gerçegın romanı
Transkript
gerçegın romanı
Şamanın Üç Soygunu Şamanın Üç Soygunu Timur Ertekin 1 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu “Hayatta önemli olan, her şey hakkında bir önyargıya varabilmektir. Çünkü görüldüğü gibi topluluklar haksız ve kişiler her zaman haklıdır. Herhangi bir yaşama kuralı çıkarmamalı bundan. Kurallar deyim şekline dönüşmeden bile bağlanılacak güçte olmalıdır. Var olan iki şeydir aslında: Biri, her şekilde ve bütün güzel kızlarla sevişmek, öteki de New Orleans ya da Duke Ellington’un müziği. Geri kalan her şey kaybolmalıdır. Çünkü geri kalan her şey çirkindir ve şu birkaç sayfa bunu doğrulamak için yazılmıştır. Güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. Yaşanmış bir olaydır, çünkü başından sonuna kadar ben düşündüm bunu. Gerçeğin, ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde, düzensiz kıvrımları ve büklümleri olan bir yüzey üstüne yansıtılması yoluyla elde edilmiştir. Görüyorsunuz ya, hiç de açıklamakta sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa.” New Orleans 10 Mart 1946 Boris Vian 2 3 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu “Bundan tam yirmi altı yıl önce, buz gibi suların gizeminde saklı boş saydığım bir inancın, bir Şaman'ın, ömür boyu tutsağı olacağımı hiç düşünmemiştim!..” 4 5 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu -Yoh! Gavahlardan öte yanı yol Yürüyemisiz mi? -Yürürüz delikanlı neden olmasın. yohturdur, getmez. İşaret ettiği yönde yolun bittiği tarlanın sınırını çizen dizi dizi kavakların yanıbaşında uzanan arkın kâh bir yanına, kâh öbür yanına atlayarak, gide gele yol bellenen izi sürüp, kendinden beklenmeyen bir hızla akan bu çılgın, bu delibozuk çayın kaynağına doğru yürümeye başlıyoruz. Tepeye doğru tırmandıkça, aşağılarda çayın zeminini oluşturan ve misketi andıran irili ufaklı taşların irileşip büyüyerek koca koca yuvarlak taşlara dönüştüğünü izliyorum hayretle. Az önce tırmanmaya çalıştığımız tepelerden bizi selamlayan Hasan'ın yanına yaklaştıkça şaşkınlığım daha da artıyor... Tepede, birbirimize duyurabilmek için yüksek sesle seslendiğimiz kaynağın ağzından gürültüyle nefes alarak çıkan çılgın ve buz gibi suların gürül gürül akan canlılığının altında kımıldamadan yatan yuvarlak dev kayaların anlamlı sessizliği karşısında donup kalıyorum!.. Vaskirt'i geçtikten sonra dolana dolana tırmandığımız virajların bir ucunda, yolun Gümüşhane'ye uzanan sabrını zorlamadan önce vardığımız tepenin aşağısında uzanan, ağaçların, bahçelerin, tarlaların arasına serpiştirilmiş toprak damlı taş evleriyle Urumsaray'ı gördüğümde işte dedim, köy bu!.. Hasan bizi bekliyor olmalıydı!. Ana yolu terk edip sola, vadiye doğru akan traktör yolunu izleyerek köye yöneldiğimizde akşamın ilk ışıkları düşüyordu köyün sıcak damlarına!. Parmaklarını ağızlarına çengel gibi takarak aşağı çeken küçük köylü kızlarıyla eli çüklerinde oğlanların meraklı bakışlarına sorduk yolumuzu!” Kurda, kuşa, önünüze kim çıkarsa sorun, getirirler sizi bana!” demişti Hasan.” Yeter ki gelin köyün ucuna kadar!..” -Hey yakışıklı! Hasan Öğretmen'i bilir misin?. -Sen Teymur Amca mısan? -He ya... -Ambu çayın başında bekliydi sizi, yokarda. -Araba gider mi? 6 -Nedir bu allah aşkına? -İşte bu Şaman! Başkaldıran ruhumuzun, gizemi dondurucu sularda saklı sessiz, sancısız, ufalanarak bir başka gönüle aktığı, değişen ama asla kaybolmayan taşları bunlar!. diyerek yanıtlıyor Hasan.. Şiirsel boş inancı köyümüzün. Kitaplara geçmeyen ama yaşayan miti Urumsaray'ın... -Yazılı olmayan sözlerde gizli mistik tarih ha? -Öyle de denilebilir. Rivayet olunur ki, her kim burdan bir taş alır götürürse ömür boyu onulmaz belalara bulaşır kalır ve taş yuvarlanarak gelir dönermiş yatağına sonunda. -Hikaye yani. -Öyle bir bakıma, ya da bin yıldır söylenen türküsü köyümüzün. -Alan olmuş mu hiç bildiğin? -Kim bilir?!.. Bizim yöre halkı korkar böyle şeylerden... -Ben alayım bari hazır şahidim yanımdayken. Toplamalardayım zaten bu günlerde. Rahmetli babaannemin gözlüğü, mezarından aldığım bir mendil dolusu toprak, 7 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu biriktiriyoruz bakalım. Şu nasıl? Başıma dert açacak kadar büyük olmasın istiyorum. En azından yolda, taşımamda. Hoş ama. İnanılmaz bir şey!. Gerçekten belaya bulaşır mıyım dersin?!. -Bana sorma, ben bu köylüyüm. -Mistik rüyaların esrarlı buğusundan zevk alan bir felsefe öğrencisi!?. -Evet, öyle de denebilir. Zifiri karanlık bir yolda hızla ilerliyorlardı. Gecenin bir yarısında -Bir yere kadar gitmek zorundayız seninle!.-düşmüşlerdi yola... Bir tuhaflık sezmişti zaten Esat caddesindeki evde buluştuklarında… Her zaman olduğu kadar güvenli ve rahat davranmıyor, bir şeyler gizliyordu içinde sanki... Salonun orta yerindeki eski kanepede oturup beklerken kız,- otursana- o yatak odasına girmiş-ne arıyor? -çekmeceleri karıştırıyordu… İçerde bir süre oyalandıktan sonra, sıkıntı içinde saçlarıyla oynayan kızın yanına gelip “gidiyoruz” dedi!.. Serin bir yaz akşamıydı... Kullandıkları arabanın -çalıntıydı-sonuna kadar açtıkları camından içeriye dolan rüzgâr, genç kızın dalgalı saçlarını dört bir yana savuruyordu… “Biraz kapatabilir misin?” dedi… Belki pencereden içeriye dolan rüzgârın gürültüsünden, belki de Hoşdere'de bir yerden kaldırdıkları dökük Anadolun homurtusundan beklediği cevabı alamadı kız… Canı birşeylere sıkılmıştır diye düşünerek -duymazdan mı gelmişti- üstelemedi rüzgârda uçuşan saçlarını avuçlarında toplayarak… Mamak köprüsünü geçip yolun doğu yakasına doğru yöneldiler... 8 9 Timur Ertekin Kamyonlar çoktan uykuya çekilmiş, arada bir geçen yolcu otobüslerinin dışında kimse kalmamıştı yollarda… Karanlığın içinde bir süre yol aldıktan sonra küçük, izbe bir benzin istasyonunun önünde durdular… Neden diye düşündü kız… Depo -dikkatinden kaçmazdı- ağzına kadar doluydu çünkü… Önündeki kül tablasında sigarasını söndürmeye çalışırken, ceketinden sıyırdığı silahı benzinciyle birlikte aynı anda fark ettiler!. Sonra bir film seyrediyormuş gibi donup kaldı olanlar karşısında… Benzinci, elindeki benzin pompasını yüzüne doğru çevirip basıvermişti benzini suratına silahlı adamın… Aynı anda... Alnının… Tam ortasından... Kanlar içinde yere düşerken adam, gerçek hayatta da böyle oluyormuş demek, diye düşündü filmlerdeki gibi- gecenin karanlığında namlunun ucundan çıkan alevlerin kızıllığına bakarak… Üçü de, oldukları yerde donmuş kalmışlardı!. Biri yerde... Biri benzin kokularıyla sırılsıklam ayakta... Ve biri arabanın içinde yalnız!.. Sonra karanlığın içinden koşarak kendilerine doğru gelen iki kişiyi tanıdığını farketti birden... Arabaya bindiklerinde elinde silah, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu “Katil oldum, katil oldum” diyerek... Sonra, gecenin içinden gelenlerin yanlarında getirdikleri çantadan çıkardığı banknotları teker teker karanlığa bırakmaya başladı... Bir süre izledikten sonra onu, kız da katıldı bu oyuna... Rüzgâra kapılan banknotlar birer ikişer uçuşuyordu gecenin kirlenen karanlığında... Asuman'ı anlatmalıyım... Onu ilk gördüğümde cezaevinin doktoru olduğuna inanamamıştım bir türlü... Beli özenle inceltilmiş ceketi, omuzlarında kabaran -yıldızları altın- apoletleri, dar ve dik siperli şapkasıyla bir Alman subayını andırıyordu… Dizlerinin altına kadar uzanan uzun süvari çizmelerinin topuklarında pırıl pırıl parlayan mahmuzları ve elinden hiç eksik etmediği kamçısıyla onu cezaevinin avlusunda dolaşırken görenler, kendilerini ikinci dünya savaşı Almanya’sında yahudi sanabilirlerdi… Elleri arkasında mağrur, omuzları belki başından da dik, göğüs kafesi hep kendinden ilerde, belki de her gün, özellikle kendisini seyretmemiz için dolaşır dururdu cezaevinin avlusunda!. 10 Şamanın Üç Soygunu Üstüne çektiği battaniyesinin altında sabahlara kadar ağrılar içerisinde kıvranan, belli ki bin yaşına ermiş gözlerinden süzülen derviş- gözyaşlarını sırılsıklam yastığına gömen, ama hergün pencereden seyrettiği o ucube yaratığın karşısına geçip yardım istemeyi içine sindiremediği için viziteye çıkmayı kesinlikle rededen Hikmet’i, hayatımın en mükemmel köylüsünü anlatmalıyım… Ondokuz yaşını henüz bitirmişti... Üniversitedeki birinci yılı sona ermiş, delikanlılığının ilk tatil hazırlıklarını yapıyordu… Önce babasının memleketine, köyüne gidecek, ardından, arkadaşlarıyla birlikte planladıkları Doğu Karadeniz gezisine çıkacaklardı… Bir kaç gömlek, iç çamaşır, bir kaç çorap aldı yanına… Aşağı odaya inip, okuldan torbalarla getirdiği bildirileri, dergileri, Milli Demokratik Devrim’i anlatan broşürleri özenle yerleştirmeye başladı önündeki koca bavula… Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle ikide bir irkiliyor, sesler kesilene kadar bekliyor, sonra hızla bavulu yerleştirmeye devam ediyordu… Fikir Klübü'nün çıkarttığı, üstünde Atatürk’ün meşhur kalpaklı resminin bulunduğu İLERİ dergisinin10 Kasım sayıları geçti eline… Şöyle bir göz gezdirdi, tek kelime bulamadı Mustafa Kemal’i anlatan!. Kısa bir tereddütten sonra onları da yerleştirdi bavula... Ter içinde işini tamamlayarak doğrulduğunda, önünde içi tıka basa bildirilerle dolu iki şişman bavul duruyordu... Hakan’la konuşmuştu... Sabah erkenden gelecek, babasının arabasıyla bavulları istasyona birlikte taşıyacaklardı… Ertesi gün her şey yolunda gitmiş, kurşun gibi bavulları Hakan’la birlikte ikinci mevki kuşetlinin kompartımanına yerleştirerek yola çıkmıştı... Bir terslik olmazsa ertesi sabah Erzincan’da olurum diye düşündü... Cebindeki adres defterini son defa kontrol etti; eksik yoktu… Ulaşılması gereken adresleri yanına almış öyle çıkıyordu yola.. Çocukluğunda, kondöktörlerin ağzı bağlı erzak torbalarını ellerindeki tepesi lastikli kalemlerle yoklayıp -dürtüp- mevzuata aykırı malzeme aradıkları tren yolculukları geldi aklına… İçi bildiri dolu bavulları da benzer yöntemlerle ararlar mıydı acaba… Arasınlardı… Çok çok yapmayı 11 Timur Ertekin düşündüğü Karadeniz gezisi güme gider, karakollarda bol bol dayak yerdi… Olsun dedi… Çoktan göze almıştı onu… Derin bir uyku ihtiyacı sardı bedenini... Ertesi sabah da işler iyi gitmiş, gerekli adreslerde aranılanlar bulunmuş, toplantının yapılacağı yer ve saat belirlenmişti bile... Karşılıklı söyleşi tarzında yapılan toplantıda Milli Demokratik Devrimi anlatmıştı uzun uzun... Toplantı sonrası kitapları, bildirileri bölüştürmüş -İleri'yi dağıtmamıştı- eylem plânını tartışmaya açmıştı... Toplantıya katılanların uyarılarını dikkate alarak MDD'in temel sloganlarında -ufak tefek!- bazı değişiklikler yapılmasının pek fazla bir sakıncası olmadığını düşündü... Amerika’ya küfretmek, Rusya’ya davetiye anlamına gelebilirdi... O nedenle Ordu Caddesi'nin “NE AMERİKA NE RUSYA!..”, “YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE!” sloganlarına ev sahipliği etmesinin gereğine muzaffer bir komutan gibi izin verdi... Ertesi gün uyandığında, caddelerde gururla seyretmeyi umduğu sloganların vilayet emriyle çoktan silinmiş olduğunu gördü hayretle... Sanki sözleşmiş gibi toplanılan cami önlerinde, kapı önü esnaf sohbetlerinde, fısıltılarla birilerinin dün gece sokaklara boydan boya “Varolsun Rusya” yazdığından söz ediliyordu... Yirmi yaşımın -masum- derinliklerinden bu güne muhabbetle taşan heyecanlarımdan, kendimden birşeyler söylemeliydim... Sonra, adı Babil'in asma bahçeleri kadar eski bir kürt kızının aşık mı olmuştum- olağanüstü çekiciliğinden söz etmeliydim yazmayı düşündüğüm romanın beklenmedik bir yerinde... Şamanın Üç Soygunu -Timur bey, Gülderen hanım telefonda!. Yine olmaz yerde, yine olmaz zamanda. Tam da birileriyle uğraşırken. -Lütfen ağzınızı açar mısınız? -Efendim? -Gülderen hanım, dedim, telefonda. Görüşecek misiniz? Mümkün mü görüşmemek böyle bir sunuştan sonra. İnsan, bir dakika efendim bir bakayım müsait mi falan, der en azından. “Gülderen hanım telefonda!” Gel de görüşme... -Efendim Düdüş, -Timur, abim öldü! Ya da öyle bir şey, bilmiyorum. İlhan telefon etti biraz önce, kalbi durmuş diye. Elektroşok falan yapıyorlarmış. Arkadaşlarından biri bana göre öldü diyormuş ama İlhan yaşama şansının olduğunu söylüyor. Çok kötüyüm, çok 12 13 Timur Ertekin kötüyüm Timur!. Bülent'i aradım, Sona'yla İstanbul'a gidiyoruz. İlhan bizi karşılayacak. çok kötüyüm Timur... -..................... -Timur? -Efendim. -Çok kötüyüm, n'apıcaz? -Bilmiyorum. Ama telaş etme. Anlayalım bakalım. Tükürebilirsiniz efendim. Bilge bir bardak su getirebilir misin lütfen? -Timur?!.. -Efendim? -Çok kötüyüm, n'apıcaz? -Bi dakka, bi dakka. Hemen paniğe kapılmayalım. Bana Sona'yı verebilir misin? Neden hep ben? Neden böyle en olmaz zamanlarda?! -Babacım? -................................ -Baba? -Canım. -Baba annem çok kötü. -Biliyorum canım. Bana İlhan'ın telefonlarını ver. -Bi dakka veriyorum. Annem Bülent amca ile konuştu. Birazdan İstanbul'a gidiyoruz. Onlar bizi karşılıyacaklarmış. Durmadan telefonlar geliyor ama galiba dayım öldü! -Peki sevgilim. Yarın ben de yola çıkarım o zaman. Kendine ve annene dikkat et... İstanbul! Yıllardır kafamda olanları kağıda dökmek için bir başlangıç diye gitmeyi kafama koyduğum, gerçekle romanı birleştirmek için bir başlangıç noktası olmasını dilediğim İstanbul. Sol omzumdaki sızıyla birlikte -yağmur yağacak- artıyor Teşvikiye Camiinin avlusunu dolduranların sayısı... Musalla taşında Gültekin'in tabutu... Üstüne örtülen yeşil örtü, sanki tabuta 14 Şamanın Üç Soygunu sığmamış da dışarı sarkıyormuş gibi katlanmış ayak ve baş uçlarından. Birden ürperiyorum. Sona iyi ki yok!. Camiye gelmek istemedi, sesimi çıkarmadım ben de... Figen ve Berran gelmişler... Piyale yok!. Ya Ömer?. Neden hâlâ ortalıklarda yok… Çoğu cenazede olduğu gibi, çoktandır birbirini göremeyen eski dostlar, arkadaşlar hasret gideriyorlar bulanarak acıya... -Figen, ne kadar güzelsin. -Hadi canım, kaldı mı dersin? -Gerçekten, hâlâ çok güzelsin... Gülmüyor!. Çiğ damlalarının iz bıraktığı buğulu yapraklar kadar yeşil gözlerinde nem, geçmişin izlerini paylaştığı birini kaybetmenin sancısıyla ağlıyor!.. Cami avlusunda başlayıp, Zincirlikuyu mezarlığında sonlanan, feryatsız, figansız, ağıtsız bir cenaze töreninin ardından, acılı yüreklerimize gömerek Gültekin’i sessiz sedasız kaybolmaya çalışıyoruz İstanbul sokaklarında... -Babam, -Canım!. Arnavutköy'den Bebek'e yürüyoruz. Aklımda hep Gültekin!.. Kolumun altında ilk göz ağrım -kilo almış biraz- kararlı ve güzel… Daha bir kadın olmuş mecburi elbiseleriyle. Aklanmış bıyıklarımın örttüğü dudaklarımdan öperken tedirgin olup etrafı kolaçan ediyorum ikide bir... Sonra boşver diyorum, burası İstanbul... Varsın aldansınlar… Elbette kızlarına aşıktır babalar... Anneler oğullarına, oğullar annelerine ve kızlar sonsuz bir aşkla babalarına... -Bir ufak rakı, birer porsiyon palamut bize lütfen ve meze... Deniz kenarına oturup günü unutmaya çalışıyoruz. Sona'nın vazoya benzettiği deniz anaları dolaşıyor denizin karnına batıp çıkarak kımıldanan pet şişelerin arasında... Çok geçmeden 15 Timur Ertekin inanılmaz güzellikte palamutlar geliyor masamıza. Tam ortasından ikiye ayrılmış, kılçıkları özenle temizlenmiş, roka ve kırmızı soğanla örülerek süslenmiş olağanüstü lezzette, karadenizli palamutlar... -Bize bir midye pilaki daha lütfen. -Hani sevmezdin midyenin böylesini? -Eh ne yapalım, öyle işte. Kiloları aldık nasılsa. Garsonun getirip önüme koyduğu rakı o kadar kolay içimli, o kadar yumuşak ki, içinde buzlarıyla birlikte gelen dublenin duble olmadığı kuşkusuna kapılıyor insan. İlk bir iki yudumdan sonra kulaklarımdan enseme yayılan sıcaklığı olmasa rakının, yine sıkı bir lokantacı kazığı yedik diyeceğim. Oysa dudaklarımı ıslatan her yudum, günün ağırlığını alıp götürüyor aklımın tuzaklarından... Üstü beton kapaklarla kapatılan çukur toprakla örtülüyor hep birlikte atılan küreklerle. Bir gelenek de olsa bu -ayıbını gizler gibi- insanın sevdiği birini toprağa gömmesi, yok oluşuna ortak olmak gibi geliyor bana... Yıllar önce yine Zincirli Kuyu mezarlığında, Tanju'nun mezarı başında buluyorum kendimi… Kalabalığın ortasında kıl bıyıklı bir hoca -söndürün sigaralarınızı beyler- bahşiş kokan sesiyle anlaşılmaz birşeyler mırıldanıyor ellerini gökyüzüne açarak. Çömeldiğim yerden doğrulup sigaramın üstüne basarak toprağa gömüyorum sancılarımı… Sonra sıkıntıyla kavrayarak küreğin amele sapını, her nefesle biraz daha yükselen tepeciğin üstüne yığıyorum toprağı... Hangi akla hizmetle oğluna veriyorlar küreği?. Çelimsiz kolların buruk telâşı -bu anı bir daha asla unutmayacak- küreğin kaba sapında… Sonra yaşlarla annesinin kucağına gömülen başı... Elden ele sırayla dönen kürek acemi ellerde... Bu defa suskun bir seyirci olarak kalacağım, toprak moprak atmayacağım… Amelelerin güçlü bileklerinde -her zaman böyle olurduhızlanan küreklerin kulakları yırtan sesleri arasında kaybolup gidiyor Gültekin yığılan toprağın altında... Ağlamayacağım… 16 Şamanın Üç Soygunu -Tatlı mı yersin, yoksa dondurma mı istersin?.. -Baba sen beni mahvetmek istiyorsun!. Tabi ki isterim, her ikisini hem de. Lokantadan çıktıktan sonra boğazı arkamıza alıp, İstanbul sokaklarında sarmaş dolaş, Bebek içlerine doğru yürüyoruz baba kız... Ayten'e uğrayalım diyorum önce. Sonra belki birlikte döneriz Eylül'e... Ayten'in evine doğru ağır ağır, yokuş yukarı yürürken biz, etrafını ciddi adamların sardığı kocaman bir Chevrolet çıkıyor önümüze... Karşı kaldırımdan sanki tanıdık birilerinin binişini izliyorum otomobile. Dünya küçük, bizimkiler bunlar!. -Selam abi! Selam Janset. -Selam Timur'cum. Nerden çıktınız böyle? Korumaların kısa süren telaşı Mehmet'in gülümsemesiyle sona eriyor birden. Bizi de çemberin içine alıp bir iki adım geriliyorlar. Saygılı çocuklar diyorum gülerek; mazallah ellerine düşsem, kimbilir nasıl canavar kesilirler yeniden... -Ayten'e gidiyorduk, diyorum. Sona'nın dayısı vefat etti de dün. O nedenle gelmiştik İstanbul'a... Sonra baba kız balık yiyip rakı içerek rahmetliyi andık deniz kenarında bir yerde. Birazdan Ayten'i de alıp birlikte Eylül'e döneceğiz. -Öyle mi? Başınız sağolsun! Ankara'ya dönüyorduk biz de... Selam söylersiniz artık Ayten'e. -Güzel bacaklı Ayten'e, diye düzeltiyorum, gülüşüyoruz. -Evet diyor, güzel bacaklı Ayten'e... Ayten'den söz ederken sıklıkla yaptığımız bu espriye sıcak bir gülümsemeyle katılıyor Janset. -Hadi Timur'cum görüşürüz, diyor, Ankara'da. Sana gelicem nasıl olsa. Hem bir arkadaşımı getiricem sana, Handan... Bazı sorunları var seni ilgilendiren... -Sahi, dişlerin nasıl? -İyi, iyi. Pek sıkıntı vermiyor şimdilik. Görüşürüz Ankara'da 17 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu dedim ya... Mehmet'in gelmesi lazım aslında sana. -Yoo, benim bir problemim yok -gülüyor- peki Timur'cum Ankara’da görüşürüz artık. Bakışlarında insana güven veren hep o olağanüstü sıcak ifade Mehmet'in... -İyi yolculuklar dileyeyim ben de size o zaman... Kendinize iyi bakın... *** Yavaş yavaş çıkmaya başlıyoruz Bebek yokuşunu. Yokuşun girişinde gözümüze ilişen küçücük bir dükkanın önünde bir süre durup soluklanıyorum biraz. Çini bezeli mutfak dolaplarıyla, eski ahşap masalarıyla, sandalyeleriyle, ağzına kadar doldurulmuş mini minnacık bir dükkan. -Babaaa, bunlardan istiyorum ben... Hem de hepsini lütfen. -Olur, olur, neden olmasın? -Alır mısın ha, alır mısın?!. -Bir kaç gün sonra milli piyango çekiliyor nasıl olsa... -Canım babam benim, canııım... Gülerek, sokuluyor kolumun altına. Uzun, dalgalı saçları dolanıyor omuzlarıma. Uzanıp öpüyorum. Evlat kokuyor. Ben öldükten sonra da böyle çabucak unutuverip... Neyse, artık böyle şeyler düşünmek istemiyorum. En azından şimdilik... Yapılacak tonla işim, yazmak zorunda olduğum bir romanım var... 18 19 Timur Ertekin Ayten’in evinin önüne geldiğimizde cep telefonunu çıkarıp dikkatle numaraları tuşlamaya çalışıyorum. -Neden kapısını çalmıyoruz? -Yavrum, yalnız yatak odasının ışığı yanıyor. -Olsun?! -Ya kapıya çıkacak halde değilse?!. -Olsun, bekleriz. -Ya birisi varsa yanında? -Ayıp mı? Şamanın Üç Soygunu ama hâlâ devrim kokan rengârenk yakalıkları, rozetleri... Yetmişli yıllara dönüp, Sinan’ın ceketinin ters çevirdiği yakasının arkasına gizlediği Lenin rozetini gösterişi geliyor aklıma… “Nasıl?” “Muhteşem. Nerden aldın?” “Söylemem!..” “Bana da bulsana bir tane.” “O kadar kolay mı sanıyorsun?” “Vallahi müthişsin.” “Eee, o kadar olsun biraz.” Alay ediyor aklı sıra. -Yooo!.. -Eee? -Bak canım, senin derdin sokak ortasında cep telefonuyla yürüyen bir adamla birlikte olmanın sıkıntısı. Hemen şuracıkta bir telefon kulübesi olsaydı ne sen sızlanırdın ne de ben… -Evet ama yok işte. -Ben kırkdokuz yaşındayım anneciğim. -Tamam tamam... Senden de bir şey saklanmıyor. -Saklanamaz tabii. Hele bunun için kıvranan kızım olursa... Telefon cevap vermiyor. Fişini çekmiş olmalı diyorum. Benzer adımlarla geldiğimiz yollardan benzer adımlarla dönüyoruz baba kız... Hemen arkamızdan koltuğunda yavuklusu, dudaklarında yarım kalan bir türkü -ah bir ateş ver cıgaramı yakayım- Gültekin geliyor... Sarmaş dolaş Arnavutköy karakolunu geçip Eylül Bar'ın loş ışıklarına dalıyoruz birlikte... -Bir duble rakı içerim ben, ya sen?. -Meyva suyu içicem. Vişne suyu var mı?. Barmene sorarken uçuşan dalgalı saçları omuzlarında dağılıyor. Bir ara barın üstündeki renkli taşların arasına sıkıştırılmış rozetlere ilişiyor gözlerim. Oldum olası severim bu türden ayrıntıları. Batan Sovyet İmparatorluğu'nun pazara düşmüş 20 Uzun saçlı barmen, ince kenarlı limonata bardaklarında sunduğu rakıyı koyarken önüme, soruyor; -Rakınıza su alır mıydınız? -Lütfen! Ve bol buz... Ağzına kadar lütfen... Barın üst köşesinde asılı bir Atatürk resmi var... Reis-i Cumhurumuz -ihtimâl fonda bir tango- dansediyor saçları bukle bukle omuzlarında bir genç kızla... Buğulu bakışlarında -ihtimâl sarhoş- yarınları o günden yakalamanın haklı gururu var kavalyenin!. Ciddi bir hayranı olduğunu, ona büyük bir aşkla bağlandığını çok önceden biliyorum Ayten'in... “Savarona'yı gezdim biliyor musun?” “Gerçekten mi?” “Hem de İtalya'da... İnanılmaz bir rastlantıydı. Gözlerime inanamadım. Savarona, İtalya ve ben! Kaptandan izin istedik. Türk olduğumuzu duyduğunda hoş bir davete dönüştü verdiği izin. İnanılmaz bir şeydi. Gemiyi dolaşırken ne muhteşem bir adam olduğunu bir kez daha gördüm gözlerimle... Etrafta dolaşan teknelerden zar zor işitebildiğim sözcükler geliyordu kulaklarıma; Atatürk... Savarona.... İstanbul...” 21 Timur Ertekin Barının duvarlarına resmini asmasına şaşmıyorum... Saat onbire doğru gece trafiği başlıyor Eylül'ün. Gelenler birer ikişer doldurmaya başlıyorlar loş ışıklarla aydınlanan mekânı.. Nerelerde kaldı bu kız diye düşünürken ben, arkamdan sarılıveriyor. Ayten bu!. Patronumuz nihayet geldi demek... -Selam patron nerelerdesin, özledik. Daha cevap vermeden bana dönüp Sona'yı kucaklıyor... -N'aber Sona? -İyilik, ne olsun... Babamla keyfediyoruz. -Vallahi iyi ediyorsunuz. “Bana bir dakika izin verir misiniz” diyerek yukarı çıkıyor. Saçlarını sıkı sıkı arkasında toplamış yanımıza döndüğünde gülerek takılıyorum; -Demek İspanya'dayız bu gece.. -Boşver İspanya'yı da anlat bakalım, diyor. Ne var ne yok Ankara'da? Roman yazıyormuşsun? -Öyle bir hoşluğum var, evet... -Hayatının romanını mı? Gülüyor... -Hayatımızın, telâşımızın romanını yazıyorum... -Bak bu hoş işte... Eee?!. -Bir yanıyla gerçeğin, bir yanıyla özlemlerimizin ayrıntılarıyla dolu, pek öyle gizlisi saklısı olmayan bir roman... -Bi dakka, bak şimdi çok heyecanlandım. -Tabii önce birileriyle konuşmam gerekecek… Geçmişte yaşanılanların olduğu gibi aktarıldığı, kelimesine dokunmadan yazmak istediklerim var meselâ... Mehmet'le, Hikmet’le ve daha bir sürü insanla konuşmak istiyorum. Daha da bir anlam kazanacak her şey… Eğer evet der ve izin verirlerse yazmama, ilginç bir şeyler çıkartabilirim ortaya diye düşünüyorum. -İzin vermeseler de yaz!.. 22 Şamanın Üç Soygunu Neredeyse aralıksız sürüp giden sohbetin dışında kalmanın, fena halde yoğun, fena halde yorgun bir günü geride bırakmanın ağırlığına daha fazla direnemiyor Sona; -Baba... Yatmak istiyorum ben!. -Sıkıldı kız ne yapsın... Şuralarda bir yedek anahtar olacaktı. Hah işte şurda... Gidip yatabilirsin eğer istersen. Babanı sürüklemesen de olur... -Sürüklemek isteyen de kim? O’nu size bırakıyorum. Sıkılmazsınız umarım... -Ukalalığı bırak da, anahtarı kapının arkasında bırakma sen!. Biliyorsun Ankara'da başımıza gelenleri. -Olur olur, bırakmam. O bir kere olur zaten. -Geç kalırsak merak etme. -Anlaşıldı. Beklemek gibi bir gaflette bulunmayacağım, oldu mu?. -Hem de çok güzel oldu. Sona'nın çıkmasını beklemeden dönüp ellerini iki yana açarak “devam” diyor... -Hadi anlat şunu... -Yeni bir şey yok aslında. Herkesin bildiği belki ama dile getirmediği yanlarını dillendirmek istiyorum hayatımızın. Bile bile söylenen yalanların külliyen reddi denilebilir belki... Bu işin bir yanı... Bir de farklı yerlerden, farklı gözlerden bakıldığında yakalamak istiyorum olan biteni. Farklılıkların ucunda ortaya çıkan hallerin, ara hallerin bir resmi olsun istiyorum roman!.. Picasso'nun resimlerinde olduğu gibi; yalansız, dolansız, çırılçıplak!.. -Yani? -Bir işkence olayı var mesela. İçeri giren çıkan kim varsa, en vahim işkencelerden geçtiğini anlatıyor herkese. İçeri girip de benim gibi dayakla yetinen pek kimse yok gibi... Herkes işkence hatıralarıyla yaşıyor hâlâ... İşkence yok mu? Var! Hem de akıllara durgunluk verecek kadar pervasız, acımasız, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca var!. Ama her içeri girenin çüküne 23 Timur Ertekin elektrik, kıçına cop girmediğine inanıyorum ben... -Hakkaten lan -sesini alçaltarak- kalkmıyo yatakta meselâ, elektrik vs. bağladılar da ondan böyle oluyo diyip, bir de hikâye, anlıyo musun? -Patron, alemsin... -Ciddi!.. -O zaman ben de ciddi bir rakı içerim... Az önce Sona'yla palamutları afiyetle yer, rakı içerken vücuduma yayılan sıcaklığın günün erken biteceğini söyleyen belirtileri yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor gecenin ilerleyen saatlerinde... -Bana bol buzlu, ciddi bir rakı... Hemen yanımda kumral, kısa boylu, güzel bir kız oturuyor. Tıpkı benim gibi içkisini kontrol etmekte zorlanıyor o da... Bu son diyerek bardağına doldurttuğu iki parmak viskisi daha bitmeden bir yenisini istiyor. Arada bir gözgöze gelip havadan bir sohbet tutturuyoruz. Uzanıp elini tutuyorum bir ara. Sonra sanki saatler önce, bara birlikte gelmiş gibi oturuyoruz el ele. Güzel bir kadınla birlikte... Hem de bu kadar ince bir mesafeden... Hem de el ele... Sevgili Asuman'ın elleri geliyor gözlerimin önüne... Görevliler ikişer ikişer kelepçeliyor bileklerimizden. -neden Asuman’la değil?- Neden kadın ve erkekleri ayrı cezaevlerinde tutsak ederek bir kez daha cezalandırıyorlar?. Dönüp soruversem şu elleri ellerimde güzel kadına, bunun cevabını verebilir mi?. Deli mi der yoksa... Adam delirmiş... Kesinlikle delirmiş... Yirmi yedi yıl sonra, onlardan nasıl öç aldığımızı anlatmalıyım Ayten'e. Dört eski tüfeğin yıllar sonra yeniden bir araya gelişini Hava Korsanı Güzel Hostes- boy boy fotoğraflarıyla zamanın bütün gazetelerine manşet olan Asuman'ı, en sıkıntılı anlarımızın vahim- açmazlarını Hardy’yi oynayarak bir çırpıda gideren Hakan'ı, yıllar sonra karşımıza bir derviş gibi çıkıveren Selçuk’u 24 Şamanın Üç Soygunu anlatmalıyım... Dört eski tüfeğin, alkol, sigara ve ızgara dumanlarının birbirine karıştığı meyhanede, geçmişin artık çok uzaklarda kalan kırgınlıklarının gizinde keyifle dolanışlarını, delikanlı heyecanlarının -çırılçıplak- sorgularda sınandığı günleri nasıl olup da gülerek anabildiklerini anlatmalıyım ona... Ölümün soğuk nefesini sevinçlerine kolayca katabilen, belli ki yaşlanmayı da o nedenle bir türlü beceremeyen kader arkadaşlarımla tanıştırmalıyım onu!.. “Vallahi hiç değişmemişsin Selçuk...” “Ben de sizi öyle buldum inanın. Asuman zayıflamış yalnız. Süzülmüş biraz.” “İki çocuklu bir anne olarak bunu bir iltifat olarak mı kabul etmeliyim dersiniz?!.” “Elbette... Yani hayır, doğruları söylüyor çocuk...” “Dökülen saçlarına rağmen seni değişmemiş bulmasına ne demeli peki?!.” “Bak işte o incelik...” “Hakan hiç değişmemiş ama. En ufak bir değişiklik yok. Her haliyle dün bıraktığım gibi...” “Timur dedi ya, işte o inceliğinden geliyor.” “Hayır, hayır. İncelik falan değil. İçimizde fiziksel değişime uğramadan kalan sadece Hakan’la Asuman olmuş...” “Zayıflamayı anladık da, süzülmüş olmamın ne anlama geldiğini bilmek istiyorum ben?!.” “Sevgili Asuman, sen her zaman güzeldin. Şimdi de öyle. Mahkemelerde hep arka sırada otururdun hatırlıyor musun? Seninle konuşabilmek, seni seyredebilmek için ikide bir arkaya döner, nöbetçilerden fırça yerdim.. Hâlâ o günlerde olduğun kadar çekici ve güzelsin.” “Bak, bunu duyduğuma sevindim işte...” Aradan geçen bunca yılın ardından, dışavurumu fena halde gecikmiş duygularımı dile getirebiliyor olmanın heyecanıyla doluyor içim. Bileklerimizdeki kelepçeler çözülüp mahkeme heyetinin karşısındaki sanık sandalyelerinden nöbetçi erlerin uyarılarına inat geriye doğru sarkarak kısa süreli sohbetlere 25 Timur Ertekin daldığımız mahkeme salonu geliyor gözümün önüne. Asuman dışında diğer kızların izini taşımıyor belleğim.. O hemen hep arkamda!. Her arkaya dönüşümde sıcak bakışlarıyla eğilerek yaklaşıyor kulaklarıma... Fısıldaşıyoruz... Asık suratlı erlerin üstlerinden yiyecekleri fırça korkulu müdahaleleriyle ikide bir engellenen mutluluğum, her engellenişin ardından yarım kalan sanıklararası sohbeti sürdürmek isteyen Asuman'ın omzuma dokunup bakışlarının tutsaklığına çağırmasıyla beni, haykırılması imkânsız bir sevince dönüşüyor!.. Sıkıyönetimin sıkı erleri sizleri seviyorum diyorum içimden!. Dinleyiciler arasında oturan yakınlarımızla gözgöze gelinen anlarda, sanki alışılmışın dışında biryerlerde yaşıyor olmanın bedeli yüksek tadına varıyoruz... Arada bir ablamın hüzünlü gülücüklerinin ardında gizlenen duygu yüklü bakışlarına takılıyor gözlerim. Sonra yine Asuman'a, Asuman'a, Asuman'a!.. “İki çocuk sahibi olduktan sonra hâlâ bunları duyabilmek gerçekten moral veriyor insana, sağol Timur’cuğum.” “Sen de Asuman, sen de sağol... Sahi sormadı mı seninkiler, nereye gidiyorsun bu garip sakallı adamla birlikte diye?!.” Gözbebeklerinde yirmiyedi yıl öncesinin direnci, Castro'yu bile kıskançlık krizlerinde boğacak kadar çocuksu ve bilge sakallarıyla telaşsız, sonsuz bir güvenle gülümsüyor yıpranmış dişlerinin ardından Selçuk... “Sormazlar mı?. Silah arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum dedim, oğlan pek şaştı...” “İşte buna içilir. Eski silah arkadaşlarımızın şerefine...” “Unutamadıklarımıza!.” “Elbette! Yüreklerimizin derinliklerinde saklananlara...” “Kaybettiklerimize...” “Yitirdiklerimize, evet...” Kadehler hep birlikte kalkıp, kaybettiklerimizin, gözlerimizde asılı kalan delikanlı hayallerine uzanıyor… 26 Şamanın Üç Soygunu Mahir'in pos bıyıkları, kızıl-sarı saçları… Dört katlı evimizin bodrum katında saklanan Kaçaroğlu ve İlhami'yle O’nu buluşturduğumda, çantasından çıkardığı röntgen filmini göstererek “bir de sen bak bakalım doktor, sinüzit bunun neresinde” diye soran bakışları geliyor gözümün önüne… Ben dişçiyim diyorum, pek anlamam, ama sinüsler dolu görünüyor, işte şurda... Apartman sakini hanımların bütün gün süren, hem onlara, hem kapıcıya baygınlık veren -İsraaafiiiiill!- seslenmelerinden yakınıyor Mustafa, gülüşüyoruz. Apartman ve babam uykuya daldığında, aşağıya taşıdığım gaz tenekesinde beceremedikleri tuvalet ihtiyaçlarını gidermeleri için onları yukarı çıkardığım gece yarıları, söylene söylene, bir örgüt elemanı kadar ketum, gözcülük ediyor annem suç ortaklığıma… Bir daha asla, asla olmasın istiyorum tamam mı!. Ya baban duyarsa?!. Tamam anneciğim tamam!. Bir daha asla olmayacak... Bana güvenebilirsin… “Yüreğinde yurt sevgisini kıskanç bir sevgili gibi, bir evlat gibi taşıyanlara…” “Evet, buna gerçekten içilir...” Derin hesaplaşmaların gergin tuzaklarından uzak kalmaya çalışarak içtenlikle dünü, geçmişimizi tartışıyoruz... “Hayır, yanlış hatırlıyorsun abi” diyor Selçuk... “Yanlış olur mu? Asuman arabadan inmemişti henüz.” “Hayır, hayır!. Silahını çıkardığında Asuman yanındaydı. O an yanıbaşında olmasa belki, yüzüne doğrultup basmıyacaktı adam benzin pompasına… Yerimden fırladığımda silah sesleriyle birlikte yere yıkıldığını gördüm adamın. Yapacak bir şey yoktu. Önceden planladığımız gibi gidip teslim aldık odadakileri. Paraları yanımızda getirdiğimiz çantaya doldururken ben, Hakan elinde tabanca, adamları yere yatırmış, kendilerine zarar vermek istemediğimizi anlatıyordu… Çıkarken masanın üstünde duran telefonun kablosunu koparıp attım. Elimdeki bomba süslü paketi kapının arkasına yerleştirirken “ölmek isteyen varsa içinizde kapıyı açmayı denesin” diyerek içeriye seslendim... Sonra koşa koşa yanınıza geldik... Benzinci vurulduğu yerde cansız, öylece 27 Timur Ertekin yatıyordu... Arabaya dolup hızla uzaklaştık...” “Bugün herkes yanlış hatırlıyor” diyor Asuman. “Bir defa ben arabadan aşağı inmedim hiç. Donmuş kalmıştım. Üstelik inanmıyacaksınız belki ama son ana kadar bir soyguna katılıyor olduğumun da farkında değildim. Gerçekten!. Birden kötü bir şeylere bulaşmış gibi, kirlenmiş gibi hissettim kendimi…” “Soyguna gittiğinizi söylememiş miydi Caner?!.” “Bir yere gitmemiz gerekiyor demişti, o kadar!.” “İnanılır gibi değil!. Bilmiyordum ben bu ayrıntıları...” “İllegalite bu!. Söyler miyiz öyle herşeyi?!” diye gülerek araya giriyor Hakan. “Mit'te öttüklerimize ne demeli peki?..” “O başka! Ha, ha!..” “Şu işe bak!.. Ölümü göze alarak gittiğin bir yerden adam öldürerek dönüyor olmanın inanılmaz hesapsızlığı...” “Elbette, ama hep yaptık benzer saçmalıkları..” “Affedilmez bir hata ama. Sen bizimkileri ipten almak için kaynak kovala, kaza maza her neyse adam vur, sonra paralar gece yarısı karanlığında caddelerde uçuşsun... Türk filmi bu...” “Elbette Türk filmi. Esas oğlanlar da biz!.” diyor Hakan. “Romantizm ve rasyonalizm!. Bir arada olmasını dilediğimiz ama asla biraraya gelemeyen iki yanı, iki önemli sorunsalıydı hayatımızın... İkinci benzinlikte bir an evvel ortalığı terk etmek için hazırladığım iplerle iki dakikada paketleyip çıkmışım adamları, bir de baktım, Hakan yok ortalıklarda... Meğer herif içerdekilerden birinin iplerini iyice gevşetip, önlerine koyduğu bıçakla kurtulmanın yollarını gösterirmiş...” “Önüne koymadım lan! Masanın üstüne bıraktım… Ordaydı zaten...” “Şimdi böylesi bir tavrın rasyonelliği tartışılabilir mi?!. Hem adamları bağlarken elimdeki silahı tezgahın üstüne koyduğum için bana fırça atıyor, hem de yüzükoyun yattıkları beton zeminde karınları ağrımasın diye sıkı sıkı bağladığım iplerini gevşetiyor. İnanılır gibi değil ama olan yaşanılan buydu. Romantizm!. Bir soyguncunun asla harcamaması gereken tek şeyi, zamanı bu kadar pervasızca harcamanın başka ne anlamı olabilir!.” “Beterin beteri var” diyor Hakan. “Sor bak, sor da anlatsın 28 Şamanın Üç Soygunu Selçuk.” “Neyi?.” “Osmanlı bankasında... Hani sonradan içeri giren herifi... Ha, ha!..” “Hakkaten yahu!...” “Anlatsana, anlatsana...” Dudaklarında pembe bir tebessüm, mahcup bir tavırla anlatmaya başlıyor Selçuk... “Hakan dışarda, geleni gideni kolluyor, ben de içerde kapıyı tutmuş, elimde silah duruyorum. Herifler, müşteriler, memureler şaşkın, ortalık curcuna!.Tam o sırada bi baktım, adamın biri, başı önünde, elinde bir tomar para, saya saya içeri giriyor. Hop hemşerim, soygun var, giremezsin diyecek halin mi var?!. Adam girdi içeri... Beni elinde silahla görünce yüzü kâğıt gibi, bembeyaz oldu... Ölecek sandım... Bi dakka hemşerim dedim, senin paranı alacak değiliz, korkma. Biz devrimciler halkın parasını almayız falan... Bir yandan da ajitasyon çekiyorum adama ama, adam düştü düşecek... Koluna girip bankoya götürdüm. Uzattım silahı bankacı kadına, “Parayı hesaba geçir” dedim... Korkudan, tek kelime etmeden parayı olduğu gibi hesaba geçirdi kadın. Dönüp tamam mı dedim adama, tamam dedi. Elindeki paraları verip teşekkür etti...” “Sarılıp öpseydin bir de bari...” “Gerçekten. Ben değil ama şaşkınlıktan sarılıp bir de yanaklarımdan öptü adam.” “İnanılmaz bir şey bu!. Gerçekten inanılmaz...” “Elbette, kim inanır? Öyle sempatik bir ortam yaratılmıştı ki, bizi teşhis için mahkemeye geldiklerinde banka personeli, sanki hırsız-polis oynuyormuşuz da şakacıktan mahkeme heyetinin karşısına çıkartılmışız gibi gülümseyerek tanımadıklarını söylediler... Ne bileyim, belki de korktular ama, emin olamadıklarını söylerlerken gözlerinin içleri gülüyordu...” “Benzinci gülmüyordu ama...” “Bir de gülsündü bari!?.. Sen adamı vurmuşsun iki gözünün arasından!..” 29 Timur Ertekin “O da tanımadım dedi ama...” “Bizden birileri koltuk çıkmış, para mara vermişler adama.” “Yok öyle bir şey abi, çok gençtiler, gençliklerine kıyamadım, demiş...” “Korkunç bir şey bu!. Gerçekten korkunç!. Vicdan azabı dedikleri de bu olsa gerek...” “Bence de. Bence de öyle...” “Selçuk yazabilir miyim bunları?!.” “Herif dişçiliği bırakıp romancı olacak ya, ha, ha!...” “Ne güzel... Yazsın tabii, elbette!. Bilinsin ayrıca bence bir sakıncası yok...” Büyük bir ilgiyle beni dinleyen Ayten'in sıcak bakışlarına dönüp “Nasıl ama?” diyorum, konu olmaz mı bütün bunlar bir romana?!. Yazılmaz mı?.. -İnanılır gibi değil!. -İnanılır gibi değil, evet... -Eee?!. -Gidelim artık, pestil gibiyim.. Evde rakı var mı?!. -Olmaz mı?!. -Ne bileyim ben. Geçen defa muz likörüyle idare etmek zorunda kalan biri olarak, bir sorayım dedim. -Var, var, o bir istisnaydı... Gecenin bir yarısı Ayten'in Bebek'teki evine doğru yola çıkıyoruz... -İşte sana rakı. Bir daha da laf etmeyesin diye… -Bir bahane bulurum nasılsa. -Bulamazsın. Bu gece eksik hiç bir şey kalmayacak. Sarmayı bilir misin?!. -Ben mi? Bir kez olsun beceremedim bu güne kadar! Ya sen?!. -Senden farklı sayılmam. -Eee?!. -Sigarayı iyice boşaltıp bir deniyelim?. -Olur mu? 30 Şamanın Üç Soygunu -Olduğu kadar... -Ahmet yada Amerikalı olmalıydı burda şimdi. -Hımmm... Hep böyle oluyor. O güzelim evde başka bir yer yokmuş gibi, büyük bir özlemle Ankara'daki Eylül Bar’dan kalan, kenarları kalın pirinç borularla kaplı yuvarlak masanın üstüne tünüyoruz. Acemi ellerin beceriksizliğinde kaybolan uçma hayaliyle boşalttığımız tütünlere minik parçalar katıp tekrar sigaranın içine doldurarak kafa yapmaya çalışıyoruz. Ömer'le birlikte kalabalık bir grupta denemiştim bir kere. Yoğun içkili bir gece yarısında, Alev dudaklarında şuh bir gülümseme, elinde bir parça esrarla gelip “Var mı hasretiyle tutuşan?” dediğinde itiraf edeyim ki önce korktum!.. Bir kağıt parçasını kıvırarak zıvana dedikleri bir şey yaptılar önce. Benimkini ayrı sarar mısınız dedim -şaçmalama- dalga geçtiler... Sonra zıvanasına kadar, döne döne, sonuna kadar içildi sigara. Olabilirlik hanesinde yazdığım beklentilerimin tam tersine hiç bir değişiklik -Eray’ın donmuş gözbebekleri- olmamış, korkularım silinmişti... Bir şeyler başarmış olmanın erken sevinciyle bi bok yokmuş bunda deyiverdim. Kafayı bulmaksa rakı buna bin basar. Ağır ağır başını kaldırıp, boşluğa seslenir gibi “bir kültürdür bu” demişti Eray “Bir ilkokul mezunu Dostoyevski'den ne anlarsa, sen de bundan onu anlarsın ancak... Bu doğal...” -Yok yaa?!. -Vallahi aynen öyle... -Sen ne dedin peki?. -Ne diyeyim, sustum... -Aslına bakarsan adam haklı. Bırak her gün çekenleri, arada bir keyif olsun diyenler bile bir başkalığı yaşıyorlar kendi alemlerinde... Lâf olsun bizimki, hani yapmadık demiyelim yani... -Öyledir her halde, ne bileyim?!.. Uzun zaman ayrı kalmanın verdiği açlığı, birbirini kovalayan kelimelerle kimi zaman katıla katıla gülerek, kimi zaman iç 31 Timur Ertekin çekerek gidermeye çalışıyoruz!. Odanın bir köşesinde, güdük, yeşil kuyruğu giderek kısalan kızıl başlı papağan kafesinin dışına çıkmış dolaşıyor perdelerle kafes arasında. Parlak yeşil kaftanına, gözlerini saran sarı halkalara, tepesindeki kızıllığa bakarak “Bu da bizden” diyorum Ayten’e, “Kızılbaş!” Ağzımızdan, burnumuzdan patlayan kahkahalar Bebek sokaklarında yankılanıyor gece yarısı.. Yarı açık tül perdelerin ardından olabildiğince yavaş, yeni bir gün doğuyor. Omuzlarım taşımıyor bedenimi artık... -Yatalım, diyorum. Ankara'ya dönmekle kalmıyor iş. Maviye hazırlamalıyım kendimi. -Maviye? -Bizim tekneyle geziye çıkıyorum hafta sonu. -Nasıl? Kimlerle yani? -Bu defa eski bir gemicilik kuralına takıldık. Tekneye kız almıyoruz. -Yok yaa!.. -Evet aynen öyle. -Ne haliniz varsa görün bir bakalım!. Yatalım hadi, öğlen görüşürüz artık!.. -Yatalım, evet yatalım... İyi geceler sevgili patron, seni seviyorum... İyi uykular... Yorganı üstüme çekiyorum. Uyumalıyım... Evet herşeyi unutmalı ve uyumalıyım. Gültekin'i, Bebek'teki lokantayı, Togay'ın küreğin sapını tutmaya çalışan acemi ellerini, Gülderen'in göz yaşlarını, ağlarken başını göğsüne dayadığı Bülent'i, Aysun'un kusursuz incelikte ellerini, boğazın kirliliğinde yüzen vazolara benzeyen denizanalarını, sevinçlerimizi, korkularımızı, herşeyi unut… ma… lı.