Sayı 18 - TüvTürk
Transkript
Sayı 18 - TüvTürk
KITAP DÜNYASI BASIT AMA ETKİLİ: MERAK 04 05 06 2016 Söyleşi Onur Saylak Tarihten Doğu’nun ölümsüz âşıkları Hayat Eski yeni İstanbul Her daim güzel English Summary of Contents Geçmişimizdir geleceğimize ışık tutan… Doğanın yeniden canlandığı bahar mevsimi geldi çattı. Bu mevsimde insan, hayata daha sıkı sarılır sanki ve onu doyasıya yaşamak adına yeni yeni kararlar alır. Yeniliklere ışık tutacak yegâne unsursa, geride bıraktığımız yaşamımız; diğer bir ifadeyle o ana kadar edindiğimiz tecrübelerimizdir. Kurumlar için de durum farklı değil. Kurumlar da varlık gösterdikleri yıllar boyunca atacakları yeni adımlara, geçmişte edindikleri deneyimler eşliğinde yön verirler. Faaliyet alanları her ne olursa olsun, hedefleri doğrultusunda yol alarak insanların hayatında fark yaratabilmişlerse, gelecekte de bunu sürdürmeyi, hatta daha fazlasını yapmayı arzularlar. Tıpkı TÜVTÜRK gibi… Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın denetiminde; TÜVSÜD, Doğuş Grubu ve Bridgepoint ortaklığıyla 11 Şubat 2008 yılında kurulan TÜVTÜRK olarak, odağımıza tek bir şeyi aldık: İnsan. Ve tek bir amaca hizmet etmeyi amaçladık: Muayenesiz araçların sayısını azaltarak trafik güvenliğine katkı sağlamak. Bu amaç doğrultusunda 1 milyar Dolar’ın üzerinde yatırım yaparak, Türkiye’nin dört bir yanındaki araç muayene istasyonlarımızla hizmet vermeye başladık. Sayıları 302’yi bulan araç muayene istasyonlarımızda, 3 bin 500’ü aşan nitelikli çalışanımızla bugüne kadar yaklaşık 50 milyon aracın muayenesini gerçekleştirdik. Faaliyete başladığımız ilk günden bu yana geçen sekiz yıllık zaman zarfında, başta Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere, çeşitli kurum ve kuruluşlarla yaptığımız işbirlikleriyle birçok sosyal sorumluluk çalışmasına imza attık. Trafikte Sorumluluk Hareketi kapsamında, 200 binin üzerinde öğrencimize, 850 bini aşkın velimize ve yaklaşık 30 bin servis şoförümüze trafik güvenliğiyle ilgili bilgi aktarmanın ve düzenlediğimiz etkinliklerle 4 milyondan fazla kişiyi sorumlu davranmaya davet etmenin mutluluğunu yaşamaktayız. Satırlarımızın başında da ifade ettiğimiz gibi insana “yaşamak güzeldir” dedirten bir mevsimdeyiz. İçimizdeki yaşama sevinci, geleceğe dair umutlarımızın, beklentilerimizin ve isteklerimizin artmasına da aracılık ediyor. Kişisel ya da kurumsal fark etmez; geçmişte edindiğimiz deneyimler geleceğimizi şekillendiriyor. Rakamlar, TÜVTÜRK’ün faaliyete başladığı günden bugüne kadar geçen zamanda çok önemli deneyimler elde ettiğini gösteriyor. Özetle, odağına insanı yerleştiren bakış açımızla, kaliteli hizmet anlayışımızla ve binlerce kişiyi kapsayan projelerimizle başarılarla dolu bir geçmişe ve deneyime sahibiz. Geçmişimizden duyduğumuz gururun ışığında, geleceğe doğru umutla yol alıyoruz. Saygılarımla… KEMAL ÖREN TÜVTÜRK CEO İNSANA, “YAŞAMAK GÜZELDIR” DEDIRTEN BIR MEVSIMDEYIZ. İÇIMIZDEKI YAŞAMA SEVINCI, GELECEĞE DAIR UMUTLARIMIZIN ARTMASINA DA ARACILIK EDIYOR. KIŞISEL YA DA KURUMSAL FARK ETMEZ; GEÇMIŞTE EDINDIĞIMIZ DENEYIMLER GELECEĞIMIZI ŞEKILLENDIRIYOR. 24 Söyleşi 36 Gezi 18 Tarihten 10 Hayat İçindekiler 33 28 Kitap dünyası Otomobil NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2016 06 HABERLER Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan haberler... 10 HAYAT Bizans döneminden beri Haliç’in karşı yakasındaki imparatorluk saraylarında alınan kararları sıkıcı bulan Galata’nın, 19’uncu yüzyılda İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir hediyesi vardı: Batı tarzı apartmanlar. 18 TARİHTEN Kadim kültürlerden günümüze kadar ulaşan bir aşk hikâyesi: Leyla ile Mecnun 4 İSTASYON 24 SÖYLEŞİ Yıllardır kendisini sinema filmlerinde ve dizilerde gördüğümüz Onur Saylak, kısa filmin ardından şimdi de uzun metrajla yönetmen koltuğunda. 28 KİTAP DÜNYASI Ian Leslie tarafından yazılan “Merak”, psikoloji, sosyoloji ve ekonomiden çarpıcı araştırmaların eşliğinde ilham verici hikâyeleri, vaka incelemelerini ve pratik tavsiyeleri okura aktarıyor. 33 OTOMOBİL Otomobilseverler için bu yıl güzel geçecek. Zira 2016’da heyecanımızı hat safhaya taşıyacak birçok model var. 36 GEZİ Cunda, tarih ve yaşanmışlık dolu daracık sokakları, kıyı boyunca dizilerek konuklarına Ege’nin meşhur yemeklerini sunan restoranları, masmavi denizi ve tabii kendine has yaşam kültürüyle her daim seyahat listelerinin başında yer alıyor. 42 YEMEK Baharın gelişini üzerinde yetişen onlarca farklı çeşit otla kutlayan bereketli Ege topraklarına uzanmaya ne dersiniz? Mevsimine göre hemen her yemekte kullanılabilen bu yabani otlar, sofranızı zenginleştirebileceğiniz gerçek bir hazine. 46 SAĞLIK Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklama yapmasını gerektirecek kadar etkili olan Zika, son derece hızlı yayıldı. Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök, son günlerin sıkça sözü edilen hastalığı Zika’yı ve bu hastalıktan korunmanın yollarını bizimle paylaşıyor. 50 UZMAN GÖZÜYLE Yasal bir zorunluluk olan araç muayenesi kapsamında ihtiyaç duyulan evraklar ve ilgili kontroller hakkındaki bilgileri, Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlatıyor. 52 OYUN Doğrunun peşinde bir dedektif ve hiç “soğumayan” bir vaka… “Her Story”, oyuncuya bir dedektifin hisselerini yaşatan, basit ama bir o kadar da komplike bir oyun. 54 POPÜLER KÜLTÜR Sinema, müzik, televizyon dünyasında neler oluyor? En iyi konserler, sergiler ve etkinlikler... 58 TÜVTÜRK HABERLER 62 ENGLISH SUMMARY OF CONTENTS İmtiyaz Sahibi TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören Yönetim Yeri Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 Maslak-Şişli-İSTANBUL Yayın Yönetmeni Sema Uludağ Yayın Koordinatörü Koray Özcan (Sorumlu Müdür) Görsel Yönetmen Erhan Teksöz Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul Tel: 0212 304 00 00 (Santral) Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Yakuplu Mah. Birlik Cad. No: 20/1 34524 Beylikdüzü / İstanbul Tel: 0212 422 76 00 Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır, parayla satılmaz. info@tuvturk.com.tr İSTASYON 5 HABERLER ON, DOKUZ, SEKIZ… GENÇ BEYINLERI GELIŞTIREN OYUN Analitik düşünmeyi, strateji oluşturmayı, aklı kullanmayı gerektiren satrancın, gençlerin beyin gelişiminde önemli bir role sahip olduğu anlaşıldı. Ekonomik ve kültürel sınırları bulunmayan oyunun taraflar için “adil ortam” yaratması da cabası. n İnsan düşünen, tasarlayan ve tasarladığını uygulayabilen bir canlı… Düşünmek her ne kadar doğuştan kazanılan bir yetiyse de onun da gelişmeye, geliştirilmeye ihtiyacı olduğu muhakkak. “Kralların oyunu” olarak da anılan satranç, beynin gelişimine katkı sağlayan aktivitelerden biri… Dünyanın her yerinde eğlenceli ve zamanı en iyi şekilde geçirmeyi sağlayan bu oyunun kökenleri binlerce yıl önceye dayanıyor. Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından bir spor olarak kabul gören satrancın, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda yer alması için çeşitli kampanyaların yürütüldüğü de biliniyor. Tüm bunların yanı sıra www.sciencealert. com internet sitesinde yayınlanan bir haber, satrancın çocukların beyin gelişiminde çok önemli olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtladı. Konuyla ilgili yapılan birçok akademik araştırma, satrancın çocukların konsantrasyon, problem çözme, analitik ve stratejik düşünme, yorumlama gibi yeteneklerinin yanı sıra matematik becerilerini artırdığını ve hafızalarını güçlendirdiğini ortaya çıkardı. Özel eğitime ihtiyaç duyan çocukların, satranç derslerine ya da takımlarına girdikleri takdirde öğrenme ve diğer insanlarla iletişim kurma becerilerini artırdıkları da biliniyor. Yaşı, boyu, kilosu, ten rengi, sosyo-ekonomik durumu ya da dini görüşleri ne olursa olsun, satranç oynayan tüm çocuklar, oyun içerisinde eşitler. Bu da, satrancın sosyo-ekonomik ve kültürel tüm sınırları yıkarak; herkesin birbiri karşısında eşit olduğu “adil ortam” yarattığının bir diğer ifadesi. Evet, tüm diğer canlıların aksine insan düşünebilen bir varlık. Dolayısıyla bu yetiyi özgürce ve sınırsızca kullanmak için satranç dâhil her fırsatı değerlendirmek şart. Cüzdanınızın üzerine oturmayın! n Telefonlarını ya da cüzdanlarını pantolonlarının arka cebinde taşımak, genellikle erkeklere mahsus bir davranış biçimi... Ancak, Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nin yaptığı araştırmanın sonuçlarını öğrendikten sonra aynı davranışı daha ne kadar sürdürürler, bilinmez. Dr. Stuart McGill başkanlığındaki araştırma grubu, arka cebe konulan telefon veya cüzdan gibi herhangi bir nesnenin üzerinde uzun süre oturmanın ciddi kemik hastalıklarına yol açabileceği sonucuna vardı. Otururken vücudun denge ağırlığını bozacak yükseltilerin, kemik yapısında olumsuz etkiler yarattığını ve bunun da bel, sırt, kalça ağrılarına neden olabileceğini tespit eden uzmanlar, özellikle gençleri bu uyarıyı dikkate almaya davet ediyor. 6 İSTASYON Yıl, zekâ ve haylazlığın yılı Pardon, isim neydi sizin? n Hafızanın karmaşık bir sistem olduğu tartışılmaz. Bizleri ne zaman yarı yolda bırakacağı pek belli olmaz. İşte onlardan biri de isimleri hatırlayamama durumu. Birçoğumuzun başına gelmiştir; yeni biriyle tanışır, saatlerce sohbet eder, ama bu muhabbetin üzerinden bir süre geçtikten sonra ismini hatırlamada zorluk yaşarız. Sohbetin detayları zihnimizde dolanıp dururken, birileri konuştuğumuz kişinin ismini hafızamızdan silmiştir sanki. BBC Future’dan Tom Stafford, insanı kimi zaman utandıran bu durumu kendine dert edinenlerden. Stafford haberinde, hafızanın basit bir dosyalama sistemine sahip olmadığına, aksine bağlantılar kurarak işlediğine, iç içe geçmiş bilgi kalıplarından oluştuğuna ve her bilginin bir öncekiyle bağlantılı olduğuna dikkat çekiyor. Bununla birlikte bellek oluşturmanın hatırlama isteğiyle değil, olaylarla ilgili ne kadar bağlantı kurulduğuyla alakalı bir süreç olduğunun altını çiziyor. Tam da bu nedenle, biriyle tanıştığımızda onun adını öğrensek bile bellek açısından rastgele bir bilgi anlamını taşıyor. Belleğin bunu kaydetmesi, dolayısıyla da daha sonra hatırlayabilmesi için ismin konuşma esnasından mümkün olduğunca tekrarlanması gerekiyor. Zira pratik yapmak öğrenmenin temel kuralı olarak değerlendiriliyor. Stafford, ismi bildiğimiz bir şeyle ilişkilendirmenin hatırlamayı kolaylaştıracağı kanaatinde. Örneğin yeni tanıştığınız kişinin ismini, aynı adı taşıyan bir arkadaşınızla ilişkilendirerek her ikisindeki benzer ya da zıt yönleri düşünmek, o adı hafızada tutmaya yardımcı oluyor. Hemen hepimiz, hiç değilse yılbaşlarında, gerisayım yapmışızdır. Binlerce kişi gibi siz de 10’dan sıfıra gerisayımın NASA’nın keşfi olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz… n Geriye doğru saymak tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir yılbaşı klasiği. Akreple yelkovan, gece yarısındaki buluşmalarına doğru yol aldığında, bizler de başlarız saymaya: “On, dokuz, sekiz, yedi…” Veyahut uzayla ilgili film seyrederken rastlarız benzer bir sahneye. Roket fırlatılırken 10’dan 0’a doğru sayan davudi sesin büyüsüne kapılıverir ve kalp atışlarımızın hızlanan ritmiyle ekrana kilitleniriz. İzlediğimiz filmlerden olsa gerek, birçoğumuz gerisayımın NASA’nın ürettiği fikirlerden biri olduğuna inanırız. Oysa gerçek bambaşka... Bu durumun nasıl ortaya çıktığına gelince... Yıl 1929’dur. Sessiz film yönetmeni Fritz Lang, bir bilimkurgu filmi yapmaya karar verir. Filmin adı “Woman in the Moon”dur ve Ay’da bulunduğunu düşündüğümüz doğal kaynakları çıkarma çabasını anlatmaktadır. Ay’a ulaşabilmek için de “Friede” adlı bir roket üretilir. Ses teknolojisinin henüz beyazperdeyle buluşamadığı o yıllarda, filmdeki roketin fırlatılma anının dramatik tansiyonu, 10’dan geriye sayarak sağlanır. Roket fırlatmadan önce 10’dan geriye sayma geleneği işte böyle başlar. Lang, fikrin nasıl ortaya çıktığını daha sonra şu sözlerle kamuoyuna anlatır: “Roket fırlatma sahnesini filme çekerken, ‘Bir, iki, üç, dört, 10, 50, 100’ diye sayarsam seyirci aksiyonun ne zaman başlayacağını bilemeyecekti. Ama geriye doğru; 10, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir, SIFIR diye sayınca anlayacaklardı.” Bugün baktığımızda Lang’in haksız olduğunu kim iddia edebilir ki… Bilim keşfetmeye devam ediyor n Biliminsanları yeni yeni keşifleriyle geleceğe yatırım yapmayı sürdürüyor. Bir süre önce Journal of the American Chemical Society adlı bilim dergisinde yayınlanan bir habere göre Güney California Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, bilim tarihinde ilk kez havadan yakaladıkları karbondioksiti (CO2), hidrojen depolaması ve yakıt pillerinin yanı sıra plastikler için yapıtaşı olarak kullanılan metanole dönüştürmeyi başardı. Aslına bakılırsa bugüne kadar, metanolün hidrojen ve karbondioksitin birleştirilmesiyle oluşturulabileceği bilinen bir durumdu. İlgilisini heyecanlandıran yeni gelişmeyse araştırmacıların karbondioksiti doğrudan yakalayarak aynı kap içindeki moleküler hidrojenle metanole dönüşmesini sağlayacak bir katalizör yaratmaları oldu. Kimya endüstrisi her yıl, çoğu plastiğe çevrilmek üzere neredeyse 70 milyon ton metanol üretiyor. Söz konusu buluşun, finansal ve çevresel maliyeti ciddi biçimde azaltılacağını düşünenlerin sayısı hayli fazla. n Justin Timberlake, Céline Dion, Walter Matthau, Gisele Bündchen, Selena Gomez, Danny De Vito, Naomi Watts, Jacqueline Bisset ve efsane oyuncu Elizabeth Taylor… Her biri kendi alanının bir numarası olan bu isimlere daha yüzlercesini eklemek mümkün… İşlerinde sergiledikleri başarılarla milyonların gönlünde taht kuran bu ünlülerin bir ortak yanı daha var. O da Çin takvimine göre Maymun Yılı’nda doğmuş olmaları. Neredeyse tüm dünyanın aksine Çinlilere göre yeni yıl 8 Şubat’ta başlıyor. Yıllar da hayvan isimleriyle anılıyor: Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz… Çin astrolojisindeki 12 hayvandan dokuzuncusu olan Maymun, zekâyı ve haylazlığı temsil ediyor. Maymun yılında doğanların zeki, uyumlu, beceriklilik gibi vasıflarının yanında biraz hilebaz ve açıkgözlü olduğu varsayılıyor. Cazibeleriyle çevresindeki herkesi büyülemekte zorluk çekmeyen Maymun Yılı insanlarının bir diğer özelliğiyse nüktedanlıkları. Evet, Çin Takvimi’ne göre bu yıl Kırmızı Ateş Maymun Yılı. Yukarıdaki isimlere bir kez daha göz atıp onların yaşamıyla ilgili kabaca bilgi sahibi olduğunuzda, insanın Çin Takvimi’ne inanası geliyor. Üç çizgi, üç nokta, üç çizgi: S.O.S n Bazı semboller vardır ki, insanlığın ortak dili haline gelmişlerdir. “S.O.S” de bu semboller arasında ve belki de en bilineni. Dünyanın neresinde olursanız olun bu sembolü kullandığınızda, karşınızdakiler sizin başınızın belada olduğunu anlamakta zorlanmaz. Birçoğumuz “Mayday”den sonra gelen ve en acil yardım çağrılarından biri olan “S.O.S”in açılımının “Save Our Ship / Gemimizi Kurtar” veya “Save Our Soul / Ruhumuzu Kurtar” ya da “Stop Other Signals / Diğer Sinyalleri Durdur” kelimelerinin kısaltılmışı olduğunu düşünürüz. Oysa tüm bunların S.O.S kısaltmasıyla hiçbir alakası yok. Bu, telgrafın iletişim aracı olarak kabul edildiği zamanlarda kullanılan mors alfabesiyle ilgili bir durum. İmdat çağrısının kolay bir şekilde akılda tutulabilmesini amaçlayan ilgililer, 1908’de “üç çizgi, üç nokta, üç çizgi” olan S.O.S.’i sembol olarak benimsedi. İSTASYON 7 HABERLER HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR SOLOWHEEL ORBIT YOLLARDA, TEK TEKER ÜZERINDE… Elektrikli araçlarla birlikte insanlık tarihinin yüz yılı aşan içten yanmalı motor serüveni, son günlerine geliyor. Elektrik motor ve pil teknolojileri geliştikçe, özellikle şehiriçi ulaşımında otomobilin dışında alternatifler de ortaya çıkıyor. Tek tekerlekli araçlar bunlardan biri ve belki de en ilgi çekeni. 8 n Hep birlikte bir süredir elektrikli otomobillerin yükselişini izliyoruz. Motorlar güç- ONEWHEEL leniyor ve daha da önemlisi pil teknolojileri hızla gelişiyor. Günümüzde, ulaşım konusunda otomobillerin çok ötesinde, bilimkurgu filmlerden çıkmışa benzeyen fantastik araç tasarımları görmeye başladık. Bunların başında, tek tekerlekli ulaşım araçları geliyor... Bu araçlar elektrikli motor, pil ve dengeyi otomatik olarak sağlayan sürüş yazılımlarının müthiş bir bileşimi. Aslında hatırlayanlar olacaktır, Segway adındaki iki tekerlekli araç bu türün atası olarak addedilebilir. Birçok yenilikçi özelliğine rağmen, satış fiyatları ve ağırlık gibi teknik nedenlerle pek yaygınlaşamadı. Ama şirket elektrikli araç teknolojilerindeki gelişmelerle yeniden popülaritesini artıyor. Hatta geçen yıl Çinli Ninebot şirketini satın alarak, hem dünya hem de Çin pazarında önemli bir adım attı. Ama Segway’ler iki tekerlekliydi. Şimdi gelişen teknolojilerle denge sistemleri insanların tek tekerlek üzerinde 40 kilometre hıza kadar çıkabilecekleri hale geldi. Evet, doğru duydunuz, altınızda tek tekerlekle şehir içinde 40 kilometre hızla yol almak mümkün. Gelişen piller sayesinde kısa sürede şarj edip yeniden yollara düşebiliyorsunuz. Söz konusu ettiğimiz tek tekerleklerin en büyük kolaylığıysa kolayca taşınabilmesi elbette. Sizler için bir araştırma yaptık ve son dönemlerin tek tekerlekli popüler ulaşım araçlarını, bu sayfalarda buluşturduk. Kaykay için yaşınız geçmiş diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Future Motion adındaki şirketin kurucusu Kyle Doerksen de öyle düşünmüş olsa gerek ki, kaykayları yeniden tasarlamış. Ortadaki dev tekerin içinde 500 Watt’lık bir motor var. Denge sistemiyle gerçek bir kaykay üzerindeki gibi korkmanıza gerek yok. Soldaki fotoğrafta da göreceğiniz gibi, üzerine çıktığınızda otomatik olarak dengeye geliyor. Ağırlığınızı öne verdiğinizde hızlanan, arkaya verdiğinizdeyse fren yapan bu araçta, sağa ve sola dönüşleri yine ağırlığınızı o yönlere kaydırarak yapabiliyorsunuz. Saatte 24 kilometre hıza çıkabilen Onewheel’de, 11 kilometrelik bir mesafeye tek şarjla gidebiliyorsunuz. 20 dakikada yeniden şarj edebiliyor. Gece için ön LED farlar ve arka için kırmızı LED’ler kullanılmış. Altınaysa şarj durum göstergesi ve açma-kapama düğmesi yerleştirilmiş. 11 kilogramlık ağırlığa sahip araç, kalın tekerleğiyle her türlü yol koşulunda hareket edebiliyor. Fiyatıysa öyle çok çok abartılacak gibi değil: 1499 Dolar. Onewell ile ilgili daha detaylı bilgiye www.rideonewhell.com internet adresini ziyaret ederek ulaşabilirsiniz. İSTASYON HOVERBOARD TECHHOLOGIES Tek tekerlekli kaykay modeline bir örnek de Hoverboard’tan geliyor. Ama oldukça tarz bir şekilde... Onewhell, koca tekerleği ve sert çizgileriyle daha arazi tipi gibi dursa da Hoverboart tam genç işi: Kenarlarda neon LED’ler, tabanda bluetooth hoparlörler, şeffaf tekerlekleriyle yuvarlak hatlara sahip. 4 bin ve 5 bin Watt’lık versiyonları olan Hoverboard, tek şarjla 20 kilometrelik bir menzile sahip. Saatte 25 kilometrelik bir hıza çıkabilen tek tekerlekli bu kaykayda da otomatik denge sistemiyle kullanılıyor. 2 bin 995 Dolar ile satışa çıkan ve rakiplerine göre bir hayli hafif olan Hoverboard, sadece 6,8 kilogramlık ağırlığıyla kolayca taşınabiliyor. www.hoverboard.com sitesi, ürünle ilgili daha detaylı bilgiler sunuyor. Tek tekerlekli araçlar arasında sürüş ve tasarım olarak öncülerden biri olan şirket Orbit, tasarımıyla adına yakışır bir adım atmış. Orbit, ayaklarınızın arasında dönen tek tekerlekli araçlar arasında en hafiflerden biri: Sadece 4 kilogram. Yine denge yazılımıyla öne ve arkaya yöneldiğinizde hızlanma ve frenleme yapabiliyor. Hızlı şarj özelliğiyle yarım saatte sürüşe hazır. 1600 Watt’lık elektrikli motoruyla saatte 16 kilometre hıza çıkabildiğiniz gibi, tek şarjla 15 kilometre yol alabiliyorsunuz. Frenleme sırasında da şarj etme özelliği var. Bu ürün 115 kilograma kadar herkesi rahatlıkla taşıyabiliyor. Ayrıntılı bilgiyi www.solowheel.com/ product/orbit adresinden alabileceğiniz; siyah-kırmızı ve beyaz-kırmızı renk seçenekleri bulunan ürünü 2 bin 595 Dolar’a temin edebilirsiniz. YENİ ÜRÜNLER EHANG 184 n Bugünün popüler araçları olan Drone’lara Çinli Ehang şirketinden yeni ve farklı bir yorum geldi: Drone’ları, insan taşıyabilen bir tür mini helikopter yapmak mümkün olabilir mi? Şirket, Ehang 184 adında bir kişisel taşıma aracını dünyaya duyurdu. Tıpkı Drone’lar gibi kullanılan ve yönetilen Ehang 184, gerçekten de dev bir Drone benziyor. Çalışan bir prototipi dünyaya duyuran Ehang, havacılıkla ilgili birçok problemle karşılaşsa da pek yılacak gibi değil. Kuşkusuz ki, bir Drone uçurmakla, onunla insan taşımak arasında ciddi fark var. Ama fikir gerçekten dikkate değer. Drone’lar yıllardır özlemini çektiğimiz kişisel hava araçları dönemini başlatsa ve İstanbul trafiğinden kurtulsak iyi olmaz mıydı? FARADAY FUTURE FFZERO1 NINEBOT ONE E+ Ninebot, geçen yıl tek tekerlekli teknolojinin atası Segway tarafından satın alınan bir Çin şirketi. İki tekerlekli modellerin yanı sıra One modeli de bulunuyor. Dört farklı seçeneğe sahip One serisinde E+, 14,2 kilogramlık ağırlık ve 260 Wh’lık bataryasıyla uzun bir sürüş sağlıyor. Maksimum hızı saatte 20 kilometreye ulaşan ürün 32 kilometre menzile sahip. Ninebot One’ın tasarımı da ilgi çekici. 20 LED lambadan oluşan yanardöner ışıklandırma, farklı renklere dönüşebiliyor. 1500 W motoruyla 120 kiloluk bir sürücüyü rahatlıkla taşıyabiliyor. Android tabanlı aplikasyonuyla tek tekerinizi yönetebiliyorsunuz. Su geçirmez özelliği sayesinde her türlü hava koşulunda kullanılabilecek Ninebot One’ın raflardaki satış fiyatı 599 Dolar. Bu ürünle ilgili daha fazla bilgiye ihtiyaç duyarsanız www.ninebot.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. n Elektrikli otomobillerde yeni ve oldukça iddialı bir marka ortaya çıktı. ABD’de Çin sermayeli olarak kurulduğu belirtilen Faraday Future, ilk konsept otomobilini tanıttı. Ama otomobil mi, yoksa uzay aracı mı, siz karar verin. FFZero1 adındaki bu araç, öncelikle tasarımıyla göz dolduruyor. Koltuk ve iç tasarımı NASA’dan biliminsanlarıyla birlikte gerçekleştirilen FFZero1, dört tekerleğindeki dört motoruyla 1000 beygirlik bir güç üretiyor. Araç kendi kendine sürüş sistemine sahip. En önemli özelliğiyse aracın şasesi: Zira başka otomobil tasarımları için kolaylıkla modifiye edilebiliyor. AIRWHEEL X8 RICOH WG-M2 Tek tekerlekli araçlarda popüler markalardan biri olan Airwheel, son modeli X8’de fiber bir kasayla çıkıyor karşımıza. Kullanılan yeni denge ve hareket çipiyle havacılık, yazılım dünyası ve jayro sistemleri bir araya getirilerek daha etkili bir sürüş yaratılmış. Bu sayede enerji kullanımı da etkinleştirilmiş. Lityum-ion pillere sahip X8, 11,1 kilogram ve saatte 18 kilometre hıza çıkabiliyor. Tek şarjda 18 ila 23 kilometre arasında mesafe katedebiliyorsunuz. En fazla 120 kilograma kadar ağırlık taşıyabiliyor. 16 inçlik teker boyu, 400 Watt’lık motorla desteklenmiş. n Ricoh, ultra geniş açıya sahip yeni kompakt aksiyon kamerasını duyurdu. Daha önce piyasaya sürülen modelden yüzde 40 daha küçük ve daha hafif olan WG-M2, 1,5 metre yükseklikten düşse dahi çalışmaya devam edebiliyor. Eksi 10 derece hava sıcaklığında bile sorunsuzca işlevini yerine getirebilen kamera, aynı zamanda 20 metreye kadar suya karşı da dayanıklı. 204 derecelik lensle ultra geniş açı çekimler yapılabilmesini mümkün kılan ürün, 30 FPS’de 4K, 60 FPS’de 1080p, 120 FPS’de 720p video kaydı gerçekleştirebiliyor. 8 megapiksel çözünürlüğünde fotoğraf çekebiliyor ve 1,5 inçlik renkli LCD ekranı bulunuyor. Ürün 299,95 Dolar’dan satılacak. İSTASYON 9 HAYAT İstanbul’u ve Osmanlı Devleti’ni apartmanlarla tanıştıran semt Galata oldu. Günümüzün tarihi apartmanları, yaklaşık 125 yıl önce İstanbul için yeni bir çağın başladığının somut kanıtlarıydı. 19’uncu yüzyılda İstanbul’a ulaşan Batı tarzı apartmanlar, değişen bir kentin hikâyesini anlatıyor. Eski Yeni İstanbul 10 İSTASYON İSTASYON 11 HAYAT H emen kiralık. Pera’da, Rus Sarayı’nın karşısında. 10 odalı, akan sarnıç suyu, kuyusu, mahzeni, çamaşırlığı ve çok güzel bir terası olan şık daire. Müracaat için Demileville mağazası.” 