gökhan gönül
Transkript
gökhan gönül
1 Merhaba, Yeni bir sayının bitmesinin mutluluğunu, bir dönemin daha bitişinin hem umudunu hem de hüznünü yaşıyoruz. Her ders yılının bitişi mezun olacak öğrencilerimizden ayrılacağımız için bir hüzün hem de onları yaşama katılmalarının sevinci ile umut dolu günler getirir bizlere. Her iki duyguyu da birlikte yaşıyoruz. Şimdi İtalik’in sayfalarında birlikte bir yolculuğa çıkma vakti... Öncelikle özetini sunma keyfi bize, sayfaların arasında kaybolma mutluluğu size ait. Mezun olacak öğrencilerimizden söz ettim az önce. Eski mezunlarımıza yer verdiğimiz sayfalarımızın bu sayıdaki konukları Burcu Göz ve Pelin Yılmaz. Belki de seneye bu zamanlarda şimdiki öğrencilerimiz konuk olurlar İtalik sayfalarına. Üniversitemizin önemli birimlerinden biri olan DÜPA Başkanı Doç. Dr. Ahmet Yükleyen’in sorularımızı yanıtladığı söyleşi bekliyor sizi. Ardından, milli voleybolcu öğrencimiz Rida Erlalelitepe’nin söyleşisi yer alıyor. Uzun yıllardır İletişim Fakültemizde ders veren ve televizyonculuğun duayen isimlerinden birisi olan Oğuz Haksever’in spikerliğe ve sosyal medyaya ilişkin görüşlerini paylaştığı söyleşimiz var. Onun ardından medyanın spor yanında yönetmen Hüseyin Kaymaz ile duraklayacağız ve futbol maçı yayınlarına ilişkin konuşacağız. Hazal Sezer ile ise medya planlamaya ilişkin söyleşimizi de ihmal etmeyin elbette. Hem üniversite hem de fakülte olarak uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir ortaklığın canlanmış hali var ardından: TRT Belgesel Günleri. Sekizincisi düzenlenen TRT Belgesel Günleri’nin bu yılki partneri üniversitemiz. TRT gibi köklü bir kuruma hem öğrencilerimiz hem de akademisyenlerimizle destek vermekten büyük bir mutluluk ve gurur duyduğumuzu burada da belirtmek istiyorum. Biraz da müzik diyoruz sonra ve Hakan Altun’a kulak veriyoruz, ardından biraz da sahalar ve Gökhan Gönül ile söyleşi de duraklıyoruz. Son olarak İtalik’in öğrencilerimizin düşünceleriyle zenginleşen sayfaları ile dergimizi bitiriyoruz. Keyifli okumalar dilerim. Prof. Dr. Mete Çamdereli 2 Prof. Dr. Mete Çamdereli İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı sayı 25 Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin Başarılı ve İstikrarlı Oyuncusu: Kampüs GÖKHAN GÖNÜL Doç. Dr. Ahmet Yükleyen ile Bir Söyleşi 4-9 Rida Erlalelitepe 10-15 Mezunlarımız Burcu Göz 16-21 Pelin Yılmaz 22-23 Medya Oğuz Haksever 24-29 Futbol Yayınının Arka Yüzü: Hüseyin Kaymaz 30-35 Carat Ajans 36-41 Haber ve Kültür-Sanat Dergisidir Yıl: 10 – Sayı: 25 / 2016 Sinema İstanbul Ticaret Üniversitesi Adına Sahibi Prof. Dr. Nazım EKREN (Rektör) 8. TRT Belgesel Ödülleri ve Belgesel Günleri 42-53 5187 Sayılı Kanunla Sorumlu Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ (Dekan) Yaşam Genel Yayın Yönetmeni Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU Bir Maniniz Yoksa Akşam Size Gelebilir miyiz? 54-65 Yayın Kurulu Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ, Yrd. Doç. Dr. Nihal KOCABAY, Öğr. Gör. İhsan EKEN, Arş. Gör. Mehmet GÜLNAR Gezi Kore 66-73 Editörler Arş. Gör. Ayşegül ÇAYCI, Arş. Gör. Berk ÇAYCI Müzik Yazı İşleri Hatice BEDESTANİ, Aslıhan UNUTUR Hakan Altun 74-79 Fotoğraf Ekibi Özge ALİŞARLI, İdil ÇELİK, Emre TOPÇU, Spor Görsel Tasarım Emre TOPÇU, Onur YÜKSEL Gökhan Gönül 80-85 Deneme Yahya Sancar: Hayat Artık İki Kelime: Dıt Dıt 86-91 M. Said M. Kılınç: Sosyal Medya 92-95 TRT Belgesel Günleri 8.Kez İzleyiciyle Buluşmaya Hazırlanıyor! Belgesel Günlerinin Partner Üniversitesi bu yıl İstanbul Ticaret Üniversitesi… Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin başarılı ve istikrarlı oyuncusu Gökhan Gönül ile futbol serüveni hakkında konuştuğumuz keyifli söyleşi İtalik sayfalarında sizleri bekliyor. Edebiyat Şiir Köşesi | Yahya Sancar: Affet 96 42-53 >> 80-85 >> Kapak Fotoğrafı Emre TOPÇU Kapak Tasarımı Onur YÜKSEL Muhabirler Özge ALİŞARLI, Eda AKSU, Oğuzhan ALP, Hatice BEDESTANİ, İdil ÇELİK, Fazilet KARA, M. Said M. KILINÇ, Yahya SANCAR, Nur SERBEST, Emre TOPÇU, Aslıhan UNUTUR Katkıda Bulunanlar Hayrettin Alp, Mete BAĞCI, Atilla KAYA, Faruk YAZAR Renk Ayrımı- Baskı- Cilt: Modernİst Creative Design Adres: Eğitim Mahallesi, Kasap İsmail Sokak, Canberk İş Merkezi, No: 6/6 Kadıköy / İstanbul Tel.: 0216 550 59 48 Web: www.modernistt.com İtalik Dergisi, İstanbul Ticaret Üniversitesi öğrencileri tarafından TifMedya’da hazırlanmıştır. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları İletişim Fakültesi Uygulama Dergisi İtalik’e aittir. Yazılı izin olmadan alıntı yapılamaz. kampüs İ sİ İ S E m T İ S ade R k E A V İ İm ÜN T E ret R Ü A e j C İ o T r L P U B ve N A T İS ünce ş ü Şİ E D L ) Y A Ö P Ş R İ (DÜ B . . le I. i N N A E Y LE K BAŞK Ü Y ET M H A . R D . Ç DO SÖYLEŞİ ASLIHAN UNUTUR 4 FOTOĞRAF EMRE TOPÇU 5 Öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize kendinizden bahseder misiniz? Hollanda da gurbetçi bir aile çocuğu olarak dünyaya geldim. Eğitimim orada başladı daha sonra Bilkent Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldum. Sonra Amerika’ya gittim aynı alanda master yapmak için ve ilerleyen zamanda Boston Üniversitesinden doktoramı aldım. Bunları yaparken Almanya, Hollanda ve Belçika’da saha çalışması yaptım. 2006’dan geçen yaza kadar Mississippi Üniversitesi öğretim üyeliğim devam ediyordu. Ancak iki yıldır da burada fiilen görevdeydim. Artık ülkeme hizmet etmeliyim düşüncesi ile artık tamamen Türkiye’de görev almaya başladım. “Balıkçılığın birinci kuralı sabretmeyi öğrenmektir.” Hobileriniz ve sizi tanımlayabilecek özellikleriniz nelerdir acaba? Balık tutmayı çok seviyorum. Aslında tabiatla iç içe olmayı seviyorum. Balıkçılığın birinci kuralı; balığı bazen tutarsın ama bazen tutamazsın. Önemli olan sabretmeyi bilmek ve sabrettikten sonra başarmaktır. Her zaman öğrencilerime söylediğim ilk kural bu , sabretmeyi öğrenmek. Tiyatroya da ilgim var. Okul zamanı lisede sahnede olduğum dönemler oldu. Bir turne hali de oldu aslında kısa çaplı. Şimdi ise sadece hobi olarak devam ediyor. Bırakmamın sebebi de şuydu; üniversitede dersler fazlaydı ve tiyatro ekibinin ortamını çok fazla beğenmedim. Belki de çok çabuk vazgeçtim bilmiyorum ama aslında yurtdışında tiyatro içerisinde olmak daha zor. Sinema var başka alanlar var. Bence tiyatronun içerisinde yer almak her zaman daha heyecan verici. Ahmet Yükleyen’i tanımlayan şey ise akademisyenliktir. Çünkü artık öğretmek bir kimlik haline geldi benim için. Bu yüzden kimliğim akademisyen olmak diyebilirim. Akademisyenlik dışında alternatif bir iş seçme şansınız olsa, kendinizi hangi sektörde görmek isterdiniz? Hollanda da doğmuş olmak ve ailemin büyük kısmının orada ya- şamış olmasıyla sık sık gidip gelme durumu oldu ve bu böyle bir sonuç doğurdu sanırım. Birde benim dönemimde bölüm çok popülerdi ikisi bir araya geldi böylece mesleğimi seçmiş oldum. Türkiye’de doğsanız aynı seçimi yapmış olur muydunuz? Eminim popülaritesi yüksek olduğu için ve sevdiğim için yine seçerdim. Sosyal psikoloji gibi bölümler seçeneklerim arasındaydı. Aslında çevrem sözeli seçmem sonucunda baya şaşırmıştı. Listemde hukuk, mühendislik olması bekleniyordu ama ben istememiştim. İçinde bulunduğunuz ve üzerinde çalışmalar yaptığınız bu sektörün durumunu nasıl buluyorsunuz? Bir şeyler öğretmek gerçekten kutsal bir meslek. Dünyada paylaşıldıkça artan birkaç şey vardır. Bunlardan bir tanesi bilgidir, diğeri ise sevgidir. Bunlar fazlasıyla değerli şeyler. Paylaşmak çok değerli. Akademisyenlikte bir yandan öğren, bir yandan paylaş durumunun olmasının bir güzelliği var. Araştırma kısmı ayrıca çok heyecan verici ama çok yorucu ve değerinin bilinmesi gerekiyor. Yine de benim en çok sevdiği kısım ders vermek. Bazen kendimi çok yorduğumun farkına varıyorum mesela. Mezun öğrenciler gelince çok güzel oluyor örneğin. O zamanlar öğrenci bir adım daha yaklaşmış oluyor bizlere. Verdiğim bir örneği öğrenci yaşamında kullanıyor ve ben yapmak istediğimi yapabildim hissini yaşıyorum böylelikle. Türkiye’de yapıyor olmamın da şöyle güzel bir yanı var; insanlar senin insanın, sana yardım eden insanlar ve onların çocukları. Onlara yardım etmek çok güzel bir şey. Sizce öğretmekle eşdeğer başka bir his daha var mı? Çok yakın arkadaşlar, dostlar aynı hissi veriyor diyebilirim. Ama oda bir zaman sonra kurulması zor olan bir bağ. 6 DÜPA’ya gelelim. DÜPA hakkında bizi bilgilendirir misiniz? Nedir, nasıl bir işleyişe sahiptir? DÜPA; düşünce ve proje gelişim akademisi ve Rektörlüğe bağlı bir düşünce kuruluşu aslında. Fiilen geçen sene ağustosta çalışmaya başladı. Amacı üniversitede bilgi birikimi sağlamak, iş dünyasındaki bilgileri Dünyaya anlatmak. Aynı zamanda Dünyayı takip edip, araştırmak; fırsatları inceleyip raporlamak ve bunları Türkiye kamuoyuyla paylaşmak. G20’nin altında birde T20 var. DÜPA ‘da şuan T20’nin danışma kurulunun üyesi. G20’nin geçen sen bizde yapılması aslında bayağı bir fırsat sağladı. DÜPA için kısa sürede büyük başarı elde ettik böylece. “DÜPA öğrencilere istihdam yaratıyor.” Projeler için insan kaynağına ihtiyacımız var. Öncelik kendi öğrencilerimiz ve mezunlarımız. Onların uluslararası ortamda kendilerini geliştirmeleri ve DÜPA ‘nın da böylece gelişmesi durumu var ortada. İTO’yla hali hazırda devam eden 12 araştırma projesi var ama insan kaynağımız sınırlı bu yüzden ileri düzey İngilizce bilen öğrencilere ihtiyacımız var. İşleyişimiz şu şekilde, Uğur Yasin Asal şuanda başkan yardımcımız. Genel olarak çoğu detayı biz üstlenmiş durumdayız. Vizyonumuz ve nereye gideceğimiz belli. Şu sıralar İTO “Bitaf Vakfı” kuruldu veya kurulma üzeri. DÜPA ‘nın bilgi birikiminin böyle bir vakıfla birleşmesi düşünülüyor. Kurumsal yapıya dönerek hedefini ve kendini büyütme durumumuz var. Şuan devam eden projelerimiz İTO’nun bizden özellikle araştırmamızı istediği projeler. Her alanda proje var; sinema alanı, işçiler gibi. Durumla ilgili önce hocaları yönlendirerek bir proje önerisi oluşturuyoruz ekip olarak, sonra bunlar değerlendiriliyor ve İTO’yla paylaşılıyor. Şartlar uyarsa proje sözleşmesi yapılıyor ve böylelikle araştırma süreci başlıyor. “Dünya’da paylaşıldıkça çoğalan birkaç şey vardır. Bunlardan biri bilgi, diğeri sevgidir.” 7 da sahadan toplanılan yeni verilerle bilgi toplamak bu önemli bir süreç. DÜPA ‘nın başkanlığını yaptığınız süre boyunca sizi etkileyen önemli bir anınızı paylaşabilir misiniz? Akşamın bir vakti şu konuda bir kanun tasarısı var, bu konuyu yarın öğleye kadar değerlendir, ekibini kur ve bize rapor ver denildiği oluyor. Bu durumda ekibin özverisi önemli bir olay mesela. Projeye inanıyor, sizinle beraber gecenin ikisine kadar çalışıyor ve bunu teslim ettiğinizde bir takım ruhu olduğuna inanıyorsunuz. Sanırım bu en önemli şeylerden biridir. Düşünce ve proje üretme açısından bakıldığında ülkemizi nasıl buluyorsunuz? Bu konuda takdir ettiğiniz kurumlar veya kuruluşlar var mı? Bizler daha yeni yola çıktık mesela ama önemli kurumlar var. TOBB’un kurduğu TEPAV var belirli bir çizgiyi yakalamış durumda şuan. Anka- DÜPA ile iş ilişkiniz nasıl başladı? Bu oluşumun içerisine nasıl girdiniz? Okulumuzun Rektörü Nazım Ekren, DÜPA ‘nın başkanıydı. Bende o sırada başkan yardımcısı görevindeydim. 5 yıl kadar bir tecrübem vardı daha önceden. Bir değerlendirme oldu sanırım böylece DÜPA ‘ya başkan oldum. “Düşüncemiz biz ne yapabiliriz, neler yapmalıyız?” 8 DÜPA olarak gerçekleştirdiğiniz ve başarılı bulduğunuz bir proje var mı? İTO’nun araştırmamızı istediği projelerin hepsi önemli. Ancak belki en iddialısı Türkiye’deki Suriye’lilerin ekonomik ve sosyal olarak hayata katılmasıdır. Suriye’de yaşananların her yere ciddi yansımaları oldu. En büyük yansıma Türkiye’ye oldu ve yapılması gerekenler var. Suriye’liler toplumsal hayatın parçası haline gelmeliler. Öncelikle sahadaki durum tespit edilmeli. Bu alanda ciddi çalışmalar yapılmalı. Eğitimleri, mesleki durumları, finansal durumları incelenmeli. Durumu iyi olanlar zaten burada da iş ra’da olmaları, kamuya yakın projeler işliyor olmaları bir avantaj ve aynı zamanda dezavantaj. Ama biz İstanbul’da olmak istiyoruz. Kobilerin dünyadaki konumlarını geliştirmek, onların vizyonunu değiştirmek için kurulduk zaten. Ancak ekonominin kalbi İstanbul, bu yüzden yeri İstanbul olmalı bizce. Üniversitelerde fikir ve proje üretmek amaçlı birçok atölye ve kulüp kurulduğunu görmekteyiz. Bu alanlarda öğrenciler ne durumda sizce? Ümit var olmak için örnek var aslında ama gerçekten az sayıda. Belki biraz şikayetçi olabilirim bu durumdan. Mesela örneklerden birisi şudur; bizden mezun bir öğrenci BM mülteciler yüksek komiserliğinde çalışıyor. Bu fazlasıyla gurur verici. Böyle gençler göğsümüzü kabartıyor ancak sayıları artmalı. Oyun geliştiren girişimci bir arkadaşımız var mesela. Kimse bu beni aşar, ben bunu yapamam dememeli. Fikirle- rimizi söylemeliyiz, eksik yerlerimiz varsa tamamlayıp devam etmeliyiz. Hayal gücüyle bilgiyi bir sonraki aşamaya geçirmek için çok çalışmak gerek. Farklı şeyler okumalı ve gelişmeliler. Ayrıca duyarlı olmalılar onlardan sosyal sorumluluk bekliyorum. Son olarak okuyuculara iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Diğer öğrencilerden daha ilgisiz veya sessiz olup bunu aşanları gördüm. Çok zorlamamak gerek diye düşünmemek lazım. Ümitsiz olursak ilerleyemeyiz. Gençlikte heyecan ve dinamizm olmalı. Uzun vadede güzel bir hayat yaşayacaklarını görmeleri lazım. Üniversitemizde işini çok iyi yapan öğretmenler var. Onlarla konuşsunlar, fikirlerini paylaşsınlar. Sonuçta burası öğrenme yeri. Hatalardan da insanlar bir şeyler öğrenir. Aslında kısaca onlara özgüveni güçlendirmeleri gerektiğini öğütleyebilirim. kurup devam edebiliyorlar. Bu tarz insanları ülkede tutabiliyor muyuz önemli olan bu. Piyasadaki ihtiyaç incelenmeli bu sebepten. İTO üyelerinde çoğunluk KOBİ’ler yani küçük işletmelerdir. Dolayısıyla bunlar en çok istihdam sağlayan yerler. Onlar bu işin merkezinde olmalılar. Biz somut olarak Antep’te çalışmaya başladık. Daha sonra İstanbul’a da gelmek istiyoruz. Düşünce tarzımız ise biz neler yapabiliriz, şeklinde. DÜPA ‘nın hayal projesi, ilerleyen zamanlarda ulaşmak istediği bir hedef var mı? Düşünce kuruluşları artık fazlaca var ama sadece Türkiye’nin yakın çevresiyle ve siyasetle ilgileniyor. Bizde de temel politika ve ekonomi ancak biz küresel olmak istiyoruz. Referans alınan ve Türkiye’de bulunan bir “think tank” olmak istiyoruz. Suriye’liler projesi birazda buradan geliyor. İyi toparlanmış veriye herkesin ihtiyacı var. Can alıcı konular- 9 kampüs İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ’NİN MİLLİ GURURU… ÜNİVERSİTEMİZ VE MİLLİ TAKIMIMIZIN VOLEYBOL YILDIZI; RİDA ERLALELİTEPE… SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI 10 FOTOĞRAF RİDA ERLALELİTEPE ARŞİV 11 Biraz kendinden söz eder misin? Voleybola başlamanda ne etkili oldu? Hangi takımlarda oynadın? 22 Temmuz 1996 İzmir doğumluyum. Annem eski voleybolcu babamda eski basketbolcu. İkisi de eski mili sporcular ama daha çok alt yapılarda oynamışlar. İzmirli olduğumuz için annemde babamda bu yüzden İzmir’deki kulüplerde oynadılar. Hatta annemin takım antrenörü babamın beden eğitimi öğretmeniymiş. O da sonra Arkas Spor’da yönetici oldu. Beni de o şekilde voleybola başlattılar, Arkas Spor’da 5 yıl kadar oynadım. Arkas’tayken Ankara’da milli takımın alt yapısı olacak bir takım kurdular. Oraya gittim 3 senede Ankara’da Ankara TVF Spor Lisesi Kulüp’ünde oynadım. 3 senedir İstanbul’da oynuyorum. İlk sene Eczacıbaşı’nda, ikinci sene Sarıyer Belediyesi’nde oynadım. Bu senede Yeşilyurt Spor Kulübü’nde oynuyorum. Voleyboldan dolayı çok şehir değiştirmek zorunda kaldım. Ama ailem hep destek oldu hep yanımdalardı, annem benim her yere benimle geldi şimdi de beraber yaşıyoruz babam işinden dolayı bizimle gezemiyor ama her hafta sonu yanımıza geliyor. projeydi. 2013’teki Avrupa Şampiyonası için bir takım oluşturdular. O nedenle milli takım olabilecek oyuncuları bir takımda topladılar. Bunun sebebi 2 sene sonraki Avrupa Şampiyonasına hazırlıktı. 2 sene birlikte oynayalım ki herkes birbirini iyice tanıyor olsun, performansımız maçlarda yüksek olsun diye 2 sene önceden bir araya geldik ve bir kulüp kuruldu. O kulüpte bende oynuyordum ve 2 yıl boyunca Avrupa Şampiyonası’nın hayallerini kurarak daha çok hırslandık. Bizde şampiyonada şampiyon olacak en güçlü takım bizdik. Şampiyonada üçüncülük getirdik. Avrupa Şampiyonası’nın çapraz maçında dörtlü final oynuyorsunuz. Dörtlü final şöyle oluyor; örneğin iki grup var iki grubun ilk ikisi çıkıyor, birincisiyle ikincisi karşılaşıyor bu maçlara da çapraz maçlar deniliyor. Bunları kazananlar birincilik ikincilik maçı oynuyorlar kaybedenler üçüncülük dördüncülük maçı oynuyorlar. Biz Polonya’yla oynuyorduk hatta Polonya Avrupa Şampiyonu oldu. Biz maçta 2-0 gerideydik. Bende oynuyordum, maç sırasında moralimiz çok bozuktu kötü gidiyordu. Bu durum içerisinden çıkmak için kendi aramızda bir ateşleme konuşması yaptık ve durumu 2-2 haline getirdik. Son sayılarda küçük hatalar yüzünden maçı kaybettik. Ama maç sırasındaki o konuşma güzel bir geri dönüştür, hiçbirimiz hala o maçı unutamayız. “Milli formayı giymek çok büyük bir gurur.” Bugüne kadar karşıya geldiğin yıldızları düşünürsek rakip olarak oynamaktan zevk aldığın voleybolcular kimler ? Örnek aldığın biri var mı ? Natasa Osmokrovic diye bir voleybolcu vardı, onu çok beğenirdim. Ama onunla hiç karşılıklı oynayamadım ben küçükken Türkiye’de Spor maceramda ailemin sporcu olması, çevremdeki birçok kişinin sporcu olmasının etkisi çok büyük. Voleybol büyük bir tutku benim için çok severek yapıyorum bu işi. İlk gittiğin voleybol maçını hatırlıyor musun? Neler hissettin? Annemin arkadaşları babamın arkadaşları onların antrenörleri beden eğitim hocaları falan derken bu işin hep içinde büyüdüm. Spor salonlarında geçtiği için çocukluğumun ilk voleybol maçını da çok küçük yaşta izledim. O yüzden şu maçtı bu maçtı diye hatırlamam pek mümkün değil çünkü çok küçük yaştan beri çok fazla maçlara gittim. Onlarca maçta oynadın. Unutamadığın maç hangisiydi? Şöyle anlatayım; bizim Ankara’da bir kulübe gitmemin sebebi bir 12 13 Fenerbahçe’de oynuyordu hatta. Kendisi dünyanın en iyi voleybolcularından birisi. Onunla karşılıklı oynamak gerçekten çok isterdim. Karşılıklı olarak düşünürsem Eczacıbaşı’ndayken Maja Poljak ile oynamıştım. Kendisi orta oyuncuydu ben smaçörüm. Beni motive ediş şekli ve benimle konuşma tarzı hem bir abla olarak hem de bir takım arkadaşı olarak gerçekten çok yardımcıydı ve çok beğendiğim sporcu kişiliği dışında kendi özel yaşamı da benim için örnek alınabilecek insandı. Kendisini çok severim ve onunda oynamak benim için çok farklıydı. hala kalkıp NBA’yi izlerim. Hatta play-off’lar başlayacak onu bekliyorum. Formula 1 izlemeyi de çok severim. Futbolu pek sevmiyorum, izlemiyorum o yüzden. Sadece Şampiyonlar Ligi maçlarını, derbileri falan izliyorum. Ama nedensen özellikle tenis oynamak çok isterdim küçüklüğümden beri. Tenise karşı bir ilgim ve merakım var. Onun dışında genellikle film izlemeyi kitap okumayı çok seviyorum. Kütüphanelerde çok zaman geçiriyorum. Bu Taksim’deki Amerikan ve Alman kütüphanesinde özellikle. Ankara’da yaşarken de halk kütüphanesi vardı Türkiye’nin en büyük kütüphanelerinden bir tanesi. Voleybol dışında İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde İngilizce İşletme okuyorsun. Bu bölüme nasıl karar verdin ve bu bölümde devam etmek istiyor musun? Açıkçası ben MF okuyordum ve İzmir’de kalsaydım fen lisesine gidecektim hatta puanımda tutuyordu. Genetik veya biyokimya biyofizik tarzı şeyler okumak istiyordum. Ama görüştüğüm danışmanlar ve etrafımdaki insanlar üniversitede fen okuyup hem de voleybola devam etmemin zor olduğunu birisini seçmem gerektiğini söylediler. Ben önemli değil çalışırım hallederim diye düşünüyordum. Fakat teorik kısmının dışında derslerde bulunmam gerekiyordu. Örneğin onlar bir şeyi parçalarken orada olmam gerekiyordu. O yüzden TM’ den teorik olarak iletebileceğim bir dersi seçtim. İngilizce olmasını özellikle istedim çünkü o sıralar Amerika’yla görüşüyordum oraya gitmek için. Birçok üniversite spor bursu veriyor onların içinden neden İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni tercih ettin? İşletme Bölümünü seçeceksem eğer Ticaret Odasının desteklediği bir okul olması benim için çok büyük bir artıydı. Çünkü İstanbul Ticaret Üniversitesi Türkiye’de en iyilerden birisi ve bende kararımı bu yönde kullandım. İstanbul Ticaret Üniversitesi milli sporculara hangi destekleri sağlıyor? İlk olarak %100 sporcu bursum 14 Kariyer hedefin ne? İlk voleybola başladığım zaman hayallerim daha minikti tabi. O zamanlar hayalim Eczacıbaşı’nda oynamaktı çünkü Eczacıbaşı Türkiye’nin en iyi kulüplerinden birisi. Aynı zamanda milli takımda oynamakta hayallerimin içerisinde vardı. Şu ana kadar ikisini de gerçekleştirdim gibi bir şey. Ama tabiî ki daha iyisini de olmasını isterim. Şu anki hedefim bir 10-15 yıl daha en zirvede oynayabileceğim en iyi seviyede oynayıp spor hayatımı devam ettirmek. var. Onun dışında diğer okullarda derslere gelememe sorun haline gelirken bu durum bizim okul için geçerli değil, sporcuya çok destek olunuyor. yardımcı oldular. Hocaların hepsiyle ikili konuşmalar yapıp durumumu anlattım ama bir yandan da ödev ve notlarımı alacağımı söyleyince onlarda bana bu konularda çok yardımcı oldular. Okulda birçok sporcu arkadaşım var, okul bizim için onlar bizim kızlarımız diyerek bize destek veriyorlar. Voleybol ve okuldan geri kalan zamanını nasıl değerlendiriyorsun? Başka spor dallarını takip ediyor musun? Pek zamanın kalmıyor ama basketbol izlemeyi çok seviyorum. Geceler Eğer durumlar ters giderse voleybolu bırakmak zorunda kalırsan ya da bir sakatlık geçirirsen antrenörlük mu yapmak istersin yoksa okulu devam ettirip o meslek sahibi mi olmak istersin? Okulumu devam ettirmek isterim çünkü antrenörlük bana göre değil. Çünkü bir öğretmen olmanız gerekiyor ve 20 tane bayanı idare etmek o kadar da kolay değil bayan psikolojisi çok farklı. Spor hayatın boyunca 6 defa Balkan Şampiyonası’nda oynamışsın. Bunlardan biraz söz eder misin ? Hepsi benim için çok özel yerlere sahiptir çünkü hepsi Avrupa yada Dünya Şampiyonası öncesi oluyor kendimizi burada denememiz, kendimizi görmemiz için o yüzden özellikle onlardan şampiyon gelmek çok önemli. Önemli bir turnuva öncesi şampiyon olmuştuk o yüzden dönüm noktası olarak geçebilir hayatım için. Zaten bu Balkan Şampiyonalarının 3 tanesinde şampiyon olduk. Ama Türkiye’de Tekirdağ’da oynamıştık hatta takım kaptanlığı yapmıştım onu hiç unutmam. Merak edilen diğer bir konu ise kadından oluşan bir takımda ilişkiler nasıl oluyor? Şu an camiadaki birçok insanla tanışıyorum çünkü yaklaşık 10 yıldır bu camianın içerisindeyim. Çoğu insanı tanıdığım için onların kişiliklerini az çok biliyorum. Herkesin bir iki adım bazen geri gitmesi bazen de ileri gitmesi gerekiyor. Yeri geldiğinde susması yeri geldiğinde konuşması gerekiyor. Ama bunları ayarlayabiliyorsun o yüzden çok büyük kavgalar yaşanmıyor. Bizim için dışarısından çok saha içi daha çok önemli olduğu için profesyonelliğimizi koruyup saha dışında olan olayları saha içine taşımıyoruz. Oyuna kimsenin yansıtmaması lazım buna dikkat ediyoruz. Genellikle tatlı rekabetler oluyor. Örneğin ben smaçörüm başka bir smaçör benim yerimde tabiî ki oynamak ister. O yüzden daha fazla çalışınca benim içinde yararlı oluyor bende onu görüp daha çok çalışmama, hırslanmama sebep oluyor. 