filmhafizasi-mag-sayi1
Transkript
filmhafizasi-mag-sayi1
Bir Fil’m Hafızası Yayını Dosyau s Konduer Anderen ben d Das Le ’s Childhoo n tro Iva er Me e i n r e Lin Le D in Red h T e h T oy Little B e Sun h T e Of i Empir lia di Alger g ta La Bat dise Now a P ra Çizgi Ötesi Filmler Çizgi R oman ve Sine Arasınd aki Orga ma nik Bağa Bir Bakış m ‘Akşau Old dim nlen z Hü ü Yine’ Benmleri ile Fil nar yen Se Müzey yası s Do Gidil Etkin esi likler Ya k Kaçırıl ın Geleceğ in mama s Etkinli ı Gereken klerin i Seçtik mı Deva Var! den iz Sitem Web çtiğimiz Se zler Anali mag Diren Kısa K ısa Kısa Fil m Actor S Üzerine eek Cowbo s Role ys a Disside nd nts lan ‘Zor oışı Bar ak’ m SavuÖndüllü Sanatş ile Siyad Soydan Ku eni Dair Yönetm a ve Barış’a i ş le Sinem y Bir Sö Fi Hafız l’m Parç ası’nın ası O Fil’m lmak Fil’m Hafızası E H k afı ib Nede zası’nı an i lattı. n Bur a d alar, Burad yapıy a Ne orlar ? Uzun Metraj! HUNGRY HE ARTS! Büyümenin Bir Anlamı Olm alı ’in 2015 inden r e l i y en iy ndar ege The L lia and Giu iracles rM Othe BELONG PARTY SERIES “jAMES BOND 007” 27 OCAK CARSAMBA Biletler yakında Biletix’te. 21:00 MEKAN ROXY SAAT İstanbul İzmir Edirne Karabük Ankara Mersin Adana Bursa Siirt Balıkesir Kastamonu Bartın Ordu Batman Artvin Mardin Isparta Muğla Şanlıurfa Samsun Kırklareli Erzincan Kayseri Bolu Balıkesir Elazığ Kocaeli Nevşehir Trabzon Düzce Gaziantep Uşak Aydın Kars Çanakkale Bitlis Erzurum Denizli Eskişehir Kütahya Antalya Tokat Hatay Malatya Bingöl Muş Çankırı Konya Tekirdağ Zonguldak Yalova Rize Çorum Tunceli Diyarbakır Manisa Eskişehir Van Sinop Niğde Sivas Yeni yılda; sağlıklı, mutlu, başarılı, bol sinemalı günler dileriz..! 4 N E L E R VA R ? N E L E R VA R ? 8 »»s.32 içindekiler SİZİN İÇİN KISA FİLM SEÇTİK Fil’m Hafızası Arşivinden Kısa Filmler 15 4. YILA ÖZEL DOSYA / SAVAŞ VE BARIŞ Das Leben Der Anderen Elif Bulut The Thin Red Line Mustafa Koca La Battaglia Di Algeri Artun Bötke Ivan’s Childhood & Le Dernier Métro Sezen Sayınalp Paradise Now Dilan Salkaya Little Boy & Empire of The Sun Rabia Elif Özcan »»s.15 26 »»s.30 uzun metraj - HUNGRY HEARTS Büyümenin Bir Anlamı Olmalı »»s.26 »»s.8 28 Sezen Sayınalp RöPORTAJ / SOYDAN KUŞ Savaş, Barış ve Sinema 30 Okan Köroğlu ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER Furkan Uzun 32 RÖPORTAJ / FİLM HAFIZALI OLMAK Fil’m Hafızası Ekibi Anlattı Sinem Dinçer 37 2015’İN EN İYİLERİNDEN The Legendary Giulia and Other Miracles Sinem Dinçer 38 LİSTE: MÜZEYYEN SENAR FİLMLERİ Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine Dilan Salkaya 40 »»s.28 fil’m hafızası mag | Kış 2016 Fil’m Hafızası Mag sayfalarındaki QR kodları telefonunuza okutarak çok daha fazla içeriğe ulaşabilirsiniz. NE YAPMALI? Ajandanızda Yer Açın Betigül Küçük »»s.38 42 künye DİREN KISA KISA Kısa Film Üzerine Furkan Uzun Actor Seeks Role Mustafa Koca Cowboys and Dissidents Rabia Elif Özcan 14 5 devamı var... Fil’m Hafızası Mag Fil’m Hafızası Adına İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Öncü Gülmez Genel Koordinatör Okan Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni Sinem Dinçer Fil’m Hafızası Mag Ekibi Yazı İşleri Adına Sinem Dinçer - Dilan Salkaya Sosyal Medya Adına Okan Köroğlu - Ogün Savaş Pazarlama İletişimi Adına Özge Batuman - Özge Güven Keşif Adına Furkan Uzun - Gamze Kınacı Bu Sayıda Yazarlarımız Artun Bötke - Betigül Küçük - Dilan Salkaya Elif Bulut - Furkan Uzun - Mustafa Koca Okan Köroğlu - Rabia Elif Özcan Sezen Sayınalp - Sinem Dinçer Grafik Tasarım Sorumlusu Okan Köroğlu Redaktörler Aytekin Şahin- Rabia Elif Özcan - Sezen Sayınalp İletişim www.filmhafizasi.com info@filmhafizasi.com Yazı İşleri İletişim: yazi@filmhafizasi.com Reklam ve Pazarlama İletişim: marcom@filmhafizasi.com Sosyal Medya İletişim: sos@filmhafizasi.com Keşif İletişim: kesif@filmhafizasi.com Basım Yeri: Kayhan Matbaası Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No:8/2, Topkapı, Istanbul, Turkey Bu sayıdaki fotoğraf desteği için Mert Saraç’a teşekkür ederiz. Her hakkı saklıdır. Dergideki yazı, fotoğraf ve diğer görsellerin izin alınmadan kullanımı yasaktır. Dergide yer alan yazılar yazarların kendi görüşleridir. Yazı ve fotoğrafların sorumluluğu yazının sahibine aittir. Kış 2016 | fil’m hafızası mag C M Y CM MY CY CMY K 8 DİREN KISA KISA DİREN KISA KISA D İ R EN KISA KISA ! furkan uzun Kısa filmler, çoğu zaman izleyicisiyle büyük salonlarda buluşma imkânı bulamazken genellikle tür filmlerine ya da teknik anlamda sinemaya daha ilgili olan kesimlere hitap eder. A ynı zamanda da çoğu film yapımcısının zihninde uzun metraja gidilen yolda atılması gereken bir ilk adım oldukları gibi yanlış fikirlerin mağduru olur. Oysa durum bundan ibaret değildir. Endüstriye direnen ve salt sinema tutkusuyla yola çıkan kişiler kısa filme atfedilen değeri değiştirmeye çalışırlar. Böylece gerek izleyicinin, gerekse film yapımcısının anlamlı çabalarıyla uzun metrajlar kadar kaliteli yapımlar ortaya çıkar ve geniş kitlelere ulaşır. Hâl böyle olunca kalite ve değerin arttığını hisseden kısa film tutkunu izleyiciler de kısa metraj yapımlara hiç olmadıkları kadar büyük bir bağlılıkla sahip çıkarlar. Yani demek değildir ki kısa film çeken bir yönetmenin yolu, önünde sonunda uzun metraja çıkacaktır ya da kısa film çalışmaları bir nevi atölye çalışmaları olarak kalacak ve izleyicilerin algılarına göre yönetmenin vizyonunu şekillendirecektir. Bu tartışma edebiyatta da öykü ve roman paralelinde yaşanagelmektedir. Roman yazmaya hazır olmayan yazarın atması gereken bir ilk adım mıdır öykü, yoksa başlı başına bir öykücü ya da romancı olunabilir mi? Aslında bu noktada sadece öykücü olunabileceği gibi – ki başarılı örnekleri fazlasıyla var- pekâlâ bir kısa film sinemacısı da olunabilir. Nash Edgerton, Anders Walter, Luke Snellin ve Janicza Bravo gibi isimler filmografilerini kısa filmlerle doldurup kayda değer film festivallerinden bir o kadar önemli ödüllerle dönmüş isimlerin birkaçıdır. Anders Walter neredeyse imza attığı her kısa filmiyle Oscar adayı olmuş ve 2013 yılında Helium adlı yapımıyla en iyi kısa dalında ödülün de sahibi olmuştur. 2011 tarihli ilk kısası Eat ile SXSW semalarında boy gösteren Janicza Bravo ise 2013’te Michael Cera’lı kısası Gregory Go Boom ile Sundance’de Jüri ödülünü almıştır. Bu isimler arasında Hollywood’a ismi en yakın olan Nash Edgerton ise kısa film tutkunu yönetmenlerden biri. Sayısız önemli Hollywood filminde –ki aralarında Star Wars – Episode III (2005), The Matrix fil’m hafızası mag | Kış 2016 (1999), Mission Impossible (2000), The Wolverine (2013) gibi yapımlar da bulunuyor – figüranlık yapan ve oyuncu Joel Edgerton’ın kardeşi olan Nash Edgerton, çektiği kısalarla oldukça kaliteli ve etkileyici işler ortaya koymuştur. Hollywood tarafında bulunan olumlu kredisini ise uzun metrajlara boca etmeyerek – 19 yıllık yönetmenlik kariyerinde çektiği sadece bir uzun metraj bulunmakta – hâlâ kısa film çekmeye devam etmektedir. İmza attığı Bear ve Spider gibi yapımlar AFI, Sundance, Cannes gibi festivallerde izleyici ile buluşmuş ve aynı zamanda büyük sinema salonlarında uzun metraj filmlerden önce gösterilerek geniş izleyici kitlelerine ulaşma şansına da erişmiştir. Elini sallasa doyurucu bir bütçe bulabilecek isimler olan bu yönetmenler, ısrarla kısa metrajın uzun metraja giden yolda bir ara adım olmadığını ispatlamaya çalışırcasına kısa çekmeye devam etmekte ve bunu yaparken de inanılmaz kaliteli yapımlar ortaya koymaktadır. Burada kısa filmin tanımını da yapmak Roman yazmaya hazır olmayan yazarın atması gereken bir ilk adım mıdır öykü, yoksa başlı başına bir öykücü ya da romancı olunabilir mi? Aslında bu noktada sadece öykücü olunabileceği gibi – ki başarılı örnekleri fazlasıyla var- yalnızca pekâlâ bir kısa film sinemacısı da olunabilir. 9 gerekir mi bilmiyorum fakat uzun saatler boyunca anlatılamayacak olan hikâyeleri kısa sürede izleyicilerle buluşturan bu yönetmenler, belki de kısa filme karşı olan izleyici algısının seyrini de yakın zamanda değiştirip kısa film üzerine büyük paraların döndüğü bir endüstri yaratma açısından olumlu bir hareket meydana getireceklerdir. 29 yaşında vefat edene dek üç kısa ve bir uzun metraj çeken Jean Vigo da çektiği kısalarla Fransız Yeni Dalga’sına esin kaynağı olmuştur. Yine günümüzde kısa filme gönül vermiş nice yönetmen, salt sinema aşkıyla uzun metraj çekme kaygısı olmadan başarılı kısa filmlere imza atacaktır. Böylece gerek bu yapımlara fon oluşturma açısından bir cesaret oluşturacak, gerekse çekilen kısa film kalitelerinin – prodüksiyon, hikâye, kurgu, yönetmenlik vs - uzun metrajlarla kıyaslanabilir hâle gelmesini sağlayacaklardır. Kış 2016 | fil’m hafızası mag 10 DİREN KISA KISA DİREN KISA KISA “olarak” hazırlanır fakat iş görüşmelerinde aslında bir nevi ondan “mış gibi yapması”, sahne oyunculuğu sergilemesi istenir. Bu durum da karakterimizin aklını karıştırır ve onu psikosomatik bir bunalıma sürükler. Peki, bu ikilem bizlere, bizim günlük hayatlarımızı, çaresiz sosyalleşme çabalarımızı, iletişim çağındaki kopukluk buhranlarımızı hatırlatmaz mı? tak ınd ığ ımız maske ler üze rİne A ct or Seeks Ro l e mustafa koca Oyunculuğun tartışıldığı dramatik metinler genellikle rol yapmanın doğasına dair bizleri değişik yolculuklara çıkarır. Doğal olarak da bu metinlerin, hepimizin toplum içerisinde takındığı maskeler, büründüğümüz personalar ve oynadığımız sosyalleşme oyunları üzerine bir alegori olarak da okunması mümkündür. New York gibi büyük ve pahalı bir şehirde oyunculuk kariyeri kovalayan ve işinde iyi olmayı her şeyden çok isteyen bir aktörün hikâyesine konuk oluyoruz bu filmde. Gittiği rol denemelerinde başarılı olamayan ve tiyatrolarda iş bulmayı bir türlü beceremeyen bu genç, geçimini tıp fakültesinde öğrenciler için hasta rolü yaparak kazanmaktadır. Hastanede ona iş veren doktor ise bu genç oyuncunun yeteneğine her seferinde biraz daha hayran kalmakta ve bir sonraki hafta yine gelmesini istemektedir. Hikâye ilerledikçe gencin hayatı beklenmedik gelişmeler ile dramatik bir değişime uğrar; gün geçtikçe rolünü yaptığı hastalıklar bedenini sahiden de esir almaya başlayacaktır. Peki, bu genç, gerçekten yeteneklidir de tiyatro yöneticileri mi bunu fark edememektedir? Yahut yaşadığı stres ve şanssızlıklar, Başından itibaren bizler seyirci olarak hikâye içerisinde filmin ana karakterinden oldukça başarılı ve gerçekçi bir performans izliyoruz. fil’m hafızası mag | Kış 2016 başarılı bir aktör olmasının önüne geçmekte ve dolayısıyla yaptığı hasta rollerinin de psikolojik etkisiyle vücudunu güçsüz mü düşürmektedir? Yaşananlara neresinden bakarsak bakalım, bu filmde, hayata oldukça ironik yaklaşan bir hikâye ile karşı karşıya olduğumuz su götürmez bir gerçek. Oyunculuğun tartışıldığı dramatik metinler genellikle rol yapmanın doğasına dair 11 bizleri değişik yolculuklara çıkarırlar. Doğal olarak da bu metinlerin, hepimizin toplum içerisinde takındığı maskeler, büründüğümüz personalar ve oynadığımız sosyalleşme oyunları üzerine bir alegori olarak da okunması mümkündür. Actor Seeks Role de seyircisini böylesi derin düşüncelere sevk etme gücüne sahip bir kısa film bana kalırsa. Başlangıcından itibaren bizler seyirci olarak hikâye içerisinde filmin ana karakterinden -özellikle hastane sahnelerinde- oldukça başarılı ve gerçekçi bir performans izliyoruz. Buna rağmen iş görüşmelerinde bu aktörün oyunculuğunun tiyatroya uygun bulunmaması ve şansını televizyonda ya da sinemada deneme-si gerektiğinin söylenmesi aslında bugünün drama sanatına ve dolaylı olarak da hayata dair çarpıcı bir tespit ortaya koyuyor. Gerçekçi ve minimal oyunculuğun tiyatroda kabul görmüyor oluşu, orada her şeyin daha abartılı ve dramatik olması, bir nevi karakterimizin iyi oyuncu olma isteğine de ters düşen bir durum yaratıyor. Sebebi ise, günümüzde “Az, çoktur.” düşüncesinin, kısacası sadeleşmenin hayatın her alanında ön plana çıkmasıdır aslında. Tiyatro ise günümüz koşullarında giderek eskiyen, arkaikleşen bir sanat dalı olarak koşulları itibariyle en gerideki seyirciye dahi sesini duyurabilmek için gerçekliği istemeden de olsa kırarak abartıyı ve dramatik olanı muhafaza etmeye devam eder. Ortaya çıkan bu durum da önemli bir paradoksu beraberinde getirir: Günlük sosyal hayatımızı yürütebilmek için yarattığımız birçok sistemin, birçok kurumun aslında bizim lehimize çalışması gerekirken zamanla nasıl paslandığını, nasıl aleyhimize dönüştüğünü gözler önüne serer. Dünya her an dönmeye devam etmekte, her gün biraz daha hızlı değişmektedir ama biz kurduğumuz hantal toplum düzenimizle bir türlü zamanında ona yetişmeyi beceremeyiz, olan yine bir adım ileriye gitmeye cesaret edene olur. O kişiler, kendilerini feda ederler ki toplumun geri kalanı onun izinden devam edebilsin. Seyircisini yakalamak için sadece kıvrak görsel fikirlere güvenmek yerine derin felsefi düşüncelere de yatırım yapan bu başarılı kısa filmi sakın pas geçmeyin. Yönetmen: Michael Tyburski Filmin parmak bastığı başka bir nokta ise yine gerek oyunculuk özelinde gerekse günlük hayatlarımızın rutin düzeni içerisinde “inanmak” ile “miş gibi yapmak” arasına çizdiği çizgi aslında. Film boyunca izlediğimiz bu genç aktör, egzersizleri, hırsı ve isteği ile hastanedeki hasta rollerine dâhi inanarak, yani meslekte söylendiği üzere Kış 2016 | fil’m hafızası mag DİREN KISA KISA 12 İsimler ve sıfatlar, kimliklerin toplum içerisindeki en etkin belirleyicisidir. Bu nedenle insanın toplum içindeki yeri, saygınlığı, itibarı ve konumu büyük ölçüde, sahip olduğu ya da “giyindiği” isimlerin birer sonucudur. Ancak farklı renkleriyle mizacı giydirip kuşatan, bu kuşatma ile de onu pek çok özellikle niteleyen isimler, aynı zamanda tek tonda renklerin “yaftalama” tehlikesini de barındırır. şüphelilerin rengini belirleyecek olan etiketi, yani “kötü adam” sıfatını onlara daha en başta yapıştırarak tanığın yargısını kaçınılmaz olarak yanlı hâle getirir. Ancak tıpkı karşılarındaki camın tek bir tarafı gösteriyor oluşu gibi bu sıfat da vicdanî değerlerin ve iradenin rengârenk kıldığı insanın, yalnızca karanlık bir rengine ışık tutarak ardındaki diğer renkleri maskeler. Filmin bir başka ana unsuru olan maske figürü de böylece öyküye dâhil olur. İNTİKAMIN ESİRİ OLMAMAK M U TLAK İY İ V E MUTLAK KÖ TÜ VAR MIDIR ? Cowboys and Dissidents İ RABİA ELİF ÖZCAN simler ve sıfatlar, kimliklerin toplum içerisindeki en etkin belirleyicisidir. Bu nedenle insanın toplum içindeki yeri, saygınlığı, itibarı ve konumu büyük ölçüde, sahip olduğu ya da “giyindiği” isimlerin birer sonucudur. Ancak farklı renkleriyle mizacı giydirip kuşatan, bu kuşatma ile de onu pek çok