teknokratlar hükümeti yoluyla parlamenter demokrasinin askıya alınmasına yönelik ciddi itirazlar var. Bu teknokrat hükümetlerin halka hesap vermek gibi bir sorumlulukları bulunmadığı ve iktidara gelme biçimlerinin darbeden farksız olduğu sıkça dile getirilen eleştirilerden biri. Örneğin 2012 baharındaki erken seçimlere kadar görev yapması beklenen teknokratlar hükümetinin 2013’e kadar görevde kalacağının açıklanması, bazı kesimlerce sessiz sedasız yapılmış bir darbe olarak yorumlanıyor. Başka bir bakış açısına göreyse, bu teknokratların tek işlevi, iktidarını meşrulaştırmakta yetersiz kalan “seçilmişlerin” işini kolaylaştırarak halkın bir süreliğine “atanmışlarla” oyalanmasını sağlamak. Ünlü Fransız düşünür Etienne Balibar’a göre, Bodin’in tanımladığı ve daha sonra Carl Schmitt tarafından teorileştirilen komiser diktatörlükler (commissarial dictatorship) kavramı, tam da bu teknokratları anlatıyor. Mevcut durumu muhafaza etmek için demokrasinin askıya alınması durumuna işaret eden bu kavramın sözüne ettiği komiserler, Balibar’a göre bugün ne askerler ne de hâkimler ancak ekonomistler olabilir. Balibar, Euro’nun dağılmasını engellemek için bu teknik kadronun göreve getirilmesini “yukarıdan devrim” olarak tanımlıyor ve toplumla devlet, ekonomiyle siyaset arasındaki denge alt üst olduğu zaman yönetici sınıfın kullandığı bu “önleyici stratejinin” köklerinin Bismarck’a kadar uzandığına dikkat çekiyor. Bununla birlikte, bu son hükümet değişikliklerini yorumlamadan önce sorgulanması gereken çok daha önemli bir nokta var. Avrupa’da kriz yönetimi sürecinde kritik mevkilere getirilen bu üst düzey teknokratların kariyerlerinin önemli bir bölümünü dünyaca ünlü yatırım ban ka sı Gold man Sachs’ın önemli pozisyonlarında geçirmiş olmaları, sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek. Yatırım bankacılığının önde gelen ismi Goldman Sachs, 2008 küre- sel krizinin ana sorumlula- ve geçen sene IMF’nin Avrurından biri olarak kabul edi- pa Masası Direktörlüğünü yaliyor. Ezeli rakibi Lehmann pan Antonio Borges de Brothers kriz sırasında iflas Goldman Sachs’ın eski üst ederken kendini kurtarmayı düzey yöneticilerinden. başaran Goldman Sachs, hü- Peki, bu üst düzey teknokratkümetler ve piyasalar üze- lar neden kritik görevlere gerindeki etkisinden dolayı tiriliyor? Kredi derecelendir“Sachs hükümeti” olarak me kuruluşu Fitch’in geçtiğianılıyor. Kısacası, Avrupa’nın miz günlerde ABD’nin önde krizle mücadelesinde “kurta- gelen bankaları JP Morgan, rıcı” gözüyle bakılan üç isim, Goldman Sachs, Bank of Monti, Papadimos ve Draghi, America, CitiGrup, Wells Farkrizde en büyük paya sahip fi- go ve Morgan Stanley’e yapnans devlerinden birinin eski tığı sert uyarı bu konuda bir çalışanları… ipucu verebilir. “Avrupa’daki Dikkat çeken bir başka nok- kriz derinleşirse, Amerikan taysa, bu isimlerin Goldman bankaları ciddi bir riskle karSachs’la olan ilişkilerinin şı karşıya kalacağı” uyarısıngündeme gelmesinden ra- da bulunan Fitch’e göre, bu hatsız olmaları ve bu ortak altı bankanın Portekiz, Yunageçmişlerinden bahsetme- nistan, İrlanda, İtalya ve meyi tercih etmeleri. Öte yan- İspanya gibi “sorunlu” ülkedan, Avrupa’daki “Sachs hü- lere olan toplam riski 50 milkümetinin kabinesi” bu üç yar dolar. Anlaşılan o ki, isimle sınırlı değil. Almanya İtalya ve Yunanistan’ın başıMerkez Bankası (Deutsche na getirilen bu iki başbakan, Bundesbank) eski başkanı Ot- Avrupa Merkez Bankası’nın mar Issing, İrlanda’nın yeni başkanıyla birlikte, ke2009’daki borç krizini örgüt- mer sıkma politikalarının uyleyen Peter Sutherland, şu an- gu lan ma sı nı, böy le lik le da Yunanistan’ın borcunu yö- borçların ödenmesini garanneten Petros Hristodulos, ti altına alarak ABD bankala2012 Londra Olimpiyat Ko- rını iflasa sürükleyecek bir sümitesi başkanı Paul Deighton reci engellemeye çalışacak. 4 Euro'da Hesaplar Tutmadı Esra DERE KASIM 2011 ATAUM e-bülten Euro'da Hesaplar Tutmadı Esra DERE AB liderleri, Merkel, Sarkozy yani şimdilerin gözde tabiriyle “Merkozy” ve göreve gelişinin ilk ayını yaşayan Monti, AB’nin i kin ci baş ken ti Strazburg’ta bir araya geldi. Gündem son iki yıl içinde onlarcası düzenlenen zirvelerden farklı değildi aslında. Mevzu yine borç kriziyle mücadeleydi. Görüşmelerden finans piyasalarını rahatlatacak bir sonuç çıkmadı ama AB’nin siyasal ve kurumsal geleceği açısından tarihi fakat bir nebze pürüzlü bir uzlaşmaya varıldı. “İki vitesli Avrupa Birliği”ne ilk adım oldu bu uzlaşma. Nicolas Sarkozy, zirve sonunda düzenlenen ortak basın toplantısında, Euro krizinin aşılması ve bu tür krizlerin bir daha yaşanmaması amacıyla Fransa ile Almanya’nın AB antlaşmalarında değişiklik yapılması konusunda müşterek çalışma yürüttüklerini bildirdi. Sarkozy, iki ülkenin bu konuda 9 Aralık cuma günü Brüksel’de ya- pılacak AB liderler zirvesi öncesinde bir dizi öneride bulunacağını duyurdu. Söz konusu önerilerin, Euro Bölgesi ülkelerinin bütçe ve vergi politikalarında uyum, İstikrar ve Büyüme Paktına uymayan ülkelerin cezalandırılması ve AB karar alma mekanizmasında değişiklik konuları üzerinde yoğunlaşması bekleniyor. Almanya, siyasi problemlere siyasi çözümler üretilmesi gerektiği düşüncesinden hareketle, AB Antlaşmalarında değişikliğe gidilmesinin piyasalarda güvenin yeniden tesisi açısından gerekli ve öncelikli olduğu inancında. Ayrıca Euro Bölgesi’nde ulusal ekonomi ve maliye politikalarının daha sıkı koordinasyonu ve doğrudan gözetiminin sağlanması amacıyla AB’de “mali birlik” yönünde adım atılmasının gerekli olduğunu savunuyor. Bu kapsamda, bütçe disiplinine uymayan Euro Bölgesi ülkelerinin Avrupa Adalet Divanı’na şikâyet edilebil- mesini istiyor. Fransa ise bu çözüm olmayacağını ileri sükonuda Almanya ile görüş rüyor. Bununla birlikte, Albirliğinde değil. İki ülke ara- manya Eurobond çıkarılmasındaki bir diğer görüş ayrılı- sını aslında bir pazarlık unğıysa, Avrupa Merkez Ban- suru olarak kullanıyor ve Antkası’nın Euro krizinin çözü- laşmalarda değişiklik yapılmünde oynayacağı olası rol ması önerisi kabul edilirse Eukonusunda. Fransa, Merkez robond çıkarılmasına da Bankası’na borç batağındaki olumlu yaklaşabileceğinin ülkelere daha fazla yardım et- sinyallerini veriyor. me yetkisi tanınmasını ister- Zirveye katılan üçüncü ülke ken, Almanya enflasyon en- olan İtalya’ysa, öncelikli hedişesiyle bu fikre şiddetle kar- defin Euro bölgesinin sağlığı şı çıkıyor ve Strazburg zirve- olduğunu savunarak, bölgesinde de Merkez Bankası’nın de vergi birliği oluşturulmabağımsızlığının vurgulanma- sından yana olduğunu belirsını istiyor. Fransa, AB Ant- tiyor. İtalya AB’de ekonomik laşmalarında değişiklik ya- entegrasyonu ve bütçe disippılmasının zaman alacak bir linini güçlendirecek mali birsüreç olduğu, Merkez Ban- lik fikrine de sıcak bakıyor. Sokası’na müdahale yetkisi ve- nuç olarak, Euro Bölgesi’nin rilmesininse acil bir durum ol- dağılmasının 2008-09 kriduğu fikrinde. Buna karşın Al- zinden çok daha olumsuz somanya, ortak garanti altında nuçlar yaratacağı düşünce“Eurobond” çıkarılması veya siyle, üç ülke arasında ortak Avrupa Merkez Bankası’na para birimi Euro’ nun mutlatahvil piyasalarına müdaha- ka korunması gerektiği kole etme yetkisi verilmesi gibi nusundaki görüş birliği kokısa dönemli mali çözümle- runmaya devam ediyor. rin Euro bölgesinde yaşanan aşırı borçlanma problemine ATAUM KASIM 2011 e-bülten İki vitesli AB Peki, Almanya, Fransa ve İtalya üçlüsünün mali kriz konusunda dizginleri ele alması ve kurumsal yapıda değişiklik önerileri ne anlama geliyor? Euro bölgesinde olmayıp AB üyesi olan ülkeler karar mekanizmasının neresinde yer alıyor? Euro bölgesi ve AB ülkeleri ayrımına vurgu yapılması, cevabı görece açık ediyor aslında. Gelecekte 17 üyeli Euro bölgesinde, 27 üyeli Avrupa Birliği’nden daha farklı kuralların işleyeceği aşikâr. Bunun kavramsal ifadesiyse “iki vitesli AB”. Sarkozy, Kasım başında yaptığı bir konuşmasında açıklıyor bu kavramı: “Daha fazla entegrasyonun bulunduğu Euro bölgesi ve daha konfede- ratif bir yapıya sahip olan AB.” Bunun bir avantajı, çekirdek ülkelerin hızla mali ve sosyal politikalarda entegrasyonu tamamlayarak ABD benzeri bir federal devlet olmaları. Böyle bir yapıda halen tüm Avrupa’yı sarsan döviz krizleri çıkmayacak. Ya da ikinci vites ülkeler seçimlerini İngiltere’nin yaptığı yönde yaparak Euro’nun dışına çıkacak, kurtarma programlarına katkı yapmak zorunda kalmayacak ve dolayısıyla onlardan da yararlanamayacak. Ya da bunlar kendi hızında çekirdeğe, güçlü ülkelere uyum sağlamaya çalışacak ve konfederasyon benzeri bir yapılanmaya gitmeye terkedilecek. AB’de liderlik yarışı AB’nin temelini oluşturan topluluk antlaşmaları, 1950’ li yıllarda ortaya çıkan ulus devlet krizinin ve aşırı milliyetçiliğin ortaya çıkardığı güç mücadelelerinin sona erdirilmesini amaçlıyordu. Bu antlaşmalar sayesinde Avrupa, tarihindeki en uzun barış dönemini yaşıyor. Ancak son dönemde AB ülkelerinde yükselen aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, kendinden olmayanı ötekileştiren, zenginliğini paylaşmakta kıskanç davranan toplumsal yapılar oluşmasına neden oldu. Partiler de bu doğrultuda davranarak seçmen oylarını kazanma yarışına girdi. AB’nin fiili liderliğini ele geçirmek, ulusal çıkarı maksimize etmek gibi amaçlar, ülkeleri sert çıkışlar yapmaya yöneltti. AlmanyaFransa-İtalya üçlüsü 17 ül- Euro'da Hesaplar Tutmadı Esra DERE 5 Yani güçlü ve zayıf ülkelerden oluşan iki ayrı grup çıkıyor karşımıza. Birinci grubu içeridekiler, ikinci grubuysa dışarıdakiler diye de adlandırabiliriz. Zira Euro bölgesindeki kriz 17 Euro ülkesini birbirine yakınlaştırıyor ve bu ülkelerin Euro bölgesiyle ilgili olmayan konularda da geriye kalan 10 AB ülkesini dışlayarak karar alması riskini doğuruyor. Bu durum en çok dışarıdakilerin başını çeken İngiltere’yi tedirgin eder kuşkusuz. Daha şimdiden Fransa cephesinden İngiltere’ye uyarılar gelmeye başladı bile. Sarkozy ve Fransız Avrupa Bakanı, Cameron’a dışında kaldıkları sürece Euro bölgesinin işlerine dâhil olmaya ça- lışmamaları gerektiğini hatırlatıyor. AB Konseyi Başkanı Van Rompuy ise, 27 ülkenin bilgilendirilmesi ve sürece dahil edilmesi gerektiği görüşünde ancak bunun sınırını da çizmeyi ihmal etmiyor: Euro Bölgesi adına kararlar almamak. İngiltere ve diğer Euro bölgesi dışında kalan AB ülkelerini teskin etmek isteyen Van Rompuy, Euro bölgesini daha seçkin üyeleri kapsayacak şekilde budamanın AB ruhuna aykırı olacağını dile getiriyor ve 17 ülkeyi diğerleriyle bir arada tutmak için elinden geleni yapacağına söz veriyor. Zira Euro bölgesi AB’den ayrık hale gelirse Ortak Pazar’ın işleyişi de durabilir. keli Euro bölgesinin en önemli üç ekonomisini oluşturuyor. Bu üç ülke, Euro bölgesinin toplam milli gelirinin de yüzde 70’ine sahip. Yani bu üç ülke, Euro bölgesinin troykası. Dolayısıyla kendilerinde oyunun kurallarını belirleme yetkisi buluyorlar. Fransa AB’nin en çok konuşan ve konuşulan figürü haline gelmeye çalışırken, Almanya AB’nin yönlendiricisi konumunu elden bırakmaya pek niyetli değil. Nitekim Fransa, İtalya ve İspanya’nın iç siyaset ve ekonomik sorunlarla boğuştuğu, İngiltere’nin de Euro bölgesi dışında olduğu bir ortamda, AB’nin tartışmasız en güçlü ve en etkili ülkesi sıfatını da sürdürüyor. 