12 kişiyiz ve 12 kız kardeş gibiyiz zaten. Milli voleybolcu olarak ülkemizi temsil etmek nasıl bir duygu? İlk milli maça çıktığında ne hissettin? İlk milli maçımı şöyle anlatayım; bizim takımınız 96-97’li jenerasyonu olarak geçiyordu. Bizi o sene 94’lülerin Balkan Şampiyonası’na gönderdiler. Tecrübe kazanalım diye göndermişlerdi. O sene Arnavutluktaydı ve takımdaki hepimizin ilk milli maçıydı. Arnavutlukta zaten bir çok Türk var. İlk İstiklal Marşı’mızı okurken hepimiz hüngür hüngür ağlamıştık. Çok değişik bir duyguydu. Sonuçta Türk Milli forması üzerinizde ve göğsünüzde ay yıldız olması ayrıca orada farklı ülkelerden insanların olması ama herkesin susup sizin milli marşınızı dinlemesi tarif edilemez bir gururdu. Milli formayı giymek çok büyük bir gurur, bütün ülkeni sen orada temsil ediyorsun çok onurlandırıcı bir şey bu. Bazen haberlerinin bile çıkmayacağını yani kimsenin haberi olmadan o formayla başarı elde etmek bile anlatılamayacak kadar güzel bir duygu. 15 mezunlarımız İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ 16 17 Burcu GÖZ Fen - Edebiyat Fakültesi SÖYLEŞİ EMRE TOPÇU FOTOĞRAF BURCU GÖZ ARŞİV “Üniversitemizden 2013 yılında birincilikle mezun olan Burcu Göz başarılı bir eğitim hayatının ardından eğitimine ve kariyerine gurur verici yükselişlerle devam ediyor. Burcu Göz ile eğitim hayatı ve kariyerinden konuştuk, biraz da psikolojiye değindik ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.” Burcu, ilk olarak kendini tanıttı bizlere ve ardından sorularımızla merak ettiklerimizi öğrendik… “Bana eşsiz tecrübeler edinmemi sağlayan ve başarılı olmamda çokça emeği olan tüm hocalarıma buradan teşekkürü borç bilirim.” 18 İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne 2008 yılında burslu olarak girdim ve 2013 yılında okulumdan birincilikle mezun oldum. Yüksek lisansımı da İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde burslu olarak yaptım. Yaklaşık 3 yıldır psikolojinin çeşitli alanlarında çalıştım. Fakat son 1 yıldır bir danışmanlık merkezinde çocuk ve ergen psikoloğu olarak çalışıyorum. Ayrıca geçtiğimiz Ekim ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışında eğitim almış akademisyen yetiştirmek (YLSY) üzere açtığı devlet bursunu kazandım, Eylül 2016’da yüksek lisans ve doktora eğitimi için İngiltere’ye gideceğim. Döndüğümde çalışmak için ise İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nin akademisyen kadrosuna atandım. Ocak 2016’dan beri Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı İTÜ İngilizce kursuna devam etmekteyim. Nöropsikoloji ve nörobilimsel alanlar en çok ilgi duyduğum ve bundan sonra uzmanlaşmak istediğim alanlardır. Daha derin olarak ise müzik ve beyin üzerine bilimsel araştırmalar yönetmeyi planlıyorum. İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni tercih etmenizde nelerin etkili olduğunu anlatır mısınız? Daha üniversite sınavına girmeden önce, İstanbul’daki tüm psikoloji bölümlerinin içeriğine ve akademisyen kadrolarına bakmıştım. İstanbul Ticaret Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün iyi bir eğitimi olduğu da duymuştum. Araştırdım ve gördüm ki hakikaten bölüm, alanında çok iyi olan birçok değerli hoca ile doluymuş. Yaklaşık liseye başladığımdan beri psikoloji alanında iyi bir yerlere gelmeyi diliyordum, ve hedefe ulaşmışken de kendimi en iyi şekilde yetiştirebileceğim yere yöneldim. Nitekim öyle de oldu. Bana eşsiz tecrübeler edinmemi sağlayan ve başarılı olmamda çokça emeği olan tüm hocalarıma buradan teşekkürü borç bilirim. fazla bilgi ve tecrübelere sahiplerdi. Zaman zaman bunlardan örnek göstermeleri dersleri daha yaratıcı ve etkili bir hale getirirdi. Bir de her üniversitede olmadığını duyduğum fakat bizim üniversitede ve bölümde var olan zorunlu stajlarımız vardı. Belli dönemlerde devlet hastanelerindeki stajlarımızda sorun çıksa da, lisans dönemindeki bir öğrenci için stajların kısa süreli de olsa bölümle ilgili iyi bir tecrübe kazandırdığını düşünüyorum. Üniversite yıllarında psikoloji öğrencileri için en önemli tercihlerden biri de psikolojinin hangi alanında uzmanlaşacağına karar vermek… Psikoloji öğrencisiyken bu kararları vermenizde nelerin etkili olduğunu söyleyebilirsiniz? Aslında düşünüyorum da, bir psikolog için hangi alanda uzmanlaşacağına karar verme süreci hayatı boyunca devam ediyor olabilir. Çünkü bir alanın içine girdikçe her adımda ilgilerinizin daha da spesifik bir yere doğru gittiğini hissediyorsunuz. Biz lisans eğitimi boyunca, alanımızla yakından uzaktan ilişkili birçok konuda ders alıyoruz. Bunların içinden hayatı daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olan konular daha çok ilgimizi çekiyor ve o tarafa yöneliyoruz. Lisans eğitimim boyunca kendime hep şu soruyu sorardım: “Ben nasıl bir ortamda, kimlerle çalışırken mutlu olabilirim?”. Bunu anlamak için zorunlu stajlarımız dışında, kendime gönüllü çalışacak yerler buldum, çocuklarla çalışmayı çok sevdiğimi fark ettim. Ayrıca beyin cerrahi kliniğinde yaptığım staj da beni çok heyecanlandırmıştı ve beni o alanda sürekli okumaya itti. Birçok kongreye, seminere, eğitime katıldım. Birçok değerli hocadan birçok seminer dinlemek, alanlar arasındaki farkları ayıt edip şu anki çalıştığım ve çalışmak istediğim konularda karar kılmamı sağladı. Psikolojinin çeşitli alanlarında çalıştınız ve şuan da bir danışmanlık merkezinde “Çocuk ve Ergen Psikoloğu” olarak çalışıyorsunuz. Bize ergenlik döneminde olan bir gencin duygu durumundan kısaca bahsedebilir misiniz? Ergenlik dönemi kısaca çocukluktan çıkan ve yetişkinliğe ilk adımını atan gencin, kendisine özgün bir kimlik oluşturma sürecidir. Tabii ki bu ağır ve belirli aşamaları bulunan döneme, gençlerde oluşan hızlı fiziksel değişikler de eşlik eder. Bütün bu durumları yaşarken genç, savunmasız, hassas ve kırılgandır. Bu dönemin bağımsızlık kazanmak, kendi değer ve düşüncelerini geliştirebilmek, yaşıtlarıyla iyi geçinmek ve cinsel kimlik oluşturmak birçok hedefi vardır. Çok fazla hayal kurar, heyecanlı ve riskli deneyimler edinmek isterler. Zaman zaman yalnız kalmayı, bir köşeye çekilip düşünmeyi de isteyebilirler. Genellikle ruh halleri çok sık değişkenlik gösterir. Herhangi özel bir nedene bağlı olmadan bir gün çok iyiyken, diğer gün çökkün bir duygu durum içinde olabilirler. Hayatlarındaki değişimlere uyum sağlamakta zorluk çekmeleri muhtemeldir. Bu yüzden gençlerde birtakım davranış problemleri, aile ile ilişkinin bozulması, akademik başarıda düşüş, öz bakımda gerileme davranışı, gelecekten korkma ve umutsuzluk görülebilir. Nöropsikoloji ve Nörobilimsel alanlarda uzmanlaşmak istiyorsunuz. Sizi bu alanlara yönlendiren etkenler nelerdir? Sanırım her şey üniversite sınavına hazırlanırken yaşadığım bir hastalık süreci ile başladı. Sınava girdikten 1 hafta sonra bir ur sebebiyle bir beyin ameliyatı geçirdim. O zor günleri atlattıktan sonra beyinle ilgili İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde aldığınız eğitim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Aslında biraz önce söylediğim gibi, eğitim kalitesinde en büyük katkının hocalarımıza ait olduğunu söyleyebilirim. Çok farklı alanlarda uzmanlaşmış hocalarımız vardı ve çoğu genellikle teorik bilgilerinin yanında pratikte de edindikleri çok 19 zorunluluk gibi algılanırken, ben bu durumu hem kendi keşiflerimde daha başarılı olabilmek hem de ülkeme bilimsel açıdan katkı sağlayabilmek adına bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Bilimsel çalışmalarımı daha da ilerlettiğim zamanlarda, her yaşta insana beceri kazandırmayı ve psikolojik veya nörolojik hastaları ise rehabilite etmeyi amaçlayan bir müzik merkezi açmayı planlıyorum. Burası her insanın kendini iyi hissetmesini sağlayacak ve hayatın yaşanabilir yönlerini onlara daha fazla hatırlatacak bir yer olacaktır. “Müzik beynimizi şekillendirmede ve becerilerimizi geliştirmede etkili bir araç olduğu gibi bizde sonradan oluşan beyin hasarlarını ve hastalıkları iyileştirmede de çok etkili bir yöntem olabilir.” 20 çok fazla şey araştırıp öğrenmeye başlamıştım. Sonrasında ise girdiğim psikoloji bölümünde, Fizyoloji dersimize giren değerli hocam Prof. Dr. Öget Öktem ile tanıştım. Derste gördüğüm beyinle ilgili oldukça ilgi çekici konular, hocamın naif anlatımı ve tecrübeleriyle ile birleşince dersler benim için inanılmaz keyifli hale gelmişti. Lisansımın ikinci senesinde, alanda tecrübe kazanmak adına, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroşirürji Kliniği’nde bir nöropsikoloğun yanında gönüllü olarak çalışmaya başladım. Ve edindiğim tecrübelerle, bu alanda iyi ve mutlu olabileceğimi fark ettim. Hem uçsuz bucaksız bir alandı hem de ülkemizde gelişimi çok yavaş ilerliyordu. Düşündüm ki bu alanda çalışacak yeni ve istekli çalışanlara ihtiyaç var, neden biri ben olmayayım? Peki bu alanlarda ne gibi çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu alanlar hakikaten gittikçe kendini genişleten, ucu bucağı görünmeyen alanlar. İnsanlık geliştikçe daha interdisipliner çalışmalara yönelim daha da artıyor. Yani artık günümüzde Nöroekonomi diye bir alandan bile bahsedebiliyoruz düşünün. Ben bütün bunların içinde müzik ve klinik nöropsikoloji alanlarını kombine ederek çalışmalar gerçekleştirmek istiyorum. Sanatın özellikle müziğin, insan beyninin gelişimi üzerinde çok önemli bir etkisi vardır. Diyorum ki, müzik beynimizi şekillendirmede ve becerilerimizi geliştirmede etkili bir araç olduğu gibi bizde sonradan oluşan beyin hasarlarını ve hastalıkları iyileştirmede de çok etkili bir yöntem olabilir. Bu konuda kendime örnek aldığım isim, daha geçen sene kaybettiğimiz İngiliz nörolog ve yazar Oliver Sacks. Onun yaptığı araştırmalarda ve gördüğü vakalarda, müzik ilgisinin veya müzik eğitimi almış olmanın insan beyninde ne gibi farklılıklar yarattığını görebiliriz. İngiltere’ye master ve doktora için gittiğimde ben de bu alanda çalışmak için sabırsızlanıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışında eğitim almış akademisyen yetiştirmek üzere açtığı devlet bursunu kazandınız. Bu eğitim programınız bittikten sonra planlarınız dahilinde sizi nasıl bir kariyer bekliyor desek, neler söyleyebilirsiniz? Milli Eğitim Bakanlığı’nın burs programı yaklaşık 4-5 yıl sürecek. Bu demek oluyor ki bu yıllar arasında İngiltere’deki üniversitelerden birinde çalışmalarım devam ediyor olacak. Sonrasında ise atandığım yer olan İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 10 yıla yakın bir süre için, akademisyen olarak görev yapacağım. Bu görev birçok kişi tarafından Hem lisans eğitiminize hem de sonrasındaki eğitim ve kariyerinize baktığımızda çok başarılı olduğunuzu görüyoruz. Gelecekteki meslektaşlarınıza bir yol rehberi olması için bu başarının sırlarını bize de anlatır mısınız? Şu ana kadarki eğitim hayatımdan edindiğim ve rehberlik eden birkaç önemli şey var. Bunlardan birisi “ne istediğini bilmenin, bulmanın ve isteğinde ısrarcı olmanın çok önemli olduğu” dur. Bir söz vardır: “ Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz” diye. Bu söze gerçekten inanıyorum. Günümüzde aradığını düşünmeyi, aramayı, bulmayı çok önemsemeyen hatta zaman kaybı olarak görüp elindeki işleri veya fırsatları çok hızlı tüketen bir nesil var. Halbuki insanlar özellikle yoğun bir çalışmadan sonra, yorgun bedenlerini bir süre nadasa bırakabilseler, kendilerine ne yapmak istediklerini sorabilecek bir sessizliğe ulaşacaklardır. Tabi ki bazen birtakım şartlar buna izin vermiyor olabilir. Örneğin ekonomik şartlar, vb. durumları bunun dışında tutuyorum. İkinci önemli nokta ise “aktif biri olabilmek”. İşte bu yaklaşımın, insanın kendini tanıması ve geleceğine başarılı bir şekilde yön vermesi adına büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Sosyal sorumluluk projelerine, öğrenci topluluklarına(kulüplerine), sosyal ve bilimsel aktivitelere onları eğlendirecek ve tecrübe kazanmalarını sağlayacak her türlü aktiviteye katılmalarını öneririm. Özellikle öğrenciyken sanatın veya sporun bir dalıyla yoğun olarak uğraşsınlar. Mesela ben gitar çalmayı üniversitenin müzik kulübündeki çok iyi gitar çalan bir arkadaşımın bana ders vermesiyle öğrendim. Çok küçük yaştan beri müzikle ilgileniyordum fakat bir enstrüman çalmak hayatıma çok daha fazla şey kattı. Örneğin; TPÖÇG’e yani Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu’na İstanbul Ticaret Üniversite’sinin Temsilcisi olarak katıldım. Toplantılara ve kongrelere Türkiye’nin her yerinden gelen pırıl pırıl insanlarla tanıştım, birçok üniversite gezdim, gördüm, kocaman bir çevre edindim. TİDER’deki ve okulumdaki diğer sosyal sorumluluk projelerine katıldım. Böylece hem başka yüzleri gülümsetmiş hem de çevremde olup bitenlere tepkisiz kalmadığım için kendimi daha iyi hissettim. Bütün bunlar çok yönlü biri olmanızı sağlıyor ve ilerleyen yıllarda bunların meyvesini fazlaca topluyorsunuz. İtalik Ailesi’ne ve emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. :) 21 Pelin YILMAZ İletişim Fakültesi SÖYLEŞİ İDİL ÇELİK FOTOĞRAF PELİN YILMAZ ARŞİV Pelin Yılmaz... Üniversitemizin İletişim Fakültesi’nden mezun... Pelin, şu anda bir akademisyen... Ama sadece bununla sınırlı değil meslek hayatı... Pelin Yılmaz ile İTALİK için İdil Çelik konuştu... Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Ben İstanbul Ticaret Üniversitesi Medya İletişim Sistemleri bölümünü bitirdikten sonra, televizyon, yapım şirketi, reklam şirketinde ve organizasyon işlerinde çalışıp deneyim kazandım. Bu tecrübeler akademik olarak ilerleyebileceğimi bana gösterdi ve Kurumsal İletişim ve Halkla İlişkiler Yönetimi bölümünde Yüksek Lisansımı tamamladım. Şu an Plato Vakfı Yönetim Kurulu Başkanının Asistanı, Basın Halkla İlişkiler sorumlusu olarak görev yapmaktayım ve aynı zamanda Plato Meslek Yüksekokulu’nda Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktayım. “Okurken çalışmak kendi gelişimim için ve iş hayatına erken başlamak için fayda sağladı.” 22 2-Okuduğunuz zaman diliminde yapmış olduğunuz çalışmalar hayatınızı olumlu yönde etkiledi mi? Medya ve İletişim Sistemleri öğrencisi olarak bize verilen projeler, ağırlıklı olarak 3. ve 4. Sınıfta çektiğimiz kısa film, belgesel, reklam, tanıtım filmlerinin uygulama süreçlerinde yaşadığım tecrübelerin şu an olduğum noktada bana katkısı yadsınamaz. Planlamayı, hedeflemeyi, topluluk yönetmeni, grup çalışmasını ve uygulama alanlarını bana hep göstermiş oldu. Üniversitede okurken yaz tatillerinde staj ve çalışma imkanı buldum. Okurken çalışmak kendi gelişimim için ve iş hayatına erken başlamak için fayda sağladı. Şu an bunun ekmeğini yiyor olabilirim. İstanbul Ticaret Üniversitesini tercih etmenizde neler etkili olmuştu? İstanbul Ticaret Üniversitesi mezunu olmak size hangi kapıları açtı? İstanbul Ticaret Üniversitesini tercih etme sebebim, Medya ve İletişim Sistemleri bölüm derslerinin birebir okulumuzdaki stüdyoda uygulama imkanı bulmamdı. 12 sene önce okula geldiğimde babamla birlikte stüdyoyu gezmiştik. Çok beğenmiş ve heyecanlanmıştık. İstediğimiz vakit kamera ekipmanları okuldan temin edip, kısa film, belgesel, haber çalışmalarımızı yapardık. Hatta aynı dönemlerde farklı bir üniversitede okuyan arkadaşım, teknik olarak okulumuz bu imkanları sağladığı için bana özenirdi. Teorinin yanında uygulama ile alakalı eğitimin pekiştirilmesi, okulumuzda o dönemlerde kapalı devre yayın yapan tv kanalının ve stüdyonun olması hem çalışma hem de akademik hayatın içinde olmamızı sağladı. tanımı biraz karışıktır.Yöneticinin yardımcısından ne istediği bu konuda önemlidir. Ben hem basın Halkla ilişkiler hem koçluk hem asistanlık görevlerini yöneticimin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirebildiğim için, alt yapımın tamıyla iletişim tabanlı olmasından dolayı beni zorlamıyor. Tabiki yapılan tüm işlerin proaktif bir şekilde planlanması, yeri geldimi kriz yönetimi, yeri geldimi itibar yönetimi gibi çok önemli durumları da harekete geçirmek gerekir. İşimiz ve dinamiktir. Çoğu zaman hata affetmez ama keyifli yanları da bir o kadar fazladır. Yaşam koçluğu yapmaya nasıl karar verdiniz? Yaşam koçluğu, karşındakinin hayali hedefe dönüştürme yolunda danışanınla birlikte yürüdüğün, ona destek olduğun bir sistem. 2012 yılından beri resmi gazetede meslek olarak yayınlanmasıyla, resmen bir iş kolu haline geldi. Lisans ve yüksek lisansımı iletişim üzerine yaptığım için, koçluk bana uzak olan bir meslek alanı olmadı, aksine çalışmalarımı, akademik gelişimimi tamamlayan bir unsur olarak görüyorum. Derslerde bazen öğrencilerime gelecekle ilgili motivasyonlarını arttırıcı çalışmalar yapıyorum. Bu da iki tarafa keyif veriyor. Plato Meslek Yüksekokulunda öğretim üyesi olmaya nasıl karar verdiniz? Prodüksiyondan sonra nasıl bir süreç sizi buraya getirdi? İnsan yaşadıklarından, her aldığı eğitimden, tanıştığı yeni insanlardan, hayatın kendisinden gelen donanımlarla gün be gün gelişir. Gelişme otomatik olarak gerçekleştiği için, hele aktif olarak iletişim sektörünün içinde çalışırken, heybemde çok fazla bilgi birikti. Bilgiyi paylaşmak, uygulamaları anlatmak, yüksek öğrenim öğrencisi ile buluşmak büyük bir haz benim için. Şu an Plato Meslek Yüksekokulu’nda Reklam Uygulamaları dersi veriyorum. Dersde teorinin yanında uygulamalar ve tartışmalar yapıyoruz. Prodüksiyon dediğimiz şey, resmi ana hatlarıyla bütününü görüp bütün paçaları bir araya getirmek. Ben tüm bilgi birikimimi öğrencilere aktarıyorum. Keyif alıyorum. “Günümüzde dezenformasyon çok yaygın. Bunu engellemek, eğitimle ilerlemeyle yapılır.” Aldığınız birçok eğitim var, bu eğitimler hayatınızı nasıl etkiledi? Üniversitede eğitim görürken hocalarımız, gelişimin önemli olduğu vurgulamıştı. Okurken de sonrasında da aldığım sertifikalar beni bugünlere gelmemde yardımcı oldu. Sonuçta hepsi iletişim tabanlı eğitimler, öğrencilere vizyonlarını geliştirmeleri konusunda nasihatlar veriyorum. Bu da alınan eğitimlerle mümkün oluyor. Günümüzde dezenformasyon çok yaygın. Bunu engellemek, eğitimle ilerlemeyle yapılır. Birden fazla alanda çalışmışsınız size en uygun olduğunu düşündüğünüz alan hangisi? Benim uzmanlığım itibar Yönetimi. Bu konuda yüksek lisans bitirme projem mevcut. Bir kurumun en üst makamına yardımcı olmak ve kurumları, markaları bu konuda incelemek bana ayrı haz veriyor. Üst Düzey Yönetici asistanı olmak zor mu? ne tür zorlukları vardır? Türkiye’de Kurucu ya da CEO yanında destek veren asistanlığın görev 23 OĞUZ HAKSEVER SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI, İDİL ÇELİK 24 FOTOĞRAF EMRE TOPÇU, ONUR YÜKSEL Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl bir şey olacağını bilmediğim bir meslekti aslında. Gazetecilik veya İletişim okumadım. İşletme mezunuyum. Kariyerime mezun olduğum bölümden devam ederim diye düşünmüştüm. Bankacılıkla başladım o arada TRT sınavı açıldı bende girdim sınavına. Aşama aşama sonuçta resmi adıyla TRT Yurtdışı Yayınlar Daire Başkanlığında stajyer muhabir olarak başladım. O zamanlar çok fazla yurtdışı yayınında televizyon yoktu. Teknoloji o kadar gelişmemişti. Türkiye’nin Sesi Radyosuna ekip olarak girmiştik.10 arkadaş , yabancı dil bilenleri oraya almışlardı.İlk başladığımda muhabir alımıyla girmiştim. Sonrasında bir kurs oldu kursta o zamanlar spiker olanlar redaktör ünvanına sahip olmak için kursa katıldılar. Önce iki sınav yapılıyordu. Sonra televizyon haberciliği nedir , röportaj , kamera , spor haberleri , haber dili vs bütün bunları bize o zamanın ünlü isimleri öğrettiler. 2 ay bize kurs verdiler. O sınavı kazanıp Yurtdışı yayınlar dairesinde Türkiye’nin Sesi Radyosunda başladık ama 1 hafta bile sürmedi orda çalışmamız. Haber Dairesinin haber merkezinde muhabire ihtiyaçları vardı bizi oraya topluca aldılar. İlk muhabirliğe orda başladım ben “Çok güzel meslekmiş” diye düşündüm. Sonra asıldım işe abim Birleşik devletlerde yaşıyordu ondan kitaplar istedim medya, haber yapma vs gibi kitaplardı bunlar. Daha sonrasında TRT muhabiri oldum. 12 Eylül darbesinden sonra istifa ettim. 