Ekim 2014
Transkript
Ekim 2014
06 YAYIN DÜNYASI V. B. Bayrıl Rafları neden kötü kitaplar dolduruyor? 23 TARTIŞMA Sezai Coşkun Namık Kemal cevap veriyor 25 Ömer Ayhan 16 Çevirmen gözüyle Siegfried Lenz Ayşe Sarısayın 20 Şavkar Altınel ile söyleşi Can Bahadır Yüce illüstrasyon: orhan nalın 04 Taşralı bilge: William Faulkner Yazmayı öğretme iddiasındaki rehber kitapların sayısı her geçen gün artıyor. Söz konusu kitaplar romandan şiire, öyküden hatıraya, gezi yazısından senaryoya uzanan farklı türlerin yanında gazetecilik, blog yazarlığı gibi alanlarda yazma eyleminin sırlarını anlatıyor. SAYFA 08 DENEME Ali Çolak Okumak ve yazmak: Ezeli bir teselli 26 ÖYKÜ Azra İnci Ülkü Tamer’den farklı öyküler 27 EDEBİYAT Ercan Yılmaz Bir yeraltı adamı: Dostoyevski 38 USTA GÖZÜYLE Recai Güllapdan ve İrfan Külyutmaz Yazar olmak istiyorum! Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 1 0 5 6 E K İ M 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý B U S AY I D A ÖMER AYHAN Taşralı bir bilge: William Faulkner 4 V. B. BAYRIL Neden rafları kötü kitaplar... 6 MEHMET TUNÇ Yazmayı hangi kitaplardan... 8 MUSA İĞREK Yazar adaylarına kılavuz kitaplar 12 AYŞE BAŞAK ‘Fırtınadan önce’ neler oldu? 14 AYŞE SARISAYIN Bir atmosfer kurma ustası 16 ALİ EMİN TUNÇ Ankara, iyi kalpli üvey ana 18 ZEKERİYA BAŞKAL Yitik bir dünyanın çetelesi 19 CAN BAHADIR YÜCE ‘Düzyazıyla şiiri büsbütün... 20 İNAN ÇETİN Yeni dönemin ruhu 22 TEMEL KARATAŞ Sevimli bir ihtiyar olarak Tanpınar 22 SEZAİ COŞKUN Namık Kemal cevap veriyor 23 A. ESRA YALAZAN Odysseus’un bütün dönüşleri 24 AHMET HAMİT YILDIZ 20. yüzyılı icat etmek 24 ALİ ÇOLAK Ezeli bir teselli 25 AZRA İNCİ Tarihin hayalhanesi 26 SONER ÖZCAN Piri Reis’in ütopyası 26 SÜREYYA SU Tekerrür: Bugünün metaforu 27 ERCAN YILMAZ Yeraltı adamı Dostoyevski 27 A. YAVUZ ALTUN Soykırımlar çağı 28 İSA DARAKcI ‘Büyülü düşünme’nin romanı 28 YAVUZ ULUTÜRK Karla gelen kıyamet 29 EMRAH PELVANOĞLU Yahya Kemal’i anlamak 30 ALPER SARI Tarih tamir edilir mi? 30 NiHAT DAĞLI Kayıp kardeşin peşinde 31 OSMAN iRiDAĞ Yüce Divan’da mahkûm olan... 32 cem mert Şairler neden sürgün edildi? 33 GÜNSELİ IŞIK Gözlerimi kaparım, ilk filmimi 34 MUSA GÜNER Gazeteler çocuğa gerçekleri... 35 GÜLİZAR BAKİ Yediğin senin olsun... 36 AHMET ÇAKIR Dünyanın en zayıf takımında... 37 RECAİ GÜLLAPDAN-İRFAN KÜLYUTMAZ Usta gözüyle 38 İyi yazmak nasıl öğrenilir? İ yi yazmak (zanaat boyutuyla), öğrenilen bir şeydir. Peki, iyi yazmayı ‘iyi yazılmış’ şiirlerden, öykülerden, romanlardan mı öğrenmeli, yoksa yazma sırları veren kılavuz kitaplardan mı? Kapak dosyamızı bu sorudan yola çıkarak hazırladık. Mehmet Tunç ve Musa İğrek, yazar adaylarına yol göstermek amacıyla kaleme alınmış kitapları derleyip farklı açılardan değerlendirdiler. Son dönemde dilimizde yayımlanan, yazma önerileriyle dolu bu tür kitapların işlevini ve etkisini merak edenlere fikir verecek bir dosya ortaya çıktı. Şiirlerinde olduğu gibi düzyazı kitaplarında da kendine has bir dünya kuran Şavkar Altınel bu ayki söyleşi konuğumuz. Altınel yeni kitabı Hotel Glasgow’la ilgili sorularımızı yanıtladı. Bu sayıdan itibaren başladığımız “Çevirmen Gözüyle” sayfasının ilk konuğu Ayşe Sarısayın, kitaplarını dilimize kazandırdığı Siegfried Lenz’in portresini kaleme aldı. Bundan böyle her sayıda bir çevirmenin kaleminden dilimize kazandırdığı bir yazarın portresini okuyacağız. Edward Said’den Ülkü Tamer’e, William Faulkner’dan Nazlı Eray’a seçkin yazarların kitaplarıyla okurlar için bereketli bir ayı geride bıraktık. Kitap fuarı sayısında görüşmek üzere... ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ. GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI Genel YayIn Müdür YardImcIsI: MEHMET KAMIÞ Genel YayIn EdÝtörü: ALÝ ÇOLAK EdÝtör: CAN BAHADIR YÜCE Görsel Yönetmen: FEVZÝ YAZICI Sayfa TasarIm: DURMUþ ÖZELÇİ Sorumlu Müdür ve YayIn SahÝbÝnÝn TemsÝlcÝsÝ: harun çümen Reklam Grup BaþkanI: MELİH KILIÇ Reklam Grup Baþkan YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM Sektör YönetÝcÝSÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YayIn Türü: YAYGIN SÜRELÝ adres: Zaman GazetesÝ 34194 YenÝbosna-Ýstanbul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Reklam Tel: 0212 454 82 47 BaskI: Feza GazetecÝlÝk A.Þ TesÝslerÝ http://kÝtapzamanÝ.zaman.com.tr E-POSTA: kÝtapzamanÝ@ZAMAN.COM.TR Her ayIn Ýlk pazartesÝ günü yayImlanIr twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Taşralı bir bilge: William Faulkner M. Thomas Inge’in derlediği William Faulkner’la Konuşmalar gazetecilerin, meraklı birkaç okurun, yayımcısının ve kimi dostlarının izlenimleriyle bir Faulkner portresi sunuyor. Kitabın son bölümünde yazarla yapılmış, soru-cevap şeklinde ilerleyen uzun bir söyleşi de var. WILLIAM FAULKNER’LA KONUŞMALAR, DER.: M. THOMAS INGE, ÇEV.: ASLI KUTAY YOVİÇ, AGORA KİTAPLIĞI, 320 SAYFA, 25 TL B “ belki de yazardaki dehayı, nostalji gibi kadim ve çıplak gözle kolayca görülen bir yarayı üstünü örterek anlatabilmiş olmasında da aramak gerekir. ÖMER AYHAN ir muhabir William Faulkner’a, ‘Eğer dünyada kalan son insan siz olsanız da yine yazar mıydınız?’ diye sordu. ‘Evet, yazardım’, diye gayet soğuk biçimde cevapladı Nobel ödüllü yazar. ‘Bir yazar unutuluş duvarının ardına geçtiği zaman bile, duvara ‘Kilroy buradaydı’ gibi bir şey yazacak kadar duracaktır.’” Yazarlara sürekli reva görülen “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna Faulkner’ın verdiği cevap, ilk bakışta yazarlardan ziyade okurların öne sürdüğü bir görüşü doğrular: Dünyada bir iz bırakabilme güdüsü, hırsı, endişesi... Bununla birlikte unutuluş duvarının lanetiyle kuşatılmış bahtsız yazarın bile izini kazıyacağını söylemiştir Faulkner. Belki bu meydan okumayı, ‘çünkü yazarın yazmaktan başka bir seçeneği yoktur’ diye çevirebiliriz. M. Thomas Inge’in derlediği William Faulkner’la Konuşmalar’ın başlığı yanıltıcı olabilir. Kitabın son elli sayfası soru-cevap şeklinde ilerliyor olsa da gazeteciler, meraklı birkaç okuru, yayımcısı ve aynı ortamda kendisiyle birkaç kelam edebilmiş kişiler ile kimi dostlarının izlenimleri oluşturuyor kitabın içeriğini. Makale, deneme, en çok da anı havasındaki yazılar bize bütüncül bir Faulkner portresi bahşediyor. Nev-i şahsına münhasır yazarın, okurun imgeleminde giderek bir roman kahramanı gibi tınladığı bir toplam bu. Genellikle kalabalıklardan kendini sakınarak yahut mümkün mertebe dünyasını saklı tutarak yaşayan Faulkner’la ilgili şaşırtıcı olduğu kadar eğlenceli anekdotlar da eksik değil. Örneğin, postane müdürlüğü macerası edebiyat tutkusunu apaçık ortaya koyuyor: “Birçok defa postanede gişesini zamanından önce kapatmış ve öğrenciler posta işlemleri için bağırıp çağırırken şiir yazmıştır. Sonuç olarak, kovulur.” Faulkner’ın edebi gerçekçiliği Faulkner, Güney Gotiği’yle ilişkilendirildiği ilk eserlerinden itibaren Amerika’nın grotesk özellikleriyle öne çıkan tekinsiz Güney’ini yazdı. Gerçekçi bir yazar olarak kabul edilen Faulkner’ın gerçekçiliği Anglosakson edebiyat geleneğinde sıkça görülen bir ‘üst-söylem’in temsilidir ve bizde adeta fetişleştirilmiş sosyal gerçekçilikle ilişkisi yoktur. Mississippi’nin ‘Düzyazı da şiirdir’ William Faulkner (1897-1962) süzlük arzusu veren şeylerin toplamıdır.” Faulkner’a göre olgusal gerçeklik, edebiyatın meselesi değildir. Bu noktada Faulkner’ın ve birçok yazarın gerçek mekânlardan yola çıkarak bildiğimiz yerleşimlerin bire bir replikasını kurdukları hayalî mekânlar, öznelliği öne çıkarır. Bu da bizi, kurmaca hayatın taklidi ya da doğrulandığı alandır, gibi kısır bir yorum yerine, kurmacaya hayatın muadili, hatta rakibi diyebileceğimiz alternatif bir düzleme taşır. Faulkner’a dönersek, aile büyüklerinden dinlediği Güney efsanesini kendi gözlemleriyle harmanlamış, aslında çoktan başkalaşmış ve kabuk değiştirmeyi sürdüren yarı imgesel bir Güney’i ısrarla, hatta nostaljiyle anlatmıştır. Kurmacanın seyrinin değişmesinde parmağı olan biçimsel hamleleri onu kimilerine göre Amerikan edebiyatının zirvesine taşımıştır. Ama Oxford kasabası birçok hikâyesinde ve kimi romanlarında Jefferson adıyla yeniden yaratılmıştır, efsanevi Yoknapatawpha ise yıllarını geçirdiği Lafayette kasabasıdır. Faulkner’ın okurlara karmaşık gelen eserleri hakkında bugün klasik sayılan çalışmalardan birine imza atan Malcolm Lowry, kurmaca Yoknapatawpha’nın bir haritasını hazırlamıştır. Bir yandan okurun merakını yatıştırıp o destansı yolculukta kılavuz işlevi gören bir çabadır Lowry’ninki, aynı zamanda bir parça yanıltıcı, hatta belki son tahlilde yararsız da sayılabilir. Zira Faulkner, bu kurmaca mekânların Oxford ve Lafayette’in hayaletleri olduğunu inkâr etmez ancak gerçekliği nasıl algıladığıyla ilgili sözleri bizi dosdoğru kurmaca kavramının kalbine gönderir: “Gerçek ile doğrunun birbiriyle çok az alâkası vardır. Doğruluk insana ölüm- 4 Faulkner’a göre “Edebiyat, insan yüreğinin mücadelesinin hikâyesidir.” Sürekli Güney’i, üstelik başka yazarların anlatamadığı bir biçemle anlattı Faulkner, ancak bir toplumu anlatmanın en sağlam yolunun bireyi anlatmak olduğunu sezerek. Bunu da yalınlıkla ifade etmiş: “Birey bir sorunla karşılaşır, o mu sorunun üstesinden gelecektir yoksa sorun mu onun üstesinden gelecektir? Bütün hikâye budur.” Faulkner’ın özellikle Ses ve Öfke’deki karmaşık anlatımı, zamanı kullanımı hakkında çok şey söylendi. Ama sanırım en ilginci yazarın kendi sözleri. Üslup sizin için çok mu önemli sorusuna, üslupla hiç vakit kaybetmediğini, romanlarının sonunu, hatta bir sonraki sayfada neler olacağını asla kestiremediğini söylüyor. Faulkner’ın başyapıtım dediği Ses ve Öfke’ye en ilginç yorumlardan biri Sartre’dan gelmiştir. Onun tıpkı Proust gibi ‘zaman’ı enine boyuna ele alan bir yazar olduğunu söyleyen Sartre’a göre, romancının kendi öznel Güney’ini başka türlü yazma şansı yoktu. Faulkner kendini bir taşralı olarak tanımlıyor söyleşilerde. Bir dönem New York’ta çalışmış, Los Angeles’ta Hollywood için senaryolar kaleme almış olmasına rağmen taşralı kimliğini korumayı tercih etmiş. Çiftliğinde güvendiği insanlar ve hayvanlarla geçirdiği zamana karşılık, büyük şehrin ve büyük şehir insanının onu tedirgin ettiği anlaşılıyor. Faulkner’ın en azından bu derlemede hakkında yazanlarca genellikle doğru anlaşıldığı söylenebilir. Az konuşan, nazik, melankolik, utangaç, dünyanın sırrını çözmüş ve öylece kabullenmiş bir bilge havasında betimleniyor yazar. Stephen Longstreet’in çok güzel ifade ettiği gibi: “Hayatın gerçeklerine karşı müthiş bir duyarlılığı vardı, en basit şeyleri (kızmış tavadaki yağın sesi, bir bitkinin belirli bir saatte oluşan gölgesi, sıcak bir günün verdiği his ve koku...) bile destansı hale getirirdi.” Yazan bir insana böylesi duyarlıklardan daha değerli bir armağan verilebilir mi? Belki de şiiri yirmili yaşlarda bırakmasına rağmen Faulkner’ın “düzyazı da şiirdir” sözünü ciddiye almalıyız. Hikâye ve romanda şiiri yakalamış talihlilerden biriydi o. YAYIN DÜNYASI KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Neden rafları kötü kitaplar doldurmaya başladı? Dubravka Ugresiç, Okumadığınız İçin Teşekkürler adlı kışkırtıcı kitabında sözünü sakınmadan önemli sorular soruyor: Neden kitapçı raflarını giderek sayısı artan ‘kötü’ kitaplar doldurmaya başladı? Neden okur ‘iyi edebiyat’a sırt çeviriyor? Gün geçtikçe neden daha çok yazar şuh pozlar veriyor? OKUMADIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER, DUBRAVKA UGRESİÇ, ÇEV.: GÖKÇE METİN, AYRINTI YAYINLARI, 240 SAYFA, 18 TL İ V. B. BAYRIL Kitaptan: ronik, eğlenceli, muzip ve elbette buruk bir tat bırakıyor ağızda, üstelik okuduğunuz için teşekkür bile etmiyor, tersine Okumadığınız İçin Teşekkürler bu kışkırtıcı kitabın adı. Biraz biyografik bilgi: Dubravka Ugresiç. Yazar. Kadın. Yugoslavya diye bir ülke varken doğdu. Doğduğu yer şimdi Hırvatistan denilen bir ülkede. Zagreb Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve Rus edebiyatı okudu. Edebiyat Kuramı Enstitüsü’nde (enstitü adının güzelliğine bakar mısınız!) öğretim üyeliği yaparken birçok hikâye, deneme ve roman yazdı. 1991’de patlayan iç savaşta, savaş ve milliyetçilik karşıtı tutum takınınca Hırvat medyasının, meslektaşlarının ve kimi önemli siyasi şahsiyetlerin hedefi haline geldi. “Vatan haini”, “cadı” damgası yedi. Hırvatistan’ı terk etmek zorunda kalıp Hollanda’da yaşamaya başladı. Birçok ödül ve kitap sahibi. ABD ve Avrupa üniversitelerinde dersler veriyor. Hikâye çok tanıdık değil mi? Sonuçta karşımızda “modern bir sürgün yazar” var. Kalifiye. Yaptığı şeyi dünyada geçerli kılmış. Üstelik bir biçimde “yırtmış”, “dünya vatandaşı” olmuş. Muhalif, akademisyen, üretken, nitelikli bir insan. Dahası Hollanda gibi Avrupa’nın merkezinde, gerçekten liberal ve hoşgörülü bir toplumda yaşıyor. İnsan bütün bunların biraz olsun “kıymetini” bilir değil mi? Değil. Doğrucu Davut! Dubravka Ugresiç, biraz “nankör” bir kişilik. Sanki biraz da “doğrucu Davut”. Bir sürü soruyu bize Amazonların okları gibi fırlatıp duruyor: “Neden kitapçı raflarını giderek artan sayıda ‘kötü’ kitap doldurmaya başladı? Neden okur ‘iyi edebiyat’a sırt çeviriyor? Gün geçtikçe neden daha çok yazar şuh pozlar veriyor?” Dobra kelimesi ile Dubravka arasında bir bağ var mı bilmiyorum ama Dubravka çok dobra bir yazar. İkiyüzlülük gördüğü yerde hiç lafını sakınmıyor: “Amerikalı ve Batı Avrupalı yazarlar, Doğu Avrupalı meslektaşlarının, ücretsiz diş bakımını, kira bedeli alınmayan apartman dairesini ve yazarlar birliğine ait ücretsiz konaklanabilen tatil evlerini kapsayan memur-yazarlıklarıyla senelerce dalga geçtiler. Ama yaratıcı yazarlık görevlerini, bursları, fonları ve vakıfları, devlet destekli kitapları ve bedava sanatçı tatil evlerini (yazarların inziva mekânlarını) kapsayan kendi memuriyetleri konusunda fesatça sessiz kal- Dubravka Ugresiç dılar. Bugün Doğuluların ellerinde hiçbir şey kalmamışken, Batılı yazarlar bunların hepsine hâlâ sahipler...” Okumadığınız İçin Teşekkürler, liberal ve elbette serbest piyasacı Batı yayın dünyasında edebiyat ajanslarının, editörlerin, pazarlamacıların, süpermarket olmuş kitapçıların, “meslektaşların”, tekelleşen dağıtım ağlarının güncel halini seriyor gözlerimizin önüne. Apaçık. Çıplak. Tabii ki yer yer çok eğlenceli hatıralar, içeriden gözlemler, keskin ve sorgulatan çözümlemeler eşliğinde. Fakat kitabın sadece bu konular etrafında döndüğü sanılmasın. Aynı zamanda sürgünlük, iç savaş, milliyetçi siyaset ve kültür, sürgün olarak yazar, kadın olarak yazar, ulusal edebiyat nedir, piyasa küçük ülkelerin edebiyatından ne bekler, muhalif olarak yazar, çaresiz biri olarak yazar, meslektaşlar arası rekabetin çeşitli halleri gibi birçok konuya değinirken amansız bir dü- rüstlük, sivri dillilik ve yer yer asit gibi keskin özeleştirilerle, soğukkanlı ama insanın kanını donduran gözlemlerle yazarlığın, edebiyatın, iyi edebiyatın geleceğine dair tahminlerde de bulunuyor Ugresiç. Kitabın arka kapak yazısı durumu aslında iyi özetlemiş: “Okumadığınız İçin Teşekkürler, bir bakıma liberal kapitalist dünyanın kültüre, insana ama özellikle de kitaba ne yaptığının hikâyesidir.” Tamamı değilse de, hikâyenin önemli bir bölümü Ugrasiç’in kitabında yer alıyor. İnsan merak etmeden duramıyor elbet, ünlü Türk yazarların yurtdışı serüvenleri nicedir acep? Bir gün onlardan da böyle keyifli bir kitap okuyabilecek miyiz acaba? Mesela İngilizcesi beş yıl önce iki bin basılıp günümüze kadar sadece 100 adedi satılan ama yurtiçinde 300-500 bin satan kitaplara imza atmış “ünlü” yazarlarımız ne hissediyordur böyle durumlarda? Yazsalar da öğrensek:) 6 Batı edebiyat piyasasında sesini duyuran Doğu Avrupalı bir yazar için en büyük şok estetik kıstasların olmayışıydı. Edebi değerlendirmenin kıstasları Doğu kökenli dostumuzun edebiyatla haşır neşir olduğu tüm yaşantısı boyunca büyük çabayla biriktirdiği sermayesiydi. Sonra bu sermayenin hiçbir işe yaramadığı ortaya çıktı... Edebiyat piyasasıyla karşılaşmaları yazın yaşamlarının en büyük şoku, ayaklarının altındaki toprağın kayması, yazarlarının egosuna korkunç bir darbeydi. “Ah siz yazar mısınız?” “Evet” diye cevap verir Doğu Avrupalı dostumuz, seçilmiş olmayanları aşağılamak istemeyen alçakgönüllü ve iyi yetişmiş bir insan duygusu vermeye çalışarak. “Ne tesadüf! On yaşındaki kızımız romanını tamamlamak üzere. Hatta bir yayıncımız bile var!” Ve bu da “Doğu Avrupalı”mızın hazmetmek zorunda olduğu ilk aşağılamadır. Kendisinin bir yayıncısı bile yoktur. Ve yakın zamanda edebiyat piyasasının “seçilmiş”lerle, meslektaşlarıyla dolup taştığını fark edecektir. Meslektaşları ise anılarını yazan fahişeler, spor yaşamlarını anlatan sporcular, ünlü katillerin iç dünyasını daha yakından tanıtan eski kız arkadaşları, günlük yaşamın rutininden sıkılan ve yaratıcı yaşam biçimi sürdürmeye karar veren ev kadınları; avukat-yazarlar, balıkçıyazarlar, edebiyat eleştirmeni-yazarlar; kimlik arayışında sayısız kayıp ruh, birinin taciz ettiği, tecavüz ettiği, dövdüğü ya da ayağına bastığı ve asırlık yaralarının dramını yazarak dünyayla paylaşma telaşı içinde olanlardan oluşan büyük bir ordudur. Doğu Avrupalı dostumuz fazlasıyla sarsılmış durumdadır. Bu “meslektaş”ların tümünün kendisiyle aynı haklara sahip olduğuna, edebiyat demokrasisinde herkesin eşit olduğuna, herkesin bir kitap yazma ve edebi başarıya ulaşma şansının olduğuna inanmamaktadır. Ancak sonunda (edebi-tarihsel) adaletin yerini bulacağına inancını kaybetmez. Doğu Avrupalı dostumuz yanılıyor. KAPAK KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yazmayı hangi kitaplardan öğrenmeli? Y illüstrasyon: orhan nalın Roman, öykü gibi kurmaca ya da eleştiri, deneme, inceleme gibi kurgu dışı eserlerin yazımı, bu türlerde örnekler okuyarak mı öğrenilir yoksa bu türlerin nasıl yazılacağı üzerine kaleme alınmış kitaplardan mı? Kılavuz kitapların yazarlığı kısa sürede öğretebileceğinin ileri sürülmesi, birçok yazar adayı için bu çalışmaları cazip kılıyor. MEHMET TUNÇ azı bir buluş mudur, keşif mi? Yazmak insan için güçlü bir tutku ve ihtiyaçken, öyle görünüyor ki, Sümerler yazıyı uygarlığa kazandırdıklarında bir buluştan çok keşfi gerçekleştirdiler. Sanki yazı, evrenin bir yerinde saklı dururken onlar sadece bir hazinenin kapağını araladılar ya da üzerindeki tozlu örtüyü kaldırdılar. O günden bugüne yazı insanın kaderinin bir ortağı ve tanığı olarak varlığını sürdürdü, sürdürüyor ve sürdürecek. İnsan neden yazmak ister ve içinden geçtiği dünyayı, hayatı kayıt altına almaya tutku duyar? Tarihin yazının bulunuşuyla başladığını kabul edersek aslında bu sorunun tarih kadar eski olduğu çıkarımına da varırız. Belki bu soruya cevap ararken yaptığımız, aslında daha kesif, daha karanlık bir dünyaya doğru yolculuktur. Tam da bunun için yazı üzerine, yazının doğasına dair kaleme alınan bütün kitaplar, zihnimize yeni sorular ekler, imgelemimizdeki soru işaretini büyütür. Yazmayı Vırgınıa Woolf’tan öğrenmek ‘İnsan ancak kendini yazar’ “İnsan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendisinin ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar, başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” diyen Jean-Paul Sartre’ın sözünden, hikâye anlatmanın salt bir anlatma edimi olmadığını çıkarabiliriz. Bir insan her zaman hikâye anlatıcısı ise yazar kimdir? “Bir anlatıcılar vardır, bir de yazarlar. İnsan canının istediğini anlatır; canının istediğini yazmaz: Ancak kendini yazar.” sözleriyle Jules Renard, Sartre’dan yıllar önce aslında aklımıza takılan soruya dolaylı da olsa yanıt veriyordu. Jules Renard’ın anlatıcı ile yazar arasına koyduğu sınır bizi yazara daha çok yaklaştırmışken, karşımıza yazı ile yazar arasındaki ilişkiyi sorgulayan şu soru çıkar: Acaba yazar, nasıl yazdığını bilir mi? “Yazmak bir dağa tırmanmaya benzer. Tırmanırken tek görebildiğiniz, önünüzdeki ve tam üstünüzdeki kayadır. Nereden geldiğinizi ya da nereye gittiğinizi göre- Gümüş’ün şu saptamasında okuruz: “İnsana ne denli beceriksiz olduğunu, yazmaktan daha çok ne gösterir? Sanırım ötesi yok. Yazınsal yazının olanaklarının neler olduğunu kâğıt üstüne yazalım, sonra da onları bir kişi yaratmakta, kişiler arasındaki ilişkileri ve çatışmaları, ölümleri ve doğumları ve bunlara benzer durumları anlatmakta kullanmaya başlayalım. Kâğıt üstüne yazıldığı gibi olmadığını görmek, ümit kırıcı olabilir. Yaratıcı yazıyla yazar arasındaki sağlam köprü tam bu krizin ortasında kurulur.” konusunda bir şey öğrendiğimiz hayli su götürür. Daha iyi yazmıyoruz; hakkımızda söylenebilecek tek şey, şimdi birazcık şu yönde, şimdi bu yönde hareket etmeye devam ettiğimiz, ama yeterince yüksek bir zirveden bakıldığında, hareket rotamız bir çemberin içinde sürüp gidiyor olsa gerek.” Edebiyatın, yazının doğası üzerine düşünürken iş zihinde olanı yazıya dökmeye gelince yaşanan krizi Semih mezsiniz.” cümlesi üzerinden sürdüğümüz iz, yazarın yapıtını var ederken yürüdüğü yolu da resmeder. Virgina Woolf, Bir Okur Olarak adlı yapıtında aynı yaklaşımı şu sözlerle derinleştirir: “Edebiyatla, sözgelimi bir otomobilin üretim süreci arasında bir benzetme ilk bakıştan sonra anlamını yitirir. Yüzyılların akışı içinde makine üretmek konusunda pek çok şey öğrenmemize rağmen edebiyat üretme 8 Roman, öykü, şiir gibi kurgusal ya da eleştiri, deneme, inceleme gibi kurgu dışı eserlerin yazımı, bu türlerden örneklerin okunmasıyla mı öğrenilir yoksa bu türlerin nasıl yazılacağı etrafında kaleme alınmış kitaplardan mı? Andığım türlerin nasıl öğretileceğine ilişkin kitapların, bu türlerin tarihine kıyasla çok yeni olması, bugün de birçok yazarın bu rehber kitaplardan bağımsız şekilde nitelikli eserler vermeleri, aslında yazma yetisinin yazarın kendi çabası ve keşfiyle ortaya çıktığını gösteriyor. Elbette, nitelikli eserler okuyarak kazanılacak yazarlık yetisi, daha meşakkatli ve zorlu bir süreci çağrıştırır. Neyin nasıl yazılacağına ilişkin kitapların kısa sürede yazarlığı öğretebileceği iddiası, birçok yazar adayı için bu yöntemleri cazip kılıyor. Yazarlığın giderek “profesyonel bir işe” dönüşmesi ve vaat ettiği yeni imkânlar, onu da tıpkı diğer meslek dalları gibi öğretilebilir bir uğraş haline getiriyor. Nasıl yazılacağı teknik düzeyde öğretilse bile yazarlığın okuma, donanım, birikim temelli bir süreç içinde ilerlemesi, ilk kitabını yazma derslerinden edindiği tekniklerle yazan ve göz kamaştıran kimi yazarların “tek kitaplık imzalar” olarak kalmasına da sebep oluyor. Yazarlık hileye, kalem oyunlarına gelen bir uğraş değildir; dahası bu anlamda oldukça dirençlidir. Tam da bu noktada Ernest Hemingway’in “En büyük başarı kalıcı olabilmektir.” sözü akla geliyor. Amerikalı romancı Joyce Carol Oates Bir Yazarın İnancı’nda, “Kurmaca düzyazı bir zanaattır ve zanaat ŞİMDİ OSMANLI TARİHİNİ YENİDEN OKUMA ZAMANI KAYI VI: İMPARATORLUĞUN ZİRVESİ VE DÖNÜŞ Ahmet Şimşirgil, adaletiyle kalpleri kazanan; yiğitliği, cesareti ve mertliğiyle dosta güven, düşmana korku salan; üç çağa damgasını vurmuş, üç kıtaya yayılmış Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin hikâyesine KAYI VI: İmparatorluğun Zirvesi ve Dönüş kitabıyla devam ediyor. KAPAK KÝTAP ZAMANI öğrenilmelidir; rastlantı sonucu ya da bilerek, isteyerek.” der. Oates’un yazar adayını yüreklendiren bu sözlerindeki vurgunun kurmacanın sanat yönünden çok “zanaat” yönüne dönük olduğunu belirtmek gerekir. Ve muhtemelen Oates, “rastlantı” ve “bilerek” sözcüklerini arka arkaya kullanırken bu işin profesyonel bir destekle olduğu kadar kendi başına da öğrenilebileceğini imliyor. Murat Gülsoy bu konuda edebiyatımızdaki yetkin örneklerden biri olan Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık adlı kitabında, Oates’un zanaat ve sanat sözcükleri üzerinden vardığı ayrımı şu sözlerle ifade ediyor: “Teknikler öğretilebilir. Eğitimi veren kişinin izlediği programa göre yazma teknikleri konusunda deneyim kazandırılabilir. Ancak işin yaratıcılık kısmı biraz daha farklı bir yerde duruyor.” Formüllerle yazılır mı? Yazarlık dersi uzmanı Danell Jones tarafından hazırlanan Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri (Timaş), yazar adaylarına yazarlık tekniklerini yetkin ve doyurucu bir dille sunan bir çalışma. Virginia Woolf ismi bile temas ettiği şeyi yazınsallaştırmaya yeterken, Jones peşine düştüğü hazineyi en doğru yerde bulma başarısı gösteriyor. Danell Jones’un bu kitabıyla benzerlerine göre daha nitelikli bir eser ortaya koyduğunu söyleyebiliriz, çünkü bir taraftan yazarlığın teknik boyutunu anlatırken diğer taraftan Woolf gibi bir yazarın yapıtlarından bu işin pratik ve kuramsal izlerini sürüyor. Yazarlık derslerine, en azından bugünkü işlevi ve değeri açısından bakıldığında, kolay kolay gönül indirmeyeceğini düşündüğümüz Woolf’un aynı konuda bunca söz söylemiş olması doğrusu şaşırtıcı. Kaç yazar adayı Danell Jones’tan yazarlığın büyüsünü, sırrını öğrenmiştir bilinmez ama Jones’un Woolf’u bu bağlamda çözümlemeyi başardığı söylenebilir. Jones, kitabın başında Woolf’u sınıfta bu meseleyi anlatan bir öğretmen olarak düşlüyor ve Virginia Woolf imgesini etkileyici bir biçimde okurun önüne seriyor. Woolf henüz ilk dersinde tahtaya şu sözü yazıyor: “Bir sanat eseri üretmek için gereken şartlar nelerdir?” Yanıtı sınıftaki bir öğrenci şöyle veriyor: “Kendine ait bir odaya ve yılda beş yüz sterlinlik bir gelire sahip olmak mı?” Kitap boyunca açılan konu başlıkları, Woolf’un eserlerinden alıntılanan ve onun ağzından aktarılan cevaplarla ve öğrencilerin sorularıyla sürüyor. Her okurun ya da yazar adayının edebi metinleri çözümlemesi, işlenen teknikleri, anlatım imkânlarını görmesi kimi zaman çok zor, kimi zamansa imkânsızdır. Dersler boyunca soruların devam etmesi, Danell Jones’un bazen Woolf’un bazen de kendi sözleriyle verdiği cevaplar, meselenin çözüldükçe kendini yenileyen bir büyüye, gize sahip olduğunu da imliyor. Parmak izi bir insan için ne kadar biricikse, kalem izi de bir yazar için o denli biricik değil midir? Gelişigüzel yazan birinden bir yazara dönüşmek ancak o kalem izini yakalamakla mümkün olabilecekse, bu nasıl gerçekleşecek? Jules Renard Yazının dilini çözmek “İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor.”, “Söz konusu olan birinci değil, biricik olmaktır.” birbirini tamamlayan bu iki cümle, Jules Renard’ın Yazmak Üzerine Notlar (Sel Yay.) adlı yapıtından. Renard’ın yükte hafif pahada ağır kitabı, kütüphanenizde dururken sık sık elinizin gideceği cinsten. Yazar “özgünlük” ve “biriciklik” vurgularıyla yazarın niteliğinin neyi yazdığıyla değil, nasıl yazdığıyla ortaya çıkacağının altını çiziyor. Çünkü binlerce roman, hikâye, şiir kitabı arasında bir yapıt eğer sadece eskileri çoğaltıyorsa bir anlam ve değer taşımayacaktır; önemli olan kuru tekrara düşmek değil öncüllerinden farklı bir eser üretmektir. “Sözcük yalnız ona verilen yer sayesinde yaşar.” diyen Renard, metnin en küçük biriminden itibaren nasıl inşa edileceğini anlatıyor. Yazmak Üzerine Notlar elbette bir tür yazma dersi değil ama “Yazarın işi yazmayı öğrenmektir.” diyen gerçek bir edebiyatçının günlüğünde bu tür notlar, ilkeler, cümleler bulunması, yazarlığın aslında hap niteliğindeki kitaplardan edinilecek bir “yeti” olmaktan çok, has edebiyatın kapısını dövmekle, 10 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ orada ısrarla durmakla gerçekleşeceğini gösteriyor. Renard, birçok yazarlık dersi kitabına bedel şu tespitte bulunurken, aslında