19 Nisan 1853 tarihli Journal de Constantinople gazetesinin son sayfasında, iki beygirgücündeki satılık buhar makinesi ve bebekler için diş çıkarma şurubu ilanları arasına gizlenmiş bu küçük kiralık ev ilanı, büyük bir değişimin habercisiydi. Bizans döneminden beri Haliç’in karşı yakasındaki imparatorluk saraylarında alınan kararları sıkıcı bulan Galata’nın tarihi aykırılığı, 19’uncu yüzyılın özellikle ikinci yarısında fiziksel görünümüne belirgin bir şekilde yansıyacaktı. Galata’nın İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir hediyesi vardı: Batı tarzı apartmanlar. Modern anlamda apartmanlar, Avrupa’da Sanayi Devrimi’ni takip eden doğal bir sürecin sonunda ortaya çıktı: Büyük kentler fabrikalar doğurdu, artan sanayi ve ticaret sonucu bu kentler daha da kalabalıklaştı. Konut ihtiyacı arttı ve böylece 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren araziler değerlendi, kentler yükseldi ve apartmanlar yaygınlaştı. Fakat bu apartmanlaşmanın neredeyse eşzamanlı yaşandığı 19’uncu yüzyıl Galata’sında bir fabrika işçisi bulmak güç. Zaten Avrupa’nın aksine Osmanlı’nın ilk apartmanları işçi sınıfı için değil, Galata’nın orta–üst sınıfı için yapıldı. Peki Galata sakinlerini iki–üç katlı ahşap ve kâgir aile konutları yerine, çok katlı kâgir apartmanlar yapmaya iten neydi? Yüzyıllardır konaklarda oturan bir halkın geleneksel konutlarını terk etmesi ve apartmanlara geçmesi nasıl gerçekleşti? 12 İSTASYON 1853 yılında çekilen bu fotoğraf, az katlı geleneksel yapıların hâkim olduğu bir Galata’yı gösteriyor. 1850’lerde dünyanın en büyük birkaç kentinden biri olan İstanbul, aynı zamanda Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık üçüncü Avrupa kentiydi. Sanayi Devrimi’nin henüz tam anlamıyla uğramadığı İstanbul’un nüfus açısından endüstrileşmiş kentlerle aşık atabilmesinin nedeni, 19’uncu yüzyılda kaybedilen Balkan, Kırım ve Kafkas topraklarından aldığı kayda değer göçlerin yanı sıra yüzyıllardır Avrupa’nın ve dünyanın sayılı siyasi ve ticari merkezlerinden biri olmasıydı. Ve siyasetin olmasa da ticaretin merkezi tartışılmaz bir şekilde Galata’ydı. Kaybedilen savaşlara, daralan sınırlara ve altı yüzyıllık yorgun imparatorluğun yakında yıkılacak oluşu bir sır olmamasına rağmen Galata ve İstanbul, uluslararası albenisinden pek bir şey kaybetmedi, aksine gelişti. 19’uncu yüzyılda önce İngiltere olmak üzere dönemin başat güçleriyle imzalanan ticaret anlaşmaları, İstanbul’u global ticaret ve finans ağının önemli bir parçası yaptı. Ayrıca İstanbul, Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşan Fransa ve İngiltere için önemli bir üs haline geldi ve askerlerin yanı sıra tedarikçilerin, sağlık görevlilerinin ve tüccarların da kentte konuşlanması, İstanbul ile Batı’nın birbirini tekrar keşfetmesini sağladı. Üstelik savaş sırasında ve sonrasında kente yerleşen Levantenlerin (bu tanım bazen Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve Müslüman olmayan herkes için kullanılsa da genelde Avrupa’dan Osmanlı’ya yerleşenleri, özellikle de Katolikleri tanımlıyor) sayısı arttı. Yüzyıl içerisindeki askeri ve ekonomik bozgunlar sonucu bağımsız olma hakkı elinden alınan Osmanlı ekonomisi, dünyaya entegre olmak zorunda kalırken bankalar, borsa, sigorta ve ticaret şirketleri İstanbul’a Galata Limanı’ndan girip yerleşti. Kapalıçarşı’da en üstün değer halen zanaat ve üretimken Galata’da Panama’dan, Siyam’dan gelen hisse senetleri dolaşıyordu. Galata’ya bakarak imparatorluğun batmakta olduğunu anlamak mümkün değildi. Dönemin siyasal konjonktürü sonucu kaçınılmaz olarak küreselleşen Osmanlı ekonomisinin sefasını bu ufak semt ve burada 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında filizlenen yepyeni bir hayat tarzının mensupları sürecekti. Ve yeni Galata’nın bu seçkin sakinleri konakta değil, apartmanda oturacaktı. Ancak 1850’lerden itibaren ekonomik ve kültürel açıdan hızla gelişen Galata’ya ket vuran bir konu vardı: Altyapı sorunları. Dünyanın dört bir yanından tüccarlar, işinsanları ve turistler İstanbul’a ve Galata’ya gelmesine geliyordu ama tuttukları günlükler kentin, özellikle Galata ve Pera’nın yaka silktiren şartlarıyla doluydu. 1850’lerin başında Galata’da şöyle bir tablo vardı: Semt, Galata surları tarafından oldukça dar bir alana sıkıştırılmıştı (bu surlar 1864–65’te yıkılacaktı); engebeli topografya, herhangi birinin canı öyle istediği için öyle açılmış gibi duran, dar, isimsiz, labirenti andıran sokaklar ve bu dar sokakları dolduran sürekli kalabalık, semtin sıkışık dokusu içerisinde hareket etmeyi zorlaştırıyordu. Galata, Batılı tüccarların mecburiyetten geldiği ancak pek de sevmediği bir bölgeydi. Semtin sakinleri de bölgenin kentsel özelliklerinden pek memnun değildi. Dönemin kamuoyu ve gazeteleri sık sık Galata’yı Batı’yla, özellikle Paris’le kıyaslayarak kendi kentlerini yetersiz, sıkış tepiş ve pis buluyordu. Galata, sıfırdan planlanmış Paris, Londra ve benzeri Avrupa kentleriyle yarışacaksa kentsel altyapısının elden geçirilmesi şarttı. İstanbul’daki hükümet, sakinlerinin bir süredir bireysel ölçekte kâgir yapılarla bezediği Galata sokaklarına devlet şefkati göstermeye karar verdi. Hatta Osmanlı Devleti yalnızca Galata’nın değil, tüm İstanbul’un yönetim anlayışını değiştirerek yeni şekillenen modern belediyeciliğin kente hâkim olmasını hedefliyordu. Bu hedef doğrultusunda 1856 yılında İntizam–ı Şehir Komisyonu kuruldu. Avrupa’da yaşamış dört gayrimüslim Osmanlı, belediye yönetiminde tecrübeli iki yabancı ve kimi kaynaklara göre iki, kimi kaynaklara göreyse yalnızca bir Müslüman Osmanlı’dan oluşan komisyon, yönetimi kolaylaştırmak adına İstanbul’u on dört alana bölmeyi hedefliyordu. Bütün belediye dairelerini aynı anda kurmayı akıl kârı bulmayan komisyon, ilk adımını Batı’yı yakından tanıyan Galata ve Pera’da atacaktı ve sonradan hayata geçirilecek diğer on üç belediye dairesi de bu örneğin tecrübelerinden yararlanacaktı. Böylece sınırları Galata, Pera ve Tophane’yi kapsayan Altıncı Daire Belediyesi’nin kuruluşu, 1857 yılında dönemin resmi gazetesi Takvim–i Vekâyi ’de ilan edildi. Altıncı Daire önceliğini Galata’daki ticaret etkinliklerini rahatlatacak çalışmalara verdi. Yollar genişletildi, günümüzde halen sıklıkla kullanılan sokakların bazıları bu dönemde açıldı, kaldırımlar yapıldı, evler numaralandırıldı, mezarlıklar bölgenin dışına çıkarıldı ve sokaklar aydınlatıldı. 1864–65’te, Altıncı Daire’nin en tartışmalı kararlarından biri olan Galata surlarının yıkımı gerçekleşti. Bu karar birçok kişiyi çok rahatsız etse de hedeflenen gerçekleşti ve Galata semti içine sıkıştığı fiziksel sınırlardan azat oldu. Bu yıkımdan sonra adeta Altıncı Daire’nin altın çağı başladı. Bu büyük değişim Altıncı Daire’nin görev bölgesine İSTASYON 13 HAYAT yeni bir mimari kültür katabileceği ve farklı bir kentsel görünüm kazandırabileceği anlamına geliyordu. Surlar ve hendeklerin ortadan kaldırılmasıyla kazanılan araziler belediye tarafından satışa çıkarıldı. Altıncı Daire ayrıcalıklı konumunu 1876’daki Belediyeler Kanunu ile kaybedecekti; fakat o gün gelene kadar hatırı sayılır siyasi ve ekonomik zorluklara rağmen elinden geleni yaptı. Semti baştan yaratmasa da çözsün diye kendisine verilen sorunları büyük ölçüde çözdü ve Galata ile Pera’nın yenilenme ihtiyacını ve arzusunu gidermeyi başardı. Avrupa’da neler olup bittiğini yakından takip eden Galatalılar, bireysel ölçekte bu değişimi zaten başlatmıştı, ama Altıncı Daire’nin çalışmaları, semtin geçirdiği değişimin ve modernleşme isteğinin hükümet tarafından tescillendiği anlamına geliyordu. AHŞAP KONAKTAN KÂGIR KONUTLARA TAŞINMAK KONFOR VE GÜVENLIK AÇISINDAN ANLAŞILABILIRDI, FAKAT DAHA FAZLASINA GERÇEKTEN GEREK VAR MIYDI? Galatalılar Altıncı Daire’nin icazeti üzerine bir sabah uyanıp tüm Osmanlı tarzı konutları yıkmaya, yerlerine günümüzde hâlâ ayakta olan o kâgir apartmanları yapmaya ve inşaat biter bitmez de taşınıp içinde yaşamaya başlamadı tabii. 19’uncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde Altıncı Daire kenti modernleştirme konusunda üzerine düşeni yaparken Galata sakinleri de neredeyse eşzamanlı olarak yeni bir konut tipini benimsemeye başlamıştı. “Bu yeni konutlar eski konaklarla tamamen aynı değillerdi, ama şu an oturduğumuz apartmanlara da hiç benzemiyorlardı,” diyor Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ayşe Derin Öncel. Galata’nın apartmanlaşma sürecinde sıklıkla görmezden gelinen bir unsur olan bu “ara tip” konutlar, yüzyıllardır konaklarda yaşayan bir toplu- mun nasıl apartmana geçtiğiyle ilgili çok değerli bir bilgi veriyor aslında. Bu geçiş tipi konutlar kâgir ve birkaç katlı olmalarıyla apartmanları andırıyordu; ancak kat bağımsızlıkları olmaması açısından konaklara benziyorlardı; yani mutfak ve banyo gibi alanlardan tüm bina yararlanıyordu ve her şeyden önemlisi her katta farklı aileler otursun diye değil, tüm bina tek ve kalabalık bir ailenin yaşam alanı olarak inşa ediliyordu. Ancak sonradan fikir değiştirilirse her bir katı bağımsız hale getirip kiraya vermek de mümkündü. Bilinen en eski örnekleri 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar uzanan bu yapılar, Altıncı Daire’nin faaliyetleri devam ederken Galata sokaklarını kaplamaya başlamıştı. Geçiş tipi konutlarda yaşayanlara sorarsanız, alıştıkları rahat aile konutlarını terk edip apartmanlara geçmek için pek fazla geçerli neden yoktu. Ahşap konaktan kâgir geçiş tipi konutlara taşınmak konfor ve güvenlik açısından anlaşılabilirdi, fakat daha fazlasına gerçekten gerek var mıydı? Konaktaki hayatından memnun olan, çalışmak zorunda olmayan aileler zaten bu yanı başlarındaki yeni apartmanlarda yaşamak için uğraşmadı hiç. Bu tereddütün ve isteksizliğin yer yer bilinçli bir reddedişe dönüştüğü de oldu. Tıpkı hali vakti yerinde bir Galata ailesi olan Yannisopoulolar örneğinde olduğu gibi. Bir Galata sokağında kendi apartmanını yaptıran Yannisopoulolar, apartmanlarının inşası bitmiş olsa da sokağın hemen karşısındaki, apartman olmayan aile evlerini hiç terk etmedi. Apartmanlarından kira getirisi dışında bir beklentileri yoktu. “Hiçbir Yannisopoulo o apartmanda oturmadı,” diyor Öncel. “Direnç, öylesine güçlü bir direnç.” Yine de hem inatçı Yannisopoulolar hem diğer Galata aileleri geçiş tipi konutlarla yetinmediler. Bugün hâlâ büyük bir bölümünün içinde yaşamın devam ettiği büyük apartmanları yaptılar. Çünkü kentlerinin değiştiğinin farkındaydılar. Yalnızca kentleri değil, tüm Avrupa toplumsal ve kültürel bir değişim yaşıyordu: Claude Monet İzlenim: Gün Doğumu’nu resmediyor, Karl Benz ilk otomobili üretmekle uğraşıyor, Sigmund Freud ilk makalelerini yazıyordu. Fin–de–siècle ruhu artık aynı zamanda Batılı bir kent olan İstanbul’a, Galata ve Pera’ya da uzanmıştı. Genellikle finans, ticaret ve eğlence temalı, kısa bir süre önce var olmayan meslekler türemişti. Artık insanlar geceleri dışarı çıkıyor, kafelerde sonu gelmez sohbetler ediyor, sanat ve eğlence tüketiyordu. Yeni çağın yeni insanları yeni işlerde çalışacak, Galata’da yaşayacak ve apartmanlarda oturacaktı. Yannisopoulolar hiçbir zaman bir apartmana taşınmayacak olabilirlerdi, fakat Galata’da yaşamaya can atan genç “beyaz yakalılar” ve onların çok sevdiği apartmanlar, bölgedeki mülk sahipleri için kira geliri demekti. Ailelerini konaklarda veya aile konutlarında bırakan bu genç nesil, yeni hayat tarzlarına pek uygun olan bu yeni, Avrupai binalara bir bir yerleşti ve Galata’nın ilk apartmanlarının ilk sakinleri oldu. Bu insanlar büyük ölçüde kiracıydı ve neredeyse tamamı Avrupalı veya gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarıydı. Geçiş tipi konutlara aşina olan Galata sokaklarına apartmanlarla gelen yeni mimari doku ve toplumsal yaşam, değişen kuşaklarla iyice benimsendi ve geçiş tipi konutların çoğu görece kısa bir sürede tüketilerek yerlerini büyük ölçüde apartmanlara bıraktı. Apartmanlaşma sürecini hızlandıran iki de yan unsur vardı. Bunlardan ilki, 1858 yılındaki şartnamelerle ve 1867 yılından itibaren ilan edilen kanunlarla giderek daha fazla millete mülkiyet hakkı tanınmaya başlanması oldu. Artık her Osmanlı vatandaşı, dininden bağımsız bir şekilde eşit mülkiyet hakkına sahipti. Batılı yaşam tarzına aşina Levantenler ve gayrimüslim Osmanlılar, artık alışkanlıklarını veya arzularını mimariye daha dolaysız ve hızlı bir şekilde uygulayabileceklerdi. Bir diğer unsursa İstanbul’un çok eskiden beri yakından tanıdığı, yüzlerce yıllık bir düşmandı: Yangınlar. Alevlere müdahaleyi güçleştiren bir sokak ağına sahip olan Galata’nın ahşap yapıları yangınlardan çok zarar görüyordu. Binalar yanıyor, yerine yenileri yapılıyor, sonra onlar da yanıyordu. Üç sokak ötedeki komşunuzun sobası beklenmedik bir kıvılcım saçtığı için birkaç KONAKTAN APARTMANA Galata ve Pera, 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar kentin geri kalanı gibi geleneksel ahşap konutlarla kaplıydı. Bölgenin 19’uncu yüzyılda değişen ekonomik ve toplumsal koşulları fiziksel görünümüne de yansıdı: Önce konaklar yerini geçiş tipi kâgir konutlara bıraktı, sonrasındaysa bu ara tip konutlar apartmanlara dönüştü. Apartmanlar da kısa sürede çeşitlendi: Bazıları oldukça darken bazıları birkaç kapı gerektirecek kadar geniş cephelere sahipti. Geleneksel Osmanlı konağı, 18. yüzyıl sonu, Beşiktaş 14 İSTASYON Geçiş tipi konut, 19. yüzyıl ortaları, Pera Barnathan Apartmanı, 1892, Galata Botter Apartmanı, 1900, Pera saat içerisinde sizin eviniz, hatta sokağınız yok olabiliyordu. Yangınlar her ne kadar diken üstünde bir yaşama neden olsa da yaygın inanışın aksine apartmanlara geçilmesinin temel nedenlerinden biri değildi. “Galata’nın dönüşümünde yangınların rolü hemen hemen hiç yok,” diyor tarihçi Dr. Lorans Tanatar Baruh. “İhtiyaçtan doğuyor apartmanlaşma.” Dönüşümün başrolünde nüfus baskısı ve sosyo–ekonomik değişim vardı; ki zaten geçiş tipi kâgir konutlar da yangınlara karşı benzer bir koruma sağlıyordu. Alevler apartmanlaşma sürecinde kullanışlı bir enstrüman olarak devreye girdi. “Yangınlar aslında kenti daha modern hale getirmek için bir araç olarak kullanılıyor,” diyen mimar Ayşe Derin Öncel de Baruh’la hemfikir. Bu yangın felaketlerinin en büyüklerinden biri olan 1870 Pera yangını da Öncel’in önerisini destekliyor. 5 Haziran 1870’te yaşanan ve özellikle Taksim civarını dümdüz eden bu yangın on üçüncü saatinde söndürüldüğünde ardında şöyle bir manzara bıraktı: Yangınlardan bıkmış bir halk ve hükümet, yangına çok daha dayanıklı olan yeni bir konut tipi ve tekrar konutla doldurulması gereken, birçok insanın üzerinde yaşamak istediği, yüksek değerli boş araziler. Benzer felaketlerin ne kadar sık yaşandığı düşünülürse, başta 1870 yangını olmak üzere Galata ve Pera yangınlarının, apartmanların ortaya çıkışında doğrudan bir rolü olmasa da, bölgenin kâgirleşme hızını kayda değer bir şekilde artırdığını söylemek gayet mümkün. Apartmanların ortaya çıkışı sosyo–ekonomik bir değişimin fiziksel boyutu olduğu için bu yeni yapı tipi geçici değil, kalıcı oldu. Bu dönemde inşa edilen yeni yapıların çoğu kâgirdi. Bu gidişat yalnızca hükümet tarafından değil (örneğin tuğla fabrikası kurulmuş ve kâgir malzeme taşıma ücretleri düşürülmüştü, kâgir yapı tekniği zorunlu hale getirilmişti ve hükümet gücü yettiğince bu kuralı uygulatmaya çalışıyordu), dönemin basın organları tarafından da cesaretlendiriliyordu. Gazeteler bölgenin “tamamen Avrupalı bir görünüşe” kavuştuğunu ve “sağlam ve taş binalarla bölgenin güzelleştiğini” yazıyordu. Fakat bu yeni durum herkesi heyecanlandırmıyordu. Galata ve Pera’nın olmaya çalıştığı şeyi olamadığını düşünen bazı Avrupalı gezginler bu başarısızlığı kentin yüzüne acımasızca vuru- Kente bıraktıkları pek çok eser arasında Galata’daki Kamondo Merdivenleri de bulunan Kamondo ailesi ve dönemin diğer varsıl aileleri, Galata ve Pera’nın mimari ve ekonomik dönüşümünde kayda değer bir rol oynadı. Bu ailelerin birçok üyesi belediye meclisine veya danışma kurullarına üyeydi ve görüşleri, alınan kararlarda etkili oluyordu. İSTASYON 15 HAYAT Batılılaşan İstanbul, 19’uncu yüzyılda Paris tarzındaki apartmanlarla Londra tarzındaki sıra evler arasında bir yol ayrımındaydı. Osmanlı devlet adamı ve diplomatı olan ve başkentin fiziksel değişimiyle de yakından ilgilenen Mustafa Reşid Paşa’ya göre tek ailelik İngiliz konutları, birçok ailenin bir arada yaşadığı Fransız apartmanlarına kıyasla Osmanlı yaşam tarzına daha uygundu. Ancak İstanbullular tercihlerini apartmandan yana kullandı ve 1875 yılında Akaretler’de Sarkis Balyan mimarlığında yapımına başlanan sıra evler, sapılmayan bir yolun az rastlanan hatıralarından biri olarak kaldı. yorlardı. “Aşağılama hevesiyle söylemiyorum, gerçekten Pera, bir yabancıya çok az şey verebilir,” diyordu Fransız tarihçi J.H.A. Ubicini. İngiliz gezgin W.H. Hutton’a göre ise bu bölge “Batı uygarlığının grotesk bir taklidi”ydi. Galata ve Pera’nın Batılı yaşam tarzını benimsemiş sakinleri, genel anlamda durumdan memnun olsa da bölgenin Müslüman nüfusu arasında yadırgama ve yer yer saldırgan bir tutum içinde olanlar da vardı. Ticari imtiyazlardan faydalanan varlıklı yabancı ve gayrimüslim nüfusun artması, Müslüman Galatalıların daha dar bir alana sıkışmalarına ve eskiden içinde kendilerini rahat hissettikleri semte yabancılaşmalarına yol açabiliyordu. Gerekli izinleri aldıktan sonra Kulekapısı’na taşınan, imam ve mahalle bekçisinin gözü önünde mahalleliler tarafından tartaklanan ve evlerine hasar verilen Avusturyalı Zimmermann çiftinin öyküsüne benzer haberlere gazetelerde rastlamak mümkündü. Modernleşmenin Batılılaşmayla çoğu zaman eş tutulması, hem bölgede hem de İstanbul genelinde pek çok kalp kırmıştı. Özellikle ticaret konusunda her kesimden İstanbullunun bir arada çalışması veya Eminönü– Galata’daki dükkân ve sokakların kentin tüm kesimlerinden insanları bir araya toplamasına rağmen, farklı sosyo–kültürel YENI ÇAĞIN YENI INSANLARI YENI IŞLERDE ÇALIŞACAK, GALATA’DA YAŞAYACAK VE APARTMANLARDA OTURACAKTI. 19’uncu yüzyıl dokusunun fazla bozulmadan günümüze ulaştığı Galata, İstiklâl Caddesi ve çevredeki Tarlabaşı veya Karaköy gibi semtlere olan ilgi her geçen gün artıyor. Bu durum günlük yaşama doğrudan etki ediyor: Kiralar artıyor, semtler kimlik değiştiriyor, kapsamlı kentsel dönüşüm projeleri gündeme geliyor. Bu değişim, Elmadağ’daki Arif Paşa Apartmanı gibi dikkatle korunması gereken mimari örneklerin sınırına dayanmış durumda (altta solda). İstanbul’a 19’uncu yüzyılda Galata ve Pera’dan girip yerleşen yeni yaşam tarzı kentin hem fiziksel görünümünü hem de günlük hayatını geri alınamayacak bir şekilde değiştirdi. Yıllar içinde yer değiştiren, kapanan ve günümüzde farklı bir isme sahip bir restorana dönüşen tarihi Markiz Pastanesi’nin duvarlarında mevsimleri temsil eden kadın figürleri, oldukça uzun bir süredir bu yaşam tarzını benimsemiş insanları izliyor (altta sağda). 16 İSTASYON değerleri olan toplulukların iletişimi bir noktada sınırlı kalıyordu ve bunun sonuçları da toplumda hissediliyordu. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Galata ve Pera’nın yazarı Prof. Dr. Nur Akın’a göre Galata ve Pera’nın o dönemki sakinlerinin Osmanlı başkentindeki konumları, sömürgeci devletlerin kolonilerdeki uzantılarına benziyordu ve bu Batılı semtlerin hızla gelişmesinin temelinde iç dinamikler değil, bir çıkar ilişkisi yatıyordu. Galata ve Pera sakinleri yarım yüzyıl içinde inanılmaz bir servete kavuşmuştu ve bazı Batılı yazar ve seyyâhlara göre hâlâ yetersiz olsa da seçkin bir yaşam tarzı sürmüşlerdi. Baruh’a göreyse Galata ve Pera, Tarihi Yarımada’ya, hem ticari hem de Galata Köprüsü aracılığıyla fiziksel olarak bağlıydı. Bu köprü Doğu ile Batı’yı kesin bir şekilde ayırmıyor, aksine iki yakayı birleştirerek aynı anda birçok şehir olabilen bir 19’uncu yüzyıl metropolünü, İstanbul’u oluşturuyordu. Galata ve Eminönü’ndeki dükkânlar, hiçbir müşteriyi kaçırmamak için tabelalarını Osmanlıca, Rumca, Ermenice ve Fransızca olmak üzere dört dilde hazırlıyordu. Kapalıçarşı çevresindeki geleneksel konaklar ve Nişantaşı’nda saray çevresindeki siyasi elite ait ihtişamlı konaklar en az Pera apartmanları kadar prestijli konutlardı. Dinamikleri ne olursa olsun bu değişim kalıcı oldu ve kentin fiziksel görüntüsüne yansıdı. Osmanlı konutları Batılılaşırken, Batı’dan gelen bu yeni konut tipi de kısmen Osmanlılaştı. Osmanlı Devleti’nin ilk apartmanları, ülkenin en Batılılaşmış bölgesi olan Galata’da ortaya çıkmasına rağmen Batı’daki örneklerin bir karbon kopyası olduklarını söylemek çok da doğru değil. Yüzlerce yıldır temel yaşama alanı olarak evlerin sofalarını kullanmış olan aileler şimdi ne yapacaktı? Veya apartmanda oturmak isteyenlerin, Osmanlı konutlarının tipik çıkmaların- dan ya da bu topraklarda pek sevilen cumbalardan vazgeçmesi mi gerekecekti? Hayır. Zaten ilk apartmanlar öyle Batı tarzı eğitim görmüş mimarlar tarafından değil, çoğunluğu Ermeni veya Rum olan, bu toprakların geleneklerine sahip Osmanlı ustaları tarafından yapıldı. Konaklardan ve bitişik nizam ahşap konutlardan apartmanlara geçerken, eski yaşam tarzına ait her şeyi, özellikle de o konutların sevdiğimiz yanlarını geride bırakma zorunluluğu yoktu ne de olsa. Bazı apartmanlarda sofalar, apartman dairelerinin ortalarına yerleştirildi ve korundu. Işık almaları için yanlarına aydınlıklar yerleştirildi. İlk katlarda (ki en prestijli kat buydu, yerden yüksekti ve merdivenlerle cebelleşmeyi gerektirmiyordu, tavanları da daha yüksek tutulurdu) cumba korundu, ama üstlerine Batı’dan transfer edilen balkonlar inşa edildiği oldu. “Bir apartmanın en üst katında ufak bir hamama bile rastladık,” diyor Öncel. Eski alışkanlıklardan kurtulmak zor. 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde, limana yakın yerlerdeki ticari yapılaşma konutları önce tepeye, oradan da Pera’ya doğru itti. Limandan tepeye uzanan yeni yollar yapılması ve Tünel’in açılması da Galata ve Pera’nın apartmanlaşmasının önündeki lojistik ve topografik engelleri ortadan kaldırdı. Böylece apartmanlar, o zamanlar Cadde–i Kebir veya Grande Rue de Péra olarak anılan İstiklâl Caddesi’ndeki elçilikler çevresinde zaten türemeye başlamış olan kâgir konutları da önüne kattı ve çok geçmeden bu aksı ve havzasını kapladı. Apartmanlar büyüdü, çeşitlendi. Sıra evler ve pasaj apartmanları İstanbul’da görülmeye başladı. Osmanlı kalfaları yerine Fossati kardeşler, Alexandre Vallaury, Raimondo d’Aronco ve Giulio Mongeri gibi dönemin ünlü Batı kökenli mimarları ve Batı tarzında eğitim görmüş, artık apartman yapmaya alışık Osmanlı mimarları tarafından inşa edilen yapıların sayısı arttı. Artık son derece prestijli bir semt olan Pera’nın ana caddeleri bölgenin zengin gayrimüslim ve özellikle Levanten ailelerinin görkemli cephelere sahip apartmanlarıyla doldu. Müslüman Osmanlılar İstiklâl Caddesi üzerinde apartmanlar yaptırmış olsalar da bu bölgeye ilgileri yatırım odaklı oldu ve oturma açısından Galata ve Pera’ya çok rağbet etmediler. Yüzyıl dönümü bu yeni konut tipinin altın çağı oldu. 1895–1905 arası dönemde Galata ve Pera’da yaklaşık 500 apartman inşa edildi. Galata’daki modern apartmanların yaklaşık yüzde 70’i, Pera’dakilerinse yaklaşık yüzde 90’ı 1894– 95’ten sonra yapıldı. Pera apartmanları Galata’ya kıyasla daha nezih ve ferahtı; daireleri de genellikle daha geniş oluyordu. Ayrıca çoğu üç-dört katlı olan Galata apartmanlarının aksine Pera’dakiler büyük çoğunlukla beş-altı katlıydı. Apartmanlar İstiklâl Caddesi’nin diğer ucu olan Taksim’e ulaştı. Önce Tarlabaşı, Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) ve Moda’ya, sonra Nişantaşı, Şişli ve Kadıköy’e yayıldı. Apartmanların İstanbul ve Osmanlı’nın değişen sosyo–ekonomik kültürüne getirdiği çözüm halk tarafından da mantıklı bulunmuş olmalı ki, bu noktadan sonra bu yeni konutların sayısı hızla arttı ve geleneksel Osmanlı konutları git gide daha az rastlanır hale geldi. İstanbul artık bir apartman kentine dönüşürken imparatorluğun İzmir, Halep, Beyrut ve resmi olarak 1914 yılına kadar bir Osmanlı kenti olan Kahire gibi ticaret kentlerinde de İstanbul ile yer yer paralellik gösteren fakat biraz gecikmeli bir apartmanlaşma süreci yaşandı. Apartmanlar, bir gün tekrar bahçeli bir konakta yaşama hayali kuran nesillerin hayatına böylece girmiş oldu. Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 17 TARİHTEN LEYL İLE MECNUN DOĞU’NUN ÖLÜMSÜZ ÂŞIKLARI AŞK TARİHİNİN ŞAHESERİNİ FUZULÎ YAZDI DÂSTÂN-I LEYLÎ VÜ MECNÛN Leylâ ile Mecnun, Doğu dünyasına özgü aşkın ölümsüzlüğünü, aşka yüklenen sonsuzluğu dile getiren en tanınmış efsanedir. Önce sözlü olarak anlatıldı. Sonra İslâm coğrafyasının büyük şairlerinin en çok sevdiği konular arasına girdi. Fuzulî’nin kaleminde klasikleşti. Leylâ demek, cennette bir huri Mecnun demek, karanlıkta bir ışık 18 İSTASYON EFSANENİN TARİHİNİ DEĞİŞTİREN KİTAP Diyarbakır’da bir sahafta bulunan Leylâ ile Mecnun yazmasının, yazısı, sürhü ve kâğıdı itibariyle en geç 16’ncı yüzyıl başında kaleme alındığı ortaya çıktı. Buna göre, Fuzulî tahmin edilenden önce yaşamıştı. İSTASYON 19 TARİHTEN olan bu şair, Gülşen-i Uşşak (Aşıkların Gül Bahçesi) adını verdiği 6446 beyitlik mesnevisini 1478’de şehzadeye sunmuş. Nevaî, Şâhidî’nin çağdaşları ve sonrakilerden konuyu işleyenler az değildir. Hamdî, Behiştî (15’inci yüzyıl), Bursalı veya İznikli Celilî, Sevdâî (16’ncı yüzyıl), ilk akla gelen ve eserleri günümüze ulaşanlardır. Leylâ ile Mecnun’un Arapça, Farsça, Urduca, Çağatay-Azeri-Anadolu Türkçeleriyle yazmaları, bunlardan yapılmış basmaları, halk hikâyesi yapısına uyarlanmış taşbaskıları çoktur. Yüzyıllar boyunca Anadolu’da okunup anlatılan aşk öykülerinin başta geleni Leylâ ve Mecnun, diğeri Kerem ile Aslı’ydı. ARAPLAR, IRANLILAR, HINTLILER, TÜRKLER YÜZYILLARCA ANLATTI, DINLEDI, AĞLADI omşu coğrafyalarda yerleşik Araplar, Farslar ve Türkler yüzyıllarca yarı efsanevi aşk öyküsünü okudular, anlattılar, dinlediler; duygulandılar, ağladılar. Romanın bilinmediği devirlerin ozan ve yazarları da aşkları daha mükemmel dillendirmek için yarıştıklarından bunlardan birini klasik aşk öykülerinin ilk sırasına çıkarttılar. Bu efsane, Arap edebiyatının İslâmiyetten sonraki erken çağında Irak, Necid, Hicaz kabilelerinin belki bir çalgı eşliğinde dinledikleri, hatta ağladıkları yarı ağıtsı Leylâ ve Mecnun’du. En geç 10’uncu yüzyılda ünlendiği sanılan öykü zamanla İran’da, daha sonra Türk yurtlarında ve Anadolu’da da benimsendi. Arap, Fars ve Türk şairleri, başeserleri için bu konuyu tercih ettiler. Böylece Arap coğrafyasında doğup İslam dünyasına yayılan, giderek efsanevi vurgusu artan Leylâ ve Mecnun, diğerlerine oranla daha yaygın hicran öyküsü oldu. Öykünün kabileler arasında dolaşan parçalarını derleyip Divan Macnun Layla adı altında söylencelikten yazılı edebiyata geçiren Ebubekir el-Vâlibî’dir. Arada başka yazarların da işlediği konuyu, Son olarak 20’nci yüzyıl Arap şairlerinden Ahmed Şevki, İsfahanî’nin Aganî yapıtındaki çerçevesinde ele alarak 1931’de manzum bir dram yazmıştır. Efsanenin İran’da da sözlü aktarıma dayalı uzun bir dönemi var. Bunlar Kıssa-i Mecnun ve Leylâ, Kıssa-i Kays bin el-Mülevvah, el-Ma’ruf beMecnun Leylâ adlarıyla 12’nci yüzyılda toplandı. İran şairlerinin işlediği Leylâ ve Mecnûn’un, mesnevi tarzında ilk manzum şaheserini 1188’de Genceli Nizâmî, Şirvanşah hükümdarı Minuçihr oğlu Ahistan için kaleme aldı. Nizâmî, bu trajik öykünün Araplar arasındaki söylencelerini derleyip klasik mesnevi yapısına uygun bir yorumla her biri ayrı bir konu içeren manzum beş öyküsü (hamsesi) arasında şiirleştirdi. Bu sayede, eski bir sözlü Arap öyküsü, geçtiği coğrafyanın çok uzağında ve yüzlerce yıl sonra, MEKTEPTE BAŞLAYAN AŞK şanına lâyık, dört dörtlük Mektebde onunla oldu hemdem bir manzum öyküye dönüşBir nice melek misâl kız hem tü. Nizamî, öykünün yalın Bir saf kız oturdu bir saf oğlan ve parça bölük içeriğini Cem oldu behişte hûr ü gılman çöl yaşamı yanında kent yaşamından sahnelere de yer vererek uyarladığından, sonraki dönemde Leylâ ve Mecnûn’u yeniden işleyenler çoğunca Nizamî’yi izlediler. Onun açtığı hamse çığrını takip edenlerden Hüsrev-i Dehlevî (ö.1325), Câmî (ö.1493) ve başkaları, Hüsrev ve Şirin, Vâmık ve Azra gibi aşk öyküleri yanında, Leylâ ve Mecnun’a da hamselerinde yer verdiler; böylece öykü klasik mesnevilerin ilk sırasına girdi. Fars edebiyatında 12’nci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla değin yazılan 40 dolayındaki Leylâ ve Mecnun’un 17’sinin yazma nüshaları günümüze ulaştı. Aynı dönemde Hindistan’da da Urdu diliyle yazılmış sekiz Mecnun ve Leylâ saptanmıştır. Türk edebiyatında da yine mesnevi tarzında ve beş öykü “hamse” tertibinde Leylâ ve Mecnun yazanlar var. Ali Şir Nevaî (ö.1501), Nizamî’nin, Hüsrev-i Dehlevî’nin, Süheylî’nin yapıtlarından esinlenerek ve kimi yeni motifler katarak 1485’te Çağatay Türkçesiyle yazmış. Anadolu Türkçesiyle bağımsız olarak veya hamse kapsamında Leylâ ve Mecnun yazanların ilki, Edirneli Şâhidî’dir. Cem Sultan’ın (ö.1495) kâtibi ve musahibi FUZULÎ’YE IMTIHAN OKU EFSANE, ARAP EDEBIYATINDA İSLÂMIYETTEN SONRAKI ERKEN ÇAĞDA SÖZLÜ BIR AĞITTI. İSLÂM COĞRAFYASINDA YAYILDI. ÜÇ DILDE YAZAN ŞAIRLERIN ILGISINI ÇEKTI. NIZAMÎ VE FUZULÎ’NIN ŞAHESERLERI BÖYLECE ORTAYA ÇIKTI. 20 İSTASYON TÜRK EDEBIYATININ USTASI (Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Doç. Dr. Haluk İpekten, 1988, S. 152-153) Fuzulî, klasik Türk edebiyatının en büyük isimlerinden biridir. Ancak hayatı hakkında çok az şey bilinir. Doğum tarihi de tartışmalıdır. Asıl adının Mehmed olduğu düşünülür. “Fuzulî” onun eserlerinde kullandığı mahlasıdır. Kendisi, Irak’ta doğduğunu belirtir. Bu büyük şairin Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri her üç dilin de şaheserleri arasında sayılır. Onun hakkında Tezkirelere göre Divan Edebiyatı İsimler Süzlüğü’nde şöyle denilir: “Fuzulî (ölümü 963/ 1555-56) Bağdat’ta doğdu. Doğuda şiir söyleyenle- rin üstadıdır. Ölünceye kadar şiirlerle uğraştı. Kanunî, Bağdat’a gelince kasideler sundu. Nevaî tarzında bediî bir üslûbu vardır. Tarzında tektir. Büyük bir şairdir. Şiirleri sağlam, nazik ve renklidir. Türk diliyle yazılmış hamsesi vardır. Özellikle “Leylâ vü Mecnun” adlı mesnevisi çok tanınmıştır. Hüseyin Vâiz’in “Ravzatü’şŞehüdası”nı çevirip “Hadikatü’s Süeda” adını vermiştir. Ancak tam çeviri değildir. “Rind ü Zahid”, Beng ü Bâde”, “Sıhhat ü Maraz”, Arapça, Farsça ve Türkçe divanları vardır.” Dâstân-ı Leylî vü Mecnûn dramatik aşk öyküsünü şanına lâyık içerik, lirizm ve şiirsellikle şahesere dönüştürense o topraklardan Fuzulî oldu. Giriş dizelerinde “Nizamî’yi okudum” diyen şair, bir gün “nice zarif-i hıtta-i Rum”(Anadolulu aydınlar ozanlar) ile bir mecliste oturur. Saz, meze, şarap... yiyip içerlerken şairler Fuzulî’ye bir “imtihan oku” yöneltirler: “Ey söz ustası! Gizli bir hazineyi ortaya çıkar: Leylî Mecnûn Acemde çokdur/ Etrâkde ol efsane yokdur. Gel, bu eski destanı yeniden yeşert!” derler. Şair, sınava çekildiğini, bir musibet ve belâ meclisine düştüğünü anlar. O efsanenin “Evveli gam sonu LEYLÂ’YI AİLESİ ÇADIRA KAPATIR fenâ” olup, “ne bâdesinde Leylî hem oturdu evde nâçâr sevinçten renk, ne nağDöndü sedefine dürr-i şehvâr mesinde ferahtan âhenk” olmadığını; yazarsa gam Gördü ki (Kays) behişte hûr(i) gelmez üstüne gam yaşatacağıGün çıkdı henüz nûr gelmez nı düşünür. Ama özür dilemektense tevekkülle işe başlamayı seçer. Çünkü o aşk, kendi duygularına, mükemmel ve samimi anlatma arayışına çok uygundur. Leylâ ve Mecnun’u önceki şairler gibi bir hamse içinde değil, kaside, naat, dua, methiye ve gazellerle donatarak 3 bin beyit dolayında bir mesnevide işler. Leylâ ve Mecnun’un 16’ncı yüzyılda uyandırdığı ilgi, divan ve halk şairlerinin konuyu yeniden yeniye yazmalarından anlaşılıyor. Kıssahanlar, meddahlar, halk ozanları, bu efsaneyi etkileyici gazeller ve deyişlerle renklendirerek hanlarda, kahvehanelerde gemi yolculuklarında, iskele çardaklarında Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Battalnâme, Hamzanâme gibi okuyor veya anlatıyorlardı. Eski Arap nesep (soy) bilginleri bu vuslatsız aşkın İSTASYON 21 TARİHTEN “esas oğlan”ı Mecnun’u çok tartışmışlar ama gerçek bir şahsiyet mi, bir masal insanı mı kesin bir karara varamamışlar. Bir söylenceye göre, Emeviler döneminde (656-744) yaşamış, “el-Mecnûn” mahlasıyla şiirler söyleyen Kays bin Mülavvah el-Âmirî (ö. 690’lar) adında bir şairmiş. Diğer söylencelere göre Kays, Beni Ümeyye (Emevi) ailesinden, gerçek kimliğini gizleyen, kabile reisi Mülevvah’ın oğluymuş. Şu söylence de ilginç: Kays bebekliğinde çok ağlar, ancak güzel bir kadının kucağında susarmış! Mecnun için gerçek, hatta divan sahibi bir şairdi diyenler de olmuş. Mecnun Divanı’nın yazma nüshalarından da söz edilmiştir. Bir gariplik de bu aşk efsanesinin adındadır. “Tutulma” önceliği daima erkekte olduğu için, âşık çiftlere Kerem ile Aslı, Vâmık ile Azra, Ferhat ile Şirin denilmesi de doğaldır. Oysa bu ikiliye, pek ender Mecnun ile Leylî dense de, kıza öncelik verilerek Leylâ ile Mecnun denilmiş. “Esas kız”ın yani Leylî/Leylâ’nın (geceye ait-çok karanlık gece anlamında) adı da takma olmalı. Künyesi “Leylâ binti Mehdi bin Sa’d el- Âmiriya” imiş. Bu durumda Mecnun/ Kays, Leylâ’nın babasıyla kuzen oluyor. İmgesel ya da gerçek Mecnun kimdi? Leylâ kimdi? Bu sorular, zaman belirleme açısından da duraksamalı: Bu umutsuz aşk, Emevi halifeleri (650-744) veya bir yüzyıl daha sonra Abbasiler’den Harun Reşid’in halifeliMECNUN KÂBE’DE DUA EDER ğinde (783-805) yaşanYâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni mış olmalı. Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni Arap nesep (soy sop) Oldukça ben götürme belâdan irâdetim bilgini İbn el-Kalbî’ye Ben isterim belâyı çü ister belâ beni (ö.819) göre bu öykü, Beni Ümeyye yani EmevilerGitdikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın den, amcasının kızını seGeldikçe derdine beter et mübtelâ beni ven, ama aşkını açıklamak 22 İSTASYON 500 YILLIK FUZULÎ YAZMASI Leylâ ve Mecnun yazması, kâğıdı, yazısı, taşıdığı mühür ve ibarelerle, 15’inci yüzyıl sonu, en geç 16’ncı yüzyıl başlarında yazılmış olabileceği izlenimi veriyor. Mecnun’un Leylâ ile son buluşması. istemeyen genç bir şairin düzmecesiydi. Oysa, El-Kalbî’den 150 yıl sonra, Abu’l-Farac el-İsfahanî (ö.967) el-Aganî adlı eserinde, Halid bin Cemil- Halid bin Kulsum ikilisinin böyle bir hikâye uydurduklarını kaydeder. İbnü’l-Nadim de 987’de yazdığı Kitâb el-Fihrist’de, Kitâb Macnun va Layla’yı da tanıtır. Yukarıda değinilen Ebubekir el-Valibî, şiirsel içerikli yapıtı, manzum-mensur bir öyküye dönüştürmüştü. Şu sonuca varılıyor ki Arap edebiyatı, 10’uncu yüzyıl kapanmadan yazılı Leylâ ve Mecnun eserine sahipti, anlatı da yaygın bir halk öyküsü değerini kazanmıştı. Dünya kütüphanelerinde eserin bu ilk evresine tarihlenen yazmaları ve bunların basmaları vardır. Türkiye’de de Arapça, Farsça, Türkçe Leylâ ve Mecnun yazmalarının yanında, İbn Mubarrad’ın Nuzhat el Musamir fi ahbar Macnun beni Âmir adlı eserinin yegâne yazması Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça yazmaları arasındadır. Diyarbakır Sipahiler çarşısında yaşlı bir sahaf vardı. Camekânına birkaç eski kitap asar, kışın, iskemlesinin önündeki teneke mangalda ateş, mütevekkilâne müşteri beklerdi. Yolum Diyarbakır’a düşerse uğrardım. Eline aldığı herhangi eski kitabın konusunu bilecek kadar doğu kitabiyatına, dolayısıyla Arapça, Farsça ve Türkçeye vakıftı. Gençliğinde evinin yazma dolu iki odasını çökmesin diye payandaladığını anlatmıştı. Elden düşme kitapları yüzde 10 gibi bir kârla satardı. Sorduğumda, “Fazlası haram” demişti... Tanıyanlarının “Seyda” dedikleri Şefik Güleken’i -keşke halen hayattadır iyimserliğinde olabilsem- rahmetle anıyorum. 1986 yazında Diyarbakır’dan birlikte gittiğimiz köy evinde bize bir yığın fersude gösterildi. Boş dönmemek için birkaç cönk ve mecmua seçtim. Şefik Efendi de benim için üç kitap ayırdı. Bunlar, Ahter-i Kebir, Akkoyunlularla ilgili eksik bir tarih ve Fuzulî’nin Leylâ vü Mecnun mesnevisiydi. Tarihle mesneviyi, baştan sona okudum. Yazma tarih, Heşt Behişt ’in 18’inci yüzyılda yapılmış Türkçe çevrisinin Akkoyunlular ve Şah İsmail’i anlatan bölümleriydi. İstanbul’da İletişim Yayınları’nda Orhan Şaik Bey’le (Gökyay) konuşurken Leylâ vü Mecnun’dan söz açtım. “Süleymaniye’ye gel, Günay (Kut) da geliyor, bakalım,” dedi. Ama o buluşmadan önce fırsatlar doğdu, 17 Ocak 1989’da Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde Filiz Çağman gördü yazmayı. 25 Ocak 1989’da da Süleymaniye’de Prof. Dr. Günay Kut ve Doç. Dr. Ali Alparslan ayrı ayrı incelediler. İkinci kez 17 Şubat’ta Kut, Orhan Şaik Gökyay ve kütüphane müdürü Muammer Ülker; aradan üç yıl geçtikten sonra 22 Aralık 1992’de de İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde uzman İsmail Günay Paksoy ve kütüphane şefi Havva Koç incelediler. Her seferinde, dile getirilenleri not ettim: O yıl basılmak üzere çevirisi yapılan John E. Woods’un Akkoyunlular kitabı için benden ekler ve açıklamalar istenince, not ettiklerime ilaveten kaynaklar üzerinde ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde yaptığım çalışmalardan da yararlanarak uzun bir makale hazırladım. Bu yazıda adı geçenlere göndermelerde bulunarak, yazmadaki ta’likin, tarzının ilk örneklerinden olduğu; yazısı ve kâğıdı itibariyle 15’inci yüzyılın son, en geç 16’ncı yüzyılın ilk yıllarında yazılmış olabileceği; nesnel özellikleri ve yorgunluğu bakımından da bilinen Leylâ ve Mecnun nüshalarından daha eski ve belki ilk; bu karakterde bir başka kitabın Petersburg’da olduğu; muhtelif sayfalarındaki mühür, kayıt ve resimlerin de Akkoyunlu-Bayındır beyleriyle ilişkisini belirtmiştim. Özetlenen bu görüşlere ek olarak: “Padişah-ı İslâmın du’âsıdır” başlıklı sâkinâmede övülen hükümdar, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunu Sultan Yakup’un oğlu Sultan Murad Bahş (1498-1503) olduğu açıktır. Oysa, Fuzulî’nin eserini 1535’te Bağdat’ı alan Sultan Süleyman’a sunduğu ileri sürülmekte ve “Sakinâme”deki “Sultan Murad Bahş-ı Âdil” ad ve unvanı da transkripsiyonlarda “Sultan-ı murad-bahş-ı âdil” biçiminde, zorlama bir nitelemedir. Bu dize, önceki ve sonraki dizeler, mesnevinin kime ithaf edildiğini gösteriyor: “Müstahfız-ı dîn penâh-ı İslâm/ Mahdûm-ı zamân mülâz-ı eyyâm/ Ol ebr-i sehâ vü berk-ı kîne/ Şâhen-şeh-i Mekke vü Medîne/ Müstecîr-i hakk mahv-ı bâtıl/ Sultan Murâd Bahş-ı âdil / Erbâb-ı hüner ümmîd-gâhı /Türk Arab Acem penâhı”. Bu dizelerde tanımlanan kişi, Türklerin, Arapların ve Acemlerin koruyucusu Mekke’nin ve Medine’nin şâhı olan Murad-Bahş’tır. Sultan Murad (Bahş), kuzeni Elvend Bey’den sonra 1498’de dokuz yaşında Bağdat’ta sultan ilan edilip gölge hükümdarlığı beş yıl süren Murad’dır. Fuzulî, eserini ithaf ettiği bu çocuk padişahı, babası Sultan Yakub’un sikkelerindeki “Sultan-ı âdil”, “Sultân-ı selâtin-i Arab ve’l-Acem”, “Türk Arap Acem penâhı”, “Mekke ve Medine’nin Şehinşahı” sanlarıyla anılır. Kitabın Akkoyunlu hanedanı Bayındır beylerine ait olduğunu birkaç sayfaya basılan mühürler, “kitâb-ı Bayındırbegân”, “mühr-i Bayındır”, “bende-i şâh-ı velâyet”, “çâker-i Âl-i Ali Mirzâ Kulî” ibareleri, bir amblem, basit bir aslan resmi; Fuzulî’nin 1504’te ölen Elvend Bey için de bir kaside yazmış olması da (4) pekiştiriyor. Türkiye kütüphanelerindeki Fuzulî’nin Leylâ ve Mecnun yazmalarının en eskisi ise şairin memleketinden çok uzaklarda ve ölümünden sonra istinsah edilen Topkapı Sarayı’ndaki H. 987 (M.1579) tarihli nüshadır. Sahaf Şefik Güleken sayesinde ulaşılan Fuzulî’nin bu yorgun Leylâ vü Mecnûn’unu bulmak, bir kitap meraklısı için kâşiflerin kutup keşifleri gibi bir maceradır. Bu konu NTV Tarih dergisinden özetlenerek alınmıştır. İSTASYON 23 SÖYLEŞİ “Mültecilerle birlikte dünyada bir kayıp kuşak oluşuyor,” diyor ilk uzun metrajlı filminin yönetmen koltuğuna oturmaya hazırlanan Onur Saylak. Yıllardır kendisini sinema filmlerinde ve dizilerde gördüğümüz Saylak, birçok alanda birlikte üretmenin önemine dem vuruyor. Her kulvarda var olabiliyor RÖPORTAJ: BAHAR ÇUHADAR FOTOĞRAFLAR: MURAT YILMAZ men olarak iyi bir çıkış yaptığı ilk kısa metrajından sonra, önümüzdeki yaz aylarında uzun metraj film için kamera arkasına geçecek. Oyunculuktan sinemanın diğer basamaklarına da adım atan ve bu işi her seferinde ısrarla vurguladığı üzere kolektif bir kafayla bakan Saylak ile kariyeri ve hayatını konuştuk. K uşağının iddialı oyuncularından biri... İlkin “Sonbahar”ın (Özcan Alper imzalı) Yusuf’u olarak tanıyıp benimsedik, sonrasındaysa parçası olduğu her TV ve sinema işinde bir şekilde izini bıraktı. En son “Hatırla Gönül” dizisinin “psikopat Tekin”i olarak çok çok iyi bir oyunculukla baş başa bıraktı seyirciyi. Tekin’den ne kadar tiksindiysek, Onur Saylak’ın çıkardığı işi de o kadar sevdik. Dizi bitti derken, Özcan Alper’in yeni filmi “Rüzgârın Hatıraları”nın Aram’ı olarak sinemada çıktı karşımıza. 40’ların Türkiye’sinin tekinsiz atmosferinde, geçmişiyle bugünü arasında sıkışmış Ermeni bir gazeteci, bir aydının dünyasına soktu bizi Aram’la. Filmle eş zamanlı olaraksa bir başka tatlı sürpriz yaptı bize, Onur Saylak. Yazar Hakan Günday ve tiyatrocu Doğu Akal ile birlikte, İstanbul’dan bir mülteci öyküsü anlattıkları “Orman” adlı kısa bir film yapmışlardı. Film onlarca uluslararası festivalden ödülle döndü. Şimdilerdeyse aynı ekip, Günday’ın romanı “Daha”dan uyarladıkları bir uzun metraj üzerine çalışıyor. Onur Saylak, yönet- 24 İSTASYON En son “Hatırla Gönül”de bırakmıştık sizi, ardından “Rüzgârın Hatıraları”nın Aram’ı ile tanıştık. Ve eşzamanlı olarak yoğun bir şekilde festival haberleri gelmeye başladı sizden. Bu kez yönetmen olarak; hem kısa filminiz “Orman”la hem de üzerinde çalıştığınız uzun metraj projesiyle… Neyin peşindesiniz? Üretimin bir parçası olmaya çalışıyoruz. “Biz” dediğim Hakan Günday, Doğu Akal, Cemre Kutluay ve ben, dört kişilik bir kafa ekibi, yazıp çiziyoruz. Geçen sene Şubat’ta “Orman” diye bir kısa film çektik. Suriyeli mülteci Omar’ın İstanbul’daki bir günlük hikâyesi. Birçok festivale katıldı film, katılmaya devam ediyor. Berlin Bağımsız Filmi Festivali’nden “En İyi Kısa”, Londra Uluslararası Film Festivali’nden “En İyi Kurgu”yu aldık. Geçen günlerde SİYAD gecemizi yaşadık. Sağolsun Sinema Yazarları Derneği bizi yılın en tatlı beş kısa filminden biri seçti. Şu anda da Akbank, ardından Ankara ve İstanbul Film Festivalleri diye devam edecek. Uzun metrajda neler olacak? Mekânlarımızı buluyoruz, senaryo bitti diyebiliriz. Cast çalışmaları devam ediyor, bu sene içinde çekeceğiz. Hakan Günday’ın “Daha” romanının bir serbest uyarlaması diyebiliriz. Neden mülteci meselesini seçerek giriştiniz bu işe? Öyle bir coğrafyadayız ki, hepimizin gözü önünde dünyanın belki de en büyük göç dalgalarından biri yaşanıyor. Bu ülkede iki milyonu aşkın Suriyeli mülteci var. Herhalde bir kayıp kuşak oluşmak üzere... Yurdu yok, okuma ve öğrenme imkânı yok; bu nesil nasıl yetişecek? Artık bir gerçek var; bu insanlar ya buradalar ya da İSTASYON 25 SÖYLEŞİ daha renkli ve flaş bir şey ve sen o ürünün forveti olduğun için sana kimse çok fazla soru sormuyor. Maçı kaybettiğin zaman takıma mal ediliyor, kazandığında ne iyi goller attığından konuşuluyor. Oyunculukla ilgili onu hissediyorsun. Ama teknik direktör tarafına geçtiğin zaman, bütününden sorumlusun. Oyuncu olarak, oyuncu yönetmek nasıl bir şey? Kısa filmde şanslıydık, çok iyi ve çok çalışkan bir cast’la beraberdik. Kameranın arkasına geçtiğinde, oyuncu olarak ne hissettiğini bildiğin için, oyuncuyu rahatlatmak ve oyuncunun o anki duygularına saygı gösterip onunla ilerlemeyi becerebildiğimiz için bütün oyuncular çok mutlu. Bir oyuncu, rolü ele aldığında balık gibidir. İlk başta karakterden korkarsınız, sanki ilk kez bir şey yapıyormuşsunuz gibi gelir. Ne zaman ki rolü çıkarıyorsunuz, o zaman da astronot gibi bir şey oluyorsunuz. Onu var etmiş ve tamamlamış biri psikolojisinde oluyorsun. İçinden canavar çıkan bir yönetmen misiniz acaba? Değilim. Büyük de konuşmayayım, kısada olmadı… Kısaya o kadar iyi hazırlanmıştık ki, sadece uyguladık. Sistem iyi işlediği ve işinin ehli bir teknik ve yaratıcı ekiple çalıştığımız için -Naz Erayda, Feza Çaldıran, Tamer Başaran- biz sadece keyifle yaptık. Şimdi bütün derdimiz 13 dakikalık değil, atıyorum iki saatlik bir uygulamanın buna dönüşmesi… Ne çekileceğiyle ilgili fikrimiz var, yapının yüzde 80’ini kafamızda tamamladık. Yüzde 20’yi de bırakıyoruz ki, o anda gelişecek şeyleri de barındırabilsin. Avrupa’da bir yerlerdeler. Bu entegrasyon konularının konuşulması gerekiyor. Biz Araf’tayız, bölge olarak. Bizdeki fark şu: Biz gönderenleriz. Ve bu kısmı daha kimse anlatmadı. Bizim anlatacağımız kısım, bu. Genelde ya çıkışlarını ya da Avrupa’da geldikleri noktayı anlatan eserler var. Biz bunları gönderenleri anlatmaya çalışacağız. Uzun filmimizin konusu bir insan kaçakçısı ve oğlunun hikâyesi... Fonumuzda da mülteciler var. Hep oyunculuk yapmış birisiniz. Bir filmin sıfırdan üreticisi olmak, senaryosunu yazmak, yönetmenliğini ve hatta yapımcılığını da yapmak nasıl bir his? Hayal kurmak, bunun için çabalamak güzel. Bence şu anda en keyifli yeri, senaryo kısmı. Saatlerce boğuşuyorsun, kafanda karakterler her gün evriliyor. Belirli bir doyum noktasına ulaştığında sen de uzaktan bakıp “Bir şeye benzedi herhalde” deyip keyifleniyorsun. Her karakter için hiç hissetmediğim duygular üzerine kafa yoruyorum. AB’nin, UNICEF’in, BM’nin bu konuda, özellikle çocuklar üzerinde ulaşabildiğimiz tüm raporlarını okuduk. Her bir detay senaryoda yeni bir şeye yol açtı. Avrupa’daki çok iyi sivil toplum örgütlerinin sitelerine üye olduk, günlük değişen verileri her hafta kontrol ediyoruz. Avrupa’daki ve Ege’deki değişimleri kontrol ediyoruz. İzmir’de Basmane’ye gittik, orası kötü tabirle bir pazar yeri gibi. Simsarlarla dolu. Bir meydan düşünün, herkes yerlerde oturuyor, kendi çay ocakları falan var. Ve simsarlar geliyor, pazarlığını yapıyorsun, 1000 ila 2 bin Euro arası bir bota bindirilmen. Geçiş garantisi yok. 26 İSTASYON Önceden bir şeyler yazar mıydınız? Yazıyla aranız nasıldı? Yok, yazmazdım. 13 yıllık bir üniversite hayatı, üç farklı bölüm… Tiyatroda ve sonraki işlerde dramaturji yapmanın, birçok oyun okumanın, izlemenin getirdiği artılar var. Bir oyuncu olarak karakterin dilinin nasıl olması gerektiğine dair fikirler, bir de 38 yıllık hayat tecrübesi diyelim. Bunlar bir araya gelince bir şeye benziyor. İyi midir kötü müdür tartışılır, ama en kötü ihtimalle, aramızda Hakan var! (Gülüyor) Diyoruz ki “Hakan bize yardım et.” Herkesin güçlü yanları var, onları bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yönetmenlik yapma kısmı nasılmış? Keyifli. Ben beraber yapıldığı zaman keyif alan bir adamım. Amatör tiyatro o kadar uzun yıllar yaptım ki, o yüzden beraber bir iş yapmanın güzelliklerini, zorluklarını az çok tattım. Yönetmenlik olarak bakmıyorum ona. Tabii ki, karar merci sen oluyorsun, sette gözler sende oluyor ve finalde de sana soruluyor... Büyük lafları olan bir yönetmen değilim. Tek şu; izlenebilir, iyi olduğunu düşündüğümüz, bizim izlemekten zevk aldığımız bir şey yaratmak. Oyunculuktan yönetmenliğe geçiş, hayattaki konumunuz, duruşunuz olarak nasıl bir his peki? Çok üstüme almıyorum galiba durumu. Maksat, bir şeyleri üretmek. Ama bir festivale gittiğinde his farklı; bütün sorumluluk sende. Oyunculuk, tırnak içinde söylemek gerekirse, Nerede çekilecek? Antalya’da. Romanı bilenler şaşıracak, farklı bir yapı ve farklı bir anlatı var. Kitapta hiç olmayan karakterler ve sahneler… Tabii ki kitaptan da bir iki sahnemiz bire bire yakın. Yönetimi yazayım o halde” dedim. Sonra tiyatro kulübüne girdim. Kuşadası’ndan çıktıktan sonra Ankara’ya ilk gittiğimde bütün operalara, tiyatrolara saldırmıştım. Ama içimde küçücük bir şey yoktu, tiyatro yapmaya dair. Sonra tiyatro topluluğuna girdim, ilk bir yıl denemeler falan… Yılın sonunda bir küçük oyun yaptık. Hocalarımız “Sen yapsana bu işi” dediler. Ertesi yıl tepkiler büyüdü. Sonra “Herhalde bu iş oluyor” dedim. Devlet Tiyatrosu’na gittim. Bana güldüler önce. Fakat o esnada “Getto” diye çok kalabalık bir oyun yapılıyordu, Erhan Gökgücü koyuyordu sahneye. Bana, “İrfan Şahinbaş Sahnesi’ne git, Erhan Hoca’yı bul” dediler. Erhan Bey, “İyi yarın gel” dedi. Bir hafta oturttular beni, bir gün figüranlardan biri yoktu... Erhan Bey, “Hadi çık bakalım sen” dedi, çıkış o çıkış… 300 oyuna yakın “Getto”da oynadım, “Bu işi yapacağım” dedim ve Bilkent’te sınava girdim. Sağolsunlar bana burs verdiler ve 25 yaşında tiyatro okuluna girmiş oldum. Hep böyle ilerlediğim için kulvar değiştirmek rahat geliyor bana. İkizleriniz var, kendinizi nasıl bir baba olarak tanımlarsınız? Bilmiyorum… Ben sadece eğleniyorum. Ev içinde sorumluluk eşit midir? Herhalde! Bizde iki çocuk var. Boş vakit diye bir şey yok zaten, en fazla çocukları değiştirebiliyorsun. “Sen bunu al, ben bir kahve içeyim” diye bir şey yok. Ama şimdi çok rahatız, büyüdüler. Birbirleriyle araları çok iyi... “BIR OYUNCU, ROLÜ ELE ALDIĞINDA BALIK GIBIDIR. İLK BAŞTA KARAKTERDEN KORKARSINIZ, SANKI ILK KEZ BIR ŞEY YAPIYORMUŞSUNUZ GIBI GELIR. NE ZAMAN KI ROLÜ ÇIKARIYORSUNUZ, O ZAMAN DA ASTRONOT GIBI BIR ŞEY OLUYORSUNUZ.” Eşiniz Tuba Büyüktüstün bir şeyler üretirken danıştığınız biri midir? Tabii ki… Mesela “Orman”ın finalindeki yılan, onun fikri. Çok iyi tamamladı. Sonuçta güzel sanatlar okumuş, estetik algısı çok yüksek bir kadından bahsediyoruz. Her satırını okutuyorum. Düsturum şu; tek akıllı sen değilsin! Ve “Akıl akıldan üstündür.” Danıştığım insanlara da öyle bakıyorum. Hayatınızın hangi noktasında oyunculuğa karar verdiniz? ODTÜ’de sonra Siyasal Bilgiler’e gittim. Fizikten sonra kamu yönetimi okumak bir nebze daha rahat geldi. Aslında ODTÜ’den sonra Sinema Televizyon’a girmek istedim. Fakat bizim dönemimizde, “Ne yapacaksın Sinema Televizyon’da, eşek bağlasan bitiriyor, hiçbir şey yok orada” derlerdi. Ve “Sen bu kadar fizik okudun, saçmalama” dediler. Fiziği niye bırakmıştınız? Biraz erken başladım okula. 