1979 yılında girdim 1982 yılının yazı istifa ettim. Bir süre ticaret deneyimi yaşadım. para kazanmama rağmen tatmin olmadım ve daha sonrasında tekrar TRT’ye müracat ettim. Aldılar beni hemen eski müdürlerim oradaydı sağolsunlar. İlk girdiğimde Ankara’daydım bu sefer İstanbul’da başlamıştım. TRT’de yeniden döndükten sonra çok önemli tecrübelerim oldu. 3 savaş izledim. O zamanlarda TRT’de bir atak vardı . Körfez Savaşı 2 defada her parladığında Bosna-Hersek hariç Hırvatistan ve Slovenya’da patlak veren savaşları iki defa peş peşe izledim. Bunlar benim için çok önemli tecrübelerdi. Bu arada devlet başkalığı , yurt dışı gezileri çok önemli tecrübelerdi. Sonra özel televizyon maceram başladı.Star kurulmuştu “Magic Box” oraya gitmedim ne olup olmadığını anlamamıştım ama baktım orada ciddi bir potansiyel var. Show TV , Kanal 6 , ATV sonuçta NTV. “Spikerlikte en önemli özellik insanları ekranda tutabilmektir.” Spiker olmanın en önemli özelliği sizce nelerdir? İnsanları ekranda tutabilmeli en önemlisi bu. İkinci özellik edindiği bilgiyi veya aktarması gereken bilgiyi izleyiciye teslim edebilen , izleyicinin o sunulan ürünü hazmetmesine yardımcı olması gerekir. Üçüncü özellik ise güvenilirlik. Bu meslekteki idolüm Walter Cronkite. Walter Cronkite Amerika Birleşik Devletlerinde 22 yıl CBS ulusal kanalının anchor’ı olarak görev yaptı. Efsanevi bir televizyon habercisidir. Muhabirlikten ,gazetecilikten gelmiştir. Bu 22 yıl boyunca yanlış hatırlamıyorsam her yıl Amerika’nın en güvenilir adamı seçilirdi. Benim hakikaten idolümdür. Oraya ulaşabildim mi yok yani zaten Türkiye’de en güvenilir adam kimdir diye bir anket yapılmıyor. Dünya tarihinde pek az insanın kazanabildiği bir üstünlüktür. Spikerlikte, sunuculukta üçüncü en önemli özellik güvenilir olmak. Dördüncüsü gazeteci olmak, haberci olmak , muhabir olmaktır. Yani hele hele haber kanallarında bir sunucu aranırken en azından kendi kanalım için söyleyeyim yakın geçmişte gece haberleri için gece derken 01’den sonra sabaha kadar olan bölümde bir sunucu açığımız vardı. Bende etrafımda bildiğim tanıdığım arkadaşları genel yayın yönetmenimize önerdim. Bana ilk sordukları soru “Muhabirlik geçmişleri var mı?” oldu. Artık bundan sonra sunuculukta böyle bir kriter var. Neden diye sorarsanız da çünkü bir televizyon haberi muhabiri sahaya gittiğinde kendisine canlı olarak bağlanıldığında o olayı veya haberi en net, temiz, doğru, anlaşılır biçimde izleyiciye aktarabilmesi lazım. Bizim haber stüdyolarımız da Prompter vardır. 25 “Diksiyon denilince öncelikle bir sunucunun anlaşılır olması lazım.” oradan sunduğumuz haberin metni akar ama bir televizyon sunucusu artık onun esiri bağımlısı olmaması lazım .Hatta bizde öyle anlar olur ki , öyle dakikalar öyle saatler olur ki anında bir haber gelir ve elinizde çok kısıtlı bilgi vardır sizden 10 dakika 15 dakika 1 saat 2 saat yayın yapmanızı isterler. Benim rekorum 12 saat. Kesintisiz sizden yayın yapmanızı isterler. Ben 12 saat yayın yaptığımda eski bir konuydu . Yanlış hatırlamıyorsam bir feribot kaçırıldı Çeçen militanlar tarafından İstanbul’a getirildi. İstanbul’da pazarlıklar oldu vs o olayı 12 saat boyunca ATV’deydim o zamanlar aralıksız sundum. Diksiyonu düzgün , hitabeti etkili olan her kişi spiker olabilir mi? Diksiyon tek başına yeterli değil. Şunu söylemem lazım karakteristik ses çok önemli. Amerika’da bir televizyon sunucusu mu alınacak karar verenlerin yaptıkları eleme şöyle bir odaya veya stüdyoya alıyorlar. Biz buna deneme çekimi deriz. Karar vericiler görüntüsüne bakmadan önce sesini dinliyorlar. Seste bir elemeden geçiyor ondan sonra kim bu diye bakıyorlar. Diksiyon denilince öncelikle bir sunucunun anlaşılır olması lazım. Eğer anlaşılır değilse maalesef o olmuyor benim diksiyondan anladığım budur. Ama bizde diksiyon denilince Türkiye’de yaygın bana göre bir yanlış var. Diksiyon denilince akıllara birde aksan geliyor. İlla İstanbul ağzıyla konuşma “kuralı” akla geliyor. Bu yalan yanlış ırkçı bir şey bu. Bir Güneydoğulu meslektaşımında ağzı biraz kendi kültürünün ses intonasyonuna kayması bir sorun olmamalı. Ama bu yüzden bir çok gence aşağılık komplesi yaşatıyolar. İlla düzeltmeye çalışıyorlar. Bir karadanizli meslektaşım gayet güzel bir şekilde haberi sunabilir gayette anlaşılabilir. Bu ayrıca toplumsal barış adınada önemli bir rol oynayabilir. Sakıp Sabancı’yı bilir misiniz ? Sakıp Sabancı Kayserili aksanıyla konuşurdu. İstanbul aksanı yoktu onda ama Sabancı denildiğinde akla ilk gelen isim Sakıp Sabancı olurdu. Benim hayalimdir bu Kara- 26 denizli aksanıyla Kayserili aksanıyla İstanbul aksanıyla Kürt aksanıyla haberler sunulmalı. Bu ortam sağlanılırsa toplumsal barışta sağlanabillir. Haberleri sunarken kelimeleri karıştırdığınızda çok tepki alıyor musunuz? Yok , hayır almıyorum. Çok nadir oluyor zaten tepkide olmuyor. O konuda bir ceza falan da yok. Ama her gün 50 defa yaparsan ayrı mesele. Spiker ve sunucu arasındaki farklar nelerdir? Sunucu ile spiker arasında iki fark vardır. Bunlardan birincisi ;sunucunun saha deneyiminden muhabirlik deneyiminden gelmesi. İkincisi ise sunucunun prompter cihazına bağlı olmaması. Oğuz Haksever nasıl bir sosyal medya kullanıcısıdır? Sosyal medya kullanıcısı olduğum pek söylenemez. Hemen hemen hiç kullanmıyorum. & tane twitim var oda adımla değil. Eğer varsa Oğuz Haksever diye onlar sahtedir. Kendi adımla koymadım. Ne Facebook hesabım var ne adımla twitter hesabım var başkada ne fotoğraf paylaştım ne başka bir şey. Hiç birine girmedim çokta memnunum bu kararımdan. lazım. Nedense o anda yazarken çok büyük kitlelere ulaşabileceğini o anda fark etmeyebiliyorlar. Bu yönü kişiye zararlı çünkü geri dönüşü olmuyor. Toplumsal barışa zarar verebiliyor. Adı ne bunun “Sosyal Medya” aslında dayanışma amacıyla başlayan bir uygulama veya dostların birbiriyle iletişim kurması için kurulan bir uygulama. Ama amacından tamamen demesem de başlangıçta ki amacından sapmış durumda. Sosyal medyanın etkinliğinin artması ile birlikte gazetenin bir mecra olarak öneminin ve kullanımının azaldığı görülüyor. Söz konusu olan bu durumda 20.yılını doldurmayan internet, 15.yy’a dayanan gazetecilik arasında nasıl bir denge kurulmalıdır? Bende yaklaşık 1 yıldır gazeteyi kağıttan okumayı bıraktım. Ana akım gazetelerin e-gazete uygulamaları var onlar üzerinden çalışıyorum. Gazeteye birazda çalışma gözüyle bakıyorum yaptığım işten dolayı. Hiçte pişman değilim e-gazete kullandığım için. Denge nasıl kurulacak derseniz; kağıt epey uzun süre varlığını sürdürecek ama dengeyi kuracak olan e-gazete. Gazete görsel tasarım olarak çok güzel bir iletişim aracı ve çok sağlam. Gazete giderek belli bir olgunluğa erişti, belki de giderek daha da geliştirilebilir. Çok güzel bir iletişim aracı. Yani şöyle anlatabilirim; bir internet haber portalıyla ki bir gün öncesinde hazırlanmasına rağmen bir e-gazeteyle bana göre dağlar kadar fark var. E-gazete size daha kolay aktarabiliyor. Her gazetenin ayrıca bir de haber portalı da var. Ama artık eskisi kadar kaliteli değil haber portalları. Haberleri biraz hileli sunuyorlar izleyiciyi kapabilmek adına. ‘’ son dakika son dakika bakın kim çıktı’’lar yeni daha zekici daha özel dil zenginliği olan cümlelerle izleyiciyi çekebilirler. Öyle bir başlık koyuyorlar ki içine girince daha farklı bir şey çıkıyor ama garip bir şekilde izleyici buna kızmıyor. Çocukları çikolatayla kandırmak gibi bir şey bu aslında. Ama gazete öyle değil hala özel olarak bir haberi güzelleştiren çekici kılan manşetleri üretmekle görevli zeki güzel insanlar var. Sonuç olarak denge e-gazeteyle sürecek. İktidarı elinde bulunduranlar dönem dönem karşılaştığımız olaylar çerçevesinde sosyal medya ve internet kullanımımızı kısıtlıyor ve çeşitli denetlemelere tabii tutuluyor. Özgürlük alanı olarak adlandırılan bu mecrada karşılaştığımız durumlara nasıl bir yorum getireceksiniz? Siz bu durumu nasıl karşılıyorsunuz? Kısıtlanması, kapatılması çare değil aslında. Ülkemizin yöneticileri söylediler hatta bunu Twitter kapatılmıştı bir ara o dönemin cumhurbaşkanı ‘’ben bir yolunu buldum giriyorum’’ demişti düşün yani çare değil. Ama ben tabii tepki hem gösteriyorum hemde göstermiyorum. Toplumsal barışa zarar verecek bir yanı da olduğu kesin. Şöyle; olmayan bir olayı sosyal medya üzerinden birisi fitili ateşlenmiş bir bomba gibi milletin ortasına atıveriyor bir anda orada yayılıyor Sizce sosyal medya özgürlük mü yoksa tek tipleştiğimiz bir alan mıdır? Tabi ki özgürlük.Elbette bir özgürlük ama pornografik bir özgürlük zarar veriyor bazen.Bu zarar hem kullanıcıya oluyor hem de toplumsal barışa oluyor.Kullanıcıya zarar veriyor pornografik dedim kendi iç dünyanızın pornografisini oraya koyabiliyorsunuz farkında olmadan. Yani birine bir kesime bir siyasi partiye bir siyasetçiye bir ünlüye veya herhangi birisine tepki gösterirken en alaycı en aşağılayıcı edepsiz bir takım kelimeler cümleler yazabiliyorsunuz. Pornografik içinizi olduğu gibi ne varsa ne yoksa bütün görüntüsüyle farkında olmadan oraya koyabiliyorsunuz. Kişisel olarak bana göre bu zararı var. Dikkatli olmak 27 “Popüler kanalların ana haber bültenleri o günkü gazetelerin birinci sayfalarının ekrana görüntülü olarak yansımasıdır.” ve doğruyu söyleyen kamu otoritelerinin düzeltmeleri kolay kolay mümkün olmuyor. Doğruyu söyleyen kamu otoriteleride bazen bazı şeyleri kapatabiliyorlar, bize göstermeyebiliyorlar. Kamu otoritesiyle vatandaş arasında iletşim açısından bazen böyle şeyler olabiliyor. Toplumsal barışa zarar veriyorsa ve yanlış bilgilerin yayılmasına yol açabiliyorsa denetlenebilir. Örneğin bir yerde bomba patlıyor ama sosyal medyada orda da patlamış burada da patlamış diye bir sürü asılsız haber görebiliyorsunuz. Ve buna inanıp sokağa çıkan insanlar bile olabiliyor. Ama yasaklama kavramını zaten ifade özgürlüğü açısından sevmiyorum ve sonuçta almadığını görüyorum. Sosyal medyada aslı olmayan birçok haber ile karşılaşabiliyoruz. Ama haberi onaylamak için ana haber bültelerini bekliyoruz. Bilgiye erken ulaşmak için maruz bırakıldığımız bu karmaşık ortam hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Eğer oraya haber portallarınıda koyarsanız artık birçok yayın organlarının haber portalları var. Haber portallarında çok yalan dolan işler dönmüyor orada da gazetecilik adabı, gazetecilik kültürü ve bu kültürden geçmiş insanlar var. Ama sosyal medyada yalan haber olabilir. Bu hep böyledir alternatif çoksa medyada açıp akşam doğrulatma yapılabilir çünkü orada yalan söylenemez çünkü birkaç kere yalan söylenildiği zaman kamu otoritesi bir yana müşteri kitlesi onu sınayacak ve bir daha onun bulunduğu düğmeye basmayacak. Yani öyle bir yanı da var. Ama ana haberler Türkiye’de biraz komikleşmeye başladı. Benim bir iddiam var. Bunu deneyebilirler hatta. Burada haber kanallarından değil popüler kanallardan bahsediyorum. İddiam şu ki; Popüler kanalların ana haber bültenleri o günkü gazetelerin birinci sayfalarının ekrana görüntülü olarak yansımasıdır. Artık Türkiye’ de televizyon haber merkezlerinde çok ciddi bir muhabir yoksunluğu var. Az adamla çok iş yapılmaya çalışılıyor. Haber merkezine gittik- 28 lerinde sabah gazetenin birinci sayfalarını açıyorlar. Ondan sonra 3-4 tane editörün ısmarladığı haberleri yapmaya odaklanmış, bunu yapmakla görevlendirilmiş muhabirler var. ‘’Git şu gazetenin ilk sayfasındaki haberin görüntülüsünü bana yap gel. ‘’ diyor. Biz gazetelerin birinci sayfalarını izliyoruz. Bu alemin içinde olduğum için biliyorum. Popüler kanallara bakın haber merkezlerindeki muhabir sayısı 4-5’i geçmez. Haber toplantıları muhabirlerle ‘’bugün sende ne haber var ne getireceksin bana ‘’ diye yapılmıyor. Şuraya sen git buraya sen git şu haberi sen al bu haberi sen al diye diye yapılıyor. Ellerine gazetedeki haberin kupürü veriliyor neredeyse. Bu medyanın geleceği açısından çok kötü çok tatsız bir durum tabii ki. Çünkü bültenin bir zenginlik bir çeşitlilik, lezzet farkı yok. Medyanın ana görevi kamuoyunda kanaatlerin serbestçe oluşmasına katkıda bulunmak. Herkes aynı şeyi yaparsa kanaatler nasıl serbestçe oluşacak? Hepsinde neredeyse hep aynı haberler var. ben buna hatta haberburger diyorum. Sadece sunuşları farklı oluyor ama hepsi aynı yani haberburger. inandığım makbuldür benim için. Spikerlik mesleği gereği diksiyonunuz çok düzgün ve Türkçe’yi son derece düzgün kullanıyorsunuz. Sosyal medyanın Türkçe’yi olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz? Orası ayrı bir mecra oraya yazdığımız yazı ile kağıda yazarken yazdığımız yazı arasında fark var. Bildiğim kadarıyla bazı mecralarda hatta 140 karakter gibi bir sınırlamada var. Önceden de söylediğim gibi sokağın, toplumun, insanların, jenerasyonların ürettikleri ne varsa hepsi makbulümdür. Hiçbir şekilde karşı değilim. Mesela dilimizi sokağın üretmesine izin vermediğimiz için dil fakirliği çekiyoruz. Sokağın ürettiklerini aşağılamak yerine kabul edilse aslında çok güzel kelimeler ortaya çıkıyor. Örneğin oha oldum lafı harika bir anlamı var geniş anlamlı bir kelime. İnsanın üretmesine izin vermiyorlar hemen küçümsüyorlar o yüzden fakir kalıyor diller. Çünkü 1-2 kişinin oturup ürettiği kelimeler yerine halkın kendi ürettiği kelimelerden daha güzel daha akılda kalıcı kelimeler çıkma potansiyeli daha yüksek değil mi? Örneğin yakın bir zamanda Anadolu’da unutulan kelimeler üzerine bir kitap okudum öyle olağanüstü öyle güzel kelimler var ki ve şu an neredeyse kaybolmuş veya kaybolmaya yüz tutmuşlar gerçekten üzücü bir durum. Hiç bilmediğim halde o kelimeleri okudukça aklımdaki bir çok merkezi harekete geçiriyor ve rahatlıkla algılamama sebep oluyor. Halkı biraz daha bıraksalar daha çok şey üretecekler. Türkiye’nin sosyal medyayı çok aktif kullandığını biliyoruz. Türk medyasının bu aktifliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka bir açıdan bakarsak olaya ciddi bir rating aracı olmaya yani bir ölçüm aracı olmaya başladı. Bu yaptığınız özel yayından sonra sosyal medyanın nabzını tutup yaptığınız işle ilgili hakareti de iltifatı da takdiri de ölçebiliyorsunuz. Haber merkezleri iyiyi kötüyü ayırmadan bunların toplamına bakıyorlar ve ciddi bir şekilde önem veriyorlar tabii bunu televizyonlar için söylüyorum . Örneğin bizim kanalımız geçen sene Çanakkale Zaferi için yaptığım yayında 50 milyon tweet veya buna benzer sosyal medya unsurları atılmış, bundan gurur duydular. Yani ana yayın organları aslında sosyal medyaya çok önem veriyor ve onunla fena halde ilgileniyorlar. Aslında biraz bunu sadece duyuru amaçlı yapıyorlar. Örneğin akşam olan programın duyurusu yapılıyor. Bu da sosyal medyadaki toplumun yararlanması açısından da çok çok sağlam bir şey değil. Ama sen orada çok enteresan bir haberi izleyiciye sunarsan aslında sosyal medyayı daha iyi kullanmış olursun. Örneğin bizde bir ara her gün yaptığım bir sesli fotoğraf yorumunu bizi takip edenlere yolladık. Hem güzel bir fotoğraf baktıkça hem estetiği gelişiyor hemde o yorumun içerisinde hoş bir şey varsa içindeki bir takım güzel depolara o yorum gidiyor bir yerde duruyor zamanı geldiğinde onu yine bir güzellik için kullanabilir halde bekliyor. Medya organlarının sosyal medyayı o âlemdeki kitlelerin daha fazla yararlanması için kullanması gerekiyor. Bireyler sosyal medyada takdir edilmek, beğenilmek endişesi içerisindeler genel olarak. Sizce sosyal ağlar ve internet zihinlerimizde nasıl bir yer edindi ve böylesine önem kazandı? Ben çok iyi bir sosyal medya kullanıcı değilim. Ama toplum bazı şeyleri kendi kendine geliştiriyorsa bu çok tehlikeli çok kötü bir şey değil en sonunda en güzelini rafinesini buluyor. Konuştuğumuz dilde öyle değil mi ? İlk başta sadece sesler çıkartıyorduk ama nasıl geliştirdik, dilimizi duygularımızı düşüncelerimizi çok iyi aktarmayı becerebilecek bir iletişim araçları serpintisi oluşturduk bütün yeryüzü üzerinde. O yüzden insanların toplumun sokağın ürettiği şeylere yabancılaşmamak lazım. Eğer takdir edilmek beğenilmek hoşuna gidiyorsa gitsin, ben bu duruma karşı değilim o da bir tatmin sonuçta. Sokak halk ne yaparsa sonucu iyi olabileceğine 29 medya SÖYLEŞİ İDİL ÇELİK FOTOĞRAF EMRE TOPÇU FUTBOL YAYINININ ARKA YÜZÜ: HÜSEYİN KAYMAZ Lig Tv yönetmeni Hüseyin Kaymaz ile futbolun mutfağı olan Lig TV canlı yayın arabasında buluştuk, hoş bir sohbet gerçekleştirdik. 31 “Birinci kareyi verirken daha sonrasında yapıcağınız hamleyi belirlemeniz gerekmektedir.” Kendinizden biraz bahseder misiniz? Bu mesleğe nerde hangi pozisyonda başladınız? Trt İstanbul Haber Müdürlüğünde montajcı olarak kurgu servisinde başladım. Yönetmen olmaya nasıl karar verdiniz? Süreç beni oraya getirdi. Dünyada bir gelenek vardır. yönetmenliğe fotoğraf seçiciden geçiş yapılır. Ama mesela Hollywooda ise kurgudan yönetmenliğe işleyen bir süreç söz konusu. Canlı yayın yönetmenliğiyle ban kayıt yönetmenliği arasında nasıl farklar vardır sizce? Ikisi de temelde aynı aslında. Sadece, Yayın Canlı olduğunda yapılan herhangi bir hatayı düzeltme şansınız yok; oysa bant kayıtlarda bu imkana sahipsiniz. Canlı yayın sırasında herhangi bir gecikme yaşanıyor mu birkaç saniye bile olsa? Herhangi bir gecikme söz konusu değildir. Bunu size şöyle anlatayım ‘sinyal uyduya geliyor, dağıtıma gidiyor.’ Süreçte oluşan geçikme bunlardan dolayı olabilir başka bir şekilde gecikme söz konusu değildir. Spor canlı yayın yönetmenliğiyle spordışı canlı yayın yönetmenliği arasındaki farklar nelerdir? Bir tanesinde saniyede 25 karede bir karar vermeniz lazım ve bununla birlikte çok hızlı düşünüp çok hızlı uygulamanız gerekmektedir. Buna örnek olarak satranç oyununda birinci hamleyi yaparken nasıl dokuzuncu hamleyi düşünmek gerekiyorsa spor canlı yayınında da aynen birinci kareyi verirken daha sonrasında yapıcağınız hamleyi belirlemeniz gerekmektedir.Görüntü değişikliğini çok hızlı düşünerek yapmanız şart. Yani saniyede karar verip uygulamak lazım; yoksa kaybedersiniz. Spor yönetmenliği yapmak isteyen kişilere tavsiyeleriniz nelerdir? Kendilerini nasıl yetiştirsinler? Ben yönetmenliğin seçilerek yapılan bir iş olduğuna inanmayanlardanım. Bu iş tamamen doğasal bir şey, doğanızda varsa ona sadece donanımınızı eklersiniz. Onun dışında yönetmenlik ben olucam deyip de olucak bişey değildir. Doğanızda çabuk karar verme, ekip çalışmasına yatkın olma, zamanla yarışın önemini kavrama gibi özelliklere sahip olunması lazım. Bu yeteneklerin yanında teknik donanımlarınız olması gerek. Işık bilgisi, kamera bilgisi, montaj bilgisi gibi bilgilerin olması gerekir yoksa eksik olunur. Maçlarında kaç kamerayla çalışıyorsunuz? Maçın durumuna göre kamera sayısı değişiyor. 16-20 kamera arası bazen 24 kameraya kadar çıkılabiliyor. Maçın özelliğine gore değişiklik gösteriliyor. Küçük maçları 10-12 kamerayla çekerken bir Fenerbahçe-Beşiktaş maçını 16-18 kamerayla çekiyoruz. Hangi çeşit kamera kullanıyorsunuz? jimmy kameralar , örümcek kameralar kullanılıyor. Bunlar hep teknolojik şeyler işi güzelleştiren şeyler ama pahalı prodoksüyonlar. Mesela jimmy jip kameralar 7-9 metrelik boyuyla hareket edebilen bir kamera; genellikle kale arkasında durur. Onun dışında steadicam dediğimiz bir kamera var. Donanım tamamen kişinin üzerine kurup 32 koşturuyoruz, yürütüyoruz; sabit bir kamera değil; bir nevi hareketli kamera. Donanımı hareket ettirirken çerçeve bozulmuyor. Kamerayı normalde oynatırsan bozulur ama bu kamerada böyle birşey olmuyor. Mekanik bir donanım olduğu için koşsa bile resim bozulmuyor. Kameralardaki geçiş sizin için zor mu ? Nasıl karar veriyorsunuz ? Yok çok kolay aslında, o arada biz şarkı bile söylüyoruz. Benim için geçişler zor olmuyor daha öncesinde belirttiğm gibi bir sonraki hamleniz zaten zihninizde oturuyor. Her yönetmen bunu kendine göre uyarlıyor her yönetmenin kamera çalışma düzeni farklıdır. Mesela çıkış monitörü dünyada sağ monitör olarak kullanılır, bende ise soldur mesela çıkış monitörü. Böylesi bana daha uygundur. Ayrıca kamera noktaları kamera yerler değişiktir. Bir dünya standardı vardır, biz de bu dünya standardını bire bir uyguluyoruz zaten . Ama yönetmenin kullanacağı kameraları rahat kullanabileceği şekle getirmek gereklidir. Herkesin kendine göre farklı bir “Teknolojik şeyler işi güzelleştiren şeyler ama pahalı prodoksüyonlar.” 33 düzeni oluyor. Benim yer kameram 3’tür; başka bir yönetmende 5’tir vs Kamera geçişlerinde hiç keşke dediğiniz oluyor mu ? Hayır yaşamadım. Bunun nedeni ise, o resim var zaten, aynı zamanda kaydediliyor. İstediğin anda tekrardan ekranda verebiliyorsun .Futbol hikaye anlatmaktır bi yerde; küçük bölümleri doğru anlatmaktır. Şöyle düşünün elinizi kaldırıp başınıza koydunuz elinizin başınıza çıkana kadar yaptığı harekleri vermeden direk elinizi çekip sonra başınızı çekip sizlere gösterdiğimizde aradaki yapılan hareketlerin hepsi yok mu sayılır, tabiki sayılmaz, daha sonrasında o görüntüleri de verebilirim. Yayın arabasında iyi pozisyon olduğunda kendinizden geçtiğiniz oldu mu hiç ? İyi pozisyonlarda yaptığınız en büyük tepkiniz nedir ? Tabiki de oldu. En büyük tepkim, gol olduğunda kalkıp yengeç dansı yapmak buradaki arkadaşlarımızla. Tribünde bir futbolcu eşi veya ailesini görüp o görüntüyü vermek neye göre yapılıyor? Bu yapılan şey bir çeşit öngörü. Futbolcu gole koşuyor ve ailesinin eşinin tribünde olduğunu biliyorsun direk kamera 5 orda kal diyerek eşinin ailesinin sevincini çekiyorsun. Aynı zamanda futbolcu düştü diyelim dön tribüne eşini çek gibisinden de gerçekleşebiliyor. Bunu kurgulamanızda gerekebilir şans eseride yakalabilirsin. Söylediğim gibi zaman dilimiyle alakalı birşey bu. Seyretti gördü sevindi yada üzüldü ama hikayeyi doğru anlatmak lazım. Bu bir yerde doğru kurgu ve doğru yayıncılık yapmak için önemli birşey. Yönetmenliğini yaptığınız ve en unutamadığınız maç var mı ? En unutamadığım maç Türkiye- Hollanda maçıydı. 97 yılıydı Anadoluda oynanan ilk milli maçtı. 1-0 yenmiştik Hakan Şükür’ün attığı golle.Bana göre hareketli iki üç tane yeni çekim açısıyla birlikte Türkiyede yeni kullanılan açılar vardı o maçta. 34 HOŞGÖRÜ DOSTLUK SAYGI 35 medya CARAT ‘ı da bünyesinde barındıran Dentsu Aegis Network dijital medya direktörü Hazal Sezer ile medya planlama alanıyla ilgili bir sohbet gerçekleştirdik. *** Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bu mesleğe nasıl başladınız, nasıl karar verdiniz? Aslında medya planlama ve satın alma değil de, reklam ve pazarlama iletişimini her zaman düşünüyordum. Edebiyat çıkışlı olmama rağmen bu alanda da dersler alıyordum. Mezun olduktan sonrada pazarlama alanında çalışan arkadaşlarımdan böyle bir sektörün, böyle bir alanın olduğunu öğrendim. Çünkü çok fazla bilinen bir alan değil biliyorsunuz. Medya planlama ve satın alma tarafı genel kavram ve genellikle reklam olarak geçiyor ve herkes bunu creative ajans diye düşünüyor. O yüzden bir süre yani uzun bir süre ailenize ne iş yaptığınızı anlatmanız çok zor çünkü medya planlama ve satın alma dediğiniz zaman insanların zihninde pek bir şey canlanmıyor. O yüzden hep reklam diyip geçmek zorunda kalıyorsunuz. SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI, İDİL ÇELİK FOTOĞRAF İDİL ÇELİK, İNTERNET ARŞİVİ Carat , dünyanın bir numaralı global medya ajansı seçildi. Bağımsız araştırma kuruluşu RECMA’nın kalitatif araştırmasına göre Carat, son yedi raporda altıncı kez birinci sırada yer aldı. RECMA’nın Network Diagnostics raporu; yeni müşteri kazanımları, ödüller, özellikle dijital ve çeşitlendirilmiş insan kaynakları gibi 16 ila 19 kritere göre değerlendirme skorlarının ölçüldüğü ve 43 ülke ve 650 ajansı kapsayan araştırma verilerine dayanıyor. 