özellikle niteleyen isimler, aynı zamanda tek tonda renklerin “yaftalama” tehlikesini de barındırır. Çünkü toplum, insanları renklendirirken uç renkleri (normları) temel alarak bireyleri bu renklere olan uzaklığı/yakınlığı ölçüsünde yargılar. İşte isimlerin en tehlikeli yanı da “iyi”, “kötü” gibi uç renk addedebileceğimiz sıfatların sınırlarını çizmeye kalkıştığı an kendini gösterir. İnsan tek renkli değildir; aksine, özünde iyilik varken kötüyü de aynı mizaçta barındırabildiği için insandır. BİR İÇ HESAPLAŞMA Amerikalı yönetmen Will Maloney’in kaleminden, yine kendisinin yönettiği Cowboys and Dissidents (2012), İrlanda’nın toplumsal yapısı ve geleneksel motifleri üzerinden, sosyal normların bireydeki etkilerini vicdanî güdülerle mukayese eden bir kısa film. İrlanda yerlilerinden olan Roy (Conor MacNeill), babasını kaybetmiştir ve bu ölümden polis memuru Peter’ı (Paul Kennedy) sorumlu tutmaktadır. Bu nedenle Peter’dan intikam almak için evine gizlice girerek onu öldürmeyi planlar. Ancak planını uygulamaya geçtiği sırada Peter’ın özel hayatına şahit oluşu, onu kendi vicdanı ile yüzleşmeye ve intikam duygularını yargılamaya sevk edecektir. Masmavi gökyüzünde aynı yöne doğru uçan kuşlarla başlayan ilk sahnenin ardından, verilmek istenen mesajın öyküsünü anlatacak olan sorgu odasına alınıyoruz. Burada polis şefi, şüphelileri birer birer içeri alarak tanığa hepsinin birer “kötü adam” olduğunu ancak korkmamaları gerektiğini, çünkü “tek taraflı camın ardında” hiçbirinin onu göremeyeceğini söyler ve hangisinin ona tanıdık geldiğini sorar. Filmin iskeletini oluşturan kelimeler ve imalar da bu sahnede verilir aslında. Polis şefi, Mahremiyetin katman katman açıldığı sahneler, sonunda Roy’un intikam maskesi altındaki vicdanını gün yüzüne çıkarır: Kurguladıklarını gerçekleştirmeden önce Roy, diz çöküp dua ederek Tanrı’ya sığınır; çünkü birazdan yapacakları için arınmaya, kendini masum ve haklı hissetmeye ihtiyacı vardır. Fakat o sırada tam arkasında silahını ona doğrultmuş olan küçük Andey (Lewis Malseed) ile karşılaşır. Dehşete kapılan Roy, kim olduğuna dair uydurduğu hikâyelerle farklı maskelere bürünerek Andey’i ikna etmeye çalışırken Peter eve gelir. O sırada Roy da Andey ile bir anlaşma yapar: Eğer Roy, kulağını hafifçe çekerse, Andey onun kovboy olduğunu anlayacak ve kimliğini kimseye açıklamayacaktır. Ardından Roy, Peter ile karşılaşır ve silahını ona doğrultur. Ne var ki Peter’ın, gözlerinin içine bakarak “Bir oğlumuz var, lütfen yapma.” deyişinin üzerine, çoktandır kendi içinde verdiği vicdanî savaşı sonlandırır Roy. Peter karısına oradan uzaklaşmasını söylemek için arkasını döndüğü bir anda Roy, geldiği gibi sessizce kaçıp gidiverir. Gördükleri karşısında insanî yargıları ağır basmıştır, intikam duygularının esiri olmaz. Bu noktada Maloney, cevabını aradığı esas soruyu karşımıza getirir: “iyi insan” kimdir, “kötü insan” kimdir? Maskelerin, üniformaların, kelimelerin kurgusuyla yaratılan hikâyeler, arkalarında tam da görünüşlerinin zıttı olan renkleri de pekâlâ taşıyor olabilir. 13 Bu nedenle hiçbir yargı tek bir renkte yapılamaz, kimse tek bir bakış açısıyla ele alınamaz, tek bir sıfatın temsilcisi olamaz. Ancak günümüz koşullarında dahi hemen her toplumda çatışmaların, savaşların ve haksız yargının temelinde toplum normlarının, misyoner grupların yahut yaftaların dayattığı görüşler doğrultusunda güdülen bireylerin, onlara biçilen maskelerin kurbanı hâline geliyor olması yatmaktadır. Burada unutulan husus şudur: Serbest iradesinin bir sonucu olarak mütemadiyen bir değişim ve devinim içinde olan insan, esasında değişmez sınırları olan sıfat kalıplarının ve tiplemelerin içine konamayacak kadar renkli ve değişkendir. Maskeler yalnızca içtekini farklı göstermek üzere giyilen kılıflardır; oysa insanı insan yapan, o kılıfın ötesinde vicdan ve iradenin büyüttüğü kişiliktir. Bu süreçte iyileşmek de vardır kötüleşmek de. Olmayan şeyse mutlak “iyi insan” ve mutlak “kötü insan”dır. BOL ÖDÜLLÜ BİR YAPIM Filmin sonunda hikâye, sorgu odasında kaldığı yerden devam eder ve tanığımızın Andey olduğunu öğreniriz. Polis şefi Andey’e şüphelileri gösterip tekrar hangisinin tanıdık “kötü adam” olduğunu sorar. Andey, her bir şüphelinin yüzünü teker teker incelerken Roy’un, kulağını çektiğini görür ve anlaşmalarına sadık kalarak kimliğini ifşa etmeden kovboyu gördüğünü söyler. Böylece bizlere çocuk dilindeki sadakatin ve insaniyetin, insanın özünden ileri gelen meziyetler olduğunu bir kez daha hatırlatır. Belfast Uluslararası Film Festivali, Los Angeles Yeni Dalga Uluslararası Film Festivali ve daha pek çok uluslararası festivalde en iyi aktör, sinematograf ve yardımcı aktör ödüllerine layık görülen Cowboys and Dissidents, insanın en temel güdülerine karşı vicdanî gelgitlerini, İrlanda’nın sosyal yapısında yer alan yerli- Kızılderili ikililiğinin dayattığı iyi-kötü kalıpları üzerinden, olabildiğince doğal hâliyle anlatan insan için, “insanca” bir yapım. Kış 2016 | fil’m hafızası mag 14 Dosya Konusu KISA FİLM S İZ İN İÇ İ N K I S A FİL M S E Ç T İ K ! Savaş ve Barış M U S TA F A K O C A YA Z D I R A B İ A E L İ F Ö Z C A N YA Z D I A R T U N B Ö T K E YA Z D I D İ L A N S A L K A YA YA Z D I The Thin Red Line Little boy & Empire of the Sun La Battaglia di Algeri PARADISE NOW FILMHAFIZASI.COM TANGO (1981) Elinizde on altı bin mat boya, birkaç yüz bine yakın fotoğraf karesi, optik bir yazıcı, günde 16 saat çalışacak kol gücünüz ve 7 ay süreniz olsa bunlarla ne kadar mükemmel bir ürün ortaya çıkarabilirdiniz? Zbigniew Rybcznski bu olanaklarla, geçmişi bugününden daha nitelikli diye de tanımlanabilecek olan Akademi Ödülleri’nden birine uzanmayı başardı. QR kodu okutun filmin tamamını izleyin The Goat (1921) Sinema tarihinin en büyük efsanelerinden Buster Keaton’ın ilk dönem sessiz kısalarından biri The Goat (1921). Keaton bu filmde de yanlış anda yanlış yerde bulunmayı kendine düstur belleyen tiplemesiyle karşımıza çıkıyor. Meraklı ve aylak kahramanımızın kazara bir fotoğraf karesine misafir olmasıyla birlikte başına yeni bir bela alır QR kodu okutun filmin tamamını izleyin Tracks (2011) Anton ve Pinto sahilde eğlenmek için Anton’un yaptığı araçlarla bir sabah yola çıkarlar. Yolculuklarının seyri Gal isimli bir kızla karşılaşmalarıyla değişir. İki ergen kendilerini Gal’e kanıtlamak için kıyasıya mücadeleye girer. Gal’in hedefiyse sıkıcı bulduğu bu geniş özel mülkiyetten biraz olsun uzaklaşıp sahile ulaşabilmektir. E L İ F B U L U T YA Z D I TANIDIKÇA GELİŞİR MERHAMET VE ADALET DAS LEBEN DER ANDEREN S E Z E N S A Y I N A L P YA Z D I QR kodu okutun filmin tamamını izleyin Rusya’da bİr sığınak, Parİs’te bİr tİyatro Ivan’s Childhood & La Dernier Métro fil’m hafızası mag | Kış 2016 Kış 2016 | fil’m hafızası mag 16 Ö Z E L D O S YA S AVA Ş V E BA R I Ş 17 tanıdıkça ge l İşİr me rh am e t v e ad al e t Das leben der anderen ELİF BULUT Yeryüzünde, belki en yakınımızda ve günlük hayatımızda savaşın sürmesi nedeniyle bu yazıda da barıştan daha çok savaş hâli ve bu hâlden çıkmak için barışa yaklaşmanın bir yolunu, Das Leben der Anderen’in (2006, Başkalarının Hayatı) konusuyla ilintili olarak işleyeceğim. “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.” der Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabında. Kaçınılmazdır ki barış en çok böyle bir savaş ortamında arzulanır. Yeryüzünde, belki en yakınımızda ve günlük hayatımızda savaşın sürmesi nedeniyle bu yazıda da barıştan daha çok savaş hâli ve bu hâlden çıkmak için barışa yaklaşmanın bir yolunu, Das Leben der Anderen’in (2006, Başkalarının Hayatı) konusuyla ilintili olarak işleyeceğim. filmindeki soğuk savaşın - kapitalizm ve sosyalizm çatışmalarının - etkilerinde görüldüğü gibi. Savaşın ve çatışmanın izleri, XX.yüzyılın son yarısında ve XXI. yüzyılda takip, fişleme, gerilim ve korku politikalarıyla insanların içine salındı. Savaş belki de insanın doğasında var Susan Sontag’ın dediği gibi ve bu öyle bir hâl aldı ki savaş eylemini gerçekleştirmek için bağırsakları boşaltmaya gerek kalmadı. Tıpkı Das Leben der Anderen 1984 Almanya’sında, henüz duvar yıkılmamışken soğuk savaş sırasında Stasi adlı güvenlik teşkilatı çok sıkı bir biçimde insanları takip etme, bilgi alma ve fişleme görevini yürütmektedir. Kültür Bakanı Bruno Hempf (Thomas Thieme) oyuncu Christa-Maria Sieland’ı (Martina Gedeck) gözüne kestirir. Kadına ulaşma isteği ile güvenlik teşkilatı Stasi’ye emir Filmde, devlet ile bireyin yakınlaşmasıyla kısmi barış sağlanır. Bu barış, aslında bir benzetme yapmak gerekirse tıpkı ebeveyn ile çocuğunun sağlıklı iletişim kurması gibidir. fil’m hafızası mag | Kış 2016 çıkarttırır; aktrisin “sakıncalı” yazıları bulunduğu düşünülen yazar sevgilisi Georg Dreyman’ı (Sebatian Koch) karalamak için yakın takibe aldırır. Teşkilat, toplum içinde her türlü bilgiye dört bir yandan vâkıf olmak amacındadır. Bu nedenle devletin güvenlik güçlerinin özellikle sanatçı kesim (aydın kesim de denebilir) ile çatışma durumu ve devlet içindeki “üsttekilerin” hükmü mevcuttur. Tabii ki bu sıkı hiyerarşik denetim sonucu bireyler üzerinde ve en küçük birimlerdeki ikili ilişkilerde bile bir korku ve gerilim iklimi oluşur. Filmde, devlet ile bireyin yakınlaşması ile kısmi barış sağlanır. Bu barış, aslında bir benzetme yapmak gerekirse tıpkı ebeveyn ile çocuğunun sağlıklı iletişim kurması gibidir. Eğer bir ebeveyn çocuğuna iktidar ilişkisi üzerinden istediklerini yaptırmak isteyen bir güç gibi değil de çocuğunu iyi tanıyarak ve ihtiyaçlarını iyi bilerek yola çıkıp karşılıklı saygı çerçevesinde iletişim kurarsa olumlu bir ilişki biçimi ve gelişim yaratır. Buradaki devlet-birey ilişkisi de bir bakıma bu tarz bir iletişime denk düşmektedir. Bu bağlamda, sadık devlet ajanı Gerd Wiesler (Ulrich Tukur), yazar ve oyuncu çiftin yaşantısına tanık olup hayatlarını takip ederken aslında yavaş yavaş bireyden yana taraf seçmek durumunda kalır. Böylelikle devleti temsil eden usta ajan ve aydın bireyler arasında gizli bir “barış anlaşması” yapılır. Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine adlı eserinde belirttiği başka bir olguyla karşılaşırız filmde: Uyuşukluk. Ajan Gerd Wiesler’deki “uyuşukluk” olgusu, uzun süre insanların hayatını izleyip raporlamasından dolayı oluşur ve ruhunda bu hissiyatsızlık hâlinin katı bir yuva bulmasıyla gelişir. Bu olgunun oluşturduğu başka bir davranış biçimi ise kayıtsızlıktır. Zira kayıtsızlık, Susan Sontag’ın kitabında da parmak bastığı uyuşukluk ifadesinden çok da uzak değil. Her gün medyadan takip edilen türlü savaş imgesinin insan üzerinde zamanla uyuşukluk etkisi yaratması ve savaşın yahut acının gerçekliğinin bir çeşit kurgu gibi algılanması ile kayıtsızlığa da yol açmaktadır. Sonuç olarak devletin “röntgencisi” olan Gerd, zamana yenik düşmüş, hissiyatsız, donuk ve daha kötüsü kayıtsız bir robottur. Bu çiftin arasında geçen özel ilişkideki insanî taraf, Doğu Almanya’nın tecrübeli bir ajanı olan ve hatta bu görevi robotik bir mekanizma gibi gerçekleştiren adamın duygularının devreye girmesini sağlar. İşte bu noktada Gerd Wiesler, devleti temsil eden bir ajan olarak hem yazar Georg Dretman’ı hem de sevgilisi Christa- Maria Sieland’ı görevine ters düşüp risk alarak devlete karşı korumaya başlar. Temsili olarak sistemde iki tarafın yakınlaşması sonucu yine örtük olarak yapılan bir barış oluşur. Kutupların birbirini tanımasıyla gerçekleşen merhamet ve adalet duygularıyla, temelde birbirini tanımamaktan kaynaklı korkma duygusu silinir. Susan Sontag’ın savaş, acı ve barış hakkındaki düşünceleri ile Das Leben der Anderen’in temelde vurguladığı, farklı hayatların ve tarafların birbirinin içine geçmesiyle barış hâline yakınlaşabileceğimiz fikri birbirini besler niteliktedir. Kış 2016 | fil’m hafızası mag 18 Ö Z E L D O S YA S AVA Ş V E BA R I Ş 19 ru hu ze hİ rl e y en bİr dön gü ye daİr La Bat taglia di Algeri The Thin Red Line artun bötke mustafa koca İnsanlık tarihi boyunca savaş, klanların yaşam ihtiyaçlarından ganimet toplamaya, baskı ve köleliklerden devrimlere, onur ve zafer arzularından politik güç ihtiraslarına kadar, onurlu yahut onursuz, birçok farklı şekille karşımıza çıktı. Bir şiddet sarmalı içinde üretmeye devam ettiğimiz bu savaşların hakiki sebeplerine de yabancılaştık zamanla. İnsanlık tarihi boyunca savaş, klanların yaşam ihtiyaçlarından ganimet toplamaya, baskı ve köleliklerden devrimlere, onur ve zafer arzularından politik güç ihtiraslarına kadar, onurlu yahut onursuz, birçok farklı şekille karşımıza çıktı. Bir şiddet sarmalı içinde üretmeye devam ettiğimiz bu savaşların hakiki sebeplerine de yabancılaştık zamanla. Neden savaştığımızı bilmeden, yüceltilen yapay kavramlarla cephelere sürüldük ve birbirinden sarsıcı, birbirinden ürkünç iki dünya savaşı ile sarsıldı bu dünya. İşte bu noktada kurduğu medeniyeti yeniden sorgulamaya başlayan insan neden diye sormaya başladı elbet, tüm bu karanlık, tüm bu cehennem ne uğruna? Hollywood’un gizemli ve sıra dışı yönetmeni Terrence Malick’in başyapıtlarından biri olan The Thin Red Line (1998) da aslında bu sorgulamayı seyircileriyle en çarpıcı şekilde paylaşmayı hedef almış oldukça samimi ve bir o kadar da sarsıcı bir yapım. İkinci Dünya Savaşı sırasında her biri kendi “cennet” yaşamlarından koparılmış ve cehennemin ortasına atılmış bir grup Amerikalı askerin Pasifik cephesinde yaşadıklarını gözler önüne seriyor bu film. Fakat bunu klasik Hollywood filmlerinden alıştığımız şanlı kahramanlık mitleri üzerine kurmak yerine farklı bir yöntem seçiyor kendine. Bu hikâyeye konu olan hiçbir karakter cesur ve vatansever arketiptik kahramanlar olarak sunulmuyor ve hiçbirinin başından savaşın bilindik, bir yanıyla çok gerçek bir yanıyla da o gerçeküstü karanlığı dışında inanılması güç olağan dışı olaylar gelmiyor. Ortaya nadiren de olsa cesurca edimler çıkıyorsa da bunlar motivasyonlarını kahraman olma arzusunda değil ama mantıksız gerekçelerde buluyor ve kendini saf şiddet eylemleriyle gösteriyor. Malick belli aksiyonların yönlendirdiği bir dramadansa insanlık durumları üzerine odaklanmayı tercih ediyor bu filmde, savaşı yüceltip onurlu gösterip karakterlerini kahramanlaştırmaktansa bu insanlık felaketini olduğu gibi, yani “ruhu zehirleyen” bir döngü, bu felakete konu olan askerleri de birer kurban olarak gözler önüne seriyor. Malick, filme konu olan askerlerin yaşadıklarını onların iç seslerini kullanarak hem görsel hem de metinsel olarak şiirsel kurgu ile seyircisine aktarıyor ve onları adeta felsefi ve ruhsal yolculuğa çıkarıyor. Savaşın gerçekleştiği coğrafya ise yaşam ve ölümü bünyesinde fil’m hafızası mag | Kış 2016 barındıran