ne çok şey söylüyor: “Yapıtın ağaç gibi doğması büyümesi gerek. Havada, dalların tam olarak uyacağı kurallar, görünmez çizgiler yoktur. Ağaç bütünüyle onu içeren tohumdan çıkıp açık havada gelişir özgürce. Planları izlenecek yolları çizip onu bozan bahçıvandır.” Woolf’tan duyduğumuz, “Yaşanmış olanın önemli olduğu yerde hayali olanı yazmayı tercih ederim.” sözü Renard’ta şu karşılığı buluyor: “Yaşamı tatlılıkla alt etmek gerek.” Yazarlığın kuru bir hevesten çok bir varoluş biçimine, bir yaşam gereksinimine dönüşmesi gerektiği Renard’ın şu sözlerinden daha güzel anlatılabilir mi: “Yazmak için yaşamak gerek, yoksa yaşamak için yazmak değil.” Yazar olmayı kolay mı sandın? Giuseppe Culicchia Danell Jones Yazarlık uzaktan vaat ettiği ışıltılı dünyanın, albeninin, saygınlığın yanında türlü zorlukları, engelleri de barındırır. İlk başta arzu edilen sadece bir kitabın kapağında isminizin olmasıyken, bu amaca ulaşıldıktan sonra başka başka hevesler, sorumluluklar, talepler ve zorluklar beklemektedir yazarı. Giuseppe Culicchia, Demek Yazar Olmak İstiyorsun (Aylak Adam) adlı kitabında bitmez tükenmez enerjisi ve yalınkılıç dürüstlüğüyle yazarların dünyasını, edebiyat “piyasasının” durumunu sadece okura ve yazar adaylarına değil, yazarların kendisine de açıyor. Aslında Demek Yazar Olmak İstiyorsun, Charles Bukowski’nin bir şiirinin adı ve şiir şu dizelerle açılıyor: “her şeye rağmen/ adeta içinden fışkırmıyorsa/ bırak yapma/ kalbinden ve aklından ve ağzından/ ve ciğerlerinden gelmiyorsa/ bırak yapma.” Şiir şu dizelerle sona eriyor: “dünyanın hiçbir yerinde kütüphaneler/ KÝTAP ZAMANI KAPAK 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ senin gibilerle uykuya dalmak için esnememişlerdir/ o zincirin halkası olma/ bırak yapma/ ruhundan bir roket gibi çıkmıyorsa/ hareketsiz kalmak/ seni delirtmiyorsa ya da/ intihara ya da cinayete sürüklemiyorsa/ bırak yapma/ içindeki güneş/ ciğerini yakmıyorsa/ bırak yapma/ doğru zaman geldiğinde/ ve kader seni seçmişse/ her şey kendiliğinden gelecek ve devam edecektir/ sen ölene ya da o içinde ölene kadar/ başka yolu yok/ ve hiç olmadı da.” Culicchia üç döneme ayırdığı yazarlık ‘kariyerini’ “Gelecek Vaat Eden Yetenek”, “Hergele Herif” ve “Büyük Usta” başlıklarıyla adlandırıyor. Her üç bölümde de yayınevi, piyasa ve okur arasında kurulan ilişkileri kendi deneyimlerinin ateşiyle pişirdiği sözlerle anlatıyor yazar. Yazının dünyasında Hemingway olmak insanı, mesela Faulkner’ın, “Okuyucularının sözlüğe bakmalarını gerekli kılacak tek bir kelime bile yazmamasıyla ünlüdür.” eleştirisinden korumaz. Bütün bunları Culicchia’dan okuduktan sonra durup kendi kendimize şu soruyu soruyoruz: “Gerçekten yazar olmak istiyor muyum?” Yazar adayına öğütler Yazdıklarımı ilk okuyan kişi ben olduğuma göre, herhangi bir hikâyeyi yazmaya başlamamdaki asıl sebep onu okumak isteyişim olmalı. Bir yazarın başına gelebilecek en tehlikeli şey, kendi kendine, “Ne kadar iyi yazıyorum be!” demeye başlamasıdır. Yergiler konusunda ise bir yazarın yapabileceği en gereksiz şey, kendi kendine, “Pekâlâ, şimdi cevabını veririm senin!” demesidir. Yazarın kendi dilini yaratması gerekir, benzerlerininkini kullanması değil. Okunmaktan çok anlamı sezilen uzun tümcelerden kesinkes kaçınmalı. Düzyazıyı, tadına bakmadan önce krema gibi soğumaya bırakmak gerek. Yazan el her zaman okuyan gözü bilmezden gelse keşke. Edebiyat sevgisi iyi kitaplar değil kötü kitaplar sayesinde kazanılır çoğunlukla. Eğer yeni bir problemin çözümü için değilse yeni bir kitap yazmanın ne anlamı var? Karakterinizi ancak gerekliyse konuşturun. Diyalog yazmanın rahatlığıyla merkezden kopmayın. Yazının bir spor olduğunu kendime yinelemeliyim, ondaki her şey yönteme, bugün söyledikleri gibi alıştırmaya bağlı. Çok sıkıcı yazmamalı. Küçük, sıradan tümcelerle okura yardımcı olmalı. Yazının koruyucusu her zaman yaşam oldu; ondan uzaklaşır uzaklaşmaz düşüverdim. Gençlere oltayla balık avlamayı öğretiyorum ama balıkları seçmeyi bilmiyorum. Ne yazacağını bilmek ancak yazmakla mümkün Yazar, yalnızlığın iskemlesi üzerinde ele avuca gelmez düşlerden bir dünya ortaya çıkarır. Yazar adayı ve okur ondan nasıl düş kurduğunu, sunduğu dünyayı nasıl var ettiğini anlatmasını ister. Düş ne kadar ele avuca gelirse yazarın geçtiği yolları okurlarına göstermesi de o denli mümkündür. Marguerite Duras şu sözleriyle sadece yazarların içinde bulunduğu durumu anlatmıyor, bir yazar adayına ne yapması gerektiğini de söylüyor: “Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır –ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu–, öncesindeyse insanın kendi kendine sorabileceği en tehlikeli sorudur bu. Ama aynı zamanda en çok sorulan.” 11 KAPAK KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yazar adaylarına kılavuz kitaplar Yazmayı öğretme iddiasındaki rehber kitapların sayısı her geçen gün artıyor. Söz konusu kitaplar romandan şiire, öyküden hatıraya, gezi yazısından senaryoya uzanan farklı türlerin yanında gazetecilik, blog yazarlığı gibi alanlarda yazma eyleminin sırlarını anlatıyor. Piyasa işi kitapların yanı sıra bu kulvarda akademisyenlerin, eleştirmenlerin ve yazarların kaleminden çıkan pek çok kitap da var. H MUSA İĞREK epimizin içinde saklı bir yazar olduğu söylenir. Yazma arzusuyla yanıp tutuşan pek çok hevesli, yazacağı kitabın raflarda okurunu beklediğinin hayalini kurar. Roland Barthes’ın deyişiyle, “Tam olarak okumayı sevdiğimiz yazar gibi yazmayı arzulamayız kesinlikle; arzuladığımız şey, yazı yazan kişinin yazarken duyduğu arzunun kendisidir ya da daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Yazarın yazarken okura duyduğu arzuyu arzularız, her yazıda var olan beni-sevin’i arzularız.” Kendi tecrübelerimizi başkalarına aktarma konusunda, bir türlü dinmeyen bu arzuyu gerçekleştirecek her yolu deneriz veya onu açığa çıkaracak yollar buluruz. Amerikalı yazar ve eleştirmen William Zinsser, Manhattan’daki ofisinin duvarında E. B. White’ın bir fotoğrafının asılı olduğunu anlatır. White 77 yaşındayken küçük bir kayıkhanede çekilen bu fotoğrafında, ahşap bir masada, beyaz saçlı bir adam olarak daktilosunun başında yazı yazıyor. Etrafta bir kül tablası ve boş bir fıçıdan başka bir şey gözükmüyor. Zinsser odasına gelen yazarların ve yazar olmak isteyenlerin bu fotoğrafa birkaç dakika baktıklarını söylüyor: “Dikkatlerini çeken şey sürecin basitliğidir. White’ın ihtiyacı olan her şey orada: Bir yazı yazma aracı, bir kâğıt parçası ve cümleleri istediği gibi olmadığında gidecekleri bir hazne. O dönemden sonra yazı yazmak elektronik hale geldi. Daktilonun yerini bilgisayar, çöp tenekesinin yerini sil tuşu aldı ve metin yığınlarını yeniden düzenlemek için pek çok tuş eklendi. Ama yazarın yeri alınamadı. Yazar hâlâ diğer insanların okumak isteyebilecekleri bir şey söyleme işiyle uğraşıyor.” Zinsser, insanlar ve yerler, bilim ve teknoloji, tarih ve tıp, iş ve eğitim, spor ve sanat ve var olan her şey hakkında nasıl yazılması gerekiyorsa onu öğrettiği ve Türkçede İyi Yazmak Üzerine (Altıkırkbeş Yay.) adıyla yayımlanan kitabında bunu anlatıyor. 1976’da ilk baskısı yapılan ve o günden beri milyonlarca satan kitap yazarın kendi deyişiyle, öğrenciler, yazarlar, editörler, öğretmenler ve nasıl yazı yazılması gerektiğini öğrenmek isteyenler için bir rehber. William Zinsser ‘İyi bir kitap yazmanın üç kuralı var’ nasihatlerden oluşan bu kitaplar romandan şiire, öyküden hatıraya, gezi yazısından senaryoya, tarihten polisiyeye uzanan farklı türlerin yanı sıra gazetecilik ve blog yazarlığı gibi alanlarda da yazma eyleminin sırlarını anlatıyor. Kendilerini “kitap doktoru”, “yazı koçu” gibi yeni adlarla pazarlayanların yayımladığı piyasa işi kitapların yanı sıra akademisyenlerin, eleştirmenlerin ve edebiyatçıların kaleminden çıkan nitelikli kitaplara da erişmek mümkün. Geleneksel yayıncılığın yerini yavaş yavaş e-kitaba ve kişisel yayıncılığa bırakmasıyla birlikte, bu alanlarda başarı sağlayan yazarların da yayımladığı rehber kitaplar gözden kaçmıyor. Yayınevlerinin neler istediği ve bu beklentileri karşılamak için yazar adayının neler yapması gerektiği ve yazma eylemi üzerine kafa yoran bu rehber kitaplar, tavsiye ve reçetelerle bezenmiş durumda. Yazarlık atölyelerinin gördüğü yoğun ilgiden öncesine dayanan bu tür çalışmaların yükselişi, yazma becerisinin bu kitaplarla kolayca kazanılabileceği inancına dayanıyor. Bu rehberler, ilk kitabını kaleme alıp yayımcıya verdikten sonra çok satanlar listesine bir anda girenlerin kaleme aldığı Zinsser’ın dilimize çevrilen bu kitabı yazmayı öğreten kitapların son dönemdeki yükselişini akla getiriyor. Bir şey söyleme uğraşındaki yazarın iyi bir kitap yazması kolay bir süreç değil elbette. Somerset Maugham, “İyi bir kitap yazmanın üç ku ralı var” demişti, “ne yazık ki kimse ne olduklarını bilmiyor.” Fakat Maugham’ın bu sözüne kulak tıkayıp yine de iyi bir kitap yazmanın kurallarını öğreten yayınların çokluğu ilgilisinin dikkatinden kaçmamıştır. Yol gösterici sözler ve tembihlerle dolu bu kitaplar, bir öğretmen edasına bürünerek yazma eylemini anlatıyor. Ünlü yazarlardan yazma öğütlerini, yayınevi editörlerinden yayımlanma sırlarını, akademisyenlerden yazma aşamalarını derleyen bu kitapların bazıları işlevsel iken (Zinsser’ın bu kitabı ilgilisi için iyi bir kaynak), bazıları ise kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırıyor. Her alanda yazma rehberi Yazmayı öğretme iddiasındaki rehber kitapların çokluğu dudak uçuklatacak cinsten. Yazma şehvetini tatmin etmenin tüm yollarını gösterme iddiası taşıyan ve 12 kitaplar oluyor kimi zaman. Bazen de senelerce yayıncı kapısını aşındırıp kitabının yayımlanması için sabırla bekleyenlerin hikâyesini anlatıyor. Bir ayda roman yazmanın sırrı “Okurunuzu baştan sona romana kilitleyecek”, “sarsıcı bir kurgunun kilit anahtarı”, “unutulmayacak bir karakter oluşturmanın yolu” gibi reklam kokan cümlelerle yazar adayını kendine çeken bu kitaplar, yazarlık atölyelerine gidecek vakti ve parası olmayanlar için de bir seçenek. Bu tür kitapların yazarları, “sevgi ve sabır” gerektiren yazma eylemi süresinde ilk sayfaları yazmanın zorluğunu anlatırken, kimileri biraz daha ileriye giderek bir yılda kitap yazma garantisi veriyor. Süreyi daha da kısaltıp çeşitli yazma stratejileriyle bir ayda romanınızı rafta görme garantisi veren No Plot? No Problem!: A Low-Stress, HighVelocity Guide to Writing a Novel in 30 Days gibi kitapların varlığını da hatırlatalım. Emeklilikten sonra yazmaya karar verenlere yardımcı olan Writing After Retirement: Tips from Successful Retired Writers gibi kitaplar, konu bulmakta zorlanan emekli yazarları bu açmazdan kurtaracak KAPAK KÝTAP ZAMANI Yazarın yapılacaklar listesi The Fiction Writer’s Book of Checklists adlı bir rehber hazırlayan Angela Hunt, yazmak konusunda yapılması gerekenler listesi tasarlayan yazarlardan. Bir tür yazma reçetesi veren yazar, bununla yazmaya aday herkesin başarıya ulaşacağı görüşünde. David Quantick ise yazarın el kitabı niteliğindeki How to Write Everything adlı kılavuzunda gazetecilikten senaryo yazarlığına kadar uzanan bir yelpazede yazma meraklılarının nasıl metin üreteceği konusunda deneyimlerini paylaşıyor. Yazma eyleminin safhalarını tek tek anlatan Fiction - The Art and the Craft: How Fiction is Written and How to Write It adlı kitap da bu rehberlerin önde gelenlerinden. Yazar ajanından öğütler Yazar ajanlarının bu alanda kaleme aldığı kitaplardan da söz etmek mümkün. Yazar ajanları genellikle kitabın yayımlanma sürecinde ne gibi zorlukların yaşandığı ve yazar adayını bekleyen sorunlar konusunda yol gösteriyor. Bunun yanı sıra yazar ve yayınevi arasındaki sözleşmelerden yazma egzersizlerine kadar çeşitli konularda yardımlar sunuyor. Yayın dünyasına pek çok yazar kazandırdığının altını çizerek özellikle genç okurlara hitap etmek isteyen Regina Brooks, Writing Great Books for Young Adults adlı kitabında bunun örneğini veriyor. Yazarlık atölyelerinde ders veren yazarların bu atölyelere katılamayanlar için hazırladıkları kitaplar da koca bir rafı dolduracak kadar çok... How to Write Short Stories That Sell: Creating Short Fiction for the Magazine Markets adlı kitap yazarlık atölyelerinde ders vermiş bir akademisyenin kaleminden çıkan bir kitap. Julie Armstrong’un Experimental Fiction adlı kitabı ise James Joyce, Virginia Woolf, Franz Kafka, Marcel Proust gibi usta yazarlardan yola çıkarak deneysel kurmacanın nasıl yazılacağına dair ipuçları veriyor. Bir Romancıya Mektuplar adlı kitabında da konu, biçim, üslup, zaman, mekân, anlatıcı, karakter, gerçeklik gibi unsurlar örneklerle incelenerek yazma eylemine dair bir yol haritası sunuluyor. ‘Yazmayı öğrenme süreci kalp paralayıcı’ Editörden yazma rehberi Kitabını bastırmak isteyen yazar adaylarından genellikle dosyalarının ilk 10-15 sayfasını isteyen editörler, böylece kitabın yayımlanıp yayımlanmayacağına karar verir. The First Five Pages: A Writer’s Guide To Staying Out of the Rejection Pile adlı kitap, yayınevine teslim edilen dosyanın ilk beş sayfasında neler olması gerektiğine odaklanıyor. Çok satan kitapların editörü Donna Ippolito ise Writing Fiction: Ask the Editor adlı kitabında yazı eylemi üzerine neler yapılması gerektiğini (hikâye bulma, kurguyu geliştirme, karakterleri belirleme) ve metnin bir editör gözüyle nasıl elden geçirileceğini soru-cevap eşliğinde anlatıyor. Kısa öyküler için bir rehber niteliğindeki Writing Short Stories adlı kitap, editörlerden yazma konusunda ipuçları verirken farklı öykücülerin yazma önerilerini paylaşıyor. Yazarların bir araya gelerek meraklısına yazma üzerine öğütler derlediği kitaplar da yok değil. Why We Write: 20 Acclaimed Authors on How and Why They Do What They Do bunlardan biri. Ernest Hemingway FOTOĞRAF: ap, Mark LennIhan çözümler sunuyor. Hangi türün yazar adayına uygun olacağına varıncaya kadar analizler yapan The Writer’s Advantage: A Toolkit for Mastering Your Genre ve benzerleri ise içinizdeki saklı yazarı gün ışığına çıkarmanın peşinde. Günümüzde hangi türlerin rağbet gördüğünün yanı sıra yayın dünyasındaki boşluklara dikkat çekip yazar adayını bu konuda yazmaya sevk ediyor bu tür kitaplar. Bir yıl içerisinde kitabınızı raflarda göreceğinizi vaat eden bir başka kitap How to Bring Your Book to Life This Year: An Exploratory Guidebook on Writing and Self-Publishing ise yazma önerilerinin yanı sıra kitabınızı internet üzerinden pazarlamanın tekniklerine dair de ipuçları veriyor. 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Pek çok kimse yazma eyleminin sadece kitaplar üzerinden öğrenilemeyeceğinde hemfikir olsa da kitabın yazardan çıktıktan sonra geçirdiği süreç hakkında bu tür kitapların yol gösterici olabileceği kanaatinde. Öte tarafta, bu işin bir zanaat olduğunu ve ciddi bir disiplin gerektirdiğini dile getirenler, yazma yeteneğinin iyi bir okur olmakla elde edilebileceğine dikkat çekenler var. Ama yazma eylemini salt teknik bir uğraş olarak görmek elbette yanlış. Faulkner, bakın neler söylüyor: “Eğer bir yazar teknikle ilgiliyse, ameliyat yapsın veya tuğla döşesin. Yazma işinde mekanik bir yöntem veya kestirme bir yol yoktur. Genç bir yazarın teori peşinden koşması deliliktir. Kendinizi hatalarınızla eğitin; insanlar sadece yanlışlarından öğrenirler.” Alberto Manguel ise bu konuda şöyle diyor: “Yazmayı öğrenme süreci kalp paralayıcıdır, çünkü anlaşılamaz. Ne miktarda olursa olsun sıkı çalışma, görkemli amaç, iyi nasihatler, kusursuz araştırma, müzik kulağı ve üslup zevki, iyi yazma garantisi değildir.” Bir sözcüğe krallığım! Ustalardan yazmak üzerine öğütler Ünlü yazarların kaleminden çıkan yazma eylemi üzerine kitaplar da okurun rağbet ettiği eserlerden. Yazmak üzerine konuşmanın kötü şans getireceğine inansa da Ernest Hemingway, hayatının son dönemlerinde mektuplarında, romanlarında ve denemelerinde kendi yazı serüveninden yola çıkarak bu eylem üzerine kafa yormuştu. Ernest Hemingway on Writing adlı kitap, usta romancının yazmak üzerine düşüncelerini, öğütlerini bir araya getiriyor. Stephen King ise Yazma Sanatı adlı kitabında, dünyaca tanınmış bir yazar olmanın yollarını sıralarken, yazı serüveninde başından geçenleri anlatıyor ve yazma ile ilgili teknik bilgiler sunuyor. King’in yazmak isteyenlere en önemli tavsiyesi şu: “Çok okuyun ve çok yazın.” Nobelli yazar Mario Vargas Llosa’nın roman sanatı hakkındaki düşüncelerini aktardığı Genç Stephen King Alberto Manguel 13 Bu yazıda sözü edilen bazı kitapların “Yazar olmayı mı arzuluyorsunuz?” “Senelerdir beklediğiniz kitabınızı rafta mı görmek istiyorsunuz?” “Okur olmaktan bıktınız mı?” “Okurluktan yazarlığa mı geçmek derdindesiniz?” gibi ucuz söylemleri elbette kafa karıştırıcı. Fakat bu kitapların alıcısı olmadığını söylemek ve hepsini aynı potaya koymak da haksızlık olur. İyi okurun da bu seçimde gayet hassas olduğunu söyleyebiliriz. Fakat yayın dünyasında bu boşluğu gören kurnaz yayıncılar ve yazarlar meraklı okurun hevesini popüler kişisel gelişim kitapları düzeyinde metinlerle tatmin ediyor. Yayın dünyasını gittikçe kuşatan bu rehber kitaplar azalacağa benzemiyor, zira ‘beni sevin’ arzusu hepimizin içinde bir yerlerde... Yine Roland Barthes’ın deyişiyle, “Bir dile, bir adlandırmaya yeniden katılmak için kavga ediyorum: Bir sözcüğe krallığım! Ah, yazmasını bilseydim!” KÜLTÜR TARİHİ KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ ‘Fırtınadan önce’ neler oldu? 1913: Fırtınadan Önce’ye tarih kitabı da denemez, roman da... Florian Illies’in kendine has yeni bir türde yazdığını söylemek mümkün. Yazar I. Dünya Savaşı’nın eşiğinde, 1913 yılında yaşananları sanatçılar, bilim insanları ve politikacılar ekseninde anlatıyor. 1913: FIRTINADAN ÖNCE, FLORIAN ILLIES, ÇEV.: SAMİ TÜRK, CAN YAYINLARI, 328 SAYFA, 23,50 TL 1 rikalıların üzerine, Camera Work’ün deyişiyle, bomba gibi düşmüş. Marcel Duchamp’ın Merdivenden İnen Çıplak adlı eseri Armory Show’a damgasını vurmuş, resmin olduğu salona her gün akın ediliyor, resme bir bakıp geçebilmek için 40 dakika bekleyenler oluyor. Öte yandan kitap, bize bu esnada Duchamp’ın Amerika’daki şöhretinden bihaber, Neuilly’de kendi başına çalışmakta olduğunu söylüyor ve atölyesindeki ortamı aktarıyor. AYŞE BAŞAK 913,: Fırtınadan Önce ustaca tasarlanmış, kapsamlı araştırma ürünü, alışılmış türlerin dışında bir eser. Gazeteci, yazar, sanat tarihçisi Florian Illies tüm bu şapkalarını ve bunlarla edindiği meziyetlerini akıllıca bir araya getirmiş. Kitabın kurgusu, anlatım biçimi, okuyucuyu belirli bir merak düzeyinde tutarak olayların çözümüne doğru ağır ağır ilerleyişi dikkate değer buluşlar içeriyor. Anlatılan kişiler öyle kenarda köşede kalmış isimler değil; hepsini tanıyoruz, âkıbetlerini de biliyoruz ama tarihî akış bir vakanüvis titizliğinde yakalanmış; kimi kez günlük, bazen haftalık, yer yer aylık detaylar ve perdesi aralanmamış kişisel öykülerle yazarın peşi sıra sürükleniyoruz. Florian Illies elbette olaylara belirlediği perspektiften ve deyiş yerindeyse bakmak istediği yönden bakıyor, bizi de o pencerenin önüne getirip 1913 yılı manzarasının önüne bırakıyor. Yazarın kurguladığı akış dâhilinde 1913 yılında, Avrupa kültürel hayatındaki hareketliliği görmek, dünya savaşı yaklaşırken bu çöküşün, 20. yüzyıl sanatını, bilimi, siyaseti şekillendiren isimlerin hayatında beklediğimiz ölçüde karşılığını görememek ilginç. Bir felakete doğru ilerleyen uyurgezerler diyemeyiz belki ama özellikle sanatçıların kendi kişisel “felaket”leriyle daha ilgili oldukları görülüyor. Bilinen, eski dünya sona yaklaşırken, sanatçılar ve bilim insanları dörtnala modernizme ve ilerlemeye doğru koşarken, politikacılar da çatışmanın önüne geçememişler. modern dünyayı şekillendiren isimler 1913: Fırtınadan Önce bir tarih kitabı da değil, bir roman da... İkisinin karışımı diyebiliriz ama Florian Illies’in kendine has yeni bir türde yazdığını söylemek de mümkün. Illies, I. Dünya Savaşı’nın eşiğinde 1913 yılında yaşananları sanatçılar, bilim insanları ve politikacılar ekseninde anlatmış. Yazdıklarında ve tasvirlerinde, yer verdiği bazen küçük denebilecek ama duygusal derinliği büyük olaylarda bir romancının hiçbir detayı atlamayan gözlem gücü, tarihi aktarmadaki titizliğinde ise bir araştırmacının hata yapma endişesinin izleri var. Florian Illies genç bir yazar. Bonn ve Oxford’da sanat tarihi öğrenimi görmüş, gazetecilik kariyerine Frankfurter Allegemeine Zeitung’un kültür sanat sayfalarında başlamış, çeşitli gazete ve dergilerde editörlük, yöneticilik yapmış. Bu kitapta hem sanat tarihçiliğinin hem de gazeteciliğinin izleri görülüyor. Kafka-FelIce aşkı başlıyor Franz Kafka Thomas Mann Rainer Maria Rilke Marcel Proust Kitapta önemli tarihler, gündem değiştiren olaylar, birbiriyle kesişen ya da paralel ilerleyen hayatlar, çok uzak görünürken aslında iç içe geçen, yan yana gelmiş olmaları insanı şaşırtan isimler var. Bunların ötesinde, modern dünyayı şekillendiren olgular da yer alıyor kitapta. Viyana’nın, yeni düşünme biçimlerinin başkenti olduğunu görüyoruz. Wittgenstein, Freud, Schnitzler, Loos, Klimt, Kokoscha, Tito, Troçki; hepsinin yolu Viyana’da kesişiyor. Hayatlarının detaylarını görmek, karşılaşmalarını ve daha fazlasını tarihî akış içinde izlemek heyecan verici. Viyana’ya 1913’te yolu düşenler arasında Stalin ve o vakit 23 yaşında genç bir sanatçı adayı olan Hitler de var. Hitler, o sırada Viyana’daki erkek yurdunun lokalinde Aziz Stephan Katedrali’nin dokunaklı suluboyalarını yapmakla meşgul. Stalin ise 1913’ün şubat ayında ilk defa Troçki’ye rastlıyor. Aynı ay Barcelona’da, Troçki’yi Stalin’in emriyle öldürecek olan kişinin doğduğunu da yine kitaptan öğreniyoruz. Ya- zar bize Stalin ve Hitler’in aynı parkta yürüyüşler yaptığını söylüyor, hatta yan yana geçen iki kibar yabancı gibi “belki selamlamışlardır birbirlerini” diyor. Yine 1913’ün şubatında, Heinrich Mann’ı Münih’te Tebaa üzerine çalışırken görüyoruz. Thomas Mann bir arsa alıp ev inşa ettirirken, Rilke ıstırap çekmeyi sürdürüyor, Kafka ise tereddüt edip durmakta... Aynı dönemde Coco Chan el’in küçük şapka dükkânında patlama yaşandığını öğreniyoruz. Peki ya aristokrasi? Illies, merceğini onlara da tutuyor. Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand altın ispitli arabasıyla Viyana’da sürat yapmakta, tren maketleriyle oynamakta ve Sırbistan’daki suikastlar yüzünden endişelenmekte. Yine aynı ay Armory Show, New York’ta modern sanatta büyük patlamaya yol açmış. Chicago’daki ikinci durağında Chicago Art Institute öğrencileri protesto gösterileri düzenliyor ve iddiaya göre sergideki Matisse tablolarından üç kopyayı yakıyorlar. Avrupa’nın yeni sanatının gösterildiği sergi Ame- 14 Illies’in kitabı bunlar gibi yüzlerce detayla dolu. Picasso’nun Mona Lisa soygununda sorgulanmasından tablonun esrarengiz çalınma-bulunma öyküsüne, Louis Armstrong’un meşhur bir trompetçi olmasının arkasındaki olaydan Proust’un Kayıp Zamanın İzinde ilerleyişine, Charlie Chaplin’in ilk film sözleşmesinden Freud- Jung düellosuna, Picasso ile Matisse’in birlikte at binmeye gidişine uzanan, çoğunlukla ayrı görmeye alıştığımız pek çok kişi ve olaya başka bir açıdan bakmayı sağlıyor. Elbette aşk, kitaptaki simaları birbirine bağlayan önemli bir konu. Yıl boyunca yaşananlarda aşkın gölgesi daima var. Alma Mahler, Klimt, Kokoscha, D. H. Lawrence ve Frieda von Richthofen ilişkileri kitaba renk katıyor. Kitaptaki en acıklı aşk öyküsü sanırım Prag’da yaşayan Kafka ile Berlin’de yaşayan Felice Bauer arasında geçeni. Bilinen bir öykü diye düşünebilirsiniz ama böyle keskinlikle, tarihÎ bir perspektif içinde ele alınışı dramatik. Aşkı isteyen ama aşktan bir o kadar korkan, kaçan, mesafelere saklanan bir adamın hep son dakikalarda gelişen kavuşamama öykülerinden ibaret ilişkisi. Son olarak kitaba keskin bir mizahın hâkim olduğunu söylemek lazım. Özellikle yerleştirilmiş, kısa komik gelişmeler in yanında yazar kimi olaylara da mizahi bir tavırla yaklaşıyor. Aslında bu kitabı okumaya başlamadan önce kendinize şu soruyu sormanızda fayda var: 1913 yılını, hemen köşede bekleyen dünya savaşından neredeyse bağımsız anlatabilir misiniz? Savaşı ve ona giden süreci bir kenara koyup 100 yıl geriye bakabilir misiniz? Çoğumuz için durduğumuz noktadan o tarihe savaş ekseninde yaklaşmamak zor olabilir. Yazar, 1913: Fırtınadan Önce kitabında bunu yapmayı büyük ölçüde başarmış. Gerçekten de fırtınadan öncesini anlatmış. Fırtına öncesi bir sessizlik değil ama fırtınalara gebe bir geçiş döneminin zekice çizilmiş portresini okumaya hazır olun. KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Bir atmosfer kurma ustası: Siegfried Lenz Ekmek ve Oyunlar’la başlayan, Almanca Dersi ve Saygı Duruşu romanlarıyla süregiden bir bağ oluştu, çağdaş Alman edebiyatının önemli temsilcisi Siegfried Lenz’le aramızda: Gücünü sözcüklerden alan bir yazar-çevirmen ilişkisi. A “İtiraf etmem gerekir ki, dünyayı anlamak için hikâyelere ihtiyacım var.” lman edebiyatına çocuk yaştan beri yakın olmama rağmen, Siegfried Lenz’le hayli geç tanıştım. On yıl öncesine kadar okuduğum tek eseri, ilk tiyatro oyunu Suçsuzlar Çağı-Suçlular Çağı’ydı (çev. Sezer Duru). Suç ve masumiyetin, dönem politikalarına ve bu politikaların biçimlendirdiği yargılara göre değerlendirilmesini tartışmaya açıyordu Lenz. İnsanları suç aracına dönüştüren baskı dönemleriyle işlenen suçların hesabının sorulduğu dönemlerin çelişkili halleri... İnsanlık tarihi boyunca güncelliğini koruyan suç kavramının, özellikle II. Dünya Savaşı’nı şekillendiren Nazi ideolojisi bağlamında, Lenz’in yazarlık yaşamının temel izleklerinden biri olduğunu bilmiyordum henüz. 