77’liyim, 1993 yılında ODTÜ’deydim. ODTÜ’ye girince bir aydınlanma çağı… Ve dedim ki, “Bu değil”. ODTÜ’den sonra “Sinema TV yazmayacaksam, Kamu Rol aldığınız işlere ne diyorlar? Hiç izletmedik daha. İki kişilik bir dünyaları var. Biz anne-baba olarak daha çok lojistik ve duygusal destek veriyoruz! Onun dışında birbirleriyleler. Yer yatağında yatıyorlar, ikisi yan yana… Çocukları sinemaya, tiyatroya sık götürüyor musunuz? Hemen hemen bütün çizgi filmleri izlediler. Evde çok film izliyorlar, sürekli müzik dinliyorlar, resim yapma hastalığı var ikisinde de… Yoruluyor musunuz? Çooook! Çocuklardan önce 12 ya da birden önce uyanmayan biriydim. Hiçbir kuvvet beni kaldıramazdı; ne sevgilim, ne annem babam, ne bir sınav… Dört yıldır, başlarda kalkış saatim 05.30’du, şimdi 06.00-07.00 gibi ayaktayım. Filmlerde izlediğimiz her şey gerçek. Çoğu zaman, yorgunluktan kendimizi salonda koltukta uyurken buluyoruz. Ama artık biraz daha rahat... Konuşmaya başladılar, kendi fikirleri var… Oyunculuk dışında “Şunu çok iyi yaparım” dediğiniz bir şey var mı? Var, aşçılık. Balıkla ilgili çok büyük projelerim var; hem fırın, hem tava… Etlerle aram iyidir. Çok iyi mücver yaparım. Bende tarif yok; markete dalarım, orda bulduğum soslarla, daha önce izlediğim programlardan falan esinlenerek yemek yaparım. İSTASYON 27 KİTAP DÜNYASI Y Basit ama bir o kadar saptırıcı: MERAK Yazar Ian Leslie tarafından kaleme alınan “Merak”, öğrenme arzumuzu yitirmememiz gerektiğini tutkulu şekilde savunuyor. Psikoloji, sosyoloji ve ekonomiden çarpıcı araştırmaların eşliğinde ilham verici hikâyeleri, vaka incelemelerini ve pratik tavsiyeleri okura aktarıyor. 28 İSTASYON azar Ian Leslie, “İnsan zihninde ilk keşfettiğimiz ve duygularımız arasında en basit olanı meraktır” diyor “Merak” adını verdiği kitabında. NTV Yayınları tarafından dilimize kazandırılan kitapta, basit olmasına rağmen kişide engellenemez bir keşfetme arzusu yaratan bu duyguyla ilgili gerçek hikâyelere yer veriliyor. “Merak Nasıl İşler”, “Merak Uçurumu” ve “Merakta Kalmak” olmak üzere üç temel bölümden oluşan kitaptan bazı satırbaşlarını seçtik. Meraklısı, içinde çok fazla şey bulabileceği 280 sayfalık bu kitabı, kitapçılardan veya www.ntvyayinlari.com internet adresinden temin edebilir. “İnsanların çok bilgili olmamalarının tek sebebi, hayatta pek fazla şeyi umursamamalarıdır. Bu tür insanlar meraklı değildir. Meraklı olmamak, olabilecek en tuhaf ve en aptalca kusurdur…” Kitabının giriş bölümünde Stephen Fry’ın bu sözlerine yer veren Leslie, merakı dördüncü dürtü olarak tanımlıyor. Sonra da Tasarımcı Charles Earnes’tin, “Bilgi edinmenin ardından tercihler çağı gelecektir” sözünü hatırlatarak, “Sizce de Aristo’nun ‘bilgi edinme arzusu’ olarak adlandırdığı kavramla (merakla) aranızdaki ilişkiyi yeniden gözden geçirme vaktiniz gelmedi mi” diye soruyor. Kitabının ilk bölümünde “Merak Nasıl İşler” sorusuna yanıt arayan yazar, hayatın içinden seçtiği örnekleri artarda sıralıyor. İlk hikâye 10 yaşındaki Brian Smith’te ait. Kardeşiyle birlikte ebeveynlerinin yatak odasında oynarken tesadüfen bulduğu silah, Brian’ın hayatını derinden etkiler. Brian, o andan sonra silahı düşünmeden tek bir gün bile geçiremez. Anne-babasının evde olmadığı bir gün, kendi sözleriyle “merakına yenik düşerek”, silahı çekmeden çıkarıp pencerenin önüne gider. Bir suikastçı olduğunu hayal ederek elindeki silahı karşı kaldırıma doğrultur. Silahın horozunu kaldırınca çıkan “klik” sesiyle heyecanlanır. Parmağını tetiğe yaslar, nişan alır ve… BAAM! Elindeki tabancanın namlusundan duman çıktığını görür. Birini vurmuş olabileceğini düşünerek dehşete kapılır; neyse ki, hiç kimseye bir şey olmaz... Çocukların saptırıcı merakla dolu olduklarını ve Brian’ın silahı eline aldığı gün, kendini saptırıcı meraka kaptırdığını belirten yazar, yetişkinlikte de durumun değişmediğine dikkat çekiyor: “Çocukken deniz kenarında kayaların arasındaki su birikintilerine nasıl dikkatlice bakmamızı sağladıysa, yetişkin olarak Twitter akışını sürekli yenilememizi sağlar.” Saptırıcı merakın içgüdüsel ve karşı konulamaz olduğunu, belli bir yöntemi veya süreci izlemediğini belirten Leslie, düşünür Edmund Burke’nin bu merak türünü tanımlayışını hatırlatıyor: “Çocukların sürekli bir yerden bir yere koşuşturduğunu veya yeni arayışlar içinde olduğunu görürüz. Önlerine çıkan her şeye büyük bir hevesle ve fazla seçici olmadan tutunurlar. Ancak, sadece yeni oldukları için ilgi duyduğumuz şeyler, zihnimizi uzun süreliğine meşgul etmediği için merak tüm düşkünlüklerimiz arasında en sığ olanıdır. Merak duyduğumuz konular sürekli olarak değişir, son derece kabarık olan, ancak kolayca tatmin edilerek kapanabilen bir iştahı vardır ve daima uçarı, huzursuz ve endişe dolu bir görüntü sergilememize neden olur.” Leslie’nin kitabına mevzuu ettiği ikinci örnekse dil alanında sürekli bir arayış içinde olan Alexander Arguelles’in yaşamı. Çocuk yaştan itibaren dillere büyük bir merak duyan; bu arzusunu tatmin etmek üzere birçok dil öğrenen Arguelles, mesleği sayesinde dünyanın birçok yerini gezer ve bu avantajı, dil öğrenmek amacıyla kullanır. Sabırla ve yoğun mesai sayesinde onlarca dili öğrenir. Her öğrendiği dille birlikte yeni bir kişiliğe bürünür. Eğitim vermek üzere Güney Kore’ye gider; Uzakdoğu dillerini öğrenmek amacıyla her akşam sekizde yatıp gece 2’de kalkarak 16 saat çalışır. Kelt ve Slav dil ailelerini araştırır. Brian Smith ve Alexander Arguelles’in ortak yanı, basit bir keşfetme duygusunun derinleşerek dinmek bilmeyen bir öğrenme tutkusuna dönüşmesidir. Tam da burada merakın iki farklı yönüne dikkat çekiyor yazar. Birinin bizi taşları çevirip altına bakmaya, dolapları karıştırmaya, internet bağlantılarını tıklamaya ittiğini; diğerininse kalın bir romanı bitirmek veya yeni diller öğrenmek gibi bireysel çıkarlarımızla ilgisi olmayan ilgi alanlarına yönelttiğini belirtiyor. Örneğin büyüdüğünde Chicago’da polis memuru olan Smith, ateşli silahlar konusunda uzmanlaştı. Dönemin devlet başkanının eşi Hillary Clinton’ı korumakla görevlendirilen ekip dâhil, binlerce kolluk kuvvetine ateşli silahların kullanımı eğitimi verdi. Arguelles ise ilk etapta çok sayıda dil bilen biri olmanın heyecan verici olduğunu düşündüğünden, lisan öğrenmeye karşı yoğun bir istek duydu. Kısa sürede, ne kadar çok İSTASYON 29 KİTAP DÜNYASI STEPHEN FRY: “MERAKLI OLMAMAK, OLABILECEK EN TUHAF VE EN APTALCA KUSURDUR…” lisan öğrenirse, o kadar çok şey keşfedebileceğinin farkına vardı. Yaşı ilerledikçe, merakı derinleşerek dünyanın en gelişmiş beyinlerinin bilgeliğini kavramaya yönelik bir arzuya dönüştü. Her iki örnekteki kahraman da başta saptırıcı bir merak içerisindeyken, zamanla nispeten daha derin, daha disiplinli ve daha fazla gayret gerektiren epistemik meraka kapılır. İki tür arasındaki farkı şu sözlerle tanımlıyor yazar: Bir dağın arkasında ne olduğunu öğrenme isteği “saptırıcı”, oraya vardığımızda hayatta kalmamızı sağlayacak bilgileri edinme arzusu “epistemik” meraktır. Tam da bu noktada bilgi edinme arzusunun merakla olan ilişkisini mercek altına almak gerekir. “Bilgi diğer bilgilerin üzerine, fikirler de diğer fikirlerin üzerine inşa edilir” diyor Leslie, yaşantımızın ilk 10 ila 12 yılında, bilgi edinmeye odaklanılabileceğini ve içine doğduğumuz ekolojik ortam hakkında fikir oluşturabileceğimizi belirtiyor. İnsanların belli bir miktar merakla doğmasa bile merakın öğrenmeyi beslediğine dem vurarak, çocukların soru sorma eyleminin, hem bilgi edinmek hem de meraklarını gidermek olduğunu söylüyor. Yapılan bir araştırma, çocukların iki ila beş yaşları arasında, toplam 40 bin “açıklama gerektiren” soru sorduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Peki, çocukların sadece üç yıl içinde 40 bin soru sorma kapasitesi erişkinlikte ne oluyor? Kitapta bu sorunun yanıtı Henry James’tan alınan bir sözle özetleniyor: “Her birimiz bir doygunluk noktasına erişiriz... Bir dengeye girer ve yaşantımıza, duyduğumuz ilgi taze ve içgüdüsel olduğu zamanlarda edindiğimiz bilgilerle devam ederiz.” MERAK UÇURUMU Yazarın “Merak Uçurumu” adını verdiği ikinci bölüm, “Tehlike Çağı”, “Sorgulama Çağı” ve “Cevap Çağı” olmak üzere üç arabaşlıktan oluşuyor. “Tehlike Çağı”nda merakın dönemsel olarak ge- 30 İSTASYON çirdiği evrimden söz ediliyor. Antik çağlarda, Atina’da, meraklı veya “curiositas” kelimesi, sadece bilgi edinmek, bilginin peşinden gitmek anlamına geliyordu, diyen yazar, bunun herhangi bir çıkar için yapılmadığının altını çiziyor. Cicero’nun “Kâr amacı gütmeyen… Doğuştan gelen öğrenme ve bilgi aşkı” olarak tanımladığı merak, Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin hâkimiyetinin olduğu yıllarda gerileme sürecine girer. Kilisenin eğitim üzerine kurduğu tekel, zaman içerisinde araştırmaya, anlamaya ve nihayetinde doğal dünyaya hükmetmeye yönelik giderek kuvvetlenen politik, askeri ve ekonomik görüşlerle çatışır. Merakın Ortaçağ boyunca devam eden kötü şöhreti, Rönesans’la birlikte tekrar eski itibarını kazanır. 17’nci yüzyılda dünyevi merak, Avrupa’nın üst sınıfı tarafından benimsenir. İnsanların seyahat etmelerini ve bilgiye erişim sağlamalarını kısıtlayan bariyerler ortadan kalkmaya başlar. Aynı dönemde, biliminsanları da dünyanın nasıl döndüğüne dair çeşitli teoriler ileri sürerler. Merakın itibar kazanmasını sağlayan unsurların Rönesans, küresel ticaret ve bilimsel devrim olduğunu belirten yazar, bu duy- gunun popülerlik kazanmasında matbaanın icadına önemli rolü olduğunu ifade ederek “Sorgulama Çağı”nda duruma açıklık kazandırıyor. Gutenberg’in matbaa makinesini tam bir merak makinesi olarak adlandırdıktan sonra, Sir Francis Bacon’un bu gelişmeyi “dünyayı tamamen değiştiren üç icattan biri” olarak tanımlamasını anlatıyor. Zira okuma yazma oranın yükselmesine aracılık eden bu icat, gazetecilik sektörünün doğmasını sağlayarak insanları sorgulamaya yönelten yeni bir dönem başlatır. “Epistemik merak, İngiltere’de gerçekleşen sanayi devriminin entelektüel buhar gücüydü” diyen Leslie, bu merakın yükselişe geçmesiyle birlikte farklı bir merak türünün, yani farklı insanların duygu ve düşüncelerini öğrenme isteğine yol açan empatik merakın ortaya çıktığını yazıyor. Edebiyatın bu merak türünü tatmin etmede önemli bir işlevi bulunduğunu belirten yazar, romanların bize gerçek hayatta karşılaşılan olayların bir çeşit zihinsel simülasyonunu sunduğuna; çevremizdekilerin niyetlerini, isteklerini, arzularını ve üzüntülerini nasıl yorumlamamız gerektiğine dair pratik yapma imkânı sağladığına dem vuruyor. Hâlâ Aydınlanma Çağı’nda çığ gibi büyüyen merakın meyvelerini yediğimizi söyleyen yazar, günümüzdeki bilgi bolluğu ve bilgiye erişimin kolaylığı nedeniyle entelektüel keşifler için duyduğumuz arzuyu kaybetme tehlikesinin varlığından bahsediyor. Yazar, “Cevap Çağı”ndaysa merak arzumuzu baltalayan unsurları mercek altına alıyor. “Toplumların merak seviyesini artırıp artıramamamız eğitim sistemimiz, çocuk yetiştirme alışkanlıklarımız, ders verme tarzımız ve sosyal tavırlarımız gibi birçok faktöre bağlıdır,” diyen yazar, buradaki önemli unsurun interneti nasıl kullandığımızla ilgili olduğunu belirtiyor. “İnternet bizi aptallaştırıyor mu, yoksa zekileştiriyor mu?” sorusuna verilebilecek en mantıklı cevap “Evet”tir diyen Leslie, internetin bir şeyler öğrenmek için eşsiz fırsatlar sunduğu gibi herhangi bir şey öğrenmeye zahmet etmeden yaşantımızı devam ettirebilmemize de olanak tanıdığına dem vuruyor ve Kevin Drum’ın sözünü alıntılıyor: “İnternet akıllı insanları daha da akıllı yapmakta, aptal insanları ise daha da aptallaştırmaktadır.” MERAKTA KALMAK Yazar kitabının üçüncü ve son bölümünde merakı sürekli kılmanın yedi yolunu paylaşıyor okurlarıyla. Yedi maddeden ilki olan “Aptal Kalın”, Apple’ın kurucusu Steve Jobs’u hatırlatır nitelikte: “Aç kalın, aptal kalın!” Bu bölümde Walt Disney ile Steve Jobs’ın yaşamlarına odaklanan yazar, her ikisinin de milyonlarca kişinin günlük hayatına kendi estetik zevklerini dayatan öncüler olduğunu, “yıkıcı teknolojiler” olarak adlandırılan teknolojileri kullanarak devasa ve kalıcı ticari imparatorluklar kurduklarını belirtiyor. Azimli ve güçlü bu iki karakterin böylesi bir imparatorluk yaratmasının altındaysa, meşhur fizikçi James Clerk Maxwell’in bir zamanlar, “tüm gerçek bilimsel gelişmeler cehaletin etraflıca fark edilmesinden doğar” sözünü benimsemelerinden kaynaklandığını belirtiyor. “Bir veri tabanı oluşturmak” Ian Leslie’nin ikinci maddesi. “Olağanüstü fikirler, onları bulmak için zihinsel çaba sarf ettiğiniz anda birdenbire ortaya çıkmazlar. Kökenleri, fikirleri bulan insanların hayatlarında aylar, yıllar veya on yıllar öncesinde edindikleri bilgi ve deneyimlere dayanır; zekâ parıltılarının ürünü oldukları kadar, uzun süre önce oluşan zihinsel alışkanlıkların da ürünüdürler” diyen yazar, bilginin bilgiyi çektiğine dem vuruyor. Bunun için de gözlem yapmayı, üretilen fikirlerin üzerinden geçmeyi, bi- Ne kadar meraklısınız? H er soruyu, “doğru” veya “yanlış” olarak cevaplayın. Ve lütfen “dürüst” olun! 1- Karmaşık problemleri, basit problemlere tercih ederim. 2 - Çok düşünerek altından kalkılabilecek durumlarda sorumluluk almayı isterim. 3 - Benim eğlence anlayışımda, düşünmeye yer yoktur. 4 - Düşünme yeteneğimi zorlayacak şeyler yerine, fazla düşünmemi gerektirmeyecek şeyler yapmayı tercih ederim. 5. Bir şey hakkında derinlemesine düşünmemi gerektirme ihtimali yüksek olan durumları önceden sezmeye ve bu gibi durumlardan kaçınmaya çalışırım. 6. Bir konu hakkında uzun süre boyunca yoğun bir şekilde düşünmekten memnuniyet duyarım. 7. Herhangi bir konu hakkında sadece gerektiği kadar kafa yorarım. 8. Uzun vadeli projelerden ziyade ufak, günlük projeler hakkında düşünmeyi tercih ederim. 9. Öğrendikten sonra, fazla düşünmemi gerektirmeyecek görevlerden hoşlanırım. 10. Tepeye ulaşmak için düşüncelerime güvenme fikri bana çekici gelir. 11. Karşılaştığım sorunları yeni yöntemler geliştirerek çözmemi gerektiren görevlerden zevk alırım. 12. Yeni düşünce yöntemleri öğrenmek beni pek heyecanlandırmaz. 13. Hayatımın çözemediğim bulmacalarla dolu olmasını tercih ederim. 14. Soyut düşünme kavramı bana çekici gelir. 15. Entelektüel, zor ve önemli bir görevi, yine bir miktar önem arz eden, ancak fazla düşünce gerektirmeyen bir göreve tercih ederim. 16. Çok miktarda zihinsel çaba sarf etmemi gerektiren bir görevi tamamladığımda, memnuniyetten çok rahatlama hissederim. 17. İşlerin bir şekilde yürümesi benim için yeterlidir. İşlerin nasıl veya niçin yürüdüğü ilgimi çekmez. 18. Beni kişisel olarak etkilemeseler bile, kendimi sıklıkla bazı konular hakkında kafa yorarken bulurum. 1, 2, 6, 10, 11, 13, 14, 15 ve 18 numaralı soruların çoğuna “doğru” ve diğer soruların çoğuna “yanlış” cevabını verdiyseniz, büyük ihtimalle ortalama bir insandan daha yüksek “Need For Cognition (NLC) / Bilme ihtiyacı” (entelektüel merakın bilimsel ölçütü) puanına sahipsiniz. İSTASYON 31 BILGI DIĞER BILGILERIN ÜZERINE, FIKIRLER DE DIĞER FIKIRLERIN ÜZERINE INŞA EDILIR. linçaltının birebir o konuyla bağlantısı olmayan herhangi bir şeyle uyarılmasına izin vermeyi, ardından da problemi bilinçaltına devretmeyi, beşinci ve son adımdaysa beliren fikri test etmeyi, ince ayarlarını gerçekleştirip gerçeğe dönüştürmeyi salık veriyor. Merakta kalmanın üçüncü yolu, “bir tilki-kirpi kırması gibi bilgi toplamak”… Belirli bir konu üzerinde uzmanlaşmak ya da genel bilgi sahibi olmak arasında tercih yapmalısınız diyen yazar, yeni fikirlerin genellikle geniş bilgi dağarcığına sahip insanların zihinlerinde farklı alanların çapraz döllenmesiyle ortaya çıktığının bilindiğini belirtiyor. “Tilki, düşmanlarından kurtulmak için yaratıcı ama yorucu yöntemler dener; öte yandan kirpi, güvenilirliği tecrübeyle kanıtlanmış tek bir strateji kullanır, çömelerek düşmanlarından korunma işini dikenlerine bırakmak” diyen yazar, günümüzde hem uzmanlığın hem de farklı iş kollarının çakışmasıyla ortaya çıkan çığır açıcı içgörülerin ödüllendirildiği bir dünyada, her iki özelliğe de sahip olup tilki-kirpi kırmasına dönüşmeniz gerektiğini belirtiyor. Sıra geldi dördüncü tavsiyeye: “Büyük ‘niçin’ sorusunu sorun!”… Yazara göre “niçin” sorusunu sormayı bırakırsak içinde bulunduğu ortamı gözlemleyen, taleplerde bulunabilen ve verilen talimatları yerine getirebilen ama daha derin gerçeklerin farkına varamayan zeki bir maymun Kanzi’ye dönüşürüz; tıpkı düşmanlarımızın olmamızı istediği gibi. Ian Leslie’nin maddelerinin beşinci sırasında “Bir Thinkerer Olun” var. İngilizcedeki “think / düşünme” ve “tinker”ın (bir şeyi düzeltmek / tamir etmek amacıyla kurcalamak) bileşimi olan “thinkering”i, somut ve soyutu karıştıran, detaylara ve büyük resme dönüşümlü olarak odaklanan bir bilişsel araştırma tarzını ifade etmek için kullanan yazar, açıklamasını yine Steve Jobs üze- 32 İSTASYON rinden yapıyor. Jobs’un “vizyoner” ve detaylara takıntılı bir insan olduğunu belirten Leslie, onun bakış açısını şekillendiren bu iki özelliğin birbiriyle bağlantılı olduğunu belirtirek “Jobs, bir thinkerer idi” diyor ve ekliyor: “Birer thinkerer olmak için çaba sarf etmez, büyük düşünürken küçük detayları öğrenmek için ter dökmez, süreçler ve sonuçlarına ilgi duymazsak çağın ruhunu asla yakalayamayız.” “Çay kaşıklarınızı sorgulayın!” Durup dururken bu da nereden çıktı şimdi diye düşünebilirsiniz. Leslie, merakta kalmanın altıncı maddesine bu başlığı uygun bulmuş. Olağandışı şeylere ilgi duyan Fransız yazar Georges Perec, An Attempt at Exhausting a Place in Paris adlı deneme yazısında Paris’te bir kafede oturur ve pencereden gördüğü şeyleri tarif eder. Devam eden birkaç gün aynı şeyi tekrarlar. “Hiçbir şey olmadığında ne olduğunu” öğrenmek ister. Perec, deneme yazısında okuyucularına “çay kaşıklarını sorgulamalarını” şiddetle tavsiye eder. Bu örnekten yola çıkan yazar da bunun tam anlamıyla bir tercih meselesi olduğunu, günlerimizi ya sıradan şekilde yaşayarak ya da çatal bıçak takımları da dâhil etrafımızdaki şeylere merak duyarak geçirebileceğimizi belirtiyor. Merakta kalabilmenin son maddesi “bulmacaları gizeme dönüştürmek”. “Bir bulmaca, ancak onu çözene kadar merakımızı cezbeder” diyen yazar, onu gizeme dönüştürdüğümüzde olabilecekleri şu sözlerle özetliyor: “Herhangi bir bulmacayla karşılaştığımızda, ardında yatan gizemi bulmak için gözümüzü açık tutmalıyız, çünkü bu tür gizemler bulmacayı çözdükten uzun süre sonra bile aklımızı meşgul etmeye ve bizi eğlendirmeye devam edebilir.” Kitabının hemen her sayfasında bilginin önemine dair cümleler sarf eden Ian Leslie, merakla ilgili son sözlerini şu şekilde ifade ediyor: “Merakımızın peşinden gitmek zor bir iştir, çünkü bizi görev ve hedeflerimizden alıkoyabilir. Ancak, bu konuda seçim yapma şansımız vardır. Karşımıza çıkan bilgi evrenlerini keşfetmeye karar verebilir. Veya karşımıza çıkan güzellikleri ve gizemleri göz ardı etmeyi seçip bir sonraki randevunun yolunu tutabiliriz.” O ge tom h çe o va at sa cek bils r. Ö fh . Z eve ze aya ira rle llik t 20 r i le aşı 16’ çin HA de ya da bu ZIR LA SU cak he yı YA N: V bi yec l g FA se rç a üz TİH gm ok nım el YU RD AT en mo ız AP tin de ı AN de l … Be kle de me ğd ye i KİTAP DÜNYASI İSTASYON 33 OTOMOBİL tin Sakarya’daki fabrikasında üretilip oradan Avrupa’ya dağıtılacak. İlk kez SUV üretecek bir diğer markaysa, Jaguar. Onların yeni F-Pace modeli, yıl ortasından itibaren piyasaya çıkacak. Boyut olarak Range Rover Evoque’dan biraz daha büyük olan modelin Jaguar’a önemli bir başarı getirmesi bekleniyor. Bu alandaki en büyük atılımsa Land Rover’dan geliyor. Üstü açık SUV düşleyenlerin hayallerini gerçek kılmaya aday Range Rover Evoque Convertible’ın çok özel bir araç olacağını söylemek mümkün. SUV segmentinden son bir bilgi daha… Türkiye pazarına 2016 yılında giren Lexus, altı farklı modeliyle sahnede. Bunlardan en çok ilgi görecek olansa yenilenerek hem konforu hem de sportif sürüşü vadeden dördüncü nesil RX. Bu modelin hibrit versiyonu da var. RENGÂRENK BIR YIL LÜKS SEGMENTE AIT OLANLAR DA VAR, HERKESIN ULAŞABILECEĞI SATIŞ FIYATLARIYLA SUNULANLAR DA... GÜVENLIK VE KONFOR, HEPSINDE ÖN PLANDA. Y akın zamanda otomobil almayı düşünüyorsanız veya kendinizi otomobil meraklısı olarak addediyorsanız, 2016 yılının tam size göre olduğunu söyleyebiliriz… Konsepti SUV olan 2016, gerek yeni modelleri merak edenleri, gerekse yerden yüksek araçları tercih edenleri memnun edecek nitelikte. SUV/crossover pazarı son zamanlarda öylesine hareketlendi ki, Maserati, Bentley ve Lamborghini de dâhil birçok marka, pastadan daha fazla pay alabilmek amacıyla direksiyonunu bu yöne kırdı. Her ne kadar Ferrari bu konuda dirense de Porsche’nin Cayenne ve Macan ile elde ettiği başarı, devler ligi için iyi bir örnek oldu. Buna bir de Nissan’ın birkaç yıl önce Qashqai ile yarattığı başarı eklenince, sadece geçen yıl Avrupa’daki SUV ve crossover segmentinde yüzde 21’lik artış sağlandı. Şimdi gelin dünyaca ünlü markaların bu yıl içerisinde otomobilseverlerle buluşturacağı modellere bir göz atalım… 34 İSTASYON Lüks ve güçlü otomobil denince akla gelen isimlerden Bentley’in Bentayga adını verdiği SUV’u, birçok kişi tarafından heyecanla bekleniyordu. Markanın klasikleşen tasarımını yansıtan model, 610 beygirlik güç üreten W12 motora sahip. 2016’nın en sıra dışı otomobillerinden olan Bentayga, 0’dan 100’e 4,1 saniyede çıkıyor ve saatte 300 kilometre hıza ulaşıyor. Maserati, SUV kervanına Levante adını verdiği modeliyle katılıyor. 3.0 performansının yanı sıra dizel motor seçeneğinin de bulunduğu Levante, yüksek sürüş konforu ve yol tutuş dinamikleriyle dikkatleri üzerine çekmekte zorlanmıyor. Gelelim bu sektörün “büyükler liginde” oynayan önemli bir ismine; Volkswagen Grup’a. İlkiyle büyük ilgi toplayan VW Tiguan’ın ikinci nesli hazır. Tiguan XL, görsel olarak Tiguan ile aynı olsa bile, uzunluğu ve pratik özellikleriyle fark yaratıyor. Yedi koltuklu model, daha ziyade ABD pazarı için üretildi, ancak Türkiye’de de hayli rağbet görüyor. VW Grup’un bir diğer markası Seat, Ateca ile ilk kez SUV segmentine giriyor. Tamamen yenilenecek ikinci jenerasyon Skoda Yeti’den izler taşıyan Ateca’daki verimli motorlar, istenirse dört çeker sürüşle kombine edilebiliyor. VW Grup’un premium markası Audi, uzun süredir bu pazarın oyuncusuydu zaten. Golf, Octavia, Leon gibi modellerde kullanılan MQB altyapısına sahip Audi Q2, yelpazenin daha da genişlemesine vesile olacak gibi görünüyor. Premium segmentte daha kompakt bir model arayışındakilerin derdine derman olacak Q2, dört halkalının elini hayli güçlendireceğe benziyor. Sektörün önemli isimlerinden Toyota, SUV’daki varlığını, Nissan Juke ile Qashqai arasında bir boyuta sahip C-HR ile hissettiriyor. Tasarımı coupe’yi andıran, şehiriçi kullanıma son derece uygun olan bu modelin hibritin yanı sıra 1.2 litre benzinli ve bazı pazarlarda satışa sunulacak 2.0 benzinli motor alternatifleri de bulunacak. C-HR, şirke- Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere SUV pazarında, hayli hareketli günler geçireceğiz. Ancak sektör SUV’dan ibaret değil. Otomotiv devlerinin özene bezene ürettiği birçok model, yollara çıkmak için gün sayıyor. İşte o modellerden bazıları… İtalyan Alfa Romeo, kendilerinin de kabul ettiği üzere, son yıllarda Alfa’nın felsefesinden ve kalitesinden uzak otomobiller üretti. Ta ki bu yıla kadar. Bu yıl, BMW 3 serisine rakip olması planlanan Alfa Romeo Giulia, normal versiyonlarının yanı sıra Ferrari’den transfer edilen uzmanların yarattığı performans versiyonuyla da çok konuşulacak gibi görünüyor. 510 beygirgücündeki performans modelinin 0’dan 100’e 3,9 saniyede çıktığı söylersek uzmanların boşa mesai harcamadığı da anlaşılacaktır sanırız. Söz İtalyanlardan açılmışken Ferrari’yi es geçmemek gerek. Birçok süper spor otomobil üreticisi gibi turbo beslemeli motorlara geçen markanın en önemli kozu Maranello’nun amiral gemisi F12 Tour de France. Son birkaç yıldır F1’de başarısız sezonlar geçiren Ferrrari’nin Fransa’daki yol yarışları zaferini anmak için kullandığı bir isim bu. 770 beygirgücü üreten F12 Tour de France, bu yıl içerinde şanslı azınlığa teslim edilecek. Fiat cephesine gelince… Egea ile önemli bir atılım yapan marka, bunu station ve hatchback modelleriyle taçlandıracak. Tipo adını alacak modeller, tasarımıyla dikkat çekmeyi hedefliyor. Kabini Egea ile aynı olan modelin daha çok Avrupa’da iddialı olması bekleniyor. Satış adeti anlamında ülkemiz için önem taşıyan bir diğer yenilik Renault Megane’dan Yeni teknolojiler de bizi bekliyor 2016’daki yeni otomobiller, aynı zamanda yeni teknolojiler de demek. Genelde daha pahalı otomobillerde bulunsa ya da isteğe bağlı olarak sunulsa da bu teknolojiler yakın gelecekte ortalama otomobillerde standart hale gelecek. 