insana hem cenneti hem cehennemi anımsatan muhteşem bir doğa imgelemi olarak sunuluyor ve karakterlerin sorgulamalarına ayrı bir boyut katıyor. Kaybedilen cennet teması ve her bir karakter için savaşın sisini yarıp ortaya çıkan acımasız gerçek aslında bu hikâyenin omurgasını oluşturuyor. Filmin bir sahnesinde Sean Penn’in canlandırdığı Çavuş Welsh karakterinin sözleri belki de bu fikri en iyi özetleyen anlardan biri olarak karşımıza çıkıyor: “Tüm bu deliliğin içinde tek bir kişi neyi değiştirebilir ki? Eğer ölürsen bir hiç uğruna öleceksin. Her şeyin çok güzel olacağı başka bir dünya yok. Sadece bu kaya parçası var.” Sebebi her ne olursa olsun, onlara ne söylenirse söylensin sonunda hikâyenin tüm karakterleri, içine düştükleri bu cehennemde yine kendi savaşlarını veriyor, yaşam ve ölüm döngüsünde yine kendi hayatlarının değerini keşfetmeye, içsel bir barışa ulaşmaya çabalıyorlar. Biz de seyirciler olarak ister istemez Terrence Malick’in bizi çıkardığı bu üç saatlik yolculukta savaşlarla kavurduğumuz bu dünyadaki, hatta evrendeki yerimizin ne olduğunu, insanlar olarak geleceğe nasıl bir miras bırakacağımızı, medeniyetimizin yarattığı bu şiddet sarmalının nasıl kırılabileceğini ve rotalarımızın savaştan barışa doğru nasıl evrilebileceğini düşünmeye ve sorgulamaya başlıyoruz. “Barış, bir ütopya mı?” Son zamanlarda bu soruyu kendime sıklıkla soruyorum ve kesin bir cevap veremiyorum. İki zıt karşılık da soruyu yanıtlıyor sanki ama sonra birbirlerini götürüyorlar. Peki acı, keder, yas ve ölümden başka geriye ne kalıyor? L a Battaglia di Algeri (1966) ya da Türkçe ismiyle Cezayir Savaşı, adı üzerinde Cezayir’in 19541962 yılları arasında Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini anlatır. Yeni kurulan Cezayir Devleti, İtalya’nın desteğiyle bu yapıma girişir. Genelde belgeseller çeken Gillo Pontecorvo kamera arkasına geçer. Pontecorvo ve senarist ortağı Franco Solinas, senaryoyu direniş liderlerinden Yacef Saadi’nin anılarından uyarlarlar. Lâkin filmi özgün yapan ilk unsuru, uyarlama sırasında gerçekleştirir senaristler. Olayları körü körüne Cezayirlilerin açısından vermek yerine, bir tarafı bariz şekilde ağır gelse de iki halk arasındaki teraziyi dengede tutmaya çalışırlar. Fransızları saf kötü göstermezler, Cezayirlileri de sütten çıkmış ak kaşık olarak yansıtmazlar. Genelde resmî tarih, savaşları tek taraflı anlatır. Mutlaka bir taraf haklıdır, diğeri haksız. Oysa ortada bir savaş, bir çatışma, yani en yalın hâliyle bir anlaşmazlık varsa bunun sebebi karşılıklıdır. Her ne kadar “Tarihi kazananlar yazsa...” da biliriz ki bu, kaybedenin haksız olduğu manasına gelmez. Pontecorvo’nun filmi çekerken değindiği en önemli unsur, iki tarafın da özünde insan olduğu gerçeği. Bunu en iyi şekilde, aynı zamanda filmin en gerilimli sahneleri olan, üç ayrı kadının şehrin üç önemli noktasına bomba koyma hazırlıklarında izleriz. Öncesinde Fransız polisinin Casbah’ta (şehrin Cezayirlilerin yaşadığı kısmı) gece yarısı patlattığı bombalara ve uyurlarken ölen sivillere şahit oluruz. Bunun verdiği hınçla üç kadın bombalama için gönüllü olur. Üçü de en modern kıyafetlerini giyer ve birer Fransız kadınına dönüşerek (aslında ortada Fransız-Cezayirli ayrımı da olmadığının kanıtıdır bu sahne bir bakıma) polis kontrolünden korku içinde geçerler. Polisler üçünün de kıyafetine, birinin elindeki çocuğa aldanarak üzer- lerini aramaz (sahnelerin arka planındaki Ennio Morricone melodisi ise gerilimi daha da katlar). Hatta genç polisler, en küçüğüne laf bile atarlar; sonuçta günlük hayat devam ediyordur ve erkekler ondan hoşlanmıştır. Kontrol geçişinden sonra düşen gerilim, kadınların hedeflerine varıp gündelik hayatla karşılaştıklarında tekrar yükselir. İnsanlar sohbet ediyordur, bir şeyler yiyip içiyordur, bir şeyleri bekliyordur; tıpkı o kadınların kendi gündelik hayatları gibi. Bir an için bombaları patlatmayacaklarını bile düşünürüz. Lâkin önceki gecenin hıncı, yüzlerinde bir daha belirir. İşte kana karşı kan arayışı böyle bir şeydir. Bir süre sonra üçü de bombaları bir kenara bırakıp kaçarlar ve bombalar sırayla patlar. Geriye ölen insanlar, ölüleri görenlerin yaşadığı kaos ve o üç kadının yitirdiği masumiyet kalır. Biliriz ki iki taraf da hayata karşı umutlarını ve inançlarını kaybetmiştir artık. Peki, kazanan kimdir? Gerçek savaş biraz daha farklı gelişse de (filmde sadece bir şehirdeki olayları izleriz ki gerçekte savaş, tüm Cezayir’de yaşanmıştır) Pontecorvo finalde önemli bir noktaya daha değinir. Finale doğru, Fransız askerleri Casbah’taki tüm direniş liderlerini ya öldürmüştür ya da hapse atmıştır. Yani komutanın kendi deyimiyle “Yılanın başı ezilmiştir.” Artık her şeyin eskiye döneceğini sanır herkes ama olay, o kadar basit değildir. Çünkü iki yıl seslerini çıkarmayan halk, bu süre sonunda gücünü daha da arttırarak ayaklanır ve bağımsızlığını elde eder. Kaba kuvvetle, şiddetle, kan dökerek dayatılan bir fikrin ve kazanılan gücün, er ya da geç kaybedilmeye de mahkûm olduğunu kavrarız böylece. Tarihte bunun onlarca örneği vardır lâkin insanoğlu, kişisel çıkarları için bazı fikirleri hâlâ zor kullanarak diğerine empoze etmeye çalışmaktadır ve bu yüzden de insanlar dünyanın dört bir yanında savaşmaya devam etmektedir. İnsanoğlu ya akıllanmamaktadır ya da akıllanmak istememektedir. Yani artık savaş, içimize işlemiştir. Bu yüzden de barış, gerçekten bir ütopyadır belki de... Kış 2016 | fil’m hafızası mag 20 Ö Z E L D O S YA S AVA Ş V E BA R I Ş 21 Nazilerin yönetimindeki bir oyunda kaçakken, gestapoların gözetiminde sınırları aşmaya çalışan insanların hikâyesini, bir tiyatro perdesiyle yansıtıyor Le Dernier Métro. I va n’ s C hi l dhoo d & L e D e r n i e r M ét r o Rusya’da bİr sıĞınak parİs’te bİr tİyatro SEZEN SAYINALP Ivan, bombaların altında bir sığınakta; Lucas Steiner, etrafı sarılmış Fransa’da, tiyatrosunun bodrum katında... Kaçıyorlar, saklanıyorlar, mücadele veriyorlar, yaşamaya çalışıyorlar. Savaş, dünyada hiçbir dostu olmayan tarifi imkânsız bir canavar ve dünyadaki binlerce kahraman, bu canavarı yok etme mücadelesinde hayalleri ve hayatlarıyla var oluyor. Barışın peşinden gitmiş milyonlarca insanın hikâyeleriyle dolu çünkü insanlık tarihi. İ kinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin en büyük katliamlarından, en büyük yıkımlarından birine sahne olmuş hepimizin bildiği gibi. Nazizmin güçlenip yayılmasıyla, nefret sınırlarını genişletip dünyayı büyük bir ablukaya alan bu kirli savaşın izleri üzerinden ne kadar yıl geçse silinmeyecek. Savaşın hastalıklı birer insana dönüştürdüğü şehirler, birbirinden farklı hayatların izlerini fil’m hafızası mag | Kış 2016 sürmüş. Kuşatılmış şehirler, ölümden kaçan kalabalıklar, yaşamı kovalayan çocuklar, yaralı devam edemeyen hayaller; bir asker şapkasının ardına hapsolmak zorunda bırakılmış. İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi egemenliği altında yok etmeye çalıştığı hayatlar artık tarihin parçası. O tarihi kanlı canlı tüm gerçekliğiyle yaşatmak da sinemanın vazifesi. Bugüne kadar yapılmış savaş filmleri içinde bu hayatların çoğuna tanık olduk. Her film bize aynı acıyı ve aynı fikri bambaşka gözlerden anlattı. Savaşın, nefes aldırmayan bir nefret bürüdüğünü perdeden haykırdı. Perdeden haykıranlar arasında Truffaut ve Tarkovsky de vardı. Yanlarına Paris’i, Rusya’yı, Alman ve Rus askerlerini, bir de nefes almanın özlemini çeken karakterlerini aldılar. Ivan’s Childhood (Ivanovo detstvo - 1962) ve La Dernier Métro (1980), bize Nazizmin karanlığında yansıdı. Sinema tarihinin üzerine konuşulması gereken en önemli filmlerini sinema tarihinin büyük yönetmenlerinin gözünden gördük. Filmlerinden bahsedeceğimiz bu büyük yönetmenlerden ikisi de Tarkovsky ve Truffaut. Ele aldığımız nokta savaş olunca da bu iki büyük ismin iki büyük filminin, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini oldukça farklı yönlerden ele aldığını görüyoruz. Sembolizmin sınırlarını savaşın gerçekliğiyle birbirine harmanlayan Andrei Tarkovsky bizi Ivan’ın çocukluğunda, savaşın ortasındaki Rusya’da bir sığınağa götürüyor. Yıldızlara ulaşılamayan derin kuyuların dibinde, ailesini savaşta kaybetmiş bir çocuğun yanında buluyoruz kendimizi. Ivan, yaralı bir çocuk. Ivan büyümek zorunda bırakılmış bir casus. Ivan, özgürlüğü hayal edemeyen bir tutsak. Ailesi Naziler tarafından öldürülen Ivan’ın, kendisini Rus Ordusu’nun yanında düşman askerlerinin casusu olarak buluşunun ardından, filmin atmosferi içinde savaşın etkilerini kesmeler ve rüya sekanslarıyla bize sunan Tarkovsky; kadrajı, açıları, ışığı kullanımıyla rüya-gerçek ikilemine gizlenmiş savaşı, Ivan’ın aracılığıyla bize aktarıyor. Barış kuyunun dibinde Ivan gibi göğe bakıyor. Ivan, sığınakta beklerken, onun yanından ayrılıp Truffaut’un gözünden Paris’te bir tiyatroda vuku buluyor savaş sesleri. Nazi işgalindeki Fransan’nın birbirine sır yüzlerinin ardındaki korkunun aynası çünkü savaş. Son Metro’da bir eleştiri yazısı çıkacak ve o yazı bir tiyatroyla beraber bir ülkenin kaderi olabilecek belki de. Çünkü tiyatronun sakladığı hayatları Nazilerle işbirliği yapanlar tehdit edemeyecekler. Lucas Steiner’ın istediği bu. Marion Steiner bu isteğe bir ışık tutuyor. Tiyatro yönetmeni Lucas Steiner, Yahudi olduğu gerekçesiyle tehdit altında olduğu için kendisini tiyatrosunun bodrum katında yaşamaya mahkum etmişken, karısı Marion yarım kalan oyunun işlerini yürütme görevini kendi üstüne alıyor. Yeni oyunları için tiyatro oyuncusu Bernard’ın aralarına katılmasıyla, aktöroyuncu, seyirci-yönetmen ve daha geniş açıdan baktığımızda direnişçiişbirlikçi ayrımının bir tiyatro sahnesini andıran 1942 Paris’inde bizlere resmedilişi, savaşa karşı verilen direnişin en güzel örneklerinden biri olup çıkıveriyor. Nazilerin yönetimindeki bir oyunda kaçakken, gestapoların gözetiminde sınırları aşmaya çalışan insanların hikâyesini, bir tiyatro perdesiyle yansıtıyor Le Dernier Métro. Savaşın sürekli yıkacağını, yağmalayacağını ve bundan hiç vazgeçmeyeceğini hayatları pahasına mücadele eden insanlar görmüş, sinema görmüş, Truffaut görmüş, Tarkovsky görmüş. Belki savaş, bu yıkımın gerçekliğini göstermekten vazgeçmeyen bir canavarın nefesini soluyacak ama barışın sesi, bu canavarı insanlardan hep uzak tutacak. Kış 2016 | fil’m hafızası mag 22 Ö Z E L D O S YA S AVA Ş V E BA R I Ş Nablus’ta insanlar çaylarını çok şekerli içer. Nablus’ta hayat yoktur, insanlar hayatsız topraklarda hayata tutunmaya çalışırlar. Nablus’un evleri renksizdir. Kirli, içine gri çalınmış bir kırık kireç rengidir şehir. Kuşatılmış, DİLAN SALKAYA geçit vermeyen ölü bir kenttir. Paradise Now H any-A bu Assad Fİ lİ stİn Ö lülerle dolu, taksilerinin pencere kolları bozuk, suları zehirlenmiş, sokakları İsrail askerleri tarafından kuşatılmış, geçit vermeyen ölü bir kenttir. Ölümle yaşamaya alışkın insanları, bomba seslerine bir anlık irkilmeyle karşılık verir. Nablus’ta sinema yoktur. Çünkü Said ve arkadaşları on sene önce Batı Şeria’da çalışanlara yolları kapayan İsrail’i protesto etmek için sinemayı yakmışlardır. Nablus’un ancak sinemaya konu olabilecek gücenik bir hikâyesi vardır. Paradise Now (2005), geçtiğimiz sene Omar (2013) filmiyle ses getiren İsrail doğumlu Filistinli yönetmen Hany-Abu Assad’ın, savaş ve barış arasında zıt renklerden çok ayrı bir ilişki olduğunu vurgulayan, bir doz da politikacıları eleştiren Altın Küre ödüllü filmidir. Bütünüyle yıkık bir kent sineması olan Filistin Sineması’nın belirgin özelliklerini taşıyan film, yıkım ve direniş gibi iki temel Filistin gerçeği üzerinde yükselerek kurmacadan uzak bir anlatım dili yakalar. Çoğunlukla belgesel türüne eğilen Filistin Sineması’nın reeli belgelemek gibi bir meramı vardır. Filistinli yönetmenler de halkın ta 1897’de tohumları ekilen direniş mücadelesini destekleyip sinema yoluyla onların beklentilerine, barış arzularına yanıt veren ortak bir toplanma alanı inşa ederler, Hany-Abu Assad gibi. İsrail tarafından kendi topraklarından silkelenen Filistin halkı, yurtsuz bir millet olarak pasif direnişin en keskin temsilidir. Filistin Sineması, işte bu keskinliği belgeselci üslubu benimsediği filmler yoluyla bileyip durur. Paradise Now’un iki ana karakteri Said ve Halid, tornacıda çalışan iki çocukluk arkadaşıdır. Kendilerini çocukluklarından beri dimdik tutan öfkeleri, bir koli bandı gibi tüm ben- liklerinin etrafına sarılıdır. Bu öfkenin şiddetiyle Tel-Aviv’de bedenlerini direnme uğruna patlatmayı kabul ederler. Bunu bir kader, bir kutsal görev gibi kurgulayan iki arkadaş, ellerinde bir uzun namluluyla kamera karşısına geçip kendilerini feda ettiklerini ailelerine duyurduklarında, yüzlerinden ne bir korku ne de pişmanlık sezilir. İşgal, direnişi şekillendirir. Yenilgiyi, adaletsizliği kabul etmeden fil’m hafızası mag | Kış 2016 direnen bir halk mağlup değildir henüz. Kuvvetli olanın zayıfı ezdiği bir dünyada, hayvandan ne farkı kalır insanın? İsrail, Filistin’le eşit şartlarda yaşamayı intihar olarak görmektedir. Maruz bıraktığı baskılarla Filistin halkını onursuzca yaşamak ve ölmek arasında, iki ucu birbirinden karanlık bir tercihin ortasında bırakır. Bu amansız ikilemle doğduğundan beri boğuşmakta olan Halid, bir şehit olarak ölmeyi, köklerini toprağa salıp yeşeremeyen kuru bir limon ağacı olarak yaşamaya tercih eder. Kamera karşısında son konuşmalarını yapacakları vakit geldiğinde, sahneye ilk Halid çıkar. Konuşmasını bitirdiğindeyse kameranın çekim yapmadığı anlaşılır ve operasyona dair ilk sekte patlak verir. İkinci çekime başladıkları sırada, karşısında kendi annesinin hazırladığı ekmekleri yiyen arkadaşlarını gören Halid, konuşma metnini indirir ve annesine seslenerek su filtresinin ucuza satıldığı dükkânları anlatır. Önceki sahnelerde de Said ailesiyle birlikte sofradayken su filtresinin bahsi geçer. Su filtresi filmde, iki arkadaşı ailelerine bağlayan bir kod olarak karşımıza çıkar. Fakat dünyadaki hiçbir filtre, bir zalimin kirlettiği suyu temizleyecek güce sahip değildir. Vücutlarına bomba düzeneği kurulan Halid ve Said, “şahadet şerbeti”ni içtikten sonra bir melek olarak evlerine döneceklerinin garantisiyle, planın parçası olan hayali düğüne gitmek üzere takım elbiselerini giyerler. Operasyon öncesinde Halid’e bir hata yapıp yapmadıklarını soran Said, filmin ikinci yarısını, aynı zamanda dönüm noktasını da belirleyen bu elzem soruyla başlatır. Siyah giyen adamlar, tel örgüleri aşıp onları bekleyen araca doğru ilerlerken İsrailli askerler tarafından ateş açılır. Araba kaçar, operasyon gerçekleşemez. Halid, adamların yanına geri dönerken Said sınırı geçip şehre iner. Durakta beklerken önünde duran otobüse binip binmeme arasında bocalaması ve alnından süzülen ter damlası, onun bu görev için gerçekten doğru kişi olup olmadığını irdelemesine, daha derinde ise ucu ölüme dokunan bir eylemi gerçekleştirecek ruhu taşıyıp taşımadığını sorgulamasına sebep olur. Bir taksiye binen Said, radyodan yükselen su filtresi reklamıyla yüzleştiği anda ailesine ve mensubu olduğu halka karşı sorumlu olduğu kutsal görevine geri döner. İstikamet: kiremit fabrikası. Filmin başında hayatlarına giren bir kadın, hayatlarını farklı bir yöne çekmeye başlar. Yıllar öncesinin saygı duyulan bir direnişçisinin kız kardeşi olan Süha, uzun yıllar yurt dışında yaşamış, ardından doğduğu topraklara dönme isteğiyle vicdanını terbiye etmeye başlamıştır. Filistin’e döndüğü ilk zamanlarda bozulan arabasını tamirhaneye getirip bir tesadüf yoluyla ikilinin, özellikle de Said’in hayatına dokunur. Ancak film, sebatı aşkın önüne geçirip bu birleşmeye engel olur. Said’i aramak için Nablus’a giden Halid, bir yandan da Süha’nın özgürlükçü ve batı temelli fikirleriyle hesaplaşır. Cennet diye bir yer yoktur; çünkü cennet, yalnızca Halid’in kafasındadır. Birileri ölürse şayet, zalim ile mazlum arasındaki fark ortadan kalkacaktır. Operasyon düştüğüne göre, şimdi iki arkadaşa cayma hakkı doğmuştur. Ancak Said, kendi vatanında mülteci olarak yaşamanın onursuzluğunu taşıyamamaktadır artık. Operasyonu gerçekleştirmek için bilfiil Tel-Aviv sınırlarında dolaşan ikiliyle beraber İsrail ve Filistin de ortak bir noktada kesişir. 