1926’da Doğu Prusya’da doğan Siegfried Lenz, 1943-1945 yılları arasında donanmada görev yapmış, savaş bitmeden kısa bir süre önce Danimarka’ya kaçarken İngilizlere esir düşmüş. Savaşın izleri, kuşağının öteki yazarlarında olduğu gibi, onun eserlerine de yansıyor. Uzun bir kesintinin ardından Ekmek ve Oyunlar’la başlayan, Almanca Dersi ve Saygı Duruşu romanlarıyla süregiden bir bağ oluştu, çağdaş Alman edebiyatının bu önemli temsilcisiyle aramızda: Gücünü sözcüklerden alan bir yazarçevirmen ilişkisi. İlk çeviri: Ekmek ve Oyunlar Bir zamanların yıldız koşucusu Bert Buchner’in, on bin metrelik son koşusu boyunca geri dönüşlerle anlatılan hikâyesi Ekmek ve Oyunlar (1959), Lenz’den ilk çevirimdi. Tek bölümlük ve tek paragraflık, iki yüz sayfalık romanı okurken, ara vermeden, bir solukta bitirme isteği duymuştum; ben de o koşudaydım sanki, yarışarak ya da izleyerek, ama orada. İçerikle örtüşecek şekilde oluşturulmuş kesintisiz anlatım biçimi, yazarın atmosfer yaratmaktaki başarısıydı kuşkusuz. Romanda, ‘mutlak başarı’ya odaklı acımasız bir rekabet ortamında var olmaya çalışan insan, zaafları, tutkuları ve hırslarıyla mercek altına alınıyordu. Başarı koşullanmasının ahlâki değerlerin önüne geçmesinin bedeliyse ‘mutlak yalnızlık’tı: “Bert gittiğinde, Siegfried Lenz hikâye, modern zamanların her alanda dayattığı ve bireyin dışında kalamadığı sisteme bir eleştiri niteliğindeydi: “Bert her ne olduysa, tek başına olmadı, hepimizin payı var. Taleplerimiz ve beklentilerimizle kışkırttık, aslında bize de ait olmayan çelenkler sunduk ona.” Ekmek ve Oyunlar’ı 1968 tarihli Almanca Dersi izledi. Yazarın başyapıtı sayılan bu uzun romanı bir çırpıda bitirme ihtiyacı duymadım, tam tersine, tuhaf bir durağanlık içinde yoğun düşüncelere dalarak, hatta sonu geciktir- onu çevreleyen yalnızlığı daha önce asla hissetmediğim gibi hissettim, onu daha büyük bir yalnızlığın beklediğini de... Bu kaçınılmaz yalnızlık, galibe verilen ödül müydü? Tüm yolların sonu bu muydu? Kazandığı her şeyin bedelini ödemesi gerekmişti, her galibiyet onu kesin bir ayrılışa ya da bir hesabı kapatmaya yükümlü kılmıştı, başarısına yardımcı olanları sürekli arkasında bırakmak zorunda kalarak...” Bir dönemin spor dünyasının arka planını da gözler önüne seren bu 16 mek için sık molalar vererek okudum. Doğrudan savaşla değil, savaşın arka cephesiyle, yarattığı sonuçlarla ve biten savaşların ardından da sürüp giden mücadeleyle ilgileniyordu Lenz. “Bir Savaş Sonu” (çev. Zeyyat Selimoğlu) adlı uzun öyküsünde dile getirdiği gibi: “Savaş asla bitmeyecek, savaşa katılmış bizler için savaş asla bitmiş olmayacak.” Bitmeyen, insanın kendi kendisiyle mücadelesiydi aslında ve tam da bu nedenle bitmek bilmiyordu belki de... İki farklı zaman düzleminde geçen Almanca Dersi’ni, bir anlamda ‘Almanlık Dersi’ olarak da okumak mümkündü. Savaştan sonra Hamburg, Schleswig-Holstein ve Danimarka’da yaşayan yazar, kuzey bölgelerindeki yaşantıları, alışkanlıkları çok iyi biliyordu. Yöre halkının karakteristik özelliklerine ilişkin derin analizleri sonucunda, geçmişten gelen kodlamalarıyla, coğrafi koşulların, sert iklimin şekillendirdiği düşünme ve yaşama tarzıyla üç boyutlu bir resim çıkıyordu ortaya. Romanda, Naziler tarafından resim yapması yasaklanan bir ressamla onu denetlemekle görevlendirilmiş kasaba polisinin çatışmalı ilişkisi, polisin küçük oğlu Siggi’nin gözünden anlatılıyordu. Görev tutkusu uğruna insani değerlerden giderek uzaklaşan polis tiplemesi, Nazilerin insanlık dışı Yahudi soykırımında rol alanların ruh hallerinin de temsilcisi gibiydi. Onlar ‘görev’lerini yapıyorlardı yalnızca... Savaş suçlularının yargılandığı mahkemelerde sıkça dile getirilen “Ben yalnızca görevimi yaptım!” savunması, Lenz’i hayli meşgul etmiş olmalı. Görev sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, tutkuya dönüşen görev bilincinin ortaya çıkaracağı sonuçlar, emir-komuta zincirinde sıkışıp kalan insanın çıkış yolunu yine görevinde araması... Küçük çocuğun görev tutkunu babasıyla ilişkisinde yaşadığı kırılmalar, suç olarak nitelenen davranış biçimleriyle yansıyordu dış dünyaya. Siggi “görev kurbanı” bir suçluydu artık. Almanca Dersi, Lenz’in nasıl mükemmel bir anlatı ustası olduğunu ve üslupçuluk sanatında ulaşılacak zirveyi göstererek büyülemişti beni. Beklenmedik zaman sıçramalarıyla, bilinçli tekrarlarıyla, yer yer sembolik diliyle oluşturuyordu üslubunu. Başlangıçta okurla arasına mesafe koyan anlatımının yol aldıkça insanı tümüyle kavrayıp içine çekmesi, çeviri uğraşındaki temel meselemle de örtüşüyordu KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Amerika’nın kalbinde dünyanın en başarılı tasarım işlerine imza atan Ira Friedlander’ı Şems Baba yapan bir dönüşüm öyküsü… –çevirmenin kendisine yabancı olan bir dünyayı gitgide benimseyerek o dünyanın bir parçası haline gelmesiyle. Yazarın atmosfer yaratmaktaki başarısını bu ikinci çevirimde çok daha net algıladım. Son derece ayrıntılı betimlemelerini, uzayıp giden cümlelerini çevirirken güçlük çeksem de kimi zaman, Almanca Dersi dil ve anlatım teknikleri açısından bir ders niteliğinde oldu benim için. Bir ilk aşk hikâyesi: Saygı Duruşu Ardından Saygı Duruşu geldi; savaştan uzak, hüzünlü, naif bir ilk aşk hikâyesi bu kez, yazarın seksenli yaşlarındaki son verimlerinden. Bir lise öğrencisinin otuzlu yaşlarındaki İngilizce öğretmeni Stella’ya duyduğu aşk ve Stella’nın hazin sonu. Yine kuzeyde, hayali bir deniz kasabasında, denizin, balıkçı teknelerinin, küçük adaların dünyasında, danslarla, denizci müzikleriyle, sert rüzgârlar ve martılarla bezenmiş, gücünü konusundan öte, yalın, ancak kristalleşmiş anlatımından alan bir novella. Yine insanın özüne, insan gerçeğine ulaşma çabası, zamansız bir kaybın yarattığı isyanların dışa vurulmadan, sessiz kabullenilişi. Bu roman, dili hayli zorlu Almanca Dersi’nden sonra çevirdiğim için belki, yalın anlatımıyla dikkatimi çekti en çok. Yalınlığı oranında derinlik duygusu yaratan bir anlatım. Değerli dostum Selim İleri, aynı yalınlıkta ve derinlikte ifade ediyor bu özelliği: “Vardığı noktanın böylesine yalın –ve bir yandan da ‘yalçın’- oluşuna büyülenip kaldım. Çok çabuk sıradanlaşabilecek ilk aşk, ilk yakınlaşma, Lenz’in anlatışıyla iç yakıyor.” Lenz, balıkçı olmak istermiş gençliğinde, tüm yaşamı kıyı kentlerinde geçmiş. Denizi, rüzgârın yönüne göre değişen akıntıları, gökyüzündeki ışık değişimlerinin suda ve bulutlarda yarattığı renkleri, gelgit havzalarının ıssızlığını uzun uzadıya betimlemesi bu yüzden olsa gerek. Ortadoğu barışı konusunda mücadele veren İsrailli yazar Amos Oz, “O bir ressam,” diyor Lenz için, “sözcüklerle resim yapan bir ressam.” Benzer motifler, eserlerinde sıklıkla çıkıyor karşımıza. Denizler, göller ya da nehirler, uzun ve dingin balık tutma sahneleri, kuzeyin bataklık bölgeleri. Kendini bildi bileli pipo içtiğini söyleyen yazarın kahramanları da tütünle barışık, pipo ya da sigara düşmüyor ellerinden. Lenz, düşünsel gücünü ironi ve hüzünle harmanlayarak aktarıyor okuruna. Değişik anlatım teknikleri deniyor, geleneksel söyleyişlere, deyişlere yer veriyor. Kimi zaman abartılı, gerçek olamayacak benzetmelerle renklendiriyor metinlerini. Toplumdaki haksızlıkların, adaletsizliklerin ve totaliter gücün savunmasız birey üzerindeki etkilerine eğiliyor. Görünen hikâyeler anlatırken, arka plana, görünmeyene yönlendiriyor okurunu, içeride olup bitenlere, öze bakması için kışkırtıyor adeta. “İtiraf etmem gerekir ki, dünyayı anlamak için hikâyelere ihtiyacım var” diyor Lenz bir söyleşisinde. Yıllar önce Ekmek ve Oyunlar’da dile getirdiği gibi: “Bu hikâyeyi yazmaktaki amacım, yalnızca kendimizi anlamak belki de…” Edebiyatın temel işlevlerinden biri, bu değil mi zaten? Yazarlarda da, okurlarda da hep aynı arayış... 17 Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü’nün Sanat ve Kültür alanında “En Etkili 500 Müslüman” listesinde yer alan Shems Friedlander, hayatının dönüm noktalarını, Şeyh Muzaffer Ozak’la tanışmasını, tasavvuf yolunda ilerlerken mazhar olduğu ikramları, özetle bir ömrün harman zamanını Kış Hasadı’nda anlatıyor. ŞEHİR KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Ankara, iyi kalpli üvey ana Erhan Altan’ın Sanatımızda Bir Dönemeç: 50’li Yıllar, Ankara adlı çalışması başkentte kültür ve sanat hayatının capcanlı olduğu yıllara götürüyor okuru. Kitap, şair Ahmet Oktay, besteci İlhan Usmanbaş ve ressam Lütfü Günay’la yapılan söyleşilerden oluşuyor. SANATIMIZDA BİR DÖNEMEÇ: 50’Lİ YILLAR, ANKARA, ERHAN ALTAN, EDEBİ ŞEYLER, 96 SAYFA, 13,50 TL T ALİ EMİN TUNÇ aşra kentlerinden gelen genç sanatçıların ilk kalp çarpıntısı, tarifsiz heyecanı, çalkantılı umududur Ankara. Şiirde, öykü ya da romanda, resimde, tiyatroda, müzikte, hangi sanat dalıyla ilgiliyse onda aradığını tek tek bulacağı, avucunun içine alacağı umuduyla dikkat kesildiği yeni yuvasıdır. Derin bir keşif duygusuyla dolanıp durduğu yepyeni bir coğrafyadır. Tabii bütün bunlar başkente adım atan sanatçı adayının ilk günlerdeki duygusu, kaybetmek istemediği umudu, beklentisidir. Okuduklarının bu düşüncenin gelişip büyümesindeki katkısını unutmamak lazım elbette. Ne de olsa bu ülkenin sanat ve edebiyatında yer etmiş isimlerin çoğu Ankara’yla bir şekilde ilişki içerisinde olmuş, orada yaşamış, hatta yaşıyor. Attilâ İlhan’ın yayınevi yönettiği yıllar; Orhan Veli’den Cahit Külebi’ye, Cemal Süreya’dan Turgut Uyar’a, Ahmet Muhip Dıranas’tan İlhan Berk’e pek çok şairin dizelerine ilham olan sokaklar; resim sergileri, tiyatrolar, konserler; sanatçıların buluştuğu şık mekânlar… 1980’e kadar bu özelliğini bir derece sürdürüyordu Ankara. Darbe dönemiyle birlikte merkeze, İstanbul’a göz kırpmaya başlayan kültür ve sanat hayatı son dönemde Ankara’yı iyiden iyiye yalnız bıraktı. Çevirileri, şiir üzerine deneme ve incelemeleriyle tanıdığımız Erhan Altan’ın imzasını taşıyan Sanatımızda Bir Dönemeç: 50’li Yıllar, Ankara kitabı yukarıda değinilen ve netice itibariyle kaybedilen umudun kaynağına, o yıllara götürüyor bizi. Şair, yazar, gazeteci Ahmet Oktay; besteci, öğretim üyesi, müzik kuramcısı İlhan Usmanbaş ve ressam Lütfü Günay’la yapılan söyleşilerden oluşuyor kitap. Değişim yılları ve Ankara Ahmet Oktay, bir memur kenti diye bilinen Ankara’nın, bakanlıkları ve uygulayıcı kurumlarıyla genç cumhuriyetin cazibe merkezi olarak 1950’li yıllarda sanatçılar açısından öne çıktığını belirtiyor konuşmasında. Değişim yıllarıdır o yıllar. Savaş sona ermiş, ekonomi ve toplumsal hayat değişmeye başlamıştır. Bir yandan demokratikleşme çabaları, Amerikan yardımı, modernleşme, bürokratik düzenin siyasal yansımaları; bir yandan da şiirde dizenin işlevini yitirmesiyle yeni sulara yelken açılması, müzikte tonalitenin zorlanarak yer yer çözülmesi, resim sanatının figüratiften soyut resme doğru meyletmesi gibi gelişmelerle sanat dünyası yeni arayış- Bir zamanlar Ankara, Bankalar Caddesi Yakup Kadri’den nurullah Ataç’a... lar içindeyken, Ankara’da yaşayan sanatçıların bunlardan etkilenmemesi elbette mümkün değildi. Türkiye’deki sanatçılar dünyadaki değişimlerden daha hızlı haberdar oluyor, belli kaynaklara daha rahat ulaşabiliyorlardı artık. Bütün bu gelişmeler 50’lerin Ankara’sında özellikle şair ve yazarları bir araya getiriyordu. Erhan Altan, kitabın önsözünde, sanatsal atılımların ülkeye kaçınılmaz olarak geleceğini, “yeni”ye kucak açan Ankara’nın sanattaki eskiden kopuşa cesaret verdiğini belirttikten sonra, modern sanatın bu büyük patlaması elbette yeni başkentte gerçekleşecekti, diyor. O dönem Ankara’da çok canlı bir sanat hayatı görülse de Ahmet Oktay, Ankara’nın hiçbir zaman sanatın merkezi olmadığını düşünüyor ve sanatçıların sonraki yıllarda yeniden İstanbul’a çekildiğini söylüyor: “Yayınevlerinde müthiş bir patlama oldu, çünkü edebiyat müthiş bir endüstri olarak çalışıyor burada. Bir edebiyat endüstrisi vardır, onun içinde faaliyet göstermeye çalışıyoruz. Bu edebiyat endüstrisi romanı biçimlendirdi. Şiiri demiyorum, çok şükür şiire kimse karışamıyor, egemen olamıyor, ama roman dünyası artık bu endüstrinin ilkeleri doğrultusunda üretiliyor.” Kitabın en oylumlu ve doyurucu söyleşisi Ahmet Oktay’la yapılan. Atatürk döneminde Ankara’da açılan Karpiç Lokantası’ndan, Yakup Kadri, Nurullah Ataç, Ahmet Muhip Dıranas, Çetin Altan, Şahap Sıtkı, Orhan Veli, Mehmet Kemal gibi isimlerin buluştuğu mekânlardan, o dönem çıkarılan dergilerden, siyasal eğilimlerden söz açılıyor. Hergele Meydanı’ndaki 15. Yıl Kıraathanesi, Ulus Posta Caddesi’ndeki Kürdün Meyhanesi, Bomonti Gazinosu, Özen Pastanesi… Oralarda karşılaşan eski ve yeni kuşaklar. Tanışmalar. Ahmed Arif, Enver Gökçe, Kırşehir’de öğretmenlik yaparken sık sık Ankara’ya gelip giden İlhan Berk... Söz daha çok ikinci yeni etrafında şekilleniyor. Erhan Altan’ın bu konudaki yaklaşımı dikkat çekici; sorusunu derinlemesine bir yoruma sarıp sarmalayarak yöneltiyor: “İkinci Yeni’nin yaptığına bakınca, bir kere sentaksı kırdılar. Ne bileyim, bunun bir ileri aşaması, sözcüğün yapı taşı cümleydi, yapı taşını sözcük görüp sözcükle oynamaya başlanabilirdi, hiç kimse böyle bir şey yapmadı. İkinci Yeni’ye dâhil görünen şairler bunu yapmak zorunda değildi, bir sonraki kuşak yapabilirdi. 18 Ama sonraki kuşak gelmedi, bu anlamda gelmedi. Acaba birtakım sınırların belirlenmesi gibi bir durum mu oluştu?” Artık bir taşra kentinden farkı yok Ahmet Oktay sorulara cevap verirken bir iç hesaplaşma yapmayı da ihmal etmiyor. Sohbet zaman zaman Ankara’nın dışına çıkıp edebiyat, sanat ve düşünce dünyasının geniş coğrafyasına uzanıyor. Bu arada “İkinci Yeni” adını koyan kişinin Muzaffer İlhan Erdost olduğunu öğreniyoruz Ahmet Oktay’dan. Ve diyor ki Ahmet Oktay: “Sanatın öğrenciliğini yapmadan sanatı sevmek mümkün değil.” İlhan Usmanbaş ve Lütfü Günay o yılların Ankara’sının müzik ve resim dünyasında dolaştırıyorlar bizi. Ama müzisyenler ve ressamlar arasındaki ilişkilerin edebiyatçılarınki kadar canlı olmadığını öğreniyoruz. Her üç sanatçı da 50’li yıllardaki geniş caddeleri, tiyatroları, gece gidilen mekânları için sevmişler Ankara’yı. Şimdi bunların hiçbiri kalmadı Ankara’da. Caddeler otobana dönmüş durumda, hava kararır kararmaz herkes evine çekiliyor, toplu taşıma hizmeti erken saatte sona eriyor. Herhangi bir taşra kentinden farkı yok artık Ankara’nın. HATIRA KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yitik bir dünyanın çetelesi: Said’in anıları Yersiz Yurtsuz, Anılar adlı eser, Edward Said’in doğumundan akademik hayatına başlamasına kadarki anılarını içeriyor. Ön planda Said’in ve ailesinin hikâyesi var. Kitapta Edward Said’in sadece Ortadoğu’da değil, Amerika’da geçirdiği yıllar da yer alıyor. YERSİZ YURTSUZ, EDWARD W. SAID, ÇEV.: AYLİN ÜLÇER, METİS YAYINCILIK, 408 SAYFA, 30 TL E si akşam altıya kadar girebildiği bir elit okulu olarak anlatılıyor. Benzer eleştiriler Harvard için de var. Entelektüel gelişimini ise ufuk açan birkaç hocanın dışında şöyle özetliyor Said: “Saatlerce, günlerce, haftalarca doymak bilmezcesine kitap okuduğumu hatırlıyorum.” (s. 381) Benzer cümleleri tüm entelektüel formasyonu için de kuruyor: “Müzik, yazın ve felsefe tarihine ilişkin okumalarım hem öğrenci hem de öğretmen olarak yapıp ettiğim her şeyin temelini oluşturdu.” (s. 365) Said, dilinin ve zihninin tüm imkânlarını kullanarak ve adeta hiçbir engel tanımadan hayatının bu dönemine ait anılarını kaleme almış. Anılarında bir edebiyat eleştirmeni, bir akademisyen, bir müzikolog olmanın getirdiği tüm avantajlar mevcut. Bunun yanında son derece insani, sıcak bir tarzı var. Said bu anıları yazdığında altmışlı yılları aşmış. Annesini şöyle betimliyor: “Onun kollarının arasında olmak cennetten çıkma bir mutluluktu.” Ya da Amerikan pasaportunun Ortadoğu’daki nüfuzunu şöyle anlatıyor: “…birer muska misali taşıdığımız Amerikan pasaportlarımız bizleri Filistin üzerinden oynanan siyasi oyunlardan sakınıyordu.” (s. 165) ZEKERİYA BAŞKAL dward Said, edebiyat kuramları ve eleştirisi, siyaset, karşılaştırmalı edebiyat ve müzik alanlarında en önemli ve çok tartışılan entelektüellerden biridir. Bu konularda onun eserlerinden bahsetmemek, ona gönderme yapmamak hemen hemen imkânsızdır. 1978’de yayımlanan Şarkiyatçılık, Ortadoğu çalışmalarında, postkolonyal eleştiride hâlâ kült kitaplardandır. Olayların Ağında İslam, Kültür ve Emperyalizm, Entelektüel gibi eserleri bu alanlara ilgi duyanların mutlaka okuması ve üzerinde düşünmesi gereken eserlerdir. Yersiz Yurtsuz, Said’in doğumundan profesyonel hayata başlamasına kadarki anılarını içeriyor. Ön planda Said’in ve ailesinin hikâyesi var. Ancak Edward Said o kadar karmaşık bir ilişkiler ağı içinde büyümüş ki bu kişisel hikâyede Amerikan kimliğinden İsrail’in kuruluşuna, Nasır milliyetçiliğinden Princeton Üniversitesi’ndeki erkek egemen havaya kadar pek çok tarihsel ve toplumsal katmana rastlamak mümkün. Said anılarını 1994’te yazmaya başlamış. Bundan birkaç yıl önce, 1991’de kendisine kanser teşhisi konulmuş. Anıları, İngilizce’de 1999’da yayımlanmış. Kitabı Türkçede İletişim Yayınları 2003’te basmıştı. Elimizdeki eser ise aynı çevirinin Metis tarafından basılmış hali. Kitabın hikâyesinden bahsetmişken Aylin Ülçer’in son derece başarılı bir çeviri ortaya çıkardığını da söyleyelim. Said gibi birkaç dili konuşan ve İngilizceyi nüanslarıyla yazabilen bir yazarı Türkçeye çevirmek kolay bir iş değildir. Kitabı okurken çeviri tadı almıyorsunuz ve eğer İngilizceden de okumuşsanız Said’in sesini duyabiliyorsunuz. Çevirinin başarı ve güzelliğindeki tek istisna, çevirenin bana göre gereksiz bir şekilde ısrarcı olduğu “çoğun” kelimesi. UNUTULMUŞ BİR DÜNYAya dair Said, kitabın büyük bir kısmını hastalık ya da tedavi dönemlerinde yazdığını söylüyor. Anıları “yersiz yurtsuz, büyük ölçüde yitik ya da unutulmuş bir dünyanın çetelesini çıkarmak” ve “ölümcül olan hastalığını öğrendikten sonra yaşadığı hayatın öznel bir muhasebesini ardı[n]da bırakmak” için yazdığını ifade ediyor. Farklılıkların hayatının bir parçası olduğunu ve bundan dolayı hiçbir tek kimliğe indirgenemediğini, giderek bu yersiz yurtsuzluğa alıştığını ve yersiz yurtsuz olmayı yeğlediğini vurguluyor. Uyumak istemeyen yazar Edward Said (1935-2003) absürtlüğünden, muhteşem kelimesinin daima İngiliz tarihine gönderme yaptığından bahsediyor. Anılarında gördüğümüz iki ana izlek ,Said’in annesiyle ve babasıyla olan ilişkisi. Said ta küçüklüğünden annesinin ve babasının ölümlerine kadar ikisiyle olan ilişkisini büyük bir dikkat ve ayrıntı zenginliğiyle sunuyor. Annesinin şefkatli ama buyurgan duruşu, babasının Amerika’da sadece 10 yıl yaşamış olmasına rağmen ömür boyu devam eden ve hiçbir şekilde sorgulanmasına izin vermediği, milli günlerde işyerine Amerikan bayrağı asmasından Şükran Günü hindi yemesine kadar ayrıntılarla süslü Amerika’ya bağlılığı, Said’in canlı ve güçlü gözlemleriyle anlatılıyor. Said’in hatıralarında, sadece Ortadoğu’da değil Amerika’da geçirdiği yıllar da var. Princeton ve Harvard Üniversiteleriyle ilgili gözlemleri ilginç. Örneğin, 1950’li yılların Princeton’ı son derece muhafazakâr, entelektüel hiçbir ortam sunmayan, kadınların sadece cumarte- Yazar, kışları Kudüs’te yazları Kahire’de yaşayan bir ailede doğmuş. Annesi Lübnanlı, babası Amerikan vatandaşı. Aile Hristiyan ve Arap. Said, Kahire’de bir İngiliz okuluna gidiyor. Adı bir İngiliz kralının adı ve soyadı Arapça. Said’in tek bir yere, milliyete, kültüre ait olamama ya da birbiriyle kesişen kimliklere ait olma hali, diller için de geçerli. Küçük yaşlardan itibaren Arapça, İngilizce ve Fransızca konuşuyor. Özellikle Arapça ve İngilizce arasında sürekli gelgitler yaşıyor, birini konuşurken diğerini hatırlıyor. Bunda annesinin onunla her iki dilde konuşmasının ve ona daima İngilizce yazmasının etkisi var. Said taşıdığı özelliklerin kimliklerle olan bağını nasıl fark ettiğini kişisel anekdotlarla anlatıyor. İngiliz okuluna giderken okuldaki öğrencilerin çoğunun İngiliz olmamasına rağmen İngilizcenin zorunlu olmasından, İngiltere’nin çayırlarından, dağlarından, krallarından oluşan müfredatın 19 Eserin hemen her yerinde nesnel ve mesafeli bir entelektüelin sesiyle, günleri sayılı olduğunu bilen bir fâninin sesi birbirine karışıyor. Eserde bu nesnel duruş ve insani yönle ilgili pek çok öğe var. Ancak benim en ilginç bulduğum, yazarın uykuya direnişi ve hayatı kutsayışı: “Uyku insanın farkındalığını sekteye uğratan her şey gibi ölümden farksız benim gözümde… Uykusuzluk, ne pahasına olursa olsun arzulamaya devam edeceğim kutlu bir hal.” (s. 388) Kitabın sonu adeta aceleye getirilmiş gibi. Onca anekdottan, onca hatıradan sonra yazarın bunları bir yere bağlamasını, birkaç sayfayla da olsa bir muhasebe yapmasını bekliyor insan. Bu durum kim bilir belki de sonunun yakın olduğunu bilen bir insanın tıpkı uykuya direndiği gibi bir son yazmaya da direnmesi olarak açıklanabilir. Said, büyük bir açıkyüreklilik ve güçlü bir dille hayatının ilk 23 yılını zaman zaman siyasete, Ortadoğu ve ABD tarihine değinerek anlatmış. Çok yönlü, çok katmanlı, çok zengin bir zihnin muazzam bir kültürlerarası tecrübe, dil, müzik ve felsefe bilgisiyle yoğrularak hayata ve kendine bakışından öğrenebileceğimiz çok şey var. Kesinlikle okunmalı! SÖYLEŞİ KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ ‘Düzyazıyla şiiri büsbütün farklı görmüyorum’ Şavkar Altınel gezi yazısı, anlatı ve anı karışımı diye nitelenebilecek yeni kitabı Hotel Glasgow’da anlatıcı “Şavkar”ın peşinden Glasgow’un ve Paris’in mekânlarında dolaştırıyor okuru. Altınel ile kurmaca ve gerçek kişileri anlattığı kitabını konuştuk. HOTEL GLASGOW, ŞAVKAR ALTINEL, YAPI KREDİ YAYINLARI, 108 SAYFA, 8 TL Ö çaklar” da yalnız kültürel kimliklerinden değil, kimliklerinin her boyutundan kaçma çabası içinde olduklarından dilin onlar için tek başına belirleyici olması imkânsız. Benim için de aynı şekilde dil hayatımdaki öğelerden yalnızca biri; kimliğimin tümüne sahip çıkabileceğini sanmıyorum. CAN BAHADIR YÜCE nceki düzyazı kitaplarınızdan farklı olarak Hotel Glasgow’da üçüncü tekil kişi anlatımı var. Murakami geçenlerde ancak birinci tekil kişi anlatımıyla yazarsa metinle samimi bir ilişki kurabildiğini söylüyordu. Sizin bu tercihinizin sebebi ne? Hotel Glasgow her şeyi arkalarında bırakıp hayatlarından (kaldıkları o “otel”den) çıkıp gitmek isteyen ve tabii sonunda bunun imkânsız olduğunu keşfeden bir dizi kurmaca karakter ve gerçek insanla ilgili. Kendimden üçüncü tekil kişiyle söz etmeyi, böyle bir çıkışın hiç gelmeyeceğini, olduğumuz insandan başka bir şey olamayacağımızı işin başından kabul etmek için seçtim ve kitabın daha ilk kelimesinin “Şavkar” olmasına özen gösterdim. Ama zihinsel olarak kabullendiğim Şavkar olma gerçeğini duygusal olarak kabullenip kabullenemediğim tartışılabilir tabii. Şiirlerinizde de sinema anlatımına yaklaşan örnekler var ama sinemacılara da hatırı sayılır bir yer ayırdığınız Hotel Glasgow’da bunun doruğa çıktığını düşünüyorum. Sinema-edebiyat ilişkisine dair görüşünüz nedir: Sinema şiire mi yakın, düzyazıya mı? Yahya Kemal, eski kültürümüzün resimsizlik ve nesirsizlik gibi iki “feci noksan”ı olduğunu söyler. Bu saptamanın ne kadar doğru olduğunu söyleyebilecek kadar eski kültürümüzle tanışık değilim. Ama ülkemizde resim ve düzyazının hâlâ biraz hor görüldüğü, “milli sanatımız” şiirin de bir tür anti-resim ve anti-düzyazı olarak algılandığı ve resim ve düzyazıdan uzaklaştığı ölçüde şiir sayıldığı ileri sürülebilir. Bense, bu önyargılara duyduğum tepkiden çok, kendi gereksinimlerime karşılık vermek için resme ve düzyazıya ya da, daha geniş bir şekilde söyleyecek olursak, göstermeye ve anlatmaya dayalı bir şiir geliştirdim. Vermeer’in tablolarından çizgi romana kadar görsel sanatlarla, yazmaya çalıştıklarım arasındaki ilişki bundan önceki kitabım Mavi Defter’de ayrıntılı olarak mercek altına alınıyor, Hotel Glasgow’da da, evet, sinema gündemde. Sinema benim için edebiyatın ikiz kardeşi gibi. Dünyayı okura göstermeye çalışan bir yazar olarak film tekniklerinden her zaman yararlandım. Ölçü bu olunca belki bazıları sinemanın gözümde düzyazıya daha yakın olduğunu düşünebilir, ama benim düzyazıyla şiiri işin başından o kadar kesin bir şekilde birbirinden ayırmadığımı da unutmamak gerek. Kitabınızı okurken aklımda Sabri Esat’ın dizesi vardı: “Pasaport bir yolculuk romanıdır.” Birçok yolculuğundan metinler üretmeyi bilmiş bir yazar olarak bu dize hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Pasaport denilen belgenin içerdiği ironi, bir yandan yukarıda andığım şekilde “her şeyi ardımızda bırakıp” gitmemizi mümkün kılıyormuş gibi dururken, bir yandan da ardımızda bırakmak istediğimiz o şeylerin hepsini bir “kimlik” halinde yanımıza almaya bizi zorlaması. Yolculuklardan metinler üretmeye gelince, yolculukla yazı arasında bir dizi benzerlik olduğu kuşkusuz. Yazı da sizi hayatınızdan çıkartıp başka birine dönüştürebileceğini söylüyor. Bu bir ölçüde gerçekleşiyor da: Yazarken günlük hayatınızda olduğunuzdan daha zeki, ince, duyarlı bir kimse oluyorsunuz. Ama, gene bu kitapta anlatmaya çalıştığım gibi, bu mutlak bir değişim değil; yazar kaçmaya çalıştığı eksik ve kusurlu insanı da beraberinde götürmekten kurtulamıyor ve çoğu defa da anlattığı bu insan ve onun hayatı oluyor. Dahası, anlatılması gereken de bence zaten bunlar. Hepimiz Nabokov’un sözünü ettiği, her gün gördüğü parmaklıkların resmini yapan zavallı maymun gibiyiz: İçinde olduğumuz kafeslerden başka işleyebileceğimiz bir konu yok. Hotel Glasgow kimlik arayışıyla ilgili bir kitap. Bu arayışın dille ilişkisini sormak istiyorum: Örneğin, Türkçe dışında bir dille yazmayı hiç düşündünüz mü? Kimlik meselelerini içinde tartıştığımız dil, aslında kimliğimiz değil mi? Şiir ve düzyazı demişken, asıl yapmak istediğinizin şiir değil düzyazı olduğunu bu kitapta da tekrarlıyorsunuz. “Edebi hiyerarşide” düzyazıyı şiirin üstüne koymak bana hep ilginç görünür (tam tersini düşünenlerdenim). Düzyazıya atfettiğiniz konumu biraz açar mısınız? Şavkar Altınel Kimlik arayışından çok, bir tür kimliksizlik arayışı ya da kimlikten kurtulma isteği söz konusu. Kurtulmak istenilen kimliğe belki kültürel kimlik de dâhil. Şavkar’ın, gençlik yıllarında ne kadar etkilendiğini uzun uzun anlattığı iki filmden Paris’te Son Tango’nun başkahramanının çeşitli ülkelerde yaşamış bir Amerikalı, Yolcu’nun başkahramanının da üniversiteye Amerika’da gitmiş bir İngiliz olması rastlantı değil. Ama bu insanlar da, Hotel Glasgow’daki öteki “ka- 20 Dediğim gibi, düzyazıyla şiiri büsbütün değişik türler olarak görmüyorum. Aralarındaki fark bence niteliksel değil niceliksel. Şiir düzyazının asgariye indirilmiş şekli, düzyazı ise daha karmaşık, daha zengin, daha doyurucu bir şiir. Benim düzyazıyı tercih etmem bu yüzden. Düzyazıda da şiirlerimde işlediğim konuları işlediğimi, ama bunu daha ileri bir düzeyde yaptığımı düşünüyorum. Ne KÝTAP ZAMANI SÖYLEŞİ 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ “Ne kadar yalın bir roman bu. Ne kadar incelikli, ne kadar güçlü… O kadar farklı, öyle biricik ki. Unutulmaz. Sıradışı…” Doris Lessing, The Independent yazık ki düzyazının önemsiz olduğu inancı kültürümüzde o kadar yaygın ki herkes bu görüşümü paylaşmıyor. Son derece zeki insanların bile bana hâlâ, “Peki, yeni şiir var mı?” diye sorduğu olabiliyor. Ben de her seferinde, “Evet, var, daha geçenlerde uzun bir şiir yayımladım,” deyip son düzyazı kitabımın adını veriyorum. 