360 DERECE GÖRÜŞ VE GERI GÖRÜŞ KAMERALARI: Bu teknoloji, hâlihazırda bazı otomobillerde var. Geri görüş kameralarının yanı sıra 360 derece görüş sağlayan sistem, aracı adeta yukarıdan görmenize vesile oluyor ve etrafınızdaki nesneleri de ekrana yansıtıyor. KUMANDA PARK ETSIN! Aracı uzaktan kumandayla park etmek bilgisayar oyunu gibi olsa da, dar yerlere park etmek gibi sorunlar üstesinden geliyor. BMW’nin sisteminde, akıllı telefon benzeri bir anahtarla aracı park edebiliyorsunuz. Mercedes’teyse akıllı telefona yüklenen uygulama kullanılıyor. KAZA ANINDA ŞIŞEN EMNIYET KEMERLERI: Ford’un geliştirdiği bu sistem arka koltuklarda özellikle çocukların kaza anında emniyet kemerinden kurtulma ihtimallerini azaltıyor. Hem de daha az sarsıntı yaşıyorlar. Kaza sırasında saliseler içerisinde şişen emniyet kemerleri yüksek güvenlik sağlayacak. KABLOSUZ ŞARJ SISTEMI VE HOTSPOT: Akıllı telefonlar ayrılmaz birer parçamız haline gelirken otomobiller de buna kayıtsız kalmadı. Telefonla entegre ekranların yanı sıra, kablosuz şarj sistemiyle telefonunuzu artık belli bir yere koyarak şarj edebileceksiniz. Araç içerisindeki hotspot sistemiyse, tüm yolcuların internet bağlantısına sahip olmasını sağlayacak. GPS ILE ENTEGRE ŞANZIMAN: Sistem henüz geliştirme aşamasında, ama bazı markalar üst modellerinde kullanmaya başladı. GPS sistemine gideceğiniz rotayı girdikten sonra, araç size en verimli şanzıman kademesiyle sürüş yapmanıza imkân tanıyor. Örneğin bir viraja yaklaşırken vites küçülterek yavaşlamanızı sağlıyor. geliyor... Her yeni hatchback modeli gibi o da sınıfının lideri olarak gösterilen Golf’ü geçmek istiyor. Daha geniş iç hacim ve bagaj alanıyla birlikte daha geniş motor seçenekleri ve yüksek kalite sunulacak. RS performans versiyonu ve station modelleri de gelecek. Türkiye’de Nisan ayından itibaren görmeye başlayacağız. Talisman ve Scenic ise Renault’un daha üst segmentlere hitap eden iki modeli olarak karşımıza çıkıyor. Konforundan çok az kişinin faydalanabildiği Bugatti, yeni hibrit hiper otomobili Chiron ile boy gösterecek. 1500 beygirlik güç üreten Chrion, tasarımından teknolojik özelliklerine ve performansına kadar, her açıdan sıra dışı bir model. Bu yılın ilginç performans modellerinden biri de BMW M2 olacak. Alman markanın kilo alan performans modellerinden sonra bu kompakt hızlı otomobil, sürüş tutkunla- rına iyi gelecek. Altı silindirli 3.0 motor eski performans otomobillerinin sürüş heyecanını taşıyacak. Mercedes’in makam otomobili S-Sınıfı’nın üstü açılan versiyonu, direksiyonu kolay kolay kimseye bıraktırmayacak. Çift turbo V8 S63 AMG modeli 100 km/s hıza sadece 3,9 saniyede çıkıyor. Listemizin sonunda, Volvo’nun bu yıl pazara çıkaracağı S90 ve V90 modelleri var. XC90’ın yeni altyapısını kullanan bu araçlar, kaliteli kabini ve rahat sürüşüyle öne çıkıyor. Ayrıca dünyanın ilk çarpışma tespit etme sistemiyle satılacak. Evet, 2016 yılında yollarda rastlayacağımız modellerden birkaçını sıraladık. Marka çok, seçenek bol… Tek yapmamız gereken tasarımı, donanımı ve konforunun yanı sıra duygusal olarak da bağlanabileceğimiz birinde karar kılmak… İSTASYON 35 cunda GEZİ Her daim güzel Püfür püfür esen rüzgâr, Ege’nin iyotlu havasını kıyının iç taraflarına taşıyor. Sınırları içinde bulunduğu vilayeti, biraz da kendisi sayesinde ünlü yapan Cunda, tarih ve yaşanmışlık dolu daracık sokakları, kıyı boyunca dizilerek konuklarına Ege’nin meşhur yemeklerini sunmayı bekleyen restoranları, masmavi denizi ve tabii kendine has yaşam kültürüyle her daim seyahat listelerinin başında yer alıyor. YAZI: SEMA ULUDAĞ FOTOĞRAF: MURAT YILMAZ 36 İSTASYON T ürkiye sınırları içinde faaliyet gösteren ünlü tur şirketlerinden birinin sloganı, hafızalardaki tazeliğini koruyor: “Hepimiz tatil için çalışıyoruz.” Sloganı beğenip beğenmemek bir yana, pratik hayatta temas ettiği nokta çok doğru aslında. Hangimiz yılın belli zamanlarında, özellikle de bahar ve yaz aylarında, işimizden gücümüzden, yaşadığımız yerden uzaklaşıp sevdiklerimizle birlikte birkaç güzel gün geçirmek üzere yollara düşmeyiz ki? Hangimiz, iyot kokusunu ciğerlerimize çekmenin, tertemiz ve masmavi bir denizde kulaç atmanın, sıcacık kumlara uzanıp güneşin tadını çıkarmanın özlemini yıl boyunca çekmeyiz ki? Dahası hangimiz o yoğun temponun içindeyken ve bir süre sonra çıkacağımız tatilin hayaline dalmışken, komşunun ağacında yeşermiş sert ve sulu eriği gizlice dişleyen çocuğun mutluluğunu ve dahi mahcubiyetini yaşamayız ki… Gündelik koşuşturma ve yoğunluk içerisinde fazlaca dikkat edemediğimiz hayatın türlü çeşitli renklerini, o kısacık tatil süresinde yakalayabilme arzusuyla dolduğumuz aşikâr. Bu satırları okuduğunuz şu dakikalarda, memleketin dağına taşına, suyuna toprağına bahar geldi. Yaz aylarıysa hemen kapıda. Birçoğumuz büyük bir heyecan içinde, tatil planları kurulmaya başlandı. Yurtiçi mi, yurtdışı mı? Ege mi, Akdeniz mi? Tatil köyü mü, yoksa yatak kapasitesi sınırlı bir butik otel mi? Bu ve bunun gibi onlarca sorunun zihnimizi kurcaladığı günlerdeyiz. Tıpkı renkler gibi, tıpkı damak tadı gibi tatil anlayışı da son derece kişisel bir mevzuu aslında. Dünya görüşümüz, hayata bakış açımız, zevklerimiz veyahut beğenilerimiz, tatillerimizi şekillendiren unsurlardan sadece birkaçı… Tabii bir de bütçe konusu var elbette ama her şey demek değildir! Zira ne kadar bütçeniz olursa olsun, eğer gideceğiniz yeri iyi seçemezseniz, yeterince iyi zaman geçirmenizin de garantisi olmuyor ne yazık ki. Hal böyle olunca seçenekleri çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Örneğin gittiğiniz yerde saatlerinizi, günlerinizi sadece deniz kenarındaki şezlongunuza uzanarak ve soğuk içeceğinizi yudumlayarak İSTASYON 37 GEZİ geçirmek isteyebilirsiniz. Tercih sizin, kim ne diyebilir ki? Ama bununla yetinmez, “tatilci” kimliğinizi, “kâşif” kimliğinizle harmanlarsanız; diğer bir ifadeyle gittiğiniz yerin havasını suyunu, taşını toprağını, tarihini ve doğasını tanımak isterseniz, işte o zaman ziyareti (tatili), ticarete (edindiğiniz bilgileri başkalarıyla paylaşmaya) dönüştürebilirsiniz. Yapacağınız ticareti, hem siz hem de karşınızdaki açısından son derece kârlı kılacak yerlerin sayısı epey fazla. Zira bu topraklar, kadim kültürlere ve medeniyetlere kucak açmış yüzyıllardır. İşte onlardan biri de Cunda… Cunda-Ayvalık arası karayoluyla da alınabilir. Ama hemen kıyının yanında duran teknelerden birini tercih ederseniz, sizi bu manzara karşılar. HAVADA ZEYTIN KOKUSU VAR! Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı olan Cunda, Ege Denizi’nin muhteşem maviliğinin yanı başına konumlanan, yaz mevsiminde bile imbatla meltemin ılık ılık estiği, tarihi Rum evlerinin kültürel bir değer kazandırdığı bir yer. Genelde Balıkesir, özeldeyse Ayvalık zeytin yetiştiriciliği ve zeytinyağı üretiminde sadece Türkiye’de değil, dünyada da hatırı sayılır bir yere sahip. Bu durumdan Cunda’da nasibini almış elbette. Aslına bakarsanız, zeytin ve zeytinyağı üretimi, bölgeye Rumlar eliyle kazandırılmış bir zenginlik. Ayvalık ve çevresinin kuruluşuyla ilgili net veriler olmamakla birlikte, 1700’lü yılların ikinci yarısından itibaren Osmanlı Padişahı fermanıyla Yunanistan’dan ve Yunan adalarından gelen çok sayıda Rum’un bu bölgeye yerleştiği biliniyor. Zaten zeytinle ilgili teşriki mesai de o yıllarda başlıyor. Yabancı misyonerlerin tuttukları notlardan anlaşıldığı üzere, o dönemde Ayvalık’ta, yüzden fazla zeytinyağı mengenesiyle, İstanbul’a ve Rusya’ya ihracat yapılıyor. 1800’lü yılların son çeyreğinde limanın genişletilmesiyle birlikte yılda yaklaşık 600 geminin buraya gelmesi, ticaretin gelişmesini sağlıyor. 1800’lü yılların sonlarında bir İngiliz tarafından kurulan zeytinyağı tesisi, işlerin daha profesyonel noktaya taşınmasında önemli rol oynuyor. Tarih boyunca kutsallığın, bolluğun, bilgeliğin ve sağlığın simgesi sayılan zeytinin, bu ilçede üstlendiği tüm değerlere layık bir saygı gördüğünü ifade edersek, abartmış olmayız. Öyle ki, sadece Türkiye’de değil, uluslararası yarışmalarda da ödül kazanan üreticilerinin dükkânlarına neredeyse adım başında rastlamak mümkün. Biberli, kekikli, defneli, biberiyeli olan da var zeytinyağların arasında, taş baskı soğuk sıkım da… Çeşitte çok, satıcı sayısı da… “Bu lezzeti membaında tatmak iyi güzel ama Cunda’ya ve Ayvalık’a kadar gidip de zeytinyağı almadan dönmek olmaz,” diye düşünmekten kendinizi alamayacağınız da kesin. Bilindiği üzere Osmanlı, her şeyin yanı sıra isyanlarla anılan bir imparatorluk. Cunda ve Ayvalık’ta yaşam süren Rumlar da zaman zaman bağımsızlık için başkaldıran topluluklar arasında. Devletin bu isyanları bastırmak için kullandığı yöntemler, Rumların bölgedeki sayısının giderek azalmasına neden oluyor. Bununla birlikte, 1919’da Yunan ordusu tarafından işgal 38 İSTASYON Taş Kahve, Cunda’nın daracık sokaklarında tarihin izini sürenlerin biraz soluklanıp bir şeyler içebileceği oldukça meşhur bir yer. edilmesi, ilçenin tarihinde dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Çünkü İstanbul’daki hükümetin tüm uyarılarına rağmen işgale karşı koyan 172. Alay Komutanı Ali Bey (Çetinkaya), öylesine bir başarı sergiliyor ki, hem ilçeyi işgalden kurtarıyor hem de Cunda Adası’nın kendi ismiyle, Alibey Adası olarak anılmasına vesile oluyor. Takvim yapraklarının 1923’ü gösterip mübadelenin yapıldığı dönemdeyse, Rumlar artık bölgeyi tamamen terk ediyor… MÜZELER, KILISELER VE ÇOK DAHA FAZLASI BAKMASINI BILEN, GÖRDÜĞÜNE DEĞER VEREN, O DEĞERLERIN YARINLARA TAŞINMASINI ARZU EDENLERIN KEYIFLE KEŞFEDECEĞI BIR BELDE CUNDA. Mübadelenin ardından neredeyse bir asırlık zaman geçse dahi, Cunda’da Rumların yarattığı değerlerin izini sürmek hâlâ mümkün. Özellikle de mimaride ve mutfak kültüründe. Cunda’nın hemen her yerinde rastlayabileceğiniz, ancak birçok kişinin daha ziyade deniz kenarında bulunanları tercih ettiği restoranlar, menülerinde Rum ve Girit mutfağının en güzel örneklerine yer veriyorlar. Yine kıyıda konumlanan ve günün her saati tıklım tıklım olan tarihi Taş Kahve ise, Cunda’nın daracık sokaklarında dolaşıp bir kültüre, bir tarihe tanıklık ettikten sonra kısa bir mola vermek için ideal. Alkolsüz soğuk ve sıcak içeceklerin servis edildiği bu kahvehane, aperatif bir şeyler yemek isteyenlerin de rotasında. Tüm bölgede olduğu gibi Taş Kahve’de de genel tercih, Ayvalık Tostu elbette. Yalnız kahvehane özellikle yaz aylarında epey kalabalık, servis de yavaş. Eğer Taş Kahve’de bu lezzete ulaşamazsanız üzülmeyin; ya karadan ya da kıyı boyundan kalkan tekneler aracılığıyla denizden, 20-25 dakikada ulaşabileceğiniz Ayvalık’ta sırf bu iş için kurulmuş bir çarşı var. Adı da Tostçular Çarşısı. Sıra sıra dizilen tostçuların önünde oluşan sıralar sizi korkutmasın. Sonunda beklemeye değdiğini göreceksiniz… Basın yayın organlarında dikkatinizi çekmiştir belki; Cunda, son birkaç yıldır büyük şirketlerin de ilgi odağında. Koç Topluluğu, bu şirketlerden biri. Koç ailesi, Cunda’daki tarihi dokunun yüzyıllarca daha ko- İSTASYON 39 GEZİ MÜBADELENIN ÜZERINDEN NEREDEYSE BIR ASIRLIK ZAMAN GEÇSE DAHI, CUNDA’DA RUMLARIN YARATTIĞI DEĞERLERIN IZINI SÜRMEK HÂL MÜMKÜN. Coca Cola CEO’su Muhtar Kent’in anne ve babasının adını taşıyan Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı, dünyanın her yerinden turist ağırlıyor. Rahmi Koç Müzesi, Taksiyarhis Kilisesi’nin yeniden hayata döndürülmesiyle oluşturulan bir yer. Müzenin içi envai çeşit obje ve oyuncakla dolu… runabilmesi amacıyla hem Rahmi Koç Müzesi’ni hem de Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı’nı kültür yaşamımıza kazandırdı. Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı, Cunda Adası’nın neredeyse en yüksek yerinde bulunan Agios Yannis Kilisesi’nin restore edilmesiyle oluşturuldu. Patrik Teodosios zamanında İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanan manastırın kitaplığının 1835 senesinden itibaren zenginleşmeye başladığı, dini kitapların yanı sıra 17’inci ve 18’inci yüzyılın kilise hukuku hakkındaki yayınların da bulunduğu biliniyor. Mübadele döneminde tahrip olan Şapel’in batısında, büyük olasılıkla manastıra un sağlamak üzere inşa edilen değirmen de bu tahribatta payına düşeni fazlasıyla almış. Yıllar yılı harap bir şekilde kalan değirmen ve kilise, Rahmi M. Koç’un katkılarıyla restore edilerek 2007 yılında açıldı. Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı bün- 40 İSTASYON yesinde hizmet veren kitaplığa; ilerleyen yaşı nedeniyle göz sağlığı bozulan, “Göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum” diyen Emekli Büyükelçi Necdet Kent’in ve eşinin ismi verilmesiyle birlikte, çiftin oğlu ve CocaCola’nın CEO’su Muhtar Kent, babasından yadigâr 1300’ü aşkın kitabı bu kitaplığa bağışladı. Cunda’nın kıyı kesiminde bulunan Rahmi Koç Müzesi ise, beldenin en önemli yapılarından biri olduğu halde, define avcıları tarafından talan edilen, tavanındaki mühürden anlaşıldığı kadarıyla yapımı 1873 yılına kadar dayanan Taksiyarhis Kilisesi’nin yeniden hayata döndürülmesiyle oluşturulan bir yer. Neo Klasik mimariye sahip Taksiyarhis Kilisesi, iki yıldan fazla süren restorasyonun ardından 2014’te kapılarını açtı. Üç katlı olsa da en üst katı ziyarete kapalı olan müzenin ilk katında eski otomobil, motosiklet ve bisikletler, denizcilik araç-ge- reçleri, saatler, fotoğraf makineleri gibi onlarca eser var. İkinci katıysa daha ziyade çocuklar için. Zira bu kat envai çeşit oyuncaklarla dolu. Dünyanın her yerinden gelen bebekler, bebek arabaları, oyuncak arabalar ve daha neler neler… Cunda’nın daracık sokaklarda dolaşmaya devam ettiğimizde, burada sadece Taksiyarhis’in değil, birçok kilisenin olduğunu görüyoruz. Aya Athanasiu Kilisesi, Ayvalık Ayazma Kilisesi, Profit İliyas Kilisesi bunlardan sadece birkaçı. Bazı Rum evleri gibi dinsel yapıların da bakımsız veya harap durumda olduğunu fark etmemek imkânsız... Toplumun önemli bölümü, tarihi eserleri korumanın sadece dünü değil, bugünü ve tabii yarını da anlamak için önemli olduğunu idrak ettiği gün, bu yapılar da hak ettikleri saygıyı göreceklerdir sanırız. Cunda’ya kadar gitmişken görülmesi gereken yerler- den biri de Şeytan Sofrası kuşkusuz. Ayvalık’ın merkezine sadece birkaç kilometre uzaklıktaki bu yer, özellikle gün batımıyla meşhur. Tepede şeytanın ayak izi olduğuna inanılan bir taştan adını alıyor. Günümüzde turistlik bir hal alan, dolayısıyla da çeşitli işletmelerin bulunduğu yerde, Midilli Adası’na nazır çayınızı ya da okkalı kahvenizi yudumlarken gün batımının o eşsiz görüntüsüne tanıklık etmeniz işten bile değil. Evet, bahar aylarının başımızda kavak yellerini estirdiği günlerdeyiz. Gün, birkaç günlüğüne de olsa, bulunduğumuz yerden uzaklaşmak, denizle, doğayla, tarihle iç içe saatler geçirmek istediğimiz gündür. Gidilebilecek yer sayısı hayli fazla. Ancak tarihle, kültürle, denizle, doğayla ve tabii zeytinle var olan bir beldeye uğramak isterseniz, Cunda’yı da listenize dâhil etmenizi özellikle tavsiye ederiz. İSTASYON 41 YEME-İÇME Ege’nin yeşil hazinesi Baharın gelişini üzerinde yetişen onlarca farklı çeşit otla kutlayan bereketli Ege topraklarına uzanmaya ne dersiniz? Mevsimine göre hemen her yemekte kullanılabilen bu yabani otlar, sofranızı zenginleştirebileceğiniz gerçek bir hazine. YAZI: GAYE ŞAHIN ği çalkama. Ege’de her sofrada karşınıza çıkacak çalkamanın bağımlısı olmamak zor. Eskiden tarladan yorgun argın dönen köylülerin icat ettiği bu nefis börek çeşidi, aslında basit bir yapım tekniğinin genel adı. Taze toplanan otları, bazı sebze çeşitleriyle de karıştırarak tavada kavuruyor; üzerine un, zeytinyağı, limon, su ve biraz da tahin ekleyerek bir bulamaç elde ediyorlar. Açılan hamurların ya da yufkaların arasına konulan bu karışım fırında pişince tadına doyulmaz bir börek oluyor. Ege’nin bir başka vazgeçilmezi ot kavurması. Zeytinyağında kavrulan taze otlar, bazen yoğurtla bazen de üzerine yumurta kırılarak karın doyuruyor. Ege ve Akdeniz çevresi dışında fazla tanınmayan ot çeşitleri bugün yöresel lezzetler konusundaki farkındalığın artmasıyla kendilerinden daha sık söz ettirir oldu. Artık sadece Ege ve Akdeniz restoranlarında değil, farklı şehirlerde de bu otlarla hazırlanan yemeklere yer veren onlarca genç şef var. Her yıl Alaçatı’da düzenlenen Alaçatı ot festivali de, otların bilinirliğini artırmada önemli bir rol üstleniyor. Nisan ayının ilk haftası düzenlenen “OT” DEYIP GEÇMEYİN! BILIMSEL OLARAK DA KANITLANMIŞTIR KI, HER BIRI TAM BIR SAĞLIK DEPOSU. İ ğnelik, radika, arslan perçemi, cibes, beyaz acımık, sirken, çakal boğan, tırpışen... Bu kelimeler bir başka dile mi ait diye düşünüyorsanız, Ege mutfağının yeşil hazinelerini yeterince tanımıyorsunuz demektir. Bölgenin baharla birlikte uyanan yamaçları, şimdilerde kışın bitişini üzerinde yetişen onlarca farklı türde otla selamlıyor. Dilimizden düşürmediğimiz zengin Ege mutfağının en büyük lezzet sırrı da çoğunluğun adını bile bilmediği bu otlardan başkası değil. Sadece yemeklere verdikleri tattan bahsetmek de haksızlık, çünkü her biri aynı zamanda güçlü birer şifa kaynağı. Ege insanının şerbetten farksız iklimin ve bereketli toprakların sunduklarıyla kurduğu bağı kıskanmamak elde değil. Bölgenin sevimli köy ve kasabalarında kurulan herhangi bir meydan pazarına denk gelirseniz, tezgâhlarda sattıkları otları, onları nasıl toplayıp nasıl ayıkladıklarını, yeri geldiğinde yapraklarını ve saplarını ayrı işlevler için nerede kullandıklarını kendi ağızlarından mutlaka dinlemek gerek. İlk başta birbi- 42 İSTASYON rinden ayırt etmesi ve bazılarının tatlarına alışması zaman alabilir, ama birkaç temel bilgiyle arayı kapatarak sofranızı bu şifa kaynağı yeşilliklerle zenginleştirmeniz mümkün. Doğal otların kullanımı hızla tükettiğimiz besin kaynaklarına önemli bir destek olması açısından da önemli. Yetişen otların pek çoğu yüksek antioksidan özelliği taşıyor. Çoğu, bugün sağlık ve kozmetik ürünlerin yapımında kullanılan önemli temel maddeler arasında. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, her yabani otun yenilmeyeceğini akıldan çıkarmamak. Egelilerin bu konudaki rehberi keçi ve inekler. Bölgede hayvanların yemediği hiçbir otu insanlar da yemiyor, bu şekilde zehirli olanlar kolayca ayırt edilebiliyor. Çok kültürlü Ege mutfağında mübadelenin, özellikle Girit’ten gelen ailelerin, Rum, Yahudi, Levanten, Boşnak ve Arnavut yemek kültürlerinin etkisi büyük. Otlar mevsimine göre hemen her yemekte, meşhur ot kavurmalarında, böreklerde hatta çaylarda bile çok sık kullanılıyor. Bilinen en kolay ot yeme- festival, otlarla yapılan nefis yöresel lezzetlerle tanışmak için iyi bir fırsat. Kimi elle kolayca, kimi bıçakla biraz zorlanarak koparılabilen otların dünyasını öğretebilmek için ot toplama etkinliklerine de sahne olan festival, bu yıl 7-10 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. Tariflerde sıklıkla yer bulan radika, cibes, şevket-i bostan, sarmaşık otu, arapsaçı gibi çeşitler, buzdağının sadece görünen yüzü. Toplamda 50’den fazla kullanılabilir ot var. Bu otların birçoğu Karadeniz’de, Mersin ve Adana çevresiyle Antalya civarında da yetişiyor. Bazı otları sadece kaynayan suda kısa bir süre haşlanıyor, bazılarını yağda kavuruyorlar. Kimi etlere, kimi de salatalara ve mezelere ilham veriyor. Gelin, lezzetiyle kendine hayran bırakan birkaç ot çeşidini daha yakından tanıyalım… Nisan sonuna kalmadan tükenen sarmaşık otu, tansiyon ve kolesterolü dengeliyor; hazmı kolaylaştırıp vücuttaki ödemi atıyor. Ege’de hemen her öğünde sıklıkla tüketiliyor, ama en çok yumurtalı kavurması seviliyor. Acı ot olarak da anılan sarmaşık otunu pişirirken asla metal bıçakla kesmemek, hatta karıştırırken de mutlaka tahta kaşık kullanmak gerek. Çünkü hemen acılaşarak lezzetini kaybediyor. Kavurma yapmak için sarmaşık filizlerinin uca yakın körpe kısımları kullanılıyor. İki demet sarmaşığı bir soğan ve biraz sızma zeytinyağıyla tavada kavurun. Bir tutam tuz ve biraz sirke ilave ettikten sonra, üzerine iki yumurta kırarak kapağını kapayın. Tarifi bu kadar kolay… Ege otları içinde alışılması daha uzun zaman alan çeşitlerden biri arapsaçı... Anasonu andıran yoğun aroması, nerede kullanıl- ması ve nasıl pişirilmesi konusunda biraz tecrübe istiyor. Görüntüsü nedeniyle dereotunuyla karıştırılabiliyor. Havuç ve maydanozla aynı aileden gelen arapsaçı, kuzu etiyle eşleştirilse de Ege ve Akdeniz’de daha çok karışık ot kavurmalarında kullanılıyor. Önemli bir ürik asit toplayıcısı olan ve sağlık için sıklıkla başvurulan, kenker adıyla da bilinen eşek dikeni, pembe mor çiçekleriyle de dikkat çekiyor. Eşek dikeni içerisinde protein bulunduğu söyleniyor. Suyunu kaynatıp içmek böbrek taşından sinir ve kalp rahatsızlıklarına kadar pek çok derde deva oluyor. Bahar aylarıyla birlikte tarlalara ve yol kenarlarına yayılan gelincik, bölgenin en sevdiği ve en sık kullandığı otlar arasında. Genelde bakliyat türünde yemeklerde yer bulan gelincik, ot kavurmalarında, mercimek ve börülcede, pilavlarda kullanılıyor. Ayrıca evde pazı ya da ıspanak kalmadığında yerini gelincikle doldurmak da mümkün. Ege sofrasında özellikle mezelerin ve ara sıcakların en güçlü oyuncularından, lezzet sırlarından biri cibes (cibez). Kaynayan suya bırakıp bir iki dakika haşladıktan sonra üzerine sadece zeytinyağı ve limon sıkarak tüketebileceğiniz bu hayli lezzetli otu, zeytinyağında kavurarak yoğurtla da tüketebilirsiniz. Diğer otlardan farklı olarak, lahana ve karnabaharın kesilip toplandıktan sonra toprakta kalan köklerinden büyüyor. Ege dışında pek fazla bilinmeyen cibes, yaşlanmayı geciktiren, bağışıklık sistemine kuvvet veren bir C vitamini deposu. Toprağın derinliklerinden çıkan şevket-i bostan, girdiği her yemeğe muazzam bir lezzet veriyor. Kökleri derinde olduğu için toplaması ve pişirmesi biraz zor. Önce çevresini çapayla kazıp, yapraklarından çekerek çıkarmak gerekiyor. Toprağından ayıklamak için limonlu suda bekletmeniz yeterli. Pişirmeden önce beyaz kök kısmını kaplayan dış kabuğu ayıklayın. Şevket-i bostanı pazardan alacaksanız dış kabuğunun açık beyaz olmasına dikkat edin. Kökü oksijenle karşılaştığı anda sarardığı için tazeliğini çabuk kaybedebiliyor. Oval ve buruşuk yaprakları, mavi mor tonlarıyla bilinen hodan otunun boyu 15 ile 60 santimetre aralığında değişiyor. Önemli bir idrar söktürücü olarak kullanılan hodan, ayrıca boğaz ağrılarına, bademcik iltihabına da iyi geliyor. Boğazı temizlediği için sigara içenlere tavsiye edilen hodanı, stresle baş etmekte güçlük çekenler ve depresyon hastaları da de kullanıyor. Oldukça yoğun bir kokuya sahip iğnelik, 20 santimetreyi geçmeyen boyu ve gagaya benzeyen uçlarıyla biliniyor. Pembe tonlara sahip çiçeklerin henüz açmadan toplanması şart. Boğaz enfeksiyonlarında, ishal, mide ülseri ve iç kanamaların tedavisinde kullanılıyor. Afrodizyak etkisiyle de bilinen iğnelik otu, ayrıca kan şekerini dengeleyip şeker seviyesini düşürüyor. Karahindiba otu olarak da bilinen radika, papatya ailesinden. Adının kara olması yanıltmasın çünkü yeşil yapraklı ve sarı çiçekli bir bitki. Potasyumun yanı sıra A, C vitaminleri ve bazı mineraller bakımından da zengin olan radika, körpeyken salatalarla birlikte çiğ tüketiliyor. Tabii kavurarak veya haşlayarak da zeytinyağıyla birlikte lezzetlendirmek mümkün. Anne sütünü artırdığı söylenen radika, özellikle doğum sonrasında tavsiye ediliyor. İSTASYON 43 SAĞLIK PAKETTEKI KALORI HESABI Birçoğumuzun ilk kez duyduğu Ortoreksiya Nervozu, sağlıklı beslenmeyi takıntı haline getirenlere koyulan tıbbi bir teşhis ve Anoreksiya Nervozu kadar tehlikeli. Yiyecek, içecek paketlerinin üzerinde, o gıdadan alacağımız kalorilerin nasıl eritilebileceği yazsa iyi olmaz mı? İngiltere Kraliyet Kamu Sağlığı Kurumu, gıda paketlerinin üzerinde yapılması gereken egzersizlere dair ibareler bulunması gerektiğini savundu. n Birçoğumuz paketlenmiş gıdaları alırken hayli hassas davranırız: Ne zaman üretildiğini, son kullanma tarihini, muhtevasını öğrenmeye çalışırız. Bir kısmımızsa ayrıca, satın alacağımız o gıdanın bize kaç kalori vereceğini merak ederiz. İngiltere’nin resmi yayın organı BBC, geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir haberinde, “Royal Society for Public Health (RSPH) / İngiltere Kraliyet Kamu Sağlığı Kurumu”nun bu alanda attığı yeni bir adımdan söz etti. Habere göre RSPH, yiyecek ve içecek paketlerinin üzerinde o gıdadan alınan kalorilerin yakılması için gereken egzersizlerin de yazılması gerektiğini savundu. Kurumu böyle bir karara sevk eden temel nedense, insanların günlük tükettikleri gıdayla alınan kalorinin yakılması için gereken zamanı hafife almaları. Tüketicilerin bir şeyi almadan önce paketin üzerine ortalama altı saniye kadar baktığına, paketler üzerindeki besin değerleri tablosunun birçok kişi için kafa karıştırıcı olduğuna dikkat çeken Kraliyet Kamu Sağlığı Kurumu, sonuçların kamuoyuyla paylaşılmadan önce, 2 bin kişiyle bir araştırma yaptı. Araştırmaya katılanların yüzde 60’ı, paketlere kaloriye denk gelen egzersiz etiketinin konulmasına destek verdi. Araştırmaya göre sağlıklı bir kiloda kalabilmek için, erkeklerin günde ortalama 2 bin 500, kadınlarınsa 2 bin kalori tüketmesi gerekir. Bu tasarı hayata geçer mi, geçerse başka ülkelerde de uygulanır mı bilinmez… Ancak o günler gelene kadar; gazlı bir içeceği yakmak için 26 dakika yürümek ya da 13 dakika koşmak, orta boy bir çikolata için 42 dakika yürümek veya 22 dakika koşmak, bir paket cips için 31 dakika yürümek veyahut 16 dakika koşmak, yaban mersinli bir kek içinse 48 dakika yürümek veya 25 dakika koşmak gerektiğini aklımızın bir köşesinde tutmamızda fayda olabilir. Muhteşem ikili! n Yemeklerimizin olmazsa olmazı soğanın tam anlamıyla bir “sağlık membaı” olduğu uzun zamandır biliniyor. Bilinmeyense mor soğanla sütün muhteşem bir ikili oluşturdu. Bu sıra dışı birliktelik, ilk anda midenizde hafif bir hareketlenmeye neden olsa da acele karar vermemenizi tavsiye ederiz. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre sütle mor soğan karışımı, safra kesesi salgısını artırıyor, bu da safra 44 İSTASYON CEHENNEME GIDEN YOL… SAAT BAŞI, IKI DAKIKA n Egzersiz yapmanın önemi tartışılmaz olsa bile, çoğumuz hayat şartlarının ağırlığından veya iş temposunun yoğunluğundan dem vurarak hareketsiz kalışımıza teori üretmeye meylederiz. Oysa Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırma, kişinin istediği takdirde her koşulda yaşam kalitesini artırabileceğini kanıtlıyor. Sonuçları İngiltere’nin saygın gazetelerinden Independent’ta yayınlanan habere göre, Utah Üniversitesi’nce yapılan bu araştırma, her saat başında sadece iki dakika yürümenin bile ölüm riskini yüzde 33 oranında azalttığını gösteriyor. 3 bin 600 yetişkin Amerikalının üç yıllık sağlık, beslenme ve egzersiz kayıtlarının incelenmesiyle oluşturulan araştırmada uzmanlar, deneklerin saat başına 34 dakikayı oturarak ya da uzanarak geçirdikleri hesaplandı. Uzmanlara göre, bu kişiler ne kadar çok hareketsiz zaman geçirirlerse, araştırma süresi içinde ölme olasılıkları o kadar fazlaydı. Zamanı hareketsiz geçirmek yerine ayakta durmak gibi düşük yoğunluklu egzersiz yapmak da benzer bir sonuca yol açacaktı. Fakat her bir saatte iki dakika yürümek, bu riski yüzde 33 oranında azalttı. Uzmanlar ayrıca saat başına iki dakika yürüyerek haftada bin kalori yakılabileceği sonucuna da vardı. kesesinde taş oluşumunu engelliyor. Karışımın aynı zamanda tansiyon düşürücü etkisi olduğu da söyleniyor. Bunun için yapmanız gerekense mor soğanı ince ince doğrayıp sütün içinde kaynatmak, daha sonra bu karışımı içmek. Dilerseniz dipte kalan soğanları da yiyebilirsiniz. Söz mor soğandan açılmışken birkaç bilgiyi daha aktarmakta fayda var: El ve ayak tırnaklarınız çabuk kırılıyorsa, mor soğan suyuyla ovalayabilirsiniz. Balla karıştırılan mor soğan suyunun boğaz iltihabına, sinirsel rahatsızlıklara, öksürüğe, bronşite iyi geldiği de biliyor. Son bir bilgi de nasırı olanlar için… Sirkenin içinde kaynattığınız mor soğanı nasırlı bölgeye bağlayın. Bu işlemi üç dört gün boyunca gerçekleştirin. Bakalım sonuçtan memnun kalacak mısınız? n Tükettiğimiz besinlerin, gerçekten olması gerektiği gibi üretilip üretilmediği, bize ulaşana kadar geçen sürede ne gibi işlemlerden geçtiği zihnimizde soru işaretleri yaratıyor. İçinde ya da üzerinde kimyasallar bulunmayan organik ürünlerle beslenmek hepimizin hayali haline geldi. Basın yayın organlarında yer alan haberlerin de etkisiyle “sağlıklı beslenme”, günümüzün yükselen trendi kuşkusuz. Ancak bu trendi abartanlar da yok değil. İşte bu durum yeni bir hastalığın gündemimize gelmesine aracılık ediyor. Hastalığın tıbbi adı Ortoreksiya Nervoza ya da halk dilindeki adıyla “sağlıklı beslenme takıntısı”. Hastalığın isim babası Dr. Steven Bratman, 1997’de bu tanımlamayı kullandı. Yunanca “doğru” veya “normal” anlamına gelen “Ortho” ile “açlık” anlamına gelen “orexis” kelimelerinden türetilen “Ortoreksiya”, sağlıklı olma arzusunun tetiklediği saf, temiz yiyecekler tüketme takıntısı sonucunda ortaya çıkıyor. Uzmanlar Ortoreksiya Nevruza’nun, dünyanın en sinsi hastalığı olarak nitelendiriyor, zira özünde “sağlıklı olma arzusu” yatıyor. Peki, bu hastalığa yakalananların ortak özellikleri neler? Her şey kişinin sağlıklı yemek yemeyi fazlaca önemsemesiyle başlıyor ve zaman içerisinde bu durum hayatın merkezi haline geliyor. Yiyecekler çok güvenilir yerlerden alınıp özel mutfak gereçleri kullanılarak pişiriliyor. Buraya kadar anlattıklarımız aslında hemen hepimizin önemsediği unsurlar, zaten sorun da bu aşamadan sonra başlıyor. Ortoreksiya Nevruza’ya yakalananlar sağlıklı yemek yiyemeyeceğini düşündüğü hiçbir yere gitmemeye, iş hayatına önem vermemeye, kişisel değerleri ve zevkleri geri plana atmaya başlıyor. Bu ruh haliyle giderek yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça da daha sağlıklı beslenme isteği duyan hastalar, kısır bir döngünün içine düşüyor… Ezcümle dünyada giderek yaygınlaşan bu hastalık, bize ünlü bir sözü hatırlatıyor: “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarından örülmüştür!” GIZLI ŞEKERIN AÇIK BELIRTILERI n Dünya üzerinde şeker hastalığının görünme oranı, birçok hastalıktan daha yüksek. Genç yaşlı, kadın erkek fark etmeksizin milyonlarca kişi, yaşamını bu hastalığa göre düzenlemek zorunda kalıyor. Üstelik bu rakamın belki de çok üzerindeki kişide gizli şeker bulunuyor. Diğer bir ifadeyle dünyada milyonlarca insanın gizli şekeri var. Peki gizli şekerin açık belirtileri neler? İşte onlardan sekizi… Devamlı tatlı yeme isteği, Açlık atakları, En kötü kalori n Doktorlar sık sık “üç beyazdan uzak durun” der. Un, tuz ve şekerin vücutta yarattığı tahribat gerçekten çok fazla… Amerika Birleşik Devletleri’nin San Francisco şehrindeki California ve Touro üniversitelerinde yapılan bir araştırma, şekerin özellikle çocukların yaşamında hayli kötü sonuçlar doğurduğunu bir kez daha kanıtladı. Sonuçları Obesity dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, metabolizmasında kronik hastalıklar bulunan çocukların şeker tüketimi azaltıldığında 10 gün içerisinde iyileşme kaydettiği gözlemlendi. Araştırmanın başyazarı Pediatrik Endokrinoloji Uzmanı Doktor Robert Lustig, bu çalışmanın şekerin metabolik olarak zararlı olduğunu bilimsel olarak kanıtladığını söyledi. Sözün özü şeker, sadece yüksek kalorili olduğu ya da kilo almaya yol açtığı için değil, yapısı itibarıyla zararlı bir madde. Touro Üniversitesi Osteopati Tıp Bölümü’nden Doktor Jean-Marc Schwarz da, anne babaların çocuklarının tükettiği şeker miktarını mutlaka çok yakından takip etmesi gerektiğinin altını çizdi. Şeker oranı düşük gıdalar tüketen çocukların tansiyon, trigliserit ve LDL kolesterol oranlarında ciddi boyutta düşüş tespit edildi. Son zamanlarda aşırı kilo alma veya zayıflama, Gündüzleri uyuklama, Öfkelenme, birden sinirlenme, Terlemenin artması, gece terleme, gece baş terlemesi, Halsizlik, yorgunluk, sıkıntı olması, psikolojik değişiklik, Ağız kuruması, çok su içme, çok idrara gitme... İSTASYON 45 SAĞLIK Hastalığın tedavisinde nasıl bir tedavi uygulanacağı henüz bilinmiyor. Buna karşılık, bir hekim olarak neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz? Bu daha ziyade sivrisinekler aracılığıyla bulaşan bir hastalık olduğu için, öncelikle bu canlıların üreyebileceği sulak ve bataklık bölgelerin kurutulması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar, mümkünse virüsün bulunduğu bölgelere gitmemeliler. Eğer gitmek mecburiyetindelerse daha önce sıraladığım önlemleri almaları şart. Ezcümle, 30’dan fazla ülkede binlerce kusurlu doğuma yol açan Zika, anlaşılan o ki bir süre daha hayatımızı zehretmeye devam edecek. Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök, hem hastalığın etkilerini anlattı hem virüsün rastlandığı ülkeleri ziyaret etmeyi planlayanlara önerilerde bulundu. Hayatımızı zehreden yeni virüs Güney Amerika’da doğan, Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklama yapmasını gerektirecek kadar etkili olan Zika, son derece hızlı yayılarak birçok ülkeyi etkisi altına aldı. Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök, son günlerin sıkça söz edilen hastalığı Zika’yı ve bu hastalıktan korunmanın yollarını anlattı. A teş, şiddetli baş ağrısı, gözlerde kızarma, kusma, döküntü, kas ve eklem ağrıları… Birçok hastalığın habercisi olabilecek gibi görünen bu emareler, son dönemde adından sık sık söz ettiren Zika virüsüyle ilgili de ipuçları sunuyor. Latin Amerika’da doğarak birdenbire hayatımıza giren bu virüs, öylesine hızla yayıldı ki, kısa süre sonra küresel sağlık tehdidi olarak algılanmaya başlandı. Sivrisinek sokmasıyla bulaşan virüsün özellikle hamileleri ve onların doğmamış bebeklerini etkilemesi nedeniyle milyonlarca kişinin tüm dikkati bu hastalığa yöneldi. Latin Amerika’dan Afrika’ya, oradan da Asya’ya yayılan virüsün bebeklerin yaşam süresini kısaltması, beyin fonksiyonlarında bozukluklara veya beynin yetersiz gelişmesine yol açması nedeniyle de önemsenmesi gerekiyordu. “World Health Organization (WSO) / 46 İSTASYON Dünya Sağlık Örgütü”nün insandan insana da bulaşabileceğini açıklamasıyla birlikte, durum daha da vahim bir hal aldı. Milyonlarca kişi adını ilk kez duysa bile aslında bu virüsün kökenleri epey eskiye dayanıyor. İlk olarak 1947 yılında Uganda’da gerçekleştirilen malta humması taramaları esnasında incelenen maymunda rastlandı. Ancak kendisini neredeyse 70 yıl boyunca fazla belli etmedi. Ta ki, bugüne dek… Daha ziyade tropikal bölgelerde görünen, WHO’nun Şili ve Kanada dışında tüm Amerika için acil durum ilan ettiği bu virüse karşı ilacın bulunamaması, hastalığa yakalanan vakalarda ölüm oranlarının yüksek olması korkuyu artıran unsurlar arasındaydı. Bununla birlikte çeşitli kurum ve kuruluşlar çözüm önerilerini kamuoyuyla paylaşmaya başladı. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’ndan gelen öneri hayli ilginçti. Zira kurum, Zika virüsüyle mücadelenin bir yolunun, daha önce Portekiz’in Madeira Adası’nda kullanılan yöntemden geçtiğini savunuyor ve Brezilya’daki milyonlarca sivrisineğin gama ışınları vasıtasıyla kısırlaştırılabileceğini söylüyordu. Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Sezen Özkök. Çağımızda insanlık, yeni yeni virüslerle tanışmaya başladı. Neredeyse her yıl yeni bir virüsle mücadele etmemiz gerekiyor. Bunun nedeni nedir? Bu doğru. Teknolojinin son derece hızlı ilerlemesi nedeniyle, hastalıklara neden olan viral etkenleri de bulabiliyoruz. Bununla birlikte, örneğin influenza’daki gibi bazı virüslerin yapılarında değişiklikler söz konusu. Bu da bizim yeni yeni virüslerle tanışmamıza yol açıyor. Dünya Sağlık Örgütü, Zika’nın daha ziyade Güney Amerika ülkelerinde görüldüğünü açıkladı. Hastalığın ortaya çıkmasında coğrafi koşullar etkili mi? Coğrafyadan ziyade, hastalığa neden olan unsurlarla ilgili bir durum bu… Hastalığın sivrisinekler vasıtasıyla bulaştığı biliniyor. Zika virüsü taşıyan “Aedes Aegypti” adlı sineğin Güney Amerika’da yaşaması, hastalığın orada görülmesinin temel nedeni aslında. Bu virüs nasıl bulaşıyor ve nasıl bu kadar çabuk yayılabiliyor? Bir önceki sorunun yanıtında da ifade ettiğim gibi Zika virüsü genellikle sivrisineklerin ısırmasıyla ortaya çıkıyor. Hızla yayılmasının temel nedeniyse, günümüz dünyasında seyahat imkânlarının sınırsızlığı elbette. Birçok kişi bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye rahatlıkla seyahat edebiliyor. Bu da virüsün kıtalararasında yaygınlaşmasına neden oluyor. Söz konusu virüsten neden daha ziyade hamileler ve bebekler etkileniyor? Gebelerin Zika virüs enfeksiyonlarına karşı daha duyarlı olduklarına ya da enfeksiyonun gebelikte daha şiddetli seyrettiğine dair kesin bir bilgi yok aslında. Zika enfeksiyonu, yüzde 80 oranında semptomsuz seyrettiği ya da semptomlarının genellikle hafif seyretmesi (akut başlayan ateş, makülopapüler dökün- ZIKA VIRÜSÜNÜN BULUNDUĞU BÖLGELERE GIDECEKLERIN KAPALI GIYSILER GIYMELERI, SIVRISINEK KOVUCU KULLANMALARI VE SINEKLERDEN ARINDIRILMIŞ MEKÂNLARDA KONAKLAMALARI HASTALIK RISKINI AZALTAN UNSURLAR. tüler, eklem ağrıları, adale ağrıları, baş ağrısı ya da pürülan olmayan konjonktivit) nedeniyle birçok kişi enfekte olduğunu anlamayabiliyor. Ancak özellikle hamilerde fetüsü etkilerse, çocuklar mikrosefali dediğimiz hastalıkla doğuyor. Bu nedenle hamilelerin bu bölgelere mümkünse seyahat etmemelerini istiyoruz. Herhangi bir nedenle bu bölgelere ziyaret etmesi gereken hamilelereyse gerekli önlemleri almalarını ve mümkün olduğu kadar doktor kontrolünde olmalarını salık veriyoruz. Hamileler ve bebekler dışında kimlerin risk altında olduğunu öğrenebilir miyiz? Bu soruya kısa ve tek cümleyle yanıt vermek mümkün: Tüm bölge halkı risk altında. Zika henüz Türkiye’de varlık göstermedi. İnsanlar bu virüsle enfekte olmamak için neler yapmalı? Özellikle Zika virüsünün olduğu bölgelere gidecek olan kişilerin kapalı giysiler giymelerini istiyoruz. Sivrisinek kovucular kullanmak ve sineklerden arındırılmış mekânlar seçmek, bu virüse yakalanmayı engelleyebilir. Zika virüsünün ortaya çıkmasıyla birlikte Guillain-Barré sendromunda da artış olduğu söyleniyor. Kas güçlüğü ve felçlerde kendini gösteren Guillain-Barré sendromuyla Zika virüsü arasında nasıl bir ilişki var? Doğru, böyle bir gelişmenin olduğu söyleniyor. Brezilya Sağlık Bakanlığı, Zika virüsüyle birlikte Guillain Barré sendromu vakalarında artışların olduğunu saptamış ve bunu raporlamıştır. Tüm bunlara rağmen Guillain Barré sendromuyla Zika virüsü arasında bir ilişki olup olmadığı bilimsel olarak kanıtlanmış değil. Son olarak, önümüzde bahar ve yaz ayları var. Virüsün görüldüğü ülkelere gitmeyi planlayanlara neler tavsiye edersiniz? Hamilelerin bu bölgelere mümkünse seyahat etmemelerini, herhangi bir nedenle bu bölgelere ziyaret etmesi gereken kişilerin uzun ve kalın giyinmelerini istiyoruz. Hamilelerin ve hamilelik planlayan kişilerin bu ülkelere ziyareti olması halinde doktor kontrolünde olmasını istemekteyiz. Brezilya’da ortaya çıkan son salgında mikrosefalisi olan bebeklerde Zika virus enfeksiyonunun varlığının yanı sıra bu dönemde mikrosefali ile doğan yenidoğanların sayısında da önemli artış olduğu görüldü. Özellikle Zika virüs enfeksiyonu haricinde enfeksiyonlar, beslenme ve çevresel faktörler fetüslerdeki mikrosefali’nin diğer nedenleri arasında olduğu düşünülüyor. İSTASYON 47 SOSYAL MEDYA APPLE MUSIC TÜRKIYE’DE GOOGLE’A RAKIP GELIYOR Yarattığı ürünlerle milyonlarca kişiyi kendisine bağımlı hale getiren Apple, müzik dünyasında da adından söz ettiriyor. 30 milyondan fazla şarkının bulunduğu Apple Music, Türkiye’deki müzikseverlerin hizmetine sunuldu. Bugün değilse bile çok yakın bir tarihte, arama motoru âleminde roller bir parça değişecek gibi görünüyor. Zira Wikimedia Foundation, Google’a rakip olmasını hedeflediği yeni bir arama motoru geliştiriyor. n Uzun süredir merakla beklenen Apple Music uygulaması, nihayet Türkiye’de de kullanıma açıldı. Apple Music, diğer çevrimiçi muadillerinde olduğu gibi müzik hizmetlerini belli bir aylık ücret karşılığında kullanıcılara sunuluyor. Hizmeti satın almadan önce denemek isterseniz, üç ay ücretsiz deneme süresi de sunulan seçenekler arasında. Misyonunu “radyonun tanımını tekrar yapmak” olarak belirleyen Apple müzik, arşivinde 30 milyondan fazla şarkı barındırıyor. Apple tarafından oluşturulan dijital radyo yayınlarının dışında birçok yerel radyo yayınına da uygulama üzerinden ulaşmak mümkün. Apple Music uygulamasını kullanmak için Apple ID ve bu hesaba tanımlanmış bir kredi kartınızın bulunması gerekiyor. Uygulama, en büyük rakibi olan Spotify ile benzer bir politika izlenerek aylık 9,99 TL üzerinden ücretlendiriliyor. Oldukça popülerleşen Apple Music, henüz birinci yılını doldurmamasına rağmen, dünya çapında 10 milyonun üzerinde ücretli kullanıcıya ulaşmış durumda. Uygulamanın bu kadar popülerleşmesinde, Android cihazlarla da uyumlu çalışması önemli bir yer tutuyor. Türkiye’den sanatçıların da bulunduğu Apple Music arşivinde, bu topraklara özel “Halk ve Sanat Müziği“ gibi yerel etiketler de mevcut. 5G, hızlı adımlarla yaklaşıyor! n Yeni nesil kablosuz tele- fon teknolojisi olarak bildiğimiz 5’inci nesil, yani 5G mobil telekomünikasyon hizmeti bir önceki nesilden 10 kat daha hızlı olacağı yönünde tartışmalara kendini gebe bırakmış durumda. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Mobil Dünya Kongresi’nde konuyla ilgili açıklama yapan Amerikalı mobil operatörlerden Verizon, ABD’de 5G testlerine başladığını belirtti. Tabii bu konuda yalnız da değil! Intel, Nokia, Samsung gibi teknoloji partnerliğinde 5G adımlarını atmaya başladığını söyleyen Verizon Kıdemli Başkan Yardımcısı Ed Chan, 5G’nin ticarileşmeye hazır hale geldiğinin altını çizdi. Gelelim, 5G ile neler olacağına... Örneğin normalde dakikalarımızı, hatta saatlerimizi alan birkaç Gigabit indirmeler, saniyelere içinde gerçekleşebilecek. Kısacası 5G adımlarına da hızlıca atarak yaklaşıyor, 2020’de hayatımıza girmesi planlanırken, 2017’de, hatta belki daha da önce çalışmaya başlayacak. Peki, Türkiye’de durum ne? Sonuna yaklaştığımız 4,5G’ye geçiş çalışmaları, daha hızlı ve çok daha verimli bir internet vadederek, beklentilerimizi artırmaya devam ediyor. Belki 4,5G’nin hızına daha doyamadan 5G’ye geçmiş oluruz. Ne dersiniz? Işıl Şahin, Sosyal Medya Uzmanı, Pixelplus İstanbul 48 İSTASYON Facebook’un satranç sürprizi n Facebook’un, kendi mesajlaşma ara- cı Messenger’ın içine küçük bir sürpriz gizlediği anlaşıldı. Kullanıcılar, arkadaşıyla mesajlaşırken “@fbchess play” yazdıklarında, konuştukları kişiyle satranç oynayabiliyor. Birçok yazılım firması, programlarının içine küçük uygulamalar gizlemeyi seviyor. Facebook’un kendi mesajlaşma aracı olan Messenger’ın içine gizlediği satranç uygulamasının da yayılması çok uzun sürmedi. Mesajlaşma bölümünde herhangi bir kişiye gönderdiğiniz “@fbchess play” mesajı, karşılıklı oynayabileceğiniz satranç oyununu hemen karşınıza çıkarıyor. İşin sorunlu kısmıysa oyunun sadece komutlarla oynanabilmesi... Oyunda satranç taşları- nın her biri, İngilizce isimlerinin baş harfleri ile eşleştirilmiş. Örneğin bir piyonu hareket ettirmek için piyonun İngilizcesi olan “Pawn” kelimesinin ilk harfini ve taşın gitmesini istediğiniz kareyi yazmanız gerekiyor. Komutlarla ilgili birkaç örnek vermek gerekirse: “@fbchess Pd4” komutu d2 karesindeki piyonu, d4 karesine ilerletiyor. Şah için “K”, vezir için “Q”, fil için “B”, kale için “R” ve at içinse şahla karışmaması adına “N” harfi kullanılıyor. Yardıma ihtiyaç duyduğunuzda “@ fbchess help” yazarak komutlarla ilgili bilgi alabiliyorsunuz. Nasıl oynandığını artık öğrendiğinize göre, iyi eğlenceler! Güney Kaplan, Metin Yazarı, Pixelplus Interactive Toplantılar artık daha mobil n Online iletişimi sağlayan, çoğu insanın eli kulağı Skype, mobilde çok beklenen yeni bir özelliğini devreye aldığını duyurdu. Beş ila 25 kişiye kadar kullanıcılar, artık mobil üzerinden de sohbet edebilecek, konferans gerçekleştirebilecek. Yani artık konferans için bilgisayar başında olmanıza gerek kalmayacak da diyebiliriz. Akıllı telefon ve tablet uygulamalarında yer alabilecek bu özellik, ilk olarak Skype’ın Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki iOS ve Android kullanıcılarına açıldı. Ardından da tüm dünyaya sunuldu. Skype’ın açıklamasına göre bu özellik, HD görüntü kalitesi ve pürüzsüz ses akışı da sağlıyor. Yani hem mobil olup hem aynı anda 25 kişiyle konuşup hem de kesintisiz ses ve görüntü kalitesine sahip olabileceksiniz. Bununla da bitmeyen yeniliklerde ayrıca tıpkı bilgisayardan yapılan Skype görüşmelerinde olduğu gibi ana ekranı konuşan kişiye ayıran toplu sohbetin diğer katılımcılara ait bölümündeki videolar, ekranın kenarlarında da küçültülerek gösterilecek. Bundan daha fazlası olamaz dediğimiz her an, yeni sürprizlerle karşılaşıyoruz. Peki, her geçen gün kendini geliştiren, özelliklerini artıran Skype’ın kullanıcılarına sunacağı bir sonraki özellik ne olur dersiniz? n Wikipedia‘nın ana kuruluşu Wikimedia Foundation, “internetin ilk şeffaf arama motoru” olarak adlandırdıkları yeni arama motorunu geliştirmek üzere çalışmalara başlıyor. Wikimedia’nın geliştirdiği Knowledge Engine adlı proje için 2,5 milyon Dolar civarında bir bütçe ayrıldı. İlk etapta 14 kişiyle yürütülecek proje için Wikipedia ve diğer Wikimedia projeleri test amaçlı bir ortam sunacak. Projenin altı aylık bir araştırma sürecinden sonra testleri ve kullanıcı deneyimi çalışmaları yapılacak. Bu, Wikimedia’nın ilk arama motoru projesi değil. Daha önce 2007 yılında Wikia isimli arama motoru projesini başlatmışlar, ancak bir yıl sonra proje sona ermişti. Yeni arama motoru Knowledge Engine; kalite odaklı yayınlar, özellikle belirtilen şeffaflık, paylaşılan bilgilere nasıl ulaşıldığı ve veri kaynakları konusunda açıklamalar, kullanıcıların aramaları için güçlü koruma ve gizlilik, özgürce bilgi alışverişi yapılacak bir platform ve reklamsız alanları içerecek. Ayrıca Wikipedia arama motoru Knowledge Engine’in Wikipedia’nın ve açık web’in ilkeleri doğrultusunda geliştirileceğini duyurdu. Günümüz lider arama motorlarına alternatif geliştirilen projeler başarıya ulaşamıyor. Bakalım Knowledge Engine, Wikipedia’nın zengin bilgi havuzuyla başarı sağlayabilecek mi? Emre Yılmaz, Sosyal Medya Uzmanı, Pixelplus Interactive Tepkilerden tepki beğen n Her Facebook kullanıcısının hayatında büyük bir yer kaplayan “Beğen” butonuna elveda demenin vakti geldi. Dijital dünyanın kuşkusuz en vazgeçilmezi olanı Facebook, yeni güncellemeleriyle hayatımızdaki önemini artırmaya devam ediyor. Ekim ayından beri pilot ülkelerde denenen Facebook Reactions, yani tepkiler butonu artık dünya çapındaki bütün Facebook kullanıcılarının kullanımına sunuldu. Facebook bu yeni özelliğiyle artık kullanıcılarının hislerine daha çok tercüman olabilmek için “Like” butonuna alternatif beğenme eylemleri ekledi. Facebook’ta sevgi, mutluluk, şaşkınlık, üzüntü ve öfke hislerinizin Emoji’li karşılıkları var. Facebook’da bir paylaşımı ya da sayfayı beğenmenin yanı sıra size hissettirdiklerini karşılayan “Beğen, Sevgi, Kahkaha, Vay, Üzgün ve Kızgın” Emoji’lerini kullanarak tepkilerinizi daha detaylı ortaya koyabiliyorsunuz. Hem de bu tepkileri “Beğen” tuşunun üstüne birkaç saniye bekleyerek yapabiliyorsunuz. Sosyal medya sayfaları tarafından hazırlanmıştır. İSTASYON 49 UZMAN GÖZÜYLE MUAYENEDEKİ EVRAK KONTROLLERİ Yasal bir zorunluluk olan araç muayenesi kapsamında ihtiyaç duyulan evrak ve ilgili kontroller hakkındaki bilgileri Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlatıyor. 1 2 3 4 YAPILAN SORGULAMALAR Girilen plaka numarası bilgisine göre Maliye Bakanlığı Sistemleri'nden araç sahiplik bilgisi, vergi borcu bilgisi, köprü / otoyol geçiş cezası bilgisi ve trafik cezası bilgisi alınır. Muayene öncesinde burada belirtilen cezalardan kaynaklalan araca ait ödenmemiş borç olmaması gerekmektedir. Aracın plaka ve tescil belge seri numrası (tescil belgesi yerine bazı durumlarda ASBİS numarası ya da Polnet Numarası girilebilir) Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı sistemlerine aktarılır. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı sistemi araç bilgilerini Emniyet Genel Müdürlüğü sistemlerinden, trafik sigortası poliçe bilgileriniyse Tramer sisteminden alarak Viaonline aktarır. İşlem yapılan aracın plaka numarasına göre Viaonline sistemi sorgulama listeleri (Sefer Görev Emri vb.) kontrolleri yapılır. MUAYENE YAPILAMADIĞI TAKDIRDE Bakanlık sisteminde yapılan sorgu sonucu maliye kayıtlarında var olan borç nedeniyle “Muayene Yapılamaz” bilgisi alınan arcın muayene işlemlerine devam edilebilmesi ancak iki koşulda mümkün olabilir. 1- Fenni Muayene İzin Belgesi varsa, sorgulanır. 