23 Bu tavrın altındaki politik söylem irdelendiğinde, yönetmen tarafından kurulmaya çalışılan ortak yaşama alanı da kendini belli eder. Filmde, hiçbir şekilde kan dökülmez. Yine de intikam, intihar gibi terörü çağrıştıran ifadelerin sıkça vurgulanması, pasif direnişin tam olarak tarifini yapamaz. Tel-Aviv sokaklarına geçtiğimizde refahtan, bisiklet sürüp denize giren insan manzaralarından, temiz ve aydınlık sokaklardan, reklam afişleriyle dolu billboardlardan, teknolojik, ekonomik ve sosyal yönden gelişmiş özgür ülke tasviri çizen basit detaylardan geçilmez. Halid, Süha’nın dediklerine ikna olup geri dönmek ister. Araç gelir, Halid araca bindiği anda Said kapıyı kapatır. Sonra bir sessizlik çöker herkese. Finalde, iki gündür üzerinde taşıdığı bomba düzeneğiyle İsrail askerlerinin bulunduğu bir araçta ilerleyen Said vardır. Yönetmenin soru işaretleriyle kurduğu final, barışçı bir dil yakalaması, pasif direnişin bir başka yorumu olması açısından da dikkate değerdir. Barış, kendisine inanan, bir an yok olacak olsa kendisi için direnen insanlığa sığınır. İnsanlık da barışa. Savaşsız, huzurlu bir yaşam alanı tek başına yetmez oysa barış diye sığınmaya. Saygının, insan haklarının, sıfırın altında bir ayrımcılığın varlığı da gereklidir. Ne tek taraflı ölüm, ne de tek taraflı direniş varlık sebebidir. Said’in eli, ceketini kaldırıp kemerinin altında onu bekleyen kabloyu çekmiş midir, çekecek midir? Said bombayı patlatacak kabloyu çektiyse şayet adaletsizlik dinip barış geri gelecek midir? Ve son bir soru: Ölüm bir kez infilak ettiğinde, tüm ölüler eşit değil midir? Kış 2016 | fil’m hafızası mag Li24tt l e B oy & E MP I R E O F TH E SU N S AVA Ş V E BA R I Ş SEVGİNİN VE İNSAN oLMANIN SAVAŞI RABİA ELİF ÖZCAN Ve sıra bir ad koymaya gelince, iki kutup biçiliyor dünyaya. Karanlık ve aydınlık gibi; gündüzle gece, beyazla siyah. Ve iki kutbun ucunda, savaş ve barış. Tıpkı bir beşiğin sallanışı gibi, bir ileri, bir geri… Büyükler, birbirlerine doğrulttukları mızrakların iki ucuna saplıyor bütün kutupları. Ayrılığın ilk adı konuyor. Sonra adım adım uzaklaşıyor insanlar birbirinden; topraklar karış karış, sular ikiye, üçe, dörde bölünüyor, gökyüzü bölük pörçük… Oysa insan tohumundan çatlayacak ilk kelime, bir annenin, sütünü – can suyunu- yavrusuyla kayıtsız şartsız paylaşmasında, ona kendisinden can vermesinde gizli. İki kardeşin aynı rahmi paylaşmasında, iki dostun aynı lokmayla doymasında… Peki ya önü ideolojilerin ve ülkülerin boyalarıyla sözüm ona renklenmiş savaşın arka sokaklarında, bulutları yastık, toprağı örtü belleyen çocuklar? Onların dünyasında savaş diye bir renk, bir koku, bir tat yok. Onların dünyası oyundan bir masal anlatıyor, mutluluğu sonunda her birine pay ederek. İşte tam da dünyanın binbir fırtına ile çalkalandığı, mızrak uçlarının nefretle, düşmanlıkla, hasetle bilendiği bir vakitte, Mavi denizlerden bir kez daha taşıyor güneş Ve beyaz elbiseli bebeğin saçlarını ören ellerde Ve oyun sesine dökülen sokaklarda patlıyor, bir kez daha patlıyor ölmek. bir baba ile oğlunu birbirine sımsıkı bağlayan “ortak” kelimesinin sıcaklığı ve samimiyetiyle, buz kesmiş yüreklerin üzerini örtmeye ve ayrılığın hudutlarını kırmaya geliyor Little Boy (2015). Film, ilk önce mutlu ve sevgi dolu bir aile tablosunun içinden çıkıp tüm acı gerçeğiyle II. Dünya Savaşı’na götürüyor bizi. Fakat gözlerinde çocukluğun bütün saflığı ve masumiyetini taşıyan Pepper’ın (Jakob Salvati) dünyasında fil’m hafızası mag | Kış 2016 ilerlediğimizde savaşın mekânı ve adı zamanla değişiyor. Abisi fizikî yapısı nedeniyle orduya alınmadığı için babasını savaşa uğurlamak zorunda kalan Pepper için bu savaş, toprakların, ülkelerin, büyüklerin savaşı değil, babasına kavuşana dek sevginin ve bağlılığın savaşı hâline geliyor. Bu süreçte babası savaşa katıldıktan sonra kiliseye gidip askerler için dua eden Pepper, papazın ona verdiği görev listesini tamamlamayı başarabilirse babasının geri döneceğine inanıyor. Yalnız, umutlu bir çocuğu oyalamak için hazırlanmış bir liste değil bu; aksine, her aşamasında Pepper’ın dimağında büyüklerin kelimeleriyle yer edinen “savaş” kelimesinin anlamını sevgi için yeniden yazan bir liste. Pepper, listede bulunan “Bir düşmanla barış”, “Aç birinin karnını doyur”, “Bir evsize kalacak bir barınak bul” gibi basit görünen görevlerin ardında sıcacık öykülere konuk olacağı bir serüven yaşıyor. Serüven boyunca ilk önce Japonlarla yaptıkları savaş nedeniyle nefret etmesi gerektiğini düşündüğü, fakat tanıdıkça çok sevdiği Japon dostu Hashimoto’nun (Cary- Hiyoruki Tagwa) yardımıyla tam da listesini tamamlamayı başardığında savaştaki babasının ölüm haberini alıyor. Ancak henüz sekiz yaşındayken bu acı gerçekle yüzleşmeye çalıştığı sırada olaylar, görünenin aksine hiç beklemediği şekilde sonuçlanıyor. Genç yönetmen lık savaşı hâline geliyor. Jim’in uçaklara ve uçmaya olan ilgisi, insan elinin henüz fazla müdahil olamadığı gökyüzünde özgürlük temasının bayrağını taşıyor. Öte yandan Jim, kampın yanındaki havaalanındaki Japon pilotlara saygı duruşunda bulunarak bu bayrağın ırk, dil, renk, hudut tanımaksızın ne denli kutsal bir amaçla dalgalandığını; özgürlüğün, insanı ve insanlığı bölmeden, parçalamadan aynı enginlikte kucakladığını gösteriyor. Spielberg’in isteği üzerine, savaşın acımasız gerçeklerine ayna tutma amacı taşıyan bir film olmaktansa Empire of the Sun, insan olabilme savaşının öyküsünü bir çocuğun umut dolu hayal dünyası üzerinden anlatıyor. Alejandro Monteverde’nin, kaleminden ve kamerasından bizlere sunduğu sıcacık bir aile ve sevgi öyküsü Little Boy, Hashimoto’nun sözünü savaşa karşı bir umut tohumu gibi yüreklere ekiyor: “Benim insana imanım var.” Savaşın utandıran, çıplak ve kirli yüzünü, çocukluğun gözünden anlatan bir başka film de bir Steven Spielberg çok ses getiren ve barışa çağrının sesini taşıyan eseri, Empire of the Sun (1987). Yine 1941, II. Dünya Savaşı dönemine, bu kez varlıklı ailesiyle Şangay’da mutlu ve sorunsuz bir yaşam süren, dünyasını da dimağı kötü renklerden bihaber bir düş gücü üzerine kuran Jim’in (Christian Bale) hayatına tanık oluyoruz. J.G. Ballard’ın aynı adlı otobiyografik romanından esinlenerek kurgulanan öyküde, her şeyin yolunda gittiği bir esnada bir Japon saldırısıyla ailesini ve tüm yaşantısını bir anda kaybeden Jim, kendini Soo Chow toplama kampında esir olarak buluyor. Ardından, kendi dünyasında bulunmayan, hayatın acı renkle- 25 rinin ve gerçeklerinin tadına ilk olarak burada bakıyor ve bunlarla yüzleşmesi gerekiyor. Dışarıda kurşunların, bombaların, mayınların amansız savaşı varken Jim’in içinde, karşılaştığı bu yeni dünya ile kendi elleriyle kurduğu düşler dünyası çatışıyor ve Jim’in savaşı, büyüklerin savaşının çok ötesinde bir yerlerde, insan- Şimdi kameraları hayatlarımıza tutma sırası bizde. Çehremizin iki tarafına kurulan gözlerimiz, iki kutbun, kutupların tek taraflı tutucusu olmamalı; ancak savaşın rengini hiç tanımadan ve “pay etmeden” paylaşarak tek bir seferde kucaklamalı dünyayı, bir çocuğun kahkahası gibi. Fil’m Hafızası Sinema Odaları’nda ÇOK DAHA FAZLASI VAR... When Pigs Have Wings (2011) Filistin-İsrail sorunu üzerine kurulu bir kara-komedi olan When Pigs Have Wings (2011), haberlerde çatışma altında gördüğümüz Gazze’nin gündelik hayatına tanık olma imkânı sunuyor. Yönetmen: Sylvain Estibal Oyuncular: Sasson Gabai, Baya Belal, Myriam Tekaïa Voces Inocentes (2004) Gerçek bir olaya dayanan Voces Inocentes, onbir yaşında bir çocuğun gözünden savaşın her şeyi ve herkesi nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Rebelle (2012) Yönetmen: Luis Mandoki Oyuncular: Carlos Padilla, Leonor Varela, Gustavo Monoz Kim Nguyen tarafından yönetilen 2012 Kanada yapımı film, geçtiğimiz yıl yabancı dilde en iyi film dalında Oscar’a aday gösterilmiştir. Yönetmen: Kim Nguyen Venuto al mondo (2012) 1984 yılında, yaklaşan Kış Olimpiyatları esnasında, Saraybosna’da geçen film, savaşta kazananın olmadığı gerçeğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Yönetmen: Sergio Castellitto Oyuncular: Penélope Cruz, Emile Hirsch, Adnan Haskovic Oyuncular: Rachel Mwanza, Alain Lino Mic Eli Bastieni, Serge Kanyinda QR okutu kodu n OdalaSinema ile tan rımız ışın! Kış 2016 | fil’m hafızası mag 26 UZUN METRAJ UZUN METRAJ Hungry Hearts Büyümenİn bİr anlamı olmalı Bir restaurant tuvaletinde sıkışık kaldılar. Jude (Adam Driver) ve Mina (Alba Rohrwacher)... Tek kişilik hayatlarındaki sıkışmışlıkla el sıkışarak tanışırken, bu yalnızlığa birbirlerini dâhil etmek istediler. SEZEN SAYINALP Kalplerini büyütmenin yolunu arayan bu ikili belki de ilk olarak New York’taki bir tuvalette nahoş bir hâlde bu durumla yüzleşirken Saverio Costanzo, Jude ve Mina üzerinden bir hayatta kalma hikâyesini, dünyaya getirme ve yaşatmanın metaforları aşan simgesini, annelikle çerçeveleyerek kameraya aldı. Hungry Hearts (2014), geçtiğimiz yıldan bu yana seyircisiyle buluşmaya devam eden bir Saverio Costanzo filmi. Ağustos 2015’te, Aç Kalpler adıyla Türkiye’de vizyona girmeden evvel, 71. Venedik Film Fesitavali ile 34. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş ve birçok farklı açıdan değerlendirilmişti. İsminde saklı olay örgüsü, filmin bütününe hakim olan gerilimle ince ince işlenerek bu değerlendirmelere zemin hazırlamıştı. Kısaca hikâyesinden söz etmek gerekirse, yazının başındaki tanışıklıklarının ardından kendilerini bir birlikteliğin içinde bulan Jude ve Mina, hayatlarında oluşan değişikliklere nasıl tepki vereceğine bilemeyen bir çiftin yolculuğunun özetini sunuyor bizlere. Filmin en büyük ve en önemli başarısı da aslında oldukça griftli olan bu yolculuğu, olabildiğince dolaysız ve sade aktarmak oluyor. Hikâyesinin bile bir çırpıda yazılamayacağı bir karmaşayı taşıyor çünkü film. Tanışmanın ve birlikteliğin ardından karakterlere odaklanarak farkedeceğimiz gerilimin sinyallerini bir dram ekseninde vermeyi seçiyor. Bu sade anlatım büyük bir artı olurken, bunu karakter gerilimden yakasını kurtarıp, onların derinliklerini gösteremeyişiyle Fil’m Hafızası Mag | Kış 2016 bir ayağı aksamış oluyor böylece. O yüzden filme bakarken görebildiğimiz ve sorgulayabildiğimiz ölçüde gelişen karakterlerimize bakarak ilerleyelim. Mina, Amerika’da yaşayan ve çalışan genç bir İtalyan kadın. Jude gibi onunla ilk tanıştığımız andan beri hayatıyla ilgili bize ipucu vermeyen ama gizemli de görünmeyen biri. Bu, karakterin kendini saklamasından mı kaynaklanıyor bilemiyoruz. Onların birlikteliğine dair bildiğimiz tek şey birbirlerini çok sevmeleri ve bir nevi birbirlerini bir tamamlayıcı olarak görmeye zorlamaları. Sevmenin ve birinin hayatına dâhil olmanın getirdiği ayrımın etkilerini oldukça açık gösteren bir çift ayrıca Mina ve Jude. Bu sonuca ulaştığımız nokta, Mina’nın işindeki değişikliğin ardından gelen hamilelik haberiyle oluyor. Sevişmelerinin sonucunda Jude’un dikkatsizliği ve Mina’nın isteği dışında gelişen bu hamilelik, filmin kırılma noktası olmakla birlikte, Mina’nın iç dünyasına girmemizi sağlayacak bir kapı oluyor; ama sadece bir parmak aralık duran bir kapı olmakla kalıyor. Hamileliğin ardından gelen evlilik kararıyla o bir parmak aralıktan bakıp bir kaç geçmiş kırıntısı görecek bir ışık buluyoruz. Mina’nın ailesi yok. Yalnız başına hayatta kalmaya çalışan bir insanın hem dirayetini hem de kırılganlığını üstünde taşıyan biri o. Büyümeyen, büyümeyi bekleyen ve bunu tek başına öğrenmeye çalışan bir birey. Belki de bunun getirdiği zorluklarla çerçevelenmiş hayatında, kendi doğrularıyla hayatta kalmayı ve kendi yöntemiyle sevmeyi öğrenmiş olduğu için gerilimin nedeni olan konuya yaklaşıyoruz. Belki kelimesiyle sürdürüyor olmamız, karakterlerin iskeletlerinin filmin istediği ölçüde sağlam kurulamamasından ileri geliyor. El yordamıyla onların geçmişlerindeki kapıları aralarken film, aydınlatılması gereken önemli yerleri de karanlıkta bırakmış oluyor bu nedenle. Bizse bahsedeceğim gerilime yaklaşırken doğru bir etik ve psikolojik yaklaşım için daha fazla ışık istiyoruz. Filmin bundan sonraki kısmında Jude, Mina ve bebekleri arasında gelişen bir büyüme krizi hakim. Artık Jude’un da devreye girdiği ve onu da inceleyebileceğimiz bu kısım bizi görmeye alışık olmadığımız bir gerilimin peşinde sürüklüyor. Mina hamileliğinden itibaren, yetersiz beslenmeyle bebeğini tehlikeye atan bir anne konumuna sürükleniyor. Buna hayır denilemez belki ama tek taraflı bakmak da hem Mina’nın karakteri için hem de veganlıkla ilgili savunulan düşünceler için haksızlık olacaktır. Annelik, büyüme, hayatta kalma, sıkışmışlık üzerine somut bir yemek metaforu üzerinden birçok soru sorarken, bu soruları tam anlamıyla cevaplandıramaması, filmin en önemli ikinci eksiği olarak kalıyor. O güne kadar mistik ve psişik güçlere ilgili görmediğimiz Mina’yı bir falcının sözleriyle, yeni bir hayat biçimlendirmeye çalışacak bir kadın olarak buluyoruz. Halbuki filmin başında tanıştığımız Mina kendi ayakları üzerinde yabancı bir şehirde hayatta kalmaya çalışan tek başına bir kadındı. Kendi ayakları üzerinde gördüğümüz bu kadını keskin bir viraj gibi tanımlayabileceğimiz hamilelik sonrasında kendini mistik