6 Dikkat, Radyasyon ! Christos TEAZIS ATAUM KASIM 2011 e-bülten Dikkat, Radyasyon ! Aysun ÜNAL Geçtiğimiz ay birçok Avrupa ülkesinin semalarında görülen radyoaktif atık gündemi meşgul etmekle kalmayıp büyük bir endişeye de yol açtı. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Slovakya ve Avusturya’nın ar dın dan Fransa’da da görülen iyot atığının radyoaktif şekli olan ve I-131 olarak tanımlanan bu atom, diğer radyoaktif maddeler gibi devamlı surette parçalanarak çevreye radyasyon yayıyor. İlk olarak radyoaktif atığın kaynağı tespit edilememişti. Uzmanlar ve yetkililer üç olasılık üzerinde durmaktaydı: Birincisi I-131’in bir nükleer santral veya bir araştırma reaktöründen gelme olasılığıydı. Ancak nükleer santraller veya araştırma reaktörleri başka tür maddeler de ürettiklerinden ve havada bu atomların tespit edilememesinden dolayı bu olasılık üzerinde fazla durulmadı. İkinci olasılıksa, I-131 bazı kanserlerin tedavisinde tıbbi amaçla kullanıldığından, bu alanda üretim yapan bir fabrikadan sızıntı olmasıydı. Zira benzer bir vaka 2008’de Belçika’da yaşanmıştı. Üçüncü ve son olasılıksa, radyoaktivitenin “bilinçli” ve “kötü niyetle” havaya salınmış olmasıydı. Böyle bir durumda “suçlunun” tespit edilememesi durumunda tüm ülkeler işbirliği yapacak ve sorumlu tespit edilecekti. Ayrıca üzerinde çok az durulan bir olasılık da Japonya’daki Fukushima nükleer santralinden gelen radyoaktif hava dalgasıydı ama uzmanlar bunun mümkün olmadığı konusunda hemen hemen kesin bir görüşe sahiptiler. Kısa bir süre içinde radyasyonun nereden sızdığı tespit edildi. İkinci olasılıkdı söz konusu olan: Sorumlu Macaristan’daki izotop üreticisi İzotop Enstitüsü Ltd Şirketi idi. 8 Eylül’den 16 Kasım’a kadar sızıntıya neden olan şirket, tıbbi amaçla radyoaktif izotop üretmekte ve bu izotoplar özellikle tiroit kanseri tedavisinde kullanılmaktaydı. Macar şirket sızıntının kendilerinden kaynaklandığını itiraf ettikten sonra da üreti- 2012’ye kadar başlatılmami bir süreliğine askıya aldı- yacağı kararı aldıklarını dile ğını açıkladı. getirdi. Yani birçok Avrupa ülTespit edilen radyasyonun in- kesinin semalarında görülen san sağlığına hiçbir kötü et- radyoaktif iyodun tek kaynakisi olmadığı uzmanlar ve Vi- ğı kendi şirketleri olamazdı. yana merkezli Uluslararası Her ne kadar uzmanlar taraAtom Enerjisi tarafından be- fından insan sağlığını tehdit lirtilirken, konu hakkında so- edecek bir durumun söz koruşturma başlatıldığı da ba- nusu olmadığı belirtilse de, sına duyuruldu. Ayrıca İsveç I-131’in dozunun yükselmeve Almanya’da da tespit edi- si durumunda süt veya sebze len izotopların Çernobil so- gibi bazı besin maddeleri yonucunda havaya karışan rad- luyla insan vücuduna ulaşayoaktif atomların milyonda rak zarar vermesi de ihtimalbiri değerinde olduğu da ler dahilinde. açıklamaya eklendi. İtalya Alternatif Ulusal Enerji Tüm bunlardan sonraysa, Kurumu Başkanı Massimo SeMacar şirketin müdürü Joz- pielli ise, mevcut durumun sef Kornyei sızıntının kendi- tek bir sorumludan kaynaklerinden kaynaklanmasının lanmayacağı görüşünde. çok düşük bir ihtimal oldu- Sepielli’ye göre, bu sızıntı bir ğunu iddia etti. Jozsef’e gö- nükleer denizaltından, radre, 2011’in ilk yarısında nor- yoaktif madde taşıyan bir vamalin üzerinde salım yaptığı sıtadan veya bir hastaneden tespit edilen şirketin filtre sis- kaynaklanabilir. Hatta birtemi yenilenmiş ve değiştiril- den fazla kaynağı da olabilir. mişti. Eylül’de yeniden üreti- Kısacası, gerçek sorumlunun me başladıklarını belirten di- tespit edilmesi zor. rektör, salımın bu ay yine nor- İspanya, Rusya, Ukrayna, Finmalin üzerinde olduğu tespit landiya, Britanya, Fransa, edildikten sonra üretimin İsviçre, Polonya ve Norveçli yetkililer kendi ülkelerinde normalin üzerinde I-131’in tespit edilmediğini açıkladı. Uluslararası Atom Enerjisi’nin Romanyalı gözlemcisiyse, ülkedeki tek nükleer santralden herhangi bir sızıntı olmadığını açıkladı. Hâlihazırda net herhangi bir sonuç elde edilemese de, sızıntı kaynağının tartışmalı da olsa tespit edilmiş olması Avrupalı hükümetleri, uzmanları ve halkları bir nebze de olsa rahatlatmış görünüyor. Büyük bir ekonomik kriz sınavından geçen Avrupa Birliği’ne mensup yöneticiler ve bilim adamları bir de bu konudan dolayı endişeli günler geçirmiş olsalar da sağlık açısından bir tehlikenin söz konusu olmaması rahatlatıcı tek unsur. Tabii, nükleer enerjinin tehlikeleri ve alınması gereken önlemler konusunda daha temkinli davranmanın ne kadar önemli olduğu da bir kez daha hatırlanmış oldu. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: ataum@education.ankara.edu.tr Editör: Erdem DENK Tasarım: Volkan KAYA - Turan BACI * Yazılarınızla katkıda bulunmak için denk@politics.ankara.edu.tr adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: B. Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 11.11.2011 ATAUM KASIM 2011 e-bülten Çizgilerdeki Irkçılık Aylin AYDI Çizgilerdeki Irkçılık Aylin AYDI Irkçılık, fiziksel özelliklerin insanlar arasında bir ast-üst ilişkisi yarattığına inanılan teorinin adı. Bu görüşe göre, insanların fiziksel görünüşleri bir hiyerarşi yaratır ve bu hiyerarşide değişmeyen alt ve üst sınıflar vardır. Fiziksel özellikler genlerimizden kay- naklandığına göre bu hiyerarşinin ortadan kalkmasından da bahsedilemez. Bu durum size garip mi geldi? Çok değil bundan yaklaşık 70 yıl önce Avrupa’nın üzerinde gezinen bir hayalet bu düşünceleri işaret ediyordu. Avrupa bu düşüncelerle sarsılır- ken yaşanan günlerin sanata ve edebiyata yansıması da gecikmedi. 1930’lu yıllarda Belçikalı bir karikatüristin kaleminden ortaya çıkan kahraman, dünyanın farklı yerlerinde farklı insanların olduğunu söylüyordu. Kahramanımız Tenten ve sevimli kö- peği Fındık, dünyanın pek bilinmeyen yerlerini gezerek okuyucuya değişik pencereler açıyordu. Fakat ortaya çıkan kişi gerçekten bir kahraman mıydı? Daha doğrusu, kahraman olmak için Tenten gibi beyaz ırka mensup olmak mı lazımdı? işçilere ihtiyaç vardı. Tenten’in Kongo macerası sömürgeciliğin baskın izlerini taşıdı. Kitap, ırkçı ve sömürgeci söylemleri ve hayvanlara karşı açıkça şiddet uygulanması yüzünden yıllarca eleştirildi; hatta 1946’da albüm yeniden çizildi. Fakat bu çabalar bir özür mahiyetinin çok ötesindeydi. Kitap bu içerikleri yüzünden uzun süre yayından kaldırıldı ve 1970’te uzun bir aradan sonra yeniden basılmaya başlandı. Renkli basılan kitabın tartışmaları sona erdirip erdirmediğine bakacak olursak, yeni bir fitili ateşlediğini söylemek sanki yanlış olmaz. da yankısını buldu. Öyle ki, ABD’de de pek çok kitapçı tarafından ya raflardan kaldırıldı ya da yetişkin bölümünde satılmaya başladı. Tenten’le ilgili tartışmalar sadece bu örneklerle sınırlı değil. Çizgi romanın basılmasının yasaklanması için benzer girişimler Fransa’da da olmuştu fakat başarısızlıkla sonuçlandı. Yine İsveç’te Kongo kökenli İsveç vatandaşı olan Jean Dadou Monya, kitap hakkında suç duyurusunda bulunmuş fakat İsveçli savcı şikâyeti yerinde bulmayarak dava açılmasına gerek olmadığı kararını vermişti. Konu son olarak yine Belçika’da gün de me gel di. Irkçılıkla mücadele için kurulan Fransız Cran Derneği ve Bienvenu Mbutu Mondondo adlı kişi, yayıncı iki kuruluşu mahkemeye verdi. Davacıların talepleriyse yine aynı yönde: Yayınların durdurulması, durdurulmuyorsa bile çocuk reyonundan kaldırılması ve üzerine -aynı İngiltere’de olduğu gibi- ırkçı içeriğe sahip olduğuna dair uyarı koyulması. Davanın ilk duruşması çeşitli ertelemeler nedeniyle 4 yıla yakın sarkıtıldı ve en sonunda davaya bakmaya yetkili mahkemenin Brüksel mahkemesi olduğuna karar verildi. Kasım 2011’de, Belçika mahkemesinin hukuk müşaviri elindeki belgeleri göstererek, kurgusal bir çocuk kahramanı olan Tenten’ in ırkçı ifadeler içerdiği iddiasının reddedilmesi gerekti- ğini tavsiye kararı olarak bildirdi. Mahkemenin, Mondondo’nun argümanını kabul edip etmeyeceği merakla bekleniyor. Dava devam ederken Tenten ’in yeni filmi de Stephen Spielberg imzasıyla vizyona girdi. Tenten’in popülaritesinin yeniden gündeme geldiği bu günlerde mahkeme kararının bunu etkileyip etkilemeyeceği merak konusu. Ancak bu konuda filmden çok daha önemli bir unsur daha var. O da şüphesiz ki, Vatikan. Vatikan, ırkçılık iddiaları karşısında “Katolik kahraman Tenten”i savundu. Resmi gazetesinde bu konuya yer veren Vatikan, Katolik kahramandan yana tavır aldı. deki halinde mister (bayım) halini almış. Romanda sadece Tenten değil köpeği de Kongolular hakkında fikirlerini söylüyor. Örneğin bir diyalogda Tentenle konuşan zenci çocuğa köpek “pek de akıllı görünmüyor” diyerek adeta Avrupalıların genel düşüncesini dillendirmiş oluyor. Bir bölümdeyse yerli halk Tenten’e yere kapanmış tapıyor ve Tenten onlara üstten bakıyor. Bunun karşısında köpeği de kendisine tapılması isteğinde bulunuyor. Verilmek istenen mesaj, bir beyazın köpeğinin bile yerli halktan daha değerli olduğu ve ona bile tapılması gerektiği gibi duruyor. Öyle ki, ilerleyen bölümlerde köpeğin bu isteği yerine getiriliyor ve yerli halk ona da tapıyor. İleri sürülen “maymunlar gibi gösterilip geri zekalılar gibi konuşturuluyor” iddialarına bu bölümler dayanak oluşturuyor. Ayrıca kitapta Tenten’in hayvanlara karşı da şiddet uygulaması eleştirilen konular arasında. Mahkeme kararında bunları dikkate mi alacak mı yoksa tüm bu güçlü iddiaları yine görmezden mi gelecek merak konusu. Çizgi romanın ka ri ka tü ris ti nin e se ri ni “1920’lerin ‘saf’ sömürgeci an la yı şın dan et ki len miş olan, bir acemilik dönemi hatası” olarak nitelediğiyse açık bir gerçek ya da en azından acı bir itiraf olarak ortada duruyor. Maceranın başlangıcı Tenten’in yaratıcısı Hergé, Belçikalı bir karikatürist. Hergé, Tenten’i Sovyetler’den Amerika’ya Kongo’dan Çin’e pek çok coğrafyada çizmişti. İlk Tenten kitabı olan “Tenten Sovyetler’de” çizere çalışmakta olduğu dergi tarafından sipariş verilmişti. Sovyetler Birliği karşıtı bir çalışma ol- ması isteniyordu. Nitekim eserin bu düşünceden izler taşıdığı hala görünür bir olgu. İkinci kitap olan “Tenten Kongo’da” ise tartışmaların asıl kaynağı oldu. Bu kitap, aynı önceki gibi sipariş üzerine hazırlanmıştı. O günlerde Kongo, Belçika sömürgesiydi ve orada çalışmak için beyaz Taraflar saflarını aldı 2007’de Londra’da yaşayan ve eşi zenci olan insan hakları avukatı David Enright, Borders kitapevi zinciri ve Britanya Irk Eşitliği Komisyonu' na (CRE) kitabın ırkçı olduğu gerekçesiyle bir şikayette bulundu. Aynı yıl CRE, kitapta yerli halkın maymun, tembel ve cahil gibi gösterildiği gerekçesiyle kitapçılarda satılmamasına ilişkin tavsiye kararı verdi. Borders da kitabı çocuk reyonundan kaldırıp yetişkin reyonunda satmaya devam etti. Kitaba ilişkin ilk düzeltme 1946’da yapılmasına rağmen aradan onca yıl geçtikten sonra 2005’te kitabın üstüne “saldırgan ve rahatsız edici öğeler içerebilir” ibaresi koyuldu. Aslında CRE’nin bu isteği de o yıllar- İçindekiler İnsanların bilinçaltını ele geçirmenin en iyi yolu, oraya görsel sanatlarla hitap etmek midir acaba? Eğer cevap “evet”se, Hergé bunu çok başarılı bir şekilde yapmakta. Zira bu kadar tartışmaya neden olan çizgi romanın bazı bölümlerini açacak olursak, karşımıza en başta Tenten’in yerli halkla diyalogları çıkıyor. 