… “Selâm!” Kalın camlı, tel çerçeveli gözlükleriyle Gültekin oturuyor karşımda yine… Kadife konforuna gömülmüş kanepenin, pırıl pırıl gülümsüyor... Ne dediğini pek anlayamadığım birşeyler mırıldanıyor gözlüğünün sapıyla saçlarını kaşıyarak... “Anlatacak çok şey vardı” diyor “Yine geç kaldın!.” Evet diyorum, evet!. Neden olduğunu bilmiyorum ama böyle oluyor hep. Yine bir adım önde ve yine 32 Şamanın Üç Soygunu erken davrandın!.. Çok erkendi çok!.. Hem de çok erken!.. -Erken olur mu baba, saat üç!. Masum küçük bir sayı diye takmıyorsan eğer, onbeş de diyebilirim. -Sıkıntılı bir rüyaydı... Kalkıyorum, şimdi kalkıyorum... -Sıkıntılı mı? -Aldırma, bir an önce toparlanmamız gerekiyor. Erkenden kalkıp yolculuk için yaptığım son hazırlıkları gözden geçiriyorum. Oltam, sarı sırmalı lacivert kaptan şapkam, iç çamaşırlarım, gömleklerim, Nurten'in ısrarla yanıma almamı istediği kalın tiftik kazağım, dünyanın parasını vererek satın aldığım “Buck” marka bıçağım, cep telefonum... Romanım?. Eski yazı masasının yıpranmış çekmecelerini birer birer aralıyarak, bir kaç gün önce bastığım ilk sayfalarının kopyalarını arıyorum... Her seferinde olduğu gibi usanmadan baştan sona bir kez daha okuyorum.. Kanepeleri yeşil ikinci mevki kuşetli vagonun koridoru boydan boya geçen radyatörlerinin üstüne çıktığımda, binbir güçlükle aşağıya doğru çekerek açtığım pencerelerden dışarıya sarkarak, kimi zaman döne döne yol alan lokomotifi, kimi zaman onu kıvrıla kıvrıla izleyen vagonların peşimiz sıra sürüklenişini, arada bir telâşla kompartımandan dışarı fırlayan annem yanıma gelene kadar büyük bir keyifle izlerdim. “Düşersin mazallah!” Her seferinde geri dönmek zorunda kaldığım kompartımanımızın sıkıcı kalabalığından ilk fırsatta kaçar, soluğu yine koridorda, ay yıldız işlemeli kalın camların tepelerinde alırdım... Hava karardığında başımı gecenin ayazında buz kesen cama dayar, lokomotifin ardında bıraktığı kızıl saçılımların büyüsüne kapılır, öyle kalırdım... Gecenin karanlığını delen kıvılcımlar, bazen karanlıkta kaybolan ağaçların ardında gölgelenir, bazen aniden ortaya çıkan beklenmedik bir tünelin içinde kayboluverirdi. Ortalığa yayılan kızıllığın aceleci serüvenini ardından gelen sesler izler, ağaçların kalın gövdelerinin, yükseltilerin ardında gizlenerek zaman zaman kesilen homurtular tünellerin girişlerinde kaybolur, içinde bulunduğumuz vagonun tünele girişiyle benzersiz bir gürültüye 33 Timur Ertekin dönüşürdü. Çoğu zaman kapalı tutulan kalın camların açık unutulduğu ender anlarda çılgın bir tutkuyla yarı belime kadar dışarıya sarkar, kaçamak kazanımlar arasında yaşadığım özgürlüğün tehlikeli tadına varırdım. Işte o zaman, lokomotifin kor yüklü ıslak nefesi ciğerlerimi doldurur, tünellerin derin karanlıklarında uçuşan saçlarıma karışan kömür parçacıkları tırnaklarımın arasına dolardı. Ertesi sabah, gözlerimizin önünden hızla geçen derme çatma evlerin, tarlaların, tarlaların sınırlarını oluşturan kavak ağaçlarının, su bentlerinin, döne döne akan sulara sarkan salkım söğütlerin hızı istasyonların girişlerinde yavaşlar, ellerinde su testileriyle makaslarda sarsılan vagonların peşine düşen sümüklü satıcı çocuklarının telaşıyla bir süre yarışır, vagonların geriye doğru son bir silkinişiyle -satıcı çocukların birbirine karışan sesleri- derin bir sessizlik içinde karşıdan gelen trenin istasyona girişi beklenirdi... “Su içeeen!.. Var mı buz gibi su içeeen?!.” Makinistin karşı yönden gelen trenin istasyona girişini selamlayan kalkış düdüğüyle birlikte satıcı çocuklar kendilerini trenden aşağıya atar, koridorların kalabalığında çoğu zaman sattıklarına karışan ağır ter kokularıyla bir sonraki istasyonda inmeye hazırlanan pideciler, sucuk-ekmekçiler, ciğerciler kalırdı. Vagonlar çelik raylar üzerinde salına salına yol alırken, gürültüyle kapanan ağır kapıların ardında kalan yüksek basamaklara tırmanan istasyon veletleri, atlamak için son ana kadar bekler, cesaretlerinin deli gücünü denerlerdi. Giderek hızlanan vagonların ufka açılan geniş pencerelerinden, önce iğne oyası taş kemerleriyle gönlümüzü ısıtan o güzelim istasyon binaları, istasyon binalarını derin bir muhabbetle kucaklayan bilge çınarlar, ucundan bez hortum sallanan dev bir musluğu andıran cenderenin ıslak bedeni, kımıldamaksızın ayakta duran kırmızı şapkalı hareket memurunun lacivert ceketi, ışıltılı düğmeleri, çın çın öten kampana sesleriyle makasçının demiryoluna indirdiği engelin ardında bekleşen at arabaları, kamyonlar, makasçıların küçük ahşap kulübeleri, dev buğday siloları birer birer kaybolur, raylar üzerinde hızla ivme kazanan vagonların takadatakadatakadaları, kompartımanlara 34 Şamanın Üç Soygunu dolar, çeliği saran uğultularıyla rüzgârın, geçmiş sanki gerilerde bir yerlerde kaybolurdu... Günün ilerleyen saatlerinde vagonların uğultulu koridorları sattıkları yüzükleri siyah kadife kaplı tablalarında sergileyen cıncık boncukculara kalır, ceviz çerçeveli cam pencereli çantalarıyla pala bıyıklı esansçılar, ellerinde iri cam enjektörleri, gözlerine kestirdikleri muhtemel alıcıları vahim kokulara boğarlardı. Kondüktörlerin nöbet değişimi sanki satıcılarla yarışır, ellerinde kerpeten benzeri minik aletleriyle her yeni gelen, küçük karton biletlerimiz üzerinde yeni, minik yıldızlar açardı. Cam kenarlarında duran açılır kapanır masaların üstüne serilen gazetelerde yenen yemeklerin ardından tüttürülen keyif sigaraları ağır metal kapaklı küllüklerde söndürülür, sabırla gecenin inmesi beklenirdi. Sonra kuşetler açılır, üst kata tırmandığımız yataklarımızdan birbirimize bulaşan sataşmalarımız annemin yükselen sesiyle kesilir, kompartıman hep birlikte derin bir uykuya dalardı.. Ertesi sabah güneşin doğuşuyla birlikte sarp kayalar arasından seslenen Fırat'ın bulanık sularıyla kucaklaşan raylar, onunla çılgınlar gibi dans eder, giderek durulur, bir kez daha buluşuyor olmanın sevinciyle yüksek dağlarla çevrili Erzincan ovasına kolkola varırlardı. Babam geliş günümüzü sakladığı için istasyonda karşılayan olmazdı. Yine de trenden iner inmez tanıdık birileri mutlaka çıkar, taa köye kadar bir anda gelişimizi duymayan hiç kimse kalmazdı. Babamı muhabbetle kucaklayan bu yanık tenli adamlar, annemle babamın, akrabaların tek tek isimlerini sayarak içine yerleştirdikleri hediyelerle kurşun gibi ağırlaşan bavullarımızı trenin gelişini bekleyen fiyakalı faytonlara taşımamıza yardım eder, sanki bununla övünürlerdi. Kısa bir şehir turunun ardından bakkal Kâzım amcanın tahta kepenkli toprak dükkanına gelinir, iri çuvallarda saklanan kırmızı boyalı leblebilerden, içi susam dolu akide şekerlerinden kilo kilo alınır, yola öyle çıkılırdı... Küçük kardeşim Teoman annemin karşısında oturan ablamın 35 Timur Ertekin kucağına, bense yukarıya faytoncunun yanına kurulurdum. Oldukça kilolu olan babam faytona binerken hep birlikte eğilir, düşer gibi olurduk... Yola çıkar çıkmaz yaktığı sigarasına çenesine sarkan bıyıkları arasından büyük bir ustalıkla yol bulan arabacının elinden aldığım dizginleri bileklerime sıkı sıkı dolar, atların ikide bir kendilerine seslenen faytoncuya dönen sivri kulaklarına, pırıl pırıl yelelerine dalar, sanki onlarla birlikte koşardım. Faytoncunun arada bir atların karınlarına dolanan ucu düğümlü kırbacı belki de o nedenle canımı fena halde yakar -vurma!- sızlanırdım... “Deliganlının üregi de pek ufga begim” Babam, çoğu zaman altın çerçeveli ön dişleriyle gülümsemekle yetinir, öyledir, gibisinden birşeyler söyler, geçiştirirdi. İşte o zaman yüreğimin derinliklerinden yükselen zafer çığlıkları arabacının alaycı tavrını ezer, atların biçimli topuklarından yükselen tozlara, bulutlara, gökyüzüne karışırdı.. Demiryolu ile Fırat arasında uzanan, gide gele yol boyu çimenlerle, çalılıklarla örtülü toprağın yumuşak karnına gömülen derin tekerlek izlerinin açtığı toprak yol, üzerinden geçerken tuhaf tedirginliklere kapıldığım demiryolu köprüsünü aştıktan hemen sonra, bizi bacalarından tezek dumanlarının hiç eksik olmadığı Pizvan'a götürürdü.. Köyün yabanıl büyüklüğünden çok, gırtlaklarından kopan hırıltılarla her geçenin peşine düşen köpeklerinden deliler gibi korkar, köyü çabucak geçip kurtulmak isterdim. Yaptıkları işlerinden doğrulup, kaygısız gözlerle bizi uzaktan seyreden allı güllü kadınların, ceketleri omuzlarında adamların tersine, köyün çocukları neşeyle peşimize takılır, çıkardıkları garip seslerin ritmine uyarak kıçlarını başlarını oynatır, yırtık tumanlarının arasından salladıkları minik çüklerini gösterir, taş atar, kaçar, garip şaklabanlıklar yaparlardı.. “Vay ırzını!” Arabacının dışında hiç kimse öfkelenmez, bu masum gösteriyi ilgiyle izlerdi... Pizvan tükenip Karasu deresine gelindiğinde atlar yavaşlar, köprü birbirine seslenen kurbağaların kulaklarımızı delen 36 Şamanın Üç Soygunu feryatları arasında ihtiyatla geçilirdi. Köprüyü aşar aşmaz, uçsuz bucaksız buğday tarlalarının arasında düzelen toprak yolun konforunda atlar daha bir keyifle koşmaya başlar, yüzümü yalayan rüzgâr, ıslanan gözlerimin nemini kirpiklerimin arasından şefkatle alır saçlarıma yayardı. Üzerinde halkalar bırakarak döne döne akan Fırat'ın karşı yakasında Balibey'in tüten bacaları, toprak damları belirdiğinde “Yaklaştık!” derdi babam. Gerçekten, çok geçmeden nehrin etrafını yeşilliklerle sardığı Karadiğin, güneşe bakan tezekleri, sarı saman parıltılı duvarları, üstlerinde dolaşılabilen, birinden diğerine kolayca geçilebilen damlarıyla insana uzaktan sanki kolkola girmiş de birilerini bekliyormuş hissi veren yoksul evleriyle karşımıza çıkardı... Bozağa Dayı'ların evlerinin hemen altından köye girilir, Dursun amcaların köyün şehir çatılı tek odalı evi geçilir, dizginler gerilir, atlar boyunları gergin, ard ayaklarına gülle gibi çöken sağrılarıyla peşlerinden gelen faytona direnirlerdi. Kirli mintanları, küçük çıplak ayakları, güneşten solmuş entarileriyle köyün girişinden beri peşimizden koşan çocukların birbirine karışan feryatları arasında nihayet durulur, sonra sanki birden sus pus olunurdu. O zaman yalnız gözler konuşur, gelenlerle onları karşılayanlar meraklı, iri gözlerle birbirlerine bakarlardı... Bu derin sessizlik, kucağında akide şekerleri, bakkal Kazım amcanın kırmızı boyalı leblebileriyle faytonu sanki deprem kuşağının ilk kımıltılarıyla terkeden babamın çocukların arasına karışmasıyla bozuluverirdi. Tombul parmakların avuçladığı renkli şekerlemeler, minik parmaklar arasına sıkışan mintanların, entarilerin eteklerinde torbalanır, altlarından sarı sümüklü kız çocuklarının bacakları, kirli çıplak ayakları görünürdü... Biraz amcamın fazlaca otoriter yapısından, biraz da Güllüşah yengemin ökseli tavrından ilk fırsatta kaçar, babam Erzincan'dan ayrılır ayrılmaz bavullarımızı kapar, soluğu halamlarda alırdık... Amcamın oğulları ve halamın benden birkaç yaş büyük oğlu Selahattin'le sabahtan akşama kadar birlikte olur, iş mevsiminin tam ortasında besbelli onları avare ederdim. Bu durum büyükleri rahatsız eder, bir süre sonra kendimi onlarla birlikte tarlada, tumpta çalışırken bulurdum… Yine de herkes üstüme titrer, mümkün olduğunca beni işten uzak tutmaya çalışırlardı. Bense 37 Timur Ertekin işimi ciddiye alır, onlarla her alanda kapışır, en ağır işlerin üstesinden en az onlar kadar rahatlıkla gelebileceğimi gücüm yettiğince anlatmaya çalışırdım. Selahattin'le daha gün doğmadan yataktan kalkar, alaca karanlığın serinliğinde kulaklarından çekerek ahırdan dışarıya çıkardığımız Gule'yle Arap'ı boyunduruğa vurur, tereyağına çökelik dürülü azıklarımız sırtımızda, sabahın köründe tarla sürmeye giderdik. Ortalık ısınıncaya kadar karasabanın sabrına sarılır, güneş kavakları delmeye başladığında sabanı toprağın karnına gömer, köye öyle dönerdik... Kimi zaman elimizde satırlar Fırat kenarına yılgın kesmeye gider, süpürge yapmaya elverişli olanları diplerinden keser, özenle kağnımıza istif ederdik. İki delikli -duvara asılırdı- kara satırların ine kalka kollarımızı tutan ağırlığında öğlene kadar çalışır, yılgın yüklü kağnıların serin gölgesinde, bostanlardan topladığımız domatesleri, salatalıkları, kabuklarını soymadan, çekirdeklerini güneşe terkettiğimiz kelekleri, üstümüze üşüşen eşek arılarına aldırmaksızın büyük bir iştahla kemirir, afiyetle yerdik… Akşam olduğunda İbo'nun amcamın tabakasından arakladığı yassı Yenice sigaralarını farklı bir keyifle tüttürür, Zülfo'nun, önümüzden geçerken ruhumuzu delen kışkırtıcı bakışlarından apış aralarımıza sızan -diriliğinden söz eder, elbisesinin altından yüreklerimizi dürten memelerini “cuncuhlamayı” hayâl ederdik.. Köye gelişimle birlikte konuşma tarzım değişir, giyimim kuşamım, hâlim tavrımla tam bir köylü olurdum. İbo’dan ayağıma diken batmadan yalınayak kırlarda yürümeyi -bunun mümkün olduğunu iddia ederdi- büyüklerden gizlenerek rakı içmeyi, tütün sarmayı, cinselliğin sınırlarında dolanmayı öğrenir, karşılığında renkli şehir hayalleri satardım. Onlara koca koca binalardan -Essah bu gavahlardan üsgek mi?- sinemalardan, gökyüzüne fışkıran sularıyla içinde kiralık sandalların yüzdüğü havuzlu parklardan, geniş camekânların arkasında, esvapların mankenlere giydirilerek sergilendiği büyük mağazalardan, anlatmakta zorlandığım asfalt 38 Şamanın Üç Soygunu yollardan -zifti çakıl taşlarına bulayıp yolun üstüne böyle- söz ederdim… Yıllar sonra elimde içi bildiri dolu bavullarla Erzincan’a geldiğimde, üzerine birlikte devrimci sloganlar yazacağımız asfalt yolları bir türlü anlatamazdım... Kapıdan çıkmadan son bir kez etrafa bakıp bir şey unutup unutmadığımı kontrol ediyorum. Şofbeni, tüpü kapatmalıyım... Uyandıklarında tekrar açarlar nasılsa... Şu kuşkularımı bir ortadan kaldırabilsem. Bile bile hayatı kendime zehir ediyorum. Ütüyü fişte mi unuttum? Ne alakası var ütü yapmadın ki sen! Olsun, ya Nurten unuttuysa? Ne olur ne olmaz, gidip bir daha kontrol etmeliyim. Şofben kapalı, ütü prizde değil, balkon kapısı kapalı. Radyoyu bilerek açık bıraktım... Bütün radyolar açık olmalı çünkü... Özgürlüğün sesi onlar. Televizyon değil ama sabaha kadar açık olmalı tüm radyolar. Nurten kapatır nasılsa uyandığında. Yeter artık, bu gidişle çıkamayacağım kapıdan... Kendimi sokağa attığımda, bahçe kapısının dışında beni beklerlerken buluyorum Ahmet'le Murat'ı. -Size hoş sürprizlerim var beyler. -Ne gibi sürprizler? -Bırak abi, adam kudurmuş, tekneye atmak için karı derdine düşmüş. -Eee, ne var bunda? -Ne var olur mu? Herif evli! Üstelik bu yaştan sonra AIDS falan olacak! -Olsun abi, eldiven takarız biz de... Sabahın köründe patlayan kahkahalar içimizi ısıtıyor. -Evet, n'olur yani? -Deli misin abi, hele bu yaştan sonra. -Daha iyi ya, adam gibi yaşayacağımız kaç yazımız kaldı önümüzde? “Abartılacak bir yaş farkımız yok aramızda ama” diyor Ahmet, “Doğru bir bakış açısı bence de..” 39 Timur Ertekin -Ha, ha, heriflere bak iyi mi.. Saat sabahın beş buçuğu ve olmayan karıların hayaliyle felsefe yapıyoruz... -“Ruz” diyerek cemahiriyemize katılımınızdan ötürü zat-ı alinizi kutluyorum baba. Hayâl olmadığını görünce ne yapacağını da pek merak ediyorum doğrusu... -Lâfın gelişi o. İşiniz gücünüz dalga. -Ahmet Bey'ciğim, lütfen dalga geçmediğimi anlatır mısın Murat Bey'e. Nasıl hain hazırlıklar içinde olduğumuzu bilmiyor. -Boş ver abi, görünce karar verir nasılsa.. Erken saatlerin sulu muhabbeti uzun sürmüyor. Boş trafiğin kolaylığında düşündüğümüzden çok önce varıyoruz havaalanına. -Şu senin Engin'i bulmalıyız önce. -O öğleden sonraki uçakla gelecek. Beklenmedik bir toplantı için kaldı. -Öyle mi? -Evet, Bodrum'da buluşacağız, teknede. -Ne iş yapar Engin? -Optik aletler falan pazarlayan bir şirketin genel müdürü. -Patron yani.. -Öyle biraz. -Murat yetmiyormuş gibi bir de yönetim kurulu üyelerini temsilen ciddiyeti mi götürüyoruz geziye? Allah bilir kravatıyla falan gelir tekneye. -Yok yok, çok şekerdir. Çok eski arkadaşım, liseden. Arkeoloji okudu ama işadamı oldu sonunda. Bana kalırsa ressam olmalıydı aslında. İnanılmaz hoşlukta resimler yapardı öğrenciyken. Görsen şaşardın, Van Gogh gibi. Deli, sımsıcak ve cesur. -O da sizin gibi karı düşkünüyse, çekeceğim var demektir. -Hayır baba, bizden çok sana benziyor. Aranızda bir fark var yalnız, o bize hak verip, özgürlüğünü başka yerlerde arıyor. Bir motosiklet tutkunu meselâ... -Gördün mü bak? Sonuç olarak herif haklı. -Elbette. Ama senin gibi bizi dinlerken ağzının suları akmıyor. -N’olmuş yani, bizde her numara var oğlum… -Ahmet, duyuyor musun? Değişim rüzgarları erken esmeye 40 Şamanın Üç Soygunu başladı. -Öyledir abi. Yapmam diyenden korkacaksın. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte havaalanına giriyoruz. Esenboğa’nın ortalığı buz kesen soluğu yüzümüzü gözümüzü ısırıyor. İlk kez uçuyor olmanın heyecanıyla atılıyorum; -Hey millet, sayenizde ilk kez uçağa biniyorum. -Ciddi olamazsın? -Ciddiyim, ciddiyim... Yüzlerce kez yolcu karşıladığım, belki bir o kadar yolcu ettiğim hava alanında, uçağa binmek üzere geçtiğim son kapının ardından aprona ayak bastığımda kendimi cezaevinden salıverildiğim gün kadar özgür hissediyorum. Uçabiliyor olmak... Bunu anlatmalıyım romanda.. Çok mu sıkıcı bir başlangıç oldu yazdıklarım diye düşünüyorum. Uzun uzun çocukluğumu, Erzincan’ı anlatmamalıydım belki... Kimi ilgilendirir çocukluğumun serüvenleri. Benim gibi bıkıp usanmadan her yerde kendini arayan birkaç kişi dışında belki hiç kimseyi… Belki de hiç kimseye, hiç ama hiç bir şey anlatmayacak çocukluğumun kömür kokan tren yolculukları... Yukarıdan bakıldığında insana ürperti verecek kadar kısa bir ünlem işaretini andıran Bodrum hava alanına indiğimizde saat 10'u birkaç dakika geçiyordu... -Kimin telefonu çalıyor? -Benim, benim!. Alo, efendim?!. -Abi benim, Teoman!. Nerelerdesiniz? -Şimdi indik Bodrum havaalanına. Otobüsteyiz. Yarım saat kadar sonra orda oluruz herhalde… -Alışkanlık işte, merak, bilirsin… Tekne limanda, Tepeli Camii'nin önünde demirli. Sizi bir iki dakika görüp İzmir'e döneceğim ben de... -Tamam moruk, geliyoruz. 41 Timur Ertekin Bir taksi tutup çantaların ağır yükünden kurtulmayı başarıyoruz. Tepeli Camii'nin hemen arkasına kıçtan kara olmuş Arta'nın yanına geldiğimizde Teoman, dev kollarıyla, kahkahalarıyla sarıyor hepimizi tek tek... -Selim!. Alıver çantaları be abim... Murat, bak bu Selim, Niyazi yok mu?!. -Hayri kaptan büfeye yollamıştı, şimdi gelir... -Bu da Hayri kaptan. Ekibi toplayalım bi bakalım. Tören olmazsa işimiz rast gitmez değil mi Hayrittin? -Öyledir abi... Ben gerekeni yaptım. Dört çeşit yemek hazırladım sana, mezeler hariç. Stok da bol. Sen yeter ki istediğini söyle. İstersen kuralım sofrayı hemen. -Yok be kaptan, önce şöyle bir gezinelim, turlayalım bakalım ilk göz ağrımızın sokaklarını, akşama düşünürüz artık… -İyi ya, sen bilirsin. Ben tamamım yani.. Tepeli Camii'nin arkasından Raşit'in Kahvesi’ne doğru yürümeye başlıyoruz. Kahve falan kalmamış ortalıklarda ama meydan hâlâ Raşit'in adıyla anılıyor. Raşitin Kahvesi restaurant olmuş. Daracık sokaklardan geçip, rum mahallesine Halikarnas'a yöneliyoruz. Hep o bildik sokaklar, bildik lokantalar, dükkanlar. Yalnız tabelalar değişmiş. -Buralarda çorba yapan bir yer vardı, balık çorbası, sabaha kadar açık olan... -Hımm, evet.. -Hemen yanında Ankara'lı gençler patates tava yapıp külahla satarlardı. Hatırlar mısın Ahmet?. -Hatırlamaz mıyım, ilk işini nasıl unutur insan?.. -Ciddi misin? Sen miydin yoksa onlardan biri? -Evvet beyim, aynen öyle, bendim... -Şu işe bak baba, inanılır gibi değil, yirmi yıl sonra patatescimle birlikte Bodrum'a geliyorum. -İşte buna içilir. Haydi artık şu lokantalardan birine dalıp, adam gibi balık yiyip, bir güzel rakı içelim biz de... 42 Şamanın Üç Soygunu Kapısı Halikarnas’a açılan sokaklara bakan lokantalardan birinin vitrinindeki balıklara şöyle bir göz atıp, sonra giriyoruz lokantaya. Denize uzanan ahşap iskelenin gıcır gıcır sesler çıkaran zemininde kısa bir süre oyalanıp, gözümüze kestirdiğimiz ilk masaya ilişiyoruz. Güneş içimizi ısıtıyor... Bodrum kalesi, deniz ve biz, işte yine birlikteyiz... Yirmi küsur yıl sonra gelen müthiş bir bahtiyarlık bu... Rüzgârda uçmasın diye plastik mandallarla gerdikleri masa örtülerini çekiştirip, tabakları, bardakları, çatalları, bıçakları bir çırpıda önümüze dizerken garsonlar, öncelik sırasını belirliyor hemen Ahmet; rakı ve mezeler!. Ortaya şöyle güzel bir salata da gelebilir tabii ama öncelikle şu rakı meselesi... Kızarmış ekmek, beyaz peynir, su ve buz!. Bir solukta ısmarlanan siparişlerimizi beklerken, ne iyi ettik de geldik diyen bakışlarla, keyifle birbirimizi izliyoruz... Elinde buğulanmış, buz gibi su şişeleri ve rakı ile geldiğinde yükselen itirazlar üzerine bol miktarda buz getirmek için mutfağa koşan garsonun dönüşünü beklemeden yapıyoruz rakı servisini. Sonra sözleşmiş gibi aynı anda uzanıyor eller beyazlaşan kadehlere... -Sağlığınıza beyler!.. -Sağlığınıza!.. -Hadi içelim artık be!. Ha, ha!... -Sağlığımıza.. Dudaklarımı buruşturan berbat bir tat bu. Yutmakta zorlanıyorum. Her seferinde içim kalkıyor. Suyunu az mı koydun Katip? Şekerini de az koymalı bundan böyle. Zaten içilmiyor meret, bir de şekeri bol olunca sanki beşe katlanıyor eziyet! Kolonyası da, şekeri de az, ama suyu bol olmalı... İki yılı aşan muhbirlik hizmetleri nedeniyle yalnız idamlık Süleyman’a veriyorlar kantinden kolonyayı. On onbeş günde bir ablasına yazdığım -okuması yok- mektuplarına karşılık olmak üzere, kafa bulalım diye kolonya getiriyor bize kantinden. Onbeş kişi, afla birlikte boşalan cezaevinin arka koğuşlarında kalıyoruz. Ali albayın gelişiyle birlikte azalan baskılar yerini boşvermişliğe terkediyor yavaş yavaş. Kendi halinde, çatışmasız bir birlikteliği 43 Timur Ertekin sürdürüyoruz cezaevi yönetimiyle. Koğuşlarda gizli gizli yemek pişirmemize bile göz yumuyorlar. Amyant bir plakaya iliştirdiğimiz toplu iğnelerin arasına gerdiğimiz sarmal bir telden oluşan sevimli elektrik ocağımızın üstünde habire menemen yapıyoruz. -n'olur sanki bugün de dörder yumurtadan yapsak- Her pişirme işleminin ardından dava dosyalarının arasına kolayca giriyor ocağımız, keyfimiz gıcır!. “Bu bir Yunan mezesidir” diyor Katip. Küçük parçalar halinde kestiği peynirlerin üstüne önce karabiber, sonra sızma zeytinyağı gezdiriyor. Haydi şerefe!. Özgürlüğe... -Heeey, n'apıyosun?!.. Adam yine tuhaflaştı Ahmet!. Güzelim peyniri karabibere boğuyor... -Vardır bir bildiği hocam. -Elbet var. Olmaz mı? Biraz da salatanın yağından sızdıralım üzerine, şimdi bak bakalım tadına. Bu bir Yunan mezesidir baba... -Kıtlık sırasında mı girmiş meze diye içki sofralarına?!.. -Bir bakıma... Öyle sayılır... -Şerefe o zaman!... -Haydi şerefinize, özgürlüğümüze!... Derin bir nefes aldıktan sonra sırtımı geriye verip, sandalyenin arka ayakları üstünde sallanıyorum. İşte karşımda gençliğimin Bodrum kalesi!... -İşte hayat bu!.. -Peki de, nerde karılar? -Ne karısı? -Cinsellikten soyutlanmış bir hayat düşünülemez diyen sen değil miydin? Nerde lan o ayarladım dediğin karılar? -Tüm sorunlarımız gibi, teknede... Varolmayı bekliyorlar... -Hayri mi pazarlıyor? -Neyi? -Karıları… -Ahmet abi, duy bakalım Murat neler söylüyor?!. -Yapmam diyenden korkacaksın dedik ya hocam... -Yapar abi, yapar... 44 Şamanın Üç Soygunu Saatler sonra hava kararmaya yüz tutarken, Engin'e yetişmek kaygısıyla da biraz, lokantadan ayrılıyoruz. Bildik sokakları bildik adımlarla geçip, yeniden Türk mahallesine, Tekeli Camii'nin önüne doğru yürüyoruz... İçi çiçeklerle doldurulmuş küçücük bir sandalın bulunduğu kum havuzunun yanında, annelerinin memeleriyle oynayan köpek yavrularını seyrediyoruz bir süre… Sonra beklerken Engin’in gelişini serilip güvertesine, bir güzel keyif çatıyoruz Arta'nın... -Hayri'lerin Hayri'si... -Evet abim!.. -Karton var mı teknede? -Ne kartonu abi? -Bayağı karton! Üstüne ilan yazıp, asabileceğimiz cinsten.. -Yok be abi. -Söyle o zaman Selim'e alsın gelsin. -Selim!. Niyazi!. Gelin biyol bakam?!.. sokak aralarına Gençleri alışverişe yollayıp, Ahmet'le vereceğimiz ilanın ayrıntılarını konuşuyoruz.. -İngilizce yazalım. Dili biraz karmaşık olsun ama... -İkiniz de çıldırmışsınız. Ya gören birileri olursa? -Gören birileri olsun diye yazıyoruz ya... -O zaman iki büyük kartona birden yazalım, Selim'le Niyazi sırtlarına takıp dolaşsınlar. Ha, ha!.. -O da bir fikir. -Timur bey, Timur bey, ne yazıyoruz? -Ne bileyim hocam, kolej okuyan sizsiniz. Döktür birşeyler bakalım.. -“Free boat trip for eager ladies”* nasıl? -Bence uygun. -Tamam, yazıp şu karşıdaki ağaca asalım. Bir de caminin duvarına!. * Arzulu bayanlara beleş tekne gezisi 45 Timur Ertekin -İyi, iyi... Cemaati salsınlar üzerimize de görün!. -Peki baba, camiden vazgeçtik, tekneye, mataforalara asalım?!.-Olmaz abi o kadar da reklâm olmayalım. -Tamam beyler, tartışmanın alemi yok. İzninizle yetkiyi devralıyorum... Selim! Niyazi! Asın yavrum şunları yol kenarındaki ağaçlara. Okunabilsin ama!.. Bakalım ne kısmetler doğacak... İlk kez, sokaklara kendi adıma pankart asmanın keyfiyle eriyorum… Saçma da olsa böylesi bir pervasızlığın olabilirliğinden, sergilenişinden tarifi imkansız bir zevk alıyorum… -Sofrayı kuralım mı abi? -Kuralım kaptan!.. Engin de gelir birazdan nasılsa... -Timur? -Efendim baba? -Suna Kan'dan başka tanıdık gördük mü biz gezerken Bodrum'da? -Yoo! -O zaman ilanları biz de taşıyabilirdik sırtımızda mesela, ha, ha!.. Nasıl olsa başka gören yok!. -Neden olmasın baba, azıttık bir kere... -Ne var kaptan yemekte? -Orası sorulmaz. Ancak gelince görebilüsün... -Görelim bakalım... -Telefonlarınızdan biri çalıyor. -Benimki, benimki, bir dakka, açıcam şimdi... Alo?!. -Merhaba Timur, ben Engin. Uçaktan şimdi indik. Sizi nerde bulabilirim? -Önce bir garajlara geleceksin nasıl olsa. Ben gelip seni ordan alırım. -Taksiyle geliyorum ben. -Peki... Tepeli Camii'nin bulunduğu yere kadar getirsin seni o zaman. Caminin hemen arkasında demirliyiz. -Oldu bu iş!. 46 Şamanın Üç Soygunu Çocuklar masaları hazırlarken biz de yavaş yavaş oturma düzenine geçiyoruz. Ortada duran salatanın özenine bakılırsa mükellef bir ziyafet bekliyor bizi diyorum… -Bozma be baba salatayı!.. -Acıktım abi n'apayım?!. -Bırak rahat olsun allahaşkına.. -Olur mu hocam, şunun şurasında iki dakika sonra Engin burda olucak. -Çok mu kuralcıdır? Sabahları kahvaltıda robdöşambırla falan mı oturur meselâ?!. -İster misin lan, sabah bir kalkıyorsun, bir de bakıyorsun karşında Engin aynen öyle. Ha, ha!.. -Lacivert bir blazer ve boynunda bir de fular meselâ... -Dalga geçmeyin arkadaşımla... Gerçek bir özgürlük düşkünüdür o! Sizin dalga geçtiğiniz kalıplara uymaz!. -Bi dakka, bi dakka, Şu duran taksiden inen adam olmalı... -Evet, evet o! Engin!.. -İnanılır gibi değil, herif elinde ciddi bir bavul, takım elbise ve kıravatıyla geliyor abi!?.. -Hani fular takmazdı arkadaşınız Timur bey? Engin elinde çanta, ağır ve telaşsız adımlarla yaklaşıyor Arta’nın rıhtıma indirdiğimiz ahşap merdivenine... -Selim, Niyazi, hadi yardım edin Engin abinize, elindekileri alalım… Tanıştırayım, işte merakla beklediğiniz Engin! Bunlar da bizim takım. Murat ve Ahmet! Selim, Niyazi, Yakup Kaptan ve Hayrittin!. -Merhaba. Kılığımı bağışlayın lütfen, böyle çok komik ama toplantıdan çıkar çıkmaz kendimi uçağa attığım için üstümü başımı değiştirmeye fırsat bulamadım!.. -Daha kötüsü de olabilirdi. Lacivert bir blazer ve boynunda bir fularla gelebilirdin meselâ!?. “Timur bey, Timur bey!.” Diyerek beni susturmaya çalışıyor Ahmet.. 47 Timur Ertekin -Su koyma be… Teknemize hoş geldin Engin. Eski arkadaşın ama aldırma sen. İyice azıttı bu aralar, hatun bulmak için sokaklara ilan falan asıyor. Ne dediğini pek bilmiyor yani şu sıralar... -Hayrittin, gelsin bakalım rakılar, mezeler… Bakalım hangi sürprizler süsleyecek geceyi... -Başlayın lütfen, ben hemen geliyorum... -Hadi baba, hadi Ahmet bey, Hayrittin nerde rakılar!.. -Burda abim, burda.. Lâkin siz bu gidişle kamaraları zor bulursunuz... -Eee, bize de o yakışır kaptan.. -İllâki!.. Gündüzün keyfine karışan rakının akşam safasında, sarhoşluğun tadına varıyorum. Ekipten hoş kahkahalar salıveriliyor gökyüzüne… Ve gözlerim rüyalarıma açılıyor zaman zaman. Artık kendimi hiç bir şeye direnemiyecek kadar yorgun, bitkin hissediyorum. -Ben yatıyorum beyler... Günlerdir sıkıntıya gebe gece yarılarının korkularıyla uyuyorum. İçimde hep kötü birşeyler olacağının erken habercileri var… Son bir kaç gündür belirgin bir biçimde zayıfladığımı söylüyor annem. Kendi kendime tekrarlıyorum, dinlenmek ve direnmek zorundayım! Geceyarısı merdivenlerinden taşan, gecenin sessizliğine sığmayan arsız bir ısrarla kapının çalındığını duyuyorum. Annem hayırdır inşallah- yüreği ağzında kapıyı açmaya gidiyor. Daha yastıktan başımı kaldırmama fırsat kalmadan ellerinde silahları, yatak odasını dolduranların namlularıyla burun buruna geliyorum... “Kalk!” “Kalk ve giyin!” Ayağa kalkıp içlerinden birinin, ceplerini sıkı sıkı yokladıktan 48 Şamanın Üç Soygunu sonra uzattığı gömleğimi, pantolonumu giyiyorum. Bir başkası ayakkabılarımı -bu muydu- atıyor önüme... “Giyin!” Kollarımı kıvırıp arkamdan, kapıya doğru sürüklüyor beni... Bir başkası sıkı sıkı yakalıyor boynumdan… Merdivenleri hızla inip zemin kata geldiğimizde, kapıda bekleyenlerden biri bodruma indirilmemi işaret ediyor. Bodrum kata inildiğinde, odanın kapısının kırılmış olduğunu görüyorum… Göz ucuyla yukarıya bakıyorum, kalorifer borularının arasına gizlediğim el bombalarının bulunduğu kutu ortada yok, bulmuşlar demek!. “Silahlar nerde?” “Bilmi...” Daha sözümü bitirmeden balyoz gibi bir yumruk patlıyor gözümde. Peşpeşe suratımda patlayan yumruklar... Küçücük odanın içinde bir o duvara bir bu duvara çarpılıyorum! Ucu kabaralı postallar kemiklerime kadar sızı işliyor... Şaşkınlıktan ve korkudan kaç kişiden birden dayak yediğimin ayrımına varamıyorum. Bir yandan inanılmaz bir hırsla vururken, bir yandan gözlerimin içine dikkatle bakarak bakışlarımı nerelerden kaçırdığımı görmeye çalışıyorlar. İçlerinden biri, avuçlarıyla pat pat vurarak çıkan seslerden gizli bölme olup olmadığını araştırıyor odanın duvarlarında. Plastikleri -ortalığa dağılmış kitaplaraltındaki gizli bölmeye yerleştirdiğim kütüphaneye bakmamaya özen gösteriyorum!. Silkinip, beynimde patlayan darbelerden hırsla kurtulduğum bir an geri çekiliyor hepsi... Demek onlar da korkuyor! Sonra yine her darbede duvardan duvara savruluyorum. Şişen göz kapaklarımın ağırlığında, binbir güçlükle açılıyor gözlerim... Durup dururken ikide bir kanayan burnum neden kanamıyor? Yoksa kanıyor da bana mı öyle geliyor? Peki ya şu sol kolumu yerinden koparan derin sızı?!. Kırıldı mı yoksa?. Kollarımdan çekerek, koridora açılan geniş odaya sürüklüyorlar beni... Ne 49 Timur Ertekin korku, ne telâş, ne de kırgınlık var içimde. İçlerinden biri, iri kıyım, bıyıklı olanı, her vurduğunda “Hıh!” “Hıhh!” diye tuhaf sesler çıkartıyor gırtlağının derinliklerinden. Bir ara, vurun be vurun, öldürün, diye bağırıyorum! “Var mı öyle kolay ölmek?” diye kükrüyor tuhaf sesler çıkartan. “Elin ayağın kesilecek, sürüneceksin. Her seferinde daha çok acı çekeceksin ama ölmeyeceksin!. Bir an önce seni gebertmem için bana daha çook yalvaracaksın!.” Doğru da söylüyor, elim ayağım tutmuyor artık... Zorlukla ayakta kalmaya çabalarken, karnımı delen darbelerle düşüp büzülüyorum! “Hıhhh!.” Bir tekme, bir tekme daha hayalarıma “Hıhhh!.”. “Kalksana ulan ayağa!?.” Onur meselesi yapıp yerlerde sürünmeyi, bin bir güçlükle ayağa kalkıyorum... Gözümün üstünde patlayan müthiş bir yumrukla yine yere yıkılırken, “Söylesene orospu çocuğu, nereye sakladın onları!” diye bağırıyor... Sesi çatlıyor her bağırdığında… Ağlamak geliyor içimden ama direniyorum... Utancım daha fazla aşağılanmama -göz yaşlarım boğazımda düğümlü- izin vermiyor... Başımı arkalarda bir yere çarpıyorum, ayakta duramıyorum artık... Ve, nefes nefese, “yan odada” diyorum... “Ne var lan yan odada?” “Fünye ve fitiller!..” Dayak duruyor. Yan odada, tamirat sırasında çatı arasından sökülen oluklu saçların arasına yerleştirdiğim bir iki metre fitili ve bir naylon torbanın içine gizlediğim beş on fünyeyi sürünerek gösteriyorum... “Hepsi bu!..” “Ne demek lan hepsi bu?!.” “Hepsi bu!.. Bulmuşsunuz zaten onları..” “Neleri?” “El bombalarını...” 50 Şamanın Üç Soygunu Daha fazla bir şey çıkmayacağını düşünüp vazgeçiyorlar üstelemekten. Koluma girip apartmanın dışına taşıyorlar beni... On yıl önce diktiğimiz fidanların dallarından kaldırımlara uzanan sabah güneşinin serinliğini, sokağın sessizliğini bozuyor askeri araçların homurtuları!.. Sokağın başında duran servis aracına doğru sürüklenirken ben -başım dönüyor- ileride duran siyah bir Renault'un içinde tek başına oturan Caner'i görüp şaşırıyorum... Apar topar tıkıldığım servis aracında yalnız olmadığımı fark ediyorum sonra. Hakan'ı da almışlar... Arka koltuklarda fakülteden tanıdığım biri kısa, biri uzun boylu iki kız oturuyor. Operasyona katılan ekiplerin toparlanmasının ardından, onlarla birlikte hareket ediyoruz. Bir süre konvoy halinde yol aldıktan sonra, Emniyet Sarayı’nın giriş kapısının önüne getiriliyoruz... İkişer ikişer kolumuza giren polisler dokuzuncu kata çıkartıyorlar bizi... Kimi resmi, kimi sivil giysiler içinde bir grup gelişimizi sonsuz bir merakla bekler gibi çeviriyor etrafımızı... “Hanginiz lan o evinde bomba çıkan?” “Benim!.” “Kime atacaktın lan onları? Bize mi ulan, bize mi? Seni…. Goduğumun çocuğu…” Kinlerini kusmak için dövüyorlar bu kez!. Sille tokat koridora yerleştirdikleri banklardan birine oturtup kelepçeliyorlar sonra... Benliğimin parçalandığını, yok olduğunu düşünüyorum. Hayalarımdaki -seni hadım ederim ulan- sızıyla ikide bir çişim geliyor ve her tuvalete gidişimde bir kez daha dayak yiyorum… Her seferinde hayatla aramdaki bağ, giderek biraz daha, biraz daha açılıyor... Akşama doğru yeni gelenlerle birlikte ikişer, üçer oturtuluyoruz banklara. Bir ara Hakan'la yan yana geliyoruz. Çaresizlik içinde bakmamaya özen gösteriyor yüzüme. En kısık sesimle yalvarıyorum. “Hakan!..” “....................” “Hakan!..” “....................” 51 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu “Hakan dayanamıyorum. Çözülücem böyle giderse. Atlıycam!..” “Saçmalama! Sakın atlama! Herkes burda!..” “Çözülücem, ötücem!” “Sakın, sakın ha! Herkesi toplamışlar, belli ki ortada herşey! Atlama!..” “....................” “Hazırlayıverem mi kavaltıyı?” Diyerek Hayri kaptan giriyor araya. Aşağılanmış olmanın verdiği bulantı ve öfkeyle yine tuvalete gitmek istediğimi söylüyorum kapıda duran polise. Gelip çözüyor kelepçelerimi. Ağır ağır tuvaletin bulunduğu sahanlığa doğru çıkarken, bir iki dakika sonra her şeyin biteceğini düşünerek rahatlıyorum... Ama beklenmedik bir şey oluyor, refakat eden polis, yanımda yürümeyi bırakıp, kendimi atmayı düşündüğüm geniş pencereleri arkasına alarak her adımımı dikkatle izlemeye başlıyor ve ben örselenmiş bedenimi dokuzuncu kattan aşağıya bırakmayı beceremeden kelepçelerime geri dönüyorum!.. Uykuyla baygınlık arasında bir yerlerde annem geliyor aklıma, ağlayamıyorum. Dayayıp başımı Hakan'ın omzuna, derin bir uykuya dalıyorum!. -Rotamızı çizdik mi Ahmet abi? -Tabi ki hayır. Uyanmanı bekledik. -O anlamaz dedim Ahmet’le Engin’e de anlatamadım. Soralım bir bakalım, biz bildiğimizi okuruz sonunda nasılsa dediler, ha, ha! Ben de ses çıkartmadım artık n’apalım! -Sen dalganı geç bakalım baba. Serçe limanında kalalım mı bu akşam ha? Ne dersin Engin? -Vallahi ben bilmem. Siz daha önce dolaştığınız için buraları, önümüzde kalan zamanı da düşünerek en iyi çözümü siz getirirsiniz diye düşünüyorum. -Bunlar bi bok bilmez abi!.. Bilir gibi yaparlar yalnızca ha, ha!. Gel seninle biz en iyisi kaptana danışalım. -Marmaris’e daha çok yolumuz var, Engin belki sıkılır diyorum. -Hayır, hayır! Beni düşünmeyin, ben uyarım... -Yalnız senin için değil, uzun yolda Murat'ın da midesi bulanabilir. Hem evinden hiç bu kadar ayrı kalmamıştı çocuk. Uyandığımda, kamaranın lumbuzundan Knidos'a demirleyen gemilerin direkleri görünüyor. Saate bakıyorum, on buçuğa geliyor. Epey zamandır yol alıyoruz demek. İki buçuk saat falan olmalı Bodrum'dan kalkalı. İyi uyumuşum!.. -Günaydın millet! -Günaydın. -Günaydın beyim… -Benim dışımda herkes uyanmış bakıyorum. -Olur mu, dün tekneye attığınız kızlar uyuyo daha, ha,ha!.. -Sen dalga geç bakalım. Bir gemiciyi her limanda bekleyen güzel bir kız vardır daima. -Ya birden fazla gemici olursa? -Değişimin sesini duyuyor musun Ahmet abi? -Söyledik ya, azıtmam diyenden korkacaksın... 52 -Eh, hazırlayıve bari... Hayri kaptan’a onun ağzıyla cevap verişim gülüşmelere neden oluyor. “Çok adisin!” diyerek alıngan, cevaplıyor Murat… -Yalan mı baba, sen değil miydin uzun yolda midem bulanır diyen? Yok dalgada bulanmazmış da, hafif sarsıntılarla süren uzun yolculuklara gelemezmiş. Yalan mı? Öyle mi, değil mi Ahmet abi!? -Aynen öyle söylemişti, ben şahidim! -Hastirin adiler!.. Kıpırtısız, mavi bir çarşaf gibi içimize doluyordu deniz. Rotamızı belirleyip Datça'yı iskelemize alarak Serçe limanına 53 Timur Ertekin yönelirken biz, bembeyaz martılar süzülüyordu üstümüzden.. -Hayrittin!.. -Evet abim? -Vakti gelmedi mi daha? -Hemen abim. -Bu saatte mi başlıyacaksınız içmeye? -Susamışız baba, ne var bunda?!. Tatilde değil miyiz?. -Olur mu hiç bu saatte? -Olmaz mı hiç?. Sen ister misin Ahmet?. -İnce bir rakıya nasıl karşı koyabilirim? -Sen, Engin? -Ben de çok soğuk bir bira ile katılabilirim sizlere. -Aa, heriflere bak lan! Görürsünüz, ben de cin içmezsem… Hayri, bana da ince bir cin yap bakalım. Bakalım kim kimi çarpıyor?. Derin suların deli mavisiyle sarmaş dolaş varılan son noktada olanca sıcaklığıyla karşılıyor teknemizi Serçe limanı... Daha denize bırakılan demir baklaların sesi kesilmeden, özenle seçilmiş paletleri, gözlük ve şınorkeliyle mavi sulara dalmaya hazırlanıyor Engin. Tornistanda ağır ağır karaya doğru yaklaşırken Arta, Niyazi yerini önceden belirlediği bir kayaya vira ediyor elindeki halatın çımasını. Halatın boşu alınıp koşuşturma son bulduğunda, koyun alımlı ve anlamlı güzelliğine dönüyor gözlerimiz... Ben ve tekne personelinin dışında herkes denize atıyor kendini. Elimde sigara, onlara güverteden lâf atıp eğleniyorum ben de. Bir ara denize indirdiğimiz merdivenlerden aşağıya sarkarak, yarısına kadar rakı doldurduğum bir bardağı yavaşça suya bırakıyorum. Sarhoş kımıltılarla ine çıka asılı kalıyor bardak suyun üzerinde… Sonra sesleniyorum… -Ahmet beyciğim size geliyor... -Eyyvallah hocam. Neyse o bıraktığın, ben de istiyorum ondan diyor Murat. 54 Şamanın Üç Soygunu Dikkatle merdivenleri çıkarken ona dönüp sesleniyorum bu kez; -Aslan sütü o, oyun oynamaya gelmez… -Bana ne lan, ben de istiyorum! İster içer, ister oynarım sana ne? -Peki baba kızma, Hayrittin!. Murat Bey’e de yüzen bir cin yollıyalım bari… Karıştırmış olmasın... -Bizim memlekette vişneli ekmek kadayıfıyla, kaymakla içerler rakıyı! Yani hepsini karıştırsam ne olur!.. -Afyon hisarı kapkara olur... Ha, ha, n’aber?. “Nerelisin lan sen?” “Erzincan'lıyım. Babam Erzincan'lı, annem Karadeniz Ereğli'den.” “Çok konuşma ulan puşt!..” “......................” “Şu saçların pisliğine bak! Kim bilir hangi dağdan, hangi tepeden tutup getirdiler ibneyi. Doğubayazıt'tan çıkmaz ki bi siksem!” “........................” Çağırdıkları berber sıfır numara makineye vuruyor saçlarımı. Tek tek çekiliyor sanki saçlarım makinenin dişleri arasında. Özellikle seçmiş olmalılar her şey gibi bunu da diyorum. Bir nazi subayı gibi kasılıyor Doğubayazıt'lı çavuş... Botlarının ucundaki kabaralar şıkırtılı sesler çıkartıyor her adım atışında... Bodrum katına inen merdivenlere daha adımını atar atmaz tanıyorum onu şıkırtılardan. Ah ulan diyorum, elime bir geçerse eğer dışarda... Dudaklarım kuruyor. Masanın üstünde duran ince boyunlu cam sürahinin içindeki sarımsı sıvıyı -ilaçlı mı yoksa- içmemeye direniyorum… Tuvalete götürdüklerinde kapıyı ardına kadar açık tutmamı istedikleri için -çıksana ulan!- eğilip suyu tuvaletteki musluktan içme çabalarım boşa gidiyor her seferinde… İnatla sürahinin içindeki sıvıyı tüketmemi istiyor sanki onlar da... Uzunca bir süre direndikten sonra dayanamayıp, bardak bardak, kana kana içiyorum sürahideki suyu sonunda… Belki abarttığım 55 Timur Ertekin korkularımdan, belki de gerçekten içine bir şeyler karıştırdıklarından, içer içmez kalp atışlarımda başlayan panik, bütün vücuduma yayılıyor bir anda… Susuzluğa ve korkularıma yeniliyorum... Koridorda yükselen ayak sesleri, kalp atışlarımı kulaklarıma taşıyor... Yanında önemli birileri olmalı diyorum, telâşı var şıkırtılı adımların. Birden ardına kadar gürültüyle açılıyor kapı... Kısa boylu, tıknaz, kıvırcık saçlı bir adam -kalksana ulan!- hışımla giriyor içeri. Her karşılaşmamızda nefretini bir biçimde mutlaka sergileyen şıkırtılı pislik esas duruşta bekliyor yeni gelenin karşısında... Önümde duran üstü yazılı kâğıtları toparlayıp -ne lan bunlar?önce suratıma, ardından da masaya çarpıyor yeni gelen... Daha çok kâğıt getirin bu ite! Koca koca harflerle de yazılmayacak öyle tamam mı?. Dolacak bu sayfalar dolacak... “Dolacak dedim tamam mı?.” “......................” “Yoksa görüşürüz yarın sabah!.. Kâğıt verin dedim şuna!.” Şıkırtılı bot sesleri koşarak uzaklaşıp, elinde bir tomar kağıt, koşarak geri dönüyor yine. Şıkırtıların esas duruşla kesilen bir anlık bekleyişi kapıda... Belli ki tıknaz komutanın izniyle elinde kâğıtlarla masaya yaklaşıp, ayak bileğime kurşun gibi çakıyor kabarasını. Derin bir sızı yükseliyor vurduğu yerden. İniltili bir ses içimde... “Bir şey mi var!.” “.......................” -Ne o, daldın gittin yine? -Roman!. -Yaz yaz da, yine girsin başın belaya. -Boş ver, suda yüzen cin nasıldı? -Bilmem, iyiydi galiba. 56 Şamanın Üç Soygunu -Hadi çok kalmayın denizde, daha çok yolumuz var Marmaris'e, limana geç kalmayalım... Denize bıraktığımız merdivenin basamaklarına asılı, ıslatmamaya çalıştığı sigarasını keyifle tüttüren Ahmet’in sesi geliyor derinden... -Tamam hoca tamam, haklısın, çıkıyoruz... Hava kararmaya yüz tutarken Marmaris limanına giriyoruz. Marinaya yakın bir yerde rıhtıma kıçtan kara olup, atıyoruz kendimizi Marmaris'in alışveriş kokan sokaklarına... Anatolia barın önünden geçerken Nurten'i beklediğim, oturup birlikte bir şeyler içtiğimiz masa ilişiyor gözüme. Birileri oturmuş, tıpkı on yıl önce yaptığımız gibi kadehlerini saran parmaklarıyla dokunarak birbirlerine, sevişiyorlar… Hep birlikte köşedeki boncukçuların önünden geçerek derinliklerinde kaybolmaya gidiyoruz Marmaris'in... Çatıdan çatıya tenteleriyle, bir kapısından başka, öbür kapısından başka bir sokağa açılan dükkanlarıyla, lokantalarıyla, kurabiyecileriyle geziniyoruz çarşının kalabalığında... Caminin arkasından yat limanına kıvrılan sokaklardan birine girdiğimizde, inanılması güç romantizm karşılıyor bizi. Daracık sokaklara açılan daracık kapıların ardında gizlenen devasa mekanların çarpıcılığında arkalarında nelerin yaşandığı kestirilemeyen kapılarkayboluyoruz... Siyasi şubenin intihar türküleriyle beslenen rüzgârlı tepelerinden müteferrikaya indiğimin tam yirmi birinci günü, gürültüyle açılan demir kapının ardında burun buruna gelivermiştik Uğur’la… Sıfır numara saçları, donuk, buz gibi bakışlarıyla -neden böyle davranıyor?- içeri girişine bir anlam vermeye çalışırken ben, üstümüze kapatılan kapının ardından sımsıkı saran kollarının arasında bulmuştum kendimi... “Farkına varacaklar diye ödüm koptu!” 57 Timur Ertekin “Tevekkeli ruh gibi girdin kapıdan, ben de diyordum ki…” “Boşver bunları şimdi, söyle, nasılsın?” “İyiyim, iyiyim ya sen?!” Olağandışı bir şeyler yaşandığının sezgisiyle üstünde bağdaş kuranların boşalttığı ahşap kerevete çıkıp konuşmaya başlamıştık... Herkes içeri alınmıştı!. Alınmayan da, konuşmayan da kalmamıştı!. Direnmem anlamsız olurdu ama teslim oldu izlenimi de vermemeliydim… Kötü şeyler yaşanıyordu… Dayak, tehdit karını getirtip gözünün önünde doğurturum ulan!- falaka, elektrik, filistin askısı -adamı kollarından arkaya böyle- aklına ne gelirse işte… Her şey ortadaydı sonuç olarak, kendimi ezdirmemeliydim! Sonra durup durup, bizi izleyenlerin şaşkın bakışları altında defalarca kucaklaşmıştık… Ertesi gün, bu kez beni sorguya götürmek üzere geldiklerinde, günlerdir yazdığım senaryoların tonlarca ağırlığından kurtulmamın sevinciyle müteferrikadan ayrılırken ben, gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu Uğur... “Gidelim bakalım” diyordum içimden “kontrgerilla denilen yeri bir de biz tavaf edelim” gösterelim şöyle kendimizi biz de biraz… “Yanından her geçtiğin dönüp sana bakıyor biliyor musun?” diyerek dalga geçiyor Murat. Sarı yeleğim, botlarım, sarı sırmalı lacivert kaptan -navigator- şapkamla hatırı sayılır bir ilgi odağı olduğumu ben de biliyorum... Yanından geçtiğim herkes dönüp bir de arkamdan bakıyor gerçekten!. Ve ben, hayatım boyunca ilk kez farklı algılanıyor olmanın doyumsuz tadına varıyor, aykırılığın gecikmiş zaferini kutluyorum sarı sırmalı kaptan şapkamın altında... -Feda ediyorum kendimi sizlere baba... Ben olmasaydım eğer, kim farkına varırdı bu dört baltanın? Ne yapardınız ben olmasaydım… -Kaptan bozuntusu kılığınla başına bir şey gelmesin diye peşinden koşmaz, şurda oturan iki hatunu tekneye atardık. 58 Şamanın Üç Soygunu -Onlar annanenin kolejden arkadaşı baba!. Ha,ha, ha!... -Sizi de gördük tabelacılar... Kaptan marşa basıp motoru çalıştırdığında güneş henüz doğmamıştı… Saate baktığımda dördü biraz geçiyordu. Zincire, halata dokunmadan -Yakup Kaptan öyle istiyordu- motoru bir süre çalıştırmayı adet haline getirmişlerdi. Halatların ucunu sırasıyla boşlayıp -çımaları ellerinde usturmaçaların- bordalandığımız teknelerin arasından tekneyi denize açmak için koşuşturan Niyazi'yle Selim'in güverteyi sarsan adımlarını, ırgatın her baklayı yutuşunda biraz daha yükselen, vira olan demirin loçaya oturuşuyla sonlanan tok gürültüyü uyur uyanık hatırlıyor olmalıydım… Hangi amaçla kullanıldığını pek kestiremediğim vantilatörlerin gürültüyle çalışmaya başlamasının hemen ardından koridora taşan feryatlar, bir bomba gibi geceye düşen bu fevkalâde telâşın nedenini kulaklarımıza haykırmakta -nerde ulan Mihri?!gecikmiyor... Az önce öldüresiye dövülürken kendisine yöneltilen sorulara suskun kalanın, cinsel organına bağlanan elektrikle birlikte -hadım edeyim seni de gör- kadın sesine dönüşen çığlıkları kaplıyor koridoru... Hiç bitmeyecekmiş gibi süren, verdikleri her arada -konuşsana ulan!