Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)
Transkript
Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon)
Türk Psikoloji Bülteni Turkish Psychological Bulletin Cilt 13, Sayı 40, Temmuz 2007 Volume 13, No. 40, July 2007 (Basım Tarihi: 08 Ocak 2008) Türk Psikologlar Derneği Yayınıdır Publication of the Turkish Psychological Association Yayın Türü: Yaygın Sahibi Türk Psikologlar Derneği Yönetim Kurulu Adına Gonca Soygüt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Gonca Soygüt Yayın Yönetmenleri Okan Cem Çırakoğlu Zuhal Yeniçeri Yayın Kurulu Doğan Kökdemir Teknik Editör Zuhal Yeniçeri Dizgi ve Sayfa Düzeni Zuhal Yeniçeri Kapak Tasarımı Mete Yaman Türk Psikoloji Bülteni, altı ayda bir yayınlanır ve aidat borcu olmayan dernek üyelerine ücretsiz gönderilir. Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında, tamamı ya da bölümleri yazılı izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. Bülten’deki yazıların içeriğinden yazarların kendileri sorumludur. Türk Psikoloji Bülteni Merkezi Yönetim Yeri: Türk Psikologlar Derneği Genel Merkezi, Meşrutiyet Caddesi, No: 22/12 06640 - Ankara Tel: 0312 - 425 67 65 Faks: 0312 - 417 40 59 e-posta: bilgi@psikolog.org.tr Internet: http://www.turkpsikolojibulteni.com Yazışma Adresi: Dr. Okan Cem Çırakoğlu, Başkent Üniversitesi, Bağlıca Kampusu, İİBF / ELYADAL Eskişehir Yolu 20. km. 06530 - Ankara Baskı: DETAMAT Tanıtım Tasarım Matbaacılık Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti. İstanbul Caddesi, İstanbul Çarşısı 48/13-14 İskitler/Ankara Tel: 0312 - 384 47 21 e-posta: detamat@e-kolay.net Türk Psikologlar Derneği, Bakanlar Kurulu’nun 97 / 10448 sayılı ve 19.12.1997 tarihli kararı ile “Kamu Yararına Çalışan Dernek” statüsü kazanmıştır. Türk Psikoloji Bülteni Cilt 13, Sayı 40, Temmuz 2007 İçindekiler Editörden... i Gündem: Psikolojide Ölçme, Değerlendirme ve İstatistik Uygulamaları Niceliksel - Niteliksel Araştırma Yöntemlerindeki Çatallaşma ve Çatallaşmayı Uzlaşmaya Dönüştüren Örnek Çalışmalar 1 Psikolojik Ölçmenin Yeni Kuralları ve Türkiye’deki Durumu 8 Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon) 15 Ölçek Geliştirme ve Uyarlama Çalışmalarında Karşılaşılan Sorunlar 17 ROC Analizi I: Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif Yordayıcı Değer ve Nagatif Yordayıcı Değer Hesaplamaları 26 Ölçmekten Korkma, Geç Kalmaktan Kork: Psikologların Ölçmeye İlişkin Temel Kaygıları ve Olası Uzlaşma Yolları 32 Gündem Dışı Konular Emanuel Miller Memorial Konferansı 2006: Bir Müdahale Olarak Evlat Edinme / Fiziksel, Sosyal-Duygusal ve Bilişsel Gelişmede Ağır Yetişmeye Meta-Analiz Kanıt 37 Genç Satranç Oyuncularının Kişilik Profilleri 47 Nöropsikanaliz: Zihin ve Beden İkilemine Bir Bakış Çağrısı 56 Toplumsal Cinsiyet, İletiim ve Sosyal Etki: Gelişimsel Bir Bakış Açısı 72 TÜBİTAK Araştırma Geliştirme Projeleri Bölüm I: Destek Programlarının Genel Tanıtımı 82 Dernek’ten Haberler Söyleşi: Prof. Dr. Ferhunde Öktem 87 2007 Yılında Farklı Kurumlar Tarafından Ödüle Layık Görülen Meslektaşlarımız 96 William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Araştırmaları Mükemmellik Ödülü Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’na Verildi 97 EFPA Etik Komisyonu Çalışmaları 99 EFPA Başkanlar Toplantısı 102 Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi İzmir’de Başladı 103 15. Ulusal Psikoloji Kongresi 104 2. Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ne Çağrı 106 Selim Hoca’nın Fareleri 116 Bülten’den Haberler 117 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. i Editörden... Değerli Üyelerimiz, Türk Psikoloji Bülteni’nin “Psikolojide Ölçme Değerlendirme ve İstatistik Uygulamaları” temasıyla yayınlamış olduğumuz 40. sayısını sizlere ulaştırmış olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu sayıda da yazılarıyla Bülten’e ve üyelerimizin mesleki gelişimlerine katkıda bulunan tüm yazarlara TPB Yayın Ekibi adına teşekkür ederiz. Bu sayıda, Derneğimizin kurucuları arasında yer alan Prof. Dr. Ferhunde Öktem ile yaptığımız söyleşiyi bulabilirsiniz. Bize ayırdığı zaman için kendisine teşekkür ederiz. Zuhal Yeniçeri’ye özel bir teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Yayın ekibi adına hem Bülten’e hem de farklı alanlardaki çalışmalarıyla Türk Psikologlar Derneği’ne yaptığı katkılardan dolayı kendisine teşekkür ediyorum. Yayın ekibi olarak sizleri göndereceğiniz yazılarınızla Bülten’e katkıda bulunmaya davet ediyoruz. Bir sonraki sayının Özel Gündem başlığı hakkında bilgiye bu sayının “Bülten’den Haberler” bölümünden ulaşabilirsiniz. Yazılarınızı; hizmete giren internet sitesini kullanarak bizlere ulaştırabilirsiniz. www.turkpsikolojibulteni.com Son yıllarda bilimsel araştırma projelerine ayrılan ulusal ve uluslararası fonların sayısında ve miktarındaki artış dikkat çekmektedir. Bu fonların bazıları başvurular konusundaki bilgi yetersizliği ve usül hataları nedeniyle kullanılamamaktadır. Üyelerimizin bu konudaki girişimlerine katkıda bulunabilmek amacıyla, bu sayıda, TÜBİTAK Araştırma Geliştirme Projeleri hakkında bir yazıya da yer verdik. Bu konudaki bilgilendirme yazılarına ileriki sayılarımızda da yer vermeyi planlıyoruz. 2007 yılı camiamız için meslektaşlarımızın aldıkları ödüller açısından oldukça başarılı bir yıl oldu. Bu sayıda ödül alan meslektaşlarımız ve aldıkları ödüller hakkındaki bilgileri sizlere ulaştırmaya çalıştık. Her sayının yayına hazırlık aşamasında yayın ekibi olarak zorlu bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin hemen her aşamasında titiz ve özverili çalışmalarıyla yer alan, yazıların teknik düzeltmelerinden dizgi ve grafik çalışmalarına değin tüm yayın aşamalarında emeğini esirgemeyen Yayın Yönetmeni arkadaşım Yayın Ekibi adına, Okan Cem Çırakoğlu TPD Genel Başkan Yardımcısı Psikolojide Ölçme, Değerlendirme ve İstatistik Uygulamaları Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 1 Niceliksel - Niteliksel Araştırma Yöntemlerindeki Çatallaşma ve Çatallaşmayı Uzlaşmaya Dönüştüren Örnek Çalışmalar Fatih Bayraktar Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü psyfatih@yahoo.com Yukarıdaki başlık “Niceliksel - Niteliksel Araştırma Yöntemlerindeki Açmaz” olarak da okunabilir çünkü kolayca anlaşılabileceği gibi her iki başlık da yöntemler arasındaki farklılaşmayı vurgulamakta ve dolaylı olarak ana akım psikolojinin halihazırdaki durumuna (statükosuna) işaret etmektedir. Ancak yazının ilerleyen bölümlerinde aktarılacağı gibi bazı çalışmalar her iki yöntemin de kendine özgü üstünlüklerini kullanmakta ve bunun bir akıl karışıklığından ziyade bir avantaj olduğunu göstermektedirler. Ancak bu ayrıntılara girmeden önce niceliksel ve niteliksel araştırmanın işevuruk tanımlarının yapılması gerekmektedir. Niteliksel çalışma genellikle “Niceliksel Olmayan” olarak tanımlanmaktadır ancak bu tanımın bilgilendirici olmadığı da açıktır (Silverman, 2001). Halfpenny (1979) ise niteliksel araştırmanın özelliklerini katı, tutarlı, nesnel, hipotetik, soyut bir araştırmadan ziyade yumuşak, esnek, taraflı, politik, spekülatif, yüzeysel bir vaka çalışması olarak tanımlamıştır. Ancak bu tanımlamaların kendilerinin ne kadar nesnel olduğu tartışılabilir çünkü niteliksel özellikler pozitivist bir bakış açısından “yumuşak bilim” olarak görülmektedir. Ancak farklı ve belki de marjinal bir bakış açısıyla niteliksel çalışmalar “doğal bilim” olarak da görülebilir. Bu noktada tanımlamaların kendisi de niteliksel-niceliksel ayrımını körüklemekte ve kendini “zıt olana” göre belirlemektedir. Niceliksel yöntemler kelimenin de ifade ettiği gibi “sayılarla ve istatistiklerle” çalışmaktadır. Bryman (1988) niceliksel araştırmaları sosyal çalışmalar, deney- ler, resmi istatistikler, yapılandırılmış gözlemler ve içerik analizi olmak üzere beşe ayırmaktadır. Eğer bu yöntemlerin avantajlarına göz atarsak sıklıkla üç kelimeye rastlarız: “güvenirlik”, “temsil edilebilirlik”, “tam ve/ya doğru ölçüm”. Bunlar en basit anlamda pozitivizmin ölçütleridir ve bu nedenle niceliksel yöntemlerin psikolojiyi “daha bilimsel!!!” yapma iddiası tam da bu noktadan ileri gelmektedir. Bu durum yukarda sözü edilen hali hazırdaki durumu açıklayabilir çünkü ana akım psikoloji ve temsil edildiği bilimsel dergiler niceliksel araştırmaların egemenliği altındadır, ve niteliksel araştırmaların hakem kurullarınca reddi “aşırı öznel” veya “bilimsel kanıttan (istatistiksel açıdan anlamlılıktan) yoksun” gibi yargılara dayanmaktadır. Hali hazırdaki durum bize iki şey göstermektedir: Birincisi, Wundt’tan beri, psikoloji kendini gerçek bir bilim olarak var etmeye çabalamaktadır ve modern psikoloji tarihi Zamanın ruhunun (Zeitgeist) özellikle fizikteki değişimlerden etkilendiğini ortaya koymaktadır (Schultz ve Schultz, 2001). Özellikle psikolojinin gelişmeye başladığı ilk yıllarda insanları tanımlamak için “Makine” metaforunun kullanılması, bugünse “Kuantum Fiziği”ndeki göreceliğin Dinamik Sistemler Yaklaşımı gibi mini-kuramlarla Psikoloji bilimine yansıması, fiziğin psikoloji üzerindeki potansiyel etkisinin devam ettiğini düşündürmektedir. Ancak psikoloji bugün yüzlerce örgüt/dernek/birlik, bölüm ve bilimsel dergiyle en popüler ve saygın bilim dalları arasında yerini almıştır. Bu durumu niceliksel araştırmalara ve güçlü istatistiksel altyapımıza Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 2 borçlu olduğumuz aşikardır. Bu noktada hali hazırdaki durumun gösterdiği ikinci alanın; “istatistiğin” üzerinde durmak gerekir. Çoğunlukla Galton’dan başlayarak ve Zeitgeist’dan bağımsız olarak psikolojinin temel amaçlarından biri olayların/ süreçlerin rakam ve istatistiklerle ölçümü ve tanımlanması olmuştur (Diamond, 1977). Bu, psikolojinin diğer bilimlerin karşısındaki en etkili ve güçlü özelliğidir. Bu nedenle niceliksel araştırmaların egemenliği daha önce de belirtildiği gibi psikolojinin kendini gerçek bir bilim olarak var etmek için takındığı bir savunma mekanizması olarak değerlendirilebilir. Ancak, yine bu nedenle bazı kuramcılar psikolojinin kendine özgü bir alan olmadığını, matematik , fizik gibi alanları taklit ettiğini savunmaktadır (Silverman, 2001). Danziger (1985) istatistiğin özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra pratik nedenlerden dolayı psikolojide egemen olmaya başladığını iddia etmektedir. Diğer bir deyişle psikolojik çıkarsamalar o zamandan beri rakamsal verilere ihtiyaç duymakta, bu da istatistiksel sistemleri gerekli kılmaktadır. Zincirleme bir reaksiyonla, sayısal sistemlerin yapısı ampirik sistemlerin yapısını etkilemekte, bu da otomatik olarak kuramlarda yansımasını bulmaktadır. Eğer psikolojiyi kuram aşamasında bir bilim olarak kabul edersek, ana akım psikolojideki kuramların rakamlara ve istatistiğe yatkın olması daha anlaşılır olacaktır. Ancak bu yatkınlık beraberinde kendi kısıtlılıklarını da taşımaktadır. Şöyle ki; istatistiksel psikolojinin ana ve son amacı “evrensel gerçeğe” ulaşmaktır. Bunu yapmanın tek yolu ele alınan örneklemin evreni temsil ettiğini ve örneklemdeki bireylerin eşit ya da benzer (izomorfik) olduğunu varsaymaktır (Danziger, 1985). Bu varsayım bir taraftan bireysel farklılıkları yok sayarken, diğer taraftan da genelleme yapmaya olanak vererek kuramların temellerini oluşturmaktadır. Bu, niteliksel yöntemi kullanan araştırmacıların niceliksel yöntemi eleştirdikleri ana noktadır çünkü bu araştırmacılar yaşayan varlıkları sayıların değil ancak “eğitimli” gözlemcilerin anlamlandırabileceği gerçek! davranışların, kelimelerin, mimiklerin ve jestlerin temsil edebileceğini savunmaktadır. Bu önerme bizi ilişkili başka bir noktaya taşımaktadır: “Hipotezimiz/araştırma sorumuz yöntemimizi belirler.” Bu bağlamda, eğer insanların günlük, gerçek eylem ve düşünceleriyle ilgileniyorsak, niteliksel araştırma yöntemini kullanmamız daha yerinde olacaktır. Diğer yandan, bilişsel yönelimli bir psikolog isek ve “kara kutuyla” (işleyen zihinle) ilgileniyorsak, niceliksel veriye güvenmek zorundayızdır çünkü basitçe zihindeki düşünceleri anlamanın bilinen başka bir yolu yoktur. Eğer psikoloji tarihine dönersek, bilişselliğe kesin bir dönüşü yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz çünkü Walton’un Wundt ve Titchener’ın önermelerine karşı gerçekleştirdiği “Davranışçı Devrim” yerini yalnızca davranışı ele alan psikolojiye karşı gerçekleştirilen “Bilişselci Karşı Devrim”e bırakmıştır. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu paradigma değişikliklerinden bağımsız olarak niceliksel araştırmaların başatlığı değişmemiştir (Schultz ve Shultz, 2001). Eğer niceliksel ve niteliksel yönelimli araştırmacıların birbirlerine karşı olan tutumlarını genel olarak değerlendirirsek, niteliksel yönelimli olanların görece daha “demokratik” olduğunu söyleyebiliriz çünkü sözü edilen araştırmacılar niceliğin bazen! kullanışlı olduğunu kabul etmektedir (Silverman, 2001). Ancak bu önerme aynı zamanda niceliksel araştırmaların bazı durumlarda sosyal çalışmalar için uygun olmadığına, özellikle olayların eşzamanlı incelenmesinde yararsız olduğuna işaret etmektedir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 3 Çelişki ve çatışma yalnızca niceliksel ve niteliksel yaklaşım arasında değil yaklaşımların kendi içlerinde de vardır. Gubrium ve Holstein (1997) niteliksel araştırmalarda dört farklı yaklaşım tanımlamışlardır: Doğacılık (naturalizm, olayı/süreci gerçek bağlamında incelemek), etnometodoloji (olayı/ süreci görüşmeler yaparak incelemek), Duygusalcılık (emotionalizm, araştırmanın katılımcılarıyla bireysel ilişkiler kurmak ve biyografilerini ayrıntılı olarak incelemek) ve Postmodernizm (“araştırma nesnesi” ve “araştırma alanı” kavramlarını tekrar yapılandırmadan yapı bozumuna uğratmak). Bu farklı yaklaşımlar daha önce de belirtildiği gibi birbirleriyle çatışabilmektedir. Gelelim bu yazının temel önermesine; Niceliksel-niteliksel araştırmalar arasındaki çatışma hatta bu araştırmaların kendi içlerindeki yaklaşımlar arasındaki farklılıklar zenginleştirici bir çelişki olarak görülmelidir. Her iki ana yaklaşımın da birbirlerine karşı üstünlükleri vardır ve bu üstünlüklerin görmezden gelinmesi araştırma sonuçlarının yorumlanmasını dar bir çerçeveye sıkıştıracaktır. Bu noktada ne rakamlara ne de sözlere takılı kalmadan her iki yöntemi de kullanan çalışmaların olması sevindiricidir. Hammersley’nin de (akt. Silverman, 1992) belirttiği gibi bu araştırmacılar basitçe tek bir yöntemi diğerine tercih etmemiş ve her iki yöntemi de kullanarak çalışmalarının kısıtlılıklarını en alt düzeye indirmişlerdir. Tharinger ve Stark (1990) duygudurum ve kaygı bozukluğu olan çocuklarda “Bir Adam Çiz” ve “Kinetik Aile Çizimi” testlerini iki farklı yönteme göre puanlamışlardır. Araştırmanın başlangıcında puanlamaların niceliksel ve niteliksel yönteme göre fark edeceği öne sürülmüştür. Sonuçlar bu önermeyi doğrulamış ve niteliksel yöntem kullanıldığında “Bir Adam Çiz” testinin, duygudurum/kaygı bozukluğu olan çocukları kontrol grubundan ayırt ettiği, ancak niceliksel yöntem kullanıldığında bu farklılaşmanın elde edilmediği görülmüştür. Benzer şekilde niceliksel puanlama değil niteliksel puanlama kullanıldığında “Kinetik Aile Çizimi” testi duygudurum bozukluğu olan çocukları kontrol grubundan ayırt etmiştir. Araştırmacılar çalışmanın sonuç kısmında duygudurum ve kaygı bozukluğu olan çocukların birbirlerinden ayırt edilmelerinde her iki yöntemin de kullanıldığı birleştirilmiş ve bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu belirtmişlerdir. Thomas ve Chambers (1989), Yeni Delhi/Hindistan ve Londra/İngiltere’de yaşayan ileri yetişkinlikteki erkeklerin yaşam doyumlarını hem niceliksel hem de niteliksel yöntemler kullanarak değerlendirmişlerdir. Niceliksel yöntemler kullanıldığında gruplar birbirlerinden farklılaşmamış ancak niteliksel yöntemlerin kullanılmasıyla belirgin farklılıklar ortaya çıkmıştır. Burada da bir yöntemin işlevsel olmadığı noktada diğer yöntemin çalışabileceği görülmektedir. Gistrap (2004) çocukların ikna edilebilirliğini (suggestibility) niceliksel ve niteliksel yönelimli görüşmelerle incelemiş ve araştırmacının çocuktan bilgi almak için niceliksel ya da niteliksel yöntemi kullanmasının, yeni edinilen bilginin miktarını değiştirdiği sonucuna varmıştır. Diğer bir deyişle niceliksel yönelimli görüşmelerden az miktarda bilgi edinilirken, niteliksel yönelimli görüşmelere geçilmesi bilgi miktarını artırmaktadır. Finlay ve Lions (2001) zihinsel engelli bireylerde görüşme ya da kendi kendini değerlendirmeye dayalı ölçümlerdeki yöntemsel sorunları tartışmışlardır. Özellikle niceliksel ölçümlerde maddenin içeriği, soru şekli, tepki şekli gibi belirli sorunların ortaya çıktığını, bu nedenle hem niceliksel hem de niteliksel yöntemin kullanıldığı Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 4 yarı yapılandırılmış görüşmelerin bu insanların değerlendirilmesinde daha yararlı olacağı sonucuna varmışlardır. Bazı araştırmalar da niteliksel yöntemleri araştırmanın ilk evresinde, çalışma alanıyla ilgili birinci elden bilgi almak amacıyla kullanmaktadır. Bu araştırmalar her iki yöntemi de eşzamanlı olarak kullanmak yerine niceliksel yöntemi son aşamada kullanarak aslında hiyerarşik olarak niceliksel yönteme başat bir rol yüklemektedir. Örneğin, Judge, Bono, Ilies, ve Gerhardt (2001) liderlikteki ayırıcı özellikleri ilk aşamada niteliksel olarak sonra da meta-analiz uygulayarak değerlendirmişlerdir. Sözü geçen makalede her iki yöntemin kullanılması bir avantaj olarak görülebilir ancak sonuç kısmında niteliksel verilere yalnızca yarım sayfanın ayrılmış olması araştırmacıların birincil tercihlerinin hala niceliksel yöntem olduğunu düşündürmektedir. Bu örnekler çoğaltılabilir ancak daha önce de belirtildiği gibi her iki yöntemi de eşzamanlı ve eşit oranda kullanan araştırmalar azınlıktadır. Ancak alan yazın gözden geçirildiğinde özellikle rehabilitasyon psikolojisi, gerontoloji, sosyal psikoloji, deneysel çocuk psikolojisi gibi alanlarda artan oranda niteliksel yöntemin kullanılmaya başlandığı görülmektedir Hanson ve arkadaşları (2005) niteliksel yöntemin artan popülaritesiyle birlikte psikoloji araştırmacılarının yöntemlerini daha sık olarak her iki eğilimi de kapsayacak şekilde genişlettiğini savunmaktadır. Bu araştırma desenleri niceliksel ve niteliksel verilerin toplanmasını, analizini ve bütünleştirilmesini içermektedir. Tüm bunlar psikolojide bütüncül yaklaşımların geleceği hakkında daha iyimser olmamızı sağlamaktadır. Ancak niceliksel ya da niteliksel yöntemlerden birini tercih etmemiz gereken belirli araştırma alanları da mevcuttur. Bu alanlardan biri de dolaylı saldırganlıktır. Dolaylı saldırganlık gerek sözel ağırlıklı yapısı gerekse de grup içi dinamiklerin işlediği bağlamıyla (ör: gruptan dışlama, dedikodu çıkarma vs.) nicel olarak ölçülmesi zor bir kavramdır. Bu nedenle niteliksel olarak incelemek dolaylı saldırganlığın doğasını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Owens, Shute, ve Slee (2000) araştırmalarında Avustralya’daki ergen kızlar arasındaki dolaylı saldırganlığı incele-mişlerdir. Verilerin toplanması ve analizinde niteliksel bir yöntem tercih etmişler, bu tercihi