Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
L Labirent : Dehliz; dış yolu çok zor bulunan bir mağara ya da harabe; çözülmesi zor ve karmaşa bir zorun “<Kosinski’nin öyküleri>nin ana teması aldatmak, insanları enayi yerine koymak temeline dayanıyordu ve bunları gülüşle gülerek anlatıyordu ki, benimle oyun oynadığını, beni hangi noktaya kadar kandırabileceğini sınadığını düşündüğüm anlar oluyordu. Belki gerçekten öyle yapıyordu, belki de yapmıyordu. Kesin olarak bildiğim tek şey, Kosinski’nin labirent kadar karmaşık bir kişi olduğuydu.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97) “ESKİ GÖLGELER ----------------------Gökyüzü, göçebe bir yıldız iğneliyor göğsüme. Bir tanık gibi görüyorum rüzgarı, uzaklarda meşelerin labirentinde kaybolmuş, bir kule gibi yükselen gece.” (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:25) “FENERLER --------------Bu küfürler, yalvarışlar, bu ilenmeler Çığlıklar, coşkular, yaşlar, Te Deum’lar bu, Bin labirent dolaşan bir yankı yer yer; Ölümlü yüreklerin tanrısal afyonu!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39) “Kendi kendine, ‘Kaçabilirsiniz ama kurtulamazsınız,’ diye fısıldadı. Simkins ile ekibi, raflardan oluşan labirentin içinde ilerlemeye başladı. Oyun sahasında kendi lehine o kadar çok ipucu vardı ki, Simkins’in avını takip etmek için gözlüklerine bile ihtiyacı yoktu. Normal şartlarda raflarla dolu bu labirent, saklanmak için uygun bir ortam sağlardı, ama Kongre Kütüphanesi enerji tasarrufu sağlamak için harekete duyarlı ışıklandırma kullanıyordu ve şimdi kaçakların geçtiği yol, uçak pisti gibi aydınlanmıştı.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:252) “Sonra, uçsuz bucaksız karanlık sonunda kabarıp olgunlaşmaya, şişerek üzerine doğru gelmeye başladı, bir çift kanlanmış göz gibi görünen bir şeyin yaklaştığını gördü. Fearmax ellerini yüzüne kapatarak ruhunu ona teslim etti. Dudakları oynuyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Suları akan yumuşak kocaman bir ağız onu yakaladığı gibi yarı baygın labirentin upuzun koridorlarına doğru sürüklediğini hissetti.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 210) “..... Bizler, ‘Kırmızı Şapkalı Kız’ın ormanından çok daha geniş ve daha karmaşık olan büyük dünya labirentinde yaşıyoruz; bu labirentin tüm yollarını henüz keşfedemediğimiz gibi, bütünsel tasarımını bile tanımlayamıyoruz. Oyunun kuralları olduğu umuduyla insanlık binlerce yıl boyunca kendisine bu labirentin bir ya da birden çok ‘yazar’ı okup olmadığını sormuştur..... Bir ‘anlatıcı’ tanrı her yerde aranmıştır: hayvanların bağırsaklarında, kuşların uçuşunda, yanan çalılıkta ve On Emir’in ilk cümlesinde. Ama bazıları, elbette filozoflar, ancak aynı zamanda birçok din de, Oyunun Kuralı olarak, dünya labirentini anlaşılabilir ve kat edilebilir kılan ya da bir gün kılacak olan Yasa olarak Tanrı’yı aramışlardır.” (U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay”, sa:130-1) “ ‘Demek iki kişiden başka hiç kimse, Aedificium’un en üst katına giremiyor...’ Başrahip gülümsedi: ‘Hiç kimse girmemelidir. Hiç kimse giremez. Hiç kimse istese bile başaramaz bunu. İçinde barındırdığı gerçek gibi ölçülmez derinlikte, sakladığı yalanlar gibi yanıltıcı olan kitaplık kendi kendini korur. Tinsel bir labirent olduğu kadar, dünyasal bir labirenttir o. İçeri girebilirsiniz, ama dışarı çıkamazsınız. Bunu söyledikten sonra, sizden manastırın kurallarına uymanızı diliyorum.’ ........................... ‘...... ama kitaplığa hiç adımımı atmadım. Labirent...’ ‘Kitaplık mı? Labirent?’ ‘Hunc mundum tipice laberinthus denotat ille’ <Hunk mundum tipise laberintus denotat ile = Bu dünya tipik bir labirent giibidir.>, dedi tane tane, dalgın yaşlı adam. ‘Intranti largus, redeunti sed nimis artus’.<İntranti largus, redenti sed nimis = Girişi kolay, çıkışı güçtür.> ............................ ‘Kim söyledi bunu sana?’ ‘İşittim. Herkes manastıra günahın girdiğini söylüyor. ..Nohut var mı sende? Gelecek sefer biraz nohut getir bana. Yumuşayıncaya dek ağzımda tutuyorum onları; dişsiz ağzımı görüyor musun? Tükürük salgılamaya yarıyor. ‘aqua fons vitae’ <akua fons vite = Su yaşama kaynak veriyor>.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:54-5;186-7) “Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş, seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17) “KONUŞMAYALIM SEVDALANMAK HAKKINDA ----------------SEVDA bir gölün altındaki camdan bir kubbeymiş gibi damlayan tünellerden oluşan bir labirentin içinden girilen hiç içinde olmamayı umut ve dua ettiğim” (Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06) “Sonunda artık vitrinlerden iyice başım dönmüş, mukavva bardaklardaki yıvışık kahvelerden içim kıyılmış, her katta yeniden ve yeniden tuvalet aramanın sonsuz labirentinde yolculuk etmekten yılmış, Tuğde’ye verdiğim hatırladığım ve hatırlamadığım bütün sözleri yerine getirmiş, dirsek dirseğe itişerek yürüyen insanlardan sersemlemiş bir halde Akmerkez’den çıktık.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:61) “Bird, bir meyhane ile Kore restoranının arasında açılmış çatlak gibi duran elli santim enindeki dar sokağa vücudunu yan çevirerek girerken, o labirentin gizli bir çıkışı olup olmadığını sordu kendi kendine. Arkadaşının verdiği haritada orası çıkmaz bir sokaktı ve Bird’ün az önce girdiği yer, çıkmazın tek girişiydi.” (Kenzaburo Oe, “Kişsel Bir Sorun”, sa:182) “Apaçık Gözlerle <Canavarın salyası affetmez> Claribel Alegria -------------------Sokakta olmak istiyorum labirentin içinde Açlığa ve kedere kılavuzluk ederek korkudan büzülmeden ve apaçık gözlerle” (Jorge Richmann <d.1962>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06) “Poetik Antoloji’den 3. Dönüyor yankı küllere dönmüş volkanlarda Ve rüzgar söküyor fosilleşmiş kayaları Geliyor bana doğru bana sunmak için pullarını ve solungaçlarını sonuçsa bulamayacak hiçbir şey, yalnız biri diğerini takip eden ayaklar, içimdeki labirentin karmaşasında.” (Jaime B. Rosa <d.1949>-Metin Cengiz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.02.07) “ALDATIN BENİ <1911> --------------------Yalana inanarak hiç düşünmeden, Ardısıra gideyim karanlıkta ben... Bilmeyeyim kim, bağlayan gözlerimi, hangi labirentlerde sürükler beni...” (Maksimilian Aleksandroviç Voloşin<1877-1932>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.07.02) Laborare est orare : (LAT.,DİN,KOLL.) <Labo’rare est orare> : Çalışmak, dua etmek demektir : To work is to pray (İNG.) LACAN, Jacques : (FR.,PSYCH.) <Jak Lakan> Modern Fransız Psikiyatr ve Düşünürü (1901-1981); FREUD’dan çok etkilenmiş, onun kuramlarının : yeni bir ö z n e gelişim kuralı + Yapısalcı a n t r o p o l o j i + d i l b i l i m üzerinde çalışmış; D ü n y a’nın, b a ş k a l a r ı n ı n ‘BEN’liği b i l g i s i n i n, dil tarafından belirlenmiş olduğu iddiasında bulunmuştur “D i l: b i r e y’in, başkalarının ve b e n’liğin bilgisinin dil tarafından belirlenmesi. K ü l t ü r : Yasaklar ve yasa’ları da içerir, ifade eder. B e n - S e n diyalektiği : Özne’leri, aralarında, b,irbirlerine göre, taşıdıkları k a r ş ı t l ı k l a r yoluyla tanumlayarak ö z n e l’liğin temelini oluşturur. K a m u s a l boyutu : Kurallarla yönetilen, s ö z d i z i m s e l yapılıu boyut. Bu: S e r b e s t ç a ğ r ı ş ı m’a, s ö z c ü k oyunu’na ve d ü ş’lere dayanan ‘ikinci boyut’ tarafından düzenlenir. B i l i n ç d ı ş ı d i l tarafından yaratılmıştır ve d i l’i yansıtır. Kurallar, bilinçdışını bastırır, s e r b e s t ç a ğ r ı ş ı m ortaya çıkar. Sonuç: sözdizimi ve sabit anlam, istikrarsızlığa uğrar ve, ö z g ü r l ü k + psişik enerji ortaya çıkar. B i l i n ç d ı ş ı, i d e a l b e n l i k’de bir gerilim yaşar. Ç o c u k, ‘benlik yaratma evresinde’ (bebek ve sonrası), kendini, aldatıcı bir b ü t ü n’e yansıtıp, başarısızlıkla sonuçlanmaya inanır. D i l’in, sözdizimsel bir yapıya sahip k a m u s a l b o y u t u, bu aldanmanın faili ve kanıtıdır da. Zira düzen’in Kendisi, hem ç o c u ğ u n n e s n e l e ş m e s i n e izin verir, hem de y ö n l e n d i r i r. G e r ç e k l i k, d i l tarafından i n ş a e d i l i p yansıtılır, ‘dilsel değişimlerle’ birlikte, d e ğ i ş i k’ liğe uğrar. Bu anda da, g e l e n e k s e l d ü z e n i, t e r s i n e ç e v i r i r.” (Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:591-2) lackey : (İNG.,ZAN., KOLL.) <le’ki> : Uşak, erkek hizmetçi; dalkavuk, tufeyli laconic : Laçı : (İNG.,PSYCH.) <la’konik> : Kısa ve anlamlı; vecizeli söz söyleyen Güzel (ROMAN dilinde) “Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar <çocuklar> bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular: -Ha versene be ağam, beş paracık, odel <Allah> versin sana daha çok! -Ah laçı <güzel> ağabeyciğim... -yerde sürünen bir meme yavrusunu göstererek- toslayasın <veresin> buncağıza yarım metelik! Zere <zira> nenesi hastadır, yatar çadır içinde...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12-3) Laçka olmak : (Alet ya da kişinin) gevşekliği, laübaliliği, kaytarıcılığı; Efektif olarak fonksiyonda bulunamamak “Bu laçkalığı, sanatın ciddiyetiyle ve sanat eğitiminin başarısı açısından varlığı şart olan disiplinle bağdaştırabilmek, kesinlikle olanaksızdır.” (A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:22) “Adamlar gözlerini kıyı gemisinin yelkenlerine dikmişler, heyecanla bekliyorlardı. Boşuna! En ufak bir esinti bile yoktu. Yelkenler laçkaydı, gevşemiş kalmıştı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:8) lad : (BİYO,İNG.,) oğlan, delikanlı <le’d> : Büyücek erkek çocuk, delikanlı, genç; (İSKOÇ) laddle <le’dıl>: erkek çocuk, Lade nicht Alles in ein Schiff : (ALM.,DAVR.,) <La’de niht Al’les in ayn Şif> : Her yükü bir gemiye doldurma, yumurtaların hepsini bir sepette taşıma = Don’load eveything on one ship; don’t carry all your eggs İn one basket (İNG.) Lades; Lades tutuşmak: İki kişi arasında oynanan ve hafıza-anınmsama’ya dayanan ‘Eski İstanbul’ oyunlarından biri. İki taraf kavilleşir; eğer varsa, tavuğun göğüs kısmından alınan ‘v’ şeklindeki kemik iki taraf tarafından birer parçasından tutulur ve karşılıklı kırılır; eğer kemik yoksa, iki taraf da küçük parmaklarını birbirlerine uzatarak çengel yapar ve sallarlar: “Ladesim lades olsun mu?’ diye sorar ilki; diğeri de, ‘olsun!’; ‘Havada bulut, sen bunu kırk gün kırk gecede unut!’ der ilki. Ve böylece o andan itibaren, taraflar, okulda ya da evde, çarşıda, herhangi bir şeyi karşısındakine vererek ‘yutturmaya’ çalışır. Verilen şeyi ‘aklımda!’ demeden alan kimse, oyunu kaybeder. “Konsevatuvara, Hasan isminde erkek kardeşiyle birlikte gelen, hiç olmazsa benim yaşlarımda hatta bir iki yaş daha büyük, Fazilet isminde olgun bir hatunla iki yıl ladesli kalmıştık ve sonunda ona, ‘Bari beni evinize davet edin de orada şu ladesi bir bitirelim!’ diye teklifte bulunmuştum. Gerçekten beni evlerine davet etti.... zeki bir kızdı. Yemek sonrası elimi yıkadıktan sonra kasten bana havlu vermek istedi, ben ‘aklımda’ dedim, sonra birden ayağım kayar gibi yaptım ve sanki düşerken havluyu ona uzattım. O düşüşümü gerçek sandı ve heyecanla havluyu geri aldığında ben ‘lades!’i bastım.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:237) “Bedenin Bölümleri ------------------------yürekler akabilir gizli kaynaklara mısırı tanele, tanı damgalı sığırları kırılmış oynak kemikler çözülebilir eklem yerlerinden uzanırken şimdi bir lades kemiği gibi bozkırda noktacı karıncaların delik deşik ettiği bize yeni kerterizler aç.” (Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06) “LADES Uzayacağa benzer, Tutuştuğumuz lades. İşi gücü bırakıp Mezarlığa nazır Bir eve taşındım. Ölüm, sen beni aldatamazsın, Aklımda!” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:13) lady : (KOLL.,SOSY.) <ley’di> Hanım, bayan, kibar kadın, hanımefendi; (L ile) Leydi, Asılzadenin eşi; Ev hanımı; Sevilen kadın, sevgili; Lady day : 25 Mart’a rastlayan Meryem Ana Yortusu; <anneler günü : Mayıs ayının ikinci pazarı> ladyfinger : parmak biçiminde yapılan tatlı, kadın parmağı; (BOT.) : yara otu, sarı yosma; lady in waiting : kraliçe veya prensesin nedimesi; lady killer : kadın avcısı, kadın tavlayıcısı; ladylove : kadın sevgili, nişanlı, maşuka, metres; lady’s maid : bir hanımın oda hizmetçisi; Our Lady : Meryem Ana, your good lady : zevceniz, sizin hanım Laf : Söz; Söylediği şeye bak! Laf olsun da beri gelsin! Söylediğin şey kof, yalnızca laftan ibaret! “-Laf, resim yapacakmış. Boş şey. Aklında düşünmeye değer bir şey var mı? Örneğin bir erkek! Sue: -Bir erkek mi? Bir erkek için değer mi? Hayır doktor, böyle bir şey yok, diye yanıt verirken sesi bir Yahudi harpının ezgisi gibi titremişti.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, saa:122) “MANGAN - Öyle dobra dobra konuşuyorsunuz ki, kim olsa gücenir. KAPTAN - Laf! Kavgalara yol açan asıl öbür çeşit konuşmalardır. Kimse benimle kavga etmez.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:38) “-Lennie yüksek sesle: -Unutmazdım işte, diye bağırdı. -Unutmazmış, laf! Zaten sen beş para etmezsin. Allah da bilir ya, George seni hayatın çirkefinden kurtarmak için elinden gelen hiçbir şeyi geri koymadı. Fakat bütün bunlar sana bir fayda vermedi.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173) Laf açmak : Söze başlamak, bahsetmek, bir konudan söz etmek “ÜVERCİNKA <1956> ----------------Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek pasajında akşamüstleri Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor Bütün kara parçalarında Afrika hariç değil.” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:61) Lafa dalmak, girmek : Konuşmaya dalarak geçen zamanın farkına varmamak; Arada söze girmek “Vittoria hemen lafa girdi. ‘Ama katili yakalarsak onu konuşturamaz mısınız?’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:183) “Bocurgatın başındaki Zenciler de lafa girerek yaşlı gemiciyle birlikte konuşmaya başladılar, ancak onların çenesi düştükçe, giderek yaşlı denizci suskunlaşmaya başladı.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:59-60) “-Evet, evet gidelim, diyordu, hakikaten çok soğuk. Lafa daldık. Konferans da bitmek üzeredir... İstersen bir parça da oraya gireriz.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:194) Lafa karışmak : Söz arasına girmek, bir konuşmaya katılmak “Oturdum ve birlikte çalışmaya başladık. İhtiyar dışarı çıkmak istiyordu. ‘Gitme kal baba,’ dedi, ‘istediğin şey oldu işte.’ Adam ayaklarını sertçe yere vurdu ve gitmekten vazgeçti. Odada aşağı yukarı dolaşarak şundan bundan konuşmaya başladı. Lafa karışmaya bir türlü cesaret edemiyordum.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:60) “... ekşi bir suratla, ‘doksan yaşında hayatın nasıl olduğunu birinci elden öğrenmek okuyucuların hoşuna gider.’ Sekreterlerden biri lafa karıştı: ‘Belki de hoş bir sırrı vardır,’ dedi, sonra da hınzır bakışlarla baktı bana:’ Yoksa yok mu?’ Yakıcı bir esinti kavurdu yüzümü. Allah kahretsin, diye düşündüm, utangaçlık nasıl da insanı ele verir.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46-7) “ ‘Görevdir’ gözü kör olsun’ diye sanki hayıflanıyordu. Murat’ın kolunu tutup, ağız aradığını belli etmemeye çalışarak lafa karıştı: -Murat Bey, nereye götüreceksin Selim Bey’i.. Yorulmasın Rüstem Bey... Otomobili bekçi alsın gelsin!..” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:299) Laf (söz) aramızda : Bu sözler ikimizin arasında sır kalsın; kimseler duymasın Bk.: Söz aramızda (kalsın) “Ama, mademki hepimizin alınyazısı bu, insan kendini öyle fazla koyvermemeli. Ölenle ölünmez derler, malum ya... Onun için, sen de kendini şöyle silkele bir Bay Bovary. Bu da geçer elbette! Gel bizi gör. Kızım ara sıra senden söz ediyor. Laf aramızda: ‘Bizi unuttu galiba,’ diyor.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:24) “BRIGIDA - Kıskançlığın ne kadar iğneleyici bir duygu olduğunu biliyor musunuz? GIACINTA - Senyor Leonardo pekala biliyor, kıskançlıktan hoşlanmadığımı. BRIGIDA - Ama, laf aramızda, kıskançlık göstermesi için bazı nedenler vardı.” (C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:34) “Ama laf aramızda, öyle sanıyorum ki pek az kimse bu yazının gerçek bir hikayeden çok, olsa olsa ilerde yazılması düşünülen hikayenin ‘taslağı’ olduğunu anlayacak.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:41) “Elindeki Torquemada kalemiyle hiç kimseye danışmadan yukarıdan aşağı çizivermiş. Bu sabah bunu öğrenince yönetime bir protesto yazısı yollamalarını emrettim. Bu benim görevimdi, ama laf aramızda size şunu söyleyeyim, sansürcünün keyfi davranışlarına son derece müteşekkirim. Yani yazıyı kaldırmasını kabullenecek durumda değilim.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:52) “Eski edebiyatçılar söylemiş olduğu için ‘Başüstüne’ demeye adeta borçlusun. Canum ne hacet? ‘İstanbul ve üç şehirler’ (Bursa, Edirne, İstanbul; İstanbul ile birlikte anıldığında Eyüp, Üsküdar ve Galata’dır) -Dersaadet ve bilad-ı selase- yazmaz mısın? Ve böyle yazılanı doğru olmak üzere okumaz mısın? İşte yanlıştır vesselam. Ama laf aramızda ha! Kimse duymasın.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:22) “Şiirler, 2 Haykıran şiirler, süngü gibi saldıran, kurulu düzene gözdağı veren şiirler ve bir iki dizesiyle devrimi yaratan ve bitiren şiirlerboş, yapay, övüngeççünkü artık hiçbir şiir düzeni yıkmıyor, hiçbir şiir yığınları harekete geçirmiyor. Hangi yığınlar? -laf aramızdaYığınları düşünen kim?” (Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08) “-Laf aramızda, senin çiftlikte de hazineye konarlar hani! dedi. Kırmızı kasan tıkabasa doludur sanırım. -Nerdee, aziz Kirila Petroviç! Doluydu dolu olmasına ya, şimdi tam takır, kuru bakır!” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:61) “-Gazete! Aman, gazete gayet iyi..... Yola nasıl getirdin şunca zamandır ‘Olmaz’ diye direten rezili? -Laf aramızda, Dadal Efendi, imzalamadı, ne dersin! Önce diller döktüm, ‘yahu, sadaka istemiyoruz, hakkımızı arıyoruz’ dedim! Diretti ki, katır kaç para?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:281) “-Laf aramızda... Madam Campardon’un hastalığı nedir? Bu konu açıldığında herkesin üzüldüğünü görüyorum.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:64) Laf atmak : Çene çalmak, dertleşmek; Birisine uzaktan anlamlı söz atmak, özellikle karşı cinse “Yanık genç kızlar, tombul beyaz kadınlar aralarında genç bir sportmen yüzünün gezindiğini, bacaklarının arasından bir yılan gibi süzüldüğünü fark edince fıkırdaştılar. Çığlıklar kopardılar. Hatta birkaçı ona moda bir lisanla laf attılar. O sürekli gülüyordu.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:28) “Ter, sperm, patiska, çarşaf, ucuz parfüm kokularının karışımına belli belirsiz bir çöp kokusunun da karıştığı, yazları tozlu, kışları çamurlu sokaklarında erkeklerin,..... hayvan sürüleri gibi dolaştıkları, yarı çıplak kadınların, kendilerini pencerelerin dışından seyreden erkeklere edepsizce laf attıkları, her an bir çığlığın,..... makbul olamayanın parçası haline gelmenin heyecanı ve gerginliği vardır.” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:74) “Hükümet konağı önünde büyük alanda bayram gecesi şenliği vardı; hava fişekleri, çalgılar, oynayanlar. Alanın çevresi kalabalıktı. Eskiden beri dışarının insanlarını pek anlayamazdı; otele gelenlerden değillerdi sanki. Bir kadına sürtünmek ya da laf atmak yüzünden iki adam tartışıyordu; başkaları da karıştı.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:53) “Maskelilerden birçoğu bu gülünç kişiye gülmeye başlamışlardı bile. Kimileri laf atmışlar, birkaç delikanlı da alay etmişti. Adamın yürüyüşü, duruşu bu gibi önemsiz sataşmalara burun büktüğünü gösteriyordu.” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16-7) “Haçça, ağlayarak testileri aldı gitti. İğdeli’ye doğru yürüdü. Yolda gördüğü karı kız, durup durup laf atıyordu: ‘Şehere göçüyorsunuz gayri ha? Hakkınızda hayırlısı olsun. Ayağınıza altı okka çarık giymekten gurtulursunuz...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:211) “Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi. Delikanlılar punduna getirip karşılarına çıkıyor, yanlarından geçerken laf atıyor, kızlar da, başlarını çevirip gülüşüyorlardı.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:29) “ ‘Bu inanılmaz değil mi?’ ‘Eh, elbette istatistikleri saygıyla selamlamalıyız!’ diye laf attı tehlikeli soyguncu takımı gibi giyinmiş bir grup genç adam. ‘Hepimiz istatistiklere inanıyoruz! Demek ki annem babama sadık değildi, ama bu onun değil, istatistiklerin suçu!’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:99) “Gün geldi, o zamanlar adet olduğu üzere, hayalinde yaşattığı bir sevgiliye birkaç kez çeşmebaşında rastladı. Önce kızarıp bozarma, bir iki atılan laf, koparılan ilk söz, derken ahırlığın ardında ilk buluşma...” ..... “Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık, Nişantaşı’nın göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin ..... kişisel olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi; Aysel Hanım”, sa:24;137) “Ahmet yüreğinde bu sızı ile daireden çıkınca eve gitmeden evvel öğretmen arkadaşlarını bulup onlarla dertleşmek üzere Hasan efendinin dükkanına uğramaya karar verdi. Yanyalı Hasan efendinin dükkanı, kasabada, bazı memurların iş saatleri haricinde oturup laf attıkları bir toplantı yeri olmuştu.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:40) “Ve geveze huylu olduğundan, Adrian gözlerini masa komşularından birine dikti; o da güzel bir yemekle geçmiş zamanların bir harikası arasında ne gibi bir ilişki bulunabileceğini anlamamışa benziyordu. Ama bu komşunun çok bezgin bir hali vardı ve laf atmaya hiç de hevesli görünmüyordu.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:11) “İSTANBULU DİNLİYORUM ------------------------------------İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:381) “... yarı külhanbeyi tavırlı bir delikanlı idi ve bu lafı, tam o esnada otelin merdivenlerinden çıkmakta olan şişman bir hanıma atıyordu. Bunun yanında duran bir köy imamı, koluyla delikanlıyı dürttü: -‘Sus, oğlum, başına iş açarsın,’ dedi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:112) “Köylüler arada sırada onun yanından geçerken: ‘Neden şikayet etmiyor ola, Durmuş Aliyi öldürenleri? Korkuyor mu acep? Ağamızın hışmından mı çekiniyor?’ diye laf atıyorlardı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:251) “DİLSİZLER Erkeklerin işidir laf atmak, bir kadın geçerken sokaktan ya da metronun basamaklarından duyuımsatmak için ona bir kadın olduğunu ve bunu bilir bedeni onların ---------------Böyle erkekler çok sıkça laf atarlar tek yapabilecekleri şey gibi yine de bir kadın, kendine karşın, bilir bunun bir övgü olduğunu...” (Denise Levertov-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 07.05.09) “Onca yıl sonra genç bir kadın için terk edilemeyeceğini söylüyordu. André küskün ve bezgindi biraz. Programını yeni bitirmişti. Çevredeki insanlar arasında gülenler, laf atanlar oldu. Aldırmadılar, daha doğrusu aldıramazlardı. Bir süre sonra birlikte gittiler.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:22-3) “Boris’i görünce askerler gülmeye, laf atmaya başladılar. Seviyorlardı Boris’i. Boris parmaklarıyla selam verdi, ama kimsenin ona: ‘Seni hergele seni,’ ya da ‘Yeme de yanında yat’ diye sataşmadığını fark ederek büsbütün keyfi kaçtı.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:67) “Doktor Freud kibarca ama aceleyle izin isteyip ayrıldı ve yoluna devam etti. Az ilerde onu ısrarlı bakışlarla süzerek kabaca laf atan kasabın çırağına rastladı. Doktor Freud durdu, içinden delikanlıyı yumruklamak geliyordu...” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:71) “Sokakta bir gezgin satıcı yanık, yayvan bir sesle bağırmaya başlamıştı: -Eskilere süpürgeler!.. Eskilere süpürgeler! Farmason Doktor Münir Bey gülerek pencereyi gösterdi: -Duydun mu, Deli Celadet, Yahudi bize laf atıyor!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:110) “Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13) “Göreve çıktığı zamanlarda bazen onunla karşılaştığını hatırlıyordu Teğmen. Kuru bir sarmaşık gibi dikilir, sarkık dudaklarında bir sigara, tek şehvetli yeri olan o dalgalı saçlarındas gezdirirdi elini. Erkeklere edepsizce laf atardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52) “Sibyl kardeşini, kendinden, umutlarından, beklentileriyle olanaklarından konuşmaya yöneltti. Oyuncuların bir maçta pas vermeleri gibi onlar da birbirlerine laf atıp tutuyorlardı. Sibyl’in içine bir ağırlık çökmüştü.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:82) “Daha sonra Oxford Caddesi’ni geçip dar ve utanç dolu yan sokaklarda dolaştı. Boyalı yüzlü iki kadın yanlarından geçerken ona laf attılar. Karanlık bir avludan küfürler ve darbe sesleri geldi; onu tiz çığlıklar izledi.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:21) “Gemi, Londra Köprüsü yakınındaki demirleme yerine doğru ilerlerken hava güzel olduğundan, çok sayıda kentlinin, önlerinde porselen tabaklar, yanlarında alçı pipolarla, içlerinden biri bir gazeteden bir şeyler okuyarak, sözü sık sık diğerlerinin kahkahalarıyla, laf atmalarıyla kesilerek teraslarında rahat rahat oturdukları kahvelerin camekanlarına şöyle bir göz atabiliyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:113-4) Lafa tutmak : Birisiyle uzun uzadıya konuşmaya dalmak “Doktor ve rahip ayrıldılar. Madam Juzeur mezarlıkta geride kalıp Trublot’yu lafa tutmuştu. İstemeyerek de olsa, koket tavırlarla genç adama iltifat edip onu arabasına almıştı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:130) Lafazan : Çok konuşan, dilbaz, çenesi düşük, söz ebesi “Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101) Laf dolandırmak : Bir türlü gerçeği söyleyemeyerek kelimelerle oyun yapmak, lafı uzatmak ve konun etrafında bir şeyler söylemek “Primerose dergisine yazanları aklından geçirdi; bir grup paralı entel - anne sütü yerine para ve kültür emmiş parlak, seçkin hayvan yavruları. O kız kılıklı sürünün içinde düdük öttürmeye çalışmak! Hepsine de sövüyordu. Aşağılık herifler! Hem de ne aşağılık! ‘Editör üzülerek bildirir!’ Neden lafı dolandırıyorsun be adam? Şunu düpedüz söylesene, ‘Senin berbat şiirlerini istemiyoruz, desene!” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:91) Laf dolaşmak; döndü dolaştı : Etrafta bir tür söylentiler süregelmek; Şundan bundan konuştuktan sonra sözün ana konuya gelmesi “Evi bir telaştır almıştı: Taşınıyorduk, sandıklar açılmış, bavullar indirilmiş, denkler bağlanıyordu. Ne olduğunu, ne olacağını pek anladığım yoktu. İzmir’e gitme diye bir laf dolaşıyordu. İzmir ne, taşınmak ne demek, bilmiyordum, amma annemle aşçıbaşı Bedros Ağa arasında bir fiskos duymuştum.” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:14-5) “Türküde ceylan lafı geçtiği için laf döndü dolaştı ceylana geldi. Bir tanesi dedi ki: ‘Ocak, şubat aylarında buralarda otuz, kırk bin ceylan bir arada gezer. Ova kapkara kesilir.’ İnanamadım. Otuz kırk bin ceylan bir arada. Olacak şey değil.