güçlere inandırmış ve neredeyse hastalıklı diyebileceğimiz bir hâlde görmek onun aç kalbinin farkına bebekle birlikte vakıf olmasından mı kaynaklanıyor? Filmin cevaplamadığı sorulardan biri de bu. Aç kalplerden bahsediyorsak, Mina kadar Jude da aç ve o da hayatı biriyle paylaşmak ve bu paylaşımı sevgi üzerine temellendirmek için hazır bekleyen bir adam. Hayata karşı endişeleri olan ve bu endişelerin üstesinden gelmeye çalışan bir adam. Filmin başında tanıştığımız kendi hâlinde çekingen Jude ve Mina’yla evlenip baba olmayı bekleyen Jude arasında pek bir fark yokken bu farkı misliyle Mina’da niye görüyoruz? Hatta bu noktada Mina’nın gidişinden korkan Jude’un bebekle birlikte Mina’nın hayatına tümüyle dâhil olduğu bir hayatta kalma dürtüsü taşıdığını söyleyebilir miyiz? Tüm bu cevapsız soruların yanında filmin açıkça söylemek istediği ve cevabını verdiği önemli bir nokta var ki o da bir bebeğin hayatta kalma iç güdüsünün, anneye duyduğu ihtiyacın ve büyümenin yarattığı -aslında doğarken başlayantravmanın, yeni anne olan bir kadının hayatıyla bütünleşerek şekillenmesi. Mina’nın hayatta kalmaya gayret eder hâlinin günden güne zayıfladığını söylerek filmin başındaki Mina’yla arasında oluşan uçuruma bir neden bulabiliyoruz böyle bakınca. Hayattan beslenemeyen bir kadın, yaşamakta zorlanıp kendi büyümesini zorlaştırıken, bebeği de Mina’nın bir aynası oluveriyor adeta. Jude’un tüm bunların dışında kalıyor olması ve yardım edememesi de bu bağın bir sonucu gibi. Bu durum bir nevi Jude’un yukarıdaki sorunun cevabı olabilecek çözümü kendince bulmuş olmasından kaynaklanıyor. Hayatını devam ettirecek bebek kararını Mina’nın hislerine ortak olmadan vermiş olmakla, neslini sürdüren bir adamın hayatta kalma özgüvenini taşıyor Jude. Diğer taraftan Mina, bebeğin doğumundan sonra da vegan beslenmeyi bebeğine uygulamaya devam edip, onun büyümesini göz göre göre engellemekle kalmayıp aynı zamanda, hamileyken falcıdan çocuğunun bir indigo olacağı inancına tutunarak bunu gittikçe perçinliyor. Bunu kendine ve bebeğe bir kötülük olarak değil tam tersine hayata karşı yenmesi gereken bir savaş olarak gerçekleştiriyor. Mina’nın hayatıyla ilgili sorulara cevap vermesini sağlayacak başka bir çözüm yolu ve aralayacak kapısı kalmadığı için de tek çıkış noktası olan bebeğini, bir kurtarıcı olarak görmesiyle yönetmenin anne ve bebek arasındaki ilişkiyi ikisinin de gelişimini anlatmak için kullanması, filmin tüm bu saydığımız eksikliklerini telafi edebilecek güçte bir gelişme olarak çıkıveriyor. 27 Jude, bebeğinin gelişimini sağlayacak atılımı yapamıyor. Yardım istediği sosyal hizmetler ona istediği imkanları sunmuyor. Çaresizce aklına gelen şey filme dördüncü bir değişkeni dâhil ediyor böylelikle. Jude’un annesi Anne (Roberta Maxwell) sözde bir kurtarıcı gibi çıkageliyor. Mina’nın gönülsüz onayıyla bebeği babaannesinin yanında büyütmeye karar veren Jude bebeğin gelişmi için son çıkış yolu olarak gördüğü bu zoraki taşınmayı bir iyilik olarak gösteriyor. Biz izleyicilere öyle görünüyor olsa da Mina tarafından, hatta karakterleri bir kenara bırakıp doğadaki yaşam savaşı bakımından baktığımızda, babaannenin bir avcıyı simgelediğini görmek pek de zor olmuyor bu yüzden. Her ne kadar kör göze parmak gibi duran içi doldurulmuş hayvan dekorlu ev, bu mesajı zorla veriyormuş izlenimi yaratsa da mesaj amacına ulaşıyor. Mina’nın çocuğunu geri alma sırasında verdiği savaş ve kazandığı kısa süreli zafer, vahşi doğadaki güçlü ve zayıfın bir temsili gibi önümüze çıkıyor filmde. Bebeğin yaşaması, büyümenin devam etmesi ve hayatta kalmanın devir daimi için avcılığını konuşturan babaanne, denklemdeki zayıf olan bireyi alt ederek anneyi öldürüyor. Ve biz son sahnede Jude ve kumsalda oynayan gelişimini tamamlamış oğlunu görüyoruz. Güçlü olanın hayatta kalışına, insanın vahşi tarafına getirdiği yoruma, doğanın verdikleriyle yaşamanın doğada nasıl şekillendiğine getirdiği yorumlarla adının hakkını taşıyan bir film Hungry Hearts. Bunu yaparken hayatta kalma dürtüsünü gerilim temeline oturtması da yukarıda bahsettiğim doğumla başlayan yaşam travmasını yansıtması için seçilmiş en iyi yöntem. Yönetmenin bu temel üzerine karanlık mekanlarda, gelişimin yavaşlaması mantığına paralel olarak ilerleyen ağır tempolu kurgusuyla filmi devam ettirmesi, filmin biçim ve içerik bakımından birbirinden beslenen bir bağ içinde olduğunu da gösteriyor. Bu ağır tempolu kurguyu son anda hızlandıran ölüm ise tempoyu yaşam ve ölüm tercihinde değiştiren bir hıza götürüyor. En büyük eksisi, annelik gibi oldukça hassas ve ikilimde bıraktırıcı sorularının altında yatan sebepleri meydana çıkaramaması olan Hungry Hearts, aslında tüm bunları bir dekor olarak kullanıp doğanın temelinde yatan inancı işaret ediyor: “Güçlü olan hayatta kalır.” Kış 2016 | Fil’m Hafızası Mag 28 R Ö P O R TA J R Ö P O R TA J iç içe olduğumuz günlerde barışı konuşmak istiyoruz. Bize, belki de ‘barış sineması’ olarak niteleyebileceğiniz ve bu konuda en iyi örnekler olduğunu düşündüğünüz üç film önerebilir misiniz? Barış filmi desek bile bunu savaşı veya şiddeti anlatmadan anlatmamız pek olanaklı değil. Savaşa giden her insan ölmüştür, ama ruhen ama bedenen. Barışı kazanmak da aslında savaş ile mücadeleden geçiyor. Buradan yola çıkarsak aslında örnekleyebileceğim filmler de salt barış temalı olamıyor: Schindler’in Listesi, Hayat Güzeldir, Er Ryan’ı Kurtarmak, Kayıp Nişanlı ilk aklıma gelenler. SİYAD ödüllerinde “Unutursam Fısılda” filmi ile En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü alan Soydan Kuş ile sinema hakkında konuştuk. Yoğun iş temposu arasında bize evinin kapısını açan Kuş ile ağırlıklı olarak sinemada savaş ve barış üzerine sohbet ettik. Mütevazı kişiliği ile bilinen Kuş’a göre barışı savunmak, tarihin her döneminde olduğu gibi bu döneminde de savaşı savunmaktan çok daha zor. QR k daha odu okutu n çok okuyuröportaj n! COĞRAFYASI TÜRKİYE OLAN BİR FİLM YA PSAYDIm BARIŞI NEVROZ VE HALAYLA ANLATIRDIM OKAN KÖROĞLU T iyatro mezunusunuz ve sinemada sanat yönetmenliği yapıyorsunuz? Neden tiyatroda değil de sinemada var ettiniz kendinizi? Soydan Kuş’u seçtiği bu yol üzerinden nasıl tanımlarsınız? Tiyatro ile sinema zaten kardeş sanatlar. Tiyatro eğitimi olan insanların oyunculuk yapması kadar doğal aslında sinemanın başka bir alanında da çalışması. Belki biraz daha uzun ve sıkıntılı bir süreç bu sadece. Kendimi, sevdiği işi yapan insanlardan biri olarak tanımlayabilirim. fil’m hafızası mag | Kış 2016 Hiç tiyatroda çalışmayı düşündünüz mü? Tiyatroyu düşündüm, bazı oyunlarda sahne dekoru da yaptım fakat sinemanın sunduğu imkânların tiyatroya göre çok daha fazla olduğunu gördüm. Sinema tiyatroya göre daha çok mekânda geçtiği için yaratım süreci daha renkli ve uzun. Bir sinema filminde onlarca farklı sahne yaratabilirsiniz. Bunu yaparken zamanmekân kıstası tiyatroya göre daha geniş. Savaş filmleri diye bir olgu var sinemada. Biz bu kadar savaşla Coğrafya olarak Türkiye’yi kullanacağınız bir barış filmi projesinde sanat yönetmeni olsaydınız bu coğrafyayı nasıl tasarlar ve aktarırdınız izleyiciye? Barış kavramı aslında bir tema. Bu temanın hikâyeleştirilme biçimi, yönetmenin ve sanat yönetmeninin realize etmesi… Bize gelen öykünün gerektirdiği konvansiyonlarda ve onun sunduğu şeyler dâhilinde bir dünya kurmamız gerekiyor. Ortada konu olmadan sırf barış üzerine akan bir hikâyeyi anlatmak mümkün değil elbette. Hikâyenin içerisinde bir bölüm olarak barışı kurgulamak istersem ve bunun hikâyede nasıl realize olması bana sorulsa önce nevroz ve halayı ele alırdım. Nevroz, Ortadoğu’da tüm halklarda barışın simgesidir, halay da kardeşliğin. Sinemanın, savaşın getirdiği yıkımı ve acıyı gösterip barışı savunmak için çok doğru ve geniş imkânlı bir sanat dalı olduğunu düşünüyorum. Savaş filmlerini, barış filmlerini ve yol filmlerini düşündüğümüzde, barışa 29 mükelleftik. Sonuç olarak kreatif ekibin oluşturduğu dünya önce aday oldu sonra ödül aldı. Bizim filmimiz özelinde söylemiyorum; dekoru, kostümü her şeyi çok iyi yapsanız bile önemli olan finalde oyuncunun bunu nasıl taşıyacağıdır. Unutursam Fısılda’nın ödüllendirilen dünyasının inandırıcılığı, tamamen oyuncu başarısıdır. giden yolda yürümeyi arzulayan bir coğrafyanın insanı olarak derdinizi hangi imgelerle anlatmayı yeğlerdiniz? Kesinlikle doğru ancak burada bir sanat yönetmeni olarak benden önce hikâyenin böyle bir derdi olması gerekiyor, elbette yönetmenin de. Kullanılacak imgeler projenin hazırlık aşamasında belirecektir. Sizce savaşı mı barışı mı savunmak daha zor? Neden? Tarihin her döneminde olduğu gibi barışı savunmak daha zor. Çünkü barışı savunurken egemen güçler tarafından terörist, savaşı savunurken vatansever ilan edilirsiniz. Tüm bu süreç içerisinde barışı savunmak her zaman zor ama olması gerekendir. Bu yıl Unutursam Fısılda filmi ile SİYAD’ın “En İyi Sanat Yönetmeni” ödülünü aldınız. Bu ödül Türkiye’nin en prestijli sinema ödülü. Unutursam Fısılda nasıl bir filmdi sizin gözünüzde? Sizce neden ödüle uzanan film sizin filminiz oldu? Unutursam Fısılda tamamen bir imaj işi. Işıl ışıl bir kızın sonuna kadar yükselişi, parlayışı ve 70’lere damgasını vuruşu, düşüşü, dönüşü ve Çağan Irmak sinemasının olmazı hesaplaşma üzerine kurulu bir melodramdı Unutursam Fısılda. Melodramlarda olduğu gibi biz de gerçekten biraz kopuk ve çokça ihtişamı parlatılmış bir dünya kurmakla Son yıllarda Türk sinemasında bir üretim çılgınlığı yaşandı. Bu ivmenin artmasını olumlu mu olumsuz mu görüyorsunuz? Bunun televizyon dizileri ile doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Rating ölçümü değişince dizilerin kalitesi de değişti çünkü eskisi gibi ekonomi sağlamamaya başladı. Yapımcılar daha az maliyetli ve daha çabuk getirisi olduğu için sinemaya yönlendi. Dizi tadında sinema filmleri çekilmeye başlandı. Sinemada bağımsız ve festival filmlerinden tamamen uzak, ucuz film anlayışına dönüldü. “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisini sizin ustalık döneminizin en iyi çalışmalarından biri olarak görebiliriz. Dizilerin sinemaya olan katkısı için neler dersiniz? Öyle Bir Geçer Zaman Ki benim ilk sanat yönetmenliği işim. Murat Güney ve İsmail Durmaz’dan devraldım ve devam ettirdim. O dizi bir yönetmen başarısıdır, o denli güzel bir anlatımda kötü iş yapma ihtimaliniz zaten olamaz. Ben dizilerin sinemaya olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum. En azından pratik alanı. Türk Sineması’nın yakın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Karanlık. Kesinlikle karanlık. Dizilerin sinemaya olumlu katkılarına ve bunca üretime rağmen mi? Diziler teknik ekiplerin, oyuncuların piştikleri bir alan olarak iyi evet, ancak sinemada gişeye odaklanırken sinema biraz unutuluyor gibi. Fotoğraflar: Mert Saraç www.mertsarac.com Kış 2016 | fil’m hafızası mag 30 ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER ÇİZGİ ÖTESİ FİLMLER furkan uzun Süper kahramanlardan neredeyse bir asır önce ortaya çıkan çizgi roman cephesinde, ilk ismiyle DC Comics’in Action Comics serisi ile Superman’i, Detective Comics serisi ile de Batman’i sahneye çıkarması, Marvel’ın Captain America’sı ve daha nice süper kahraman evrenlerinin oluşumu kısa sürede kendi hayran kitlesini yaratmıştı. 1 930’ların sonundan başlayarak 1950’lere kadar uzanan dönem, çizgi romanın altın çağı olarak nitelendirilir. Aynı zamanda 1930’lar Hollywood’un önemli zamanlarına tekabül etmekte ve çizgi romanda olduğu gibi sektörün de altın çağı olarak anılmaktadır. Zira Alice in Wonderland, King Kong, Dracula, Frankenstein gibi büyük stüdyo filmlerinin yanında Charlie Chaplin fırtınası da sektöre güzel zamanlar yaşatmıştır. Tam bu zamanlara denk düşen çizgi romanın altın çağı da doğal olarak sinema ile ortak bir paydada buluşmuştur. Süper kahramanlardan neredeyse bir asır önce ortaya çıkan çizgi roman cephesinde, ilk ismiyle Detective Comics Inc. olan DC Comics’in Action Comics serisi ile Superman’i, Detective Comics serisi ile de Batman’i sahneye çıkarması, Marvel’ın Captain America’sı ve daha nice süper kahraman evrenlerinin oluşumu kısa sürede kendi hayran kitlesini yaratmıştı. (COMICS 2) Böylece Aslında çizgi romanın sinema ile olan ilişkisi altın çağdan çok önce başlamıştı. 1940’larda çizgi romanı da yazılacak olan, 1900’lerin ilk çeyreğinde bir pulp hikâye efsanesi olarak sinemaya adım atan Zorro, 1940’lara dek beyaz perdeyi kasıp kavurmuştu. ilk olarak 1850’lerde ortaya çıkmaya başlayan çizgi romanın altın çağı neredeyse bir asır sonra yaşanmaya başlandı. Çizgi romanın bu denli popülerleşmesi ve büyük kitleleri kendine bağlaması, edebiyatın yozlaştırılmış hâli olarak eleştirilmesine de sebep olmuştu. Yine de bu türün eserleri kendi alanını yaratarak geçen yıllarla beraber kalitesini arttırmış ve günümüzde sinema ile paralel olarak seyreden dev bir endüstri fil’m hafızası mag | Kış 2016 hâline gelmiştir. Bant Karikatürler, Western ve Sinemayla İlk Temas Aslında çizgi romanın sinema ile olan ilişkisi altın çağdan çok önce başlamıştı. 