- bıçak gibi kesilen, sonra hıçkırıklara boğularak ağlamaya dönüşen çaresizliğin iniltileri geliyor kulaklarıma… Kapının dışında sesler... Kapı açıldığında içeri girenin Doğubayazıt'lı olduğunu anlıyorum ütülü paçalarından... Gözlerimi bağlayıp -fırla ulan puşt- kalkmamı emrediyor. Enseme kilitli parmaklarıyla merdivenlere yöneliyoruz. Geniş demir kapılı odaya götürüldüğümü düşünürken ben, merdiven altına koydukları bir sandalyeye çakıyor beni çavuş... Dehşetli bir tokat patlıyor sokayım mı ulan şunu götüne- demir kapının ardından… Bütün odalar dolu demek!. Karanlığa bulaşan seslerden sorgulananların arasında kadınların da olduğu anlaşılıyor... Gürültüyle açılıp kapanan kapıların ardından, bir odadan öbür odaya sürüklenerek birbirleriyle yüzleştirilenlerin utançları yükseliyor… Çırılçıplak soyun ulan şunları- soyulup, utançlarını çığlık çığlığa sorgucuların ellerine teslim edenlerin feryatlarıyla, korkunun ve nefretin 59 Timur Ertekin boyutlarını çoktan aşan, koyu bir sadizmle bütünleşiyor gece... Korkuya bulaşan nefretimi daha fazla tutamayıp içimde gizli gizli kucağıma kusuyorum... Saatler sonra gecenin sessizliğini yırtan feryatlar yerini iniltilere -titrek titrek iç çekmeler- hıçkırıklara terkettiğinde, yine yanı başımda bitiyor Doğubayazıt'lı it. Kirli parmakları yine boynumda, hücreme dönüyoruz birlikte... Mihri Belli’yi elinden bir kez daha kaçırmanın öfkesiyle etrafa tükrükler saçan sesin önünden -yüreğim ağzımda- geçerken, yavaşladığını hissediyorum cellatımın... “Kim bu it!” “Timur Ertekin komutanım!” “Söyle ulan Mihri nerde?” “Bilmiyorum… Hayatım boyunca görmedim onu ben…” Birbirinin peşi sıra patlayan tokatlarla sarsılıyorum. Avını elinden son anda kaçırmış olmanın öfkesiyle -bilinçsizhaykırıyor… “Söyle ulan nerde dedim!.” “Bilmiyorum…” O’nu gerçekten bir kez olsun görmediğimi anlatmaya çabalarken ben omzuma uzanan bir elin -sus mu demek istiyor!.sesine uyarak tepkisiz kalıyorum… Sorgucunun hırsından titreyen elleri, göğsümde kirden, terden yapış yapış olmuş kılları -kusmuk izleri- yolup kulaklarımın arkasında derin tırnak izleri bırakarak yorgun, duruyor... Üstünde battaniye serili -sarı- bankın bulunduğu, tuvaletin yanındaki küçük odaya tıkıp beni -belli ki durumdan memnun- dışarı çıkıyor şıkırtılı it!. Göz deliğinden kapıda tıkırtılar- birileri bakıyor… “Hangi eşşoğlueşşek gözü bağlı bıraktı bunu!.” Erdal bu!. Sorgum daktilo edilirken askerlerden bana da çay getirilmesini isteyen... Ertesi gün akşam saatlerinde yine gözlerim bağlı, üstü branda 60 Şamanın Üç Soygunu kaplı askeri bir cipe bindiriliyorum. Yanımda -çözün şunun kelepçelerini- Erdal oturuyor… Şehir içinde dolana dolana uzayan anlamsız bir yolculuğun ardından Emniyet Sarayının önüne geldiğimizde gözlerimdeki bantı çıkartıyorlar... Batmakta olan güneşin ışıkları, günlerdir yetmiş beş mumluk ampullerin aydınlığına alışan gözlerimi kamaştırıyor... “Siz miydiniz?” diyorum. “Kim?” “Dün gece dayak yerken...” Gülüyor. Emniyet sarayının yan tarafına açılan girişine birlikte yürürken yanımızdakilere sesleniyor, “Siz gidebilirsiniz” “Amirim kelepçe?” “Hayır!” “Ama efendim?” “Hayır dedim!” “Amirim daktilonuz?” “Ben taşırım!.” Kapıdan içeri girip -idari personele ait- asansörün önüne geldiğimizde, koltuğunun altındaki koca daktiloyu gösterip soruyorum. “Ben taşıyabilir miyim?” “Neden?” “Bilmem…” Boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum!.. Uyandığımda, homurtular içinde keyifle yol alıyordu Arta… Motorun tekdüze sesiyle yeniden uykuya dalmış olmalıyım diyorum. Kamaranın lumbuzundan uçsuz bucaksız mavilikleriyle bordamızı okşayarak akıp gittiğini görüp denizin, çocuksu bir sevince kapılıyor, heyecanlanıyorum... Ne zamandır çalışan 61 Timur Ertekin motorun ısısıyla kaynar hale gelen duşun altında şarkılar söyleyerek yıkanıp, tıraş olduktan sonra çıkıyorum güverteye. İleride, iskele baş omuzlukta görünen sivri kara parçasını gördüğümde Hayırsız Burnu olmalı bu, diye düşünüyorum. Fethiye körfezini açıktan geçiyoruz demek! Ölüdeniz'e doğru yol alıyor olmalıyız… Arkada, teknenin kıçında, bumbanın üstünden her iki yana gerdirilen, güneşte durmaktan sararmış brandaların altında çoktan sohbete dalmış bizimkiler. Emin olmak için soruyorum. -Nerdeyiz kaptan? -Şu sivriliklerin bulunduğu adayı geçtin miydi, Gemiler adasına pek fazla yolumuz kalmıyo demek oluyo ağnamına geliyo!. -Hayırsız Burnu mu o? -Evet, tabi ki! -Çok yolumuz kalmadı öyleyse? -Tabi ki, takriben altı yedi mil kadar bir yolumuz kalıyo önümüzde. Bu da, normal olarak kırk dakka diye söylenirse de, bu sene tekneyi karaya çekmediğimiz cihetle takribi olarak, bil farz, bir saat yolumuz var diyebileceğiz demek ki.. -Yine de denize girmek için uygun bir saatte Ölüdeniz'de olacağız. -Öyle demektir... -Demirliyecek miyiz? -Çok zaman kalmıycasanız meselâ, alargada da kalabiliriz icabında. -Kalmayız, çok kalmayız, alargada kalalım!.. Hayırsız Burnu'nu geçtikten bir süre sonra, gökyüzünde renkli noktalar halinde yükselip alçalan yamaç paraşütlerini görüp keyifleniyoruz. Tam karşımızda cesur paraşütçülerin kendilerini rüzgâra bıraktıkları denize bir bıçak gibi inen sarp yüzü yükseliyor Babadağ'ın. -Ne anlayalar bunlar şimdi böyle?. 62 Şamanın Üç Soygunu -Biz denizden ne anlıyorsak onu kaptan!?.. Ölüdeniz'de şöyle bir dolanıp denize girdikten sonra dönüp, Gemile Adası’na demirliyoruz. Boğaz oldukça derin burada. Arta'nın zincirliğindeki tüm baklaları yutuyor deniz! Harabelerin arasından denize fırlayan ağaçlara çapraz bağlanıp kıçtan, biz de adalı oluyoruz... Irgatın boşunu aldıkça gerilen halatlarla demir arasında, kendini sağlama alıyor teknemiz... “Sıcak gözlemelerim var...” Daha makine susmadan, sandallarında pişirerek teknelere gözleme satan bir aile bordalıyor yanımıza. Peynirli, patatesli, kıymalı, sade, çikolatalı!. Kadının gözlemeleri pişirdiği saca dolanan kirli ayaklarına, dudağından dışarı fırlayan altın dişine aldırmadan büyük bir iştahla yiyoruz gözlemeleri... .-Gayrı safi millî hasılayı hesaplarken bunları da göz önüne alıyor mu dersiniz yetkililer, diyor Engin. İki dakkada iki milyon para topladı serbest girişimci!. Yoksa bu koca çark kendiliğinden nasıl döner?. -Helâldir hocam! -Bir de teşvik primi verseydiniz heriflere bari! diye her zamanki alaycı üslubuyla araya giriyor Murat. İki hamura iki milyon kâğıt! Üstüne serinlesinler diye verdiğimiz kolalar da cabası!. -Baba sen de çok acımasızsın! -Hadi ordan, sol romantik!.. Sıcak gözlemelerle dolu ağızlarımızda patlayan kahkahalar papaz balıklarına yem oluyor!.. Yakıcı sonbahar güneşinin verdiği tembelliğin etkisiyle, tırmanmayı planladığımız akropolise çıkmaktan vazgeçip güverteye yayılmayı yeğliyoruz hepimiz… Güneş, iskelemizde uzanan tepelerin ardında yavaş yavaş kaybolurken, kızıllığı daha bir süre asılı kalıyor teknemizin direklerinde... Gün batımıyla birlikte telâşımıza uygun bir akşama koşuyoruz birlikte... Çişini etmek için az önce güverteye tırmanan küçük kız, denize bıraktığı kırıntıları kapmak için toplanan 63 Timur Ertekin balıkları avlamaya çalışıyor elindeki naylon fileyle… İşte bir gün daha bitiyor diyorum yavaş yavaş kaybolurken güneş karşı tepelerin ardında… İşte koskoca, ya da kısacık bir gün daha geçti ömrümüzden… Derin bir göğüs geçirip, içeri sesleniyorum; -Hayrittin! -Sofra hazır abim. -Yok yahu? Hadi beyler o halde, sofraya... Hep birlikte toparlanıp, Hayri'nin bembeyaz örtülerle, özene bezene kurduğu rakı masasına diziliyoruz… -Döktürmüşsün yine Hayri Kaptan... -Bu gün mangal safası abi... Bir kaç çeşit de meze, salata falan... -Ekmek de kızartacak mıyız? -Kızartmaz olumuyuz hiç. -Rakı? -Olmaz mı?!.. Mataforaların arasından, denizden vira ettiğimiz merdivenin üstüne yerleştirdiğimiz mangalda kızaran ekmeklerin, yeşil biber ve domateslere geçirilen şişlerin cızırtılarla ortalığa yayılan kokusu, rakı buharlarıyla kadehlerden gönlümüze akıyor. İşte diyorum, hayat bu... -Görüyor musun Ahmet, bak yine daldı gitti herif... Bordamızda kırılan minik dalgaların sesleri tutsak günlerimin yalnızlığına götürüyor yine beni... -Boşver hoca, kimbilir nerelerde şimdi o... Erdal'la yan kapıdan girdiğimiz koridoru boydan boya geçerek ilk gün getirildiğim odanın önünde duruyoruz. Dışarda beklerken ben, içeri giren bir gecelik kurtarıcım, görevlilere teslim ederek beni karşı odalardan birinde kayboluyor. Az sonra yanıma gelen 64 Şamanın Üç Soygunu biri, oturduğum bankın ayaklarından birine kelepçeliyerek yalnızlığa terk ediyor beni... Mesai sınırlarını çoktan aşmış memurlar girip çıkıyor yarı karanlık koridora açılan gri kapılardan... Akşamın derin sessizliğinin çökeceği uzun bir geceye hazırlıyorum kendimi... Göz kapaklarıma inen uykunun ağırlığıyla başım önüme düşüyor ikide bir... İrkilerek -kim bu- gözlerimi açtığım bir an, elleri dizlerinde, yüzümde birşeyler arayan, kara bıyıklı bir adamın soran bakışlarıyla karşılaşıyorum... “Sen Timur Ertekin değil misin?” Evet anlamına gelen bir şeyler mırıldanıyorum. Yanlış bağlamışlar seni diyerek sol bileğime bağlı olan kelepçeyi çözüp sağ bileğime geçirirken kendi kendine konuşuyor. Ah be çocuk! Ne olurdu söyleseydin herşeyi ilk gün… Bak şu haline... Şu rengine bak... Dur sana bir şeyler getireyim!. Gidip içerden iki cilt protokol defteri getiriyor, yastık niyetine kullanabileceğim. Bak ne hale gelmişsin, tanıyamadım bir an... Koy şunları başının altına içerlerde bir yerlerde telefon çalıyor- rahat edersin... Koridorun bir ucunda telefonun uzun uzun çaldığı odadan başını uzatan biri, komserim diyor, telefon!. Elindeki çantayı yere bırakıp sesini odadakine duyurmaya çalışarak bağırıyor. “Söylesene kim arıyor!..” Bağırdığında çatlayan sesinden dehşetle irkilerek birden tanıyorum onu, evden alındığım ilk gün beni öldüresiye döven adam bu!... “Söylesene orospu çocuğu nereye sakladın onları!.” Bu benim ilk göz ağrım!… Uykum kaçıyor... Son birkaç gündür olan bitenlere bir anlam vermekte zorlanıyorum artık... Önce Erdal, sonra bu... Başımın altına yastık niyetine verilen protokol defterlerini okumaya çalışıyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız saat 11.00 de Çankaya köşkünden hareketle Yenimahalle 5. duraktaki ilkokulun temel atma törenlerine katılmak üzere yola çıkmışlardır. Sayın Cumhurbaşkanımız Polonya büyük elçisini kabul etmek üzere 65 Timur Ertekin Yenimahalle'den köşke hareketle... Yenimahalle! Yıllar önce pazar günlerimizin kalabalık sofralarını süslesin diye annemin hazırladığı yufkalı börekleri bir oyun oynar gibi fırına taşıdığım, omuz omuza bahçelerinde ağaçların birbirlerini sardığı dar sokaklardan bir daha kimbilir ne zaman geçebileceğim... Gökyüzünü bir daha kimbilir, kimbilir ne zaman seyredebileceğim... Güverteden bakıldığında, henüz doğmayan ayın yokluğunu fırsat bilen yıldızlarıyla insanı bilinmezliğin kucağına iten, tanrının zavallı bizlere evrenin derinliklerinden küçümseyerek baktığı bir sonsuzluk sergileniyor gökyüzünde. Alıp başını giden bir pusula gibi hüzünlü ve sessiz akıyor samanyolu. Ve biz elimizde rakı kadehleri, bu müthiş sonsuzluğun en ihmal edilebilir ucunda, eşi olmayan bir ibadetin eşiğinde yitip gidiyoruz… Bizi uçsuz bucaksız karmaşalara iten Nebula... -Ne bu la? -Ne, ne? -Ne bu la... -Nerden de bulursun bilmem ki bu benzetmeleri. Ne bu la ha? Ha, ha!.. -Çaresizlikten Ahmet abi, çaresizlikten... -Çaresizlik değil hocam, başka bir şey bu. -Yazar olup başını belaya sokacak ya, ondan... -Ne kadar acımasızsın be baba... -Hastir gecikmiş çaresizlik! Yaz bakalım… Ayvayı yiycen yine sonunda... -Olsun, artık sırtım kalın!.. -Niyeymiş o?.. -Sponsorum var dağ gibi arkamda Yağmur'a, Sona'ya ve Nurten'e bakacak... -Kimmiş lan o enayi bunca hıyarlığın üstesinden gelebilecek?!.. -O öyle ulu orta söylenmez her sorana. Hele böyle bir yakıştırmadan sonra. 66 Şamanın Üç Soygunu -Herkes miyim ben, söylenmeyecek? -Yo estafurullah da, her işin bir ciddiyeti var yani... -Kimmiş bu bakalım, kimmiş, kim?. Söyle de hepimiz bilelim... -Ankara'nın en iyi dişhekimi!. -İbne, n'olucak!.. Olanca çekiciliğiyle, Ahmet'le beni günlerdir kıskançlıktan çıldırtan koyu yeşil bordasıyla -pırıl pırıl- koyları bizimle birlikte dolaşan, denizin ve güneşin kıpırtılarını bordasında seyretmekten kendimizi bir türlü alamadığımız şu muhteşem tirhandille son buluşmamız bu Göcek'te... Ördek yeşili kıskançlıklarımızı denizin o muhteşem karnına terkederek yarın, gerçeklerle sarmaş dolaş, yola çıkacağız yine... Kısa süren serseriliğimizin son gecesi bu... -Timur Bey, yarın kaçta hareket edelim meselâ diyecektim! Gideceğiniz cihetle yarını düşünerek anadın mı! -Boşver kaptan, kaşıma keyfimizi bu günden? -Senin bu dökük tarzına da ben bayılıyorum Ahmet abi. -Sevgi ve bayılmalar karşılıklıdır Timur bey… -Esasen bana göre hava hoş anadın mıydı. Aceleniz yoksa meselâ, teknede de kahvaltı edebilirsiniz icabında... Hatırlatma benimkisi... -Dert etme kaptan, gel otur şöyle… Hiç olmazsa son gece otur yanımızda. -Rahatsız etmemek için tabii. Meselâ Hayri nasılsa size bulaşıya... -Gel, gel. Sen de gel, son gecemiz bu… -Hayrittin!. Kaptana çay demledik mi? -Demlemez miyiz abi. O çay içer biz rakı... -Yok yahu! -Albayım iyice iyileşti mi Timur Bey? Allahın izniylen inşallah tabi ki... Babam! Eleşkirt'te önünden geçen incecik derenin üstünde emirerimiz Zeki'yle su değirmenleri inşa ettiğimiz evimizin karşısındaki ilkokula misafir diye gittiğim yılların kısa boylu, 67 Timur Ertekin tıknaz, sevgili şişman binbaşısı çocukluğumun! Kucağına oturduğumda, sürekli sallanan bacağında iç organlarımın sarsıldığı, güçlü parmaklarıyla okşadığı bacaklarımda cinselliğin ilk çelişkilerini yaşadığım, annemi benden elbette daha az sevdiğini bildiğim ama rekabet gücümün hiç olmadığı üniformalı rakibim!. En güçlü korkularımın odaklandığı fakat, Sülfamit ve Sulfahrin dışında mucizevî ilaçların pek ortalıkta olmadığı zamanlarda ateşler içinde kıvranırken ben, yanımda olmasını dilediğim, beni içine gömdüğü kat kat yorganların altında öldüresiye terlere boğan, başımdan aşağı geçirdiği battaniyelerin, havluların altında buğuseptilin keskin buharıyla boncuk boncuk terlediğim anların keyfini altın dişleriyle çıkarışından duyduğu kıvanca katlandığım o mucizevî, herşeyi bilen adam! Hâlâ emin olamadığım, yedi kere dokuzun kaç ettiği meçhulken, karşı yönlerden gelen trenlerin nerede buluşacağını, bir yandan boşalırken bir yandan dolan havuzların ne zaman dolup taşacağını bir çırpıda bulup söyleyiveren deha!. Babam!..Otuz Ağustos törenlerine gitmek istemediğim için dayak yediğim ama altıncı filoyu tel’in mitinglerine katılmamı şiddetle engelleyen albay! İçeri girersen, seni asla aramam, sormam, bir gün olsun yanına gelmem, dedikten sonra cezaevine girişimin ardından her çarşamba görüş günlerimin değişmez ziyaretçisi olan babam!. Harp Okulu'nu dereceyle bitirip, mühendislik tahsili için yurt dışına gönderilecekken torpillilerin ardında kalarak fen memuru olmayı içine sindiremeyen ve şanlı bir topçu subayı olmayı yeğleyerek reddettiği Avrupa kontenjanının ardından piyade okuluna gönderilmesinin acısını hiçbir zaman dışa vurmayacak kadar onurlu, ince yapılı esmer teğmeni Türk ordusunun!. Kurmay subay olmak için katıldığı kursun sonunda kendisine ulaştırılan üstün başarı haberlerinin erken kıvancıyla bayram sevinci yaşarken, resmi yazıyla tebellüğ ettiği “Başarısız oldunuz!” u şiddetle karşı olduğu mezhep ayrılıklarına, Alevî oluşuna bağlamayı sonuna kadar reddederek devlete ve üstlerine isyan etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen, yurtseverliğinin sorumluluğunu olanca ağırlığına ve onur kırıcılığına rağmen ömür boyu sırtında kamburu gibi taşıyan komutanı Motorlu Piyade taburunun! Cumhuriyet'in beyinlere kazımaya çalıştığı resmi 68 Şamanın Üç Soygunu tarihine olan inanç ve bağlılığını, çocuklarına, adları Kavimler Göçü ile Anadolu'ya uzanan Orta Asya göçerlerinin atalarından ilhamla isimler bulup nüfus kütüğünde ilan eden genç askeri Mustafa Kemal ordusunun!. Antep'in dayanılmaz sıcağında komşumuz gümrük muayene memuru İsmet Bey'in evindeki buzdolabından buz getirtmeyi zul sayıp, geceleri bir başına çıktığı sınır karakolları denetiminden kan ter içinde döndüğünde, serinliği mutfağın rutubetinde gizlenen testilerdeki sularda ve annemin yıpranarak delinen tellerini dikiş iplikleriyle onardığı teldolabında sineklerin hışmından koruduğu meyvalarda arayan yorgun kıdemli binbaşısı Kilisin! Cihat Amca'nın, hasta yatağında kendisine gönderilmek üzere yazdığı ve anneme yazdıklarını ağlayarak okurken göz yaşlarıyla farkına varmadan ıslattığı kırışmış mektubunda, “Sen iyi bir askersin, müteaddit belalarda vukûbulduğu üzere bunun da üstesinden geleceğine inancım tamdır!” diyen sözlerinin ardından göz yaşlarına ilk kez dur diyemeyen ağlama özürlü sert komutanı ailemizin!.. Yirmi iki yıl önce en hoyrat, en devrimci, en delikanlı günlerimde, ihanetin kucağına düştüğünden emin olduğum günlerden bu güne uzanan utancımla, şimdilerde, “Van sınır tugayından çevre birliklere demiryolundan teçhizat sevkinde, göbekli kürt mütahidin tartılan her silah ve mühimmat başına fazla yazmanızı teklif ettiği artı kiloları içinize sindirseydiniz eğer, şimdi elbet bizim de parasal sorunlarımız olmaz, onursal sorunlarımız olurdu!” diyerek keyifle takıldığım, kırk dokuz yaşımın en yürekli ve en gözüpek emekli albayı babam!.. Şimdi tam karşımda, az önce yine sorguya mı götürülüyorumun telâşıyla tedirgin adımlarla girdiğim birinci şube müdür muavininin odasında oturuyor!. Hani hiç gelmeyecekti?. Bir yandan kucaklayıp olmayan saçlarımı okşarken bir yandan ardı arkası kopuk cümleler dökülüyor şimdi dudaklarından... “Nasılsın? Dur bakayım, rengin solmuş biraz... Merak etme, adalet yerini bulacaktır er geç bundan eminim... Kasıtlı bir suçun olmadığını herkes biliyor!..” Bütün bunların doğru olmadığını düşünerek bir kez daha 69 Timur Ertekin ürperiyorum... Gerçek olduğunu nasıl söylerim ona? “Bak, annen temiz çamaşır yolladı!” Bir şeyler düğümleniyor boğazıma yutkunamıyorum! “İnançlarına ve kendine olan güvenini asla kaybetme!.” Haketmediği yakıştırmalarımın sonsuz utancıyla göz yaşlarım yüreğimin derinliklerine akıyor!. Babam!.. -İyileşti kaptan iyileşti, çok şükür... Ertesi sabah teknede kahvaltımızı ettikten sonra, çam ağaçlarıyla sarmaş dolaş koylarına doyamadığımız Göcek'ten ayrılıp, Ankara'ya dönmek üzere Dalaman hava alanına doğru yola çıkıyoruz... Dönüş hazırlıklarıyla birlikte iş ilişkilerinin ciddiyeti geliyor yine gündeme, herkes işyerini, sekreterini arıyor... Ben de... -Merhaba Bilge'ciğim. Var mı arayan soran? -Janset hanım aradı. Bir arkadaşına randevu almak için aramış. Siz dönünce tekrar arayacağını söyledi... -Kim olduğunu söyledi mi?. -Handan!. Handan Hanım diye biri, soyadını bilmiyorum. Değişmez sorunlarıyla sancılarıyla bizi bekliyor Esenboğa'da Ankara. Rutinitimizin vazgeçilmez başkenti, Türkiye'mizin sekteikalbi Ankara... -Beni de eve kadar bırakırsınız artık ha?. -Bırakmaz mıyız!. Şamanın Üç Soygunu Gecenin karanlığında parlayan kızıl stop lambalarının ışıkları akan trafiğin içinde kaybolana dek bakıyorum arkalarından. Sonra ağır bahçe kapısını aralayıp eve doğru yöneliyorum. Ellerimi dolduran çantaları, hâlâ deniz kokan oltamı, torbaları yere bırakıp anahtarlarıma uzanmadan daha Nurten’in uyku dolu gözleri karşılıyor beni açılan kapının ardından.. -Sen daha yatmadın mı karım?!.. -Seni bekledim... -Yağmur?!. -Uyuyor... Salondaki kanapenin üstünde, derin geceyarısı uykularının sırıl sıklam ıslattığı saçlarına yayılan melek kokularıyla, pembe göz kapaklarına tanrının şefkatle dokuduğu ince eflatun çizgileriyle uyuyor bebeğim!.. Uzanıp koklayarak boynundan, kızarmış pembe yanaklarından hasretle, dolu dolu, doya, doya öpüyorum onu... -Çok özledim yavrumu. -O da canım, o da seni çok özledi! Bu defa ağlamıycam diyordu ama telefonda sesini duyunca dayanamadı yine... -Canııım!. Çok seviyorum O'nu çok!... Aşığım ben kuzuma... -Ya annesine?!.. -Aşkın ölümüdür birliktelikler diyen ben miydim yoksa? -Tatil dönüşüne yakışmayan bir ciddiyet bu!.. -Haklısın evet... Kötüydü üstelik... *** Geziden kalan son kırıntıların keyfiyle gülüşüyoruz!... Evin önüne geldiğimizde geciken sonbaharın geceye erken inen serinliği, ince bir telâşla örtüyor yazdan kalma günün sıcaklığını... -Nurtop'a da selam söylersin artık bizden. -Söylemez miyim!?. 70 71 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Ertesi gün muayenehanenin telefonunu uzun uzun çaldırdığımda saat onbire geliyordu. Bilge'nin bu saatte orda olmaması mümkün değil diye düşünürken açılıyor telefon. -Timur beyin mu... -Merhaba sevgilim, nasılsın? -İyiyim Timur bey siz nasılsınız? -İyiyim yavrum, var mı arıyan soran? -Handan Hanım Timur Bey, Janset Hanımın arkadaşı! Onsekiz otuzda gelmek üzere randevu aldı bugün. İlk hastamız onüçde, Mete Bey. Sonra onüç otuzda Cavidan Kök, ondörtte Altay Gökakın, ondört otuzda Ali Nun, Onbeşte Arzu Nuhoğlu, Onbeş otuzda..... “Handan Hanım Timur Bey! Janset Hanımın arkadaşı!” Neden bu adı duyunca birdenbire korkuya -müthiş çekici bir kadındırkapılıyorum?!. Şaman!.. Yoksa yine buralarda bir yerlerde mi dolaşmaktasın?!.. 72 73 Timur Ertekin Binlerce defa inanmıyorum dediğim boş inançlarımın geri dönüşüyle irkiliyorum!.. Urumsaray'da, üstünde eski tip bir radyonun durduğu ince ayaklı sehpanın arkasında yükselen duvarda Hasan'la benim, Hz.Ali'nin, odadakileri sürmeli bakışlarıyla süzen o bildik resminin iki yanına asılı başkaldırı fotoğraflarımızın sancısıyla nefes nefese geçirdiğim o müthiş gece geliyor gözlerimin önüne!. Melek Ana'nın üstüme serdiği ağır yün yorganın karanlığına gizlenerek kurtulmayı başaramadığım, iğreti bir cesaretle masanın üstüne iliştirdiğim o yuvarlak taşın kulaklarımı delen sessizliği deli ediyor beni. Yirmialtı yıl sonra, ayrıntıları aklımdan silinmeyen, birbirinin peşi sıra geleceğini sonradan öğreneceğim belaların korkusuyla yaşanılan rüyalardan sıyrılarak ter içinde -Şaman!- uyandığım o berbat Urumsaray sabahının gerginliğini yaşıyorum içimde yine!. -Son hasta kim demiştin? -Handan Hanım Timur Bey, Janset Hanımın arkadaşı... Saat tam onsekizotuzda kapı çalınıyor!. İnce uzun boyu, kızıl saçlarının sivriliğini örtemediği grek burnu, iri göğüslerinin hemen altında daralarak inceliği iyice belirginleşen beli ve uzun bacaklarının üstünde sonsuza yönelen bakışlarıyla daha çok bir yabancıyı andırıyor korkularımın kadını!. Kini yüce dağları aşan Şaman’ın önüme serdiği bitmez tükenmez tuzakların sonuncusu sizsiniz demek!. -Merhaba, ben Handan!.. -Geleceğinizi -adınızı nasıl unuturum- söylemişti Janset, nasılsınız? -Bilmem? İyi olmam gerektiğini düşünüyorum ama... -Bir dişhekiminin muayenehanesinde bundan daha hoş bir beklenti içinde olunamaz zaten... Lütfen içeri girin.. Oturmaz mıydınız? Sıcak ama karşısındakini mesafeli olmaya zorlayan, saklı bir kariyeri olduğunu anlatan gözlerle bakıyor!. “İzin verirseniz, size geliş nedenimi anlatarak başlamak istiyorum söze!.” İnsana sanki 74 Şamanın Üç Soygunu önceden hazırlanmış hissini veren uzun cümlelerle sürdürüyor konuşmasını. “Öncelikle eşimin ve tabi benim, bize yardımcı olabileceğinizi düşündüğümüz ciddi sorunlarımız var!” Demek bu zarif hanımefendiyle tanışmakla sınırlı kalmayacak ilişkimiz… Eşiyle de tanışacağım demek. -Anlatmıştır herhalde Janset!?.. Hayır anlatmadı! İnsanın başını belâya sokacak kadar güzel, elli yaşında bir adamın aklını başından alacak kadar çekici, esaretinizin emrine giren -muhtemel- herkesi çıldırtan çekim alanınızın karşıkonulmazlığından söz etmedi hiç… -Eee, elbette anlattı… Biraz.... -Yapılması gereken bir iki dolgum var ama size gelmemin başka ve önemli bir nedeni var. MS hastası eşim. Zaman zaman alevleniyor biliyorsunuz... Janset'le konuşurken MS'le ilgilendiğinizi duydum. Artık MS nedeni olduğu tartışılmıyor olsa da, eşimin ağzındaki amalgam dolgulardan kurtulmasını istiyorum!. O nedenle sizden yardım istemeye karar verdim.. -Evden dışarı çıkabiliyor mu eşiniz? -Yazık ki hayır! Tekerlekli sandalyeye bağımlı şu sıralar..O nedenle de zaten... -Buna üzüldüm!.. -……… Bu kadar ölçülü biçili, uzun cümlelerle konuşabilen birisinin nasıl oluyor da nezaketen yanıtlaması gerekenleri duymazdan gelip suskun kalabildiğine şaşarak üsteliyorum; -Kötü şans! Üzüldüm gerçekten… -…………….. Cevap vermiyor!. Hiçbir işe yaramayan yapay inceliklerin sığlığında bilerek oyalanmak istemiyor belki… Belki de kendilerine acıklı gözlerle bakılmasına dayanamadığı için cevap vermiyor… “Keşke size yardımcı olabilseydim” lere karşı 75 Timur Ertekin hazırlıklı olmanın verdiği bilinçli bir sağırlık mı yoksa bu!. -Janset'in dostu benim de dostumdur, kaygılanmayın… -Bunu biliyorum. Aslında sizi iyi tanıyorum!. Janset sizi, geçmişinizi, uzun uzun anlattı bana.. O nedenle bu kadar rahat aktarabiliyorum size içimdekileri. Umarım bu arada zor duruma düşürmüyorumdur?!. -Hayır, hayır!. Bir kahve içer miydiniz? -Zahmet olmazsa eğer... -Olmaz, elbette olmaz!. Bilge kahvenizi hazırlarken ben de dişlerinize bakarım. -Ben de ne halde olduğunu öğrenirim dişlerimin.. -Bilge’ciğim Handan Hanıma bir kahve hazırlayabilir misin? Nasıl olsun isterdiniz, kremalı, sütlü? -Sütsüz, kremasız ve şekersiz lütfen... Birlikte muayene odasına doğru geçerken gözlerinde beliren sessiz telâşı fark edip, “dişçiden korkar mıydınız yoksa” diyorum “Korkmayın, ne kendimin, ne de başkalarının canı yansın isterim”. Suskun kalıyor yine... -Sağlıklı bir ağız. Bir iki küçük dolgunuz var yapılması gereken o kadar.-Ama bu gün olmasın!. -Nasıl isterseniz! Size hiç yakışmayan şu eklentilerden kurtarayım bari dişlerinizi.. -Pekalâ, teslim olduk bir kere, n’apalım... Koltuğa uzandığında vücudunu saran dekoltesi derin yuvarlak yakalı bodynin altında iyice belirginleşen göğüslerin uçlarıyla tanışıyorum! Derin nefeslerle korkusunu yenmeye çalışırken yükselen meme uçlarına dokunuyor ister istemez kolum. Olağanüstü çekiciliğinin tuzaklarında şaşkın -ne yapıyorum benkayboluyorum... Şaman!..Yıllardır peşimi bırakmayan kızgın soluğunla bir kez daha kavrulmak, kurduğun tuzaklara bir kez daha düşmek istemiyorum artık! Bu kadından, iri göğüslerinden uzak 76 Şamanın Üç Soygunu durmalıyım... Aklımdan geçenleri gözlerimden okuyabileceğinin telaşıyla Bilge'ye sesleniyorum. “Bilge'ciğim bir aspirin verebilir misin bana!.” Her heyecanlandığımda deliler gibi ağrıyan başım, çocukluk günlerimin sancılarını taşıyor hâlâ... “Başım ağrıyor!” “Nehe ki?!.” “Bilmem, ağrıyor işte!..” Büyüklerin hışmından bucak bucak kaçtığımız cinsel arayışlarımızın edepsiz telaşıyla kumların üstüne çizdiğimiz, bacak aralarına çocuk parmaklarımızla oyduğumuz pıttıkları, avuçlarımızın arasında şekillenen memeleriyle Fırat'ın lığlarında yarattığımız kadınların derinliklerine salıverdiğimiz pipilerimizin diriliğiyle sevişirken, ağrıyan başıma İbo'nun kayıtsız şartsız kabullendiğim bilgeliğinden yardım dileniyorum.. “Başım ağrıyor!” “Ohh, ohh! Has oliy he mi, essah karı kimin!?.” “Başım ağrıyor dedim!.” “Süttüklesena!..Bi pohun galmaz!...” Toprağa dolana dolana akan nehrin lığlı suların kucağına dolu dolu işeyip, sünnetsiz çüklerimizin derisini yukarı doğru çekerek arasına giren kumları temizliyoruz bir bir... -Tylenol ister miydiniz? -Hayır, hayır, aspirini seviyorum ben!. Ne zaman görüşeceğiz?. -Ne zaman isterseniz!. Ama sakıncası yoksa, eşimle sizi tanıştırmadan önce bir öğlen ya da akşam yemeğinde birlikte olmak, eşim hakkında konuşmak isterdim sizinle... Biliyorsunuz inanılmaz kırılgan oluyor MS hastaları!.. -Biliyorum, çok iyi biliyorum... Ne zaman isterseniz!. Hatta uygun olursa, bugün olduğu gibi, son hastanın ardından bir akşam yemeğinde belki... -Neden olmasın? Eğer ben son hastanızsam, yani başka hastanız yoksa eğer, sizi bekleyebilirim. Taksi durağına kadar 77 Timur Ertekin laflamış oluruz hem. -Arabanız yoksa sizi ben bırakabilirim. -Aa, evet, aslında çok yakın evim ama... Mesnevi'de oturuyorum... Zahmet olmazsa tabi!... -Yine de taksi durağına kadar birlikte yürümemiz gerekecek. Eşiniz kadar vahim olmasa da ciddi şikâyetleri olan bir dişçi buldunuz kendinize. Annanemden miras, sevimsiz bir hastalığım var, amfizem. O nedenle arabamı yukarılarda bir yerde park ederek taksiyle idare ediyorum durumu... -Siz de pek çokları gibi beterin beteri var sözünün ardında gizlenen yalın gerçeğin, şükürler olsun diyebilmenin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz demek!.. -Bilmem.. Belki de haklısınız... Tunalıhilmi Caddesi’nde, trafik polislerinin korkusuyla henüz indirdikleri müşterilerinin geri dönüşünü bekliyormuş gibi yaparak iş bekleyen taksilerden birine biniyoruz birlikte. Yanına kurulduğum şöföre Paris Caddesi diyorum. Kuğulu parkın kalabalığının arasından, Ankara’nın yoğun trafiğine katılıyoruz biz de!. Yazanlar Sokakla Paris Caddesinin kesiştiği noktaya geldiğimizde köşedeki polis kulübesinin önünde durmasını söylüyorum şöföre... -İşte buralarda bir yerlere park ediyorum her gün arabamı!.. -Yazanlar Sokak!. -Evet Yazanlar Sokak. Koltuğumun altında dosyalar, şöför mahalline nefes nefese yerleştiğim yerden uzanarak açtığım kapısıyla Fransız Elçiliğinin duvarı arasında sıkışan daracık yerden akıveriyor arabaya!. İnanılmaz çekiciliğinden kaçırarak gözlerimi, otururken elimde dağılan dosyaları toparlamaya çalışıyorum. “Şunları tutar mıydınız lütfen?!” Kucağımdaki dosyalara uzanırken açılan eteği, diz kapaklarından ince uzun bacaklarının derinliklerine -deliren ağrısı başımın- doğru kayıyor!. Dağılan dosyaları kucağında toparlamasını bekleyip yola çıkıyoruz. Alman sefaretinin vize işlemlerini yürüttüğü büronun önünden hızla geçip sola dönerek 78 Şamanın Üç Soygunu yukarıya, Şili Meydanı'na, Cinnah caddesine yöneliyorum. -Bu kadar yakında oturmak zorunda mıydınız, diyorum. Daha iki laf edemeden!. -Çocukluğum buralarda geçti benim. Annem de az ilerde oturur, Karpiç'in tam karşısında... Mesnevi Taksi’nin önüne geldiğimizde, ben ineyim burda, diyor... Şu geniş balkonlu evde oturuyorum, dördüncü katta.. Demek sevgili eşi ile tanışmak için buraya geleceğim!.. -Asansör var mı?. -Yazık ki hayır. Bu yakınlarda uygun bir yer arıyoruz biz de taşınmak için. O güne kadar bulamazsak, geldiğinizde oldukça dik merdivenlerimizi çıkmak zorunda kalacaksınız siz de.. -Bu zavallı ciğerlerimle mi?!. -Unutmayın beterin... -Özür dilerim, özür dilerim!.. -İyi akşamlar diyeyim size o zaman. Eşimle konuşup arayacağım sizi, yarın!. -Peki, yarın görüşmek üzere o zaman!... Tam hareket edecekken ben, arabanın kapısını tekrar açıp göğüslerinin diriliğini sergileyen bir eğimle sarkarak, “Sizi tanıdığıma sevindim” diyor. Telefon edip Janset'e özellikle teşekkür edeceğim!. Apartmana girinceye kadar bekleyip -el sallıyor- öyle hareket ediyorum. Mesnevi'nin sonundan Dikmen caddesine dönerken her zaman yaptığım bir şeyi unuttuğum geliyor aklıma. Evi aramalıyım!. Yeni çıkan trafik yasasına inat cep telefonunu kullanıyorum.. Yağmur'un yumuşacık sesi telefonda!.. -Alloo?!.. -Yavrum! “Babacım”ların kırıtışıyla yetinmeyerek üstüne basa basa ağız dolusu cevaplıyor. -Babbam!. 79 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu -Cannım!.. Sana geliyorum yavrum!. Sor bakalım annene, gelirken bir şey istiyor mu? -Aaanneee... Babişkoo... Olanca şımarıklığıyla içeriye, annesine seslenirken soruyorum. -Benim güzel yavrum ne istiyor peki babasından?!.. -Mımmm.. Çiklet!. Çiklet istiyorum. Bi de açık gözlü şekerlerden var ya işte onlardan! -Peki kuzum, alırım!. Peki ya annen? Bir şey istemiyor mu? -İstemiyo! Çabuk gelsin diyo!... -Söylediklerini alıp geliyorum hemen... Sekizinci caddenin ortalarında bir yerlerde park edip eski adıyla Körfez Pastanesi’ne giriyorum. Yılmaz Pastaneleri! “Ne istemiştınız?” Kibar olmaya çalışırken kelimelerin sonlarındaki i’lerin noktalarını yutan aksanıyla gülerek karşılıyor çalışanlardan biri. -Çiklet istiyorum, her çeşitinden. Bir de açık gözlü şeker. -Efendim?!.. -Şunlardan, şu ortası delik naneli şekerlerden... *** Ertesi gün, hazırlanıyoruz.... akşam yemeğine, Jansetler’e gitmeye -Hadi artık geç kalıyoruz! -Evet ama kızına bir şeyler söylemelisin önce. Saçlarını taramama izin vermiyor bir türlü!.. Minik ailemizin bildik gerginliklerini aşarak atıyoruz kendimizi sokağa. Özel giysileriyle olağanüstü ciddi, nazik ama dikkatli olmaya çalışan tavırlarıyla kimlik soran görevlilerin arasından süzülerek giriyoruz MİT'in Demetevler'deki sosyal tesislerine! Buraya ilk gelişimde, Mehmet’in ince ince dalga geçtiği -nasıl buldun suyun bu yüzünü- o tuhaf paniği yaşamıyorum artık!.. -Mehmet Bey bekliyordu bizi! -Adınızı öğrenebilir miyim? 80 81 Timur Ertekin Bazen matrak bir tiyatro gibi yaşanabiliyor demek hayat!.. Yıllar önce ölümü göze alıp savaşırken kucağına düştüğümüz, geceler boyu süren sorgularında tir tir titrediğimiz sistemden gördüğüm bu ince kabulün keyfiyle alaycı bir gülüş takılıyor dudaklarıma... -Buyurun efendim, geçin!. Çapraz konulmuş sarı boyalı bariyerlerin arasından zorunlu bir “S” çizip geçerek restoranın önündeki park yerine yöneliyorum. Dış görünüşüyle diğer binalardan pek farklı olmayan, daha çok etrafta yükselen çok katlı yapıların arasına sıkışmış güdük bir dispanseri andıran misafirhanenin geniş basamaklı merdivenlerinden inip restorana açılan kapıyı araladığımızda, karşı masalardan birinde olanca zarafetiyle bizi bekleyen Janset'i buluyoruz karşımızda. Annesinin yanından fırlayarak koşa koşa yanımıza gelen Ayşe'yi kucaklayıp sarılıyorum. Ayşe’m, güzel Ayşe’m, seni öpebilir miyim?. Sıkıştıra sıkıştıra öperken ben kıkır kıkır gülüyor Ayşe!. Sonra Janset’e dönüp her karşılaştığımızda söylemekten kendimi alıkoyamadığım olağanüstü hoşluğunu bir kez daha dile getiriyorum. -Janset, ne kadar güzelsin! -Bütün çerkez kızları güzeldir!. Değil mi Nurten? Janset'i onaylayıp, yüzünde şaka olduğunu belli eden kırgın bir ifadeyle, bu soruyu yanıtlaması gereken ben değilim o, diyen bakışlarla süzüyor Nurten!.. Elbette, diyorum, ama bazıları çok daha güzeldir, tıpkı senin, Nurten'in farklılığında gizli olduğu gibi... Yerini kahkahaya terkeden gülücüklerle çınlıyor yüksek tavanıyla devletin ihtişamını anlatan boş yemek salonu!. “Mehmet gelmedi mi?” diyor Nurten. Benden onbir yaş küçük olmasına rağmen Mehmet'ten söz ederken benim gibi soyadını kullanmaya, ya da abi vs. demeye zorlanmadan adıyla seslenişi hoşuma gidiyor Nurten'in. 82 Şamanın Üç Soygunu -Gelir şimdi. Öyle çalışıyor ki şu sıralar inanamazsınız!. Geri dönmekle iyi mi ettik, kötü mü ettik diye soruyorum bazen kendi kendime!.. -Elbette iyi ettiniz, ben ve Nurten yalnızlıktan korkarız biliyorsun! Gülüşüyoruz!.. Çok geçmeden yüzünden eksik etmediği sıcak bakışlarıyla, kapıda bekleyen görevlinin saygıyla eğilerek açtığı kapıdan içeri giriyor Mehmet.. -Selam çocuklar! Çok bekletmedim umarım?!. -Yo hayır, biz de yeni geldik sayılır. Dedikodu kazanını kaynatıyordu bizimkiler. Öylesine kaptırmışım ki kendimi, zamanın nasıl aktığının farkına varmadım desem yalan olmaz!.. -Aşkolsun Timur'cuğum! Hoşlanmadığımı biliyorsun bu tarz yakıştırmalardan, diyor Nurten. -Allahaşkına söylesene Mehmet, bizi dedikodu yaparken gördün mü hiç diyerek alınganlık zincirine Janset de katılıyor Nurten'in ardından. -Hayır, hayır hiç görmedim. Genellikle durum değerlendirmesiyle sınırlı kalır seninkiler!.. -Çok kötüsün Mehmet'cim, aşkolsun!. Sonra bana dönüp kırgın bakışlarını gizleme gereğini duymadan ekliyor. İkinizin de alacağı olsun!.. Üzerinde soğuk mezelerin bulunduğu küçük tabaklarla donatılmış servis masasını özenle yanaştıran garsonun ne emredildiğini soran bakışlarıyla birlikte yol açtığım minik gerginliğin kırıntıları hızla terkediyor masayı. Eveet, seçin bakalım diyor Mehmet, çocuklar için de birşeyler söyliyelim. Nurten'le Janset mezeleri seçerken beklemeden rakılarımızı doldurup keyifle yudumluyoruz. Şerefe!.. Bileğinin üstüyle ıslanan bıyıklarını silerken soruyor. Anlat bakalım Timur'cum, nasıl gidiyor hayat?!.. -Kıvırabileceğimden henüz pek emin olmadığım bir işle cebelleşerek! Bir şeyler yazmaya çalışıyorum, bir roman!. -Nasıl bir roman?!.. 83 Timur Ertekin -Yetmiş iki, yetmişdört arasında yaşanılanlardan yola çıkarak bu günü, bu günün insanını sorgulayan nerdeyse otobiyografik bir roman!.. -İçinde siyaset olacak yani... -Elbette! Siyasetin karmaşası içinde yükselen ya da kaybolanların ara hallerini anlatan, acı ya da hasret çeken insanların bu güne kadar dile getirilmeyen açmazlarını anlatan bir roman olacak kıvırabilirsem!.. Yanıbaşımızda, konuşulanları özel bir dikkatle dinliyen Nurten sabredemeyip “Başını yine belaya sokmak istiyor yani” diyerek giriyor araya!.. -Canım niye başım belaya girsin?.. -Girmez mi? Gerçeğin romanını yazmak kolay mı bu ülkede? Birileri polis diyecek, birileri devletin manevi şahsiyetine dil uzattı diyecek, birileri dönek, birileri hain diyecek, canına kastedecek! Neymiş, eşim roman yazıyor!?.. Hadi canım!. Riskiyle kazanımı denk işlerle uğraşmalı insan!. Yazar çizer takımının hali ortada. Yarın başına bir şey geldiğinde kimin sahip çıkacağını sanıyorsun yazdıklarına? Don Kişot olmaya soyunurken Rosinante gibi sersefil kalmak da var ortada!. Ben korkuyorum!.. -Yaşar Kemal de korktuğunu söylüyordu televizyonda! Korkmak başka, yazmak başka! O yazıyor! -O Yaşar Kemal! Ya sen?.. -Forse altri cantera con miglior plettro!* Kemal-i afiyetle yiyeceği iki lokma ekmeğiyle rakısı karısı tarafından burnundan getirilmeye çalışılan bir yazar! Ha, ha, ha!.. -Ukala ne olacak! Üstelik Don Kişot'u ezberleyen yalnız sen değilsin!.. -Janset de Nurten gibi düşünseydi demek fena yanmıştım ben de ha?!. Ne dersin Timur?!. -Vallahi aynen öyle olurdu! Gerçekten... -Peki, cezaevi anıları gibi bir şey mi çıkacak sonunda? * Başkaları bu türküyü daha iyi çağıracaktır elbet! (Don Quijote) 84 Şamanın Üç Soygunu -Bir bakıma evet! Bir benim bildiklerim var. Bir de yıllar sonra başkalarından dinlediğim gerçekleri anlatan hikayeler!. Kızıldere'de Ertuğrul'un yakalanışını dinlemiştim sizden mesela!.. Çatışmadan bir gün sonra samanların arasından sağ çıkmasının akıl alır bir yanı olamayacağını düşünüyordu herkes o zaman. Kimi keskinlerin eline geçseydi eğer, devletin yapamadığını yapar, yok ederlerdi polis diye!. Ama sizinkiler ertesi gün gazetelerin ilk sayfalarında boy boy yer alan ölüm haberini gösterip sen öldün diye keyifle sırıtarak direncini kırmakla meşguldüler belki Ertuğrul'un! Bugün de aynı şeyler oluyor! Devletin onaltı yıla mahkum ettiği dünyalar güzeli bir genç kız, sorguda konuştu diye arkadaşları tarafından şişlenerek öldürülebiliyor! Yazılması gereken, anlatılması gereken işte bu, bunlar!.. Oysa herkes biliyor sorguda konuşulduğunu!.. -Belki de en az o konuşmuştur. Bir olay olur, bakarsın en az sorumluluğa sahip olanlar en fazla direnci gösterirler. İnan bu böyledir. Lider konumunda olanları söyletmek için çoğu zaman zor kullanmak gerekmez!.. Olan garibanlara olur... Sıkıntıyla oturduğu yerden doğrulup, “Biz çocuklarla biraz dolaşalım” diyor Janset. Bu tür konular açıldığında ortaya çıkan rahatsızlığını gizlemiyor. Mehmet'le beni masada yalnız bırakıp çocukları alarak dışarı çıkıyorlar Nurten'le... -Bu işin bir mağduru olarak o dediğiniz tezgahtan geçip de konuşmayacak pek fazla insan olduğunu düşünemiyorum ben de!. -O mümkün değil!. Her insanın bir direnci hatta bir direnme biçimi vardır o kadar!. Bir insanı alıp kapatsan bir yere ve hiç konuşmasan, en ufak bir şiddet uygulamasan, bir süre sonra benimle konuşun diye yalvarır. İki kelime edebilmek için anlatır tek tek. Fantezi gibi geliyor insana ama gerçek bu... -Oldukça geniş bir zamana ihtiyaç duyulan bir gerçek ama!.. -Öyle tabii!. -Sorguda zor unsuru onun için mi kaçınılmaz oluyor? -Her zaman değil! Ben kendi kitabımda da yazdım, sorgu bir sanattır diye. Özel durumlar, anlar vardır!.. Sen doktorsun bilirsin. Hastayla hekim arasında gelişen farklı bir duygusallık doğar kimi 85 Timur Ertekin zaman sorgulananla sorgulayan arasında.. Sorgu sırasında aşık olan genç kızlar olduğunu bilirim! Öyle ezilmiş, öyle ilgiye susamış olurlar ki, adam gibi yaklaşan, günaydın diyebilen birine, sorgulayanı da olsa farklı duygularla bağlanır, zor altında söylemediklerini dökerler bir bir!. Böyle bir yığın örnek verebilirim sana!. Fakülteden göz aşinalığım olan birini almışlardı bir gün sorguya. Epey eziyet etmişler ezmişler ama konuşturamamışlardı. Sonra ben girdim devreye. Olanı biteni anlattım!. Birlikte göz altına alınarak sorgulanan arkadaşlarının her şeyi anlattıklarını, söylememekte direndiği pek çok olayı zaten bildiğimizi, o nedenle direnmesinin kendine eziyet etmekten başka bir anlamı olmadığını arkadaşlarının imzalı ifadelerini göstererek anlattım. O ana kadar direnen adam bir anda çözülüverdi! Bu gün olsa yapmam tabi ama gençlik vardı o zaman, elbiselerini getirtip akşamları dışarıya çıkartır meyhaneye, rakı içmeye götürürdüm O'nu!.. Gecenin bir yarısı geri dönerdik. Ertesi sabah, kafa çekerken meyhanede dillendirdiklerini olduğu gibi dökerdi ifadesine!.. -İşte bu roman!.. -Öyle! -Peki ya şiddet? -Yapmadım desem yalan olur. Mesela bir keresinde çok kötü dövmüştüm birini. Ama öyle böyle değil! İnsanın bazen kendini kaybettiği oluyor. Gözümün içine ısrarla bakıyordu dik dik. Hani ananı, der gibi! Kendimi kaybetmişim, zor aldılar elimden!.. Kötü tabi, insan her zaman soğuk kanlı olamıyor!... -Bir de olmamaya çalışanlar var. Ben karşılaşmadım ama Ümit Hürdal adını duyunca bir tuhaf oluyorum hâlâ!.. -O da şimdi çekiyor! Bin türlü hastalığı var!.. -Nurten! Sen nerden çıktın yine? -Arada bir sizi kontrole geliyorum! Şaka, şaka, Yağmur'un ceketini almaya geldim. Dışarısı serin biraz. Gidiyorum, endişe etmeyin!. Rahat konuşursunuz yine!.. Devam ediyor Mehmet. 86 Şamanın Üç Soygunu -Kolay değil tabii.. Adamı suçüstü enselemişsin, suç işlemiş yani! Sonu herkes için felakete gidecek olan bir noktada yakalamışsın ve konuşmuyor! Bir varsayım olduğunu düşünsen bile nasıl engelleyebilirsin böylesine karanlık bir suikast hazırlığını meselâ?!. Şiddet girer tabi işin içine ister istemez!. Haklı da olursun!. Üstelik bu her iki taraf için de geçerli bir tehlike alanındır!. Çünkü bilirsin! Anında müdahele etmez ve bu alanı daraltmazsan eğer, her iki taraftan da başka birilerinin canı yanacaktır sonunda! Bu gibi işlere soyunanların biraz da sonuçlarına katlanmaları gerekir, öyle değil mi?!.. -Doğru adamı yakaladıysanız tabii... -İyi bir istihbarat yapılmadıysa risk unsuru artar!.. Masum ya da birinci derecede sorumlu olmayan pek çoklarının da canı yanabilir!.. -Peki korkunç değil mi bu? -Öyle!. Satranç gibi sonuçları masada kalmayan, kötü bir savaş!.. Ama her zaman zorla, kaba kuvvetle baş edemiyeceğin bir savaş bu!.. İşkenceyle ortaya çıkaramazsın her şeyi. Mesela o meşhur Ziver Bey köşkünde göz altına alınanlardan pek bir şey çıkmayabilirdi ben olmasaydım! Gözlerden kaçan bir ayrıntının izini sürerek ortaya çıkardık Mahir'in ordu içindeki faaliyetlerini. Eğer önü alınmasaydı kurulu düzeni çok ciddi bir biçimde sarsabilecek olan bir ihtilal hazırlığı ortaya çıkamayacaktı. Olağan üstü radikal kararlara gebe bir darbenin ardından, çok canlar yanacak, belki çok adam ölecek, çok cana kıyılacaktı!.. İkide bir demokratik sistemin önünü kesen, istenmedik sorunların doğmasına büyümesine yol açan askeri darbelerin sıkıntısından söz etmiyor muyuz hâlâ! Demokratik sisteme artık müdahale edilmemesi gerektiğini savunmuyor muyuz!.. Ordu içinde derin hesaplaşmaların gündeme geleceği bir darbe olasılığını düşün bir de!. Bir düşün, sonuçları ne olurdu!.. Bu gözle baktığın zaman ayrıntılar tayin edici olur! Sonuç olarak yarı sivil bir cuntayı, askeri darbeye yol açacak bir zemini bilerek hazırlayan pek çok sosyalist tanıdım ben!.. -Toplumsal huzuru, bireysel hakların, özgürlüklerin önünde görüyorsunuz siz de?!.. -Benim için kesinlikle öyledir!.. 