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:126) Laf ebeliği yapmak; Laf ebesi : İş yapmaktansa konuşmayı yeğlemek; Çok çeneli, hazırcevap, oturduğu yerden konuşan “Nashe’ın itiraflarının saçmalığı, onu daha büyük bir mahcubiyete düşmekten kurtarmış oldu. Kız onu bir laf ebesi olarak, masal uydurmaktan hoşlanan biri olarak gördü ve...” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:191) “ ‘<Anne Ridler>a yazılmış mektuptan. Rodos, 15 Haziran 1946> Sevgili Anne, mektubunu biraz önce aldım bunca zaman sonra senden haber almak çok güzeldi...Oyunun için tebrikler.. gazetelerin bazılarının onun hakkında , ‘..20’lerin atmosferini taşıdığını’ ileri sürmesi beni şaşırttı. Tuhaf diye düşündüm. Belki ben de bunca zamandır uzakta olduğum ve bizim ülke şairlerini düşündüren konularla çok az ilgilendiğim için eskide kaldım. Bir laf ebeliğidir gidiyor, şöyle açık seçik ve güçlü bir şey bulmak umuduyla o korkunç antolojilerin ve dergilerin sayfalarını çeviriyorum – felaket bir saçmalıktan başka şey yok. Galiba bizim kötü bir etkimiz oldu.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:103) “Siz minderlerinize kurulmuş laf ebeleri, buna hezeyan mı demeniz gerekir?” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:123) “İçerdekiler günlerdir aç, bu yiyecek fazla dayanmaz onlara. Sonra hayvanlara da ot ister, arpa ister... Eğer Katolik erenleri tepeden onlara çuval çuval buğday atarsa, ona bir diyeceğim yok. Yalnızca, papazlarının laf ebeliğinden başka bir iş yapmakdıklarını biliyoruz.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:13) “Yaşlı ve çirkin bir üniversiteli bir kız dikkatimi çekti özellikle, bende tiksinti uyandırdı; kırpılmış saçlarının üzerine hasır bir erkek şapkası oturtmuştu, sigaralar tüttürüyor, bol bol şarap içiyor, bağırarak konuşuyor, laf ebeliği yapıyordu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:63) “‘... Halk aç, halk sefil, halk cahil! Baştakiler bunu umursamadılar. Yenilerse iktidara geçmek için laf ebeliği yapıyorlar. Geçtiler mi, kendilerinden öncekilerin yolunu tutacaklar. Halk gene aç, gene sefil, gene cahil kalacak!’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:217) “Öyleyse kitaplarım söylesin güzel sözler, Sussun dili gönlümün dilsiz laf ebeleri.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:23, sa:87) “LAUNCELOT GOBO - Hepsi dünden hazır efendim; herkesin iştahı yerinde. LORENZO - Aman yarabbi ne kadar laf ebesiymişsiniz ya! Öyleyse söyleyin yemeği hazırlasınlar.” (W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:55) “Ona dokunan, bu yere kendisinin atanmamış olması, onu es geçmeleri değildi; ama şu geveze laf ebesi Stremof’un bu yere herkesten daha az layık olduğunu nasıl olup da görmediklerine ermiyordu aklı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:777-8) Laf etmek : Havadan sudan konuşmak, ciddi olmayan söyleşi; Bahsetmek “Kitabevinin köşesini dönünce, Makedonya Lokantası’yla karşılaştı, girdi ve doğruca, patronun bulunduğu kasaya gitti. ‘Daçya vapurunda çalışan sakallı bir tayfa olan Sotir buraya uğrar mı?’ ‘Evet, her zaman, ama yemeklerden sonra, kahve içip laf etmek için.’ ” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101) “OPHELIA - Efendimiz, son zamanlarda, bana sevgisini gösteren birçok tekliflerde bulundu. POLONIUS - Sevgi mi? Hadi oradan! Böyle tehlikeli durumlara hiç düşmemiş, toy kızlar gibi laf ediyorsun. O teklif dediğin şeylere inanıyor musun?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:29) “Yakalandığı hastalığın amansız olduğunu sezmedi sanırım. Çünkü, kanser hakkında fikri yoktu. Onun yok ama, senin var... Bakıyorsun canlı canlı konuşuyor, bir şey istiyor. Daha korkuncu gülüyor... Gelecekten laf ediyor. Sen eziliyorsun.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:130) “Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka: -Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113) Laf (söz) gelişi : İşte öylesine aklıma geldiği gibi, tesadüfen bağlamında “-Annem bize hiç sopa atmaz! dedi hemen Nastya. -Biliyorum, laf gelişi söyledim. Siz de annenizi hiç aldatmayın, yalnız bu defalık, ben gelene kadar…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:17) Lafı ağzına tıkamak : Daha sözünü bitirmeden birine hücum borusuyla yanıt vererek ifade olasılığı vermemek “Tam bir yolunu bulup da bu basit kadınla süt kovalarına değinecekti ki şair, Greene soyadı bu kadar sıradan olduğu halde ailesinin Fatih’le birlikte Fransa’dan gelmiş olup, oranın en yüksek soyluları arasında yer almasının tuıhaflığından söz ederek lafını ağzına tıkadı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:63) Lafı (sözü) ağzında kalmak : Sözü kesilmek; heyecan ya da korkudan sözünü yarıda bırakıp donup kalmak “Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu. -Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.” (F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42) Lafı bile olmaz : Ondan söz ettirmem, tartışmaya hiç gerek yok “‘Her neyse, ben senin için yaşı biraz daha büyük, çok güzel ve yine bakire olan başka birini buldum. Babası onu bir evle değiş tokuş etmek istiyor, ama indirim konusunda tartışılabilir.’ Yüreğim buz gibi oldu. ‘Lafı bile olmaz,’ diye itiraz ettim korku içinde, ‘ben aynı kızı istiyorum.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:62) Lafı boğuntuya getirmek : Ciddi konuları şakayla karışık olarak sunmak “Konuları yüzeyde tutmak - borç, sözleşme çalışma saatleri gibi şeylerden söz edip şakayla karışık lafı boğuntuya getirmek ve omuz silkip geçmek en iyisiydi.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:124) Laf-ı (ü) güzaf : (FARS.) : Boş lakırdı, hespsi yalnızca laf! “Ben İçeri Düştüğümden Beri : Ben hapise atıldığımdan beri ................................................. ‘Korkak, cesur Cahil, hakim; ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımızda yalnız onların macerası vardır.’ Ve gayrisi mesela, benim on sene yatmam laf-ı güzaf...” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa: 14) Laf(ı) kesmek : Birinin sözünü bitirmesine imkan vermeden araya girmek; konuşmayı kesmek Bk.: Sözünü kesmek “NASTASYA IVANOVNA - Şekerim, kızım, Maşenka’m sinirlenme. İyi yapmadın, fakat şimdi gidelim artık. İVAN MAKAROVİÇ - Haydi lafı kesin, düşün önüme. Affedersiniz bayım. (Kızı kolundan tutar. Üçü de çıkarlar.) (L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa.:91) Lafına metelik vermemek : Sözüne hiç önem vermemek “-Demek şikayet etmeyeceksiniz, öyle mi? -İvan vazgeçirdi. Hoş İvan’ın lafına metelik vermezdim ama bildiğim bir şey var da..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:II, sa:22) Lafına taş koymak : Birisiyle laf düellosunda bulunmak, sözlerini baltalamak, kesmek, tıkamak “... Sevmediği için her fırsatta tersliyor, zaman zaman da işi hakarete vardırıyordu ama, herifin iliği mi boktu ne, darılıp küseceğine büsbütün dört elle sarılıyor, ayaklarının altında bir köpek gibi yaltaklandıkça yaltaklanıyordu. İyi ama, yaltaklanmasa da dikilse, ikide birde lafına taş koysa daha mı iyiydi? Yoo...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:165) Lafın gelişi : Sözün gelişi, örneğin, demiş olmak için Bk.: Sözün gelişi “Cosimo on iki yaşındaydı, bense sekiz. Ancak birkaç aydır ailenin toplu yemek yediği masaya kabul ediliyorduk. Küçük yaşta olmama karşın ben de kardeşimin yükselişinden yararlanmıştım: Tek başıma yemek yememi istememişlerdi... Yaranmak, lafın gelişi söylenmiş bir söz. Cosimo ile benim için güzel günlerin sonu gelmişti.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:11) “Elleri tabutunun kenarında, başında bekleyen adamlar, onu, yolcu edecek ziyaretçilere sunar gibiydiler. Yolcu etmek lafın gelişi, çünkü kaba saba giysiler giymiş bu becereksiz ve çekingen robotlar ansızın kefene, tabut kağına ve tornavidaya atıldılar.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:145) “Bundan iki yıl önce, 1937’de, büyük stadyum üzerine konuşulurken is, lafın gelişi söylüyormuşçasına (Hitler) şöyle der: ‘1940 olimpiyatları bir kez daha Tokyo’da yapılacak. Ama ondan sonra sonsuza dek Almanya’da düzenlenecek.’ ” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:113) Lafını (sözünü) ağzından almak : Birinin sözünü kesip yarım bıraktırmak “Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu. -Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.” (F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42) Lafını (bile) duymak istememek : Hiddetten, ilişkisini işittiği kimsenin adını bile duymak istememek Bk.: Sözünü bile işitmek istememek “Bir arkadaş aracılığıyla, bu kadının geçimini sağlayacak parayı ödemiş, ama, buna karşılık, artık onun lafını bile duymak istemediğini ve kendisini tamamen unutmasını ve ismini bile ağzına almamasını ona söyletmişti.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:126) Lafını edememek : Söz konusu edememek, ağzını açamamak “ ‘Durmadan izin, izin. O kadar şişiniyordunuz ki karılar kızlar biraz emsin, sömürsün de aklınız başına gelsin diye herhalde boyna izne yolluyorlardı sizi. Biz 1914’te iznin lafını edemedik yıllarca. Biz...’ ‘Evet, siz de izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268) Lafını etmek : Sözünü etmek, bahsetmek, anımsamak, hakkında konuşmak “ ‘Bizim İnce Memed. Maşallah tosun gibi olmuş. Babayiğit. Ben de bugünlerde duruyor duruyor senin lafını ediyordum. Noldu bu çocuğa? diyordum. Demek yüreğime doğuyormuş.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:115) Lafını kesmek : Konuşurken araya girmek, birinin cümlesini bitirmesine olanak vermemek “Belediye başkanı ezile büzüle bir şeyler söylemek istedi. Köşk sahibi bayan ‘birşey söylemeseniz daha iyi olur’ diye adamın lafını kesti. ‘Ben hepsini biliyorum. Okul paraları derneğinizce verilecek olan çocuklar on iki yaşına geldikleri halde A harfi ile Z harfini bile ayırdedemiyorlar.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:12) “ ‘Evet!’ derken gülümsemekten kendimi alamadım. ‘Demek zahmetiniz boşuna değilmiş!’ N.’nin babası: ‘Fakat çok üzgünüm ki ben şakadan hiç hoşlanmam,’ diyerek lafımı nobranca kesiyor.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18) Lafın ucunu kaçırmak : Sözü fazla uzatmak “‘Bravo be çocuk!’ dedim kendi kendime. ‘Ne adammışsın!’ Keşfimi Yazar’a ve Lara’ya anlatmak için yanıp tutuşuyordum; belki de güzel bir hikaye konusu olurdu bu. Neyse, galiba yine lafın ucunu kaçırdım ve size esas anlatmam gereken noktayı geciktirdim.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:130) Lafı uzatmadan : Sözün kısası “İkinci paragrafta, lafı uzatmadan konuya giriyordu. Frashawe ortadan yok olmuştu ve altı aydan fazla bir süredir onu görmemişti. Onca zamandır Fanshawe’den ne bir haber almıştı, ne de nerede olduğuna ilişkin bir ipucu vardı.” (P. Auster, “Kiltli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:7) Laf işitmek : Azarlanmak “MADELEINE - (Başını duvar saatine doğru kaldırarak.) Saat dokuz olmuş. Vakit geldi. Bir de işime gitmem gerek, üstelik, geç kalacağım! ANEDEE - Çabuk ol. MADELEINE - (Şapkasını başına geçirerek) Laf işiteceğim. Şimdi başlarlar aramaya.. (Telefon santralında zil sesi.) İşte, başladılar bile... Geliyorum...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:48) “Utopia’nın rahipleri din işlerine bakarlar, törenlerini yönetirler, bir tür ahlak yargıçlığı ederler. Uygunsuz bir davranış yüzünden onların önüne çıkmak ve laf işitmek büyük ayıp sayılır.” (Th. More, “Utopia”, sa:145) “Büyüklerin saraylarında kullanılan kulların ve hizmetlilerin her birinin bir işi, görevi vardır. Bunları yerine getirmekle biraz gevşeklik ya da savsaklık gösterirlerde laf işitir ve azarlanırlar..... Ancak dervişler, böyle bir durumdan uzaktırlar. Bunların yapması gereken de, büyüklerin lütfuna şükretmek, onları iyilikle anmak ve kendilerine hayır dua etmektir. Böyle bir hizmetin arkadan yapılması, huzurda yapılmasından iyidir. Günlerin anası doğurdu beni Şu kambur feleğin doğruldu beli...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:32) Laf kalabalığı : Bir ipe sapa gelmez konuşma, boş lakırdı; Laf salatası (Salade de mots-Fr.) “Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman, acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528) “Savaştan önce, onlarla baş edecek sağlam araçlarımız vardı. Parti, sendikalar, komiteler. Burada hiçbir güç yok elimizde. Öyleyse yeni güçler yaratmak zorundayız. Bu iş kuşkusuz bir sürü boş gevezeliğe, laf kalabalığınına ihtiyaç gösterir, bunu hiçbir zaman sevmedim ben, ama başka çaremiz yok.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:306) Laf lafı açmak : Konuşma esnasında sözcüklerin yenilerine çağrışım yapması; nedeni olmak “Laf alfı açtı, konudan uzaklaştık. Tekrar Cambridge’e dönelim. Hanımın teklifini hatırlarsınız. Bir anlık duraksamadan sonra, genç hanıma, ikimizin de önünde dikildiği ‘24-hour store’u göstererek bir öneride bulundum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:144) “Laf lafı açardı, bir bakardım ayağa kalkmışlar. Işığı yakarlardı. Hırçınlaşan babam giyinir, annem üstünde gömlek, ilk tokat suratına ininceye kadar sövüp sayarak onun ardında dolaşırdı.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:107) “Türküyü Ali söylüyordu. Sonra kesti. Laf lafı açtı. Eski yaşayışlarından, şimdiki yaşayışlarından söz açtık. Tahtacılar dertli. Bunlar az da olsa toprak sahibi olmuşlar. Sevinçleri de bundan. Bu dağların ortasında tahtacıların üç tane de radyoları var. Çoluk çocuk başına üşüşüp türkü dinliyorlar.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:61) “Genellikle turunu bitirince, saat bire doğru uğrar ve böylece iki çift laf etmeye zamanımız olur. Laf lafı açtıkça ikimizin de doğa bilimlerine düşkün olduğumuz ortaya çıktı. O postacılık yapmadığı zamanlar doğa fotoğrafları çekiyor.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:199) Laflamak : Konuşmak; gevezelik, lak lak etmek Bk.: Laf yapmak “<Dr. Sinskey> ...Dünya Sağlık Örgütü ve diğerlerinin tedavi planlarından bahsettiği konuşması iyimser ve endişe gidericiydi. Coşkulu bir alkış almıştı. Konuşmanın ardından, bazı akademisyenlerle koridorda laflarken, üst düzey diplomasi nişanı taşıyan bir Birleşmiş Milletler çalışanı yanına gelip sohbeti böldü.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:127) “Müdür, çapayı yoklayıp tarama yapmadığından emin olduktan sonra kıç tarafa gelip yanımıza oturdu. Tembel tembel biraz lafladık. Daha sonra yatın güvertesine sessizlik hakim oldu. Nedense domino oynamaya bir türlü başlamadık. Düşüncelere dalmıştık.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:32) “Papazın evine girdikten sonra üst kata çıktı, subayların seslerinin işitildiği odanın önünde dikildi. Subaylar sohbete dalmışlar, oradan buradan laflıyorlar, en çok da tugaydaki kargaşalıktan dem vuruyorlardı. Tugay komutanının emir subayı bile dökülüp saçılıyordu. ‘Dün o Şvayk denen adam için telgraf çektikk. Şvayk...’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:260) “ ‘Bu benim yıllar sonra ilk tatilim. Tatil yapmayı sevmiyorum. Burada, küçük bir kızken severdim. Sister’ların yardımıyla Adrian’da üniversiteye başladığımdan beri artık sevmiyorum. Hayatım çalışmakla geçiyor. Dünya bankasında çalışırken bir gün bile izin almadım. Burada, New York’ta da öyle. Kendi kendimle Dominik tarihi üzerine laflayacak zamanım yok.’ ” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:136) “Bir yandan da, Tuğde’nin oynayabileceği yaşta çocuğu olan arkadaşlarım hızla geçiyordu aklımdan. Onlardan birinin evine gitmesek bile bir yerde buluşabilirdik. Çocuklar kendi aralarında oynar, ben de biraz laflardım. Aslında canım da kimseyi çekmiyordu.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:30) “O gece, her şeyden söz ederek dolaştık. Giyinecek zaman bulmuşsam, akşamları keyfim yerinde olur. Boyunbağının giysiyle uyumlu olmasına özen gösteririm, ama Linda bu rengin yakışmamış olduğunu söyledi. ‘Olduğum gibi çıktım, Amelio’ya gitmek için. Gitmiyor muyuz?’ ‘Boşver. Bu akşam laflayalım.’ ” (C. Pavese, “Yoldaş”, sa:12-3) “Çalışma odasına girip kapıyı arkalarından kapattılar. Güzel, dedi kısa boylu sıska, güzel Doktor Pereira, iki yardımcım iş yaparken biz de biraz laflayalım. Polise telefon etmek istiyorum, diye yineledi Pereira. Polis, diye sırıttı kısa boylu sıska, ama polis benim Doktor Pereira, en azından onların yerini ben dolduruyorum.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:159) “Balıklar getirilmişti. Mitchell’in çırağı, balıkları dirseğinin altına kıstırıp, motosikletten atladı. Midilliye mutfak kapısının önünde şeker yedirecek, azıcık laflayacak vakti yoktu, işi başından aşkındı artık. Tepenin ötesindeki Bickley’e balık teslim edecekti daha; ayrıca Waythorn, Roddam ve pyeminster’a da uğrayacaktı...” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:33-4) “Bu kargaşanın biraz ötesinde, gezinti güvertesinde bir tanıdıkla laflıyordum ki, yanıbaşımızda iyi ya da üç kez keskin bir flaş patladı; tam kalkıştan önce gazeteciler ünlü birini soru yağmuruna tutuyor ve fotoğraflarını çekiyordu anlaşılan.” (S. Zweig, “Satranç”, sa:5) Laf ola beri gele; Laf olsun diye, işte : Sırf birşeyler söylemiş olmak için “BARIŞ İÇİN SAVAŞIYORLAR --------------------------------------Laf olsun diye mi konuşuyorlar? Neden tartışıyorlar? Bu kadar kolay mı öldürmek? Bu mu istedikleri? Evet, Konuşuyor, tartışıyor, öldürüyorlar – Barış için savaşıyorlar.” (Şakir Abdürrahim Amir, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:36) “ ‘Kuşkusuz. Ne yazık ki bu ev bana ait değil. Artık senin de gitme zamanın geldi.‘ ‘Biraz sonra. Bir gözlemimi daha söyleyeyim. Dün akşam Tanrı yüreklerimizdeki yarıkların içini görebiliyor derken laf olsun diye konuşmamıştım. Tam anlamıyla safdilin biri sayılmam ama bu beni gerçeği söylemekten alıkoymaz.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:102) “Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan, kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60) “ ‘... Sonuç olarak, bu kentte servet yapmak isteyen, kutsal emanet satıyor, evine döndüğünde servet yapmak isteyen de onları satın alıyor. ‘O zaman bizim Vaftizci Yahya başlarını ortaya çıkarma zamanı geldi!’ dedi Boidi, umut dolu bir sesle. ‘Boidi sen laf olsun diye konuşuyorsun sadece,’ dedi Şair. ‘Her şeyden önce, bir kentte, başlardan ancak birini satabilirsin, çünkü sonra haber yayılır.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:489) “Salona girip isteksizce günlük gazeteye laf olsun diye bir göz atmak üzere iken, Elmira, zayıf bir sesle, gölge gibi belirdi: ‘Profesör’, dedi, ‘bu gece için hanımın vücudunu mezarlığa alıyorlar. Onu kiliseye kabul etmeyeceklermiş.’ Ve sessizce uzaklaştı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:95) “Kanımca Birleşik Amerika eğitim ve öğretim işlerinin yönetimini Metereoloji’ye vermek gerekirdi. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Akla yakın nedenlerim var. Ama sizler öğretmenlerin meteoroloji dairesinin emrine verilmesine karşı bir neden gösteremezsiniz.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:59) “Başkan: ‘Beni dinle!’ diye oğlanın sözünü kesiyor. ‘Bay öğretmenin sorgu yargıçlığında verdiği ifadede N.’nin bu valiz kırma olayını sana itiraf ettiğini kendisine söylediğin yazılı.’ ‘Bunu laf olsun diye söyledim.’ ” (Ö. von Hobarth, “Allahsız Gençlik”, sa:105) “BAY SMİTH : Erkekler de kadınlar gibi yapsalardı, gün boyunca sigara içip pudralansalar, dudaklarını boyasalar, viski içselerdi o zaman kimbilir neler diyecektin? BAYAN SMİTH : Beni hiç ilgilendirmez! Ama bunu canımı sıkmak için söylüyorsun, o zaman.... BAY SMİTH : (Ayağa kalkar ve sevgi gösterileriyle karısına doğru gider.) Aman da benim kızarmış pilicim, neden öyle ateş püskürüyormuş bakayım, laf olsun diye söylediğimi biliyorsun! (Beline sarılıp onu öper.) Ne gülünç yaşlı ve sevdalı bir çiftiz biz! Haydi gel, ışığı söndürelim, gidip mışıl mışıl uyuyalım!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:45) “ ‘... Ben de zaten Murat Bey’le kararlaştırmıştım, gideceğimiz günü... Söyledim. Peki, dedi.’ ‘A, ben ata binemem. O gün laf olsun diye öyle bir şey söylemiştim. Hem bu kılık kıyafette ata nasıl binilir, allah aşkına?’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:50) “Ona, laf olsun diye, son zamanlarda başından geçen askerlik meselelerini hikaye etti; şimdi nerededir? Nasıl talim ediyorlar? Saatlerce nasıl yürüyorlar? Nasıl bir karavanada yemek yiyip, nasıl bir koğuşta, kiminle beraber yatıp kalkıyor? Bunları anlattı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:150) “En iyisi açıkça yanıma almadım, demek. Balığa çıktık derim. Laf olsun diye zaten birer balık çektik Suat’la. O, eli boş dönmesin diye aldı yanına. Eve götürür, tel dolabının orta yerine yerleştirir. Ailece paylaşacak olsalar, bir tadımlık bile düşmez her birine.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:30) “Zavallı çingene, birden, öyle afalladı, öyle korktu ki, ağlar gibi yalvarmaya başladı: -Köpeğin olayım, yapma beyim! Tabanlarını yalayım etme beyim! Yok benim içimde hiç bir kötülük size karşı. Ben sorarım size laf olsun diye!...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:107) “Dökmedi. Cıgarasını kibritiyle yaktı yeniden. Sönmüştü çünkü. Neden sonra laf olsun diye başladı: -Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de denize döktüğü yıldanberi bu şehirde arabacıyım.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:13) “Aynı adam: ‘Ormancılar laf olsun, garaz olsun diye verirler köylüleri mahkemeye. Hepsi de beraat eder.’ ‘Boş yere orman yakılmaz ya.’ ‘Yakılmaz.’ ‘Eee?’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:39) “Johann Buddenbrook’un küçük ve çukur gözleri bulanmaya başladı ve şakak kemiklerine kadar uzanan kırmızı çizgiler oluştu gözlerinin kenarlarında. Laf olsun diye sormuştu, yoksa bu bir tek alacaklının vadeyi uzatmasının durumu pek de değiştirmeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama bu adamın kendisini reddediş biçimine çok öfkelenmiş ve büyük utanç duymuştu.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:200-1) “Ömer alıp baktı: Resimde denizci elbisesi giymiş bir çocuk vardı. Bir elini bir iskemlenin kenarına koymuş, ötekiye selam veriyordu. Laf olsun diye sordu: ‘Kaç yaşında?’ ‘Bir hafta sonra dört yaşını dolduracak!’ dedi Atiye Hanım. ‘1932 Mart’ında doğdu.’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:92) “Olaylar biraz açıklığa kavuştuğunda, gece birkaç saat yaşlanmıştı, her zaman her şeyin açıklanması istenir, laf olsun diye işte, neyin olup bittiği tamamen biliniyordu, ama neyin başladığı, işte sorun bu.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:301) “Adam güçlükle homurdandı: -Yemin ederim doğru söylüyorum, yemin ederim… Mathieu cebinde bir on santim bulmuştu: -Sen bilirsin, dedi; laf olsun diye söyledim.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:5) “Mösyö Darbédat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti. ‘Kızda bir trajedi oyuncusu havası var,’ diye düşündü. ‘Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da Phédre’i Fransızca oynayan şu kadına, Romanyalıya.’ Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş olmaktan yargılandı: ‘Laf olsun işte! Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53) “Mathieu cebinden bir beş franklık çıkardı. ‘Boşver, laf olsun diye söylemiştim.’ Parayı adama verdi. Adam duvara yaslanarak, ‘Bu yaptığınıza ne derler biliyor musun?’ dedi. ‘İyilik. Sana kıyak bir şeyler dilemek istersem, ne dileyeyim?’. İkisi de düşündü.” (J.-P. Sartre, “İlk Uyanış”, sa:9) “İvan İlyiç karısının bu soruyu durumunu öğrenmek için değil, laf olsun diye sorduğunu biliyordu. Çünkü kadın yönünden kocasıyla ilgili öğrenecek bir şey yoktu artık. İvan İlyiç böyle düşünüyordu.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:86) “HASPA : ...Şeyi düşünüyordum da hanımcığım, o centilmenin Parkta karşılaştığınızda size neler söylediğini. LADY U.K. : (Aynaya bakarak) Laf ola beri gele - ne demişti sahi? Saçmasapan şeyler! Küpidon’un oklarıymış da - ha ha! Sivriltip okunu, gözüme yüzüme tutacakmış... Pöh! O lordumun zamanındaydı, yirmi yıl oldu lord gideli... Ama şimdi şu anda ne der acaba? (Aynaya bakar) Sir Spanyel! Ödlekzade yani... (kapı tıklatılır) Şşşt! Onun arabasının sesi bu. Koş, kızım. Aval aval bakma.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:112) Laf ola torba dola : (COLLO.) Sırf laf edip vakit geçirmek, boş yere gevezelik etmek anlamında bir sözcük “Teğmen Lukaş, yattığı yerden: ‘Ulan, Şvayk,’ dedi, ‘gene abuk sabuk bir şey anlatacaksın galiba,’ dedi. ‘Haklısınız komutanım. Gerçekten de saçma sapan bir hikaye. Laf ola torba dola işte, nereden aklıma geldi ben de bilmiyorum.......çeşit çeşit insan var bu dünyada..... Bruck, kafayı bulup hendeğe yuvarlanmıştı da bağırıp duruyordu oradan: ‘İnsanoğlu gerçeği öğrenmeye yazgılıdır; tüm evreni ruhuyla uyum içinde yönetebilir, kendini sürekli eğitip geliştirebilir, giderek daha anlayışlı, daha sevgi dolu bir dünyanın basamaklarını tırmanabilir!’ Çekip çıkarmaya çalışanları tırmalayıp ısırıyordu. Meğer evinde sanırmış kendini. Sonunda ne halt edersen et diye bıraktık, bu sefer de kurtarın beni burdan diye yalvar yakar oldu.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:187) Laf salatası : Anlamsız, karman çorman sözcüklerden oluşan konuşma (Klasik olarak, Şizofreni’nin konuşma tarzı:‘Salade-de-mots’-FR.) “Konuşkan toplumların insanları ise söylenmesi gereken’i çoğunlukla ikinci plana atarak, konuşmak adına konuşurlar. Böylece ortaya çıkan laf salatasının üretkendliği, elbette ki çok tartışmalıdır.” (A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:206) “LAF SALATASI - “O kırmızı dosyayı elde etmek için yüz Bulgar, iki yüz Rus, dört yüz Alman casusu yıllarca benimle uğraştı..... Bu casuslar, benim psiko-dinamo adını verdiğim bir ruh makinasının planları için çabaladılar..... Psiko-dinamo öyle bir makine ki, insanı önüne oturtuyorsunuz, alına bir, tabanına da bir elektrod, veriyorsunuz ceryanı. İbre size o şahsın gelmişini, geçmişini, hayattaki tüm işlemlerini, hatta torunlarını, dedelerini..... bu dünyada ve ahrette yaptıkları ve yapacakları her şeyi ayrıntılarıyla sergileyen grafiği çiziyor..... Efendim, dünyada türlü türlü allahlar var: yemek allahı, gezmek allahı, mide allahı ve ilah... -Beyler, Hoca gelecek, lütfen koğuşa girin.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Laf Salatası”, sa:13-5) “Bütün kollar havaya kalktı, bütün yüzler o yana döndü. ‘Selam sanai tatlı Carinthia!’ dedi Prens, şapkasını yana savurarak. Kız da başını kaldırıp onun gözlerine baktı: ‘Aşkım benim! Biricik efendim! ‘Yeter ama. Yeter. Yeter,’ dedi Isa içinden. Gerisi hep aynı laf salatasıydı.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:83) Laf sızdırmak : Gevezelik etmek, lafı ağzından kaçırmak “HAVVAS AĞA - Haydin tüfekliler, iş başına! Hazırlıklarınızı tamamlayasınız. Atlarınızı, tüfeklerinizi hazır edesiniz. Kimseye laf sızdırmayasınız haa! Ben de gidem, makine işlerini halledem.” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:46) Laf sokuşturma : Konuşurken araya kinayeli, iğneleyici ve suçlu hissettirici sözler sokmak “Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:267) Laf söylememek, söyletmemek : Sevilen, sayılan bir kimsenin ardından olumsuz söz ettirmemek “Kör, yüzünde korkutucu bir ifadeyle: ‘Kadınlarıma laf söylemeyin, Bay Fischerle!’ diye onun sözünü kesti. ‘Benim kadınlarım sakat değildir. Küfür etmeye kalkışmayın!’ Bu sözlerin ardından neredeyse mağazasını da anlatmaya kalkışacaktı. Ama rakibine bakınca, aklı başına geldi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:373) “Bana Franziska için bir şey söyleme. Ona laf söyletmem. Eğer işler yolunda gitseydi, aşkı ben güzel ve beni mutlu edecek bir biçimde tanımış olacaktım.” (H. Hesse, “Knulp”, sa:90) Laftan anlamaz : Söz dinlemez, bildiğini okuyan “ANNE : Fatma da kahveleri hala getirmedi. Ne ağır canlı kadın. O kadar da söyledim. Yemekle kahvenin arasını fazla açma diye. BABA : Anlamaz. Laftan anlamaz. Beyhude yorma kendini. Taş çatlasa bildiğini yapacak.” (S.K. Aksal, “Oyunlar – Evin Üstündeki Bulut”, sa:43) Laf yapmak : Sözleri daha usturuplu <düzenli, etkili> bir şekilde başkalarına takdim edebilmek “Jacob karısına bir kez daha teslim olarak sustu karısının ağzı ondan daha iyi laf yapardı. Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra, ikisi de uyuyormuş gibi yapıp birbirlerini kandırmak için derin derin soluk alırken, acıyan gözleriyle karanlığı gözleyerek öylece yattılar.” (J. Greenberg, “Ben Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:13) Laf yetiştirmek : Mütemadiyen konuşmak, lakırdı atmak, şikayetçi bir şekilde konuşmak “... anne bunun dışında çocuğun çok yaramaz olduğunu da bildirdi. Çocuğun anaokulundan beri ‘hiperaktif’ olduğunu, karşısındakine sürekli laf yetiştirdiğini, her şeyi daima ‘kendi bildiği gibi’ yapmak istediğini, ve -başkalarını nasıl algılanmak istediklerini bilip ona göre davranıyormuş gibi- kurnazca yönlendirici olduğunu anlattı.” (Carroll,Lee & Tober, Jan; “indigo çocuklar”, sa:49) “Artık benim gözlerim dolmuştu. Üstelik Bayan Renard’ın da içinden kaynadığını duyumsuyordum. Bana boyuna laf yetiştiriyordu: ‘Ah, miskin! Görmüyor musun? Balıklarını çalıyor! Görmüyor musun?’ ” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:31) “Bir dirsek bara dayanmış, ayak aşağıdaki demire, diğer elde biraları taşan bir bardak, sarışın garson kızla çene çalıyordu. Kız, tezgahın öte yanında bir sandalyeye çıkmış, bira şişelerini yerleştiriyor, omzunun üzerinden de yapış yapış laf yetiştiriyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:88) Lağım faresi : İğrenç, pis, şundan bundan geçinen kimse, üç kağıtçı (Argo) “SHANNON - Eğer tura götürdüğüm gruplara karşı gerektiğince sorumluluk duygum olmasaydı, şu grubu hemen devrederdim - çünkü sizin grubunuzu sevmiyorum - buradaki şu soysuza, onun gibi lağım faresi Latta’lara hemen teslim ederdim.” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:92) La; Lahavle çekmek : (ARAP.): ‘Lahavle vela kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim’ , yani, ‘Çekip çeviren de, güç sahibi de -bunun hakkından gelebilecek de- sadece Allah’tır.’ Ya sabır çekmek, sabrın tükendiğinin işaretini vermek “ ‘Üç kuruş, lütfen!’ dedi biletçi amca. ‘Kız kaç yaşında, yedi var mı?’ ‘Yok canım... Onun boyuna bakma, daha beş buçuk yaşında!’ diye yanıtladı beybam. Biletçinin inanmayan bakışının ardından bir ‘la havle...’ çekti. Eminim, dükkanda olsa küfrederdi.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7) “ ‘Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!..’ dedi. Sonra bir mahalle çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı gitti. Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun ardından baktı, içinden: ‘Lahavle, lahavle,’ diyordu.; ‘bu kızda garip bir hal var!’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:17) “Fatiha <Kur’anın birinci suresinin adı> okudu, epeyce bir lahavle çekti. Ama fatihası gönlündeki derdi çoğalttı. Fatiha (hayrı ve şerri) çekip def etmede tektir, ama onu bizzat fatiha bu yana çekiyordu.” (Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274) “Düşmanlar derdini işitmesinler Lahavle çekerek, sevinmesinler!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:162) “Dadal Efendi, bu sorunun ‘kimden aşırdın?’ anlamına geldiğini, ağız yoklayaraktan bir ek yerini bulup polise vermek niyetine başlandığını anlamakla lahavle çekti.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:55) Laissez aller : (FR.,EKO.,KOLL.) : <Les’e alle> : Bırakınız gitsin! = Allow to go; Laissez faire : <lese Fer> : Bırakınız yapsın! = Let the parties concerned alone; Laissez passer : <lese pase> : Bırakınız geçsin! = Allow to pass; (XVII-XVIII.y.y. Fransız Ekonomi doktrini . (İNG.) Lakab(p) takmak : Bugünlerde pek rastlanmamakla beraber, eski Osmanlı hayatında, Giritte, bir çok yabancı memleketlerde de -özelllikle çocuklar arasında izlenen, genellikle alaya yorumlanabilecek alışılagelmiş bir adet<nick name (Ing)-göbek adı> “İkinci sınufta Titiros hüküm sürüyordu; zavallı hüküm sürüyor ama, hükümet etmiyordu. Solgun benizli, gözlüklü, gömleği kolalı, sivri yan basılmış rugan ayakkabılıydı; uzun burnu tüylü, ince parmakları tütünden sararmıştı. Adı Titiros değil, Papadakis’di, fakat papaz olan babası, bir gün ona köyden kocaman bir kelle peyniri getirmiş. Oğlu ‘Bu ne kocaman peynirdir, baba?’ demiş <Adamın adı Papadakis, yani ‘Papazoğlu, Papazzade’ anlamına gelir. Kendisine takılan Titiros lakabı da Yunanca ‘Ti Tiros!’ olup, ‘bu ne kocaman peynir!’ anlamında kullanılır. Giritlilerde, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, lakap takma yaygın bir adettir> Rastgele evde bulunan bir komşu kadın, bu sözleri duymuş. Artık fazlasına gerek yok, zavallı öğretmeni makaraya alıp lakabı takıvermişler.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47-8) “Bird; yirmi yedi yıl dört ay yaşamış bir adam. Ona Bird <İng.: Kuş> lakabını taktıklarında on beş yaşındaydı. Sonrasında o hep Bird’dü; şu an vitrinin camında oluşan karanlık ve mürekkep rengi gölün ortasında pejmürde kılığıyla suyun yüzüne vurmuş ceset gibi haliyle bir kuşu andırıyordu. Çelimsiz ve sıskaydı Bird.” “Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:12) Lakayt : (ARAP.): Kayıtsız, ilgisiz, gösterişsiz “Aşağıdan Süreyya’nın sesini işittiler. Balkonun kenarına çıktılar; Süreyya sandalda, lakayt bir elbise, güneşten kavrulmuş bir çehre ile yukarı bakıyor, fesini sallayarak, ‘Hoş geldin, bakalım, bir haftadır neredeydin a kuzum?’ diyordu.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:108) Lakırdı : Söz, laf, lafü güzaf (yani doğru olmayan dedikodu, yanlış) “KOMİSER (Birden parlar, parmağı Celile’nin gözlerini delecektir.) - Sensin!... CELİLE - Vallahi değilim, billahi değilim efendiciğim, beni dinşeyin! Ben nasıl deli olurum? KOMİSER - Sensin! Lakırdı dinlemem...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:105-6) “Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı: -Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:347) Lakırdı anlatamamak : Sözle etkili olamamak, dinletememek, söz geçirememek “Babamın biraz canı sıkıldı ama, bana lakırdı anlatamadı. Onlar da razı olmak zorunda kaldılar.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:352) Lakırdısını etmek : Hakkında konuşmak “SUE, avutmaya çalışır. - Yok canım… Sen de artık kendini büsbütün kuruntuya kaptırdın…… (Kapı açılır, Nat görünür…. Delikanlı görünüşte çökük omuzlu, sararmış yüzlü, kasları gelişmemiş bir ev içi ürünüdür. Drew büyük bir samimiyetle ona hitap eder.) Merhaba Nat! Şeytanı an karşına çıksın! Şimdi Sue ile birlikte lakırdını ediyorduk.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:49) Lakırdıya dalmak : Konuşmaya, sohbete dalıp zamanın nasıl geçtiğini kaydetmemek “İki komşu kadınla ev sahibi hanım, lakırdıya daldılar. Benim temiz yürekli, çok iyi bir çocuk olduğumdan söz ediyorlardı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:337) Lakırdıya tutmak : Birini, konuşmayı uzatarak oyalamak “Ben Sör’ü lakırdıya tutarken sinek yürümeye başlamıştı. Zavallı kız, havagazı lambasının ışığında korkunç bir akrebin kıskaçlarını, kuyruğunu titreterek kürsünün üstünde yürüdüğünü görünce bir feryat kopardı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:25) Lakırdıyı uzatmak : Ana konuyu gizlemek kastiyle sözü uzatmak “Adam: -Ne yapacaksınız? dedi. -Trene bineceğiz ! -Siz kimsiniz ? -Arkadaş, lakırdıyı uzatma, seninle çene yarıştıracak vaktimiz yok.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:218) Lakin : Ama, amma, ancak, bununla birlikte, fakat Bk.: Amma velakin “RÜYA -------ey gözleri aydınlık bir yol, güzellik ülkesine ey bakışları şarap, mineli kadehte ah, koş ey, dudakları çöl laleli, kan renginde yol, çok uzundur lakin yolun sonu nurdan saraydır” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:41) “Lakin ben bugün ne öğreneceğim! Yıllarca evvel, korkak ve sıkılgan bir acemi çaylak gibi geldiğim yer burası değil miydi? Burada o sakallılara güvenerek, onların gülünç sözlerine kapılmamış mıydım?” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:95) “Selma Hanım..... bir çocuk gibi sevinç içindeydi: ‘Keşke bir mani çıksa da, bir gece burada kalsak,’ diyordu. Lakin, ne yazık ki manii Çankırı’da arabada çıkardı. İnebolu’da ytapılan pazarlığa göre her durakta bir gece kalmak koşulu varken, arabacı, kırk sekiz saatlik bir iskenceye mahkum etti ve ondan sonra Ankara’ya kadar yolculuğun artık hiçbir tatlı tarafı kalmadı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:23) “Lakin, ben bütün bu yazıları bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum. Hayır, hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa.98) “..... işte bu adam, geçenlerde gözden kaçırdığı o dilenci olmalıydı. Yusuf bir daha baktı, açıklama gerektiren bir durum, onca kadının arasında bir de o adam yürüyordu. Yusuf Şimon’a da bakmasını söyleyecekti, hayal görüp görmediğini anlayacaktı aklı sıra, lakin ihtiyar söyleyeceğini söylemiş, çekip gitmişti, aile reisi akrabalarının yanına dönmüştü, bu rolü oynayabileceği çok zamanı kalmamıştı artık. Tek şahidini de kaybeden Yusuf dönüp bir kez daha Meryem’e doğru, bu kez dilenci kaybolmuştu.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:52) Laklak etmek : Oturup boş boş, havadan sudan konuşmak “Nureddin bir türlü ısınamamış dergaha. Dayısının üzelmesine, dönek diyenlere aaldırmayıp iki aya varmadan ayrılmış; gidip Halveti Şeyhi İsmail dede’nin elini öpmüş. Sorulunca ‘Hepsi rahatına düşkün; yiyip içip lak lak etmeye gelmişler oraya’ demiş.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:129) “HECTOR - Çocuklarım var zaten; unumu eledim, eleğimi duvara astım. Ama bana da böyle sürüp gidemez gibi geliyor. Burada oturmuş laklak ediyoruz. İşler kör talihe, kör şeytana ve Mangan’a kalmış.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:136) Lakrimariy : (ROMA,BATI Myth.) Avrupa’nın saraylarında yaşayan kadınların, yüzlerini güzelleştirmek için, hizmetçilerinin çocuk gözyaşlarını şişede biriktirme eylemi; Orijini, tarihten önceki yıllarda, özellikle Romalıların lahitleri içinde bulunmuş, eş,dost, akraba gözyaşlarını şişelerde saklama adeti’nden <lachrymatory> geliyor. “LAKRİMARİY <1934> Eşimi savaşa gönderdim gözyaşı şişesini satın aldım. Güneşi eve çağırdım bana baksın, bakışalım odam boş kalmasın diye. Ve ben ağlarken, o ışıldasın şişeyi gözyaşlarımla doldururken onlarsız, utanmalıyım...” (Petre M. Andreevski-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02) Lalalık etmek; Lalası olmak : Kendi işini bırakıp nazlı bir kimsenin hizmetinde bulunmak Bk.: Lala paşa eğlendirmek “ ‘Manen sarhoş’muş; büyük laflara da bayılır keratalar! Lalası mıyım ben onun? Ziftlenmeden yapamadı, yüzü gözü kan içindeydi. Kim bilir gene kiminle dalaştı?’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:77) Lambanın alevi kısılmak : Verimliliği, yaratıcılığı azalmak “1920 yılına ilişkin günlüğünde ise yakınır Hesse. Bir sonraki yıl, hayatımda geçirdiğim en verimsiz, dolayısiyle en hazin yıl oldu... Şu sıra, bir buçuk yıldır, bir sümüklüböcek gibi yaşıyorum, ağır bir tempoyla ve tutumlu, lambanın alevi iyice kısıldı.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:120) lambaste : Lambrusco : (DAVR.İNG.) <lem’baste - fiil -> : dövmek, dayak atmak; Fig.: azarlamak (İTA.,İŞKİ) <lamb’rusko> : Şıra, üzümsuyu “Dün de bugün gibi, mevsim güz. ’10 Kasım’ diye yazar Stendhal, ‘âğaçlar hala görkemli kızıl ve tunç renkle yapraklarını koruyorlar. Asmalar kızarmaya başlayan meyvelerin ağırlığı altında eğilen dallarıyla birbirlerine kenetleniyorlar.’ Bağbozumu bitti. Cenderenin altında mayalanmaya başlayan lambrusco <Ita.: şıra> üzüm kokusuyla şarap kokusu arasında duraksıyor. Ben bu yaylayı ezbere bilirim, bizimkilerden o kadar değişik olan üzünçlü mısır tarlalarını, dutluklarını, akkavaklarını avucumun içi gibi bilirim. Burada, Parma’nın en ünlü ailelerinden birinin malı Soragna şatosunda konuk oldum. Bugün bu yöre artık Don Camillo’nun ülkesinden başka bir şey değil.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:13) Lamı cimi yok : Böyle yapmaktan başka şansımız yok, mecburuz, başka yolu yok “Travis de ona teşekkür etti; kadın gözden kaybolduğu zaman gitarcısına dönüp, gençlerin kullandığı konuşma tarzıyla şöyle dedi: ‘Lamı cimi yok doğru, bu iş de zaten bunun için.’ Yüreğimin yaşam sevinciyle dolduğunu hissettim.” (Carroll, Lee & Tober, Jan; “indigo çocuklar’, sa:37) “-Şimdi cennetten geliyorum. -Cennetten mi geliyorsunuz? E, peki?.. -E, pekisi bu! Orada da yoklar. Ah, meleklerin meleği!... -Ne yaparsınız papaz efendi! Cennet’te de, Araf’ta da yoksalar, bunun lamı cimi yok, demek...” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:85) “ ‘Ey güçlü Szdaa,’ dedi alçakgönüllülükle, ‘Sanırım hikayem hoşunuza gitti?’ Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketiyle gösterdi. ‘Siz gençleri anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum ben. Büyük bir hayal gücün var senin, oğul, lamı cimi yok bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum...” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69) “HANIM -... Solange, sana ve kız kardeşine, sizlere ne denli güvendiğimi bir kez daha göstereceğim! Çünkü artık umudum kalmadı. Bu kez beyefendi, lamı cimi yok, kodesi boylayacak..” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43) “MICUCCIO - Et alıyordum bir gün! Bununla övünebilirim! FERDINANDO - Vay canına! DORINA - Ve böylece? MUCICCIO - Öğrenmeye başladı. Hemen görüldü bu. Orada oturuyordu, gökyüzünde gibi... Bütün kasabadan işitiliyordu, ne sesti... Halk... Böyle, aşağıda, sokakta dinliyordu... Yanıyordu, yanıyor, lamı cimi yok...” (L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:26) “Guiccioli konuşmak istedi. Grimaud sert bir sesle: -Konuşma! dedi. Beni dinle! Evet, tıpkı kıçıma benzer. Lamı cimi yok. Aynı kıçım gibi. Bak, dur bir dakika!” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:140) “MAXINE - Hala klakson çalıyorlar. SHANNON - Harika. Bu grubu elimden kaçırmak istemem. Benim son şansım bu, geçen ayki grup çok kötüydü, işimden attırmaya kalktılar beni. Bunu da kaçırırsam lamı cimi yok atılırım...” (T. Williams, “İganuanın Gecesi”, sa:16) lamentation : (MYTH, PSYCH.,MUS.,İNG.-FR.) <lamen’teyşın - lamen’tasyon> : Ağlayış, feryat, figan, nale; (Lamentations -kapital ile ve çoğul- ‘...şıns’) : Yeremya Peygamberin ‘Mersiyeler’ kitabı lamia : (MYTH.,İNG.) : kanını emen mitik ifrit <La’mia> : Kadın başlı, yılan şeklinde ve insan eti ile beslenen, çocukların Lampredotto : (İTA., YİYE.) Büyükbaş hayvanların (dana, inek) işkembesinen yapılan bir İtalyan yemeği; İtalyan işkembe çorbası “Mazgal siperli kulesi ve tek kollu bir saati bulunan meydanı geçiyorum. Sabahın erken saatlerinde, nefesleri lampredotto ve fırınlamış zeytin kokan sokak satıcılarının arasından Piazza di San Firenze’ye kıvrılıyorum.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:15) Lan : ‘Ulan’ın kısaltılmışı (Argo) “-Adı Ömer mi beyin? -Ömer mi? Ömer kim? -Kara Mustafa’nın. -O mu? Vurdular onu yazın. Kardeşi vurdurmuş dediler. Parayla. Yatağa uzandı. Öğlan pencereden avluya bakıyordu. Kolunu salladı; ‘Çabuk ol lan’ dedi kısık sesle.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:83) “ ‘Babaaaa, babaaaa!... Lan babaaa!...’ Ahmet geliyordu koşarak. Bayram, ‘Ne var lan Ahmet,’ diye bağırdı.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:27-8) “Kathy donanımlıydı, yanımızda oturan moruk onu gördüğünde ağzının salyaları akardı, sürekli kapıyı çalıp duruyordu. ‘Kathy! Heyy, Kathy! Kathy!’ kapıyı ben açardım, üstümde sadece don. ‘aaa, şey sanmıştım...’ ‘ne istiyorsun lan?’ ‘sanmıştım ki Kathy...’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:75) “SESLER : Ver şu içkiyi! Al bir yudum! ---------------Zurna gibi sarhoş. Beter ol!. Nah işte! Oldu be! Geri verin lan şu şişeyi.” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8) Lanet; Lanet etmek; Lanetlemek; Lanet okumak, Lanet olası, Lanet yağdırmak : Uğursuzluk, kötülük, bela dileme; Birisini lanetlemek, sevgiden mahrum etmek; Başa gelen inanılmaz mezalimden dolayı, neden olanlara bela okumak “HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEDİ -----------------------------------Yolun altındaki, işçi lokantasında balık ekmek satılıyor. Al götür, ye üzerinde plastik bir masanın, sil parmaklarını pantolonuna, tükür, lanetler yağdır: yoksulluğunu duyumsa.” (Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06) “Hayatın Fotoğrafı Dilimdeki kaburgam değil, bu kanımın dilidir. Yakuttan kubbelerde durmam, Yatağım yoktur bulutların üstünde. İşte ben buradayım bu çamurun içine batmış Kaldırım taşlarında seslerin beni durup beklemediği. Bütün bu yüzlerin arasında hüzünlü, hayatımı sürdürüyorum, Taşınamayan bir kaderle Bu kalbim lanetten olma.” (Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10) “AT SÜRMEK DOĞUYA ------------------------------tamamiyle tanrısız bir şeyle aramak için çok uzak, yazılan şey seni lanetlemeyecek kendininkinden kötü bir yazgıyla.” (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:69) “MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİTABA ÖNSÖZ ---------Sen hep çile çeken meraklı kimse, Cennetini arayıp duran daha, Bana acı!... Yoksa lanetlerim ha! (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:271) “N’EYLERSİN <1916> Her şeyin önce şakaydı adı, Derken başladı sitem etmeye, Güzelce kafasını salladı, Başladı gözyaşı tüketmeye. -------------------Çirkinleşti, gitti, dönüp baktı, Geri döndü, bir şeyler ümit etti, Lanetledi, oluruna bıraktı, Ve galiba sonsuza gitti...” (Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.06.02) “Louvre güvenliğinden Grouard Devlet Salonu’nun önünde, Sophie ile Langdon’ın onu nasıl etkisiz hale getirdiklerini anlatırken Bezu Fache ateş püskürüyordu. ‘Lanet tabloya neden ateş etmedin!’ (D. Brown, “Da Vinci Şifresi’, sa:176) “Bir kıyıya çekilmiş olan seyislerden, Orman Şövalyesi’ne hizmet edeni, Sancho’ya dönerek konuşmaya başlamış: ‘Ah, efendim, biz gezgin şövalye seyislerinin hayatı epey zorlu! Geçimlerimizi sahiden alınteriyle kazanıyoruz; Tanrı atalarımızdan birine lanet etmiş olmalı’, ‘Yetmez gibi de lokmamızı diken üstünde yiyoruz,’ dedi Sancho. ‘Zavallı gezgin şövalye seyislerinden daha fazla üşüyen, daha fazla terleyen kimse var mı acaba?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:483) “PAPAĞANLAR ŞEHRİ -------------------------------Dikkatlice bakıyorum ve gerçekten burada hiçbir eşya gerçek eşya değil, Sadece onların tıpa tıp benzeyen karbon kopyalarıdır Akıl, bir bantın verdiği emirlere göre düşünür, ampüller de öyle ışık saçar. Lanet olsun bu gerçekten papağanlar şehri ve ben bu dünyaya boğaza kadar dalmışım meğer.” (Gabriel Chifu<d.1954>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Papağanlar Şehri”, sa:98) “Denny, yine bilincini kaybetmişti. Onu birkaç kez sarstıktan sonra koyu bir kahve ile kendine getirmeye uğraşırlarken kahve tepsisi yere düşmüş, yatağın yarısı kahveye bulanmıştı. Manson ziyaret listesini alarak yola çıkmaktan başka bir çare bulamamış ve sıcağa, sineklere, arabacının sarılığına ve Denny’nin sarhoşluğuna lanet ederek tekrar yola koyulmuştu.” (A.J. Cronin”, “Citadel”, sa:75) “BALKANİ ADA -------------------Haç, hilal, çarmıha geriliş Balkan sabahlarının bulanık tarih girdaplarına ışık saçan yabası. Yumruk, kama, sırtına kurşun Balkan kayalıklarının kamburları üzerine asırlık yazgının üçlü laneti.” (Blaga Dimitrova<d.1922>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02) “Kuyuların çevresinde oturup ağlayan kadınlar kalmıştı köyde yalnızca, bir de hiçbir şeyden anlamayan kömür gözlü kara çocuklar. Hepsi için çok acı duydum. İğrenç bir yolculuk yaptık; ne kadar rüzgar varsa hepsi esti, Ithaca ve Santa Maura açıklarında dağ gibi dalgalar bizim o küçük lanet buharlı gemimizi çekiştirip çalkalamaya başladı, Patras’ta otomotrise yetiştik ve gecenin bir yarısı Atina’ya vardık.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:73) “Salı sabahı tüm kent, zorla ve hileyle tahta oturan Aleksios Dukas Murtzuflo’nun geceleyin kaçtığını fark etmişti. Öksüz kalıp yenik düşen kentliler, selefini (kendinden önce gelen imparatoru) boğarak öldürdüğünde destekledikleri, bir akşam öncesine kadar kutladıkları o taht hırsızına bu kez lanet okumuşlardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:22) “Ubertino devam etti, ‘Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara karşı gereğinden güçsüz davrandığım için suçlanan ben oldum, sapkınlığımdan kuşkulanıldı. Sen de kötülükle savaşmakta gereğinden çok güçsüz davrandın. Kötülük, William, kutsal kaynağa ulaşmamızı engelleyen bu lanet, bu pislik hiç bitmeyecek mi?’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:97-8) “... o kaya, Açıl Susam örneği açılıp öldürücü bir tarraka kustu. Kumandanımız Bill, alnının ortasına ve göğsüne yağan yüzlerce merminin etkisiyle, son duasını söyleyemeden düştü kaldı. Kendimizi daha toparlayamadan bir yaylım daha ve bu kez Dick,dünya dışı bir haykırışla yere uzanıverdi. Thompson’u rasgele, ürkek yıldızlara ve hala saklambaç oynayan aya lanet okurcasına kurşunlar yağdırdı, ama nafile.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:130) “Başkaları, yabani ya da evcil eşeklere, zebralara, mandalara binmişlerdi. İçlerinden bazıları aileleri ve putlarıyla birlikte, kulübelerinin sandal biçimi damlarını da peşlerinden sürüklüyorlardı. Gelenler arasında, çeşmelerin sıcak sularıyla elleri, ayakları buruşmuş Ammonlular; her şeyi kasıp kavurduğu için güneşe lanet okuyan Atarantlar; ölülerini güle oynaya ağaç dallarının altına gömen Trogloditler ve çekirge yiyen iğrenç Auslular ile börtü böcek yiyen Gizantlar da vardı.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:284-5) “Ben daha kavga başlar başlamaz korkmuş, sobanın üstüne sıçramıştım. Oradan Yakov dayının kanayan yaralı yüzünü yıkamaya çalışan büyük annemi seyrediyordum. Dayım ağlıyor, tepiniyor, büyükannem ise tedirgin bir sesle: ‘Lanet herifler! Vahşi soy! Aklınızı başınıza toplayın!’ diye söyleniyordu.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:17) “Deborah’nın laneti, bir dibuk <Bir bedenden başka bir bedene giren ruh> ya da cin gibi, kendisini Deborah’nın gövdesi ve ağzı aracılığıyla açığa vuruyordu. Bu lanet hiç bırakmamıştı yakasını. Ameliyatlar yüzünden okula geç başlamış, küçük okul arkadaşlarının onun yokluğunda kurduğu ilk arkadaşlıklardan ve gruplardan yoksun kalmıştı. Bu duruma üzülen yardımsever anne, bu ölümcül ayıbı farkedince hemen işe koyulmuş, en gözde gruptaki kızları evinde ağırlamağa başlamıştı.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:54) “On gün evvel İl’den bir müfettiş geldi. Fok balığı gibi azıdişleri dışarı fırlamış, lanet çehreli (yüzlü) bir şey. Bu müfettişin başkanlığı altıında bir araştırma komisyonu oluşturdular.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:378) “GECEYE DÖNÜŞ -----------------------Ben kuyunun dilsiz gecesiyim Zıtlıklarla yüzleşen. Bedenimde eriyen erkeği kabul ettim İkimizin isteğiyle. İniltimizden hüzünlü şarkılar yükselir Şarkılardan çıkar lanetler Yeryüzündeki suyun içinden.” (Cumana Haddat<d.1970>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.12.07) “LANET <1-12-1998> İki aç doğduk İki göçmen doğduk İki ölü doğduk Bebekliğimizin beşiğinde kaybolduk Ve dedelerimizin mezarlarında Düşen boyunlarımızla çocuklarımız kayboldu Onların çocukları Lanetlendi; Harbert Samuel’in mekanında tarafsız bir mekan olsa da.” (Musa Havamdeh <d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.06.06> “Z.’nin anasını ne diye burada bekletiyorlar? Kadın ne yaptı ki? Oğlunun yaptığına karşı kadının elinden ne gelir? Oğlu lanetlenince ne diye anayı mahkum ediyorlar? Hayır, o da adil değil. Bir sigara tellendirmek istiyorum. Hay Allah cezasını versin, evde unutmuşum!” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109) “Birincide <affa uğramak> zincirlerle, ikincide <durumu ölüme kadar devam ettirmek, kaçmak> inançla bağlıydılar. Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir kötülük, insan topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:420) “Yedi yaşına kadar kulübede büyütülen ve daha sonraları yaz tatillerini orada geçiren küçük yeğen Adrien, Dimi Dayı’nın bu lanetlemelerine tanık olurdu ama yine de onu sevmekten vaz geçmezdi. Aslında belki mantığa aykırı düşecek ama, nedense herkes severdi Dimi’yi… Durmadan dövdüğü eşi, son meteliğine kadar soyduğu anası ve komşuları… Köylüler, her düğün ve her kutlamaya çağırırlardı onu. Çünkü Dimi hem becerikli bir işçi, hem de eşi bulunmayan bir flüt çalgıcısı idi.