1940’larda çizgi romanı da yazılacak olan, 1900’lerin ilk çeyreğinde bir pulp hikâye efsanesi olarak sinemaya adım atan Zorro, 1940’lara dek beyaz perdeyi kasıp kavurmuştu. Tabii 1930 sonlarında yayın hayatına başlayan ve yayımladığı serilerle furya yaratan Marvel ve DC Comics gibi yayıncılar da çok geçmeden kendi serilerini beyaz perdeye transfer etmeye başlamışlardı. Sonradan çizgi roman olarak da yayınlanacak Zorro serisi American Western’ını maskeli bir kahraman ile birleştirerek büyük bir etki yaratmıştı. Hollywood’un büyük stüdyolarının elini ayağını çekip meydanı düşük bütçeli stüdyolara bıraktığı western türü yavaştan The Great Train Robbery gibi yapımlarla alevlenmeye başlamıştı ki Zorro gibi bir kahramanın ortaya çıkışı türü iyiden iyiye canlandırdı. Zaten sonrasında gelen Lone Ranger karakteri Zorro ile sıkça kıyaslanmıştır. Ayrıca Zorro ile iyice canlanan western’ın etkisi ile 1940’lardan sonra Mister No, Tex, Tommiks, Zagor gibi İtalyan çizgi romanları ortaya çıkmış ve Türkiye’de dâhil olmak üzere daha birçok ülkede fırtınalar estirmiştir. Fakat Zorro’dan bir çeyrek asır sonra gelen Batman, Superman, Captain America gibi günlük hayatın içinde olan süper kahraman fikri çok daha fazla yaygara koparmış ve Hollywood endüstrisindeki bakışı değiştirmiştir. Bir diğer yandan gazetelerde siyasi bant karikatürler çizen Walt Disney, kariyerinde umduğunu bulamayarak çizgi film dünyasına adım atıp Mickey Mouse ve Donald Duck karakterleriyle Hollywood’da animasyon sektörünün oluşmasına ve bu türün de ciddiye alınan bir endüstri hâline gelmesine neden oldu. Warner Bros ve Disney karakterlerinin lisansını elinde bulunduran Dell Comics, DC ve Timely Comics ile birlikte sektörün en önemli yayıncılarından biriydi. Ayrıca bu karakterlerin de 1950’li yıllardan sonra en çok yayımlanmış çizgi roman serilerinden biri hâline gelmesi, sinemanın ve çizgi romanın birbirleri ile sürekli etkileşim içinde olmasının bir diğer göstergesidir. Detective Comics Inc. ve Timely Comics Henüz çizgi roman endüstrisi günümüzde olduğu kadar sinema ile içe içe geçmiş dev bir endüstriye dönüşmemişken, piyasa devlerinin başlangıç noktasındaki isimleri de çok farklıydı. Superman ve Batman evrenlerini Action Comics ve Detective Comics serileri ile başlatan Detective Comics Inc. ya da National Allied Publications günümüzde orijinal isminin kısaltmasını kullanmaktadır. DC Comics adını benimseyerek aynı zamanda DC Entertainment çatısı altında da Warner Bros ortaklığı ile beyaz perdede milyon dolarlık çizgi roman uyarlamalarıyla hayranlarına hitap etmektedir. Tıpkı DC Comics’in olduğu gibi sektörün bir diğer devi olan Marvel 1939 yılında Timely Comics adı altında Marvel Comics serisi ile yayın hayatına başlamıştı. Aradan geçen 2 yılın ardından sahneye çıkardığı Captain America ile beyaz perdeye de ilk transferini serinin başlamasından 3 yıl sonra yapmıştır. Bu iki yayınevi için milat olan serilerin ardından büyük bir çizgi roman sever kitle oluşmuş, serilerin ilk sayıları yıllar sonra paha biçilemez tarihi eserler hâlini almıştır. DC ve Marvel’in domine ettiği sektörün gelişimiyle 1954 yılında bir nevi uyuşturucu, seks, şiddet vb. konular 31 üzerinde sansür mekanizması olarak kurulan Comics Code Authority’ye daha fazla tâbi olunmaması ile 90’lı yılların başından itibaren piyasaya Dark Horse Comics, IDW Publishing, Image Comics ve DC’nin bu kurallar dışında kalan serilerini yayımlamak için kurduğu Vertigo gibi yayıncılar çıkmıştır. Çünkü artık çizgi romanlar belli bir yaş kesiminden ziyade yetişkinlerin de dikkatini çekmekte ve daha karanlık konulara ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca Comics Code’ların uygulanmasına neden olan Entertaining Comics’in (EC Comics) korku ve suç türündeki çizgi romanları da türün yetişkinlere yönelmesi yolunda önemli bir adım olmuştur. Bir diğer yandan bu kısıtlamalar EC’nin çizgi roman faaliyetlerine son vererek MAD Magazine olarak yola devam etmesine neden olmuştu. Her ne kadar artık Comics Code Authority, DC ve Marvel’ın kurallar kapsamından çıkmasıyla faaliyetini yitirmiş olsa da özellikle Vertigo çizgisinde daha karanlık, gerçeğe yakın grafik roman tarzında eserlerin çoğalmasına neden olmuştur. “Yasaklar çiğnenmek içindir.” sözünü doğrularcasına karanlık konulara daha fazla el atılmaya başlanmıştır. Böylece grafik romanların sinemaya olan etkisi, çizgi romanın sinemayla olan ilişkisini de böylece aynı oranda etkilemiştir. Teknolojinin gelişmesiyle doğal olarak sayfalardan taşan çizgi hikâyeler stüdyoların büyük paralar harcamasıyla beraber hayranlarının hayal dünyalarını beyaz perdeye yansıtmaya başlamıştı. Ne de olsa duran görüntülerden oluşan çizgi romanların hareketli görüntülerin toplamı olan sinemaya evrimi kolay olmuştu. Artık sadece süper kahramanlar değil günlük hayata yakın dram türünde hikâyeler anlatan Road to Perdition, A History of Violence, American Splendor ya da The Crow gibi grafik romanlar da beyaz perdeye taşınmaya başlanmıştı. Bir diğer yandan 2000’li yılların başından sonra türemeye başlayan motion comic türündeki yapımlar, çizgi roman karelerine biraz hareket sağlayarak gerçek zamanlı film sesleri eşliğinde yeni bir tür oluşturmuş ve günümüzde farklı popüler çizgi roman serilerini bu şekilde ekranlara taşımıştır. Özellikle Watchmen serisi bu türe elverişli olan sinematografik yapısı ile motion comic’lerin en başarılı örneğini ortaya koymuştur. Batman, Justice League, Superman gibi serilerin animasyonlarının belli bir kesime hitap etmesinden ziyade motion comic fikri her ne kadar çizgi roman okumaya üşenenlere hitap ediyor denilerek eleştirilse de, çizgi romanın sinemayla olan ilişkisine farklı bir boyut kazandırmıştır. Bir sonraki sayıda ‘’Grafik Romanlar ve Karanlık Sular’’ başlığı ile devam edecek... QR ko du ok utun da animaha çok syon film ile tan ışın! Kış 2016 | fil’m hafızası mag 32 R Ö P O R TA J R Ö P O R TA J Fil’m Hafızası Ekibi Anlattı: Fİlm hafızalı olmak SİNEM DİNÇER Bir yılı aşkın bir süredir parçası olduğum Fil’m Hafızası ekibiyle röportaj yapma fikri, bu dergi projesinin beni en çok heyecanlandıran yönlerinden biriydi. Tanıdığınız insanların, bildiğiniz bir öyküyü farklı açılardan nasıl dillendireceklerini merak etmenin verdiği keyifti aslolan. S öze, Fil’m Hafızası’nın yaratıcısı olan Öncü Gülmez ile başladık. Sonra da sırasıyla Yazı İşleri, Keşif, Pazarlama İletişimi (Marcom) ve Sosyal Medya departmanlarından ikişer isimle devam ettik söyleşiye. Sorularıma verilen yanıtları dinlerken şunu düşündüm: Sürekli devinim halinde olan ekip üyeleriyle yolumuza devam etsek de, birbirinden farklı görüşlere sahip olsak da; ortak bir amaç adına uyum içinde koordine olabilme ve üretimi besleyecek formüller yaratma konusunda iyiydik. Bana kalırsa, bu platformun en güzel yanı da bu zaten. Öncü Gülmez: Fil’m Hafızası’nın Türkiye’de kültür-sanat alanında gerçekleştirilmiş en iyi girişimcilik örneği olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir yatırımcıdan finansal destek almadan, sadece bireysel çabanın ve gönüllü katkılarının büyüttüğü oluşumlar son derece az. Bizim marka bilinirliğimiz hızla yükseldi, platformu sadece sinema odaklı değil, diğer sanat dallarına dokunan ve farklı disiplinlerden beslenen bir oluşuma dönüştürdük. Bunu tek başıma değil, farklı zamanlarda farklı faydalar yaratan sanatsever gönüllülerle gerçekleştirdim. Ben ateşleyicisiyim, ‘öncü’süyüm. Başarı kollektif. Platform kurucusu olarak senin dışında, ekip dört farklı departmana ayrılmış durumda. Bu, Fil’m Hafızası’nı websitesine dönüştürme kararından itibaren belirlediğin bir bölümleme miydi yoksa ihtiyaç durumunda, zaman içinde mi ortaya çıktı? Öncü: Başlangıçta Sosyal Medya ve Yazı İşleri vardı. Marcom, yani Pazarlama İletişimi ve Keşif, Fil’m Hafızası markasının stratejik yol haritasında ihtiyaç duyulan departmanlar oldu. Öncü Gülmez - Kurucu Fil’m Hafızası 2011’de, sevdiğin filmleri paylaştığın küçük bir Facebook grubuyken, onlarca gönüllünün desteğiyle ciddi bir sinema platformu hâline geldi bugün. Geçmişe dönüp baktığında, Fil’m Hafızası’nı iyi bi girişimcilik örneği, başarılı bir girişim olarak değerlendirdiğin oluyor mu? Platformda bunca insanın nasıl bir araya geldiğini ve en önemlisi, gönüllü bir işleyiş olmasına rağmen nasıl bu kadar sistematik ilerlenebildiğini anlatabilir misin? Öncü: Gönüllülük “keyfilik” değil. Fil’m Hafızası’nda esas olan, sistem. Gönüllüler zaman içinde değişse bile sistem bozulmuyor, kurallar korunuyor ve hem platformun gelişimi hem de üyelerin fil’m hafızası mag | Kış 2016 motivasyonu dikkate alınarak iyileştiriliyor. Profesyonel bakış açısına ve sorumluluk bilincine sahip, sanatsal aktiviteleri ikinci bir kariyere çevirmek hedefinde Gönüllülük ‘keyfilik’ değil. Fil’m Hafızası’nda esas olan, sistem. Gönüllüler zaman içinde değişse bile sistem bozulmuyor, kurallar korunuyor ve hem platformun gelişimi hem de üyelerin motivasyonu dikkate alınarak iyileştiriliyor.” olan kişiler platformdan kopmamaya çalışıyor. Katkılarının sömürülmediğini bilmeleri, görev dağılımlarında her daim eşitliğin gözetildiğini ve ekip ruhunun önemsendiğini görmeleri burada olmaktan keyif almalarını sağlıyor. Onlar Fil’m Hafızası’nı büyütüyor, Fil’m Hafızası da onları sanatsal bilgi ve donanım, güçlü networking ve profesyonel deneyim anlamında besliyor. Bu sistemi takip ederken zorlandığım anlar olsa da başardığımızı gördükçe motive oluyorum. Dilan Salkaya - Yazı İşleri Ekibi Projeler ve etkinlikler dışında, Yazı İşleri, Fil’m Hafızası’nın bir nevi omurgası aslında. Bu platforma yazmanın belli başlı kuralları var diyebilir miyiz? İşleyişi anlatabilir misiniz? Dilan Salkaya: Yazı İşleri, Fil’m Hafızası’nın tam anlamıyla omurgası. Sosyal medyadaki yüzümüzü ve tanınırlığımızı Yazı İşleri inşâ ediyor diyebiliriz. Bu platformda yazmanın net, geçit vermeyen kuralları yok aslında. Belli bir yazınsal yetkinliği ve anlatım tadını yakalayabilen, kendine has üslûbunu kurmuş herkes yazabilir. Önemli olan özgün içerik üretebilmek, filmi incelerken uzun uzun konuyu anlatmak yerine okunması gereken yerleri, metaforları görebilmek ve elzem noktalara parmak basarak doğru bir okuma gerçekleştirmek. Bir diğer önemli kriter de şu ki - sayısı gün geçtikçe katlanan sosyal sinema platformlarından farkımızın da bu olduğunu düşünmüşümdür hep - ele aldığımız filmi gerçekten beğendiğimize ikna olmamız gerekiyor. Hiçbirimiz bir filmi ya da o film için emek verenleri karalamak, yalnızca olumsuz eleştiri yapmak için yazmıyoruz. Bir filmi inceliyorsak eğer, o film gerçekten içimize sinmiş, bizim sinemasal algımıza dokunmuş ve tesiri yüksek bir etki bırakmıştır. Artun Bötke: Platforma esas olarak yazı işleri ekip üyeleri yazıyor. Bu kişileri, belli dönemlerde ihtiyaç dâhilinde, üye alımları vasıtasıyla alıyoruz. Başvuranlar arasından seçtiklerimizi bir aylık deneme sürecinden geçiriyoruz. Bu süreçte adayın, dört farklı türde (tanıtım, analiz, röportaj, liste) yazı hazırlamasını, bunları zamanında ve beklenilen kriterlerde göndermesini istiyoruz. Performansından Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Ancak hepimizin görüşleri ve özeni birleşince ortaya başıyla sonuyla anlamlı, yormayan, sıkmayan, gerçekten aydınlatıcı yazılar çıkmış oluyor. Bizler aynı gemide seyrettiğimiz için kötü huylu bir rekabet ortamı oluşmuyor. Herkes iyi olsun ki hep birlikte yüzeyde kalalım, batmayalım derdindeyiz.” memnun kaldıklarımızı da aramıza alıyoruz. Ekipten ve ekip dışından gelen (diğer departmanlar da yazı gönderebilir) tüm yazılar, ayın redaktörleri ve bir ekip lideri tarafından kontrol edilip yazar tarafından gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra yayımlanır. Bu işlem için, her ay departmandan iki kişiyi ayın redaktörü olarak görevlendiriyoruz. Böylece sitede yayımlanan her yazı, en az üç kere kontrol ediliyor ki hatalar da en aza iniyor. Ekipte herkesin yazısına uygulanan, gelenekselleşmiş redaksiyon ve edisyon süreçleri var. Fil’m Hafızası’nda yazıyor olmanın kişileri yazmak konusunda ne şekilde disipline ettiğini düşünüyorsunuz? Dilan: Bu süreçler kişinin yazma gayretini ve dikkatini artırıyor her şeyden önce. Eksik yönlerini görmesini, filme farklı noktalardan yaklaşabilmesini, farklı akıllardan beslenerek yazınsal kalitesinin ve düşünce sınırlarının zenginleşmesini sağlıyor. Aramıza yeni katılmış olanların yazı formatını öğrenmesine de imkân tanıyor. Benim gözümden kaçanı bir başkası görüyor, gözüm, dikkatim oluyor benim. Hem yüküm hafifliyor, hem yazımın redaksiyon sonrası başladığı yerden çok daha iyi bir noktaya geleceğini bilmek beni rahatlatıyor. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Ancak hepimizin görüşleri ve özeni birleşince ortaya başıyla sonuyla anlamlı, yormayan, sıkmayan, gerçekten aydınlatıcı yazılar çıkmış oluyor. Artun: Ben yaklaşık 10 yıldır yazıyorum 33 Artun Bötke - Yazı İşleri Ekibi ve 8 yıldır kişisel blogumda yazdıklarımı yayımlıyorum. Lâkin Fil’m Hafızası’na katılmadan önce belli bir düzenim yoktu, tamamen kafama göre yazıyordum ki bu, yazıların kalitesine de yansıyordu. Yazmak eylemi, diğer işlerde olduğu gibi, belli bir disiplin gerektiren bir süreç. Yazdıkça daha da gelişiyorsunuz. Fil’m Hafızası da düzenli yazı istediğinden, gayr-i ihtiyari daha disiplinli olarak yazmaya başladım ve bu, yazılarımı ve üslubumu geliştirdi. Artık anlam düşüklüklerine, aynı kelimeyi aynı paragrafta kullanmamaya ve bilhassa şapkalı harf kullanımına daha çok dikkat ediyorum. Ayrıca yazılarımı artık nadasa bırakıyorum, eskiden yazıyı bitirir bitirmez bir kere okuyup yayımlardım. Artık en az bir gün dinlendiriyorum ve bu, yazıya daha farklı bakmamı sağlıyor; yazdıklarımı ciddi anlamda revize ettiğim oluyor. Yazı İşleri’nin her bir üyesinin, çok farklı tarzda içerik ürettiğini platform üzerinden takiplemek mümkün. Yazmayı uğraş edinmiş bizlerin; rekabet ve aynı zamanda destek üzerinden, birbirimizi ne şekilde beslediğimizi düşünüyorsunuz? Dilan: Farklı tarzlar, farklı yazınsal tatları da beraberinde getiriyor. Bizler aynı gemide seyrettiğimiz için kötü huylu bir rekabet ortamı oluşmuyor. Herkes iyi olsun ki hep birlikte yüzeyde kalalım, batmayalım derdindeyiz. Böyle düşününce de birbirimize her koldan destek veriyoruz. Kimimiz edebiyat kökenli, kimimiz tarih, kimimiz psikoloji... Daha önce hiç sinema eğitimi almamış, sinema sektöründe bulunmamış olduğu Kış 2016 | fil’m hafızası mag 34 R Ö P O R TA J R Ö P O R TA J detaylarıyla sizden öğrenelim. Aslıhan Altuğ - Keşif Ekibi hâlde sinemaya kafa yoran, gönül veren arkadaşlarımız da var. Dolayısıyla bir filme yaklaşımımız, görme biçimlerimiz de farklı oluyor. Ben alıntı bir sözle yazıma başlayıp hikâyeci bir üslupla iskeleti kurmayı tercih ederken bir başka arkadaşım karakterlerin psikolojileri üzerinden bir okuma yapmayı uygun görüyor. Birbirimizin ne yaptığından haberdar olduğumuz için de farkında ya da farkında olmaksızın beslenmiş oluyoruz birbirimizden. Artun: İnsanoğlu sosyal bir varlık. Her ne kadar günümüzde tersi bir bakış açısı popüler olsa da insanlar paylaşarak, birbirlerinden görerek ve ilham alarak kendilerini geliştiriyorlar. Bu açıdan Fil’m Hafızası, gönüllülük esasının da desteğiyle kollektif bir çalışmanın ürünü. Her üyemizin farklı bir özelliği, altyapısı ve mesleği var. Tüm bunlar yazılarına, üsluplarına ve beğenilerine de yansıyor. Arkadaşlarımızın yazılarını okurken, kontrol veya redakte ederken ister istemez etkileniyorsunuz. Keza kendi yazılarınızın redaksiyonu sonucunda daha önce fark etmediğiniz hatalarınızla karşılaşıyorsunuz. Filmler ve yazmak gibi ortak iki beğeniye sahip bir zümreye dâhil olmak da cabası. Bu grupla aynı ortamda bulunmak bile size bir şeyler katıyor. Tüm bunlara ekip içindeki tatlı rekabet de eklenince hem sinema kültürünüz hem de yazınsal gücünüz gelişiyor. Keşif’in, ekibe ilk katıldığımda en gizemli departman olduğunu düşünmüştüm. Sitenin mottosu ‘Keşfetmenin Keyfi’ olduğu için elbette ekip içindeki rolünüze dair fikir geliştirebiliriz ancak neler yaptığınızı Aslıhan Altuğ: Keşif departmanının gizemli bir izlenim yarattığını söyleyebiliriz, özellikle Fil’m Hafızası’nı web sitesi üzerinden takip edenler için keşif ekibi, yazı işlerinin bir