1930 versiyo nun da Kon go lu lar Tenten’e master (efendi) diye hitap ederken bu günümüz- 7 8 İrlanda: Kilise Yangını Sönmüyor Onur HAZNEDAR KASIM 2011 ATAUM e-bülten İrlanda: Kilise Yangını Sönmüyor Onur HAZNEDAR Geçtiğimiz günlerde İrlanda Hükümeti, Vatikan nezdindeki diplomatik misyonunu ekonomik gerekçelerle kapatacağını açıkladı. Her ne kadar Vatikan’a gönderilen notada gerekçe “ekonomik” olarak açıklansa da, bu kararın İrlanda kiliselerindeki cinsel istismar olaylarının Temmuz’dan bu yana ortaya çıkması sonucunda zedelenen ikili ilişkilerin gölgesinde alındığı da bir gerçek. İrlan- da’da nüfusun çoğunluğunun da Katolik olduğu düşünüldüğünde, alınan bu kararın Vatikan’da büyük endişeler yarattığını tahmin etmek zor değil. Ekonomik krizle birlikte bu durumun diğer Katolik ülkelere de yayılmasından korkulduğu Vatikan’dan gelen haberler arasında. “AB-IMF yardım programında belirlenen mali hedeflere ulaşabilmek ve kamu harcamalarını sürdürebilir düzeye getirebilmek amacıyla Vatikan’daki diplomatik misyonun kapatıldığı” açıklaması da İrlanda Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Eamon Gilmore’dan geldi. Kararın büyük bir üzüntüyle alındığını belirten Gilmore, Vatikan’la diplomatik ilişkilerin yerleşik olmayan büyükelçiler aracılığıyla yürütüleceğini söyledi. Aslında, Avrupa’da ekonominin çalkalanmakta olduğu bir dönemde bundan daha iyi bir gerekçe de olamazdı. Ancak Temmuz’daki Cloyne Raporu’ndan bu yana iyice gerilen ilişkiler hatırlandığında, böyle bir kararın alınmasını sadece ekonomiye dayandırmak pek yerinde olmayacağı gibi kararın arkasında yatan pek çok sebebi de görmemize ve konuyu yanlış anlamamıza yol açabilecek nitelikte. Cloyne Raporu ve ilişkilerin gerilmesi Peki, ne oldu da ilişkiler bu noktaya ulaştı? Vatikan, bağımsızlığını kazanmasından sonra İrlanda’yla diplomatik ilişkilerini en erken kuran (1929) devletlerden biriydi. An cak i liş ki ler Tem muz 2011’de hükümet talimatıyla hazırlanan ve kamuoyuna açıklanan Cloyne Raporu’yls birlikte bozulmaya başladı. Bu raporda, 1996-2009 yılları arası İrlanda’nın Cloyne bölgesinde görev yapmış 19 rahibin çocuklara cinsel tacizde bulunduğuna ve bunun örtbas edildiğine ilişkin kanıtlara yer veriliyor. Bu rapo ru iz le yen gün ler de İrlanda Başbakanı Endo Kenny, Meclisteki konuşmasında Vatikan’ı “Cloyne soruşturmasının yürütülmesine engel olmak ve kendi gücünü, itibarını korumak için çocuklara tecavüz ve işkence edilmesini hafife almakla” itham etmişti. “Raporun, Vatikan kültürüne bugüne dek hâkim olan işlevsizlik, bağlantısızlık, elitizm ve narsisizmi gün yüzüne çıkardığını” söyleyen Başbakan’ın bu çıkışı, gerek ulusal gerekse uluslararası basında bugüne kadar hiçbir İrlanda başba- kanının Katolik Kilisesi’ni eleştirirken bu tür bir dil kullanmadığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu sert çıkışın ardından Vatikan da İrlanda nezdindeki büyükelçisini (nuncio) geri çağırmıştı. İşte bu kritik gelişmenin üstü ne ge len son ka rar, Vatikan’da büyük bir endişeyle karşılandı. Çünkü nüfusunun çoğunluğu Katolik olan bir devletin böyle bir karar alması, Vatikan’ın gerek Katolik ülkelerdeki gerekse Katoliklerin azınlıkta olduğu ülkelerdeki konumunu oldukça sarsmakta ve daha da önemlisi kararın bir domino etkisi yaratmasından korkulmakta. Karar muhalefet de tepkili. Kararın ekonomik nedenlerle değil Cloyne Raporu sonrası bozulan ilişkiler sonucu alındığı ve kilise-devlet ilişkilerinin de tehlikeye atıldığı görüşü hâkim. İrlanda Katolik Gazetesi editörü Garry O’Sullivan, kararı, hükümetin Katolik kültürüne yaptığı bir saldırı olarak nitelendiriyor. Özellikle İrlanda’da Katoliklerin lideri konumundaki Kardinal Sean Brady’in kilise-devlet ilişkilerinin bo- zulabileceğini beyan etmesi, Başbakan Keny’i oldukça kızdırmış gibi gözüküyor. Başbakanın bu eleştirilere verdiği yanıtta, alınan bu kararın Cloyne konusuyla hiçbir ilgisinin olmadığı, Kardinal Brady’nin beyanına hiçbir şekilde yorum yapmayacağını, bunun bir hükümet işi olduğunu ve hükümetin kapsamlı analizleri sonucu diplomatik misyonların yeniden organize edildiğini dile getirdi. Halkın alınan bu karara tepkisiyse genel olarak olumlu. Özellikle kiliselerde yaşanan olayları protesto eden ve o bölgeden biri olan 51 yaşındaki John Deegan, Euronews’in sorularını yanıtlarken alınan karardan oldukça mutlu olduğunu, hükümeti ve özellikle Başbakan’ı tebrik ettiğini ve bu olayın daha da üzerine gidilmesini istediğini dile getiriyor. Anlaşılan, toplum da hükümetin almış olduğu bu kararı yaşanan skandallara bir tepki olarak gö rü yor. Baş ba kan da, Mart’taki seçimlerde halkın desteğini almış olmanın rahatlığıyla, Vatikan’a karşı çok sert eleştirilerde bulunabiliyor. Her ne kadar Vatikan geçtiğimiz günlerde İrlanda’ya yeni büyükelçi (nuncio) John Brown’ı atayarak iyi niyetini gösterse de, ilişkilerin hemen eski halini alması zor gözüküyor. Resmi kaynaklardan yapılan açıklamalar ekonomik nedenlere hala ağırlık verse de asıl nedenin bu olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. İrlanda’nın Vatikan’ın yeni elçi atamasından sonra hemen yeni bir hamle yapmasını beklemek herhalde sürpriz olur. Çünkü hükümet bu kararı iç politikadaki popülaritesini arttırmak için yapmış gibi gözüküyor. Ancak tüm bu yaşananlara rağmen, kilise hala İrlanda toplumundaki etkinliğini devam ettirebiliyor; özellikle okulların ve hastanelerin çoğunda kontrolü elinde bulundurabiliyor. Sözün kısası, İrlanda Hükümeti yaşanan skandallar sonrası zor durumdaki Vatikan ile ilişkilerini, iç politikadaki çıkarları doğrultusunda şekillendiriyor ve önümüzdeki dönem de bu yönde kararlar alamaya devam edecek gibi gözüküyor. ATAUM e-bülten KASIM 2011 Bağımsızlık Günü, Hesaplaşma Günü Recep Ersel ERGE Bağımsızlık Günü, Hesaplaşma Günü Recep Ersel ERGE 11 Kasım Bağımsızlık Günü, Polonya’nın en önemli milli bayramı. Avusturya, Prusya ve Rusya arasında paylaşıldıktan sonra 123 yıl boyunca esaret altında yaşayan Polonya, 11 Kasım 1918’de tekrar bağımsızlığını ilan etmiş ve Avrupa haritasında yeniden görünmüştü. Bağımsızlık Günü 1937’de milli bayram ilan edildi ve hemen iki yıl sonra komünist partinin iktidara gelmesiyle de yasaklandı. 1989’dan beriyse yani Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında aralıksız kutlanıyor. Ancak kutlamalara katılan bazı sağcı grupların fazla ırkçı olduğu eleştirisiyle başlayan tartışmalar, son yıllarda bağımsızlıktan daha önemli bir gündem maddesi haline gelmiş durumda. Aşırı sağ ve sol gruplar arasındaki gerginlik nedeniyle bu yılki kutlamalar sırasında da başkent Varşova sokakları adeta savaş alanına döndü. Tartışmanın iki tarafı var: Bir yanda Polonya Gençliği (MW) ve Ulusal Radikal Kamp (ONR) adlı milliyetçi hareketlerin başı çektiği aşırı sağcılar; diğer yandaysa anarşistler, feministler ve Yahudi örgütleri dâhil 40 gruptan oluşan aşırı solcu “11 Kasım İttifakı”. Sağın öncülerinden MW, çok kültürlülük ve hoşgörü politikalarını destekleyen her türlü öğretiye karşı olduğunu açıkça belli ediyor. Dünya çapındaki ününüyse özellikle Yahudi düşmanlığına ve homofobik söylemlerine borçlu. MW, başkentte gelenekselleşen Bağımsızlık Yürüyüşü’nün organizasyonunda da ONR ile birlikte başı çekiyor. 11 Kasım İttifakı ise, her ne kadar milli bayram olarak Bağımsızlık Günü’nün kendisine karşı değilse de, sırf MW ve ONR’nin katılımını onaylamadığı için Bağımsızlık Yürüyüşü’nü engellemek amacıyla her yıl bir “karşıyürüyüş” düzenliyor. İttifak’a Almanya’dan katılan Antifa adlı anti-faşist grup, bu yılki kutlamalardan önce internet sitesine koyduğu “Nazi yürüyüşünü engelle!” başlıklı yazıda, ırkçılığı, Yahudi düşmanlığını ve homofobiyi teşvik ettiği gerekçesiyle Polonya Hükümeti’ni yerden yere vurmakta. İttifak’ın Polonyalı üyelerinden Anarşist Federasyon ise, daha da ileri giderek, polis kordonunun nasıl yarılacağı, taş ve molotof kokteyllerinin ne zaman atılması gerektiği vb. hakkında bilgiler içeren bir rehber yayınladı. 11 Kasım 2011 Cuma gününe işte bu atmosfer içinde gelindi. Sabah saatlerinde devlet törenine katılan Cumhurbaşkanı Bronislaw Komorowski, Meçhul Asker Anıtı’na çelenk bıraktıktan hemen sonra “Milli bayramımızı birlikte kutlayalım, birbirimize karşı değil” sözleriyle son kez boş yere sağduyu çağrısında bulundu. Çünkü polis öğleden sonraki yürüyüşlerde bazı göstericilerin şiddete başvuracağına kesin gözüyle bakıldığını duyurarak malumu ilan etmişti bile. ABD Konsolosluğu, bunun üzerine, başkentte yaşayan ABD vatandaşlarından “gösteri yapılacak cadde ve sokaklardan uzak durmalarını ve şehir mer- kezinde tek başlarına dolaşmamalarını” istedi. Nitekim olaylar beklendiği gibi başladı. Sağcı MW ve ONR liderliğindeki Bağımsızlık Yürüyüşü şehir merkezine vardığında, önünde 11 Kasım İttifakı’nın karşı-yürüyüşünü buldu. Karşılıklı hakaret ve tehdit sloganları atıldı, ancak polis kordonunu aşamayan solcu göstericiler molotof kokteyllerini atacak o fırsatı bir türlü bulamadılar. İşte tam bu sıralarda, polisin hiç hesaba katmadığı bir şekilde, birbirine erişememenin yarattığı engellenmişlik duygusunun etkisiyle olsa gerek, iki taraftan da göstericiler bütün öfkelerini polise yöneltti. Çöp bidonları, güvenlik bariyerleri, kaldırım taşları vs. ellerine ne geçtiyse fırlatan göstericilere polis tazyikli su ve göz yaşartıcı gazla yanıt verdi. Hızını alamayan birkaç eylemci bir canlı yayın aracını ateşe verdi; olaylarda gazeteciler de yaralandı. Gecenin ilerleyen saatlerinde nihayet meydanlar boşalırken 11 Kasım İttifakı’ndan bir yetkili zaferin haberini şöyle veriyordu: “Hedefimize ulaştık. Neo-faşistlerin Bağımsızlık Yürüyüşü Varşova’nın merkezinden geçemedi.” Ne var ki solun bu “başarısı” Polonya tarihine kanlı harflerle yazıldı. Üçdört saat süren olaylarda toplam 40 polis yaralandı, 8’i polis 29 kişi hastaneye kaldırıldı. 92’si yabancı olmak üzere 200’den fazla kişi gözaltına alındı -ki yabancıların çoğu Alman vatandaşı. Varşova Valiliği, maddi kaybın 72 bin zloti (yaklaşık 36 bin TL) olduğunu açıkladı. Hal böyle olunca, Pazartesi’yi beklemeden derhal harekete geçen savcılık 46 kişi hakkında soruşturma başlattı, 12 Kasım Cumartesi günü mahkemeler özel oturum yaptı. 