87 Timur Ertekin -Yani, toplumsal çıkarlar adına bireylerin acı çekebileceği anlamına mı geliyor söyledikleriniz?!. -Elbette!.. -Peki amaç buysa, nerede ayrıldığınızı söyliyebilir misiniz?. Kim adına birbirimizi yediğimizi anlatabilir misiniz?. -Toplumsal huzuru bozan her eylemin karşısında olurum ben. Bunun sizin sosyalizan bakış açınızla bir ilgisi yok!. Yasal olmayan bir şeyler dönüyorsa ortada bunun haklılığını tartışmam!. Benim görevim yasalar çerçevesinde bu duruma müdahale etmektir... -Yasalar zor altında ifade almayı da yasaklıyor ama... -Yasal olmayan işler yapıp, yasaların ardına gizlenmeyi de yasaklıyor yasalar!. Uzun süren benzer konuşmaların ardından, Janset'le Nurten'in yanımıza gelişiyle sona eriyor gece.. -Bitmedi mi daha konuşmanız? Çocukların uykusu geldi artık!.. -Hadi toparlanalım. Ha, unutmadan! Handan Hanım’dan çok etkilendim Janset!… -Öyle mi, buna sevindim!... Ayaküstü muhabbete son verip, geniş basamaklı merdivenlere doğru yöneliyoruz. Park yerine geldiğimizde Nurten kullanmak istiyor arabayı. Kapıdaki görevliler -şu işe bak- saygıyla arabamıza eğilip, elektrikli bariyeri açarak dışarı çıkmamıza izin veriyorlar. Gecenin verdiği yorgunluğun etkisiyle arka koltuğa uzanan Yağmur yola çıkar çıkmaz uykuya dalıveriyor hemen... Şamanın Üç Soygunu -Mehmet'e güvenebilirsin belki, ama nerden biliyorsun birilerinin sizi dinlemediğini? Hem de misafirhanede!.. Kimsenin kimseye güvenmediği bir yerde!... -N'apalım misafir umduğunu değil, bulduğunu yer!.. -Bana da öyle geliyor!... -Yaşar Ke... -Çarparım Yaşar Kemal'e!.. Sarhoşsun ve canım sıkılıyor!... Her seferinde önce inanmayıp, doğruluğunun ortaya çıkışıyla her seferinde haklıymışsın dediğim karım yine mi doğruları söylüyor?! “Güvenebilirsin belki Mehmet'e” diyerek aslında hiç kimseye güvenmemem gerektiğini mi söylüyor? İçtenliğinden hiçbir kuşku duymadan inandığım, bu doğru, kararlı adam beni aldatıyor olabilir mi gerçekten?!. Sorgusunda bulunmakla bir adamı sorgulamak arasındaki farkı, işkenceyle zor kavramı arasındaki yol ayırımını anlatabilir mi?.. Zor kullanarak söyletmenin marifet olmadığını söylerken engelleyici olmayışının mantığını anlatabilir mi?!. Yoksa ortak olmak mıdır bütün bunlar sorguda yaşanılanlara?!.. Nurten haklı, fena halde sarhoşum ve uykum var!.. Yarın, belki daha iyi toparlayabilirim aklımdan geçenleri... Hakan'ı aramalıyım yarın!.. Hatırlanacak çok şey var geride!.. *** -Sana kaç defa söyledim konuşma diye!.. Hem de MİT'in göbeğinde!... -Ben de sana defalarca anlattım! Eşek yükü kadar dosyam var içerde! Kimden neyi saklayacağım?!. Üstelik hesap vermesi gereken ben değilim artık, onlar!.. Siyasetin kucağında kurulan darağacına kolayca gönderdikleri benzerlerimin hesabını önce onlar versinler!.. 88 89 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Muayenehaneye geldiğimde MİT'in göbeğinde geçirdiğimiz yoğun alkollü gecenin izleri silinmemişti belleğimde henüz! İçimdeki karmaşayı belirleyen gelgitler arasında kaybolmak korkusuyla umutsuzluğa düşüyorum zaman zaman!.. Giderek büyüyen “ya bitiremezsem”lerinin derin korkularına aldırmadan romantizmin doruklarına taşımalıyım içimdekileri! Romantizmi seviyorum!. Güzel kadınları bir de!.. Hakan?!. Hakan'la görüşmeliyim... -Hakan Beyle görüşebilir miyim? -Yoklar efendim. Kim aradı diyelim? -Timur. Timur dersiniz! Beni arasın lütfen!.. Ülkemizi kurtarmayı aklımıza koyduğumuz yıllarda Hakan'ın yüzündeki çocuksu ifadeyi gizlemeye çalışarak takındığı ciddi adam tavrı geliyor gözümün önüne, gülümsüyorum... “Alo Timur?” 90 91 Timur Ertekin “Efendim?” “Elleri al ve gel!. Karamürsel'in önünde bekliyorum seni!. Saat tam ondörtte!.” Bodrumdaki küçük odaya inip, kitapları tek tek alıp geniş yatağın üstüne sıralayarak kütüphanenin raflarını boşaltıyorum. Sonra kütüphaneyi öne doğru yavaşça yatırıp dikkatle ters yüz ediyorum!.. Camcı ustalığıyla çaktığım çivileri sökerek altındaki boşluğun üstünü tümüyle örten kontrplağı kaldırdığımda naylon torbaların içinde gizlediğim plastik patlayıcıların keskin akrilik kokusu yayılıyor ortalığa!.. Plastiklerin yanında duran el bombalarından birini dışarıda bırakıp diğerlerini özenle bir kutuya yerleştirerek sokağa çıkıyorum! Koltuğumun altına sıkıştırdığım karton kutuda el bombaları, cebimde pimini sıkı sıkı tuttuğum diğeriyle evden çıkıp Kızılay'a doğru yürüyorum!.. Hakan'ın söylediği saatte orda olacağını biliyor olmama rağmen ya gelmezsenin telaşı kemiriyor içimi!.. Sırtımı Karamürsel'in girişinde bir yerlere dayayıp, Aynur'u beklermiş gibi yaparım, diye düşünürken, sevgilisini gerçekten bekleyen bir adamın inandırıcılığını nasıl oynamam gerektiğini düşünüyorum. Doyumsuz bir ilkbaharın sonsuz keyfini yaşıyor Ankara sokakları.. Başıboşluklarını sokaklara atmış, erken gelen baharın kucağında dolaşıyor Ankara'lılar. Yanlarında yürüyen bu tahrip gücü yüksek küçük adamla başlarının nasıl dertte olduğunu bilseler ne yaparlardı acaba, diye gizli bir merakla kıvranıyorum. Ben ayaklı bir bombayım diye birden bağırıversem neler olur acaba?!. Daha heyecanlı olabilmesi için, iri yuvarlak bir çikolatayı andıran girintili çıkıntılı parçacıklarıyla avucumun içinde tuttuğum bu ölüm oyuncağının pimini çekip, herkesin görebileceği bir biçimde yukarıya kaldırıp bağırsam, dikkat, patlıyoruz diye!. Ne tuhaf, en zor anlarda bile adamın içini serinletecek matrak şeyler üretebiliyor insan!. Tıpkı bir cenaze sonrasında, yakınlarını kaybetmenin acısıyla kahrolanların, evlerine başsağlığına gelenlerden saklanarak mutfak aralarında kıkır kıkır gülebilmeleri kadar matrak bir şey bu... Ya polis tarafından enselenmeye doğru giderse iş?. Önce kutudakileri olabildiğince uzağa fırlatır, çeker pimini üstüne yatarım elimdekinin! Ya patlamazsa? Tanrım ne 92 Şamanın Üç Soygunu olur patlasın! Ülkem için ölmeye hazırım ama işkencehanelerde acı çekerek aşağılanmak, yine ötmüşler diye dalga geçtiklerimizden biri de ben olmak istemiyorum. Tam zamanında gelmiş olsa bari Hakan diyorum. Elimdekini verir kurtulurdum. Gerisini o düşünsün… Kimbilir kime götürecek o da. Paniğe kapılmamalı binbir çeşit saçmalığı bir arada düşünmemeliyim. Kim bilecek bunca kalabalığın arasında ne taşıdığımı? Bir yandan sakinleşmeye, telaşımı gidermeye çalışırken, bir yandan da zamanı doğru kullanıyor olmak için uygun açılımlı adımlarla yürümeye çabalıyorum.. Karamürsel mağazalarına yaklaştığımda, ileride beni bekleyen Hakan'ı görerek biraz olsun rahatlıyor içim... “Selam! Getirdin mi?” “Evet, yalnız biri cebimde!.” “Ver hadi!” “Caddenin ortasında mı?” “Ne var bunda, altı üstü bir kutu lastik eldiven.” “Allah kahretsin! Sen eldivenleri mi istedin eller diyerek?” “Evet!?..” “Böyle şifreli mi istenir eldivenler telefonda?” “Ne şifresi?” “Tamam, tamam unut! Ben eve dönüyorum!..” “Hey nereye?!..” “Nereye olacak eve tabii. Peşimden de gelme lütfen! Bir saat sonra Maltepe Camii'nin önünde buluşalım yine ve kahrolası lastik eldivenlerini vereyim sana cemaatin gözünün önünde!..” “Ne bozuluyosun oğlum?!.” “Allahaşkına tartışmayalım! Kıçımdan ter akıyor zaten, bir de sana laf yetiştirmek istemiyorum. Bir saat sonra görüşürüz, camiinin önündeki duvarda oturur beklerim seni.” “Peki, özür dilerim! Kızma lütfen...” “Bir saat sonra caminin önünde. Sol cebine bir Cumhuriyet koyup yakana da bir gül takmayı unutma!..” Zaman zaman tarih öncesinin ayrıntılarına ışık hızıyla dönmek istiyor, başardıkça kendime olan güvenimin arttığını hissediyorum. 93 Timur Ertekin Küçük bir olumsuzlukla!. Geçmişte yaşananlar yarının bilinmezliğine, dün, bugüne, bugün yarına, birbirine karışıyor... -Handan Hanım sizi bekliyor telefonda! Meşgul olduğunuzu söyledim ama... Görüşebilecek misiniz?.. -Telefonu uzatabilir misin bana?. -Meşgul olduğunuzu söyledim. İsterseniz daha sonra arayabileceğimizi söyliyeyim!?. -Hayır, hayır, konuşabilirim!.. Şaman!.. Neden her seferinde bana emreden bu küstah, bu zalim efendimin sesine itaat ediyorum? Çekim alanından neden bir türlü kurtulamıyorum? Aradan geçen bunca yıla rağmen neden o çok odaklı elipsoid yapının, o lanet olası taşın zırhını delip duygularımla aklımı barışık kılamıyorum? Şaman!.. Yaşı sonsuzun derinliklerinde kaybolan melun yaratık!. Elbet bir gün senden kurtulacağım!. Dışına çıkamadığım o kahrolası emirlerinden, beni dilediğince yöneten o zalim çemberinden bir gün mutlaka kurtulacağım!.. Delirmek pahasına da olsa, ateşine boyun eğmeyen onurlu bir akrep gibi kurtulacağım senden!. Zafer senin değil benim olacak sonunda. Dilediğim gibi yaşıyor olmanın engin sevinciyle kurtuluşumu haykırırken ben, yenilginin sancısıyla sesimi duymasınlar diye başkalarının kulaklarını tıkayacaksın!... -Ben Handan Timur Bey!. -Merhaba! -Yarın buluşabilir miyiz diye soracaktım, yemekte, yarın akşam!.. -Eşiniz de olacak mı? -Hayır daha önce konuştuğumuz gibi. Siz ve ben. Yalnız!.. -Yarın akşam o zaman!. Nereye götürüyorum sizi?.. -Siz değil ben!. Sekizbuçukta, Kalbur'da bekliyorum sizi.. -Nefis kızartma kokularına doymak için mi Kalbur?!. -Her gün tahammül etmek zorunda kaldığımız kötü kokulardan çok daha iyidir Kalbur’un kızartma kokuları!. Her şeye rağmen güzel şeyler tattırmak istiyorum size!.. -Evet, yemekleri güzeldir allah için!.. 94 Şamanın Üç Soygunu -O halde mesele yok! -Pekalâ, yarın sekiz otuzda!.. Her gün tahammül etmek zorunda kalınan kokular diyerek neyi anlatmak istiyor!. Neden her şeye rağmen tattırılmak istenen güzel şeyler?!. Aklımı başımdan almak için mi? Gözlerinin -uzakları delen bakışları- buğusuna kapılıp peşi sıra gidivermekten korkuyorum! Çekim alanından her kurtulduğumda şükrediyorum tanrıya çaresizliğimi affetmesi için!. Bütün erdemleri uğruna feda edebileceğimin korkusu deli ediyor beni!.. Handan'ı ve kocasını unutmalıyım!. Sonu belli olmayan yeni maceralara atılmak istemiyorum artık! Yanlızca, sadece, bir tek, bir başına, başka bir şey düşünmeksizin, başka işlere bulaşmaksızın zavallı hayatımızın sıradışı romanını yazmak istiyorum. Hepsi bu! Her şeyi bir yana bırakmalı, onunla uğraşmalı, Uğur'la, Hikmet Cengiz'le, Hakan'la, Ömer'le, Muammer Abi ve daha bir sürü insanla konuşmalı, akıl danışmalıyım!. Korkularımdan bir an evvel kurtulabilmenin telaşıyla oturduğum yerden doğrulup telefona sarılıyor, “Söke’li”yi arıyorum.. Uzun uzun çaldıktan sonra açılan telefonun öbür ucundan bir çocuk sesi yanıtlıyor, “Efendim?” Aradığım numara doğruysa Deniz olmalı bu... -Deniz?! Ben Timur amcan, tanıdın mı beni? -Tanıdım, tanıdım. nasılsınız? -İyiyim yavrum sağol, baban evde mi? -Evde. İçerde odada!.. Kaynak yaparken gözleri yanmış yatıyor. Bir dakika kaldırayım!.. Rahatsız etme dememe izin vermeden sesleniyor içeriye. “Babaa.. Timur Amca telefonda!.” Kısa bir aradan sonra telefonun ucunda beliriyor Hikmet. -Merhaba adaş! -Merhaba Hikmet’im, ne yaptın, ne ettin de becerdin gözlerini?!.. -Kaynak makinası aldıydım bir arkadaştan. Bir iki tamir işi vardı evde.. Koruduysam da olmadı!.. Gözlerim yanıyor şimdi. 95 Timur Ertekin Çeşme gibi akıyor... Yatıyordum ben de içerde... -Eczaneden bir göz damlası al, bağla gözlerini, ışık girmesin hiç!. Sorgudaki günlerini de hatırlarsın böylece. Bir de ağrı kesici al istersen.. -Visine diye bir şey var evde! -Tamam işte o. Sana birşeyler danışmak için aramıştım ama daha sonra tekrar ararım artık. -Konuş, konuş aldırma. Dinliyorum seni ben!.. -Bizim dönemi anlatan bir şeyler, bir roman yazmaya çabalıyorum şu sıralar. Sen de varsın içinde. Eğer izin verirsen elbette!.. -Ne demek adaş!.. Ne istersen yaz. Adaşım isteyecek de ben yazma mı diyeceğim? Olur mu öyle şey!.. İstediğini yazabilirsin!. Hatta bir araya gelebilirsek belki bilmediğin bazı şeyleri de anlatabilirim sana yazasın diye!.. -Ararım seni o zaman... Gözümün önüne O’nunla ilk karşılaştığımız gün geliyor..Gecenin bir yarısında, müteferrikanın rutubet kokan karanlık koridorunun sonundaki nöbetçi polis memurunun odasına açılan nezarethanede yalnız başıma kalıyorum. Ağır demir kapı gıcırtıyla aralanıp, biri uzun biri kısa boylu, iki kişiyi iterek atıyorlar içeri. Giyim kuşamlarından, pek hali vakti yerinde olmadıkları anlaşılıyor ilk bakışta.. Kısa boylu olanı, göğsü bağrı açık gömleğinin kollarını kıvırmış, üzerine bastığı topuklarının yamukluğuna alışmış ayakkabılarıyla pervasız bir sohbete bulaşıyor hemen!... “Selamün aleyküm!” “Merhaba!..” “Suçun ne birader?” “Siyasi” diyorum, “Öğrenci olaylarından!.” “Sen de bizden sayılırsın. Hangi gruptan?..” “Grup murup yok! Alıp getirdiler işte!..” “Bizi aydınlıkçı diye getirdiler!..” “İyi!..” “Pek sevmiyorsun galiba?!..” 96 Şamanın Üç Soygunu “Sevmem...” “Bizi de sattı adiler!” “....................” “Alayını biz getirdik Ferit'in minübüsüyle Ankara Ordu Evi'nin önünden Söke'ye. Beşparmak Dağlarına biz yerleştirdik, biz besledik!.. Topladığımız paralarla karılara kürtaj yaptırıp bizi de ele verdi puştlar!.. “...................” “Anamızı bellediler!..” Konuyu değiştirmek için arkadaşına dönüp soruyorum. “Nesi var arkadaşının?” “Bizim birader o arkadaşım değil! Dişi ağrıyor. Ağrımasa da konuşmaz! Ben gibi gönlü ferah değildir!” O sıra demir kapı gürültüye bir kez daha açılıp, siyah pırıl pırıl sivri burunlu ayakkabılarının üstünü örten geniş pantalon paçaları, omuzlarında duran siyah ceketinin altından koluna bağladığı mavi boncuklu muskası, tertemiz beyaz gömleği ve pırıl pırıl dişleriyle biri daha giriyor içeri! Külhan adımlarla bir köşeye yerleşip bileğine geçirdiği tespihini dizinin üstünden aşağı doğru sallandırıp sigarasını yakarken, bıçkın gözlerle kesiyor odadakileri!. Uzun boylu olana dönüp soruyorum. “Çok mu ağrıyor arkadaş?” “Çok!..” Dişi ağrıyor olmasının ötesine taşan suskunluğuyla kararlı, gerekmedikçe konuşmuyor. İnce uzun yüzünün ortasında eğrilerek kıvrılan burnu ve bozuk teniyle sabırlı bir maske taşıyor sanki yüzünde... “Bakabilir miyim? Dişçilik öğrencisiyim ben.” “Bakarsın adaş.” Yanıma sokulup ağzını açarak, nasırlı uzun parmaklarıyla 97 Timur Ertekin ağrıyan dişini gösteriyor. “Fena çürümüş. Bir şeylerle delip özünü açabilirsem ağrın kesilir.” “Kes o zaman!” “Canın fena yanar ama…” “Şimdi de yanıyor...” Oturduğumuz ahşap kerevetin çivilerinden birini söküp tutuşturduğumuz kibritin alevine tutup soğumasını bekleyerek çürüğünün ortasına saplıyorum. Acıyla inleyip, iri avuçlarının arasına alarak çenesini, dizlerinin üstüne kapanıyor.. “Beceremedik.” “Olsun adaş aldırma...” “Özür dilerim, çok özür dilerim…” “Boşver adaş alışkınız biz. Adını bağışla?!.” “Timur.” “Memnun oldum adaş. Ben de Hikmet…” “Çok yaktım değil mi canını?!.” “Boşver, kimbilir daha neler çekeceğiz.” Kısa boylu olanı araya girip sırıtarak, “Dışarda çektiğimiz yetmedi, burda da canımızı yakıyor bizim talebeler.” deyince sohbete katılmak zorunda kalıyor Hikmet; “Bizim birader pek lafını bilmez adaş.” “Kardeşiniz miydi?!.” “Benden bir yaş büyüktür Memet...” “Siktiret bizi, seni niye aldılar birader onu söyle...” “Biraderinin merakına diyecek yok Hikmet kardeş. Sonra ona doğru dönüp, aşeriyorsan söyliyeyim diyorum, silah yakalattım!..” Oturduğu yerden bizi kesen kolu muskalı bitirim, silah lafını duyunca toparlanıyor. Kardeşinin densizliklerinden fena halde sıkıldığı her halinden belli olan Hikmet'in suratı asılırken, öteki sürdürüyor merakını. 98 Şamanın Üç Soygunu “Ondörtlü müydü?” “Yok değil. İkisi Astra biri Barabellum. El bombası, fitil, fünye falan...” “Ne yapcaktın onca şeyi birader?” “Sorgumu sen mi yapmaya karar verdin şimdiden?” “Öyle ya!. Şaşırdım da sordum birader. Kocca PDA'da* sendeki kadar malzeme görmedim de şaşırdım, öylesine...” “Ne işleri vardı o zaman Beşparmak dağlarında?..” “Bilmem ki? Bir kaç parça dinamitleri vardı, onu da balık tutmak için atarlardı arada sırada denize...” “Balıkları katlederek mi erişecektiniz halk savaşının zaferine?.” “Ne bilirim ben.” “Boşver sen.” “Vallaha bak, bi gün girdiler denize balıkları toplamaya, bana da çık dediler ağaca. Köpekbalığı gelirse yukardan beri söylersin diye... Görmedim ki adaş, ite benzer bişey bekliyorum ben. Diyorum ki yukardan, şurdan kocaman bi tane geliyor, sıkı tutun, kaçırmayın. Meğer köpekbalığıymış... Kızmışlardı bana adiler!..” Hızını alamayıp PDA hikayelerini anlatmayı sürdürürken Mehmet, gözleri faltaşı gibi açılmış bizi dinleyen kolu muskalı külhanbeyi karışıyor söze. “Gerçekten var mıydı onca makara sende?” “Ne makarası?” “Silah, külâh, bomba?!.” “Vardı!” “Sen de onları verdin!?.” “Elbette. Tonla da dayak yedim bir de üstüne...” “Verilir mi be arkadaş!. Ah bende olacaktı ki onlar. Tonla düşmanım var, atardım evlerine... Çoluğu çocuğu, biti piresi, kenesi kertenkelesi ölsün!. Silerdim topunu şerefsizim...” Bu matrak katliam özlemine hep birlikte gürültüyle gülerken * Proleter Devrimci Aydınlık siyasetinin kısa adı. 99 Timur Ertekin demir kapının ardında beliren İzmirli nöbetçi komiserin özenle inceltilmiş bıyıkları, meraklı bakışlarıyla gözgöze gelip susuyoruz... Giderek ayrıntıları daha iyi hatırlıyor, geçmişte yaşanılanlarla yarının bilinmezliğinde gizlenen korkularımı bir arada yaşamayı öğreniyorum hızla. Bazen her şeyi birbirine karıştırıp, zaman denilen kavramı unutarak bir başka boyutta yaşamaya başlıyorum sanki!. Uykularım kaçıyor geceleri!. Düzgün cümlelerle sabahlara kadar birşeyler yazmaya çabalıyor, ertesi gün beğenmeyip çöpe atıyorum hepsini! Tanrım neden bu kadar zorlanıyorum?!. Hayatımın romanını yazmak istiyorum, hepsi bu!... -Yarın seni yine ararım Hikmet. Şimdi gözlerini bağla ve yat!. Birkaç gün gözlerini ışığa açmamalısın! Haftaya bir şeyin kalmaz iyileşirsin... -Nasıl yatarsın adaş yarın iş günü benim için. -Boşver işi şimdi. Sağlığından daha önemli ne olabilir?. -Olmuyor adaş olmuyor… Dikkat ederim yine de söylediklerine. Ama çok memnun oldum, gurur duydum. Ne istersen yazabilirsin bana ait!. -Sağol adaşım, seni seviyorum!.. İyi bak kendine... Ertesi gün muayenehaneden ayrılırken aklıma gelenleri aktarıyorum Bilge'ye.. Aletleri yağlayıp çıkarsın benden sonra. Eve gidip traş olup banyo yapıcam daha. Arayan olursa erken çıktığımı söylersin. -Önemli bir şey olursa yemeğinizi bölebilir miyim? -Neden? -Kalbur'un telefon numarasını not etmemi söylemiştiniz!?.. -Basit bir paranoya bu! Yalnızlık duygusundan kurtulmak gibi bir şey! -Anlıyamadım? -Boşver, ne olduğunu ben de bilmiyorum!.. -Ama ben... -Abartma sevgilim.. 100 Şamanın Üç Soygunu -Bir şey söyliyebilir miyim? -Evet?!.. -Bu akşam yemeğinden korkuyor gibisiniz!.. -Bilmediğim her şeyden korkarım ben seviyorum!. -Ben de sizi çok seviyorum ama.... -Bilge lütfen!... -Peki Timur bey, peki!.. aldırma. Seni Randevu saatinden yirmi dakika önce geliyorum Kalbur'a. Üstünden çıkarmadığı blucin pantolonuyla kendime yakın bulduğum Mehmet Bey, her zaman olduğu gibi gülerek, hoşgeldiniz diyerek karşılıyor kapıda... -Hoşgeldiniz!.. -Handan Hanım yer ayırtmıştı!.. -Adınızı verip, iki kişilik bir masa istediğinizi söylemişti bir hanım!.. Arzu ettiğiniz gibi, köşedeki tek masayı!. -Güzel... Teşekkür ederim... Sağolun!.. Kırmızı beyaz küçük karelerle süslü sevimli masa örtüleriyle restorandan daha çok aydınlık bir dükkanı andıran Kalbur'un bir köşesine zorla sıkıştırılan, kimsenin pek fazla rağbet etmediği bu küçük masayı ayırmalarını söylemişim demek. Bu daracık mekanda yalnız kalınabilecek tek masayı... -Siparişlerinizi alayım mı?. Bekler miydiniz?!. -Handan Hanımın gelmesini bekleyelim!.. Kalbur'u oturacağımız yere karar verecek kadar iyi bilen birisinin benim adımı vererek yer ayırtmasının nasıl bir mantığı olduğu düşünürken ben, Handan beliriyor kapıda. -Merhaba!.. -Yer ayırtmadınız diye az daha kapının önüne koyacaklardı beni.. -Şaka yapmayın, sizi tanıdıklarını biliyordum!.. 101 Timur Ertekin -Ben de onu merak ediyordum?!.. Büyücülük mü var işin içinde?.. -Sizi biraz etkilemek istedim, hepsi bu!.. Şaka, şaka.. -Bunun için çaba sarfetmenize gerek olmadığını da biliyor olmalısınız!.. Hem bu şaka değil!.. -Ah, teşekkür ederim!.. -O halde düşündüğümden çok daha fazla önemseniyorum?!.. -Önemsemesem burda olur muyum dersiniz?!.. -Nedenini bilmek de beni meraktan kurtarır belki... -Merak kediyi öldürür der İngilizler. -Yapmayın, kedi miyim ben?.. -Hem de iri bir kedi sayılırsınız! Aslan burcundan olduğunuzu biliyorum! Kedileri sevmediğinizi de!.. -Doğru, kedi kokusundan nefret ederim!.. -Neler istediniz benim için? -Hiçbir şey! Sizin gelmenizi bekledim... -O halde isteyelim.. Benim için sübye dolması, karidesli sigara böreği ve kalamar söyler misiniz lütfen? -Elbette... Mehmet Bey bakar mısınız!. Peki ne içiyoruz?.. -Siz rakı istersiniz, ben de çok iyi soğutulmuş bir Kavak istiyorum... -Rakı olmasın! Ben de size eşlik etmek istiyorum bu akşam. Kavak bana da uygun bir seçim üstelik. Tatlı şarap sevmem ben. -Peki, ben de şarap yeterince soğuk olsun diyeyim bari... -Hayır, hayır!. Buz gibi olsun!. Buzlukta bile tutabilirler şişeyi... -Kural dışı olmak sizin de hoşunuza gidiyor. -Her zaman değil, tersini özlediğim de oluyor kimi zaman. -Sakın kuralcı olduğunuzu söylemeyin bana. -Hayır. Aslında nasıl biri olduğumu ben de bilmiyorum... -Şimdi de siz beni şaşırtmaya çalışıyorsunuz. -Ne yiyeceğime hâlâ karar vermeyerek değil mi?!. Midyeye doymak istiyorum bu gece Mehmet Bey. Ne kadar çeşidi varsa, tavası dışında tabii!.. “Bunu bekliyordum.” diyerek masanın başından ayrılıp, tezgahın arkasındaki eşine siparişlerimizi tekrarlıyor Mehmet Bey. 102 Şamanın Üç Soygunu “Kalamar dolma, özel sigara böreği, kalamar tava, bir de Timur Beyin midyeleri!..” -Önce kim başlıyor? -Bu ben olmayayım lütfen! Sizi dinlemek istiyorum bu gece!.. -Peki, ben başlıyayım. -Evet?!.. -1948 Çaycuma doğumlusunuz. 1956-57 den beri Ankara'da oturuyorsunuz. İlkokulu Yenimahalle'de Barbaros Hayrettin Paşa ilkokulunda bitirdiniz, Üç çocuklu bir ailenin, emekli albay bir babanın ortanca çocuğusunuz. Babanızın adı Veli, annenizin Seniha. H nokta Seniha. H, Hüsniye miydi? -Hayır, Hatice!.. Hüsniye annanemin adı... -Orta okula, şimdi adı Yenimahalle Kız Lisesi olan binada başladınız. Aynı yılın ikinci yarısında tüm erkek öğrencilerle birlikte, birinci duraktaki Mustafa Kemal Erkek Lisesi'ne yerleştirildiniz. 27 Mayıs 1960 ihtilâliyle babanızın emekli olmasının ardından, 1961’de Yücetepe Mahallesine taşındınız. 1964-65 yılında bir yıl gecikmeyle liseyi bitirip Hacettepe Diş Hekimliği Fakültesine girdiniz. Lise yıllarınızda en yakın arkadaşınız Ergün Bayramoğlu'ndan etkilenerek sol akımlara sempati duydunuz... -Bir dakika!.. Yirmi yıl önce benim sorguda söylediklerim bunlar!.. -Evet!.. -O halde siz sorgumu okudunuz!?.. -Evet!. -Nasıl?!.. -Nasıl ve nerden başlayacağımı doğrusu ben de bilemiyorum!.. -Mehmet böyle bir şey yapmaz!.. -Elbette!.. -O zaman beni sorgulayanlarla bir bağınız var!?.. -Evet!. Sizinle kocam hakkında konuşmak istediğimi söylemiştim!.. -Tanrım... -Roman yazmak isteyen sizsiniz... -Kocanızla karşılaştığımızda birbirimizi tanıyabileceğimizi 103 Timur Ertekin düşünerek yumuşak bir geçiş ortamı yaratmaya çalışıyorsunuz. Yanılıyor muyum yoksa?!. O'nu da hazırladınız mı bari bu ilginç buluşmaya! Yoksa ilk basamağında benim bulunduğum iki aşamalı plan mı bu?. -Hayır, o kadar acımasız olmayın. Janset sizden söz ederken, amalgam dolguların MS nedeni olabilirliği konusunda düşüncelerinizi aktardığında, başınızdan geçenleri bana ilk kez Adnan anlattı o gece. Sizi iyi tanıyor... Siz kabul ederseniz eğer tedaviyi reddetmeyeceğini de özellikle bilmenizi istedi... Kısa süren bir sessizlik yaşanıyor masada… Yeni bir hesaplaşma mı bu? Bir varsayım üzerine kurulan bu umut neden benimle paylaşılmak isteniyor?!. Hayatın son diliminde ele geçirilen bir günah çıkarma, bir gönül alma çabası mı bu?!. -Tahammül edilmek zorunda kalınan berbat kokulardan söz etmek için oldukça uygun bir mekan derken bana bunları anlatmak istiyordunuz!.. -Evet!.. -Nerde karşılaştığımızı da söyledi mi? -Evet, evden alındığınız ilk gün... -Sonra?!. -Sorgudan döndüğünüzde, emniyet sarayında... Emniyet sarayında başımın altına protokol defterlerini yerleştirirken gözlerimin içine bakarak -ah çocuk, bak ne hale gelmişsin- söylenişi geliyor aklıma... -Sesi hâlâ çatlıyor mu kocanızın bağırdığında?.. -Hiç dikkat etmedim. -Güçlü kuvvetli mi bari hâlâ? Cevap vermeden masanın üstüne bıraktığı sigara paketine uzanıp, titreyen parmaklarıyla çıkardığı sigarasını yerleştirirken dudaklarının arasına, çakmağa uzanan eline dokunarak çakmağı alıyor ve yakıyorum. Gözyaşlarıyla dolu gözlerinde parlıyor Kalbur'un çıplak ışıkları... 104 Şamanın Üç Soygunu -Özür dilerim, gerçekten çok özür dilerim! Düşüncesizliğimi bağışlayın!. -Önemi yok!. Zor bir gece olacağını önceden biliyordum... Demek o başı dik esprili girişin ardında, haberdar edilmeye çalışıldığım tatsızlıkların telâşı vardı!?. -Peki ayrıntılı ifademi nasıl elde ettiniz?!. -Üst düzey görevlilerinden biriydi malulen emekli olduğunda eşim!. Hâlâ çok seveni vardır teşkilatta!. Artık herşey teknolojinin kolay ulaşılabilen arşivinde saklanıyor... -Bunu sizden eşiniz istemiş olamaz, yanılıyor muyum?!. -Doğru, ben istedim... Sizi daha iyi tanımak, nasıl bir adamla karşılaşacağımı önceden kestirebilmek, yapmış olduklarınızın izini sürerek bu günü değerlendirmek istedim!.. -Janset'e güvenmeyip, aklınızı kurcalıyan şeylerin, kötü olasılıkların sınırını çizebilmek, korkularınızı aşabilmek için araştırdınız!?.. -Bunu gizlememin bir anlamı yok... -Sonra?. -Sonra sorgunuzu dikkatle okudum. Yazdıklarınızla çevrenizdekileri korumak için aldığınız acemi önlemleri, onları belaya bulaştırmama çabasıyla sorgu metnine iliştirdiğiniz beyaz yalanlarınızı gördüm... -Sonra? -Sonra sizden korkmam için bir nedenim olmadığına karar vererek size geldim!.. “İşte istedikleriniiiz!” diyerek elinde tuttuğu yuvarlak tepside taşıdığı mezeleri birer birer masaya yerleştiriyor önce Mehmet Bey. Sonra elinde buğulu, buz gibi bir şarap şişesiyle geri dönüyor masamıza. -Nasıl da çabuk hallettiniz böyle? diyorum, soğutulmuş şarap şişesine dokunarak… -Yangın söndürücüleriyle şişelerin üstüne köpük sıkardık soğusun diye askerde. Kazanılmış eski bir deney!.. 105 Timur Ertekin -Ciddi olamazsınız! “Elbette değilim” diyor Mehmet Bey, “Küçük ama özenli bir işletmeyiz biz!” Mehmet Bey’in yangın tüplerinde şarap soğutma esprisi rahatlatıyor, gözlerindeki hüznün dağılmasına yol açıyor Handan'ın, gülüşüyoruz... -Size bir şey önermek istiyorum Handan Hanım, eğer izin verirseniz tabii.. -Lütfen... -Gelin geçmişi ve yarını düşünmeyi bırakalım! En azından şimdilik! Düşüncesizliğimin bedelini ödemek istiyorum bu gece. Alnına götürdüğü zarif parmaklarının ucunda gizlediği dargın bakışlarından sıyrılıp iki yana sallayarak başını, “Alemsiniz Timur Bey” diyor... -Alemsiz ve beysiz lütfen, yalnızca Timur!.. -Siz de bana Handan deyin o zaman. -Bakın işte bu o kadar kolay değil... Hem kolay terfi etmeye alışkın değilim ben. -Bunu gerçekten istiyorum, sevgili Timur!. İçimden yüksek sesle, elbette sevgili Handan demek istiyorum, elbette!.. Daha ne kadar direnebilir, sizin, bu insanı kahredecek kadar güzel efendimin emirlerinin dışına nasıl çıkabilirim?!.. -Zaaflarımı benden daha iyi biliyorsunuz!.. -Hayır, sizi tanımak, sizi dinlemek istiyorum!.. -İçimden geldiği gibi öyle mi? -Evet!.. Size inanıyorum sevgili Handan! Buğulu göz yaşlarınız, sessiz sedasız emreden gözleriniz, içimi tutuşturan tavırlarınızla aklımdan gelip geçiveren her şeyi en az benim kadar bildiğinize 106 Şamanın Üç Soygunu emin olsam da size inanıyorum!.. -Arşivler yeterli olmuyor demek? -Devletin şaibeli arşivlerinden fala bakmak kolay olmuyor!.. -Buna gerek var mı peki?!.. -Sıradanı yaşıyanlar için yok! Ama benim gibi paylaşmak zorunda olduğu önemli sorunları olanlar için durum biraz farklı!.. Mahremiyetin, devlet arşivlerinde, insanların apış aralarında değil, aklın gizinde saklı olması gerektiğine inanıyorum!. Ben mahremiyetinizle ilgilenmedim!. -İşte buna fena halde içerim!. Cinselliğin ve hayatın bu dolaysız anlamına ulaşabilmek için epey emek vermiş olmalısınız!... -Tabulardan sıyrılmanın kolay olduğunu kim iddia edebilir?!.. -Ona yüklediğiniz anlama bağlı bu!. -Bunun belli bir anlamı olmadığını söylemek istiyorum ben de!. Geleneksel değerleri yıkmanın ötesinde, sorumluluk bilincine sahip bireyler olabilmenin zorluklarından, zorunluluklarından söz ediyorum ben!.. -Peki neyin sancısı bu?.. -Bir naziyi yargılarken, insan olduğumuzu unutabiliyor olmanın iki yüzlülüğünden söz ediyorum... -Ama kin ve nefretle dolmak, onunla birlikte yaşamak da insani bir duygudur!.. -Affedici olmak da! Cezalandırmak da!.. Yanlış olan, iki uç arasında kaybolmanın konforunda gezinmektir!.. -Siz kocanızı seviyorsunuz! -Elbette... İşte midye salatanız, diyerek maydanozların yeşilinde parlayan sızma zeytin yağına bulanmış iri midyelerin doldurduğu minik porselen tabağı, yarısı boşalan mezelerin bulunduğu tabakları birer birer itip yer açarak masamıza iliştiriyor Mehmet Bey. -Bakalım midye dolmasına ne diyeceksiniz?.. -Bağışlayın ama rahmetli annanemin midye dolmalarından sonra hiçbir aşçının şansı olabileceğini sanmıyorum. Yine de 107 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Kalbur'dakilerden pek fazla yakındığımı söyleyemem! -Haksızlık etme, çok lezzetli bence!. -Gördüğünüz gibi bütün hanımlar sizden yana Mehmet Bey. Handan öyle diyorsa eğer öyledir, ne diyeyim... -Özür dilerim, özür dilerim… Gerçekten!.. Az önce dediğin gibi ciddi olan her şeyi bir kenara bırakıp eğlenmeye bakalım bu akşam. Beni güldürmene izin veriyorum!. Lütfen!. Hadi!?. Hadi birlikteliğe içelim!.. Mehmet Bey yandaş bulmanın keyfiyle bizi başbaşa bırakıp uzaklaşırken, giderek artan lekelerle dolu ellerime dokunarak parmaklarının arasında gizlediği ortası delik metal parayı avucuma bırakıyor Handan usulca!.. Dozu giderek artan bu kışkırtıcı üsluptan fena halde tad almaya başladığımı düşünerek ürperiyorum. Hangi bilinmezliklerin kucağına yelken açıyorum ben yine?.. Şaman!.. Eminim sen varsın, yine sen dolanıyorsun ortalıklarda!.. Pürüzsüz parmak uçlarında sonlanan kadehi “birlikteliğe” diyerek dudaklarına götüren bu karşı konulmaz kadının bedenine girip beni kışkırtarak yasakların kör zindanlarında boğmak istiyorsun beni yine!. Sonra karşıma geçip, tutkularımla yasakların arasında yaşanılan gelgitlerde tükenişlerimi arsız, umarsız, seyredeceksin! -Ne kadar güzel elleriniz var. -Ben pek öyle bulmuyorum! -Yo, gerçekten güzel!. -Bir erkek arkadaşım vardı eskiden. O da söylerdi ama inanmazdım. -Gerçekten güzel!. Tırnaklarınızı biraz uzatmalısınız yalnız bence. Biraz uzunca sonlanmalı parmaklarınızın ucunda!.. -Hiç denemedim!. Biraz abartma, yakıştırma gibi geliyor bana!.. -Uzatmalısınız bence!.. -Bilmem, belki de!. -Peki, nedir bu?!. -İkibuçuk kuruş! Bununla alışveriş yapma şansım olmadı benim ama eminim birşeyler satın almışsındır bununla sen?.. -Evet, iyi bir bayram harçlığıydı ellili yılarda!. -Şimdilerin olmaz bir satın alma aracı... -Evet, gerçekten!?.. -Bunun için banka soyar mıydınız?.. -Sevgili Handan, ben anayasal düzeni zor kullanarak değiştirmeye baş koyduğum için yargılandım kukla tiyatrosunda!.. Askeri yargıtay tarafından aklanıncaya kadar da paşa paşa yattım içerde!.. İsterseniz bu garip bulmacalara bir son verip bugüne dönelim artık!. Sonuç olarak sizi rahatlatacaksa eğer, sizin için psikanalitik bir testin gönüllüsü de olabilirim. Alışkanlıklarım doğrultusunda banka değil, benzinlik soymak gibi bir maluliyetim var dediğimde mutlu olacaksanız eğer söyleyin onu da telaffuz edeyim! Ama ne istediğinizi beni yormadan söyleyin bana lütfen!.. 108 -Yemekler mükemmeldi Mehmet Bey, midye dolması dahil! -Sağolun, buna sevindim.. Yavaş yavaş boşalıyor ortalık. Sürekli tezgâhın arka tarafında çalışan eşiyle oluşturdukları ev hali, geç saatlere kadar süren, alkol buharlı muhabbetlere izin vermiyor Kalbur'da.. -Hesabı istiyebilir miyim Handan? -Evet ama ben bir kahve içerim!.. Kapının önüne çıktığımızda tenimizi saran serin havanın esintisiyle ürperiyor içimiz. Yeleğimi omuzlarına koymak istiyorum “Hayır teşekkür ederim” istemiyor.. Karşıda yolun kenarına park ettiği arabasına doğru birlikte ilerlerken birden durup soruyor. -Tekrar ne zaman birlikte olacağız?!. Demek Adnan Beyle karşılaşmadan önce bir kez daha birlikte olacağız. Zor da olsa ilk adımlarının aşıldığı, net beklentilerin ortaya konulacağı bir başka buluşma öyle mi... Basit bir tıbbi müdahaleden öte bir şey mi yoksa benden beklenilen?. Onu aşan 109 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu birşeyler mi var bilmediğim? Amalgam dolgularını söküp atacağım saygıdeğer hastamızın ağzından hepsi bu!.. -Alışılmışın oldukça dışında ve hoş bir şey sizinle birlikte olmak. Ama önümüzdeki hafta burda olmayacağım herhalde. Hafta sonuna kadar buradayım ama hemen ertesi gün İstanbul'da olmayı düşünüyorum… -Ooo, ne güzel? Bir iş gezisi mi bu? Hayır iş gezisi değil. Uzun zamandır tasarladığım, kimbilir belki sizin de içinde olacağınız romanımı yazmak, daha önce yazdığım bölümleri gözden geçirmek, ona -romanıma- Boğaz'ın sularında -surlarında- malzeme toplamak ve nihayet o muhteşem karmaşasında kaybolmak için İstanbul’un, sevgili Ayten’ime gidiyorum!. -Öyle de denilebilir. Uzun zamandır tasarladığım bir İstanbul gezisi bu!.. -Ne zaman döneceksiniz? -Pazar günü sanıyorum… -Bir sonraki hafta görüşürüz o zaman!.. -Evet, muhtemelen pazartesi. -Evet, evet pazartesi... *** Sisli, karanlık bir İstanbul akşamı Çağlayan'dan bindiğim taksi, dar sokaklardan geçerek Arnavutköy karakolunun yanındaki parkın köşesinde, Eylül Bar’ın tam önünde indiriyor beni. Bir omzumda çantam, öbüründe lap top bilgisayarımla gezgin bir taşralıyı oynayarak giriyorum Eylül Bar’ın soluk ışıklarına. Ayten yok. Yola çıkmadan önce ara mutlaka dediğinde dinlemeliydim sözünü... Olsun!. Elimdekileri barın arkasında bir yere bırakıp bol buzlu bir viski söylüyorum kendime. J&B lütfen, duble! Hemen girişte, vestiyere bitişik olan köşede magazin sayfalarını dolduran fotoğraflarından tanıdığım birileri oturuyor. Ne tuhaf tipler var diyorum, etrafını saranların kılık kıyafetlerine bakarak. Ben hayatta böyle dolaşamam!. İçindeki buzları parmaklarımın arasında çevirip durduğum viski kadehinin yalnızlığında uzaklara doğru yola çıkmışken ben, son görüşmemizden bu yana daha da uzayan boyu, kıvır kıvır uzun saçlarıyla Oğuz giriyor içeriye. Yalnızlığım sona eriyor!... -Selam delikanlı! 110 111 Timur Ertekin -Selam! Annem yok mu?!. -Yok, Beyoğlu'na inmişler Recep'le. Biraz gecikeceklermiş hem!.. Yanında getirdiği, şapkası ters, tombul, uzun boylu arkadaşıyla birlikte onlar da oturuyor bara. Alnına dökülen saçlarının altında gizlenen yüzüne bakarak annesine her gün biraz daha benzediğini farkediyorum hayretle. Barın bir ucundan, tombul arkadaşıyla başlattıkları matrak sohbete katılıyorum ara sıra. Daha çok arkadaşı konuşuyor, arada bir İngilizceye kaçan matrak bir Türkçeyle. Yarı İngilizce yarı Türkçe müstehcen fıkralar anlatarak güldürüyor dinleyenleri. Olağanüstü genç, sevimli ve edepsiz saatlerin ardından, yerde yuvarlanarak hareket eden, garip, tüylü bir oyuncakla Ayten'le Recep giriyor içeri. Ve kahkahalar ardından!... -Büyümemek ne güzel şey be patron!? -Çıkış saatini neden bildirmedin yavru kuş?!. -Ne bileyim öyle oldu işte... Kahkahalarla, masaların, sandalyelerin aralarında dolaşan kıllı yaratığın yuvarlanışlarını seyrediyoruz hep birlikte… “Bunu mutlaka almalıydım” diyor Ayten, “Almasam çatlardım!” Gecenin keyfi, Eylül'ün sonbahar ışıklarıyla uzayıp gidiyor... Çılgın bir rock grubunun konseri var yukarda. Tıka basa doldurmuş küçücük salonu gençler. Konserin sona ermesiyle birlikte ağzına kadar doldurdukları salonu birer ikişer terkederek bize -gerçek sahiplerine- bırakıyorlar Eylül’ün sarı sıcaklığını… -Ee, anlat bakalım! -Nerden başlamalı bilmem ki! -Romandan! Bana romanını anlat.. -Küçük de olsa yazdım bir bölümünü. Zor gidiyor!... Saatlerce oturup sadece bir paragraf yazabiliyorum mesela!.. Her geri dönüşümde bir önce yazdıklarımı beğenmeyip değiştiriyorum!.. Böyle giderse bitiremiyeceğimden korkuyorum!. 112 Şamanın Üç Soygunu -Olur mu öyle şey, başlamaktır önemli olan. Sonu gelir nasılsa!... -Ölür mölürüm de bitiremem diye it gibi korkuyorum!.. -Saçmalama da anlat! -Ne anlatayım, şimdiye kadar yazdıklarımı dosyalayıp getirdim. Eve gidince okursun... -Sabredemem o kadar, çıkar bakalım şunları ortaya! Nazlanmadan çantamın içinden çekip çıkararak veriyorum dosyayı. Barın üstündeki bardaklardan süzülen ışıkların aydınlığına girip başlıyor okumaya.. Okudukça yüzünde beliren ifadeyi kaçırmamaya çalışarak merakla izliyorum ben de. Zaman zaman gülerek, zaman zaman elinden eksik etmediği sigarasının dumanını burnunun üstünden yukarı doğru üfleyerek sürdürüyor okumayı. Arada bir “Ay bu çok hoş!” diyerek okumayı kestiğinde metne dönüyor, birlikte okuyoruz yeniden!. Gün, sabahın ilk ışıklarına dönerken, okumayı bitirip, sınırsız tükettiğimiz viskilerin keyfiyle matrak bir yolculuğa çıkıyoruz birlikte… -Güzel, güzel ama yetmez!.. Farklı bir şeyleri daha olmalı bu romanın!. -Nasıl? -Bir müziği olmalı! Bence her romanın bir müziği olmalı zaten!. Romanı okurken o müziği dinlemeli insanlar! -Orjinallik adına falan mı olmalı bu?!... -Orjinallik adına filan değil, olması gerektiği için olmalı!.. Kokusu olmalı mesela!.. Onu olması gerektiği gibi anlatan çok özel bir kokusu olmalı!.. -Sen de işi giderek zorlaştırıyorsun... Aklına her yeni geleni yeni bir hoşlukla süsleyip sürdürüyor konuşmasını. -Dip notlarla dolmalı sayfalar tepelerine kadar, meraklı okuyucuların merakını gideren dip notları! Arada bir boş bırakılmış beyaz sayfaları olmalı mesela! Ey okuyucu, bu sayfa seninle birlikte olabilmenin, başbaşa kalabilmenin tadına 113 Timur Ertekin varabilmek için özellikle yazılmadı! Bu çok güzel olur bak!.. Bunu yapabilirsin. Resimler, krokiler, anlatmak istediklerini okuyucuya farklı boyutlardan aktaran figürler, grafikler çizebilirsin, haritalar filan, vallahi... -El ilanları, reklamlar, çıkartmalar, yanında hediyelik çakmak, ihtiyaç sahiplerine tüpgaz!... -Sen dalga geç bakalım.. Uçuk öneriler paketinin sonuna gelindiğinde sabahın ilk ışıklarıyla sönen sokak lambalarının arnavut kaldırımlarını saran sıcaklığı sona eriyor!.. -Seni seviyorum patron, çok, çok, çok özelsin!.. -Sen de öylesin minik kuş, sen de öylesin benim için!.. Eylül'ün ışıklarını teker teker söndürüp kapının dışına çıkarak, ferforje süslü camın ardından kapıyı kitleyişimi izliyor Ayten. Parmaklarının ucuna sıkıştırdığı sigarasıyla sarhoş bir asker selamı vererek ayrılırken kapının önünden, elimi önce dudaklarıma, sonra alnıma götürerek saygıyla selamlıyorum onu!. Dolana dolana çıkan merdivenlerinden soluk soluğa ulaştığım terasta, boğazı saygıyla, bir kez daha seyredip, Ayten'in benim için hazırlattığı portatif yatağa, uykunun çekici kollarına bırakıyorum kendimi!.. Hoca Efendi, Hoca Efendi!. Gecenin korku veren sessizliğinde kapının ardında yükselen bu anlaşılması güç, garip seslenişin ne anlama geldiğini düşünürken ben, Hoca Efendi, bilge dudaklarına götürdüğü işaret parmağıyla sessiz kalmamı isteyerek başımı okşuyor. “Korkma” diyor “İbram olmalı bu, Seyid İbram, ben bakarım!.” Kapının ardında süren kısa pazarlığın ardından odaya dönüp “Hazırlan, gidiyoruz!.” diyor Hoca Efendi!.. Tren istasyonunun hemen arkasındaki ilkokulun iri taşlardan örülmüş sağlam yapısını geride bırakıp, gecenin karanlığında şehre, Nörkah'a doğru yol alıyoruz hızlı adımlarla. Karasu deresine uzanan söğüt dallarından birini elindeki kemik saplı bıçağıyla kesip ayırırken dönüp sesleniyor Seyit, “Kes! Sen de kes!.” İnce uzun söğüt dallarını keserek sürükleniyoruz Seyit İbram’ın 114 Şamanın Üç Soygunu peşinden! Çayırlara vardığımızda, elindeki söğüt dalını yeşilliklerin içinde öbek öbek yükselen ucu dikenli sivri otlara vurarak dövmeye başlıyor çayırı! Bir yandan da “Vurun!” diyor “Vurun düşmana, durmayın!” Ellerimizde söğüt dalları, durmaksızın vuruyoruz çayırlara!.. Sabaha karşı “Yeter!” diyor, “Yendik düşmanı!” Sırtımı toprağa verip uzanıyorum çayırlara. Diz çökmüş, alnından burnunun ucuna süzülen, ardından toprağa düşen ter damlalarını kolunun yeniyle silerken hocaefendi, biraz ileride, yüzünü yeni doğan güneşin ilk ışıklarıyla parlayan Fırat'a dönmüş, belki de ilk namazını kılıyor Seyit!. “Bu gün ayın kaçı?” diye soruyor hoca, yirmi altısı diyorum, Ağustos’un yirmi altısı! Gökyüzünde kırlangıçlar sekiyor... Dönüp baktığımda, hocaefendinin çoktan uyumuş olduğunu görüp şaşırıyorum! Gözlerimi kapıyor, uykunun sıcak karnına bırakıyorum kendimi ben de... Uyandığımda, gece ayağımdan çıkaramadığım postallarım ve sırtımda kabanımla hangi zaman diliminde ve nerede olduğumu sorarak başlıyorum güne. Şaman!.. Biliyorum dün gece sendin yine peşimde!.. Beni korkutmak, yüreğimin derinliklerine saldığın korkularınla hayatımı yönlendirmek için girdin rüyalarıma... Ama nafile!. Karşı koysan da sen değişiyorum!. Yirmi altı Ağustos öyle mi?. Seni ihtiyar!.. Büyük taarruzun başladığı gün, ucu dikenli sivri otlarla savaşarak Anadolu İhtilaline katılıyor olmanın duygu yüklü öyküleriyle sarhoş dolaşmak istemiyorum artık... Sana kanmayacağım! Peşimden ısrarla gelen senden ve kendimden kurtulmak istiyorum artık!.. Benim bağımsızlık savaşım bu!... Gecenin ağırlığından bir an önce kurtulabilmek için tıraş olup, kendimi banyoya atıyorum. İçinde tuvaletin de bulunduğu küçük banyonun, beklenenin ötesinde sunduğu bol kaynar suyun altında kemiklerime kadar ısınmanın keyfiyle eriyip gidiyorum. Üstümdekileri, Nurten'in küçük çantama sıkıştırdığı temiz çamaşırlarla değiştirip, odanın içinde dolaşmaya başlıyorum. Minik terasa açılan ağır, geniş camlı kapının ardından boğazı seyrediyorum bir süre!. Giriş kapısının önünde buluşan çift taraflı merdivenleri, dar pencereleri, iri kuleleriyle Kuleli Askeri 115 Timur Ertekin Lisesi'nin görkemli binası duruyor tam karşımda! Bindozyüzotuzbeşlerde, mangal yürekli, muzip subay adaylarının, dershanelerinin pencerelerinden, önlerinden geçen yola serdikleri, ucuna özenle kuşyemi dizilmiş iplerle nasıl martı avlamaya çalıştıklarını gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum... Öğleden sonra saat üçe doğru saygılı tavrı, olağanüstü güler yüzüyle, merdivenlere açılan kapıdan yardımcısı giriyor Ayten’in.. -Umarım rahatsız etmiyorum? -Ben de tam tersini düşünüyordum!. İnşallah ben sizi rahatsız etmiyorumdur?. -Hayır, hayır, lütfen!.. İşimi bitirir bitirmez aşağıya inmek zorundayım zaten... Elindeki dosyaları masanın üstüne koyarak izlenilmesi zor bir tempoyla çalışmaya başlıyor Funda. Günlük mübayaanın tesbiti, kuruyemişçiye, bakkala, kasaba, verilmesi gereken siparişler, personelin iş bölümü, nöbet çizelgeleri ve Ayten'e iletilmek üzere bırakılan mesajları sıralamakla dolu inanılmaz bir tempo! Günlük işleri bir çırpıda yoluna koyup odadan ayrılırken “Birşeye ihtiyacınız olursa beni arıyabilirsiniz” diyor, aşağıda, barda olacağım! Odadan çıkar çıkmaz botlarımı çıkarıp, kanapeye uzanarak nafile bir uykunun beklentisiyle dönüp duruyorum. Akşama doğru, ancak sıyrılabildiğim alkolün etkisinden kurtulup, batan güneşin alacakaranlığında Boğaz'ı seyretmeye koyuluyorum. Kırmızı ve yeşil borda fenerlerini yakmış teknelerin, köprünün altından geçerek Arnavutköy açıklarına gelişlerini izliyorum hayranlıkla!.. “Sancağın kırmızısı da yakışıyor sancağa!..” “Yok yahu! Kırmızısını sancağa ne zaman ödünç vermiş iskele?!.” “Bazı şeyleri bilirim, biliyorsun!..” “Sevgili Madring, istersen bunu bir de Yakup Kaptan'a soralım ne dersin?!.” 