de gruptan dışlamak, hakkında dedikodu çıkarmak gibi dolaylı saldırganlık tarzlarının, birincil amacı grup farklılıklarını ortaya çıkarmak olan niceliksel yöntemlerce anlaşılmasının zor olması şeklinde açıklamışlardır. Araştırmacılar odak grupları, çift ve tekli görüşmeler, anahtar bilgilendirici (key informant) gibi niteliksel tekniklerle ergen kızlar arasındaki dolaylı saldırganlığın doğasını daha iyi bir biçimde anlamaya çalışmışlardır. Bu çalışmada niteliksel yöntemin üç yaklaşımı açık biçimde görülebilmektedir: Doğacılık, etnometodoloji, duygusalcılık. Araştırmacılar araştırma sorularının cevabını gerçek bir ortamda okulda aramakta (doğacılık yaklaşımı), veri toplamak için çift ve tekli görüşmeler yapmakta (etnometodoloji yaklaşımı) ve gerek odak gruplarıyla gerekse de görüşmelerle kızlarla bire bir ilişki kurmaktadırlar (duygusalcı yaklaşım). Ana akım yöntemin (niceliksel yöntemin) yapı bozumuna uğratılması post-modern bir yaklaşım gibi görünse de araştırmacıların yöntemi niteliksel biçimde yeniden yapılandırması bu yaklaşıma dair önermeyi tam olarak karşılamamaktadır. Çalışmanın yöntemi incelendiğinde tanıdık olmayan bir süreçle karşılaşılmakta ancak yapılanın da “gerçek bir bilim” olduğu ortaya çıkmaktadır. Araştırmanın Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 5 prosedürü öncelikle bir pilot çalışmayla gözden geçirilmiştir. Sonrasında iki farklı okulda öğrenim gören kızlardan odak grupları oluşturulmuş ve kızlar arasındaki çatışmalar etraflıca tartışılmıştır. Çiftli ve tekli görüşmelere seçilenler bu gruplardaki gönüllü katılımcılardan oluşmuştur. Öğretmenler anahtar bilgilendirici olarak kullanılmış ve kızların dolaylı saldırganlığı hakkında değerli ve onaylayıcı bilgiler vermişlerdir. Araştırmanın gücünün test edilmesinde bir dizi sayıtlı kullanılmaktadır; güvenirlik (credibility, araştırmaya katılanlar betimlenen davranışların kendi davranışlarına benzediğini onayladığında güvenirlik sağlanmış demektir), uygunluk (fittingness, araştırma bulgularının araştırmanın yapıldığını bağlamın dışına da uygun olması bu sayıltının karşılandığını göstermektedir), kontrol edilebilirlik (auditability, başka bir araştırmacının da araştırma sürecini benzer biçimde takip edebilmesi) ve onaylanabilirlik (confirmatibility, güvenirlik, uygunluk ve kontrol edilebilirlik sayıltıları karşılandığında bu sayıltı da karşılanmış kabul edilir). Bu teknikler niceliksel çalışmalardaki analiz sonrası (post-hoc) testlere benzetilebilir. Bu çalışmanın bulguları dedikodu yayma, arkadaşlıkları bozma, başkalarının kıyafetlerini, görünüşlerini ya da kişiliklerini eleştirme ve dışlayıcı davranışlarda bulunma gibi dolaylı saldırgan tutumların Avustralyalı ergen kızlar arasında yaygın olduğunu göstermiştir. Dolaylı saldırganlığın etkileri ise akıl karışıklığı, duygusal karmaşa, psikolojik acı, korku, düşük benlik saygısı, kaygı, intihar etmeye ilişkin düşünceler, okula gelmeme, okulu bırakma olarak sıralanmaktadır. Kızlar ve öğretmenler dolaylı saldırganlığın nedenlerini sıkıntıyı giderme, heyecan arama, dikkat çekme ya da bir gruba dahil olma şeklinde sıralamaktadır. Bu bulgular kızlar arasındaki dolaylı saldırganlık hakkında değerli bilgiler vermektedir ve benzer bulguların niceliksel bir çalışmayla elde edilmesi güçtür. Ancak burada da yönteme dair çok büyük bir sorun vardır; genelleme. Avustralya’nın Adelaine kentindeki iki Katolik okulda okuyan toplam 54 kız tüm bir evreni ne oranda temsil edebilme potansiyeline sahiptir? Benzer bir sorun birçok niceliksel çalışma için de geçerlidir ancak istatistiksel olarak örneklemimizin homojenliğini/ heterojenliğini test edebilmemiz ve homojenlik durumunda varyansı artırmaya yönelik girişimlerde bulunabilmemiz niceliksel yöntemi bu aşamada üstün konuma geçirmektedir. Diğer bir deyişle niteliksel çalışmaların bireyselci yönelimi bu çalışmaların sonuçlarını genelleştirmemizi zorlaştırmaktadır. Diğer yandan niteliksel yöntem hala dolaylı saldırganlık gibi davranışları incelememizde en uygun yöntem olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin ders aralarında oyun alanının videoya alınması dolaylı saldırganlığın belirlenmesindeki yeni tekniklerden biri olarak değerlendirilebilir. Ancak bunun bir bakıma niteliksel alandan bir kaymayı da işaret edebileceği çünkü videoya almanın klasik izleme tekniğinin daha modern bir versiyonu olarak görülebileceğini de unutmamak gerekir. Sonuç olarak, niteliksel yöntem psikolojik istatistiksel yöntemlerin ilkel formlarından biri değildir. Tam tersine, özellikle gözlemlenmesi, analiz edilmesi zor alanlarda oldukça yararlı bir tekniktir. Tartışma O’Neill (2000) psikolojide tektonik bir değişimin yaşandığını savunmaktadır. Diğer bir deyişle niteliksel yönteme doğru bir paradigma değişimi yaşanmaktadır. Bu iddia ilk bakışta alandaki niceliksel başatlığa dair önermeye ters görünmektedir. Ancak O’Neill (2000) her paradigma Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 6 değişiminde yeni paradigmayı kabul etmeye dair zor bir sürecin yaşandığını belirtmiştir. Bu noktada O’Neill’in (2000) görüşleriyle bu makalede yer alan görüşler tutarlı hale gelmektedir çünkü niteliksel yöntemlerin artan popülerliği paradigmaların değişiyor olduğunu düşündürmektedir. Niceliksel yöntemden niteliksel yönteme kayışı bir paradigma değişikliği olarak nitelendirmek radikal bir görüş olarak adlandırılabilir çünkü niteliksel yöntem alanda yeni bir yöntem değildir ve 1950’lerden beridir bilimsel çalışmalarda kullanılmaktadır. Dahası eğer davranışçılığa karşı “Bilişsel Devrimi” gerçek bir paradigma değişimi olarak kabul edersek, niteliksel yöntemlere yönelişin en baştan itibaren sınırlı olacağını ve bu paradigma değişimine uygun olmadığını, çünkü bilişsel süreçlerin değerlendirilmesinde mutlaka niceliksel yöntemlerin kullanılması gerektiğini de kabul etmemiz gerekmektedir. Bu noktada makalenin bazı kısıtlılıklarına değinmek gerekmektedir. Öncelikle okuyucu, yazının genelinde niteliksel yönteme yönelik bir tercih yapıldığı izlenimini edinmiş olabilir. Ancak bir tercihten ziyade, yazarın niceliksel yöntemin üstün olduğuna dair bir görüşe sahip olmadığının her iki yöntemin de eşit öneme sahip olduğunu savunduğunun altını çizmek gerekir. Silverman’ın (2001) da dediği gibi yöntemimizi araştırma sorumuz belirlemektedir ve bu noktada karşımıza üç olasılık çıkmaktadır: (1) Eğer niceliksel yöntem çalışmazsa, niteliksel yöntem çalışabilir, (2) Niteliksel yöntem çalışmazsa, niceliksel yöntem çalışabilir, (3) Her iki yöntem de çalışabilir ve örneklerde de gördüğümüz gibi araştırma konusunun farklı noktalarına işaret edebilir. Sonuç Niceliksel yöntemleri kullananlar bu yöntemin kısıtlılıklarının farkındadır. Bu nedenledir ki tek-değişkenli istatistikler yerine çoğunlukla çok-değişkenli istatistikler tercih edilmekte ve süreçler/olaylar çok yönlü bir biçimde anlaşılmaya çalışılmaktadır. Kendi kısıtlılıklarının farkında olmak, eleştirmeye ve eleştirilmeye açık olmak gelişmenin ve değişmenin ön şartıdır. Bu bağlamda sürekli gelişen bir niceliksel yöntemi dışlamak büyük bir hata olacaktır çünkü daha önce de belirtildiği gibi psikoloji diğer bilim alanları arasındaki saygınlığını büyük ölçüde güçlü istatistiksel alt yapısına borçludur. Diğer yandan yalnızca niceliksel yöntemlere bağlı kalmak da “gerçek insanın gerçek süreçlerini” anlamamızı güçleştirecektir. Özellikle niceliksel yöntemlerin normal dağılım eğrisi üzerine yapılandırıldığını ve uçtaki değerlerin elendiği bir noktada gerçek bilginin akademik kaygıya kurban edildiği söylenebilir. Bu bağlamda aşırı uçtaki değerlerin niteliksel yöntemlerle incelenmesi hem araştırmayı bütüncül yapıda kılacak hem de bilgilerin elenmemesini sağlayarak alanın gelişmesine çok yönlü bir katkıda bulunulmuş olacaktır. Kaynaklar Diamond, S. (1977). Francis Galton and American Psychology. Annals of the New York Academy of Sciences, 291, 47-55. Finlay, W. M. L. ve Lyons, E. (2001). Methodological ıssues in ınterviewing and using self-report questionnaires with people with mental retardation. Psychological Assessment, 13 (3), 319-335. Gilstrap, L. L. (2004). A missing link in suggestibility research: What is known about the behavior of field ınterviewers in unstructured ınterviews with young children? Journal of Experimental Psychology: Applied, 10 (1), 13-24. Hanson, W. E., Creswell, J. W., Clark, V. L. P., Petska, K. S. ve Creswell, J. D. (2005). Mixed methods research designs in counseling psychology. Journal of Counseling Psychology, 52 (2), 224-235. Judge, T. A., Bono, J. E., Ilies, R. ve Gerhardt, M. W. (2002). Personality and leadership: A qualitative and quantitative review. Journal of Applied Psychology, 87 (4), 765-780. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 7 O’Neill, P. (2000, June). Tectonic change: The qualitative paradigm in psychology. The Annual Meeting of the Canadian Psychological Association, Nova Scotia-Canada. Owens, L., Shute, R. ve Slee, P. (2000). “Guess what I just heard!”: Indirect aggression among teenage girls in Australia. Aggressive Behavior, 26, 67-83. Schultz, D. P. ve Schultz, S. E. (2001). Modern psikoloji tarihi [A history of modern psychology]. İstanbul: Kaknus Yayınları. Tharinger, D. J. ve Stark, K. (1990). A qualitative versus quantitative approach to evaluating the Draw-A-Person and Kinetic Family Drawing: A study of mood- and anxiety-disorder children. A Journal of Consulting and Clinical Psychology, 2 (4), 365-375. Thomas, L. E. ve Chambers, K. O. (1989). Phenomenology of life satisfaction among elderly men: Quantitative and qualitative views. Psychology and Aging, 4 (3), 284-289. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 8 Psikolojik Ölçmenin Yeni Kuralları ve Türkiye’deki Durumu Mediha Korkmaz Ege Üniversitesi, Psikoloji Bölümü Mediha.korkmaz@ege.edu.tr Psikolojinin bir bilimdalı olarak doğuşuyla birlikte o yıllarda acilen ölçülmesi gereken bireysel farklılıklardan kaynaklanan zeka, yetenek, kişilik gibi temel bazı psikolojik yapılar, özellikler vardı. Günümüzde de hala bu özellikler varlılığını artarak sürdürmektedirler. 19. yüzyıldaki psikolojik yapılar, günümüzde bir “özellikler fetişizmi” haline mi geldi? Nasıl ölçülecek? Elbette ki bir psikolog ya da bir psikometrist tarafından psikolojik yapıların ölçülmesine ilişkin verilecek en temel yanıt, yapıları kapsayan “bir psikolojik test, bir ölçek, bir envanter” ile olmasıdır. Psikolojik özelliklerin ölçümü üzerine adeta bir yarışma varmış gibi ölçme araçlarının çok fazla sayılarda oluşturulduğunu yurtdışındaki uygulamalardan izleyebilmekteyiz. Oysa, bir test geliştiricisi, psikolojik bir yapının/ özelliğin ölçümüne ilişkin bir ölçme aracının geliştirilmesinin, araştırmacının oturduğu yerden yazdığı maddelerden kolayca oluşamayacağını, aksine test geliştirme sürecinin son derece zahmetli ve zaman alıcı olduğunu çok iyi bilir. Ancak bu zahmetli sürecin ardından geliştirilen bir ölçme aracı, test kullanıcıların yani uygulamacıların hizmetine sunulur. Pek tabidir ki süreç ölçme aracının uygulamaya sunulması ile de bitmez; belki de asıl sorunların en önemli parçası bu aşamada başlamaktadır. Çünkü bir ölçme aracının en temel özelliği olan “geçerlik” bir kanıt toplama sürecidir ve bu çalışmaların sonu neredeyse yoktur. Ayrıca zaman içerisinde içinde yaşanılan toplumun değişen özelliklerine karşı, daha önce geliştirilmiş olan ölçme aracının hala ölçmeyi amaçladığı psikolojik özelliği ölçüp ölçmediği sorularının periyodik olarak yanıtlanması ve ölçme aracının güncellenmesi de gerekmektedir. “Psikolojik ölçme” adı altında yayınlanan pek çok ders kitabında başlıca psikolojide ölçme ve değerlendirme konularından söz edilmektedir. Özellikle yurtdışındaki en genel adıyla yayınlanan “Psikometrik Teori (Psychometric Theory)” ya da “Psikolojik Ölçme (Psychological Testing)” ders kitaplarında “klasik test kuramı” kapsamındaki yöntemler (güvenirlik ve çeşitli güvenirlik yöntemleri, geçerlik ve çeşitleri, norm ve standart puanlar, bazı psikolojik özelliklerin ölçümüne ilişkin geliştirilmiş testler) yer almaktadır. İster yurtdışında isterse ülkemizde psikoloji lisans eğitimi alan her birey, yaklaşık olarak psikolojideki ölçme sorunları ve bu sorunların çözümüne ilişkin ölçme alanındaki bu klasik test kuramı yöntemleriyle tanışmaktadır. Oysa, klasik test kuramının yanı sıra son yıllarda “madde cevap kuramı”, “maksimum olasılık faktör analizi”, yapısal eşitlik modelleri”, “genellenebilirlik kuramı” gibi yeni ölçme modelleri psikometri yazınında yer almaktadır. Ancak buradaki ciddi sorun, gerek yurtdışında gerekse Türkiye’de halihazırda bu yeni psikometrik yöntemlerin lisans eğitimi kapsamında ele alınmamasıdır. Özellikle de ülkemizde psikoloji lisansüstü