35’i polise saldırmakla suçlanan sanıkların ikisi 3’er yıl hapis cezası aldılar bile. Yaşananları “milli utanç” olarak nitelendiren Cumhurbaşkanı, bayramı ülke çapındaki sayısız kültürel etkinliğe katılarak kutlayan “uygar” vatandaşlara teşekkür etti ve parlamentoyu gösteri yürüyüşlerinde şiddetin önlenmesine hizmet edecek kanun değişiklikleri yapmaya çağırdı. Hatta en kısa sürede kendisinin de bizzat bir tasarı sunması bekleniyor. Başbakan Tusk da Cumhurbaşkanı’yla aynı görüşü paylaşıyor. “Almanlar, Varşova’nın göbeğinde, Bağımsızlık Günü’ nde, sırf ulusal semboller taşıyorlar diye Polonyalılara saldırdı!” sözleriyle tepkisini dile getiren ana muhalefet lideri Jaroslaw Kaczynski ise, kanun değişikliğine ihtiyaç olmadığı görüşünde. Ona göre, karşı-yürüyüşün olay çıkarmak maksadıyla düzenlendiği o kadar açıktı ki, mevcut kanuna göre bu organizasyona zaten izin verilmemiş olmalıydı. Kaczynski olayları kısaca “Donald Tusk hükümetinin tipik sorunlarından biri” olarak nitelendirdi. Eski Başbakan Leszek Miller gibi Polonyalılara saldıran Alman anarşistlerden ziyade “Polonyalılara saldıran Polonyalılardan” endişelenenler de bulunmakta. 9 10 Yunanistan’ı sarsan 15 gün Christos TEAZIS KASIM 2011 ATAUM e-bülten Yunanistan’ı sarsan 15 gün Christos TEAZIS Yunanistan’da sular durulmak bilmiyor. Halkın tepkileri bir kartopu gittikçe büyümekte ve bunun genel siyasi sistemi etkilememesi de mümkün değil. Ta ki, yeni hükümete kuruluncaya kadar. Olayların gelişim seyrine şöyle bir bakalım: 28 Ekim 1940 milli bayramı vesilesiyle Yunanistan’da bir askeri tören yapılıyor. Tam da Yunan Cumhurbaşkanı törenin başlaması için hazır duruma gelmişken törenin yapılacağı cadde aniden onbinlerce kişi tarafından kapatılır. Ve Cumhurbaşkanına yönellik sloganlar atılmaya başlar. Yarım saat sonra Yunanistan’da bir ilk gerçekleştirilir ve tören iptal edilir… Bu olayın hemen ardından Yunanistan siyasetinin iyice karıştığına tanık olundu. Şöyle ki, Yunanistan’ın eski başbakanı Yorgo Papandreu, 27 Ekim tarihinde Yunanistan ile ilgili alınan kararlar hakkında PASOK milletvekillerine bilgi veriyordu. Papandreu, grup toplantısındaki konuşmasında, 27 Ekim kararlarını halkın onayına sunacak yani referanduma götürecekti. Ondan sonra iş rayından çıktı. Papandreu’ nun açıklamaları Berlin ve Paris’in hoşnutsuzluğuna neden oldu. Drahmiye dönüş senaryoları yeniden alevlendi. Avrupalılar Papandreu’ nun inisiyatifini mantık dışı olarak değerlendirdiler ve Euro bölgesini tehlikeye attığı yolunda bir görüş bildirdiler. Kasım’daysa PASOK milletvekili Milena Apostolaki partisinden ayrılıp bağımsız milletvekili oldu. Parti’nin bir diğer milletvekili Vaso Papandreu, bir Ulusal Kurtuluş Hü- kümeti kurulması teklifinde almayı başardı. Karşılığınbulundu. PASOK’un altı daysa Papandreu istifa edip milletvekili aynı sıralarda yeni hükümet kurulması için Papandreu’yu istifaya çağırı- işlemleri başlatacaktı. yordu. Ana muhalefet (Yeni 5 Kasım: Papandreu, CumDemokrasi) Genel Başkanı hurbaşkanı’nı ziyaret edip Adonis Samaras ise, Cum- ulusal koalisyon hükümeti hurbaşkanıyla görüşüp se- kurmaya çalışacağını açıklaçim istedi. dı. “Ben makama yapışmış 2 Kasım: Sarkozy ve Merkel, değilim” dedi. Ana muhalePapandreu’yu G-20 zirvesi- fet başkanı Adonis Samaras, ne ‘’ifade’’ vermek için ça- ulusal koalisyon hükümeti ğırdı. Yunan gazetelerine gö- düşüncesini reddederek sere, Yunanistan küçük düşü- çim istedi. Ortodoks Halk rü cü an lar ya şı yor du. Uyanışı Partisi genel başkanı Sabaha karşı Merkel ve Sar- olan Yorgo Karacaferis, kozy, önce “referandumdan Samaras’ın seçim isteğinden vazgeç” diye, Papandreu’ vazgeçmesi ve ulusal koalisnun fi kir değiştirmediği yon hükümet kurulması için görülünce de bir basın top- çağrıda bulundu. lantısı düzenleyerek referan- 6 Kasım: Gece, PASOK ve Yedumun en kısa zamanda ger- ni Demokrasi (YD) arasında çekleştirilmesi için ültima- anlaşmaya varıldığı duyurultom verdiler. Referandumun du. Bu anlaşmada iki temel içeriği değişti: “Euroya Evet prensip söz konusuydu. Gemi Hayır mı?” Üstelik, IMF de çici hükümetin esas görevi sehem de müzakereler sürer- çime gitmek olacak ve Paken altıncı taksiti dondur- pandreu bu hükümette yer duğunu açıkladı. almayacaktı. 3 Kasım: Maliye Bakanı Veni- 7 Kasım: Başbakan’ın kim zelos, referandumun gerçek- olacağı yönünde isim pazarleşmemesinden yana tavır lığı başladı. İlk bildirilen isim koydu. PASOK milletvekil- Lukas Papadimos’ydu; sonra leri Diamadopulu ve Vaso Pa- Panagiotis Rumeliotis ve pandreu, grup toplantısında Nikiforos Diamaduros isimçok açık ve net bir şekilde baş- leri de diğer adaylar olarak bakanı istifaya çağırdı. Pa- gündeme geldi. Aynı gün Mapandreu, gece yaptığı açık- liye Bakanı Venizelos Eurolamada, istifa etmeyeceğini grup’a katıldı. Avrupalılar, Yuve ulusal koalisyon kurulma- nanistan’ın durumunun ensı için gereken adımları dişe verici olduğunu ifade etatacağını açıkladı. Bu açıkla- tiler ve oluşturulacak yeni hümanın ardından da güveno- kümetten de 27 Ekim kararyu istedi. Ana muhalefet baş- larını uygulayacağına dair kanı Adonis Samaras, Ulusal taahhütname imzalamasını Koalisyon Hükümeti’ne katı- istediler. 8 ve 9 Kasım’da labilmek için Papandreu’nun pazarlıklar devam etti ve niistifasını şart koştu. hayet 10 Kasım’da da Baş4 Kasım: Papandreu’yla PA- bakan’ın ismi açıklandı: LuSOK milletvekilleri arsında kas Papadimos. 11 Kasım’da yapılan büyük pazarlıklar ar- da PASOK, Yeni Demokrasi dından Papandreu güvenoyu ve Ortodoks Halk Uyanışı partilerinden oluşan yeni hükümetin bakanları açıklandı. Bu çerçevede iki noktaya değinilmesi gerekmekte. Birincisi, üç partiden oluşan yeni hükümet gösteriyor ki, krizle baş edebilmek tek bir partinin işi değil. Ayrıca, “eski” zihniyetin egemen olduğu bir partinin de işi değil. Bu kriz, sosyal olduğu kadar siyasal bir niteliğe de sahip ve bu bağlamda derinlikli bir sosyo-politik dönüşümün yaşanmasına neden olmakta. İkincisiyse, yeni hükümetin kurulmasıyla Yunan siyasi tarihine damgasını vurmuş bir aile olan Papandreou ailesi de siyasetten çekilmiş bulunmakta: Yorgo Papandreu’ nun dedesi Yorgo, yetmişli yıllara kadar siyaset sahnesinin başrolünde yer almıştı. Babası Andreas seksenli ve doksanlı yıllara damgasını vurdu; son olarak siyaset sahnesine çıkan Yorgo başbakanlığındaysa kriz başlamış oldu. İlginç olan, bu ailenin bilimsel bir terminolojiyle ifade edecek olursak- siyasal yaşamının diyalektik bir süreç içinde varlık alanı bulmuş olması. Zira aile fertleri birbirlerinden çok farklı, hatta zıt siyasetler izlediler. Dede Yorgo tez iken oğlu Andreas antitezdi. Andreas sonra tez ol du ğun da oğ lu Yor go antitezdi. Yorgo Papandreu ile bir senteze varıldı ve bilindiği gibi bunun anlamı derinlikli bir dönüşüm demekti. Evet, Papandreu siyasetin dışına itilmiş olabilir; ama Yunanistan da bir dönüşüm yoluna girildi. Yeni tez, antitez ve sentezlere yelken açıldı. ATAUM KASIM 2011 e-bülten Yunanistan’da Evsizlik ve Sosyal Dışlanma Ezgi ÖZEN 11 Yunanistan’da Evsizlik ve Sosyal Dışlanma Ezgi ÖZEN Yunan sivil toplum örgütü KLIMAKA, gün geçtikçe ağırlaşan ekonomik koşullar nedeniyle ülkedeki evsiz sayısının “toplumsal patlama noktasına geldiğini” açıkladı. Ekonomik kriz ülkede yalnızca 20 milyona yakın insanı işsiz bırakmakla kalmadı, aynı zamanda ülkedeki insan ve yaşam profilini de önemli ölçüde değişikliğe uğrattı. Aslında evsizlik Avrupa toplumları için yeni bir sorun değil. Sanayi toplumlarının ortaya çıkmasından bu yana başta Birleşik Krallık olmak üzere pek çok ülkenin önemli sorunlarından biri. Geleneksel evsizlik tanımları kültürel, tarihsel, ekonomik ve siyasal yapılara göre çeşitlilik göstermekte ve evsizlik “kronik evsizlik” ve “geçici evsizlik” olarak ikiye ayrılmakta. ABD’de yapılan evsizlik tanımı aileleriyle bağlarını koparan gençleri ve eşlerinden ayrılan yetişkinleri de içermekte ve bu tür evsizler “geçici evsiz” olarak nitelendirilmekte. Kronik evsizleriyse, bir yıldan daha fazla evsiz kalan veya son 3 yılda en az 4 defa evsiz olarak yaşam sürmüş insanlar oluşturmakta. Evsizlik geleneksel olarak alkol veya uyuşturucu bağımlılarıyla, kimsesiz engellilerle, suçlu ve kanun kaçaklarıyla özdeşleştirilmiş bir kavram. Fakat günümüzün Yunanistan’ında evsizlerin büyük bir kısmını işini kaybetmiş turizmciler, güvenlik görevlileri ve denizciler oluşturmakta. Krizin Yunanistan’ı vurmasıyla birlikte önceden işçi ya da küçük burjuva olarak toplumun çeşitli sınıflarına mensup olan bireyler şimdi evlerini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze. Bu tehlike beraberinde toplumsal dışlanmayı da getiriyor. Pek çok gazetede vasıflı işgücünün sokağa yerleşmesi Yunanistan’da “yeni bir evsiz sınıfı yarattığı” şeklinde yorumlanıyor. Fakat evsizliğin beraberinde getirdiği toplumsal dışlanma, yeni bir sınıf yaratmaktan ziyade Avrupa toplumlarını sınıfsızlığa doğru itiyor. Avrupa toplumunun krizle üst noktaya çıkan bu erozyonu, yaklaşık 15 yıl öncesinden tahmin edilebilmekteydi. Küreselleşme teorileri, 1990’lardan bu yana sosyal dışlanmanın yeni liberalizm için vazgeçilmez bir unsur olarak ön plana çıktığı görüşünde. Örneğin Susan George, “Fikirler Savaşını Kazanmak” (1997) başlıklı makalesinde, 20. yüzyılın sonlarında başlayan küresel yeni liberalizm dönemini “dışlanma çağı” olarak niteliyor. Yeni evsizleri bir “sınıf” olarak tanımlamanın onları sisteme “katmak” bağlamında faydalı bir yaklaşım olmayacağı açık. Evsizlik, yaşamını sokakta sürdüren insanların niteliğine göre değerlendirilebilecek bir sosyal durum olmanın ötesinde. Yunancada Türkçedeki “hayat” kelimesinin iki farklı karşılığı var: zoe ve bios. Zoe, insanın biyolojik olarak varlığı demekken bios ise insanın düşünsel ve toplumsal anlamdaki yaşantısı ve onu hayvandan ayıran temel nitelik. Bu durumda, “barınma hakkı” da yalnızca fiziksel anlamda bir ihtiyaç değil, bios’a ilişkin, insan yaşantısını bios olarak var etmeyi olanaklı kılan bir önkoşul. Barınma hakkının kapsamını ele alırken evsizlik ke- limesinin kökeni olan “ev” ke- rılması ve iç hukuka aktarıllimesini de dikkate almamız ması sürecinde büyük aksakgerekmekte. Ev, Oxford söz- lıklar göze çarpmakta. lüğünde konut kelimesinden Öte yandan, İngiltere’de evfarklı olarak yalnızca barına- sizlere yardım amacıyla kucak bir alanı değil, sosyal iliş- rulmuş 700’e yakın sivil topkileri de içeren bir mekan lum kuruluşu bulunmakta. olarak tanımlanmakta. Sınıf Bu sivil toplum kuruluşlarının sözcüğü de, statü sözcüğün- büyük bir kısmı evsizleri soden farklı olarak bir konum ğuk kış günlerinde barınakveya durumu ifade etmekten lara yönlendirmek gibi hizöte bir “ilişki”yi ifade etmek- metler sunuyor. Dolayısıyla te. Nitekim Marx, bir toplulu- “ev” kavramının beraberinğun “sınıf” olarak nitelendi- de getirdiği toplumsal, siyasi rilebilmesi için “üretim ilişki- yaşantıyı evsizlere sunmaya leri bağlamında benzer de- yönelik yardımlarda bulunneyimleri paylaşan insanlar” muyorlar. KLIMAKA’nın olmaları gerektiğini söyle- açıklamalarına göre Yunamekte. Pek çok