bölümü olarak algılanabiliyor. Ancak biz keşif ekibi olarak Fil’m Hafızası’nın iki ayda bir tematik gece konsepti altında düzenlediği kısa film gösterimleri için çalışıyoruz aslında. Çalışma sürecimiz ise şöyle işliyor: Temayı belirlemek, temaya uygun bulduğumuz filmleri taramak, bu filmlerin yönetmen ve yapımcıları ile iletişime geçip gösterim izinlerini almak, sonrasında seçkimizi belirleyip filmlerin tanıtım, çeviri ve altyazı sürecini tamamlayarak gösterime hazır hâle Furkan Uzun - Keşif Ekibi getirmek. Bütün bu çalışmanın karşılığını da etkinlikte gösterimi gerçekleştirip izleyicilerin tepkilerini görerek alıyoruz diyebiliriz. Bunun dışında zaman zaman kısa filmlerin tanıtılması üzerine yazı işlerine destek veriyoruz, kısa filmlerini değerlendirmemiz için yollayanlar oluyor, bu filmleri de ekip içinde değerlendirip uygun bulduklarımızın sitede yer alması üzerine çalışıyoruz. FH Mag ile ilgili içerik çalışmaları yaparken Keşif departmanını ön plana çıkarma ihtiyacı hissettik. Bu bağlamda sizden beslenirken Furkan’ı yazmaya da davet ettik. Arayıp bulan ve işaret eden iken, bildiklerini yazınsal olarak anlatmak nasıl bir tecrübeydi senin için Furkan? Furkan Uzun: Tematik gece etkinlikleri için içerik üretirken hâliyle birçok kısa film izliyoruz. Kısa film üzerine büyük fil’m hafızası mag | Kış 2016 Genellikle etkinliklerden bir ay öncesinde ciddi bir çalışma sürecine gireriz ve gelen kitleyi nasıl daha memnun edebileceğimize dair her etkinliğe yeni bir tat katmaya çalışırız. Bazen de uygulaması zor olan uçuk fikirler geliştirip hayal gücümüzü besler, sonra fikirlerimizi öldürürüz.” emekler sarfeden ve tutkuyla kısa film çekmeye devam eden birçok yönetmen var. Derginin ‘’Diren Kısa Kısa’’ bölümünde değindiğimiz gibi, kısa filme eşik atlatacak ve uzun metraj kalitesine getirecek isimler var. Bu yönetmenleri ve filmleri keşfetmenin yanında başkaları ile de paylaşmak, kısa filme karşı gösterilen ciddiyeti anlamak ve anlatmak açısından gayet iyi oldu bence. Ayrıca önceden Keşif ekibindeki görevler dışında internet sitesinde de iki adet film incelemesi yazmıştım. Yazmak, paylaşmak güzeldir. İnsanın içindeki boşlukları doldururken aynı zamanda okuyan kişiye de yeni kapılar açıyor. Pazarlama İletişimi (Marcom) departmanın faaliyet alanını ve Fil’m Hafızası içindeki rolünü bize özetler misiniz? Kutay Ucun - Genel Koordinatör sosyal biraz da uçuk bir ekibiz. Tabii bu yaptığımız işlere de yansıyor. Odaklandığımız ana faaliyetler: Etkinlik yönetimi, sponsorluk yönetimi, medya ilişkileri ve partnerimizle ilişkiler. Etkinlik yönetimi, zorlu ama en keyifli işlerimizden. Şu anda düzenli olarak devam eden etkinliklerimizden Tematik Gece ve Belong Party Series’in A’dan Z’ye konsept ve içeriklerinin oluşturulmasından sorumluyuz. Genellikle etkinliklerden bir ay öncesinde ciddi bir çalışma sürecine gireriz ve gelen kitleyi nasıl daha memnun edebileceğimize dair her etkinliğe yeni bir tat katmaya çalışırız. Bazen de uygulaması zor olan uçuk fikirler geliştirip hayal gücümüzü besler, sonra fikirlerimizi öldürürüz. Yani, her an bir çılgınlık yapma potansiyeline sahibiz. Etkinliklerimizi takip edenlere buradan duyurmuş olayım. Kutay: Fil’m Hafızası oldukça sağlam adımlarla büyüyen ve etkisini genişleten bir platform. Ekibin ilk üyelerinden olmak, üzerinde çalıştığımız tüm konuların nasıl geliştiğini görmek oldukça mutlu edici. Tabii ki bu noktada aidiyetten de bahsetmek gerekli. Yaklaşık dört yıldır Fil’m Hafızası gibi bir platformun içerisinde olmak, yapılan çalışmalara katkıda bulunmak çok büyük keyif. Fil’m Hafızası ile birlikte aynı zamanda ekibimiz de her geçen gün büyüyor. Sosyal medyadaki büyüme hızımız ve içerik üretimi anlamındaki yoğun çalışmalar ile daha da iyiye doğru ilerlediğimize inancımız tam. Yazı İşleri, Keşif ve Sosyal Medya… Bu üç departmanla iletişiminizi, Pazarlama iletişimi departmanı olarak varlık gösterebilmek için nasıl kurguladınız? Kutay: Aslında her bir ekip büyük resmin parçaları. Hepsi bir arada oldukça Fil’m Hafızası aksamadan, ritmini bozmadan büyümeye devam eder. Yazı İşleri, içerik üretimi anlamında çok önemli çalışmalara imza atarken, Sosyal Medya ekibimiz bu içeriklerin görünür kılınmasında büyük rol oynuyor. Keşif ekibimiz ise tüm dünyadan kısa filmler keşfedip, etkinliklerimizde gösterebileceğimiz şekilde bunları final hâline getiriyor. Başta da söylediğim gibi, kolektif bir calışma ile birlikte büyüyen ve gelişen bir platform Fil’m Hafızası. Kutay Ucun: Marcom, Fil’m Hafızasının marka değerinin artması ve yenilikçi projeler üretmesi için çalışmalar yürüten; açılımı, bilindiği üzere ‘marketing communications’ olan Fil’m Hafızası ekibi. Etkinliklerin tasarlanmasından karşılıklı proje ortaklığı çalışmalarına kadar tüm süreçleri takip eden ve gerçekleştiren ekip. Diğer yandan, etkinliklerimize ve platformumuza sponsor arayışlarımız devam ediyor. Şirketlerle görüşmeler yapıyor, platformumuzu tanıtıyoruz. Ayrıca, farklı disiplinlerden kültür sanat organizasyonları ile de entegre çalışmak bizim için önemli. Bu kapsamda platformumuzun vizyonu ile örtüşecek projeler içinde yer almak üzere görüşmeler yapıyoruz. IKSV’nin düzenlediği film festivalleri, Başka Sinema, All Design aklıma ilk gelenler. Gamze Sifoğlu - Pazarlama Ekibi Gamze: Fil’m Hafızası’nın sinema tutkunu hedef kitlesi ve ekosisteminde yer alan diğer paydaşlarıyla ilişkisinde köprü görevi görüyoruz. Kısaca platformun hedefleri doğrultusunda dış dünya ile olan iletişimini sağlıyoruz diyebiliriz. On bir kişilik bir ekibiz. Yaratıcı, araştırmacı, Kutay, sen neredeyse başlangıcından beri ekipte olan isimlerden birisin ve aynı zamanda platformun genel koordinatörüsün. Bugünden geçmişe baktığında, gelişim / değişim açısından nasıl bir değerlendirme yaparsın Fil’m Hafızası’na dair? Gamze: Ekibimizin diğer bir görevi de tüm platformda gönüllü olarak yer alan arkadaşların motivasyonunu artıracak çalışmalar gerçekleştirmek. Önce tüm ekibin ihtiyaç ve isteklerini dinliyoruz. Ona göre araştırmalar yapıyoruz. Hâli 35 hazırda tiyatrodan sinema eğitimlerine kadar ekibimizin katılım sağlayabileceği partnerliklerimiz mevcut. Departmanlar arası iletişim açısından baktığımızda, keşif ile etkinliklerimizin film bazlı içeriklerinin kurgulanmasında ortak çalışıyoruz. Sosyal Medya ile sürekli dirsek temasındayız çünkü aynı amaca hizmet ediyoruz. Etkinliklerimizin ve diğer tüm çalışmalarımızın geniş kitlelere ulaştırılması Sosyal Medya ekibi sayesinde oluyor. Yazı İşleri ekibine de var olan projelerinin hayata geçirilmesi aşamasında yine dış iletişimin sağlanması konusunda destek veriyoruz. Sosyal Medya departmanı olarak, istatistiklerle çalışıp diğer ekipleri elde ettiğiniz veriler üzerinden yönlendiriyorsunuz. Bu bağlamda en sıkı analizi yapabilecek olanlar sizlersiniz. Fil’m Hafızası okuyucuları, takipçilerine dair izlenimleriniz neler? Okan Köroğlu - Sosyal Medya Ekibi Okan Köroğlu: Aslında Fil’m Hafızası takipçilerinin Türkiye’deki genel sinema izleyicisinden ayrılan tek bir yönü var o da sinemayı izlemekten çok sinemayı takip etmeleri, bir nevi yaşamaları. Bu kendiliğinden bir kültürel birikimi de beraberinde getiriyor. Bunu paylaşımlara gelen etkileşimlerden ve tepkilerden rahatlıkla anlayabiliyoruz. Takipçilerimiz bu anlamda bizim de işimizi kolaylaştırıyor. Kendi çizgimizi onlara anlatırken bir yandan da onlar etkileşimleri ile bizim çizgimizi bize anlatmış oluyor. Örneğin her gün hatta her saat farklı Kış 2016 | fil’m hafızası mag 36 R Ö P O R TA J Film Hafızası ekibi üyeleri tarafından paylaşımlar hazırlıyor ve yapıyoruz ancak ana akım sinema ile bağımsız sinema arasındaki mesafeyi takipçilerimize bir elden çıkarıyormuşçasına, aynı dozda veriyoruz. Bu web sitesindeki Fil’m Hafızası’nın çizgisinin sosyal medyaya yansıması aslında. Eğer bu çizgiden çıkmaya doğru bir eğilim oluşursa takipçilerimiz sayesinde yine aynı çizgiye geliyoruz. Bu anlamda onların bize dönüşlerini fazlasıyla önemsiyoruz. Paylaşımlardaki istatistikler de zaten Fil’m Hafızası takipçilerinin ruh halini bize göstermekte. Örneğin hemen hemen her ay “Hafızadan Çıkmayanlar”, “Ustalara Saygı” gibi bölümlerimiz en çok etkileşim alan alanlar oluyor. “Hafıza” her yerde devreye giriyor. Gonca Gengönül - Sosyal Medya Ekibi Gonca Gengönül: Aynı zamanda Fil’m Hafızası takipçisi olarak da şunu söyleyebilirim, bağımsız sinema deyince yazınsal bir şeyler üreten küçük bir dünyanın önemli bir parçasıyız. Oldukça interaktif ve sosyal bir kitleye seslendiğimizi biliyor, her adımı dikkatle atıyoruz. Çünkü bizim seslendiğimiz kitle çok duyarlı ve detaylara önem veren bir kitle. Bir yönetmen alt mesajları nasıl işliyorsa filmine, biz de okuyucumuza ve izleyicimize, yani bizi takip eden herkese bu dikkate değer malzeme üretmek amacındayız. Profesyonel hayatlarınızda da sosyal medyayla bağlantılı mı çalışıyorsunuz? Bu alanın dışından departmana başvuru olduğunda, sizde deneme süreci nasıl geçiyor? 2015’İN EN İYİLERİNDEN Okan: Profesyonel olarak özel bir şirkette Grafik Tasarım Uzmanlığı yapıyorum. Kendi işimde de sosyal medya hesapların ya düzenlenmesi ya da kontrolü ile ilgileniyorum. Ayrıca Sosyal Medya’da Grafik Tasarım üzerine eğitimler veriyorum. Bu bağlamda profesyonel hayatımda iki alan da birbiri ile bağlantılı. Fil’m Hafızası’nda da buna benzer bir işleyişimiz mevcut aslında. Çünkü Sosyal Medya ekip üyesinde aradığımız en önemli şey sosyal medya uzmanı olması değil. Hatta bu, sonradan geliştirilebilir bir şey olduğu için bizim önemli olan sinemaya olan bakış açısı, ilgisi ve bilgisi diyebiliriz. Eğer bir insan sosyal medya konusunda mükemmel bir bilgiye sahip ancak sinemaya ilgisiz veya sinemaya bambaşka bir pencereden bakıyor ise Fil’m Hafızası ile ister istemez bir kan uyuşmazlığı olur. Ancak bizimle aynı bakış açısına sahip ise sosyal medya konusunda zaten bir nevi okul olan Sosyal Medya ekibimiz ona çok şey katar ve kısa zamanda bize adapte olarak ekibimize katılır. Gonca: Her daim sosyal medyanın gücüne inanan biri olmuşumdur. Profesyonel hayatımla yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir tarafındaydı hayatımın Fil’m Hafızası’ndan önce. Sosyal Medya ekibinin bir yıl süresince bir parçası olduktan sonraysa, sosyal medyada içerik üreten bir blog kurduk yine Fil’m Hafızası ekip arkadaşım Duygu Dedeoğlu’yla. Fil’m Hafızası’nda sosyal medya dünyasına profesyonel anlamda ısıntıktan sonra “Dünya Kaç Bucak?” ile yine duyarlı ve detaylara önem veren bir kitleye ulaşmak niyetiyle yola çıktık. Şimdilerde hem Fil’m Hafızası’nda Bi’Dünya kategorisini yönetiyor hem de blogumuzu geliştiriyoruz. Elbette Sosyal Medya’ya takım arkadaşı ararken profesyonel deneyim istemiyoruz. Tıpkı bizler gibi ilgisi olan ve sosyal medya araçlarını kullanmaktan hoşlanan insanlar olmalarını bekliyoruz ve şüphesiz sinefil olmalarını. Sonuçta araçlarda paylaşılan tüm içerikleri Sosyal Medya takımı hazırlıyor. Bu nedenle başvuranlara önerim, bu fil’m hafızası mag | Kış 2016 Sinema alanında başlı başına büyük bir kaynak olarak gördüğüm bu oluşumu özel bir dergi olarak insanlara ulaştırma fikri başlı başına motivasyon kaynağı. işin sadece sosyal medya kullanımı gerektirmediği, aynı zamanda sinema bilgisi de gerektirdiğidir. Neticede Fil’m Hafızası’nın bir parçası olmak kolay değil. Okan, FH Mag’in fikri senden çıkmıştı. Bunu projelendirirken motivasyonunu anlatır mısın biraz? Okan: Profesyonel hayatım boyunca en çok keyif aldığım şey kitap, dergi ve gazete tasarımı oldu. Grafik-Tasarım büyük bir okyanus, her kumsalında aynı anda yüzme şansınız yok. Her grafik tasarımcının yüzmekten zevk aldığı kumsallar farklıdır. Benimki de mizanpaj. Verdiğim emek neticesinde elle tutulur gözle görülür ve kağıt kokusu alınabilecek bir iş ortaya çıkması, sanal disklerde yapılan web sitelerinden daha değerli benim nazarımda. Fil’m Hafızası için bir dergi ortaya çıkarma fikri de bu anlamda çok özel ve heyecan verici oldu. Sinema alanında başlı başına büyük bir kaynak olarak gördüğüm bu oluşumu özel bir dergi olarak insanlara ulaştırma fikri başlı başına motivasyon kaynağı. Düşünsenize profesyonel olarak yapmaktan en çok keyif aldığınız iş ile hayatınızın merkezine aldığınız en büyük uğraşı yan yana getiren bir proje. Ek bir motivasyon kaynağına da aslında ihtiyaç yok. QR kodu okutun tüm ekibimizle tanışın! The Legendary Giu lia and Other Miracles ÇÜNKÜ YILIN EN İYİ KOMEDİSİ sİnem dİnçer S on yıllarda çağdaş İtalyan Sineması’nın parlayan isimlerinden biri olan Edoardo Leo’nun yönetip, başrolleri Luca Argentero, Claudio Amendola, Claudio Buccirosso, Stefano Fresi ve Anna Foglietta ile paylaştığı film; Fabio Bartolomei’nin Alfa Romeo 1300 and Other Miracles adlı kitabından uyarlanmış, dağıtımını da Warner Bros’un üstlendiği bir yapım. Film, hayatlarının tepetaklak olduğu bir anda yolu kesişen 40’lı yaşlarındaki üç adamın, 1300 model bir Alfa Romeo Giulia’nın etafında şekillenen öyküsünü ele almakta. İşgüzar bir emlakçının kumpasıyla, oldukça büyük ancak kırık dökük, eski bir çiftlik evini ortaklaşa satın alan Claudio (Stefano Fresi), Diego (Luca Argentero) ve Fausto (Edoardo Leo); Napoli mafyasının hüküm sürdüğü bu bölgede, kırsal turizm yapma hayalindedir. Evin geçmişine dair hiçbir şeyi araştırmayan, birbiriyle son derece zıt karakterlere sahip olan bu üç adam, taşındıktan sonra kapılarının önünde beliren mafyatik tiplerle tanıştıktan son- ra, çok da iyi bir girişimde bulunmadıklarını kavrarlar. Yalnız mafya değil, yerel polisin de onları haraca bağlama çabalarıyla, bu bölgede özgür olamayacaklarının farkına iş işten geçtikten sonra varırlar. Oldukça absürd gelişmelerden sonra, civarda bulunan göçmen işçiler ve temizlik, yemek yapması için yanlarına aldıkları hamile bir kadının da yardımıyla, kendilerini belli aralıklarla huzursuz eden her mafya üyesini evin bodrumuna hapsederler . Evi diledikleri gibi bir otele dönüştürene kadar da onları orada tutmaya karar verirler. Eve ilk gelen mafyayı, yani öykünün bir diğer kahramanı olan 1300 model Alfa Romeo Giulia’nın sahibini eve gizledikleri belli olmasın diye de arabayı, evin havuz için eşilen çukuruna gömerler. Ancak hesap edemedikleri şey, aracın kendi kendine zamansızca çalışan kasetçalarıdır. Oteli açtıktan sonra gelen müşterilerin yerin altından gelen müzik sesine dair sorularına karşılık olarak, mekanla ilgili uydurdukları hayalet öyküsü ise, düşündüklerinden daha çok ilgi çeker ve müşteri toplamaya başlarlar… ta ki mafya lideri her gönderdiği kişinin dönmeyişinin detaylarını araştırıp, oteli kendisi ziyaret edene kadar. Filmin ana teması olan “Hayallerini Ertelememek”, bu filmde