70’lerden söz ederken, o yıllarda edebiyatı önce kurmaca olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Yıllar içinde fikriniz ne kadar değişti ve kurmacaya bakışınızı değiştiren ne oldu? Ben kurmacaya hâlâ inanıyorum, ama kurmaca artık kendine inanmıyor. Kurmaca nedir? Hayatın, belli bir anlamı olacak ya da belli bir duygu uyandıracak şekilde yapılmış bir resmi. Dolayısıyla da bütün edebiyatın kurmaca olduğu, şiirle düzyazı arasında önemli bir fark bulunmaması gibi, kurmacayla kurmacadışı edebiyat arasında da önemli bir fark bulunmadığı söylenebilir. Benim bütün kitaplarım başımdan geçen gerçek olaylarla ilgili olsa da, her zaman bu olayları okura bir şeyler söyleyen bir tür “hikâye”ye dönüştürmeye çalıştığım için yazdıklarımda sonuçta belli bir kurmaca öğesi var. Ama bir yazarın söylediklerinin gerçek hayatta boğuştuğu bir şeylerden kaynaklandığına inanabilmek benim için önemli ve gezi, anı, otobiyografi gibi türlerin içerdiği “yaşanmışlık” bunu kolaylaştırıyor. Kurmacanın en kapsamlı örneği roman ise şimdilerde aksine, ne kadar postmodern olduğunu kanıtlamak umuduyla, “gerçek hayat” kavramını alaya alıp her şeyin uydurmaca olduğunu ileri sürmekle meşgul. Bu bana o kadar çocukça geliyor ki romandan soğudum. Hotel Glasgow yayımlandıktan birkaç gün sonra Kaya Genç’ten “Kahramanın adı, ama sadece adı değişse kitap roman olmaz mıydı?” diyen bir ileti aldım. Ne demek istediğini anlıyorum, ama açıkladığım nedenlerden kahramanın “Şavkar”, kitabın türünün de “anlatı” olarak kalması bence daha iyi. Kitabın belki de en etkileyici sayfaları Afro-Amerikan yazar Richard Wright’a dair bölüm. Başka bir ülkede yaşamayı seçen bir tür sürgün, yakınlık kurduğunuz bir başka isim. Yurt dışında geçen onca yılda kendinizi hiç “sürgün” ya da “gönüllü sürgün” diye tanımladığınız oldu mu? Amerika’dan taşındığı Paris’te her şeyini, dostlarını, kalemiyle kazandığı servetini, sağlığını ve en önemlisi de yazma gücünü kaybedip sonra da elli iki yaşında ölen Wright’ın hikâyesi gerçekten çarpıcı olsa da, kitapta ülkesinden uzakta olan bir tek o değil, herkes aynı konumda. Ama her şeyden kaçmak istediklerinden içinde bulundukları durumu sürgün olarak görmüyorlar. Benim de kendi durumuma o gözle baktığım hiç olmadı. Yaşadığım yerlerde başka bir yere ait olduğumu duyarak değil, hiçbir yere ait olmadığımı duyarak yaşadım. Şavkar’dan başka birisi olamayacağımı, bu nedenle de onun ait olduğu yerlere ait olmam gerektiğini artık bilmeme rağmen bu garip duygu beni bütünüyle terk etmiş de değil. Zaman içinde tek değişen yanı, eskiden özgürleştirici gibi durmuşken şimdi rahatsız edici gelmesi. Kitabın anlatıcısı değil ama kahramanı (“Şavkar”) mutlu olabilmenin “bir yetenek işi” olduğunu anlamış zamanla. Bir başka sayfada ise onun “yetenek diye soyut bir gücün” varlığına inanmadığını öğreniyoruz. Mutlu olmak (bir yetenek, eğilim sezgi; ne dersek diyelim) şairlerde, yazarlarda bulunmayan bir özellik mi? Şavkar sanatın yetenekten değil, sanata, yani her şeyin bir yerinin ve anlamının olduğu daha uyumlu, düzenli, güzel bir dünyaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyor. İnsanın böyle bir ihtiyaç duyabilmesi için normal hayatını anlamsız, düzensiz, çirkin vb. olarak algılaması gerek. Bu da bir anlamda mutsuzluğun tanımı olduğuna göre böyle bir ruh halinin gerçekten de sanatın önkoşulu olduğu söylenebilir. Ben kendimi çok mutsuz biri olarak görmüyorum gerçi, ama kim bilir, belki büyük bir yazar olmamamın nedeni de zaten yeterince mutsuz olmamamdır. Anlatıda çok ince bir mizah da var. Hayatınızı İ. Ö. (İskoçya’dan Önce) - İ. S. (İskoçya’dan Sonra) diye ikiye ayırmanız bunun bir örneği. Bir gün İ.Ö. hakkında da bir kitap okuyabilecek miyiz? Asıl sarsıcı malzemenin İ.Ö.’de saklı olduğuna dair bir izlenim edindim Hotel Glasgow’dan... Ne dersiniz? “İskoçya’dan Sonraki” yıllara nankörlük etmek istemem. Hayatımda yapmak istediklerimi az çok bu dönemde yaptım, dünyanın birkaç köşesini gördüm, bir şeyler yazdım vb. Ama tabii “İskoçya’dan Önceki”, her şey olabileceğine, her yere gidebileceğine inanan, genç, iyimser, umutlu Şavkar’ı da gene bu dönemde kaybettim. Hotel Glasgow da zaten bir anlamda bunun hikâyesi. O eski Şavkar’ı bir defa daha içimde diriltip yazabilir miyim, yazmak ister miyim, emin değilim. 21 İki küçük kızın dostluğunu anlatan Buz Sarayı, çocukluğun gizli kederini incelikle işliyor. Bitmeyen, upuzun bir kışın ortasında filizlenen bu dostluk, uçsuz bucaksız bir yalnızlığın başlangıcı oluyor. Türkçenin en önemli şairlerinden Melih Cevdet Anday’a 1973 TDK Çeviri Ödülü’nü; Tarjei Vesaas’a ise 1963’te Kuzey’in Nobel Edebiyat Ödülü sayılan İskandinav Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Buz Sarayı soğuk, uzak bir diyarın dostlukla alevlenen sessiz şiirini dillendiriyor. KÝTAP ZAMANI Yeni dönemin ruhu L ROMAN 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Sevimli bir ihtiyar olarak Tanpınar Latin Amerika edebiyatının dünyaca ünlü ismi, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mario Vargas Llosa’nın dilimizde yayımlanan son kitabı Ketum Kahraman, her ne kadar adı tek kahramanı çağrıştırsa da, iki ayrı kentte yaşayan iki karakterin öyküsünü anlatan bir roman. Nazlı Eray’ın Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatından kimi sahneleri romanlaştırdığı Aydaki Adam Tanpınar, son yıllarda sayısı iyice artan Tanpınar kitaplarına eklenen son eser. Birçok kitapta anlatılan Ahmet Hamdi’den farklı bir portre bu; sevimli, bohem bir ihtiyar Nazlı Eray’ın Tanpınar’ı. KETUM KAHRAMAN, MARİO VARGAS LLOSA, ÇEV.: HAVVA MUTLU, CAN YAYINLARI, 416 SAYFA, 29 TL AYDAKİ ADAM TANPINAR, NAZLI ERAY, DOĞAN KİTAP, 304 SAYFA, 22 TL İNAN ÇETİN atin Amerika edebiyatının dünyaca tanınan yazarlarından Mario Vargas Llosa’nın Ketum Kahraman adlı romanı, Jorge Luis Borges’in bir öyküsünden şu alıntıyla açılıyor: “Bizim en yüce görevimiz bir labirent ve bir ip olduğunu hayal etmektir.” Bu söz edebiyatçıların sanatsal, estetik yükümlülüklerini anımsatır ki Mario Vargas Llosa hep estetik değerleri önde tutan yazarlardan olmuştur. Llosa pek çok ödüle değer görülmüş ve sonunda dünyanın en saygın ödülü olan Nobel’i kazanmıştır (2010). Deyiş yerindeyse, hem ulusal hem de uluslararası edebiyat camiası Mario Vargas Llosa’nın değerini bilmiştir. Mario Vargas Llosa, doğduğu ülke olan Peru’da, 1990’da başkanlık seçimlerinde aday olmuş ve yarışı kaybetmişti. Pek çok çevrenin ortak kanısı şuydu: Llosa seçimi kazansa bile bu, edebiyat için bir kayıp olacaktı. Çünkü edebiyat ölümsüz, siyaset ise sadece tarihî bir öneme sahiptir. Sonuçta Llosa başkanlık yarışını kaybetmiş ve girdiği yarıştan çok şey öğrenerek çıkmış, bunu da şöyle özetlemiştir: “Bir siyasetçi değil, yazar olduğumu öğrendim.” Edebiyat siyaset için kullanILamaz Llosa, Peru’nun ve genel olarak Latin Amerika’nın toplumsal ve siyasi gerçeklerini edebiyatına taşımış, her zaman siyasetin içinde olmuştur. Pek çok romanında baskıcı ortamdaki özgür bireyin mücadelesi göze çarpar. Şu sözler Llosa’ya ait: “Edebiyat için siyaseti kullanabilirsiniz ama bunun tam tersini asla yapamazsınız.” Şimdi bu hat üstünden, Llosa’nın son romanı Ketum Kahraman’a kısaca göz atalım. Ketum Kahraman, her ne kadar adında tekil kahraman olsa da, iki ayrı kentte yaşayan iki karakterin paralel öyküsünü anlatıyor: Sıcak kent Piura’da bir taşımacılık şirketinin sahibi olan Felicito Yanaqué ve Peru’nun başkenti Lima’da sigortacılık yapan Ismael Carrera. Hayat bir rutin içinde, her şey kendi halinde ilerlemektedir. Ama değişen şeyleri görüp fark ettikçe kahramanlarımızın hayatları altüst olur. Felicito, “evinin tahta kakmalı eski kapısına, bronz kapı tokmağının olduğu yere” sıkıştırılmış bir zarf bulur. Piura’da S kötü koşullarda yaşayan bir sürü insanın bulunduğu ve yağmacılık, çapulculuk yaptıkları belirtilen mektupta Felicito’dan taşımacılık şirketini koruma adı altında haraç istenir. İmza yerine bir örümcek resmi bulunan mektubu bir mafya örgütü göndermiştir. Felicito’nun ise mafyaya boyun eğmeye niyeti yoktur. Onu okutup büyüten babasının sözlerini anımsar: Kendini kimseye ezdirme! Sürükleyiciliğini hiç yitirmeyen Ketum Kahraman’ın diğer karakteri Ismael Carrera’nın başına gelenler de düzenin bozulmasına yol açar. Ismael, şirketinin yöneticisi Rigoberto’ya yıllar sonra her türlü olanağı sağlamaya kararlıdır; ondan istediği tek şey, seksen yaşında yapacağı evlilikte şahitlik etmesidir. Rigoberto ise artık kültür ve sanatla ilgilenmek, ailesiyle güzel vakit geçirmek istemektedir. Ismael’in isteğini kabul eder ama onun açgözlü çocukları başlarına belâ olacaktır, çünkü arada miras bölüşümü vardır. TEMEL KARATAŞ ağcı mıydı, solcu mu? Batılı mıydı, muhafazakâr mı? Batıcı mıydı, Doğucu mu? Kimdi Ahmet Hamdi Tanpınar? Bu sorular ölümünden yıllar sonra gündeme geldi ve binlerce kez soruldu, bu sorulara onlarca farklı yanıt verildi. Kafalardaki farklı Tanpınar’lar hiçbir zaman tek vücutta buluşamadı. Ancak yazarın zamanla daha iyi anlaşıldığını söylemek yanlış olmaz. En azından yalnızca edebiyat alanında değil, sosyoloji alanında da tartışabiliyoruz onu. Çünkü hakkını yediğimiz önemli niteliği, toplumsal dönüştürücü olma rolüydü Tanpınar’ın. Zihin ve fikir dünyasına ilişkin çok önemli işaretler içeren günlükleri ölümünden neredeyse yarım asır sonra yayımlanan Tanpınar, yıllar boyunca yalnızca muhafazakâr camianın simge isimlerinden biri, “sağcı” bir yazar olarak algılandı. Oysa CHP milletvekiliydi. Dahası, Beyoğlu’nda bohem bir hayat sürdüğü vakiydi. “Tam Müslüman mıyım bilmem. Milletimin Müslüman olduğunu unutmuyorum ve Müslüman kalmasını istiyorum. Garplıyım. Hıristiyanlığın daha iyi, daha zengin miraslarla, daha iyi işlendiğine eminim.” diyen Tanpınar, kendi tasavvur dünyasını belli ki kolay açıklanabilir ve konformist bir muhafazakârlık çerçevesinde kurmamıştı. Biraz yakından bakıldığında modernist ve modernleşmeci yanlarının baskın olduğu görülebiliyor, at gözlüğüyle, Kemalist bir okuma yapıldığında ise hayli kafa karıştırıyordu. Neyse ki kitaplarını basan yayınevinin bir dönem değişmesinin de (Dergâh’tan YKY’ye) etkisiyle okur kitlesi farklı tabanlara yayıldı ve önemli bir ilgi alanı, hatta odağı oldu Tanpınar. Baskıcı kurumlar, açgözlü kişiler Kuşkusuz ki kitabı birkaç sözcükle özetlemek güç, böyle bir niyetim de yok. Ama şunu söyleyebilirim: Ketum Kahraman’ın bu renkli kişilikleri, yeni bir gerçekliğe tanıklık ediyor. Buna ister dalaverecilik, ister Peru’nun ya da Latin Amerika’nın eskiyle harmanlanmış yeni ruhu deyin, ama kitabı gülümseyerek okuyacağınızdan, rahat okunur ve samimi bulacağınızdan kuşkum yok. Ketum Kahraman, Llosa’nın külliyatında önemli bir yere sahip olacaktır ki, bence romanda günümüzde hâkim görünen ve kendi değerlerini, ideallerini, üstünlüklerini dayatan yeni dönemin ruhu var. Mario Vargas Llosa edebî büyüteciyle, adeta üstü örtülmüş yeni gerçekliği, Peru’nun yeni kahramanlarını mercek altına alıyor diyebiliriz. Bu yeni Peru’dur belki, ama baskıcı rejimlerin yerini baskıcı kurumlar, açgözlü kişiler, şirketler, kıskançlıklar almıştır; sistemin özündeyse aslında değişen pek bir şey yoktur. Başkalarının ideallerine ya da arzularına göre yaşamamanın hangi kurallara dayandığı açıktır: Cesur olmak ve kendini ezdirmemek. Ketum Kahraman’ın arka planında görünen bu dünyanın renkli simalarıyla tanışacaksınız, elbette bütün sınırları aşıp insan ruhuna bakan bir gözlemci eşliğinde. Nazlı Eray’ın Tanpınar’ı Nazlı Eray’ın yeni romanı Aydaki Adam Tanpınar da Ahmet Hamdi’yi anlatıyor. Birçok kitap, birçok metin, birçok tez gibi… Ancak romanın anlattığı Ahmet Hamdi, girişte sözünü ettiğimiz ya da birçok kitapta anlatılan Ahmet Hamdi değil! Sevimli, bohem bir ihtiyar Nazlı Eray’ın Tanpınar’ı. Okurun belleğinde ilk bu sinyal çakıyor. Sahi, Tanpınar’ın anlatılmadık nesi kaldı? Nazlı Eray, bu tekrarı yazarın biyografisinden parçalar alarak “farklı” bir roman kurgusuyla yapmayı tercih etmiş. Romanın derdinin ilk bakışta Tanpınar’ın entelektüel ya- 22 Nazlı Eray nından çok özel yaşamı olduğu gözlemleniyor. Narmanlı Yurdu’ndaki odasından diz ağrılarına, mide sancılarından Beyoğlu âlemlerine kadar bir Tanpınar sunumu Aydaki Adam Tanpınar. Yer yer yazılarına, şiirlerine de başvurulmuş. Kitapta yer bulan şiirlerden biri adeta “Tanpınar marşı” haline gelmiş popüler dizeleri içeriyor: “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında…” Parasız pulsuz Tanpınar Romanda karşımıza birkaç kez çıkan Tanpınar tasviri de seçilen dizeler gibi popüler. Parasız pulsuzdur yazar, daracık, rutubet kokan bir odada yaşar, elbiseleri eskidir, pardösüsünün yakası kirli, ayakkabıları tozlu, kısa boylu ve çirkin! Borcu çoktur, dizleri ağrır, bohem hayat sürer… Ve Paris’e gitme hayali vardır. Ne yapar eder, bunu 52 yaşında da olsa gerçekleştirir. Oysa bu tanımlar ve özellikler midir Tanpınar’ı farklı kılan, bir romana konu eden? Elbette bu yazarın tercihi. Fakat yine de Tanpınar’ın ölümünden çok sonra “meşhur” olmasına hafifçe serzenişte bulunan bir yazarın Tanpınar kitabı diğerlerinden farklı argümanlarla donatılmalıydı, diye düşünüyor insan. Çünkü Eray, eleştirdiği Tanpınar furyasına eklemlenme tuzağına düşüyor sanki bu içerikle. Nazlı Eray tasvir ettiği kişinin yapıtlarında bambaşka bir adam olarak karşımıza çıktığını söylüyor ve bunu “iki Tanpınar” teziyle açıklıyor. Tanpınar’ın “Bir gözüm güler, bir gözüm ağlar” dediğini de bir röportajında dile getiriyor. Oysa aç gezip dünyayı doyuracak kitaplar yazanlar listesinde Tanpınar kim bilir kaçıncı sırada gelir! Nazlı Eray’ın Hamdi babası, Tanpınar’ı bilenlere yeni bir şey sunmuyor ama Tanpınar’ı tanımayan okurun ilgisini çekebilir. TARTIŞMA KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Namık Kemal cevap veriyor Namık Kemal’in Ernest Renan’a cevap verdiği ünlü metni Renan Müdâfaanâmesi Nurullah Çetin tarafından yayına hazırlandı. Çalışmada hem ana metin günümüz harflerine aktarılmış hem de metnin sadeleştirilen haline yer verilmiş. Namık Kemal’in müdafaanamesinde tahlilden çok bir savunma hali öne çıkıyor. RENAN MÜDÂFAANÂMESİ, NAMIK KEMAL, HAZ.: NURULLAH ÇETİN, AKÇAĞ YAYINLARI, 128 SAYFA, 6,90 TL F ikirleri sebebiyle kilise tarafından aforoz edilen, “ilimcilik” akımının öncüsü Ernest Renan, 1883 yılında Sorbonne’da “İslamiyet ve Bilim” başlıklı bir konferans verir. Renan özetle, İslamiyet’in gelişmeye mani olduğunu, bilimi engellediğini, insanların kafasına adeta bir demir halka geçirdiğini, İslam tarihinde İranlıların belli oranda ilmî gelişmeye fırsat verdiklerini ama hâkimiyetin Türklere geçmesiyle bunun da yok olduğunu, Arap toplumlarında ilmin bulunmadığını söyler. Renan’ın konferansına ilk tepki Fransa’daki Müslümanlardan gelir. Bu cılız tepkinin ardından Cemaleddin Afgani bir cevap kaleme alır. Yayımlanış sürecinden barındırdığı fikirlere değin birçok tartışmaya yol açan yazının Afgani’ye ait olup olmadığı da tartışılmıştır. Ancak Afgani’nin Renan’a pek de itiraz etmediği söylenmelidir. Hatta Renan’a güzellemelerle dolu bir metindir bu. Ernest Renan’a esas itirazı ise Namık Kemal’de görürüz. Namık Kemal’den sonra Ali Ferruh’un da iyi niyetle kaleme aldığı ancak içerik bakımından zayıf bir itirazı varsa da Namık Kemal’in metni İslam dünyasında daha geniş yankı uyandırır. ‘Kutsal bir vazife’ Kemal, onun İslam tarihi hakkındaki bilgi eksikliklerini öne çıkararak cevap verir. Mesela Renan, Mutezile’yi “mutedil mezhep” sayarken İran’ı diğer Müslüman ülkelerden ayırır. Namık Kemal, Renan’ın metninin ilk anlamları üzerinden eleştirilerini geliştirse de özellikle İslam dünyasında merkezi teşkil ettiği düşünülen inanç biçiminin hedef alındığını, bu inanç biçiminin dışında kabul edilen aykırı duruşların ise olumlandığını fark etmiyor. Renan tam da çağdaşı birçok oryantalist gibi ‘kendine uyan İslamiyet’i öne çıkarırken diğerlerini kötülüyor. Mesela bir yandan İslamiyet’in felsefeyi mahvettiğini söylerken, diğer yandan İbn Rüşd’e saygısını dile getiriyor. Ama bu saygıyı dillendirirken İbn Rüşd’ün aykırı bir isim olarak Müslümanlar tarafından dışlandığına, dolayısıyla İbn Rüşd’ün İslam dünyası için ‘fazla’ bir isim olduğuna göndermede bulunuyor. Böylece İslamiyet’i yeniden tanımlama çabasına girişiyor. SEZAİ COŞKUN Namık Kemal’in bir mektubunda yer verdiği isimle “Renan Müdafaanamesi” diye meşhur olan metin, yazar hayattayken yayımlanmaz. Kaleme alınışından yaklaşık otuz yıl sonra, 1910 yılında ilk defa neşredilir. Bu gecikmenin sebebinin izlerini Namık Kemal’in mektuplarında sürebiliyoruz. Babasına yazdığı bir mektubunda, Renan’a karşı kaleme aldığı itirazı “kutsal bir vazife” olarak anar ve Renan’ı “gönlünün istediği gibi tepele[diğini]” söyler Namık Kemal. Eseri Midilli’de, kaynak kitaplar yanında olmadan, kısa sürede yazmıştır. Kaynaklara ulaşamaması ve hızlıca yazması, içine sinmeyen bir metnin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki yine mektuplarında bu eksikliklerden yakınır. Müdafaaname kitap olarak yayımlandıktan sonra devrin fikir hayatı içerisinde çok büyük yankı uyandırmaz ama Namık Kemal’in şahsiyetinin önemli bir cephesini teşkil ettiğinden önemini korur. Cumhuriyet döneminde metin ilk ‘Zavallı akademi hocasının vukufsuzluğu’ Namık Kemal defa 1962 yılında Fuad Köprülü tarafından neşredilir. Nurullah Çetin ise kısa zaman önce yayımlanan neşrinde, hem ana metni günümüz harflerine aktarıyor hem de metnin sadeleştirilmiş haline yer veriyor. Bu yönüyle Çetin’in neşri, bir yandan günümüz okuruna hitap ederken, bir yandan da konu hakkında araştırma yapacak bilim insanları için önemli bir kaynak. Ancak şunu da belirtmekte yarar var: Köprülü’nün neşrinde olduğu gibi Çetin’in neşrinde de geniş bir inceleme yer almıyor. Başka araştırmacılar tarafından da çok yönlü tartışılmayan metin bu yönüyle eksik kalıyor. Kitabın girişinde Namık Kemal’in savunmasının hem devri içerisindeki hem sonrasındaki etkileriyle tahlili yapılsaydı, okur açısından çok daha yararlı olabilirdi. Çünkü Renan’ın metnini okumadan Namık Kemal’in eleştirilerine bakınca tartışma tüm boyutlarıyla kavranamıyor. Kitabının girişinde amacını “Fransa Akademisi azasından müteveffâ Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mânî-i terakkiyât ve mânî-i maarif olduğuna dair îrad edilmiş olan bir Ernest Renan hitâbeye karşı berâhib-i kâtı’ayı câmi’ reddiyedir ki şân-ı celîl-i İslamiyet’i Delâil-i Münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bi-hakkın i’lâ eder.” cümlesiyle dile getiren Namık Kemal, bunu gerçekleştirmek için Renan’ın iddialarına tek tek yer verir, ardından kendi tezlerini sıralar. Renan’a yöneltilen ilk eleştiri, İslamiyet hakkındaki bilgilerinin yetersizliği, kaynaklara gitmediği, hayli yüzeysel yorumlar yaptığı ve bütün bunların birer “hezeyan” olduğudur. Renan, esasen İslamiyet üzerine bir etüt kaleme almamış, yaşadığı dönemde İslam dünyasının genel görünümünden yola çıkarak eksik bilgilerle bir manzara sunmuştur. Namık Kemal, Renan’ın metoduna dönük sağlam bir eleştiri getiremese de Avrupa’da sadece Renan’ın değil, “Ulûm-ı Şarkiyye’ye intisabı ile maruf” olanların İslamiyet hakkında hayret verecek derecede cahil olduklarını söylemesi, 19. asırda oryantalistler hakkında önemli bir tespit olarak kayda geçmiştir. Renan’ın, İslamiyet’in “ilim ve felsefeyi mahva çalıştığına ve nihayet mahvettiğine” dair tezlerine Namık 23 Namık Kemal, Renan’ın tezlerinin pek de etkili olamayacağı inancındadır. “Bütün âsâr-ı cehalet ve garezini birer birer” gösterdiğine inandığı “zavallı akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı istihkâr-ı anîf” ile mukabele etmekten başka çare olmadığını söyler. Ona göre Renan, İslamiyet’e hücum ederken içinde tüm dinlere karşı duyduğu kini kusmaktadır. Namık Kemal’in müdafaanamesinde tahlilden ziyade bir savunma halinin öne çıktığını görürüz. Onun şiirinde, yazılarında kendini güçlü şekilde hissettiren kavga üslubu burada da belirgindir. Namık Kemal, Renan’ı tahlil etmez; kutsalına sövülen bir adam olarak adeta ona laf yetiştirir. Bu sebeple Cemil Meriç’in onun mücadelesi için yaptığı “taarruz, öfke ve küçümseyiş” nitelemesi yerinde bir tespittir. Belki de Namık Kemal’in en büyük eksiği, bir oryantalistin metninin anlam katmanları etrafında kendi metnini kurmaktansa, yüzeydeki anlamlar üzerinden kavgaya tutuşmasıdır. Çağı içerisinde iyi niyetli, donanımsız ama cesur bir çıkış olduğu ise bir gerçektir. Nurullah Çetin’in yaptığı neşir, Namık Kemal portresinin bir kısmını teşkil eden eseri bilimsel ciddiyetle sunmasıyla önemli. KÝTAP ZAMANI Odysseus’un bütün dönüşleri T ROMAN 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ 20. yüzyılı icat etmek Zachary Mason’ın her hikâyede Odysseia’yı yeniden üreten romanı Odysseia’nın Kayıp Bölümleri sadece mitoloji sevenleri değil, yazı sanatını ve ‘büyük anlatıcıları’ merak edenleri de etkileyecek bir kitap. Yazar, bilinen efsaneleri kendi dilinden izlemeye davet ediyor okuru. Çağdaş Fransız edebiyatının önemli ismi Jean Echenoz, Şimşekler adlı romanında gündelik yaşamımıza giren birçok teknolojinin mucidi ya da esin kaynağı Nikola Tesla’yı anlatıyor. Yazar, Tesla portresini ironik bir dille karikatürleştirirken ‘hayranlık duyulacak kahraman’ mitini yıkıyor. ODYSSEIA’NIN KAYIP BÖLÜMLERİ, ZACHARY MASON, ÇEV.: SELİN SİRAL, JAGUAR KİTAP, 232 SAYFA, 18 TL ŞİMŞEKLER, JEAN ECHENOZ, ÇEV.: MEHMET EMİN ÖZCAN, HELİKOPTER YAYINLARI, 112 SAYFA, 17,50 TL A. ESRA YALAZAN roya savaşlarının en büyük destanı kabul edilen Odysseia’nın aslındaki ilk Yunanca kelime “andra” (adam) Odysseus’un kendisini temsil ediyor. Uzun yolculuğun bu kahramanı antik çağın en çok tanınan, merak edilen, kurcalanan karakteri sanırım. Araştırmacı Jenny March, Klasik Mitler kitabında Homeros’un onu cesur, akıllı ve yaratıcı bir insan olarak tasvir ettiğini söylüyor. Troya’dan çok özlediği evine dönmek için geçirdiği on yıl boyunca başına gelen her şeyi bir ‘sınav’ olarak kabul ediyor anlatıcı. En sonunda evine varabildiğinde bile, yokluğunda evini istila etmiş ve karısı Penelope’yi taciz etmekte olan açgözlü taliplerle uğraşmak zorunda kaldığını hatırlatıyor. Evini, krallığını ve kaybettiği ‘benliğini’ geri alabilmek için savaş veren bir adamın hikâyesi, destandan çok uzun bir roman gibi algılanır bugünün edebiyat dünyasında. Bilhassa İthaka’ya yani evine, karısı Penelope’ye ihtiyar bir dilenci kılığında dönüşü tarih boyunca sayısız metafora ve farklı hikâyelere kaynaklık etmiştir. Aslında bu ‘destan’ düpedüz mittir. Diğer bütün mitolojik hikâyeler gibi bizi yaşayabileceklerimizin ötesine, edebiyatın bel kemiği olan ‘tahayyül’e zorlar. Hepimiz daha önce gitmediğimiz yerlere, gerçek hayatta tanışamayacağımız insanlarla konuşmaya özlem duyarız. Bu kimi zaman pek inanılmayan mitolojik dünya da olsa, o masallar okuru kendine bağlar. Kadim felsefe, burada yaşanan her şeyin ‘öte tarafta’ bir sureti olduğunu söyler. Belki de asırlardır mitlere inanan insan o görkemli dünyaya girebilmek için Odysseia, İlyada, Gılgamış gibi destansı mitlerde dolaşmaktan hiç vazgeçmemiştir. Dönüşerek devam eden hikâyeler Amerika’da Silikon Vadisi denilen bölgede ‘yapay zeka’ üzerine bilgisayar programcılığı yapan Zachary Mason’ın ilk romanıyla büyük bir başarı elde etmesine şaşırmadım doğrusu. Antik çağdan bize miras kalan mitlerin dönüşerek yaşamasında garip bir sihir var. Genç sayılabilecek bir yazar, modern edebiyatın alanına giren yüzlerce tema varken neden kadim bir destanı farklı bir bakışla anlatmak ister? İşte bu sorunun cevabı, yazarın peşine düştüğü, okuru kışkırtan cevapları da açıklıyor. Odysseia’nın Kayıp Bölümleri, benzeri S postmodern romanlar gibi de okunabilir elbet. Ancak Odysseus’un bütün dönüşlerini yeniden kurgulayarak, farklı başlangıçlar ve sonlarla, kendi bakışıyla aktaran yazarın muradı, oyuncaklı bir kurgu ve akıllı edebiyatla okuru tavlamaktan çok daha fazla. Kırk dört bölümde, okuru bilinen efsaneleri kendi destansı diliyle izlemeye davet ettiğinde efsunlu bir tablo beliriyor. Üst üste yığılan resimlerde, algılarda biriken hikâyeler her defasında ‘hakikat arayışının’ başka bir yüzünü gösteriyor. Üstelik yazar bunu zengin üslubuyla, dilin edebi lezzetinden ödün vermeden yapıyor. AHMET HAMİT YILDIZ on dönemin tanınmış Fransız yazarlarından Jean Echenoz, Ravel, Koşmak ve Şimşekler adını taşıyan kurgusal biyografi romanlarını istisnai karakterler üzerine kurmuştur. Echenoz, Ravel’de ünlü besteci Ravel’i, Koşmak’ta efsanevi uzun mesafe koşucusu Emil Zapotek’i, Şimşekler’de gündelik yaşamımıza giren birçok teknolojinin mucidi ya da esin kaynağı Nikola Tesla’yı (1856-1943) anlatır. Echenoz’un seçtiği karakterler bir besteci, bir atlet ve bir mucit olunca, söz konusu romanlar arasında doğrudan bağ kurabilmek pek mümkün görünmez. Ravel’den günümüze o unutulmaz bestesi Bolero, Zapotek’ten koşu stili, Tesla’dan ise “yirminci yüzyılı icat etme” unvanı kalmıştır. Echenoz’un anlattığı istisnai karakterlerin, her ne kadar farklı yaşamlar sürseler de, paylaştıkları bazı özellikler vardır aslında: Parlak kariyerlerindeki meddücezirler, sosyal hayattaki beceriksizlikleri ve önlenemez çöküşleri... SUSKUNLUĞUN TILSIMI Mason çok katmanlı bu yapıyı kurarken anlatıcı-kahraman-okur arasındaki ilişkinin felsefi boyutlarını da şeffaf bir anlatımla göstermiş. “Dost Ziyaretçi” başlıklı bölümde Phaiak Kralı Alkinoos, Odysseus ile sohbet ediyor. Ona Phaiaklıların arasında insanların hayatlarını bir başkasına anlattıkları hikâyenin kahramanı olarak sürdürdükleri inancının yaygın olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bazı filozoflar hikâyecilerin hangi ulustan olduğunu açığa çıkarmakta tarihsel evrimin işe yarayabileceğini düşünüyor.” Odysseus’un cevabında ‘suskunluğun tılsımını’ anlattığı cümleler çarpıcı: “Kutsanmış yaşamımızın anlatıcısının kim olduğunu öğrenmemeniz daha iyi değil mi? Uzakta, ırak bir ses, soyut bir varlık olarak kaldığı müddetçe hayatınızın ve bu toprakların efendisi sizsiziniz ve sizin için her şey mümkün. Ama o yüzü gördüğünüzde ve onu ölçüp biçtiğinizde, her daim bir yanılsamadan ibaret olan sonsuz olasılıklar çözülüp gider ve hayatınız nadiren ilham bulan sınırlı bir aklın kısır yaratısı olarak kalır.” Kralın cevabı ise modern edebiyatta tasavvufun da kapısını aralayan bir bakışa sahip: “Hikâyeler sona erdiğinde Phaiaklı ölmez, aynı anlatıcının anlattığı başka bir öyküde başka bir karakteri canlandırmaya devam eder…Sonunda ölüm, genellikle akşamüstleri, anlatıcının içinde bir şeyler silinip gittiğinde ve hikâyenin ortasında gözlerini ufka dikip hiçbir şey düşünmeden sessizliğe gömüldüğünde gelir.” Zachary Mason’ın her hikâyede Odysseia’yı yeniden üreten romanı sadece mitoloji sevenleri değil, yazı sanatını ve ‘büyük anlatıcıları’ merak edenleri de çarpacak. Anlatıcıların içindekiler silinmesin; mitler, destanlar, hikâyeler dönüşerek her daim yaşasın diye yazmış çünkü. Bir anti-kahraman Echenoz, okurla üçüncü şahıs anlatıcı arasında samimiyet kuran ve çoğunlukla ironik olan dilinden dolayı kahramanın iç dünyasına girmemize imkân tanımaz. Bir eksantrik dâhi olarak çizdiği Tesla (romandaki adıyla Gregor) portresini, ironik bir dille karikatürleştirirken ‘hayranlık duyabileceğimiz kahraman’ mitini yıkar. Böylece Echenoz’un postmodern romanların kahramanlarındaki katmansızlığı takip ettiği söylenebilir; ancak Gregor bir postmodern kahraman değil, postmodern anti-kahramandır. Dostoyevskici anlamda olmaksızın, yani derinliksizliği içinde anti-kahraman: Sosyal yaşamında başarısız, iş yaşamında parlak ününe rağmen meteliksiz, kadınlar konusunda çekingen Gregor; obsesyonları, icatlarından elde ettiği gelirleri sermayedarlara kaptırması, kısacası yaşamının tüm gelgitleri arasında onu bağışlamamıza neden olacak birtakım özelliklere sahiptir. Bütün ironisine rağmen anti-kahramanın öyküsünü dramatik hale getirebilmek Echenoz’un başarı hanesine yazılabilir. 