evsiz, hayatı- nistan’da da benzer eylemnı sadakalarla ve yardımlar- lerde bulunan sivil toplum örla idame ettirebilmekte. Bu- gütleri mevcut; fakat bu örnun haricinde üretim ilişkile- gütler de evsizliğin ortadan riyle herhangi bir bağ içeri- kaldırılmasına yönelik çösinde de değiller. O zaman, züm üretmekte yetersiz. Saevsizlik de bireyleri toplum- dece evsizlere sokaktaki yasal ve siyasal hayattan kopa- şamı kolaylaştırmaya yönelik ran ve onların yaşantılarını faaliyetlerde bulunmaktalar. zoe’ye indirgeyen bir durum. KLIMAKA’nın 2008 tarihli raDolayısıyla, sokağa düşme poruna göre, Yunanistan’da sebepleri ve evsizlikten ön- evsiz nüfus devlet tarafından ceki statüleri ne olursa olsun, kayıt altında tutulmuyor; dobu kişiler hem sosyal hayat- layısıyla evsizlerin sayısıyla illarından hem de üretim iliş- gili resmi rakamlar vermek kilerinden büyük ölçüde so- güç. Evsizlik ve işsizlikle müyutlanmaktalar. Toplumun cadele Yunan devletinin Uluevsizlere genel bakışı da göz sal Hareket Planı’nın bir parönünde bulundurulduğunda çasını oluştursa da, devlet bu evsizlik hali -evsizlerin niteli- kesimlere hizmet etmekte yeğindeki değişmeye rağmen- tersiz kalıyor. KLIMAKA devhala toplum ve ekonomi dışı- let nezdinde evsizlere yönedır ve dolayısıyla sınıfsızdır. lik bir veri tabanının oluştuBu açıdan evsizlerin topluma rulmamış olmasını bu yeteryeniden kazandırılabilmeleri sizliğin en önemli sebebi olave evsizliğin önlenmesi el- rak gösteriyor. Hatırlamakta zemdir. fayda var ki, Yunanistan’daki Çeşitli AB antlaşmalarında, evsizlerin önemli bir kısmını evsizlik ve toplumsal dışlan- göçmenler ve mülteciler omanın diğer türlerine yönelik luşturuyor. Nitekim KLIMAKA önlem paketleri üye ülkeler da mülteci ve göçmen evsiztarafından kabul edilmiş du- lerin ayrıksı durumunun devrumda; fakat bunların dev- let tarafından gerektiği gibi eletler nezdinde uyumlulaştı- le alınmadığı görüşünde. 12 Avrupa'da Vicdani Ret Alev YILDIRIM KASIM 2011 ATAUM e-bülten Avrupa'da Vicdani Ret Alev YILDIRIM Avrupa Konseyi’nin, AB üyeliğine aday ülkelerin vicdani ret hakkını tanıması için verdiği üç aylık mühlet, Aralık’ta sona eriyor. Avrupa Konseyi üyesi olan ve vicdani ret hakkını tanımayan ülkelerse, A zer bay can ve Türkiye. Özellikle Kasım boyunca, 1949’dan beri Avrupa Konseyi üyesi olan ve vicdani ret hakkını tanımadığı için AİHM tarafından bir çok ceza alan Türkiye’de vicdani ret tartışm a sı ol duk ça hız lan dı. Yunanistan’ın keza, özellikle AB’nin baskıları sonucu 1998’de, Bulgaristan’ınsa Birliğe katılmadan hemen önce vicdani reddi kabul etmesi ve 2008’de zorunlu askerliği kaldırma taahhüdü vermesi, Birliğin vicdani ret konusundaki perspektifini ve politika- sını özetler nitelikte. Bu bağlamda, AB üyesi 27 ülkedeki zorunlu askerlik ve vicdani ret uygulamalarına bakmakta fayda var. hangi bir zamanda yapılabileceği kararı aldı ve üye devletlerden bu ifadeyi yasalarında belirtmeleri gerektiğini talep etti. Vicdani retle birlikte, bir çok devlet askerlik hizmeti yerine vatandaşlarından zorunlu kamu hizmeti talep etmekte. Belirtmekte fayda var ki, askerlik bedeli olarak görülen kamu hizmeti anlayışı da zorunlu olmak durumunda değil. Fakat, askeri hizmet yerine kamu hizmeti talep eden devletler bunun kapsamını yasalarla belirleyerek kamu yararına sivil hizmet öngörebilir deniyor. BM İnsan Hakları Komitesi’ne göre, bu sivil hizmetin hem hizmetin türü açısından, hem de hangi koşullarda yerine getirildiği konusunda cezalandırıcı olmayan bir yapıda olması gerekmekte. Bu anlamda birçok ülkede sivil kamu hizmeti farklı süreler ve farklı koşullar altında uygulansa da, komite, Foin v. France davasında verdiği kararla, hizmet süresinin makul ve objektif bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğini açıkça belirtti. Vicdani ret konusunda uluslararası hukuk davalarında altı çizilen bir başka noktaysa, devletlerin bu hak konusunda vatandaşlarına bilgi vermesi. Zira hakkın kullanılması açısından önceden bilgi sahibi olmak önemli. Uluslararası hukukta durum Vicdani ret bugün, uluslararası hukuk tarafından korunan bir hak. Uluslararası sözleşmeler açısından değerlendirildiğinde vicdani ret, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinde ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 18. maddesinde, din, vicdan ve düşünce özgürlüğü kapsamında korunuyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu da 1987’den itibaren aldığı kararlarla bu maddelerde belirtilen haklar üzerinden vicdani ret hakkını korumakta. AİHS’nin 9. maddesinin vicdani ret hakkını kapsayıp kapsamadığı bir süre tartışma konusu olsa da, yapılageliş, vicdani reddin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünden kaynaklandığını kabul etmiş durumda. Öte yandan buradan, vicdani reddin yalnızca dini gerekçelerle savunulduğunu söylemek zor. Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 18. maddesi de -BM İnsan Hakları Komitesi’nin 22 No’lu Genel Yorumu’na göre- deist, deist olmayan veya ateist kişileri korumakta. Vicdani reddin askerlik sırasında, öncesinde ya da sonrasında gerçekleştirilebileceği kabul edilmekte. Avrupa Parlamentosu, 24 Mart 2006’da yaptığı toplantıda, vicdani ret başvurusunun her- ATAUM e-bülten KASIM 2011 Avrupa'da Vicdani Ret Alev YILDIRIM 13 AB’de vicdani ret uygulaması AB ü ye si dev let ler den İrlanda, Portekiz, Lüksemburg, Mal ta, Ro man ya, Slovenya ve Birleşik Krallık’ ta zorunlu askerlik yok. Buna karşılık, Avusturya, Kıbrıs, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Almanya, Yunanistan, Litvanya, Polonya ve İsveç’te zorunlu askerlik var ve vicdani ret konusunda farklı uygulamalar söz konusu. Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Macaristan, İtalya, Letonya, Hollanda, Slovakya ve İspanya gibi ülkelerdeyse zorunlu askerlik askıya alınmış durumda. AB üyesi devletlerin hepsi, vicdani ret hakkını askerlik öncesi tanıyor olmasına karşın, Danimarka, Finlandiya, Al man ya, Hol lan da ve İsveç’teyse bu hak askerlik hizmeti sırasında ve sonrasında da öne sürülebiliyor. Bu da, Avrupa Parlamento’sunun 2006’da üye devletlerden vicdani retle ilgili düzenlemelerde istenilen standartlara bu devletlerde ulaşıldığını gösteriyor. Öte yandan Almanya, Hollanda ve Birleşik Krallık’ta vicdani ret hakkını, profesyonel askerler dahi öne sürebilmekte. Bu devletlerdeki düzenlemeler, daha kapsayıcı nitelikte. Birlik üyesi devletlerin tamamının vicdani ret hakkını tanıması, bu ülkelerde herkesin vicdani ret hakkı kullanabileceği anlamına gelmemekte. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, vicdani ret hakkını kullanmak için kimi devletler farklı düzenlemeler öngörmekte ve bu düzenlemelerle birlikte, ancak bazı şartların taşınması durumunda vicdani retçi olunabiliyor. Örneğin Yunanistan’da, bazı gruplar vicdani ret başvurusunda bulunamıyor. Silah ruhsatı bulunanlar veya sabıka kaydı bulunanlar gibi. Estonya’da örneğin, kimlerin vicdani retçi olabileceğine ya da kimlerin olamayacağına dair düzenlemeler yeterince açık değil, fakat çoğunlukla, dini gerekçelerle yapılan başvuruların işleme alındığı görünüyor. Keza Litvanya’da da benzer bir durum söz konusu. Bir çok AB devletinde vicdani ret başvurusunun yapılabileceği zamanlar sınırlı tutuluyor ve belirtildiği üzere, bir çoğunda bu hak yalnızca askeri hizmet öncesi iddia edilebiliyor. Öte yandan, başvuruların belli bir zaman diliminde yapılması gerektiğine dair sınırlamalar da söz konusu; bu da vicdani ret hakkının kullanılma alanını daraltıcı nitelikte. Askeri hizmet yerine sunulan zorunlu kamu hizmetiyle ilgili AB devletleri arasında oldukça farklı uygulamalar söz konusu. Almanya, vicdani retle ilgili uygulamada gerek zaman sınırlaması yapmaması, gerekse profesyonel askerlere dahi bu hakkı tanımasına karşın, mecburi kamu hizmeti konusunda sıkı düzenlemelere sahip. Kamu hizmeti dahil olmak üzere tamamen ret mümkün değil; ayrıca, kamu hizmetini gerçekleştirmeyi reddedenler de tekrarlanan disiplin cezalarına maruz kalabilmekteler. Yine, zorunlu askerlik yerine kamu hizmeti öngören Avusturya’ daysa, yapılan zorunlu kamu hizmeti görevinde oldukça düşük ücretler verilmesi sorun teşkil ediyor. Bir başka örnekse, Estonya. Kamu hizmeti görevinin tamamen sivil görevlerden oluşup oluşmadığı konusunda ülke yasalarında tam bir netlik söz konusu değil. İsveç’teyse, vicdani retçilerin kamu hizmeti yapmak gibi bir zorunlulukları bulunmuyor. Kamu hizmeti göreviyle ilgili bir diğer sorunsa, Almanya ve Danimarka hariç diğer devletlerin tümünde bu zorunlu görevin askerlik hizmetinden daha uzun olması; hatta bazılarında, oldukça uzun olması. Özellikle, Kıbrıs, Estonya, Yunanistan ve Finlandiya’da zorunlu hizmetin uzunluğu dikkat çekici nitelikte. Bazı nedenlerden ötürü vicdani ret başvurusu kabul edilmeyenler, özellikle Yunanistan’da, zorunlu hizmet yerine sıklıkla açılan soruşturmalar ya da tutuklanma lar la karşılaşabiliyor. Finlandiya’daysa zorunlu kamu hizmetinin uzunluğu (13 ay) nedeniyle her yıl onlarca dava görülüyor ve hapis cezaları görülüyor. Finlandiya’daki Vicdani Retçiler Birliği’nin açıklamalarına göre, her yıl bu sebeple hapis cezası alan kişi sayısı 60 ila 80 arasında. Kısacası, AB ülkelerinin tamamı vicdani ret hakkını tanıyor ve bu hakkı -farklı düzenlemeler söz konusu olmakla birlikte- yasalarıyla güvence altına alıyor. Ancak belirtildiği gibi, bu konuyla ilgili oldukça farklı düzenlemeler söz konusu. Öte yandan, vicdani ret hakkının kapsayıcılığı, başvuru dönemiyle ilgili sınırlamalar, mecburi kamu hizmeti ve bu hizmetin süresi ve vicdani reddin ve zorunlu hizmetin tamamen reddedilmesi durumunda uygulanan cezai yaptırımlar oldukça farklılıklar gösteriyor. Bütün bu konularda, BM İnsan Hakları Komitesi’nin ön gör dü ğü uluslararası standartlara henüz ulaşılmış değil. Yalnızca birkaç AB devleti vicdani rettin herhangi bir zamanda ya pılabileceğini öngörürken, yalnızca üç tanesinde profesyonel askerler bu haktan faydalanabilmekte. Vicdani ret gerekçeleri ve vicdani rettin kapsamı hakkında yasalarda açık ifadelerle düzenlenmeler olmadığındaysa, vicdani ret talepleri geri çevrilebiliyor; Yunanistan ve Estonya’da sıklıkla görüldüğü gibi. Yine de, Birliğin vicdani reddin bir hak olarak tanınması ve sınırlarının genişletilmesi konusundaki duruşu ve Avrupa Parlamento’sunun bu konudaki çalışmaları, mevcut düzenlemelerin daha da ilerletileceğini düşündürüyor. içtimaiyat Noel Erbil ERTÜRK Noel, her ne kadar farklı çağ- gın kutlaması. Hıristiyan ce- taraftan da yılbaşı kutlama- başını kutlayan ancak Hıristirışım ve farklı içeriklerle de ol- maatinin İsa’nın doğum gü- larıyla iç içe geçmiş ve yan olmayan insanlar tarasa, belki de dünyanın en yay- nünü andığı bu özel gün, bir Noel’in seküler motifleri, yıl- fından da benimsenmiş. Etimoloji Türkçede Noel şeklinde kabul görmesine rağmen, daha doğru bir ifadeyle Milat ya da Doğuş Yortusu olarak anabileceğimiz bu bayramın Türkçenin