2- Sorgusuz kabul edilebilir belgesi (ödeme dekontu vb) varsa belge sisteme girilir. Tescil belgesi düzenlenecek araçlar için verilen EK-44 Araç Tesciline İlişkin Geçici Belge ile müracaat edilmesi halinde, Tescil Belgesi seri numarası yerine, ASBİS Referans numarasıyla borç sorgulaması yapılır. Başka bir kişi veya tüzel kişiliğe ait aracı muayeneye getiren kişilerin vekalet ya da yetki belgeleri de talep edilmektedir. MUAYENEDE KONTROL EDİLEN EVRAK 2918 sayılı Kara Yolları Trafik Kanunu ve ilgili yönetmeliklere göre; bütün motorlu araçlarla bu yönetmelikte tescili zorunlu kılınan motorsuz araçların sahipleri, araçlarını yetkili tescil kuruluşuna tescil ettirmek ve tescil belgesi almak mecburiyetindedir. Tescil edilen araçlar, “Trafik Belgesi” ve “Tescil Plakası” alınmadan karayollarına çıkarılamazlar. Araç Tescil Belgesi: Aracın teknik özelliklerini, kayıtlı olduğu trafik tescil kuruluşunu ve sahibine ilişkin bilgileri ihtiva eden ve trafik tescil şube veya büroları tarafından düzenlenen belgedir. Araç Trafik Belgesi: Tescil işlemleri tamamlanmış araçların, trafiğe çıkarılmasına müsaade edildiğini belirten ve muayene sürelerini belirleyen belgedir. Motorlu Taşıt Egzoz Emisyon Ruhsatı: Trafikte seyreden motorlu taşıtlar için yapılan egzoz gazı ölçümü sonunda, ölçüm sonucu uygun olan taşıtlara Egzoz Gazı Emisyon Ölçüm Pulu verilir ve bu pul muayenenin geçerlilik tarihinin de belirtildiği Motorlu Taşıt Egzoz Emisyon Ruhsatı üzerine yapıştırılır. Trafik Sigorta Poliçesi (Mali Mesuliyet Sigortası): Trafiğe çıkarılacak araçların geçerli temi- 50 İSTASYON Viaonline sistemi üzerinden yapılan sorgulamayla elektronik tescil bilgilerine ulaşılabilir. Bu sorgulama sonucunda elektronik tescil bilgilerine ulaşılamazsa araç sahibinden tescil kuruluşu onaylı Polnet Çıktısı talep edilir. SEFERBERLIK GÖREV EMRI Sorgu adımlarından biri olan “Seferberlik Emri Var mı” sorusuna yanıt “Var” olarak gelirse, aracı muayeneye getiren kişiden “Seferberlik Görev Emri” talep edilir. Belge beyan edilemiyorsa araç muayeneye alınmaz. SGE’nin iptal edildiği beyan ediliyorsa iptal yazısı talep edilir. LPG SIZDIRMAZLIK RAPORU nat tutarları, üzerinden mali mesuliyet sigortası yaptırmaları zorunludur. Mali mesuliyet sigortası bulunmayan araçlar muayeneye alınmazlar.İnsan taşımada kullanılmayan römorklar kendilerini çeken motorlu aracın sigortasına dâhildir. Bu araçlar için sigorta poliçesi talep edilmez, bu römork- ları çeken araçların poliçeleri talep edilir. Araç muayenesi için istasyonlarımıza müracaat eden müşterilerimizden öncelikle yukarıda belirtilen evraklar talep edilir. Araçla ilgili belgelerdeki bilgiler esas alınarak, TÜVTÜRK Viaonline sistemi üzerinden sorgulama yapılır. Tadilat yapılan araçlar için ilgili tadilat projeleri talep edilerek muayene sırasında kontrol edilir. Araçlara LPG / CNG gibi ikinci yakıt sistemi takılmışsa hem tadilat muayenelerinde hem de sonraki muayenelerinde ayrıca sızdırmazlık raporu da talep edilir. Trafik zabıtasınca aracın teknik özelliklerinin kontrol edilerek,eksiklikler tespit edilmesi durumunda, muayeneye sevk edilmesi halinde verilen Ek-40 Uygunsuzluk Tespit Tutanağı ve el konulmuş olan tescil belgesinin onaylı fotokopisi muayene öncesi talep edilir. Trafik zabıtasınca teknik eksiklikleri tespit edilip trafikten men edilen, bu eksikliklerini gidermesi için geçici süreyle trafiğe çıkmasına izin verilerek muayene istasyonuna sevk edilen araçlar içinse Ek-33 İzin Belgesi düzenlenir. Muayene öncesi bu belge de ibraz edilmelidir. İSTASYON 51 OYUN VE TEKNOLOJİ HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR LARA CROFT 20 YAŞINDA Video oyunlarının tartışmasız en ünlü kadını Lara Croft yirmi yaşında, ama asla yaşlanmıyor. DUMANI ÜZERİNDE n Oyunseverlere müjdemiz var: Heyecanını hat safhaya çıkaracak iki ürün daha meraklısıyla buluşuyor. Bunlardan ilki “Hitman Agent 47”. Aslında bu oyunun geçen yılın Aralık ayında çıkarılması planlanıyordu. Ama olamadı. Yeni tarih 11 Mart 2016. Hitman serisinin son halkası olan Hitman Agent 47’ü PC ve PS4 platformlarından oynamak mümkün. Dark Souls 3 adını taşıyan diğer oyunsa, 16 Nisan’da meraklılarıyla buluşacak. Oyunun, deluxe ve normal olmak üzere iki versiyonu var. “Daha çok Dark Souls” şeklinde yorumlanan oyun, hiç olmadığı kadar karanlık ve her zamanki gibi zorlayıcı olacak gibi duruyor. 52 İSTASYON BU ONUN HIKÂYESI Doğrunun peşinde bir dedektif ve hiç “soğumayan” bir vaka… “Her Story”, oyuncuya bir dedektifin hislerini yaşatan, basit ama bir o kadar da karmaşık bir oyun. n Yıllardır oynadığımız oyunlarda, büründüğümüz ka- rakterleri kusursuz hale getirmek için uykusuz geceleri birbirine bağladık. Kart limitimizi zorladığımız da oldu, sabrımızı da. Bir hız, bir yetişememe kaygısı… Ama bazen kısa da olsa bir mola vermek, bakış açısına ufak bir ayar çekmek gerekmez mi? “Her Story”, oyuncusuna bu fırsatı sunan bir oyun. Hem de kesinlikle… Oyun, uçsuz bucaksız bir dünyada geçmiyor. Karakter gelişimi vadetmiyor. Üstelik oldukça kısa; üç, bilemedin dört saatte finaldesin. Bu izlenimleri olumsuz mu buldunuz? Alametifarikası basitlik olan “Her Story” söz konusuyken bunların hepsi artı birer puana dönüşüyor. Anlatılmaz yaşanır derler ama biz yine de oyunu az da olsa hikâyelemeye çalışalım. 1994 yılına ait sorgulama kayıtlarını izliyoruz. Bir kadın konuşuyor. İsmi Hannah Smith. Kocası Simon kaybolmuş, bir süre sonra da cinayete kurban gittiği ortaya çıkmış. Sureti, nefesi olmayan bir dedektif, bu cinayetle ilgili sorular soruyor. Hannah cevaplıyor; nazik ama bir o kadar tedirgin. Tüm bu olup bitenler arasında sizin yapmanız gerekense, kadının sözlerinden birtakım anahtar kelimeler yakalamak ve onların izine düşmek. Bunu da oyunun sunduğu arama motorundan gerçekleştiriyorsunuz. Zaten oyunun yapımcısı Sam Barlow da -ki kendisi Silent Hill: Shattered Memories’dan aşina olduğumuz bir şahsiyettir- Google’da arama yapa- bilen herkesin bu oyunu oynayabileceğini söylüyor. Oldukça basit değil mi? Aslında, hayır! Çünkü zaman geçiyor, olaylar gelişiyor ve sizin aradığınız kelime, peşine düştüğünüz yol aniden çıkmaz bir sokağa dönüşebiliyor. Bildikleriniz ya da bildiğinizi sandığınız gerçekler, bilmediklerinizden çok daha önemsiz hale geliyor. Demek ki bir şeyi atladınız, demek ki işin başlarında bir yerde fena çuvalladınız. Aslında yaptığınız samanlıkta küçük bir iğne aramak. Sizin samanlığınız, sorgulama kayıtlarından oluşan bir video database’i, iğneyi bulmaksa ünlü dedektif Hercule Poirot’nun deyimiyle “gri hücreler”inizi kullanabilme yeteneğinizle doğru orantılı. Her Story, ilginizi, merakınızı bir an olsun kaybetmeden oynayabileceğiniz bir oyun. İçinizde saklı o küçük dedektifi canlandıran, kışkırtan bir dinamiğe sahip. Oyun portallarında, yorum sitelerinde 10 üstünden dokuzun altında not almışlığı yok. The Guardian’ın oyun için attığı başlık belki de onun en kısa ve öz tanımı: Gerçek Dedektiflik Dizisi Google’la birleşirse... Oyuna dair son bir not düşmek gerekirse bu da Hannah Smith’i canlandıran oyuncu Viva Seifert’in başarılı performansı olmalı. 2015 Game Awards, En İyi Performans dalında oldukça güçlü adayları geride bırakarak ödülü kazanan bu başarılı hanımefendi, aynı zamanda bronz madalyalı bir jimnastikçi ve bir müzisyen. n Bir kadın karakteri başrole yerleştiren ilk oyunlardan olan Tomb Raider, ilk olarak 1996 yılında video oyun olarak karşımıza çıktı. Erkek kahramanların egemen olduğu video oyun pazarında büyük ilgiyle karşılandı. Bu yıl 20’nci yaşını geride bırakan Lara Croft, her geçen yıl teknolojik gelişmelerle daha da güzelleşerek, hâlâ oyunseverlerin gönlündeki yerini koruyor. Bugüne kadar 45 milyondan fazla kopya satarak efsaneleşen Lara Croft, tam bir ikon haline geldi. 90’lı yıllarda Lara’nın güzel yüzü, Financial Times, TIME gibi dünya çapında tanınan yayınların kapaklarını bile süsledi. Hatta bir dönem Visa şirketinin reklam yüzü bile oluverdi. Serinin tasarımcısı ve yaratıcısı olan Toby Gard, oyunda Lara Croft’u İngiliz bir arkeolog olarak yaratmıştı. 1996’da çıkan ilk oyun Core Design tarafından yapıldı. Oldukça atletik ve güçlü bir vücuda sahip olarak tasarlanan Lara Croft, örülmüş veya atkuyruğu saçlarıyla birçok gencin de hayallerini süslemeyi başardı. Kızıla yakın saçları ve kahverengi iri gözleriyle bilgisayar tarafından yaratılmış ilk ünlülerden biriydi o. Klasik kıyafetiyse turkuaz renkli askılı tişört, hayli kısa açık kahverengi şort, diz altı bot- lar ve uzun beyaz çoraplar... Parmaksız eldivenler, sırt çantası, bel çantası ve yanlarda iki silah kılıfını da unutmamak gerek. Oyunun konusuna göre çeşitli kıyafetlere girse de Lara Croft tarzını hep korudu. Bu yirmi yıl içinde 11 tane Lara Croft oyunu çıktı. Ama macera hem beyazperdede hem de kitaplarda sürdü. İlk film 2001 yılında sinemalara geldi ve kahramanımızı Angelina Jolie canlandırdı. Oldukça iyi bir gişe yapan film, ilk haftasında 48,2 milyon Dolar’la bir numaraya oturdu. Film aynı zamanda, dünya çapında 300 milyon Dolar gelirle, bir video oyunu uyarlaması olarak en başarılı film unvanını kazandı. Yönetmenliğini Simon West’in yaptığı filmin, iki yıl sonra “Lara Croft Tomb Raider: Yaşamın Kaynağı” adıyla ikincisi çekildi. Bugünlerde üçüncüsünün çekileceği yönünde dedikodular dolaşıyor. Normal bir arkeolog iken bir uçak kazasından sağ kurtulduktan sonra bir süper kahraman olarak doğan Lara, hayatımıza girdiği 1996’dan bugüne nasıl bir değişim gösterdi? Bu konuyu süsleyen fotoğraflardan da (solda) göreceğiniz gibi yaşlanmak yerine daha da güzelleştiği bir gerçek. 20’nci yılın kutlu olsun Lara Croft. “KOLBASTI” OYUNLAR Mobil oyun ve aplikasyonlar, artık kol saatlerine bile girdi. Apple’ın iWatch’un satışları İsviçre saatlerinin toplam satışlarını geçmişken, biz de kendi başına oynanabildiği gibi iPad ve iPhone’daki oyunlarınıza yeni bir soluk getiren beş kol saati oyununu bir araya getirdik n SAKIN BASMA Daha önce iPhone versiyonu olan oyun, iWacth ile daha bir bağımlılık yapıcı hale geliyor. Oyun o kadar basit ki, sinir bozuculuğu ve etkisi de buradan geliyor. Ekrandaki Sakın Basma ve Şimdi Bas yazılı tuşlara, zamanında ve doğru anda basarak puan alıyorsunuz. Ücretsiz olarak sunulan oyun vakit öldürmek için birebir. n TOBY Bir zamanlar küçük anahtarlık gibi taşınan Tomagachi’ler vardı. Şimdi benzer oyunları kol saatinizde oynamak çok kolay. Küçük köpek Toby, her an kolunuzda sizden ilgi, yemek ve sevgi bekliyor. Kolunda evcil bir siber hayvan beslemek isteyenler, her hangi bir ücret ödenmeyen bu oyunu mutlaka denemeli. n WRIST SUDOKU Artık her an her yerde bulmaca çözebilirsiniz. Saat için geliştirilmiş ve 2,69 TL ödeyerek satın alabileceğiniz bu sudoku oyunuyla vakit öldürmek çok kolay. n WRIST SNAKE Teknoloji ilerlese de efsane oyunlar bir yolunu bulup hayatımızda kalmayı beceriyor. İşte efsane oyunlardan Snake de kol versiyonu ile karşımızda. 2,69 TL’ye piksel çağının keyfini sürebilirsiniz. n MINIOWL Saatler de en popüler oyunlar, hafıza ve puzzle’lar. İşte bunlardan Mini Owl ile karışık haldeki şekilleri ve fotoğrafları ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Fiyatı 5,29 TL. İSTASYON 53 KÜLTÜR SANAT BIR GÜZEL ADAM… Ajandanıza şimdiden not edin! KAPADOKYA’YA, CAPPADOX’A BUYURUN Pozitif Live tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Cappadox, uluslararası ve yerel müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve doğa etkinlikleri aracılığıyla herkesi farklı bir Kapadokya deneyimi yaşamaya davet ediyor. n İlki geçen yıl düzenlenen ve büyük ilgi gören Cappadox, “gelin bahçemizi ekelim” konseptiyle ikinci macerasını yaşamaya hazırlanıyor. Geçtiğimiz yıl katılımcılarına üç gün boyunca müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve açık hava yürüyüşleri sunan Cappadox, disiplinlerarası etkinlikler aracılığıyla farklı bir Kapadokya deneyimi yaşatmıştı. Bu yıl 19-22 Mayıs tarihlerinde başta Uçhisar ve Göreme olmak üzere bölgenin en güzel yerlerini sanata açacak olan Cappadox, Kapadokya’nın eşsiz coğrafyasına tohumlar ekmeyi amaçlıyor. Belirlediği konsept çerçevesinde, günümüz hızlı yaşamına alternatif bir pencereden bakmayı hedefleyen festivale, tarihin ve doğanın iç içe geçtiği farklı mekânlar ev sahipliği yapacak. Gün doğumu konserleri, flora yürüyüşü, dolunay konseri, farklı içeriklerle hazırlanan tadım etkinlikleri, bisiklet turları, koşu yarışları, sessiz yürüyüşler, yoga etkinlikleri gibi Cappadox’a özel deneyimler programda yer Her şey “Yok Olmadan” 54 İSTASYON alacak. Kızılçukur, Güvercinlik, Paşabağ, Meskendir, Avanos, Zemi vadileriyle Bezirhane, Uçhisar Kale, Perili Ozanlar Vadisi ve sürpriz noktalar dört gün boyunca müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve açık hava etkinlikleriyle Cappadox ruhuna bürünecek. Sun Ra Arkestra, Dhafer Youssef, Udi Yervant, Karsu, Adam Hurst, Laraaji, Oceanvs orientalis ve İlhan Erşahin, Esmerine, Kaki King, Eric Truffaz, Emre Ergin, Gevende, Fennesz, Saltland olmak üzere birçok müzisyenin katılacağı Cappadox’ta, planlı ya da kendiliğinden gelişmiş konserlerle katılımcılara unutulmaz anlar yaşatılması amaçlanıyor. Hıza ve küresele karşı doğanın ritminin, yerel ve insani değerlerin ön plana çıkartılacağı etkinliğin çağdaş sanat ayağında Asunción Molinos Gordo, Ayşe Erkmen, Christoph Schaefer, Hera Büyüktaşçıyan, John Körmeling, Maider Lopez, Marilá Dardot, Murat Germen, Murat Şahinler ve Nilbar Güreş ağırlanacak. n İstanbul Modern, yeni yılı doğayı yücelten ve çevresel farkındalığı gündeme getirmeyi amaçlayan bir sergiyle karşıladı. 13 Ocak’ta açılan sergi “Yok Olmadan” adını taşıyor. Doğayla ilgili kavramsal araştırmalar yapan ve ekolojik meseleleri sanatsal pratiğinin temeline alan sanatçılardan bir seçkinin sunulduğu sergide, farklı dönemlerden sanatçıların doğaya bakışlarını ve “sürdürülebilirlik” kavramıyla çetrefilli ilişkilerini yansıtan çalışmalar, insanın ekosistemle etkileşimine dair farklı yorum ve öngörüler içeriyor. Küratörlüğünü Çelenk Bafra ve Paolo Colombo’nun yaptığı sergi 5 Haziran’a kadar açık. n İzlanda’nın dünyaya armağan ettiği ender müzik gruplarından Sigur Rós, Türkiye’ye geliyor. “Primavera Sound” turnesi kapsamında 11 Haziran’da, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sahneye çıkacak olan grup, bugüne dek toplam dokuz albüme imza attı. Bununla birlikte, günümüzün en popüler dizilerinden “Games of Thrones”un bir bölümünde oynayıp müziklerini yaparak ününe ün kattı. Jón Þór (Jónsi) Birgisson, Georg Hólm ve Ágúst Ævar Gunnarsson’dan oluşan (grubun davulcusu olan Ágúst Ævar Gunnarsson, bir süre sonra kendi yolu çizdi ve yerini Orri Páll DÝrason aldı) ve 1994 yılında kurulan Sigur Rós, ismini Jónsi’nin grubun kurulduğu gün doğan kız kardeşinden alıyor. Jónsi’nin bir çello yayını gitarında kullanarak akışkan ve havai bir ses çıkarmasıyla da bilinen grup, ilk olarak “Vanilla Sky”ın müziklerini yaptı. Bu açılıştan sonra, aralarında The Simpsons’ın da bulunduğu birçok dizi ve filmde kimi zaman oyuncu olarak yer aldı, kimi zaman da müzikleriyle renk kattı. Evet, İzlanda’nın kendine has kültürünü müziklerine taşıyan Sigur Rós’un turne programının bir durağı da İstanbul olacak. Daha zaman olmasına rağmen, biz şimdiden söyleyelim: Ajandanızın 11 Haziran tarihli bölümüne büyük harflerle Sigur Rós yazın. Pişman olmayacaksınız. Gerek ekranların, gerekse beyazperdenin nev-i şahsına münhasır isimlerinden biri Nejat İşler. Büründüğü her karaktere sadece can değil, ruh da vermesini bilen oyuncu, uzun bir aranın ardından sevenlerindeki özlemi yeni bir projeyle gidermeye hazırlanıyor. Tiyatronun rengârenk festivali n Bu yıl Mayıs ayı tiyatroseverler açısından hayli yoğun geçecek. Zira bu yıl 20’nci kez perdelerini açacak “İstanbul Tiyatro Festivali”, 3-28 Mayıs tarihlerinde dopdolu bir programla izleyicilere seslenecek. Yurtdışından dokuz, Türkiye’dense 23 oyunun sergileneceği festivalde, dans ve performanslarla birlikte toplam 32 gösteri sunulacak. Yerli oyunlardan 21’i festival vasıtasıyla ilk kez izleyiciyle buluşurken, yabancı oyunlardan birinin dünya prömiyeri yine bu etkinlikte gerçekleştirilecek. 18 yan etkinliğin bulunduğu “20. İstanbul Tiyatro Festivali”nde sanatseverler, Üsküdar’dan Bomonti’ye kadar uzanan 25 farklı mekânda oyunları izleyebilecek. Bununla birlikte festival kapsamında bu yıl ilk kez “Dans Platformu” düzenlenecek ve sanatçılar kısa sunumlarla hazırladıkları projelerini bu platformda paylaşacak. n Şubat ayının sonlarına doğru Hürriyet gazetesinden Sinem Vural’ın yaptığı haber, Nejat İşler hayranlarına verilebilecek en güzel hediyeydi belki de. Mealen söylersek, haberde uzun süredir ne küçük ekranda ne de beyazperdede görülen oyuncunun, yeni bir projeye “evet” dediği yazıyordu. Yapımın adı, çekimlerinin ne zaman tamamlanacağı ve ne zaman vizyona gireceği dergimiz yayına hazırlandığı sırada henüz belli değildi. Kendisini en son “Behzat Ç. Ankara Yanıyor” filminde Ercüment Çözer karakteriyle izlediğimiz ve filmin bütünü değilse bile onun sergilediği performansa hayran kaldığımız İşler için yukarıdaki satırlarda “nev-i şahsına münhasır” tanımlaması kullanıp başlığımızı da “bir güzel adam” olarak seçmemiz boşa değil. Zira kendisi sadece sözleriyle değil, davranışlarıyla da bu tanımlamayı fazlasıyla hak ediyor. İstanbul’un Eyüp ilçesinde doğan, sıradan bir hayat sürdükten sonra, izlediği bir tiyatro oyunundan etkilenerek konservatuar sınavlarına başvuran, aynı zamanda işportacılık yapan İşler, oyunculuğa tiyatroyla adım atsa da asıl ününü televizyon dizilerinden kazandı. “Gülbeyaz” ve “Aliye” onun ününün tavan yaptığı dizilerdi. Ardından da “Bıçak Sırtı”, “Kapalıçarşı” ve “Behzat Ç.” gibi Saatler bizim için çalıyor n SALT Beyoğlu, sanatçı Christian Marclay’in 2010 tarihli sıra dışı video işi “The Clock / Saat”e ev sahipliği yapacak. 9-25 Mayıs tarihlerinde ziyaret edilebilecek çalışmada, sinema tarihinden zamanın akışına vurgu yapan gerçek anlamıyla nitelikli diziler geldi. Küçük ekran kadar beyazperde de sevdirdi kendisini: “Mustafa Hakkında Her Şey”, “Anlat İstanbul” ve tabii Yiğit Şener ve Ahu Türkpençe ile başrolünü paylaştığı “Kaybedenler Kulübü”… Çok değil, bir parça isteseydi eğer, bugün “jön” olarak kabul edilen birçok ismi tahtından etmekte zorlanmazdı. Ama o yıldızlar âleminin sanal ışıltısına kapılmayı reddetti. Her fırsatta şöhret olmayı değil, işini en iyi şekilde yapmayı arzuladığını dile getirdi. Yaptı da… Yakasını bir türlü bırakmayan hastalıklar nedeniyle yoğun bakıma kaldırıldı ve uzun bir süre orada kaldı. Ardından daha sakin bir yaşam sürmek üzere Bodrum’a yerleşti ve geçen yıl Gümüşlükspor futbol kulübüne başkan oldu. Hastalığı esnasında hakkında çıkan “tedaviyi reddediyor” sözlerine sosyal medya hesabından verdiği yanıtsa, onun “güzel bir adam” olduğunu bir kez daha kanıtladı: “Tedaviyi reddetmek, erken ölmek gibi niyetim yok… Çıplak geldim, çıplak gideceğim... Altıma son model bir araba çekip, güzel bir ev alınca mutlu mu olacağım yani? Hayır, olmam. Aranızda mutlu olanlar varsa, zekâsından şüphe ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlardır. Ben gidiyorum dediğimde ‘gitme’ diyen değil, ‘Ben de geliyorum, yalnız gidemezsin’ diyen birini istiyorum.” binlerce sekans kullanılıyor. Kol saati, saat kulesi, çalar saat, hatta guguklu saat görüntüleri orijinal içeriklerinden çıkarılıp kronolojik olarak 24 saatlik gerçek zamanlı bir kurgu şeklinde yeniden düzenlendi. Çok sayıda sinemasal dönem, kurgu, stil ve türün sıralandığı “The Clock”ta, birbirinden farklı filmlerin kesitleri, zamanın durmak bilmez ilerleyişinin işin hikâyesine dönüştüğü anlamlı bir bütün hâlinde bir araya getiriliyor. Gösterim boyunca SALT Beyoğlu’nun giriş katı 24 saat açık olacak. Hayli ilginç bu sergiyi deneyimlemek isteyenlere hatırlatmakta fayda var: SALT Beyoğlu, pazar 18.00’dan salı 12.00’a kadar kapalı. İSTASYON 55 ÇOCUK TİMSAHLAR ARILAR BİR KAVANOZ BAL YAPABİLMEK İÇİN 80 >>> Garip AMA , Gercek YAŞINA KADAR YAŞAYABİLİR. Yeryüzünde yaşayan hayvanların yüzde 75’i AŞAĞIDAKİ BİLGİLER SENİ ŞAŞIRTACAK BİR SÜT İNEĞİ böcektir. HAYATI BOYUNCA YAKLAŞIK 100.000 BARDAK SÜT VERİR. İlk e-posta 1972 yılında Kafanda şu anda 150.000 saç teli uzuyor. OKYANUSTA TSUNAMİ BAZEN JET UÇAĞI renk değiştirebilir. 31.556.926 ERKEK sivrisinek re e y düşm esi iki saati bulabilir. İSTASYON DEV BİR MİDYENİN İÇİNDE 6,4 KİLOLUK BİR İNCİ KEŞFEDİLDİ. ISIRMAZ. Bir kar tanesinin 56 20 saniyede BİR YIL New York her yıl Londra’dan 2,5 cm kadar uzaklaşır. ses yoktur. Bukalemun KADAR HIZLI İLERLER. SANİYEDİR. gönderilmiştir. Uzayda BEŞ MİLYON ÇİÇEĞE KONAR. Erkek devekuşu tıpkı bir aslan gibi kükreyebilir. SUAYGIRININ TERİ KIRMIZI RENKTİR. Bir bulut yaklaşık 500.000 kg ağırlığında olabilir. Bu konu NATIONAL GEOGRAPHIC KIDS Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIDS abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 57 TÜVTÜRK TÜVTÜRK 2015 RAKAMLARINI AÇIKLADI Değer katan öneriler TÜVSÜD, Doğuş Holding ve Bridgepoint ortaklığıyla 11 Şubat 2008’de faaliyetlerine başlayan TÜVTÜRK, sekiz yıllık zaman zarfında gerek muayene, gerekse trafik güvenliğine dikkat çeken farkındalık çalışmalarında önemli başarılara imza attı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın denetiminde araç muayene konusunda tek yetkili kurum olan TÜVTÜRK, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdiği çalışmalara dair istatistiki bir çalışma yaptı. Günümüzde 203’ü sabit, beşi motosiklet, 76’sı gezici ve 18’i gezici traktör olmak üzere 302 muayene istasyonu bulunan TÜVTÜRK, faaliyete başladığı günden 31 Aralık 2015’e kadar geçen süre içinde, 47 milyon aracın periyodik muayenesini gerçekleştirdi; 207 bine yakın yola elverişlilik muayenesi yaptı. Ücretsiz muayene tekrarları, egzoz gazı emisyon ölçümleri ve tespit işlemleriyle birlikte bu rakam, 77 milyonu aştı. Muayenesi gerçekleştirilen araçların yüzde 50’sini binek, yüzde 35’ini hafif ticari araç, yüzde 10’unu otobüs, kamyon, tanker ve TIR gibi ağır vasıtalar ve yüzde 5’ini traktör ve motosikletler oluşturuyor. Tüm bu süreç boyunca, 15 milyondan fazla aracın trafikte risk yaratmasının önüne geçildi. İlk muayeden geçemeyen 16 milyondan fazla araçtan yüzde 97,6’sıysa eksiklerini gidererek ikinci muayeneden geçti. Bütün bunlarla birlikte Türkiye’nin en büyük trafik güvenliği konulu kurumsal sosyal sorumluluk projesi olan Trafikte Sorumluluk Hareketi’nin de yürütücülüğünü üstlenen TÜVTÜRK, bu kapsamda 9 bin 500 öğretmene, 218 bin öğrenciye, 856 bin veliye ve 29 bin 500 şoföre trafik güvenliği eğitimi verdi. Ayrıca iletişim ve farkındalık çalışmalarıyla, 4 milyondan fazla kişiyi trafikte sorumlu davranmaya davet etti. TÜVTÜRK, çalışanlarının fayda sağlayan önerilerini değerlendirmeye devam ediyor. Bireysel Öneri Sistemi’ne gelen önerilerden uygulanabilecek nitelikte olanlar, konuyla ilgilenen yöneticiler tarafından değerlendirmeye alındı. Kabul gören öneri sahiplerine teşekkür mektupları plaketleriyle birlikte sunuldu. 58 İSTASYON DAHA IYI HIZMET, DAHA KOLAY ERIŞIM Gaziantep’te, biri il merkezinde olmak üzere üç istasyonla hizmet veren TÜVTÜRK, 10 Şubat itibarıyla bu sayıyı dörde yükseltti. Sadece randevu sistemiyle hizmet verecek olan üç kanallı Şehitkamil Muayene İstasyonu’nda araç sahiplerinin tüm süreci izleyebilecekleri özel bekleme salonu da bulunuyor. Müşteri hizmetleri kalitesini artırmak amacıyla gelen tüm talep ve önerileri değerlendiren ve yol haritasını bu unsurlar doğrultusunda belirleyen TÜVTÜRK’ün yeni istasyonunda da her türlü aracın muayenesi hızlı ve kaliteli şekilde gerçekleştirilecek. Gaziantep’teki yatırımlarına il merkezinde açtığı istasyonla başlayan TÜVTÜRK, geçen yılın Ekim ayında Islahiye, Aralık ayındaysa Nizip’teki istasyonlarında birer ek kanalı hizmete açtı. Şirketin bu ilde bir de Gezici Araç Muayene İstasyonu bulunuyor. İstasyon sayısını artırarak Türkiye’nin dört bir yanındaki erişim olanaklarını daha da iyileştiren TÜVTÜRK, kaliteli hizmet anlayışını yüzde 100 randevu sistemiyle en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyor. Bu hedef doğrultusunda, Mart ayının ikinci yarısında Balıkesir’in Ayvalık, Manisa’nın Alaşehir ve Demirci, Kütahya’nın Gediz ve Simav, Adana’nın Ceyhan, Afyon’un Dinar ve Sandıklı, Burdur’un Bucak, Isparta’nın Yalvaç, Konya’nınsa Ilgın ilçelerinde bulunan istasyonlarında yüzde 100 randevulu sistemine geçildi. KALIBRASYON LABORATUVARI AKREDITE EDILDI Faaliyetlerine 2014 yılında başlayan TÜVTÜRK Kalibrasyon Laboratuvarı, TÜRKAK tarafınca akredite edildi. Akademisyenler ve sektör uzmanlarından oluşan bir heyet tarafından 4-7 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilen denetimlerin ardından TÜVTÜRK’ün kalite yönetim sisteminin ve merkezi laboratuvar kalibrasyonlarının TS EN ISO/IEC 17025:2013 standardına uygun olduğuna karar kılındı. Böylece TÜVTÜRK Kalibrasyon Laboratuvarı’nın akreditasyon sertifikası, 7 Mart’ta AB-0156-K dosya numarasıyla yayınlandı. TÜVTÜRK’ün yüksek hizmet kalitesinin yetkili bir kurum tarafından bir kez daha tasdik edilmesi anlamına gelen söz konusu akreditasyon, bundan sonra atılacak adımlar için de son derece önemli bir anlam taşıyor. RENGÂRENK YARIŞMA BAŞLIYOR! Kısa filmlerle trafik güvenliği Trafikte güvenlik konusunun hayati önem taşıdığı ve herkesin buna hassasiyetle yaklaşması gerektiği aşikâr. İşte bu gerçekten hareket eden Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığı, yeni bir projeye imza attı. TÜVTÜRK’ün sponsorluğunda 29 Şubat ila 3 Ekim tarihlerini kapsayan dönem içerisinde devam edecek “Trafik Güvenliği Konulu Kısa Film Yarışması”, soruna ilgi gösteren herkese açık. Trafik güvenliğine dikkat çekmeyi, insanları bu konuyla ilgili bilgilendirip bilinçlendirmeyi ve topluma doğru davranışlar kazandırmayı amaçlayan yarışmayla ilgili daha detaylı bilgi almak ve başvuruda bulunmak isterseniz, www.trafik.gov.tr adresini ziyaret edebilirsiniz. Millî Eğitim Bakanlığı Temel Eğitim Genel Müdürlüğü, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ve TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları arasında imzalanan işbirliği protokolüyle 2010 yılında başlayan Can Dostları Hareketi, ilkokul dördüncü sınıf öğrencileri, veliler ve servis şoförlerinde trafik güvenliği ve bireysel sorumluluklar konusunda farkındalığı artırmayı amaçlıyor. 