24 Henüz elektriğin olmadığı bir zaman diliminin ve coğrafyanın gecesinde “forsmajöre zımbalı bir rüzgâr” ve durmadan çakan şimşeklerin ışığında doğan Gregor, okulları su gibi bitirir, altı dil öğrenir ve elinde Thomas Edison’a yazılmış bir tavsiye mektubuyla New York’un yolunu tutar. O sıralarda düz akım enerji üreten ve bu yüzden enerjiyi uzak mesafelere taşıyamayan Edison için Gregor’un dehâsı görülmemiş kazançların anahtarı demektir. Bu noktadan itibaren, kafası daima projelerle dolu olan Gregor’un başarı ve başarısızlıkların meddücezirleriyle, inanılmaz vazgeçiş ve kaybedişlerle dolu yaşamı başlamıştır. BİLİMSEL DEHÂ, MADDİ BAŞARISIZLIK Şimşekler, Tesla’nın bilimsel dehâsının altında gizlenen maddi beklentisizliğiyle kapitalist sermayedarlar arasında geçen çatışmanın zirve yaptığı noktalarda dramatikleşir. Edison, alternatif akım işinden doğan şirket payını vermek istemez, “Sen Amerikan esprisini anlamamışsın” diyerek kazancın üzerine yatar. Gregor, Westinghouse’la anlaşarak alternatif akımı yaygınlaştırmaya başlayınca Edison çileden çıkar. Bir sirk filini 6.600 voltla öldürmek, idamlık bir mahkûmu ‘elektrikli sandalye’de (tarihte bir ilk) kavurmak gibi akla hayale gelmedik karalama kampanyalarına başvurur. Bu sırada, alternatif akımda başarıyı yakalayıp alacağı miktar milyonları bulunca, finansörü Westinghouse’ın gözü önünde “Siz bana bu fırsatı verdiniz” diyerek sözleşmesini yırtan bir Gregor vardır karşımızda. Gregor akılsız mı, Gregor yanlış mı yaptı, Gregor suçlu mu? Echenoz, onu daha fazla suçlayabilmemiz için daha birçok neden sunacaktır roman boyunca. Gördüğü her şeyi sayan, temizlik hastası, mücevherlerden nefret eden, kafasında sürekli “fikir kaynatan” Gregor’un “icatlarını paraya çevirememe” kusuru, insanlığa ve güvercinlere sevgisiyle birlikte ele alındığında duygu dünyamıza karmaşa salacak, Gregor başarısızlığına rağmen merhametimizi hak edecektir. Yaşamı, New York parklarındaki güvercinleri tedavi edeceği son sekiz yılında, başarısız bir insanseverliğin naif bir hayvanseverliğe dönmesiyle, güvercin kanadı tamirciliğinde son bulacaktır. KÝTAP ZAMANI DENEME 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Ezeli bir teselli Semih Gümüş’ün Okumak ve Yazmak adlı kitabı edebiyata, okumaya ve yazmaya bir övgü. Adım başı yeni kitaplarla, yazarlarla tanıştırıyor okuru. Daha güzel bir dünya hayal ettirmeyi, umut aşılamayı ihmal etmiyor. En çok da teselliyi… OKUMAK VE YAZMAK, SEMİH GÜMÜŞ, NOTOS KİTAP, 212 SAYFA, 17 TL B ALİ ÇOLAK ana öyle gelir ki, yeryüzünde bütün toplumsal grupların, ideolojilerin dışında ve onlardan büsbütün farklı; özgür, rengârenk bir cemaat vardır: İyi okurlar ve iyi yazarlar topluluğu! Ölmüşlerle yaşayanlar, ustalarla çıraklar, en ünlülerle henüz başlayanlar kol kola yürürler orada. Hiçbir topluluğun bireyleri onlar kadar birbirini tanıyamaz. Duygu kabarmalarına, hülyalarına, ince kederlerine kadar okurlar birbirlerinin içini. Bu yüzden, mesela okumak ve yazmak üstüne bir kitaba rastlasanız, onlardan pek çoğunun orada kendiliğinden buluşuverdiğini görürsünüz. Akrabalık ilişkisine benzer bir bağ, bir vazgeçilmezlik, bir çeşit birbirini koruyup kollama ve yaşatma arzusu… Onlara göre edebiyat da zaten, ‘içinde yaşamak içindir’. Semih Gümüş’ün Okumak ve Yazmak kitabını elime alıp karıştırmaya durduğumda, tastamam bunları düşündüm. Bir de şu: “Aşk olsun!” dedim… “Semih Gümüş, benim kitabımı yazmış!” Hayli zamandır kurguladığım, kimi yazılarını kaleme getirdiğim “okuma-yazma” konulu yazılardan mürekkep kitap, yazılmış da elime gelmişti. Üstelik, kimi yazı başlıklarımız aynıydı. Üzüldüm mü? Hayır, sevindim. Biraz da gıpta ettim yazara. Sonra okumaya durdum. Okuma-yazma üstüne bir kitapla karşılaştığında bir kitapseverin, Semih Gümüş’ün deyişiyle bir “kitap manyağı”nın, neler düşündüğünü, nasıl delice sevinçlere yükseldiğini tahmin edemezsiniz. Bunu, ancak o dili bilen biri anlayabilir. Edebiyatın, daha dar anlamda iyi okur-yazarlığın yeryüzünde bir mutluluk ve özgürlük adası icat ettiği ve orada müntesiplerine kederli fakat müstağni, özgür ve demokrat bir yaşama biçimi vaat ettiği gerçektir. Hüzünlü bahtiyarlıklarla sürüp giden onurlu bir hayat… Öyleyse, edebiyatı, okumayı, yazmayı durmaz övgülerin şerbetine yatırmamız çok görülmemeli. Alberto Manguel’in sözü hiç mi hiç abartılı değildir: “Bana göre, bir sayfa üstündeki kelimeler dünyayı bir arada tutar.” Çünkü edebiyat, Semih Gümüş’ün deyişiyle “... dünyanın sürekliliğini sağlayan, birbirinden habersiz kültürleri ve kuşakları birbirine bağlayan, geçmişte bir hayat olduğunu bize hatırlatırken gelecekteki hayatımızın ipuçlarını daha o görünmeden bize verebilecek tek güçtür.” Gülün Adı ’nın diyarından aynı tatta, aynı heyecanda! İki bölümden oluşuyor kitap. İlkinde ‘okumak’ ikincisinde ‘yazmak’ konulu denemeler yer alıyor. “Kimler için bu kitap?” diye sorunca iki tür okur profili beliriyor. Birincisi, edebiyatı içinde yaşanacak bir ada sayan iyi okurlaryazarlar ki, orada dostlarını bulmak, hatıralarını tazelemek ve düşüncelerini havalandırmak isterler. İkincisi, tutkuyla yazmak isteyenler, yazı evrenine yenice adım atanlar/atacaklar. Onların devşireceği çok ‘menekşeler’ var kitapta. Okumanın her halini yokladığı gibi yazma eyleminin sorunlarına da el atıyor Gümüş; kimine dokunup geçiyor, kimini irdeliyor, ustalardan öğütler getirip çözümler öneriyor. İyi kitapların ortak yanı Okurun kitaptan çıkaracağı anafikir galiba şu olacak: Okumakla yazmanın birbirinden ayrılamazlığı… Jules Renard ne kadar haklı: “Okumalarımızın her biri filizlenen bir tohum bırakır ardında.” Çoğu yazının, bir okumanın içinden çıkıp geldiği gerçektir. Semih Gümüş, genç yazar adayına bu vazgeçilmezliği kitap boyunca hatırlatıyor: “Okumaya başlamak ümit verici, yazmaya başlamak ümit kırıcıdır. İlkini öğrendikçe ikincisinin daha iyi yapılabileceğini gördüğü zaman yazar insan.” İyi kitapların ortak yanıdır; son sayfayı çevirdiğinizde, depreşen okuma arzusuyla birlikte pek çok yazar ve kitap adını not etmiş bulursunuz kendinizi. Okumak ve Yazmak edebiyata, okumaya ve yazmaya bir övgü. Adım başı yeni kitaplarla, yazarlarla tanıştırıyor okuru. Daha güzel bir dünya hayal ettirmeyi, umut aşılamayı ihmal etmiyor. En çok da teselliyi… Cioran, “Yazmak ezeli bir tesellidir.” demişti. Okumanın daha güçlü bir teselli olduğunu söyleyenler de yok değildir. Montesquieu, bir saatlik okumanın alıp götüremediği hiçbir üzüntüsünün olmadığın söylerdi. İyi okurlar, okumak için vakit aramazlar. Daniel Pennac’ın dediği gibi, mesele, okumaya vaktimizin olup olmadığı değil, bir okur olma zevkini kendimize tanıyıp tanımamamızdır. Şuna da inanırız, dünyanın güzelleşeceğine dair hâlâ bir umudumuz varsa, bu, biraz da iyi okurlar sayesinde olacaktır. Ne kadardır onlar, nerede yaşarlar? Mutlaka bir yerlerde yaşıyor ve oradan sözcüklerle merhametin, özgürlüğün, demokrasinin değirmenine su taşıyorlar. Buna inanıyor ve bu inançla karadüzenlere, faşizmlere direnme gücü buluyoruz. Yaşasın edebiyat! 25 İslam, Grek, Roma kültür ve medeniyetlerinin birbiriyle yoğrulduğu Sicilya Emirliği’nde 9. yüzyılda geçen bir tarihi polisiyeye hazır olun! Şifacı: Sicilya Tatulası; bir hekimin, tam ortasında kaldığı çılgınca felaketlerin, isyanların, entrikaların, dostlukların ve ihanetin; tarihin talihsizliklerinin ve gizeminin hikâyesi… KÝTAP ZAMANI Tarihin hayalhanesi ÖYKÜ-ROMAN 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Piri Reis’in ütopyası Ülkü Tamer son ‘öykü’ kitabı Tarihte Yaşanmamış Olaylar’da yaşanmış değil de yaşanmamış şeyler üzerinden bir tarih yolculuğuna davet ediyor okuru. Yazarın deyişiyle, “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır.” Önay Sözer’in kaleme aldığı Piri Reis’in Kayıp Adası mektup, şiir, tiyatro, masal gibi pek çok edebi türün harmanlandığı, ütopyaya ve Piri Reis’e yeni açılardan bakmamızı sağlayan, yoğun metinlerarasılığı ile sanata, tarihe, edebiyata pencereler açan bir roman. TARİHTE YAŞANMAMIŞ ÖYKÜLER, ÜLKÜ TAMER, CAN YAYINLARI, 96 SAYFA, 10 TL PİRİ REİS’İN KAYIP ADASI, ÖNAY SÖZER, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 325 SAYFA, 18 TL Y aşamdan kurguya gitmektense kurgudan yaşama gitmenin bir yazarı gerçeğe daha çok yaklaştırdığını en iyi bilenlerden Ülkü Tamer, dalga boyu Borges’in Alçaklığın Evrensel Tarihi’ne kadar vuran son ‘öykü’ kitabı Tarihte Yaşanmamış Olaylar’da “yaşanmışlıklar” değil de “yaşanmamışlıklar” üzerinden bir tarih yolculuğuna çıkıyor. Tarihin makbul, muteber okuma yöntemleri göz önünde bulundurulduğunda Tarihte Yaşanmamış Olaylar olsa olsa “İkinci Yenicil” bir tarih kaydı olarak değerlendirilebilir. Burası tam da Ece Ayhan’ı selamlamanın yeridir: “Devletin ve tabiatın ortak yanlış sorusu şuydu/ Maveraünnehir nereye dökülür?” Bu savı derinleştirmek Ülkü Tamer’in öykücülüğünü gölgeleyebileceğinden değinip geçmekle yetinelim. Ne de olsa Alleben Öyküleri adlı kitabıyla 1991’de edebiyatımızın önemli ödüllerinden Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almış bir yazar var karşımızda. başarıyor. Bu yönüyle Tarihte Yaşanmamış Olaylar tarihten daha eski, tarihin dışındaki zamanların kaydıdır da denilebilir. Ülkü Tamer, tarihin en büyük iddiasıyla yine tarihi alt ediyor, çünkü dilini ve anlatımını tarihin öncesinde bir yere koyuyor. Belki de Tarihte Yaşanmamış Olaylar, tarihin kabaran suları çekildiğinde karşımıza çıkan manzaranın resmi. Evet, resmi! Çünkü Ülkü Tamer, oldukça zengin diliyle okurlarına bu görselliği de sunuyor. Bazen gözlerimizin önünde piramitler bütün heybetiyle belirirken, bazen Maya halkının içine karışıyor, bazen kendimizi Afrika’nın küçük bir coğrafyasında bir gölün kıyısında otururken buluyor, bazen bir Kızılderili kabilesinin çadırında konaklıyor, bazen Shakespeare’in yaşadığı zamanlara uzanıyor, bazen de bir fırtınanın yazgısını değiştirdiği II. Dünya Savaşı’nın içine karışıyoruz. Tamer’in özneleri elbette tarihinkilerden farklı. Çünkü bir yazarın gözüyle, inatla ve ısrarla insanın geçmiş içindeki yolculuğunun yani insani olanın izini sürüyor. Düş ürünü tarih ‘Tarihte değil kendi içimde yaşandı’ AZRA İNCİ Ülkü Tamer’in tarihi bu denli önemsemesi, içinde büyütüp öykünün büyülü dünyası içinde yoğurması, dahası okurunun dikkatini tarihe yönlendirmesi açısından Tarihte Yaşanmamış Olaylar özenle derinleştirilmesi gereken bir ilgiyi hak ediyor. Değil mi ki tarih, doğruluk iddiası kadar entrika, ayak oyunu, gözyaşı ve elbette kan demek... Ülkü Tamer, kitabının özünü şu sözlerle anlatıyor: “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır. Adlar da, tarihler de, olaylar da gerçek değildir. Düş ürünüdür. Sondaki Kaynakça bile!” Ülkü Tamer yalınlaştırmaktan çok saflaştırdığı dilini, çıktığı yolculuğun bir parçası kılıyor. Dil, tarihin kendisine yüklediği kefaretle, veballe bugün dahi kanarken Ülkü Tamer, öyküsünün dilini tarihin egemenliğini kuramadığı o uzak, ıssız saflığın içinde arıyor ve buluyor. Kanımca dilin saflığı, tarihin kendisinden daha eski bir geçmişe uzanıyor. Tarihi, dilin en saf haliyle karşılayan Ülkü Tamer, tarihin öncesine, ötesine, dışına sarkmayı R SONER ÖZCAN oman, kendi içinde pek çok söylemi barındırabilen bir metatürün adıdır. Bir türler parodisi olarak başlamış ve hikâyesi devam edip olgunlaştıkça melezlenmeye devam ederek edebiyatla özdeşleşir hale gelmiştir. Bu yüzden roman hem tek bir türdür hem de pek çok tür. Masallar, tiyatrolar, romanslar, şiirler, hatta bilimsel makaleler bir araya gelip bir roman olabilir. Bu türler şöleni roman, kimi zaman bir rivayetle ya da bir el yazmasıyla okuyucusuna açılıverir. Ama kimi zaman da size gönderilmiş bir mektupla başlar, şu sözleri taşıyan: “Herkese ve hiç kimseye yazılmış bir mektuptur bu.” Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünden anımsadığımız bu sözlerle Önay Sözer’in son romanı Piri Reis’in Kayıp Adası’nda karşılaşıyoruz. Roman okuyucusuna yazılmış bir mektupla (ve bir çağrıyla) başlıyor. Mektubu okurken, kitabın isminden doğan, bu bir tarihi roman mı yoksa bir fantastik roman mı, gibi soruları erteliyoruz ama bu sorular yerini başka sorulara ve meraklara bırakıyor. Mektubun ardından “Yaşam Yolunun Başında” başlığını taşıyan ilk bölümde bir başka türle –masalla- buluşuveriyoruz: Yok Ada Masalı… Kitap ilerledikçe mektubun ve masalın yanı sıra, tiyatro, bildiri, şiir ve ütopyanın da harmanlandığı bir kurgu dünyasında, karakterimiz Adsız’ın peşi sıra Ege’deki adalardan İstanbul’a, oradan da Sardinya’ya sürükleniyoruz. Bir yandan girişteki mektupla olayın birleşeceği ânı merakla beklerken, diğer yandan karşımıza çıkan şiir, tiyatro, broşür, kılavuz, açış konuşması metinleriyle çok sesli fakat ilginç bir bütünü oluşturan kurguda zaman zaman şaşırmış buluyoruz kendimizi. Tarih, gerçeğin değil egemenin, muktedirin anlatısıdır. Ülkü Tamer, bu çarpık, egemen anlatıya itirazını şu sözlerle dile getiriyor: “Tarihle ilgili öylesine ‘inanılmaz’ yapıtlarla karşılaştım ki, yabancı bir takma adla benzer şeyler yazmak geldi içimden. ‘Parodi’ demiyorum – zaten parodi gibiydi onlar. İkisini yazıp öyle yayımladıktan sonra bu uğraşın beni keyiflendirdiğini gördüm. Kendi adımla sürdürmeyi istedim. Sonunda Tarihte Yaşanmamış Olaylar çıktı ortaya. Kitapçı raflarındaki kimi yapıtlara bakarsanız, bunların daha gerçek olduğunu düşünebilirsiniz. Tarihte yaşanmadı ama hiç değilse kendi içimde yaşandı bu olaylar.” Ülkü Tamer’in belirttiği sözümona tarih kitapları, gerçeği söylediklerini iddia ederek önümüze bir dizi yalan, yanlış bilgi sunarken, Tarihte Yaşanmamış Olaylar gerçeği söylemediğini ta başta belirterek okurunun karşısına dürüst bir tavırla çıkıyor. Edebiyatın gücü tam da buradan el almaz mı? Ülkü Tamer, çarpıcı dili ve atmosferi güçlü öyküleriyle bizi bir kez daha edebiyatın görkemiyle buluşturuyor. KAYIP ADANIN PEŞİNDE Midilli’den İstanbul’a göçmüş bir ailenin, diploması çok cesareti az, kendini toplumdan izole etmiş bir çocuğu Adsız. Otuz üçüncü yaşına bastığı ve yaşamını sorguladığı günlerden birinde eski bir medrese kütüphanesinde, Piri Reis’in çizdiği, Koç Papaz Adası denilen bir adanın haritasını buluyor. Bu harita Adsız’ın çocukluğundan beri 26 hayallerini kurup düşlerini gördüğü, eskizlerini çizip romanını yazmaya çalıştığı ‘Kaleyeros’ adasıyla neredeyse aynı. Bu rastlantının ardından karakterimiz adanın peşine düşmeye karar veriyor. Bir süre Topkapı Sarayı’nın arşiv bölümünde çalışmasının ardından, Piri Reis’in bir haritasının bulunup satıldığı haberi kendisine ulaşıyor. Harita Sardinya Adasındaki ‘Ütopik Tiyatro Adası’ isimli bir tiyatrodadır. Haritaya sahip olma umuduyla Ütopik Tiyatro Adası’na gelen kahramanımız bu kez kendini bambaşka bir maceranın içinde bulur. Tiyatro, harita, aşk ve çatışmalardan meydana gelen bir macera… PİRİ REİS ÜTOPİST Mİ? Felsefe profesörü olan Önay Sözer’i, Felsefenin ABC’si, Anlayan Tarih gibi felsefe incelemelerinin yanı sıra Öteki (Ya da Meleğin Kitabı), Sonradan Yaşamak, İsis’in Düğünü romanları ve Çıplak Gülüş, Kadın ve Benzeri, Bir Kadının Ütopisi gibi eserlerinden tanıyoruz. Son romanı da okuyucusunu pek çok konuda –özellikle Piri Reis ve ütopya konularında- düşünmeye sevk ediyor. Sözer belli ki Piri Reis üzerine oldukça araştırma yapmış. Yazım sürecinde Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyye’si dışında pek çok kaynak ve eser inceleyen Sözer, Piri Reis’i pek bilmediğimiz yönleriyle ele alıyor; 16. yüzyıl Osmanlı tarihine farklı bir açıdan yaklaşarak düşündürücü yorumlar getiriyor. Bu yorumlarda sultan ve sarayı, Mimar Sinan ve Süleymaniye Camii, Piri Reis ve Kitab-ı Bahriyye’si farklı anlamlar yüklenmekte ve asrının üç önemli uygarlık olayı olarak karakterlerden birinin aracılığıyla açıklanmakta. Romanın ortaya attığı sorulardan biri de Piri Reis’in bir ütopist olup olmadığı… Roman boyunca başkarakter aracılığıyla irdelenen ütopya konusu, “Yayımcının Sonsözü” bölümünde, yine karakterlerden biri aracılığıyla, Piri Reis’in ütopya ile olabilecek ilişkisine dair varsayım ve değerlendirmelerle anlatılıyor. Piri Reis’in Kayıp Adası mektup, şiir, tiyatro, masal gibi pek çok türün harmanlandığı, ütopyaya ve Piri Reis’e yeni açılardan bakmamızı sağlayan, yoğun metinlerarasılığı ile sanata, tarihe, edebiyata pencereler açan dolu dolu bir roman. FELSEFE-PORTRE KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yeraltı adamı Dostoyevski Tekerrür: Bugünün metaforu Varoluşçu filozof Kierkegaard, Tekerrür adlı kitabında, modern felsefede önemli rol oynayan “tekerrür” konusunu inceliyor. Yunanlar için “hatırlama” ne kadar önemliyse “tekerrür” de modern felsefede o kadar önemlidir, diyor Kierkegaard. Fransız kuramcı René Girard, Dostoyevski Yeraltı İnsanı adlı kitabında, ‘acımasız yetenek’ Dostoyevski’nin sadece bir ‘yeraltı adamı’ olarak portresini vermekle kalmıyor, aynı zamanda yazarı natüralist diyebileceğimiz bir tarzda çözümlemeye de tabi tutuyor. TEKERRÜR, SøREN KIERKEGAARD, ÇEV.: ZEYNEP TALAY, PİNHAN YAYINCILIK, 136 SAYFA, 12 TL DOSTOYEVSKİ - YERALTI İNSANI, RENÉ GIRARD, ÇEV.: ORÇUN TÜRKAY, EVEREST YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL T SÜREYYA SU arih tekerrürden ibarettir, denir. Tarihte meydana gelen olayların her biri elbette kendi özgünlükleri içinde gerçekleşmektedir; ama sürekli birbirini takip eden bir olaylar zinciri olarak da tekrardan ibaret oldukları yadsınamaz. Doğa ve hayat da aynı döngüyü sürdürür. Güneş doğar ve batar, mevsimler değişir, ağaçlar tomurcuklanır, çiçek açar, meyve verir, yaprakları kurur, dökülür. İnsan doğar, gelişir, öğrenir, yetişkin olur, beceriler kazanır, çalışır, sever, evlenir, çocukları olur, kazanır, kaybeder, hastalanır, ölür. Evet, hayat döngüsel bir şekilde hareket eder. Her insan doğar, büyür, ölür; ama kendine özgü bir kişilik taşır. Hayatın bu hareketi felsefeyi hep ilgilendirmiştir; Platon’dan Aristoteles’e, Descartes’tan Leibniz’e, Hegel’den Nietzsche’ye, Deleuze’den Badiou’ya kadar filozoflar bu mesele üzerine düşünmüş; “bengi dönüş”, “oluş”, “olay” gibi kavramlar etrafında teoriler üretmişlerdir. Tekerrür mümkün mü? Søren Kierkegaard da tekerrür konusu üzerine düşünen bir filozof. Tekerrür mümkün mü? Nasıl bir öneme sahip? Bir şey tekrar edildiğinde kendisinden bir özellik kaybeder mi? Yoksa tam tersine bir şey mi kazanır? Bu tür sorulardan hareketle bir kitap kaleme almış Kierkegaard. Çünkü ona göre tekerrür ile ilgili sorular modern felsefede çok önemli bir rol oynamaktadır. Yunanlar için “hatırlama” ne kadar önemliyse, “tekerrür” de modern felsefede o kadar önemlidir. Yunanlar nasıl bütün bilmenin hatırlamadan ibaret olduğunu öğrettiyse, modern felsefe de bütün hayatın bir tekerrür olduğunu öğretecektir, diyor Kierkegaard. Filozof, tekerrür ve hatırlamanın bir hareket olarak aynı fakat zıt yönde olduklarını söylüyor. Hatırlamak geriye doğru bir harekettir; geçmişte olanın, öğrenilenin çağrışımların da yardımıyla geri çağrılmasıdır. Tekerrür ise ileriye doğru bir harekettir; deneyimlerimizin ve öğrendiklerimizin tekrar ede ede birikim haline getirilmesi ama bir köşeye saklamadan taze ve canlı tutulmasıdır. Bu yüzden, diyor Kierkegaard, tekerrür insanı mutlu eder; çünkü tekerrür yaşanmış bir olay veya öğrenilmiş bir bilginin her seferinde sınanarak, göz- H den geçirilerek tekamül etmesidir. Her yineleme, böylece bir yenileme, güncelleme, varsa eksiklerini tamamlama veya daha zengin bir görgü ve bilgiye varmadır. Her hatırlamanın ise tersine, kişiyi mutsuzluğa sürüklediğini belirtiyor filozof. Hatırlanan, doğası gereği geçmişte kalmış ve unutulmuş olandır. Mutlu bir anıyı bile hatırlamak, geçmişte kalan günlere dair bir hüzün getirir sevinçten ziyade. Tekerrür şimdinin canlılığına, bugünün tazeliğine sahiptir. Hatırlama ise geçmişin çoktan cansızlaştığını yüzümüze vurur. Hatırlama çöpe atılan ve bize artık uymayan bir kıyafettir, her ne kadar güzel olsa da artık küçük gelmektedir. Geleceğe bakmak da risklidir. Umut yeni bir kıyafet olsa da, henüz bedenimizin formunu almamıştır; serttir, kolalıdır, parlaktır ama denenmemiştir. Bu yüzden de onun üzerimize yakışıp yakışmayacağını bilmek mümkün değildir. Tekerrür sıkıca ve kibarca üste uyan tahrip edilmez bir kıyafettir, ne eğilip bükülür ne de sarkar; ısmarlama olarak usta bir terzinin elinden çıkmış gibidir. ERCAN YILMAZ içbir ilk cümle Yeraltından Notlar’ın ilk cümlesi, “Ben hasta bir adamım.” kadar yazarının kartviziti niteliği taşımaz belki de edebiyat tarihinde. Hastalık bir zırh biçimidir Dostoyevski’de. Dünyayı cehenneme çevirme ustasıdır o. ‘Ölüler evi’nden yazar, bazen ‘budala’dır, cürüm işler, yaşadığı şehre benzer, St. Petersburg’a; karanlığın ve aydınlığın neredeyse tüm tonlarını, tınılarını ruhunda toplamayı bilmiş bir ‘tutunamayan’dır. Yeraltında bile olsa, “Yaşayan bir insanın nasıl olur da anlatacak bir hikâyesi olmaz.” Varoluşun karanlığını yazarak aydınlatmaya çalışan bir dâhidir Dostoyevski. Walter Kaufmann, Yeraltından Notlar’ıyla yepyeni bir ses getirdiğini söylediği Dostoyevski’nin poetikasına ilişkin şu tespitte bulunur: “Yepyeni bir perdedendir bu ses, bu gergin karşı durma, kişinin kendi kendisiyle böylesine ilgilenişi yeni bir şeydir.” Bireyciliğin hemen bütün tonlarını içeren bir romans olarak Yeraltından Notlar’da “hayatı yalnızca kendisinin ve dünyanın bilincinde olma noktasına ulaşma işlevinde” bir kahramanı Mihail M. Bahtin’in altını çizdiği ‘hayalperest’ ve ‘yeraltı insanı’ suretinde bulan Dostoyevski “yeraltı insanı kişiliğinin tüm olası sabit özelliklerini kendi içebakışının nesnesine dönüştürerek kendisinde eritir” ve böylece “yeraltı insanının gerçek hayattaki karakterolojik tanımı ile imgesinin sanatsal başatını kaynaştırıp bütünleştirmeyi” başarır. Bugünün tekerrürü: Siyaset Kierkegaard’ın metaforlarıyla düşünürsek, milliyetçilikler hatırlama üzerine kuruludur diyebiliriz. Tarihyazımı, yeni kurulan bir ulus-devletin kurgulanan mitlerle örülü geçmişine dair bir hatırlama, bir hafıza kurma girişimidir. Ama halihazır ve mevcut toplum sürekli değiştiği ve farklı kültür katmanlarının iç içe geçmesiyle herhangi bir hazır üretim kalıba sığmayacak bir biçim aldığı için kurgulanan tarihi kendi geçmişi olarak benimseyememektedir. Üzerine zorla giydirilmeye çalışılması onu mutsuz etmektedir. Devrimci hareketlerin vaatleri olan ütopyalar da aynı şekilde planlanmış birer gelecek vaadi olarak insanları mutlu etmekten uzaktır. Bazı ütopyalar çok allı pullu olsa bile içinde insanları nasıl mutlu edeceğine dair kuşkular barındırmaktadır. Bunlar haklı kuşkulardır; çünkü bütün ütopyalara bakıldığında planlı, öngörülebilir, tayin edilmiş totaliter vasıfları haiz oldukları görülür. O zaman geriye bugünün tekerrürü kalıyor, yani siyaset. Yaşadığımız her anı yeniden gözden geçirip, düzeltip, geliştirip daha iyiye doğru yaşanan bir hayatı yeni ve canlı kılmak. Kierkegaard’ın kitabı düşünmek için güçlü metaforlarla dolu. Natüralist bir çözümleme Elimde René Girard’ın Dostoyevski’yi bir ‘yeraltı insanı’ olarak incelediği Dostoyevski Yeraltı İnsanı adlı kitabı var. Everest Yayınları’ndan çıkan kitapta Girard, “acımasız yetenek” Dostoyevski’nin sadece bir “yeraltı adamı” olarak portresini vermekle kalmıyor, aynı zamanda natüralist diyebileceğimiz bir tarzda çözümlemeye de tabi tutuyor yazarı. Yer yer psikolojik, felsefî ve hatta psiko-patolojik bağlamdaki bu çözümlemelerin odağında bilinç ile bilinçdışı arasındaki ilişkinin olduğunu söylemek mümkün. Bu süreçte İncil’e de başvuruyor Girard, Freud’a da. Puşkin’le de karşılaştırıyor Dostoyevski’yi, Turgenyev ya da Lermontov ile de... 27 Dostoyevski’nin üretiminin temeline ‘gurur’u koyuyor Girard: “Her şeyin özünde, her zaman insan gururu ya da Tanrı, demek ki özgürlüğün iki biçimi vardır. Rahatsız edici anıları derinlerde gömülü tutan şey gururdur; bizi kendimizden ve ötekinden ayıran şey gururdur; bireysel nevrozlar ve baskıcı toplumsal yapılar temelde sertleşmiş, taşlaşmış gururdan kaynaklanır. Gururun ve gurur diyalektiğinin bilincine varmak gerçeğin içinden parçalar ayırmayı reddetmek, özel bilgilerin bölünmelerini tek evrensel görüş açısı olan, dinsel bir görüş açısının birliğine doğru aşmaktır.” Bilinci işlevsizleştiren bir argüman olarak ele aldığı ‘gurur’un, Dostoyevski’de ancak bir çeşit dinsel deneyimle aşıldığının altını çizen Girard, adeta sadece kalbi değil bilinci de Tanrı ile şeytanın savaş meydanı olarak tanımlıyor. ‘Gurur’un şeytanın hasletlerinden biri oluşunun fark edilmesi Yeraltından Notlar ile başlamış ve bu prangadan kurtuluş onu kelimenin tam manasıyla dâhi bir romancı yapmıştır. ‘Aşağılanmanın zevki’ Kitabın sunuş yazısındaki şu cümle dikkate değer: “René Girard, bir yer altı insanı olarak Dostoyevski’nin gizli dehlizlerine girdiği bu çalışmasında, gururun, aşağılanmanın, kinin ve intikamın ‘nesnel’ düzeyini araştırıyor.” [Orhan Pamuk’un Yeraltından Notlar’a yazdığı sunuşun ilk cümlesini anmanın tam sırası: “Aşağılanmanın zevklerini hepimiz biliriz.”] Bu ‘nesnellik’ ile Gide, Zweig, Troyat, Lawrence ya da diğerlerinin Dostoyevski değerlendirmelerinden ayrılan Girard, bu küçük hacimli kitabında deyiş yerindeyse edebiyat sosyolojisinden edebiyat psikolojisine, eleştiriden çözümlemeye, felsefeden biyografiye kadar geniş bir alanda kalem oynatarak dâhi romancı üzerinden insanın kendisine odaklanmasını da kapı aralıyor.” Delilik ile dâhilik arasındaki bir yazarın dehlizlerine girmek, onun evrensel olana dair yolculuğunda ‘yer altı psikolojisi’ne iblisin ‘ayartma’ları karşısındaki mücadelesine hem dünyevî hem doğaötesi ideolojilerine yakından şahitlik etmek hiç şüphesiz gözüpek okurun tecrübe edebileceği bir pratiktir. Dostoyevski Yeraltı İnsanı için, edebiyat eleştirisi alanında en az Dostoyevski’nin romanları kadar etkili olduğunu söylemek mübalâğa olmayacaktır. TARİH-ROMAN KÝTAP ZAMANI ‘Büyülü düşünme’nin romanı Soykırımlar çağı İ 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ 20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik, birçoğu 1990’larda ve dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş “soykırım”ların niteliğini, sebeplerini, uluslararası camianın konuya nasıl yaklaştığını incelikli ve derinlikli bir biçimde anlatıyor. İlk yayımlandığında yazarına gelecek vaat eden yazar payesi kazandıran Karen Russel’ın Timsah Park adlı romanı Türkçede. Gündelik hayatın tutarsızlıklarını, çocuklukla yetişkinlik, resmî tarihle gerçeklik arasındaki uçurumları dert edinen modern bir masal anlatıcısı var karşımızda. 20. YÜZYILDA SOYKIRIM VE ETNİK TEMİZLİK, C. ÇAKMAK-F. GÖZDE ÇOLAK-G. GÜNEYSU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAY., 364 SAYFA, 32 TL TİMSAH PARK, KAREN RUSSELL, ÇEV.: PÜREN ÖZGÖREN, SİREN YAYINLARI, 416 SAYFA, 25 TL A. YAVUZ ALTUN stanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yayımlanan 20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik, hakkında Türkçede kaynak bulmanın zor olduğu, 20. yüzyıl boyunca yoğunluklu olarak Afrika’da gerçekleşen soykırımların, kitlesel ölümlerin ve iç savaşların tarihini anlatıyor. Cenap Çakmak, Fadime Gözde Çolak ve Gökhan Güneysu’nun editörlüğünde hazırlanan ve akademisyenlerce yazılmış makalelerden oluşan kitap, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Nazilerin yaptığı katliamlar için uluslararası hukukça “soykırım” tanımı yapılmasıyla, birçoğu 1990’larda ve dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş “soykırım”ların niteliğini, sebeplerini, uluslararası camianın buna nasıl yaklaştığını, incelikli ve derinlikli bir biçimde anlatıyor. Bu arada, hem “uluslararası hukuk” hem de bu hukukun uygulanması adına oluşturulan uluslararası kurumların işlerliğini sorguluyor. soykırım, katliam ve insanlık suçları Kitabın ortaya çıkış amacı, giriş yazısında şöyle tanımlanıyor: “Özellikle Afrika kıtasında gerçekleşen bu çatışmaların benzer tarihsel ve sosyo-ekonomik nedenlere sahip olmasına karşın farklı sonuçlanması ve uluslararası hukuk içerisinde farklı biçimlerde değerlendirilmesi, özellikle 1990 sonrasındaki çatışmaları birlikte değerlendirerek genel bir tablo çizilmesi ihtiyacını doğurmuştur.” Bu tablo içerisinde verilen örnek olaylar, Ruanda’da, Uganda’da, Sierra Lione’de, Bosna’da, Darfur’da, Çad’da gerçekleşmiş, birçoğunun sebebi “ulus devletleşme” çabalarının, sömürgecilikle gelen modernitenin getirdiği “toplumsal mühendislikler”in, sosyal eşitsizliğin ve iktidar hırsına kapılan liderlerin, yöneticilerin oluşturduğu genel atmosfere dayanıyor. Fadime Gözde Çolak’a göreyse, “soykırım, katliam ve insanlığa karşı işlenen suçların hepsinin sömürgecilik döneminden kalma sorunların ve küresel siyaset içerisindeki eşitsiz ilişkilerin bir sonucu olduğu değerlendirmesi yapılabilir. (…) Bununla birlikte yine de mikro ölçekte pek çok farklılık ortaya çıkmaktadır.” İç savaşların ya da baskıcı devlet rejimlerinin sonuçları olan soykırım, Cenap Çakmak’ın yorumuna göre, A tarih boyunca uluslararası ilgiye sahip oldu ve 15. yüzyıldaki ilk uluslararası savaş suçu olarak bilinen Hagenbach davasından bu yana da örnekleri görüldü. 