kelime dağarcığına Fransızcadan geçmiş olmasının etkisini görüyoruz. Fransızcada Noël olarak geçen sözcüğün, Latince natalis (doğum) kelimesinden gel- diği biliniyor. İngilizcede bu yortu için kullanılan Christmas kelimesiyse, yine kökenini Latinceden alan Christ (İsa) ve Mass (ayin) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor ve anlamsal olarak İsa’nın Ayinine tekabül ediyor. Her Hıristiyan bayramında olduğu gibi, Noel kutlamalarının da pagan dönemde ayak izlerinin sürülmesi mümkün. Genel olarak, Noel, pagan dönemdeki -her ne kadar bazı itirazlara sebebiyet verse de- kış festivalleriyle özdeşleştiriliyor. Kış festivali olarak kutlansa da, esasen 21 aralıkta günlerin yeniden uzamaya başlamasını, başka bir deyişle gün doğumunu (solstis) selamlayan bu etkinlik, Latince Dies Natalis Solis Invicti (Yenilmez Güneşin Doğumu) sloganıyla ölümsüzleştirilmişti. İki etkinlik arasındaki bu ilişkiyi kanıt sayılabilecek tarihsel belgelerin azlığına rağmen, kolektif bilinçte böyle bir süregelişe inanmak son derece makul gözüküyor. ATAUM e-bülten KASIM 2011 Noel Erbil ERTÜRK 15 Tarih(çe) Noel’in hangi ülkede hangi tarihte kutlandığı, aynı zamanda Noel’in tarihçesini de anlamlandırma imkanı sunuyor. Örneğin Katolik ve Protestan kiliseleri, Noel’i 24 Aralığı 25 Aralığa bağlayan gece kutlarken, Ortodoks kilisesi Noel ayinini 6 Ocak gecesi yapıyor. Öte yandan, Hıristiyan olmayan topluluklar, algısal düzlemde neredeyse Noel’le iç içe girmiş bir şekilde 31 Aralıkta yılbaşını kut- larken, bu günün aynı zamanda İsa’nın doğum günü olduğunu da düşünüyorlar. Hıristiyan aleminde kiliseler arasındaki bu tarih farkı, Katoliklerin Jülyen ve Ortodoksların Gregoryen takvime bağlı kalmasıyla anlamını buluyor. İznik Konsülü’nde birbirinden ayrışan iki yorumun iki farklı takvim kullanmaya gitmesi, çok özel bir siyasi anlam yaşıyor. Modernizm öncesi, her şey gibi za- man da tek tipleştirilmeden önce kullanılan takvim, yani zamanı işaretleme ayrıcalığı, siyasal iktidarla doğrudan ilişkili bir olgu olarak göze çarpıyor. Gerçekteyse İsa’nın ne 24 Aralık ne 6 Ocak ne de 31 Aralık gecesi doğduğuna dair kesin bir kanıt bulunmakta. Bazı kutsal metinler İsa’nın baharda doğduğunu (bir başka pagan bayramı olan Paskalyayla mı birleşti- rilmek isteniyor?), bazılarıysa ekim ayının daha makul olduğunu öne sürüyor. Yine de, tarihin bu döneminde bireyin bu kadar merkezde olmaması, İsa’nın doğum gününün saptanması çabalarının o dönemde kaleme alınan metinlerdeki “domatesler kızardığı” ya da “kuşlar göç ettiği” zaman gibi tanımlamalarla yetinmesini zorunlu kılıyor. dillerindeki şekliyle Santa Claus’tur. Türkiye’de bilinen en genel haliyle, iyi yürekli bir Antalyalı rahipten türediği düşünülen hikayenin, İtalya ve Almanya versiyonlarında bölge sakinlerinin kendi din adamlarını kayırma eğiliminde olduğunu göreceğiz. Noel’le organik bağ içindeki bir diğer motif, Noel ağacıdır. Pagan kültüründe, yaprak dökmeyen ağaçların ölümsüzlüğü simgelediği düşünülerek hürmet gösterilen çam ağacı, Mısır, Çin ve Yahudi geleneklerinde de aynı çağrışımlara sahip. Hıristi- yanlığın neden çok daha kutsal bir haleye sahip olan elma ağacını tercih etmek yerine çam ağacını elmalarla süsleme yoluna gittiği sorunsalı, özellikle kuzeyli halkların din değiştirme sürecinde pratik bir kolaylık sağlaması açıklamasıyla bir nebze olsun anlam buluyor. Öte yandan, Orta Çağ boyunca, İskandinav damarı ağır basan ve Hıristiyanlıkla çok zor barışan Kuzey Batı Almanya’da Noel için hazırlanan piyeslerde, üzerine kutsal elmalar ve hamursuz ekmek asılan çam ağacı dekorunun çok popü- ler olduğu görülüyor. Noel ağacı kadar etkileyici bir sentez örneği de, Noel sofrasının vazgeçilmezi haline gelen hindi. Hindinin Amerika kökenli bir hayvan olduğu ve 15. yüzyıla kadar Avrupa’da bilinmediği düşünülürse, hindinin bugün Noel imgesindeki baskın konumu, oldukça şaşırtıcı. Yine Noel’le özdeşleştirdiğimiz hediye alıp verme alışkanlığı ve şehirleri ışıklı süslemelerle donatma geleneğinin, özellikle modern zamanlarla birlikte farklı bir niteliğe büründüğü iddia edilebilir. kan motif Noel olmuştur. Özellikle ABD’de tam bir alışveriş çılgınlığı halini alan yortu, bunun da ötesinde, tüketim toplumunun bazı sembolleri kendi isteğine göre şekillendirme isteğiyle de karşı karşıya gelmiştir. Örneğin Noel kutlamaları ve Noel Baba deyince akla kırmızının gelmesinin, tamamen olma- sa da büyük ölçüde 30’lu yıl- bi alışveriş yaparken, Noel’ lardaki Coca Cola’nın rek- den önce yapılması gereken lam kampanyasıyla alakalı perhiz genelde es geçiliyor. olduğu söylenir. Başlangıçta Yine de ABD’nin tersine, bu birlikteliğe onay veren ki- Avrupa’nın pek çok yerinde lisenin, işin vardığı boyuttan Noel günü dükkanların kaşikayetçi olduğu ve Noel’in palı olduğu ve Noel’in dinsel anlamının boşaltıldığını dü- anlamdaki saygınlığının külşündüğü biliniyor. Gerçekten türel erozyona karşı dirende, kendini Noel babayla öz- meye çalıştığı görülüyor. deşleştiren herkes çılgınlar gi- Ana motifler Hıristiyanlığın en baştan beri köktenci bir tavır benimsememesi, Hıristiyanlığın hem teolojik düzeydeki kurgusunda hem de gündelik pratikleri düzenlemede son derece eklektik bir tavır sergilemesine fayda sağlamış görünüyor. Bu seçmecilik, kilisenin pagan inanç dünyasının pek çok öğesinden faydalanmasına yol açtığı gibi, Hıristiyan sembollerin farklı merkezlerde çok geniş marjlarla yeniden yorumlanmasına göz yumulmasına da imkan sağlıyor. Noel’in en çarpıcı imgesi, Noel Baba ya da batı Modern Noel Hıristiyan kiliseleri, pek çok konuda oldukça tutucu olsalar da, etkilerinin toplumun geniş kesimlerine yayılmasına imkan verecek fırsatları iyi değerlendirilirler. Tüketim toplumu ve muhafazakar orta sınıfın tarihsel evliliği, kilisenin üzerine atladığı fırsatlardan biri olmuş ve bu süreçte de en çok ön plana çı- Portre Nazlı AKGÜN Stefan Zweig Tüm ulusların fikir adamlarıyla savaşa karşı birlik olmak istiyordu fakat başaramadı. Hitler iktidarı insanları kamplara attı, Zweig ve birçok ünlünün kitaplarını meydanlarda yaktı. Nasyonal Sosyalistlerin Avusturya’yı da ele geçireceklerini anlayan Zweig, 1934’te ailesini de bırakarak önce İngiltere’ye göç etti. En son Brezilya'nın Petropolis şehrinde karar kılsa da Hitler’in dünya düzeninde kendine uygun bir vatan bulamayan Zweig, 1942’de intihar etti. Avusturyalı yazar Stefan Zweig, 28 Ka sım 1881'de Viyana'da dünyaya geldi. Avru pa kül tü rü nün bü tün akımlarının birleştiği ve kesiştiği bir kent olan Viyana, Zweig’ın ge liş me sin de önemli bir yere sahipti. Buranın bilim, kültür ve sanat ortamını en iyi şekilde değer- lendiren Zweig, gençliğinden itibaren tiyatro, şiir, öykü, roman ve biyografi alanında önemli yapıtlar vermiş, büyük bir kültür hazinesi sunmuştur okurlarına. Stefan Zweig tarih ve edebiyat alanlarında öğrenim görmesinin ardından on sekiz yaşında Viyana Üniversitesi Fel- sefe ve Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ne girdi. 1902'de Neue Freie Presse'nin edebiyat sayfalarında yazmaya başlayan Zweig, aynı yıl Paul Verlaine, Baudelarie ve Emeli Verhaeren'in şiirlerini Almancaya tercüme etti. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca dillerini öğ- renen Zweig adını ilk olarak şiirleri ve çevirileriyle duyurdu. Gençlik yıllarında Hofmannsthal ve Rilke’dan etkilenerek yazdığı lirik şiirlerini “Gümüş Teller” ve “İlk Çelenkler” kitaplarında yayımlayan Zweig, ikinci şiir kitabıyla Avusturya’nın en değerli edebiyat ödüllerinden ATAUM e-bülten KASIM 2011 biri olan Bauernfeld Şiir Ödülü'ne layık görüldü. İnsanları ve dünyayı yakından tanımak isteyen Zweig, sık sık komşu ülkelere ve başka kıtalara seyahat ediyordu. 1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwaliar, Kalküta, Benores, Rangun ve Kuzey Hindistan'da bulunan Zweig, 1911'de New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko’ ya uzanan Amerika gezisini gerçekleştirdi. Bu seyahatlerin ardından Avrupa’ya dönen Zweig, burayı oldukça gelişmiş buldu. Kırk yıl süren barış sürecinde teknolojide büyük ilerlemeler kaydedilmiş, tüm Avrupa’da yeni buluşlar ortaya çıkmış, yeni keşifler yapılmıştı. Zweig'a göre Avrupa o kadar güçlenmişti ki, güçlenen devletlerin yayılma hırsı da bu güce paralel gelişmişti. Savaş yıllarında Romain Rolland ile sık sık mektuplaşan Zweig şöyle diyordu: "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir". İnsancıl ve uyumsuzlukları dengeleyen bir yapıya sahip olan Zweig polemiklere ve savaşlara her zaman karşıydı. Fikir çatışmalarından, bir fikrin zorla kabul ettirilmesinden hoşlanmıyor, politik kavgalardan kaçınıyordu. 1917’ de savaşı körükleyenlere karşı tepkisini “Jeremias” adlı oyununda dile getirdi. Savaşın ardından Avusturya'ya dönerek Salzburg'a yerleşen Zweig burada Frederike Von Winternit ile evlendi. Kapuzinerberg'in ya ma cın da, ağaçların arasında iki katlı bir eve yerleştiler. Oldukça huzurlu olan bu evde geçirdiği yıllar Zweig'ın hayatında oldukça özel ve olağanüstüydü. İkinci Dünya Savaşı’ na kadar önemli biyografi yapıtlarını, romanlarını ve öykülerini yazarak uzun yolculuklara çıktı. Zweig'ın ünü Londra’dan ayrılıp konferans o yıllarda dünyanın dört bir ve edebiyat söyleşileri için önyanına yayılmakta, öyküleri, ce New York’a, sonra sırasıybiyografileri, denemeleri ve la Arjantin, Paraguay, ve romanları sadece Amerika Brezilya’ya gitti. Aralıkta tekve Avrupa'da değil Asya'da rar New York'a giden Zweig burada "Amerigo-Tarihi Bir da büyük ilgi görmekteydi. Hatanın Öyküsü" adlı kitabıStefan Zweig tüm ulusların fikir adamlarıyla savaşa karşı nı yazmaya başladı. Ardınbirlik olmak istiyordu fakat dan Brezilya'nın Petropolis başaramadı. Hitler iktidara şehrine yerleşen Zweig 1941 geldikten birkaç ay sonra in- yılında "Brezilya Geleceğin sanlar kamplara atıldı, Zwe- Ülkesi"'ni, 1942 yılında ise ig ve birçok ünlünün kitapları savaş öncesi Avrupa'nın sosmeydanda, herkesin gözleri yal ve kültürel hayatını özönünde teşhir tahtasında ya- lem le anlattığı "D ünün kıldı. 1933 yılında iktidara Dünyası" isimli otobiyografik gelen Nasyonal Sosyalistle- eserini kaleme aldı. Ayrıca rin Avusturya’yı da ele geçi- ölümünden kısa bir süre önreceklerini anlayan Zweig ce eşiyle satranç oynaması1934’te ailesini de bırakarak nın akabinde yazmaya karar İngiltere'ye göç etti. Dostları- verdiği" Bir Satranç Öyküsü" nın yardımıyla 1940'ta İngiliz isimli kitabında mevcut sistetabiiyetine geçen Zweig, bu- min insanlara hükmetmesini rada ikinci eşi Charlotte Alt- anlatmıştır okurlarına. mann ile evlendi. Fakat 1942'nin 14 Şubat günü İngiltere'de de huzursuzdu. "Daha Fazla Direnmek İm- kânsız!", "İngiltere'de Derin Üzüntü!" ve "Süveyş Kanalını Hedef Alan Alman Hücumu, Libya'da!" manşetli gazeteleri gören Zweig, ümidini tamamen kaybederek insanlığa olan inancını yitirir. 