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:94-5) “BAĞ Ndaba oğlu Gumede, işte ben. Göstermeye geldim Bu değirmen taşını Masilela’nın, annemin. Ağırdır taş, ağırlık vermiş sanki büyüyle. Su kabağı yüreğini bıraktı ona. Unutmayın Mpembeni evinde Olmaya ki böcekler ürer üzerinde. Yaşam lanet edebilir bize Çocukları gibi davranmadığımız için.” (Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07) “Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler... Gelsin! diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11) “Gökyüzü <Yelken, 1959> O kaygısız alayı sonsuz gök mavisinin Gamsız güzelliğiyle ezer çiçekler gibi, Kupkuru bir acılar çölünde için için Ökeliğine lanet eden güçsüz şairi. <Ökelik: Deha düzeyinde üstün insan> (Stephane Mallarmé <1842-1898>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.06.05) “TERÖRİST 2003 --------------------Soruyorlar şimdi bana, gelip bizle çalışsana, Zor tuttum nefesimi, basacaktım okkalı küfürü, Aptallar mı neler, bilmem neyi içerim de Allah’ın lanetledikleriyle çalışmak yerine.” (Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74) “BİR KADEH BEYOĞLU -----------------------------siz tanımazsınız beni ne beni ne de tutkulu adımların yokuş çıktığı eski ve sürekli bir lanetle başlayan serüvenini afife jale’nin.” (M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:11) “DİVAN’dan <1861> 90 1. Galiba kanını bulundurdum Kalbim arzulandığından yanarken 2. Namuslu bir kadının yanlızlığı Ancak varlığını güzelleştiriyorken 3. Örtündüğü giysinin altında bedeni oynarken Yüzü lanetler örtündüğü giysiden 4. Dünde ölenlerle ölünmez Ölünün tadını izlemeden (El Mütenebbi<911-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.04) “Bird anahtarı kontağa yerleştirerek motoru çalıştırdı. Kasıkları, saunaya girmiş gibi bir anda ter içinde kalıvermişti. Direksiyon Bird’ün parmaklarını hemen kaçırmasına neden olacak şekilde yanıyordu. ‘Lanet olsun’ dedi Bird öfkeyle. (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:158) “BİR AFRİKA AĞITI ---------------------------Lanet okumuyoruz meyvelere tatlıyken, Ya da sular üzerinde kibarca seken ışıklara, Şükrediyoruz koşullarımıza acılar içinde bile. Şükrediyoruz sessizce.” (Ben Okri <d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.02.10) “YILLARDAN SONRA ----------------------------Güya hep aynıyız. Ne ki bugün sen karşıma dikilsen, bakacağım yok. Eski hisler kabarsa da aniden, boğarım onları... çok geç artık, çok. Ah, içimden lanet olsun diyorum bu boş inada da, ayrılığa da. İkimiz adına geberiyorum.” (Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.03.07) “Hemencecik fazlasıyla pahalı olacağı prensibinden hareketle, en iyi çözüm yolunun bir marangozhaneden aynı boyda, işlenmemiş durumda, yuvarlak bir sopa satın alıp, gerçek bir işaret sopasına olabildiğince benzemesini sağlayana kadar üstünde çalışmam olduğuna karar verildi. Öyle de yapıldı. Annem de babam da, ne lehime ne de aleyhime, bu işe karışmamışlardı. Cumartesi öğleden sonralı ve pazarlar da dahil olmak üzere belki de iki hafta boyunca, elimde çakıyla, tıpkı bir mahkum gibi, o lanet sopayı yonttum, rendeledim, törpüledim, eğeledim, cilaladım durdum.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76) “EDMUND - Efendimiz, ihtiyar ve zavallı kralı güvenilir muhafızların sorumluluğu altında bir yere kapamayı uygun buldum. Biliyorsunuz, yaşının ve hele krallık ünvanının bir sihiri, bir çekiciliği var..... Şimdi daha terlerimiz kurumadı, kanlarımız dinmedi, arkadaş arkadaşa ağlıyor; savaşın acısını çekenler, daha hırslar yatışmadan, en haklı davalara bile lanet ederler.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:146-7) “Düşünce insanların ve kaderin gözünden Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım; İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden, Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99) “Joel, afalladı kaldı. Zenci, dürüst bir adamdı. Ya kendisi neydi? Onun yüzünden, dört adam günlerce içerde kalacak ve sırtları yedikleri sopalardan yarılacaktı. Ağızlarından fışkıracak her iniltide, belki daha sonra uğursuz bir öç şarkısı oluşturacak sonsuz bir lanetleme bulunacaktı.” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:111) “‘Gerçi gazete alıp da ne oluyor ya?... Hiçbir şey olduğu yok. Lanet olsun şu savaşa: Tanrı savaşın belasını versin!.... Yine de, şu salyangozun duvarda ne işi var Allah-aşkına?’ Tabii ya, duvardaki leke! Salyangozmuş.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:52) “Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. -Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt altında tutamıyoruz=koruyamıyoruz). Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile içi0nde, karnı burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250) Lanete mazhar olmak; Laneti üzerinde olmak; Lanetli, Lanetlenmiş : Beddua almak, günahı vebali boynuna; Beddualı “İlk hafta koyunlardan biri ölüyor ve çok uzaklardan gelip anneme büyük bir zenginlik vaat ettikten sonra bize hiçbir şey bırakmadan giden bir adamın oğlu olduğum için benim lanetlenmiş olduğum hakkında etrafta dedikodu çıkıyor.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:186) “Geçirdiği bu krizler, yaşarken sırtında taşıdığı bir yük. Krizlerin yaklaştığına ilişkin önsezilere kulak vererek, işaretlerden anlam çıkarmaya çalışarak ne çok zaman geçtiğini şimdiye kadar kimseye itiraf etmedi. Neden lanetliyim ben, diye haykırıyor sessizce, toprağı deyneğiyle döverek, kayalardan yanıt bekleyerek.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:81) Çıplak, etleri iğrenç kurbağalarca kemirilen, tiksindirici bir gırtlakla kendi lanetlenişini uluyan, bacakları tıpkı bir grifininki gibi sert kıllarla kaplı, şiş göbekli bir satirle çiftleşmiş kösnül bir kadın gördüm; c0imri bir adam gördüm...” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:74) “... ve Şeyh Bahaeddin, Tanrı’nın kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve: ‘Madem ki bu dünyadan gideceğim, hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi değil, inayete mazhar olan bir kul gibi gideyim’ dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta oldu ve on üç günde Tanrı’nın rahmetine kavuştu.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:348) “-Piskopos babamıza söz veriyorum, onun itaatli evladı olacağım. Ama bu beni öldürecek. -Dünyadaki hayatını kim arar? Sade ölümümüz bahtlı olsun! -Ölümüm lanetli olacak, pederim. Çünkü kilisenin ıslak cenaze odasında yatacağım ve açıkta, rüzgarların uçuştuğu bozkırda dinlenemeyeceğim düşüncesi, ölürken bile beni rahat bırakmayacak.” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:17) “Birincide <affa uğramak> zincirlerle, ikincide <durumu ölüme kadar devam ettirmek, kaçmak> inançla bağlıydılar. Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir kötülük, insan topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:420) “Duydukları, cehennemin derinliklerinden çıkıp gelen, sonsuza dek lanetlenmişlerin Tanrıya yakarış sesiydi sanki! Çanlar saat biri vurduğunda, ne hancının kendine gelmesine, ne de toplanan insanların öfkeye kapılmasına fırsat kalmadan sesleri birden kesiliverdi. Alınlarından çenelerine, göğüslerine akan iri ter tanelerini 0mendilleriyle sildile. Paltolarını çıkarıp yere döşemenin üzerine serdiler ve yatıp derin bir uykuya daldılar. Saatlerdir yaşadıkları iç gerilimin tutsağı olmuşlardı sonunda. Bitkindiler. Hancı onların derin uykuya daldıklarını görünce, rahatlamış bir halde haç çıkardı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie Ya Da Müziğin Gücü”, sa:129) “Buna <Levi’nin esir alınıp Auschwitz’de kimyager olarak çalıştığı fabrikanın adı. 28 Aralık 1945> Parçalanmış ayaklar ve lanetlenmiş toprak, Uzun bir sıra yine, bu sisli sabahta. Binlerce bacadan tütüyor Buna Diğer günler gibi bir gün bekliyor bizleri. Şafakta düdükler yine korkunç: ‘Siz ölü yüzlü kalabalıklar Çamurların monoton dehşetinde Izdırap çekilecek yeni bir gün doğuyor’ ” (Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06) “Methiye <32> 27. Yüzlerinden geçen günlerin Kavuru bütün lanetlenip kesilenden” (El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.07.04) “O aralık lokantacı kadının: -Seni hırsız çapkın sesi! Bedava yiyip içmeyi, ala yatakta yatmayı ben sana gösteririm. Papazın da: -Delikanlı! Bu kadar kişinin laneti üzerine olur!. Ah, ne yaptın? dediğini işitiyordum.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:97) Lanete gelesi; Lanet okumak; Lanet olası; Lanet olsun; Lanet savurmak, yağdırmak : Beddua okumak, öfkeyle fena şeyler dilemek “ ‘Lanet olsun!’ diye sövdüklerini duydum. O sırada bir araba siren çalarak tepesindeki dönen kırmızı ışıkla köprüye geldi. Bu kasabamızda devriye gezen eyalet polisi Vigil’di.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima!”, sa:35) “Hiç gün doğmayacak mı? Halbuki ben horoz sesini işiteli çok zaman oldu. Kölelerim de korkuyorlar! Eskiden böyle olmazdı. Ey Savaş, sana bin bir neden yüzünden lanet olsun. Kölelerimi cezalandırmama bile izin verilmiyor. İşte bu terbiyeli delikanlı da uyanmaz ama, beş kürkün içine yusyuvarlak sarılmış sarmalanmış yellenir. (Tekrar yatar.)” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:21) “Karanlık Bir köşe ----------------------Düşen elmayı armağan ederim beni lanetleyen kaderimi giyinirim. Erkek bağırır kadın çığlık çığlığa, patlatırım sahne başıma yıkılır.” (A. Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.10) “PANTER -----------el açarım yine, bil o esmer güzelliğe hem de lanetle değil en içten dua ile.” (Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.12.08) “ELSİNORE” Atreus sarayında da Elsinore’da olduğu gibi Her şey olumluydu - duvarlar kalındı Uzayıp giden salonlar yankı yapıyor, Kadim lanetin hırıltısı duyuluyordu” (Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 8 temmuz 2000) “Titanyum tüp gürültülü bir şekilde tıkırdadı ve Langdon elini sanki yanmış gibi geri çekti. Lanet olsun. Kendi kendine açılıp ölümcül bir gaz yayacakmış gibi duran tübe baktı. Tüp üç saniye sonra tekrar tıkladı, belli ki kilidini açıyordu. Nutku tutulan Langdon, Sierra’ya baktı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:69) “ ‘Dijital Kale’yi yeniden yazmak hastalıklı bir şey!’ diye bağıırdı Hale. ‘Lanet olası, sen de bunun ne anlama geleceğini çok iyi biliyorsun - NSA’nın her şeye erişimi!’ Sirenler onun sesini bastırıyordu ama Hale çıldırmış gibiydi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:305) “ ‘... Bay Langdon? Üçüncü kanaldasınız. Komutan birinci kanalda sizden haber bekliyor.’ ‘Birinci kanalda olduğunu biliyorum lanet olası! Onunla konuşmak istemiyorum. Camerlengo’yla konuşmak istiyorum. Şimdi! Biri bana onu bulsun.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:357) “Uzay gemisindeki 8-10 kadın ve erkek, Nuh’un yeni gemisi, insanlığın yorgun tohumunu başka bir gezegene ekmek? Ve bu battaniyenin beni öldürmeye çalıştığına inanacak adam veya kadın nerde? Bir tek kişi yok, lanet olsun!” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41) “ ‘Tanrıya şükür.’ diye derin bir soluk aldı Kien. ‘Neyse ki kadın öldü, o lanet olası yemek kitabı da yakınlarda çıkmayacak. Mahkemede, bu konuya da değineceğim. Dünya dinleyecek!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:308) “Bu kaba şakaları hiç kaldıramayan hancı, başka bir çıngar çıkmadan konuğuna şu lanet olası şövalyelik rütbesini vermeyi kararlaştırdı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25) “Bu arada Petrus garsondan söz etmeyi sürdürüyordu. En sonunda, yine Hıristiyanlıktan kanıtlar göstererek kendini doğru davrandığına inandırmayı başardı. ‘Hz. İsa zina yapan kadını bağışlamış, ondan bir inciri esirgeyen adamı lanetlemişti. Eh, benim de iyilik perisi olacak halim yok.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:76) “Lanet, güçlünün oturup kendine, ‘Şu işi yaparsam benim ve ailemin lanetleneceğini söylüyorlar yapmalı mıyım, diye sorduğu ve, ‘Yok artık! Tanrılar kimmiş, lanet neymiş,’ cevabını verdiği an vücut buluyor. O saygısız, soyundan gelenleri lanete uğratıyor; karşılığında da torunları ona lanet okuyor.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:59) “MAŞA (Babasına.) - Baba, izin ver de bir at versinler kocama. Eve gitmesi gerek. ŞAMRAYEV (Öfkeyle taklit ederek.) - ‘At versinler...’, ‘Eve gitmesi gerek...’ Hayvanlar istasyondan yeni döndü, görmedin mi? Yine yola koşamayız ya! MAŞA - At köküne kıran girmedi ki canım... (Babasının sustuğunu görünce elini lanet olsun anlamında sallar.) Size dert anlatmak mı!..” (A. Çehov, “Martı”, sa:86) “Campion da tek ayağının üstünde ondan farklı değildi. Graecen onu rahatlatsın diye usulca Virginia’nın kolunu sıkmıştı, kızın da aynı sıcaklıkla cevap vermesi üzerine içinden kendine lanet okuyordu. Alçak sesle aklına gelen her küfrü saydı. Kapana kısılacağa benziyordu giderek - koşulların da yardımıyla kendi içinde bulunduğu durum yüzünden. Paldur küldür hızlanarak budalaca bir romantikliğe doğru, çaktırmadan yokuş aşağı iniyordu ta ki… ta ki…” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:176) “Arada bir evde halamla aralarında otorite çatışması olurdu ve beybam hemen daima yeni eşinin tarafını tutardı. Bir seferinde taşlıkta yuvarlak masamızda yemek yerken beybamın sinirlenip tüm siniyi duvara geçirdiğini ve bizlerin ağlayarak odalarımıza gittiğimizi anımsarım. Onun zaman zaman böyle içkili anlarında parlamasından son derece korkar, lanetler okurdum. O merete verilen parayla eve neler alınmaz, çocuklara ne oyuncaklar, ne hediyeler getirilmezdi?” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:52) “... küçük Slava birbirine düşman gibi duran şu iki dostun gizli bir şey söylemeye niyetlendikleri böyle bir günde, yanında biri olduğu halde, etrafını çevirenn bu saydam tüller arasında görünmüştü. Slava, yanına bir arkadaş, yani Vinska’yı almıştı. Bunu, Pavel’le Arnost, aynı anda sezdiler ve biri bağırarak, diğeri de mırıldanarak, aynı şeyi tekrarladılar: ‘lanet olsun!’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:251) “MÜDÜR - Ne bırtı! Hadi çocuklaşmayın... Bir sürü boktan haberleriyle bizimle dalga geçen o lanet olasıca gazetecilerin gözleri üzerimizdeyken, birbirimizle iyi geçinmek zorundayız... Çekiştirip durmayın...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:26) “ROSA -... Sonra diğer kadın, metres, ağır hastalanıp, korkunç ızdıraplar içinde ölüyordu... (Lucia gücenir) Hadi, hadi şaka yapıyorum... Lucia seni seviyorum... ama önceleri sana kızıyordum... sana lanet yağdırıyordum...” (D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:57) “ELIZABETH -... Bu da nesi?.. Marta neden her yeri kapalı tutuyorsun?..... Ah! Stuart, lanet olasıca! (Masanın üzerinden kamayı alır.) Defol! Korkmuyorum senden... (Elindeki kamayla kıpırdayan perdeye doğru atılır.) Senden de. Gördüm seni piç kurusu. Deşeceğim seni. (Kamayı perdeye batırır)” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8) “YERYÜZÜ AYETLERİ -----------------------------insanlar düşmüş insanlar güruhu lanetli cesetlerinin ağırlığı altında yılgın, yorgun ve şaşkın gurbetten gurbete koşuyordu cinayetin acıyan isteği avuçlarında kabarıyordu” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79) “Emma çocuğu yerden kaldırmak için koştu, çıngırağı çalayım derken ipi kopardı, avazı çıktığınca bağırarak hizmetçiyi çağırdı, tam kendi kendine lanetler yağdıracağı sırada Charles göründü….. Emma sakin bir sesle: ‘Baksana şuna, şekerim,’ dedi. ‘Oyun oynarken yere düştü, yanağı kesildi.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:129) “FAUST -... Duygularımızı etkileyen göz kamaştırıcı hayallere ve rüyalarımıza girerek bizi aldatan şan ve şöhret hülyasına lanet olsun! Sahip olmamızın gururumuzu okşayan çoluk, çocuk, uşak ve sapan gibi şeylerin hepsine lanet olsun! Sunduğu servetlerle bize cesurca işler yaptıran ve gereksiz eğlenceler için bize taban hazırlayan zenginliğe de lanet olsun! Üzümlerin güzel kokulu suyuna ve aşkına o en yüksek duyarlılığına lanet! Umuda, imana ve hepsinden önce de sabıra lanet!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:77) “EUGENIO - Lanet olsun, hiç şansım yok. Hepsini kaybettim. Bir kakao uğruna on zekkino kaybettim.... Beni kandırarak oyuna sokmak, bütün paralarımı dolandırmak, sonra da verdiğim söze güven beslememek? Şimdi artık inadım tuttu; yarın sabaha kadar oynamak isterim.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58) “Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu: ‘Evlendiğimde budalanın tekiydim -nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen lanet olası genç bir budalaydım- bunu biliyorsun, değil mi?’ ” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11) “O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir ahla onu duvar kenarına çekerek: -Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım. -La vallah, benden izinsiz çıkmaz. -Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü. -Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359) “ ‘... Kedilerin müzik kulağı yoktur derler, onun için de kanaryaların şakımasına dayanamazlarmış. Geberesiceye nasıl sövdüm bilemezsiniz; anasını sattığımın kedisi dedim, Allah seni sürüm sürüm süründürsün. Ama en çok da kendime de lanet okudum. Bu rezil hayvanı nasıl bir cezaya çarptıralım diye saatlerdir sizi bekliyorum.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190-1) “Söylenenleri dikkatle dinleyen Narziss başını salladı. ‘Çok ani oldu,’ dedi. ‘Ama buna benzer bir şey beklemiştim zaten. Seni sık sık düşüneceğim. Seni çok arayacağım, dostum. Benden yapmamı istediğin bir şey var mı?’ ‘Mümkünse bizim Başrahip Daniel’e söyler misin, bana bütün bütün lanet okumasın. Manastırda senin dışında hakkımdaki düşüncelerine önem verdiğim tek kişi varsa odur. O ve sen!’ ” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:96) “---------yerde.... çırılçıplak... ısırıp öpüyorduk birbirimizi... bir gözümüz kapıda... çıplak yakalanmayalım diye... acele ediyordu kadın... ve ben düzüyordum onu... sıyırıyordu başına kadar soyar gibi sosisi... lanetler okuyup Bapolas’a... ----------” (Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:66) “Sayın piskopos, yahova varsayımı beni yoruyor. Bu varsayım ancak çarpuk çurpuk bedenli, kafası boş insanlar üretmekten başka bir işe yaramaz. Bana eziyet eden şu büyük evrene lanet olsun! Selam! Sıfır!” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59) “Mihail, sözünü yarıda kesti, bir başka sigara sardı ve bakışlarını yeniden Adrien’in gözlerine dikip ona ansızın sordu: -Hiç özgürlüğünü yitirdin mi? -Hayır, asla! -Günün birinde onu, bir an, güç bir anda, yitirmeni dilerim..... Özgürlüklerini hiç yitirmemiş kimse, ne ruhunun kaynaklarını ne de zayıflıklarını bilmez. Ah, şu lanet olası yeryüzünde, hiçbir şey düzenli değildir; dengeyi yitirinceye dek, her şeyi duyumsamak iyidir!” (P. Istrati, “Mihail”, sa:176) “ARISTOVULOS ---------------------Anası, büyük Prenses, bu en yüce İbrani kadın, ağlayıp dövünüyor: Aleksandra ağlayıp dövünüyor bu felakete. Ama yalnız kalınca değişiyor, ağlayıp sızlaması. İnliyor, kuduruyor, küfredip lanetler yağdırıyor.” (Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.03) “ (Babam) papazlardan nefret ederdi; bir tanesiyle yolda karşılaştı mı, bu kötü raslantıyı defetmek için istavroz çıkarır ve papaz korka korka ona: ‘Günaydın, Kapetan Mihali!’ diye selam verdiği zaman da: ‘Lanetin üstüme olsun!’ diye karşılık verirdi. Papazları görmemek için, kiliseye ya da tapınağa gitmezdi.” (Ek.: Çevirenin notu: “Yunanlılar ‘lanet olsun sana!’ sözünü çok kullanırlar. Özellikle papazların çok kullandığı bir deyimdir bu. Yazar, burada, papazın bu adeti bildiği için, nasılsa lanetleneceğini anlayan babasının, papazdan önce davrandığını belirtmek istiyor.”) (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:26) “ ‘Lanet olsun sana!’ diye mırıldandı Barabbas, tir tir titreyerek. ‘Allah belanı versin, hayalet misin sen?’ Lazarus’un sağ koluna yapışıp hızla sarstı. ‘Söyle hayalet olduğunu, bırakacağım seni.’ ” (Nikos Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:474) “ADAM, kendi kendine. - Hay lanet olsun! Ne yapayım bilmem... Ben ayrılırken bir şey şangırdamıştı!... LICHT, onu ürküterek - Bay Yargıç siz...? ADAM - Ben mi? Namusum hakkı için değil! Ben dikkatle asmıştım. Öküz değilim ya...” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29) “Kızını bağışlamaya hazırdı o anda. Genç kadın ise, bu durumu kabul etmemekte direniyordu. Çıldırmış gibiydi. İşte o an, annesinin sabrı taştı; birden oturduğu yerden fırladı ve ‘Git... gözüm görmesin seni. Sen hiçbir şeye değmezsin. Seni doğurduğum güne lanet olsun!..’ diye haykırdı, odadan çıkıp gitti.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:36) “Kapris No:2 <1968> Lanet olsun! Bu dünya öylesine neşeli, öylesine eğlenceli, öylesine nazik ki, gittikçe asılan birinin evini andırıyor! ve ben sırıtıyorum!” (Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07) “ ‘Ben anarşistim, ölünceye kadar da öyle kalacağım. Dükkandan içeri kötü niyetli biri girerse -ister polis, ister gerilla olsun- bu tüfek patlayacak! Lanet olsun! Kahrolsun komünizm! Polislere ölüm!’ ” (M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:250) “Grimsi bir leke dokumanın beyazlığını bozuyordu. Gene mi gelmişti? Utançla karışık bir öfke Casa de Caoba’nın <Başkan Trujillo’nun doğduğu kasaba Cristobal’deki çiftlik evi> tatsız anısını sildi. Lanet olsun! Lanet olsun! Bu, yıllardır satın alarak, baskı yaparak, öldürterek savaştığı ve yendiği yüzlerce, binlerce düşmanı gibi değildi. Ta içinde yaşıyordu, etine işlemiş, kanına karışmıştı. (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:26) “Sabah, şafak vakti, bu lanet olası şatodan, oğluyla ayrılmaya karar verdi. Şayet biri onu önleyecek olursa, babasına ve ağabeylerine bir haberci gönderir, onlar da ellerinde silahları, artlarında adamlarıyla gelip onu kurtarırlar ve Şeyh’in şatosunu yerle bir ederlerdi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41) “Bay Gosch’un sağlık durumu kötüydü. Mutlu biri olduğumu sanmayın der gibi anlamlı bir el hareketi yaptı. Artık iyice yaşlanmış ve sağlık şikayetleri artmıştı; biraz önce kendisinin de söylediği gibi artık bir ayağı çukurdaydı. Akşamları aldığı özel içkisini içerken yarısını döküp saçıyordu, elleri öyle titriyordu ki! Lanet okumasının hiçbir yararı olmuyordu...” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522) “İstanbul’a Gittiğimiz Zaman <Santiago’ya Gideceğim Boğulmuş bir deniz kumlar üstünde yatan> F.G. Lorca ---------------------------------------------- İstanbul’a gittiğimiz zaman Reka kalırdı ergenler güveyler dullar Reka kalırdı ağlayışlar acılar lanetlerle Reka kalırdı ah İstanbul’a gittiğimiz zaman” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05) “AŞKA KARŞI -----------------Aşk: gizli bölümler Boyanmış kapıları petek dehlizlerin. İşte böyle. Lanet olsun! S.ktir et! Zulüm. Zaman: taşlaşmış çileklerin taşı; Sterfontein Mağaraları yakınlarında Bir babunun çaldığı piknik sepeti, Yok olmuş iki eş. Evet bu kadar. Lanet-” (Charl-Pierre Naude<d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06) “Bird, kadınların yüzündeki endişe, ümit, hatta sevinci okuduktan sonra başını çevirdi. Ambulan siren çalmaya başlayarak yola çıktığında, Bird sarsıntıyla oturduğu tabureden düşecek gibi olunca, tüm gücünü ayaklarına vererek tutundu. ‘Lanet olası siren!’ ” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:41) “YANK (Acı acı.) - Demek bu kuşlar da bir yere layık görmüyorlar beni. Ihhh, cehennem olsunlar!.... Artık çelik değilim, dünya bana sahip. Ahh, lanet olsun! Göremiyorum, her taraf karanlık, anlıyor musun? Her şey ters! (Aya bakıp abuk sabuk sesler çıkaran bir maymun gibi acı alaylı bir yüz takınır.)” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:64-5) “MARSDEN (Eza duyan bir insan gibi sırıtır.) - Böyle dalgınlıktan bir şey çıkmıyor... lanet olsun şu cinsiyete... Bu gün şu beceriksizliğimizle beraber davul çalıp zinadan bahse kalkışmak...” (Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:8) “LAVINIA (Korkusuz, yukarıya doğru kardeşinin gözlerinin içine bakarak soğukkanlılıkla.) - Yalan söylemediğimi biliyorsun. Büyük baba Hamel’i ziyaret bahanesiyle New York’a gidip durdu. Halbuki gerçekte kendini teslim etmek için. ORIN (Kederli.) - Yalan söylüyorsun, lanet olsun! (Tehdide kalkarak!) Annem hakkında bunu söylemeye cüret ediyorsun ha!” Öyleyse bunu kanıtlamak zorundasın...” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:155) “Fakat o anda kendimi hiç de partinin gözbebeği gibi hissetmiyordum. Aniden, bugünlerde sabahları ne kadar keyiifsiz olduğumun farkına vardım, oysa uykumu alıyordum, iştahım da yerindeydi. Aslında bunun sebebini biliyordum: şu lanet olası takma dişler.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:8) “BAYAN McELLIOT - ‘Ellen ve ben iki saattir şehirde dolanıyoruz. O koca lambalar tepemizde parlarken ve ikişer ikişer dolanan aynasızlar dışında ortada tek bir Tanrı’nın kulu yokken etraf lanet olası bir mezarlık gibi görünüyor.’ SNOUTER - ‘Lanet biri beş geçiyor ve akşam yemeğinden beri tek lokma yemedim! Elbette böylesine lanet bir gecede başımıza bu gelmeliydi, değil mi?’ ” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:192) “ ‘Pale! Pale!’ İşte bunun üzerine arkadaşım elindeki değneği fırlattı ve aceleyle şöyle dedi: ‘O piçler. Yılan onu ararken adımı öğrenirse, sonradan tanır.’ -Gel buraya, dedim yavaşça. Lanet olasıca yaşlı kadın bağırmayı sürdürüyordu.” (C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13) “GECENİN GÜRÜLTÜLERİ ------------------------------------Adamın gözleri kararıyor gecede Bir başkası bunaltıyor garibi Ortada küçük bir para sorunu Lanet olası azıcık bir miktar Belki dört beş ya da altı yüz frank Siz uyuyun iki kulak üüstünde Hani öyle derler içiniz rahat olsun Adamın gözleri kararıyor gecede Yarın aile siyahlara bürünecek Bitti her şey Siz uyuyun iki kulak üstünde İyi geceler.” (Jacques Prévert<1990-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.05.02) “Bardağını masaya koyarak Kern’in gözünün içine baktı. ‘Bir bu eksikti,’ dedi, ‘nerdeyse hüngür hüngür ağlayacaksın. Yahu sende hiç terbiye yok mu?’ Kern, ‘Ağlamıyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Ağlasam bile, her şey vız gelir. Ama lanet olsun, ben hep Steiner’i döndüğümde bulacağım diye düşünmüş durmuştum.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:516) “Akla yol göstermek ------------------------akla yol göstermek ihtiyar bir sarhoş olarak, lafı geveleyen yalvaran lanet eden homurdayan guruldayan Polisin kaza kurşunlarıyla Yere yığılmadan önce” (Jorge Richmann <d.1962>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06) “Sokaklardaki kardeşlerim Ah, siz siyah çocuklar Siz, geceleri bir ürperti gibi ortaya çıkan ince gölgeler, Siz, geceleri yürek parçalayıcı ayak sesleri duyulan Sokaklardaki kardeşlerim, Hapishanelerde tatil yapan, Hastanelerde dinlenen, Hakaretlere gülümseyen, Beyazları korkutan, Ah, siz siyah çocuklar, Siz, siyah otlaklara yayılan sürü suları, Siz, kurşunlardan kurtulan lanet olası gövdeler, Sokaklardaki kardeşlerim.” (Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10) “IAGO -... Zayıf iradeli bazı insanlar vardır ki uykuda gündüz yaptıklarını sayıklarlar; Cassio da bu cinsten: Uykuda ‘Tatlı Desdomona, tedbirli davranalım, sevgimizi gizleyelim,’ dediğini işittim..... ‘Ah tatlı yaratık!’ diye haykırdı. Sonra beni sömürür gibi öptü: Sanki dudaklarında büyüyen puseleri köklerinden çekip koparıyordu. Sonra bacağını baldırımın üzerine attı, içini çekti, öptü ve ‘Seni Mağripliye nasibeden bahta lanet olsun!’ dedi.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:74) “Düşünce insanların ve kaderin gözünden Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım; İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden, Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99) “Bana bakan bu insan da kimdi? Bu gözler benim olamazdı, hiçbir zaman böylesine yassı gözlerim olmamıştı. Bir tavuğun ya da hindinin gözleri gibi parlak, cilalı, boş gözlerdi bunlar. Ve gözlerimin altında şiş ve griden sarıya çalan renklerle torbalar oluşmuştu. ‘Lanet olsun!’ diye düşündüm, bu berbat tuvaletin ışığından olmalı diye düşündüm.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:57) “Nabila içinde korkunç bir enerjinin yükselmekte olduğunu hissetti; bu Tiru’nun, yavrularını koruyan kaplanın sahip olduğu enerji idi. Serbest olan elini yumruk yapıp havaya kaldırdı ve midesinden yükselen bir sesle ‘Alçaklar!’ diye bağırdı. ‘Lanet olasıcalar! Sizi konuşturan öfkeden başka bir şey değil. Ben ve Raj başardık! Çoktan kurtulduk, anlıyor musunuz, kurtulduk!’ ” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:31) “Kaptan gemisine lanet etti. Çatırdılarını ve iç çekişlerini duymazlıktan gelmeye çalıştı. Ölmek istemiyordu. O öfkeyle lostromoya bu gece sonuna yaklaştıkları hayatları pahasına taşıdıkları kargodaki ipleri çalmasını emretti.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:289) “Meleğin Yürüyüşü Bu ölü meleğin başına saplanmış baltayla ve kesik kanatlarıyla üstüne yağdıracak o ölümü o ölümüyle ve bütün şeyler beleğin bilgeliği altında ve kötülük yalnız ondan bu yürüyen meleğe sabır ve imanla tutunurlarve ona şükrederler, yapmadan, bir şey yapmadan lanetlenen zaman ve hayatla ona yardım edip secde ederler...” (Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02) “ ‘Ama o bir Alman!’ ‘Kendi kızım bana o lanet olası ırkın <Musevilik> bizim pırıl pırıl Aryan <Bk.:Aryanizm> ulusumuza ait olduğunu söyleme küstahlığını mı gösteriyor?’ ” (Eva Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:73) “Üç Maria’lar. Kız kurusu azizecikler. Cadılar. Erkeksiz bakireler. O lanet olasıca dedikodu kumkumaları, bakirelik gemisinin içinde cennete gideceklerdi. Bir solucan bile onlara acımazdı...” (W.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28) “Önceleri kimse beni dövmezdi. Ama sonra her şeyi öğrendiler ve zamanlarını, benim bir şeytan, bir baş belası, lanet olasıca bir sokak kedisi olduğumu söyleyerek geçirmeye koyuldular. Buna aldırdığım yoktu. Sokakta olmasam şarkı bile söylemeye başlardım.” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:13) “Ancak Yahudiler onu öyle soyup sovana çevirdiler ki, elinde küçük bir çiftlikten başka bir şey kalmadı. Her gün biraz daha çirkinleşen karısı hırçınlaştı, dayanılmaz oldu; sakat olan yaşlı kadın, Cunégonde’dan da daha çok hırçınlaştı. Bahçede çalışan ve İstanbul’a sebze satmaya giden Cacombo çok iş görüyor ve kötü talihine lanet okuyordu.” (Voltaire, “Candide”, sa:130) “VERA - Bugünlük mektup yok, Baba. PETER - Biliyordum. VERA - Ama yarın bir tane olacak, Baba. PETER - Böyle nankör bir oğula lanet olsun!” (O. Wilde, “Vera Yahut Nihilistler”, sa:32) “Üniformalarından anlaşıldığı kadarıyla bir grup kayıkçı ya da posta tatarı, delikanlıca bir meydan okumayla avaz avaz avaz avaz en yakası açılmadık meyhane şarkılarını söylerlerken bir ağaca doğru savrulup dudaklarında küfürlerle sulara gömüldüler. Yaşlı bir asılzade -kürklü kaftanından ve altın kösteğinden anlaşılıyordu asil olduğu- Orlando’nun durduğu yerin yakınında, son nefesinde bu şeytanlığı planlamakla suçladığı İrlandalı asilere lanetler okuyarak dibi boyladı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:48) “Sıradan bir duygusallıktan kaynaklanan bu söz, Stendhal’in her türlü hissetme imkanını anında yok ediyor. Kendini hayal kırıklığına uğramış ve aldatılmış hissederek ve şu kaba saba adama lanetler yağdırarak öfkeyle çarçabuk uzaklaşıyor oradan.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:170-1) Lapa gibi çökmek : Yorgunluktan bitkin bir halde, oturduğu yere çökmek “Bir sessizlik oldu. Vapur, dalgaların tepesinde dans etmeye başlamıştı; Pierre kendini lapa gibi çökmüş, gevşemiş hissediyordu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:152) Lapa lapa kar yağmak : Büyük parçalar halinde, sürekli kar yağışı “İÇ SIKINTISI -----------------Uzunlukta ne yetişir topal günlere, Karlı yıllar lapa lapa kar yağarken yere, Acı meraksızlığın meyvesi, Bıkkınlık, Varır ölümsüzlük boyutlarına artık.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:145) “TAVERNADA Balta boynumu vurmadan çok önce içimde ölüp giden neşeli bebekler JEAN GENET ------------------Yaşlı kadının ardından Yükseliyor memleketimin tepeleri, O tepede Zamansız kışın karı yağıyor lapa lapa, Ötesinde tepenin Şaman evinin yalnız çatısı, Üstünde çatının İri taneli karda, çocuklar oynuyor.” (C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25) “Dağ köyleri güzeldir -bugün, bir dağ selinin kenarına kıvrılıp yatmış, kendi içine kapanmış, dev akkavaklarla gölgelenmiş Kalkopetria, uğursuz bir şekilde sakin görünüyordu; ama daha yüksekte, kayalık dağ silsilesinin bayağılığını hafifleten hiçbir insan yapımı bir yer yoktu- oysa Amiandos gibi bir köy gördüğümüz zaman acıdan neredeyse soluğumuz kesildi. Acemice tıraşlanmış bir dağ yamacına kurulmuştu. Evler, fabrikalar, kulübeler, lapa lapa kar yağmış gibi bembeyaz toz kaplıydı; nereye baksanız beyaz kar yığınları yükseliyordu, dağın kımıltısız serin havası asbest tozuyla <Kayalifi, Taşpamuğu; Tremolit’in -bir asetik asit tuzu- değişimi sonucu oluşan, bükülebilen, ateşe dayanıklı, ipeğe benzer iplikli mineral> kaplıydı.” (L. Duırrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:156) “Biz böyle konuşurken günbatımı duası sona ermişti. Hizmetçiler akşam yemeği için çekilmeden önce işlerine dönüyorlardı. Rahipler yemekhaneye doğru gidiyorlardı. Hava şimdiden kararmış, kar yağmaya başlamıştı. Hafif, küçük lapalar halinde bir kar; sanırım hemen hemen bütün gece sürecekti; çünkü ertesi sabah tüm ova, daha sonra anlatacağım gibi apak bir örtüyle örtülecekti.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:141) “Hep tilki kürkünden bir paltoya bürünerek evinde dolaşıyor, uyruğuna adalet dağıtıyor, komşuları arasındaki kavgaları yatıştırıyordu. Kışın lapa lapa kar yağışını seyrediyor ya da hikayeler okuyordu. Bahar gelince, katırına binerek, küçücük yollardan yeşeren başakların yanına kadar gidiyor, köylülerle konuşarak öğütlerde bulunuyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52) “Bir gün, ıssızlıktaki bir köyün, bir viran evinde aydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçük İstanbul kızına rastladım. Karakış ortasında, karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızın penceresini açsanız, siz karanlıktan bir bülbül sesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikada bunu duydum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:418) “Hayatın alt tabakalarda insanları kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları, burasunı tutmuyordu. Burada duygu yönünden de durgun, değişimsiz bir hava, karları lapa lapa yağan, kıpırtısız bir dağ iklimi vardı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13) “Orada ayakta dikiliyor ve hıçkırıyordum. Bir anda rüzgar dindi ve kar yağmaya başladı, bu sulu kar değildi, lapa lapa kar yağdı ve kar taneleri üstüme düşüp eriyor, çevremdeki doğaya düşüp onu örtüyordu.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:255) lapidary : (SAN., MÜCEVH., İNG.) <lepi’deri> Hakkak, elmas kesici, cevahirci; mezar taşı yapan adam; kıymetli taş kesme-yontma sanatına ait; lapidate, lapidation : <lepi’deyt, lapi’dasyon> recmetmek, taşlayıp öldürmek; lapidescent : <lepi’desınt> Taş haline girebilen, bir şeyi taş haline koyabilen lapis (çoğul : lapides) : (LAT.,LİTOGR.,MÜCEVH.) <Le’pis, lepidiz> : Taş; lapis infernalis : cehennem taşı; lapis lazuli : (LİTOG.) <le’pislak’suli>: Lacivert taşı, Sodalit grubundan, sodyum alümino-silikat ile, kalsiyum klorür ve kalsiyum sülfattan oluşan deniz mavisi renginde bir taş; bu taşın mavi rengi <Lat.: ‘stone of azure’>; lapis lydius (le’pis lid’yus> : mehenk taşı Bk.: Caduceus “Langdon, kadının kolyesine bakarak, ‘Güzel bir nazarlık,’ dedi. ‘Lapis lazuli mi?’ Sinskey başını evet anlamında sallayıp, dikey duran bir asaya <sopa, baston> sarılı yılan şeklinde kesilmiş taş nazarlığa baktı. ‘Tıbbın sembolü; caduceus. Ama bunu zaten bildiğinize eminim.’ (D. Brown, “Cehennem”, sa:333) lappet : (LAT.İNG;) <le’pit> : sarkık şey; elbisenin az kıvrıklı yeri,; kulak memesi; sarkık et parçası; kadın başlığının sarkık kordelesi lapsus : (LAT.) <lap’sus> : Hata, yanlış; lapsus calami : kalem hatası; lapsus linguae : ağızdan kaçırılan söz; lapsus memoriae : hafıza hatası larceny : (HUK.,İNG.) <lar’seni> : Suç, hıırsızlık, compund larceny : başka suçlarla bir arada yapılan hırsızlık; grand arceny : büyük hırsızlık: petty larceny : küçük hırsızlık larder : (YAPI,İNG.) <lar’dır> : kiler, erzak; larderer : kilerci large : -adv.- : (KOLL.) <larc> : geniş, büyük, cesim; iri, derin; cömert, eli açık; (DEN.) pupa’dan <arka, kıoç bodoslama> gelen rüzgar: (SAN.) : serbest; (MUS.) Orta Çağlarda kulanılan pek uzun bir nota; at l. : serbest, umumiyetle; l. handed : cömert, eli açık; largehearted : iyi kalpli, halden anlayan, cömert ruhlu; l.minded : geniş fikirli, serbest düşünüşlü; at l.: ayrıntılı, serbest, genel; in the l. : tüm içeriği ile; largely : ziyadesiyle, bol bol, büyük; largeness : büyüklük, cesamet; largish : irice, büyücek largess(e) : (KOLL.,İNG.) larghetto : (MUS.,İTA.) Largo : (MUS.İTA.) <lar’ces> : Bahşiş, hediye, ihsan <lar’geto> : Ağırca, ‘largo’dan biraz daha çabuk ritm; largeto <largo> : Batı müziğinde, tempoların en yavaşı; ağır ve görkemli çalış “... ama umarım, Robert, kızını ya da oğlunu bu Kretz denen adamla bir dakika bile yalnız bırakmazsın; ukalalıktan cinsiyetini bile unutmuş. Batma numarası yapıyorlar Robert, ama iyi yapamıyorlar, bir tek largo (müzikteki en ağır tempo) eksik, derken üçüncü sınıf bir mezara giriverirsin...’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:254) lark : (ZOO.,İNG.) <lark> : -isim- Bir kaç çeşit tarla kuşu; rise with the lark : (FİG.) çok erken kalkmak -fiil-: cümbüş etmek, eğlenmek; takılmak, şaka etmek larrikin : larrup : lascar : (PSYCH.,İNG.) <lerikin> : Yaramaz, serseri, haylaz (KOLL.,İNG. -slang-) <le’rap> : -fiil- dövmek, dayak atmak, sopa çekmek (PERS,DENİZ) : <les’kır> : Hintli gemici, Hintli lash : (KOLL.DAV.) : <le’ş> Kamçı darbesi, kamçı ucu; istihza-alay için fırlatılmış söz; vurma, çarpma; kirpik; kamçı ile dövmek; hicvetmek; vurmak, çarpmak; l. oneself into a fury : çok öfkelenmek: l. down : bağlayıp muhafaza etmek; l. together : iple biribirine bağlamak; l. out : birine karşı alaycı söz sarfetmek Lasciete ogni speranza, voi ch’entrate : <Las’iate ogni spe’renza, voi k’ent’rate> : Tüm ümitlerini terket, sen buradan içeri gir! (Cehenneme giriş kapısındaki yazı) = The inscription on the entrance to hell - Look: Dante ALIGHIERI, Inferno, III, 9) ‘Abondon all hope, you who enter here’ (İNG.) lass : (SOSY.) <!e’s> : Genç kız, nişanlı kız, sevgili; lassie : küçük kız, kızcağız; (DAVR.,PSYCH.,İNG.) lasslorn : sevgilisi tarafından reddedilmiş adam lassitude : (FİZY.,İNG.) <le’si’tüd> : yorgunluk, dermansızlık, halsizlik, bitkinlik lasso : (ZOO.,KOLL.) <le’so> : Yabani atları tutmağa mahsus ucu ilmikli ip, kement last : (zamir) <last> : son, en sonraki, en gerideki, geçen, evvelki; sabık, nihayet; l. but not least : son fakat aynı derecede önemli: l. mentioned : en son olarak söylenen; l. night : dün gece; l. offices : cenaze duaları; l. quarter : (ayın) son çeyreği; l. sleep : ölüm, son uyku; l. straw : son had, dayanılmaz derece; L. Supper : Aşai Rabbani; Hz. İsa’nın müridleriyle yediği son yemek <Matta İncili 26: 20-30>; l. Tuesday : Geçen Salı; l. word : son söz, son moda, en mükemmel şey; at l.: nihayet, en sonunda, akıbet; at long l. : en nihayet(te); breath one’s l.: son nefesini vermek, ölmek; in my l. I wrote: son mektubumda yazdım; is one of the l. importance : son derece önemlidir; the two l. : sonuncu iki; the L. Day : Mahşer günü, Kıyamet günü; the l. two : son ve ondan evvelki; the l. word on the matter : problem (konu) hakkında son ve kat’i söz; to the l.: nihayete kadar; when did you see him l.? : onu en son nerede gördünüz?; lastly : velhasıl, son olarak, özet (Yeni Redhouse Lügati) Lata : (KOLLO.,GİYSİ) : Dar ve kalın inşaat tahtası; Osmanlı devrinde, bilim adamlarının giydiği yakası ve kolları setre biçiminde cüppe “Bir ara kendini oracığa atıp ağlamak geldi Hans’ın içinden, ama kendini tuttu, sundurmadan baltayı alıp geldi, sıska kollarıyla kaldırıp kaldırıp tavşan kümesine indirdi, belki yüz parça yaptı kümesi. Latalar ayrılı ayrılıverdi birbirinden, çiviler garç gurç ederek eğilip büküldü, geçen yazdan kalmış bir avuç kokuşmuş tavşan yemi açığa çıktı. Ne varsa hepsinin üzerine baltayı indiriyordu Hans, sanki böylelikle tavşanlara, August’a ve bütün o geride kalmış çocuksu yaşantılara karşı içindeki özlemin hesabını görmek istiyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:16) Latife : Şaka; Güldürecek güzel ve tuhaf söz, hikaye, nükte “Bir derviş, uzun bir yolculuktan sonra bir konağa vardı. Konak sahibi cömert bir insandı. Söz ustaları ve erdemli kişiler onun yemek sohbetindeydiler. Zarif insanların her biri nükteli, latifeli sözler söylüyorlardı. Biri şaka yollu dervişe: ‘Sen de bir şey söylesene,’ dedi. Derviş: ‘Benim sizler gibi üstünlüğüm, sanatım yok... Bir beyitle yetinmeniz gerekecek: ‘Ben, şu aç halim ile, sofranın karşısında, Bekar biri gibiyim, kadınlar hamamında!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:119) LATİNCE : Latin dili, lisanı Öğrenmeye başlamak ister misiniz ? (Not.: Önce “dil” i okuyun lütfen!) ROMAN Dilleri I : LATİNCE Latince denince akla hep eski ROMA İMPARATORLUĞU gelir. O dil, Hıristiyanlık gibi oraya sanki kendi eviymiş gibi yerleştiği gibi; yüzyıllarca o lisan işlendi, entellerin ve en büyük dini meclis ve oluşumun: Papalık resmi dili olarak değişmeden kaldığı gibi, gerek İtalya’da ve gerekse Avrupa’nın diğer ülkelerinde yeni ‘Devlet’ler kurulup kendi benliklerini ve bunun özel bir göstergesi olan yeni resmi “dillerin” gelişimlerine karşın, Yeni Çağlara kadar ulemanın ve entellerin temel dili olarak kaldı; birçok eserler, nüfus kayıtları, doğum ve ölümler, resmi ve gayrı resmi hükümler, o sayede kaybolmadan kilise kayıtlarında yaşadı. İtalya, o muhteşem imparatorluğun ve dünyanın en zengin dilinin doğal bir varisi oldu. O ülkeye bir gezi yapan herkes, tarihin kalıntılarıyla, ister bir su kemeri olsun ister bir harabe ama şahseser (Coliseum), o ihtişamı içinde hissedebiliyor. Sonuçta, Latince bugün müzelik bir dil olmasına karşın, önünde saygı ile eğilmemiz gerekir. * Latince, bugün “ölü dillerden biri” diye anılmasına karşın, yüzyıllarca, entel kişiler arasında, bir ayrıcalık yaratıyordu. Buna çok düşkün olan Lord (George Gordon) BYRON <1788-1824>, “Peppo”sunda, bakın Latince’nin yumuşaklığı için ne diyor? “I love the language, that soft bastard Latin, Which melt like kisses from a female mouth.” Çevirisi: “Lisanı seviyorum, şu ‘piç’ Latin’i Bir kadının ağzından eriyip çıkan öpücükler gibi!” Bu tür hisler, Roma İmparatorluğunun yıkılışını izleyen karanlık günlerde, “Latince’nin nesebi -soyu, geleceği ne olacak?” anlamında, halkın zihninde bir ezgi gibi kaldı. Ama Latince’nin mirası, o gelmiş geçmiş imparatorlukların en kudretlisinin sessiz izleyicileri olarak hemen hemen dünyanın her köşesinde, sessiz bir mabet gibi dikilmiş duruyor. Veyl göremeyene! Latince öğreten “Linguaphone” kitapçıklarından biri de LATİNCE için şöyle der: “Latin is a dead language. As dead as it can be. First, it killed the Romans, now it’s killing me.” <Latince, ‘ölü’ bir lisandır: Olabildiği kadar ölü. İlk önce o Romalıları öldürdü, şimdi de beni!> Aynı kitapçık, Latince’nin ilk kez M.Ö.500 civarlarında, bir pantolon kayışının üzerinde şu sözlerle belirmişti: “Manius made me for Numerious” <İnsan tarafından birçok kimseler için yapılmıştır!> Ama aynı dil, M.S. 1. y.y.’da, ünlü filozof ve şairler CICERO ve VERGIL(ius) ve CEASAR’ı evlat edinen ve onun BRUTUS tarafından hançerlenmesinden sonra krallık tahtına oturan Roma’nın İlk İmparatoru AUGUSTUS devrinde “Golden Age of Latin Literature” <Latin Edebiyatı’nın Altın Çağı> diye anılacaktır. Edgar Allan POE’nun tarihe geçen sözleri, Eski YUNANLILAR’ın ve ROMA’nın büyüklüğünü, Latince’ye atfeder. KATOLİK KİLİSE de, hem vak’anüvis olarak tarihi eserlerin korunmasında ve gerçek insanlık tarihinin sosyal açıdan (evlenme, doğum, ölüm, bağışlar vb.) değişmez, kaybolmaz kayıtlarını muhafazasını, Latince’ye borçludur. A L F A B E: Latince’de, onu izleyen birçok dillerde (Örn.: İtalyanca) olduğu gibi, 24 harf vardır: A (a), ‘ae’: ‘ay’; B (be, ‘t’ or ’s’den önce: p -”urbs”<kent>, ‘örps’), C (ke: Cicero: ‘Kikero’)(ke), D (de), E (e;’ei’:'ey’; F (fe), G ’sert G’; H ‘ha’, I‘i’; K ‘ka’; L ‘le’; M ‘me’, N ‘ne’; O ‘o’, ‘oe’: ‘0′; P ‘pe’; ‘Q Q‘: ‘Qu’ ile: ‘kv’; R ‘re’; S ’se’; T’te’; U ‘u’, ‘ui’:'uy’; V ‘u’ genellikle; X ‘ks’; Y ‘ü’; Z ‘ze’-çok ender rastlanır-. Görülüyor ki olmayanlar: yumuşak ’sesli-vokal’ler: i,ö,ü; sessiz:ğ. Beş seslivokal’i var: a, e, i, o, u. (y), yumuşak Latinceye giren sözcükler içinde ’sesli’ görevi görür. Modern alfabe’lerdeki ‘w’, isim olarak iki ‘u’, ve şekil olarak iki ‘v’den ibarettir, ama Roman alfabesinde yoktur. Zihinleri karıştırabilecek diğer şey: ‘U’ ve ‘V’ nin yalnızca ‘U’ şeklinde temsil edildiğidir. ‘Q’, yalnız yazılmaz, ‘Qu’ olarak geçer ve (k) olarak telaffuz edilir. Keza ‘c’, Türkçedeki ‘c’den farklı olarak ‘k’ gibi tellafuz edilir. Roma yazısı soldan sağadır -Etrüsk’ler tarafından bu yöne çevrilmiştir- ve cümlelere büyük harflerle başlanmaz, her şey küçük harflerle yazılır. Diğerlerinden farklı olarak bu dilde Büyük harflerin kullanılışı, Eski Çağların sonunda ve Orta Çağlar’da görülmeye başlanmıştır. Latince’de her harf okunur; “Birleşik harf’leri”n bazılarını yukarda alfabe’de gördük, daha fazlasını ilerde sırası gelince göreceğiz, yalnız başlangıçta en önemli olan: “ae” kombinasyonunu not edelim: Ayni Latince bileşimini, İngilizce okuyacaksanız, Türkçedeki “i” gibi telaffuz edersiniz, ama bizler bunu Latince’de görünce ‘e’ diye okuyacağız. Bu çok önemlidir, zira ‘e’ harfi, Latince’de çoklukla ‘tekil’i ‘çoğul-plural‘ yapan bir ektir. Örneğin: A. NOMEN (isimler): Via: Yol (f) ; Viae: Yollar. Diğer dillerden farklı olan bir gramer yapısı da, Latince’de, cümle başlıklarında sözcüklerin (harfi tarifler, örneğin ‘the’ vb.) taşımamasıdır. Latince’de v u r g u , eğer sözcük iki heceden oluşmuşsa, stres ilk hece üzerinedir: ‘quo quo - ta.’ (quota). Eğer üç hece’den oluşmuşsa, ikinci hece üzerinedir: pla - ce bo (plasebo). Latince’de sözcükler, birçok diğer Roman dillerinde olduğu gibi : 1) er-erkek (masculinum masculinum), masculinum 2) dişi (femininum femininum), femininum ve 3) nötral (neutrum neutrum)’ neutrum durlar. Bunları baştan ezberlemeniz gerekir. B. VERBUM (Fiiller): Ben okulda altı yıl yalnızca ‘Fransızca’yı sistematik olarak okuduğum için, gramer’ini en iyi bildiğim dildir. Diğerlerini de okurken, öğretmenlerimiz, “basit cümle” kurgusunu öğretmeye kalktıklarında, ilk yaptıkları iş, “OLMAK” fiilini öğretmekti. Biz de aynen böyle yapacağız: (Fr.:’Etre Etre‘; ‘To Be‘; essere‘; estar“, estar‘) Etre İng.:‘To Be İtal.:’essere essere İsp.:’estar estar Port.:’estar estar fiilinin çekimini yaptırmak idi. Şimdi biz bunu L a t i n c e için yapacağız. SUM = ESSE : Olmak A. (Preasens - Şimdiki zaman) a. <Praesens><indicative present> sum : (ben)im es : (sen)sin est : (dır)-o- su‘mos su mos es‘tis es tis sunt (Cogito Cogito ergo sum!) sum = “Düşünüyorum, yorum; o halde varım!” - Descartes. : (biz)iz : (siz)siniz : (onlar)dır b. <Imperfectum><imparfait> (Active Active Imperfect) Imperfect = Geçmişi hikaye etmek e’ram ram : Ben -idim- <yapıyordum> e’ras ras : Sen -idin- e’rat rat : O -idi- era’mus a’mus : Biz -idikera’tus a’tus : Siz -idinize’rant rant : Onlar -idilerc. <future future =futu’rum> = Gelecek e’ro ro : Ben -olacağım- <yapacağım> e’ris ris : Sen -olacaksın- e’rit rit : O -olacak- e’rimus rimus e’ritis ritis : Biz -olacağız: Siz -olacaksınız- e’runt runt : Onlar –olacaklar- İkinci önemli fiil: HABERE :(MALİK OLMAK) tır. Bunu da L a t i n c e için yapalım: (Fr.:’Avoir Avoir‘; To have‘; haben‘; avere‘; haber‘; ter‘) Avoir Ing.:’To have Alm.:’haben haben İta.:’avere avere Spa.: ’haber haber Port.:’ter ter HABERE : Malik Olmak ha’beo o : Benim var ha’bes s : Senin var ha’bett : Onun var habe’mus mus : Bizim var habe’tis tis : Sizin var ha’bent ent : Onların var habe’bam bam : Benim -var idi- habe’bas bas : Senin -var idi- habe’bat bat : Onun -var idi- a) Praesens (Present) : -şimdiki zaman- b) Active Imperfect <imparfait>: hikaye etmek habeba’mus ba’mus : Bizim -var idihabeba’tis ba’tis : Sizin - var idi- habe’bant bant : Onların -var idi- habe’bo bo : Benim olacak habe’bi bis bis : Senin olacak habe’bit bit : Onun olacak habe’bimus bimus : Bizim olacak habe’bitis bitis : Sizin olacak habe’bunt bunt : Onların olacak c) (Future = futu’rus -Gelecekte- Diğer dillerde (İng., Fra. etc.) olduğu gibi, LATİN’cede de, “Habere”ye hemen hemen eşdeğer bir fiil vardır: (POSSE POSSE = Muktedir olmak); bunları karıştırmamalıdır; “posse”, bir “iktidar arzusudur, belirtisidir”, “habere” halihazırda elinde olan ieydir. Örneğin: “Possum Possum dicere” dicere (Possum diçere) = söyleyebilirim (söylemeye muktedirim!) (Fr.:’Posséder Posséder‘; ‘To possess‘; Besitzen‘; possedero’; poseer‘, tener‘; Posséder Ing.:‘To possess Alm.:’Besitzen Besitzen İta.:’possedero’ possedero’ İsp.:’poseer poseer ‘tener tener Port.:’possuido possuido‘) possuido Onun çekimi de şöyledir: POSSE : (Praesens - Şimdiki zaman) Muktedir olmak (Indicativus Activus Praesens) pos--sum : Ben yapabilirim pos-es es : Sen yapabilirsin pos-est est : O yapabilir pos-sumus sumus : Biz yapabiliriz pos--estis : Siz yapabilirsiniz pos-sunt pos sunt : Onlar yapabilirler Çok kullanılan “fill”lerden bazıları : parare : hazırlamak amare : sevmek : taşımak compare : hazırlanmak, beraber olmak desere : durmak portare ludere : oynamak accusare : itham etmek probare : onaylamak scribere yazmak : Şimdi size birkaç “sıfat” (Adiectivum) verelim de, artık küçük ‘cümle’ler yapmaya başlayalım: bo’na mag’na par’va mul’ta : çok : iyi, bonüs : büyük lon’ga no’va : küçük ve’ra la’ta : geniş : uzun : yeni, acemi, yabancı : doğru Örnekler: Sicilia est insula Sicilya bir adadır - Insula est magna - Ada büyüktür Via longa est bona - Uzun sokak güzeldir Uzun sokaklar güzel- Viae longae sunt bonae- dirler * Fiillerin -sözcüklerin bitiş şekillerinin- gruplanmasını, dört belirli-düzgün (regular) olanlarının çekim ve zamana uyum şekillerini yakın gelecekte göreceğiz. Latince’de de, diğerlerinde olduğu gibi, “düzensiz (irregular) fiiller de bulunmaktadır ve bunların da başlıcalarını inceleyeceğiz. Gramer’in Fransızca’ya benzerliği sizleri hayrete düşürecektir. Bazı tekrarlar zaruri olacak, ama prensip olarak, her dil’i kendi branşı altında incelemeye devam edeceğiz. İkinci kez çalışmak istediğinizde, konuları lütfen “her dilin kendi ayrı bölümü” içinde çalışmaya devam edeceğiz; bu demektir ki, diğerlerini okuyun ya da okuyun, bir dili izliyorsanız, gelecek sefer, bir önce bıraktığınız yere dönmeniz gerekecek. Bizim tavsiyemiz, hepsini çalışmasanız dahi, gerçek arzumuza kavuşmak için, hepsine her zaman göz atabilmek en yararlısı olacaktır. Yine, kural olarak, her ders her dilin altına, ona özgü sözcük ya da tarihten ünlü deyim ya da mesaj’ları bilgi hazinenizi zenginleştirmek için, bazı sözcük ve deyimler ekleyeceğiz. Ezberlenecek sözcükler: agricola (m) : köylü, çiftçi schola (f) : okul amica (f) : kız arkadaş anne (f) : mater ada (f) : insula baba (m) : pater gül (f) : rosa ana-baba (m) : parens lingua (f) : terra (f) : arazi, dünya, toprak dil filia (f) : kız çocuk kardeş : frater (m), soror (f) Önemli deyimler ve sözler : .Veni Veni, Veni vidi, vidi vici (Sezar’ın Senato’da başarılı olduğu bir münakaşadan sonra söylediği söz: “Geldim, gördüm, yendim!” .Sine Sine qua non “Olmazsa olmaz!” ögesi. Özellikle yasamada, ya da örneğin tiyatro’da: “Seyirci, tiyatronun ‘olmazsa olmaz’ öge’sidir!” .Ad Ad usum proprium ”Kendi şahsıma mahsus; Şahsım tarafından kullanıl- ---ad ad personam mak üzere..” Özellikle bir hekim kendine bir reçete yazarsa .e e pluribus unum “Birçoklardan biri..” - Amerika Birleşik Devletleri metal paraların üzerindeki yazı. ‘Otorize edilmiş’ (authorized version) - Bible gibi. .a.v a.v. a.v .”amicus amicus Plato sed magis ”Platon’u severim, ancak gerçeği daha çok.” amica est veritas“ veritas ARISTOTELES * * * N O M E N (isimleri), geçmiş derslerde, a) c i n s l e r’ine (genus) göre, üçe ayırmıştık I. ‘Erkek’ <masculinum>, II. ‘Dişi’ <femininum>, III. ‘Nötral-cinssiz” <neutrum> b) s a y ı l a r’ına (numerus) göre de, ikiye ayırmıştık I. ‘Tekil’ <singularis>, II. ‘Çoğul’ <pluralis> c) h a l l e r’ine (casus) göre de, Türkçe dahil, hemen hemen tüm dillerde olduğu gibi (6) -altı- sınıfa ayırırız. Bunlar çok önemlidir, zira isimler, bu ‘haller’e göre çekimlerinde farklılık kazanacaklardır. I. “Nominatif” <nominativus> : Y a l ı n hali ‘Yüklem’i, ‘çekimli fiil’ olan bir tümce’de, ö z n e, kat’i olarak <nominativus> şeklindedir. Fiil’i yapanın KİM ve yaptığı NE sorularına yanıt verir. II. “Genitif” <genetivus> : İ y e l i k hali. İsim tamlama’sının, KİMİN? ve NEYİN? sorularına yanıt vermektedir. III. “Datif” <dativus> : “-e-hali” hali ; KİMİN İÇİN? KİME? NEYE? sorularına yanıt verir. IV. “Aküzatif” <accusativus> : “-ii- hali” hali ; Tümce içinde “nesne”, ‘aküzatif” halindedir, yaptığı soruşturulur. ?KİMİ, ?NEYİ? sorularına yanıt verir. V. “Ablatif” <ablativus> : NE İLE? sorusuna yanıt verir. Birtakım ‘prepozisyon’ (edat)’larla <praepositio> ile birlikte, örneğin: (in+ablativus) : NEREDE? (in: içinde, üzerinde, arasında) ; (cum+ablativus) : KİMİNLE? (cum: = kum : ile) ; (ex-ablativus) : NEREDEN? (eks: tarafından, dışından) ; (a; ab -ablativus) : KİMİNLE, KİMİN TARAFINDAN? (a, ab : tarafından, uzağından), ek olarak, KİMDEN? KİMİN TARAFINDAN?’ ı yanıtlar. VI. “Seslenme” <vocalius>: Hitap, seslenme: e y! o y! ———- -devam edecek- İ.E. Laubali : Gayrı ciddi, senli benli, saygısız “Ne ağzından tek bir sözcük çıkıyor, ne de yüzünün ifadesi değişiyordu, tek yaptığı, zaman zaman parmaklarının arasında yanmamış bir sigarayı yuvarlamaktı, adamakıllı laubali biriydi anlaşılan.” (P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:23) Laudon, Mareşal Gideon Ernest : Yedi Yıl Savaşı ve Avusturya’nın 1788’de katıldığı Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Habsburg’ların en başarılı komutanları arasında yer alan Avusturyalı Mareşal Gideon Ernest Laudon <1717-1790>, Prusya Kralı II. Fridrich’in ordusunu yenilgiye uğrattıktan sonra Avusturya ordularının başkomutanlığına getirilmiştir “Albay Gerbich’in artrit nöbeti tutmamışsa, odası her rütbeden subay ve astsubayla dolardı. Böyle ender durumlarda dünyayı toz pembe gören albay, çevresindekiilere o açık saçık hikayeleri anlatmadam edemezdi. Olağanüstü bir keyif alırdı bundan. Ötekiler ise, belki de ta Mareşal Laudon döneminden beri dillerde dolaşan bu fıkraları kimbilir kaçıncı kez dinleyip kahkahalar atarlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:250) Laus Deo : (LAT.,DİN,KOLL.) <Lav’s Deo> : Allahına şükret! = Praise be to God (İNG.) Lavman : Barsak tembelliği, polip’ler, kalın barsak rahatsızlıkları, ülser’ler, romatizma v.b. rahatsızlıklarla kronik kabız ortaya çıkınca, geçici olarak, anüs yolundan, kimyevi sıvı verilmesi “Herkes bakımdan payına düşeni fazlasıyla aldı. Kimi, Allahınızdan bulun diye bela okuyor; kimi de bir gün ben de sıhhiye olursam Allah sizi elime düşürmesin diye tehditler savuruyordu. Bir tek Şvayk dayanıklı çıkmıştı. Kendisine lavman yapan sıhhiye erine, ‘Sakın iltimas geçme bana,’ dedi. ‘Ettiğin yemini unutma. Burada yatan baban da olsa, gözünü kırpmadan sokacaksın şırıngayı kıçına. Bil ki, Avusturya’nın kaderi bu şırıngalara bağlı. Zafer bizimdir!