36 Arkadaşlarımdan ve piyasada çalışan insanlardan duyduktan sonra global olan ajansları araştırmaya başladım. İlk başvurduğum yer Carat’tı. Ve yaklaşık 8 yıldır da burada çalışıyorum. Bize biraz Carat’ı tanımlar mısınız? Carat, Dentsu Aegis Network bünyesi altında global bir medya planlama ve satın alma ajansı. Kardeş ajansı Vizeum da aynı şekilde Dentsu Aegis Network bünyesinde yer alıyor. Tüm dünyada 110’dan fazla ülkede faaliyet gösteren Dentsu Aegis Network altında Carat ve Vizeum dışında, özel ve kendi alanında uzmanlaşan birimler var. Bunlar; Resolutions: bize tüketici iç görüleri, tüketici davranışları konusunda bilgiler veren araştırma departmanımız; Posterscope: tüm outdoor planlamalarımızdan sorumlu olan ekibimiz, iProspect; tüm sosyal medya ve performans yayınlarımızı takip eden ajansımız. Ve İsobar, bize tüm offline ve online kreatif çözümler konusunda destek veren yaratıcı ajansımız. Medya planlama çalışmaları nasıl bir süreçten geçerek sonuca ulaşmaktadır? Medya planlama süreçleri şöyle işliyor; öncelikli olarak müşteriye gidip brief alıyoruz; o kampanya dahilinde amacımız nedir, kime ulaşmak istiyoruz, söz konusu iletişim bir lansman mı olacak yoksa var olan biz hizmetin/ürünün tekrar tüketiciye hatırlatılması mı amaçlanıyor vb. detayları konuşuyoruz. Briefi aldıktan sonra kendi içimizde oturup şirket bünyesinde yer aldığından bahsettiğimiz diğer departmanlarımızla birlikte iletişim hedeflerimizi ve en değerli hedef kitlemizi detaylı olarak incelemeye başlıyoruz. Söz konusu noktaları netleştirdikten sonra medya planlama ve satın alma tarafları olarak bizler yani Carat ya da Vizeum, oturup kendi aramızda iş bölümü yaparak o hedef kitleye ulaşmak hangi mecrada hangi yollarla en efektif planlamayı oluşturabiliriz diye çalışmalara başlıyoruz. Daha çok televizyon tüketen bir hedef kitleden bahsediyorsak bütçenin ağırlıklı bir kısmını televizyona mı ayırmak lazım, orada hangi kanalları/programları tercih etmemiz en doğru çözüm ya da gençlerden bahsediyorsak ve ağırlıklı olarak sosyal medya tükettiklerini biliyorsak twitter, facebook, instagram vb. platformlar üzerinden mi projeler kurgulamak lazım vb. yollar arıyoruz. Daha sonra tekrar müşterimizle mümkünse yüz yüze bir toplantı yapıp briefe ve dolayısıyla kampanyanın bütününe nasıl yaklaştık, hedef kitleyi nasıl analiz ettik ve en sonunda medya planını ve projeleri nasıl oluşturduğumuzun detayla- “Carat, Dentsu Aegis Network bünyesi altında global bir medya planlama ve satın alma ajansı.” 37 “Sosyal medya platformlarını doğru yönetmek çok önemli.” rını aktarıyoruz ve markalarımızın yorumlarını alıyoruz. Reklamverenlere uygun mecra seçimleri hangi kriterlere göre şekilleniyor? Reklam verenden aldığımız brief doğrultusunda şirket bünyemizde yer alan Resolutions ekibimiz ile birlikte oturup söz konusu hedef kitlenin ve iletişim hedeflerimizin medyadaki en doğru yansımalarını ve tüketim yollarını bulmaya çalışıyoruz. Yaptığımız analizler sonrasında en değerli hedef kitlemizin kim olduğu ve ağırlıklı olarak hangi mecraları tükettiği netleşmeye başlıyor ve bu doğrultuda medya planlarımızı ve genel kampanya stratejimizi kurgulamaya başlıyoruz. Reklam verenlerin sosyal medyaya ve geleneksel medyaya olan bakışlarını değerlendirecek olsanız; neler söylebilirsiniz? Geleneksel mecralar konusunda müşterileri ikna etmek kısmen daha kolay çünkü sosyal medya dediğiniz alan çok dinamik, çok canlı insanların reaksiyonlarını an ve an görebildiğiniz için şikayete de kısmen daha açık bir alan o yüzden sosyal medya platformlarını doğru yönetmek çok önemli ve bunun için de markaların kendi içlerinde ayrı bir ekiplerinin olması ya da başka ajanstan profesyonel hizmet alıyor olmaları lazım. Sosyal medyada bir iletişim yaptığınız zaman takipçilerinden artısıyla eksisiyle bazı yorumlar geleceğini ve bu yorumları/soruları an be an takip etmeniz gerektiğini bilmeniz lazım. Bundan 4-5 sene önce çoğu marka sosyal medyaya çok açık değildi ama baktılar ki artık 7’den 70’e artık herkes sosyal medyada bir varlık sergiliyor, insanların çocuklarının ve hatta bebeklerinin bile profilleri var, sosyal medyada yer almanın gerekliliğine markalar da inandılar ve artık iletişimleri offline/ online diye ayırmadan bir bütün olarak görmeye başladılar. Zaten Dentsu Aegis Network olarak bizler de 360 derece entegre planlamalar yaparak markalarımıza bu bakış açısı ile yaklaşmaya çalışıyoruz. Mesela online ekipler olarak offline ekipler ile birlikte oturuyoruz. Televizyonda yapılacak bir projeden online ekipler olarak bizlerin de haberi olur, söz konusu projeleri tüm mecraları kullanarak nasıl örebiliriz, hep birlikte bunu düşünür ve bunun üzerine çalışırız. Günden güne yeni mecralar ekleniyor ve bu alan genişliyor. Sizce medya planlama adına bizi neler bekliyor? Zaten dijital alanda çalışanlar için medya planlama dünyası çok dinamik; sürekli yeni siteler, yeni trendler, yeni teknolojiler ekleniyor. Mesela ben ilk işe başladığım senelerde Facebook Türkiye’de bu kadar popüler değildi ve çoğu markanın hesabı bile yoktu. Instagram reklamları hayatımıza daha çok kısa bir süre öncesinde girdi vb. dolayısıyla dijital aslında çok dinamik ve sürekli takip etmeniz gereken bir alan. Geleceği ön görmeniz, ön göremi- yorsunuz bile sürekli algılarınızın açık olmasını gerektiren bir dünya medya planlama ve satın alma. Sizce medya planlama ve satın almanın bir eksiği var mı, doldurulması gereken bir yanı? Çoğu medya planlama ajansı, özellikle global olanlar, her alanda 360 derece hizmeti verdikleri için aslında eksikleri yavaş yavaş, yol alırken tamamlamaya başlıyor. Örneğin bundan birkaç sene önce şirket bünyesinde bize kreatif süreçler konusunda destek veren birkaç kişilik bir ekibimiz vardı ama şimdi koskoca bir şirket kuruldu şu an. Sektörel gelişmeler ve yeni trendler bizlere süreç içerisinde atılması gereken yeni adımları gösteriyor ve en kısa sürede bu yeniliklere adapte olabilmek adına kendi içimizde nasıl aksiyonlar alabiliriz, bizler de buna bakıyoruz. Son yıllarda pazarlama dünyasında data konusu gittikçe önem kazanmaya başladı. Türkiye’de de bununla ilgili adımlar atılıyor. Biz de Dentsu Aegis olarak bu adımları ilk atan ajanslardan biriyiz. Hem doğru datanın doğru kaynaklardan elde edilmesi, hem de markalarımız için en efektif şekilde kullanılabilmesi için öncülük etmeye çalışıyoruz. 38 Medya planlama alanında yapılan regülasyonlar ne derece doğru ve nasıl şekillendiriyor bu alanı? Söz konusu regülasyonlar özellikle belli başlı sektörleri etkiledi, mesela içki, ilaç vb. Bizim bu sektörlerde birebir sorumlu olduğumuz markalar olmadığı için yaşadıkları sıkıntılar konusunda pratikte yorum vermemiz kolay değil ama o markalarla çalışan arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla bu durum onlara ayrı bir alan açtı. Şöyle, reklam yapamıyorsunuz ama mesela daha farklı kreatif çözümlere yöneliyorsunuz. Örneğin Efes’in yaptığı ‘’Bira bu kapağın altındadır’’ gibi çok güzel bir gazete ilanı vardı. Bazı sektörlere getirilen reklam sınırlamaları bir yandan kötü olsa da diğer yandan da sizi başka türlü bakmaya yönlendiren, sosyal medyada daha aktif olmanızı sağlayan ya da kreatif anlamda farklı çözümler bulmanızı sağlayan durumlar. Bunlar aslında markalar ve ajanslar için birer fırsat bir anlamda da. Başarılarınız için özel çalışmalar gerektiğini ve o noktalarda önceki sorularda da söylediğiniz 5 şirketten bahsettiniz. Bu başarıyı nasıl yakalıyorsunuz? Bu başarı ajansımızın yeniliklere hızlıca adapte olması, çoğu konuda öncülük etmesi ve farklı alanlarda, profesyonel hizmet veren farklı departmanları bünyesinde bulunduruyor olması ile beraber geliyor aslında. Yani müşterilerimiz bize geldiği zaman tüketici iç görüleri anlamında da, kreatif çözümler konusunda da, offline&online medya planlama alanlarında da tek elden en iyi hizmeti alabiliyor. Bütün bu hizmetlerin bir arada olması markalar için önemli bir avantaj. Büyük ve global markalarla çalıştığınız zaman global stratejileri de sizin hayatınıza entegre oluyor. Lokal markaların da farklı hedefleri ve kimi zaman çok daha hızlı aksiyon alabilme şansları oluyor. Dolayısıyla her markanın dinamikleri farklı. Başarıyı elde etmekte markaların ajanslarını partnerleri olarak görmeleri ve markalarına/iletişimlerine dair tüm detayları ajansları ile paylaşmaları ve özellikle projelerin söz konusu olduğu iletişimlerde ajanslara mümkün olduğunca erken brief vermeleri de oldukça önemli başka bir faktör. Şirket genelinde farklı sektörlerden farklı markalara hizmet veriyorsunuz. Bu markaların iletişim hedefleri ve kampanyaları kendi içlerinde nasıl farklılaşıyor biraz bahseder misiniz? Her sektörün ve hatta her markanın 39 larda içerik ve tüketicinin biraraya geldiği yakınsama odaklı bu dünya; insan ve markaların içinde yaşadığı ortamı yeniden şekillendiren ve özellikle dijital teknolojiden etkilenen global bir dünyadır. Vizeum, marka ve insanlar arasında güçlü bağlar oluşturmak için her boyutuyla sosyal, mobil, online ve offline medyayı birbiriyle ilişkilendirerek ele alır. 2007’de kurulan Vizeum Türkiye’de, Decathlon, Dyo, Hitachi, Honda, Pegasus, Pınar gibi global ve yerel birçok markaya hizmet veriyoruz. http://vizeum.com.tr/ dinamikleri çok farklı. Örneğin ürün satışı offline kanallarda gerçekleşen markalar ile online kanallarda gerçekleşen markaların iletişim yolları birbirinden çok ayrı. Ya da global markalar ile lokal markaların iletişim stratejileri birbirinden oldukça ayrışıyor. Bu sebeple biz markalarımızın her birine kendi dinamikleri ve hedefleri doğrultusunda yaklaşıyor ve markanın ve hatta o iletişimin özelinde çalışmalarımızı hazırlıyoruz. “Dijital alanda çalışan çoğu insan çok genç, buna yöneticiler de dahil.” 40 Bu alanı tercih edecekler için neler söylersiniz, sizce bu alan tercih edilmeli? Dijital alanda çalışan çoğu insan çok genç, buna yöneticiler de dahil. Biz de şirket bünyesinde birlikte sıkılmadan, rahat ve keyifli bir ortamda çalışıyoruz. Gençlerin üniversite döneminde ve sonrasında ne istediklerini arayıp bulmaları gelecek adımları için oldukça önemli. Reklam sektöründe ve özellikle dijital alanda yer almak isteyen, yenilikleri ve trendleri sürekli takip eden gençleri aramızda görmeyi çok isteriz. Özellikle Dentsu Aegis gibi global bir ajans bünyesinde çalışmak insanın kendi vizyonunu da geliştiriyor. Bu sebeple iş hayatına atılacak gençlere naçizane önerim; kariyer planlarını kendilerini geliştirebilecekleri, potansiyellerini ortaya koyabilecekleri alanlarda ve buna fırsat veren şirketlerde yapmanın önemini unutmamaları ve adımlarını bu doğrultuda atmaya özen göstermeleri. Dünyanın en büyük medya network’lerinden biri olan Carat’ta misyonumuz, müşterilerimiz için medyayı yeniden tanımlamaktır: Bugünün küreselleşen ve yakınsama odaklı gelişen dünyasında, medya yakınsaması konusundaki hakimiyetimiz sayesinde, tüketici iç görüleri ve dijital verileri birleştirerek en iyi iş değerlerini yaratmaktır. Carat Türkiye’de dijital ekipleri de bünyesinde barındıran işinin uzmanı 85 kişi ile adidas, Eczacıbaşı Grubu, GM, Media Markt, Nokia, Tchibo, The Coca-Cola Company, Türkiye İş Bankası ve İştirakleri gibi birçok yerel ve uluslararası müşteriye hizmet vermekteyiz. http://www.carat.com.tr/ Vizeum Connections that Count Vizeum yeni medya çağı için yaratılmıştır: Gerçek zamanlı platform- Resolutions Resolutions Türkiye, Dentsu Aegis Network’ün medya ve tüketici araştırma ve analizleri, tüketim ve temas noktaları içgörüleri, iletişim planlama ve iş geliştirme konularında hizmetler veren özel iş birimidir. Bütün global ve yerel kaynaklardan edinilen araştırma, analizlerle birlikte, izleyici ölçüm sistemleri ve tüketici araştırmalarından yararlanarak periyodik ve ad-hoc raporlar hazırlamaktadır. http://resolutions-tr.com/ birleştirerek “Pioneering OOH” yaklaşımını tüm çalışmalarında hayata geçirmektedir. http://posterscope.com/ iProspect iProspect Dijital Performans Pazarlamasına Yön Verir. 1996 yılında Boston’da kurulan, 40 ülkede 2.000’den fazla dijital pazarlama uzmanı ile hizmet veren dünyanın lider ve öncü Dijital Performans Pazarlama ajansı iProspect, Türkiye ofisini 2010 Kasım’da açmıştır. Bu tarihten beri adidas, Coca-Cola, Eczacıbaşı, General Motors, Microsoft, Philips, Tchibo, Türkiye İş Bankası, Yemeksepeti gibi Türkiye’nin ve dünyanın en büyük markalarına dijital performans pazarlaması alanında hizmet veriyor, müşterilerimizin iş hedefleri doğrultusunda büyümelerine yardımcı olacak stratejiler geliştiriyoruz. http://www.iprospect.com.tr/ İsobar Sınırsız Fikirler Dijital tam hizmet veren bir pazarlama ve iletişim ajansı olan Isobar, markaları zamanın gereksinimleri doğrultusunda dönüştürme motivasyonuyla teknolojinin ruhundan beslenen, sınırları olmayan fikirler üretiyor. Tüm dünyada 3.000’den fazla dijital iletişimde uzman kişi ile 41 ülkede 66 ofis ile hizmet veriyoruz. 2013 yılında Isobar 18. kez yılın ajansı ödülüne layık görülürken dünya çapında 170’den fazla ödül kazandı ve iki defa Asya-Pasifik’te yılın ajans network’ü ödüllerinin sahibi oldu. Network’ün en genç ajanslarından Isobar Türkiye Eylül 2013’te lanse edildi. Müşterilerimizden bazıları; adidas, Disney, LC Waikiki, Philips, Reebok, Sony. http://www.isobar.com/tr Posterscope Pioneering Out-of-Home Posterscope, dünyanın en büyük açıkhava iletişim ajansıdır. 2,2 milyar USD’yi aşan cirosu ve 700+ kişilik kadrosuyla 27 ülkede 48 ofiste faaliyet göstermektedir. Tüketicilerin ev dışındaki davranışlarını, açıkhava mecralarını nasıl tükettiklerini analiz eden OCS (Outdoor Connection Study) sayesinde; açıkhavayı, dijital ve mobil dahil olmak üzere tüm mecralarla entegre bir biçimde planlayabilmektedir. Uluslararası kampanyalar konusunda uzman PSI ve marka deneyimleri, özel projeler alanında faaliyet gösteren psLIVE da Posterscope Grup ajansları içinde yeralmaktadır. Posterscope Türkiye, Temmuz 2011’de faaliyetine başlamış, kurulduğu günden bu yana network ile uyum içerisinde çalışarak kısa sürede pazarda öncü bir konuma ulaşmıştır. Geleneksel planlama ve satınalma hizmetlerini, OCS ve global know-how ile 41 sinema 8.TRT BELGESEL ÖDÜLLERİ TRT BELGESEL GÜNLERİ TRT Belgesel Günleri 8. Kez İzleyiciyle Buluşmaya Hazırlanıyor! Belgesel Günlerinin Partner Üniversitesi bu yıl İstanbul Ticaret Üniversitesi 42 43 festivalimizin en çok ilgi gören ve ses getiren bölümlerinden birine dönüştü. Önceki yıllarda Balkan Panorama, Savaş Panorama gibi temalara yer verilen bölümde bu yılın özel gösterim bölümü teması, dünya gündemiyle örtüşen bir biçimde “SAVAŞ ve ZORUNLU GÖÇ” olarak belirlendi. Geri Sayım Her yıl hedeflerini yükselterek yoluna devam eden TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl 47 ülkeden 427 belgesel film başvurusu yapıldı. Bu yıl sekizincisi düzenlenen yarışma, artık gelenekselleşen TRT Belgesel Günleri etkinlikleriyle 12 - 16 Mayıs 2016 tarihleri arasında İstanbul’da izleyicileriyle buluşuyor. TRT Belgesel Günleri, yerli - yabancı belgeselcileri buluşturan bir TRT tarafından ilk kez 2009 yılında, Türk belgeselciliğinin gelişmesine katkıda bulunmak ve nitelikli belgesel filmlerin seyirciyle buluşmasını sağlamak amacıyla ulusal düzeyde ve “TRT Belgesel Film Yarışması” adıyla düzenlenen “TRT Belgesel Ödülleri”, 2010 yılında kapsamı genişletilerek uluslararası bir kimlik kazandı. Amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek, yerli-yabancı belgeselcileri buluşturan bir platform oluşturmak amacıyla düzenlenen yarışma 2010’dan bu yana uluslararası ve ulusal olmak üzere iki ana kategoride; ulusal yarışma ise öğrenci filmleri ve profesyonel olarak iki alt kategoride düzenleniyor. Ulusal kategori ile belgeselde yaratıcı yaklaşımları teşvik etmek ve desteklemek hedefleniyor. Bu bölümde, önceki yıllarda geleceğin belgesel yönetmenlerinin yetişmesine katkı ve motivasyon sağlamak üzere oluşturulan amatör kategori, hedef kitlenin netleştirilmesi amacıyla 2015 yılında öğrenci filmleri 44 kategorisine dönüştürüldü. Uluslararası kategoriyle ise; nitelikli belgesel filmlerin hem salonlarda hem de ekranlarda seyirciyle buluşmasını sağlamak, deneyim paylaşımı sağlamak üzere yerli-yabancı belgeselcileri buluşturmak ve uluslararası platformlarda alan profesyonelleri ile işbirliğine zemin hazırlamak amaçlanıyor. Belgesel Sinemayı İzleyiciyle Buluşturmak Belgesel sinemayı destekleme ve teşvik etme misyonunun belgesel sinemanın izleyiciyle buluşma mecralarını çoğaltmayı da kapsadığı yaklaşımıyla pek çok alana yayılmış çalışmalar gerçekleştirildi. Ödül alan belgesellerin “yayın hakkının süreli alınması” uygulaması ile “Ödüllü Belgeseller Kuşağı” kapsamında TRT ekranlarından daha fazla izleyiciyle buluşmaları sağlanmaktadır. “Ödüllü Belgeseller DVD”si ile kişisel kütüphanelere kalıcı eserler kazandırılmaktadır. platform olma niteliğiyle belgesel severlerin merakla bekledikleri bir etkinlik olarak ülkemiz kültür-sanat ajandasındaki yerini pekiştiriyor. Film Gösterimleri Finale kalan filmlerin yanı sıra dünyanın çeşitli bölgelerinden 50 civarında nitelikli belgesel filmin halka açık ve ücretsiz gösterimleri, 12 – 16 Mayıs 2016 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenecek TRT Belgesel Günleri çerçevesinde, yönetmenlerinin de katılımıyla gerçekleştirilecek. “TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl 47 ülkeden 427 belgesel film başvurusu yapıldı.” TRT Belgesel Günleri etkinliklerine bu yıl Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu ve Notre Dame De Sion Fransız Lisesi salonları ile Beyoglu’ndaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Salonu evsahipliği yapacak. Gösterimlerin yanı sıra yönetmenlerle söyleşiler, belgesel paneli, özel sunumlar, belgesel buluşmaları ve “TRT Belgesel Günleri” etkinlikleri ile interaktif nitelikte yönetmen söyleşili salon gösterimleri yapılmaktadır. TRT Belgesel Günleri TRT Belgesel Günleri, TRT Belgesel Ödülleri’nin etkinlik ve final haftası olarak ilk kez 2010 yılında gerçekleştirildi. İlk yıl programında; yarışmada finale kalan filmlerin salon gösterimleri, yönetmen söyleşileri, ödül töreni ve gala gecesi yer aldı. Finalist film gösterimlerine sonraki yıllarda açılış filmi özel gösterimi, TRT belgesellerinin gösterimleri, yarışma dışı özel gösterimler, onur ödülü özel gösterimi, panel /konferans / sunum, açık hava konseri ve sosyal etkinlikler eklenerek festival içeriği zenginleştirildi. “Yarışma Dışı Özel Gösterim” bölümü ile, bir tema çerçevesinde dünyada üretilen önemli belgeselleri ve yönetmenlerini festivale dahil etmek amaçlandı. Her yıl farklı bir temanın belirlendiği “Yarışma Dışı Özel Gösterimler”, 45 açık hava konserinin yer alacağı program ücretsiz olarak takip edilebilecek. TRT Belgesel Günleri, etkinlikle eşzamanlı yapılacak olan final jürisi izleme ve değerlendirme çalışmalarının tamamlanmasının ardından, 16 Mayıs akşamı yapılacak Ödül Töreni /Gala Gecesi ile son bulacak. Yarışma Bu yıl 47 ülkeden 427 belgesel filmin katıldığı yarışmada, ulusal ve uluslararası kategori filmlerini iki ayrı ön eleme kurulu değerlendirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcileri ve BSB temsilcilerinin katılımlarıyla oluşan ön eleme kurulları çalışmalarını Şubat ayının sonunda tamamladı. Ön Eleme Kurullarının kararına göre; Ulusal Öğrenci Filmleri Kategorisinde 13, Ulusal Profesyonel Kategoride 12, Uluslararası Kategoride ise 12 eser finalde yarışmaya hak kazandı. Yarışmada, ulusal profesyonel kategoride en iyi filme 40.000 TL, ulusal öğrenci filmleri kategorisinde ise 15.000 TL parasal ödül verilecek. Uluslararası yarışmanın en iyi film 46 ödülü ise, 10.000 €. Özel Gösterim: Savaş ve Zorunlu Göç TRT Belgesel Günleri yarışma dışı gösterimlerinin özel dosyası bu yıl savaş ve zorunlu göç temalı belgeselleri konu alıyor. Panorama adı verilen bu bölümdeki filmler, dünyanın gündeminde bir numaraya yükselen “mülteci” konusuna farklı coğrafyalardan farklı bakışlar sunarken savaşların yol açtığı bu trajediyi çeşitli boyutlarıyla etkileyici bir şekilde ele alan, bu yüzden de son yılların en çok ilgi gören filmleri arasından seçildi. Panorama gösterimleri ve yönetmenlerle söyleşiler 14-15 Mayıs günlerinde Beyoğlu’ndaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Salonu’nda takip edilebilir. Belgesel için el ele; İstanbul Ticaret Üniversitesi Amaçlarından biri de amatör belgeselcileri desteklemek olan TRT Belgesel Ödülleri, üniversitelerle hep yakın ilişkiler içinde oldu. Sonra bunu bir adım ileriye taşıdık ve “Partner Üniversite” uygulamasını başlattık. Bu yaklaşım çerçevesinde 2016 Yılı Partner Üniversitemiz olan İstanbul Ticaret Üniversitesi ile verimli bir işbirliği zemini oluşturduk. Karşılıklı olarak düzenlenmesi planlanan çeşitli etkinliklerle iki kurum arasındaki işbirliğinin birçok alana yansıması amaçlanıyor. Atölye, panel gibi ortak etkinliklerin yanı sıra gönüllü öğrencilerin festivalde görev almaları bunlardan bazıları. Ayrıca İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin katkılarıyla öğrenci filmleri kategorisinde finale kalan filmlerin kayıt ve tescil belgeleri alınacak ve üniversite adına 2 özel ödül verilecek. Ödül Töreni ve Gala Gecesi Organizasyonda heyecan 16 Mayıs gecesi doruğa çıkacak. TRT Tepebaşı Stüdyoları’nda yapılacak olan gala gecesi ve ödül töreninde ünlü sanatçılar yer alacak ve gecede tüm ödüller sahiplerini bulacak. Tören TRT kanallarından izlenebilecek ve ödül alan belgeseller, yıl boyunca TRT’nin çeşitli kanallarında izleyicisiyle buluşmaya devam edecek. 