23 Şubat 1942 sabahı, Hitler’in dünya düzeninde kendine uygun bir vatan bulamayan Zweig kendi isteğiyle hayata veda eder. Yatak odasına giren polisler, sırtüstü yatan Stefan Zweig ve elini onun göğsüne koymuş olan eşi Elisabeth Charlotte'u bulurlar. Devlet töreniyle Petropolis Mezarlığına gömülen Zweig, öldüğünde arkasında sayısız öykü, 400 civarı şiir, novellalar, romanlar, biyografiler, monografiler, denemeler, tiyatro eserleri, menkıbeler ve bir de libretto bırakmıştır. Stefan Zweig özellikle biyografi alanında önemli eserler ortaya koymuştur. 1919'da Portre: Stefan Zweig Nazlı AKGÜN 17 "Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski", 1925'te "Kendi İçinde Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche", 1928'de "Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy" isimli biyografik incelemelerini yayımlamıştır. Bunların dışında bağımsız kitaplar halinde "Romain Rolland", "Fouché", "Marie Antoinette", "Marie Stuart", "Erasmus", " Calvin'e Karşı Castellio", "Magellan" ve "Balzac" biyografileri de mevcuttur. Stefan Zweig'ın deneme tarzında yazdığı bir de "Yıldızın Parladığı Anlar" ismiyle Türkçeye çevrilmiş minyatür biyografilerden oluşan kitabı vardır. Bu eserlerinde Zweig, tarihsel kişilikleri ve dö nem le ri an lat ma da ki ustalığını eşsiz kültürüyle birleştirerek okurlarına sunmuştur. Kasım'da Avrupa BBC TV Yayınına Başlıyor (2 Kasım 1936) İnsanlar, kendi varlıklarının üretimini sağlasa da kendi bilinçlerinden, dileklerinden bağımsız olacak şekilde yaşamları süresince belli ilişkilere girerler. Çoğunlukla Marx’a atfedilse de epey yaygın kabul gören kanaate bakılırsa, bu bağlamda toplumun ekonomik yapısı her türlü ilişkinin ve toplumsal çıktının temelini oluşturmakta; yasal ve siyasal üst yapı da bu temel üzerinde yükselmekte. Bir anlamda insanları dahası toplumu var eden ilişkiler ağı zaman içinde çeşitlenmiş ve gelişen teknoloji, kurumlaşmalar ve bunların da ötesinde ulusal ya da uluslararası ekonomik, siyasal, sosyal dinamiklerdeki dönüşümle karşılıklı bağımlılıkların artması gibi etkenlerle karmaşık bir yapı kazanmış durumda. Özellikle 20. yüzyılla birlikte başlayan bu hızlı teknolojik gelişimin en önemli taşlarından birini, radyolarla televizyonlar oluşturmakta; bu yeni odaklarsa kendi endüstriyel, siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarını doğurmuşlar. Bu çerçevede gerek ulusal gerekse uluslararası alandaki faaliyetleriyle kitle iletişim alanında öncü sayılan BBC, ilk olarak akla gelen yayın kuruluşu. BBC, British Broadcasting Company Ltd. adıyla 1922’de özel bir şirket olarak kuruldu. 1927’de kamu kuruluşu niteliği kazanarak parlamentoya karşı sorumlu hale getirilen yayın kuruluşunun yöneticileriyse Krallık tarafından atanmaya başladı. Kuruluşun kamulaşmasının ardından atanan ilk yöneticiyse John Reith oldu ve Reith, BBC tarihi açısından çok önemli bir rol oynadı. Ka- mu hizmetini, ticari amaçların önüne koyan ve ulusal kapsamlı, merkezileşmiş bir kontrole bağlı bir anlayışı öneren Reith, yüksek kaliteli standartlardaki programların geliştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu kapsamda, ahlaki değerlere -ki bundan kasıt çoğunlukla dini değerlerdi- önem verilmesi gerektiğini ve özellikle 1927’deki kamulaşmanın ardından siyasi baskılardan bağımsız hareket edilmesinin gerekliliğini vurguluyordu. Ne var ki, yöneticisi Kral tarafından atanan, parlamentoya karşı sorumlu olan bir kuruluşun siyasal anlamda bağımsızlığını koruyabilmesi hele hele de Britanya gibi küresel alanda etkisi olan ve bu etkinliği tam da gücünü yitirmeye başladığı bir dönemde sürdürmek isteyen bir ülkede oldukça zor olacaktı. Reith, her ne kadar öncelikli işinin her zaman radyoculuk olduğuna inanmışsa da televizyon alanında da yeni açılımlara ön ayak olmak istedi ve bu alanda yapılan araştırmaları da takip etti. Nitekim BBC de TV alanındaki elektronik gelişmelerin etkileyici hale gelmesiyle 2 Kasım 1936’da ilk düzenli TV yayının açılışını yaptı. Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na gireceği 1939’a kadar sürecek bu yayın hayatı boyunca yapılan programlar, ma ga zin, ha ber ler ve belgeseller çerçevesinde şekillendi. 1946’da yeniden yayın hayatına başlayan BBC, 1954’te TV tekelini kaybetti ve ticari yayınlar başladı. Bugünün medya ağları içinde başı çeken yayın kuruluşlarından biri olarak BBC, Pınar Dilan SÖNMEZ ulusal ve uluslararası alanda enformasyonun önemli bir halkası oldu. Dünyanın pek çok yerindeki temsilcilikleri, çalışanlarıyla birlikte bir anlamda siyasal, ekonomik, toplumsal olayların tespiti ve aktarılmasında ciddi bir güç elde etti. Medyanın dördüncü güç olarak nitelendirildiğini göz önünde bulundurursak, BBC’nin bunun çok önemli bir örneği olduğu ortadır. Ne var ki, dördüncü güçten kastımızın ne olduğu, küresel dünyanın içinde bulunduğu rekabetçi koşullar, karşılıklı bağımlılık ağları düşünülerek sorgulanmaya açık. Dördüncü güç olarak medya, insanların gözü, kulağı, ağzı mıdır; yoksa ekonomik, siyasal, ideolojik amaçlara hizmet eden egemenlik rolleriyle ilişkili bir araç mı? Belki de hepsi… Georgios Papandreou (13 Şubat 1888- 1 Kasım 1968) 20. yüz yı la sa vaş lar la, işgallerle, siyasi çekişmelerle girmiş ve neredeyse yarım yüzyıl boyunca istikrarsızlıklar içinde yüzmüş bir ülkenin tarihinin canlı tanıkları olarak, halkın gözünde adeta ilahlaşmış Karamanlis ve Papandreou aileleri sahip oldukları mirası kuşaktan kuşağa aktararak bugün hala Yunanistan siyasi hayatında rol almaya devam ediyor. 2009’da yapılan genel seçimlerin ardından yönetimi K a r a m a n l i s ’ i n Ye n i Demokrasisi’nden, Papan- dreou’nun PASOK’u devralmış ve Papandreou ailesi yeniden iş başına gelmişti. Tüm ülkeyi kasıp kavuran ekonomik kriz le bo ğu şan Yunanistan’da henüz geçtiğimiz günlerde istifasını vererek geri plana çekilmiş eski başbakan, dışişleri bakanı ve PASOK lideri, torun Giorgos A. Papandreou; popülist, retorik ustası, 1980’li yılların tek ismi ve PASOK’un kurucu su, ba ba And re as Papandreou; nihayet yüzyılın başlarından 1968’de öldüğü 1 Kasım gününe dek si- yaset sahnesinin her alanında yer almış dede Georgios Papandreou… 1888’de Kaletzi’de doğmuş olan Giorgos Papandreou, eğitim hayatına Atina Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde başlamış ve sonrasında Almanya’ya giderek yüksek lisansını burada tamamlamıştı. Almanya’da bulunduğu dönem içinde siyasi faaliyetlerine başlamış, 1915’de Ege Adaları valiliği göreviyle de siyasi kariyerine ilk adımı atmıştı. Yunanistan’ı bekleyen olaylar zincirinin her bir halkasından bizzat etkilenecek ve yaşamı buna göre şekillenecek olan Papandreou, önce 1923’te Mytilini vekili olarak parlamentoya girecek, hemen ardından da 1930-1932 yılları arasında Kral karşıtı, liberal Venizelos hükümetinin Eğitim Bakanı olarak görev yapacaktı. Kısa bir süre sonraysa liberal partinin sol kanadından ayrılarak 1935’de Demokratik Sosyalist Parti’yi kuracak, ne var ki İtalyan ve Alman işgali, onun başlattığı bu süreci sekteye uğratacaktı. Metaxas dö- ATAUM e-bülten neminde tutuklanacak olan Papandreou, 2 yıllık bir tutukluluğun ardından hapisten kaçarak Kahire’ye gide cek ti. İkinci Dün ya Savaşı’nın sonuna gelindiği ve nihayet işgal ordularının Yunanistan’dan çekilmeye başladığı 1944’te Georgios Papandreou, Ortadoğu’da sürgündeki koalisyon hükümetinin başbakanı olarak Yunanistan’a geri dönecekti. Oysa onu bekleyen yeni ve zorlu bir dönem savaşın hemen ertesinde ara vermeden başlamış ve ülke bir iç savaşa sürüklenmişti. Bu iç savaş adeta Soğuk Savaş’ın iki blo- KASIM 2011 ğu arasındaki ideolojik çatışmasının, tek bir ülke içindeki tezahürüydü. Bu koşullar altında görevinden çekilen başbakan, önce 1950’de kendi a dı nı ver di ği Ge or gi os Papandreou Partisi’ni sonra da 1961’de yeni ve Yunanistan tarihinde önemli bir yere sahip olan partiyi, Merkez Birliği’ni kuracaktı. 1950’ler boyunca çeşitli pozisyonlarda ve genellikle de muhalefette kalmış olan eski başbakan, 1963 genel seçimleriyle birlikte oyların çoğunluğunu elde edecek ve yeniden başbakan olarak göreve başlayacaktı. Merkez Birliği hükü- meti, pek çok alanda önemli reformlar gerçekleştirecek ve özellikle Papandreou’nun büyük hassasiyete sahip olduğu “Eğitim” üzerinde duracaktı. Bu arada Kıbrıs’ta patlak veren gelişmeler ve ülke içinde yapılan reformların Kral ve yanlılarının hoşuna gitmemesiyle ortaya çıkan an laş maz lık, 1965’te Papandreou’nun Kral tarafından görevinden alınmasıyla neticelenecekti. Ortaya çıkan boşluk ve istikrarsızlığın çözümünün yeni bir genel seçim olduğu hususunda ısrar eden Papandreou’nun baskılarına rağmen, Merkez Kasım'da Avrupa Pınar Dilan SÖNMEZ Birliği’nin yeniden çoğunluğu elde etmesi olasılığının yüksekliğinden korkan muhafazakâr kesim, bu fikre bir türlü yanaşmayacak ve süreç de 1967 Darbesi’yle sonuçlanacaktı. Albaylar Cuntası’nın ardından Georgios Papandreou yaşamının son günleri ev hapsinde geçecek ve salıverilmesinin kısa bir süre sonra da ölecektir. Atina’nın yarısından çoğunun katıldığı cenaze töreniniyse, diktatörlük yönetimine karşı ilk büyük gövde gösterisi ve tam anlamıyla bir direniş olarak tarihe geçecekti. Norveç’te AB’ye Üyelik Referandumu (28 Kasım 1994) Bugün yaşam standartlarının en iyi olduğu ülkelerden biri o la rak bi li nen Nor veç, İskandinav yarımadasında, Avrupa’nın kuzey ucunda bulunmakta. Dünya balıkçılık sektörünün merkezi olarak görülen ülkede, zengin petrol yatakları, doğalgaz, demir, bakır gibi doğal kaynaklar da çıkarılmakta. Jeopolitik konumu da ülke topraklarının önemini arttıran bir unsur olarak karşımıza çıkarken bu durum doğal olarak onun diğer devletlerle kurduğu ilişkileri de doğrudan belirleyebilmekte. EFTA, NATO, CE, WTO gibi önemli uluslararası örgütlere üye olan Norveç, dünden bugüne, Avrupa Birliği’ni en çok zorlayan ülkelerden biri. AB üyeliği için ilk kez 1972’de yapılan referandumda, Norveç halkı, AB’ye “hayır” demiş ve ülkesinin birliğe girişine izin vermemişti. Referandumdan çıkan sonucun belirli ve geçerli nedenleri bulunmaktaydı. En başta, yüzyıllarca işgale uğramış ve nihayet 1905’te İsveç’ten kazandığı bağımsızlığına kavuşmuş bir ülke olarak “bağımsızlık” kavramına büyük önem atfediyor ve AB’ye üyelik dâhilinde bu bağımsızlığın zarar göreceğine inanıyordu. Avrupa ülkeleriyle entegrasyonuna karşı çıkmamakla birlikte -ki bunun kanıtı EFTA’dır- asıl olarak AB idealinde somutlaşan bu sıkı merkezileşmeye yönelik entegrasyon fikri, Norveç’i AB’den uzaklaştırmıştı. İkinci ve belki de en önemli nedense, tamamıyla ekonomik faktörlere dayanıyor. Bir defa Norveç refah seviyesi oldukça yüksek bir ülke olarak ekonomisini doğrudan etkileyen balıkçılık sektörüyle doğal kaynaklarına yönelik politikalarını kendi yararına belirlemek istiyor ve AB üyeliğinin özellikle ortak balıkçılık politikası kapsamında kendi çıkarlarını zedeleyebileceğinden çekiniyor. Kaldı ki, Norveç’te kişi başına düşen gelirin yüksekliği de göz önünde bulunduruluyor ve bu zenginliğin 27 ülkeyle paylaşmanın pek de kolay olmadığına dikkat çekiliyor. AB içinde, belirli ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda empoze etmeye çalışabileceği politikaları uygulamak yerine kendi doğru bildiğini yapmayı yeğleyen ve fakat yine de Schengen ve Avrupa Ekonomik Alanı üyesi olarak AB direktiflerini kendi hukukuna yansıtmaya çalışarak tamamen birliğin dışında da kalmayan Norveç’ te en son Kasım 1994’te gerçekleşen referandumun da gösterdiği gibi, halk hala AB’ye tereddütle yaklaşıyor. Özellikle 2009’da başlayan ve hala -üstelik büyüyerekdevam eden krizle birlikte, bugün üyeliğe ilişkin yeni bir referandum yapılsa ülkede “hayır” diyenlerin oranının geçtiğimiz yıllara oranla artacağı yönündeki haberler de, Norveç’in AB’yi zorlamaya devam edeceğinin en büyük göstergesi. 