19. yüzyılda Gustave Moynier, ilk kez uluslararası bir ceza mahkemesinin kurulması gerektiğinden bahsetti. Ancak 20. yüzyılda, bütün imkânlara rağmen, Çakmak’ın tespitine göre, “savaşın ürpertici etkisi gücünü kaybetmeye başladığında bu somut ilgi ve coşkunun yerini ihmale ve ilgisizliğe bıraktığı düzenli bir şekilde gözlenmiştir.” Burada soykırımların ve kitlesel katliamların genellikle iç savaş ya da dikta rejimleri kaynaklı olmasını göz önünde bulundurmayı öneriyor Çakmak. Zira uluslararası kurumlar çoğunlukla ulus-devletlerin egemenliğine müdahale etme şeklinde anlaşılabilecek yaptırımlardan kaçınıyor. Bunun yerine, uluslararası terör meselesinde görülebildiği gibi, terörden zarar gören gelişmiş ülkeler, ekonomik yaptırımlarla ve diplomatik baskılarla önleyici olmaya çalışabiliyor. Ancak kitabın kapsamı içerisindeki örneklerde görülebileceği gibi, Birleşmiş Milletler’in daha aktif ve askerî müdahaleleri de söz konusu. Cenap Çakmak, bununla ilgili olarak da, BM bürokrasisinin acil çözüm bekleyen durumlarda bir hayli ağır kaldığını belirtiyor. Buna örnek olarak, Bosna’daki katliamlar gösterilebilir. İSA DARAKCI merika’da yayımlandığı 2011 yılında neredeyse mürekkebi kurumadan yazarına gelecek vaat eden yetenek payesi kazandıran Karen Russell’ın Timsah Park adlı romanı Siren Yayınları’nın özenli baskısı ve Püren Özgören’in temiz Türkçesiyle dilimize kazandırıldı. Roman özetlerinin olay meraklısı okuyucuya hitap eden bir tarafı var, oysa ne iyi romanların ne de okurların özetlerle başları hoş olmuştur. En sevmedikleri soru da sanırım şudur: “Bu kitap hangi konudan bahsediyor?” Yine de çizgiyi aşmamak için olayların, bir bataklığı mesken tutmuş, timsah güreşi ve daha başka tehlikeli gösterilerle hayatlarını kazanan Bigtree ailesinin önlenemez çöküşü etrafında döndüğünü söylemek mümkün. Ünlü bir timsah güreşçisi olan annesini 9 yaşındayken kanserden kaybeden Ava’nın gözünden okuyoruz olup biteni. Çöküş, dağılma annenin ölümüyle başlar. Park eski cazibesini kaybeder, esasında pek de hoşlanılmayan ziyaretçiler artık uğramaz olur. Sonra aile dağılmaya başlar. Önce ağabey Kiwi alıp başını gider, doğup büyüdüğü bataklığın dışındaki Loomis’te dertlerine çare arar; ardından kabilenin şefi yani babası aileye maddi kaynak bulmak için olağan gezintilerinden daha uzun bir iş gezisine çıkar. Ruhlarla konuştuğunu iddia eden abla Osceole ise ölü bir gemicinin ruhunun peşi sıra kaybolur. ‘geçiş süreci hukuku’ Yine kitabın konuyla ilgili Türkçe literatüre en önemli katkılarından birisi, “Hakikat Komisyonu” kavramının iç savaş gibi suçun kitleselleştiği durumlarda başvurulan en etkili yöntemlerden biri olarak geniş bir biçimde anlatılması. Her ne kadar ilk “hakikat komisyonu” Uganda’da İdi Amin’in baskıcı yönetimine meşruiyet sağlamak amacıyla kurulmuş olsa da, Halil Kürşad Aslan’ın tespitiyle, “geçiş süreci hukuku” (transitional justice) teorisi açısından tarihî öneme sahiptir. Daha sonra Afrika’daki pek çok kitlesel katliamdan sonra bu yönteme başvurulmuştur. Türkiye’de Kürt sorunun çözümü noktasında da, dile getirilen bir yöntem olmuştur. Bununla beraber bu komisyonlar, sosyal psikolojinin iyileştirilmesine hizmet etse de, çatışmaların temelinde yatan sosyo-ekonomik problemlere bir çare bulunmadıkça, başarılarının uzun süreli olmayacağı da belirtiliyor. gerçek ile fantastik arasında Kendisiyle yapılan bir söyleşide Russell’ın büyülü gerçekçilik kavramına ‘gerçek’ dünya ile ‘sihirli’ bölgeleri net biçimde ayırdığı için şüpheyle yaklaştığını, bunun yerine ‘büyülü düşünme’ kavramını öne çıkardığını gördüğümde şaşırmadım. Zira kitap timsah güreşleri ekseninde Kızılderili bir aileyi ve yaşadıklarını anlatırken gerçek ile fantastik arsında bir sarkaç gibi salınıyor. Romanda anlatıldığı gibi gerçekten timsah güreşleri yapılıyor mu sorusunu soruyoruz kendimize. Sayfalar ilerledikçe bunun gibi sorular artık önemini kaybediyor ve hikâyenin insanı kederlendiren atmosferi bizi de sarıp sarmalıyor. Romanın en güzel kısımları Ava’nın kendisiyle hesaplaştığı annesinin iç sesinin Ava’da yankılandığı bölümler ki bu 28 iç ses gerçeği eğip bükmeyen dobra bir sestir bazen: “Evine dön, kovalayacağın bir gölge bile kalmadı, ablan yok artık.” İlerleyen bölümlerde Ava’nın adadaki hikâyesiyle anakaradaki abisi Kiwi’nin hikâyesi birbirine koşut olarak anlatılırken, kıyaslama yapma imkânı buluyoruz. Rahat etmek için, para kazanmak için yaşadığı aşağılama ve güçlükler karşısında haklı olarak şöyle düşünür kahraman: Özgürlük bedelini ödemek için çalışan bir tutsak. Kiwi’nin gözünden modern dünya bütün tezatlarıyla göz önüne seriliyor. Böylece okur da olağan sandığı yaşamlardaki yapaylıkları daha bir dikkatle görmüş oluyor. Yetişkinlerin acıklı dünyası Timsah Park’a çelişkileri açık etmek üzere kurulu bir roman denilebilir mi bilmiyorum. Sadece gündelik hayatın tutarsızlıkları değil, çocuklukla yetişkinlik, resmî tarihle gerçeklik arasındaki kapanmaz uçurumlar da yazarın dert edindiği meselelerden. “İnanç insanın içinden yükselen bir güçtür diye düşündüm, şüphe ise dışarıya ait bir şey, gözüne kaçan bir zerredir. Yetişkinlerin acıklı dünyasından gelme kirli bir parçacık.” diye düşünür Ava. Ailenin büyükbabası, öğretilmiş tarihin gözleri kamaştırmasına izin vermeyerek ona parıltının altına bakmayı öğretmiş, gayriresmî tarihi aktarmış, torunlarına okul kitaplarından çok daha fazla şey öğretmiştir. Varlıkların dile geldiği capcanlı bir anlatım, yazarın baktığı her şeyi bir anlamla sarıp sarmalayan, kahramanların ruh haline göre değişen bakış açısı dikkat çekici. Adeta bir masal gibi. Tek farkı eşyaların kendi dilince konuşması: Masa öyle çelimsiz görünür ki bakışların ağırlığını bile taşıyamayabilir. Saatle telefon karşılıklı duvarlardan birbirlerine bakar; öğüt vermeye yanaşmayan ebeveynler gibidir. Bu anlamda modern bir masal anlatıcısı var karşımızda. Russell, kurguya kendinden bir şeyleri dâhil ettiğini gizlemiyor. Edebiyatın son tahlilde otobiyografi olduğu şüphe götürmezken, Timsah Park Lewis Carroll’dan bir alıntıyla söylersek, “Kimim ben bu dünyada? Ah işte büyük yapboz bu” muammasına bir cevap niteliği taşıyor. O halde yazarın yaşadıklarıyla, dahası kendi yaşadıklarımızla romanın örtüşen taraflarını bulmak heyecan, gizem meraklısı vasati okura değil ‘merakî’ okura kalıyor. POLİSİYE KÝTAP ZAMANI Karla gelen kıyamet Müjde! Hercule Poirot döndü Kan donduran bir cinayetle başlayan Kıyamet, Karadağlı yazar Andrej Nikolaidis’in Türkçedeki ilk romanı. Akın Terzi’nin dilimize kazandırdığı kitapta, haziran günü yağan kara İzmir ve İstanbul’a uzanan hikâyesiyle Sabetay Sevi’nin Kıyamet Kitabı da eklenince farklı bir polisiye çıkıyor ortaya. KIYAMET, ANDREJ NIKOLAIDIS, ÇEV.: AKIN TERZİ, AYLAK KİTAP, 124 SAYFA, 16 TL B te insanlar birden arabalarından inmeye başlar. Hepsi göğe bakmakta, birbirlerine bir şeyler anlatmaktadır. Derken arabanın camına ilk tane düşer. Haziran günü, Adriyatik kıyısındaki tatil şehri Ulcinj’e kar yağmaktadır. YAVUZ ULUTÜRK ir süredir kitaplarını ilgiyle takip ettiğim bir yayınevi Aylak Kitap. Türk polisiyesinin iki önemli ismi Akif Pirinçci ve Algan Sezgintüredi kitapları ile polisiye edebiyatına katkısı da yadsınamaz. Yayınevinin kitaplarına ilgim, geçtiğimiz aylarda yayımlanan ve İsveçli genç yazar Karin Tidbeck’in imzasını taşıyan Zeplin ile daha da artmıştı. Türkiye’de pek de alışık olmadığımız hardcover kapağı bende müthiş bir okuma isteği uyandırdı. Tidbeck’in fantastik, mitolojik ve bilimkurgu ile bezeli öykülerini bir araya getiren Zeplin, sanırım yayınevinin bu şekilde yayımladığı ilk kitaptı. Derken bir başka kitap çıkageldi yayınevinden. O da tıpkı Zeplin gibi hardcover kapakla basılmıştı. İşin güzel tarafı, bu seferki bir polisiyeydi. Kıyamet, Karadağ’ın önde gelen yazarlarından Andrej Nikolaidis imzasını taşıyor. Yazar 1974 Saraybosna doğumlu. Kitabın ön kapak içindeyer alan bilgiden, yazarın aynı zamanda yazılarıyla bölgedeki demokratikleşme sürecine de katkı sağlayan bir gazeteci olduğunu öğreniyoruz. Nikolaidis, 2011’de Sin adlı romanıyla Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Kıyamet (Dolazak, 2009) dört roman sahibi yazarın üçüncü, Türkçede ise ilk romanı. Yayınevi, Sloven Marksist sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni Slavoj Žižek’in kitap için söylediği bir cümleye kapakta yer vermiş: “Düşünün ki Dashiell Hammett, Umberto Eco ile buluşuyor, sonra ikisinin arasına Orhan Pamuk katılıyor! Şayet dünyada adalet diye bir şey varsa Kıyamet çok satar.” ‘Üç katmanlı bir karışım’ Bu satırlar, hiç şüphesiz her okuru etkileyecek türden. Doğrusu ben de etkilenmediğimi söyleyemem. Zira ilk sırada polisiyenin ustası, Türk Sokağı’ndaki Ev’in de yazarı Dashiell Ham mett var. Eco ve Orhan Pamuk da cabası. Arka kapak içinde ise Žižek’in şu ifadeleri yer alıyor: “Kıyamet adeta patlamaya hazır üç katmanlı bir karışım: Amansız bir soruşturma, gitgide yaklaşan küresel bir felaketin hikâyesi ve küçük bir Balkan şehrindeki gündelik hayatın tasviri.” Bu üç katmanı şöyle de anlayabiliriz; 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Adriyatik’ten İzmir ve İstanbul’a Andrej Nikolaidis insanın kanını donduran bir cinayetle başlayan Kıyamet’teki polisiye soruşturma Hammett’tan mülhem… Cinayete paralel ilerleyen kıyamet hikâyesi, onun da kendi içinde çok anlamlı bir hale bürünmesi, cinayeti soruşturan dedektifin dünyası. Tüm bu çok katmanlılık, çok yönlü bir bilimadamı ve çok katmanlı romanların (en bilineni Gülün Adı) yazarı Eco’dan diye düşünülebilir… Üçüncü katman ise Kar’da, Cevdet Bey ve Oğulları’nda, Benim Adım Kırmızı’da sade ve sıradan insanların karmaşık hikâyesini anlatan Orhan Pamuk’u temsil ediyor diyebiliriz. Gelgelelim, Žižek’in bu yorumu, Kıyamet’ten önce bu üç yazarı da okuyanlar için biraz abartılı görünebilir. Roman, iki çocuklu Vukotiç ailesinin evlerinde öldürülmeleri ile başlıyor. Ardından soruşturmayı yürüten dedektifin dünyasına götürüyor okuru. 9 bölümden oluşan romanın ilk bölümünde dedektif, cinayet mahallinden ayrılıp arabasıyla eve doğru yol alırken ilkeluygar insan ayrımından dedektifliğin aslında iyi bir hikâye anlatıcılığı olduğuna kadar çeşitli fikirlerle boğuşmaktadır. Bu sırada, durma noktasına gelen trafik- Polisin pek üzerinde durmadığı cinayet vakasında devreye giren dedektif, kısa sürede tüm ayrıntılara ulaşır. Elbette katile de. Sonlara doğru, romanın açılış sahnesinde olay yeri incelemenin cesetlerden ve delillerden hareketle hikâye ettiği cinayeti, bu sefer öncesi ve sonrası ile katilden dinleriz. Romanda anlatıcının dedektif olduğu cinayet ve kıyamet bölümlerine paralel, dedektifin e-posta kutusuna düşen gizemli mektupları da okuyoruz. Bir akıl hastanesinde kalan Emmanuel’in yazdığı mektuplarda onun hikâyesine şahit oluyoruz. Emmanuel, bu bölümlerde; geçmişten bugüne kıyamet senaryolarından, sahte mesih Sabetay Sevi’den, üç kitabından biri olduğuna inanılan “Kıyamet Kitabı”nın onun ölümünden sonra gömülmesinden ve yıllar sonra yeniden ortaya çıkarılışından da bahsediyor. Adriyatik kıyılarından başlayıp İzmir’e ve İstanbul’a uzanan bu hikâye ile cinayetin işlendiği evden çalınan kitabın oraya nasıl geldiğini de romana bırakalım. Romanı Türkçeye Akın Terzi çevirmiş. Kitabın künyesinden anladığımıza göre Terzi, romanı İngilizce baskısından (The Coming / 2012) dilimize kazandırmış. Elbette çeviri orijinalinden yapılsa daha iyi olurdu. Gelgelelim çevirinin hakkını vermek gerekiyor. Ne var ki, Aylak Kitap çevirmen ismini kapaktan duyurmayı tercih etmiyor (Zeplin’de de böyle). Son zamanlarda bazı yayınevlerini çevirmen adlarını arka kapağa sıkıştırmaya başladığını düşünürsek, bu durum oldukça normal. Roman, baştan sona, altı çizilecek cümlelerle dolu. “İlkel bir insan sessiz sakin duramaz: Sürekli gürültü çıkarır.” Bu nedenledir ki, “İlkel insana zevk veren şey, uygar insana eziyet verir.” Yine kitaptan bir cümleyle bitirelim: “Kar gibi şeyler izah edilmesin, saflığını korusun ki bizler de ondan keyif alabilelim.” NOT: Kitabın sonunda ‘Kıyamet için fon müziği’ listesi vermiş yazar. Zira pek çok okur bu listeyi benim gibi roman bittiğinde fark edebilir. Meraklısına duyurulur... 29 MONOGRAM CİNAYETLERİ, SOPHIE HANNAH, ÇEV.: ÇİĞDEM ÖZTEKİN, ALTIN KİTAPLAR, , 98 SAYFA, 22 TL ‘Polisiyenin Kraliçesi’ Agatha Christie’nin meşhur dedektifi Hercule Poirot, polisiye ve gerilim romanlarının sevilen ismi Sophie Hannah’nın kaleminde geri döndü. 1920’de ilk kitabının yayımlanmasından bugüne romanları tüm dünyada milyonlar satan Agatha Christie’nin adını yaşatmak ve onu yeni nesillerle tanıştırmak isteyen ailesi, yazarın unutulmaz karakteri Hercule Poirot’yu Hannah’nın hayal dünyasına emanet etti. Hannah’nın kaleme aldığı yeni Hercule Poirot macerası Monogram Cinayetleri, Altın Kitaplar’ca okura sunuldu. Deneme baskılarını Agatha Christie Vakfı’nın belirlediği Monogram Cinayetleri’ni Türkçeye, Christie’nin kitaplarının çevirmeni Çiğdem Öztekin kazandırdı. Cinayete kurban gideceğini söyleyen genç bir kadın, Londra’nın sakin restoranlarından birinde masasında siparişini bekleyen Hercule Poirot’nun akşam yemeğini berbat eder. Korkudan adeta deliye dönmüş olan kadın, katilini bulup “cezalandırmaması” için dedektife yalvarır. Söylediğine göre, adalet kendisi öldükten sonra zaten yerine gelmiş olacaktır. Gecenin ilerleyen saatlerinde Poirot, lüks Bloxham Otel’de üç kişinin cinayete kurban gittiğini öğrenir. Üç maktulün de ağızlarında, üzerinde aynı monogramın yer aldığı birer kol düğmesi bulunmuştur. Acaba bu cinayetlerin korkudan deliye dönmüş kadınla bir ilgisi var mıdır? Poirot bu garip bulmacanın parçalarını bir araya getirmeye çalışırken, katil başka bir otel odasında dördüncü cinayetine hazırlanmaktadır. İntihar mı, cinayet mi? kırık menteşe, john dıckson carr, çev.: umut ünal, nota bene yay., 256 sayfa, 18TL Kapalı oda polisiyelerinin usta ismi John Dickson Carr’ın (Carter Dickson) daha önce İmparatorun Enfiye Kutusu ve Binbir Gece Cinayetleri adlı iki romanını okurla buluşturan Nota Bene Yayınları, Carr hayranlarını sevindirmeye devam ediyor. Yazarın Türkçeye ilk kez kazandırılan Kırık Menteşe adlı kitabını Umut Ünal çevirmiş. Mystery Writers of America tarafından “En İyi 100 Polisiye” arasında gösterilen roman, bir Dr. Gideon Fell macerası. Olay, Titanic’in batma hikâyesine kadar uzanıyor. Gemiden filika ile kurtulan John Farnleigh, 25 yıl sonra geri döner. Fakat yıllar sonra gelen adamın iddia ettiği kişi olmadığı düşünülmektedir. Üstelik işin içine bir de intihar süsü verilen boğaz kesme vakası eklenir. Sahte ya da gerçek; John intihar mı etmiştir yoksa bu bir cinayet midir? Cevabı romanda... KÝTAP ZAMANI Yahya Kemal’i anlamak Y EDEBİYAT-TARİH 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Tarih tamir edilir mi? Alphan Akgül doktora tezine dayanan Anlamın Sesi: Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiir Estetiği adlı kitabında, mevcut literatürün Yahya Kemal’in beyanlarını esas alan epistemelojik tutumunu açık bir “yapısöküme” uğratıyor. Cemil Koçak Resmî Tarihe Meydan Okuyorum adlı kitabında alışılmış kalıpların dışına çıkarak tarihin eksik ve gizlenen yönlerini gözler önüne serme çabasında. Tarihçiliği başından beri bir meydan okuma işi olarak gördüğünü belirten Koçak, kitapta hayatının son otuz beş yılını özetliyor. ANLAMIN SESİ: YAHYA KEMAL BEYATLI’NIN ŞİİR ESTETİĞİ, ALPHAN AKGÜL, DERGAH YAYINLARI, 248 SAYFA, 14 TL RESMİ TARİHE MEYDAN OKUYORUM, CEMİL KOÇAK, TİMAŞ, 368 SAYFA, 20 TL EMRAH PELVANOĞLU ahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) modern Türk edebiyatı tarihi içinde önemli bir yeri var. Bu, onun hem akademik bir figür ve kurucu bir özne olarak yeni Türk edebiyatı çalışmalarının başlangıçlarındaki önemine, hem de karizmatik ve entelektüel bir şair olarak kendisini izleyen nesil üzerindeki etkisine dayanır. Türkiye tarihinin, bir dizi varoluşsal kriz ve trajik olayla çerçevelendiği bir döneminde Yahya Kemal, edebiyata ve şiire dair farklı tasarılarla Paris’ten döner ve mevcut tercihlerin yanında önemli bir alternatif olarak parlak bir izlerçevre kazanır. Bu genç izlerçevre dolaşımdaki Yahya Kemal bilgisinin temel kaynağı olacak, bunu yaparken de şairin kendi yapıtı ve şiirine dair teorik yaklaşımlarını esas alacaktır. Başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere, Nihad Sami Banarlı, Sermet Sami Uysal, Cahit Tanyol gibi edebî / akademik figürlerin kıymetli çalışmaları ile çerçevelenen Yahya Kemal bilgisi, Mehmet Kaplan sonrası akademik çevre tarafından da büyük oranda muhafaza edilir. Hilmi Yavuz’un okumaları ile beraber Yahya Kemal’in kurucu rolü, belki de ilk defa modern şiire dair teorik bir zemine kavuşur ve Ahmet Haşim ile Nâzım Hikmet’in yanındaki yerini alır. YAHYA KEMAL’İN YAPISÖKÜMÜ Alphan Akgül’ün 2010 yılında Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümünde kabul edilen doktora tezine dayanan kitabı Anlamın Sesi: Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiir Estetiği ise hem şairin Türk edebiyatı tarihinin büyük resmindeki yerini tayin eden bu birikimi gayet dengeli bir şekilde kullanıyor, hem de mevcut literatürün Yahya Kemal’in beyanlarını esas alan epistemelojik tutumunu açık bir “yapısöküme” uğratıyor. Mevcut birikimin kaynak değerinin korunarak (üst perdeden akademik bir hesaplaşmaya ya da olumsuzlamaya uğratılmadan) deyiş yerindeyse Yahya Kemal’den özgürleştirilmesine dayanan bu yapısökümcü analizin yöntemi gayet basit: “Yahya Kemal’in şiir tasarımının şiirleri ile kıyaslandığında nasıl tersyüz olduğunu açıkça ortaya koymak”. Yahya Kemal’i bu şekilde “açıklamak”, Akgül’ün belirttiği gibi ancak apaçık bir tersyüz etme ile mümkün C olabilecek bir şey. Şairin entelektüel karizmasının ham maddesi olan tercihlerinin ve bu tercihlerin yerleştirildiği teorik çerçevenin yeniden kurgulanması; Yahya Kemal’in kurucu bir figür olarak tüm heybetiyle yerleştiği edebiyat tarihinin büyük resminden uğratılıp, metin merkezli bir dizi analizin titizlenmelerine maruz bırakılması lâzım. Anlamın Sesi’nin “Sonuç” bölümünde sadece beş sayfada da aktarabildiği tezlerini Akgül, “Giriş” bölümünden başlayarak peşpeşe açılan ve okuru ikna ettiğine ikna olarak ilerleyen analiz ve teorik tartışmalar yardımıyla olabildiğince açmaya uğraşıyor. Sokratik bir eda ile sık sık sorular soran Akgül, bu sayede ele aldığı sorunsalı okurun zihininde canlı tutarak kullandığı teorik malzemeyi tartışmanın bütüncüllüğünden uzaklaştırmamaya çalışıyor. Kitabın “Giriş” bölümüne, “onun kendi şiirleri hakkında geliştirdiği yorumların sorgulanmadan kabul edilmesi yanıltıcı olabilir.” diyerek başlayan Akgül, hem Anlamın Sesi boyunca tartışacağı ve Yahya Kemal’in kendi şiirini açıklamak için sık sık kullandığı “derûni ahenk”, “vezin”, “anlam”, “lafız”, “lirizm” gibi kavramlara dair ilk tartışmaları yapıyor, hem de Yahya Kemal bilgisini belirleyen ikincil kaynakların bu kavramları gayet doğal kabul ederek herhangi bir teorik zemine oturtmadan kullanmalarını eleştiriyor. “Öncelikli Terimlerin Şiiri” başlıklı birinci bölümde ise Akgül, Yahya Kemal’in kendi yapıtını açıklamak için kullandığı şiir tasarımını mercek altına alarak bu tasarımın modern şiir teorisi bağlamında nerede durduğunu açıklıyor. “Şiirsel Önceliğin Uyuma Dönüşmesi” başlıklı ikinci bölümde “mana / lafız”, “mesel / berceste şiir”, “mihaniki ahenk / derûni ahenk” kavram çiftlerine dayanan bu tasarımın ikinci kavramlara öncelik veriyor gözükmesine rağmen aslında bir uyuma dayandıklarını ve Yahya Kemal şiirinin bu uyumun analiz edilmesi ile anlaşılabileceğini ortaya koyuyor. Akgül, “Şiirsel Önceliğin Yer Değiştirmesi” başlıklı üçüncü bölümde ise, iş ilgili kavram çiftleri arasındaki bu teorik uyumun nasıl uygulandığını analiz etmeye geldiğinde meselenin nasıl tersyüz olduğunu; anlamın, anlatının ve veznin belirlediği bir şiirle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Kısacası bir “kompozisyon şairi” olarak Yahya Kemal’in net bir fotoğrafını çekiyor. ALPER SARI emil Koçak’ı iki tarihçi arkadaşıyla birlikte sunduğu “Eski Defterler” programıyla tanımıştım. Oldukça nezih, belgelere dayalı bir anlatımla sürdürdükleri bu programı ilgiyle takip ettim. Ardından kitapçı raflarının tarih bölümleriyle gazete ve dergi sayfalarında bu isme daha sık rastlar oldum. Özellikle yakın tarihimiz hakkında yaptığı çalışmalar dikkat çekiyordu Koçak’ın. Alışılagelmiş bakış açılarının aksine, meseleleri farklı yönleriyle ele alışı çalışmalarına ilgiyi artırıyordu. Resmî kalıpların dışına çıkarak yaptığı değerlendirmelerle tarihin bozuk, eksik ve gizlenen yönlerini gözler önüne serip tarihçinin asıl işinin bir nevi tarihi tamir etmek olduğunu gösteriyordu. Yazarın son kitabı Resmî Tarihe Meydan Okuyorum’da da bu uğraşın izleri görülüyor. Tarihçiliği en başından beri bir meydan okuma işi olarak gördüğü için tercih ettiğini belirten Cemil Koçak, kitapta hayatının son otuz beş yılının bir özetini sunuyor. Aynı zamanda akademisyen olmak uğruna gösterdiği yoğun çabayı anlatan Koçak, meslek yaşamı boyunca kendisine yöneltilen itham ve iftiralara da bu kitapla cevap veriyor. Gazetecilikten akademisyenliğe Kişisel bir hikâye ile başlıyor Cemil Koçak kitabına ve ekliyor: “Bunu daha önce yapmamıştım.” Bu vurgu, kitabın yazar açısından önemini de ortaya koyuyor. Lisans eğitimine gazetecilik bölümüyle başlayan, ardından bu mesleğin kendisine göre olmadığını anlayarak gönlünde yatan akademisyenliğe geçiş yapan Koçak’ı bundan sonra yıpratıcı bir sürecin beklediğini görüyoruz. Bir de bütün bunların çalkantılı bir dönemde yazarın başına geliyor olması gerçeği var tabii: “…doktora yeterlilik jüri sınavına hazırlanırken 12 Eylül 1980 darbesi oldu.” Böylesine sıkıntılı bir dönemde gösterdiği yakınlık ve verdiği destekten ötürü Mete Tunçay isminin altını çizerken, yaptıkları haksızlıklardan dolayı birçok ismin üzerinde de silgi- 30 sini gezdiriyor yazar. Kendisine çıkarılan zorluklar sebebiyle doktora tezini üç kez yazmak zorunda kaldığını belirten Koçak’ın azmi, mesleğine ne kadar gönülden bağlı olduğunu da gösteriyor. Uzun süre üniversite bünyesinde iş bulamadığı için TÜBİTAK’ta çalışan yazar, burada on beş yıl ‘doktoralı işçi’ statüsünde kalmış. Burada da kendisine haksızlıklar yapıldığını, buna karşılık yılgınlık göstermeden güzel işlere imza attığını aktarıyor Koçak. Kurumun Bilim ve Teknik ile Bilim ve Çocuk gibi bugün de yayımlanmaya devam eden dergilerinde ciddi emekleri olduğunu öğreniyoruz. Karalama kampanyaları hep vardı Yazarın çekilecek çilesi varmış dedirtircesine, akademisyenlik için uğraş verdiği yıllardan hocalık yıllarına, hakkındaki iftira ve karalamalar azalmamış. Aksine, eskiden gazetelerin kısıtlı imkânlarıyla yapılan karalama kampanyaları teknolojinin gelişmesiyle sosyal medya üzerinden daha yoğun bir biçimde devam ediyor. Yazarın verdiği bir konferans sonrasında, söylemediği sözler üzerinden eleştirilmesi, daha sonra bu eleştirinin Zülfü Livaneli, Ruhat Mengi, Sinan Meydan gibi bazı yazarlar tarafından haksız biçimde desteklenmesi de Koçak’ı çileden çıkarmış. Yazarı en çok üzense medyanın araştırmadan, soruşturmadan iftira niteliğindeki bu tarz yazılara yer vermesi. SOHBET HAVASINDA ANLATILAN TARİH Kitapta hakkındaki birçok itham ve iftirayı cevaplayan Koçak, ardından asıl meseleye, yani tarihe meydan okuma işine girişiyor. Bu sayfalarda yazarla yapılmış röportajlardan ve gazetedeki köşe yazılarından bir seçki yer alıyor. Yakın dönem siyasi tarihimiz hakkında birbirinden ilginç ve ufuk açıcı bilgilere sıkılmadan, bir sohbet havası içinde erişebiliyoruz. Kitap Cemil Koçak’ın hem kendisiyle hem de tarihle hesaplaşması. Bu hesaplaşmaya tanıklık etmek ve tarihin bize anlatılan kadar değil, bizim araştırdığımız kadar gerçeklik kazandığını görmek için okunması gereken bir eser. ROMAN KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Kayıp kardeşin peşinde Paralele hücum PARALELİ BATIRIN, ZAFER ÖZCAN, UFUK YAYINLARI, 168 SAYFA, 12 TL Yavuz Ekinci yeni romanı Rüyası Bölünenler’de Kandil Dağı’na kardeşini aramaya giden bir kahramanı anlatırken, okura büyük kavgada görünmeyen insanların hikâyelerini ve Kürt meselesinin farklı bir boyutunu gösteriyor. Deneyimli gazeteci Zafer Özcan, Paraleli Batırın’da 17-25 Aralık Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları sonrası yaşanan sürecin ekonomik boyutunu ele alıyor. Özcan’ın tespitlerine göre, yaşananlar aslında bir benzerini 28 Şubat döneminden de hatırlayabileceğimiz bir süreç. Ancak o dönemde hiçbir zaman iş, şirketleri fişledikten sonra, baskı ile el değiştirmelerini ve yandaşlara devredilmelerini sağlama noktasına gelmemişti; bugün ise hükümet işi gücü bıraktı, bir bankayı batırmaya çalışıyor… RÜYASI BÖLÜNENLER, YAVUZ EKİNCİ, DOĞAN KİTAP, 144 SAYFA, 13 TL F NİHAT DAĞLI ırtına çıkıp sokak gürültüyle dolduğunda başlığa sadece bu çıkar. İnsan başta ve daha çok fırtınayla sokağı dolduran gürültüye kulak kesilir. “Fırtına çıktı, kulakları sağır eden gürültü her yere sızdı.” denir. Yere devrilen ağaçlar, çatısı uçmuş evler, sokakta yürürken başına düşmüş şeyle yaralanmış insan görülmez; alışılmış olanı aksatan olağanüstülük konuşulur. Özne gibi duran fırtına ve gürültüye işaret edilirken, olanın içeriğini gösterenin tesiri sadece “ateşin düştüğü yer”de görülür. Fırtına bittiğinde, ne yaşandıysa çıkar ortaya. Böylelikle fırtına ve gürültünün ne üzerinde neyi gerçekleştirdiği öğrenilir. Türkiye’nin Kürt bahsinde olan budur. Ateş ülkeyi sarmışken, konuşmalar daha çok “büyük kavga”nın etrafında döndü. Vatan, Misak-ı Milli, üniter devlet, şeref, şehit askerler; bağımsızlık, özgür Kürdistan, “kurtuluş mücadelesi”, gerilla, “şehitler ölmez”in Kürtçesi gibi insansız haller başlık yapıldı. Evlatlarının tabutlarına sarılan anne fotoğraflarında açığa çıkan mikro haller ise “büyük kavga”nın nesnesi kılınıp görünmez oldu. Şimdilerde, uzun süren bu fırtınanın düştüğü, büsbütün dinmesi adına umutların çoğaldığı günler yaşıyoruz. Örtü kalkıyor; sıra altta kalanların üste çıkmasına geldi. 