programlarının yeni yöntemler açısından eksikliği göze çarpmaktadır. Bu yazının amacı, ölçme araçlarının geliştirme aşamalarında yer alan ve yukarıda bazı sorun alanlarına işaret edilen noktaların hepsine ayrıntılı kuramsal yanıtlar vermek değildir. Psikometri yazınında yer alan yeni ölçme yöntemlerinden madde cevap kuramı hakkında en temel bazı avantajlara değinmektir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 9 Madde cevap kuramı (item response theory) ya da örtük özellikler kuramı (latent trait theory), modern test kuramı olarak da adlandırılmaktadır. Böylece klasik test kuramının “eski”, modern test kuramının da “yeni” ölçme yöntemleri olduğuna vurgu yapılmış olur. Madde cevap kuramı, bireylerin davranışları ile bu davranışların altında örtük olarak bulunduğu varsayılan özellikler arasındaki ilişkileri, olasılığa temellenen fonksiyonlarla ifade eder. Kuramın odak noktasını farklı yetenek düzeyindeki deneklerin örtük özellik üzerindeki bir maddeyi nasıl yanıtlamaları gerektiğini gösteren matematiksel modeller oluşturur. Bu modeller, gözlenen değişkenler ile bunların altında yatan örtük özellik arasındaki işlevsel ilişkiyi doğrusal olmayan bir regresyon ile tanımlarlar (Chernysenko ve ark., 2001; Zickar, 1998). Madde cevap kuramında madde (item) terimi bireylerin gözlem birimini, test/ölçek (test/ scale) terimi maddeler topluluğunu ve özellik/yetenek (trait/ability) terimi bireyin örtük özelliğini tanımlamak üzere kullanılmaktadır. and test information function). Kuramda bu fonksiyonlar, klasik test kuramındaki güvenirlik ve ölçmenin standart hatası kavramlarını karşılamaktadır. Madde ve test bilgi fonksiyonları, gözlem yoluyla elde edilen verilerin parametre tahminlerinin yapılmasının ardından θ yetenek tahminlerinin yerleşiminin ve aynı zamanda ölçümün doğruluğu, hassasiyeti ve mükemmelliği hakkında bir değerlendirme yapılmasını sağlar. Madde cevap kuramında ölçmenin hassasiyeti, ölçekteki her maddenin belirli bir kişinin yeteneğine göre olan durumuna bağlı olarak, diğer bir ifadeyle, madde ve kişinin birbirlerine yakınlık derecesi ile açıklanır ve madde ile kişi arasındaki fark arttıkça maddenin etkinliği azalır (Somer, 1998, 1999, 2004). Bir test belirli bir özelliği ölçen θ yeteneğinin farklı noktalarında bulunan kişiler için farklı düzeylerde bilgi vermektedir. θ’nın herbir değeri için elde edilen informasyonların θ’ya karşı grafiğinin çizilmesi ile “madde bilgi fonksiyonu” elde edilir ve belirli bir θ düzeyi için tüm madde bilgi fonksiyonlarının toplanması ile de “test bilgi fonksiyonu” elde edilmektedir. Niçin Madde Cevap Kuramı? Madde cevap kuramının merkezi elementi, madde karakteristik eğrisidir (item characteristics curve - ICC) ve bireyin ölçülen yetenek boyutundaki düzeyi ile maddeye doğru cevap verme olasılığı arasındaki ilişkinin grafik gösterimini verir. Kuramda madde güçlüğü ve yetenek/ örtük özellik ölçüm tahminleri aynı boyut üzerinde, yani o test ile ölçülen yetenek boyutu (θ) üzerinde yer almaktadır. Dolayısıyla madde karakteristik eğrisi, doğru cevabın koşula bağlı olasılığın (conditional), yani herhangi bir belirli θ yetenek düzeyi için P(θ) belirlenmiş olan doğru cevabın eğrisidir (Hambleton, Swaminathan ve Rogers, 1991; Hulin, Drasgow ve Parsons, 1983). Madde cevap kuramının en önemli diğer bir özelliği de, madde ve test bilgi fonksiyonlarıdır (item Psikologların çoğu araştırmalarında test ve ölçekleri değerlendirmek üzere klasik test kuramı kapsamında ele alınan “güvenirlik, madde-toplam puan korelasyonu, Spearman Brown düzeltme formülasyonu” gibi aşina olduğumuz tekniklerini sıklıkla kullanmaktadırlar. Klasik test kuramının varsayımlarını karşılamak daha kolaydır ve kuramın uygulanmasında avantaj sağlayarak kullanılma sıklığını artırmıştır. Bu durumu Hambleton, Robin ve Xing (2000), kuramın yeterince güçlü olmadığı ve bazı yetersizliklerinin bulunduğu şeklinde yorumlarken; Budgell, Raju ve Quartetti (1995), kuramın özellikle örnekleme bağlı varsayımlarından dolayı grup içi karşılaştırmalar için uygun olduğunu, buna karşın gruplararası Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 10 karşılaştırmalarda yetersiz kaldığını belirtmektedirler. Madde cevap kuramı modelleri çok daha güçlü varsayımların karşılanmasını (tekboyutluluk, yerel bağımsızlık vb.) gerektirmektedir; eğer varsayımlar karşılanmaz ise, sözkonusu modelleri değerlendirmede kullanmak hatalı sonuçlar ortaya çıkarır. Madde cevap kuramı, klasik test kuramına temellenen psikometrik değerlendirmedeki yetersiz kalan bazı önemli sorunları aşmak üzere geliştirilmiştir. Klasik test kuramının aşamadığı sorunları madde cevap kuramı nasıl aşıyor? Embretson (1999) her iki kuramın temel problemler üzerinden karşılaştırmasını eski ve yeni kurallar üzerinden şu şekilde yapmaktadır: Eski Kural 1: Ölçmenin standart hatası belirli bir örneklemdeki tüm puanlara uygulanır. Yeni Kural 1: Ölçmenin standart hatası farklı cevap örüntüleriyle bireyler arasında değişir ancak farklı popülasyonlara genellenebilir. Klasik test kuramında güvenirlik katsayısına bağlı olarak hesaplanan ve kişilerin gerçek puanlarının güven aralıklarını tahminlemeye yarayan ölçmenin standart hatasının örneklemdeki tüm denek puanları için eşit, aynı olduğu varsayımı vardır. Oysa, bir örneklemden diğerine güvenirlik katsayıları değişim gösterir dolayısıyla ölçmenin standart hatası da değişir. Örneklemler birebir eşdeğer olmadığı sürece de bir örneklemdeki puan aralıkları diğer örnekleme göre değişiklik gösterecektir. Buradaki asıl sorun ise, ölçmenin standart hatasının örneklemdeki tüm bireyler için aynı olmasından kaynaklanmaktadır; yani düşük yetenekteki bir birey için olduğu kadar yüksek yetenekteki bir birey içinde aynı puan aralıklarının kullanılmasıdır. Sonuçta, klasik kuramda bir kişinin belirli bir aralıkta ölçmenin standart hatasına uygun olarak gerçek puan aralıklarını saptamanın doğruluğu sorun olmaktadır. Madde cevap kuramında ise, tahminlenen yeteneğin/özelliğin doğruluğunun bir ölçütü olarak madde ve test bilgi fonksiyonları kullanılmaktadır ve tahminlenen farklı yetenek (theta) değerlerinin doğruluğuna ilişkin klasik kurama kıyasla daha hassas puan aralıklarına ulaşılmasına olanak verirler. Diğer bir deyişle, herbir maddenin, madde bilgi fonksiyonunun olması kuramı örneklemden bağımsız bir özelliğe taşır, popülasyonun gerçek puan ve hata