19 Kaybetti 20 Sosyalistler Ceren DÖNMEZ KASIM 2011 ATAUM e-bülten Sosyalistler Kaybetti Ceren DÖNMEZ İspanya haritası, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen genel seçim sonuçları itibariyle neredeyse tümüyle muhafazakârların rengi olan maviyle kaplanmış durumda. Bu harita, bir önceki seçimlerin yapıldığı 2008’den oldukça farklı. Katalunya ve Bask ülkesi hariç tüm ülkede, Halkçı Parti (Partido Popular) oyların çoğunu alarak birinci parti oldu. Avrupa’nın iktidarda- ki son İşçi Partisi’nin siyaset sahnesinden bir anda düşmesinin, kimi yankıları oldu. İspanya demokrasi tarihinde hiçbir parti tek başına bünyesinde böylesine güç toplayamadı. Halkçı Parti oyların yüzde 45.5 oranına denk gelen on milyondan fazla seçmenin oyunu aldı ve 350 sandalyeli mecliste 186 sandalye kapmayı başardı. Bu sonuçla, Halkçı Parti, hem Senato’da hem de Kong- diyeyi kazanmıştı. Halkçı re’de kontrolü ele geçirmiş ol- Parti’nin yükselişi şüphesiz du. 2000’den bu yana en sosyalistlerin düşüşüyle paçok oy alan sağcı lider Jose ralel biçimde gerçekleşti. AMaria Aznar’ın da rekoru raştırmalara göre Sosyalist böylece kırılmış oldu. Öyle İşçi Partisi (PSOE) oyların yüzki, 1982’de Felipe Gonza- de 28.68’ini alarak ancak les’le Frankocu dönemin ar- 6.8 milyon seçmenin destedından alınan rekor bile aşıl- ğini kazandı. Bu, sosyalistledı. Partido Popular, bu başa- rin tarihindeki en kötü rekor rısının temellerini geçtiğimiz olarak kayıtlara geçti. Mayıs’ta yapılan yerel seçimlerde atmış ve pek çok bele- Kaleler yıkıldı: Endülüs ve Katalunya PSOE’nin 19 yıldan beri aralıksız destek aldığı Endülüs seçmenleri -Sevilla dışındabu defa tercihini büyük ölçüde muhafazakârlardan yana kullandı. Katalunya’daysa Zapatero’dan şimdiye kadar desteğini hiç esirgemeyen Katalan Sosyalist Partisi’nin (PSC) desteğini çektiği çok net biçimde görüldü: 25 sandalye 11’e, yani 2008 seçimlerindekinden de az bir sayıya düştü. 350 sandalyenin 323’ünü kaplayan iki partinin sandalye sayısıysa bu seçimlerde 296’ya düştü, çok partili bu yeni meclisin daha demokratik olduğu da seçim değerlendirmeleri arasında dikkat çekiyor. Gerçekten de bu sefer Kongre’de 13 farklı partinin yer alacak olması, İspanya tarihinde bir ilke de işaret ediyor. Son iki genel seçim boyunca sert bir muhalefet çizgisinde olan ve eski başbakan Zapatero ve kabinesini oldukça zorlayan Halkçı Partinin iktidar olmaya pek de çabuk adapte olamayacağını ironik biçimde ifade eden çevreler, seçim sonuçlarını “mutlak sağ, sosyalist fiyasko” olarak değerlendiriyor. PSOE’nin son zamanlardaki sağ tandanslı politikası ve AB ve IMF karşısındaki kararsız tutumu nedeniyle büyük bir oy kaybı yaşandığı söylenmekle beraber, 1929’dan beri Avrupa’nın gördüğü en önemli ekonomik kriz nedeniyle yönetimdeki tüm partilerin iktidarı kaybettiği de bir başka iddia. Zira Avrupa’da bu ortamda aynı akıbeti yaşamayan parti yok gibi. Partinin içinde yaşanan gelişmeler de bu yönde bir sonu- cu dolaylı da olsa etkiliyor. Zapatero’nun yerini kim dolduracak sorusu PSOE’nin gündeminde iktidar olmak kadar önem arz etmesine rağmen hala bir sonuca ulaşılamadı. Parti içinde kongreye gidilmesi beklenen kongre seçimleri için, son dönemin konuşulan isimleri Rubalcaba ve eski kadın savunma bakanı Carme Chacon gibi isimler PSOE’de liderlik yarışında. Bu yarış, partiden kopuşlar olacağının da bir göstergesi. Hiçbir zaman 'masaya yumruğunu vurmayan' başbakan Sakin görünüşüyle dikkati çeken Halkçı Parti lideri Rajoy, “utangaç, içine kapalı, gururlu, hassas ve klasik bir adam” olarak tanımlanıyor. Her ne kadar güçlü ve yoğun muhalefet döneminde İspanyol Meclisi çokça hararetli tartışmaya sahne olsa da, Rajoy hiçbir zaman “yumruğunu masaya vuran” politikacılardan olmadı. Önceki seçim kampanyalarında, göçmenlere ve Müslü- manlara olan hoşgörüsüz tavrı ve sert ifadeleriyle gündeme gelen müstakbel başbakan Rajoy’un, güçlü iktidar döneminde İspanya’da önem taşıyan bu gruplarla ilgili düşüncelerine ilişkin henüz bir ipucuna rastlanmadı. 2000 seçimlerinde Rajoy, göçmenler için gelenek göreneklere uyma taahhüdü ölçütü getirmeye çalışan modeller üzerine çalışıyordu. Şimdiki seçimlerden hemen sonra yaptığı açıklamadaysa farklılıkların İspanya’yı güçlendirdiğini belirterek bir tür “yumuşak giriş” yapmaya çalıştı. “Mucizeler yaratmayacağız” diyen Rajoy, ekonomik kriz, işsizlik, doğum oranlarının düşüklüğü gibi hayati sorunların “hep beraber” aşılması gerektiğini vurgularken, daha güçlü bir İspanya yaratma özlemi içinde olduğunu seçim sonrası söylemleriyle bir kere daha gösterdi. “İspanya’nın ve İspanyolların hizmetinde olacağım.” Avrupa çapında çeşitli thinkthank değerlendirmelerindeyse, İspanya’da esen ve pek de beklenmedik bir sonuç olmayan bu sağcı rüzgârın, yapılacak anayasal değişiklikler ve reformlarla çelişmemesi ve İspanya’nın Avrupa’nın gerisinde kalmaması temennisi oldukça güçlü. Avrupa`nın Bayrakları Yiğit KÖSEOĞLU Malta Akdeniz’in engin mavilikleri arasında yer alan Malta, büyük bir ada olmamasına rağmen bulunduğu konum itibariyle her devirde çok önemli bir yere sahip oldu. Bu sebeple, tarihte birçok kez imparatorluklar ve devletler tarafından işgale uğradı. Adanın tabiri caizse hareketli siyasi hayatı, doğal olarak kullanılan bayrakları da etkiledi. Ama şu bir gerçek ki, yıllar içinde değişen sadece bayrağın şekli oldu. Bayrağın şimdilerde de kullanılan kırmızı ve beyaz renkleri yüzyıllar boyunca değişmeden aynı şekilde kaldı ve bugünlere kadar geldi. Hikâyemiz, Sicilya Krallığı’ nın (1130-1816) adayı ele geçirdiği 1194’ten daha öncesine uzanmakta, çünkü Sicilya Krallığı tarafından adaya yapılan ilk seferlerin 11. yüzyıl başlarında gerçekleştiğini görüyoruz. Bu seferlerin bayrak açısından önemiyse, adaya sefer düzenleyen Sicilya krallarından I.Roger’ın (1031?-1101) 1091’de Malta bölgesinin renkleri olarak kırmızı ve beyazı seçmesi. Kralın ömrü adanın tamamının ele geçirilmesine belki yetmedi, ama biraz önce de bahsettiğimiz gibi Malta bayrağının asırlarca kullanılacak renklerinin belirleyicisi de I. Roger oldu. Hemen belirtelim, kral tarafından bölgede bu iki rengin kullanılması ön görülmüşken, Sicilya Krallığı hükümranlığı altında geçen dönemde adada bu krallığın bayrağı olan, iki tarafta iki kartaldan ve ortada yer alan kırmızı-sarı şeritlerden oluşan bayrak kullanıldı. Bu dönemde kullanılan bayrağa baktığımızda, ilk kez kırmızı ve beyaz renklerin bir bayrak üzerinde kullanıldığını görmekteyiz. I. Roger’ın ada için uygun gördüğü renkler belki ada halkı tarafından dana önce benimsenmişti ve yerel olarak da kullanılmaktaydı, fakat ilk kez gerçek anlamda bir politik oluşumun bayrağı olarak kabul görmekteydi. Bu bayrak, kırmızı zemin üzerinde bulunan beyaz bir haçtan oluşmaktaydı. anılan bu haç, Malta Şövalyeleri döneminden beri kullanılan önemli bir sembol olması nedeniyle Malta halkı tarafından da ulusal bir simge olarak görülmekte. Haça yakından bakıldığında, “V” şeklindeki kolların toplamda sekiz tane köşe oluşturduğu görülüyor. İşte bu şekiller, sadakat, dindarlık, cömertlik, cesaret, onur, ölümün küçük görülmesi, yoksul ve düşkünlere yardım ve son olarak kiliseye olan bağlılığı temsil etmekte. Aslında bu haç, birçok Avrupa devleti tarafından da farklı alanlarda ve farklı anlamlar yüklenerek kullanılmakta. Malta, bu jesti karşılıksız bırakmamak adına nişanı bayraklarına eklemiş. Bu haça yakından baktığımızda, etrafındaki VI harflerinin Kral Georgo’u temsil ettiği anlaşılmakta. Ayrıca, haç üzerinde yer alan “For Gallantry” ifadesi de “cesaret/ kahramanlık için” anlamını taşımakta. Malta Şovalyeleri’nin kullandığı bayrak Ada, 1798’de Napoleon Bonaparte tarafından ele geçirildi. Fakat Fransızların adadaki varlığı pek uzun sürmedi ve ada, 1800’de Birleşik Krallık ’ın topraklarına katıldı. Yaşanan bu gelişme bayraktaki değişimi de beraberinde getirdi. 1875’e kadar Malta şövalyelerinin bayrağının sol üst köşesine Birleşik Krallık’ın bayrağının eklenmesiyle oluşturulan bayrak kullanıldı. Malta Haçı St. George haçı Bayrak 1943’te bir kez daha değişikliğe uğradı. Sağda bulunan armada yaşanan değişiklikle beraber armadaki beyaz haç çıkarıldı, zemin aynı şekilde kalmakla beraber sol üst köşeye mavi bir zemin üzerinde St. George haçı eklendi. Malta’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında sergilediği cesaretinden ötürü Kral VI. George tarafından 1942’de bir nişan olarak Malta halkına bahşedilen bu haç, bu1875’e kadar kullanılan bay- günkü bayrak üzerinde de rak sol köşede yer almakta. 1875’e gelindiğinde bayrak biraz değişikliğe uğrayacak, yeni bayrağın zemini öncelikle mavi olacaktı. Sol üstteki Birleşik Krallık bayrağı daha da büyüyecek, bayrağın sağ köşesineyse ortasında bir haç olan ve bugünkü Malta bayrağının zemininden Sicilya Krallığı’nın bayrağı oluşan bir arma eklenecekti. Bu bayrak da 1943’te tekrar Bu bayrak yaklaşık dört yüz değişime uğrayacaktı. se ne ka dar kul la nıl dı. 1530’da Malta adası, Kutsal Roma Germen İmparatoru V. Karl (1519-1556) tarafından bu adada 11. yüzyılın başlarından beri tarih sahnesinde 1875-1943 yılları arasında olan ve gene Malta adasında kullanılan bayrak kurumsallaşan, daha sonraları Malta Şovalyeleri (St. Je- Burada armanın içinde buluan ve Hospitalier şövalyeleri) nan haçtan da bahsetmek geolarak anılacak tarikata ba- rek; çünkü bu haç en az kırğışlandı ve böylece adada şö- mızı ve beyaz renkler kadar valyelerin yönetimi başlamış Malta adası tarihi için önem oldu. taşımakta. Malta haçı olarak Malta, 21 Eylül 1964’te bağımsızlığını ilan etti ve bağımsızlığın ardından önceki bayraktaki armanın aynısı birkaç farkla yeni bayrak olarak kabul edildi. Bu değişliklerden ilki, haçın kırmızı bir şeritle çevrelenmesiyken, ikinci değişiklik armanın dikdörtgen bir şekle dönüşmesi oldu. Malta Bayrağı BASINDA TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİNİN 50 YILI 9 Kasım 2007'de Milliyet gazetesinde yayınlanan bu haber, ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır. Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için... Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (10-2011) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...