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:92) Lavta, lavtacı : Ut yavrusu, mızrapla çalınan ilkel tip bir musiki aleti. Daha ziyade halk sanatkarları ve Roman’lar arasında popülerdir; Bu çalgıyı çalan sanatkar “İki üç gündür, burada öyle bir düğün hazırlığı var ki, sanırsınız, masallardaki peri padişahının kızı ile eski Hindistan hükümdarlarından birinin oğlu evlenecek... Halbuki, yaşlı bir lavtacının <lavta: -mızrapla çalınan ut yavrusu bir halk çalgısı- çalgısını çalan sanatkar> oğlu olan kemancılardan biriyle eski bir zurnacı’nın kızı evlenecekler...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201) Laydak : Aşağılık, serseri kimse (Argo) “İçmekten fitil gibi olmuş Kalganov öğüt verir bir halle, -Vazgeçin şu Polonya’yı yemekten; dedi. -Sen sus çocuk! Herife aşağılık demek ne diye Polonya’yı yemek olsun. Bu laydak Polonya’yı temsil etmiyor ya…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:134) Lay Lay Lom (Okulu) : Hayatı ciddiye almayıp sırf laf olsun diye eğlenmek, sosyalleşmek için okula giden grup gençler “EY İNCİ DOLU ÜLKE ----------------------------yarından itibaren Haçik’in dükkanındaki zulada birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim” (Furuğ-Ferruhzad-<1835-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59) layout : (KOLL.,İNG) <ley’aut> : Plan, tertip; takım, aletler takımı; (argo) ziyafet layover : (SOSY.,İNG) <ley’over> : Konaklama, bir yerde duraklama lazar : (TIP.,BİYO.) <le’zır> : Fakirlere ve bilhassa cüzzamlı hasta-fakirlere mahsus hastane; karantina; lazaretto (TIP,İTA.) <le’zareto> : Fakirlere ve özellikle cüzzamlılara <Lepra> mahsus hastane, bakımevi; (DEN.) : Geminin kıç tarafındaki erzak ambarı, kumanyalık lazzarone : (SOSY.,İTA.) <leze’rone; çoğul: ‘i’> : Napoli’nin adi işlerle veya dilencilikle geçinen en aşağı halk tabakası lea : (DOĞA,KOLL.,İNG.) <li> : 1) Çayırlık, otlak, mera; 2) 120 – 300 yarda arasında değişen iplik ölçüsü leasing : (MYTH.,KOLL.) <li’sin> : -Özellikle eski zamanlarda yaygındı- Yalan, yalancılık leather-head : (SLANG,İNG.) <le’dır hed> : Mankafa, eşek kafalı; leather-neck <le’dır nek> : Bahriyeli <Yeni Redhouse Lügati> Leb demeden leblebiyi anlamak, çakmak : Çok zeki kimse; karşısındaki daha ağzını açmadan ne söyleneneceğini sezebilmek “Sanki anadan doğma pandomimacı mübarek. Şöyle yapmış olmalı (Pandomima yapar). Simca’nın sürücüsü akıllı adamdır. Leb demeden leblebiyi anlar. Marino’nun demek istediklerini anlamıştır.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:32) “... hem Gavur Etem’in dediği gibi, İstanbul!un bu meşhur ve çok bilmiş hanende ve çengi kızları hiç de Nazlı’lara, Gülizar’lara falan benzemiyor. Bunlar daha lep demeden leblebiyi çakıyor ve kendilerine tutulanları etraflarında Marmara çırası gibi cayır cayır yakıyorlar.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196) “Koca Osman, ‘eh, gayri,’ diye düşünüyordu, ‘İnce Memedin bizim eve geldiği bundan da başka türlü nasıl söylenir! Bu Ferhat Hoca cin gibi adam, Leb demeden leblebiyi anlar, anlar ama bu kadar açık sözü nasıl anlamıyor.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109) “Kadın hiç gülümsemeden ‘Bunlar sadece senin için, ben yemek yedim.’ dedi. Söylediğinin yanlış anlaşılmasından korkan Adam, ‘Şaka yapmıştım,’ diye atıldı hemen. ‘Ben de şakayı şakalamıştım,’ diye cevap verdi ev sahibesi korsanca bir gülümsemeyle. Sonra ekledi: ‘Hatırlasana, eskiden de mizah duygum olduğunu söylerdin. Sen ve ben aramızda leb demeden leblebiyi anlardık, birbirimize göz kırpardık,’ dedi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47) “Madam Darbédart’nın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona açıklamak gerekiyordu. Madam Darbédart, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında yaşamayı hayal ediyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:46) “Biz, doğma büyüme İstanbul külhanbeyiyiz, leb demeden leblebiyi anlarız. Bizi çağırıyor. ‘Dışarıya çık’ diyor. Lakin anlamazlığa vurdum, istifimi bozmadım. O serkomiserse, biz de kendimize göre serkomiseriz.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110) “Bizi de sınadı kurban olduğum, birazını açıktan, birazını gizliden sınadı. Baktı, direksiyon: Demir kazık... Baktı, laf anlamak: Şıpşak... Lep demenle leblebi... Ayak çabukluğu dersen, bildiğin fırtına...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:286) Légion d’honneur : (FR.,KOLL.) <Lej’yon don’ör> : Fransız hükümeti, daha doğrusu Napolyon Bonaparte tarafından 1802’de başlatılan, ve üstün askeri ya da sivil (sulh, icat, yüksek başarı, sanatkar ya da yazar) kimselere, gerektiğinde verilen ‘Şeref’ Belgesi ya da madalyası <Not.: Bana 2008-2009 yıllarında, İngiltereEnternasyonal Bir Teşkilat tarafından teklif edilen bu şerefi, şerefli bir insan olduğum için kabul etmemiştim; evet hayatımda çok işler yaptım, sayısız ödüller aldım hatta ‘Hayat Boyu Yüksek Başarı Oskar’ını aldım, ama özel olarak Fransa Hükümeti ya da ulusu adına hiç bir şey yapmadım!. Dr.İ.E.) “Yine 1819 yılında, Madeleine tarafından icat edilen yeni usulün ürünleri sanayi sergisinde teşhir edildi. Jüri heyetinin raporu üzerine kral, usulün mucidine ‘Légion d’honneur’ nişanının şövalye rütbesini verdi. Küçük şehirde yeniden söylentiler dolaştı. ‘Tamam! İstediği nişandı.’ Madeleine Baba, nişanı da reddetti.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:268-9) LEIBNIZ, Godfried Wilhelm von; (1642-1716); XVII. y.y.’ın a k ı l c ı l ı ğ ı n ı n DESCARTES ve SPİNOSA’dan sonra gelen en büyük düşünürü; Monadoloji’nin banisi “Temel: Deneysel, tümevarımsal ve matematiko-mekanik d o ğ a bilimlerinden, özellikle f i z i k’ ten gelir. Doğa, sonsuz küçüklükteki ögelerin birliğinden oluşur. Cisimlerin karşılıklı olarak e y l e m yapma ve düzenli e t k i l e n m e l e r i için, güç gerekmektedir. Bu, ‘cisimsel olmayan, düşünen, algılayan ve maddi olmayan bir g e r ç e k l i k t i r.’ M o n a d, bu güç birimidir; faaliyetleri : i d e’ler, ve a l g ı’lar olarak ortaya çıkar. E v r e n ise, yanyana varolan m o n a d’lardan ibarettir. Metafizik : D ü n y a, makrokosmos ile mikrokosmos arasındaki ilişkidir. B i r e y ve e v r e n, ‘niceliksel’ değil, ‘niteliksel’ bir ilişki içindedir. Her bireysel b e n, her m o n a d, evren’in bütününü, onu aktüel olarak k a p s a m a anlamında değil de, i d e a l bir şekilde tasarımlama anlamına gelir. Bu monadoloji, duyularımızla gözlemlediğimiz cisimler daha küçük parçalara bölünebilir olup, varolan herşey, birleşik cisimlerden meydana gelmektedir (Basit TÖZ ya da gerçek’LER.) M o n a d’lar, basit bilinemez t ö z’lerdir. Monad’lar, a t o m’lara benzer; farkı: ATOM’lar, yer kaplayan maddi varlıklardır; MONAD’lar enerji’dirler. Her ikisi de dış kuvvetlerden bağımsızdırlar ve dış bir güçle kaldırılamaz. Monad’lar, yer kaplamaz, nedensel bir ilişkli içinde bulunmazlar, m a d d i varlıklardan önce varolmuşlardır. Kendi faaliyetlerininin kaynağını yine kendilerinden bulurlar. Her monad, kendi içinde, bütün öteki varlıkları yansıtır. Her monad, evrenin tümünün bir aynası gibidir. Onların dünyayı tasavvur edişleri, algılarının açık seçik oluşuyla açıklanır. TANRI, var olan herşeyin, f a i l nedenidir. ÖZ’ü: Varolşunu içeren zorunlu varlık’tır. LEIPNITZ’e göre, h a y a t, a k l a dayanan, entellektüel faaliyetle belirlenen bir yaşamdır. Bulanık ve belirsiz düşüncelerden, potansiyel güçleri gerçekleştirme gücüne dayanır. Temel e r d e m, bilgelik’tir. Özgürlüğe gelince: İnsan, yaptığı şeyi n i ç i n yaptığını bilir; bu, onun ö z g ü r l ü ğ ü’dür.” (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:596-8) Leibzig çarpışması : (TAR. MYTH.) : Napoléon’un kesin yenilgisiyle sonuçlanan ve Fransa’nın Almanya ve Polonya’daki son topraklarını da yitirmesine yol açan çarpışma (1813). Bu çarpışmada, Napoléon’un komuta ettiği 185 bin kişilik ordu ile, komutanları arasında Prens Kral Philipp Schawarzenberg’in de bulunduğu Avusturya, Rusya, Prusya ve İsveç birliklerinden oluşan 320 bin kişlik müttefik ordular karşı karşıya gelmişti “ ‘Lepzig Çarpışması’nı bilir misin?’ diye sordu, Biegler. ‘Feltmareşal Prens Schwarzenberg 14 ekim 1913’te Liebertkovitse üstüne yürümüştü hani, 16 ekim’de de Lindenau Çarpışması olmuştu. General Merweldt’in çarpışmalarını okumamışsındır; Avusturya ordusu Wachau’ya girmişti, 19 ekim’de de Leipzig düşmüştü.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:51-2) Lenfatik (kişilik) : Aşırı soğukkanlı, heyecansız, kendini beğenmiş, tembel tip kişilik yapısı “Üçüncü genç kız, Papaz Niemeyer’in biricik kızı Hulda Niemeyer’di ve öteki iki kızdan daha kadınsı tavırlı, bu yüzden de kendini beğenmiş, can sıkıcı, lenfatik bir sarışındı.” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:19) Lepanto Savaşı : 1571 Messina boğazı çarpışması, Osmanlılar – Venedik arasında. Bk.: İnebahtı Savaşı Lepiska : Almanya’nın ‘Leipzig’ kentinden alıntı: Leipzig’de dokunan ipek; o ipeği andıran uzun, yumuşak ve sarı saçlar “Öğle sonrası güneşi tarlaları ılıttı, gölgelere mavi akıttı, mısırı kızıllaştırdı. Derin parlaklık, vernik gibi yayıldı tarlaların üzerine. Bir araba, bir at, bir ekin kargası sürüsü - onun içinde her ne kımıldarsa- bir altın olarak yuvarlanıyordu. İnek, ayağını kımıldatırsa kızıl altından dalgacıklar titretiyor, boynuzları ışıkla çizilmiş görünüyordu. Kırlardan gelen salkım saçak kısa bacaklı, ilkel görünümlü arabalardan süpürülmüş lepiska saçlı mısır serpintileri öylece durdu hendeklerde.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:142) Leş; Leş herif: Kir pasak içinde, Hayvan ölüsü; Sarhoş, insan değerleri dışındaki kişi (Argo) “Dizleri üzerinde doğrulurken mendilini çıkarıp ağzına bastırdı. Çenesine bulaşan bu yarı kurumuş nesne parktaki kuşun pisliğiydi. Kusamayacaktı. Mendili cebine koydu. -Ne arıyor bu sarhoş burada? -Leş herif! -Atın şunu be!” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:117) “BİR LEŞ ----------Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya Üstünde bu çürüntünün, Geri verebilmek için büyük Doğa’ya Çattığından yüz kat üstün.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71) “... işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkanda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat, ya da soğan satılan bir yer, aşağı sarkmış pantolon askıları ve çeşit çeşit dertleri olan leş gibi patronlar yılışıklık etmeye kalkarlarsa, en azından onları tersleyebileceğ bir yer...” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:8) “Meliz Bolio otelinde Efrain ve gruptan ayrılanları buldular. Onların oteli daha moderndi, bir iç avlu etrafına sıralanmış beton küpler. Gençler, klimalarının gümbürtüsünden kaçmak için dışardaki plastik sandalyelere yerleşmişlerdi. İç avlunun sonunda leş gibi bir kafesin içinde bir tür yabani tavuskuşu boğuk çığlıklarla volta atıyordu. Hava, datura <İlaç yapımında da kullanılan, Amerika Birleşik Devletlerinde yasa dışı olarak kabul edilen, halüsinasyon ve zehirlenme yan etkileri olan uyuşturucu sınıfından bir bitki.> ve marihuana karışımı, hafif tatlı bir kokuyla doluydu.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:190) “Eggo’nun Doğumu -----------------------Kıyılarda, çamurlu çalılıklar, kül ya da tüten leşler, yıkıntılar. Ve tepe, insanın kendisi, diyor tarih ölülerin ağızlarından, doğmuştu suların üstüne. Kendi çekirdeğine vardığında, artık bir insan değildi, kocaman bir ağaçtı, dalları, sayısız kürek, boyu bosu, birbiriyle boy ölçüşen bir dolu tekne ve yanıbaşında altın top bir çiçek.” (Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,03.04.08) “ ‘Bağrışmayın öyle kadınlar. Onu tedirgin edecek değilim. Niçin elimi kaldırayım? O ölmüş ve gömülmüş. Hala ayakta duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ama ölü aslında. Leş! Tanrı onu bağışlasın.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:565) “Kralın adamlarının bir samanlığın ot yatağında isyancının kanlı cesdini buldukları, mücevherlerini ve giysilerini aldıkları, çıplak bedenini de hayvan leşleri arasına fırlattıkları sırada, karısı, eşinin başına gelen felaketten habersiz, sarayın ipek yatağında iki (ikiz) kız çocuğu dünyaya getirdi.” (S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:161) Leş gibi kokmak, Leş kokulu : Bir suyun, ırmağın, havanın, bozulmuş yemeğin, kişinin vücudunun çok kötü kokması; Tütün ve alkol kokma; ölü hayvan vücudunun kokusu “GAYEV - Kızkardeşim har vurup harman savurmak alışkanlığını bırakmamış hala. (Yaşa’ya.) Biraz ötede dur aslanım, leş gibi tütün kokuyorsun. YAŞA (Alaycı.) - Siz de, Leonid Andreyiç, nasıldıysanız öylece kalmışsınız.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:120) “NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN YEDİ ASKER ------------------Zımbaladılar, astılar adamı çırılçıplak Barakasının direğine. Baş aşağı Kanara’daki <mezbaha, hayvan kesim yeri>leş gibi, sallandı durdu Noel Günü’nde, Noel Günü’nde.” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Madam Şarlot gidip Adrian’ın alnından öptü: -Sen iyi çocuksun. Bundan böyle benim şnaps’ımı <alkollü bir içki> sen getirirsin, olmaz mı? -Tabii, hem de en iyisinden. Böyle leş gibi kokanından değil. -Eh! Söylemesi kolay. Bakalım ‘leş gibi kokmayanından’ almak için Anna’dan yeteri kadar para koparabilecek misin? Eli para tutalıdan beri Anna’nın ne pinti olduğunu bir bilsen.” (P. Istrati, “uşak”, sa:17-8) “Porsuk Çayı, beni nereye kadar götürebilir? Zira, bu çay önüme çıktığı andan beri, hep onun kıyısında yürüyorum..... Ne sünepe, nemiskin, ne biçare ağaçlar. Porsuk Çayı’nın balçığı leş gibi kokuyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:42) “A LUTA CONTINUA Duma Nokwe için requiem --------------------------Kan lekelerimizle söylenen adın doğmuştu bedeninden önce haber vermek için bize: Bir işçiler dünyası yükseliyor göğe ırkçıların, ırz düşmanlarının, altın dişli Sömürgenlerin leş kokulu, sular içindeki mezarları üzerinden” (Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07) Leşini yere sermek : Nefret edilen birini, maamafih, çoğu zaman tehlikeli bir hayvanı (ayı, kurt, yılan) vurarak öldürmek “Bunun üzerine bir an bir çalılık arkasında gözden kayboldu. Onu vırmak, bir köpek gibi leşini yere sermek benim için benim için ne büyük bir zevk olacaktı! Fakat acelesi ne!” (K. Hamsun, “Pan”, sa:181) “Köylünün başbelası diyorlar benim için, işim köydeki tazelere <genç kızlara> Latince dersi vermek, salamları tütsülendikleri baca boşluklarından, hokus pokus yürütüp mideme indirmek. Şimdilik muhtarın karısının yatağını gözüme kestirdim. Daha önce kargalar tarafından didik didik edilmezsem.......... Bohemya kralı biraderimdir <erkek kardeş> ve hepimizin babası benim gibi onun da rızkını veriyor; ama bu konuda Tanrı babamızın en çok beni işe koştuğunu söyleyebilirim. Önceki gün, bütün babalar gibi, taş kalpli davranarak açlıktan yarı ölmüş bir kurdu hayata döndürmeye alet etmek istedi beni. Bu canavarın leşini sermeseydim, sayın meslektaşım, bugün benimle tanışmak şerefine eremeyecektiniz asla. In saecula saeculorum. Amen. <Bk!>” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:159) Leş kargası, kargaları : Fırsattan istifadeciler; özellikle birinin evinin ya da otel,restoran gibi müesseselerin mutfaklarının artıklarını yiyen(ler) “... ışığı çekinerek yakardı. Ama yine de büyükanne ile sık sık karşılaştığı olurdu. O zaman kadının boğuk sesi, holde yankılanırdı: ‘Ne o? açgözlü herif? Bu saatte hala daha zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?” Bolda, tiz sesiyle gülerdi: ‘Evet, leş kargası, daha karnım aç. Var mı bir diyeceğin? İstersen gel, sen de ye!’ ” (H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10) “ ‘Yalancı Arkadaşlık’ otuz bir yıllık Trujillo Dönemi’nin en önemli tiyatro olayı olmamış mıydı? Eleştirmenler, gazeteciler, profesörler, papazlar, aydınlar göklere çıkarmamışlar mıydı bu oyunu? Onca zaman O’nun kesesinden geçindikten sonra şimdi ‘gringo’lar <İng., Amer. gibi yabancılar -Spa.-> gibi insan haklarından söz etmeye başlayan uzun etekli piskoposlar, o leş kargaları, o Yahudalar övgüler yağdırmamışlar mıydı kitaptaki kavramlara?’ ” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:27) “Üç yıl gittikçe artan bir enflasyon sırasında, memlekette durmuş oturmuş tek değer ölçüsü, yabancı paraydı. Viyana’nın bütün bu otellerini leş kargaları doldurmuştu.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa: 363) lettre d’avis : (FR.,TİC.,KOLL.) <let’r d’avi> : Referans mektubu = Letter of advice lettre de cachet : (FR.,HÜK.,HUK.) <letr dö kaşe> : Fransız kralından çıkan, hiçbir yasaya dayanmayan hapis-sürgün kararlarını içeren mühürlü mektup Leuconoé : (LATİN, YUN. MYTH.): Tanrıça Minée”nin kızlarından biri “Horace da dostlarına böylesi öğütler verdi... Siz, Leuconoé, geleceğin sırlarını bilmek isteyen isyankar güzel kadın. O gelecek artık geçmiş olmuştur ve onu biz bilmekteyiz. Aslında bu kadar az şey için kendinize eziyet etmeye hiç hakkınız yoktu; dostunuz size akıllı olmanızı ve YUNAN şaraplarınızı süzmenizi öğütlemekte, bilge adam olduğunu gösteriyordu: Sapias, vina liques= Şarabın berrak, bilgin derin olsun!’ ” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:32-3) Leviathan : (FEN. MYTH.) : Fenike Mitolojisi’nden alınmış olup, Ahdi Atik’de de bahsi geçen, efsane olmuş bir ada ya da balinaya benzer su canavarı. TEVRAT’ta adı, ‘çoktanrıcılığın’ simgesi olarak geçer <Aynı zamanda zıtların: iyi-kötü beraberce bulunması inancı> “Konuşulacak daha çok şey vardı. Aklıma binbir çeşit soru gelmişti, ama neredeyse şafak söküyordu ve artık dayanamayacak kadar bitkindim. Sachs’a parayla ilgili sorular sormak istiyordum (elinde ne kadar kalmıştı, o da bitince ne yapacaktı), Lillian Stern’le ayrılması konusunda daha çok şey öğrenmek istiyordum; Maria Turner’i, Fanny’yi, (bir kez olsun göz atmadığı) Leviathan notlarını sormak istiyordum.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:221) “ <Ona mihmandarlık eden Melek’le beraber Genç Adam Cehennem’de bir müddet ilerledikten sonra>... Neden sonra bulutların ve dalgaların arasından Doğu’ya baktık ve ateşle karışık bir kan selini gördük: bizden birkaç taş atımı ötede canavarımsı bir yılanın pullu kıvrımları belirdi ve tekrar gözden kayboldu. Nihayet Doğu’ya doğru yaklaşık üç derece ötede, dalgaların üzerinde kızıl bir doruk belirdi. Yavaş yavaş altın bir kaya gibi yükseldi. Sonra iki kızıl ateş küresi gördük, deniz duman bulutları içinde yitmişti. O zaman bunun Leviathan’ın başı olduğunu anladık; alnı, bir kaplanın alnınınkine benzer yeşil ve mor çizgilerle bölünmüştü. Çok geçmeden ağzını gördük; kızıl solungaçları öfkeli köpüğün üzerinde asılı duruyordu, karanlık uçurumu kızıl ışınlara boyamıştı, ruhsal bir varlığın tüm öfkesiyle bize doğru ilerliyordu.” (William Blake, “Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:48) Lex hoci : (LAT.,HUK.,) <Leks ha’ki> : Bulunulan mevkiin adetleri, yasaları = Law of the place; customs of the region (İNG.) Lex terrae <Leks terray> : The law of the land (İNG.) Leylek bacaklı : Erginliğe girmek üzere olan, ince uzun bacaklı çocuklara, kendi aralarında takılan isim “Gene erkenden sıra, evde ya da okulda, ya da yan sokaktan çıkagelen ilk yaralardır. Başkaları sözleriyle, bakışlarıyla ona yoksul ya da topal ya da bodur ya da ‘leylek bacaklı’ ya da yanık tenli ya da çok sarışın ya da sünnetli ya da sünnetsiz ya da öksüz olduğunu hissettirir – her kişinin dış çzgilerini belirleyen bu sayılmayacak kadar çok irili ufaklı farklılıklar, çoğu zaman son derece yapıcı olarak ortaya çıkan ama kimi zaman da sonsuza kadar süren yaralara neden olan davranışları, görüşleri, korkuları, emelleri yeratır.” (A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:26-7) Leylek göçü : Leyleklerin sonbaharda sürü halinde daha sıcak iklimlere göç edip ilkbaharda dönmeleri “O zaman ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi uzun gaganın ucundan küçücük başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, birbirinden ayrı her an gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvara çizdikleri resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgiyi gövde üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar….. Bu leylek, havada, dikine yükselirlen, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor <düşmek, yağmak>. Andronikos anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği, yaşlıların bir leylek göçü görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi <simge, belirti> diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü….. Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha yüksekte…. Andronikos, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeye, yaklaşmaya başladığını görüyor. Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş yüz oluyor, bin oluyor… Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra gökyüzüne yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok uzakta, ufacık. Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırdılarına, arada bir, martı sesleri karışıyor….. Epey yükselmiş olan leyleklerden biri öbekten ayrılıyor, gerisin geri uçmaya, yeryüzüne yaklaşmaya başlıyor… Düzgün şeridi bozan, şeridin kıyılarından diş diş uzaklaşan leylekleri uyarıyor, onları yeniden düzene sokuyor bu leylek… Yandan vuran turuncu ışıkta, tembel tembel, yalpa vura vura uçan, sabaha karşı yatmış da gün doğduktan sonra uyandığından yüzüne su bile çarpamadan, arkadaşlarının arkasından koşup yetişebilmeğe uğraşan delikanlılar gibi bir leylek… Ansızın, gökyüzündeki şeridin ucundan yeni bir köpek kopuyor, yıldırım hızıyla bu tembel kuşu dürtüklüyor. Sona kalan kuş, önce, köpeğin gagalamalarından kaçıp kendini sakınmağa çalışıyor, sonra öbür akşamcıların, kendisinden birkaç dakika önce havalanmağı nasılsa becerebilmiş arkadaşlarının ardında sıraya giriyor. Tembeller öbeği düzgünleşip öndekilere yetişmek için hızla uçmağa başladığı zaman bile, köpek yerine dönmüyor.” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:50-53) Lezzet organı : Penis (Argo) “1- Sevgilimin Ağzı Kırmızı ağzınla rüzgarı tutar gibi kahvede Yükselen kuşlarla yükselir ve alçalır Yirmi neden çıkarır yaptıklarıyla konmak için Üstümdeki tan yerini süsler ve gider, Yaptıklarıyla canlanırım, oysa yolunda yürüyordum Gecede, fışkırmada lezzet organımdan...” (El Rakkaş El Asğar-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04) Lıkır lıkır içmek : Bir şeyi boğazından sesler çıkara çıkara, ara vermeden bir şişeyi bitirme gayesiyle içmek (içki, su) “Masaların üzerinden birbirlerine fildiği tabureleri, altın kaşıkları fırlatıyorlardı. Tulumlardaki Yunan şaraplarını; testilerdeki Kampanya şaraplarını; fıçılarla getirilen Kantabriya şaraplarını; hünnap, çin darısı, lotus şaraplarını lıkır lıkır içiyorlardı. Yerde şarap birikintileri vardı, basanın ayağı kayıyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:15) “Çelkaş bunu söyleyerek Gavrila’ya bir şişe uzattı. Gavrila şişeyi aldı: -Allah razı olsun deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:75) “Aletlerini yere koyup sevinçle ellerini birbirine sürttü, bir dolap açtı, içinden sukabağı dolusu şarabı aldı, kısa, tombul, tüylü gırtlağını eğerek ağzını dayayıp lıkır lıkır içmeye başladı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:154) “Beri yandan delikanlı boynunu arkaya uzatmış, başı havada, tıpkı bir koşunun arkasından soğuk su içer gibi, biraz sonra yeniden kafasını, belleğini ve delice korkusunu uyutacak olan rakıyı lıkır lıkır içiyordu.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:24) “Uzaklaştıkça kaybolan sesler, arkasından yuvarlanılan lıkır lıkır bira seslerine dönüşüyordu. Gordon cebinden paraların birini çıkardı ve karanlığın içine fırlattı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:89) lıteratım : (LAT.) <litera’tim> : Harfi harfine, kelimesi kelimesine Libas : (ARAP MYTH.): Giysi “Konuklar, Emir’in karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın, katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler. ‘Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?’ Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.” (Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:253) Libido Kuramı : (PSYCH.) : enerjisi’ olarak tarif edilebilir. Libido, Freud’ün üzerine bastığı üzere, ‘nesneye yönelmiş cinsel içgüdülerin “ ‘Libido kuramı, içgüdülerle el ele gider..... Psişik fonksiyon kavramları arasında bir tanesi diğerlerinden ayırt edilmelidir; bir ‘miktar’ duyarlılık, bir uyarı ‘toplamı’, bir niceliğin tüm ögelerini içeren bir şey. Ne yazık ki onu ölçmeye hiç imkanımız yok. Bu ‘enerji’ azalabilir, çoğalabilir, yer değiştirebilir veya açığa çıkarılabilir... Bu, fizikçinin elektrik akımı nosyonu’na eşdeğerdir.’ ‘Libido kavramı, ilk başta ‘Histeri’ olaylarını açıklamak için ortaya atılmıştı. Freud, bu hastalıkta, seksüel enerjinin normal kullanımının bloke edilerek diğer organlara yayıldığını ve onlara ‘bağlandığını’, bu nedenle de çeşitli semptomların ortaya çıktığını düşünmüştü. O, tedavi ettiği hastalarda, daha evvelden ‘normal’ görünümlü olan bu kimselerinn, ‘çekilmez, tahammül edilemez’ olan bir fikri, düşünce veya muhakeme yollarıyla (suppression = bastırma) ile çözemeyip, o fikir veya his, sanki hiç yokmuş gibi hareket etmeye uğraştıklarını fakat çoğu zaman, ‘cinsel’ anılar veya duygulardan kaynaklanan bu fikirler ve onlara bağlı hislerin şiddetlerinin ego tarafından hiç olmazsa hafifletilmeleri gayesiyle, bağlı bulunan enerjinin vücutsal ifadelere dönüşümünün (transmutation, conversion), hieterik belirtilerinin sahnelendiğini açıklamıştı. ‘Freud’a göre, bu ‘dayanılmaz’ fikirlerin hemen hemen tümü, cinsel yaşantılardan kaynaklanır. ‘Obsesyon’ ve ‘Fobi’lerde, dayanılmaz cinsel fikir, bilinç alanında bir ‘yedek’ (surrogate) ile temsil edilmiştir. Ruhsal yaşantıların kendileri ‘çekilemez’ olmayıp, o fikirden çözüşmüş duygular, diğer fikirlerle bağlantı kurmuşlardır.’ ......................... ‘Freud, 1914’te yayımladığı ‘Narsisizm Üzerine’ adlı monografında, vücut organlarının kendilerinin yarattığı e r o t i k bir ego olduğundan bahsetti. Bu fikir, daha sonraki psikanalitik yazılarda ‘cinsel’ sözcüğünü daha da genişleterek kapsadı. Bu yazısında Freud, vücudun üç açık penceresinin, yani: ‘ağız’, ‘anus’ ve ‘genitaller’, özel bir libido içerdiğini ve yeni doğmuşun gelişiminin bunları izleyerek belirli bir düzenle pekiştiğini iddia etti.’ ” (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Basım, sa:115-117) Libuşe, Kahin : (ÇEK MYTH.) : Efsanevi kadın kahin Libuşe, Modern Çek’lerin ilk hükümdarı olarak kabul edilir. Büyük Çek bestecisi Bedrich Smetana’nın (1824-1884) ‘Libuşe operası’na da konu olan efsaneye göre, Prag kenti, Prenses Libuşe ile kocası Prjemisl tarafından kurulmuştur. Smetana, 26 eylül 1877’de yakın arkadaşı Prochazka’ya yazdığı mektupta, bu opera’nın ona (ve Çek milletine) çok şeylerkazandırdığını, bunun tamamiyle ‘orijinal ve yüksek dramatik bir çalışma’ olduğunu söylemişti. Bilindiği gibi bestekar, vatanının aşığı olup, Prag sokaklarını arşınlamaktan, kahvelerde ve opera salonlarında mahalli gürültüyü içine çekmekten büyük zevk duyardı. Kendinden önceki ünlü bestekar Beethowen gibi, kulaklarından gitgide mustarip olan bestekar, duyamamanın verdiği melankoli ile bu opera’yı bitirdikten sonra hastane tedavisi aldı, sol kulağı işitmeye başladı, sonra yine kapandı. Hayata küsüp, evli kızı ile çok sevdiği Prag’ı terketti ve hayatının sonuna kadar layık olmadığı bir maddi sefalet yaşadı. Bu hastalığının ağırlaştığı devrede, Smetana hala ‘The Kiss’, ‘Four Symphonic Poems’ ve 7. operası: ‘The Secret’i yarattı. Sifiliz, Dr. Fleming trafından Penicillin’’in Tıbbın hizmetine verildiği 1945’e kadar nice böyle yarım düzine^dn fazla opera yazmış ünlüleri vakitsiz götürecekti (Dr.İ.E.). “Şvayk, onbaşıya sataşmadan edemedi: ‘Sende iş yok, kardeşlik. Bizim orada bir bodrum katında oturan çöpçü Makaçek’in eline su dökemezsin. .... pencereyi öyle ustaca sıvardı ki, Prag’ın zaferini müjdeleyen Libuşe’nin resmi çıkardı cama. Her seferinde karısından öyle bir kötek yerdi ki suratı Çarşamba pazarına dönerdi. Ama huylu huyundan vazgeçer mi, Libuşe’nin resmini her geçen gün biraz daha mükemmelleştirirdi. Tek eğlencesi buydu herifin.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:248) Lider : Önder, baş (çete, takım, toplum) “‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’ ‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle. ‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4) lignum vitae : (LAT.,DİN) <linyum vitay> : Haç’ın yapıldığı: ‘Yaşam odunu’ “ ‘Ah, Efendimiz, kilise kimlerin eline kaldı!’ Başını sunağa doğru çevirdi. ‘Orospu’ya dönmüş, sıcakta gevşeyen bir yılan gibi kösnü içinde kıvranıyor. Haçın ‘lignum vitae’si nasıl odunsa, öyle odundan yapılmış olan, Beytlehem’deki ahırın çıplak arılığından, altın ve taş şenliğine!...... İmgelerin kendini beğenmişliğinden kurtuluş yoktur! Deccal’in günleri yakındır, Korkuyorum William!’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:81) Li(ğ)me li(ğ)me : Parça parça, eski püskü (genellikle giysi) “KOMİSER - Rica ederim işime karışmayın benim... Yeter artık! Vazife benim, sorumluluk benim! A. HAMLET - Karar da benim... KOMİSER - Ne haddine! Kafanı parçalarım, dişlerini sökerim... Gözlerin patlar... Belini kırar, bacaklarını lime lime ederim.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:133) “David telefon kulübesinde durdu ve içini çekti. Lime lime olmuş Guıa Telefonica’yı alıp sarı sayfaları karıştırmaya başladı. ‘Burada hiçbir şey yok,’ diye mırıldandı kendi kendine.” (D. Brown, “Dijital kale”, sa:109) “orda oturmuş yazar olmak üstüne düşünüyordu, sonra elini arka cebine attı. ‘çenemi tutmam için verdiler bunu.’ liğme liğme olmuş deri bir cüzdan. ‘kim verdi?’ ‘iki kişinin birini öldürmelerine tanık oldum. Susmam için bunu verdiler bana.’ ‘neden öldürdüler onu?’ ‘bu cüzdanın içindeki 7 dolar için.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:117-8) “Marsilya, otel odası. Halının gri yüzeyü üstünde kocaman sarı çiçekler. Lekeli bölgeler. Koca radyatörün arksındaki pis ve yağlı köşeler. Lime lime olmuş yatak, kırık elektrik düğmesi...” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:53) “Bir iki hafta sonra hava öyle kötüleşecek ki ancak en dayanıklılar yola çıkabilecek. Sert kuzey rüzgarı gün boyu ulayacak, bitkileri kurutacak, engin platoda bir toz denizini taşıyacak, ani dolular ve kar getirecek. Ben şahsen lime lime olmuş giysilerimle, eski sandaletlerimle, elimde değnek, sırtımda bohçayla o uzun yürüyüşten sağ çıkabileceğimi sanmıyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:173) “Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:24) “Walsh sükunetini koruyamayacağını, onların ikisini tedirgin edeceğini, kendisiyle Trigger arasındaki ilişkinin temelini oluşturan suskunluğu yok edeceğini biliyordu. Trigger çok rahatsız edici, lime lime olmuş duygularla dolu olarak uykudan uyanabilir ve onun sözcüklerine katlanamayabilirdi.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:268) “Klasik filoloji bölümlerinden birinde de, ilk çağların bilim adamlarının Yunanlı şairlere, benim gelecek bin yıldaki Eskimolarımın, lime lime bir popüler şarkı sözü koleksiyonunun içeriğine baktıkları gözle mi bakmış olduklarının tartışılacağı bir seminer düzenlenmiş olduğunu biliyorum.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:10) “Baba, ‘eğer dünyaya bir kez daha gelmek kısmet olursa, acaba ne olarak gelmek isterdim?’ diye kendi kendine düşündü. Herhalde lime lime olmuş elbiseleriyle, yükünü taşıdığı ihtiyar olmak istemezdi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68-9) “İp gibi bükülmüş bir boyunbağı, mavi çuhadan, yıpranmış, havı dökülmüş, bir dizi ağarmış, öbür dizi delik bir pantolonu, dirseklerinden biri, yeşil bir kumaş parçasıyla sicim kullanılarak yamanmış lime lime bir kruvaze köylü cekedi, sırtında içi tıklım tıklım dolu, sıkıca kapatılmış ve yepyeni bir asker çantası, elinde budaklı kocaman bir sopa, çorapsız ayakkabılarında ise altı demir nalçalı pabuçlar vardı. Başı tıraşlı ve sakalı uzundu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:109-10) “Çamurlu yolda, birbirini iteleyerek koşuşan on kadar yarı çıplak çocuk, yalın ayak, başı kabak, yarışıyorlardı. İlk kez olarak onların lime lime giysilerinden çıkan cinsel organlarını görünce, ta kulaklarıma kadar kızardım.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:12) “Bu gidişin sonunda yakın bir gelecekte ya öleceğim ya da yaşamak için bütünüyle uygunsuz olacağım -bu büyük bir olasılık, çünkü son iki gece içinde epeyce kan kustum- kendi kendimi lime lime ayırdığımı söylememe izin verin.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89) “Zorba üstü başı çamur ve leke içinde çıkageldi, gömleği lime limeydi. Yanı başıma büzüldü. Sevinçle, ‘Günümüz iyi geçti, çalıştık!’ dedi. Zorba’nın dediklerini duymuş, anlamamıştım. Aklım uzaktaki esrarengiz kayalıklardaydı.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:180) “İnsanlar, kamburları çıkmış, iki büklüm olmuş, pis ve hatta çoğunun giysisi lime lime, yerden kalkmayan adımlarla karın içinde sürükleniyor, seğirtiyorlardı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:98) “Sete-Sois, Beira’daki garnizonun Alentojo’daki birliklerin yardımına gitmektense olduğu yerde kalacağı söylentileri ortada dolaşırken çıktı yola. Alentoja’da diğer eyaletlerde olduğundan çok daha ciddi bir boyutta bir kıtlık vardı. Ordu lime lime, ayaklar çıplak, paçavralar içindeydi; askerler çiftçileri soyuyordu, savaşa devam etmeye niyetleri yoktu. Birçoğu orduya baş kaldırdı, diğerlerinden kaçanlar oldu, kaçanlar ana yollardan uzakta kalmaya özen gösteriyordu, karınlarını doyurmak için yağmalıyorlardı, yolda karşılaştıkları her kadına tecavüz ediyorlardı; kısacası, onlara hiç bir şey borçlu olmayan ve onlarla aynu umutsuzluğu paylaşan masum insanlardan alıyorlardı intikamlarını.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32) “Bundan, fena durumda alınan Giulio, ilk kararını unutarak, yeniden Fabio’ya saldırdı: -Lanet sana! Kötü bir zamanda karşıma çıktın! diye haykırdı. Alelacele yapılan birkaç vuruştan sonra, ikisinin de, zırhların üzerine giydikleri giysiler lime lime dökülmeye başladı.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:61) “Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı. Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25) “İkimizin arasında doğal bir fark oluştu derken, işte bunu söylemeye çalışıyordum. Senin zırhının oluşmaya başladığı dönemde, benimki çoktan lime lime olmuştu. Sen benim gözyaşlarıma katlanamıyordun, ben de senin bu ani katılığına.....Karşımda birden bire yepyeni biri vardı ve ben bu insana nasıl davranmam gerektiğini artık bilemiyordum.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:14-5) “Ekmek pahalı, yaptığı iş ucuzdu; eline geçeni aynı gün harcıyorlardı. Kunduracıyla karısının bir tane kürkleri vardı; o da çoktandır lime lime olmuştu; kunduracı, tam iki yıldır yeni bir kürk için koyun postu almaya niyetleniyordu.” (L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:17) “Orada tanıdığı insanların ayaklarında bile dokunmaktan çekinecekleri böylesine eski püskü şeyleri paylaşıyorlar; bu lime lime olmuş eski giysiler, aşınmış ayakkabılar, bütün bu aptal ve komik paçavralar onların gözünde ne kadar da değerli!” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:158) Lila : Leylak rengi “23 Şubat sabahı yağmur daha da kuvvetli, hava da inanılmaz derece soğuktu. Yün kazak, üstüne de kalın bir manto giymeme ve boynumu lila rengi paşminayla örtmeme rağmen, üniversiteye gidene kadar içim titredi. Üstelik şapka da giymiş, şemsiyemin altına sığınmıştım.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:74) Lilliput; Lilliputian : Jonathan Swift’in (1667-1745) ‘Güliverin Seyahatları - Gulliver’s Travels’ adlı eserindeki boyları on beş santimetreyi aşmayan cüceler; Böyle cücelik sıfatını haiz, yani klüçücük, ufacık tefecik şey, eşya, kimse “Üzerlerinde leylek yuvalarının eksik olmadığı saman kaplı çatılar göz alıyor, ahırların önündeki küçük havuzlar içlerinde yüzen ördekler, parlatılmış metal parçaları gibi güneşte pırıldıyordu. Balmumu rengine bürünmüş tarlaların arasında Liliput ülkesindeki cüceleri anımsatan minik figürler, otlayan alaca renkli inekler, ekin biçen, saman ayıran kadınlar, öküzlerin çektiği sabanlar ve el arabalarını hızla sürerek ekinleri taşıyan çiftçiler görünüyordu” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:103-4) Limerick : (EDE.,SAN.) <Lime’rik> : Bir, iki ve beşinci dizeleri bir uyakta, üç ile dördüncü dizeleri ise Başka bir uyakta olan, beş dizelik nükteli şiir “Masallar gibi içinde yalnızca öykünün yer aldığı, basit biçimli anlatılar vardır ve ‘Kıemızı Şapkalı Kız’ bunlardan biridir: Evden çıkan ve ormanda başından bir serüven geçen kız ile başlayıp, kurtun ölümü ve kızın eve dönüşü ile sona erer. Tümüyle öyküden oluşan basit biçimli anlatılara başka bir örnek olarak Edward Lear’ın l i m e r i k’leri gösterilebilir: İng:: ‘There was an old man of Peru Tk.: ‘Peru’lu yaşlı bir adam varmış who watched his wife making a stew; güveç yapan karısına (ı) bakarmış (gözlermiş) But once by mistake Ama karısı bir dalgınlık anında In a stove she did bake pişirivermiş onu fırında That unfortunate man of Peru.’ Şu (o) Peru’lu talihsşz adamı.!” (U. Eco., “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, Çev.: Kemal Atakay, sa:43-4) Limoni : Sarımsı renk, ekşimsi tat; mec.: iki kişi arasındaki ilişkilerin pek tatlı olmadığını, uyuşmazlık ve geçimsizliği belirten sözcük “‘Hayatta asla unutmayacağım bir şey varsa, o da, senden zaman zaman neden bu kadar nefret etmiş olduğumdur.’ ‘Aramız limoniydi, birbirimize pek de bayılmıyorduk, hatırladın mı? Benimle konuşurken şimdiki zaman kullanmaktan çekinme, ölsem de babanım...’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:148) Limon sıkacak kadar vakit geçirmeden : Bir an bile kaybetmeden, hemencecik “TONY, odadakilere. - Efendiler, belki bu gelenler size layık olacak kadar kibar adamlar değillerdir, onun için bir dakika kadar aşağı inin. Ben de, limon sıkacak kadar vakit geçirmeden yanınıza gelirim.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:27) Limuzin : Uzun ve geniş karuserli, 8,12 hatta 16 motorlu, otomatik, camı ışık geçirmez, genellikle koyu, tercihan siyah renkli, içi her türlü modern ve rahat koltuklarla ve diğer teçhizatla bezenmiş lüks araba “Julia bir fincan çayı alelacele içtikten sonra, gardrobun içindeki rafta duran bavulu alıp yatağın üzerine koydu. Giysileri katlamaya başladı, sonra fikrini değiştirip hepsini bavula tıktı. Yolculuk için hazırlanmayı bir kenara bırakıp pencereye doğru ilerledi. İnceden bir yağmur yağıyordu. Bir limuzin ise sokakta ilerliyordu.” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:226) Lipizza atları : Adını, Trieste yakınlarında, eskiden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde kalan Lipizza’daki imparatorluk harasından aşan at soyu “Kraliyet harasında eğitim gören beyaz Lipizza atları Majestelerine cilve yapar gibi dans ederek gelip geçtiler. Onlardan sonra sıra, nal sesleriyle gök gürültüsünü andıran atlı süvari bölüğündeydi. Siyah sarı miğferleri güneşte ışış ışıl parlıyordu.” (Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:240-1) Livre : (FR. MYTH.): Eskiden Fransa’da kullanılan ‘yarım kilo’ değerinde bir ağırlık ölçüsü “Kadınlar hep bir ağızdan yiyecek darlığından, her şeyin ateş pahası olduğundan yakınmaya başladılar. Göçmenlere lanetler okudular. Oynak karfılara yatak payı olarak besili tavuklar, dört livre’lik koca ekmekler veren bölge temsilcilerinin boynunun bıçaklara gelmesini dilediler. Öküzlerin Seine nehrine, un çuvallarının lağımlara, ekmeklerin ayak yolu kuburlarına atıldığına dair öyküler anlatılıyordu. Kralcıların, hainlerin işiydi. Paris halkının açlıktan ölmesini istiyorlardı.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:77) Lis pendens : (LAT.,HUK.) <Lis pen’dens> : Dava açıldı = Lawsuit pending; Lis sub judice <Lis sub yudike>: Dava hala mahkemede! = A suit still in the courts (İNG.) Li(y)me li(y)me olmuş : Yırtık pırtık (elbise, koltuk vb.) “Kadınlar sarı saçları, mavi gözleri, çukur gamzeleri, ince çeneleri, kemerli burunları, eskimiş, liyme liyme olmuş, kara çizgili Karadeniz işi önlükleri, çift örgülü, uzun, kalın belikleriyle birbirlerine benziyorlardı. Çocuklar da sarışındı. Gamzeleri, çenelerindeki çukurlar, uzun boyunları, güneşte çok kalmış, kavlamış ince kemerli burunlarıyla analarına benziyorlardı. Kadınlar inceydiler, uzun boyluydular, bilekleri, elleri güzeldi, oradaki tekmil erkekler, biraz utangaç, bu iki güzelliğe bakıyorlardı. Çocuklar da güzel çocuklardı. Bacaklarına tuhaf, yırtık ama temiz şalvarlar çekmişlerdi. Çizgili mintanları tertemizdi, yamalıydı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:502) Lobi; Lobicilik : Otel girişlerindeki geniş bekleme salonu; Yayın, halk ve parlamento fonksiyonlarında, inanılan bir görüş, kişi ya da yarar uğruna gruplaşmak, propaganda yapmak “Doğanın lobicilerinden biridir - yorulmak ve yılmak nedir bilmeyen bir adam. Hiç kuşkum yok. Kraliyet Derneği’ndekiler onu derneğin bulunduğu o sokaktan gelirken gördüklerinde kim bilir kaç kez inlemişlerdir; belki de giriş kapısını kilitleyip kanepelerin altına gizlendiler. Lobi, lobi, lobi. Dilekçeler hazırlanıp imzalanıp dağıtılmadan rahat etmezdi.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:18) “Biz yağmurdan kaçarak hızlı hızlı Pera Palas’ın lobisine girerken, Süleyman valelere profesörün eşyalarını veriyordu. Ama Wagner kemanını kendi taşıyordu. O kutuyu yanından hiç ayırmıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:29) “Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden sonra burada çay içerse kendini Avrupa’da sanan bir çocukluk arkadaşı beni tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra kulağıma arkadaşım matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı başka yerdeydi.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312) LOCKE, John : (FEL.) İngiliz Emprisizm’inin kurucusu (1632-1704). Çalışmasının ve fikirlerinin önemli alanları: B i l g i nasıl kazanılır, meydana çıkar ? İ d e’ <FR.:fikir, düşünce> ler nasıl ortaya çıkar? “John Locke’a göre, b i l g i, d u y u-deneyi yoluyla kazanılır. Bilgi’nin meydana gelişi için, şu yetilere ihtiyaç <gereksinme> vardır : (1) Z i h i n e , gerekli ‘i d e’leri, tasarımları sağlayan a l g ı, (2) Z i h n e giren tasarımları saklayan b e l l e k, (3) İ d e’leri birbirlerinden a y ı r t e t m e yetisi, (4) Birçok i d e’yi birbirileriyle k a r ş ı l a ş t ı r m a yetisi, (5) Birçok b a s i t i d e’yi b i r l e ş t i r m e yetisi; (6) ‘Benzer ide’lerden, o r t a k ö ğ e’yi bulup, çıkartma - s o y u t l a m a yetisi. Basit ide’ler, dış dünyadaki cisimleri ve onların niteliklerini duyu organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanalılmış olan i d e’lerdir. İnsan zihni bu ‘basit ide’leri birbirleriyle çeşitli şekillerde birleştirerek, k o m p l e k s i d e’lere sahip olur; onları birbirlerinden ayırt eder. Bu işlemleri yapmak için izlenen yol, algı, bellek ayırt etme ve karşılaştırma’dır. S o y u t l a m a’da ise, insan zihni, genel kavramları gösteren g e n e l s ö z c ü k l e r kullanır. Varolan herşey, b i r e y s e l’dir.” (A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:601-3) Loco citato : (LAT.,HUK.) <Lo’ko kita’to> : Tekst’in içinde, genellikle kısaltılmış (abbreviated) olarak da kullanılır: l.c., ya da loc.cit. = In the passage cited, often abbreviated! (İNG.) Locum tenens : (LAT.,HUK.) <lo’kum te’nens> : Yerine geçici olarak eleman yerleştirme : A substitute; used, for example, by physicians to designate a temporary practitioner taking care of patients during their absence Locus criminis : (LAT.,HUK.) <Lo’kus kri’minis> : Suçun oluştuğu sahne = Scene of the crime; Locus delicti : <lo’kus de’likti> : Suçun işlendiği yer = The place where the crime took place (İNG.) Lodos : Güney ya da güneybatıdan esen, genellikle sıcak ve nemli, bazen yağmur getiren, beraberinde allerjik, baş dönmesi, ruhsal sıkıntı belirtileri getirdiğine inanılan, genellikle denizlerde vapur seferlerini aksatan, sıcaklık hariç, pek de sevilmeyen, şikayet odağı bir rüzgar “O gün, karşı Arabistan çöllerinden çıkıp Akdeniz’den geçip gelen kızgın bir lodos vardı. İnce kum bulutları havada dolanıyor, insanların gırtlağına, ta içine kadar giriyordu. İnsanın dişleri gıcırdıyor, boğazı yanıyordu. Kuma bulanmadan bir parça ekmek yiyebilmek için pencerelerle kapılar sıkı sıkı kapatılmıştı.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:165) “Nice defterlerden ismim sildirdim Gelmedi hiç senden ses, kara bahtım Bahtın gemisinde yelken yok bildin Durma, lodos gibi es, kara bahtım” (Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:474) “Ferdinand uyandığında içinde bir canlılık ve dışarıda, pırıl pırıl pencerenin gerisinde tertemiz bir sabahın aydınlığı vardı. Lodos, nesnelerin karanlığını alıp götürmüştü ve gölün üzerinde, beyaz bir çerçeve içindeki, uzak dağ zinciri parlıyordu. Ferdinand fırlayıp kalktı, uykuda geçirdiği saatler yüzünden henüz biraz mahmurdu; fakat gözü kapalı sırt çantasına ilişince bir anda ayıldı.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:174) Lodosculuk : Denizleri aramak “Gün güngüneşlikti. Saat yedi sularında Menekşeye indim. Hasan Ağa Kumkapıdan gelip beni bekleyecekti kahvede. Ondan derinlemesine Lodosculuğu öğrenecektim. Denizleri aramak, yani Lodosculuk kadim (eski) meslektir. Dünyanın en eski mesleklerinden biridir Lodosculuk. Kaşıkçı elması diye ünlü elması bir lodoscu bulmuştur.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:179-80) Logos : Bilgi, deyi (Eski Yunanca) “Her şey bu Logos’a göre olup bitse de insanlar hiçbir şey yaşamamış gibiler” “Beni değil Logos’u dinlemek bilgelik” (Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:13;15) Lo que hoy se pierde se gana manana : (İSP.,KOLL.) <Lo ke oy se pier’de se ga’na man’yana> : CERVANTES: ‘Bugün ne kaybettiysek, yarın geri kazanılacak!’ = What we lose today will be won back tomorrow (Don Quijote, Part I, vıı) (İNG.) Lokmalar boğazında dikilmek, dizilmek, düğümlenmek, takılmak : Heyecandan, korkudan lokmaların sanki boğazından geçememe hissi Bk.: Lokma boğazından geçememek “Bu bakımdan ağabeysi, İvan Fedoroviç’in tam zıddıydı. Öteki, üniversitenin ilk iki yılında çalışarak ekmeğini kazanmıştı; çocukluğunda da, velinimetinden yediği lokmalar boğazında dizilirdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:24) “Zaten yol yorgunluğundan tıkanmış olan Ali Rıza Bey’in lokmalar boğazında düğümleniyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:131) “O gün öğleden önce bir türlü geçmek bilmedi zaman. Stuttgart’tan bir haber çıkmadı. Öğle yemeğinde lokmalar içi kan ağlayan Hans’ın boğazına dikildi. Öğleden sonra saat ikide sınıfın kapısından içeri adımını attığında, öğretmen derse girmiş bulunuyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:31) “ ‘Dua etmeden mi? Sana ekmek verdiği, fasulye ve orospu verdiği için Tanrına şükretmeden mi?’ İsa’nın ağzındaki lokma boğazına takıldı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:113) “Bu çirkin şeyi söylediği için şimdiye kadar duyduğu bütün üzüntüler yeniden onu sardı, çeneleri kilitlenmiş, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu bu insanlardan, artık kendisinin olmayan bu evden kaçıp kurtulma isteği içini yiyordu.” (G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162-3) Lokma etmek : Yemek yemek “Buruşuk yanakları kızarmış, açk gözleri parıl parıl yanıyor, abani (ipekten, sarıya çalar, rengarenk bir kumaş) sarık arkaya atılmış: -Oh, oh, buradasınız ha. Ben de uskumru aldım. Kendim kızartacağım. Ne olur kalın, beraber lokma edelim.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:258) Lokmalar boğazından geçmemek : Korku ya da heyecandan, yutamamak korkusuyla yemek yemeyi arzulamamak “Yeniden arkasına dönünce, Friedrich’in sakin ve sessiz bir halde kanepenin önündeki masada tek kişilik bir tepsi hazırlamakta olduğunu fark etti. İşte, akşam yemeği... İster istemez sofraya oturmam gerekecek. Ancak lokmalar boğazımdan geçmiyordu; yeniden ayağa kalktı, annesine yazdığı mektubu bir kez daha gözden geçirdi.” (Th. Fontaine, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:107) “Talha’ya mı gitti aacaba? Ona gittiyse beni hatırlamaz bile, yahut hatırlasa da onu bırakıp gelmez. Onu beklemekten vazgeçip yemeğe oturdum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:141) “Talha’ya mı gitti aacaba? Ona gittiyse beni hatırlamaz bile, yahut hatırlasa da onu bırakıp gelmez. Onu beklemekten vazgeçip yemeğe oturdum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:141) Lokma lokma etmek, yemek : Harfi harfine, kanibalistik-yamyamvari bir şekilde pişmiş ya da çiğ bir eti (Hayvan ya da insan) lokma lokma yemek “Ama Therese, onun vasiyetnamesine karşı duyduğu dayanılmaz istekle çılgına dönmüş, kendisini lokma lokma yemişti. Son anına dek vasiyetname gözlerinin önünden gitmedi. Etlerini didik didik ederek kemiklerinden ayırmıştı bu sırtlan, etlerini bir bir ağzına götürdü, kanıyan etleri pişirmeden yiyordu, nasıl pişirebilirdi ki, sonra öldü, iskelet halini aldı, eteklik çıplak kemiklerin üzerinde kaskatı katlanmış, yukarı kıvrılmıştı, bir fırtınanın onu bu hale soktuğu sanılırdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:301) “Bir çocuk, kulağını yırttı. Bir genç kız, yeninin içinde sakladığı bir bizle yanağını yardı. Başından tutam tutam saç, vücudundan lokma lokma et koparılıyordu. Başkaları, sırıkların uçlarına insan pisliğine batırılmış süngerler takmış, yüzüne sürüyorlardı. Boğazının sağ yanından oluk gibi kan fışkırdı. Bunun üzerine halk kendinden geçti. Barbarların sonuncusu olan bu adam onlar için tüm Barbarları, tüm orduyu temsil ediyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:390) Lokman Hekim : Her derde deva olan folklorik halk hekimi ya da kişi. Kimilerine göre Veli sayılan, Kur’anı Kerimde <31:12> kendisine bilgelik ve hekimlik verdiği yazılıdır. “Yeni bir sevdaya müptela oldum Evvelki çektiğim sevda ne imiş Yarimden derdime bir şifa buldum Lokman’ın verdiği deva ne imiş” (Müptela: Bağımlı olmak) (Bezmi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:527) “Aşk ehline derman sordum alemde Ne Eflatun bilir, ne Lokman yazar Erbab-ı aşk olan kalır matemde Anların ahvalin perişan yazar” (Aşk ehli: Aşıklar; Erbab-ı aşk: Sevgi ustaları; Ahval: Durumlar) (Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:668) “Irak yollar yakın ola Her güzelde hakkım ola Dostum Lokman Hekim ola Sarsam yarayı, yarayı” (Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:637) “Ağlayu ağlayu geldim kapuna Güzellik tahtına sultan olan yar Bir hastayım, düştüm senin tapuna Hey aşık derdime Lokman olan yar” “Bin dokuz yüz otuzsekiz senesi Yine arttı bu derdimin yarası Lokman Hekim gelse yoktur çaresi İstanbul, Edirne, İzmir ağlasın” (Bursalı Aşık Halil-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:420;“Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:746) “Bunların arasında kendi dinlerinden kaçan rahipler ve vaizler, sahte Hindular, gizbilimcileri, dil öğretmenleri vardı. Masaj yapanlar, hipnotizmacılar, sihirbazlar ve Lokman hekimleri de.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:48) “Hiç gitmiyor şu başımın dumanı Kesemedim şu dünyanın gamını Çok aradım bulamadım Lokman’ı Derdime bir çare bula mı bildim” (Kırşehirli İlhami-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:755) “Lokman Hekim’e sordulardı: ‘Bilgeliği kimden öğrendin?’ ‘Körlerden’, dedi Lokman, ‘çünkü bir yeri değnekleriyle yoklayıp güzelce anlayıncaya dek adım atmazlar!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:34) “Çok tabibe vardık olmadı Lokman Ahir derde oldu Gazi’miz derman Açıldı mektebler, yükseldi irfan Kolayca okunur yazımız bizim” (Aşık Suzani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:728) Lokman Hekimin ye dediği : Çok lezzetli bir yemek. Çok güzel, işveli kadı; herkesin koloaylıka önerebileceği bir çeşni Bk.: Lokum “Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman Hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak, üstelik süt gibi bir ten..” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:20) Lokmasını diken üstünde yemek : O kadar dikkatli ve vazifeşinast olması gerekiyor ki, yemek yerken bile kendini diken üstünde oturur hisseder “Bir kıyıya çekilmiş olan seyislerden, Orman Şövalyesi’ne hizmet edeni, Sancho’ya dönerek konuşmaya başlamış: ‘Ah, efendim, biz gezgin şövalye seyislerinin hayatı epey zorlu! Geçimlerimizi sahiden alınteriyle kazanıyoruz; Tanrı atalarımızdan birine lanet etmiş olmalı’, ‘Yetmez gibi de lokmamızı diken üstünde yiyoruz,’ dedi Sancho. ‘Zavallı gezgin şövalye seyislerinden daha fazla üşüyen, daha fazla terleyen kimse var mı acaba?