116 Şamanın Üç Soygunu Donanımı henüz tamamlanmamış teknemizle Ege'ye doğru yol alırken, Ömer'i bir güzel kızdırdığımız Arta’nın ilk seferini hatırlayarak gülümsüyorum. Sancağın da kırmızısı!.. Bilmiyorsun işte! Ölü yatırımların vazgeçilmez önemini de, iskelenin kırmızısını da, Gültekin'in cenaze törenine katılmak zorunda olduğunu da bilmiyorsun!.. Ve ben, senden habersiz İstanbul’a geldiğim ilk kez, görmek için yanıp tutuşsam da aramayacağım seni... İstanbul’u ilk kez sensiz yaşayacağım... Saatler ilerledikçe Boğaz'ın sularında keyifle yol alan teknelerin silüetleri bir bir kaybolup, yanan borda fenerlerinin karanlığı delen kırmızısı, yeşili salınıyor gecenin karanlığında. Bir zamanlar ancak Eczacıbaşı'nın çıkardığı yıllığın sayfalarında seyredebildiğim, özgürlüğümün deli renkleri teknelerim!. Karşı karşıyayız şimdi!. Bir zamanlar sanki bir daha hiç bir araya gelemeyecekmişiz gibi acı çektiğimiz rüyalarımın erken gelen ödülü teknelerim... Cezaevleri… Yine dolu dolu oluyor gözlerim... İki numaralı cezaevine götürüldüğümüz ilk gün düzenlenen moral gecesini hatırlıyorum... PDA cıların kaldığı koğuşta, mahpushaneciliğin adamakıllı benimsendiği türkülerle, komikliği fena halde tartışılır ilkel parodilerle dolu bir gece düzenleniyor.. Tel çerçeveli gözlüklerinin ardından mahcup gözlerle etrafa bakarak gülümsemeye çalışan birini, her iki yanında oturan, sürekli sırıtan iki adamla birlikte zorla çıkartıp oturtuyorlar sahne dedikleri sahra taburesine. Birer şapka kafalarına ve birinin altına gizledikleri yumurtayı bulmasını istiyorlar bir diğerinden... Sonra herkesi kahkahalara boğan beklenen son!.. Şapkanın altında kırılan yumurtanın sarısı, akı, tel çerçeveli gözlüklerinin ardında gülmeye çalışan -aşağılananhedefin yüzüne, gözüne, gözlük camlarına bulaşıyor. Dönüp yanımda oturan yamuk suratlı adama soruyorum. “Kim şu kafasında yumurta kırılan?.” “Ömer Madra!. Hoca Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde...” 117 Timur Ertekin “Ya yumurtayı kıran?!.” “Nejat!. Koğuş sorumlusu PDA'nın...” Moral gecesi, uzun boylu koğuş sorumlusuyla birlikte sahne alan bir kaç figüranın, oportünizmi sorgulayarak TİP'lileri alaya aldıkları sahnede, iriyarı bir adam olan doktor Nejat Beyin ahlaksız deyyuslar!- vahim gürlemesiyle sona eriyor!.. Tek katlı uzun bir bina, iki numaralı cezaevi. Tam ortasında yer alan geniş bir sahanlığa açılıyor birbirine bakan koğuşların kapıları.. Birbirlerine bakan, upuzun iki koğuş.. Dışarıdan bakıldığında, önceleri başka amaçlarla kullanıldığı kolayca anlaşılan, daha çok özenli bir ahırı andıran kirli-beyaz, berbat bir bina!. Koğuşların girişinde, üstü kalın muşambalarla kaplı yemek masalarıyla sahra tabureleri karşılıyor içeri girenleri.. Aralarında dar bir koridor bırakılarak dizilen ranzaların bulunduğu koğuşun Hüseyin Gazi dağına bakan tek penceresinin dibine yerleştirilen ranzalardan birinin alt katında, bir başıma kalıyorum... Diğer ranzalar ikişer ikişer bitiştirilerek dizildikleri için, tutsak gecelerini başkalarıyla paylaşmak zorunda kalıyor ötekiler...Yeni mekânımda bir başıma olmanın, gece yarıları başkalarının ayaklarına, bacaklarına dokunmadan uyuyabiliyor olmanın önemli bir ayrıcalık olduğunun bilinciyle seviniyorum için için!. “Ağam sen hoş geldin, safalar getirdin, geçmiş olsun!” Bu durumun sivil hapishanelerde ancak koğuş ağalarına mahsus bir ayrıcalık olduğunu söyleyerek benimle dalga geçiyor Uğur; “Bir emrin olursa çekinme!..” gülüşüyoruz... Yüzlerini gazetelerdeki resimlerinden bildiğim, okuduğum ciddi isimlerle bir arada oluşum gururumu okşuyor. Sadun Aren, Şaban Erik, Turgut Kazan, Bekir Yenigün, Nejat Yazıcıoğlu, Hüseyin Ergün.. Kimler yok ki içerde... Şamanın Üç Soygunu “MİT'cileri uyuttuk diyorum Uğur'a, sağ sapma diye TİP'lilerin yanına attılar bizi.” “Hakkaten lan, diyor şakama katılarak, oportünizm bize de bulaşmasın!?.” “Bizim keskinler mi istedi ayrı koğuşta kalmayı?.” “Her koyun kendi bacağından şey olur oğlum, bilirsin!..” “Pek öyle olmuyor da!..” Günde üç kez, koğuşun kapısının önünde nöbet bekleyen erlerin, a’larını uzatarak fazlaca abarttığı -sayımaaaaseslenişleriyle toparlanıp, ranzaların arasındaki dar koridorda karşılıklı iki sıra olup sayılmayı bekliyoruz. Nöbetçi erin komutuyla hazırol durumuna geçip, nöbetçi subayın -sağdan say!emrine uyarak peşpeşe saymaya başlıyoruz. Bir! İki! Üç! Dört! Beş! Altı!……. Kırkaltı son!... Nöbetçi subayı arkasında askerlerle karşı koğuşa geçerken Uğur’a takılıyorum. “Kimin sağı bu?!.” “Bilmem!..” “Sağdan say diyince solundaki saymaya başlıyor?!.” “Solun ne anlama geldiğini bilselerdi burda mı olurduk?.” “Bak bunu düşünmemiştim! Ha, ha!..” “Değil mi ama?!.” “Şeyin yaptığı gibi bir değerlendirme bu senin söylediğin. Hani sana, bu memlekette hürriyet olmasa Hürriyet diye bir gazete çıkar mıydı diyen mitçininki gibi!.” “Hah, ha!.. Doğru be, bu da bizden olsun.” Tutsaklığın sancısıyla her gün Mamak sırtlarından, aşağıdaki kömür deposunu izleyen gözlerim, her gelişimde özlemle seyrettiğim boğaza dönüyor yine. Yeniden birlikte olabilmenin sarhoşluğu içimi ısıtıyor... Çok şükür / Çok şükür / Bu günü de gördüm / Ölsem gam yemem gayrı… Nazım’ın dizeleri aklımda. Telefon çalıyor, Ayten olmalı bu!.. -Timur? 118 119 Timur Ertekin -Efendim! -Gelsene aşağıya. -Yok be patron, yazmak istiyorum biraz. -Boş ver yazmayı, Bülent Ortaçgil var aşağıda. Yazmamana izin veriyorum bu gece. -Önce öyle söyler, sonra da fırçalarsın yine, bu kadarcık mı yazdın diye!. -Yok, yok vallahi demem, hadi gel. -Israr etme patron, kararlıyım... Bu gece yazdıklarımdan ayrı bir tad alacağım... -Sen bilirsin. Bi şeye ihtiyacın var mı peki? -Sevgiye, şefkate, erişemediklerime!. -Hepsi seninle birlikte yavru kuş. -Sağol patron!. -Yaz bakalım o zaman. Kontrole gelicem ama!. -Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum. -Ben de, hadi…. Sabah erken kalkmalıyım. Saat tam sekiz buçukta gelecek Tekin.. Ya uyanamazsam? Uyandırmaya da telefon edemem. Dışarıdan aranıldığında aşağı kattaki telefon çalıyor çünkü yalnızca... En iyisi Nurten'i, Ankara’yı aramalıyım. Okula gitmek için ayakta olur o saatlerde nasıl olsa… -Mavuş?* -Canım, nasılsın?. -İyiyim, iyiyim... Boat Show'a gitmek üzere Tekin'le buluşucaz yarın erkenden. -Ne güzel.. -Ama sabah kalkamam diye korkuyorum. Beni uyandırır mısın cep telefonundan?. -Tabi uyandırırım, nasıl gidiyor roman?. -Ufuk'un deyimiyle iyice... -İyi, iyi aman... Kendine dikkat et, çok içme!.. -Merak etme iyiyim. Hoş şeyler oluyor burda... * Oset dilinde”Karım” 120 Şamanın Üç Soygunu -Canım, seni seviyorum!.. -Ben de canım, ben de!.. Yıllar sonra yazıya dökmek istediklerimin belleğimdeki arayışı geç saatlere kadar sürüyor. Ancak sabaha karşı yatağa atabiliyorum kendimi.. Kabuslarla dolu, birkaç saatlik bir uykunun ardından, Nurten'in telefonu çalmadan henüz uyanarak banyoya giriyorum. Tekin'in sekiz onbeş gibi gelebileceğini düşünerek erkenden traş oluyor, üçüncü katta bulunan Şarap Evi'nin yan sokağa açılan kapısından dışarı atarak kendimi yolunu beklemeye koyuluyorum Tekin'in. Sabahın erken saatlerinde evlerinde kendilerini bekleyen kahvaltı sofralarına ekmek, gazete götürebilmek için yollara düşen, ya da köpeklerini gezdiren Arnavutköy sakinleri, üzerinde kısa turlarla gezindiğim arnavut kaldırımlarına yabancı olduğumu hissettiren bakışlarla süzüyorlar beni.. Denize açılan daracık sokağın başına geldikçe esen rüzgarın soğuk dili henüz kurumayan saçlarımı yalayarak kulaklarıma yayılıyor. Kabanımın yakasını kaldırıp, eteğindeki ipi büzerek soğuktan korunmaya çalışıyorum.. Bir saat kadar bekledikten sonra, karşı kaldırıma yanaşan arabasının camından el sallayan Tekin'e ince bir sitem gönderiyorum yanına kurulur kurulmaz... -Nerelerde kaldın baba?!. Ankara'ya ölmeden dönebilirsem eğer, hesap sorması için Nurten'e adını ve açık adresini vericem!.. -Neden? Onbuçuk dememiş miydik?!.. -Bilmem, bana sanki daha erkenmiş gibi geldi... -Biraz geciktim biliyorum ama trafik inanılmazdı. Biliyorsun, İstanbul!.. -Bilmiyorum, Ankara'lıyım ben!.. -Boş ver, nasılsın, güzel karın nasıl, onu söyle!.. Keyiflendiğim içki muhabbetlerinde, Nurten'i her seferinde utandıran, karım güzel mi diye sormalarımı hatırlatarak, sabahın ayazına inat bir sevecenlikle ortalığı ısıtarak giriyor konuşmaya.. -Herşey yolunda. Güzel karımın da sana çok selamı var!.. -Güzel, güzel!.. Ya güzel kızların?!. 121 Timur Ertekin -Aşığım onlara biliyorsun!.. -Aferin, aferin, hep böyle ol! Bir şeyler yemek ve biraz olsun ısınmak için Arnavutköy karakolunun hemen yanıbaşında, bir iki basamak inilerek içeri girilen küçük sabahçı kahvesinde koyu bir sohbete dalıyoruz. İş, güç, ülkenin bir türlü içinden kurtulamadığı bilinmezlikler, mafya devlet ilişkileri, dedikodular, konuşmalar uzadıkça uzuyor... Sonra rüyalarımı süsleyen teknelerime geç kalmak üzere olduğumuzu farkederek apar topar çıktığımız kafeden ayrılıp Yeşilköy'e doğru yola çıkıyoruz... -Asansör var mıdır oralarda? -Neden?!.. -Özürlüyüm biliyorsun... -Yok canım, yok. Düz ayak giriyorsun her yere. Seni yormayacağım korkma. -Çok can sıkıcı, çok... İki adım atınca nefes nefese kalıyorum... Berbat bir şeymiş özürlü olmak... -Abartma!. Cat'lerin ve blucininle üçyirmilik delikanlılar gibisin... -Hımm.. Bana da öyle geliyor... Sonsuz hayallerimin odaklandığı fuarda, özlemlerimle olanaklarımın kavgası, her zaman olduğu gibi, neredeyse her yelkenlinin, her teknenin önünde fuar boyunca sürüp gidiyor. Bir yandan yeniliklerin peşinde dolanıp dururken, bir yandan erişilmesi mümkün olmayan -hayâl ötesi- tekneleri geziyor, olmayan teknemin muhtemel -detay- plânlarını tasarlıyorum aklımda... Saatler süren fuar gezimiz -ne anlarsın karış karış buraları gezmekten anlamam ki- Tekin'in yakınmalarıyla sona eriyor ister istemez… -Gel sana bir güzel balık yedireyim bu akşam Boğaz'da!. Yürümekten tabanlarım şişti. -Bilmem ki, sana masraf olsun istemem... -Ne masrafı yahu!. 122 Şamanın Üç Soygunu -Olsun, ulu orta para harcamanı istemem benim için... -Senin için değil, bir de kız çağıracağım, telekız... Sana ters gelmezse tabii... -Neden ters gelsin?. Hem severim ben farklı ilişkiler kurmayı. Bana göre değil ama o işler, o başka... -Mesele yok o zaman. Dönüp, yine Arnavutköy'de Eylül Bar'a komşu lokantalardan birinde, cam kenarında bir köşe masaya yerleşip yiyeceklerimizi ısmarlarken, cep telefonundan o şuh numarayı arıyor Tekin. Kısa süren hal hatır sormaların ardından restaurant tarif ediliyor bulunması çok kolay- adres verilip telefonlar kapanıyor... -Orospuları severim!.. -Meslek grupları arasında ayırım gözetmem ben.. Genel anlamıyla insanlara eziyeti kendine meslek sayanların dışında tabii... -Orası öyle!.. Bizi delikanlı yapan kadınlara olan hürmetimden benim söylediklerim… Gerçekten severim orospuları ben. -İtirazım yok dedim ya... Az sonra masamıza gelecek olan konuğumuza saygısızlık olmasın diye mezelere dokunmadan, kızarmış ekmeklerimizle tereyağı sürerek, beyaz peynirden tırtıklayarak rakılarımıza altlık yapıyoruz sabrımızı.. Siyasetin akıl almaz entrikalarını, adam gibi adam olabilmenin, birey olabilmenin sancılarını, inanılmaz bir hızla altüst olan siyasetin, sistemin sorunlarını tartışırken arada bir kapıya akıyor gözlerim... Kızıl, kıvır kıvır saçları, kırmızı dudakları, derin dekoltesinden taşan iri memeleriyle -parfüm kokuları- beklenen porno güzeline yönelirken gözlerim, kapıda beliren belli ki üniversite öğrencisi bir genç kıza -basıldık iştegülümsüyor Tekin. Yüzünde pırıl pırıl bir tebessüm, masamıza gelip -merhaba- aramıza oturduğunda içine düştüğüm şaşkınlığı gizlemekte güçlük çekiyorum. Tanıştırayım diyor Tekin, “İşte güzel Nüket buu!. Bu da Timur...” -Merhaba!. Timur Ertekin ben, memnun oldum... 123 Timur Ertekin -Ben de.. Oturun.. Lütfen rahatsız olmayın.... Mahcup ama alımlı gözleri, omuzlarının üstünde sonlanan açık kumral saçlarıyla masaya oturur oturmaz sohbetin akışını peşine takıp sürüklüyor... Ayrıntılar verilerek tanıştırıldığımda -O adı henüz bilinmeyen bir yazar- cezaevlerindeki yaşam tarzından, oralarda kitaplarla birlikte yaşamanın öneminden, romanlardan, Vedat Türkali'den, onun Bir Gün Tek Başına'sından, kendisiyle özdeşleştirdiği Günsel'den, umutsuz sevdalarının burukluğundan, o burukluğu -yazık ki sayıları az- birileriyle paylaşabiliyor olmanın güzelliğinden, dostlukların, ilişkilerin öneminden söz ediyor... Hep birlikte mutluluğa kalkan kadehlerin sarhoşluğunda, hayatımda ilk kez bir fahişeyle aynı masada oturmanın erişilmez tadına varıyor, geçmişimle hesaplaşmak üzere ağır ağır gerilerde bir yerlerde kayboluyorum!.. Yarı yıl sınavlarının ağırlığı altında ezildiğimiz, sabahın ilk ışıklarıyla sonlanan sınav gecelerinin geyik muhabbetleri geliyor gözümün önüne.. Gecenin bir yarısı, Amerikalılar’dan satın aldığımız iki kişilik yaylı yatağımızın bir ucunda uyumaya çalışırken ben, Akademi’nin sınavlarına birlikte hazırlanan Metin'le Tuncay, yaktıkları elektrik ocağının odaya yansıyan kızıllığında, masturbasyon yapar gibi fısıltılarla cinsel deneyimlerinin sonuçlarını aktarıyorlar birbirlerine... “Karı dediğin abi, taş gibi olmalı.” “Memeleri!.” “Deli misin, sımsıkı olmalı, sımsıkı daş gibi, dimdik!..” “Yattı mı lök gibi yayılmayacak!..” “Geçenlerde bir karı attım Cengiz'lerde aynen öyle.. Bi içim su lan!. Bir bacak var karıda erirsin. Yarım saatte altı posta gittim iyi mi!.. Memeleri görsen, Himalaya gibi!..” “Attın lan. Nerde lan bu makinalı? Yarım saatta altı posta!..” “Kuran çarpsın öyle!. Niye yalan söyliyeyim?.” “Söylemezsin de abartmak serbest...” “Abartıyorsam puştum bak...” 124 Şamanın Üç Soygunu Uyur uyanık dinlemek zorunda bırakıldığım belden aşağı muhabbetlerine katılamayacak kadar yorgun ve uykusuz olmanın sabırsızlığıyla doğrulup tartışmalarına son veren sırrımı açıklıyorum. “Yeter ulan becerdiğiniz. Biz hiç yapmadık... N'olmuş yani... Bırakın da uyuyalım... Sınava giricem yarın!.” “Sen hiç yapmadın mı?.” “Yapmadım!.” “Dalga geçiyorsun!.” “Geçmiyorum!.” “O zaman ilk fırsatta kerhaneye gidiyoruz...” “Boş ver kerhaneyi şimdi uykum var, yarın sınavım var...” “Söz ver bana, ilk fırsatta!..” “Söz, tamam, ilk fırsatta...” O zamana kadar bu işi becerememiş olmama bir türlü aklı yatmayan Tuncay'ın sorumluluğunun engin kanatları altında -bu işi!- deneyeceğime söz verip, şaşkın bakışlarından kurtuluyorum. Aradan bir kaç gün geçmeden, Ankara'nın meşhur Bentderesi'nin yolunu tutuyoruz hep birlikte. Ulus'ta otobüsten inip, Anafartalar caddesinden kerhaneye kıvrılan yokuşu inerken, beni dalgaya alan uyarılarını dinliyorum Metin’in. Soğukta kolay kolay kalkmazmış dendiğinde farkında olmadan önümü örtüşüme kahkahalarla gülüşü uçup gidiyor gerginliğimin telaşında. Acemi korkulara direniyor, gecenin karanlığına sürükleniyorum... Çantasını karıştırıp, çıkartıp bir kaset veriyor Tekin'e “Senin için almıştım, umarım seversin” diye. Sonra dönüp iri gözlerle bakarak bana açıklamaya koyuluyor.. -Hediye almayı öyle severim ki!. Bu güne kadar hiç hediye almadım ama biliyor musunuz?. -Dert etmeyin, bana da almazlar. Yaz tatillerine gelir doğum günüm. Hep unutulurum... -Bilseydim size de bir şeyler alırdım. 125 Timur Ertekin Elbette bilemezdiniz, diyerek çantamın deriniklerinden çıkardığım üzerinde küçücük törpüsü, küçücük makası, cımbızı olan kırmızı İsviçre çakısını çıkarıp uzatıyorum. -Kabul edersen beni mutlu edersin. -Ah, teşekkür ederim... Çok incesin sağol... Çok incesin gerçekten... Gecenin sonuna doğru, yarı sarhoş kalkarken, iyi ki geldiniz, diyorum, sizinle tanışmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu bilmenizi istiyorum... Cevap vermeden, uzanıp yanağıma sıcak bir öpücük konduruyor... Dar sokakların karanlığında kayboluncaya kadar el sallıyorum arkalarından. Sonra çatı katıma dönüp, ertesi gün Ankara'ya dönüyor olmanın sıkıntısıyla oturuyorum bilgisayarımın başına... Geçmişin derinliklerinde Hakan'ı arıyor gözlerim. Getirmediler henüz!.. İçimde sıkıntıyla dolaşıyorum bütün gün. Ertesi gün nöbetçi erlerin sesiyle çınlıyor her seferinde yine ortalık... Sayımaaa!. Sayımaaa!. Sayımaa!.. Hakan yine yok... Bir gün sonra, öğlene doğru getiriyorlar Hakan'ı. Yüzünde korkunun taze izleri, konuşamıyor bir türlü... Etrafını saran meraklı gurubun dağılmasını bekledikten sonra yanına gidiyorum. “Ne yaptılar böyle sana?” “Doğruyu söylememi istiyorlar!..” “Evet?!” “Savcılıkta!..” “Söylemezsen?!” “Yeniden götürecekler!..” “Eee?!..” “Dilekçe yazmamı istiyorlar söylediklerimin hepsi doğru diye!..” “Eee?!” “Korkuyorum!” 126 Şamanın Üç Soygunu “Yaz sen de o zaman!” “Bilemiyorum!?..” “Dert etme, tartışırız!..” “Neyi?!” “Sen neyi istiyorsan onu!.. Ölüm yok ya sonunda!...” “Dalga geçme, sonunda neyin ne olacağını kim biliyor?!..” “Sonuç ne olursa olsun!. Göze almadık mı ölümü?..” “Aldık..” “Eee?!..” “Utanıyorum!.. Korktuğum için!..” “Korkmak da insani bir duygudur oğlum!..” “Peki neden benimle oynuyorlar?” “Ne var bunda? Peki ya benimle oynasalardı ne derdin?!..” “Senin söylediklerini...” “Dert etme o zaman! Düşünelim bir bakalım!...” Haber olanca hızıyla iki numaralı cezaevinin kuytularında yayılıveriyor. Dışarıdan pek farkı yok!.. Kumaş aynı kumaş!... Çok geçmeden karşı koğuştan birileri konuşmak istediklerini iletiyorlar Hakan'a.. Yanında olabilir miyim diyorum, canı sıkkın ve yorgun “Evet” diyor, “Yanımda olmanı istiyorum...” Birlikte karşı koğuştan gelecek olanları beklemeye koyuluyoruz. Az sonra ellerinde tesbihleri ve yüzlerinde en devrimci maskeleriyle yanımıza gelip, istenilen dilekçeyi verirse kendisini işbirlikçi ilan edeceklerini ve tabii bunların sonuçlarına katlanması gerekeceğini söylüyorlar... Şaşkın bakışlarıyla kendisine iletilenleri dinlerken Hakan, sorgucuların pervasızlığından pek de farklı olmayan bu tavra dayanamayıp, şimdilerde elime geçen fotoğraflarıma bakarak o çelimsiz halimle nasıl becerebildiğime şaşırdığım bir cesaretle atılıyorum... cezaevinden!.. Sorguda “Size ne ulan!. Bütün bunlardan size ne ha?” “Ama bu bir!.” “Siktirip gidin vakit geçirmeden!. Şimdi, hemen!.” 127 Timur Ertekin “Ama biz!.” “Bana bak tiyatrocu!. Burası gerçeklerin oynandığı bir sahne. Bu adam konuşursa boku yiyecek olan sen değilsin, benim!. Bundan sonrası beni ilgilendirir tamam mı!. İstenmedik şeyler olursa hoşuma gitmeyen, hepinizin başına o kızıl çorabı en iyi ben örerim haberiniz olsun!. Bunu aklınızdan çıkartmayın tamam mı?!.” Şamanın Üç Soygunu Sabah erkenden kalkıp bir taksi havaalanına gitmek üzere yola çıkıyorum... tutuyor, Yeşilköy'e *** Bu sözler, fazlasıyla yabancı olduğum bir tarzın, kavgacı bir direncin, dişe diş bir mücadelenin kaçınılmazlığını sergiliyordu daha ilk günden. Demek isyanları oynayacaktım bundan böyle. Hem de bir başıma... Dayatmacı heyet homurdana homurdana koğuşlarına dönerken Hakan'la göz göze geliyoruz... “Yazmıycam ulan!..” “Neyi?!.” “Savcılığa dilekçeyi!..” “Dur bakalım, düşünürüz dedik ya!..” “Onlar istediği için değil, sen istediğin için!..” “Ben bi bok yapmadım ulan!..” “Yaptın, yaptın!.. Sen çözdün içimdeki düğümü!...” “Hayk!..” “Üsteleme, seni seviyorum!.. Yazmıycam!.. Ölüm yok ya ucunda!..” “Varsa da birlikte!...” “Evet, varsa da birlikte!...” Yıllar sonra güzelim İstanbul Boğazı'nı Eylül'ün terasından temennayla seyredip geçmişin acısını yüreğimde tazelerken ben, dönüş hazırlıklarından çok daha önce iniyor gözlerime gece. İlk fırsatta “yanlız kalpler bandosu” nun yeni bulduğum onurlu üyesiyle, Nüket'le birlikte olmalı, O'nu yakından tanımalıyım... Mutlaka... Geçmişin izlerini aramak için artık yeni bir güne ihtiyacım var... Uyumak istiyorum artık... 128 129 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Ankara'ya iner inmez arıyorum Bilge'yi. -Timur Ertekin'in müayenehanesi... Her zaman olduğu gibi “mu” değil, müayenehanesi!.. Beceremediğini hatırlatıp takıldıkça ben, pembe bir utançla kızarıyor yüzü “N'apayım Timur Bey, söyliyemiyorum işte!..” Her seferinde karşılıklı gülüşüyoruz sonra... -Var mı arayan soran güzelim?. -Handan Hanım aradı Timur Bey, telefon numarasını bırakıp aramanızı söyledi. Siz nasılsınız?. -İyiyim sevgilim, sen?!.. -İyiyim ben de. Randevularınızı hatırlatayım ister misiniz? -İlk hasta kaçta, onu söyle yeter!.. -Onikide, vereyim mi Handan Hanımın numarasını? -Hayır, hayır, bende var!.. 130 131 Timur Ertekin Numarayı çevirip, uzun uzun çaldırdığım telefonun açılmasını bekliyorum! Cevap vermiyor. Tam kapatacakken ben, karşımda kalın bir erkek sesi tıslayarak soluyor... -Efendim... -Ben!. Ben Timur Ertekin! Eee, şey... Handan Hanımla görüşecektim... -Banyoda Handan!. -Daha sonra arayayım o zaman... Bu numaradan aramamı söylemiş de... -İyi olur, daha sonra arayın!. -Yine de aradığımı söylerseniz sevinirim. -Söylerim!. Telefonu kapattıktan sonra derin bir nefes alıyorum... Şu işe bak!. Gözü dönmüş sorgucumla telefonda konuşuyorum... Hem de evinden... Çok geçmeden onunla başbaşa kalacağımı bilerek üstelik. Hem de evinde... Bir araya geliyor olmanın kaçınılmazlığıyla titriyor içim. Ardından unutarak kocasının varlığını, vücudunun her yerini okşayan suların nefes kesen ıslaklığında uçları giderek belirginleşen göğüslerini, ince uzun bacaklarının kışkırtıcılığını, parmak uçlarında sonlanan mahremiyetini seyrediyorum uzun uzun... Sonra sanki suç üstü yakalanmış gibi uzaklaştırmaya çalışıyorum aklımdakileri gözlerimin önünden... Şaman! Ardımdan eksik olmayan nefretin ve tükenmek bilmeyen nefesinle yakınlarda bir yerlerde gizlendiğini söylüyor duygularım yine bana... Handan'dan da, kocasından da uzak durmalı, geçmişi unutmalı, yazılması muhtemel bir roman için değecek olan ne varsa sadece onunla uğraşmalıyım. Bitmez tükenmek bilmez bir kaynak cezaevi, aklımı zorlamalıyım... Akşam yemeğinde koğuş sorumlusu Nejat Bey, elinde tuttuğu boş dosya kağıdını yukarıya doğru kaldırıp, bir dakika arkadaşlar, diyor. İçinde yaşarken farkına varmadığımız yoğun uğultu kesilip koğuşa sessizlik hakim olduğunda tekrar konuşmaya başlıyor. 132 Şamanın Üç Soygunu Aramıza yeni gelen arkadaşlarımız var. O nedenle nöbet çizelgelerinde yeni düzenlemeler yapmamız gerekiyor. Birlikte nöbete kalmak isteyen ya da değişiklik yapmak isteyen arkadaşlarımızın adlarını yazdırmalarını bekliyorum... Nöbet çizelgelerinin ne anlama geldiğini düşünürken ben, soruyor Hikmet. “Yazılalım mı adaş?..” “Ne işe yaradığını bilmiyorum ama yazılalım.” “Koğuş temizliği, sabah gelen kap kacağın yıkanması, ortalığın süpürülmesi falan.” “Olur, yazılalım.” Her sabah, ağzına kadar dolu olan kül tablalarının boşaltılması, yerlerin paspasla silinmesi, kahvaltıda kirlenen kap kacağın öğlen yemeğine hazırlanması, karavanalarla gelen yemeğin dağıtılması ve genel anlamda ortalığın toplanmasıyla tarif ediliyor nöbet. Yaşlı bir iki kişinin dışında ayrıcalıksız, herkes tutuyor koğuş nöbetini... Aldığımız karardan bir kaç gün sonra ilk nöbetçiliğimizi yaşıyoruz Hikmet'le birlikte. Müteferrikada başlayan arkadaşlığımız, Hikmet'in arada bir tutan ama karşısındakini inim inim inleten alınganlıklarına rağmen sarsılmaz bir dostluğa dönüşüyor akıp giden zamanla... İki numaralı cezaevinde geçirdiğimiz ilk çarşamba gününün, ilk görüş gününün -yüreği ağzında- heyecanıyla çıkıyorum bizimkilerin karşısına. İçeri düşersen beni bir daha asla göremezsin diyen babamla karşı karşıyayız şimdi tel örgülerin her iki yanında… Ayrıntılarını tam olarak hatırlayamadığım, umutlarımı yitirmemem, dimdik ve ayakta kalabilmem gerektiği gibi -gülümsüyor- bir takım şeyler söylüyor… Ayrıntılarını yine tam olarak hatırlayamadığım -şaşkın- bir şeyler söyleyerek cevap veriyorum ben de... Ardından annemin elleriyle birleşiyor ellerim soğuk tel örgülerin inceliğinde… Babamın aksine, olması gerektiği gibi, açık yüreklilikle soruyor... “Ne kadar ceza alırsın?!.” 133 Timur Ertekin “Bilmem!” diyorum!.. “Onbeş, yirmi, belki otuz!...” “Peki bunu hak edecek ne yaptın sen öyle?!..” “Hiç!.. Hiçbir şey!..” Sana lâyık bir evlat olmaya çalıştım o kadar!.. Kendini, komşularımızı, insanımızı sevecek, kendinden çok başkalarını düşüneceksin, onlara yardım etmek için ne yapman gerekiyorsa asla esirgemeyeceksin derdin ya, öyle yaptım ben de!. “Ne demek hiçbir şey?” “Boşver” diyorum “Seni seviyorum!..” Daha fazla tutamadığı gözyaşlarıyla ıslanırken yanakları, kusura bakma diyor, tutamadım kendimi... Sırıtarak, tasalanma kusuruna bakmam, diyorum. Sulu göz n'olucak! Daha fazla konuşamıyorum. Gizleyerek hıçkırıklarımı dışarıya, yalnızlığın kucağına atıyorum kendimi. Ellerim ceplerimde, ikide bir akan burnumu çekerek Samsun asfaltından akıp giden otomobillere, kömür depolarının aralarında koşan, oyun oynayan çocuklara bakarak içerde oluşumun haklı nedenlerini arıyorum... Nafile... Gözyaşları yüreğime akıyor annemin... Görüşme sırası ablama geldiğinde, okumak istediğim kitapların listesini vererek gücümün kuvvetimin hâlâ yerinde olduğunu anlatmaya çalışıyorum ona... -Teo gitti mi? -Geçen hafta uçtu Brüksel’e… -Ayarlamış mıydı kalacağı yeri, okulu?!. -Onların hepsini halletti babam … Adını siyasi faaliyetlerimde severek kullandığım küçüğümün dışında, tel örgülerin ardında da olsa onlarla buluşmanın zenginliğiyle dönüyorum koğuşa. Hem sevinç, hem hüzün dolu içim... Öğleden sonra banyo yapmak isteyenler adlarını yazdırsınlar diyor Nejat Bey. Gidip sıkı bir banyo yapsam iyi olacak… 134 Şamanın Üç Soygunu Handan’ın telefonunu beklemeden -belki o beni arar!?banyoya girsem diyorum... Muayenehaneye gittiğimde ararım artık onu diye düşünürken ben telefon çalıyor... -Benim sevgili Timur, Handan... Nasıl oluyor konuşabiliyor?. da kocasının yanında bu kadar rahat -Merhaba... Eee, az önce aramıştım ben de... Şey... Eşinizle görüştüm!. Ne zaman buluşuyoruz demek istemiştim... Yani ikimiz.... -Korkarım biraz gecikecek!.. -Neden? Bir engel mi var? Ya da!. Yani... -Hayır, hayır, düşündüğün gibi değil.. -Öyleyse?... -Amerika'ya uçuyoruz Adnan'la yarın... -Peki ama neden?. -Kötüleşti birden. Sağolsun arkadaşlar özel bir klinikte yer ayarladılar... Bir süre kalıp döneceğiz... -Ne diyeceğimi bilemiyorum. -Diyecek birşey yok!. Şans dile!... Şans?!. Kime şans dilemeliyim! Aradan bunca yıl geçtiği halde izleri yüreklerden silinmemişken henüz, malûlen emekli bir işkenceci eskisine mi şans dileyeceğim?. Bir doktor olarak elimden gelen her şeyi yapar, iyileşmesi için çırpınırım o başka. Ama şans dilemek!?.. Hayır sevgili Handan hayır, bu o kadar kolay değil... -Sizlere iyi yolculuklar, size de bol şans diliyorum Handan!. -Görüşmek üzere o zaman. Birkaç hafta sonra... -Evet, görüşmek üzere... İliklerimi ısıtan sıcak bir banyodan sonra giyinip dışarı çıkmak üzere merdivenlere açılan kapıya uzandığımda çalan telefonun sesiyle, postallarımı çıkarmaya üşenip topuklarının üzerinde 135 Timur Ertekin yürüyerek geri dönüyorum. Nasılsa Nurten evde yok. Postallarım da çamurlu olmadığına göre, eve geldiğinde sorun çıkmayacak demektir. -Efendim? -Timur Bey benim Bilge! -Söyle bakalım yavru fıstık... -Birisi telefon etti, bir hanım, arkadaşınızmış. Yurt dışında olduğu için uzunca bir süre gelememiş size. Aslında sohbet etmek için aramış sizi ama isterse dişlerimi de gösterebilirim diyor, randevu vereyim mi diye aradım... -Adını da söylemiştir herhalde, ne dersin!?.. -Timur Bey dalga geçmeyin lütfen!. Sonra da bana neden alındın diyorsunuz!... -Dalga geçmiyorum, adını öğrenmek istiyorum... -Unuttum işte!. Bir dakka şuralarda bir yere yazmıştım, aklını karıştırıyorsunuz adamın... -Asık suratlı asabi bir hatunla topukları üzerinde durmaya çalışarak telefonla konuşmanın ne demek olduğunu bilseydin acele ederdin biraz... -Özlem!.. Özlem Özlenir... -Özdeniz olmasın?. -Bilmiyorum yanlış anlamış olabilirim. -Olsun bu daha güzel! Kendisini arayıp son hastadan hemen sonraya randevu ver tamam mı. Şöyle dediğimi de söyle, sizin bu kadar özlenir bir özlem olacağınızı bilemiyormuş önceden... -Bu defa beni ağlatmayı başaramıyacaksınız!. -Şaka etmiyorum, aynen söyle söylediklerimi!.. -Timur Bey ciddi olamazsınız!?.. -Çok ciddiyim aynen söyle!... -Peki, aaa..... Orda mısınız?. -Burdayım, ayaklarım uyuştu!... -Hoşçakalın!.. -Hoşçakal!.. Yukarı doğru tutmaktan neredeyse keçeleşen parmak uçlarımı yere indirmeden, topuklarımın üstünde yürüyerek kapıya kadar 136 Şamanın Üç Soygunu güçlükle atıyorum kendimi. Nurten'e asla söyleyemeyeceğim müthiş bir zafer bu!.. “Aşkolsun Timur'cuğum, sokağın bütün pisliğini içeriye taşıdın demek, aşkolsun!” Topukların ucunda, alıngan bir kadınla sürdürülen uzun bir telefon görüşmesinden sonra yaşanan mutlu son! Hem de ağlatmadan! Demek döndün Ö. Özlenir!.. Seni özledim!. Yeni soyadın için teşekkür etmelisin Bilge'ye... Acele etmeliyim. Muayenehaneye gitmeden önce Altay Bey'e uğramalı, Hakan'ın getirdiği mektupların tıpkı basımı için neler yapmam gerektiğini sormalıyım... Cezaevi!... Mezuniyet belgesini, üstümü başımı didik didik aradıktan sonra çıkabilirsiniz, diyen Nafiz gardiyandan aldığım sancılı üniversitem benim!. Hakan’ın getirdiği, üzerlerinde kırmızı damgayla “Görülmüştür. İmza....” yazan mektupları, zarflarıyla birlikte, olduğu gibi basmalıyım kitaba… Özlemler ölmez!.. Yetmişli yıllarda her öldürülenin ardından bağıra çağıra sokaklara döküldüğümüz günler geliyor gözümün önüne!.. Kuseyri'ler ölmez!.. Yanlışlar başladı mı bir kez yıllarca sürüyor. Ölüyorlar oysa!.. Deniz'ler, Mahir'ler, Ulaş'lar, hayatının baharında aramızdan yitip gidenler, ne kadar yüksek sesle bağırırsak bağıralım özlemleri kursaklarında, bir daha geri dönmemek üzere yok oluyorlar! Özlem'ler Özlenir!.. Doğrusu bu!.. Yaşı elliye doğru yol alırken bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyabiliyor insan!. Tabi iktidar hırsı yaşama sevincini katletmemişse henüz!.. Altay Beyin ofisini kolay bulurum inşallah diyerek çıkıyorum yola!. Mektupların romana tıpkı basımı belki de düşündüğüm kadar zor olmayacak... Düşündüğümün tersine kolayca buluyorum büroyu... Yazanlar Sokağın tam ortasındaki dik yokuşa açılıyor apartmanın kapısı. Ana kapıdan giriyor bir kat aşağıya iniyorum.. Yüzünden hiç eksilmeyen gülüşü, daha kapıyı çalmadan ben açıyor Altay Bey... Yıllardır sözünü ettiği, ısrarla davet ettiği, bir türlü fırsat bulup ziyaret edemediğim çalışma düzeniyle tanışabileceğim nihayet... 137 Timur Ertekin Üst üste tavana kadar yığılı kitapların arasına sıkıştırılmış bir çalışma masasıyla, yıpranmış deri koltuklarla, koltukların arasına serilmiş, yer yer delinmiş eski kilimlerle döşenmiş tıklım tıkış bir yer burası... “Tıpkı bunun gibi, kitaplarla ve belgelerle tavanlarına kadar dolu iki dairem daha var Ankara'da” diyor Altay Bey... “Oturduğumuz evin de sadece salonunu kullanabiliyoruz zaten. Diğer odalar -eliyle içeriyi gösteriyor- işte böyle... Oldukça geniş bir arşivle birlikte, iç içe yaşıyoruz... İşte bütün hazinem bu” diyor... Bürosunun bir bölümüne sıkıştırdığı fotoğraf atölyesini nasıl da kıskanıyorum!. İşte marjinallik bu diyorum!.. Marjinalleri seviyorum... Keyiflenmeyi, keyiflendirmeyi, onu özenle sergilemeyi bilen, sıra dışı sevinçlerle donatılmış, damıtılmış renkleri ilişkilerimizin... Marjinalleri gerçekten seviyorum... İki numaralı cezaevinde, TİP’li Bekir ağabeyin geliştirdiği zeytin çekirdeği delme makinası geliyor gözlerimin önüne... Sabah kahvaltılarının vazgeçilmez katığı berbat zeytinlerin cezaevi serüvenini hatırlıyorum... “Nedir bu?!.” “Bekle bakalım. Az sonra görürsün!..” İki ucundan uzunca bir iple birbirine bağlanmış ortası delik bir cetvel çıkartıyor çantasından gururla önce... Oyuncak bir topun yarısını oklavaya geçirip, içine çimento dökerek önceden elde ettiği düzeneği masanın üstüne dikip -ipi tam ortasından ucundaki bir çentiğe takıyor- bir ok gibi gerdiriyor deliğinden oklavaya geçirdiği cetvelin ipini... Yeleğinin cebinden çıkardığı, defalarca açılıp kapanmaktan yıpranmış, dikiş iğneleriyle dolu kibrit kutusunun içinden özene bezene seçtiği birini oklavanın tepesine saplayıp eski tırnak makasıyla kesiveriyor ucunu.... İşte diyor matkabımızın ucu bu... Parmakları arasında döndürerek sarmaya başlıyor sonra. Sarılan iple birlikte cetvel de yükseliyor düzeneğin 138 Şamanın Üç Soygunu ucunda. Aşağı doğru çekildiğinde, dönmeye başlayan ağırlığın devinimiyle bir sağa bir sola hızla dönerek çalışmaya başlıyor alet... Geriye OMO'yla -bence en iyisi oydu- yıkanılarak hazırlanmış zeytin çekirdeklerinin, hızla dönen tepesi kırık dikiş iğnesiyle bir matkap gibi delinmesi kalıyor... Bu inanılması güç yaratıcılığın sevimliliği karşısında hayretimi gizlemeden, hayranlıkla soruyorum... “Müthiş bir şey bu!. Nerden geldi aklınıza bunu yapmak?!.” “Biz sosyalistler diyor, hayatı kolaylaştırmak için varız...” O günden başlayarak, hayatı böylesi çılgın bir hasletle seven bu güzelim insanlara karşı duyduğum saygı, her gün giderek biraz daha artıyor!. Aradan geçen zaman, bu duyguyu bir başıma yaşamadığımı, benim gibi düşünen başkalarının da var olduğunu ortaya koyuyor. “Abi çok utanıyorum ya!.” “Neden?!.” “Şu Şaban Abi!..” “Ne olmuş Şaban Abiye?!.” “Her defasında bileğimdeki yaranın pansumanıyla o ilgileniyor!.” “İyi ya, ne var bunda utanılacak?.” “Olmaz mı? TİP'in kongresinde sandalyeyi kafasında kırmıştım herifin.” “Ciddi olamazsın!.” “Vallahi!. Her yanıma gelişinde kahroluyorum...” Koğuşa ilk getirildiğim gün kurulan, TİP'lilerle dalga geçen tiyatronun sızısıyla bir kez daha burkuluyor içim. Aradan geçen günler, insanların kişilik yapılarıyla içinde bulundukları siyasetin her zaman örtüşemeyeceğini gösterecek kadar “adil” örneklerle yaşanıp gidiyor... Muayenehaneye, Altay Bey'in sunduğu kolaylıkların sonsuz rehavetiyle dönüyorum. Henüz ortaya çıkmayan romanımın basımı 139 Timur Ertekin ile ilgili teknik ayrıntıların cevapları için -ben hepsini hallederimartık uğraşmayacağım... Arka kapak dahil, tüm ayrıntılarla bizzat ilgileneceğini söylüyor Altay Bey... İsabetli bir karar verdiniz, yeter ki bitirin... Elimden geldiğince size yardımcı olacağım!. Baştan sona aksayan işlerle dolu gergin, yorgun bir günün sonunda ince tel çerçeveli gözlükleri, kısa kesilmiş pırıl pırıl saçları, çocuk bakışlarıyla Özlem giriyor içeri... Hey güzel kadın, nasılsın? Sarılıp kucaklarken ben, “Geldim işte n'olsun” diyen gözleriyle cevaplıyor beni... -İyiyim. -Kocan nasıl? -Boşandım!. -Yapma! Üzüldüm şimdi bak... -Ben üzülmedim. Yıllar önce, üniversitedeyken tanıdığım o küçük, sevimli kızdan pek farkı olmadığını düşünerek atılıyorum.. -Hiç değişmemişsin. -Siz de öyle. -Yapmaa... Şu ellerimdeki senil lekelere bak... Seni Amerika'ya yolcu ettiğimde yoktular. -Bakışlarınız, hiç değişmemiş... -Bir çoban köpeğinin gözleri kadar güzel ve sıcaktırlar!. -İçe dönük alaycılığınız da. -Burcumun bir özelliği bu, tiyatro... -Acımasızlığınız da değişmemiş. -Kime davranmışım öyle? -Bana, kendinize, ama başından beri hep kendinize... -Hey, bana bak, görmeyeli büyümüşsün de sen. -Büyüdüm, evet... Yıllardır aşina olduğum bakışlarının gerisinde gizlenen sevimsizliklerin sezgisiyle tedirgin, takılıyorum… 140 Şamanın Üç Soygunu -Göz bebeklerin büyümüş, daha bir güzelleşmişsin... -Burası biraz karanlık, ondandır. -Sen gerçekten büyümüşsün... Konuşurken karşısındakinin söyledikleriyle yetinmeyerek, derinlerde bir yerlerde gizlenen birşeylerin arayışındaymış gibi belli belirsiz kısıyor gözlerini. Arada bir alnını örten kâhküllerine karışan saçlarını yana doğru çekerek dizlerinin arasında birleştiriyor ellerini. -Zayıflamışsın!. -Hoşuma gidiyor bu. -Rejim yaptığına inanmak istemiyorum. -Hayır yapmıyorum. Bir başıma yemek yiyememek gibi bir derdim var. Yalnızım da şu sıralar... -O halde benimle birlikte paylaşabileceğin bir akşam yemeğine itiraz etmezsin umarım... -Neden olmasın?. Çok hoşuma gider bu... -Benim de, hiç şüphen olmasın... Alelacele toparlanıp çıkıyoruz. Her zaman olduğu gibi az ilerde durakta sıraya girenlerin yerine, burnumun ucuna kadar gelmesini beklediğim taksilerden birine atlayıp yola koyuluyoruz birlikte... -Yeni bir serüven mi bu? -Hangisi?. -Yanlızlığın seçimi. -Beni tanıdığınızı sanıyordum. -Yani? “Afedersiniz bayım, nereye gitmemi istiyordunuz?” Kısık bakışlarından kurtulmaya çabalarken imdadıma yetişen taksi şöförüne dönüp, hanımefendi nereye gitmek istiyorsa oraya, diyorum. 141 Timur Ertekin -Arjantin Caddesi'ne. Nefis bir pizzayla gidermek istiyorum açlığımı... -Hani şu küçük İtalyan lokantası?. -Evet. Girişte sağda, üst kata çıkan merdivenin altındaki vestiyere üstümüzdeki kalabalıkları atıp, caddeye bakan küçük yuvarlak masalardan birine oturuyoruz. Bir iki yabancının dışında kimse yok içerde!. -Sen mi yasakladın, diyorum. -Neyi?. -Avam takımının beslenme özgürlüğünü!. -Neyin, neyin?!. -Laz tayfasının, Alevîlerin, Sünnîlerin, bilumum Kürtlerin, Türklerin, kabaca avam takımının... -Neyini yasaklamışım?. -Bu lokantaya girişini!.. -Böyle bir emir verdiğimi hatırlamıyorum... -Keşke verseydin. Zavallı bilinçaltımın kalın zincirlerini yemek boyunca çözebilir, azat edebilirdim onu. -Görünürde bir engel olduğuna inanmıyorum buna... En azından benim yanımda... -Engeller görünürde olmaz, aniden beliriverirler. Seni çok özledim küçük yaratık... -Buna sevindim... -Biliyor musun, olağanüstü hoş birşey oldu bugün kendiliğinden. -Ne gibi?!. -Farkına varmadan soyadını değiştiriverdi Bilge... Engin denizlerin özü olduğunu unutabilirsin artık. Uçsuz bucaksız duyguların özlenilirliğiyle birlikte olmak zorundasın bundan böyle sevgili Özlem Özlenir... Karnınızın deli gibi acıktığını biliyorum, söyler misiniz, size ne ısmarlıyabilirim?. -Sizi seviyorum... Hiç değişmemişsiniz işte... Yanıbaşımızda, incelik mesafesinde ayakta duran garsona 142 Şamanın Üç Soygunu dönüp gülümsüyorum. -Ben iyi soğutulmuş bir şarap istiyorum!. Ne yiyeceğimize küçük hanım karar verecek!.. -Neden ben?. Hani siz ısmarlayacaktınız!. -Elbette!. Ama önce ne yemek istediğine karar vermelisin! Sonra ben dönüp beyefendiye ısrarla sana ısmarlayacaklarıma dair ısmarladıklarımla ilgili ısrarlı taleplerde bulunacağım!. -Sizi seviyorum... -Ben de seni güzel kız... Gözlerinde endişe rüzgârları estiğini farkediyorum zaman zaman... Aynur da böyle bakardı bindokuzyüzaltmışyedilerde, ne kadar da çabuk geçiyor zaman. Morfoloji binasında, ateşli yirmidokuz nisan* hazırlıklarının içinde buluyorum kendimi... Sol ellerimizin yüzük parmaklarına takılmak üzere beyaz kurdeleler dağıtılıyor herkese. Herhangi bir çatışma çıktığında, diğer fakültelerdeki solcu gruplarla birlikte hareket etmemizi sağlayacak bir önlem bu. Sopalarımız, gururla taşıdığımız -nerdeyse tek tipparkalarımızın altında saklı, yürüyüş düzenini alıyoruz üniversite hastanesinin önünde... Kimya mühendisliği okuyan sevgilimin endişeli bakışlarına aldırmadan -bir onur meselesi bu- kalabalığa katılıyorum... -Endişeli bir hâlin mi var?.. -Hayır, yorgunum biraz. -Hem de bu yaşta?. -Yıllar sonra yine mi yaş farkının önemini anlatan hikâyelerinizi dinleyeceğim yoksa? -Öyle mi?. Unutmuşum!. Hatırlayamamak gibi bir özrüm olduğunu biliyorum, belli ki bu da yaşlılıktan!. Şaka, şaka!.. Güzel kızların ilgisini çekmek için sıklıkla başvurulan bir oyun bu!.. -Bunu bana daha önce söylemeliydiniz!. Ben evlenmeden önce!.. * 27 Mayıs 1960 öncesi Ankarada düzenlenen öğrenci hareketleri. 555 K (Beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay meydanında) 143 -Arizona'lının benim gibi yaşlı bir bilmiyordum!?. -Değildi tabii... Sizden söz ediyorum ben!.. Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu adam Arka koltuğa kurulurken kulağına doğru eğilip taksi şöförünün duyamayacağı bir sesle fısıldıyorum. Şimdi çok daha güzelsin, yedisekizyüzyıl önce tanıdığım o şımarık üniversiteli genç kızdan çok daha güzel!. olduğunu Bir süre sessiz kalıp, garsonun şarap kadehlerinin içinde yüzmeye terkettiği mantarları seyre dalıyorum. Sonra başımı kaldırıp, biliyor musun diyorum, önündeki sigara paketine uzanıp bir sigara yakarak, aramızda uzanan yirmi korkunç yılın varlığına rağmen seni seviyorum. Seni seviyorum güzel kız diyebilmem için elli yaşıma gelmem mi gerekiyordu bilmiyorum ama gecikmiş de olsa bunu söylemekten mutluluk duyuyorum. Sözlerimi bitirir bitirmez yerinden kalkıp, karşı masada tek başına oturan muhtemel İrlandalı’nın şaşkın bakışlarına aldırmadan yanaklarımdan öperek yüreğinin derinliklerinden taşan sıcaklığı sıkı sıkı sarıldığı omuzlarıma taşıyor!.. Nasıl olup da geçip gittiği belirsiz saatlerin ardından bu duygu boyutları yüksek akşamüstü birlikteliğini bir daha yaşamaya karar vererek ayrılıyoruz lokantadan... Kapıdan çıkar çıkmaz koluma girip sıkı sıkı sarılıyor taksi beklerken. -Mırr.. oluyorum böyle, içimi ısıtıyorsunuz!.. -Pisipisilerle aram iyi değidir pek ama biraz olsun ilgini çekebilmek için çok seviyormuş gibi yapabilirim!.. -Güldürüyorsunuz beni, komiksiniz!.. -Yıllardır yanımdan ayırmadığım cep tiyatrosunun ne denli başarılı olduğunun bir kanıtı bu… -Eğlendiriyorsunuz!?. -Eğlenmeni istiyorum!.. -Başarıyorsunuz da! -Farklı bir etkileme tarzı olmalı herkesin!. Herkes gibi özürlü yanlarımı örtmeye çabalıyorum ben de!.. -Seviyorum sizi... -Ev vet…Nihayet başarabildim demek!?.. -Elbette başardınız! Hem de bundan yedisekizyüzyıl kadar önce!... -Taksi!.. 144 Kırmızı stop lambaları kayboluncaya kadar izliyorum arkasından… Özdemir Erdoğan’ın eski bir şarkısı dilimde… Yir! Mi! Yaş! Far! Ka! Rağ! Men!... Duygularımı doğrularım adına kolayca silebildiğim günlerden, doğrularımı duygularım adına feda edebileceğim yerlere yaklaşıyor olmanın hoşluğunu yaşıyorum!. Acele etmeliyim!. Şimdiye kadar ne varsa yapamadığım yapılabilir kılmalı, kendimle başbaşa kalmalıyım artık!. Bitirilmesi gereken ciddi bir romanım var… Nerde kalmıştım ben?!... Biraz sohbet edebilir miyiz diyor, havalandırmada... Hoca'ya mazeret mi bildireceğim!. Nasıl isterseniz, diyorum ve biz -Sadun Hoca ve ben!- iki numaralı cezaevinin Hüseyin Gazi'nin yamaçlarını gören avlusunda voltayla sohbete dalıyoruz... İncitmemeye çalışarak içerde oluşumun nedenlerini bulmaya çabalıyor hoca... Yirmi yıl önce İngiltere'den aldığı Harry's Tweed el örgüsü ceketinin başına gelenlerle başlayan -ilk tevkifatımda da üstümde bu vardı- sohbetimiz, o zamanlar hiç haketmediğimi sandığım, beklemediğim bir biçimde sonlanıyor… “Bütün konuşmalarımızdan senin bir komünist olmadığını anlıyorum.” “Olur mu hocam!?..” Bunu dile getiren -mâzallah- bir başkası olsa, doğması muhtemel facia, Sadun Hoca'nın saygıdeğer kişiliğinde suskunluğa, kendini sorgulamaya dönüşüyor... “Şart mıdır komünist olmak sence?!.” “Bilmem?” 