varyansalarına bağlı değildir. Madde ve test bilgi fonksiyonları bir testi geliştirirken ölçümün doğruluğunu arttırmak için ne tür maddelerin eklenmesi ya da ne tip maddelerin testten uzaklaştırılmasını saptamada oldukça faydalı bilgiler sağlarlar. Samejima (1977) klasik test kuramında güvenirliğin cansız bir kavram olduğunu çünkü bir gruptan diğerine farklılık gösterdiğini ve genellenebilirliğinin oldukça sınırlı olduğunu ifade etmektedir (akt. Hulin, Drasgow ve Parsons, 1983). Eski Kural 2: Çok maddeli uzun testler, az maddeli kısa testlerden daha güvenilirdir. Yeni Kural 2: Az maddeli kısa testler, çok maddeli uzun testlerden daha güvenilir olabilir. Klasik test kuramında, ölçme aracındaki madde sayısı arttıkça testin güvenirlik katsayısının da artacağı ve madde sayısının az olmaması tercih edilir. Buna karşın madde cevap kuramında az sayıda madde içeren testler oldukça güvenilir olabilir. Klasik kuramda SpearmanBrown düzeltme formülüyle ölçme aracının madde sayısı artırıldığında, hata varyansı azalıp gerçek varyans miktarı arttığı için testin güvenirlik derecesi de artmaktadır (Embretson, 1999). Madde cevap kuramında ise, ölçmenin standart hatası herbir örtük özellik aralığında tanımlandığı için hata varyanslarının miktarı azalır, güvenirlik katsayısı yükselir. Bu durum özellikle deneklerin yetenek düzeylerine uygun madde bankalarının Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 11 oluşturulmasında kullanılır (örneğin testte 25 madde olsa bile, deneklerin yetenek düzeylerine uygun oluşturulan daha az sayıdaki madde setleri kullanılır). Çünkü deneklerin yetenek düzeylerine en uygun maddeler kullanıldığında standart hatalar da küçük olacaktır, bu da testin güvenirliğini artıracaktır. Dolayısıyla az sayıda maddeleri olan kısa testlerde çok daha güvenilir olabilir. Eski Kural 3: Bir testin farklı formlarından elde edilen test puanlarının karşılaştırılması ancak testlerin paralel ve eşit olmasına bağlıdır. Yeni Kural 3: Testin farklı formlarından elde edilen test puanlarının karşılaştırılması testin güçlük düzeyi bireylerarasında değişiklik gösterdiğinde en mükemmeldir: Test puanlarının karşılaştırılması için paralel formlar gerekmez. Klasik test kuramında bireylerin gözlenen test puanları, gerçek puan ve hata bileşenlerinin bir fonksiyonu olarak ele alınır. Kuram doğrudan test düzeyinde bilgileri sağlamak üzere geliştirilmiştir ve doğrudan ölçme yapılan araca bağlıdır. Madde cevap kuramında ise, ölçülen yetenek/özellik ve madde puanları aynı ölçek üzerinde (θ metriği) tanımlanmaktadır. Klasik ve madde cevap kuramındaki gerçek puan ve θ değerleri farklı metriklerde aynı yeteneği/özelliği temsil ederler. Ancak ikisinin arasında çok önemli bir ayrım vardır. θ metriğinin ortalama ve varyans değerleri bir kez saptandıktan sonra, bir bireyin θ değeri ölçüm yapılan araca bağlı olmaktan çıkar (Hulin, Drasgow ve Parsons, 1983). Böylece θ metriği ile ölçülen bir bireyin yeteneğinin farklı madde setlerini kapsayan ölçüm araçları ile karşılaştırılmasına da olanak tanımış olur. Bu özellik madde-test parametrelerinin farklı örneklemler ve farklı test formlarında değişmezlik/sabitlik (invariance) olarak bilinir ve kuramın uyarlamalı ölçme (adaptive testing) uygulamalarında kullanılır. Buna karşın klasik kuramda ölçme araçları birebirmutlak paralel olmadığı sürece bu tür bir yetenek karşılaştırması yapılamaz. Eski Kural 4: Madde istatistikleri popülasyonun temsili olan örnekleme bağlıdır. Yeni Kural 4: Madde istatistikleri temsil edici örneklemlere bağlı değildir. Klasik test kuramında madde güçlüğü ve madde ayırt edicilik istatistikleri büyük ölçüde üzerinde çalışılan örnekleme bağlıdır ve örneklemin yetenek/özellik seviyesi bu test istatistiklerinin düzeyini etkilemektedir (MacDonald ve Paunonen, 2002). Çünkü kuramda denek puanları madde güçlük düzeylerinin bir fonksiyonu olarak ele alınmaktadır ve bu nedenle de bir testin güçlüğü farklı alt popülasyonlarda değişiklik göstermektedir. Dolayısıyla değişen güçlük düzeylerinde bir testin değişik formları kullanıldığında denekler arasında karşılaştırmalar yapılamaz (Hambleton, Robin ve Xing, 2000). Madde cevap kuramında ise, madde ayırt edicilik parametresi (ai), madde güçlük parametresi (bi) ve maddenin doğru yanıtını tahmin parametresi (ci) deneklerin ait olduğu alt popülasyonlara bağlı değildir ve bir örneklemden diğerine değişiklik içermezler. Çünkü madde cevap modelleri verilerin modellenmesine temellenir, ölçme aracı ile değerlendirilen yetenek ya da örtük özellik ve testteki her bir madde arasındaki ilişkiye odaklanır, hem madde parametrelerinin örneklemden bağımsız, hem de kişi parametrelerinin maddelerden bağımsız olması nedeniyle kişi ve madde parametre tahminlerini yapar. Böylece test puanlarının yorumlanması için standardizasyonu yapılmış orijinal örnekleme bağlı kalmak gerekmez. Klasik test kuramında bireylerin gözlenen test puanları, maddelere verilen cevapların toplamından oluşur ve standart puanlara dönüştürülür. Kuram doğrudan test düzeyinde bilgileri sağlar ve ölçme yapılan araca bağlıdır. Madde Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 12 cevap kuramında ise, kişinin örtük özellik düzeyini saptamak için madde cevaplarının nasıl toplanacağı (toplam puan) kuramın yanıtlaması gereken sorular arasında değildir. Madde cevap kuramı daha çok kişilerin davranışlarını etkileyen maddelerin özelliklerinin nasıl olduğu ve kişinin cevaplarını açıklamak için en uygun özellik düzeyinin ne olduğu ile ilgilenir (Embretson, 1999). Kısaca; klasik kuram test düzeyinde test puanlarını tanımlamaya odaklanırken, madde cevap kuramı madde düzeyinde ve madde performansının modelleşmesine ilişkin bilgileri sağlamaya odaklanır (Cohen, Bottge ve Wells, 2001; Kolen ve Brennan, 1995). Madde Cevap Kuramının Psikolojiye Bazı Katkıları Madde cevap kuramı modelleri, özellikle test yapılandırma sürecinde maddelerin psikometrik özellikleri ve testlerin yapı geçerliğine ilişkin ayrıntılı bilgiler sağlar. Kuram geçmişte olduğu gibi günümüzde de eğitimde ölçme ve değerlendirme araştırmacıları tarafından aktif olarak kullanılmaktadır. Literatür taramaları incelendiğinde bu durum hem ülkemizde hem de yurtdışı uygulamalarında karşımıza çıkmaktadır. Son 50 yıllık dönemde de madde cevap kuramı yurtdışı psikoloji araştırmalarında önemli bir mevki edinmiştir. Ancak ülkemizde psikoloji