2016 ULUSLARARASI KATEGORİ FİNALİST FİLMLER LİSTESİ FİLMİN İNGİLİZCE ADI YÖNETMEN ÜLKE 1 ALISA IN WARLAND ALISA KOVALENKO & LIUBOV DURAKOVA POLONYA 2 CASA BLANCA ALEKSANDRA MACIUZSEK POLONYA 3 TIME SUSPENDED NATALIA BRUSCHTEIN MEKSİKA 4 HE SAM KALANTARI İRAN 5 MALLORY HELENA TRESTIKOVA ÇEK CUMHURİYETİ 6 WEST EMPIRE MATHIEU LE LAY FRANSA 7 WHO WILL BE MY HUSBAND DARYA KHRENOVA RUSYA 8 ACCORDING TO PROTOCOL ANNE-MARIEKE GRAAFMANS HOLLANDA 9 CIRCUS WITHOUT BORDERS SUSAN GRAY ABD 10 SONITA ROKHSAREH GHAEM MAGHAMI İRAN-İSVİÇRE-ALMANYA 11 THE PAWN JEAN- COSME DELALOYE İSVİÇRE 12 LIFE IN FLAMES MANUEL H. MARTIN İSPANYA 47 2016 ULUSAL ÖĞRENCİ FİLMLERİ KATEGORİSİ FİNALİST FİLMLER LİSTESİ 2016 ULUSAL PROFESYONEL KATEGORİ FİNALİST FİLMLER LİSTESİ FİLMİN ADI 1 LAMORDE ORHAN DEDE 2 AYVA GÖBEĞİ DOĞACAN AKTAŞ 3 KAYIP VATAN AYDIN KAPANCIK 4 5 6 7 8 9 48 YÖNETMEN YARIM KALDI FİLMLER RAĞMEN YAŞAMIN KIYISINDA YEMEN – TÜRKÜDE SAKLI OLAN EFSANE İNSAN BU: MEÇHUL YOK DEVENİN PABUCU – BİR AŞK HİKAYESİ FİLMİN ADI YÖNETMEN 1 İMECE EVİ YAHYA ERCAN / MURAT TUÇ 2 GÜVERCİN YUVASI MUSTAFA KOÇOĞLU 3 TARZAN KEMAL CANER ÖZDEMİR 4 VEFA BARAN VARDAR 5 REST ENİS KAL 6 TEPEDE BEŞ KADIN ECE KINACI 7 NATAMAM ÖZLEM ŞAHİN 8 SİYA RONİ / IŞIĞIN GÖLGESİNDE MEVLÜT ÇİFTÇİ 9 BARUT KOKUSU MEHMET ALİ SANCAK / ÖZGE OLGUN 10 TA’RİZ; GRİ ŞEHRİN RENKLİ ÇOCUKLARI SEZER AĞGEZ 11 UÇUYORUM GÖKLERDE YUNUS EMRAH ALBAYRAK / MURAT KILIÇ BARIŞ YILDIRIM EMRE KARAPINAR MEHMET ALİ POYRAZ ÜNAL ÜSTÜNDAĞ FATİH SEZGİN SİBEL MARY ŞAMLI 10 ORGANİK MÜZİK FİKRET FIRAT 11 BAKSI; ÜTOPYADAN GERÇEĞE BAHRİYE KABADAYI DAL 12 DÜŞLERİM, BEN VE KAMERAM CANDAŞ ORHAN / CANER ÖZDEMİR 12 BİR SES BİR NEFES MURAT HAKSEVER 13 AŞHANE DOĞANCAN BEYAZIT ŞENBÜK 49 “…okumayı sevmeyen hafızasız toplumların umududur belgesel…” Belgesel yönetmeni ve TRT Belgesel Ödülleri Düzenleme ve Yürütme Kurulu üyesi Tülay Akça ile Türkiye’de belgesel ve TRT Belgesel Ödülleri hakkında konuştuk. *** Sizin için belgesel ne demek? Kurmaca bir filmde fantastik ya da masalsı bir atmosfer yaratabilir, bilimin ve bilinenin sınırları dışına çıkabilir, hatta isterseniz tarihi bile değiştirebilirsiniz. Gündelik hayata ve insana dair sıradan bir hikaye bile olsa anlattığınız, adı üstünde, içinde hikayenizin geçtiği kurmaca bir dünya yaratırsınız. Belgesel sinema ise, en ünlü tanımıyla; “Gerçeğin yaratıcı bir şekilde yeniden yorumlanmasıdır.” Belgeselde gerçeğe bağlı kalırsınız, üstelik bu bir tercih değil etik bir sorumluluktur. Ele aldığınız konuyu en iyi şekilde araştırmak, o konuya ilişkin ulaşılabilecek her türlü veriyi – belgeselde kullanmayacak bile olsanız- toplamak, farklı yaklaşımlara/ bakış açılarına açık olmak zorundasınız. Bilgiyi/veriyi çarpıtamaz, insanları manipule edemezseniz, etmemelisiniz. Gerçeklik çıpasına her daim bağlı kalmak, çalışmayı geniş bir araştırmaya dayandırmak ve hikayeyi içerik/estetik dengesini üst seviyede oluşturan bir sanatsal yaklaşımla anlatmak, belgesel sinemanın en temel özellikleridir ve onu diğer sanat dallarından ayıranın da bu vasıfları olduğu söylenebilir. Türkiye’de belgesel film yapımının zorlukları neler? Türkiye’de belgesel film yapımının 50 önündeki en önemli zorluk finansman bulma noktasında yaşanıyor. Televizyon için üretimi bunun dışında tutuyorum ama reyting odaklı günümüz televizyon dünyasında belgeselin yeri –TRT ve bir iki butik kanal dışında- pek yok. Bağımsız belgesel üreticileri ise sponsor/ finansör bulmakta büyük sıkıntı çekiyorlar. Ülkemizde Avrupa’dakine benzer devlet destekli fonlar da olmadığı için belgeselcilerin kendi cepleri dışında neredeyse tek kaynak Kültür Bakanlığı’nın verdiği destekler. Bazı fedakarlıklarla bu sorun aşıldığında ise bu defa da seyirciyle buluşma alanları açısından zorluklar karşılarına çıkıyor. Festivallerde ve bazı etkinliklerde yapılan salon gösterimleri dışında eserinizi izleyiciye ulaştıramıyorsunuz. Ayrıca belgeseli üretirken de çeşitli zorluklarla karşı karşıyasınız. Çünkü belgeselde her şey kontrolünüz altında değildir, sıfırdan sanal bir ortam yaratmazsınız, gerçek dünyaya bağlısınız ve bu da sürprizler, değişiklikler, çekim sürecinde karşınıza çıkan ve projeniz için kıymetli olabilecek yeni malzemenin değerlendirilmesi, planladıklarınızın bir bölümünü yapamamanız, planlamadığınız unsurların eklenmesi gibi, yani tıpkı hayat gibi, değişik- liklere açık bir alanda çalışmanız anlamına gelir. Bunlarla başedecek gücü içinizde bir yerde hep saklı tutmanız gerektiği anlamına gelir. Günümüz televizyon yayıncılığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Televizyon seyircisini birbirine benzeyen bireyler haline getiriyor. Çünkü televizyon gösterdiğinin doğruluğuna inandırmada büyük bir beceriye sahip. Bu şekilde televizyonun modern insana yaşattığı dram “kendi tartışmasız doğrusu”nu empoze etmesidir. Sadece ender rastlanır dikkate sahip televizyon izleyicisi görüntüler/planlar değişirken başka olasılıkların da var olduğunu hatırlayabilecektir. Oysa düşünmek, özerklik ve eleştirel mesafenin korunmasını gerektirir. İşte bu noktada belgeselin ”gerçekliğe ulaşma çabası”nı hatırlamakta yarar var. Uzun araştırmaya ve olabildiğince her olasılığı tanımaya dayanan belgesel hazırlama süreci, bu yönüyle “düşünme” ile benzerlikler taşır. Ve izleyicisinden katılım talep eder. İşte bu yüzden okumayı sevmeyen hafızasız toplumların umududur belgesel, geniş kitlelere tarihin, doğanın, kültürün sesini duyurmanın en iyi yoludur. Bu yüzdendir ki hayata dair derinlikli tatları ve farklı bakış açılarını, merak ve keşif duygusunun güzelliğini belgesel sinema olmasaydı hatırlayamazdık. Oysa belgesel açısından bakacak olursak günümüzde ulusal çapta yayın yapan ve geniş kitlelere ulaşan TV kanalları içinde belgesel üretimini ve yayınını istikrarlı bir şekilde sürdüren tek kanal TRT’dir. Diğerleri maalesef sadece RTÜK tarafından ceza verildiği zaman – ki bu uygulama da ayrı bir tartışma konusudur-, ya nadiren gündemle denk düşen bir belgesel olduğunda ya da yayın doldurmak gerektiğinde -o da sabaha karşı- belgesel yayınlamayı tercih eden bir politika izlemektedirler. Ülkemizde yayında olan yerli ve yabancı belgesel kanalları ise, ya şifreli ya da erişilebilirlik bakımından sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan bir resim çizmektedir. Bu tablo; kamu hizmeti yayıncılığı yapan bir kuruluş olarak TRT’nin bu alandaki misyonunu daha da önemli hale getirmektedir. TRT’de bir belgesel yarışması düzenleme fikri nasıl oluştu? İletişim teknolojilerinin hızla geliştiği 2000’li yıllarda medya dünyası çok büyüdü, çeşitlendi, ratinge ve eğlenceye odaklandı. Seyirci giderek artan oranda reality showlar, yarışmalar, düşük kaliteli popüler programlar izlemeye başladı. Ve sonuçta televizyon toplumları, kendi küçük ve sınırlı gündemine hapsetti. Halbuki bu noktada belgesel sinema, günümüz insanına öğrenmenin, bilginin hazzını yeniden keşfettirecek bir rolü oynayabilirdi, oynamalıydı da. TRT’de, bir Belgesel Yarışma düzenleme fikri böyle doğdu. Belgesel sinemanın yaratıcı yöntemler geliştirmesini teşvik etmek ve “izleyici”yle buluşmasını sağlamaktı hedeflenen. Biz, ülkemizde kamu hizmeti yayıncılığı yapan tek yayın kuruluşu olarak belgesel alanında artık çıtayı yükseltmek istiyoruz. Belgesel üretiminin daha yaratıcı, daha nitelikli ve uluslar arası pazarlarda yer alacak şekilde gerçekleştirilebilmesinin yöntemlerini araştıran, bulan ve uygulayan politikalar izlemenin, bir misyon olarak TRT’nin görevi olduğuna inanıyoruz. Düzenleme Komitesi’nde yer alan bir belgeselci olarak TRT Belgesel Ödülleri hakkında neler söylemek istersiniz? Size biraz önce ülkemizde belgesel film yapımının önündeki en büyük zorlukların finansman ve gösterim alanı bulmak olduğunu söylemiştim. Bu sebeple sekiz yıl önce yarışma için yola çıkarken önümüzde ülkemiz belgeselciliğine maddi destek sağlamak ve belgeselde yaratıcı yaklaşımları teşvik ederek TRT Kanallarında izleyiciye ulaştırmak gibi hedefler vardı. Sonra hayallerimizi büyüttük. Bugün TRT Belgesel Ödülleri’nin amaçları arasında amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek, çeşitli ülkelerden farklı ve yüksek nitelikli belgesel filmlerin önce salonlarda sonra da ekranlarda seyirciyle buluşmasını sağlamak ve dünyanın her tarafından belgeselcilerin buluşup düşünce alışverişinde bulunacağı bir platform oluşturmak da var. TRT Belgesel Ödülleri ilk olarak 2009 yılında ulusal çapta düzenlenmişti, 2010’da uluslararası kategorinin eklenmesiyle kapsamı genişletildi. Her festivalin ardından yaptığımız değerlendirmelerle sürekli kendisini yenileyen, güncelleyen, farklı boyutların eklenmesiyle zenginleşen bir organizasyona dönüştü ve itiraf etmeliyim bu ulaşmayı arzu ettiğimiz bir noktaydı. Bu yıl sekizinci kez düzenliyoruz ve yine belgesel sinemanın nitelikli ve yaratıcı örneklerine buluşma 51 zemini olması için hazırlıklarımız devam ediyor. “Belgesel sinemada yaratıcı yaklaşımları teşvik etmek” iddialı ama içi boş bir slogan gibi algılanabilir. Ama gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim, bir festivalimizde ödül almış yarışmacılarımızın bir iki yıl sonra yeni bir belgeselle tekrar geldiğini sıklıkla görüyoruz. Eğer bu belgesellerin üretimine maddi ya da manevi açıdan küçük de olsa bir katkı yaptıysak ne mutlu bize. Ayrıca bir şey daha ilave etmek isterim, ilk yıllarımızda karşımıza gelen bazı öğrenci finalistlerimizin geçen yıllar zarfında birer profesyonel belgeselciye dönüştüğünü gözlemlemek sanırım bu işin en güzel taraflarından birisi. 2016 TRT Belgesel Ödülleri organizasyon süreci halen devam ediyor. Her dal için çeşitli parasal ödüllerin yer aldığı yarışma bu yıl da uluslararası, ulusal profesyonel ve ulusal öğrenci filmleri kategorilerinde düzenleniyor. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da ön elemeyi geçen filmleri yönetmenleriyle birlikte 12 -16 Mayıs 2016 tarihlerinde TRT Belgesel Günleri etkinliklerinde İstanbul’da konuk etmeyi ve böylece seyirciyle buluşturmayı planlıyoruz. Geçtiğimiz yıllarda TRT Belgesel Günleri adı altında İstanbul’da düzenlenen ve Kültür Bakanlığı’nca da desteklenen TRT Belgesel Ödülleri final haftası etkinlikleri, 5 gün süresince İstanbullulara bir festival atmosferi yaşatmıştı. Bu yıl da yine dünyanın dört bir yanından birbirinden nitelikli 50 civarında belgeseli salonlarımızda izleyiciyle buluşturacağız. Gösterimler Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu ve Notre Dame De Sion Fransız Lisesi salonları ile Beyoglu’ndaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Salonunda yapılacak. Halka açık ve ücretsiz olarak yapılan etkinlikler kapsamında, finalist filmlerin gösterimleri ve yönetmenlerle söyleşiler, “Savaş ve Zorunlu Göç” temalı filmlerin yer aldığı panorama bölümü, yarışma dışı özel gösterimler, jüri çalışma- 52 ları, profesyonellerin “belgesel”e dair deneyimlerini ve yaklaşımlarını tartıştıkları buluşmalar ve sunumlar, açık hava konseri ve sosyal etkinlikler yer alıyor. Bir belgeselci olarak, böyle etkinliklerin, somut kazanımlar sayılabilecek entelektüel ve profesyonel katkısının yanında aynı zamanda atmosferleriyle kendimize “bu işi neden sevdiğimizi ve neden yaptığımızı” hatırlattığını düşünüyorum. Harbiye’deki tarihi Radyo binasının 12 -16 Mayıs tarihlerinde dünyanın dört bir yanından çok sayıda belgesel yönetmeninin yanı sıra sinema/ belgesel/ kültür/ sanat alanlarında saygın ve deneyimli isimlerden oluşan ulusal/ uluslararası jüri üyelerinin ve belgesel kanalları yöneticilerinin katılımıyla uluslararası düzeyde bir belgeselciler buluşmasına bir kez daha ev sahipliği yapacağını söylemek isterim. 16 Mayıs akşamı yapılacak “TRT Belgesel Ödülleri Gala Gecesi” ise etkinliğin merakla beklenen finalini oluşturacak. Tören TRT kanallarından izlenebilecek ve ödül alan belgeseller, yıl boyunca TRT’nin çeşitli kanallarında izleyicisiyle buluşmaya devam edecek. Belgesele gönül verenlere bu tarihleri bir yere not etmelerini öneriyoruz ve onları TRT Belgesel Günleri kapsamında bir araya gelmeye, filmleri birlikte tartışmaya, birlikte zenginleşmeye, izleyicilerle sohbete ve etkinliklere katılmaya davet ediyoruz. TRT Belgesel Ödülleri organizasyonunun ana başlıklarına ilişkin söyleyeceklerim kısaca böyle. İsteyenler festival programına ve ayrıntılı bilgiye www.trtbelgesel. com adresinden ulaşabilirler. Toplum olarak ne kadar iyi bir belgesel izleyicisiyiz? Toplum olarak belgeselle ilişkimizin çok ilginç olduğunu hatta toplum psikolojisi dalında çalışanların inceleme alanına girecek özellikler taşıdığını düşünüyorum. Ülkemizde belgesel izlemenin veya belgeselle ilgilenmenin yaygın olarak prestijle/ okur-yazarlıkla/eğitimli görünmekle ilişkili bulunduğuna inanmak için geçerli sebeplerimiz var. Bu durum olumlu bir imaj olarak düşünüldüğünde -insanları belgesel izleme konusunda teşvik etmek için yeterli olmamasına rağmen- bir açıdan iyi bir şey, bir açıdan da kötü çünkü aynı zamanda yukarıdaki kavramların çağrıştırdığı sıkıcılığı da bilinçaltına kazıyan bir etkisi var. Kısaca izleyici olarak toplum bir ikilemde görünüyor, “kitap okumak iyidir” gibi “belgesel izlemek iyidir” şeklinde bir kabulü var ama bu onun belgesel izlemesini sağlamaya yetmiyor. Daha ziyade kendisinden aktif katılım istemeyen “doğa” belgesellerini izlemeyi tercih ediyor. Bunu söylerken yanlış anlaşılmak istemem, doğa belgesellerinin çok büyük emekle üretildiğini, bu zor işe gönül veren yakın arkadaşlarımdan biliyorum ve çok saygı duyuyorum, yukarıdaki vurgum izleyici tercihinin arka planına yönelik. Ayrıca burada hemen belgeselcinin sorumluluğuna dair bir parantez açmamız lazım, günümüzdeki gibi çok fazla seçeneğin olduğu bir medya ortamında belgesel yönetmeni anlattığı hikayeyi izlenir kılmanın yollarını/yöntemlerini aramak, yeni anlatım biçimleri üzerinde kafa yormak zorunda. İşte yaratıcılığın tam da bu noktada devreye girmesi gerekiyor. Bu konuda matematiksel doğrular yok, arayışlar var, işlediğiniz tema, yaklaşım tarzınız, oluşturmak istediğiniz etki vb. çerçevesinde kendi anlatım biçiminizin arayışı içinde olmalısınız. Yani “toplum kolaya kaçıyor, belgesel izlemiyor” diyerek kenara çekilemezsiniz, belgeselciye düşen çok iş var. İşte bizim TRT Belgesel Ödülleri ile ülkemizde belgesel alanındaki yaratıcı yaklaşımları teşvik etmeyi ve desteklemeyi amaçlamamızın arka planında böyle bir boyut da var. Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz? Mayıs 2016’de TRT Belgesel Günleri’nde görüşmek üzere… 53 yaşam BİR MANİNİZ YOKSA PERİHAN ABLA 1986 yılında TRT 1’de başladı. 1987 yılında Şevket Altuğ diziden ayrıldıktan sonra kanalı değiştirerek TRT 2’ye transfer olmuştur. 1988 yılında bitti. Türkiye’de dizi kültürünü başlatan 1988 yapımlı ve tüm seri boyunca TRT’de yayınlanmış Türk TV tarihindeki öncü dizilerden birisidr. İki kardeşine bakmak zorunda olan Perihan Abla Perran Kutman ve onu deliler gibi seven Şakir’i Şevket Altuğ, ayrıca birçok tiyatro oyuncusunun konularına göre oynadığı aynı mahallede yaşayan farklı insanları anlatmaktadır. Dizi gösterildiği dönemde büyük ilgi görmüş ve Türk TVtarihindeki yerini almıştır. Başlıca Roller: Perran Kutman, Perihan Abla Şevket Altuğ, Şakir Uysal Ercan Yazgan, Şoför İsmet Tuluğ Çizgen, Meraklı Melahat AKŞAM SİZE GELEBİLİR MİYİZ? *** Televizyon, salonların baş köşedeki yeri, dantelli örtüleri ve sunduğu yeni hayat tarzıyla 1970’lerde evlerimize girdi. Girer girmez de önce yazlık sinemaları sonra birer ikişer kışlıkları yok etti. Yeşilçam uzun süre direndi. Çünkü ilk dönem Yabancı TV dizileri; “pembe, macera, aşk, entrika” motifleriyle Yeşilçam’dan esintiler taşıyordu. İlerleyen yıllarda ekrana konan Yerli Diziler de bir anlamda Yeşilçam’ın “tutarlı” yüzünü yansıtıyordu. Televizyon Dizileri 70, 80 ve 90’larda öyle derin etkiler yarattı ki, bazıların yayın saatinde sokaklar boşaldı, ilk zamanlarda her evde Televizyon olmadığı için bazı dizi günlerinde günlerinde ev gezmeleri arttı; hatta, “Bir maniniz yoksa akşam size gelebilir miyiz?” önermesi Televizyon Dizilerinin yayın günleri dışında kullanılmaz oldu. Gerişe dönüp baktığımızda yerli-yabancı bu dizilerden kaçını anımsıyoruz? Konuları ve oyuncularıyla kaçı belleğimizde yer etmiş? İşte o televizyon dizileri geçmişinde bir gezinti veya hatırlatma… HABER NURULLAH KADİRİOĞLU PEMBE PANTER Blake Edwards’ın 1963 yapımı filmi. Bu filmi, bir sıra diğer Pembe Panter filmleri takip etmiştir. Filmden doğan Pembe Panter çizgi film kahramanı da kendi özel çizgi film serisine sahip olmuştur. Dizi, Türkiye’de TRT başta olmak üzere bir çok kanalda gösterilmiş ve halen gösterilmektedir. FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ AŞK-I MEMNU Aşk-ı Memnu, Halid Ziya Uşaklıgil’in aynı adlı eserinin ilk televizyon uyarlaması olan 1975 tarihli; TRT’de yayınlanmış ikinci Türk televizyon dizisidir. 33’er dakikalık 6 bölümden oluşan diziyi Halit Refiğ yönetmiştir. Başlıca roller: Bihter, Müjde Ar Nihal, Itır Esen Adnan, Şükran Güngör Firdevs, Neriman Köksal Behlül, Salih Güney Matmazel Courton, Çolpan İlhan 54 55 ALTIN KIZLAR Emekli olup huzur bulmak için Miami’ye yerleşen ve aynı evde yaşayan dört yaşlı kadının komik maceralarını anlatan Altın Kızlar, hayata sımsıkı bağlı ve kalan zamanlarını eğlenceli geçirmek isteyen insanları konu ediniyor. Sürekli komik ve ilginç olaylara tanık olan bu dört kadının olaylara bakış açıları, birbirleri ile çekişmeleri ancak içten içe birbirlerini sevmeleri gibi önemli detaylara sahip dizi, yayınlandığı dönem olan 1985-1992 arasında çok önemli bir hayran kitlesine sahipti. Tam 180 bölüm yayınlanan dizi, 4 Altın Küre ödülünü alarak hak edilmiş bir başarıya ulaştı. KÖLE ISAURA 1976-77 arasında yayınlanan Brezilya TV dizisi. 19. yüzyılda yaşamış kölelik karşıtı yazar Bernardo Guimarães’in aynı adlı eserinden uyarlanmıştır. Dizi, bir dönem TRT ekranlarından Türk izleyicisi ile buluştu. MAVİ AY Eski model Maddie Hayes ile esprili dedektif David Addison’un maceralarını anlatan, Mart 1985 ile Mayıs 1989 arasında ABC televizyonunda toplam 66 bölüm olarak yayınlanmış TV dizisidir. Türkiye’de Cuma geceleri TRT 1’de yayınlandıktan yıllar sonra Digiturk’ün Comedymax ve Retromax adlı kanallarında ayrıca TNT kanalında da gösterilmiştir. HEİDİ İsviçre’li yazar Johanna Spyri’nin Heidi kitabının tamamının Heidi adı altında uyarlandığı çocuk çizgi filmi. Çizgi filmin Türkçe uyarlaması Türkiye’de ilk kez TRT’de yayınlandı. Çizgi filmde annesi ölen Heidi’yi teyzesi Alplerde yaşayan dedesinin yanına götürür. Küçük kız burada birçok serüven yaşar. CESUR VE GÜZEL Orijinal adı “The Bold and the Beautiful” olan ülkemizde ise Cesur ve Güzel adıyla ekrana gelen dizi aşk, ihtiras ve entrika üzerine kurulu hikayesi ile milyonlarca izleyicide tiryakilik yarattı. Kanal D ve Show TV’de yayınlandı. Forrester ailesi ile çevresindekilerin ilişkilerinin anlatıldığı dizinin ana karakterleri ise Brooke Logan Forrester (Katherıne Kelly Langana), Ridge Forrester (Ronn Moss), Erıc Forrester(John Mccook) ve Doctor Taylor Hayes Forrester (Hunter Tylo). İlk bölümü 1987 yılında ekrana gelen ve 20 yıldır devam eden dizi ; Amerika, Kanada , İtalya, 56 Almanya ve Fransa dahil olmak üzere tam 79 ülkede yayınlandı. Halen 40 ülkede yayınlanan ve yüz milyonlarca izleyicisi olan dizi, televizyon dünyasının en popüler dizisi unvanına sahip. Dizi, beyaz derili siyah bir köle olan Isaura’nın yaşadığı zorlukların ardından ulaştığı mutluluğu anlatır. Isaura, 1835 yılında Brezilya, Rio de Janerio’daki bir çiftlikte Kumandan Almedia’nın ve çiftlik yöneticisi Miguel’in kölesi olarak dünyaya gelir. Brezilya’nın köklü ve çok zengin ailelerinin birinin yanında, güzel ve çok zeki bir köle olan Isaura yaşamaktadır. Isaura son derece dürüst ve işini bilen bir kişi olduğu için efensidi ve vaftiz annesi Ester tarafından çok sevilir. Ester, kendi çocuğuymuş gibi davranır Isaura’ya. Ancak kocası Vali Almeida genç Isaura’yı sürekli horlar. Bu zor ve yıpratıcı hayatı kaderi olarak kabullenerek yaşarken Kumandan’ın oğlu Mr. Leoncio bu güzel köleye deliler gibi aşık olacak, her şey karmaşık ve zor bir hale gelecektir. Köle Isaura dünyada en çok tanınan Latin dizilerinden biri olmuştur. Sovyetler Birliği ve Polonya’da yayınlanan ilk, Birleşik Krallık’ta yayınlanan ilk yabancı dildeki TV dizisi olmuştur. Köle Isaura, Türkiye’de 1985’de yayınlanmış ilk Brezilya dizisidir. ŞEHNAZ TANGO Şehnaz Tango, başrollerini Perran Kutman ve Erdal Özyağcılar’ın paylaştığı 1994’te yayına giren televizyon dizisidir. 3 Ekim 1994 Perşembe akşamı Show TV’de “Sevgi ve Aşkın Dansı” sloganıyla yayına girdi. Dizi, ayakları yere basan, ciddi bir kadın olan Şehnaz ile onun bulutlarda dolaşan “Tango” lakaplı eski kocası Muhsin arasında yaşanan bazen komik, bazen de hüzünlü aşk öyküsünü anlatıyor. Başta 13 bölüm olarak çekilmesi planlanan dizi 7’den 70’e ülkenin her yerinde büyük yankı uyandırınca 4 sezon sürmüştür. Dizi, 2. sezonunun başladığı tarih olan 2 Ekim 1995 Pazartesi 21.15’te, Star TV’de yayına girmiştir. 3. sezon sonunda Erdal Özyağcılar diziden ayrılmıştır ve 4. sezon başladıktan 3 ay sonra dizi, reytinglerinin düşmesi nedeniyle yayından kaldırılmıştır. Reytinglerin düşmesinin nedeni altında Şehnaz’ın evlilik dışı hamile kalması da etken olarak gösterilmiş; ancak dizinin yayından kaldırılması kanalın telefonlarının kilitlenmesine, kanala ülke çapında büyük tepkiler gelmesine hatta insanların sokaklara dökülüp protesto yürüyüşlerine bile çıkmalarına neden olmuştur. Şehnaz, Türk kadınını çok iyi temsil eden, Şehnaz Tango ise her insanın kendinden bir şeyler bulduğu tüm zamanların en iyi yerli dizileri arasında yerini almıştır. Dizinin diğer oyuncuları ise Alev Sezer, Füsun Demirel, Gülen Karaman, Serra Yılmaz, Günay Karacaoğlu, Oya İnci, Alev Oraloğlu, Macide Tanır, Muhip Arcıman, Mümtaz Sevinç, Selda Özer, İpek Tenolcay, Nejat İşler, Kamil Güler, Ayşe Tolga ve Ceren Soylu, Levent Özdilek’dir. Hafızalarda yer eden unutulmaz replikleri ile dizinin senaryosunu ise Oya Yüce yazmıştır. Toplamda 130 bölüm sürmüştür. Dizi, 4. sezonu yayındayken Perran Kutman’a Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği Altın Objektif Ödüllerinin 5.sinde Yılın Dizi Yıldızı-Kadın ödülünü kazandırmıştır. 