145 Timur Ertekin “Değildir!. Doğruların peşinde olmaktır önemli olan!.” “Beni öyle görmüyor musunuz?.” “Elbette görüyorum. Sen bir devrimcisin! Hoş birşey bu!.. Ama insanın kendini doğru yakalaması lâzım!” “Yakalamamış gibi miyim?!.” “Sapasağlam devrimci bir inançla yakalamışsın hem de!..” “İnsanın kendini doğru yakalaması lâzım!” Bu sözü hiç ama hiç bir zaman unutmayacaktım... Günler birbirinin peşi sıra inanılmaz bir hızla geçiyordu... Kışa dönen mevsimle birlikte kurulan sobaların unutulmuş tadını yaşamaya başlamıştık içerde… Nöbetçi olduğumuz günler erkenden kalkıyor, yaktığımız sobanın nar gibi kızaran karnına bakarak hava atıyorduk Sökeli'yle!.. Yakamazlar adaş, diyordu Hikmet, bunlar ana baba kuzusu! Talim terbiye görmüş burjuva çocukları bunlar!.. “Ya ben?” “Sen başkasın!” “Nasıl?.” “Karıştırma artık orasını!” Nöbete kaldığımız günler Hikmet'ten önce kalkabilmek için, biz uyurken koğuşta sabaha kadar dolanan nöbetçilerden Hikmet'ten önce beni kaldırması için ricalarda bulunuyordum. Yine de her uyandığımda, kül tablalarının boşaltılmış, sobanın yakılmış, koğuşun temizlenmiş olduğunu görüyordum hayretle. Sıkıntıyla kıvranırken ben, kırış kırış gözkapaklarının ardına gizlenmiş bilge gözlerinde parıltılar -keyifle- şaşkınlığımı seyreden Hikmet’i buluyordum karşımda… Ertesi gün nöbetimiz olduğu geceler uyumama kararı alana kadar ben devam etmişti bu durum... Herkes horul horul uyurken elime bir kitap alıp ranzama oturmuş -ışıklar bütün bir gece boyunca açık kalırdı- sabaha kadar okumaya, uyanık kalmaya zorlamıştım kendimi. Arada bir önüme düşen başımın ağırlığıyla uyandığımda, yanımda duran plastik şişelere uzanmış, içindeki 146 Şamanın Üç Soygunu suyu kâh içerek, kâh yüzüme serpiştirerek uyanık kalmaya çabalamıştım… Böylece daha Hikmet kalkmadan ortalığı temizleyebilmiş, sobayı yakarak yeni bir güne hazırlamıştım koğuşu tek başıma... İnatla, Hikmet'in bu konuda ne denli kararlı olduğumu kabul edişine kadar sürüp gitmişti bu garip işkence!.. İnsanın kendini doğru yakalaması lâzım evet! Aradan geçen bunca zamana rağmen bir kez olsun korkmadan becerebildim mi bunu acaba?!. Yoksa hep, sonra ne derlerin telâşına mı düştüm?. Duygularım adına doğrularımı feda edebildim mi gerçekten! Bir yaz gecesi keyfinin hafifliğini çılgınca yaşarken hepbirlikte teknedekiler, gözlerindeki hüznü her seferinde yüreğime kazıdığım o genç kızla bir kez olsun içimden geldiği gibi konuşabildim mi?. Ona deliler gibi kendimi anlatmak, onunla yakınlaşmak istediğim halde “Eğer izin verirsen sana aşık olduğumu söylemek istiyorum” diyen gözlerle bir kez olsun bakabildim mi ona!. Kajal'a... Ahmet'i üzmek istemedim belki de... Sana yazabilir miyim, dedim sadece, alkolün gözlerime indiği bir gece… Sana -eğer izin verirsen- uzun uzun mektuplar, mektuplar, mektuplar, mektuplar yazmak istiyorum, dedim sadece... İzleri bu günlere kadar -silinmeksizinsüren bu ne garip bir işkence!.. Ertesi gün, içimizi kıpır kıpır saran yeni bir “görüş günü” telâşıyla başlıyoruz güne... Dörder, beşer kişilik gruplar halinde alıyorlar ziyaretçileri içeriye. Kapıdaki asker, elindeki listeye bakarak sesleniyor içeri... Şaban Erik! Turgut Kazan! Can Açıkgöz! Muammer Soysal! Adı her söylenen ince bir telâşla yerinden kalkıp hızlı adımlarla “görüş” için ayrılan kulübeye yöneliyor. Cezaevinin kâlbi o küçücük kulübede atıyor her çarşamba. Dava ile ilgili son gelişmelerden -baban Ersun Paşa’yla görüşmüş- dışarıda esen siyaset rüzgârlarından, Teoman’ın -ikide bir okul değiştiriyor- yurt dışı maceralarından, onları yanlız bırakmayan arkadaşlarımdan, apartman komşularımızdan -kimse gelip gitmiyor artık- 147 Timur Ertekin uluslararası politikaya kadar her şey orada konuşuluyor… Bizimkilerle olabildiğince hasret giderip, elimde ablamın getirdiği kocaman bir nergis demetiyle dönüyorum koğuşa!. Oralarda bir yerlerde bulduğum bir konserve kutusuna zar zor sıkıştırıp, baş ucuna koyuyorum yatağımın!.. Kapıdaki asker saymaya devam ediyor hâlâ… Uğur Cilasun! Bekir Yenigün! Nebil Ergun! Sadun Aren!.. Ranzama uzanıp, kokusu koğuşun her köşesine yayılan nergislerin dokusunda gezinerek, sanki Karaburun’da bir tepede, nergis tarlaları arasında yatıyor -muş- gibi yapıyorum... Aşağılarda bir yerde, kayalıklarda patlayan dalgaların, heybetle kabaran denizin sesini duymaya çabalıyorum... “Sizlere güzel haberlerim var çocuklar!” Doğrulup bakıyorum, elinde kötü, bakalit bir vazoya yerleştirilmiş boynu bükük karanfilleriyle koğuşa dönüyor Sadun Hoca. Ama önce şu elimdekileri yerleştirmeliyim, diyor. Vazoyu herkesin görebileceği bir yere, duvardaki bir çiviye tutturuyor. O’nu -ne yapıyor bu adam- izlerken, içimdeki deli sevinç narkisos- bir anda utanca dönüşüp kayboluyor... Nergis tarlaları teneke kutuya, bense ranzama dönüyorum... Ertesi sabah, uzun yemek masalarının üstündeki yeşil plastik bardaklara sarı beyaz kıskanç nergislerimi -utancımıyerleştiriyorum birer ikişer... O sabah, hemen herkesin yüzünde beliren tebessüm biraz olsun hafifletiyor acımı... Sadun Hoca'yla göz göze gelmemeye özellikle dikkat ediyor ama nafile...Yanıma kadar gelip, “Sen ince bir çocuksun” diyor. “Beni utandırmayın diyorum, lütfen, zaten çok kötü oldum dün...” Olan bitenden memnun, yineliyor, “Hem de çok ince, çok zarif bir çocuksun!.” Sağolun hocam... Sağolun!.. Sağolun!. Sağolun!.. Özlem'le yaşanan akşam üstlerinin çekiciliği her gün biraz daha ısıtıyor içimi... Daha iyi geceler derken özlediğimi farkederek 148 Şamanın Üç Soygunu çılgın bir sevince kapılıyorum... Geciktim mi, diyor her seferinde... Hayır, hayır, elbette gecikmedin. Gizleyemediğim tedirginliklerimin nedeni bu değil!.. Yıllar sonra bir araya geliyor olmanın ağır bedelini sorguluyorum içimde... Okyanusların engin sularına yelken açmaya hazır yelkenlileri seyrederken İngiltere'de, demek bendim yanıbaşında duran. Günlük hayatın karmaşasına aldırmaksızın salınan -sürtük- yelkenlilerin arasında çekilen resimlerini gösterirken bana, teknelerle birlikte hep sizi düşünürdüm dediğinde kimbilir hangi vahim tuzaklar arasında geziniyordum ben... Oysa seni her gördüğümde ruhuma korku salan derin bir hesaplaşmanın sonsuz kavgası vardı içimde... Hırçın ve muhtemelen bunak -öyle olmalıydı- bir Şaman yerine koyarak tutsak edemezdim seni kendime... Mevsimsizdi evliliğin! Mevsimsiz ve sevimsiz!. Ama çocuk gözlerine denk düşmüyordu yaşadığım sonbahar!. Mevsimdi, mevsimsizdi, mevsimsizdik!. Bir başka bahara kalmıştı ister istemez özlemim! Bir başka bahara… bir başka bahara… bir başka bahara... Tahayyül edilmesi fevkalâde kolay, yaşanılması fena halde güç, fevkalâde bir başka bahara... Özlemdi, özlenirdi, özlendi!.. Ve hep öyle, özlenildiği gibi kaldı… Belki de hep öyle kalacak... Aramamalıyım bundan böyle!.. Çılgın bir yaşama sevinci verse de bir araya gelmelerim, bir daha asla aramamalıyım... Daha önce düşündüklerimin tersine, bir arada olabilmek için elimden gelen herşeyi yapıyorum yine... Bütün hastaları iptâl edip, birlikte olabilmemiz için boş zamanlar yaratıyorum... Kaçıyoruz birlikte!. İkide bir kısılan çocuk gözlerinin ardına saklanan beni arıyorum her seferinde... Sonra, bir sonbahar akşamının derin karanlığında yeni aldığım Astra'nın -sıfır kilometre- kokusuyla Ankara'nın karanlık varoşlarına dalıyoruz birlikte... Gecekonduların serin havasının solunduğu karanlık sokaklar bitip caddelerin pırıl pırıl aydınlığına kavuşulduğunda, karanlığın gizine sığınmadan sıralıyorum -utancımla başbaşa- içimden geçenleri... -Seni seviyorum!... -Bunu duymak hoşuma gidiyor!.. -Üstelik -derler ya- sana edepsizce sarılmak, sevişmek 149 Timur Ertekin istiyorum seninle... -Ne hoş!.. -Belaya girse de başım... -Öyle demeyin!.. -Sonuçları ne olursa olsun içimden geçenleri bilmeni istiyorum. Yaşanılsa da, yaşanılmasa da, bir rüya da olsa bu, seni deliler gibi istediğimi bilmeni istiyorum... -Siz bir çılgınsınız!.. -Evet!. Aynen öyleyim... -Alın beni o zaman!. Oran sitesinde, Hakan'la birlikte kiraladığımız şirin evimize vardığımızda perdeleri birer birer çekerek özlem dolu sıcaklığına sarılıyorum onun... Derin nefeslerle öylece kalıyoruz bir süre... Alnından öpüyorum önce. Yanaklarından, dudaklarından.... Küçük, biçimli kulaklarından... Uykuya dalan kirpikleri sarhoş, gömleğinin düğmelerini çözüyor elleri… Beyaz dantellerin gizlediği meme uçları beliriyor dudaklarımın ucunda. Alaycı bir ifadeyle dönüp “eşit miyiz” diyor birden!. Elbette, elbette, elbette eşitiz... Hızla ağarmakta olan göğsümdeki kılları gizleyen gömleğimi çıkartıp yanıbaşımda duran koltuğa bırakıveriyorum... Tanrım, şu işe bak, sevişiyoruz!. Ve ben, ağır ağır güneşe doğru süzülüyorum... -Muhteşemdi!.. -Bence de!.. -Seni seviyorum!. Seni seviyorum!. Seni seviyorum!.. -Ben de seni, ben de seni, ben de seni... Yıllardan beri ilk kez kadın olduğumun bilinciyle üstelik!. -Benim için de öyle!. Yalansız dolansız olması gerektiği gibiydi herşey. Muhteşemdin!.. Adam gibi adam olabilmenin...... Küçücük parmakların dudaklarımı sevgiyle okşayan seslenişine uyarak susuyorum. Sen, diyor, olman gerektiği gibi birisin... Sevgi dolu, delidolu bir yürek.... sessiz çığlıklarla soluk soluğa varılan zirvede -çırılçıplak- konuşuyor olmanın tadını çıkarıyoruz!. On yıl!. Bir arada olmanın tadına varabilmek için 150 Şamanın Üç Soygunu neden onca yıl bekledik? Deli olmalıyız biz, diyor... Deli olmalıyım evet! Adına hayat denilen şeyin ne anlama geldiğini yıllar sonra anlayacak kadar hayata gecikmiş bir deli olmalıyım… Deli olmalıyım evet, çılgın bir güçle tutsaklıkların zincirlerini kıran, deli hasretlerin, deli hasletlerin peşinde deliler gibi koşan, deliler gibi özleyen, deliler gibi seven, yanlızlığın tuzaklarında gözbebekleri solan, deliler gibi inleyen, deliler gibi ağlayan, yeniden kavuşmaların sevinciyle deliye dönen, deliler gibi kucaklayan, hasret gideren, sevişen ve bunu sana yakıştıramadımlara başkaldıracak kadar deli bir cesaretle ayağa kalkarak, ben de kendime sizin gibi olmayı diyebilecek kadar cesaret sahibi bir deli... Ciddi bir deli olmalıyım evet... -Deli oluşun hoşuma gidiyor!. Gecikmelerimizden yakınmıştım ben... -Gecikmelerin vahim sonlanabilirliğinin acılarından söz ediyorum ben de. Çocuk denecek yaşta, “yârin dudağından gayrı her yerde, her şeyde hep beraber” diyerek yola çıkanların, darağaçlarında, ölüm tuzaklarında sonlanan yalnız yürüyüşleri geliyor gözlerimin önüne. “Bizim de bir çift sözümüz var aşka dair” diyebilecek kadar yaşayabilselerdi keşke... -Acı çekiyorsun sen! -Acı çekiyorum evet. Gençliklerinin baharlarında, devlet denen ceberrut cellatın kıllı parmakları arasına boyunlarını neşeyle uzatarak güneşe gömülmeyi seçenlerin matemlerini tutmakta, olan bitenleri anlamakta fena halde geciktiğim için acı çekiyorum… -Anlatsana bana onları!. -Sözler neyi anlatır kendileri yoksa... -Olsun!. Geçmişte yaşanılan ne varsa bilmek istiyorum sana dair, seni bana anlatan... -Hepsini mi?. -Evet hepsini!.. Çarşafın çıplaklığını örten maviliğine bürünerek avuçlarını çenesine dayayıp, ikide bir kısılan gözlerinden süzülen büyük bir merakla masal dinlemeye hazır kız çocukları gibi anlatmamı 151 Timur Ertekin bekliyor. Sözcükler birer birer dökülürken dudaklarımdan parmak uçları dolaşıyor omuzlarımda... -Dünyanın en güzel insanlarını, en aşşağılık yaratıklarını tanıdım ben... Dünyanın en mükemmel köylüsünü, Hikmet'i tanıdım! Söke'nin bereketli ovasını, yoksul insanlarını, sevinçlerini, sancılarını, karısı Müşerref'i tanıdım. Müşerref'in, seni haksız yere içerde tutuyorlar Hikmedim, diyen mektuplarını, mektuplarına yansıyan aşkı tanıdım... “Suçlu olanlar orta yerde gezinirken seni içerde tutuyolar Hikmedim?” diyen aşk mektuplarını... Sen orada, ben burda, bebeğimiz karnımda hasretinle büyüyor diyen mektuplarını okudum Müşerrefin... -Hamile miydi karısı? “Konuşmak istiyorum seninle adaş...” “Hayrola, bir terslik mi var?.” “Arkadaşlar benim söylediğimi bilsinler istemiyorum ama Müşerref doğum yapacak biliyorsun, üç beş kuruş toparlasanız da diyorum…” Nasıl olup da önceden düşünmediğime nasıl da utanmıştım! PDA’cıların komününe katılmayarak beş kuruşsuz yaşamayı seçtiği isyanına denk düşen sessizliğine nasıl da duyarsız kalmıştım!. Birkaç gün sonra Söke'den gelen mektup istihbarat ağının hapishane içinde de çok iyi işlediğini gösteriyordu. Müşerref, o hafta kendisine üstüste iki kez gönderilen paranın yüreğini nasıl da rahatlattığını anlatıyordu mektubunda. Hikmet'ten cezaevindeki değerli arkadaşlarına teşekkür etmesini istiyor, özenle korumaya çalıştığı tedbirli uslubunu terkederek, içerdekilere ilk kez övgülerde bulunuyordu... Karşı koğuştan PDA'cıların gönderdiği anlaşılan paralara öfkelendiyse de Hikmet, kişisel çabalarımla gırtlağı özenle sıkılarak susturuldu. -Sonra ne oldu? -Hayati tehlikeyi 152 kolay atlattı. Öyle öldürecek kadar Şamanın Üç Soygunu sıkmamıştım yani. Ha, ha!.. -Dalga geçme!. Sonra ne oldu? -Yadigâr doğdu! Doğumun hemen ardından cezaevine gelen mektubunda Müşerref, bebeklerinin kendisine Hikmet'ten yadigâr olduğunu, o nedenle de adını Yadigâr koyduğunu yazıyordu... Bütün koğuş sevinçle karşıladı haberi... Bir kızımız olmuştu... -Sonra?. -Daha sonra bir kez daha para toplamaya kalktık ama başarılı olamadık. İçerdekiler, yarınları bizlerle bugünden paylaşmaya henüz hazır değildiler... -Saçma!.. -Hayır, saçma değil! Sonuç olarak herkes yalnız sayılırdı... Sararmış parmakların arasında ezbere dolaşan tespihlerin şarkısına takılır kalırdı dile getirilmeyen kaygılar... -Yine de saçma geliyor bana, -Müthiş sallamalar örerdik rengârenk boncuklardan. Rahmetli anneanem gibi parmaklarımı bir gerip bir açarak örerdim boncukları elimdeki tığla... TİP'li Bekir Abi, Nebil ve ben, inanılması güç bir ekip olmuştuk... Nebil dudaklarının arasında sigara, uzandığı ranzaya yayıldıkça yayılır, boncukların renklerini bahşederdi... Üç kırmızı, iki beyaz, bir siyah, dört kırmızı, üç beyaz, iki siyah, bir yeşil!.. Bekir Abi, Nebil'in dilinden dökülen her rengi inanılmaz bir hızla ipe geçirir, getirir önüme sererdi.... Boncukların mapusane dansı sürerken parmaklarımda, Nebil'in gönlünden süzülen desenlerin şaşırtıcı güzelliği belirirdi yavaş yavaş sallamanın ucunda... -Seni öyle elinde tığla bir şeyler örerken düşünemiyorum… Kolay bir iş olmasa gerek hem!. -Yok canım, Hikmet bile öğrenmek istemişti. Ha, ha!.. Her seferinde dalga geçerdim ırgat elleriyle boncuk mu örülür, diye. “Ben keyfimden mi istiyorum sanki öğrenmeyi adaş” demişti bir gün “Arayanım yok, soranım yok, param yok, yarın varacağımız sivil cezaevlerinde kim bakar bana, Yadigâr'a?!. Belki üçbeş kuruş elime geçer diye, hepsi bu!..” Dudaklarım donar kalırdı böyle anlarda. Buz keserdi ellerim, ne diyeceğimi şaşırırdım... -Ben de üşüdüm şimdi. Sarılsana bana, ısınmak istiyorum... -Seni seviyorum sevgili Meryem... Seni seviyorum... Seni 153 Timur Ertekin seviyorum... Seni seviyorum... -Ben de ihtiyarcığım, ben de!. Ben de seni seviyorum... Değişimin akıl almaz rüzgârlarına o kadar açık, o kadar yapmacıksız, o kadar saf, o kadar kendisi gibi soluk alıp veriyordu ki, bekâret ancak bu olsa gerekti... Konuşurken ben, ikide bir kısılarak, sanki kaybolması muhtemel ayrıntıları yakalamak ister gibi geziniyordu dudaklarımda dolaşan gözleri... -Genç miydi karısı? -Bilmem?!. Sormamıştım yaşını... -Güzel miydi? -Güzel olduğunu söylerdi... -Sonra sen gördün ama!.. -Evet gördüm. -Güzel miydi peki?. -Yıllar sonra üç çocuk sahibi bir anne olarak gördüm, evet güzel denilebilirdi... -Kibarlık ediyorsun?!. -Sana anlattığım kadının güzel olmaması mümkün mü?!.. -Akıllı bir kadın olduğu anlaşılıyor elbette anlattıklarından ama yine de kibarlık ediyormuşsun gibi geliyor bana... -Doğrusu evlilik sınıf farkı gözetmeksizin yiyip bitiriyor ilişkileri. Yıllar sonra ona “Hikmedim!” diyen Müşerref yoktu artık yerinde... Sorunlarını çözemeyen, yakınılan bir Hikmet vardı geçim mücadelesiyle geçinen... -Bir gün.... -Evet, bir gün?!. -İkimiz de özgür olursak birgün... -................... -Evlenmeyelim olur mu?!. “Bence de, bence de evlenmeyelim” diyorum. Sana her hazırlanışımda, her sarılışımda, uzaklardan gelişini her koklayışımda aynı ürpertiyi bir daha, bir daha, bir daha yaşamak, seninle birlikte olmaktan duyduğum uçsuz bucaksız mutluluğu uçsuz bucaksız gökyüzüne haykırmak istiyorum her seferinde... 154 Şamanın Üç Soygunu Seni seviyor ve kaybetmek istemiyorum hiç... -Demek Müşerref'in de aşkı soldu sonunda... -Çılgın duyguların bir rezonansıdır aşk!.. Benzer günlerin sonsuz sabrına dayanamaz elbette, susar... -Bu güne dönmeyelim hemen n'olur, Hikmet'i anlatıyordun... Büyü bozulsun istemiyorum. En azından şimdilik... -İnanılmaz bir direnci vardı... İnce uzun boyu ve sıradanlığa zor eğilen kamburuyla inanılmaz bir adamdı. Balayında, Nurten'le evliliğimizin üçüncü gününde onları görmeye gitmiştik. Betoncu Hikmet'in evi nerde, diye sorarsan gösterirler çarşıda demişti. Yine de işi sağlama alıp telefon ederek kendisini deniz kenarında beklediğimizi söylediğimde, kahvaltı sofrası niyetine şehir kulübüne kurduğumuz, ahtapot salatalı, kalamarlı, rokalı, midye salatalı, sarıkanatlı -sızma zeytinyağlı- ziyafetimizden neredeyse kalkmak üzereydik... Deniz kenarında poğaça ya da simitle kahvaltı etme fikri, vitrininde sergilenenleri görünce -Nurten çay, simit ve peynirle durumu idare ediyordu- cazibesini yitirivermişti... İri iki elin arkamdan gözlerimi örtmesiyle gelmiş olduğunu anladım Hikmet’in... Bir yandan sarılıp kucaklarken, bir yandan da kocaman elleriyle pat pat sırtıma vuruyordu. “Ta-a-nış-tı-raa-yımNu-u-u-r-te-e-n-n” Dönüp nezaketle uzatarak kocaman ellerini, konuşmaya başlamıştı Hikmet. “Yengânım, kusuruma bakmayın, çok oldu adaşımı görmeyeli!..” Hikmet'e ait hemen hemen herşeyi defalarca dinlemiş olan Nurten için hiçbir davranışı sürpriz olmamıştı Hikmet'in... Tersine, birlikte geçirdiğimiz birbuçuk günün ardından, olağanüstü duyarlılığının rüzgârlarına birlikte kapılarak, onu tanıyor olmanın keyfini bir kez daha yaşamıştık birlikte... “Şurdan sağa dönelim adaş!.” Oturduğu yerden sarkarak, nerdeyse ön cama kadar uzanan parmaklarıyla yolu tarif ediyordu… “Şimdi de şu yolun bitiminden sola. Karşıda duran traktör var ya, şu pembe evin önünde, oraya...” 155 Timur Ertekin “Senin mi o traktör?” “Benim evet.” “Önünde durduğu ev de senin olmalı?!.” “ Yoo, o değil… Benim ev şu karşıdaki!..” Üstünde beton karıştırma makinesiyle römorkundan aşağıya sarkan demir parçalarıyla neden evin önüne değil de uzağa bıraktığını merak edip soruyorum... “Pembe evde gözü açık komşular mı oturuyor?. Traktörü onların evlerinin önüne koyduğuna göre...” “Yok adaş, makina ağır!. Traktörü evin önüne çekmem için asfaltı geçmem lazım. Yolu yaralamayayım diye işte...” “Ya götürürlerse?” “Neyi?.” “O beton karan zamazingoyu?!.” “Yok be adaş, n'etsinler betoncu Hikmet’in makinasını..” Mahkemelerin halk düşmanı diye yargıladığı Hikmet, devletin asfaltına kıyamıyordu işte… Nurten'le gözgöze gelmiştik birden. Benim babam da karayolcudur demişti Nurten “Beni çok duygulandırdınız!. Yolları bu hale getirmek için harcanan emeğin ne demek olduğunu iyi bilirim ben!.” Şamanın Üç Soygunu -Bana Hikmet'i mi, yoksa karını mı anlatacaktın?. -Elbette Hikmet'i!.. -Birden sanki... Hayır, kıskanmıyorum elbette ama... Ya da kıskanıyorum belki... Yani bilmiyorum... Evet, kıskanıyorum galiba evet.. Bu kadar kısa bir zaman aralığında nasıl oluyor da duyguların bir uçtan bir uca geçiveriyor?.. -Ne alakası var!?. Gizlemeye çalışıyorum belki o kadar... Bu yarı şaka uyarının ne anlama geldiğinin bilinciyle savunmaksızın kaldığım yerden devam ediyorum anlatmaya.Parti yasaklarının dışına çıktığı için PDA’cılar tarafından hain ilan edilenler arasındaydı. İçerde yani... Bu defa gözlerini kısmadan dinliyor... İlgisini çeken, merakını uyandıran pasajlar aktarmalıyım Hikmet'le yaşadığımız cezaevi serüvenimizin ayrıntıları arasından... Küçük, masum numaralar... Ne kimseyi kırmak ne de… -Hikmet’im hain ilân edilenler arasında mıydı?.. Seni seviyorum güzel kız, seni çok seviyorum... Sağol!.. “Sizi bilmem, yani elbette... Yani benim yapım bu... Bu devlet bize ne kadar zulmetse de bizim devletimiz, bizim malımız bunlar. Millî servetimiz yani. Gücüme gidiyor millî servetin heba olması… Bu her yerde böyle... Geçenlerde İstanbul'a gidiyorum, kaç tane şirket var, hepsinin arabaları boş... Hepsi mazot yakıyor. Millî servet yani, hep akıp gidiyor. Ben olsam diyorum meselâ, yolcuları bir araya toplar bir otobüs kaldırırım... Hiç olmazsa boşa para gitmesin!. Boşa akan su olsa üzülürüm. O da bir anlamda millî servet, vatan serveti yani. Ne diye boşa akıp gitsin?” “Siz beni ağlatmak mı istiyorsunuz?.” diyor Nurten. “Hiç olur mu Nurten kardeş? Misafirimizsiniz... Hem de balayında… Böyle genç, böyle güzel kardeşlerimizi üzmek ister miyiz biz...” 156 -Evet, PDA cılar tarafından hain ilan edilenler arasındaydı. Duruşma salonunda, PDA cıların mahkemeden talep ettikleri ve şimdi ayrıntısını tam olarak hatırlayamayacağım bir konuda mahkeme heyetinin “Aynı görüşte olmayanlar salonu terketsin!” uyarısıyla salonu terkederlerken, içerde kalanların arkalarından “hainler” diye tempo tuttuklarını anlatmıştı bir gün... Bir sonraki duruşmada söz almak istediğini söylediğinde herkesin merakla ne diyeceğini beklediğini anlatmıştı sonra... “Geçen duruşmada, biz salonu terkederken bazı arkadaşlar hainler diye seslendiler arkamızdan. Bir gün gelecek, tarih kimlerin gerçekten hain, kimlerin hain olmadığını elbette ortaya koyacaktır!..” dedim adaş diyordu, “Mahkeme heyeti de, senin burjuva çocukları da öylece 157 Timur Ertekin kalakaldı!..” -Düşünebiliyor musun, üstü başı dökük ama onuru dimdik ayakta bir köylü mahkeme heyetinin karşısına geçiyor, başına gelecek olanlara aldırmaksızın siyaset arkadaşlarının ihanet suçlamalarını tarih önünde lanetliyor!. -İnanılır gibi değil! Evet, gerçekten inanılır gibi değildi. Belki de ütopik komünizmin içerde yatan tek temsilcisi, sol siyasetin en bilge köylüsüydü o!... -Başı ağrıdı mı sonunda peki?.. -Pek sayılmaz.. Bu gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkan alışılmış sıkıntıların dışında pek fazla birşey yaşanmazdı. Dışlanılabilirdi, PDA cılar tarafından zaten dışlanmıştı. Baskı kurabilirlerdi, ki biz ona izin vermezdik. Yönetime karşı kötü duruma düşürülebilirlerdi, onu da yapmadılar... Cezaevinde yaşamak için onun da kimseye ihtiyacı yoktu zaten... Çok iyi hatırlıyorum, 1973 seçimlerinde Adalet Partisi seçimleri kaybetmiş, Cumhuriyet Halk Partisi koalisyon ortağı olarak iktidara gelmiş, cezaevinde de herşey birdenbire değişivermişti. İki yılı aşkın bir zamandır süren yiyecek yasağı önümüze gelen ilk bayramla birlikte kaldırılmış, özel günlerde cezaevine yiyecek sokulmasına izin verilmişti. Her ziyarete gelen, elinde paket paket yiyecek taşıyordu içeriye... Üst üste yığılan paketlerden sigara tablalarına bile yer kalmamıştı yemek masalarının üzerlerinde. Her masanın üstünde muhtelif yiyecek kutularından oluşan en az otuz, kırk santim yüksekliğinde tepeler oluşuyordu. Öğün falan kalmamıştı. İki yıldır süren zorunlu mercimek kürünün hemen ardından yakaladığımız bu fırsatla her an, herkes birşeyler yiyordu… Çikolata vs. derken ölçüyü fazlaca kaçıranlar tuvalete koşup, suratlarında mahcup ama muzaffer bir ifadeyle koğuşa geri dönüyorlardı... Ortalıkta hizmet eden kadınlar yoktu tabi ama, ranzalarında kaygısızca uzanarak beslenmeyi sürdüren Romalılar 158 Şamanın Üç Soygunu gibiydik... İşte tam o sırada, nöbetçilerin içeriye getirip bıraktıkları karavanaların başında, bu açgözlü şölene katılmadığını elindeki tabağa yemek koyarken farkettim Hikmet'in… Karavanaların yanında durmuş, tabağını doldurmaya çalışıyordu! Sofradan kalkıp, bilinçsizce yanında bittiğimi hatırlıyorum… “Ne yaptığını sanıyorsun sen!.” “Yemek yiyorum adaş!.” “Beni kahretmek için mi?.” “Niye öyle olsun adaş… O da yemek, bu da yemek!.” “Eşşeğin bi tarafına su kaçırma şimdi!. Kime, neyi göstermek istiyorsun sen! Üstelik biz orda afiyetle yerken..” “O ne demek oluyor adaş, bunun seninle ne alâkası olabilir?!.” “Olur mu ulan, orda afiyetle yemeğini yiyen benim!.” “Ayıp ediyorsun şimdi adaş.. Sofranıza gelip az mı yemeğinizi yedim, çayınızı az mı içtim. Şimdi -sesini kısarak- seninle birlikte yesem, gördün mü bak diyecekler, gitti THKO’culara yamandı... Niye dedirteyim adaş? Sen validenin elleriyle yapıp getirdiği şeyleri elbette ellerini öper gibi muhabbetle yiyeceksin. Bunun seninle bir ilgisi yok!. Bırak da şu burjuva çocuklarına bir ders vereyim... Sen şimdi afiyetle yemeğini ye… Benim için de üzülme… Aklım aç kalacağına varsın karnım aç kalsın...” Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Karavananın başında onu yalnız bırakıp tabağıma dönerken içim içimi yiyordu... Gece yarısı kalkıp, annemin yaptığı zeytinyağlı dolmalardan, kıymalı, ıspanaklı böreklerden bir tabak hazırlayıp sessiz, usulca uyandırdım... “Eğer bunları afiyetle yiyip bitirmezsen dedim, beni de onlar gibi değerlendirdiğini düşünmek zorunda kalacağım!.” Ardından zeytinyağlı dolmaların, böreklerin dayanılmaz tadına bulaşan ellerimi yıkamak için arkama bakmadan tuvaletlere doğru yürüdüm… Gecenin bir yarısı, lavaboların, pisuvarların, kapısı yarı açık 159 Timur Ertekin alaturka tuvaletlerin arasında kalan sahanlığın sessizliğinde, altına çektiği sandalyeye tüneyerek bir şeyler yazmaya çalışan Vasıf Abi’yle karşılaşınca birden çok şaşırdım... “Hayrola abi?!..” “Başka türlü yazılmıyor!.” “Yalnız kalmak mümkün olmuyor ki gündüzleri. Nereye kadar geldin?” “Annesi yeni bir yol ayrımında. Kızının durumuna haklı gerekçeler bulmaya çabalıyor...” “N'apsın abi, sen de durmadan tuzaklar kuruyorsun kadına!?..” “Eee tuzaklar bol... Hayat da öyle değil midir?.” “Öyle de, oyun nasıl oynanmalı peki? Adını öyle koyduğuna göre!.” “Tuzaklarla savaşarak!.” “Öyledir herhalde... Hadi kolay gelsin, ben yatıyorum...” “Fatma’yla buluşacağın günün provalarını yapabilirsin rüyanda.” “Sahi, hani nişanlıyacaktın beni onunla?.” “Dur bakalım acele etme, kıza da soralım bir!..” Gülerek birbirimize iyi geceler diliyoruz. Dışarı çıkınca ziyaretime getirecek Fatma Girik’i Vasıf Abi!.. Şaka maka ama eğlenceli de oluyor bu tür takılmalar aslında. Pek fazla çıkma umudu kalmamış müebbetliklerin safında olduğum için fantazilerle avunabiliyor insan ancak… Bir tiyatro yazarından daha çok profesyonel bir sporcuyu andıran sevimliliği ve yazmaya çalıştığı yeni oyunuyla onu başbaşa bırakıp yatağıma dönerken ben, Hikmet'in geceyarısı tabağında kalıyor aklım... -Şimdi nasıl olur da Nurten'i kıskanmam söylesene?!. Beni de tanıştırmalısın Hikmet'le... -Elbette tanıştırırım, hâlâ deliler gibi özlediğim, sevdiğim, hayatımın tek köylüsünü nasıl sakınırım senden? İlk fırsatta tanıştırırım hem!. Keşke mümkün olsaydı, diyalektiği bir masal 160 Şamanın Üç Soygunu gibi anlatan Vasıf Abi’yle tanıştırabilseydim seni... -Ah, keşke evet!... -Müthiş bir insandı... -Ne kadar kalmıştın sen içerde?. -İki sene üç ay... -Nasıl geçer iki sene, ben olsam delirirdim.. -Bizden önce de bizden sonra da uzun yatanlar, bizden çok daha fazla acı çekenler oldu. Onbinlere katlandı acılar özgürlükler rafa kalktıkça… O nedenle çok zor geçti demiyeceğim. Geçti işte!. Deliler gibi kitap okuyarak, siyaset tartışarak, zeytin çekirdeği, boncuk dizerek ve tabii hasret çekerek, rüzgar gibi geçti!.. Sönmek bilmeyen umutlarımıza kanat çırpan deli bir rüzgâr gibi, geçip gidiverdi... -Hem de kadınsız… -Tuhaftır, arada bir yatağının altından çıkardığı yarı çıplak kadınların gazetelerden kesilmiş fotoğraflarını alarak tuvalete giden İsmail'le dalga geçmelerin dışında cinsellikten söz edilmezdi hiç... Gerçekten söz edilmezdi... İki sene boyunca açık saçık bir fıkra olsun anlatan hiç kimseye tanık olmadım… Ama hiç!. Edepsiz Karadeniz türkülerinin dışında; ana beni evlendur / sikum deldi yorgani... -Televizyon yok muydu? -İzin vermiyorlardı. Bol bol radyo dinliyorduk biz de. İyi bir radyosu olmak önemli birşeydi... Ömer'in getirttiği radyoyla biz de şanslılar arasında sayılırdık… Gece yarılarına kadar Willis Connover'in sunduğu -Jazz Hour- Caz Saati’ni dinlerdik birlikte. Dinlerken neredeyse trans haline geçer -Ömer şarkıları türkçeye çevirirdi- müthiş tad alırdık… -Ne güzel... -Ertesi sabah kalktığımızda -çoraplarım çalınmış!- Ömer'in muhtemelen ranza altlarında biryerlere terk ettiği, ya da ne bileyim, kaybolmasın diye ceketinin cebine koyarak sonra unuttuğu çoraplarını, minnet duygularımın bir ifadesi olarak bulur çıkarır ve başka bir gece yarısına hazırlanırdık. -çakmağım çalınmış!- Oldukça sık yinelenen bu espri her seferinde kendine bir müşteri bulduğu için, ne Ömer ne de ben vazgeçerdim söylemekten... Şiir bile yazdım bunu anlatan... 161 Timur Ertekin -Gerçekten? Okuyabilir misin bana?.. -Hımm, evet... -Oku öyleyse lütfen… Bekliyorum... -Beğenmezsen yarıda kesebilirim!. -O kadar kaba biri değilim biliyorsun. Dalga geçme de oku hadi. -Peki, sen istedin... Günaydın diyorsun / Üç numara kesilmiş saçların / Kaç yıl geçti aradan biliyor musun? / Hela aralığında turaladığımız / sayıma dizile dizile durduğumuz günlerin ardından. / … soğuk Mamak sabahlarında mahkûm kıpırtıları / Donuk postal sesleri erlerin / ellerinde sinek şaplağıyla gardiyanlar / ve terlik şıpırtısıyla dört adımlık voltada biz. / Günaydın diyorsun / çorapların çalınmış. / Dert etme / bak çayı çoktan koymuş Söke'li / yumurtalar hazır / birazdan sen ve ben / gözlerimizde alaycı bir tavır / yeni bir güne başlayacağız.. / Günaydın diyorsun / üç numara kesilmiş saçların. / Oturmuş / bıraksak nasıl olur diye / yok bıyıklarımızı tartışıyoruz / seçimleri bir de. / Çıkması olası af yasasını / Bir işkencecinin suratını iğrenç / ve her çarşamba sıcak gülüşünü Tanju'nun. / Günaydın / Berber arayı iyice uzattı demek / biraz fazlaca uzamış saçların / Aranıp durma / Çorabın burda / işte çakmağın / Yarın çarşamba ve tükendi deniz öyküleri / Oğluna ne anlatacağım... -Çok hoş!.. -Ne kadar beğenip beğenmediğini bilmiyorum ama bana çok şey anlatıyor. -Tanju kim? -Ömer'in karısı. Dünyanın en güzel, en mükemmel kadınıydı.. -Neden öyle diligeçmiş bir tanımlama? Sakın öldü deme bana!.. -Hayır, hayır ölmedi... Hiç ölmeyecek... -Canını mı sıktım? -Yoo, yo hayır... Ellerinde raketleriyle dolaşan nöbetçi erleri gördükçe için için gülerdik biliyor musun. Asker kafası işte derdik. Cezaevi müdürü albayın inanılmaz sinek savaşı! Komutan, görevi gereği savaşı hem dışarda bahçeyi ilaçlayarak, hem de içerde sineklere karşı nizamî raketlerle veriyor! N'olsun abi, herif asker sonuç olarak, hah, ha!.. Kapılar, pencereler sürekli açık 162 Şamanın Üç Soygunu olduğu için içeriye ha babam sinekler giriyor, askerler de ellerindeki hücum silahlarıyla duvarlara pat pat vurarak onları imha etmeye çalışıyorlardı. Sonra garip bi şey oldu. Ecevit iktidarıyla birlikte değişen yönetim bu saçma uygulamayı kaldırdı. İşin tuhaf tarafı -bu bir itiraf- koğuşlarda dolaşan sineklerin sayısında inanılmaz bir artış oldu. Tabii bu matrak olayın sonuçlarını kendi aramızda hiç tartışmadık... -Harikasınız... -Gerçekten, aynen öyle oldu... Çok gevezelik ediyorsam söyle susayım… -Hayır, n'olur devam et, çok eğleniyorum. Hikmet'in hikâyeleri dışında tabii... Onları da dinlemek istiyorum ama, onu anlatan her şey içimi sızlatıyor, ağlamaklı yapıyor beni. -Onu anlatmayayım o zaman. -Hayır hayır, bana Hikmet'i anlatabilirsin. Anlatmanı istiyorum... -O halde şu meşhur radyodan söz edeyim sana. Tarihi belirsiz bir görüş gününde Ömer'in annesinin getirdiği radyoya aşık olmuştu Hikmet. Aslında öyle âhım şâhım bir şey de değildi… Üstünde iri bir istasyon arama düğmesi olan, birine basıldığında diğerinin yukarı fırladığı siyah tuşları ve çektikçe uzayan anteniyle orta boy pilli bir radyoydu altı üstü. Koğuşa geldiğinden beri Hikmet'in iri elleri, uzun parmakları arasında bütün ana ve ara yönlere çevrilip altüst edilerek sürekli tozu alınan, kırışık göz kapaklarına gömülü kaplumbağa gözlerinin kontrolünden geçerek sürekli temizlenen vasat bir radyo... -Neden kaplumbağa göz diyorsun Hikmedim'e?.. -Bunda bir alay yok ki.. Acıları onları sürekli ıslak tutan gözyaşlarında saklı, bilgeliği belli ki yaşından, olağanüstü olmanın gücünüyse sırtındaki kamburunda dev bir gülle gibi taşıyan dünyanın en güzel bakışlarıydı onlar!.. -Bak işte bu güzel... -Üstelik burnu da eğriydi... -Dalga geçmesen olmaz!.. -Bunu ona da yapardım.. Oooo, oh oh oh aman beyim merhabaa diye kolarımı iki yana açarak onu kucaklayacakmış gibi ilerler, tam sarılacakken yüzüne bakarak burnunun gösterdiği yöne 163 Timur Ertekin döner yürürdüm… Sonra da dalga geçerdim bir türlü sana sarılamıyorum diye... -Çok ayıp, çok… Çok insafsızmışsın!.. -Ne alâkası var? Etrafa neşe veren, efkâr dağıtan bir oyundu bu!.. Zaman zaman Vasıf Abi’nin bile gülerek izlediği zincirli bir tiyatro, bir orta oyunuydu birlikte zevkle oynadığımız... -Yine de Hikmedim'e böyle davranmanı istemezdim.. -Bakıyorum benimseyiverdin!?. -Elbette! Bunda şaşılacak ne var?.. -Demek güzel anlatmışım sana Hikmedin'i!?. -Evet, evet.. Eminim iyi bir roman kahramanı olacak!.. -O zaman Hikmedin'i anlatmaya devam edeyim... -Evet, hadi seni dinliyorum!.. -Radyoda kalmıştık. -Evet, radyoda... -Ecevit'in iktidara gelmesiyle birlikte mahkemelerde bile gözle görülür değişiklikler olmuş, çıkması muhtemel af yasası nedeniyle neredeyse toplu tahliyeler dönemi başlamıştı. Her duruşmada sanıklar birer ikişer tahliye ediliyordu. Özgürlüklerine kavuşanlar, tahliye olurken üstlerinde başlarında ne varsa, kalanlara pay edip öyle çıkıyorlardı dışarıya. Madring, dedim Ömer'e -ona böyle seslenmek hoşuma gidiyordu- eğer Sökeli'den önce tahliye olursan radyonu ona verelim ha? Ne dersin!.. Tereddütsüz onaylamakla kalmayıp radyoyu Hikmet'e teslim edivermişti Ömer… Artık radyo onundu!. Willis Connover'i dinlemek için -o ne biçim söz adaş- ondan izin alıyorduk artık… Çok geçmeden önce Ömer, ardından da Hikmet tahliye oldu. Fena hastalanmıştı.Tahliye kararının alındığı duruşmaya ateşler içinde kıvranarak gitti. Tahliye kararına sevinemeyecek kadar bitkin ve üzgündü... Çıkar çıkmaz annemlere gitmelisin dedim, söz ver bana!. Sana bir doktor bulurlar nasılsa. Bir gün kalıp, ateşin düştükten sonra gidersin Söke'ye. Gidemem adaş dedi, vallahi gidemem... Yavrusu içerde kalan anaya içerden misafir mi gidermiş!. Nasıl bakarım yüzüne!. İhanet gibi gelir adama!. Zaten içim rahat değil... Kimsenin yüzüne bakmadığı eski fanilalar, donlar, yırtık pırtık gömlekler, ayakkabılar, döküntü ne varsa topladığı torbalarına yerleştirerek gitme hazırlıklarını abartarak sürdürüyor, sanki konuşmaya vakit 164 Şamanın Üç Soygunu kalmasın istiyordu… Gardiyanlar tahliye olanları dışarıya çağırdığında ikimiz de bulunduğumuz yerden aynı anda doğrulduk. İçerde kalanlarla tahliye olanlar birbirlerine sırayla sarılıp öpüşüyor, helâlleşiyorlardı. Ortalığı sulandıran espriler yaparak sıra bana gelene kadar bekledim. Koca gövdesi ve uzun kollarıyla sarılıp öperken beni alev alev yanan boynundan akan terlerle ıslandı tenim… Unutma dedim, annemlere gidiyorsun! Cevap vermedi.. Hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu... Gırtlağının derinliklerinden belli belirsiz yükselen hırıltılı sesini zar zor duyabiliyordum. Seni çok sevdim adaş diyordu, sağol… Hadi artık geç kalıyorsunuz diye torbalarını taşımasına yardım ederek kapıya kadar geçirdim onu. Dışarıya çıkanlar, ellerinde çantaları, paketleri, nöbetçi subayın odasının karşısındaki duvara dizilip önce sıraya giriyor, yapılan son kontrollerin ardından dışarı salıverilmek üzere bir başka bölüme alınıyorlardı. Bir kez daha kucaklaşarak ayrıldık koridora açılan demir kapının önünde. Yorgun adımlarını, taşıdığı torbalarıyla ağır ağır yürüyüşünü, duvara yaslanışını seyrettim ardından… Sırtı duvara dayalı, bakmıyordu artık... Görüp görmediğini kestiremediğim bir el hareketiyle son kez selamlıyarak onu, koğuşa döndüm. İki yıllık zorunlu beraberliğimiz nihayet sona ermiş, oldukça uzun süren bir birlikteliğin alışkanlıkları kalmıştı geriye… Ellerim cebimde, küçük voltalarla koğuşumuzun artık ezberlediğim duvarları arasında gezinerek bir yandan dolaşıyor, bir yandan da, Hikmet'in Söke'ye inişini, Müşerref'le sarılışını, Yadigar'ı kucağına alıp burnunun ucundan öpüşünü -o güccücük burnundan öpmeli adaş!gözlerimin önüne getirmeye çalışıyordum. O sırada ranzasına ilişti gözlerim!. O güne kadar elinden hemen hemen hiç düşürmediği radyosu, özenle katlanmış battaniyesinin üstünde ışıl ışıl parlayan düğmeleriyle unutulmuş, duruyordu. Radyoyu kapar kapmaz dışarıya fırlayıp tel örgüleri sarsa sarsa seslendim, Hikmet! Hikmet!.. Dönüp bakmadı bile… Belli ki duymuyordu… El kol işaretleriyle durumu açıklayıp iznini istediğim nöbetçi er copuyla bana doğru ilerlemesini işaret ettiğinde ancak -emir emirditelörgülerin önüne gelerek tam karşımda durdu... Kapının üstüne monte edilen, çaycıya giden ve gelen demliklerin alınıp verildiği minik pencereyi açarak radyoyu uzatıp, unutmuşsun dedim... 165 Timur Ertekin Radyonu almayı unutmuşsun... Unutmadım adaş dedi, size bıraktım!. Delirdin mi ulan sen dedim, eğer hemen elimden almazsan, nizamiyeden çıkmadan sen onu paramparça ederim… Titreyen parmaklarıyla sevgili radyosuna uzanırken alev alev yanan ellerine bir daha dokunuverdim. Bir şeyler söylemek istediğini biliyordum ama heyecandan ne dediğini bir türlü anlayamadım... -Hey, sen ağlıyorsun!.. -Çok duygulandım evet!. Yalnız Hikmet'in olağanüstü duyarlılığına değil, haketmediğine inandığım yanlızlığına, Hikmet'le birlikte ağlıyorum... -Çılgınsın sen!. -Öyleyim, n'apayım!?.. -Beni de ağlatmak istemiyorsan güzel bir şeyler yapmalısın... Küçücük avuçlarının arasına alarak başımı, alnımdan, burnumdan, yanaklarımdan -gözlerden öpülmezdi ayrılık olurdududaklarımdan, boynumdan, omuzlarımdan, ıslak-dudak-ıslakdudak-ıslak- bir metronomun arzu dolu kulaklara seslenişi gibi, sus vermeksizin öpmeye başladı... Islak dudakların tenime her dokunuşunda deliler gibi ürperen bedenimi, çırılçıplaklığın emrine, yorgun bir derviş gibi, karşı koymaksızın seriverdim… -Kocamış kocam!?. Seni seviyorum... -Ben de seni güzel Meryem, ben de seni... Sana birşeyler hazırlayayım diyerek kalkıyorum yataktan. Karnın acıkmış olmalı. Üstüme birşeyler giyerek mutfağa doğru yöneliyorum. Sıra sıra içki şişeleriyle dolu eskiciden aldığımız eski model buz dolabı. Buzluktan çıkardığım dilimlenmiş ekmekleri kızartıp, arasına dilimlenmiş kaşar peyniri, domates ve yeşil biberleri koyarak mis gibi kızarmış ekmek kokan doyurucu sandviçler hazırlıyorum… Elektrikli ısıtıcıda kaynayan suyu iri fincanlara boca ederek 166 Şamanın Üç Soygunu hazırladığım sütlü sıcak çikolataları, sandviçlerle birlikte önümde duran tepsiye yerleştirip tekrar yatak odasına yöneliyorum… “Bak bakalım sana ne güzel şeyler yaptım” demeye hazırlanırken ben, mışıl mışıl uyuduğunu görüp, hazırladıklarıma dokunmadan yanına uzanıp sessizce, uyumaya çalışıyorum ben de… Gece yarısına doğru çalan telefonun sesiyle irkilerek uyandığımda çenesi hâlâ omzumda, derin soluklarla uyuyordu. Hemen başucumuzda duran telefonu alelacele kaldırıp, kısık sesle “Efendim?!” diyorum.. -Ben Handan sevgili Timur... -Merhaba Handan Hanım, nasılsınız?. -Nasılsınızlı, hanımlı konuşmaları rafa kaldırdığımızı sanıyordum!?. -Şey!. Afedersiniz!. Yani afedersin... Şaşırdım da birden. Döndünüz mü yoksa?.. Hem de bu kadar erken!.. Şaşırdım da birden... -Hayır sevgilim… Amerika'dan, Washington'dan arıyorum seni. Dünyanın öte ucundan! Bir zamanlar yok olsun diye savaştığınız emperyalizminizin kalesinden fazlasıyla sarhoş ve canı sıkkın bir halde arıyorum seni!.. Ne demek “Hayır sevgilim!” Ne zaman terfi ettirildim ben yine?. Sarhoşluğun verdiği basit bir coşku, bir hoşluk mu bu?. Yoksa yine bana yeni oyunlar mı hazırlanıyor binlerce kilometre uzaktan, Amerika’dan!.. -Kötü bir şey mi var?.. -Bilmem, yok gibi görünüyor!... -Ne demek yok gibi görünüyor?!.. -Ben de bilmiyorum. Özledim.. Ülkemi, oraları, seni özledim galiba!.. Yoksa bütün bunları söylerken yanında kocası da mı var? Bir başka hırsız polis oyunu mu bu yoksa?! Ya gerçekten samimi ise?.. Şaman!.. Yine dolaşmaya başladın peşimde biliyorum... 167 Timur Ertekin Peki, öyle olsun… De bakalım diyeceğini... -Ben de sizi özledim Handan... -Kocamı da mı?!.. -Sizin kadar tanıyabilseydim eğer, her şeye rağmen belki özleyebilirdim, sevebilirdim. Ama bunun en azından şimdilik mümkün olmadığını benim kadar siz de biliyorsunuz... -Bilmiyorum, hem galiba bunu artık ben de pek istemiyorum!. -Bir yakınma mı bu?. -Bilmiyorum, bilemiyorum... -Ama sizi özlüyorum sevgili Handan. Bunu açık yüreklilikle söyleyebilirim... -Ben de seni doktor... Garip duygularla iç içe telefonu kapattığımda, Özlem'in ıslak nefesi ısıtıyor içimi. “Kimdi telefon eden?..” -Eski bir dost!.. -Mımm, eski bir sevgili?.. -Değil, değil!.. -Kimdi peki?... -Eski bir dostun genç ve güzel karısıydı arayan... -Nereden dönüyorlarmış? -Amerika'dan. Tedavi için gitmişlerdi.. Kocasının tedavisi için!.. -Telâşlıydın konuşurken!?.. -Pek önemli bir nedeni yok. -Var, var!.. Seni etkileyen bir kadın olduğu belli... -Daha çok kocasından etkilendiğimi söylemeliyim... -Benden bir şeyleri gizlemeye çalıştığın bembeyaz bir yalan bu... -İşkencecimin karısını fevkalade güzel bulduğum, ondan etkilendiğim doğrudur. Ama kocasıyla bir araya gelmenin kaçınılmazlığı telâşlandırıyor beni... -İşkencecin mi?. Bir araya gelmek zorunda mısınız?.. -Hımm.. Galiba evet... -Neden ama?!.. 168 Şamanın Üç Soygunu -Beni dolaylı olarak ilgilendiren tuhaf bir hastalığı var. İşkencecimin dişlerinin tedavisiyle ilgilenmek zorundayım.. -Ama neden başkaları değil de sen!.. -Kendisi öyle olsun istiyor.. -Bir günah çıkartma mı bu?.. -Artık orasını ben de bilmiyorum... -Bırak başkasına gitsin. -Biraz zor.. Kader gibi bir şey bu... -Üzülürsün diye korkarım. Hikmet'le aranızda olan bitenleri bu güne taşımakla aynı şey değil bu!.. Sancılı birşeyler doğacak nasıl olsa sonunda... -Evet.. Eminim öyle olacak!. -Başka dişçi mi yok, bırak gitsin başkasına sen de... -Sonuçları acı da olsa, aynı hesaplaşmayı ben de istiyorum galiba!.. -Üniversitede öğrenciyken ben, kavgalardan uzak tutmaya çalışırdın beni... -Ama bu kavga değil!?.. -Kavga, kavga.. Hem de bal gibi kavga... -Beklenmedik bir anda ortaya çıkıveren buruk bir hesaplaşmanın kavgayla ne alâkası var?.. -En büyük kavga içimizde sürüp gidendir diyen sen değil miydin yıllar önce?.. -Öyle mi demiştim?. -Daha dün gibi hatırımda... Yetişkin bir genç kız olduğuma zar zor inanmaya başladığım yıllardaydı, evet... Aynen öyle demiştin... -Bu kadar ciddiye alındığımı bilseydim öyle büyük lâflar etmezdim.. -Ciddiye almam için ciddi lâflar etmen gerekmiyordu. Seni seviyordum. Aşıktım!.. “Vays be!.” diyerek komiklikler yapıp konuyu kapatmak istiyorum. Uyuyalım artık, diyorum. Yarın, beklenmedik sorunlarıyla bakalım nasıl yutacak zavallı küçük sevinçlerimizi... -Yatalım evet, yatalım. Hem ben sevmedim bu Handan'ı... 169 Timur Ertekin Sabahın erken saatlerinde uyanıp ayağa kalktığımda, gecenin tükenen yüzü günün ilk ışıklarıyla aydınlanıyordu… Melekler kadar masum ve çocuk, derin soluklarla uyuyordu yatağımda. Kızımı düşündüm birden sonra... Aralarında on küsür yaş farkının olması -utanmadan- kızı yaşında çocuklarla aşk yapan erkeklerden farklı olduğuma inanmama yetmiyordu! Sonra sevişirken kulağıma fısıldadıklarıyla avunmaya çalıştım… Otuz yaşında erişkin bir kadındı o!.. Erişkin, sevebilen normal bir kadın... Anormal birşey yoktu bunda… Daha küçük yaşlarda bir sevgilim bile olabilirdi… Ama daha yaşlı asla!. O yaşları çoktan geride bırakmıştım. Yaşlı sevgilisini mutlu edebilecek kadar genç bir jigolo olamazdım artık... Şaka mı bu?. Hayır, bunun neresi şaka!?.. Yine de yaşlı bir adamla birlikte olmasını istemezdim kızımın... O'na gereken özeni göstermeyebilirdi, onu incitebilirdi... Peki, ya senin gibi düşünen biriyle birlikte olursa?! Normal kabul edebilir miydim… Meselâ onlarla birlikte yemek yiyebilir, politika falan konuşabilir miydim… Yoksa rasyonalizasyon çabaları mıydı tüm bunlar!.. Muhtemel, derin bir mutluluğun hemen ardından gelen derin bir utancın aklanma telâşıydı, evet... Uyandığımda Özlem yanımda yoktu. Büyük bir aşkla satın aldığım eski ceviz masamın üstüne bir not bırakıp gitmişti. “Dün gece yarısı gelen telefonun ayrı bir anlamı olması gerektiğini düşündüm! Basit bir iç hesaplaşma değildi bu. Başka birşeyler anlatıyordu. İlişkilerin sürekli olamıyacağını ben de biliyorum!. Ama benimle sevişirken başka bir kadını özleyebiliyor olmanın başıma neler açabileceğini bilecek yaştayım artık. Soğuk çikolata ve sandviçler için teşekkürler… Hoşça kal sevgili ihtiyar, kendine iyi bak... Seni seviyorum…” Bir anda Handan'la Özlem arasında kalmanın şaşkınlığıyla yatağa dönüp, saatlerce öyle kaldığımı hatırlıyorum… Ufaklığın dönüş yollarını tıkayan bu samimi kararlılığı -seninle temiz bir dostluğumuz var biliyorsunkarşısında utancımdan kahroluyorum!. “Bakalım nasıl yutacak yarın, zavallı küçük sevinçlerimizi” öyle mi?!. Belli ki bir önseziydi bu. Alışılması zor bir yalnızlığın, uçsuz bucaksız bir bilinmezliğin korkularını 170 Şamanın Üç Soygunu taşıyan bir önseziydi... Buram buram ayrılık kokan yorganın -eşit miyiz?!.kaybolan sıcaklığına sığınıyor, durmaksızın tekrarlıyorum; eşitiz, elbette eşitiz, elbette eşitiz... Geceyarısı yaşanılanlara tanık olan radyodan, buruk yüreklerin kulaklarına sesleniyor Grup Gündoğarken… Bir roman kahramanı kadar güçlü değilim / Biraz daha durursan ağlayıp yalvarabilirim / Arkanı dön ve sakın sakın bakma geriye / Acı çektirmeyi sevmezsin bilirim... O hafta, birbirini sadakatle izleyen, birbirinden hiç bir farkı olmayan günleri, birbirinden hiç bir farklı olmayan kelimeler etrafında döne döne, hemen hemen aynı şeyleri düşünerek bir uyurgezer gibi yaşamıştım... Neden böyle şeyler yapıyordum ben!. Neden ayıplarımı örtmek için çaba göstermiyor, kuyrukları birbirine değmeyen inandırıcılığı yüksek yalanlar söyleyemiyordum! Çabucak kabul edilen bir yenilginin çarpıcı sonuçlarından biran önce kurtulmanın kolaycılığı mıydı bu?. Yoksa yaşı takvimlere sığmayan şövalye bir ruhun asla terketmek istemediği, onu bütünleyen bir alışkanlığı mıydı! Neden “Ama hayatım aslında ben… bunu nasıl düşünebilirsin… hem seni ne kadar… ama sevgilim bu doğru değil.” diyerek aynı anda doğruları da söyleyebileceğim küçük hoşluklar yaratamıyordum?. Neden bu kadar çok, bu kadar erken, bu kadar acımasızca sorguluyordum kendimi... Neden yirmi sene önce olduğu gibi olamıyordu her şey!. Pervasız bir cesaretle ölümün üstüne yürüyecek kadar cesur olduğumuz günlere neden dönemiyordum… Geçmişin sınırlı sorumluluklarına sahip olmanın konforunda mı saklıydı yoksa cesaretimizin deli gücü?. Bin yıldır sırtımızda ağır bir kambur gibi taşıdığımız değerlerimizden uzaklaştıkça yalnızlaşan ruhumuzun derinliklerinden yükselen yeni sorumluluklar, hesaplaşmalar mı çıkıyordu ortaya yoksa?!. Yoksa bireyselleşme denilen şeyin, adam gibi adam olabilmenin kaçınılmaz sonuçları mıydı bütün bu yaşanılanlar... 