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:483) Lokum : Şekerleme, tatlı; Genellikle güzel, oyuncul kadınlar hakkında kullanılan bir sıfat “Herif nereye baksa ağlıyor. Vah sefalet, vah bu memleket, yazmış!... Arada ‘sevgili karıcım’ da yazmış! Gülmekten donuma ediyordum! Karının adı da Perihan. Peri gibi bir lokum! Yatağı da boş değildir canım. Bu sosyetikleri bilirsin.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353) Lombroso, Césare : (ITA. MYTH.) : Kriminoloji <Suçluluk bilimi> uzmanı, (1835-1909); ‘L’uomo delinquent!= Suçlu insan’ adlı kitabında, belli bireylerin doğuştan suçlu olduğunu savunmuş, bunun belli fiziksel özellikler <stigmata> ile ta çocukluktan beri gözlenebileceğini <dar alın, gözler birbirine yakın, yüzde asimetri vb. iddia etmişti. Bu ‘Né criminel (Fr.)=Doğuştan suça yönelik’, benim ihtisas aldığım 1955 yıllarında hala geçerliydi ama sosyo-psikolojik, ortam faktörleri gitgide taraf kazanıyordu <Dr.İ.E.> “Selamına karşılık almak şöyle durdun, kaburgalarına bir yumruk yedi ve bir masanın önünde buldu kendini. Masanın başında soğuk memur suratlı bir adam oturuyordu. Adamın yüzünde öyle kıyıcı, öyhlessine acımasız bir anlatım vardı ki, az önce Lombroso’nun ‘Suçlu İnsan’ adlı kitabından fırlamıştı sanki.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:43) long : (UZA.) <lon’> : uzun, uzun süren, yorucu; mesafece uzun; (MUS.) Eski zamanlarda kullanılan uzun nota; longboat : yelken gemisinin en büyük sandalı; long-cloth : iyi cinsten pamuk kumaş; long distance : uzun mesafeli, kent harici; uzak gösteren gözlük, dürbün; long -drawn : uzun süren; long eared : uzun kulaklı, kulak gibi uzun tüyleri olan kuş; long forgotten : çoktan unutulmuş; longheaded : düşünüş yeteneği olup da uzağı-geleceği görebilen akıllı, zeki kimse; longhand : bayağı el yazısı (makine değil); long-horned : uzun boynuzlu veya antenli ; long last : en nihayet; long-lived : uzun ömürlü; long measure : uzunluk:ölçüsü; long odds : bir bahiste iki taraftan birinin koyduğu büyük meblağ para; long range : uzun menzilli (ateşli silah, top vs); long shot : uzaktan ateş etme; (DÜŞÜN.) ihtimali az bir sonuç, olay, düşünce; long-sided : ilersini gören, düşünebilen; long-suffering : uzun süreli acı çekme, tahammül, sabır; long-tailed : uzun kuyruklu; long view : uzağı, ilerisini görüş; longways : (KOLL.) uzunluğuna; long-winded : sözü uzatır, tükenmez, uzun, bitmez; a long face : ekşi yüz, asık surat; a long head : mutattan <beklenildiğinden> uzun kafa, zeka, akıl, feraset; a long tongue : uzun dil, çok konuşan kimse; as long as : mademki; before long : yakında; çabuk, tez elden; has a long arm : eli uzağa erişir, hükmü geçer; in the long run : nihayette, sonunda; long dozen : on üç; long standing : çok eskiden, -beri; not by a long side, or, not by a long ways : kat’iyen; so long as : mademki; the last and the short of it : uzun lafın kısası, hulasa-özet, doğrusu; longish : uzunca (Yeni Redhouse Lügati) loqueris Latine ? : (LAT.) <lo’keris Latine?> : Latince konuşur musunuz? Lotarya, Lotaryacılık : (İta.) İsim ya da numara çekerek oynanan oyun, loto “Zorba bana kağıdı yırtan o kalın ve ağır kalemiyle şunları yazardı. ‘Burada <Aynaroz Manastırı, Yun.> iş olmuyor, patron; burada keşişler pireyi bile nallıyor, kaçacağım.’ Birkaç gün sonra da başka bir kart: ‘Lotaryacalık <Loto> için, elimde papağanı taşıyarak manastırları dolaşamıyorum; bunun için tutup onu meraklı bir keşişe hediye ettim.’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:289) Lourdes : (HRİST. MYTH.) : Fransa’nın güneybatısındaki Pirene’lerde, bu küçük kasabanın dinsel ve tarihsel bir değer kazanması şu olaya dayanır: 1858’de 14 yaşında, Bernadette Saouibirous adında bir kız, Massabielle Mağarası yakınlarında Meryem Ana’nın kendisine göründüğünü ileri sürdü. 1862’de Papa’nın olayın doğruluğunu ilan etmesiyle, Lourdes Meryem Ana tapımı resmen onaylanmış oldu. Kızın Meryem Ana’yı gördüğü yer olarak belirttiği mağara pınarının bazı mucizevi özellikleri taşıdığının yayılmasıyla, Lourdes en büyük Hac merkezlerinden birine dönüştü “Hayatının son yıllarında, Charcot, açık, bilinçsel durumlarla organik beyin fizyolojisini kapsayan hastalıklar arasında geniş gri bir alanın varlığını düşünüp kendini ‘kader-iman-itikat şifası = faith healing’ e hasretti. Son yayınlarında, bazı hastalarının <Bernadette Saouibirous> Lourdes’a gidip Meryem Ana’dan şifa bulduklarından bahsetti.” (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:99) “ ‘...... adamın biri demiş ki, Azize Ursula rahibelerinin manastırındaki bir şişe’de Meryem Ana’nın, İsa’yı bebekken emzirdiği sütü varmış. Sonra, Beneşov’daki yetimhanenin yöneticileri, içme suyunu ille de Lourdes’dan getirteceğiz diye tutturunca, zavallı yavrucaklar öyle bir ishale yakalanmışlar ki, yeryüzünde böylesi görülmemiş.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:160-1) Löbet, Löbet gelmek : Nöbet (ateş, sar’a), öyle bir nöbetin gelmesi (Anadolu lehçesi) “Irazca durakladı: ‘Nesi var acap?’ dedi. ‘Valla ana, löbet gelmiş gibi yanıyor. Öyle terlemiş ki!’ Irazca içinden: ‘Tabii terler!’ dedi. ‘Onun çektiğini bir Allah biliyor bir de kendi...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:51) Lök; Lök gibi oturmak : Erkek deve; Tüm ağırlığıyla çökercesine oturmak (Deve gibi) “Karanlık çöküyordu, lök gibi. Hintkirazı, hamakların beyazlığıyla yer yer lekelenmiş bir gölgeden başka bir şey değildi. Bir sürü beyaz haçıyla iç kapayan karanlık bir mezar izlenimi bırakmaktaydı. Sivrisenek de vardı, ama az sayıda.” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:64) Löp löp : Şişman şişman, dolu dolu, büyük parçalar halinde “Bileklerim sızlamaz o zaman. Saatın tıkırtısı masanın üzerinde. Rıza uyumuş olacak bu sessizlikte. Aydınlık yerinden -camları kırılmış olacak- eriyen kar löp löp beş kat yüksekten iniyor aşağı. Patlamış dolama gibi yayılır yerde.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:45) “Dehşet içinde kalmıştım. Aklıma gelen tek şey geldiğim yerden kaçıp gitmek olmuştu, tam o sırada dağ sabunu kokan löp löp etli çıplak kadınlardan biri arkamdan bana sarıldığı gibi kucağına alıp çırılçıplak dolaşan kiracı kadınların bağrışmaları ve alkışları arasında, ben yüzünü bile göremeden, mukavvadan yapılma bölmesine götürdü.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:105) Lögat; Lögat bilmek : Lügat; sözcük, dil, sözcük hazinesi; Konuşmayı bilmek (Anadolu lehçesi) “ ‘... Biraz lögat bilmesi gereğir. Halbuysam Durana domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de fazla lögat bilmem, bilsem bile zarfedemem, emme, kafam çalışır. Hökümetin verdiği gararı gabul ederekten, evladımı daha gün doğmadan okula salarım. Derim ki, hadi gızım. Öğretmenine hörmet et. Derslerine gayret et...’ ” (F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:7) Lucca : (İTA.,GİYSİ): Dante Alighieri’in ünlü portresinde giymiş olduğu kırmızı cüppe “Langdon, “Dante Alighieri,’ diye başladı. “Floransalı olan yazar ve filozof, 1265 ile 1321 yılları arasında yaşamıştır. Bu portrede, tüm tasvirlerde olduğu gibi, başında kırmızı bir cappuccio, yani dar, kulaklıklı, kıvrımlı bir başlık var. Koyu kırmızı Lucca cüppesiyle Dante’nin en çok taklit edilen resmidir.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:106-7) Lucky Luc : (İNG.): ‘Talihli Lük’, Red Kit’in Fr. orijinal adı “Çizgi roman karakteri RED KİT’in, Franszıca orijinal adı: Lucky Luc.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:88) Lumpen, -Lümpen- : Sefil, yoksul; İşçi sınıfının en alt cahil tabakası; figüratif olarak, günümüzün eğitim ve kültürden mahrum ‘street smart’ <sokak alimleri> gibi şurada burada gösteri yapan ve entellektüel davranan kişilerine de aynı ad verilir. (İ.E.) “Ardından Fransızcayı kafa tutarak şarkılaştıran kaldırımların kızı çılgın lumpen unutulmaz Piaf. Mezarına gene kilisenin aforozu yüzünden dini törensiz götürülmüştür. Her şeyi gözüpek, doyumsuz yaşamış bu kadınların erkek olan kilise başlarında afaroz edildiklerini düşünmeniz doğaldır. Üstelik, siz hiç kadın papa gördünüz mü?” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:57) lusus naturae : (LAT.) <lusus na’turay> : Hilkat garibesi! Lut, luti; Lut Peygamber : (İBR. MYTH.) : Lut Peygamber, İbrahim Peygamber’in şeriatına bağlı olarak yaşamıştı. Kabilesi, genç erkeklerle -eşcinsel- iilşkilere girişmeyi adet edinmişti. <Luti: Oğlancı>. Sonunda, Tanrı’nın buyruğuyla Lut kavmini terketti. Lut’un, kötü kişilerle ilişkisi olan karısı da, depremle yerle bir olan şehirde başına taş düşerek öldü. <Bk.: Kur’anı Kerim, 11:26> Bir diğer rivayete göre de, şehri terkederken karısı, iki kızıyla birlikte ardından çağırır, Lut ardına bakar, üçü de taş kesilir. ‘Sodom ve Gomore’ bu öyküyü ayrıntılarıyla yazar “Lut’un karısı da bu kötülerle Erdemini yitirmişti böylece Ama Yedi Uyurlar’ın köpeği Yürüdü de iyilerin ardından Oldu bir güzel insan...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:44) Luriler, Luristan halkı : (PERS MYTH.) : İran ROMAN’ları “Gün görmüş, tecrübeli bir ihtiyar vardı kervanda: ‘Dostlar,’ dedi, ben hırsızlardan sizin bu koruyucunuzdandan korktuğunuz kadar korkmuyorum. Bir hikaye vardır: Arabın biri biraz para biriktirmiş. Geceleri Luriler’den korktuğu için evde yalnız başına uyuyamazmış. Dostlarından birini evine götürmüş, onunla kendini yalnız hissetmesin diye. Adam birkaç gece sonra, parayı çalar çalmaz savuşup gitmiş! Sabahleyin bakmışlar, Arap feryat ediyor. ‘Ne oldu?’ demişler; ‘paranı hırsız mı aşırdı?’, ‘Yok, vallahi!’, demiş, ‘bekçi aşırdı!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:154) Lut Gölü Rulo’ları : (ISR. MYTH.) : Filistin’in güneyindeki Yahuda çöllerinde çeşitli mağara ve yıkıntılarda, 1947-1960 aramalarında bulunmuş bakır, papirus ve deri yazma metinlerini ihtiva eden <içeren> rulo’lar. Bunlar, Tevrat’ın MS 135 yıllarında yeniden yazılmasına neden olmuştur. “Tüm bunlar, Bing on altı yaşındayken vahiy inmişçesine bir anda geliverdi aklına. Bir öğleden sonra Lut Gölü Ruloları hakkındaki bir kitabı karıştırırken, parşömen metinlerin yanı sıra, kazılarda çıkarılan tabaklar, ilkel çatal kaşıklar, hasır sepetler, çanak çömlekler, testiler gibi, en ufak zarar görmemiş buluntuları gösteren bazı fotoğraflar gördü..... Resimdeki nesneler iki bin yıllık ama son derece yeni, son derece çağdaş görünüyordu. ..... İki bin yıl önce Roma İmparatorluğunun ücra <uzak> bir köşesinde yaşayan insan, bugünkü ev araç gereçlerini tıpatıp aynısını tasarlayabilmişse, o insanın aklı, yüreği ya da iç dünyası kendisininkinden nasıl farklı olabilirdi?” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:74) Lux et veritas : (LAT.,FELS.) <Luks et vei’tas> : Işık ve gerçek = Light and truth (YALE Üniversitesi’nin motto’su) (İNG.) Luxiria : (LAT.): Şehvet; Hıristiyanlıkta Yedi Ölümcül Günahtan üçüncüsü “Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia. Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda, Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a <günah>: superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya da şiir sunma oyunu>. (D. Brown, “Cehennem”, sa:78) Lügatında yer olmamak : Bir insanın günlük düşünce ve davranışlarında seçtikleri sözcükler ve düşünce, inanç biçimleri o ögeleri niteleyecek şekilde betimlenir ve pratiğe konurlar; bu nedenle, kişilerin psikolojik yapı ve fonksiyonlarını ifade edebilecek birçok kalite, iyimserlik, başarı, ya da tamamen tersi, kötümserlik ve acı çekme, ve bunları niteleyen grup sözcükler ve düşünme mod’ları hiç pratiğe konmaz. “Morris ise kardeşlerinin en büyüğü olduğu, hem de annesi erkeklere kadınlardan daha çok güvendiği için, ne zaman bir derdi olsa ona açılırdı; bu dertler hiçbir zaman sorun olarak tanımlanmazdı (olumsuz sözcüklere annesinin lügatında yer yoktu); ama seninle ufak bir şey görüşmek istiyorum, dediği zamanki gibi hep ‘ufacık bir şeylerdi’ bu dertler. Morris, annesinin bu tavrına ‘bilinçli körlük’ diyordu; gümüş astarlar, manevi zaferler peşinde koşmakta, -üç kocayı gömmek, torununun ortadan yok oluşu, üvey torununun kazada ölmesi gibi- en acı gerçekleri ‘şafaktan öncesi karanlık’ diye tanımlamakta inatçı bir ısrarı vardı; ama, onun geldiği dünya buydu.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:146-7) Lügat paralamak, parçalamak : Konuşurken edebiyat yapmaya, bilgi göstermeye çalışmak “MEPHISTOPHELES - Ey Tanrım..... işte ben de hizmetkarlarının arasında karşına çıktım. Bütün etraftakiler benimle alay etseler bile, yüksek deyimler kullanamayacağım için beni affet. Zira, eğer gülmek alışkanlığını bırakmamış olsaydın, benim lügat paralamam seni kesin güldürürdü.’ ” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:19-20) “Köyden ayrılışını bir gün sonraya ertelemesi bir başka yaşantıyı da beraberinde getirmişri; bir günlük gecikme aynı köyde bir meslektaşla tanıçmasına neden oldu. Viktor adında uzun boylu, pervasız, atak biriydi bu; yarı rahip yarı yol kesen eşkiya karışımı bir görünümü vardı. Goldmund’u Latince lügatlar paralayarak karşıladı ve kendini dünyayı gezip dolaşmaya çıkmış bir öğrenci diye tanıttı, oysa öğrencilik yıllarını çoktan geride bıraktığı halinden anlaşılıyordu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:158) “Ve onbaşının ardından gitti. Belediye Başkanı, bir koltuğa oturmuş, onu bekliyordu. Kendisi, oranın noteriydi. İri, ciddi, lügat paralar bir adamdı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:73) Lügen haben kurze Beine : (ALM.,KOLL.) <Lü’gen ha’ben kurtse Bay’ne> : Yalanların bacakları kısadır = Lies have short legs (İNG.) Lüks, Lüks lambası: Eskiden,yani 1930 larda ve akabinde girmediğimiz İkinci Dünya Savaşı koruma önlemleri alındığında, i.e. hava karartmalarında kullanılmaya başlanan, modern, temiz, parlak, kolaylıkla taşınabilen, fakat hırıltıyla çalışan fener. Özellikle Anadolu’nun elektrik bulunmayan kırsal kesiminde, bağ ya da ormanlıkta; elektrikli zamanlarda da kır kahvelerinde etrafa donuk-parlak ışık saçan, beyaz filtreli, pompalı, pompaya basıldıkça hava basıncıyla daha da parlayan, bir tür petrol lambası. “Ben büyük hanımın yanına seğirttiğimde, herkes onu elini öpmüş, hal hatır sorulmuş ve bağ evinden içeri girilmişti. Basık tavanlı ama geniş bir yer. Sağda hazır bir cibinlik, oraya buraya gelişigüzel serpiştirilmiş bir iki işlemeli yastık, odundan bir eşya sandığı, oldukça geniş bir etajer üstünde elle kahve çekme makinesi, cezve ve iki fincan, iki idare lambası ve bir lüks.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:71) “Ve beklenen kuşlar da geldi. Büyüklerin hiçbirisi bu yıl kuşlara ilgi göstermedi. Oysa geçen yıl adanın, en azından erkeklerin yarısı, kadınların da bir çoğu, çocukların hemen hepsi ağlarla, lüks lambalarıyla kuş avına çıkmışlardı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:83) Lükse kaçmak : Gereğinden daha fazla para harcamaya, pahalı şeyler almaya meyil göstermek “O zaman bu kadar para harcamaya içi elvermedi. Rastladığı yatak odası takımlarının en iyisini satın alması şart değildi. O güne dek dürüst yaşamıştı. Tutumunu evlendikten sonra mı değiştirecekti? Lükse kaçmaya gerek yoktu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:100) Lüksü olmamak : Yapmamayı afford edememek, ihmal edememek “Adam çizmeye başladı, o çalıştıkça Maria giderek coşkusunu kaybetti, kendini anlamsız hissetmeye başladı. Bu bara girdiğinde, nazik bir karar alma -para getiren bir mesleği terk etmek-, daha da zor bir savaşı göğüsleme- memleketinde bir çiftliği idare etmek gibi- yeteneğine sahip bir kadındı. Şimdi ise, içinde tekrar güvende olmadığı izlenimi uyanmıştı, ki bir fahişenin bunu hissetmek gibi bir lüksü yoktu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:96-7) Lümere : Numara, yalan, yapmacık (Anadolu lehçesi) “Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca: ‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun! Kim ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya verip dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174) Lümpen : Yoksul, sefil Bk.: Lumpen Lüpçü; Lüpçülük : Hazırdan, çalışmadan para kazanan; Beleşçi, fırsatçı, madrabaz “Kişisel olarak, ben sonuçtan pek ümitli değildim. Babasına herkes ‘lüpçü’ der hapishanede. ‘Kurdun oğlu kurt olur!’ derler. Arnut, ağacından uzağa mı düşecek sanki? İnşallah yanılıyorum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:53) “Ulan mortocu, daha duralım mı? Sen lüpçülüğe iyice alıştın!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:44) Lüpletmek; Lüp lüp etmek, götürmek : Büyük bir iştahla ve kıvançla, afiyetle midesine indirmek (Argo) “... ekmekleri dilip tereyağını sürüyor, yumurtaları lüp lüp götürüyor; sizin anlayacağınız, sabahtan akşama kadar domuz gibi tıkınıp duruyor. Sigaraları birbiri ardına tüttürüp bir nefes olsun çektirmiyor kimseye.” ..... “Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı! Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk, Cilt:1, sa:119;190) “Hani macuncu Hafız’ı tanırsın sen; Allahın günü tablaylan bizim oraya türlü türlü macunlar getiriyor, herkes o macunlardan parmak parmak lüpletiyor da, Allah bir hakkı için ben o macunların yüzüne bilem <bile> bakmıyorum. Rana abladan başka bizim Seher’le Ziynet bilen bana acıyorlar.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:272) Lütfen : Rica ederim, böyle yapmanızı dilerim; Sanki bana (bize) bir hediye olsun diye kullanılan kinaye sözcüğü “(Bay Goines) kitapların sırtındaki Dewey sayılarını görmen için kitapları burnunun ucuna uzatıyor; yaptığın yanlışı ancak o zaman anlıyorsun. Kitapları yanlış yerleştirmişsin, önce gelmesi gerekeni sonraya, ikinci olması gerekeni de birincinin yerine koymuşsun. Bay Goines kibirli bir tavırla, ‘Bunu sakın bir daha yapmayın lütfen,’ diyor. ‘Bir kitap yanlış yere konursa, yirmi yıl, belki daha fazla, hatta hiç bulunmayabilir.’ ” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:82) “Bütün o şehir... sonunu görmek mümkün olmadı onun.../ Son, lütfen, ne olur, sonu görmek mümkün mü acaba?/ O Allahın cezası borda iskelesinde ne güzeldi her şey...” (A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:56) “TAVERNADA Balta boynumu vurmadan çok önce içimde ölüp giden neşeki bebekler JEAN GENET Sokaktan sokağa Ve sonra bu küçük tavernaya. Yaşlı kadın, bir bardak daha ver lütfen, Akşam karanlığı fakir şairin ödülü...” (C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25) “ ‘Lütfen,’ dedi, ‘size dört yıl önce verdiğim küçük, kırmızı kartı masanızdan alın.’..... ‘Lütfen, kartın üstünde yazanı bana okuyun.’..... ‘Lütfen son bölümü tekrarlayın..... ‘Hem size verdiğim telefon numarasının Prens Heinrich Oteli’ne ait olduğunu nereden bildiniz?’ Kadın sesini çıkarmadı. ‘Dört yıl önce verilmiş olsalar da, direktiflerime uymanız gerektiğini unutmayın... lütfen.’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:7) “Serge bana birkaç çekle, içinde para bulunan bir zarf uzattı. ‘Altmış iki mark, seksen fenik,’ dedi. ‘Lütfen çeklerde yazılı paralarla bu zarftakileri bizim hesabımıza yatırınız. Hesap numaramızı biliyorsunuz, değil mi?’ ‘Biliyorum.’ ” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160) “Nunez, ‘NFC şampiyonluk maçları,’ diye cevap verdi. ‘Bu akşam herkes Redskins’i izliyor.’ Nunez de bunu yapmayı dilerdi ama, işteki ilk ayıydı ve kısa çöpü o çekmişti. ‘Metal nesneleri kutuya bırakın lütfen.’ ” (D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:28) “CHAUSER’IN PARA KESESİNE SİTEMİ ------------------------------------------------------Ne olursunuz, lütfen, bu gün veya bu gece İşiteyim o şen, o şakrak sesinizi, Ya da güneşe benzeyen yüzünüzün O altın sarısı pırıl pırıl rengini.” (Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05) “Gülünçtü bu, kendi kendine kuruyordu gene. ‘İsterdim ki...’ ‘Lütfen, konuşma,’ dedi adam. ‘Işığını görüyorum.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:97) “ ‘Bana bir eğe bulup getireceksin,’ dedi ve iyice yatırdı beni yere. ‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi. ‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona sımsıkı sarılarak: ‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim. Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.” (Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8) “Sinyalci devam etti, ‘Her iki yönde de “tehlike” iletisi göndersem buna bir neden gösteremem. Başım belaya girer ve hiçbir işe yaramaz.’ Acuçlarını silerek konuşmasını sürdürdü. ‘Delirdiğime inanırlar. İşte şöyle çekmem gerekir: ‘Dikkat! Tehlike! Önlem alın!’ Karşıdan yanıt: ‘Ne tehlikesi? Nerede?’ Ben: ‘Bilmiyorum, fakat lütfen, Tanrı Aşkına önlem alın!’ ” (Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:51) “ ‘Birçoğunu tanımam’ dedim, ‘Louis Aragon ve karısı Elsa Triolet’yi saymazsak, bir de İspanya’da savaşan birkaç dost.’ ‘Lütfen bana şu söylediğinizi, bir de siyasal hareketlere katılmayacağınızı bildiren bir mektup yazar mısınız?’ ” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:78-9) “Şimdi bulunduğu yerde, bu kadar sıradan bir soruya ne karşılık vereceğini bilememişti ve sanki ona yardım etmekle yükümlüymüşler, sanki bu yardım gelmediği takdirde kimsenin ondan bir karşılık istemeye bir hakkı yokmuş gibi, başkalarına bakıyordu. O sırada yanına yaklaşan mübaşir, adamı yatıştırmak ve yüreklendirmek için konuştu: ‘Buradaki bey, yalnızca ne beklediğinizi soruyor. Lütfen cevap verin.’ ” (F. Kafka, “Dava”, sa:82) “Bereket versin ki hemşirelerden biri, Geordie, diğerinden daha insaflı idi, ondan rica ettim, ‘Allah aşkına durudurn, onu öldüreceksiniz!’. Öteki hemşire bana küfretti, ‘Si..ir ol! Yoksa aynını sana da yaparız!’ Ben Geordie’ye ısrar ettim, ‘Lütfen, senin gibisi yok, onu öldüreceksiniz!’ Onun yüzü bembeyaz kesildi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:42) “Büyükelçinin elleri titriyordu. ‘Lütfen evimi terk edin, hemen şimdi! Bana huzurumu geri verin. Lütfen! Biliyordum böyle olacağını. Bu memlekette herkes deli. Yıllardır kaçtığım delilikler evimin içine doldu. Lütfen terk edin evimi.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:337) “... nefretlik sese karşı kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu. Ama bitkinliği ile mücadele etti; her zamanki gibi kendini ikinci tekil şahısta keskin sözlerle payladı. Hadi ama, Dorothy, hemen kalk! Kestirmek yok! Lütfen!” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7) “-İyi günler. Kimliğiniz lütfen. -Yanımda değil, Şef. Ben... koşmaya çıktım. -Sizi gördüm; zorla bir bankamatiğe girdiniz, sinsi sinsi ilerlediniz, bu binada özel mülke tecavüz ettiniz ama koşu falan yaptığınızı görmedim, öyle değil mi?” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:114) “... uçak şiddetle sarsıldı. Bunyi gözlerini yumdu ve kızını iradeyle uzaklara gönderdi. Keşmira yoktu. Sadece Keşmir vardı. ‘Madam, lütfen otur.’ Gülümsemesi kocaman, masum dişlerle dolu, karmaşık bir Güneyli bir ismi taşıyan genç bir asker, ahşap bekleme salonunun önünde, askeri bir cipin direksiyonunda onu bekliyordu.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:264) “LENI - Tüm kadınlar ondan hoşlanırlardı... (Ara.) Eski günahlarının kefaretini ödüyor şimdi. Bir zamanlar onca beğenilen o ağız... artık... (Johanna’nın anlamadan baktığını fark eder.) Belki bilmiyorsunuzdur, gırtlak kanserinin en kötü yanı... JOHANNA (Anlayıp sözünü keser.) - Susun, susun lütfen.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:20) “Gülmesi birden kesildi, neşeli denebilecek bir tavırla sordu: -Peki ama, kim öldürdü beni? -Bir dakika, lütfen... Elindeki gözlüğüyle kediyi defterin üzerinden kovdu: -Çekil Regulus, tam katilin isminin üzerinde duruyorsun. Sonra defterin üzerindeki işareti çözerek: -İşte! Sizi Lucien Derjeu öldürmüş. -Vay! Bacaksız kerata! Demek isabet ettirebilmiş.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:28) “BAYAN - Sizden söz ettiğini duymuşumdur. Avustralya’ya sepetlendiğinize göre, doğal olarak, değersiz olduğunuz kanısına varmıştım. Ama bunun zararı yok. Çünkü işim çok basit. Vasiyetnamemi düzenletmek istiyorum. Nem varsa hepsini kocama bırakacağım. Bunda da hataya düşmeniz hemen hemen olanaksız sanırım. SAGAMORE - Elimden geleni yaparım. Lütfen oturunuz.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:4-5) “-Ee, yarın ne yapıyoruz? Dolli, yemeğe davet et onu! Onu Moskova’nın aydınlarıyla ağırlamak için Koznişef ile Pestsof’u da çağırırız. Dolli: -Geliniz lütfen, dedi, saat beşte, altıda bekleyeceğim sizi. Ee, benim sevgili Anna’cığım ne yapıyor?” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:707) “Ağzı çarpıldı; zavallı bir insanın kötücül, karanlık, alaycı anlatımı yayıldı yüzüne. -Biraz yardım edeyim demezsin, değil mi? diye söylendi. Ah, istemez, istemez! Kendim kalkarım; yalnız, arkama şu çuvallarını koyma lütfen!... Tamam, yeter, beceremiyorsan bırak daha iyi.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:81) “ ‘Sandviçler. Beate’den. Yolculukta ihtiyacınız olur diye düşündü; aç kalmanızı istemedi...’ ‘Lütfen ona teşekkür et. Çok teşekkür et.’ Elizabeth kendi ağzından çıkan kelimeleri, sanki başkası söylüyormuş gibi duyuyordu.” (E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:185-6) “Her birimiz, karşılaştığımız Hamlet’leri, Othello’ları, Fallstaff’ları, dahası, duruma göre III. Richard ve Macbeth olabilecek tipleri anlatıyorduk birbirimize. Yaşlıbaşlı bir adam olan ev sahibi arkadaşımız: -Ben de baylar, dedi, bir zamanlar bir Kral Lear tanımıştım. Hepimiz: -Nasıl olur? diye sorduk. -Öyle ise, isterseniz anlatayım... -Lütfen! diyerek anlatmasını istedik!. Arkadaşımız da hemen öyküsüne başladı.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:11) “VEDALIK -karımaBazen ziyaret edeceğim düşlerini davetsiz konuk gibi, hiç istenmeyen. Dışarda yol ortasında bırakma benikapını sürgüleme, lütfen.” (Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.09.09) “Clarissa şiddetle onun sözünü kesti. ‘Boş lafa gerek yok… Lütfen, rica ediyorum, boş lafa gerek yok… Bunları kaldırabilecek durumda değilim… Ölüm kalım meselesi bu… Bunlara dayanamıyorum… Bu uçarı tarzı kaldıramıyorum…’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:157) “ ‘Sizin gibi ticaretten pek anlamayan birinin gerçekten de bu gibi işlerden tamamen elini çekmesi en doğru davranış..... Sizden özellikle bir ricam olacak...’ Yutkundu. ‘Lütfen, lütfen, karşınıza çıkıp satmakla kötü yaptığınızı veya çok ucuza sattığınızı söyleyecek insanların sizi yanıltmasına fırsat vermeyin.’ ” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:179) Lütuf : Sayılan, sevilen ya da kudret-makam sahibi (Tanrı dahil) birinden, beklenmedik anda gelen iyilik, yardım; kayra “BİR AKŞAM NOTU <De Autoretratos’dan> --------------------------Bırak sana tekrarı olmayan lütfundan söz edeyim bu nisan akşamının, geçici güzelliğin ışığın, benim arkadaşım olan ve sükunetle yazdığım kağıdı okuyan” (Eloy Sanchez Rosillo<d.1948>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.11.08) -Tüm Hakları Saklıdır-