57 AŞK GEMİSİ Her dizide ayrı bir aşk hikayesi işlenirdi. Ama mürettebat değişmezdi. Yolcular biner, Aşk Gemisi Acapulco’ya doğru demir alır ve aşklar da başlardı. Balo salonundan gelen dans müziğinin eşliğinde en kralı yaşanırdı aşkın. Beyazlar içindeki kaptan Stubing, süper doktor ve tüm ekip çok cana yakındı, yolcuların her derdine deva olmaya çalışırlardı. Her bölümde yolcuların başına bir şey gelir, bir polisiye olay, yarım kalmış aşk macerası, küskünlük vs. problemler ortaya çıkar ve seyahat süresi içinde ekibimiz olayı çözerdi. 70’li yıllarda TRT’de yayınlanırdı ve siyah beyazdı. Dizinin başladığı saatte ailecek televizyonun başına geçerdik. Akşam yemeği saati, dizinin başlama saatine göre ayarlanırdı. ALF ALF, 1986-1990 yıllarında NBC kanalında yayınlanan ABD yapımı popüler bir komedi dizisidir. Başrolünde Melmac gezegeninden gelen uzaylı yaratık ALF vardır. ALF ismi, davetsiz misafir olarak geldiği evin sahibi Willie tarafından konulmuştur. Açılımı Alien Life Form (uzaylı yaşam formu) şeklindedir. Türkiye’de ilk kez 1980’li yılların sonlarında TRT 1’de yayınlanmış olup, 90’lı yıllarda Kanal D’de de gösterilmiştir. KAYNANALAR Türkiye’nin ilk sit-com dizisi olan Kaynanalar’ın ilk yayınlandığı tarih 1974’tür. Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş Nuri Kantar ve ailesinin İstanbul’a uyum sağlayıp kendi geleneklerinden uzaklaşmamak için verdikleri çaba ve zengin olma hayalleri anlatılan dizi, 2004 yılına kadar devam ederek çok büyük bir başarıya imza atmıştır. KARA ŞİMŞEK Kara Şimşek (İngilizce adı: Knight Rider), 1982-1986 yılları arasında ABD’de yayınlanan ve Türkiye dahil Dünya’nın birçok ülkesinde de yayınlanarak popüler olmuş televizyon dizisi. TRT tek kanallıyken ekrana gelen dizi 90 bölüm sürmüştür. Dizide kendi kendine hareket edebilen, konuşabilen yapay zekalı otomobil KITT ile sahibi Michael Knight’ın başından geçen olaylar işlenmektedir. TRT 1’deki ilk yayınında Michael Knight’ı Lemi Bilgin, Kitt’i Savaş Tamer, Devon Miles’i de Ergun Uçucu seslendirmiştir. Kara şimşek TRT 3 ve TRT 4 TV’lerinde ilk sezonu iki kere tekrar etmiş, fakat seslendirmeleri değişmiştir. Dizi Teleon kanalında şifreli olarak da bir süre gösterimde kalmıştır. Sonraki yıllarda MeltemTV ve EgeTV Kanallarından da yayınlanmıştır. Orijinal seride aracın markası Pontiac Transam’dır. 2008 versiyonunda Mustang Shelby GT500KR kullanılmıştır. 17 Şubat 2008’de ABD’nin NBC te58 Değişen zamana ayak uyduran karakterler, olaylar ve teknoloji ile gelişen dünyaya uyum sağlama süreçleri de işlenen dizi, 1974-2004 yılları arasında onlarca yıl yayınlanarak Türk televizyon tarihinin levizyonunda iki saatlik bir televizyon filmiyle yeniden ekranlara dönen Kara Şimşek dizisi 2008’in Eylül ayında gösterime başladı. Dizide Michael Knight (David Hasselhoff)’ın yerini oğlu Mike Traceur (Justin Bruening), babası gibi Michael Knight adıyla dolduruyor. Film eski dizinin devamı niteliğindedir. Bu versiyon ise yeterli izlenme oranını almadığı gerekçesiyle yayından kaldırılmıştır. Dizi yeniden 9.04.2011 tarihinden itibaren ilk TRT’de yayınlandığı dönemdeki saatiyle 17:00 TRT-1 de gösterilmeye başlamıştır. Seslendirmesi yeniden değişmiştir. 2014 ten itibaren TVEM kanalında tekrar yayınlanmaya başlamıştır. en uzun süre yayında kalan dizisi olmuştur. 1997 yılına kadar TRT ekranlarında izleyicisi ile buluşan dizi, bu tarihten finalin gerçekleştiği 2004 yılına kadar Kanal D’de gösterilmiştir. KÜÇÜK EV Batı Amerika’da yaşayan Ingalls ailesinin başından geçen ilginç maceraları anlatan Küçük Ev, yayınlandığı dönem boyunca tüm dünyada izleyicileri televizyon karşısına kilitlemiştir. Bir romandan esinlenilerek yaratılan dizi, NBC kanalı tarafından 1974-1983 yılları arasında yayınlanmıştır. Ingalls ailesinin yaşadığı küçücük evi ve evin içindeki kesişen hayatların ortak noktalarını anlatan dizi, Altın Küre’ye defalarca aday olsa da bu ödülü kazanamamıştır. Türkiye’de ilk olarak 70’li yılların sonunda TRT’de gösterilmiş, 20002002 yılları arasında ise Kanal 7’de tekrar edilmiştir. 59 DALLAS 1978-1991 yılları arasında yayımlanan Haftalık pembe dizi tarihinin uzun soluklu dizilerinden biridir. “JR” (Larry Hagman) karakteri, TV tarihinin en kötü karakterleri arasında anılmaktadır. Guiness Rekorlar kitabında en çok izlenen televizyon programı olarak geçmiştir.”Who shot J.R.” bölümü ile 83 milyon izleyici toplamıştır. Fakat 1984-1985 sezonunda Bobby karakterinin bir araba çarpması sonucu diziden ayrılması ve bir sezon sonrası sanki daha önce yaşananlar yok sayılıp tekrar hayata dönmesi dizinin dönüm noktası olmuştur ve dizinin izlenme oranı hızlıca düşmüştür. ABD’de Cuma akşamları CBS’te, Türkiye’de ise 1980 yılında Pazar akşamları TRT 1’de, 1990 yılında Star TV’de, 1998 yılında Show TV’de yayınlanmıştır. Dizinin 1978 yılında 4 bölümlük bir mini dizi olarak tasarlanmıştır. Fakat daha sonra dizi başarıya ulaşınca 1991 e kadar yayınlandı. Toplam 356 Bölüm çekildi. CHARLİE’NİN MELEKLERİ Amerikan yapımı 1976-1981 yılları arasında ABC kanalında yayınlanan televizyon dizisi. Sabrina Duncan (Kate Jackson), Jill Munroe (Farrah Fawcett) ve Kelly Garrett (Jaclyn Smith) dizideki üç orijinal melektir. Dizi Türkiye’de tek kanallı TRT döneminde ilk kez 16 Ekim 1977 tarihinde yayınlanmıştır. 2005 ve 2006 yıllarında Retromax’te renkli olarak tekrar edilmiştir. Dizinin TRT’de yayınlandığı dönemde Sabrina Duncan (Kate Jackson)’ı Sema Aybars, Jill Munroe (Farrah Fawcett-Majors)’yu Lale Kavuzlu, Kelly Garrett (Jaclyn Smith)’ı Gülseren Gürtunca, John Bosley (David Doyle)’i Erol Kardeseci, Charlie (John Forsythe)’yi Zafer Ergin; Retromax’te yayınlandığı dönemde Sabrina Duncan (Kate Jackson)’ı Binnaz Moroy, Jill Munroe (Farrah Fawcett-Majors)’yu Oya Prosçiler, Kelly Garrett (Jaclyn Smith)’ı Sevinç Sırma, John Bosley (David Doyle)’i Toygun Ateş, Charlie (John Forsyt60 COSBY AİLESİ Bill Cosby’nin yer aldığı bir sit-com olan Cosby Ailesi, 1984 tarihinde yayınlanmaya başladı ve 1992 yılına kadar NBC kanalında tam 8 sezon ve 202 bölüm olarak gösterildi. Brooklyn New York’ta yaşayan Huxtable ailesine odaklı bir dizi olan Cosby Ailesi, yaşama dair mesajları ve eğlenceli diyalogları ile çok sevilen bir dizidir. 80’li yılların en önemli dizisi olan Cosby Ailesi, kalitesi sebebiyle yayınlandığı kanalı NBC’yi reytinglerde sürekli en öne çıkartıp, dizinin yayınlanmasını kendi kanallarında istemeyen ABC kanalını ise pişmanlıkla cezalandırdı. İlk defa bir komedyenin rolünü konu alan dizi olan Cosby Ailesi, bu açtığı yolda Seinfeld, Ellen, Roseanne, Home Improvement, The Drew Cary Show ve Everbody Loves Raymond gibi komedyen bazlı sit-com’ların da önünü açmıştır. Afrikalı Amerikan oyuncuların ağırlıklı olduğu dizi, bu özelliği ile de en uzun süre yayın yapan afro-amerikan dizileri sıralamasında üçüncü sırada yer almaktadır. Cosby Ailesi, 3 Altın Küre kazanarak tüm zamanların en sevilen dizilerinden biri olduğunu aldığı ödüller ile de kanıtlamıştır. Dizi aynı yıllarda ülkemizde TRT’de de gösterildi. ŞİRİNLER Belçikalı çizer Pierre Culliford’un oluşturduğu çizgi roman ve animasyon dizisinin ortak ismi. 1958’de Pierre Culliford tarafından çizgi roman olarak ortaya çıktı. 1981’de televizyonda gösterilen Şirinler büyük ilgi gördü. Yıllarca Türkiye’de de yayınlanan çizgi dizi, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok ülkede, yüksek izlenme oranlarına rağmen gösterimden kaldırılmıştır. 2008 yılında, Şirinler’in 50. yılı kutlamaları kapsamında Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu hayrına Avrupa’nın birçok ülkesini kapsayan bir açık artırma kampanyası düzenlenmiş ve 124.700 Euro UNICEF’e bağışlanmıştır. Şirinler’i Türkiye ile TRT tanıştırdı. he)’yi Şener Savaş Türkçe seslendirmiştir. Ayrıca bu dizinin atv’de Cinler ve Periler adlı bir yerli uyarlaması yayınlanmıştır. Şirinler Şarkısı’nın bestesini Hollandalı Vader Abraham yaptı. Hakkında çıkan tüm spekülasyonlara rağmen Şirinler yalnızca bir televizyon şovu olmaktan çıkıp evrensel bir fenomen haline geldi. Daha ilk bölümde (Astro Şirin) 542 yaşında olan Şirin Baba ve 100 yaşındaki 100 Şirin bugün hala ‘Şirinler’in Maceraları’ adlı seriyle ekranlardaki varlığını ve popülaritesini koruyor. 61 A TAKIMI 1983-1987 yılları arasında Çekilen ve televizyonda gösterilen bir televizyon dizisidir. Stephen J. Cannell ve Frank Lupo tarafından yaratılmıştır. Toplam 98 bölümden oluşan A Takımı, Türkiye’de Star TV, Kanal 7, Cine5 ve TVem’de gösterilmiştir. A Takımı, Türkiye’de İlk kez Doksanlı Yılların Başında o zaman ki ismi Star1 olan Star TV’de yayınlanmaya başlamıştır. A Takımı, Yayınlandığı Dönemlerde Türkiye’de de çok sevilmiş ve önemli bir hayran kitlesi kazanmıştır. Dizi Sonraki Yıllarda Kanal 7 ve Cine5’de Gösterilmiştir. Dizi 1983-1987 Yılları Arasında Amerika Birleşik Devletlerinde çekilmiştir. Dizi, 2014 yılı Ekim ayı LASSİE Lassie, aynı adlı dişi bir rough collie ile onun insan ve hayvan dostlarının maceralarını konu alan ABD yapımı televizyon dizisi. Yapımcı Robert Maxwell ile hayvan eğiticisi Rudd Weatherwax’ın yarattığı şov, 12 Eylül 1954 ile 24 Mart 1973 tarihleri arasında yayınlandı. Televizyonun en uzun süren dramatik dizilerinden biri olan Lassie, ilk 17 sezonu boyunca CBS’te yayınlandı. Başta siyah-beyaz olarak çekilen dizi, 1960’larda renkli çekilmeye başlandı. itibariyle yeni yayın döneminde Tvem kanalında tekrar yayınlanmaya başlanmıştır. Dizinin Günümüz Dublajı Yayınlandığı ilk dönemlerdeki Seslendirmesinden farklıdır. Türkiye’de Halen yayınlanmaktadır. BİZİMKİLER Türkiye’de ekranların en uzun süre yayında kalan dizilerinden biri Bizimkiler... Dizi ilk kez 1989 yılında TRT ekranlarında seyirciyle buluştu. İlk kadroda dizinin ana kahramanları olan aileyi Erdal Özyağcılar, Ayşe Kökçü, Bensu Orhunöz ve Atılal Uluışık oynuyordu. Cihat Tamer de Özyağcılar’ın canlandırdığı karakterin ağabeyi rolündeydi. Ancak ilerleyen bölümlerde Tamer ayrıldı yerine Engin Şenkan geldi. Dizi unutulmaz karakterleriyle 19891994 arasında TRT’de ekrana geldi. Daha sonra Star, Show TV ve ATV’de yayınlandı. Dizinin esin kaynağı Umur Bugay’ın BİZİM EV ABD yapımı sitkom. Eylül 1987’de başlamış, 1995 yılına kadar Amerikan ABC televizyonunda gösterilmiştir. 8 sezondan oluşmaktadır. Dizi San Fransisco’da üç kızıyla yaşayan dul Bob Saget ile karısının kardeşi John Stamos ile arkadaşı Dave Coulier’in aynı evde geçirdikleri yaşamı anlatmaktadır. Üç kızın ismi D.J., Stephanie ve Michel’dir. Türkiye’de uzun bir süre Kanal D’de gösterilen dizi dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de yayınlandığı dönemde ilgiyle izlenmiştir. 62 1976’da kaleme aldığı Kapıcılar Kralı adlı filmdi bu unutulmaz dizinin. Bugüy, senaryodaki karakterler ve olayları biraz daha genişleterek Türk TV tarihinin efsane dizilerinden birini yaratmış oldu. Bizimkiler çeşitli aralarla 2002 yılına kadar yayınlandı. Oyuncuların bazıları çoktan aramızdan ayrıldı ama Bizimkiler hala milyonlarca seyircinin hafızasındaki yerini koruyor. İlk on sezon Lassie’nin küçük bir çiftçi topluluğunda yaşadığı maceraları anlatır. Lassie’nin ilk insan dostları, on bir yaşındaki Jeff Miller ile onun annesi ve büyükbabasıdır. Dördüncü sezondan itibaren ise Lassie’yi, yedi yaşındaki Timmy Martin ile kendisini evlat edinmiş olan anne babası alır. Çiftlikteki maceralarının on birinci sezonda sona ermesiyle, Lassie vahşi doğada United States Forestry Service çalışanlarının peşinden yeni maceralar yaşamaya başlar. Başında bir insan olmadan yaklaşık bir sene dolaşan Lassie sonunda, son iki sezonda kalacağı yetimhaneye yerleşir. Lassie başlangıçta iyi eleştiriler aldı ve ilk yıllarında iki Emmy ödülü kazandı. Oyuncular Jan Clayton ile June Lockhart Emmy’ye aday gösterildi. Şovun yayınlandığı yıllar boyunca kitaplar, bir Cadılar Bayramı kostümü, giysiler, oyuncaklar gibi diziyle bağlantılı eşyalar piyasaya sürüldü. Şovun bütün yayını boyunca sponsoru olan Campbell’s Soup, (bir yüzük ve bir cüzdan olmak üzere) iki ödül sundu ve dizinin hayranlarına bunlardan binlerce dağıttı. Dizinin birden fazla bölümden oluşan bir bölümü, yeni- den kurgulanarak Ağustos 1963’te Lassie’s Great Adventure adıyla gösterime sokuldu. 1989’da The New Lassie dizisi, Lassie’nin yıldızı Jon Provost’u Steve McCullough rolüyle televizyona geri getirdi. Seçme bölümler DVD olarak piyasaya çıktı. Dizi, 80’lerde TRT’de de yayınlandı. MAHALLENİN MUHTARLARI 90’larda moda olan mahalle dizilerinden biri de Mahallenin Muhtarları’ydı. Dizinin ana karakterini ilk zamanlarda ana karakterleri Erkan Can ile Aydan Burhan canlandırdı. Daha sonra Burhan ayrılınca yerine Esra Akkaya geldi. Dizi 1992’de başladı 2002’ye kadar sürdü. Tam 337 bölüm süresince seyirci orta halli insanların yaşadığı bir mahallede olup bitenleri kimi zaman gülerek kimi zaman hüzünlenerek izledi. Dizi her bölüme özel şarkı sözleriyle de hafızalara kazındı. 63 ZENGİNLER DE AĞLAR 1978 Meksika yapımı televizyon dizisi. Mirasçısı olduğu çiftlik üvey annesi tarafından elinden alınan Mariana Villareal, parasız bir şekilde başkente gider. Sığındığı kilisenin rahibi genç kızı bakması için zengin Salvatiera ailesine emanet eder. Evin çapkın oğlu Luis Alberto, kendisi ile yakınlaşmaya çalışır fakat babası buna izin vermez. İlerideki bölümlerde ise birbirlerine aşık olacaklardır. 1978 Meksika yapımı televizyon dizisi. Dizi 1989’de TRT’de de yayınlanmaya başladı. TAŞ DEVRİ ABD kaynaklı televizyon için yapılmış bir çizgi film dizisi. Yapımcısı Hanna-Barbera Productions’dır. 1950 yıllarında serbest olarak sitkomu The Honeymooners sunuculuğunda yayına başladı, Taş Devri 1960 - |1966 yılları arasında Amerikan ‘prime time’da altı sezon boyunca ABC kanalında gösterildi. Fred Çakmaktaş, karısı Vilma, çocukları Çakıl ve vefakâr ev hayvanları Dino, komşuları Barney Moloztaş, karısı Betty ve evlat edindikleri çocukları Bam Bam, Taş Devri’nin karakterleridir. Taşyatağı’nda (Bedrock) yaşarlar. Hikayesi; Fred ve Barney çok yakın arkadaştır ve aynı taş ocağında çalışırlar. En sevdikleri spor bowlingtir, sürekli oynarlar. Patronları bay Slate(İlk sezonda Bay Arduaz) sinir bir adamdır. Onunla ara sıra kavga ederler, başları belaya girer, kovulma noktasına gelirler ama konu hep tatlıya bağlanır. Bir de üye oldukları bufalo derneği vardır. Bazen bu derneğin partileri yapılır. Fred ve Barney bazen kavga ederler, uzun süre konuşmazlar hatta karıları Wilma ve Betty’nin de birbirleriyle görüşmelerini engellemeye çalışırlar ama en sonunda karıları onları barıştırır. Wilma ve 64 Betty yakın arkadaştır, kocalarının onları ihmal etmeleri durumunda ittifaka geçer ve istediklerini yaptırırlar. Ev eşyaları da çok ilginçtir; lavabodaki çeşme yerine filin hortumu kullanılır, çöp tenekesi yerine pelikanın gagası, süpürge yerine karıncayiyen kullanılır (vs. vs.). Dino’dan bahsetmemek olmaz, Çakmaktaşları çok seven ev hayvanları Dino Fred işten geldiğinde hemen suratını yalamaya başlar. Fred her seferinde elinden zor kurtulur, Çakıl ve Bam Bam’ı eğlendirmeyi her zaman başarmıştır. Yeni versiyondaki maceralarında ayrılmaz bir üçlü olmuşlardır. Taş devrinin filmleri de yapılmıştır. “Taş Devri” 1980-82 TRT 1’de, 199094 Star TV, 1995-2004 yılları arasında ise Kanal D’de yayımlanmıştır. UZAY YOLU TRT..1975-1976... Gene Roddenberry tarafından yaratılmış bilim kurgu televizyon dizisi, film ve roman serisi. 6 kez dizi, 11 kez sinema filmi, yüzlerce kez roman, video oyunu, ve hikâye olarak yayımlandı. 8 Eylül Cuma, 2006 yılında Uzay Yolu’nun ilk televizyon yayının 40’ıncı yılı kutlandı. Dizinin her bölümü istisnalar dışında, farklı ellerden çıkan senaryolarla ve farklı yönetmenler tarafından çekilmiştir. Bu tekdüzeliği önlemiş ve her bölüme ayrı bir bakış katmıştır. TRT tarafından duyarlı bir şekilde yapılan çeviri ve seslendirmeler, o dönemlerde pek az kişinin kullandığı tarayıcı , alıngaç , bilgisayar gibi kelimelerin halk tarafından benimsenerek dilimize kazandırılmasını sağlamıştır. O yıllarda çok fazla bilinmeyen Lazer, ışınlama, ışık hızı vb. gibi birçok bilimsel kavram ile de bu dizi sayesinde tanışılmıştı. Türkiye ‘de 1984’ten 1998’e kadar 3 kanal dolaşmıştır:TRT 1, Star TV, Show TV, Cine 5 ve Kanal 6. Kaptan Kirk’in iradesi, Spock’ın mantığı, işlenen bilimsel temalar, o zamanlarda birçok kişiye ilham kaynağı olmuştur. Uzay Yolu Turist Ömer Uzay Yolunda (1973) filmine de ilham kaynağı olmuştur. Hulki Saner’in yönettiği filmde başrollerde Sadri Alışık ve o yıllarda TRT de yayınlanan dizideki seslendirmeyi yapan tiyatro sanatçıları oynamışlardı. YALAN RÜZGÂRI Amerikan yapımı bir pembe dizidir. İlk olarak 26 Mart 1973 tarihinde Amerikan televizyon kanalı CBS’de yayınlanmaya başlamıştır. Dizi Türkiye’de ilk olarak 1 Ocak 1990 tarihinde TRT 2’de, 29 Aralık 1989’da biten Zenginler de Ağlar dizisinin yerine konulmuştur. TRT, önceleri bu diziyi 60 bölüm olarak satın aldı. Fakat gördüğü büyük ilgi üzerine dizinin daha sonraki bölümlerini de satın aldı ve Türkiye’deki yayın haklarını Aralık 1993 tarihine kadar elinde tuttu. Dizi, Ocak 1994’te atv’ye transfer oldu. 1995 yılında Star TV ile ortak yayınlanmış, 1998 yılında ise Show TV’de gösterilmiştir. Dizinin hikâyesi Lee Phillip Bell ve William J. Bell tarafından kaleme alınmıştır. İlk yayın tarihinden bu yana pek çok kişi ve olayın gelip geçtiği dizi, Amerika’da hâlâ çekilmektedir. Temmuz 2007 itibarıyla 8673. bölümü çekilmiştir. Yayınlan- mış olduğu süre boyunca pek çok TV ödülünün de sahibi olmuştur. Yaklaşık 6 milyon seyirci hafta içi her gün saat 12:30 yerel saati ile bu diziyi takip etmektedir. Dizi kendi arasında 3 ana evreye ayrılmaktadır. 23 Ağustos 2013 tarihinde dizinin 10235. bölümü yayınlanmıştır. 65 gezi Son zamanlarda gençlerin bir hayli ilgisini çeken, adını sürekli duyduğumuz Güney Kore’deyiz. Birçok televizyon kanalı da Kore dizilerini Türk dizilerine uyarlayarak ekranlarımıza getirmekten geri kalmadı. Peki nedir bu Kore’ye olan ilgi? HABER VE FOTOĞRAF FAZİLET KARA 67 daha da pekişmesini sağlamıştır. G. Koreliler yenilmelerine rağmen bu maçı dostluk maçı olarak görmüş, Türkiye’yi de kardeş ülke olarak anmaya başlamışlardır.Genç nesil o zamanlarda olmayıp o zorlukları çekmedikleri için pek bilmiyorlar fakat o zamanlarda yaşamış şuan yaşı 65-75 arasında olan teyzelerin ve amcaların hafızalarında hala dün gibi hatırladıkları o savaş zamanı.. Hala Türklere olan minnettarlıkla- Başkenti Seul olan Güney Kore, ılıman iklim kuşağında yer alıyor ve ve dağlık topraklardan oluşuyor. 100 bin kilometre kareye yakın bir alanı kapsayan Ülke, 50 milyon dolayında nüfusa sahip. “Hala Türklere olan minnettarlıklarını dile getirip duruyorlar.” 68 Güney Kore’de Nüfusun yarısı Hristiyan ve Budist inançlarına sahip; geriye kalan nüfus inançsız. Saati Türkiye’ye göre ortalama 6 buçuk saat ileride olan Güney Kore Aslında çoğu insanın varlığını bile son zamanlarda fark ettiği, haritada gösterilmesi istense bulamayacakları ama bir o kadar da cana yakın insanlarıyla Türklerin kalbini kazanmış bir ülke. Kore’nin Kuzey ve Güney diye 2’ye ayrılma sebebi ise şu şekildedir; 1910 yılında Japonlar Kore’yi işgal ederek koloni haline getirdiler. Bu durum, 1945 yılına kadar sürdü. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yenilmesinden sonra Güney Kore’yi ABD, Kuzey Kore’yi de Rusya işgal etti. Böylelikle kuzeyde komünist, güneyde demokratik rejim kurulmuş oldu. 1950’de Kuzey Kore birlikleri, komünizmi kabul ettirmek için Güney Kore’ye saldırıp istila etti. Bunun üzerine BM, Güney Kore’nin kurtarılmasına karar verdi. Bölgeye BM askerleri gönderildi. Bu orduya Türkiye, bir tugayla katıldı. 1953’te 38. Paralel Güney Kore ile Kuzey Kore arasında sınır kabul edildi. Savaş sonrası, Başkanlık sistemine dayalı demokratik rejime geçildi. Türkler, Güney Kore topraklarında savaşırken, Mehmetçiklerimiz sivil halkla az olan yiyeceklerini paylaşmış, anne-babasız kalan çocuklara da sahip çıkmıştır. Suwon bölgesinde olan tugay karargahında kurulan ‘Ankara Okulu’nda 3 öğün yemeğin yanı sıra eğitimde verilmiştir. Ankara’dan özel olarak getirilen müzik aletleri. Çocukların savaş psikolojisinden kurtulmasına yardımcı olmuştur. Savaş sırasında oluşan bu yakınlık, 2002 FİFA Dünya Kupası’nda Türkiye ve G. Kore’nin karşılaşması, iki ülke arasındaki sıkı dostluğun rını dile getirip duruyorlar. Bizde bunu Kore’de, Türk olduğumuzu söylediğimizde, aa kardeş ülke Türkiye’densiniz demek, diyerek bizle muhabbet etmek isteyenlerden hatta sarılmaya çalışan yaşlı teyzelerden tecrübe etmiş olduk. Son birkaç yıldır Kore’ye olan ilgi Kpop ve Kdramalar sayesinde arttı da arttı. Koreliler bile bu denli aşırı ilgiye şaşıp kalıyorlar. Kore pop’u daha çok genç erkek ve kız grup- larında oluşan; danslarıyla, dış görünüşleriyle ve farklı tarzlarıyla sizi kendilerine hayran bıraktıran bir etkiye sahipler. Bİr kere dinledin mi, izledin mi kendini alamıyorsun. Ama tabi bilinçsiz fanlar da giderek fazlalaşmaya başladı, sınırıda bilmek lazım. Kore’ye gitmek çok basit aslında. Vize istenmiyor. Uçak biletini aldığınız gibi kolayca pasaportunuz ile giriş yapabiliyorsunuz. 