171 Timur Ertekin Birbirinin peşine takılan yorgun geceler -sabırla beklenen geceyarısı telefonları- Hakan'ın özenle sakladığı duygu yüklü cezaevi mektupları, kartpostallar, fotoğraflar ve gazete kupürleri arasında oyalanarak -ve sarhoş- geçiyordu… Belki de ancak böyle bunalımlar arasında kıvranırken bir şeyler üretebilirim diye düşünüyordum. Sonsuz bir rehavet ortamı içinde iki kelimeyi bir araya getirmek mümkün müydü! Belki biraz bunalım, biraz hüzün gerekti!. Hüzünse diz boyuydu geçmişin güz bahçelerinde… “Ünlü tiyatro adamı, ‘Asiye Nasıl Kurtulur' oyununun yazarı Vasıf Öngören, Hollanda'da geçirdiği bir kâlp krizi sonucunda öldü... Ağabeyi Ferit Öngören kardeşinin cenazesini almak üzere dün uçakla Hollanda'ya gitti. Öngören'in İstanbul'da toprağa verilmesi bekleniyor...” Kimlere, nelere duyduğu kahır alıp götürmüştü onu aramızdan bu kadar erken yaşta? Vatanından, sevdiklerinden uzak, tutsak yaşamak zorunda kalmak mı yoksa sıkıştırılmak istendiği ideolojinin kalıplarına kısılmak mı dar gelmişti ona!. Bunu hiçbir zaman bilemeyecektim. Cezaevi avlusunda voleybol oynarken kurşun gibi smaç atabilen, ranzalar arası sohbetlerde değişimin hoşluklarını bir masal gibi anlatırken, diyalektiğin ancak insanlar için var olduğunu gururla söyleyebilen birinin, hayata bu kadar çabuk küsebileceğine inanmak istemiyordum bir türlü... Sonra üstü kırmızı, GÖRÜLMÜŞTÜR damgalı, bir tomar mektubu sıraya koyup okumaya başladım. Çoğu Hakan'a ve bana, cezaevine yazılan, kendileri dışarıda dolaşırken bizim hâlâ içerde olmamız nedeniyle samimi duygularını aktaran, birbirimize kavuşacağımız günlerin pek uzakta olmadığını anlatan içtenlikle yazılmış mektuplardı. İçlerinden bir tanesi, diğerlerinden farklı olarak bir numaralı cezaevinden geliyordu. Önceliği ona verip büyük bir dikkatle okumaya başladım.. 172 Şamanın Üç Soygunu 10 Nisan 1973, Salı Sevgili Hakan, Bütün gün boyunca ruhumu saran tarifsiz bir sıkıntı içinde kendimi o duvardan bu duvara atıyor, arkadan tekrar yatağa uzanıp Tolstoy'a dönmeye çalışıyorum ama nafile.. Derken, 5 sayımının arkasından, onbaşı bizim koğuşun mektuplarını getirdi. Perşembe günleri bana genellikle hiç mektup çıkmadığını bildiğimden, bu dağıtım meselesiyle hiç ilgilenmeyip, çılgın voltamı sürdürdüm. Birden adım okundu! Şimdi mucize filan gibi laflar edeceğim, bizimki eski abartmacılık huyundan hâlâ vazgeçmemiş diyeceksin. Ama ben, bütün muhtemel olayları göze alarak gene de bunun mucize gibi birşey olduğunu söyliyeceğim. Gerçekten, baharın aydınlık günlerinden farksız olan mektubun, üzerimdeki bütün yükü -hiç olmazsa bir süre için -apansız kaldırıverdi. Hafifledim, yüreğim kuş misali havalandı, yakın çevremi terkedip sizin oralara uçtu. Şu anda da orada. Bu, çok zamanında ve güzel mektubun için teşekkürler azizim. Evet, geçen mektubumda koğuşun boyutlarını verirken bir şeyi, ahmaklığın ne kadar yer tuttuğunu yazmayı unutmuşum. Buraya geldiğim ilk andan beri başarmaya çalıştığım şeyde, çevremi unutup, kendi dünyamı sağlam bir kabukla sarmalama işinde bir yenilgiye uğradığım açık. Bir sükunet ve sabır anıtı olsa insan, gene de dayanamayıp paldır küldür çöküyor. Ah Muammer'ciğim nerelerdesin? Ben de akıllı adamları çok seviyorum! Herneyse işte, son zamanlarda ufak fakat cansıkıcı bazı sürtüşmelerin sıklaştığı ağırca bir hava esmeye başladı. Dolayısıyla da bir pencere açıp, odayı biraz Atatürk Lisesi havası ile havalandırmak gerekti. (Bundan bir hafta -on gün kadar önce Uğur'un ve özellikle Timur'un kulakları çınlayıp durdu ya hani, bu yüzdendi işte.) Şimdi durum çok daha iyi tabi. Ama gene de, zaman zaman canım sıkılmıyor değil. Yoğun bir şekilde okumaya devam ediyorum. Özellikle XIX. yüzyıl Fransız ve Rus edebiyatı üzerine. Okuduğum bütün kitapları da çok beğeniyorum; hepsi çok güzel. Aslına bakarsan bu o kadar da tuhaf birşey değil, çünkü zaten ünlü kitaplar hepsi. Benim zevkim de genel beğeninin dışında kalmıyor elbette. Okuma, çok önemli bir ihtiyacı karşılıyor ve düşünmeyi de beraberinde getiriyor. Bunlara paralel olarak, insanları gözlemlemeye devam ediyorum. Günün birinde << Sosyo -psikolojik bozukluklar ya da Sosyal Patoloji >> diye bir kitap yazabilirim. 173 Timur Ertekin (Anlamadığın kelime ve kavramları sevgili doktora sorabilirsin.) Bütün bunlar iyi de, iki şeyin eksikliğini (bazen günboyu) acılı bir şekilde duyuyorum. Biri müzik, biri de dostlarla şöyle gevşek, ılık bir söyleşme. Mektubunda yalın ve canlı olarak çizdiğin “baharda mahpuslar” tablosu, bu yoksunluklarımı büsbütün derinden duymama yol açtı. Kıskançlık faresi içimi kemiriyor. İki yerin havaları arasındaki farkın inanılmazlığını görebilmesi ve kıskançlığıma ortak olması için, mektubunu dostum Şahap Ağabey'e gösterdim. Harıl harıl okumakta olduğu Anna Karanina'dan yaşlı gözlerle başını kaldırıp (yoo, gülme, romanda kadının uzun süredir görmediği çocuğunu gizlice bir ziyaret edişi sahnesi var, ağlamamak elde değil) biraz da isteksiz, aldı, okudu. Ama hemen yüzü aydınlandı. Ben de biraz daha sizleri anlattım ona. Zaten çoğunuzu tanıyor artık; tabi benim sizleri çizebildiğim kadarıyla. Sonunda, sizlere saygılı küfürler sıralıyarak kendi özel işlerimize döndük. Geçtiğimiz Pazar Cemo'nun dördüncü doğum günüydü. Yani, beş yaşına bastı. Saatlerce, düşüncelerimi sadece onun üzerinde toplayarak ve ona (bizzat kendisine) bir mektup yazarak bu günü tek başıma özel bir şekilde kutladım. Pastasının üzerinde mutlaka balina ya da köpek balığı resmi bulunsun istemiş. Bu sorunu nasıl çözdüklerini henüz öğrenemedim. Çarşambaya artık. Ve işte, Perşembe günü, seninkini alır almaz başladığım mektubu bölük pörçük tamamlayabildim. Senin ve bütün o serseri alayının gözlerinden öperim. Koğuş ahalisine de candan selamlar. Cici nişanlına da selamımı yazıp, ortak ürünümüz olan o şahaser tercümeyi yollamayı ihmal etmeyeceğine de eminim. Ömer Not: Mektubunda imla ve gramer yanlışları var. Mesela, benim lafımı “N'oluyo abi ya?” diye yazmışsın. Doğrusu:” N'öolüyo, yau?” olacak. Bu gibi şeyler bir daha tekrarlanmasın. Not 2: Şahap Abi'nin, Nazilli'den tanıdığı Şaban Bey'e mahsus selamları var. Geçmişin doğru dürüst değerlendirilmesi için süslü kelimeler, o dönemi yaşayanlarla televizyon köşelerinde yapılan -masumsöyleşiler, caddelerde sular seller gibi akan, sokakları dolduran görkemli insan manzaraları yeterli olmuyordu besbelli... Geçmişin 174 Şamanın Üç Soygunu derinliklerinde yaşanılan saçmalıklar ya da kazara ortaya çıkıveren rezaletler karşısında bile -ister sağcı, ister solcu, ister dinci olsungruplar halinde savunma yapılıyor, bireysel edepsizliklerin üstü ya örtülüyor ya da kahramanca savunuluyordu!.. Ömer’in mektubunda anlattığı gibi, koğuşun boyutlarını verirken unutulan ahmaklığın ne kadar da çok yer tuttuğunu, içerde insanı günün birinde sosyo-psikolojik bozukluklar ya da sosyal patoloji konusunda kitap yazacak kadar bilgi sahibi olmaya yeten bir ortamın varlığını kitaplarında, televizyon programlarında anlatan birileri var mıydı acaba?!. Bir dönemi hakkınca anlatabilmek için yararlanılması gereken en önemli kaynak olmalıydı belki de mektuplar... Bir dönemi karalamak ya da yüceltmek gibi bir kaygısı olmayan, geçmişi bu güne olduğu gibi taşıyan mektuplar... Büyük bir merakla biri biter bitmez diğerini okumaya başladığım mektuplarından birinin üzerinde 22 nisan 1973 yazıyordu. Belli ki seneleri şaşırıp yanlış yazmıştı. Mektup dışardan gönderildiğine göre 1973 değil 1974 olmalıydı... 1973 Nisan’ında tahliye olmamıştı çünkü henüz. “Canım kardeşim” diye başlayan mektubunda, dışarda olmanın -iki yıldır yabancısı olduğumuz- sıkıcılığını abartmak için “bunaltan kalemler” listesini sıralıyor ve “bu küçük listenin dışında kalan binaltıyüzyetmişiki başka işi de düşündüm mü, ana rahmine dönmek ister gibi, cezaevindeki o serazat, sorumsuz günlerimi içimde bir sızıyla birlikte aramıyor değilim” diyordu. “Ya yaşantımın bundan sonraki bölümü bu çizgi ve tempo üzere giderse? Öyle korkuyorum ki... İçimde esin yok!”. Amerikan edebiyatı merakımı giderebilmem için hazırlamaya söz verdiği listeyi unutmadığını hatırlatıp, “Timur'a söz verdiğim okuma listesinin hazırlanması da gecikebilir” diyerek ekliyor “Zafer'in getireceği radyo badem mi oldu?!” Ana rahmine dönmek ister gibi o serazat, sorumsuz günlere dönmeyi özlemek! Sevgili Ömer çok incesin. Oralara dönmeyi 175 Timur Ertekin içinde sızıyla da olsa kim ister!. Şüphesiz bunları yazarken, bunun incelikten öte bir anlam taşımadığını sen de biliyordun. Ama yaşantının ondan sonraki bölümünün ne büyük sıkıntılar, acılar, hatta korkuyla söz ettiğin o yoğun tempoyla sürüp gideceğini nereden bilebilirdin!. Bana söz verdiğin okuma listesinin gecikeceğini söylemekte ne kadar haklı olduğun aradan geçen yirmibeş sene düşünüldüğünde daha da bir önem kazanıyor… Ah seni sevgili, koca yalancı!. Ha unutmadan; Zafer'in getireceği radyo badem oldu, evet!.. Son mektubunu içerdeki herkesi dışarı taşıyan genel aftan sonra, Ayvalık'tan yazmış Ömer. “Mektubumu aldığınızda orada üç -dört kişi falan kalmış olacaksınız… İçime tuhaf bir ürperti veriyor bunu düşünmek. Bir dönemin bütün sorumlulukları sizin üzerinizde kalmış gibi bir durum!.” diye başlayıp uzun uzun dışarıyı anlattıktan sonra “Evet, artık alkol alma zamanım geldi” diye bizi kıskandırarak, o yüzden seni, (sizi) çiçeklerinizle falan başbaşa bırakmak zorundayım diyor… “Çiçeklerinizle başbaşa!” Nefes aldığımız, içinde yaşadığımız çevreyi güzelleştirmek amacıyla cezaevinin bahçesine ektiğimiz çiçek tohumlarından fışkıran çiçeklerimizin nasıl olup da derin siyasal tartışmalara yol açacağını, Uğur Mumcu’nun yazdığı, Sakıncalı Piyade’yle nasıl olup da edebiyat tarihinin altın sayfaları arasında yer alacağını nerden bilebilirdik?. Bir amacımız vardı elbette. Koparıldığımız dünyaya, onun dayanılmaz güzelliklerine geri dönebilmek… Bunun ne devrimcilikle, ne karşı devrimcilikle, ne de teslimiyetçilikle bir ilgisi vardı!. İdam kararı verilerek umutları kırılmaya çalışıldığında, bundan hiçbir zaman, hiçbir koşulda yakınmayan, ama deliler gibi çiçeklere dokunmayı özlediğini söyleyen tehlikeli müebbetliklerdik hepsi bu... Şamanın Üç Soygunu koskoca cezaevinde topu topu onbeş, onaltı kişi kalmıştık. Sandık başına gitmeyerek seçimleri boykot eden PDA'cılar vaziyeti yine sıyırmış, cezaevlerinin keyfini çıkarmak bize kalmıştı sonunda... Doğu'nun kendisini mahkemeden cezaevine getiren askerlerin arasında araçtan inerken kestiği Per İn Çenk rolüne dayanamayıp “Birgün nasıl olsa o yırtacak, sonunda yine ben kalacağım buralarda” dediğimi hatırlatarak, “dediği gibi oldu, Doğu'yu da uğurladı cezaevinden Timur” diye yazıyordu Söke'den gönderdiği mektubunda Hikmet... Mektupların arasından Kayhan Edip Sakarya’nın “İstersen önce Timur'un kartını oku, onu yazıp sonra bu satırlara başladım” diyerek Hakan’a yazdığı, ufukta gökyüzüyle birleşen pırıl pırıl, masmavi denizi, hüzünlü tekneleri, karaya çektikleri kayıklarının arasında ağlarını onaran denizcileri, denize uzanan derme çatma ahşap iskeleyi, iskeleye sancaktan bordalanmış “Engin Deniz”i, koyun sonlandığı burnun ucundan göz kırpan küçük beyaz evin sıcaklığını olağanüstü çekiciliğiyle ceza evine taşıyan kartpostalını elime alıp okumaya başlıyorum. “.. bir garip herif oldum ki sorma; Kartı yazarken gözlerim doluyor. Bi beş kuruş ver de zırlamayı keseyim. (Bana bak, ona buna gösterip de rezil etme beni) Fulya'ya ve bütün dostlara; büyüklere selâm ve sevgilerimi, sana da hasretimi gönderiyorum. Gözlerinden öperim canım kardaşım.. Ekmeğini son lokmasına kadar yemeyi / Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma…” Altında, olağanüstü güzellikte imzaladığı elyazısıyla adı yazılı; Kayhan Edip Sakarya!. “Hastaneye gidip bir genel kontrolden geçeceğim. Bakalım bizim 27 senelik emektar motor ne alemde?” diye yazdığı kısacık bir ömürdü demek ince uzun boyuna biçilen... Tanrım ne kadar acımasızsın!.. Adına adalet denilen mekanizma yukarda da iyi işlemiyordu... Çıkan genel afla birlikte Dış -B C'nin konforunu terkedip, tavandan yere kadar uzanan kalın demir parmaklıklarıyla insana hayvanat bahçesinde yaşıyormuş hissi veren koğuşlara götürülmüştük… Aralarında asker tutukluların da bulunduğu 176 Gecenin bir yarısında masanın üstüne serili mektupların, kitapların arasında saatler önce sızdığımı farkederek uyanıyorum. 177 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Tir tir titriyor içim… Gece yarısından kalan kanyak şişesini boğazıma dikip, dibinde kalan son damlaları içiyorum. Perdeyi aralıyorum sonra… Gün ağarıyor… “Gecenin karanlığı yerini günün ilk ışıklarına bırakıyor yine” diyorum… Bunu yazmalıyım… Fena halde yorgun, fena halde sarhoş, fena halde uykusuz, yatak odasına doğru süründüğümü hatırlıyorum... *** Telefon uzun uzun çaldığında saat onbirbuçuğa geliyordu; -Efendim? -Benim Timur bey, Bilge! -Söyle güzelim.. -İyi misiniz? -Elbette iyiyim neden sordun? -Sesiniz pek öyle gelmiyor da. -Yo iyiyim, iyiyim. Arayan soran birileri mi var? -Hımm, evet. Hem onun için, hem, belki bana söylemek istediğiniz bir şeyler vardır diye aradım.. -Var! Bütün hastaları iptâl et!. -İptâl mi edeyim?!. -Evet, hem de hepsini!. -Hani iyiyim demiştiniz? -Elbette iyiyim ama kendimi böyle daha iyi hissedeceğim. -Son günlerde beni korkutuyorsunuz... -Bana bak güzel kız, sen dediklerimi yap yeter tamam mı? 178 179 Timur Ertekin -Peki, nasıl isterseniz... -Kimler aradı demiştin? -Asuman Hanım aradı, sizden telefon bekliyor. Bir de şu Handan Hanım. Telesekreterimize not bırakmış, Amerika'dan.. -Oldu fıstık, ben seni arıycam biraz sonra, tamam?!. -Nasıl isterseniz... Evet sevgili ihtiyar -artık Özlem yok- yepyeni bir gün daha başlıyor. Kazançlarıyla, kayıplarıyla geride bıraktığımız günlerin ardından ancak onu yaşadıktan sonra değerlendirebileceğimiz, kâh sevinip kâh üzüleceğimiz, ama nelere gebe olduğunu -belki pişmanlıklara- asla bilemeyeceğimiz, kaçınılmazlarla kuşatılmış yepyeni bir gün! Sızlanmanın hiçbir anlamı yok. Terkedildin, terkedildin, terkedildin!. Hem de hakettiğin gibi, hakettiğin biçimde terkedildin! Özür dilemek gibi, olanları, olup bitenleri düzeltmek gibi bir çaban olmayacaksa eğer, kaldığın yerden devam etmek zorundasın!. Dışarıya çıkmalı, hayatın karmaşasına katılmalı, yarım kalan acıklı romanını tamamlamaya çalışmalısın.. Gecenin yorgunluğundan sıyrılmaya çalışarak yataktan çıkıp, sarsak adımlarla mutfağa, buzdolabına yöneliyorum. İçim yanıyor... Ağzıma dayadığım şişeyi biran olsun dudaklarımdan ayırmadan kana kana içiyorum içindeki suyu... Elimin tersiyle ağzımı silerek, mutfak tezgâhına dayanıp soluklanıyorum... Sonra aynanın karşısına geçip şaşkın gözlerle uzun uzun kendimi seyrediyorum banyoda... Kimim ben?.. Nasıl bir adamım?.. Birbiriyle taban tabana zıt bunca şeyi ruhumun derinliklerinde nasıl taşıyorum?. Korkmalı mı, yoksa gurur mu duymalıydım bu halimden?!. Soru yok, sorular yok, sorunlar yok olmalıydı… Bir an evvel zaman içine karışmalı, bir an evvel kafamda biriktirdiklerimi bedeli ağır sayfalara, romanıma dökmeliydim... Gecikmeden Asuman'ı aramalıyım... Fevkalâde mahcup, fevkalâde titreyen parmak uçlarımla telefon tuşlarında Asuman'ın bilge sesini arıyorum... 180 Şamanın Üç Soygunu -Efendim?!. -Asu'cuğum benim, Timur. -Merhaba canım nasılsın? -İyiyim Asu'cuğum, nasıl olsun?!. -Nasıl gidiyor herşey? Roman, çoluk, çocuk?!. -Ben de seni onun için aramıştım… Biraraya gelebilir miyiz diye!. -Hakan'a da söyledin mi?. -Hayır. Önce seninle konuşmak istedim. Eğer olur der ve bir gün verirsen bana, onu da arayıp söyleyeceğim…. -Olur tabii, sen ne zaman istersen. -Yarın akşam olur mu?. -Olur tabii, neden olmasın?. -Yarın görüşmek üzere diyelim o zaman. -Evet, evet, yarın görüşmek üzere... Artık uyumalıyım. Herşeyi unutup uyumalıyım. Ayakta kalabilmek, birşeyler yapabilmek için saatlerce uyumalı, dinlenmeliyim… Son günlerde fazlasıyla yorduğum, giderek yaşlanan bedenimi hayata yeniden hazırlamak, güçlü olmak zorundayım… Başucumda duran telefonu koynuma alıp, yorganın sıcaklığına onunla birlikte bürünerek rüyalarımın şuursuz akışına dönüyorum… Ter içinde uyandığımda, uzaktan kısık gözlerle baktığım saatin henüz 15.45'i gösterdiğine şaşırarak doğruluyorum... Çalışma masamın üstünü dolduran üstüste yığılı kağıtların, kitapların arasındaki boş içki şişelerine, bardakların üstündeki yapış yapış parmak izlerine baktıkça midem bulanıyor… Gecenin izini bir an önce silebilmek için belleğimden, toplayıp mutfağa taşıyorum hepsini... Sıcak su yine yok! Yönetim zorda demek… Boşalmış şişeleri çöp tenekesine atıp, bardakları ağzına kadar suyla doldurarak içinde bırakıyorum lavabonun. Ortalığı toparlayıp Hakan'a kısa bir not yazarak “Sıcak su olmadığı için beceremedim, bağışla!..” evi terkedip, sıcak bir banyo özlemiyle Nurten'in evine dönüyorum... *** 181 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Ne kadar çabuk geçiyor zaman.. Kaçamak birlikteliklerin verdiği sonsuz heyecan, yıllar sonra evliliğin bedeli ağır alışkanlıklarına nasıl da kolay bürünebiliyor... Aradan geçen yılların alıp götürdüklerine inat, karımın hâlâ ilk günkü kadar soylu ve güzel gözlerinin anlam yüklü derinliklerinde, İstanbul'un karmaşasında buluyorum kendimi... “Geleceğini neden önceden haber vermedin?” Ankara'ya gelirken yanında getirdiği resimlerinde olduğu gibi dizine dayadığı ince, zarif bileklerinin ucunda sonlanan parmakları arasında sigara, Eğitim Fakültesinin bahçesindeki banklardan birinin üzerine oturmuş, heyecanla, durmaksızın konuşuyoruz... “Neden? İstanbul'a geldiğinde uğra diyen sen değil miydin?” “Evet ama ya beni bulamasaydın!” “Bulurdum, bulurdum...” 182 183 Timur Ertekin Ankara'da titreyen parmak uçlarında gizleyemediği tedirginlikleri yaşamıyor İstanbul'da... Görme alanının içine giren her şeyden haberdar olmanın telâşı yok artık gözlerinde... “Akşam çıkabileceğimi sanmıyorum ama yarın görüşebiliriz istersen. Söz verdiğim balığı ısmarlıyabilirim sana Kavak'ta!” “Hayır, hayır… Yarın sabah seni ben götüreceğim Hıdiv Kasrı'na, kahvaltıya!..” “Peki ya söz verdiğim balık!.” “Boşver şimdi balığı, seni nerden alayım?!..” “Burda beklerim yine...” “Nasıl istersen. Ha unutmadan, Marmaris'ten dönüş biletini ayarladım...” “Ciddi misin? Desene, gerçekten becerikli bir arkadaşım var?!.” “Tayfun'dan daha iyi olduğumu daha önce de söylemiştim!.. Ha, ha!..” “Yapma lütfen, n'olur…” Arada bir eski sevgilisini hatırlatarak takıldığımda yüzü kızarıyor belli belirsiz Nurten’in... Minik komiklikler yapıp küçük bir ihtimâl de olsa reddedilmenin yaratacağı -muhtemel- tahribatı düşünerek, Nurten’in “Kısa Sevgililer Tarihi”nin acemi sayfaları arasında yer arıyorum kendime... “Unutmaya çalıştığımı biliyorsun...” “Sen de hemen kızma canım… Ne kadar kıymetli -bir- eski sevgilin var!.” “Öyle olmadığını sen de biliyorsun…” “Tamam, tamam, kızma.. Yarın görüşürüz o zaman!...” “Peki, yarın görüşürüz o zaman, tam sekizbuçukta, burda!...” Ertesi gün tam sekizbuçukta Eğitim Fakültesi'nin bahçesinde beklerken buluyorum onu. Sarılıp öpüyorum yanaklarından. Gülümsüyor... Sevimli bir sabah sohbetinin ardından -pürtelaşarabamıza binerek Hıdiv Kasrı’na doğru yola çıkıyoruz. Şamanın Üç Soygunu Yeşilliklerin arasında bizi bekleyen tarihi kasrın girişinde bir yerlerde parkederek arabamızı, ağır adımlarla, etrafını rengârenk güllerin sardığı havuzlu bahçede yanyana yürüyoruz… Yavaşca omzuna dokunuyorum bir ara; yaklaşmıyor… Uzaklaşmıyor da!.. N'apalım der gibi kaşlarımla birlikte kollarımı yukarıya doğru kaldırıp gülerek bir iki adım ayrılıyorum yanından, gülümsüyor... Sonra yeşilliklerin arasından, masmavi Boğaz’a dalıp gitmişken ben koluma giriveriyor birden… Kimse yok ortalıklarda!.. Havuzun etrafını çılgın bir coşkuyla saran güller arasında kahvaltı etmek!. Bir kez daha kutluyorum kendimi. İyi bir seçimdi!.. “Senin için kapattım bu koca kasrı!” “Buna inanmayı çok isterdim doğrusu...” “İzin aldım Abbas Hilmi Paşa'dan, benimle olmak isteyen ama bir türlü nerden başlayacağını bilemeyen güzel bir tarih öğretmeninin dilini çözmek için kasrınızı ödünç alabilir miyim diye!..” “Verdi mi?” “Hayır, Haendel bu!... Su müziği!...” “Yapma lütfen!...” “Gerçekten Haendel bu çalan!... İstersen söyliyeyim garsonlara değiştirsinler... İbrahim Tatlıses falan?!...” “Ciddi ol biraz n'olur!...” “Madem istiyorsun peki!. Seni seviyorum...” “Ciddi ol, lütfen?.” “Peki, peki, uzatmalı sevgilinden yeni ayrılmış olsan da, yeni ilişkilere açılan korkuların doruğunda olsan da birlikte olmak istiyorum seninle… Bunu yapmak zor geliyorsa benimle evlenebilirsin de… Haendel'in su koyduğuna bakma, Delfo'yu* aracı kılıp, her isteğini yerine getireceğime söz vererek izin aldım Abbas Hilmi Paşadan. Şu an hem senin, hem de paşanın, benden istediğinizden çok daha fazla ciddi olmaya çalışıyorum inan!.” “Tanrım...” Hiç bitmiyecekmiş gibi süren sessizliğin saçma sapan * 184 Hıdiv Kasrı'nın mimarı. 185 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu ağırlığını, yanımıza gelen sümüklü bir boyacı çocuğun fırlama tavrı dağıtıveriyor bir anda. “Yengem de iyi güzelmiş be amca!.” Yarı şaka, ayağa kalkar gibi yapıyorum; “Ulan it!..” İri süt beyaz dişleriyle arsız, sırıtarak kayboluyor bir anda ağaçların arasında... “Cevap yok mu?!..” “Bilmem!..” “Ne demek bilmem?.” “Ayrılığımın sıkıntıları bu kadar yakın, bu kadar yoğun yaşanıyorken henüz, yeni bir şeylere başlamak haksızlık gibi geliyor bana...” “Kime yapılan bir haksızlık?.” “Sana, bana, Tayfun'a...” Yıllar süren beraberliklerin hemen ardından yeni bir ilişkiye akışın kolaycılığına kapılmayışı -aferin sana kız!.- gururumu okşuyor... Peki neden böyle olduk biz?!. Sonra yorum yapmayı bırakıp birden, “soru yok, sorular yok, sorunlar yok olmalıydı”yı hatırlıyorum… Banyo yapmış olmanın verdiği keyfiyle hazırlayacağım yemek için alışverişe çıkıyorum... *** Asu'lara Sıkı bir alışverişin ardından eksiksiz bir sofra kurup beklemeye koyuluyorum bizimkileri. Telefon açıp sorduğunda, gerek yok, herşey hazır dememe rağmen kimbilir neleri toparlayıp gelecektir Hakan. Hani artık deterjan da getirse şaşırmayacağım… Bir yandan onları beklerken, bir yandan romanımın yazdığım bölümlerini sakladığım dosyaları, notları, Nurten’in doğum günümde satın aldığı küçük ses kayıt cihazını bulup ortaya çıkarıyorum. Her şey hazır! Artık gelebilirler diye düşünürken ben kapı çalınıyor... Tahmin ettiğim gibi elinde abartılmış paketlerle içeriye dalıyor Hakan... Salatalık malzemeler, hazır yemekler, mezeler vs. vs. -Kürdan getirmeyi unutmuşsun Hayk! -Ne bileyim abi evinde kürdan olmadığını? -Evde her şey var dediğim için mi getirdin yani zeytinyağlı yaprak dolmasını? -Değil tabii, hoşluk olsun diye yani... 186 187 Timur Ertekin -Yavrum ben sana hiç bir şey getirme demedim mi? -Evet.. -O halde? -Yenir yenir, hepsi yenir... Sanki zorla konuşmaya mecbur edildiğimiz -söyle ulan it!günlerden hep birlikte öç alınıyordu... Yeniden bir araya geliyor olmanın sevinciyle birlikteliğe kaldırılan -şerefe!- kadehleri dudaklara taşıyan anlık suskunluklar, gizlisiz saklısız konuşmaların başı boş akışı arasında kaybolup gidiyor, ilerleyen saatlerle birlikte bu sere serpe akış, debisi yüksek bir ırmak gibi içe dönük söylemlere dönüşüyordu... -Ya ben de aslında demin söylemek istiyordum, onu şey yaptım... Bunu Ferda'yla falan konuştuk… O dönem, yani bir gardiyan vardı bize bakan… Talip Hür diye… Sonradan bu adamı vurdular... Böyle, tutukluları falan şey yapardı... Ben de böyle işkenceden falan gelirdim, bakardım yanında biri var falan bir şey yapmazdı… Zaten böyle bir şeyi yaşıyacak noktada değildim de… Bu şey dedi yani… Ha bu arada ben dedim ki, bu devamlı İclal'le konuşuyor benimle falan, beni Caner'le konuştursana dedim… Bu arada bi eylemin bir kilit noktası var… Orda bir kaç kişinin adını vermememiz gerekiyor, yani onlar hiç olmazsa yanmasın hesabı.... -Gardiyanı kimler vurmuştu?. Solcular mı, sağcılar mı?! -Solcular tabiki, THKPLC mi neyse işte... Talip Hür diye bir adam… -Talip Hür, ben bu ismi duydum ya!. -Ondan sonra, ben dedi seni bir tek şeyle konuşturabilirim dedi... Benimle bir kez öpüşürsen… -Adam mı?! -Evet, iğrenç bir adam. Devamlı bana askıntı. İşkenceden getiriliyorum sabah bu yanımda falan… böyle bişey… Aradan geçen yirmi beş yıla rağmen, aynı gerginlikle, sıkıntıyla anlatıyor başından geçenleri Asuman... -Ve ben bu adamla öpüştüm arkadaşlar… öpüştüm yani… bu 188 Şamanın Üç Soygunu koşulda beni bir tek Caner'le… ama benimle hiç alâkası yok ve... -Görüştürdü mü peki Caner'le? -Görüştürdü. -Orası önemli. -Ha, görüştürdü ve ben Caner'e dedim ki, Caner dedim… -Peki bir dakka, bir dakka Asuman. Çok önemli bir şey sormak istiyorum. Eğer Caner ilk gün heriflere evimizi göstermeye Ankara'ya getirildiyse?!.. -Yok yok bu bir hafta sonra. -Tekrar İstanbul'a mı getirmişlerdi onu? -Caner'in Ankara'ya falan getirildiğini bilmiyorum ben… Hakan araya girip “Sonra onu İstanbul'a geri götürdüler” diyerek açıklamaya çalışırken, Asuman anlatmaya devam ediyor. -O olayda biz koptuk, işkencedeydik zaten, benim Caner maner gözüm hiç bir şey görmüyor… Asuman'ın sözünü kesip, Caner'le aralarında geçen konuşmayı aktararak ortalığı yumuşatmaya çalışıyor Hakan. -Caner'e, bizim evlerin yerini niye gösterdin dediğimde, sana dedi bir tek şey söyliycem, eminim beni anlarsın dedi… Asuman'ı ölüm derecesinde seviyordum... -Hadi canım sen de, diyorum Hakan’a... -Asuman'a işkence yapıcaz. Ya evleri göster konuş, ya da böyle böyle dediler… O’na kıyamazdım dedi... Ben de haklısın dedim o zaman... -Neyine kıyamıyormuş ulan?!. Sen kalk, dondurmacıya gider gibi kızı soyguna götür, sonra?!.. Hakan’la tartışırken ben, Asuman hâlâ sorgunun sıkıntılarını yaşıyordu dudaklarında... -Hayır ama ben bunu çok sorguladım. Bu konuda hep kendimi öne çıkaran şeyleri şey yapmadım. Yani, acaba bu benim hafifmeşrepliğim miydi? 189 Timur Ertekin Kulaklarımızı delen son cümleyle birlikte aynı anda ikimiz birden atılıyor, Asuman’ın gönlünü almaya çalışıyoruz… -Estağfurullah Asu!.. Bizlerden biri değildi o!. Üniversiteli değildi!. Devrimci oluşunun altında, itibar gören siyasi kavramları topluca yaşamanın haklı gururu olamazdı! Giyimi kuşamı, davranışları bizim kızlardan çok farklıydı… Belki de o nedenle acımasızca sorguluyordu kendini. Mini eteğiyle göründüğü filmde bir rol bile almıştı. “Filmi seyretmeye gittiğimizde, ıslık seslerinden utanıp popom görünüyordu- salonu terk etmiştik babamla” diye gülerek anlatıyordu… O nedenle işkencecilerin -gözlerim kapalıydı- acımasız aşağılamalarına inatla direniyor -beni bir sandalyeye oturttular- o nedenle hiç haketmediği bir biçimde -birden her yerim kopuyormuş gibi- kendini acımasızca sorguluyordu… Oysa katıksız bir devrimci, gerçek bir Bonny’di o… -Ama inanın elektrikten daha fazla acı çektim onun gibi bir adamla öpüşmüş olmaktan dolayı. Bana elektrik vermelerinden daha fazla acı veren bir olaydı bu… Ama bunu hayatımın neresine koymalıyım yani!. Bu benim onurum muydu, yüz karam mıydı bilmiyorum!?. -Estağfurullah onurun tabiki. -Bence de onurun… -Seni bir defa öpersem konuştururum, dedi çocuklar... Ama çok acı çektim, çok ağladım!.. -Tabi ki ağladın, o zamanki güzelliğinle yani!. -Şimdi güzel değil mi ulan, alçaklık etme!. -Şimdi çok harikulâde güzel, o zamanki güzelliğini artık düşün diyorum yani… -Lâfını sözünü bilmez bir çocuk bu adam… Sen onun kusuruna bakma Asu'cuğum. Hakan işte, n'olcak!.. Araya giren espriler gecenin sızılarını örtüyor, böylelikle 190 Şamanın Üç Soygunu muhtemel suskunlukların önü kesiliyordu. -Şu bi damlacık canınla direniyorsun derdi Talip bana. O iki tokatta her şeyi söyledi, sen dedi, ne kendini şey yapıyorsun derdi… Üç gün mendile tükürdüm o adamla öpüştükten sonra... Öyle iğrenç, öyle kötü oldum ki, üç beş kişiyi çirkefin içine bulaştırmamak içindi yani… Böylesi bir acıyı hiç kimse haketmemiştir... “Çok acıyor değil mi elektrik? Parmağına mı bağladılar… Başka yerine vermediler değil mi?” diye soruyor Hakan. -Yok yok, parmaktan. -Çok acıyor değil mi Asuman?!. -Deli misin, ölüyorum sanıyor insan kendini. -Evet bildiğin gibi değil! -Ama bana da inat geldi söylemedim çocuklar! Anasını satayım gerçekten hırs basıyor insanı.. Yirmi yıl önce olanları anarken gözlerimize dolan nefretin izlerini her zamanki uslubuyla bir çırpıda uçuruveriyor Hakan; -Hırs basıyor, parça parça oluyorsun böyle, lime lime bonfile! Ciiip diye bir ses duyuluyor, böyle tellerin üstünden ciip diye bir ses gidiyor, Aaalllah!.. Türkan Şoray gibi bakıyorum -iri iri açarak gözlerini kirpikler kıpır kıpır- ben böyle... Bu insanı deliler gibi güldürmesi gereken işkence tarifini duymazdan gelerek devam ediyor Asuman; -Herşey birden birbirinden koparılıyor gibi. Asuman’ı yıllar önce bağlandığı elektriğin şokundan kurtarmak için matrak yakıştırmalarına devam ediyor Hakan… -Ben sanki çok acı çekiyormuşum gibi avazım çıktığı kadar bağırıyorum böyle. İçeri girmeden önce sorgu diye bir kitap vardı, 191 Timur Ertekin onu okuyordum. Daha herifler sopayı havaya kaldırınca bağıracaksınız ki diyor, çok acıdığı belli olsun! Ben de avaz avaz bağırıyorum ama hikâye... Sonra baktılar ki herif her boka bağırıyor, elektriği bi arttırdılar, bülbül gibi, Ha ha!.. Acıyı içinde duyan herkes gibi “elektriği bir arttırdılar”ı duyunca Asu'nun dudakları arasından belli belirsiz bir “eyvah!” yükseliyor. -Sonra Cumhurbaşkanı'nı da biz vurduk, ha, ha, ha!... -Yalnız kesin olan şu var, hani deprem olur geçer de, a aaa deprem oldu dersin ya öyleydi!. Çok acı çektik, çok şey geçti başımızdan…-Kimse acı çekmemeli mi diyordun sen Asuman?.. -Evet, hiç kimse, hiç kimse acı çekmeyi haketmemiştir... Zaman zaman vahim gerilimlerin doruklarına tırmanan, ardından akla gelmedik esprilerle hayatın tahammül sınırları içine çekilen konuşmalar, arada bir tartışmalı yorumlarla sonlanıyordu... -Peki nasıl oldu da yırttık, yani nasıl kurtulduk biz? -Denk düşmüşüz. Tarihin, yani tesadüfün kucağına denk düşmüşüz!. diyorum önümdeki rakı bardağına uzanarak… Aynı dönemi, aynı sıcaklıkta yaşayan başkaları darağaçlarında, sinsi sinsi kurulan pusularda can verirken, tesadüflerin kucağına düşmüşüz biz… -İnandığımız doğrular adına, doğru olmadığını bildiğimiz ama bir türlü inanmak istemediğimiz bazı şeyler yaptık biz, diyor Hakan gülerek... İşin kötüsü devlet de çanak tutuyordu buna... -O zaman geçip giden gençliğimizi, çocukluğumuzu düşünerek her şeyi bırakıp, elli yaşında Disneyland'a gidip çocuklar gibi eğlenmemiz gerekmiyor mu diyorum gülerek. Çocuk denecek yaşta başkalarına oyuncak olmanın öcünü başka nasıl alabiliriz?.. -Çok hoş, bak bu çok doğru! diyor Asuman. Eğer böyle bitirmezsen romanın sonunu, okumıycam bak... -Ama gerçekten öyle değil mi Asuman… Nerelerden geliyoruz… Şu geçtiğimiz tünellere bak!. Kimler var bu tünellerde; askerler, siyasetçiler, Milli Birlik Komitesi üyeleri... 192 Şamanın Üç Soygunu Bazen kendime çok, ama çok kızıyorum... -Boşver, herşey yaşandı ve bitti.. -Selçuk bizden biraz daha şanslı. O hâlâ inanıyor... Bense her şeye olan inancımı yitirdim… -Aynen!. İnanmıyorum ben de hiçbir şeye, diyerek cevaplıyor Asuman, Ama o kötü birşey değil bu... -Dogmalarımdan kurtulduktan sonra hatırlamaya çalıştığım inançlarım vardı biraz, onlar da gitti sonunda. -İyi birşey değil mi sence bu? Kendinle başbaşasın ama yazıyorsun işte! Birtakım şeylerin gölgesinde el yordamıyla gezinmek daha mı iyiydi?!. Hiçbir şeyi tabulaştırmamak, gereğinden fazla önemsememek, olabilir kılmaktır herşeyi önemli olan bence… -İnançsızlık da kötü ama, korkunç bir yalnızlık... Hiç bir şey yok!... -Hiçbir şey yok ama herşey gene var, diyor Asu. -Nasıl?.. -Yumruğunu vurup Marksizm falan diye huşu içinde ağzın köpürerek konferanslar falan vermedin değil mi sen?!. -Hayır, tabii!.. -Ha, böyle konferansları hiç ciddiye almadım ben yani. Dolayısıyla böyle şeyleri hiç abartmadım. Her doğru başka bir doğrunun başlangıcıdır. Yani bu bir süreç!. Biz bu sürecin bir yerinden tuttuk gelişiyoruz. Yeni şeylere gebeyiz yani. Yeni şeyler üreteceğiz. Üretmesek de yitirmeyiz!. Bir hayattır yaşanılacak olan!.. -Bütün bunlar, ne olduğumuzu yeniden tarif edebilmenin bir sonucu olmak lâzım gelir belki de diyerek ağdalı bir dille takılıyorum Asuman'a. Bizim doktor not düşmüş yazdıklarıma “bunları elbette yazmalısın ama mutlaka Freudien bir yaklaşımla olmamalı bu. Annemize olan aşkımızı ele veririz o zaman!” demiş. Olsun ulan dedim, bir kez olsun annemize olan aşkımızı ele verelim biz de o zaman!. Sonra dönüp Asuman’ın gözlerinin içine bakarak “Sana yıllar önce ilân edemediğim aşkımı elli yaşımda ilan edip mutlu olabiliyorsam eğer bu birşeydir! Elbette evet ya da hayır 193 Timur Ertekin diyebilirsin. Ama tarif sınırlarımın içinden çoktan kaçıp gitmiştir o… İçimden çıkmış, özgür bırakılmıştır… Evet dersen çılgın bir aşk yaşarız, hayır dersen eğer, gök kubbe altında sonsuza dek dolanır durur sözlerim… Aslolan bu basitliği, olduğu gibi hayata geçirebilmektir” diyorum… Acemi bir süratle siyasete taşıyarak, söylediklerimi geçiştirmeyi yeğliyor Asuman. “Selçuk, ben duymadım diyor ama, bizi birinci şubeye getiren trafik polislerine emniyettekilerin, sizin üstünüze vazife miydi de tutup getirdiniz bunları dediğini çok net hatırlıyorum ben!” diyor “Bence her yaptığımız önceden biliniyordu.” -Bundan hiç kuşkum yok, diyorum.-Sorgu sırasında Caner’in, Beyrut Havaalanı’ndan Ergun’a atmamı söylediği mektupların fotokopilerini, Caner’le dolaşırken çekilmiş fotoğraflarımızı getirip attılar önüme, daha ne direniyorsun sen diye… -Senin gibi düşünüyorum ben de Asuman, diyorum. Her ne yaptıysak, ne yapmaya karar verdiysek birilerinin kulağına birinci elden gidiyordu... Üstelik basit bir istihbarî faaliyet değildi bu! İçimizden biri, ki bu -muhtemelen- Uzun’du, MBK’li* cuntacılarla iyi ilişkiler içindeydi. Bunu hepimiz biliyoruz… Filistin’e gitmeden önce onlardan birinin evinde kaldığını bilmeyenimiz var mı içimizde?!.. Filistin’de kurduğu ilişkilerden -muhtemelenonları da bilgilendirdiğini biliyoruz… Yani ne kadar silah girdiyse bu yolla Türkiye’ye -muhtemelen- onlar da biliyordu bunu… Ülke çapında terör olayları yaratarak, kendilerini iktidara taşıyacak olan bir askeri darbeye davetiye çıkarmak için uğraşıyorlardı. Ancak bu yolla sivil iradeyi başlarından defedebilir, ancak bu yolla iktidar olabilirlerdi!. Ve -muhtemelen- çocukları yaşlarında olan bizleri kanlı iktidar oyunlarına kurban ederek, bir yandan desteklediklerini söyleyip, bir yandan ihbar ederek, iktidar olacakları günlerin hesabını yapıyorlardı… O nedenle Uzun’u suçlamak istemiyorum. O da hepimiz gibi kendini feda ediyordu… Şamanın Üç Soygunu Bir döneme adını veren öğrenci olaylarının hemen hemen tümünde kullanılan -neredeyse- bütün silahları, patlayıcıları, hayatını tehlikeye atarak buralara kadar taşımasının başka ne anlamı olabilir? Gönüllü bir istihbaratçıydı o! Örgüt içinde olan biten her şeyi, plânlanan ya da plânlanması düşünülen her eylemi siyasi ortaklarına bildiriyor, onlar da gereken yerlere iletiyorlardı… O nedenle, ülke çapında eylemler ortaya koyabilecek kadar donanımlı bir grubun ortaya koyduğu basit eylemlerin önünü kesmek istemediler… Daha büyük çapta eylemler olsun istiyorlardı… -Doğru bu! diyerek atılıyor Hakan, zaten o nedenle biz de baktık ki ne yapsan kimse yakalamıyor, bu işte bir iş var dedik ve eylemleri durdurma kararı aldık o zaman… Ama Selçuk’la Caner’i inandıramadık... Sonrası malum… Siyasi şubedekilerin İstanbul’daki trafikçilere fırça atmaları da bunu gösteriyor zaten… -Örgüt toplantılarında dile getirilen eylem biçimleri birilerinin iştahını kabartıyordu elbette, diyorum. Çünkü çok daha büyük çaplı eylemlerin beklentisi içindeydiler… Elrom’un kaçırılışı gibi, İngilizlerin kaçırılışı gibi… Birilerinin kafasına Balyoz gibi* inebilmek için buna ihtiyaçları vardı... Hatta belki daha da büyük siyasi hedeflerin peşindeydiler… Denizler’i kurtarmak için Bölükbaşı’nın düğününü bassaydık eğer düşün neler olurdu… Kimler tarafından yapılacağı, nasıl gelişeceği belli olan bir baskına katılan üç ya da dört kişiyi ortadan kaldırmak için dört keskin nişancı yeter de artardı bile… Ama bir de ertesi günün gazetelerini getir gözünün önüne… Olayda dört terörist ölü olarak ele geçirilmiş, ancak çıkan çatışmada eski başbakanlardan falan filan ve o sırada yanında bulunan eski bilmem ne bakanı çatışma sırasında atılan kurşunlara hedef olarak hayatlarını kaybetmişlerdir vs. Nasıl senaryo ama?!. Son derece inandırıcı değil mi?. -Oldukça inandırıcı görünüyor, diyerek yanıtlıyor Hakan. -Bence de, diyerek devam ediyorum. Böylelikle ortadan kaldırılması gereken hedeflere kolayca ulaşılacak, belki de sağlık * * Milli Birlik Komitesi. 27 Mayıs askeri darbesini gerçekleştiren örgüt. 194 12 Mart döneminin başbakanı Nihat Erim’in, Elrom’un öldürülüşünün ardından basına verdiği demeçten; başlarına bir balyoz gibi ineceğiz! 195 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu ve afiyetle bu güne kadar siyaset sahnesinde kalabilen dinazorlar bu günleri göremeyeceklerdi!. Çizilen bu vahim tablo, kısa süren bir sessizliğe neden oluyor… İster istemez, fevkalâde büyük belalardan dönmüş olanların haklı şaşkınlığıyla birbirimizin yüzüne bakıyoruz bir süre… Sessizliği, iyimser yorumu bozuyor yine Hakan’ın… -Belki de o kadar hakim değillerdi olaylara… -Belki de, diyorum. Ama bizim kişisel özelliklerimizle doğru orantılı bir şeydi bu… Örgüt içi toplantılarda her dile getirileni yapamazdık elbette… Ne kadar beklerlerse beklesinler cinayet işleyemezdik meselâ!.. -Tezgâh vardı ama! -O nedenle olan bitenleri bazen onlar belirledi bazen… Ama önemli olan bizdik… Akıllı davranabilir tezgâhlarına gelmeyebilirdik… -Ne kötü, diyor Hakan, bireyler için var olması gereken devlet, daha fazla suç işlesinler diye önlerini açıyor… “Şaman!..” diye fısıltıyla inliyorum içimden “Pek farkınız yok işte birbirinizden… Belki de hiç farkınız yok!...” -Ne dedin canım, diyor Asuman. -Yok bir şey Asu’cuğum, yok bir şey… *** Her gün biraz daha büyüyor yokluğu içimde Özlem’in. Tam da ucunda kaybolan duyguların… Tam da deliler gibi hesapsız sevincinde sevmelerin… Beni böyle bir başıma... Ayrılık falan değil bu ölüm gibi bir şey... Yerine bir daha asla hiç bir şeyin konmayacağı, konamayacağı bir şey! Birden geri gelse, geldim işte dese de hiç bir şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağı bir şey... Hayır sevgili küçük sevgilim, hayır! Yarın geçmişin izlerini taşımayan yeni bir gün doğmayacak yazık ki... Artık hiç bir yerde, hiç bir biçimde birlikte olamayacağımız anlamına geliyor sarı sayfalara düştüğün notlar... Çok acı çektim, çok... Çok kırdın beni... Aldatılmak istemiyorum artık.. Bu kadar kolay vazgeçebildiğine göre!.. Demek -yedisekizyüzyıl önce- yalandı sevmelerin... Varsın öyle olsun, ne yapalım... Sonunda elbet bunu da göğüsleyeceğim... Ve seni olanca hasretimle yaşlı -yaslı- bedenime gömeceğim... Bütün kadınlar böyle mi yaparlardı?!. Böylesi bir hızla tutulup, 196 197 Timur Ertekin böylesi bir hızla mı unuturlardı! Cep telefonuma bırakılan bir yazılı mesaj -Ankara’dayım, Nüket!- la yüzüm aydınlanıveriyor... Noktasıyla, virgülüyle, cep telefonlarındaki yazışmalarında bile Türkçe’yi doğru kullanmaya özen gösterişine bayılıyorum!.. Sevgili Nüket!.. Ankara’dasın demek... Kim bilir, cevabını bulamadığım sorularıma belki de sen çözüm olabilirsin... Çantamı açarak databankın tuşlarından telefon numarasını buluyor -otele gel istersen!- adresini alıyorum... Resepsiyondaki hanım görevli bir üst kata çıkmam gerektiğini söylüyor. -104 numaralı oda!- Teşekkür edip yukarı kata çıkmak üzre asansöre yönelirken ben, arkadaşıyla buluşan gözlerinde anlamlı bir parıltı beliriyor resepsiyonist kızın!. Yukarıya çıkıp usulca tıklatıyorum kapıyı -Timur'cuğum!- Önünü kapatmaya çalıştığı bornozun kuşağını alışkın hareketlerle birbirine dolayarak karşılıyor beni uzun sarı saçlarıyla. “İki dakikada hazırlanırım, rahatına bak sen” diyor. Oturmamı işaret eden bir el hareketiyle köşede duran şişman koltuğu gösterip, banyoya yöneliyor.. Uçuk mavi bornozun dışına taşan bacaklarına bakmamaya, konuşurken gözlerimi gözlerinden ayırmamaya çalışıyorum… Şirin bir otel odası burası... Burada mı kabul ediyor acaba müşterilerini diye soruyorum kendi kendime. Daha neler, diyorum sonra... Şey mi bu!. Belki de Tekin’le birlikte kaldıkları yer burasıydı kimbilir... Belki de bu yatakta sevişmişlerdi… Nasıl da tutkulu birer sevgili gibi bakıyorlardı birbirlerine… Arada bir onunla birlikte olamazsam yapamam bu işi diyordu Nüket… “Bana direnme gücü veriyor, tıpkı ruh doktorlarına koşan hastaları gibi, ben de ona gidiyorum koşarak her seferinde!” Demek böyle kadınlar da vardı! Bir biçimde başkalarının koynunda aşk yaparken eşlerini özleyebilen, derin bir tutkuyla tekrar kavuşacağı günleri yüreklerinde serin ve duru bir su gibi biriktirebilen kadınlar... Sevişmelerin, birlikteliklerin, ne anlama geldiğini bilen, belli ki o nedenle malûliyetlerine mahkûm olmayı bir türlü beceremeyen kadınlar... 