2010 yılında başlatılan projede bugüne kadar, Türkiye genelinde 592 okulda 5 bin 500 öğretmene eğitim verildi. Seminere katılan öğretmenler aracılığıyla 168 bin öğrenciye, 336 binden fazla veliye ve 8 bin 500 servis şoförüne doğrudan ulaşıldı. 2015-2016 eğitim öğretim yılında Mart ayına kadar Ankara, Bursa, Çanakkale, Denizli, Elazığ, Hatay, İstanbul, İzmir, Tokat, Trabzon ve Zonguldak’taki 101 okulda öğrenciler ve velilere yönelik etkinliklerin devam ettiği Can Dostları Hareketi kapsamında bir de her yıl resim yarışması düzenleniyor. Projenin uygulandığı okullarda ilkokul öğrencilerinin trafik güvenliği konusundaki bilgilerini pekiştirmeyi amaçlayan Can Dostları Resim Yarışması’nda öğrenciler, edindikleri bilgi ve becerileri kullanarak, trafik güvenliği üzerine, serbest teknik ve malzemeyle resim yapıyorlar. Ardından yaptıkları resimleri, okullarındaki Can Dostları Hareketi temsilcisine vermesi üzere sınıf öğretmenlerine teslim ediyorlar. Temsilci öğretmenlerse, okullarındaki tüm başvuruları, ilgili adrese gönderiyor. Can Dostları Resim Yarışması’nın bu yılki sonuçları 22 Nisan’da belli olacak ve kazananların isimleri www.trafikhareketi.org üzerinden açıklanacak. Yarışmada dereceye giren öğrencilere, öğretmenlerine ve okullarına çeşitli ödüller verilecek. İSTASYON 59 TÜVTÜRK TÜVTÜRK AKADEMI’DEN GÜVENLIK EĞITIMI Sektörün eğitim seviyesini yükselterek, nitelikli insan kaynağı oluşturma hedefiyle faaliyetlerine devam eden TÜVTÜRK Akademi, teknik bilgi ve tecrübelerini paylaşmaya devam ediyor. TÜVTÜRK çalışanının yanı sıra çeşitli kurum ve kuruluşlara teknik ve yetkinlik eğitimleri veren TÜVTÜRK Akademi, SRC 5 Tehlikeli Madde Taşımacılığı ve Tehlikeli Madde Güvenlik Danışmanlığı konularında mesleki yeterlilik eğitimlerine başladı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nca 2014 yılında alınan bir kararla, tehlikeli madde taşımacılığının yapıldığı tüm alanlarda (gönderen, paketleyen, dolduran, taşıyan) faaliyet gösteren işletmelerin güvenlik danışmanı istihdam etmesi veya tehlikeli madde danışmanından hizmet alması zorunlu hale getirildi. TÜVTÜRK Akademi 2016 senesi başında yaptığı başvuruyla Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından Tehlikeli Madde güvenlik danışmanlığı eğitimlerini vermeye yetkili bir eğitim kurumu oldu. Şile’de, 3 bin metrekaresi kapalı olmak üzere 5 bin metrekarelik alanda altı salonla eğitim hizmetlerini sürdüren, TÜVTÜRK Akademi’nin tehlikeli madde taşımacılığı eğitimlerinde de başarılı sonuçlar ortaya koyarak, ulaşım güvenliğine katkı sunacağına kuşku yok. DOĞUŞ GRUBU GÜVENLIK ZIRVESI Doğuş Grubu Güvenlik Yöneticileri Semineri’nin ikincisi, Doğuş Holding CEO’su Hüsnü Akhan Başkanlığı’nda gerçekleştirildi. İstanbul’un Üsküdar ilçesinde, Adile Sultan Saray’ında düzenlenen seminerde, Grubun güvenlik yöneticileri bilgi ve tecrübelerini meslektaşlarıyla paylaştı. Elektronik güvenlik alanındaki yeniliklerin, özel güvenliğe hukuksal yaklaşımların, çalışan motivasyonuyla aidiyeti artırıcı unsurların, suiistimalleri önleme yöntemlerinin de tartışıldığı “Doğuş Grubu Güvenlik Yöneticileri Semineri”nde TÜVTÜRK’ü Güvenlik ve Suiistimal Önleme Yönetmeni Raşit Bayraktar temsil etti. Bayraktar, etkinlik kapsamında “Suiistimal Önleme” başlıklı bir sunum yaptı. TEBRIK EDER, BAŞARILAR DILERIZ! GENÇ FIKIRLER BIR KEZ DAHA YARIŞIYOR Trafik güvenliği sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu ve dolayısıyla konuyla ilgili bir dizi çalışmalar gerçekleştiriliyor. Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Karayolu Düzenleme Genel Müdürlüğü, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları ve Goodyear Lastikleri arasında imzalanan işbirliği protokolüyle “Trafikte Sorumluluk Hareketi” kapsamında hayata geçirilen Trafikte Gençlik Hareketi de bunlardan biri. 2012 yılından itibaren uygulanmaya başlanan proje, liseli gençlerde trafik güvenliği ve bireysel sorumluluklar konusunda farkındalığı artırmayı hedefliyor. Proje kapsamında, gençleri trafik güvenliği konusunda sorumluluk almaya; yaparak-yaşayarak öğrenme süreçlerine dâhil olmaya teşvik etmeyi amaçlayan Trafikte Genç Fikirler yarışmasının 2015-2016 şartnamesi yayınlandı. Yarışmaya katılım, başvuru şekli, başvuru değerlendirme ve ödüller hakkında ayrıntılı bilginin bulunduğu Trafikte Genç Fikirler Yarışma Şartnamesi’ne, http://www.trafiktegenclikhareketi.org/sartname. php web sitesinden ulaşmak mümkün. 60 İSTASYON Emre Büyükkalfa Koray Özcan Melis Avalin Aygül Can Şiram TÜVTÜRK, yeni yıla yeni başlangıçlarla girdi. Yeni yılın ilk günlerinden itibaren gerçekleştirilen terfi ve atamalar kapsamında, daha önce TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü olarak görev yapan Emre Büyükkalfa, Operasyondan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı görevine, İletişim ve İş Geliştirme Direktörü olarak görev yapan Koray Özcan, TÜVTÜRK İstanbul AŞ ve Karadeniz Taşıt AŞ şirketlerinden sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı’na atandı. TÜVTÜRK çatısı altında İnsan Kaynakları Direktörü olan Melis Avalin Aygül, 1 Ocak itibarıyla İnsan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Direktörlüğü görevine getirildi. TÜVTÜRK İstanbul Direktörü olan Can Şiram, TÜVTÜRK Kalite ve Denetim Direktörlüğü görevini üstlendi. Atanan ve terfi edenleri yürekten kutluyor, yeni görevlerinde başarılar diliyoruz. Farkındalık yaratan bir çalışma Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından hayata geçirilen Tarım Araçlarının Güvenli Kullanımı projesi kapsamında, 2016 yılının ilk etkinliği Afyon Sandıklı’da 10 Mart’ta gerçekleşti. Toplantıya konuyla ilgili birçok kamu kuruluşunun yanı sıra TÜVTÜRK İş Ortağı KYC AŞ Bölge Teknik Müdürü Yusuf Karaman ve Afyon Merkez İstasyon Amir Yardımcısı Erdal Sevim katıldı. Etkinlik alanında bulunan TÜVTÜRK Traktör Mobil İstasyonu’nda ve TÜVTÜRK standında, katılımcılara traktör muayenesiyle ilgili bilgiler sunuldu. İSTASYON 61 ENGLISH SUMMARY Old and New Istanbul Western style buildings that appeared in Istanbul during the 19th century tell us a story of a changing city. T he historical contradiction of the Galata neighborhood, of which residents found the decisions made by the imperial palaces across the Golden Horn boring ever since the Byzantine times, was reflected in its physical appearance especially in the second half of the 19th century. Galata offered a new gift to Istanbul and Ottoman Empire: Western-style buildings. One of the biggest cities in the world during 1850s, Istanbul was also the third most crowded European city after London and Paris. The center of trade if not politics was undoubtedly Galata. The trade agreements signed with the dominant powers of the time during the 19th century, especially with England, made Istanbul an important part of the global network of trade and finance. While the Ottoman economy, whose right of independence was taken away as a result of the military and economic defeats during the century, had to integrate into the world economy; stock market, and insurance and trade companies entered and settled in Istanbul through Galata Port. Culturally and economically developing since 1850s, Galata had one major problem: Infrastructure issues. Tradesmen, business people and tourists from all over the world came to Istanbul and Galata but the diaries they kept wrote of sickening conditions especially in Galata and Pera. Galata was a neighborhood that Westerns tradesmen had to come but didn’t like much. The community dwellers were also not happy with the neighborhood’s municipal features. The government in Istanbul decided to show state affection to the streets of Galata, where lo- 62 İSTASYON The new life style that entered in Istanbul in the 19th century through Galata and Pera changed the physical appearance and daily life of the city irrevocably. Symbolizing the seasons, women figures on the walls of Markiz Patisserie, which have changed places, shut down and finally turned into a restaurant with a different name over time, have been long watching the people who have adopted that life style. cals had been constructing masonry buildings for a while. In 1856, The City Regulations Commission was founded. Aiming to divide Istanbul into 14 areas to make governance easier, the commission consisted of four non-Muslim Ottomans that had lived in Europe before, two foreigners that had an experience in municipality, and according to some resources, two Muslims and according to some others, only one Muslim Ottoman. Having thought that founding all municipalities at the same time would be unreasonable, the commission would take its first step in Galata and Pera. Thus, The Sixth Borough Municipality, whose borders included Galata, Pera and Tophane, was founded in 1857. The Sixth Borough gave priority to the works that would make trade activities in Galata easier. Roads were widened; sidewalks were built; houses were numbered; cemeteries were moved outside the area and streets were lightened. In 1864–65, the Galata city walls were destroyed, which was the most contradictory decision of The Sixth Borough. The land gained after the walls and ditches were destroyed was put up for sale by the municipality. Of course the locals of Galata didn’t wake up one day and start demolishing all Ottoman-style buildings, constructing instead those masonry buildings that are still alive today and moving into them as soon as the construction was over on subsequent consent of The Sixth Borough. While The Sixth Borough was doing its part about modernizing the city in the third quarter of the 19th century, locals started adopting a new type of residence. Those buildings, which were not similar to the old residences but also nothing like the buildings we live in right now, started to fill the streets of Galata. If you asked the people living in those transient-style residences, there was not a sound reason to leave comfortable family residences and move into the apartment buildings. Occasionally, this hesitation and unwillingness turned into conscious rejection just as in the example of the Yannisopoulos, the well-off Galata family. Getting their own apartment building constructed on a street of Galata, Yannisopoulos never left their family home right across the street, which was not an apartment building. Still, both the stubborn Yannisopoulos and other Galata families were not contented with transient Neighborhoods such as Galata and Istiklal Street, and their surrounding areas like Tarlabaşı and Karaköy, where the 19th centuryfabric has managed to reach today, increasingly draw attention now. This situation directly affects daily life: Rents increase, neighborhoods change their identities, and extensive urban transformation projects come up. This change is pushing the limits of the number of architectural buildings that need to be carefully protected such as Arif Paşa Apartment in Elmadağ. style residences. They constructed apartment buildings in which most of them still live today because they were aware that their city was changing. The new generation who left their families back in the mansions or family residences, moved into those new, European-style buildings that suited their new life style and became the first residents of the apartment buildings in Galata. There were two side factors that speeded up the process of constructing apartment buildings. One of them was the fact that increasingly more people were given the right of property with the specifications in 1858 and the laws that started to be introduced after 1867. Now all Ottoman citizens, no matter from what religious background they had, had an equal right of property. Another factor was an enemy of hundreds of years old, which Istanbul was closely acquainted with: Fires. Having a web of streets that made fire fighting hard, Galata had wooden buildings that were highly damaged from fire. Fire flames stepped in as a useful instrument in the process of introducing apartment buildings. Even though the first apartment buildings in Ottoman Empire appeared in Galata, which was the most westernized area of the country; we can’t say that they were identically the same with their counterparts in the West. After all, the first apartment buildings were not designed by architects with Western education but by mostly Greek or Armenian ones, who were raised with the traditions of this geography. In some cases, sofas were placed and maintained in the middle of the flats. Light shafts were placed next to them so that they would be illuminated. The bay windows on the first floors were kept but sometimes balconies, imported from the West, were constructed above them. Öncel says “We even came across a small hamam on the top floor of an apartment building.” Old habits die hard. In the last quarter of the 19th century, high commercial development close to the port pushed residences first towards the hill, and then towards Pera. The construction of new roads stretching from the port to the hill and the opening of Tünel subway removed the logistic and topographic obstacles to the process of apartment building constructions in Galata and Pera. Thus, soon enough, apartment buildings, along with the masonry buildings that already started to appear around the embassies on Istiklal Street known as Cadde–i Kebir or Grande Rue de Péra back then, spread over this area. Apartment buildings got bigger and more varied. Ribbon buildings and passage apartments were observed in Istanbul. The number of buildings designed by famous Western architects such as Fossati Brothers, Alexandre Vallaury, Raimondo d’Aronco and Giulio Mongeri and Ottoman architects that were now used to design apartment buildings, instead of Ottoman master builders, increased. The turning of a new century became the golden era for this new type of residence. Around 500 apartment buildings were constructed during the years 1895-1905. Apartment buildings reached Taksim, the other edge of the Istiklal Street. First it spread to Tarlabaşı, Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) and Moda, and then to Nişantaşı, Şişli and Kadıköy. It seems the solution that apartment buildings offered to the changing socioeconomic culture of Istanbul was also found reasonable by people because new residences increased by leaps and bounds after that point. Thus entered apartment buildings into the lives of generations who now dream of living in a mansion with garden one day again. İSTASYON 63 ENGLISH SUMMARY He is an all-rounder or two scenes have been almost identically taken from the book. Stepping into other parts of cinema from acting and looking at it in a collective state of mind as he always emphasizes, Onur Saylak tells us about his career and life. Do you ask your wife Tuba Büyüktüstün’s opinions when you are creating a project? Of course… For example, the snake at the end of The Jungle was her idea. It completed the film very well. After all, we are talking about a woman who studied fine arts and has a very high level of aesthetic perception. I make her read each line of what I write. My principle is this: You are not the only smart one in this world! And two heads are better than one. Interview by: BAHAR ÇUHADAR Photography: MURAT YILMAZ H e is one of the ambitious actors of his generation. We got to know him first as Yusuf in the movie Autumn (directed by Özcan Alper); later on, he left his mark on every TV or film project of which he was a part of. Most recently, he has performed really well as “the psychopath Metin” in the TV series “Hatırla Gönül”. The more we were disgusted with Tekin, the more we liked Onur Saylak’s acting skills. After the series ended, he appeared as Aram in Özcan Alper’s recent movie Memories of The Wind. Through Aram, he took us into the world of an Armenian intellectual and journalist who was stuck between his past and present in the uncanny atmosphere of Turkey in 1940s. At the same time, he gave us a sweet surprise. Along with the writer Hakan Günday and theatre player Doğu Akal, he had made a short film called The Jungle telling a story of a refugee in Istanbul. The film came back home with many awards from international festivals. Nowadays, the team is working on a feature-length movie adapted from Günday’s novel Daha. Onur Saylak is going to get behind the camera during the summer months after the short film with which he made a breakthrough as a director. Stepping into other parts of cinema from acting and looking at it in a collective state of mind as he always emphasizes, Onur Saylak tells us about his career and life. We watched you on screen as an actor, now you’re a director… What are you after? We are trying to be a part of the production process. By “us”, I mean Hakan Günday, Doğu Akal, Cemre Kutluay and I. We are a brain team of four and we write and all. We shot a short film called The Jungle last February. It’s about the one-day story of Omar, a Syrian refugee in Istanbul. It was and still is being screened in many festivals. 64 İSTASYON What is going to happen with the feature-length? We are finding our places to shoot; we can also say the script is finished. We are still working on the cast. We will shoot it this year. We can say it’s a free adaptation of Hakan Günday’s novel “Daha”. How does it feel to produce a movie, to write its script and direct and even make it from scratch? To imagine it and to make effort for it is nice. I think the most pleasant part right now is writing the script. You struggle for hours; the characters evolve in your mind every day. When you reach a certain point of satisfaction, you look at it from outside and say “I guess now it’s something” and that makes you joyful. For each character, I rack my brains thinking about emotions I have never felt. rector who says big words. Just this: I would like to create something that is watchable, that we think is good and that we are delighted to watch. As an actor, how is it like to direct actors/ actresses? We were lucky in the short film because we worked with a very good and hard-working cast. I know very well how the actors/actresses feel when you get behind the camera and could manage to relieve actors/actresses, respect their emotions at that moment and get along with them. Thus, they are very happy. An actor/actress is like a fish when he/ she is handed with the role. First, you’re afraid of the character; it feels like you’re doing something for the first time. Whenever you handle the role, then you become something like an astronaut. You feel like you made that character exist and completed it. “I GOT ON THE STAGE AS A WALKER ON AND NEVER STEPPED DOWN… ” What is it like to be the director? Cheery. I get cheery when I do things collectively. I have performed in amateur theatres for so many years that I’ve got a taste of the beauty and hardships of acting collectively. So, I don’t see it as directing. I’m not a di- Where is it going to be shot? In Antalya. Those who read the novel will be surprised: it has a different structure and narration. There are characters and scenes that don’t exist in the book… Of course one Do you have equal sharing of responsibilities at home? As parents, for example? Surely! We have two kids. So, there is no such thing as leisure time; the best thing you can do is switching the kids. There is no such thing as “Take this and I’ll have some coffee.” However, we are very much in comfort now because they have grown up. They also get along very well with each other… What do they say about the projects in which you act? We have not showed them yet. They have a world for two. We as parents rather provide them with logistic and emotional support. Aside from that, they keep each other company. They sleep on a floor bed next to each other… Do you take them to the movies and theatre often? They have watched almost all cartoons. They watch movies at home a lot; they listen to music all the time; and they are too keen on painting… Is there anything you would say, “I do really well” except acting? Yes, cooking. There are many things I cook, actually. I have big projects about fish: both grilled and fried… I’m good with all kinds of meat. I make mücver (battered, deep fried patties of grated squash with dill) very well. I don’t follow any recipes; I break into a market and cook with sauces I find there and all. I am inspired by TV shows I have seen before. İSTASYON 65 ENGLISH SUMMARY TÜVTÜRK news conformed to TS EN ISO/IEC 17025:2013 standard. Thus, TÜVTÜRK Calibration Laboratory’s accreditation certificate was issued on March 7 with the file number AB-0156-K. Meaning that an authorized body once again approved the high service quality of TÜVTÜRK, the accreditation is also important for the company’s next steps. Emre Büyükkalfa Koray Özcan BETTER SERVICE, EASIER ACCESS Melis Avalin Aygül Can Şiram CONGRATULATIONS! n TÜVTÜRK entered the New Year with the new beginnings. As part of the promotions and assignments started on the first days of the new year, Corporate Development Director Emre Büyükkalfa has been promoted to Chief Operating Officer; Koray Özcan acting as Communication and Business Development Director, has been promoted to Assistant General Manager of TÜVTÜRK İstanbul A.Ş. and Karadeniz Taşıt A.Ş.. Melis Avalin Aygül acting as Human Resources Director has been promoted to Human Resources and Corporate Communications Director. TÜVTÜRK İstanbul Director Can Şiram has been promoted to Director for Audit and Quality Management. We congratulate all the newly promoted executives and wish them success. n Providing service in Gaziantep with three stations, one of which is in the city center, TÜVTÜRK raised this number to four on February 10. Three-channel Şehitkamil Inspection Station will offer service only by appointment and has a waiting salon where vehicle owners can watch the whole inspection process. Analyzing all demands and suggestions to raise its customer service quality and establishing its road map according to them, TÜVTÜRK’s new station will inspect all types of vehicles fast and in high quality. Having started making investments in Gaziantep with its station in the city center, TÜVTÜRK had constructed one additional lane in last October in Islahiye, and last December in Nizip. The company also has a mobile vehicle inspection station in the city. Providing easier access throughout Turkey by increasing the number of its stations, TÜVTÜRK aims to take its quality service to top level with 100 percent appointment system. In accordance with that aim, in the second half of March, the stations in Ayvalık province of Balıkesir, Alaşehir and Demirci of Manisa, Gediz and Simav of Kütahya, Ceyhan of Adana, Dinar and Sandıklı of Afyon, Bucak of Burdur, Yalvaç of Isparta, and Ilgın of Konya switched to 100 percent appointment system. “SOSYAL MEDYA EKIBIMIZ ISI BILIYOR” DEMIS MIYDIK? #workhard #partyhard DÜNYANIN ÖNDE GELEN ULUSLARARASI İŞ ÖDÜLLERİ YARIŞMASINDAN STEVIE ÖDÜLÜ İLE DÖNDÜK. En İyi Facebook Hayran Sayfası Kategorisinde Gold Stevie Ödülü En İyi Instagram Kullanımı Kategorisinde Gold Stevie Ödülü En İyi Twitter Kullanımı Kategorisinde Silver Stevie Ödülü Araçlar ve Hizmetler Kategorisinde Silver Stevie Ödülü Deneysel ve Yenilikçi Kategorisinde Bronze Stevie Ödülü CALIBRATION LAB WAS ACCREDITED n Having started its operations in 2014, TÜVTÜRK Calibration Lab was accredited by TÜRKAK. After a committee of academicians and experts audited the firm on November 4-7, it was decided that TÜVTÜRK’s quality management system and central lab calibration 66 İSTASYON /pixelplus /Pixelplus