12 Eylül darbesinden bir yıl önce Batman’da doğan, Mezopotamya diye görünen birikime sırtını vererek kendine bir dil kuran Yavuz Ekinci’nin yeni romanı Rüyası Bölünenler buna dair. Okuru büyük kavgada görünmeyen, altlarda kalan insanların hikâyelerine çağırıyor. Dağa çıkan kardeşin peşinde Romanın kahramanı ve anlatıcısı İsmail bir sürgündür. Dört ülkeye paylaştırılmış Kürt topraklarının “bir”leşmek suretiyle Kürtlere bağımsız bir vatan olması düşüyle ete kemiğe bürünen bir dava, bu dava adına ortaya konulan bir itiraz, isyan ve direniş… İsmail bu itiraz, isyan ve direnişin ifadesi dağlara gitmese de, dağdakilerin saflarına katılmasa da adı buraya yazılmıştır. Devletin ve devlete akraba oluşumların normlarına toslayan yaşamıyla Almanya’ya savrulmuştur. Ölümden kaçmış, kaçabilmiş olsa da huzursuzdur. Ruhu bavula zorla sıkıştırılmış elbise kadar kırışık, bedeni ise ruhuna bavul kadar dar gelmektedir. Derin bir incinmişlik içinde dünyadaki herkese kızgındır. Doğduğu topraklarda bıraktığı davaya, direni- Kapitalizmin geleceği KAPİTALİZMİN GELECEĞİ VAR MI?, KOLEKTİF, METİS YAY., 240 SAYFA, 20 TL Alanlarında yetkin beş sosyal bilimci; Wallerstein, Collins, Mann, Derluguian ve Calhoun ortak bir kitapla kapitalizmin geleceğini tartışmaya açıyor. Görüş birliğine vardıkları noktalar olduğu gibi ayrıldıkları tespitler de var. Ama şu konuda mutabıklar: “Hiçbirimiz kapitalizm teşhisimizi kınama ya da övgüye dayandırmıyoruz. Hepimizin kendi ahlâki ve siyasal kanaatlerimiz var elbette ama meselemiz kapitalizmin gelecekte var olacak bir toplumdan daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğu değil.” Yavuz Ekinci şe, isyana, bağımsızlık umutlarına, genç kız ve oğlanların cesetleriyle beslenen vatana, kendisinin yapamadığını yapan kardeşi Yusuf’a lanetler etmekte, kaçıp sığındığı uykularda rüyaları bölünmektedir. Bedeni Almanya’da iken ruhu Batman’da dolaşmakta; yırtılmanın acısı ve hasretin yakıcılığına rağmen dönememekte, gidip babasının yanı başına oturamamaktadır. Yusuf’un dağa çıkması ve saflara katılmasında kendisi suçlanmış, babası onu evlatlıktan ve sevgisinden sürgün etmiştir. Arkadaşı Sabri’nin katli sebebiyle hissettiği suçluluk duygusu ve babasının dipdiri öfkesi onu öylece kilitlemiştir. Yusuf kıssası gibi Bir gün, bölünen rüyalarına daha fazla katlanamaz, her şeyi göze alarak Batman’a döner. Ölüm döşeğindeki babasının yakınlığını kazanmak için Kandil’e çıkıp Yusuf’u getirmeye karar verir. Babasının yaşlılığının meyvesi Yusuf’u getirmekle kaybettiği babasına (onun sevgisine) kavuşacağını düşünür. Kendini yollara vurur; ölüm tehlikesine rağmen çitlerden atlar. Dağlardaki saflara katılmış evlatların peşi sıra yollara düşmüş ebeveynler çıkar karşısına, yaşanan yılların nice Yusuf’a kuyu olduğu gerçeğini teninde ve ruhunda hisseder. Nihayet Kandil’de Yusuf’un izini bulur; babasının alıp burnuna götüreceği bir gömlek hükmünde olan Yusuf’un sesini yakalar. Böylece döner, ancak... Seyyidhan Kömürcü’nün, “Bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba” dizesiyle başlayan roman, Yusuf kıssası üzerinden akıyor. Baba Yakup ve oğul Yusuf’un yanında durularak yapılan Yusuf kıssası tefsirlerine karşılık Ekinci, Yusuf’un kardeşlerinden biri kesilerek konuşuyor. Bu fark, okuru hakikatin görülmeyen taraflarına baktırıyor. Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u kuyuya/tehlikeye atmıştır. Niçin? Kardeşini sevmedikleri ve babalarına kötülük etmek için mi? Hayır, kardeşleri Yusuf’u sevmiyor değil; babanın (sevgisinin) tümüne konup kendilerini babasız bıraktığı için onu kıskanmışlar. Yusuf’u devreden çıkarmak suretiyle kayıplara karışan babaya kavuşabileceklerine inanmışlar. Babanın bir oğula hasredilmiş sevgisinde ve bu sevgi üzere beliren oğulda Kabil’in anlaşılma isteği ve ihtiyacı göz kırpmaz mı? Romanın kahramanı ve anlatıcısı (adının İsmail olması da ilginçtir) bu coğrafyada “baba” üzerinden görünen devlete şunu sorar gibidir: İsmail’in kaderi niçin hep kurban olmak? Ki bu soruda anlatıcı İsmail’in yerine Kürtler konulabilir. O zaman soru şudur: Kardeş Kürtlerin kaderi ağabey Türklerin yanında görünmez olmak mıdır? Türk’e yoğun sevgi sebebiyle Kürtleri sevgisizliğe mahkum etmek adalet midir, bu nasıl “devlet baba”lıktır? Anlatıcı İsmail “yitik olan”nın peşinden giderken adalet talep etmektedir. Thomas Mann’ın romanı Yusuf ve Kardeşleri’ni hatırlatan Rüyası Bölünenler, yan okumalara açık bir metin. Kürt bahsinin sokağı dolduran yüzüne işaret ederken, unutulan veya görmezden gelinen gölgeli kısımlara da baktırıyor okuru. Olayda silikleşen insanın altını çiziyor. 31 Vefalı denemeler VEFA BAZEN UNUTMAKTIR, HAYDAR ERGÜLEN, KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ, 230 SAYFA, 17 TL Şair Haydar Ergülen, ‘vefalı’ yazılar ile okurunu selamlıyor. Değişik zamanlarda kaleme aldığı denemelerin yer aldığı eserde Ergülen, hayata ve kavramlara şair gözüyle bakıyor. Şaire göre vefalı olmak, unutmamak değildir: “Nedense hep karıştırırız, belki de unutmaya eğilimli olduğumuzdan, her şeyi unuttuğumuzdandır bu yanılgı. Oysa bazen tam tersine, vefamızı göstermek, vefalı olduğumuzu anlatmak için unutmak, unutmak, unutmak gerekir. Unutmak, her zaman alçaklık değildir çünkü, bazen de bağışlamaktır.” İlk şiirlerden Duino ağıtlarına… RAINER MARIA RILKE, SEÇME ŞİİRLER, ÇEV.: AHMET CEMAL, İŞ BANKASI YAY., 128 SAYFA, 10 TL 20. yüzyıl Batı şiirinin en büyük temsilcilerinden Rainer Maria Rilke (1875-1926), Orta Avrupa’nın kozmopolit kültürünün doruk noktasına vardığı bir dönemde bütün hayatını “şiirde şiiri arama”ya adar. Stefan Zweig’ın dediği gibi, “Onunla karşılaşmak, hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı...” Rilke’nin şiirlerinden seçmeler, onunla hiç tanışmamış olanlar için iyi bir ‘rastlantı’ fırsatı sunuyor. TARİH KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yüce Divan’da mahkûm olan ilk bakan Kutsal yolculuğun güncesi HAC GÜNLÜĞÜ, AHMET KURUCAN, IŞIK YAYINLARI, 174 SAYFA, 9.90 TL Gazeteci Kamil Maman, bir haber çalışması sırasında rastladığı İhsan Eryavuz’un günlüklerini kitaplaştırdı: Kara Defter. Günlüklerde Osmanlı’nın son dönemi ile cumhuriyetin ilk yılları, İstiklâl Mahkemeleri’nin işleyişi ve Lozan’da yaşanan tartışmalar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. İlahiyatçı-yazar Ahmet Kurucan, Hac Günlüğü adlı kitabında kutsal beldelere yaptığı yolculuğun ‘meyvelerini’ kaleme almış. Hacca gideceklerin istifadesi için yazılan eser, maddi-manevi tecrübeleri ve hissiyatı ‘müstakbel’ hacılara aktarıyor. Eşiyle birlikte yaptığı haccı havaalanından başlayarak gün be gün kaydeden Kurucan, kutsal mekânlarda yaşadıklarını, hissettiklerini, gördüklerini farklı bakış açısı ve ilgi çekici tespitleriyle dile getiriyor. KARA DEFTER, HAZ.: KAMİL MAMAN, TİMAŞ, 336 SAYFA, 18,50 TL B OSMAN İRİDAĞ inbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrılarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucuları arasında yer alan, İstanbul’dan Milli Mücadele için Anadolu’ya adam kaçıran Karakol Cemiyeti mensubu İhsan Eryavuz, TBMM’de üç dönem vekillik yapmıştı. Fethi Okyar ve İsmet İnönü tarafından kurulan hükümetlerde ise bahriye vekili olarak (denizcilik bakanı) görev almıştı. Bu bakanlık sivil olduğu kadar askerî bir makamdı ve Eryavuz, askerlikten içinde kalan ukde ile olsa gerek bir amiral edasıyla gazetelere poz vermesiyle meşhurdu. Aynı zamanda savaşlarla yok olan donanmayı yeniden kurmayı hayal ediyordu. Osmanlı donanmasının ayakta kalan son parçası Yavuz’u tamir ettirmek için gerekli tedbirleri aldığı günlerde bakanlığın lağvedileceği söylentisi ortada dolaşmaya başlamıştı. Ancak o Yavuz’un tamiri şerefini elinden kaçırmak istemedi ve Başvekil İsmet İnönü’nün de onay verdiği mukavelenin altına imzasını attı. Tamir işinin verildiği firma ise İttihat ve Terakki’nin eski fedailerinden birini bünyesinde barındırıyordu. Üstelik Eryavuz’un bir zamanlar aynı saflarda görev yaptığı kişilerden oluşuyordu. Bu da kamuoyu tarafından devlet imkânlarının eski dostlara peşkeş çekilmesi olarak görüldü. Bizzat İsmet İnönü’nün emriyle hakkında Meclis’te komisyon açıldı. Savunmasında onurunu ayaklar altına alarak İsmet Paşa’yı kastedip, “Şefimin ayakları altında ölmeye hazırım.” demesi bile onu Yüce Divan’a gönderilmekten kurtaramadı. Cevap olarak “Mademki ayaklarımın altında ölmeye hazırsın öl öyleyse.” diyen İsmet İnönü, tamir işinin verildiği şirketle ilgili kendi onayının olduğunun hatırlatılması üzerine, “Çizgi benim, mesuliyet onundur.” diyerek hem Eryavuz’a mahkûmiyet yolunu açtı hem de yıllar öncesinden kalan bir hesabı kapattı. Yüce Divan, Eryavuz’u suçlamalardan beraat ettirse de şüpheli zarftan çıkan paralar ve ‘nüfuzlu kimseler’ notu nedeniyle rüşvet alma suçundan mahkûm etti. Belki de İstiklâl Mahkemeleri başkanlığı döneminde aldığı birçok tartışmalı kararın bedelini yine tartışmalı bir kararla ödemek zorunda kaldı Eryavuz. Peki, İsmet Paşa’nın yıllarca içini kemiren o intikam hırsı neydi? Bu sorunun cevabı İhsan Eryavuz’un tuttuğu Tarihin ‘yazıcıları’ EN ÖNEMLİ 50 TARİHÇİ, MARNIE HUGHESWARRINGTON, ETKİLEŞİM YAY., 616 SAYFA, 27 TL Cumhuriyetin ikinci yıldönümü balosunda Reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk ve Başvekil İsmet Paşa el ele. Hemen arkalarında Bahriye Vekili İhsan Eryavuz. günlüklerde gizli. Yıllarca bir tanıdığının evinde kıymeti bilinmeden tozlu raflarda bekleyen bu günlükler, araştırmacı bir gazetecinin merakı sayesinde, günümüz Türkçesiyle yayına hazırlanarak kitaplaştırıldı: Kara Defter. İsmet paşa’yı kızdıran karar! Bugün gazetesinde yaptığı haberlerle tanınan Kamil Maman, bir haber çalışmasında rastladığı günlüklerde (Osmanlıca) ne yazdığını merak eder. Birkaç sayfayı günümüz Türkçesine aktartınca, Kurtuluş Savaşı döneminin önemli isimlerinden İstiklâl Mahkemesi’nin kurucu reisi İhsan Eryavuz’a ait olduğunu görür. Üç defter halindeki günlüklerde Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk dönemleri, İstiklâl Mahkemeleri’nin işleyişi, Kurtuluş Savaşı’ndaki cephelerle ilgili ayrıntılar, Lozan Anlaşması’nın imzalanması sırasında yaşanan tartışmalar, Meclis’te Birinci ve İkinci grup milletvekillerinin münakaşaları yer alıyor. Atatürk’e baştan itibaren inanan, onun her söylediğini yapan ve en yakınındaki isimlerden olan İhsan Eryavuz’un İsmet İnönü ile yıldızı ise bir türlü barışmaz. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’na katılması için Anadolu’ya geçişinde rol alan Eryavuz, İstiklâl Mahkemeleri başkanlığı döneminde de İsmet İnönü’nün tepkisini çekecek bir karar alır. Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı günlerde Batı Cephesi kuman- danı olan İnönü, Birinci Ordu kumandanı Ali İhsan Paşa’yı “ihanet” içinde olmakla suçlayıp hakkında takibat yapılmasını ister. İhsan Eryavuz başkanlığındaki mahkeme heyeti olayı yerinde inceler ve Ali İhsan Paşa’nın yaptığı eylemin ihanet olmadığına karar verir. Rütbe ve tecrübe bakımından İsmet İnönü’den ileride olan Ali İhsan Paşa’nın İnönü’nün şahsına güvensizliği ve nezaketsizliği söz konusudur. Bu karar İnönü’nün Eryavuz’a kızgınlığını artırır. Eryavuz’un anılarından sadece bunu öğrenmiyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarıyla ilgili tarih kitaplarında yazılı olayların perde arkasındaki tartışmaları da okuyoruz. Atatürk’ün başkumandan olması sırasında yaşanan görüş ayrılıklarını, Lozan’da yapılan hataları, Meclis’in karşı çıkmasına rağmen anlaşmaya nasıl onay verildiğinin detaylarını günlüklerde buluyoruz. Ve Atatürk’ün Lozan’a neden Başvekil Rauf Orbay’ı değil de siyasi yönden tecrübesiz olan İsmet İnönü’yü gönderdiğini de Atatürk’ün bizzat Eryavuz’a söylediği şu sözlerden öğreniyoruz: “İsmet Bey üstlerinin verdiği direktife bağlı kalır ve yalnız o direktif dâhilinde çalışmasını bilir ve başarılı olur. Eğer müzakere onu aldığı direktif haricine çıkarmak isterse, mutlaka bizi haberdar eder ve yeni direktif ister. Bu Heyet-i Temsiliye başında İsmet Paşa bulunursa, şahsen ben orada bulunuyormuşum gibi olur.” 32 En Önemli 50 Tarihçi, tarihyazımı alanında içerdiği tartışmalar ve düşünürler bakımından oldukça kapsayıcı bir eser. “Tarih Bilimine Yön Veren Düşünürler” alt başlıklı kitabın yolculuğu Antik Çin, Yunan ve Roma’dan Ortaçağ yoluyla çağdaş dünyaya kadar uzanıyor. Dolayısıyla Heredot’tan İbn Haldun’a, Hegel’den Toynbee’ye, Braudel’den Foucault’ya, Eric Hobsbawm’dan Şeyh Anta Diop’a kadar tarih alanındaki başlıca düşünürlerin fikirlerine kısa yoldan ve toplu bir giriş niteliğinde bir kaynak eser. Şiirimizin çağdaş destanları YENİ TÜRK ŞİİRİNDE DESTAN, DİLEK ÇETİNDAŞ, ÖTÜKEN, 766 SAYFA, 60 TL Yeni Türk Edebiyatı sahasında, 1839-2000 yılları arasında toplumsal dinamiği canlandırmak, alternatif tarih oluşumunu sağlamak, kolektif şuuraltını beslemek ve toplumun sosyal meselerine işaret etmek bakımından önemli rol oynayan destanların edebi serüveni, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan maceranın da yegâne ve devamlı takipçisi belki de... Bu açıdan, Dilek Çetindaş’ın titiz çalışması, bu serüvenin sistematik takibini yapmak isteyenlerin muzdarip olduğu boşluğu doldurmaya aday... Akşam, yine akşam… PAUL BROUSSE AKŞAMLARI, NİLGÜN AYSAN, SICAK NAL YAYINLARI, 160 SAYFA, 15 TL Geçtiğimiz yıllarda Sözün Gülüşü (2010) ve Şans Aynası (2011) romanları yayımlanan Nilgün Aslan, yeni kitabında Paul Brousse’un ruh halinde bir dünyanın kapılarını aralıyor. Birbirine zıt karakterde iki uyumsuz insanının yollarının kesişmesi sonucu ortaya çıkan eğlenceli ve sürükleyici bir öykünün etrafında gelişen olaylara doğanın hışmı da ekleniyor… EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI Şairler neden sürgün edildi? Öyküler arasında Tuba Işınsu Durmuş, Osmanlı’nın Sürgün Şairleri adlı kitabında 13. ve 19. yüzyıllar arasında çeşitli sebeplerle muktedirlerce sürgüne gönderilmiş Osmanlı şairlerinin hikâyelerini bir araya getiriyor. Kitap tezkirelerde, arşiv belgelerinde ve bilimsel çalışmalarda sürgün şairlerin izini sürüyor. OSMANLI’NIN SÜRGÜN ŞAİRLERİ, TUBA IŞINSU DURMUŞ, KAPI YAYINLARI, 260 SAYFA, 15 TL O CEM MERT kuma yolculuğu kimi zaman ilginç tevafuklarla ilerliyor. Yakınlarda okuduğum Aydın Çakmak’ın Sürgünde Bir Hakan isimli kitabı dolayısıyla zihnim sürgünlük meselesiyle meşguldü bir süredir. Bu meşguliyet önce sürgünlerin pîri büyük şair ve mutasavvıf Niyazi Mısri’ye sürükledi beni. Baş döndürücü bir hayat ve sürgünde son bulan bir ömür. “Aşkın kime yâr olur daim işi zâr olur / Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur” diyerek gerçek sürgünü ne güzel anlatmıştı pîr. Derken yolum modern zamanlarda yaşamış bir entelektüele; sürgün, marjinal ve yabancı Edward Said’e uğradı. Said’in sürgünlük ve göçmenlik temaları etrafında yazdığı bazı makalelerin toplamı olan bir seçki var: Kış Ruhu. Üstat son derece dokunaklı şeyler söylüyor sürgünlükle ilgili: “Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünün insan hayatının kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli baltalanır.” Bunları okurken ve düşünürken yine sürgün temalı bir kitap çıkageldi: Osmanlı’nın Sürgün Şairleri. Sürgün şairlerin hikâyeleri Kitabın yazarı Tuba Işınsu Durmuş, TOBB Üniversitesi’nde Osmanlı edebiyatı üzerine dersler veren bir akademisyen. Kitapta 13. ve 19. yüzyıllar arasında yaşamış Osmanlı şairlerinden çeşitli sebeplerle muktedirlerce sürgüne gönderilmiş olanların hikâyelerini incelemiş. Bu incelemelerde temel biyografi kaynakları olan tezkireler, tarihler, vefeyat örnekleri, arşiv belgeleri ve bunlara dayalı bilimsel çalışmalardan yararlanmış. Böylece dokümanter nitelikli, kapsayıcı bir kültür tarihi çalışması çıkmış ortaya. 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ GÖNÜLLER KÜÇÜLDÜ, NECATİ MERT, HECE YAYINLARI, 316 SAYFA, 19 TL Necati Mert’in “Bütün Öyküleri”nin ikinci cildinde yazarın 90’lı yıllarda kaleme aldığı ve 1996’da Geceye Uçurulan Güvercinler ile 2002’de Gönüller Küçüldü adı altında topladığı öyküler yer alıyor. Eski hayat içinde yetişmiş, yenisinin dilini kuramamış taşra insanlarının çarşı, mahalle, aile hayatlarında açmaza düşüp gecelere güvercin uçurmaları; her biri hem acıtan hem gülümseten ve birbirinden dokunaklı insanlık halleri... Akla zarar sorular GOOGLE’DA ÇALIŞACAK KADAR AKILLI MISINIZ?, WILLIAM POUNDSTONE, NTV YAY., 352 SAYFA, 22 TL Google’da Çalışacak Kadar Akıllı mısınız? kitabında yer alan ve ilk bakışta cevaplanması imkânsız gibi görünen sorular, iş başvurularında karşınıza çıkar mı bilinmez. William Poundstone, hayalinizdeki işe girebilmeniz için kaleme aldığı kılavuzunda günümüzün önde gelen şirketlerinin tarihçesi, sırları ve kullandıkları aldatıcı mülâkat tekniklerini gözler önüne seriyor. Kitap günümüzde iş görüşmelerinde sıklıkla sorulan zor sorulardan onlarcasının cevabını bulmaya yardımcı oluyor. Ağaçla hasbihal ALIÇ AĞACI İLE SOHBETLER, HİKMET BİRAND, İŞ BANKASI YAYINLARI, 360 SAYFA, 16 TL Tarihin her döneminde siyasi otorite ile sanatçı –ki eski çağlarda zanaatkâr olarak anılırlardı– arasındaki ilişki problemli bir alan olarak var olagelmişti. Burada sanatçı açısından iki temel davranış biçiminden söz edilebilir. Birincisi, otoritenin himayesinde vücut bulmak ve otorite ile olumlayıcı bir ilişki kurmak. Diğeri de muhalif durup eleştirel bir tutum takınmak. İkinci tavra sahip sanatçılar için geçmişten bu yana bir ceza biçimi olarak sürgün sık sık söz konusu olmuştur. Bu Batı’da böyle olduğu gibi uzun süre hüküm sürmüş Osmanlılarda da böyleydi. Osmanlı Devleti’nde kuruluş ve ilerleme dönemlerindeki sürgünlerin daha çok devletin askerî, malî, sosyal alanlarda güçlenmesini ve büyümesini amaçlayan iskân politikaları çerçevesinde olduğu söylenebilir. Daha sonraki dönemlerde ise bireysel ve cezai boyutlar öne çıkmıştır. Şiir yazmak, sürgüne gitmek Şairleri, sürgüne gönderilen başka meslek gruplarına ait kişilerden farklı kılan en önemli nokta, yazdıkları şiirlerdi. Tabii Osmanlı şair ve yazarlarının büyük çoğunluğunun aynı zamanda devlet adamı olduklarını da eklemekte fayda var. Dolayısıyla şair ve yazarların sadece yazdıklarından dolayı sürgüne gönderilmedikleri, mesleklerinin icrası sırasında karşılaşılan problemler sebebiyle de sürgüne muhatap oldukları göz ardı edilmemeli. Kitapta ilk bölümde Osmanlı toplumunun sürgün algısı ve Osmanlı ceza hukukunda sürgünün yeri inceleniyor. Ardından Batı’da sürgün anlayışı değerlendiriliyor. Çalışmanın ana bölümü sürgün kavramının Osmanlı kaynaklarında nasıl ifade edildiği üzerine. Bu bölümün devamında sürgüne gitme süreci, sürgün kararını kimin verdiği, sürgün süresi ve mekânları gibi konular detaylandırılmış. Yazar son kısımda sürgünleri; eserleri yüzünden gönderilenler ahlâki sebeplerden gönderilenler, düşmanların gözden düşürmesi sonucu gönderilenler, siyasi sebeplerden gönderilenler olmak üzere dört gruba ayırarak irdelemiş. Kitap bütün bu noktalara değinmekle birlikte sürgüne gönderilen Osmanlı şair/yazarlarının sürgün hikâyelerini ve sürgündeyken kaleme aldıkları şiirleri topluca sunduğundan, alanında önemli bir boşluğu doldurmaya aday. 33 Neredeyse yarım yüzyıl önce Ankara’da, Dikmen sırtlarında yalnız bir alıç ağacıyla bilge ruhlu bir üniversite hocası sohbet etmeye başlar. Önce birbirlerini tanır, sonra dereden tepeden konuşurlar. Daha çok da alıç ağacı anlatır. Atalarından, geçmişinden, Anadolu’nun her yerine dağılmış akrabalarından bahseder. Tüm bu sohbeti, o anların tanığı Prof. Dr. Hikmet Birand Alıç Ağacı ile Sohbetler adıyla kitaplaştırır. Eser, günümüz okuru için yeni baskısıyla yayımlandı. Kahve tadında... KAHVE TADINDA HİKÂYELER, AKİF BAYRAK, YEDİVEREN YAYINLARI, 312 SAYFA, 17 TL Hikâye, sabah kahvesi gibidir. Damak tadından çok, ruhu dinlendirir. Taze bir günün başlangıcında insanı mutlu eder. Ona yeni manzaralar sunar. Daha önce Nesil, Hayat, Yakamoz gibi pek çok yayınevinde yayıncılık yapan Akif Bayrak, Kahve Tadında Hikâyeler adlı kitabında kimi anonim olmuş kimi unutulup gitmiş hikâyeleri bir araya getiriyor. Gassion’ın dediği gibi, “Dost kalbini kahveyle sunar.” Kitapta yer alan hikâyeler de böyle bir düşüncenin ürünü… SİNEMA KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Gözlerimi kaparım, ilk filmimi çekerim! Mevlânâ’dan seçkiler Bir kere sinema yapmaya karar verdiyseniz, kaçarı yok, ayaklarınız geri gitse de o sete girip “motor!” talimatını vereceksiniz. Ama nasıl? Stephen Lowenstein imzalı İlk Filmim adlı kitapta Oliver Stone, Coen Biraderler, Ken Loach, Pedro Almodóvar gibi 20 yönetmenin bu konuda çok işlevsel tavsiyeleri var. İLK FİLMİM, STEPHEN LOWENSTEIN, ÇEV.: SİNAN OKAN, KOLEKTİF KİTAP, 558 SAYFA, 35 TL “ Y GÜNSELİ IŞIK üzme öğrenmenin en iyi yolu, denize itilmektir” derler. Eğer masmavi suların cazibesi, suyun kaldırma kuvveti, verdiği sonsuzluk hissi sizi karşı konulmaz biçimde baştan çıkarıyorsa cahil cesaretinin ayartıcılığına kapılıvermek işten değil. Sinema yapmakla denize atlamak bu bakımdan birbirine çok benziyor; bunu biz değil ödüllü, usta yönetmenler söylüyor. İki kısa film -uzun metraj da değil, kısa!- çeken Stephen Lowenstein, bu aşkın ziyadesiyle belâlı olduğunu fark edince deyiş yerindeyse kendine psikolojik ortaklar arama ihtiyacı hissetmiş. “Bu işin altından kalkayım derken kendini dünyanın en zavallısı gibi hisseden bir ben miyim? Yoksa herkes mi bu eziyetli yollardan geçiyor?” düşüncesiyle pek çok yönetmene ilk film tecrübesini paylaşmaları için söyleşi davetleri yollamış. Ne güzel ki Oliver Stone, Coen Biraderler, Ken Loach, Pedro Almodóvar, Stephen Frears, Neil Jordan, Steve Buscemi, Gary Oldman ve Ang Lee’nin de aralarında bulunduğu pek çok isimden olumlu cevap almış. Böylelikle ortaya ilk filmini yapmak için heveslenenlere, teorik değil fakat daha hayatî olarak pratik set tecrübesi hakkında faydalı -bir yandan da belki göz korkutucu- tecrübe ve tavsiyelerle dolu, okuması zevk veren, şahane bir kitap çıkmış: İlk Filmim. En rahatlatıcısından başlayalım; sinema okulundan mezun olsun ya da tezgâhtarlıktan gelsin, istisnasız bütün yönetmenler setteki ilk günlerinde kendilerini dünyanın en cahili hissetmiş! Her söyleşide rastladığımız “İlk gün ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kamerayı hangi nedenle nereye koymak isteyeceğimi kesinlikle bilmiyordum.” cümlesi bunun en net ve samimi göstergesi. Zaten sinema yapma niyeti olmayan biri bile kitabı okurken hiç değilse şimdi kariyerlerinin zirvesinde oldukları halde kendileriyle hiç kompleks yapmadan dalga geçebilen, kendilerini eleştirebilen bu yönetmenlerin samimiyetine hayran kalır. Mesela Steve Buscemi’nin, ekibin ona güvenmediğini düşünerek kendini tuvalete kilitleyip ağladığını anlatmasına... Tabii güvensizlik hissi uç boyutta yaşanınca fizyolojik belirtiler de veriyor; yine bütün yönetmenler ilk çekim gününden önceki gece ya uyuyamıyor ya sabahlara kadar kâbuslarla boğuşuyor. Haksız MEVLÂNÂ, ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI, KAPI YAYINLARI, 344 SAYFA, 18 TL Halk edebiyatı, divan edebiyatı ve tasavvuf tarihi alanlarında önemli eserlere imza atan Abdülbâki Gölpınarlı’nın Şeyh Galib, Bâki, Fuzuli, Hâfız ve Pir Sultan Abdal gibi halk ve divan edebiyatının kıymetli şairlerinden yaptığı seçkiler Kapı Yayınları tarafından yeniden yayımlanıyor. “Abdülbâki Gölpınarlı Kitaplığı”na bir yenisi daha eklendi: Mevlânâ. Göpınarlı kitapta Mevlânâ’nın her devirde ihtiyaç duyulan görüşlerini ve Mesnevî, Divan-ı Kebîr ve FîhiMâFîh gibi şaheserlerinden seçmeleri bir araya getiriyor. Kaygı ve tereddüt KAYGILARIMIZIN KIŞI, JOHN STEINBECK, SEL YAYINcılık, 344 SAYFA, 18 TL Coen Biraderler Gary Oldman da çıkmıyorlar; kiminin filme katkı olsun diye evinden getirip karavana koyduğu kıyafetler çalınıyor, kiminin gerçek mekânda yaptığı çekimden rahatsız olan komşular inadına elektrikli süpürgelerini çalıştırıyor, kimi çok ukâla bir teknik ekibe, kimi de farklı ekollerden gelip birbirine diş bileyen ekiplere denk düşüyor. ‘kapıdan pazarlama’ YÖNTEMİ Aslında çekimin ilk günü stresi para bulma stresiyle kapışır, demek de pekâla mümkün. Pek çok yönetmen, ilk filminin öncesinde neredeyse dünyanın en büyük maliyecisi olup çıkmak zorunda kalıyor! Hoş, sonraki filmlerde de bunun nispeten değiştiğinden söz edilebilir. Fakat Coen Biraderler ve Kevin Smith’in bulduğu yöntemler gerçekten dâhiyane! Joel ve Ethan Coen, ilk filmlerini finanse etmek için neredeyse ‘kapıdan pazarlama’ diyebileceğimiz bir usul tutturmuş. Çekmeyi düşündükleri film için hazırladıkları acemi fragmanı koltuklarının altına alıp resmen kapı kapı dolaşıp sormuşlar: “Filmimize yatırım yapmayı düşünür müsünüz?” Hemen gülerek kestirip atmayın, bu yolla üç bin – beş bin derken 60 küsur yatırımcıdan -bütçelerine göre- hatırı sayılır bir miktar toplamayı başarmışlar. Fakat Kevin Smith’inki çok daha orijinal bir hikâye! Süpermarket ve video kaset dükkânında tezgâhtarlık yaparken film çekmeye karar veren Smith, bütçe için gözünü, cüzdanındaki sürüyle kredi kartına çevirmiş. Bunlar da arkadaşı Brian’la “Kimin daha çok kredi kartı olacak?” yarışında çıkarttığı kartlar! Çalıştığı video markette kendini müdür göstererek yaptığı başvuruların onayı için telefon açıldığında tezgâhtar olarak telefonlara bakan da kendisi olduğu için Smith, yarışta öne geçmiş anlaşılan. Alıp da kullanmadığı 12 kredi kartı, 25 bin dolar bütçeli filmini kotarmak için en büyük motivasyonu oluvermiş daha sonra. Çalıştığı süpermarketi film platosu olarak kullanmaya kalkmasıysa kendisine birkaç kilo olarak geri dönmüş; yönetmenliğin o kadar da cilvesi olsun tabii! Ve ilk filmi çekmenin olmazsa olmazı: Bir can dost! Hiç de romantik veya psikolojik bir gerekçe değil bu. Kimi senaryo, kimi bütçe, kimi aynî yardım, kimi de çevre edinme konusunda ama mutlaka ve mutlaka bütün yönetmenlerin ısrarla altını çizdiği nokta bu. Üstelik öyle eski dostun adını anma vefasıyla bir cümlelik filan değil, resmen sayfalar boyunca bahsettikleri bir husus. Bu da gayet anlaşılır esasen; zira iç dünyanızı herkese açmaya hazırlandığınız o geçiş aşamasında, şimdiye dek sadece sizin bildiğiniz bir hikâyeyi teknik ekibe, yapımcılara ve oyunculara izah etmekle ve bir yandan da teknik bilgisizliğinizle boğuşurken, dilinizden ve halinizden anlayan biri kadar hiçbir şey rahatlatamaz sizi. O yüzden siz siz olun, Mazhar Alanson’un sahneye şapkasız çıkmadığı gibi ilk film setinize en iyi dostsuz çıkmayın... 