198 Şamanın Üç Soygunu Bilmem ne kadar şanslı bir adam olduğunun farkında mısın sevgili Tekin? diyorum içimden. Böylesi derin bir tutkuyla sevilmenin ne anlama geldiğini bilmem sen de biliyor musun?!. Derin bir göğüs geçirerek odadaki eşyaların ayrıntılarında gezinmeye çaşlışıyorum. Etejerin üstünde duran hâlâ karartılmamış gece lambasının yanında fermuarı yarı açık bir el çantası duruyor... Ben olsam kapalı tutardım diyorum... Yarı açık şeyler, yarı açık meraklarımızı doğurur. Yarı açık kapılarının hemen ardında bizi nelerin beklediğini düşünürüz hep... Bazen da tam tersi olur, şu köşede duran iri çanta gibi. Kimbilir neler var içinde. Özel durumlarda kullanılmak üzere özel malzemeler mi?. Mazoşistler için kamçılar, zincirler, kelepçeler!. İç çamaşırları belki de... İç gıcıklayıcı, kıpkırmızı iç çamaşırları… -Beklettim seni çok… Kusuruma bakmadın değil mi? -Yok canım, olur mu hiç öyle şey… -Beklettim, beklettim. -Ne önemi var Nüket’ciğim?!. -Ben bekletilmeyi pek sevmem de. -Boşver, hazırsan çıkalım diyorum, ne dersin? -Ben hazırım, çıkabiliriz… Tam çıkmaya hazırlanırken biz çalan cep telefonu, bütün programını alt üst edebilecek kadar önemli birinden geliyor olmalıydı. Bakımlı parmak uçları saçlarının arasında, odanın ortasında bir o tarafa, bir bu tarafa gezinirken, bir taraftan telefonla konuşuyor -ama bu imkânsız- bir taraftan bana dönüp başıyla kusura bakma anlamına gelen bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Nerdeyse bir on dakika kadar süren konuşmanın -biletim mi ayırıldı- sonucunda telefonu kapatarak bitkin bir ses tonuyla “Üzgünüm” diyor “hemen İstanbul’a dönmek zorundayım!” Aldırma anlamına gelen bir hareketle boşver diyorum kısmet değilmiş… Alelacele çantasını, elbiselerini toplamaya başlıyor… -Seni havaalanına kadar götürebilirim! 199 Timur Ertekin -Kıyamam sana. -Ne demek kıyamam sana? Biraz daha konuşmuş oluruz hem alana kadar… -Timur’cuğum, beni hep yük altında bırakacak şeyler yapıyorsun sen. Sonra mahcup oluyorum sana. -Mahcup olacak bir şey yok ortada. Konuşa konuşa gideriz birlikte işte… Çantalarından birini ben alıyorum. Biraz irice olan bavulunu, diğer eşyalarla birlikte hemen arkamızdan gelen kat görevlisi çocuk taşıyor. Kapıdan çıkmadan önce, otel görevlileriyle tek tek öpüşerek teşekkürlerini bildiriyor. Bagajı açıp, elindeki çantaları yerleştirmesine yardımcı oluyorum sarı sırmalı üniformasıyla etrafa gülücükler dağıtan çocuğun. Sonra daha fazla oyalanmadan yola çıkabilmemiz için arabanın kapısını açıyor, önünde öyle bekliyorum. Kısa bir süre sonra -çok mu beklettim hayatım?- yola koyulmayı başarıyoruz... Aslında Ankara’ya onbeş gün kadar önce geldiğini ama özel bir takım nedenlerle arayamadığını söylüyor... Daha sık birlikte olabilirdik oysa!. Tuhaf bir hüzün kaplıyor yüzünü. Sıkıntılı günler geçirdim, diyor. Yeni moda sitelerden bir daire satın aldığını, o nedenle çalışmak üzere geldiği Ankara’da sabahtan akşama kadar genelevden farksız bir tempo içinde -rahatsız oluyorsan anlatmayayım- çalıştığını, o nedenle de kimseyi görmek istemediğini anlatıyor. Gerisi bildiğin gibi diyor, kötü şans!. Şamanın Üç Soygunu -Birisi vardı yelkenlisinin adı Kısmet olan? -Sadun Boro’yu söylüyorsun sen. -Belki de onun için adını “Kısmet” koymuştur... -Peki Nüket’ciğim, peki!. Kısmet olursa en yakın zamanda görüşeceğiz inşallah, tamam mı?. -İnşallah Timur’cuğum, inşallah... Hava alanına geldiğimizde mavi elbiseli modern hamallara teslim edip bagajdakileri -buraya park edemezsiniz beylervedalaşıyoruz Nüket’le... Hoşluk olsun diye arabamı aşağılarda bir yere park edip sürpriz yapmak istiyorum tekrar yanına giderek... Bir tam tur atıp, arabamı bırakabileceğim bir yer ararken, şeref salonunun bulunduğu kapının hemen önünden tekerlekli sandalyeyle taşıdıkları birini resmi plakalı bir araca bindirmeye çalıştıklarını görüyorum... İşte diyorum, buldun... Onların çıktığı yere sen parka edebilirsin. Sonra elinde içi tıka basa dolu poşetlerle arkalarından gelen Handan’ı farkediyorum birden!. Nefesim tutuluyor, boğulur gibi oluyorum… Unutarak Nüket’e hazırlamaya çalıştığım hoşluğu, hızla uzaklaşıyorum Esenboğa havaalanından!. *** “Boş ver” diyorum, “Birlikteyiz işte. Allahın günü bitmedi ya!.” -İnşallah Timur’cuğum, inşallah… -İnşallahı maşallahı yok görüşürüz günün birinde nasılsa! -Öyle deme, kısmet olursa diyelim biz yine… -Peki, peki kısmet olursa diyelim! Denizciler de çok kullanır bu sözü bilir misin? Kısmet olursayla başlar her cümlenin başı denizcilerin… 200 201 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu Bütün bir gece uyumadan, sıkıntılar içinde bir o yana bir bu yana dönerek -tekerlekli sandalyeye bağlıydı işkencecimgeçirdiğim berbat bir gecenin sonunda, belki de ilk kez Bilge’ye telefon etmeden gidiyorum muayenehaneye. Hiç değişmemiş sorgucum diyorum. Yine öyle esmer, yine yanık tenli. Dalgalı saçlarındaki kırlar artmış biraz. Kaşlar hep uzun. Ne kadar da geniş hâlâ omuzları! Ya elleri?!. Birden -istemsiz- gözlerimi kırpıyorum. Hayır, hayır ellerini görmedim, dizlerine örttükleri ekose desenli kırmızı battaniyenin altında kalmış olmalıydılar. Pek yakında bir araya geleceğimizi biliyor olmama rağmen ondan bu kadar etkilenişim fena halde canımı sıkıyor… Onunla karşı karşıya geldiğimizde de mi yaşayacağım diyorum bu sıkıntıları? Birbirimizin gözlerinin içine bakarak üstelik!.. Özlem’in dediği gibi -bırak başkasına gitsin sen de!vazgeçmeliyim belki de. Sabahın köründe kapıda görünce beni, şaşkınlığını gizlemeden 202 203 Timur Ertekin edemiyor Bilge; -Aaa! Hayrola bir şey mi var? -Günaydın. -Bir şey mi oldu? -İnsan sabahleyin birisini görünce karşısında, günaydın der, ne dersin?. -Günaydın! Hiç böyle yapmazdınız da siz... -Ne yapmazdım da ben? -Böyle erkenden, hem haber vermeden... -Seni özledim. Güzel kızların şefkatine ihtiyacım var hem... -Teşekkür ederim ama doğru söylemiyorsunuz. -Niyeymiş o?. -Bana iltifat ediyorsunuz ama hep başkalarıyla birlikte oluyorsunuz... -Kimmiş o başkaları? -Özlem Hanım, Jale Hanım, Ayten Hanım, daha sayayım ister misiniz? Ha unutmadan, Handan Hanım, son hastadan sonra gelecekmiş… -Başka bir şey söyledi mi peki? -Sizinle konuşacakları varmış “umarım bir programı yoktur” dediğimi söylemeyi unutmayın dedi… -Sen de sinir oldun tabii… -Hayır Timur Bey, bu uyarıları haklı çıkartacak bir şey yapsam neyse! Gıcık!.. -Ooo, bayağı kızdırmış seni. Kıskanıyor musun yoksa? -Doğrusunu isterseniz, evet. Biraz da tedirginliğimden, başınıza bir iş getirecekmiş gibi, sanki böyle gizli kapaklı… -Gelmez gelmez. Sen işine bak. Acı patlıcanlarla yatanın etekleri mor olur.. -Ne demek şimdi bu? -Şaka! Sadece şaka… Vakit kaybetmeyi sen de sevmiyorsun demek sevgili Handan! Bakalım seni ve belalı kocanı başımdan nasıl atabileceğim. Kim bilir, başka birilerine gitmelerini sağlayabilirim belki… Bu konuda uzman bir arkadaşım var desem?. Belki... Peki ya reddederse?!. 204 Şamanın Üç Soygunu Siz kabul ederseniz eğer tedaviyi reddetmeyeceğini özellikle bilmenizi istedi dememiş miydi Handan!. Doğruyu söylerim ben de o zaman; yaptığımın mesleki ahlâka sığmadığını bildiğimi ama yıllar önce karşısında titrediğim bir adamla, sorgucumla birlikte olmayı içime sindiremediğimi -hava alanında onu birden böyle karşımda- kendilerine ancak yol gösterebileceğimi söylerim. Özlem haklı... Şu gazetecinin dediği gibi öc alma hakkı da olabilmeli insanların ayrıca… “Siz benim yüreği yurt sevgisiyle dolu gençliğimi, buram buram özgürlük kokan dağlarında şarkı söylerken pusuda, son sözlerini dinlerken cezaevlerinin bomboş avlularında dar ağaçlarında ve gezinirken bembeyaz tül perdelerin ardında İstanbul’da, keskin nişancılarınızla hem de hiç acımadan vurdunuz! Ve şimdi hiç ama hiç utanmadan onlardan -içlerindenhasbelkader sağ kalmış birinden, yakınlarda bir yerde olduğunu bildiğiniz ölümünüzün eşliğinde yardım dileniyorsunuz!” Çok şiirsel oldu!. Aynen böyle yazmalıyım romana... Hayır sevgili Handan hayır, bunu yapmayacağım… Sizi seviyorum fakat, ne sizi, ne de kendimi aldatmayacağım!. Telefon çalıyor... -Handan Hanım telefonda Timur Bey… Sevgili Bilge!. Seni öldürebilir miyim?!. Ne demek Handan Hanım telefonda. Sor bir bakalım, görüşebilecek misiniz diye!. “Bağla hayatım, bağla..” -Neden beni görünce çekip gittin? -Nerede? -Havaalanından sözediyorum… -İnanamıyorum… -Neden? -Nasıl oldu da farkettin beni? -Duygularım!. Duygularım bana orda olduğunu ya da olman gerektiğini söylüyordu… Bir de duyargalarım…İyi bir istihbaratçı 205 Timur Ertekin eşiyim ben!. -Belli oluyor.. -Söyle bakalım neden çıkıp gittin? -Korktum galiba!. Şaşırdım ve korktum… -Şaşkın… -Bunu ancak evliler ve sevgililer söyler birbirine… -Şaşkın!.. Şaşkınsın sen!. -Bunu bir ödül mü kabul etmeliyim? -Basit bir sevgi sözü olarak alabilirsin… -Düşünmüştüm de… -Vazgeçmeyi düşünmüştün! -Ama nerden….nerden bildin?!. -Kadınım ben… -Öyleyse?!. -Vazgeçemezsin!. -Yani?!.. -Sonuna kadar benimle birlikte olman anlamına geliyor bu… -Ona bakmak istemiyorum! -Abartma sevgilim… Altı üstü, bir kaç amalgam dolgusunu değiştireceksin… Hepsi bu!. -Ama kendimi ben… -Asla benim kadar yalnız ve çaresiz hissedemezsin!.. -Yani?! -Bana itaat edeceksin… Hayır sevgili Handan hayır, size itaat etmeyeceğim!. Evinize geleceğim elbette ama kocanıza yardım etmeyeceğim. Bu konuda size yardım edebilecek tek kişi ben olsaydım eğer elbette böyle düşünmezdim. Ama aklımı kemiren ve içimde bin yıldır biriktirdiğim merakıma bir son verebilmek için yalnız -sadece!yanınıza, oyunlarınıza geleceğim!. -Peki ne zaman buluşuyoruz? -Yarın akşam?! -Yarın akşam peki… -Adresi vereyim mi? -Hayır gerek yok, evi biliyorum, biliyorsun… Unutmadım… 206 Şamanın Üç Soygunu -Saat sekizbuçukta bizde o zaman. -Tam sekiz otuzda sizde olacağım evet! Eveet!.. İşte bu kadar!.. Yarın akşamla birlikte ilk kez, izi belleğimden yıllardır silinmeyen sahnelerin -işkence!- korkulu kahramanlarından biriyle, evinde, hem de kendi isteğim ve irademle -Şaman!- biraraya gelmiş olacağım… Bir iki kadeh birşeyler içmeliyim diyorum gitmeden önce… Sonra hemen fikrimi değiştirip -içki içmiş!- alay ettirmemeliyim diyorum kendimle. İçimdeki telâş yansısa da yüzüme, hiçbir biçimde alay ettirmemeliyim kendimle!. Bir şeyler ikram ederler nasıl olsa… Çay ya da kahve içmek ister misin diye sorduklarında, hayır ama bir kadeh viski belki derim -başka türlü size nasıl tahammül edebilirim?- gözlerinin içine baka… -Bir bardak daha? -Evet lütfen!. Viski hazırlamak için yerinden doğrulurken ince bir el hareketiyle saklıyor göğüslerini Handan… Demek ki önceden bilerek sergiliyordu aklımı başımdan alan dekoltesini… Belki de kocasının yanında olduğum için özellikle böyle davranıyor şimdi!. Ne tuhaf diyorum kendi kendime, karşılaşmaktan bucak bucak kaçtığın adam -işkencecin senin!- karşında oturuyor işte… Ne kadar da kolay oldu bak!. Nasıl da korkmuştun oysa… Dizlerin titremişti… Keşke bir kadeh viski olsun içebilseydim demiştin titreyen parmaklarınla zili çalarken… Asansör olmadığını biliyordun… Yukarı çıkana kadar nefes nefese kalacağını da… Kapının önünde durmuş, çantandan alelacele çıkarttığın spreyini -Ventolin İnhaler- derin soluklarla ciğerlerine çekip beklemiştin… İki dakika arayla iki kez... Fazla dozdan sakının! Öyle yazıyordu üzerinde... Yine de üç kez doldurup beklettin ciğerlerinde… Apartmanın giriş kapısı kapalı olmasaydı eğer, merdivenleri dinlenerek çıkıp, soluk soluğa kalmadan çalacaktın kapılarını…Yapılacak bir şey yoktu… Açılan kapının ardından, ağır adımlarla çıkmaya çalıştığın merdivenlerin sonunda 207 Timur Ertekin kimseyi bulamayınca şaşırdın… Bunu fırsat bilerek üzerinde herhangi bir adın yazılı olmadığı kapının önünde durup bir süre soluklandın… Sonra hâlâ açılmayan kapının ardında zili tekrar çalmanı beklediğini anladın Handan’ın… Sadece kocasını değil, seni de düşünüyordu demek.... Mutlandın… Zili çaldın… Ardından gelmeyen ayak sesleriyle bir süre bekledikten sonra açıldı kapı… Dekoltesi derin bir elbiseyle karşıladı seni… Hoşgeldin, dedi yüzünde muzaffer bir ifadeyle… Sarılıp öperken koklandığını hissettin, derin… İnce belinde elin, yaklaşırken sana göğüsleri -işte o an!- bacaklarının sıcaklığını duydun bacaklarında… Titredin… Yutkunarak, seni özledim, diyebildin… Koluna girmişti senin... Birlikte salona doğru yürüdünüz… Disiplin kokuyordu ev… Yerdeki ince düğümlü halılar, gomalak cilalı ağır mobilyalar, bütün ihtişamıyla yerlere kadar uzanan perdeler, parkeler tozlarını korku almış- pırıl pırıl parlıyordu her şey… Ya da sana öyle geldi… Uzanıp yanağına dokunarak -otursana- bir kadeh viski içer misin dedi… Yanağına uzanan elini öperek aşağıya indirirken sen böyle daha iyi- oturmak istemediğini söyledin… Elinde bol buzlu bir bardak viskiyle geri döndüğünde, geldiğini Adnan’a haber vereyim diyerek izin istedi senden… Seni bıraktığı yerde, o pahalı acem halısının üstünde korkularınla başbaşa bekledin… Az daha yüreğin ağzına gelecekti sesini -hoşgeldin!- arkanda duyduğun an… Tekerlekli sandalyesini parmaklarının ucuyla dokunduğu bir kolla yönlendirerek ilerliyordu sana doğru … Gerginliklerin yok olmuştu birden… O’na doğru bir hamle yaparak sen de merhaba, dedin… Hiç değişmemişsin, dedi, seni görür görmez tanıdım… Ben de sizi dedin... Ben de sizi görür görmez tanıdım... Siz de pek değişmemişsiniz… İskemlesinin tekerleklerini elindeki kumandayla kitleyip, serbest kalan elini tokalaşmak üzere zorla kaldırırken -gülümsüyordu- yine bana yalan söylüyorsun dedi… Yirmi yıl önce, hepsi bu diye bir kaç metre fitil ve fünyeyle beni kandırıp cephaneni kurtardığını sandığın gün söylediğin gibi… Gerçeklerden kaçılmıyor hâlbuki... Ve ondan kaçmanın mümkün olmadığını bilmediğin için yalan söylüyorsun hâlâ… Parmaklarını göğsüne doğru çevirip bunları söylediğinde nefretin uçup gitti gözlerinden… Pırıl pırıl parlayan masanın yanında duran deri kaplı tabureyi çekip yanına oturuverdin… Belli ki onu iskemlesinde tepeden seyredişinden ziyadesiyle utandın… Elbette onlar gibi olamazdın… Başkalarının çaresizliği üstüne kurulu kazanımlar, zaferler seni 208 Şamanın Üç Soygunu sevindirmezdi… Evet, dedin... Beyaz yalanlar söylerim ben… Kimsenin incinmesini istemediğim bembeyaz yalanlar… Sonra elinde bir kadeh buzlu viskiyle daha yanınıza gelen Handan'a dönüp teşekkür ettin… -Her zaman böyle mi içersin? -İçinde bulunduğumuz durum biraz farklı değil mi sizce!. -Evet... Hayat çok acımasız değil mi? -Bence de... Zaman zaman yokluyor işte insanları... -Seninle benim, dün ve bu gün içinde bulunduğumuz durumlar gibi, öyle mi? -Onu kastederek söylemedim... -Boşver şimdi, neyi kastettiğin ortada!. -Kendi hastalığımı düşünerek söyledim ben... -Handan anlattı, biliyorum… -O halde? -Karşılaştırma gereği duymalısın belki de aslında…Neyse… Boşver gitsin! -Bu size öyle geliyor olabilir… Otuz yıl önce benimle ve arkadaşlarımla ilgili duyduğunuz rahatsızlıkların bir sonucudur belki bu!. Başkalarının çektiği acılar üstünde gezinerek strateji tayin etmenin ne anlama geldiğini bilmem ben!. Eminim onlar da bilmezdi... -İşkenceci demek mi istiyorsun sen bana? -Buna hiç gerek yok… -Elbette yok! Ne yaptığımı o zaman da iyi biliyordum, bugün de... Bir bardak viski de bana getir Handan! -Ama.... -Ne dediysem onu yap lütfen!.. Güleryüzlü ama küstah bir karşılamanın -hoşgeldin!- hemen ardından gelişen bu âni gerginliğe pek fazla şaşırmıyordum... Onun yerinde olsam, ben de benzer tepkiler verebilir, alınganlıklar gösterebilirdim... Sonuç olarak çıkış noktalarımızın farklı olduğu belki de o nedenle haketmediği- insani bir durumdu gelinen yer... Az önce yüzünde müstehzi bir ifadeyle sorgularken seni -her zaman böyle mi içersin- işte şimdi viski istemişti karısından... 209 Timur Ertekin Sancılıydı... Elleri tutmuyordu... Handan'ın elinden içiyordu içkisini... Ve sancı bulaşıcıydı... -Bir yudum daha! -Peki sevgilim peki... Gözlerin doldu... Dönüp gitmek istedin birden... Her şeyi orda bırakıp gitmek istedin... Asuman'ın sözleri geldi aklına sonra... Hiç kimse acı çekmeyi haketmemiştir diyerek bir kez daha geçirdin sözlerini içinden... Kırgın gözlerle seni seyrediyordu Handan... Bu kez sen çaresizdin... Özür dilemek istiyorum sizlerden, dedin… -Sizi üzmek istemedim… -Üzülmedim! -Sizden de özür dilerim Handan Hanım… -Önemi yok, üzülmeyin... Kabalık etmek istemem ama, diyorum, sorgucumun artık gülmeyen gözlerinin içine bakarak, içki içmemelisiniz… -Sen de öyle!. Sen de içmemelisin. -Size içtenlikle bir şeyler söylemek istiyorum ama… Aynı gerginliği yaşamaktan korkuyorum… -Ne gerginliği? -Tahammül edemeyip söylediklerime içki içiyorsunuz... -Gerginliğimden değil o! Özendim… İçerken sana özendim… Dudakları arasından birer birer dökülerek barış bekleyen bu sözlerle birlikte derin bir nefes aldın… Tıpkı senin gibi… Kavga etmek istemiyordu işte... Gerginlikleri de acıklı bakışlarla seyredilmeyi de istemiyordu… Tıpkı senin gibi… Savaş olmasın istiyordu… Buna sevindin… Artık onunla konuşabilirdin… Yıllar önce çocuk olduğunu unutarak -çok acı çekeceksin ama ölmeyeceksin!- acımasızca döverken seni, Emniyet Sarayı’nın “vakıfbank”larında rahat uyuyabilmen için yastık niyetine başının altına protokol defterleri sermesinin ne anlama geldiğini sorabilirdin... 210 Şamanın Üç Soygunu -İzin verirseniz hastalığınıza gelelim o zaman… -Boşver şimdi onu, anlat bakalım neler yapıyorsun? -Yine mi sorgu? -Yok yok, bu defa öyle değil, diyerek gülümsüyor… -Asıl siz bana yıllardır merak ettiğim bir şeyi, öldüresiye dövdüğünüz birisine şefkat göstermenin, başının altına cilt cilt defterler sermenin ne anlama geldiğini söyleyebilir misiniz?. -Haa, şu cumhurbaşkanının peşinden giden protokol defterleri. -Demek siz de unutmadınız… -Ben tutardım o kayıtları. -Her sorgudan dönene verir miydiniz rahat uyusun diye? -Bilmem… Sanmıyorum. -Bir tür vicdan azabı mıydı bu?. -Pek değil!. Acıma duygusu gibi bir şey olmalı… -Yazık! -Neden? -Yıllardır buna insanî bir neden aradım durdum… Ama acımak tarif etmiyor onu... Hiç kimse kendisine acınmasını istemez çünkü!. Sokaktaki dilenciler bile… Gözlerinde parlamaya başlayan dostluk ateşi bir anda sönüyor yine!. Yanlış anlamayın lütfen, diyorum hemen... Onursuzluğu reddeden herkes için geçerli bir şey bu!. Hiç kimse acınsın istemez kendine. Ama vicdan azabı… O başka!. -Öyledir belki ama neyi değiştirir bu? -O zaman konuşabiliriz belki… Samimiyseniz ve bunu eğer gerçekten istiyorsanız! -Kabul!. Kabul deyişinin sükuneti var şimdi sorgucumun gözlerinde!. Az önce hep birlikte yaşadığımız gerginliğin korkularını atmış, oturduğu kanepeden ilgiyle bizi izliyor Handan... -O zaman söze şöyle başlamak istiyorum… Pek çok uzman hekimin hizmet verdiği bu koca şehirde, tedavinizle benim 211 Timur Ertekin ilgilenmemin doğru olmadığını düşünüyorum!. -Boş ver, o önemli değil! -Nasıl önemli değil, diyerek oturduğu yerden fırlıyor Handan!. Bunu bana nasıl yaparsın, diyen bakışlarla yanıma gelerek, dönüp ısrarla soruyor kocasına. -Ne demek önemli değil!? -Çünkü ağzımda bir tek amalgam dolgu bile yok!. -Bana bütün dişlerinin amalgam dolgularla dolup taştığını söylememiş miydin sen?! -Evet! -Ama neden? Ağlamaklı bir ses tonuyla sorusuna mantıklı bir cevap bekleyerek etrafımızda dolaşıyor Handan. -Bilmem! Günah çıkarmak istedim belki de -eliyle beni gösteriyor- dediği gibi... İşte diyorum kendi kendime, şimdi başardın!. O’nu tedavi etmek gibi bir yükümlülüğün de yok artık üstelik … Artık istediğin gibi hesaplaşabilir, çektiklerimizin ne anlama geldiğini birbirimizi ezmeden, alay etmeden ve acımadan tartışabiliriz… “İkinizden de nefret ediyorum!. İkiniz de beni aldattınız… İkinizin de kırılmaması için elimden geleni yaparken ben, biriniz mazlum bir hastayı, biriniz mesleki ahlakı yüksek bir doktoru oynayarak beni aldattınız… Nefret ediyorum sizden… Her ikinizden!.” diyerek hızlı adımlarla odasına dönüyor Handan… -Yalnız kaldık… -Henüz değil, birazdan, diyerek yanıtlıyor sorgucum… Gerçekten çok geçmeden üstüne sokağa çıkmak üzere bir şeyler giymiş, tek kelime etmeden apartman kapısını büyük bir gürültüyle çarpıp dışarıya çıkarak beni başbaşa bırakıyor sorgucumla, salonun tam ortasında… 212 Şamanın Üç Soygunu -İşte şimdi yalnız kaldık, diyor. Artık istediğimiz gibi konuşabiliriz. -Bunu siz de mi istiyordunuz? -Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum! Handan’dan bile gizlemek zorunda olduğu bir takım şeyleri paylaşma hazırlığında olduğunu düşünerek, hazırlıklı olmalıyım, diyorum… Ne olduğunu bilmediğim ama sonuçlarının çarpıcılığından emin olduğum -Şaman!- tuzaklarına düşmemek için kendimi korumalı ve uzak durmalıyım oyunlarından… Kısa bir süre düşündükten sonra dönüp soruyorum… -Benden neyi bilmemi istiyorsunuz? -Hiçbir şeyi! -İstediğimiz gibi neyi konuşacağız o zaman? -Ölümü! -Ölümü mü?!. -Evet! Birdenbire bir bilmeceye dönüşmüştü her şey... Nesini konuşacaktık ölümün!. Hayat ve ölüm arasındaki bağı tartışarak felsefe yapıp içimizdeki çözümsüzlüklere nefes mi aldıracaktık? -Neyini konuşacağız ölümün? -Biçimini!. -Bir tıp adamı olarak, her ne olursa olsun ona giden yol, sonucun aynı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim… -Yani? -Son anda hep aynı şeyleri yaşarız yani. -Ondan söz etmiyorum sersem çocuk!. Onu bilmek için tıp adamı olmama gerek yok! -Şuur kapanıncaya kadar sizin beğenmediğiniz tıp adamları keser ölmek üzere olanın acılarını… -Çekilen acılardan söz eden kim… -Neden söz ediyorsunuz o halde? -Zamandan söz ediyorum çocuk, zamandan! 213 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu -MS söz konusuysa eğer bu çok zor… -Birbirine benzeyen sonlardan, acılardan değil, zamanı kısaltmaktan söz ediyorum ben!. -Buna inanamıyorum… Benden ölümünüze yardımcı olmamı istiyorsunuz! -Evet! -Ama bu imkânsız!. -İmkânsız olan hiçbir şey yoktur hayatta… Gerçeklerden saklanmanın dışında!. Arsenik kullanılıyor hâlâ değil mi sizin meslekte? -Ben kullanmam! -Ama bulabilirsin!?. -Korkarım hayır! -Seni nasıl dövdüğümü hatırlasana bodrum katında… Ağzın burnun kan olmuştu! Demek burnum kanıyordu -neden burnum kanamıyor?- aşağı odada dayak yerken… Nasıl da unutmamış… Kışkırtmaya çalışıyor -Şaman!- beni… -Hatırlamıyorum… -Kafanı duvara çarptığında ayaklarımın dibine düşmüştün, bok gibi... Onu da mı hatırlamıyorsun!. -Hayır!. Gerçekten hatırlamıyorum… Hatırladığım tek şey, sorgudan döndüğümde başımın altına koyduğunuz protokol defterleri yalnız… -Saçma! -Sizi odanıza götüreyim ister misiniz? -Hayır! -Nasıl isterseniz… Ben gitmek istiyorum artık… Kaç duble olduğuna bakmadan tükettiğim viskilerin adımlarıma bulaşan sarhoşluğuna uyarak, arkama bakmadan kapıya doğru ilerliyorum… *** 214 Ertesi gün -kolumdaki saat beş otuzbeşi gösteriyordu- başıma kadar çektiğim yorganın altından halâ yanan eski masa lambasının soluk ışığına bakarak geceyi Oran Sitesi'ndeki evimizde geçirdim demek diyorum. Her zaman olduğu gibi kalkıp, açıyorum pencereyi sonuna kadar... Ciğerlerime dolan serin havayı solumaya çalışarak bir süre, yorganın sıcaklığına dönüyorum yine... Neredeydim ben dün gece?!. Kuruyan dudaklarımda geceden kalan tadı viskilerin; nasıl unutursun diyorum hayretle!. Sorgucunla birlikteydin elbette... Hem de bütün bir gece!. Senden kendisini -bir anlamda- öldürmeni istiyordu... İnanılır gibi değildi!. Şaşırdın!. Önce anlamazdan geldin, direndin... Sonra hayır bile diyemeden ona, çekip gittin... Merdivenleri inerken sırtından büyük bir yükün kalktığını, hafiflediğini hissettin... Korkuların bir anda yok olup gitmişti... Aklını başından alan Handan da, kocası da yoktu artık hayatında!. 215 Timur Ertekin Korkularından -Şaman!- açmazlarından kurtulmanın sevinciyle mutlandın... Anlatsam kim inanır bunlara dedin... Karın mı... Gece yarısı telefonlarından fala bakarak seni terkeden sevgilin mi... Yoksa hayatın karmaşası içinde her gün biraz daha kaybolup giden arkadaşların mı... Kim inanırdı yaşadıklarına... Kajal!.. Yataktan fırlayıp -yiyecek bir şeyler bulmalıydın- mutfağa yöneldin... Ne varsa buz dolabında toparlayıp, orta halli bir kahvaltı hazırladın kendine... Sonra oturup bilgisayarın başına, yazmaya başladın... Bitirdiğinde, doğru dürüst kağıtlara ve mürekkep kalemle elbet, yeniden yazarım nasılsa diye düşündün... Masanın üstünde duran şişeye uzanıp, kanyak ekledin önündeki çay bardağına. Sıcak yudumlar ısıtırken içini -ince ince- nasıl başlaman gerektiğini düşündün anlatacaklarına… 4 Eylül 1998 Ankara Sevgili Kajal... Seni ilk gördüğümde uzaktan, demek dedim, Kajal bu... Bir Kürt kızıyla geliyor Ahmet demişlerdi. Güzel bir Kürt kızıyla… Hem Kürt hem Alevî! İtici bulurdum böyle betimlemeleri… Belki de o nedenle, kara bir bıyık gibi kesintisiz uzanan kaşlar bekledim iri siyah gözlerinin üzerinde... Oysa sen başında kırmızı beren- bulunduğu seti terketmeye hazırlanan bir film yıldızı gibi yanında durarak Ahmet’in -çok güzeldin- bagajın boşaltılmasını bekliyordun... Bir tüy gibi sokuluvermiştin aramıza... Sonra Birbirinin peşi sıra takılarak geçip gitmişti günler... Günler sayılıydı... Yolculuğun -mavi- sonunda, Fatih’in gece yarısı barından yükselen 216 Şamanın Üç Soygunu müzik sesleri arasında -bilmem hatırlıyor musun- sana yazabilir miyim demiştim... Elbette demiştin yüksek sesle, elbette yazabilirsin... Teker teker ahlâklarımızı kurarak -öyle demiştin!- geldiğimiz yolun sonunda, bilincimin derinliklerinden çıkarak, sabırla yazılmayı bekleyen mektuplarımdan ilkini yazarak sana, -kim bilir, belki de sonuncusudur buiçinde bulunduğum imkânsız yorgunluğu seninle paylaşmak istiyorum... Çocukken karanlıkta aynalara bakmaktan hep korkardım biliyor musun? Aynanın ortasında ansızın bir ruh gibi beliriveren hayâlim beni öylesine rahatsız eder, öylesine korkuturdu ki, onun bana ait bir şey olduğuna inandırmak için kendimi, elimi kolumu oynatır, sırıtır, yaptığım komikliklerin peşine takılarak çekip gitmesini isterdim korkularımın. Ama her seferinde tam tersi olur ve soluğu, koşa koşa bir gece kuşu gibi düzenli ıslıklarla horlayan babaannemin koynunda alırdım. Her nefes alışında hırıltılarla sarsılarak boğazına dolan nefesi dişsiz dudakları arasından ıslıklarla dağılırken odaya, yaşlı kolları arasında kendimi daha güvenli, daha bu dünyaya ait bir yerlerde hissederdim... Ertesi gün, aynı aynalara yansıyan görüntülerin derinliklerinde kaybolmak tutkusuyla elimde ayna, peşimde yarattığım sokakların, evlerin, ağaçların arasında gezinir, aynadaki gökyüzünü, saçlarımı tarayan rüzgârın pamuk pamuk uçurduğu bulutları, uçuşan yaprakları, eğri telefon direklerinin tepelerinde rüzgâra karşı tüneyen -titreyen- kuşları seyrederdim... Kendi ellerimle yarattığım bu hoşluğun sarhoşluğunda, gün boyu elimde aynayla dolaşır -kırılır mırılır da elin kesilir yavrucuğum!- belli ki geceyarısı korkularımın öcünü alırdım... Pek haşır neşir olmazdı gerçeklerle aynalar... Zahiri hallerini daha gizemli, daha romantik, daha anlamlı kılarak her şeyin, beyaz yalanlar söylerlerdi... İnandırıcılığı yüksek, pırıl pırıl, bembeyaz yalanlar... Belki de o nedenle -tıpkı aynalar gibi- gerçeklerle haşır neşir olamadım bir ömür boyu ben de... Gecenin bir yarısında içerde, idam kararımı düşünürken bile... Askeri mahkeme, karar öncesi son duruşmada idamla yargılanmamı istediğinde uykularım kaçmıştı... Kriz dönemiydi ve kriz dönemlerinde -ya apar topar idama götürülürsem!- her şey olabilirdi... Bir “son söz!” düşünüp durmuştum sabaha kadar... Ölenler, güneşe gömülmeden önce söylenmesi gereken her şeyi söylemişlerdi... Deniz Gezmiş -yirmi iki yaşındaydı- Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden, Hüseyin ve Yusuf 217 Timur Ertekin devrimcilerin yiğitliğinden, yüce gönüllülüğünden söz ederek kahramanca ölüme giderken -radyolar ayakları titreyerek darağacına sürüklendiklerini anons ediyorlardı haber bültenlerinde- son sözlerini adabınca söylemiş, geriye söylenecek söz bırakmamışlardı… Gurur duyacağım bir son söz bulana kadar dönüp durmuştum yatağımda ben de. Sabaha karşı dudaklarımda gizli bir tebessüm, derin bir uykuya dalmıştım sonra. Ertesi gün uyandığımda, geceden kalan ezberi vardı son sözümün kulaklarımda… “Ben, annemle babamın, bu topraklar uğruna ölmesini bilen bir evlat yetiştirdikleri için benimle gurur duymaları gerektiğine inanıyorum... Gidip söyleyin onlara; gözlerimde korku yok, boş yere kaygılanıp üzülmesinler... Yaşasın halkımızın ulusal kurtuluş bilinci... Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye…” İnanılması güç bir özlemle, hayatı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sergileyen aynaların içinden seyrediyorduk.. Ölümü böylesi bir aşkla alaya alıyor olmanın, onunla dalga geçmenin başka ne anlamı olabilirdi... Belki de bunların hepsi bir oyundu... Gücünü yüreklere korku salan hikâyelerden alan, kendisine baş kaldıran herkesi lanetleyip, peşi sıra dolanan bir ruhun, bir şamanın marifetiydi belki de bütün bunlar... Belli ki intihardan başka çıkış yolumuz yoktu! Ama bizi kaçınılmaz sona iten bir şey değildi bu; intihar ille de ölüm demek değildi... Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar -dı- karanlıklar aydınlığa...Gönlümüzce olmasını dilediğimiz, sonunda bizi hüznün beklemediği bir dünyanın kolları arasına bir an önce atılmak gibi bir şeydi!. “O nedenle titremezdi ayaklarımız -seni ahlâksız düzen ah!Sabahın seherinde cezaevlerinde kurulan idam sehpaları üzerinde...” Bir kan davasıydı artık kurbanlarını yüreklerimize gömdüğümüz düş... Ölüm fermanlarını sırıtarak alnımıza kazıyanların gözlerinin içine baka baka her gün; ‘Sizler, yıllar önce affedilmez cinayetler işlediniz! diyerek yüzlerine haykırmayı 218 Şamanın Üç Soygunu -usanmadanyüreklerimizde sürdüreceğimiz bem beyaz bir direniş.’ İzin verseydiniz ve onlar da yaşıyor olsaydı keşke, demek için gitmiştim sorgucumun evine dün gece... Onlar da yaşasaydılar, yakalasaydılar bir ucundan hayatı diyebilmek için; sizin gibi, benim gibi… Ama ölüm döşeğinde bile duyarlılıkları aynı olmuyordu yazık ki insanların… Umurunda bile değildi sorgucumun, geçmişin acıları... Kendi acılarını dindirmek istiyordu çakıldığı sandalyesinde!. Bir kez daha kırılmıştı umutlarım utandım… Sonra sancısıyla sıkıntılarımın kendimi karanlık sokaklara attım… Bilmem bu anlattıklarımla seni şaşırtıyor muyum?. Anlatacak o kadar çok şey var ki içimde… Sevinçleri, kıvançları, pişmanlıkları içinde barındıran uzun bir zamandı yaşanılan... Yıllar sonra ben buyum işte diyebilmek için ne anlamsız bir gecikme… Uzun uzun yazmak, anlatmak isterdim sana bu koca serüveni, -doğru dürüst bir adresin bile yok elimde- Asuman’ı bir de… Haberleşebilirsek tabi… Varlığın acılarımı dindiriyor… Sevgilerimle… Timur” Ertesi gün erkenden kalkmış, mektubu postaya vermek üzere Merkez Postahanesi'ne -gecikme olmasındı- yola koyulmuştum... Doğruluğu tartışılır bir adres ve cevap vermeyen eski bir telefon numarası vardı elimde yıllar öncesinden kalan... Telefon numarasını çevirdiğimde karşıma çıkan ses her seferinde not 219 Timur Ertekin bırakmamı istiyor, en kısa zamanda aranılacağımı söylüyordu... Notlarım arasında sakladığım ev adresinin hâlâ geçerli olup olmadığını tespit edememiştim bir türlü… Beklemekse sinirlerimi bozuyordu... Uzun bir tereddütten sonra, en iyisi bir an evvel postaya vermek olmalı diyerek yollara düşmüştüm... Daha postanenin merdivenlerinden çıkarken başlamıştı içimde bekleyişin sancıları... Bakalım adres doğru muydu... Eğer doğruysa -olmaması için bir neden yoktu- eline çabucak geçerdi ama ya başka bir yere taşındıysa!. Kendisine gönderilmesi muhtemel matbuatla ilgili birilerine bilgi vermiş olmalıydı… Nereye taşındığını bilen sorumluluk sahibi komşuları mektupları alır ve ona götürürler -miy- di nasıl olsa... Sonra?!. Mektup eline geçtikten sonra neler olacağıydı önemli olan... Bakalım nasıl bir cevap alacaktım... Alacak mıydım ya da?! Cevap mevap gelmeyecekti belki de... Gelsin ya da gelmesindi, ne farkederdi... Peki ama neden sorgulayıp duruyordum o halde bütün bunları zavallı aklımda ben… Mutlaka bir cevap mı olmalıydı sonunda beklenilmesi gereken… Günler birbirini kovalıyor, beklenen -ısrarla- bir türlü gelmiyordu... Postacının ayak seslerine endekslenmişti hayat... Birbiriyle çelişen acıların, gelgitlerin başıboşluğunda hızla akıp gidiyordu zaman... Özlenen ses gelmiyordu sığınmayı düşündüğüm son limandan... Issızlığın Ortasında* bir başına olduğunu bilmek ve ona göre davranmak zorundasın artık diyordum kendi kendime!. Yakalandıkları fırtınayla birlikte -apansız- tereddütsüz enginlere açılan ve öfkesi dinmeden azgın dalgaların, karaya ayak basmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyen Karadeniz’li balıkçılar kadar limansız, korunaksız... O nedenle mi içki içerdi denizciler… Gece yarılarına kadar * Mehmet Eroğlu’nun ilk romanı. 220 Şamanın Üç Soygunu içki içiyor, muayenehaneye gitmiyor, yarım kalan romanımı bitirmeye çalışıyordum. Uzunca bir süredir yalnızlığı yaşıyordum... Merakları apış aralarında telefonlar, gizlice boşandığımızı söylüyordu kulaklara… Beslenme düzenim bozulmuştu... Sabahlara kadar süren debisi yüksek alkollü gecelerin sonunda, tahammül edilmez bir hâl almıştı parmak uçlarımı zorlayan kalp atışları… Bir kâbustu güneşin ilk ışıkları... Nasıl da seyrediyor iskele bordamızda ölüm, diyordum... Sancak alabanda!. Her seferinde ucundan dönüyoruz ölümün… Yedekte tansiyon ilaçları, nefes açıcılar, acılar… Sahi neyi yazmam gerektiğini düşünmüştüm bütün bir gece ben dün?!. Unutmuşum… Tamamen unutmuşum... O ara çalan telefonun öbür ucundan Bilge'nin sesi doluyor kulaklarıma; Size bir mektup geldi Timur Bey, getireyim ister misiniz?!. Elbette isterim diyorum, evet!. Hem de olabildiği kadar çabuk!. Hemen bir taksiye atlayıp yıldırım hızıyla bana gelmesini isteyebilirsin şoförden… -Timur Bey? -…………… -Orda mısınız? -Evet canım. -Evinize getireyim mi, yoksa siz mi gelip alırdınız… -Kimden geldiğini biliyor musun mektubun?. -Pek okunmuyor… -Kajal mı? -Hımm, galiba… -Hemen geliyorum… -Efendim?!. Çok cızırtı var da telefonda… -Hemen geliyorum dedim. Telefon edip, bulvara çıkmanı söylerim gelirken. 221 Timur Ertekin -Anlamadım! -Muayenehanenin önüne geldiğimde sana telefon edip aşağıya inmeni söylerim diyordum. -Ne güzel!. Yüzünüzü görmüş olurum ben de… -Sitem etme güzel kız!. Bugün seni her zamankinden çok daha fazla seviyorum… -Bunu neye borçlu olduğumu biliyorum galiba… Telefonu kapatır kapatmaz banyoya giriyorum hemen. Sıcak suyun ve defne sabununun olağanüstü yumuşaklığında -pür telâşyeni bir güne hazırlanıyorum!. Sona erdi endişelerin diyorum... En azından yazdıklarının ona ulaşıp ulaşmadığı gibi bir sorunsalın artık yok!. Alelacele giyinip dışarı çıkıyorum. Tunalı kavşağına geldiğimde, aklım mektubun peşinde, aradan geçen zamanı yaşamamış olduğumu düşünerek ürperiyorum. Aradaki kavşaklar, trafik ışıkları -ne kadar da çabuk geldim buraya ben- dönemeçler!. Her an farkedilerek yaşanılan bir şey değildi demek ki zaman... Önümde duran cep telefonundan Bilge'yi arayıp bulvara inmesini istiyorum hemen. Karşı kaldırımda duran polis otosundan yükselen uyarılara aldırmaksızın yolun kenarında durup, Bilge'nin gelmesini bekliyorum... Trafik polisinin -azarlayan- sesi çevredeki binaların duvarlarında yankılanırken, nefes nefese yanıma gelip “Umarım çok bekletmedim!” diyerek elindeki zarfı uzatıyor Bilge. -Önemli değil, diyorum, sinir harbi yapıyorduk seninkilerle, mecburen!. -Sizinle... biraz konuşmak istiyordum... ama... -Boşver, artık başka zaman... Devleti delirtmeyelim şimdi. Sonra ararım seni ben. -Kötü görünüyorsunuz... -Aptalca bir şey bu, görüyorsun, turp gibiyim!. -Ama... -Biraz daha üstelersen ciddi bir ceza puanımız olacak. -Peki, peki... Hoşcakalın... 222 Şamanın Üç Soygunu -Hoşçakal sevgili çocuk, hoşçakal... Nerden çıktı öyle elveda der gibi “hoşçakal sevgili çocuk”lar birden?. Gerçekten -arabanın dikiz aynasında gözlerim- kötü mü görünüyorum?!. Buna imkân yok... Hem de böyle bir günde!. Mektubun üstünde yazılanlara şöyle bir göz atıp yola koyuluyorum... Akıp giden zamanı durdurup biran evvel okumak için yazılanları, tarifi imkansız bir telâşla şehir dışına atıyorum kendimi.. Gölbaşı yoluna çıktığımda, bir yandan göz ucuyla trafiği kontrol ediyor, bir yandan da elimde sıkı sıkı tuttuğum zarfı açmaya çalışıyordum. Tuhaf bir duyguydu bu. Hem bir an önce okumak istiyor, hem de bir çırpıda okunup, bitsin istemiyordum. Olması gerektiği gibi, tadına vara vara okumalıydım yazılanları… Göl kenarındaki salaş meyhaneler buna bir çözüm olabilirdi. Haymana yoluna döndükten hemen sonra, göl kenarında dizilen lokantalardan birinde, uygun bir yer bulabilirdim kendime. Meraklı gözlerden uzak, garsonların pek öyle etrafta dolanıp durmayacağı, bir başıma kalabileceğim bir yer! İnatla zarfın içinden çıkardığım mektubu okumakta güçlük çekiyordum arabayı kullanırken!. Sağ üst köşesine parantez içine bir not düşülmüştü... Göl kenarına dizilen lokantaların tükenmek üzere olduğu bir noktada anayoldan ayrılıp, üzerinden geçen arabaların yol bellediği izleri sürerek, gölün arka yakasına doğru ilerliyordum… Tüm tesadüfleriyle ortaya çıkan bir yol hep vardır... Derin çukurlarına gire çıka zorlukla ilerlenebilen toprak yolun sonunda -belki de tanrı gerçekten vardı- karavandan bozma mutfağı, gıcırdayan sandalyeleri, ahşap masaları, hasır örgülü -göl manzaralı- localarıyla muhteşem bir manzara bekliyordu beni... 223 Timur Ertekin İnanılması güç birşeydi... Balıkçı tipli bir adam -balıkçıydı- bir yandan balıkları pişiriyor, bir yandan servis yapıyordu... Buzdolabında saklamak yerine, tuttuğu balıkları canlı canlı, gölün ılık sularına serdiği bir ağın içinde saklıyordu. Kısa boylu şişman, benim gibi bir şeydi. Kararmaya yüz tutmuştu hava ve gaz lambaları yanıyordu ahşap masaların üzerinde... Elektrik yoktu... Buğulanmış şişesiyle -otuzbeşlik- getirip önüme koyduğu rakıyı ve suyu buz gibi tutan dolap belli ki tüple çalışıyordu... -Bana buz da verebilecek misiniz? -Hemen geliyor beyim, hemen... Çırılçıplak bir bozkırdı gölü çevreleyen... Sazların arasından, karşı kıyıda, karayolu üstünde seyreden araçların renkleri birbirine karışıyordu. Arada bir esen rüzgâr -düşüverecekmiş gibiçırpıntılarla sarsıyordu hasırları zaman zaman... -Rakınıza buz ister misiniz?. -Ben koyarım, sağolun… Balıkçı hiç telâşsız, “amerikan servis” niyetine masaya serdiği teksir kâğıtlarının üstüne yerleştirdiği metal tabağın iki yanına, yanında getirdiği çatalı, bıçağı diziyordu. … hazırlanıp kıyısında durduğumuz, bizi yaşanılan gerçeğin dışına çıkardıkça gerçek kılan o yolu bulabiliyor muyuz her zaman… Kalın limonata bardağının -tek kusuru buydu- yanında duran azman bira bardağını ağzına kadar suyla doldurup, elindeki salata tabağını masaya bıraktıktan sonra ortalıktan kayboldu... ... o yalnızca bizim seçimimiz olabilecek, bize ait olan “yol”a adım atmakta bazan ne kadar da gecikiyoruz... Ne müthiş bir raslantıydı bu; tam istediğim gibi... Bardağıma doldurup rakıyı suyu ve buzu, soğumasını bekliyorum… 224 Şamanın Üç Soygunu Balıkçının, salata tabağının köşesine yerleştirdiği domates ve beyaz peynirden küçük bir dilim alarak, katık ediyorum derin bir yudum rakıya bulanmadan… Sonra buz gibi anason tadı rakının dudaklarımda … Sonra derin bir göğüs geçirerek günlerdir yolunu beklediğim mektuba dönüyor, bir daha, bir daha, bir daha okuyorum… (Tarih yazmaktan hoşlanmıyorum ama...) 14 Eylül 1998 Sevgili Timur, Herkesin kendi seçimleri veya bazan seçimsizliğine rağmen tüm tesadüfleriyle ortaya çıkan bir yolu hep vardır. İçimizdeki yolculuk için hazırlanıp kıyısında durduğumuz, bizi yaşanılan gerçeğin dışına çıkardıkça gerçek kılan o yolu bulabiliyor muyuz her zaman... Geçtiğimiz tüm gerçek yollar çoğu zaman bize ait olmasa da, o yalnızca bizim seçimimiz olabilecek, bize ait olan “yol”a adım atmakta bazan ne kadar gecikiyoruz... Sözünü ettiğim gecikme elbette ki sahiplenilen zamana ait değil. Zaman kavramını içinde barındırmayan bir gecikme. Zamandan söz edeceksek, aslında her şey için ne kadar da geç!. İntihar ille de ölüm demek değil ki demiştin mektubunda. Belki de intihar, yıllarca düzene direnip, sonra yavaşça onun bir parçası olmaya başladığını görünce bunu sessizce kabullenmektir... İstemediğin şeylere dahil olmak ve boyun eğmektir belki de en çok... Sizinle birlikte yürüyerek bu güne gelmiş pek çok insanın aslında intihar etmiş olduğunu söyleyeceğim yine. İçlerinde kalan son kaygı kırıntısını da çıkarıp atmış olanlara değil sözlerim; bunu söylemek onları güldürür sadece. Ama içinde hâlâ o kaygıyı birazcık olsun taşıyanlara, o kaygının peşinden gidin demek istemez miydin... Ölümleri göze almış olanlara, yitirilenlere saygı için hiç değilse... Yoksa artık çok mu geç... Kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hâli kalmadı mı... Sen bu mektubu aldığında ben uzak bir ülkeye gitmiş olacağım. 225 Timur Ertekin gitmeden önce daha fazla zamanım olsaydı Asuman'ı tanımak isterdim. Bir seneye yakındır gitme düşüncesindeydim. Niye birden yapıp yetiştirmem gereken çok şey varmış gibi bir koşuşturma içine girdim anlamıyorum. Tuhaf. Hoşçakal, kendine iyi bak. (Bu sözü de ne çok kullanır olduk, sanki bunu söyleyince daha iyi bakacak mışız gibi. Yine de söylüyoruz işte.) Sevgiler Kajal.... -Bir otuzbeşlik daha getireyim ister misiniz?. -Zahmet olmazsa eğer... …Yoksa artık çok mu geç… Aç karnına ve çok çabuk içtim evet… … kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hali kalmadı mı… Şamanın Üç Soygunu -Bir dakika, bari hesabı ödeyelim… -Orası önemli değil.. Başka bir gün ödeseniz de olur… Bu halde şehre böyle… -Çok mu sarhoş görünüyorum? -O her yiğidin helâli, hakkıdır beyim... Yolda trafik falan var malum, çevirir mevirir de… -Boş ver onları sen balıkçı… Bi zahmet hesabı lütfet… -Bir şey yemedin ki doğru dürüst. -Yedim yedim, ellerine sağlık… -Rakı parasını versen yeter. Burda, karavanda kalabilirsin istersen. Dağ başı olduğuna bakma, güvenlidir bizim buraları!. -Bundan âlâsı can sağlığı… Kim olduğunu biliyor musun şu karşı masada oturanın?.. -Burda senden benden başka kimse yok beyim!. -Boşver… Sağol be balıkçı… Eline sağlık, pek güzeldi herşey… -Sen de sağol beyim. Ben gideyim artık. Karavana girip uyursun, eğer gitmezsen. Dolapta yiyecek birşeyler var, yani istersen… -Sağ ol balıkçı, sağol! kimsenin..… birbirinin…... yüzüne…. …Zamandan söz edeceksek, aslında her şey için ne kadar da geç!. hem de nasıl Kajal… hem… her şey için… …içinde o kaygıyı biraz olsun taşıyanlara o kaygının peşinden gidin demek istemez miydin… Elbette, elbette isterdim… Kimdi şu yan masada oturan genç adam?. Yıllar öncesinden, bir yerlerden tanıyor olmalıyım… -Ben gidiyorum beyim!. Yanıbaşımda duran balıkçıyı farkederek irkiliyorum. 226 Ne kadar da Sinan Kâzım’a benziyor şu genç adam!. Peki ya şu arkasında duran göbeği dağ gibi adam!.. -Sabaha karşı ayaz çıkar, üşütmeyesin kendini. -Üşütmem balıkçı, merak etme üşütmem… -Bir kalem var mı yanında? -Olacak!. Kâğıt da ister misin? -Yok, yok, kâğıt istemez, son bir not attırmak istiyorum da yazdıklarıma… -……………. Yüzünün bir yanında kocaman bir yara izi var. Hiç kuşkum yok, Sinan Kâzım Özüdoğru bu... Yıllar önce Kızıldere’de öldürülmemiş miydi o… Elimdeki kadehi kaldırıp selâmlıyorum uzaktan … 227 Timur Ertekin Şamanın Üç Soygunu “Beni tanıdın mı Kâzım?” “Tanımaz olur muyum, tanıdım elbette.” “Ama Kızıldere’de sen…” “Karıştırma artık orasını...” “Ne güzel milli mücadele şiirleri okurdun Ondokuz Mayıs törenlerinde sen, lisedeyken…” “Güzel günlerdi evet!” “Romantizmin doruklarında yaşamıştık koca bir kuşak.” “Yaşamıştık evet.” “Hürriyet ve İstiklâl karakterimizdi...” “Özgürlük ve bağımsızlık karakterimizdi!.” Göğsümde giderek artan ağrılar, Sinan Kâzım’ın hemen arkasında oturan şişman adamın kim olduğunu soran merakıma engel olmuyor. “Yanına gelebilir miyim?” “Bilmem, gel istersen…” “Şuraya, yazdıklarıma bir not düşeyim önce…” Bütün bu yazdıklarımı tuhaf isimli bir kadına ithaf etmek istiyorum... O'nu tanımanın dışında tarifi mümkün olmayan bir mavide ansızın önüme çıkan adı tarih kadar eski bir kürt kızına... Kajal'a... Üstünde buzlu rakı bardağımın bulunduğu ahşap masayı terkedip yanına gelerek “kimdi yahu şu arka masada oturan” diye kulağına fısıldıyorum. “Cengiz, Gode Cengiz…” “Şu işe bak bizim eniştenin, mini göbek Aydın’ın dilinden düşürmediği, arkadaşı, Karşıyaka’lı… Ama o da yıllar önce ölmüş olmalı?!.” “……………………….” 5 Kasım 1998, Ankara 228 229