10 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Incheon Havaalanı’na ulaşıyorsunuz. İngilizce bilen fazla olmadığı için iletişim kurmak biraz zor oluyor. Havaalanından şehir merkezine ulaşmak için bir sürü seçenek bulunuyor. Kore ulaşımda pahalı bir ülke olduğundan taksi yerine otobüs veya metroyu kullanmak daha iyi olacaktır. Hele pahalı bir ülkede masraflarınızı en aza indirip her yeri gezip görmek istiyorsanız, yapacağınız şeyler çok basit. Uzun süreli kalmayı düşünenler için oteller yerine Guesthouse’lar ve pansiyonlar konaklamak için daha avantajlıdır. Alışveriş merkezleri dışarıya göre daha pahalı olacağından Dongdaemun pazarı gibi halk pazarlarını tercih etmek iyi bir seçenek. Oralarda hediyelik bir sürü eşyayı daha uygun fiyata bulabilirsiniz. Lüks ve gösterişli Gangnam Caddesi’ndeki plazalar ve pahalı restorantlar yerine daha halkın içinde olan Myeongdong Caddesi gibi yerler tercih edilebilir. Itaewon Caddesi ise dünya mutfaklarından çeşit çeşit restorantlar karşınıza çıkarır. Buranın fiyatları ortalama üstündedir. Itaewon’da birden fazla Türk restorantıda bulmak mümkün. Trafik açısından ise İstanbul’a kıyasla Seoul çok daha rahat. Ulaşım ağı çok gelişmiş olduğundan her yere metro var. Hatta hiç vakit kaybedilmemesi için yeraltındaki metro çıkışlarından Avm’lere dahi giriş yapılabiliyor. Dikkatimi çeken bir diğer nokta ise metro bekleyen insanların kapının sağında ve solunda tek sıra halinde beklemeleri. Kurallara harfiyen uyan bir millet. Önce çıkanlar indikten sonra bekleyenler sırayla biniyor. 69 “Güney Kore yemekleri, Türklerin damak tadına pek de uygun değil.” Birbirlerine karşı da çok saygılı davranıyorlar. Metrolarda özellikle yaşlı ve engelli vatandaşlar için özel koltuklar ayrılmış ve boş olsa dahi kimse oraya oturmuyor. Biz ilk bindiğimizde boş koltuk bulduk sevinciyle oturmuştuk. İnsanların tuhaf bakışlarıyla yazıyı fark ettik ve şaşkınlığa uğradık. Hatta bir keresinde bir çiftin konuşmasında, kızın çok yorulmuş olmasına rağmen çocuğun o koltuklara oturmasına müsaade etmediğine kulak misafiri olmuştum. Trafik kurallarına da çok önem veriyorlar. Karşıdan karşıya geçmek için kendini yola atanları görmek mümkün değil. Tabi biz Kore’de olduğumuzu unutup ışık ilerde olmasına rağmen yürümeye üşenerek 3 şeritli gidiş-geliş yolunda kendimizi yola atarak karşıya geçmeye çalıştık. Bunu gören Koreliler dehşete düştüler ve yol üzerindeki polislerden biri son hız gelip adeta superman edasıyla tüm arabaları durdurarak bizi karşıya geçirdi. Biz tabii bunda bu kadar büyütülecek ne vardı ki, oldu olacak elimizden tutup geçirseydi bakışıyla polise baktık. Bir anda polis bize kızmaya başladı halbuki bilmiyordu Türkiye’de böyle şeyler çok normaldi. Türkiye’ye gelse kalp krizi geçirir herhalde diyerek yanından uzaklaşmıştık. Sonuç olarak, yayaların hepsi ışığı bekleyip yol boş olsa bile yeşil yanana kadar bekliyorlar. Yemekleri ise pek Türklerin damak tadına uygun değil. Her yemeğin içinde şeker kullanıyorlar. Ben kızarmış tavukta bile şekeri tattıktan sonra, tatlı salatalık turşusunu yedikten sonra keşke Türkiye’den birkaç hazır şey getirseydim diye düşündüm. Yemeklerinde yağ hiçbir şekilde yok ve bizim her restorant masasında bulunan tuz onlarda yok. Yani, bu yemeğin tuzu eksikmiş, tuzu uzatır mısın? diyebileceğiniz bir ülke değil. Hatta bir keresinde yemekte tuz istediğimizde bize şaşkınlıkla bakıp avucunda bir tutam tuzla gelmişlerdi. Her yemekte yedikleri marul turşuları, kimchi, ise vazgeçilmezleri. Sabah kahvaltısı gelenekleri Türklerinki gibi değil, sabahleyin bile yağsız pilav yiyen insanlar Koreliler. Bir de pratik olarak yedikleri ramen denilen erişteleri mevcut. Zorda kalanın imdadına yetişen ramenler az hayat kurtarmadılar. Burger ve fast food da alternatif kurtarıcılar arasında olucaktır. Yemek konusu biraz sıkıntılı. Eğer Türkiye’de bile yemek seçen biri iseniz Kore’ye gittiğinizde işiniz zor olacak. Dünya’nın en büyük 12. Ekonomisine sahip olan Kore’nin ekonomisine baktığımızda ise refah seviyesinin oldukça yüksek olduğunu ve gelişmiş ülke sınıfına girdiğini görüyoruz. Halkın maaşları oldukça yüksek ve genelde bilinen, herkesin ağzında klişe olmuş ‘Asyalılar çalışkan insanlardır.’ cümlesini tastikleyen bir halk. Yaptıkları işten ne kadar sıkılırlarsa sıkılsınlar istikrarlı bir şekilde o işi sonuna kadar götürür, gerekirse mola bile vermezler (çünkü devlet, halkına bunu aşılıyor) ama sonunda o işi bitirirler. Tüm bu çaba, Batılılar gibi bireysel çıkarları için değil sadece; ülkesi, milleti, ailesi için aynı zamanda. 70 Bir çok Türk’ün de kullandığı Hyundai, Kia ve Ssangyong gibi otomotiv markaları Korelilere aittir. Aynı zamanda Dünya’da geniş bir kitleye sahip olan ve Apple’a kafa tutmuş teknoloji bazında insanlığa ismini duyurmuş elektrik-eloktronik şirketi Samsung’da Korelilerindir. Eğitim konusunda çok sıkı bir ülke. İlginç ama onlarda da mahalle baskısı denen şey var. Eğer okumazsan hiçbir yere gelemezsin, hayatta başarılı olamazsın, kimse seni adam yerine koymaz hatta hayatın bitmiş demektir. Evet, o derece abartanlar kesinlikle var. OECD ülkeleri arasında intihar oranı en yüksek ülke olan Kore’de özellikle gençler, okulda başarılı olma baskısı ve ailevi sorunlar nedeniyle sık sık intihara başvuruyor. Devlet eğitime çok önem verdiği için öğrencilerde aile tarafından yapılan baskılar fazla oluyor. 6 yaşında 6 yıllık ilko- “Dünya’nın en büyük 12. Ekonomisine sahip.” 71 kul ile eğitim serüvenleri başlıyor. 12-14 arasında 3 yıllık ortaokul, 15-17 arası 3 yıllık lise eğitimi ve 18 yaşında 4 yıllık üniversiteye başlıyorlar. İlkokulda 5 saat, ortaokulda 8 saat. Koreli öğrencilerin en çok zorluk çektiği ve hatta devletten, ülkelerinden bile nefret etmelerine sebep olan zaman lise zamanları. Sabah 8’de dersleri başlıyor, akşam 8’de bitiyor. Saat 10’a kadar da dersane gibi zorunlu olarak gidip ders çalışmaları gereken mekanlar var, orada ders çalıştıktan sonra eve gidebiliyorlar. Yani Kore’de lise öğrencisi iseniz günde en az 14-16 saatinizi ders çalışarak geçirmeniz gerekiyor. Kısacası sosyal hayatınız olmadan, hayattan soyutlanarak lise hayatınızı tamamlıyorsunuz. Genelde üniversiteyi dondurarak gittikleri zorunlu askerlik hizmeti 2 yıl. İki yıl olmasının altında yatan sebep ise, Kuzey Kore ile herhangi olası bir savaştır. Güney Kore’de estetik oldukça yaygın bir kavramdır. Estetik yaptırmak gayet olağan karşılanır. Hatta toplum baskısı da insanları kendini değiştirmeye iten durumların başında gelir. Dış görünüş oldukça önemli olduğundan şirketler ya da en basitinden bir market sahibi bile bir çalışanı işe alırken dış görünüşüne bakar. Bu da Korelileri değişime iten ya da intihara sürükleyen durumlardan biri. Gençler estetik yaptırabilmek için küçük yaştan itibaren para biriktirir, 18 yaşına geldiklerinde aileleri üniversite sınavı hediyesi olarak çocuklarına estetik ameliyatı yaptırırlar. Estetik yapılan merkezlerin yaygın olduğu Gangnam Caddesi’nde yürürken yüzü sargılı bir sürü kişiyle karşılaşabilirsiniz. Kore’de estetiğe ciddi bir yatırım söz konusu. Kore’yi Türkiye’yle karşılaştırıcak olursak çok fazla ortak noktalar bulabiliriz aslında. Bir o kadar da farklı noktalar var. Kültür açısından ele alacak olursak Kore’de de insanlar ayakkabılarını çıkararak eve girer ve temizliğe önem verirler. Refah seviyesi yüksek olmasına rağmen geleneklerini ayakta 72 tutmaya çalışan bir millet. Hala yerde yemek yiyen, hala yerde yatan insanlar var. Bizde olduğu gibi onların da bazı bayramları var. Bayramlarda okullar tatil edilir, Kore’ye özgü geleneksel yemekler yapılır (özellikle et yemekleri), akrabalar ziyarete gidilir, küçük çocuklar para toplar. Doğu Asya’da yaş hesaplaması batıya göre bir yaş daha yaşlıdır. Koreliler anne karnındaki oluşum sürecini de hesaba katarak doğduklarında 1 yaşında kabul edilirler. Her yılbaşında da herkes 1 yaş büyür. Kore’ye ait bir spor olan taekwondo ise neredeyse çocuk yaşta herkese öğretilir. Kime sorsanız çocukluğumda ya da gençken belli bir dönem yapmıştım, der. Taekwondonun yanında savunma sporu olan hapkido da yeterince ön planda olan bir spor. Koreliler sağlıklarına çok önem verdikleri için her gün ya da haftada en az 4 gün spor yapar, erken yatar erken kalkarlar. İstisnalar olsada bu yönden onları tebrik ediyorum. Zamanlarını çok iyi kullanıyorlar. Hem çalışıyor hem eğleniyorlar. Gün içerisinde eğlenmeye vakit bulamayan Koreliler özellikle cumayı cumartesiye bağlayan ‘Yanan Cuma’ dedikleri bu gecede dışarıda sabahlayarak eğlenirler. Geceleri Kore’de hayat hiç bitmez. 24 saat açık marketler, cafeler ve hatta karaokeler var. Karaokeler oda oda. Kaç kişi iseniz size yetecek büyüklükte oda ayarlıyorlar ve ayakkabınızı çıkararak içeri giriyorsunuz. Karaoke kültürü fazlasıyla gelişmiş olacakki her sokakta 1-2 tane karaoke bulmanız mümkün. Stres atmaya da birebir. Bize uzak ama bir o kadar da yakın olan bu ülkeyi, tarihi mekanlarıyla,yapılarıyla, lezzetli ama bir o kadar da ilginç yemekleriyle, canayakın, dostane, içten sevgisiyle , mükemmel kültürüyle, iyisiyle kötüsüyle daha yakından tanımak, görmek için ilkbahar aylarında gidilmesini tavsiye ediyorum. 73 müzik HAKAN ALTUN Romantik aşk şarkılarının sevilen sesi Hakan Altun: “Çekingen bir yapım var ama kendimi şarkılarda çok iyi ifade edebiliyorum...” diyor. Hakan Altun ile İTALIK İÇİN KONUŞTUK... SÖYLEŞİ OĞUZHAN ALP FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ 75 Yıllardır tarzınızı değiştirmediniz neden? Slow şarkıları çok sevdiğim için bu tarz yazmaktan zevk alıyorum. Normalde çekingen bir yapıya sahibim ama şarkılarda kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. mı anlatmaya çalışıyorum. Beste yapmak, Allah’ın verdiği bir yetenek… Herkes beste yapamaz ama bana göre aşık olan, nefes alan ve duyguları olan herkes söz yazabilir. Babam bile “Bu sözleri sen mi yazdın. Nasıl yazıyorsun?” diye soruyor. Söz yazabildiğinizi, beste yapabildiğinizi nasıl keşfettiniz? Söz ve müzik benim hayat tarzım. 11 yaşında konservatuvara girdim. O yaşta nota yazmaya başlamıştım. Hiçbir zaman şarkıcı olmak için yola çıkmadım. Okuldayken de beste ve söz çalışmalarım vardı. Biraz geçmişe gidersek, öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? Üniversite okurken aileme yük olmamak için çalışıyordum. Para kazanmaya, 16-17 yaşlarımda enstrüman çalarak başladım. Pavyonlarda bile çaldım. Hasbelkader şarkıcı oldum. Aykut ve Ayşe’yle ‘okul harçlıklarımızı çıkaralım’ diye başladık. Profesyonel olarak iki albüm yaptık. Sonra askerde bir karar aldım. ‘Yüreğimden çıkan şarkıları bir albümde toplayacağım’ diye. O da ‘Hani Bekleyecektin’ oldu ki askerliğe kadar hiç söz yazamazdım. Askerde Yazarken nelerden besleniyorsunuz? Her şeyden… O anki ruh haliyle alakalı. Bazen müziğini yapıyorum, sözünü sonradan yazıyorum. Bazen aklıma bir söz geliyor, onu not edip üzerinden gidiyorum. Yaşadıkları- keşfettim söz yazabildiğimi. Çünkü askerde emirle kalkıyorsunuz ama emirle uyumuyorsunuz. Saat 9’ da ışıklar kapanıyor “Uyu” deniliyor. Zaten gecesi gündüzüne karışan bir adamım. Uyu uyuyabilirsen… Bu arada geceyi gündüzden daha çok seviyorum. Sizi en çok hayal kırıklığına uğratan ne olur? Sözlerinde durmamaları. Yaradan’a çok inanırım ve yaradan, “Neyle gelirsen gel, kul hakkıyla gelme” diyor. Bana göre kul hakkını yemek, dünyadaki en büyük ahlaksızlıklardan biri. Yalan söylüyorlar, hem de gözlerimin içine bakarak. Beni; sevmediğim insan üzemez ancak sevdiğim üzer. Yazdığınız bir şarkı için “bu isim okumalı” diyor musunuz? Tabii, bazen öyle mutlu oluyorum ki ‘iyi ki o okumuş’ diyorum. Bazen de ‘Vay be niye böyle oldu?’ diyorum. Yazık oldu diyorsunuz yani… (Gülüyor) “Yazık oldu” demiyorum ama “Daha iyi olmalıydı” diyorum. Bir sanatçı, bir şarkıyı okuduğu zaman, o şarkı onun takım elbisesi ya da kıyafeti gibi olmalı. Söz müzik, Hakan Altunolması önemli değil. Ud çaldığınız şarkılarınız da var. Ud merakı nereden geliyor? Ortaokul, lise ve üniversiteyi konservatuvarda okudum. Türk Müziği kategorisindeydim ve ana dalım ut’du. 1993’te Kültür Bakanlığı’na bağlı Edirne Türk Müziği Topluluğunda ut sanatçısı olarak görev yapıyordum. Uzun yıllardır ut çalıyorum. Benim dedem Zeki Altun da ut çalardı, bana o sevdirdi. Dedem müzikal hayatımda çok önemlidir. Onun sayesinde, tasavvuf müziğine çok düşkünüm mesela. Dedemin İlahileri adlı bir albüm çıkardınız. Beklentileriniz neydi? Bu benim manevi bir sözümdü. Asla ticari amaçla yapılan bir proje değil, promosyonunu bile yapmadım. Konservatuvarda okurken dedeme; “Profesyonel olarak müzikle ilgilenirsem, sizin bestelerinizden oluşan bir ilahi albüm çıkaracağım” 76 diye söz vermiştim. Çünkü 11 yaşında konservatuvara girmeme vesile olan, beni müzikle tanıştıran kişi; dedem Zeki Altun’dur. Ona verdiğim sözü tuttum. Sözümü tutmanın mutluluğunu yaşıyorum. Hayat felsefemde, söz ağızdan çıktığı zaman yerine getirmezsem kendimi dünyanın en rahatsız insanı hissederim. Bu albümden elde edilecek gelirler Siirt’te dedelerimin adına bir okul yaptıracağım. İnşallah Allah nasip eder. Dinleyici İlahi söylemenizi nasıl buldu? Dinleyenler çok seviyor. Tasavvuf musikisini çok severim, bir ara üç sene sadece tasavvuf musikisiyle ilgilenmiştim. Okulda ut çalardım. Öğrenciydim ama dedemin yanında meşklere giderdim. Hep bir ilgim vardı. Bu albümde normal bestekârların ilahileri olsa zaten okumazdım. İlahiler, sadece dedeme ait olduğu için böyle bir projeye imza attık. İnşallah Allah bizi utandırmamıştır. Şarkılarınızın çoğu aşk üzerine… Aşk şarkılarını daha mı kolay yazıyorsunuz? Aşk, hayatımdaki en önemli duygulardan biri. Ben çok ciddiye alırım aşkı. Müzik piyasası hakkında neler söylersiniz, internet ortamı nasil etkiliyor sizi? 70 milyon nüfuslu bir ülkede yaşıyoruz. Ben herkese “Bir paket sigara alacağına bir albüm al” diyorum. Unkapanı’nın hali içler acısı. İnlerle cinler top oynuyor. İçim kan ağlıyor. Şarkılar da feci! 5 milyon satacağımı bilsem, söylemeyeceğim şarkılar var piyasada.Ben de bir dönem küsmüş, geri adım atmıştım ama bizim gibi donanımlı isimlerin savaşması lazım. Küsersek sektör çok daha kötü yerlere gider. Bu internet olayları yüzünden korsanı arar olduk. Eskiden 500 bin albüm satıyordu, en az 300 bin korsanı olduğunu biliyordum; “1 milyon satmışım” diyordum. Ama şimdi öyle bir şey yok. Albümün satışı 10 bin, indirilme rakamı 200 bin… Albümler çıkalı 15 gün oluyor, tıklanma sayısı 100 binin üzerinde… Bir röportajınızda “sanal bakirim” demişsiniz. bu tam olarak ne demek? İnternete girmeyi bile bilmiyorum. O kadar teknolojiden uzak bir adamım ve bulaşmak da istemiyorum zaten. Ne WhatsApp’ım var, ne Twitter hesabım, ne Facebook, ne de Instagram… Ama Youtube’a girip şarkı dinliyorum. Bazı arkadaşlarıma üzülüyorum. Çocukluğumda da hiç oyun falan sevmezdim. Çünkü bana zaman kaybı gibi geliyor. Tabii 77 niz? Yaramaz bir çocuk değildim. Ne görev verilirse yerine getirmeden asla rahat etmezdim. Mesela şampuan almam gerekiyor ve bizim bakkalda yok. Birkaç mahalle dolaşıp o şampuanı, ailemi mutlu etmek adına illaki bulurdum. Yaşıtlarım dışarıda top oynarken ben ut çalalardım. Hayatım 11 yaşında şekil almaya başladı. Müzik benim için gerçekten vazgeçilmez oldu. Babam eski milli futbolcuydu, ben de futbolcu olmak istiyordum ama iyi ki olmamışım, iyi ki başka meslekle uğraşmamışım, iyi ki istediğim o Fransız okulunu kazanmamışım ve iyi ki müzikle tanışmışım (gülüyor). Futbolcu olmanızı aileniz istiyor muydu? Ailem hiç karışmazdı. Babam futbolcuydu ama futbolcu olmama çok sıcak bakmıyordu. 5-6 sene çeşitli amatör takımlarda lisanslı futbol oynadım. Bir gün maçta bileğim kırıldı. Ertesi gün ut sınavım vardı ve bileğim kırıldığı için sınava katılamadım, hayatımda ilk defa ki müzisyen arkadaşlarımız stres atmak için 2-3 saat oyun oynuyor ama ben fenalık geçiriyorum. Eski futbolcuyum ben bir de. Lisanslı olarak futbol da oynadım ama futbolun ayakla oynanması gerekiyor, sanal değil. Beşiktaşlı olup diğer takım taraftarlarının da sevdiği biri olmak nasıl bir şey? Bu hayatta renkler değil yürekler önemlidir. Ben kulübün gecesinde şarkı söyledim. Çocukluğumda babam beni maça götürürdü, benim elimde Beşiktaş bayrağı, yanımda Galatasaraylı ve Fenerbahçeli çocukların bayrakları olurdu. Ben böyle büyüdüm ve hâlâ böyle düşünüyorum. Bir derbide diğer taraftarlar nasıl olmaz! Bence bu da futbol terörüdür. Bizlerin taraftarlar olarak birbirimizi kırma haddimiz yok. Sanatçı toplumun nesidir? Sesidir. Her konuda hem de. 78 Eski sanatçılar daha mı duyarlıydı? Onlar çok özeldi. 2000’li yıllara kadar 20’nci yüzyıldı. 2000’den sonra 21’inci yüzyıl oldu. Bir şeyler değişti. Saygı değişti, ahlak değişti. Eski bestecilerin değeri şimdiki zaman içinde tartışılamaz bile. Onlar çok saygılı şarkılar yaparken, günümüzde çok saygısız şarkılar yapılıyor. Demba Ba tamam da Mario Gomez’e ne zaman şarkı gelecek? Yazdık aslında ama şampiyonluğa yakın çıkarmayı düşünüyoruz. Çünkü Demba Ba’ya yaptıktan sonra adam gol atamadı (gülüyor). Babam da, “Adama bir şarkı yaptınız, adam yürümüyor bile” dedi. Fikret Orman da aynı şeyi söyledi. Biz eğlenmek için yapıyoruz zaten. Müzisyen, oyuncu arkadaşlarım geliyor, beraber maç seyrediyoruz. Maç bittikten sonra herkes eline bir enstrüman alıyor ve müzik yapıyoruz. O gün Demba Ba şarkısı denk geldi. Güzel oldu diye düşünüyorum, herkes çok sevdi. Ama başkanın ricasıyla bütünlemeye o zaman kaldım. Çok üzüldüm, enstrümanıma hâkimdim ama bizim okulda elin alçılı bile olsa o udu çalmadan sınıf geçirmezlerdi adama. Sonra soğudum futboldan. Bileğimin çatlaması belki de iyi oldu. Ailem “Senin yolun müziktir” derdi. Bir de babam bana o zaman çok ağır bir şey söylemişti üzülmüştüm. Ne söylemişti? “Senden futbolcu olmaz!” demişti (kahkahalar). Yıkıldım! İstediğim şey gerçekten futbolcu olmaktı ama iyi ki olmamışım, iyi ki müzik olmuş hayatımda. İleride müziği bırakmayı düşünüyor musunuz? Şarkı söylemeyi bırakabilirim ama mutfağı bırakamam. Yani stüdyodan çıkamam, enstrüman çalmadan yaşayamam. Ömrümün sonuna kadar beste yapayım, enstrüman çalayım diyorum ama ömrümün sonuna kadar şarkı söylemek istemiyorum. peki? Bir köfteci dükkanı açabilirim. Babam eski milli futbolcu; o da, futbolculuğunun son dönemlerinde köfteci açmış. Yıllarca o dükkan baktı bize. Ben de kasada dururdum, telefonla sipariş alırdım. Bir de oradaki köfteyi çok severdim. Ticaretten hiç anlamam ama ufak bir dükkan açsam mı diyorum bazen. Belki birkaç sene sonra İstanbul’dan ayrılabilirim. Köy havası olan bir yerde yaşamak istiyorum. Yıllar önce bir rahatsızlık geçirmiştiniz. şimdi sağlığınız nasıl? 2007’de rahatsızlandım ve annemin yanına gittim. Akşam yemek yedik, sonra dudaklarıma bir titreme geldi. Nöbet başladı; hemen hastaneye kaldırıldım. Çekilen tomografide beynimde mandalinadan büyük tümör çıktı. Hemen ameliyat dediler; oldum. Altı ay sonra başka bir bölgeye iltihap aktığı için ikinci kez ameliyat oldum. O dönem biraz moralim bozuldu ama şükürler olsun atlattım. Ticarete atılmayı düşünür müsünüz şampiyonluğa kadar yapılmayacak (gülüyor). Takım bana göre bir tutkudur. Ve ailenle beraber tuttuğun takımı tanırsın. Baban, annen, amcan, dayın ya da teyzen seni bir takıma yönlendiriyor. Ondan sonra o bir tutku oluyor. Ama son zamanlarda ülkemizde terör sadece dağlarda değil futbol sahalarında ve stadyumlarda da oluyor. Artık eski tadı kalmadı. İngiltere’ye bakıyorsunuz onlar futbolu sadece oyun olarak görüyor. Tiyatro salonunda oyun seyreder gibi maç izliyorlar. Bizde ise döner bıçaklarıyla gidiyorlar maçlara. Ama bir gün bir konserde kağıt geldi elime, “Hakan Bey ben koyu Fenerbahçeli’yim. Eşim koyu Galatasaraylı ama tek ortak noktamız Demba Ba. İkimiz de çok seviyoruz. Lütfen bizim için söyler misiniz?” yazıyordu. Bunu Galatasaraylısı da Fenerbahçelisi de Trabzonsporlusu da çok sevdi. Küçüklüğünüz dedenizin yanında geçmiş, nasıl bir çocukluk geçirdi79 spor Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin başarılı ve istikrarlı oyuncusu… GÖKHAN GÖNÜL SÖYLEŞİ EDA AKSU 80 FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ için insanlar tarafından sevilen bir karakter oldum. İnşallah futbolumu hata yapmadan tabi hata yapmadan demeyelim her insan hata yapabilir en az hatayla futbol kariyerimi bitirmek istiyorum. Futbolcu olmasaydınız ne olmak isterdiniz? Valla hiç bilemiyorum.Yani bunu düşünemiyorum. Futbola nasıl başladınız? Yeteneğiniz nasıl keşfedildi? Mahalle aralarında futbol oynarken bir gün Bursa Yolspor’da seçmeler vardı. Mahallede oynadığım abilerim sende buna katılmalısın yeteneğin var ilerde büyük başarılar elde edebilirsin dediler ve seçmelere katıldım. “İlk golümü Fenerbahçe forması altında Galatasaray’a attım.” 82 Aslında önce kaleci olarak başladım. Sonra bir sonraki seçmelerde kaleci fazla olunca hocalarımız bana, “Gökhan 6-7 kaleci var sen oyunda oyna seni oyunda görelim” dediler. Bende oyunda oynayınca orda daha yetenekli olduğumu gördüler ve orta sahada başladım oynamaya. 