34 John Steinbeck’in son romanı Kaygılarımızın Kışı, bir ailenin ‘yaprak dökümü’nü konu edinmesinin yanı sıra 1960’ların ABD’sinde geçmesine rağmen günümüz Türkiyesi’nin izdüşümü gibidir. Bir zamanlar ailesine ait olan markette tezgâhtar olarak çalışan Ethan, artık Long Island’ın aristokrat sınıfının bir üyesi değildir. Karısı huzursuz, ergen çocukları ise babalarının sağlayamadığı maddi rahatlığa açtır. Derken bir gün kendini ahlâki bir krizin ortasında bulan Ethan, titiz prensiplerini bir süreliğine rafa kaldırmaya karar verir... Ona müteahhit demeyin! MARKALI KONUTUN BAŞÖĞRETMENİ: AYKUT MUTLU, HAZ.: NEVZAT BASIM, TK YAYINEVİ, 240 SAYFA, 25 TL Viyana’da mimarlık okumuş, ODTÜ’de hocalık yapmış bir mimar Prof. Dr. Aykut Mutlu. Konut yapanlara ‘gangster’ gözüyle bakılan günlerde, 1969’da markalı konut şirketi kurmuş. Tünel kalıbını Türkiye’ye ilk getiren de o. Üstelik şantiyesinde, amele ile mühendise aynı standartta yaşam koşulları sunan ilk işadamı. Bugün kentsel dönüşüm denilen işin, ilk örneğini de o yaptı: Ankara’da Portakal Çiçeği Vadisi projesi. Aykut Mutlu, Markalı Konutun Başöğretmeni adlı kitapta hayatını Nevzat Basım’a anlatıyor. Siyaset ve hayat… KİMLİĞİM: İNSAN, ATAOL BEHRAMOĞLU, TEKİN YAYINEVİ, 312 SAYFA, 23 TL Ataol Behramoğlu’nun Kimliğim: İnsan adlı eseri yeni baskısıyla okura ulaşıyor. Kitap, yazarın 4 Mart 1995 tarihli ilk köşe yazısından 8 Ocak 2000’e kadar cumartesi ve pazar günleri yayımlanan gazete yazılarından yapılan seçkiden oluşuyor. Behramoğlu ‘ilk göz ağrısı’ olan eserde siyasi, toplumsal ve kişisel hayatına dair hemen her şeyden bahsediyor. ÇOCUK KÝTAP ZAMANI Gazeteler çocuğa gerçekleri fısıldıyor Sevim Ak son romanı Gazete Fısıltıları’nı yıllardır biriktirdiği dergi ve gazetelerdeki haberlerden faydalanarak kaleme almış. Bu özelliği roman kahramanına da aktarmış. Gazetelerin üçüncü sayfaları yazara anlatacaklarını fısıldarken, Afi de bazen gazete haberlerinin fısıltılarıyla yolunu buluyor. Gazete Fısıltıları, Sevim Ak, Can yayınları, 224 sayfa, 14,50 TL H MUSA GÜNER ayatın gerçeklerini anlamak zaman alıyor, insan büyümeye başladığında belki de ancak bir yetişkin olduğunda kavrayabiliyor hayat ile ölümün arkadaşlığını. Oysa daha çocukken bile hayatölüm yan yanadır, hayatın ne kadar içindeysek, ölümün de o kadar kıyısındayız. Bir algıdır ki dünyayı insandan ibaret gösteriyor bize. Ölümü de insanın göçüşüyle özdeşleştiriyor. Oysa gözler açılsa, tabiata bakmayı atlayıp doğrudan görmeye başlasak dünyanın rengi de değişir. Bu basit gerçeği içselleştirdiğimizde hayvanlara sahip çıkar, doğaya hak ettiği değeri verebiliriz. Ölümün açtığı pencereden bakınca dünya epeyce farklı görünebilir. Sevim Ak’ın son romanı Gazete Fısıltıları, Afi ile Kozi’yi, Sarp’ı, Sude’yi ve annesini, saat satıcısı Ali’yi anlatırken çocukları ölümden uzak tutmuyor. Anlaşılabilir bir gerçek olarak ölümün, hayatın bir parçası olduğunu vurguluyor. Romanın kahramanı Afi, doğum sırasında ölen ikiz kardeşi Kozi ile birlikte büyür aslında. Kozi, dedesinin öldüğü gün Afi’ye görünmeye başlar ve başka kimsecikler onu göremez. Kozi sayesinde tabiatı, bitkileri onların hayatını sorgulamayı öğrenir. Yazar romanda zıtlıkların öğretmenliğini Kozi ile anlatır. Bir ‘teknoloji çocuğu’ olan Afi bir yanda, bütün bedeni çiçekler ve yapraklarla bezeli bitki uzmanı Kozi bir yanda… Taban tabana zıt görünen, hatta biri ölü bir canlı olan ikiz kardeşlerden Kozi, Afi büyümenin zorluklarını yaşarken ona sorularıyla, sorgulamalarıyla yeni kapılar açar. İki kardeşin konuşmaları, Afi’nin günlük hayat karşısında aldığı tavrı etkiler, bazen de değiştirir. saatçi ali’nin öyküsü Gazete Fısıltıları’nda akıp giden ana kurgu yan öykülerle beslenir. Bunların en dikkat çekicisi Saatçi Ali Pınar’ın öyküsü. Afi ona, arkadaşı Sarp ile birlikte AVM’ye giderken bir sedyede yüzü gözü cam kırıkları ve kanlar içindeyken rastlar. Onun trende karşılaştığı, pazarda tezgâh açarken gördüğü seyyar saat satıcısı olduğunu anlar, soluk kırmızı tişörtün çağrışımlarında. Romandaki “Saatçi Ali” öyküsü, Afi’nin vicdanını uyandıran ve bunu okura gösteren bir unsur. Çöp kutusundaki amacı belirsiz bomba ile yaralanan Ali’nin etrafa saçılan saatlerinden ikisini Sarp alır. 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Sihir yok, bilim var Sihir De Neymiş!, İsmail Ersoy, Timaş, 151 sayfa, 9,50 TL Kendini bir laboratuvarda tüpler, ateşler, patlayan maddeler ve ortalığı kaplayan dumanlar arasında düşleyen meraklı çocuklar çoktur. Ama gerçekte her gün çevremizde laboratuvarda yapmaya çalıştığımız deneylerin binlercesi kendiliğinden gerçekleşiyor. Bunları görebilmek, anlayabilmek için, hatta hayattan ilginç icatlar çıkarabilmek için biraz dikkat gerekiyor. Bir de kitap okumak… Kitaplar hayatımızı kuşatan bilimsel olayları gösteriyor. Tıpkı Sinir de Neymiş! kitabı gibi. İsmail Ersoy’un kaleme aldığı kitapta, karşılaştığımız zorlukları çözmenin püf noktaları anlatılıyor. Arka kapak yazısında şu soru yer alıyor: “Su üzerinde batmadan yürümeye, şişenin içine kaçan bir tıpayı kolaylıkla çıkarmanın püf noktalarını öğrenmeye hazır mısınız?” Olur mu öyle şey, demeyin, “Sihir yok bilim var” diyen Feno’ya kulak verin. Müzik, göç ve kara ten… Kömür Karası Çocuk, Müge İplikçi, Günışığı Kitaplığı, 108 sayfa AVM’ye girdikten sonra da Afi’nin koluna takıverir. Saat Afi’nin kolunda değil, vicdanında büyük bir yük oluşturur. Önce toplumu sorgulamaya başlar: “Birileri ölür ya da yaralanırken başkalarının indirime koşmasını vicdanı kabul etmiyordu. Patlamanın çevresindeki yaralı kalabalığı ile yüz metre ötedeki alışveriş merkezindeki kalabalık neden birbirinden bu denli kopuktu. Bir bombanın patlayışı, verdiği zarar neden tüm yaşamı erteletmemişti. Her işin gücün o an durmasını ve her köşeden protesto yağmasını beklerdi. Alışılmışlık ve katlanma direnci hangi noktada kırılmaya uğruyordu? Bugünkü patlamanın dozu mu düşüktü?” Sonra gazete haberlerinden saatçi Ali’nin kaldırıldığı hastaneyi bulur, yoğun bakımda onun başucunda saati bırakmak ile bırakmamak arasında gider gelir. Sonunda teknolojinin çerçevelediği hayat ve onun oluşturduğu baskıyla saati bırakamadan döner. Etrafta kameraların bulunma ihtimali vicdani doğruyu yapmasını engeller. Sude ile burada tanışır ve ‘bitkisel hayat’ gerçeğiyle burada yüzleşir. Sevim Ak, Gazete Fısıltıları’nı yıllardır biriktirdiği dergi ve gazetelerdeki haberlerden faydalanarak kaleme almış. Gazetelerin üçüncü sayfaları yazara anlatacaklarını fısıldarken, Afi de bazen gazete haberlerinin fısıltılarıyla yolunu buluyor. Okuduğu haberler onu hayatın farklı ve ilginç yüzleriyle tanıştırıyor. Gazete Fısıltıları’nda çiçekler, böcekler, tabiat, piramitler var; telefon, kulaklık, AVM, teknoloji var. “Radyo dalgaları, televizyon, uydu, cep telefonu sinyalleri derken bir de gittikçe yaygınlaşan wi-fi sinyallerinden göz gözü görmüyor.” gibi cümlelerle modern hayat eleştirisi de var. “Doğada her şey birbirine armağan sunar. Güller tomurcuklarını, naneler kokularını…” gibi tabiata tefekkür penceresinden bakışlar da var. Yazar, bugün yaşadığımız hayatta ne varsa romanına onu taşımaya çalışmış. Afi’nin iç sesi olan ve tabiatı temsil eden Kozi ise romana metafizik bir boyut ekliyor. 35 Kömür Karası Çocuk kendini annesiyle birlikte Türkiye’de bir göçmen evinde bulur. Göçmenliği, dayanışmayı çocuk gözünden aktaran roman, Salif’in yaşadıklarını anlatırken müziğin iyileştirici gücünün altını çiziyor. Salif, yabancı bir ülkede bilinmezlerle yaşamaya çalışırken, bir yandan da müzisyen babasını özlemektedir. Mahallenin okul orkestrasına girer ama mahalleli bu koyu tenli yabancıya pek de iyi davranmaz. Bu noktada müziğin birleştirici gücüne sığınır. Afrikalı müzisyen Salif Keita’nın hayat hikâyesiyle birlikte okunduğunda daha keyifli olacak bir kitap. Yalnız bir çocuk ve sıradışı arkadaşı Uçan Fare ile Hayalet Hayri, Beyza Akyüz, YKY, 137 sayfa, 14 TL Türlü maceradan sonra ailesiyle birlikte Avustralya’dan İstanbul’a gelen meraklı ve komik bir fare ile kimsenin dikkatini çekmeyen kendi halinde bir çocuk olan Hayalet Hayri’nin arkadaşlığını anlatıyor Uçan Fare ile Hayalet Hayri. Uçan fare büyüdüğünde beyin cerrahı olmak ister, boş zamanlarını da çocukların yere düşürdüğü şekerleri yiyerek geçirir. Hayri ise sınıfın en arkasında oturur, sessizdir ve ne olacağına bir türlü karar verememiştir. İkilinin sıradışı arkadaşlığı eğlenceli ve şaşırtıcı bir yolculuğa dönüşüyor. MUTFAK KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Yediğin senin olsun, nasıl yaptığını anlat! BUZ SARAYI, TARJEI VESAAS, ÇEV.: M. CEVDET ANDAY, TİMAŞ YAYINLARI, 184 SAYFA, 15 TL Uluslararası ödülleri olan yemek tarihi araştırmacısı ve aşçı Ömür Akkor’un Kaynak Yayınları’ndan üç yeni kitabı çıktı. Üçünün de kendi sahasında özel yeri var. Kitaplardan biri Türk Mutfağından Pratik Tarifler ki bu kitabı okuyan kolayca lahmacun yapabilecek. 1970 yılında hayata veda eden Norveçli şair ve yazar Tarjei Vesaas’ın ilk baskısı 1963’te yapılan ve aynı yıl İskandinav Edebiyat Ödülü’nü alan klasik romanı Buz Sarayı, yeni baskısıyla Türkçede. Melih Cevdet Anday’ın çevirisiyle yapılan ilk Türkçe basımında 1973 TDK Çeviri Ödülü’nü alan kitap, hem yazarı hem çevirmeni hem de hikâyesiyle ‘özel’ bir roman. İki küçük kızın dostluğunu anlatan eser, çocukluğun gizli kederini incelikle işliyor. Bitmeyen, upuzun bir kışın ortasında filizlenen bu dostluğu konu edinen Buz Sarayı soğuk, uzak bir diyarın dostlukla alevlenen sessiz şiirini dillendiriyor. TÜRK MUTFAĞINDAN PRATİK TARİFLER, M. ÖMÜR AKKOR, KAYNAK YAYINLARI, 96 SAYFA, 13,90 TL Y GÜLİZAR BAKİ emekler de küreselleşmeden payını aldı. Hazır gıdaların ve zamansızlığın etkisiyle geleneksel yemekler artık daha az pişiriliyor. Fakat aşçı Ömür Akkor’a göre bu durum sıradan insanların dahi başka coğrafyalardaki kültürlerin mutfağını merak etmesini sağladı. Yerel mutfakların unutulmaya yüz tutmuş tariflerinin de kayda alınmasına yol açtı. Yemek kültürü ve geleneksel mutfaklara dair toplumsal bir bilinç oluşuyor. Bunu en iyi, yemek tarifi kitaplarında ve yazarlarındaki değişimde gözlemleyebiliriz. Ev kadınlarına yemek yapmayı tarif eden kitaplar yerini yemek malzemeleri ve yapım teknikleri üzerinden kadim kültürleri anlatan eserlere bıraktı. Bu kitapları artık sadece yemek yapan tonton aşçı amcalar/teyzeler değil, yemek kültürü üzerine entelektüel çalışmalar yapan araştırmacı aşçılar hazırlıyor. İktisat mezunu M. Ömür Akkor’un hikâyesi de böyle. Mutfağa girip yemek pişirmekle kalmıyor, Türkiye’yi ilçe ilçe gezip yerel mutfaklar üzerine araştırmalar da yapıyor. Akkor’un tarihî belgeleri inceleyerek kaleme aldığı Selçuklu Mutfağı çalışması 2012’de en iyi mutfak tarihi kitabı ödülü almıştı. Kaynak Yayınları’ndan çıkan Osmanlı Mutfağı kitabı da sadece saray yemeklerinin tarifini vermiyor, bu görkemli mutfak hakkında sıra dışı bilgiler de sunuyor. Külleme, pastırma, pilaki, külbastı nedir, nasıl yapılır, hangi malzemeler uygundur, gibi... Daha önce Osmanlı mutfağına dair bir çalışmayı incelememiş olanlar için şaşırtıcı tarifler var kitapta. Sütle yapılan tuzlu badem çorbası mesela. Türk mutfağının başrol oyuncusu domates örneğin Osmanlı saray mutfağına çok sonraları girmiş. Domatessiz de yemekler lezzetli olabiliyormuş. Saray mutfağının lezzetli çorbalarına kırmızı rengini zerdeçal veriyormuş, bu kitaptan öğreniyoruz. Süzme mercimek çorbasını bir de zerdeçal ile denemelisiniz. Nohut ve kuru fasulye ile ne kadar çok ve lezzetli yemekler yapılabiliyormuş! Tatlıyı çok sevmemizin sütle alÂkası var Akkor’un Sağlıklı Şekersiz Tatlılar adlı kitabı sağlıklı beslenmek ve kilo almamak için hayatından tatlıyı çıkaranlara müjde niteliğinde bir çalışma. Akkor’un bu kitabının da giriş bölümünde okuyucu önce detaylı bir şekilde bilgilendiriliyor. “Teknokimyasal yollarla elde edilen şekerle, doğal şekerleri birbirine karıştırmamalıyız.” diyor mesela. Bir de neredeyse bütün memeli canlıların tatlı şeyleri sevdiğini öğreniyoruz. Sebebi ise sütün tatlı olmasıymış. Peki, eskiden şekere ulaşmanın zor olduğu zamanlarda insanlar ne yapıyordu, sadece bal mı tüke- Kuzeyin soğuğunda dostluk Roni Margulies şiirleri TELGRAFÇİÇEĞİ, RONI MARGULIES, EVEREST YAYINLARI, 312 SAYFA, 18 TL Gazeteci, yazar ve çevirmen olmasının yanı sıra politik kimliğiyle de bilinen Roni Margulies, şair yönünü yeniden hatırlatıyor. Telgrafçiçeği, şairin 1985-2010 yılları arası yazdığı şiirleri kapsıyor. Kendi ifadesiyle, ezbere yazılmış duyguların değil, yaşanmış, tecrübe edilmiş ve sahici hissiyatın peşinde olan Margulies’in daha önce yayımlanmış sekiz şiir kitabı Telgrafçiçeği’nde bir araya geliyor. Raskolnikov’un resimli hali SUÇ VE CEZA, ANLATAN: ABRAHAM B. YEHOSHUA, DOMİNGO YAYINEVİ, 96 SAYFA, 18 TL M. Ömür Akkor tiyordu? Hayır. Kitaptaki 50’ye yakın tarif iştah kabartıcı. Lorlu çilek, pekmezli yerfıstığı ezmesi, sütlaç, kaygana, süzme saray aşuresi… Şekersiz de tatlı yapılabiliyormuş. Pratik Türk mutfağı SAĞLIKLI ŞEKERSİZ TATLILAR, M. ÖMÜR AKKOR, KAYNAK YAYINLARI, 102 SAYFA, 13,90 TL OSMANLI MUTFAĞI, M. ÖMÜR AKKOR, KAYNAK YAYINLARI, 104 SAYFA, 13,90 TL Türk mutfağı için aslında çok geniş bir coğrafyanın sırrı denebilir. Anadolu’ya gelene kadar geçtiği coğrafyalardan, karşılaştığı bütün kültürlerden etkilenmiş Türkler, kadim Anadolu, Akdeniz ve Mezopotamya kültürleriyle şekillenmiş. Bugün ise modern hayatta mutfak kültürümüz unutulmaya yüz tuttu. Neyse ki Ömür Akkor gibi aşçılar sayesinde apartmanların küçük mutfaklarında da yaşıyor. Nitekim Türk Mutfağından Pratik Tarifler adlı kitapta yer alan tariflerin birçoğu akşam işten eve yorgun argın gelenlerin hazırlayabileceği türden. Tıpkı anneniz ya da büyükanneniz gibi mücver, sucuklu nohut, cevizli erişte hatta enginar ve lahmacun yapabilirsiniz. Akkor’un kitapları iştah kabartıcı fotoğraflarla da destekleniyor. 36 İtalyan yazar Alessandro Baricco’nun klasikleri çocuklarla buluşturmak için hazırladığı projede sıra Suç ve Ceza’ya geldi. Günümüzün önemli yazarlarının yardımıyla gerçekleştirilen “Hepsi Sana Miras” serisi kapsamında daha önce Gılgamış, Gulliver, Nişanlılar ve Cyrano de Bergerac eserleri ünlü yazarların anlatımıyla çocuklara sunulmuştu. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını ise Abraham B. Yehoshua anlatıyor, Sonja Bougaeva da çizimleriyle çocukları kitaba çekmeye çalışıyor. Bir dönemin tanıklığı İKİ KRAL BİR LİDER, ÖMER TARZİ, PALOMA YAYINEVİ, 344 SAYFA, 24 TL İki Kral Bir Lider, Afganistan’ın ilk Dışişleri Bakanı Sardar Mahmud Tarzi’nin hayat öyküsünü anlatıyor. Sultan II. Abdülhamid’den Atatürk’e kadar uzanan bir zaman diliminde, bu devlet adamları ile yakın ilişkiler içinde olan Tarzi, ülkesindeki politik çalkantılar sonucunda Ankara’nın da daveti üzerine ailesi ile birlikte Türkiye’ye yerleşir. Bu politikacının hayatı, bir dönemin de resmi aynı zamanda… SPOR KÝTAP ZAMANI 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ Dünyanın en zayıf takımında oynamak nasıldır? Paul Watson’un Ayağa Oyna Pohnpei adlı kitabı bir hayalin peşinde koşan iki arkadaşın serüvenini anlatıyor. Yazarımız ve aynı zamanda Pohnpeili milli futbolcu adayı Paul Watson ile ev arkadaşı, inanılmaz yolculuklarını sağ salim tamamlıyor. Kitabın verdiği şu: Sonuna kadar gitme konusunda karalıysanız amacınıza ulaşıyorsunuz. AYAĞA OYNA POHNPEI, PAUL WATSON, ÇEV.: MURAT SAĞLAM, DOMİNGO KİTAP, 264 SAYFA, 20 TL utbol topuna ayağı değmiş ve biraz da hayal gücü geniş birilerinin aklından geçmiştir, gidip dünyanın en zayıf ülkelerinin birinin vatandaşı olup milli takımında oynamak… Öyle ya, kendi ülkenizde bu hayalinizi gerçekleştirme şansınız yüzde sıfırsa ne yapacaksınız? Tabii böyle bir hayal kurabilmek için ülkenizin biraz emperyal özelliklerinin bulunması gerektiği gerçeği de görmezden gelinemez. Gideceğiniz ülkede anadiliniz konuşuluyorsa en büyük engellerden birini peşinen aşmışsınız demektir. Yine de 13 bin kilometrelik yolu göze alabilmek kolay değil. Ayağa Oyna Pohnpei’nin yazarına kulak verirsek bunu daha iyi anlayabiliriz: “Londra’dan Dubai’ye, Dubai’den Manila’ya, Manila’dan Guam’a ve nihayet komşu Chuuk adasında 45 dakikalık bir bekleyişle Guam’dan Pohnpei’ye uçmak zorunda kaldık. Dört uçak ve havada geçirilen yirmi beş saatte düşünecek çok vaktimiz olmuştu ama beynimizi meşgul etmek ve içeri bir kuşkunun sızmasını önlemek için kendimizi adeta paraladık.” Yazarımız ve aynı zamanda Pohnpeili milli futbolcu adayı Paul Watson ile ev arkadaşı Matt Conrad bu inanılmaz yolculuğun salimen tamamlanması sonrasında da düşündüklerinden çok daha büyük sorunlarla karşılaşacaktır. Dünyanın en çok yağmur alan üçüncü bölgesi olan, 34 bin kişinin yaşadığı adanın futbol sahasını kurbağalarla paylaşmak zorunda kalmak, bu sorunlardan sadece biridir. O güne kadar oynadığı bütün maçları kaybetmiş olan Pohnpei’de bu işe devam etmek için yeterli istek yok gibidir. Milli takımda yer alacak oyuncular bile sadece maçlar için güçlükle bir araya toplanabilmektedir, idman filan yapılması söz konusu bile değildir. Hoş ve eğlenceli bir kitap Yine de böyle bir ülkenin milli takımında yer almak sanıldığı kadar kolay değil. Neredeyse Türk olmak kadar zor koşullar yüzünden Watson bu sevdadan vazgeçmek zorunda kalır ama sadece bir bölümünden. Belli bir noktadan sonra takımın antrenörü olmasının önünde bir engel bulunmadığı görülür ve o yolda ilerler. Kader arkadaşı Matt Conrad’ın sinema tahsili için ABD’deye başvurusunun olumlu sonuçlanıp oraya gitmesi Watson için bir başka darbe olacaktır ama yazarımız vazgeçmeyecektir. Hiç duraksamasız diyebilirim ki Ayağa Oyna Pohnpei son aylarda okuduğum FOTOĞRAF: ZAman, mahmut burak bürkük F AHMET ÇAKIR en hoş kitaplardan biri. Paul Watson baş edilmesi olanaksız denilebilecek güçlükler karşısında yılmayışını eğlenceli biçimde aktarmayı başarmış. Arada iki kez Londra’ya gidip gelmek gibisi ekstra birtakım zorlukları da göze almaktan tutun da parasızlık, ailesinde yaşanan sıkıntılar, kız arkadaşının geçirdiği çok ağır hastalık vb. sorunlar onu ayrıca hırpalar. Bu arada bir yandan da İngiltere Futbol Federasyonu ve kulüplerden Pohnpei için malzeme toplamaya çalışır. Sonunda Pohnpei’ye maç kazandırırlar ama çektiklerini ne siz sorun ne ben söyleyeyim, en iyisi okuyun! Belli bir noktadan sonra Watson kendini bu işe adar çünkü başka türlü olamayacağını görür. Daha öncesinde Pohnpei’de bu işler için bazı sözler verilmiş, adımlar atılmış, umutlar canlanmış ama arkası gelmemiştir. Bu kez Watson ve belli bir noktadan sonra tekrar işin içine giren Matt Conrad bu işi yarım bırakmayacaktır. Tutkulu iki genç hayallerinin peşinde koşarken minik bir adanın kaderini de değiştirirler neredeyse. Bu “güzel oyunun” nelere kâdir olduğunu görerek seviniriz biz de… Henüz 30 yaşındaki yazarımızın bu işin ardından Moğolistan Bayangol futbol takımının teknik direktörü olduğunu öğrenmek de hoş… Paul Watson bize hem son derece çileli ve eğlenceli bir olayı anlatıyor hem de imkânsız gibi görünen işlerin başarılması için neyin gerekli olduğunu gösteriyor. Merak etmeyin, kimseye bu tür dersler vermek gibi bir derdi yok. Kitabı okuyup bitirdikten sonra bunları siz düşüneceksiniz. Eh, iyi bir kitabın tanımlarından biri de budur herhalde. Murat Sağlam’ın çevirisi de son derece başarılı. Takıldığımız tek kılçık bile yoktu. Sadece orijinal adı Up Pohnpei olan kitaba daha iyi bir Türkçe isim bulunamaz mıydı diye düşünmekten kendimizi alamadık. Çünkü “ayağa oyna” biz futbolseverler arasında iyi kötü anlaşılabilir bir kavram sayılırsa da başkalarına pek bir şey söylemez gibi görünüyor. Bu sıkıntıyı karar vericiler de çekmiş ve kitabın üzerine asıl konuyu yazarak işin içinden çıkmaya çalışmış: “Dünyanın en zayıf futbol ülkelerinden birinde futbolun en güzel hikâyelerinden biri yazıldı.” Elhak, doğrudur! Osmanlı’da futbol Yıllardır ilk kez bir spor kitabının böylesine “patladığını” söylemek mümkün. Tabii bunun satış rakamlarına yansımasını filan pek beklemiyoruz ama Mehmet Yüce’nin Osmanlı Melekleri adlı kitabının yayımlanmasının hemen ardından çok sevindirici bir medya ilgisiyle karşılaştığı görmezden gelinemez. Yüce’nin kitabı bu ilgiyi kesinlikle hak ediyor. Aralarında benim de bulunduğum Türk spor tarihi araştırmacılarının en önemli kusurlarından biri, özellikle Osmanlı dönemiyle ilgili bilgileri birbirlerinden alıp defalarca aktarırken bazı yanlışları sürdürmeleri, pek anlaşılmayan bazı konuları da geçiştirmeleridir. Örneğin, 1900’lerin başında herhangi bir sezon ligi şampiyon bitiren takım 10 maç oynamış, ikinci olan ise 8 karşılaşmaya çıkmış. Bunun niye böyle olduğuna da kimse kulak asmamış, belirsizlik günümüze kadar gelmiş. Mehmet Yüce bu sorunu aşabilmek için Osmanlıca öğrenmiş ve aylarca çalışıp yurtiçi ve yurtdışındaki kaynakları elden geçirmiş. Sonunda da Türk spor tarihini değiştirecek kadar önemli bilgiler ortaya çıkmış. Kendisini Sports TV’de salı günleri saat 16.00’da yayınlanan “Kitaplı Spor” adlı programımda konuk ederken yeni kitaplarının da hazır olduğunu öğrenip sevindim. Mehmet Yüce spor kitaplığımıza çok değerli kitaplar kazandıracak kadar donanımlı bir araştırmacı. Kendisini kutluyor, başarılarının sürekli olmasını diliyorum. (Osmanlı Melekleri, Mehmet Yüce, İletişim Yayınları, 397 sayfa, 28.50 TL) 37 USTA GÖZÜYLE KÝTAP ZAMANI Hasan Bülend’e ve Aziz Mahmud Hüdaî Efendi Hazretlerinin meşhur beytine dair Türkler niyçün deniz edebiyatında muvaffak olamayor; iyzah edeyorum! Niyçün bizden denizcilik bâbında kaydadeğer kalemler yetişmeyor efendiler, niyçün? Aziz melmeketimizin üç ciheti, İslâmbol’un ise altı ciheti denizle muhât değil midir? Varlık mecmuasının Mayıs 2010 tarihli nüshasında, zîkıymet profüsürümüz Hasan Bülend Kahraman’ın ‘Günler Gelip Geçmekteler’ başlıklı bir yazısı nazar-ı dikkatimi celbetdi. RECAÝ GÜLLAPDAN İRFAN KÜLYUTMAZ N ûr-i aynim, caanım kaarilerim, iki aylık bir müfarakatdan sonra tekrardan sizlerle mülâkiy olmak, bendenizi hakiki bir sürurla meşbu kılayor. Var olunuz, muazzez kaarilerim! Bir muharrir ancak ve ancak kaarileriyle vücûd bulur: Mevcudiyyetinin esası, kaarilerinin temiz kanında mevcuttur. Efendim, bendenizin ömr-ü hayatında, bu iki ay zarfında hanemde tembel tembel oturmakdan ziyâde şâyân-ı dikkat bir vaz’iyyet bahis mevzuu olmadı. Aziz kardaşım Hilmi Bey bermutad Bodrum’da, Yahşi’de istirahat buyurdukları içün hazretle kat’iyyen temasımız olmadı. Komşum Şehper Hanım da mahdumunun sayfiyesinin bulunduğu Altınoluk’da idi. Binaenaleyh, bendeniz salhurde plakları, peder merhumdan intikal eden gramofonda dinleyüb öğlenleri yoğurt ve elma, akşamları da bir aded haşlanmış yumurta ile kifâf-ı nefs ederekden imrâr-ı vakt eyledim, efendim… zîkıymet profüsür Ve fekat, bağzı eski mecmûalara da atf-ı nazarda bulunmadım değil! Varlık mecmuasının Mayıs 2010 tarihli nüshasında, zîkıymet profüsürümüz Hasan Bülend Kahraman’ın ‘Günler Gelip Geçmekteler’ başlıklı bir yazısı nazar-ı dikkatimi celbetdi. İtiraf ederim, bu şahsın kaleme aldıkları, bendenizi daimâ eğlendirmişdir. Orhan Veli’nin şiirini ‘anlamsız’ olduğunu, İstanbul’da taş mimari eser bulunmadığını ve buna mümasil türrehâtı, bu muhterem profüsürümüzün nemenem bir herzegû olduğunu ispata kâfi olmakla beraber, hâlâ devletimiz dâhil, birtakım müesseselerce, merhum Ziya Paşa’nın taabiriylen, mesned-i izzetde serefrâz bulunduğunu, bu memleket nam u hesabına fevkalhâd elem verici bulduğumu da arz etmek isderim… 6 EKİM 2014 PAZARTESÝ A ziz kaarilerim, hayli fasıladan sonradan sizlerle yeniden mülâkiy olmanın hazzıyla ilk mekaalemi şuracığa derc eyleyorum efendim. Mevzuumuz denizcilik ve edebiyyat münasebetleri üzerine olacaktır. Bazı hanımların hayra vesile olmak içün tertîb ettikleri bir pazar yerinde gezinir iken (ki bunun nâmına ‘kermes’ denileyor imiş) bir kitaba tesadüf eyledim. Okunup işi bitmiş kitapları hayır adına bağışlayan hanımlar bunları satub bir irad temin ediyorlar ve bu eyi bir hizmettir. Aferin! İşte oracıktaki tezgâhta, Joseph Conrad nâmında bir muharririn, Narcissus’un Zencisi kitabına tesadüf edib, ol akşam temamen kıraatına nail oldum idi. Bitirdikten sonra kendimi zabt edemeyip en arka sahifasına bizzat kendi el yazım ile, “Galiba hiçbir Türk, bu karatta bir deniz hikâyesi kaleme alamayacaktır” şeklinde mühim bir tesbit kaydettim. Vakıa bu hayli cüretkâr bir iddia gibi görünüyor fekat zannımca isâbetlidir. Elbette bir müdekkik olmadığum içün edebiyatımızda mevcut ve bâhusus denizcilik mevzuunda kaleme alınmış âsârın tamamını bilmem mümkin değildir; lâkin zannetmem ki bu cüretkâr hükmümü tekzîb eyleyecek bir istisnâ bulunsun! Rahmetli Pirî Reisimizin Kitab-ı Bahriyye’sinden beri tahrir olunmuş, şöyle eli yüzü düzgün bir denizcilik eseri hatırlıyor iseniz ne âlâ? Kaldı ki Kitâb-ı Bahriyye dahi edebi bir eser olmayub denizcilik fenni ve bilhassa haritacılık mevzuuna inhisar ediyor. Gelelim, sülasisi HBK olan bu malûm şahsın son cehaletine! Efendim, yazısına bir beyit zikrederek başlayor: “Günler gelip geçmekteler/ Kuşlar gibi uçmaktalar”. Hasan Bülent Kahraman efendi, bu beyti Oktay Rifat’a mal etdikten sonra şöyle yazayor: “Oktay Rifat’ın dizeleri, tam anımsamıyorum. Çok yorgunum. Araştırmam da olanaksız.” Dahası var ve asıl vahîm olan da bu: Zira HBK efendi şöyle devam edeyor: “Saçma bir şey aslında bu şiir/ imsi. Ama bir anda gelip insanın diline, belleğine çakılıyor.” “Tam anımsamıyor”muş! “Araştıramamış”mış! Zira “çok yorgun”muş! Aman Allahım! Neresini düzeltmeli? Bu beyit, Oktay Rifat’a değil, 17. asırda yaşamış Celvetî şeyhi merhum Aziz Mahmud Hüdaî Efendi Hazretlerine aittir. Hüdaî Efendi Hazretleri nerde, Oktay Rifat nerdeee! Bu o kadar mühim değil! Fekat bu beyti ‘şiir/imsi’ bulmak ne demeye geliyor? Ona bakalım muazzez kaarilerim. ‘şiir/imsi’ bulmak! HBK efendi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inden bir teşehhüd mikdarı behresi olsa idi, o kitapta Tanpınar’ın Hüdaî Efendi Hazretleri ve bu beyit için şunları söylediğini öğrenirdi. Şöyle deyor Tanpınar: “Ben Aziz Mahmud Hüdayî Efendi’yi, Sultan Ahmed Camii’nin temelleri arasında tahayyül ediyordum. Zaman zaman benim için oradan çıkar ve hiçbir hikmetin teselli edemeyeceği bir hüzün ile sevdiğim beytini tekrarlar: Günler gelip geçmektedir/ Kuşlar gibi uçmaktadır.” Uzun söze ne hâcet! Bir tarafda Tanpınar, bir tarafda haddini bilmez HBK! Hüdaî Efendi Hazretlerinin bu beytine ‘şiir/imsi’ demek senin ne haddine! Bu aylık da bu kadar. Telâkıy gelecek aya inşallah. O vakde kadar Rabbime emanet olunuz, zâtınıza hoşça bakınız. Au Revoir, canlarım benim… denizle alâkamız zayıftır Peki, niyçün bizden denizcilik bâbında kaydadeğer kalemler yetişmeyor efendiler, niyçün? Aziz melmeketimizin üç ciheti, İslâmbol’un ise altı ciheti denizle muhât değil midir? Öyledir fekat sizler de gaayet eyi bilürsünüz ki bizim denizle alâkamız zayıftır, hattâ yok mesâbesinde. Âdetâ karaların bitüb denizin başladığı sahillerde Türk’ün de sabr u metâneti tükenivereyor! Yahu bilâder, haydi deniz üstünde seyr ü sefer etmek içün gemicilik fennini öğrenmek, 38 tekne inşâsında hüner göstermek gibi bir dâvâmız yoktur; bari yüzme öğreniniz ey necîb milletim! Şinâverlikte (yüzme siporu!) de dibciliz. Vâ esefâ! ‘Denize âşık olmak’ Gelelim bahis buyurduğum esere... Bilahire tedkik ettim ki Joseph Conrad esasen dünya edebiyatının en bilinen denizci muharrirlerinden biri imiş. Türkçeye hayli kitabı terceme olunmuş, öyle bilinmeyen bir isim de değildir. Kitab fevkalâde azizler! Merak eden tedarik edib okuyacaktır. Bu ifade kudretiyle denizde cereyan eden bir hikâye yazmak içün insanın denize âşık olması gerektiği hükmüne vardım nihâyetinde. “Denize âşık olmak” lâfının altını çiziyorum, zira biz meselâ İngilizler, Hollandalılar, İspanyol ve Portekizliler, İtalyan ve Yunanlar gibi denizcilikle müştehir bir kavim değiliz mâlum; “Bu adamlar denizden hazetmiyor, öyleyse bahre değil berr’e âşık olsalar gerektir” diye düşünenler ise fena halde yanılır. Bizde dağlara, nehirlere, ormanlara, ovalara veya çöllere karşı hissettiği yüksek alâka sebebiyle edebiyatta şöhret bulmuş kaç muharrir sayabilirsiniz ki; birkaç şiir, birkaç mekaale, hepsi o kadar! Denizden neredeyse korktuğumuzu iddia edecektim fekat ne kadar kahraman ve cesur bir millet olduğumuzu derhâtır edince vazgeçtim; üstelik son zamanlarda saray muhitinden bir kısım devletlû efrâd ve evlâdından bazılarının, ufağına-tefeğine bakmadan birer tekne tedarik iderek beynelmilel deniz ticaretine atıldıklarına dair havadisler duyuyorum ki milletçe ne kadar iftihar etsek yeridir. Bu işler ufak-tefek gemiciklerden başlar; ardından şinâverlik sanatında cihan şampiyonları yetişdiririz; bu hızla devam olunur ise 22. asırda olmasa bile 23 veya 24. asırlarda iyi deniz hikâyeleri yazabilen bir kısım muharrirlerimizin yetişmesi imkân ve ihtimâl dâhiline girecektir zannındayım. Büyük milletler için iki-üç asır nedir ki efendiler? Bugünden tezi yok, azimle yola koyulalım. Sizlere bir nümûne-i imtisâl olmak üzere yarından itibaren yüzme derslerine başlayacağımı tebşir ederim şahsan!