trajik tadın da es geçilmediği, komedi formatında aktarılmış. Karakterlerin doğallığı, olaylar arasında- 37 Ertelenen planların, sarıp sarmalanan hayallerinin artık hayata geçmesi gerektiğini düşünen ancak yeterli cesareti kendinde bulamayanlar ve sıradan hayatlarından uzaklaşmayı düşleyenler için son derece komik, aynı zamanda trajik de bir öyküye sahip olan bir film The Legendary Giulia and Other Miracle. İyi oyunculuk, ortak noktası çaresizlik olan kontrast karakterlerin doğal anlatımı ve her ayrıntısıyla işlenmiş sıkı bir senaryo… Düşlerinizi gerçekleştirme imkanınız şimdilik yoksa da, onları beslemek için ayıracağınız zamanı bu filmle birlikte eğlenceyle doldurabilirsiniz. ki sebep – sonuç bağlantılarının oldukça doğru ilişkilendirilmiş olması filmin en güçlü yanlarından biri. İyi oyunculukların yanında, yazar Fabio Bartolomei’nin fantastik hayalgücünden beslenen senaryo da filmin en başarılı kaynağı. Bu, yönetmen ve oyuncu Edoardo Leo’nun üçüncü uzun metraj filmi. Diğer filmleri de göz önünde bulundurulduğunda kendisinin, yeni kuşak İtalyan Sineması’nın komedi üstadlarından biri olacağını ve bu filmiyle, 2015’in en iyi komedi filmini yönettiğini söylemek pek de yanlış olmaz. *Filmin orijinal adı: Noi e la Giulia QR k 2015 odu okutu İyileri”’in diğer “E n n ile tan ışın! Kış 2016 | fil’m hafızası mag 38 LİSTE LİSTE 39 Doğduğumuz günden beri sesi kulağımızda... FİLMLERİYLE MÜZEYYEN SENAR DİLAN SALKAYA B esteler yaptı, şarkılar söyledi, şarkılar Müzeyyen’i söyledi. Seksen yıllık emeğiyle göğsüne yasladığı Türk Sanat Müziği’ne, ömrünün tamamını adadı. İstanbul Radyosu’nda, Ankara Radyosu’nda söyledi. Atatürk’e söyledi, ünlü gazinolarda canhıraş alkış tutan seyircisine söyledi. Plak çalışmaları baş tacı edildi, devlet sanatçısı seçildi. Türk gazino tarihinde solistliği başlattı. Söyledi. Felç sonucu sol tarafını yitirdi, söyledi. Küçükken kekeleyen ama şarkı söylerken kekelemeyen bir huyu vardı. Bak sen, bu da mı tesadüftü? Sesini kaybedince bu defa içinden söyledi. Biz yine duyduk. Ağladık, ağlaştık. Derdimiz, kuruyan dermanımız oldu Senar, gözlerimizi kapayıp da dinledik. Aşkın şarabını bir doldurdu, binimiz birden içtik. Günah bizim, kime ne? Müzeyyen Senar’ı billur sesiyle günümüze gecemize davet edip her daim yaşatırız ama, bir kere de filmleriyle analım. Bilenler, bilmeyenlere söylesin: Müzeyyen Senar’ı kaybetmedik. Şiir dökülen sesinin ucuna mürekkep almaya gitti. Not: Sıralama kronolojiktir. Kerem ile Aslı (Yön: Adolf Körner, 1942) 1940’larda Türk Sineması’na egemen olan şarkılı türkülü Mısır filmlerinin rüzgârına Müzeyyen Senar da kapılmış ve kendisini sinemada bulmuştu. Halk hikâyesi Kerem ile Aslı‘nın uyarlaması olan filmde Fahri Kopuz ile başrolü paylaşan Senar, kendisini oynamıştı. Saadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Selahattin Pınar, Sadi Işılay, Artaki Candan gibi isimler, Mısır filmlerine adaptasyonlar yapıp Arap müziklerini düzenliyorlardı. Yerli sinema da bu akıma uyayım derken Müzeyyen Senar’ı koluna takmıştı. İyi de etmişti. Filmin tüm kopyaları Kerem gibi yanıp kül olsa da, geriye içinde adının geçtiğini duyunca bile neşeleneceğimiz Müzeyyen Senar’ı bırakmıştı. Nasrettin Hoca Düğünde (Yön: Muhsin Ertuğrul, Ferdi Tayfur, 1943) Çekimlerine Muhsin Ertuğrul’un başlayıp Ferdi Tayfur’un fil’m hafızası mag | Kış 2016 Müzeyyen Senar’ı billur sesiyle günümüze gecemize davet edip her daim yaşatırız ama, bir kere de filmleriyle analım. Bilenler, bilmeyenlere söylesin: Müzeyyen Senar’ı kaybetmedik. Şiir dökülen sesinin ucuna mürekkep almaya gitti. devam ettiği film, Müzeyyen Senar ile birlikte Saadettin Kaynak’ı ve meşhur sihirbaz Zati Sungur’u da ağırlamıştı. Sünnet düğünü sahnesinde şarkı söyleyen Senar, oradaki davetlilerin de, onu tebessümle izleyen bizlerin de koltuklarını kabartmıştı. İstanbul Geceleri (Yön: Mehmet Muhtar,1950) 1950’lerin İstanbul gecelerini konu edinen filmde, Müzeyyen Senar bir yana, Hamiyet Yüceses, Mustafa Çağlar, Aziz Şenses, Abdullah Yüce, Ahmet Üstün, Hakkı Derman, Şerif İçli, Selahattin Pınar, İsmail Şençalar, Aleko Bacanos, Rüçhan Çamay gibi isimler de yer alıyordu. Taşradan İstanbul’a gelen iki zıt ve komik kardeşin İstanbul’daki gece hayatlarına bizler de tanık oluyorduk. İkilinin eğlenmek için gittiği mekânda bir de ne görelim, karşımıza Müzeyyen Senar’ın da aralarında olduğu o muhteşem sesler çıkıyordu. AK ŞAM OLDU İM D N HÜZÜNLE zeyyen Senar. Çetin Karamanbey’in yönettiği filmde, yine billur sesiyle ön plandaydı. Mutlu bir evliliği varken araya giren bir kadın nedeniyle kocasından ayrılmış, hayata küsmek üzereyken keşfedilip görkemli şarkıcılık yolunda ilk adımını atmıştı. Hazin aşk hikâyesi bir yana, yine kendisini oynamıştı. Filmde, öfke krizi geçirmesi gereken bir sahnede doğaçlama olarak elindeki bardağı ısırıp camları yiyen Senar, sahne çekilemeyince bunu sinema serüvenindeki bir anı olarak hatırına kazımıştı. Sevgili Hocam (Yön: Hulki Saner, 1972) Sadri Alışık, Hulusi Kentmen, Arzu Okay gibi ustaların yer aldığı filmde, bizzat Müzeyyen Senar olarak ses getirmişti cumhuriyetin divası. Bir edebiyat öğretmeninin, öğrencisine âşık olmasını N BE NE İ Y İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Yön: Fatih Akın, 2005) konu edinen filmde Senar, Hicran Hastasıyım şarkısıyla kavuşamayan âşıkların sesi olmuştu. Ben onu sevmiştim candan ileri Ah bir akşam gitti de dönmedi geri Gözümde hayali, gönlümde yeri Analar Ölmez (Yön: Ertem Göreç, 1976) Zengin çiftlik sahibi Kenan ile köylü güzeli Kezban’ın oğlu olarak dünyaya gelen Sezer, küçük yaşta annesinden koparılmıştı. Yıllar sonra annesinin yaşadığını öğrenen Sezer, onu şehirli bir kadın yapmak için uğraşmış ve hepimizin bildiği “Ben dünyanın en güzel garısıyam.” repliği dünyaya gelmişti. Müzeyyen Senar, filmde Sezer’in isteğiyle gazinoda sahneye çıkmış ve konuk oyuncu olarak dahil olduğu filmde başrol kadar adından söz ettirmişti. Yetmiş iki milletin geçtiği, eskisiyle, yenisiyle, zenginiyle, fakiriyle, soğuğuyla, sıcağıyla bir köprü: İstanbul. İstanbul’u anlamanın en iyi yolunun müziklerini anlamak olduğunu rivayet eden belgesel, yaşı olmayan bir kentin müziğini keşfederken, İstanbul’un sesini var eden Müzeyyen Senar’ı da atlayamazdı. Ünlü Alman müzik grubu Einstürzende Neabauten’in üyesi olan Alexander Hacke, zenginliğimizde yolculuğa çıkarken biz de onunla birlikte dinlemeye başladık. Sıra Senar’a gelince asil duruşu, o bardağı tutuşu karşısında hayran kaldık. Kendi doldurup kendi içti rakısını. Kime ne? Özlemle anıyoruz… QR ko daha du okutun ç ile tanok liste ışın! Ana Yüreği (Yön: Çetin Karamanbey,1969) İkinci başrolüyle karşımızdaydı Mü- Kış 2016 | fil’m hafızası mag 40 PLAN/PROGRAM PLAN/PROGRAM 41 ne yapmalı? BETİGÜL KÜÇÜK 18 16 OCAK - Chris Botti, Zorlu PSM’de . Chris Botti İtalyan kökeninin verdiği egzotikliği albümlerine yansıtmayı başaran bir sanatçı olmakla birlikte, “Grammy Avcısı” olarak da biliniyor. 04 02 OCAK- Kabus Kerim ile Barış Manço Şarkıları Türk müzik tarihinin modern ozanı Barış Manço’nun şarkıları, Manço’nun doğum günü olan 2 Ocak’ta “Barış Manço Hayatımı Değiştirdi” etkinliğiyle Babylon Bomonti’de! 7’den 77’ye herkesin hafızasında iz bırakan sanatçının şarkılarını, Kabus Kerim kendine has tarzıyla yeniden düzenleyecek. 22 08 OCAK- Sinemada Görme Biçimleri Atölyesi Akbank Sanat “Sinemada Görme Biçimleri” adı altında yeni bir “Sinema Atölye” serisi başlatıyor. Düzenlenecek bu atölyelerde her hafta farklı yönetmenlerin farklı filmlerinden alınmış fragmanlar, parça-bütün arasındaki ilişki gözardı edilmeden ele alınacak. Zaman zaman sinema dünyasından ya da farklı disiplinlerden konuklarla, söyleşinin zemini genişletilecek. Impressions isimli albümüyle 2013 yılında “En İyi Enstrümantal Pop” dalında Grammy kazanan, 2008 tarihli Italia’yla bir kez, 2010 tarihli Chris Botti in Boston’la ise farklı dallarda üç kez Grammy’ye aday gösterilen Amerikalı sanatçı, toplam 10 stüdyo albümü ve canlı performanslarının gücüyle hayran kitlesini her geçen gün artırmayı başarıyor. 14 OCAK - Broadway’in Yeşil Devi Shrek İstanbul’da. Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek’in beyaz perdeden Broadway’e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’ne taşınıyor. Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali’ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın. OCAK -5. Pembe Hayat KuirFest Pembe Hayat Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği’nin düzenlediği festival, LGBTİ bireylere yönelik ayrımcılığa ve şiddete dikkat çekerken Türkiye’de kuir teorinin ve sanatın konuşulmasına, tartışılmasına olanak yaratacak. LGBT hakları mücadelesine sanat aracılığıyla ifade alanları yaratmayı amaçlayan Pembe Hayat KuirFest, sinemadan edebiyata, müzikten videoya pek çok farklı türü buluşturacak ve Türkiye ve dünyadan kuir sanatçıları bir araya getirecek. fil’m hafızası mag | Kış 2016 Ş U B AT - Akbank Sanat’ta 11. Japon Filmleri Festivali. Akbank Sanat, 4-14 Şubat tarihleri arasında 11. İstanbul Japon Filmleri Festivali’ni ağırlayacak. Japonya İstanbul Başkonsolosluğu, Japan Foundation ve Akbank Sanat’ın işbirliğiyle ücretsiz düzenlenen festivalde aralarında Mitsutoshi Tanaka’nın başyapıtları Rikyu’nun Yolunda ve Tomurcuklar Açarken ile Miyazaki’nin şahane filmi Ruhların Kaçışı’nın da olduğu altı Japon filmi gösterilecek. 13 Ş U B AT - Steve Aoki Volkswagen Arena’da olacak! Kendine has tarzı, ilginç kişiliği ve çılgın sahne şovları ile ünlenen Steve Aoki, 13 Şubat Cumartesi akşamı Volkswagen Arena’da Türk hayranlarıyla buluşmaya geliyor. Amerikalı şovmen, dünyanın en iyi DJ’lerinin belirlendiği “DJ Mag Top 100” listesine ilk kez 2011 yılında 42. sıradan giriş yaptı, 2013 yılından bu yana ise listenin ilk 10 basamağındaki yerini hiç kaybetmedi ŞUBAT - !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 14 yıldır 70.000 kişilik izleyici kitlesiyle kültür sanat hayatına yeni bir soluk getiren, dünyanın her yanından farklı bakışları sinema-severlerle buluşturan ve düzenlediği partiler, atölyeler ve çeşitli etkinliklerle programını zenginleştiren bir oluşum... Her yıl İstanbul’da, Ankara’da ve İzmir’de Cinemaximum sinemalarında Şubat ve Mart aylarında izleyicisiyle buluşan festival, filmleri farklı ve güncel temalar altında toplayarak izleyicisine ulaştırıyor 19 ŞUBAT - İzlandalı trip-hop grubu Bang Gang, Salon İKSV’de. İsrailli müzisyen Keren Ann ile ayrıca Lady & Bird isimli bir projesi olan İzlandalı prodüktör Barði Jóhannsson tarafından kurulan grubun Cannes Film Festivali’nden Montreaux Caz Festivali’ne, Icelandic Airwaves’den South by Southwest’e kadar birçok festivalde adı var. “Atmosferik ve hayali pop” olarak tanımlanan dördüncü albümü 2015 sonunda yayımlanan Bang Gang, 19 Şubat tarihinde Salon İKSV’de sahne alacak. 28 ŞUBAT - Chris de Burgh, 28 Şubat’ta Ülker Sports Arena’da. 70’lerden günümüze hiç eskimeyen, birbirinden kıymetli şarkılarla mücevher gibi bir gece yaşayacak İstanbul... Romantizmin en yalın, en kalbe kazınan şarkıları Chris de Burgh’ün kadife sesi ve benzersiz sahne şovuyla hafızalara işlenecek. Chris de Burgh “The Lady in Red”, “Don’t Pay the Ferryman”, “A Spaceman Came Travelling”, “The Traveller” gibi klasiklerini, diskografisinin en romantik şarkılarıyla beraber İstanbullu hayranlarına icra edecek. 18 MART - Danimarkalı dreampop grubu Sleep Party People, 18 Mart’ta Salon’da! Danimarkalı müzisyen Brian Batz’ın projesi olarak başladı. Boards Of Canada, David Lynch ve Erik Satie’nin çalışmalarından ilham alıyorlar. Kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini 2010’da yayımladılar. İlk albümü “We Were Drifting On a Sad Song” (2012) izledi. Avrupa ve Asya turları ile dinleyici kitlelerini iyice genişlettiler. Son albümleri “Floating”, 2014’te dinleyicilerle buluştu. Grup üyeleri, sahneye tavşan maskeleriyle çıkıyor. Kış 2016 | fil’m hafızası mag 42 D E VA M I VA R . . . Song Of The Sea Artun Bötke Yazdı “Damlaya damlaya göl olur.” derler. Bu atasözü, her ne kadar tasarruf yapmanın yararını belirtse de gayet başka anlamlarda da kullanılabilir. Damlaya damlaya sadece para birikmez; nefret de birikir, kızgınlık da, pişmanlık da… Devamı var! The Martian Rabia Elif Özcan yazdı Uzaklık- zaman- mekân kavramlarının hızla anlam değiştirdiği metropol yaşamının kalabalığında kaybolmak, kimi zaman durup uzun soluklu bir nefes almayı ve biraz düşünmeyi gerektiriyor galiba. Yaşamın anlamına farklı açılardan ışık tutmak ve Devamı var! yaşantımızın değerini tartabilmek için, içinde bulunduğumuz hayattan bir anlığına kendimizi soyutlayarak kim olduğumuzu, nerede, hangi zaman diliminde yaşadığımızı yeniden idrak etmemiz gerekiyor. Bunun yolu da öncelikle hayal gücünün sınırsızlığında , bizi dünyaya bağlayan tüm ipleri koparıp gerçeklik çizgisinin dışına özgürce adım atmaktan geçiyor. Je, Tu, Il, Elle Sezen Sayınalp yazdı Özgür olmak ve üslup kazanmak arasında, bireyin içgüdüleri ve e oluşturduğu kurmaca dünyası içind kine ında aras sı kendini ifade etme çaba lbenzer bir bağ var. Bu bağ, anlayabi . gibi ı htar ana menin ve anlatabilmenin de ölçü miz Fikirlerimizi anlatabildiği a varlığımızı kanıtlayıp, muhtaç olm Mia Madre Gülin Çavuş yazdı Karakterlerinin varoluşsa l sorgulamalar içerisinde olması na alışık olduğumuz Nanni Moret ti’nin yine film içerisinde bir yönetm eni konu aldığı hikâyeyi işliyor Mia Madre. Kendi filmlerinde mutlak a rol alan Nanni Moretti bu kez kar şımıza daha dingin ve ailenin sorum luluğunu üstlenmiş koruyucu bir ağabey olarak çıkıyor. Diğer filmlerinde çıldırma anlarıyla sevdiğimiz, uzu n ve hızlı konuşmalardan oluşan tiratlarıyla bildiğimiz Moretti, kendin den daha çok şey taşıyan bu eserin de mesafesini koruyan bir karakteri ustalıkla canlandırarak bizi şaşırtm ayı başarıyor. fil’m hafızası mag | Kış 2016 Her insan içindekini doğrudan dışarı vur(a)maz. Birey, içinde biriken bu negatif duygulardan rahatsız olsa da onlardan kurtulamaz. Kurtulamadıkça içindekiler daha da büyür ve ona zarar vermeye başlar, çoğu zaman psikolojik olarak, bazen de fiziksel… Devamı var! mevhumunu hayatımızın dışında tutarak özgürlüğümüze ulaşıyoruz. Özü anlayıp doğadan kendimizi bir birey olarak ayırabildiğimiz ve ne karşımızdakini bizden ayrı bir nes e içind um topl k1 rere geti konumuna an, miz ldiği tabi yara ı ımız kendi alan lbaşkalarının oluşturduğu yapay kura ecek elley eng zı amı lara hapsolm özgürlüğümüzün temellerini oluşturmuş oluyoruz. Devamı var! SİNEPLUS AKADEMİ’DE AYRICALIKLISINIZ! www.SinePlusAkademi.com Fulya Mah. Ortaklar Cad. No:12/9 Mecidiyeköy/Șișli info@sineplusakademi.com | 0850 520 00 66 /SinePlusAkademi