14 yaşında teklifler almaya başladım. Cuma günleri 14-16 yaş grubunda , Cumartesi günleri genç takımda , pazar günleri A takımla idmana çıkıyordum. Sonra Gençlerbirliğine transfer oldum. Gençlerbirliği dışında birçok takımdan transfer teklifi almıştık ama o dönem öyle bir karar aldık ve Gençlerbirliğine transfer oldum. Şimdi de burdayım (Fenerbahçe) Fenerbahçe taraftarı olmak üzere tüm taraftarlar ve tüm Türk halkı sizi çok seviyor bu size nasıl etkiliyor ve sizce bu kadar sevilmenizin sebebi nedir? Yani bilmiyorum ben futbolun doğrularını sahada yapmaya çalışıyorum, insanların da beni böyle sevdiğini görünce hata yapmamaya gayret sarfediyorum sonuçta binlerce küçük futbol aşığı gençler var onlara örnek olmaya çalışıyorum. Futbol herkesin bu kadar holiganlaşmışlık ortamında birleştirici bir unsur olmalı ama gelinen noktada bunu sağlamaya çalışan çok fazla futbolcu yok; futbolun fair-play olduğunu daha önce defalarca söyledim binlerce insanı bir araya getiren eğlence sektörüymüş gibi sinemaymış gibi tiyatroymuş gibi izlenmesi gerektiğini söylüyorum ve böyle olmasını istiyorum. İnsanlar aileleriyle stadlara gelsinler çocuklarıyla beraber maç izlesinler bende bunlara örnek olmaya çalışıyorum bazen bizimde hatalarımız oluyor ama bir şekilde frene basmayı bilmeniz gerekiyor ki örnek olmayı başarabilesiniz ben de bunları herhalde yeterince yerine getirdiğim Okul hayatınızda başarılı mıydınız? Sıradan bir öğrenci gibiydim ama tabi okul hayatımda futbol hep ön plandaydı.Ortaokulda lisede hep kaptanlıklar yaptım hep futbol oynadım .Bir çok kez maçlar olduğu için okula gidemediğim zamanlar oldu ama ikisini birlikte idare edebilmek bence insanın kendi yapısında olmalı düşüncesinde olmalı bende bunların ikisini idare etmeye çalıştım. Çok başarılı bir öğrenci değildim ama çok kötü bir öğrenci de değildim ikisini bir arada götürmek oldukça zor hem derslere katılmak hem antremanlara katılmak haftasonu maça hazrılanmak bende zaten lise hayatımdan sonra üniversiteyi çok fazla düşünmedim artık belli bir yere ulaşmıştım belli bir mevkideydim yetenekli olduğum dalın üzerinde yoğunlaştım ve dediğim gibi Fenerbahçe’deyim. Fenerbahçe forması altında unutamadığınız yeri ayrı olan golünüz ? Aslında ilkler hiçbir zaman unutulmaz derler ben ilk golümü Fenerbahçe forması altında Galatasaray’a attım. Hem ezeli rakibimiz hemde güzel bir gol olmuştu. Ama bence en önemli golüm Antalyaspor’a attığım golümdü çünkü 2010-2011 sezonunda 2.yarının ilk maçıydı ve o maçtan sonra hiç kaybetmeden sezon sonuna kadar şampiyon olduk; benim için en kıymetli ve en değerli golüm oydu. Kısa ve uzun vadede hedefleriniz nelerdir? Yani futboldan sonrasını şimdi düşünmüyorum. Tek düşündüğüm şey oynayabildiğim yere kadar futbol oynayıp bittiği gün belki bi kaç 83 “Ben futbolun doğrularını sahada yapmaya çalışıyorum.” sene biraz kafamı dinlemek istiyorum. Ailemle vakit geçirmek istiyorum. Çükü futbola 13 - 14 yaşında başladım 35 li yaşlarda bitirdiğimi düşünürsek 20 senem futbola vermis olacağım. Bir çok kez ailelerimizden uzak kalıyoruz kamplarımız oluyor bazen böyle düşünüyorum yılın nerdeyse 150-160 gününü bir otel odasında kampta geçiriyoruz evet nerden bakarsanız 20 senemin 7-8 senesi otel odasında ailemden sevdiklerimden uzakta geçmiş olucak. Tabi çok da pişmanlık gibi algılanmamalı her insanın yaptığı mesleğin eksileri, zorlukları da olucak keşke her insan bizim gibi zorluklar yaşasa bizler için kötü görünen bir otel odasında olmak keşke herkes böyle zor durumlar karşılaşsa ve bu şekilde atlatsa, ülkemizde zorluk çeken aileler var ekmek parasını zor kazananlar var bu konuda aslında çokta şikayet etmemem gerekiyor. Çocuklarınızın Futbolcu Olmasini İster misiniz? Aslında çok istemiyorum. Tabi onların öncelikle okullarını bitirmelerini isterim. Benim onlara aşılayabileceğim en önemli şeyin her zaman büyüklerine saygı gösteren küçüklerini seven insanlar olmaları gerektiği; her insane eşit mesefade olmaları gerektiğ;, insanları dış görünüşüne göre maddi durumlarına göre yargılamadan onları olduğu gibi kabullenmeleri gerektiği… Ondan sonra tabi hayat onlara ne sunar bilemeyeceğim ama yapacaklara işte onlara sadece ön ayak olabilirim yada tavsiyeler verebilirim ama karar veremem. Oğullarım, şu anda biri 2 biri 4 yaşında büyüdüklerinde kendi kararlarını kendi vereceklerdir. Ama bizim ülkemizde futbol biraz zor bu nedenle futbolcu olmalarını istemiyorum. Gençlere Ve Alt Yapi Oyuncularina Ne Gibi Tavsiyelerde Bulunursunuz? Başarılı olmaları çin Çok mu çalışmaları gerekiyor sizce? Futbola gönül vermis genç arkadaşlara diyeceğim şudur ki Çok çalışmakla olabilecek bişey olduğunu düşünmüyorum. Şimdi bizim ülkemize bakıyorsunuz 80 milyon insan var ozaman herkes çok çalışsa şimdi şöyle düşünün çok çalışmak başarı getircek olsaydı biz her gün 1,5 saat değil, 15 saat idman yapardık ancak böyle birşey söz konusu değil Allah vergisi insanlarda yetenek oluyor %50,%60 diyelim; antremanlarla çalışarak onu %85 lere çıkarıyorsunuz geri kalan %15 I de bence sahadaki şans ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Mesela, sahadasınız topa vuruyorsunuz top direkten döner bazen vurursunuz santimlerle top biraz daha direğin içine kaçar gol olur, yani şans olmalı beceriksizlik başka birşey ama şansta başka birşey, futbolu severseniz biraz da çalışırsanız başarıya ulaşılcağına inanıyorum. Fenerbahçe kadrosunda başarılı oyuncularla birliktesiniz bu sizi nasıl etkiliyor? Takım olarak gücünüzü nereden alıyorsunuz? Bu aslında takım gücünden ziyade futbolun dilinin bir olmasıyla alakalı bir durum. Bu çok kısa ve öz cevap olabilir. Bu yüzden sahada herkes tek yürek olup aynı işi yapmaya çalışıyor hangi grupta yada ülkeden geldiği bence çok önemli değil sahada herkes bir pastayı 84 sonunda kazanılacak şampiyonluğu bölüşmek için herkes mücadelesinin veriyor. Evet bazen farklı profosyonellik örnekleri görebiliyoruz sadece bu farkeder onun dışında herkes saha da aynı antremanı yapıyor ve aynı şekilde çalışıyor. İdolünüz var mı? Bir idolüm yok aslında, bu tam olarak nasıl açıklanır bilmiyorum ama futbol hayatım bittiğinde Gökhan Gönül olarak inşallah gençler beni idol olarak seçer zaten bunun için çaba sarfediyorum. Taraftarlarla Nasıl Etkileşime Geçiyorunuz,Sosyal Medya Kullanıyor Musunuz? Futbolun bir zorluğuda aslında asılsız çıkan haberler,bazen eşim ve yakın arkadaşlarım bile arayıp bunları söyledin mi gerçekten diye soruyorlardı. Sosyal medya yı da aslında bunun için açmıştım. Gün geçtikçe artan takipçilerim var Twitter’da,Instagram’da o şekilde sosyal medyayı ortaya atılan yalan söylemleri ve haberleri yalanlamak için açmıştım. Bunun dışında tabi insanlar günlük yaşantılarımızı da merak ediyorlar ben de bazen günlük hayatımdan kareler paylaşarak sevenlerimi memnun etmeye çalışıyorum. “Sahada herkes tek yürek olup aynı işi yapmaya çalışıyor.” 85 YAZI YAHYA SANCAR FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ HAYAT ARTIK İKİ KELİME: DIT DIT 87 deneme Yahya Sancar “Dıt dıt. Ve bütün dikkat cebimizde duran, portatif, bir kaç yüz gram ağırlığı olan ince, şimdilerde dokunmatik, akıllı mı akıllı alete yönelir.” 88 Dıt dıt. Ve bütün dikkat cebimizde duran, portatif, bir kaç yüz gram ağırlığı olan ince, şimdilerde dokunmatik, akıllı mı akıllı alete yönelir. O an, akıl dolu kainatın şifresini anlatan filankesin biri, profesör olsa da, bir dıt dıt ile öğrencinin ilgi odağı olma kudretini kaybediyor. Düşünsene , yıllarını bilime adamışsın, Amerikalarda mastırlar yapmışsın, ağzından çıkan her kelimeyi yaklamak için gazeteciler peşinden koşmuş. Hatta bazen yolda meraklılarca çevrilmişsin, hatıra fotoğrafları çektirmişsin, pozlar vermişsin, dergilere kapak olmuşsun lakin, işte o acı ki, bir titreşim sesi ile anlattığın bütün ilginç bilgiler, gelişmekte olan beyinlerce arka plana atılmış. Hani önemli bir haber gelse içim yanmaz dersin ya, ama aslında bilsen ki o titreşim, mavi bir kuşun ötmesini bilmeyen nesile, yüz kırk karakterli aforizmalar kastıranlar sayesinde ortaya çıktı. Bilsen dert, bilmesen ayrı dert. Ah azizim, sen bilmezsin şimdikileri, gel sen şu bilimsel teoremlerini, masterlarını, doktoralarını, ünvanlarını az bir kenara koy, sana iki kelam edeyim. Şimdi aslında olay, tarihin akışı içerisinde son derece basit bir şekilde gerçekleşiyor. İki genç var. Bunları adlarını yazıp kim olduklarını öğrenmek istesek, işte o iki gencin, meşhur garajda bulunan Google hikayesi ortaya çıkacaktır. Velhasıl bir şekilde bu elemanlar böyle bir hususta müthiş bir atılım yapmışlar. Olmayanı bulmak maharettir denir ya, bu adamlar işte tam da onu bulmuşlar. Üretmeyi, sınırsız bir üretim ağını keşfeden anahtarı bulmuşlar. Belki de o günden sonra, öğren- memek iki kez ayıp oldu. Ansiklopediler iki tuş ötemizde belirdiler. Eskiden kütüphanelerde harcanan, rafların tozu yutulan anlar da çöpe atıldı. Bir kaç dakikalık tarama ile, yeni profesörler(!) ortaya çıktı. Ah azizim, görüyorsun değil mi, sen ki yıllarını diplomalara verdin ama iki tuş ile senin vasıflarını senden âlâ benimseyenler oldu. Velhasıl konuya dönelim. Bu iki arkadaş böyle bir icatta bulundular. Şimdi bizim bu dıt dıt mevzumuz da ahanda bu iki arkadaşın bu icatlarının bir sonucu da diyebiliriz. Aman dur kızma. Büyük resme bakalım da görmezden gelelim bazı şeyleri. Dıt dıt dedik ya, meşhur bildirim sesi. İşte tam bu kulvarda, bizlere bu sesi müptela eden bazı programlardan bahsedecem. Hani şu ‘küresel dünya’ jargonuyla konuşup, iki kelimesinden birini anlamak için yabancı dizi izlemek gereken tiplerin, biz avamice konuşan, sokak jargonu ile efendiliğin dibine vuran bıçkın delikanlıların da raconunu altüst eden, namus kavramını soyutlaştıran, hatta o kadar soyut ki, ardından bakınca, ardına geçtiğinizi fark edemeyeceğiniz kadar, hatta ve hatta, lisedeki kantinde kaşarları ince kesip soyutlaştıran mehmet abiden bile mahir bu programlar. Maşallah namus, ahlak, haysiyet kavramları, incele incele, mikroskop gereksinimini hissettiriyorlar. lentiye göre Mark bu işi bitirme tezi yapmış da, kuruldan geçirememiş. Ah o hocalar yok mu, bela ettiler başımıza Mark’ı. (önceki satırdaki ilgiler ironi içerir.) Velhasıl Facebook kuruluşu ile daha öncesinde internet kafelerde gördüğümüz, mirc, msn, ve bilimum sohbet unsuru olarak kullanılan platformlar adeta bir evrim geçirdi. Eskiden profil resmi ile, durum mesajı ile hatta bazen anlık dinlediği müziği görünür kılarak, ansiklopediler dolusu duygular yollayan bizler, kendimizi amaçsızca paylaş butonunun müptelası haline geldik. Ha aslında o eski halimiz iç açıcı değildi ama, oyun istekleri arasında boğulacak kadar da büyük günah işlemedik efenim. Önce duvarlara spreylerle yazılan sözleri klavyelere sığdırdık. Yazı yarım kalmasını sağlayacak polis abilerimiz de yoktu. Cümleler sonuna noklatalar bile koyduk yani. Hatta öyle ki, bazen okuduğumuz duvar yazılarını, profil resminde jelibon yerken, mavi önlüklü haliyle bir fotoğraf olmasa, biz bu yazıyı paylaşan muhteremi, adeta bir Cemal Süreya edası ile aşk acısını harmanlamış bir muhterem zannedecektik. Neyseki şu profil resimleri var. Eş dost akrabanın, arayıp hal hatır sormaları da, yorum yap kısmının azizliğine uğradı. Annengillere çok selam diye biten cümleler de cool bireylerimizin utanç kaynağı haline de geldi. Aman da aman abiler ablalar, bozmayalım fiyakalarını. Bizler telefon numarasını çevirip de selamımı söyleriz. Dur bu daha başlangıç. Sana neler neler anlatacağım. Bir de asıl başımıza tüneyen kuşu anlatayım sana. Ah bu kuşu, talih kuşu diye başımıza taç yaptılar. Aslında uzaktan güzel minnoş bir kuş ama bir de yakınlarına gelince gözleri bön bön açıp bakmak lazım. Önce karakter sayıları tabi böyle değilmiş. Sonradan bu sayıyı yüz kırkta sabitlemişler. Şimdi bu yüz kırk aslında söylerken iki kelime olasa da, içinde nice aşk hikayesi, siyasi aforizma, islami münazara, hakaret, itiraf, sevgi yani velhasıl sayamadığım bütün duyguları barındırıyor. Aslında önceleri çok popüler olmayan bu platformumuz, Facebook’u ‘banal’ bulan bir kesim tarafından mesken edildi. Gel zaman git zaman bu platform nice hıyanete, aşka, örgütleşmeye, sosyal hareketleşmeye, yardım kampanyasına ev sahipliği yaptı. Şimdilerde beş yüz kırk milyon üyesi varmış buranın. Düşünsene, bizim ülkede büyün insanları toplasak yine bir kuş etmiyoruz. “Eş dost akrabanın, arayıp hal hatır sormaları da, yorum yap kısmının azizliğine uğradı.” Sırasıyla bahsetmek ile size ‘little little on the middle’ yapma arasında kararsız kaldım. Bir başlayalım da gerisi gelir. Bu sosyal medya denilen zat, aslında Mark kardeşimizin iyi niyetli bir atılımı ile, hatta söy89 “Önce arkadaşların ile anılarını paylaşıyorsun. Uzakların, bir anda sana yakın oluveriyor.” Zalımsın Dünya. Beni içinizden tasdik ediyorsunuz, yüzünüzdeki acı gülümsemeden belli. Gel zaman git zaman bu sosyal medya işi iyice tuttu. E tabi akıllı(!) telefon da icat ettiler. Facebook ve Twitter artık cebimizde olacaktı. Düşün yani. Sen konuşma süren bitmesin diye telefon faturana ambargo uygularken bir de internet paketi derdi başımıza bela oldu. Öde babam öde. İsmet kim ki. Şimdi bu internet cebe girdi dediler. Yeni mecralar lazım geldi. Bu kez dudaklarını soktukları şekillerden, sosyo psikolojik anlamlar çıkaran, mahremiyetin evveli ile ahirini birbirine karıştıran, aman işte lafı gevelemeden, açıkça kendimizi teşhir etmemizi sağlayan İnstagram hayatımıza girdi. Aslında ilk bakışta güzel duruyor. Önce arkadaşların ile anılarını paylaşıyorsun. Uzakların, bir anda sana yakın oluveriyor. Yıllardır görmediğin suretleri görüyorsun. Belki Almanyalardaki amcanlardan, kuzenlerden fotoğraflar görüyorsun. Ameliyat masasından kalkar kalkmaz hastayı görüyorsun. Yeni doğan bebenin anasından önce nefes alışverişlerine şahit oluyorsun. Cicili bicilerini giyip sen de bir iki anı paylaşıyorsun. Ardından beğeni sayılarına dikkat kesiliyorsun. Beğeni sayısı arttıkça egonu tatmin ediyor hale geliyorsun. Takibe takip diye bir terim öğreniyorsun. Sonra sayfalar dolusu etiket kavramından haberdar oluyorsun. Sonra gardropundaki bütün elbiseleri bilmeyen kalmıyor. Evine zorla girip mahremine girmeye çalışanları huzura eriştirip en özelden fotoğraflar paylaşıyorsun. Yeter mi? Elbette yetmez. Fotoğraf, video yetmezse, soluğu canlı yayınlarda alıyorsun. Önce soruları cevaplıyorsun. Hangi konuda uzman olduğun aslında pek mühim bile olmuyor. Cinsiyetçi izleyici bolluğu, bir anda nefes alsın yeter anlayışını canlı yayınlarda hakim kılıyor. Artık özel diye bir kavram ortadan kalkıyor. Gözlerini ilk açtığın andan itibaren hayatını başkalarına açıyorsun. Dahil olmaya çalışanlara kendini belki de altın tepside sunuyorsun. Ve bundan ötürü gülümsüyorsun. Alacağın olsun Azizim. Şimdi gel bu anlattıklarımı tersinden düşünelim. senin hakkında bir dosya oluştuğunu düşün. Evin yirmi dört saat gözetiliyor. Ağzından çıkanlar başkaları ile paylaşılıyor. İç çamaşırlarına varana kadar bütün giysilerin arkadaşlarına(!) bildiriliyor. Sokağa çıktığın an, nerede olduğun arkadaşlarına kuşlar tarafından bildiriliyor. Gittiğin mekanlarda, felankes buraya geldi haberleri dolanıyor. Evinin etrafından onlarca ne üdüğü belirsiz tipler dolanıyor. Rahatsız edici değil mi? Sanki tehdit altında yaşarmış gibi. Sanki sokağa adımını atsan, alnının çatından indirecekler gibi. Aslında indirildik. Belki bedenimiz değil ama, ruhumuz indirildi Azizim. Yer ile yeksan edildik. Yecüc Mecüc misali dört tarafımız sarıldı. Hayalet ağa 90 takılmış, kıvranan balıklar gibiyiz. Neye takıldığımızı, neyden kaçacağımızı bilmeden kıvranıyoruz. Mutlu muyuz Azizim? Güldüğümüz fotoğraflarda 2 saniyeliğine poz vermek, canlı yayın yaptığımız on beş dakika dışında, yüz kırk karakterli twitler atmak dışında değiliz Azizim. Velev ki mutsuzluğumuzu paylaşıyoruz. Onu da pazarlıyoruz be Azizim. Üzüntümüze düşen beğeni sayısı ile yine mutluluk peşine düşüyoruz. Üzüntünün beğenilmesini, cümleten üzülmemizi istiyoruz Azizim. Hayatta o kadar güzellik varken peki bu kaçış neden? Yani düşünsene mutlu olmak için bir boğaz havası bazen kâfi olabilirken, neden bu kaçış?! ÇIplak ayakla toprak üzerinde yürümek kadar ne huzur verebilir ki insana?! Mesala, kazandığın şampiyonluğu doyasıya zıplaya çıldırasıya kutlamak varken, neden kaydeder ki insan, nereye saklayacağız ki?! Milyonlarca görüntü neyimize yetmez ki?! Ânı yaşamayı kaçırdığımızı ne zaman anlayacağız? Şuan belkide milyonlarca twit, milyonlarca fotoğraf, milyonlarca video paylaşılıyor. İnsanlar kendilerini anlatıyor. Kimi zaman maskeli, kimi zaman kendisi... Ve her başın öne eğişi bizlere saniyeler kaybettiriyor. Bir kahve arasında bile elimizde kahveden çok telefon duruyorsa, o kahve arası değil, ‘dıt dıt’ arasıdır. Karşımızdakine saygı duymayı bırak, yok saymaktır. Unutmaktır. Hani misafirliğe götürülüp de unutulan bir çocuk gibidir. Öylesine absürttür. Öylesine saçmadır. Ama gerçekleşir. Öylesine saçmalarız, absürtleşiriz. Saklanıyoruz Azizim.Suratlarımızda, binbir maske var. Ceplerimizdeki minik mücevherler, ne için kullandığımızı bilmediğimizde, nükleer silah haline geliyor. Ve sen kalkmış, kainatın şifrelerini anlatırken, cebindeki mücevherden ses gelen elemanın dikkatini senden ayırıp, mücevhere yöneltmesine mi kızıyorsun?! Yuh olsun sana Azizim. Öğrenmişsin, okumuşsun lakin, bir ‘dıt dıt’ olamamışsın. 91 deneme Sosyal Medya YAZI M. SAİD M. KILINÇ 92 FOTOĞRAF VE İLLÜSTRASYON İNTERNET ARŞİVİ 93 M. Said M. Kılınç “Tek bir avunma sebebim vardı: Sosyal medya.” 94 Sahte ve mide bulandırıcı olan duyguların tümünün içinden bildiriyorum. İnsanoğlunun olmak istemediği bir yerden bildiriyorum. Burası samimiyetsizlikle çevrili. Dilbilgisi kurallarına uymak istemiyorum ama takıntım sebebiyle uymak zorundayım. Belki de daha önce dil bilgisi kurallarına uymayan ve bu yüzden aklım sıra dalga geçtiğim insanların benden hesap sormasından korkuyorum. Bunu kendime dahi itiraf etmek istemiyorum çünkü başkalarının düşüncesini umursamamam gerektiğini söyleyen bir ses var içimde. Tabi bu sesi sadece ben duyuyorum ve onu dinlemiş gibi yapıp aynı zamanda insanların olumsuz tepki vermesinden korktuğum için insanların yapmamı istediği şeyi yapıyorum. Kendimi kandırıyorum kısaca. Başkalarının hoşuna gitmek için yaşıyorum. Kendim olmayı denediğimde yaptıklarım başkalarının hoşuna pek gitmiyordu. Onların istediklerini değil gerçekleri söylediğimde bir daha benden bir şey duymak istemiyorlardı. Ben onların hayatının sadece belli bir bölümünde yer edinmiş, her an hayatlarından çıkarabilecekleri ve bunu yaparken hiçbir şey kaybetmeyecekleri kişiydim. Nezaman ki onların istediklerini söylemeye başladım,o zaman ben onlar için değerli olmaya başladım. Etraflarında onları bedava ve çabasız bir şekilde mutlu eden birisi vardı. İnsan başka ne ister? Düşündüklerimin tam zıttını söylüyor, gönüllerini hoş tutuyor ve aralarında yer ediniyordum. Gündüzleri iyiydi. Sahtekarlığımın ödülünü tahmin ettiğimden de fazla şekilde alıyordum ancak geceler çok hırpalayıcıydı. Hala da öyle. Etrafta yalan söyleyecek kimsem kalmayınca kendimle baş başa kaldığımda o içimdeki acımasız ses beni günden güne yok ediyordu. Nereye kadar bu şekilde sürdürebilirdimbilmiyordum. Tek bir avunma sebebim vardı: Sosyal medya. Sosyal medya diye adlandırılan içinde birden fazla karakterin tek bir bünyede bulunduğu çöplük tek avunma sebebimdi. Orada herkes benim gibiydi. Hatta oradakiler benim gibi sadece gündüzleri değil günün her vaktini yalan söylemeye ayırıyorlardı. Oldukları kişilerden tamamen farklı kişiler oluyorlardı. İnsanlar hiç tanımadıkları kişilerle orada canciğerdi. Sahip oldukları şeylerin on misline sahipmiş gibi davranıyorlardı. Bilmedikleri dillerde cümleler savuruyolardı. Kendileri de anlamıyordu ama önemli değildi.İnsanların onları o dili biliyormuş sanmaları yeterdi. Hayatları boyunca yüzünü dahi göremeyecekleri ünlülerin hayatlarını,ünlülerin paylaştığı şeylerden izleyebiliyorlardı. İşin garibi o kişiler hayal edilen hayatları,o hayatları yaşamayı hayal eden kişilerin parasıyla kazanmasına rağmen parayı ödeyen kişiler bunun farkında değildi ya da yine rol yapıyorlardı. Ünlüler paranın kendilerine sunduğu şımarıklıklarını sergilerken ünlü olmayanlar,olamayanlar ve olma hayali kuranlar, ünlülerin şımarıklıklarını istediği gibi eleştirebiliyorlardı. Kendine ünlü kişileri eleştirebilecek kadar üstün, her şeye muhalif, her türlü otoriteye aykırı gibi etiketleri yapıştıran insan suretindeki zavallılar halinden çokmemnundu. Eleştirirken bir yandan da onları taklit edip onlara para kazandırmayı ihmal etmiyorlardı. İnsanlar arkadaş diye nitelendirdikleri insanların fotoğraflarının altında sevgi oyunları oynuyorlardı.Birbirlerine methiyeler sunuyorlar,yan yanayken söylemedikleri tüm sevgi sözcüklerini orada kullanıyorlardı çünkü o sözcükleri başkaları da okuyabiliyordu. İnsanlar onu okuyup o kişilerin ne kadar arzu edilen arkadaşlıkları olduğunu düşünüp onları kıskanacaktı.İmrenmeyecekti yalnız. Kıskanacaktı. Çünkü imrenmek çok iyimser ve yapmacıktı. Kimse kimseye imrenmezdi,kıskanırdı.Bu kesindi.İnsanlar gittikleri yerlerin,yedikleri şeylerin, birlikte olduğu insanların fotoğraflarını kısacası kendi hayat akışındaki ilgi çekebileceğini düşündüğü şeyleri paylaşıyorlardı. Normalde paylaşmak güzeldi ama böylesi berbattı.İnsanlar kendi hayatarının ne kadar yaşanılası ne kadar filmlere, romanlara konu olası olduğu konusunda birbirleriyle yarışma halindeydi. İşte tek avunma kaynağım buydu. Kendimi yalnız hissetmiyordum orada. Öncelik verilmesi gereken tek duygu samimiyetken ben samimiyetsizliğin kuyusunundibindeydim. Kafamın üzerinde bir ışık vardı, bu kuyudan kurtulmama yardımcı olabilirdi ama çok uzaktı ve benim oraya uzanmaya yetecek cesaretimyoktu. Hiç iyihissetmiyordum. Kim olduğumu bilmiyordum. Milena’ya yazılan mektuplardım ama o mektupların da tek bir amacı vardı. Karşı cinsi etkilemek ve sevgi açlığınıdoyurmak. Sezar’ın bedeninden ayrılmış ruhtum ama ruhların dünyadaki geçici meskeni olan bedenimden ayrıldıktan sonra hiç bir değerim kalmamıştı. Bedenden ayrılmadan önce çok övülürdüm. Övgülerin sebebi ise korkuydu.Gökyüzünde bir buluttum ama insanlar hayal kurarken bile yarıştıklarında bulutların üzerinde yatmak istediklerini söylüyordu. Birkanat çırpışıyla kıtalararası rüzgarlara sebebiyet veren bir kelebektim ama ömrüm bir günlüktü,oluşturduğum çalkantıları göremeyecektim. Siyahtım. En güzel renktim. Hiç bir renk olmadığında oluşandım. Ben bir hiçtim. Hayır onu dabeceremiyordum. Gerçi saçlarını kestirip kanser hastası arkadaşlarına hediye eden üç buçuk yaşındaki kız ve felç geçirdikten sonra kendine gelir gelmez bana yemek yedirmeye çalışan babannem gibilerinin olduğu dünyada olunacak her obje,yapılacak her iş,hissedilecek her duygu anlamsızdı.Gerçekten iyi hissetmiyordum. Sigara yakmıştım,içmeyi unutmuşum. 95 edebiyat Affet Bir yudum aldım topraktan. Âh eylemek noksan, Bedenim toprakta sığıntı… Herc-ü merc edilmiş imanım susuz kaldı. Yahya SANCAR Ellerimi bir şadırvan altında ıslattım. Ruhum nursuz kaldı. Bir secde ister gönül, Ellerim haramda takılı kaldı. Şiir Köşesi Alnım yastığımda bedbaht, Ezanlara kulağım tıkılı kaldı. Uykuya teslim oldu gözlerim, Dilim kalbime hâtib kılındı. 96 Tevbe etmelerim rutin, İşlenen günahlarım pek çetin, Suskunluk, kelimeleri hıfza değin, Baş eğişlerim mertebeli beşerde sınırlı kaldı. Kahhar ismi tecelli zalimde, Rahman ismi gizli her nefesimde, Güzellikler saklı Müheymin’de, Şükürlerim dilimde kilitli kaldı. Bataklığa dönmüş kalbim, Bir kuru dalı aramakta derdim, Dermanım Kur’an olmasına değin, Gözlerim hakk’a kapalı kaldı. Adımlarım meyilli hasede, Durmak nedir bilmezse de, Pişmanlık zihne düşse de, Sabır çekmeler tesbihde sınırlı kaldı. Yüreğim ağlar her gece, Gündüzler Güneşe meylede, Şuurum uyanmak nedir bilmese de, Affet Ya Rabb, Ruhum ve bedenim şer’de tutuklu kaldı. 97 98