araştırmacıları tarafından gerektiği kadar tanınmamaktadır. Oysa, madde cevap kuramı yeni bir test-ölçek geliştirme çalışmalarında “doğrulayıcı faktör analizi” kadar büyük bir etkiye sahiptir. Yukarıda ele aldığımız madde cevap kuramının özellikleri klasik test kuramının gerçekleştiremediği bazı ölçme problemlerinin üstesinden gelebilmektedir. Kuramın psikoloji araştırmalarına en önemli katkısı belki de ölçme aracındaki potansiyel yanlılık (bias) incelemelerine izin vermesidir. Psikoloji araştırmalarında üzerinde çalışılan örneklemlerin sistematik bazı özellikleri (cinsiyet, eğitim, dil, ırk vb.) vardır ve gruplar arası karşılaştırmalar da bu sistematik özellikler üzerinden yapılabilmektedir. Madde cevap kuramı ölçme araçlarının bu sistematik özellikler açısından incelenmesine olanak sağlar. Kuramda bu özellik madde ve test işlevsel farklılık fonksiyonu (differential item and test functioning) olarak tanımlanır, ölçme aracını oluşturan maddelerin sistematik grup üyeliklerinden herhangi birine avantaj sağlayıp sağlamadığı sorunu incelenir (Korkmaz, 2005; 2006). Böylelikle test maddelerin karşıt örneklemler içerisinde farklı bir işlevselliğinin olmadığı ve ölçümlerin yapı geçerliğinin önemli kanıtları toplanmış olur. Bu özellik ülkemiz psikolojisi açısından aslında son derece önemlidir. Halihazırda ülkemizde kullanılan psikolojik yapılara ilişkin pek çok ölçme aracının aslı yurtdışında geliştirilmiş olup, ülkemiz için Türkçe çeviri ve adaptasyon çalışmaları yapılmıştır. Bu durumda karşılaştığımız sorun daha da büyümektedir. Çünkü testteki maddelerin grup üyeliklerine karşı bir avantaj gösterip göstermediğinin yanı sıra “kültürlerarası” farklılıkların da diğer bir sistematik özellik olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Bir kültür için geliştirilmiş bir ölçme aracı, acaba diğer bir kültürde ne kadar geçerliğe sahiptir? Kaldı ki bu ölçme araçları diagnostik ve karar verme amaçlı kullanıldıklarında ne kadar doğru bir sürecin gerçekleştirildiğinden emin olabilir miyiz? Klasik test kuramı bu sorulara yanıt vermekte maalesef yetersiz kalmaktadır ve Türkiye’deki psikoloji araştırmalarına madde cevap modellerinin dahil edilmesi dünya literatürünü daha iyi izlememizi sağlayacaktır. Başlangıçta madde cevap modelleri dikotomik madde formatlarının ölçülmesine ilişkin geliştirilmiş olmakla birlikte, günümüzde daha karmaşık madde formatlarına Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 13 yönelmiştir. İki cevap seçeneğinden daha fazla sayıda seçeneği olan çoklu kategorili maddeler (polytomous) için pek çok model geliştirilmiştir (örneğin; Masters (1982) “Kısmi Puanlama Modeli”(Partial Credit Model), Samejima (1969)“Ağırlıklandırı lmış Cevap Modeli” (Graded Response Model), Andrich (1978) “Dereceli Ölçek Modeli”(Rating Scale Model ) ve Bock (1972) ”Sınıflamalı Cevaplar Modeli” (Nominal Response Model)). Böylece psikolojinin tutum, kişilik, örgüt ve organizasyon araştırma konuları gibi pek çok alanda uygulanabilir hale gelmiştir. Dünya literatüründen bazı örnekler vermek gerekirse; Ellis ve Mead (2000) 16 Faktör Kişilik Envanteri’nin İspanyolca versiyonunun ölçme eşdeğerliğinin incelenmesinde, Cooke, Michie, Hart, Hare (1999, 2004), Psikopati kontrol listesinin (Psychopaty Checklist - revised - PCL-R) hem geliştirilmesinde hem de kültürler arası karşılaştırmalarının yapılmasında, Huang, Church ve Katigbak (1997) NEO Kişilik Envanterinin kültürel farklılıklarının incelenmesinde, Smith ve Reise (1998) Stres Tepki Ölçeğinin (Stress Reaction Scale) madde işlevsel farklılık incelemelerinde, Childs, Dahlstrom, Kemp ve Panter (2000), MMPI-2 Depresyon Ölçeğinin madde parametre tahminleri ve madde işlevsel farklılığının incelenmesinde, Orlando ve Marshall (2002) Post-Travmatik Stres Bozukluğu Kontrol Listesinin İspanyolca versiyonunun madde işlevsel farklılığının incelenmesinde, Maller, (2001), WISC-III standardizasyon örnekleminin cinsiyete göre madde işlevsel farklılığının incelenmesinde değişik madde cevap modelleri ve uygulamaları kullanılmıştır. Madde Cevap Kuramının Pratik Uygulamalarda Kullanımı Zor mu? Madde cevap modellerinin pratik uygulamalarda kolayca yer edinememesinin en önemli nedeni, hemen hemen her bir modelin kendine özgü bir matematiksel işlem ve bilgisayar programı gerektirmesidir. Ayrıca programların DOS ortamındaki yazılımları da kullanılma sıklığını etkilemiştir. Ancak son yıllarda madde cevap modellerine uygun olarak geliştirilen bilgisayar paket programlarının sayısında önemli bir artış vardır ve programların kullanımına ilişkin ortalama bir bilgisayar kullanıcı bilgisi yeterlidir (elbetteki sadece programın kullanımı değil aynı zamanda kuramsal düzeyde de bilgiye sahip olmak her türlü paket programın kullanımı için bir gerekliliktir). Bu teknolojik gelişme araştırmacıları teorik yapılanmadan ziyade çeşitli alanlardaki (eğitim, psikoloji, tıp, sosyoloji, biyoloji vb.) pratik uygulamalara yönlendirmiştir. Madde cevap modellerine uygun olarak geliştirilen ve sık kullanılan önemli bazı bilgisayar paket programları BILOG-MG 3, MULTILOG, PARSCALE, TESTFACT’dir. Ayrıca ilgilenen araştırmacılar “www.assess.com” adresinden çeşitli programların özelliklerini görebilirler. Dünya literatürü psikoloji araştırmalarında önemli bir yer edinmiş olan madde cevap modellerinin Türk psikoloji araştırmalarında da kapsanması gerekmektedir. Çünkü test ve ölçek geliştirmede son yıllarda madde cevap modelleri ve doğrulayıcı faktör analizi yöntemleri başa baş gitmekte, araştırmalarda bu iki yöntemin karşılaştırmaları yapılmaktadır. Özellikle de lisansüstü programlarda ölçmenin yeni yöntemlerinin ele alınması, ülkemiz araştırmacılarını dünya yazınına yakınlaştıracaktır. Eğer bu gelişmeler izlenmez ise, ülkemizdeki psikoloji araştırmalarının yetersiz kalması, kuramların uygun bir şekilde test edilememesi, araştırma problemlerine ilişkin yanlış verilerin toplanması, dergilerdeki yayın kalitesinin düşmesi, istatistik, ölçme ve yöntem konularını değerlendirecek uzman sayısında azalma olması gibi potansiyel sorunlarla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 14 Kaynaklar Korkmaz, M. (2006). Test ve ölçek geliştirmede yeni yaklaşımlar: Madde cevap kuramı kapsamında madde işlevsel farklılığı (madde yanlılık) yöntemleri. Türk Psikoloji Yazıları , 9 (18), 63-80 Budgell, G. R., Raju, N. S. ve Quartetti, D. A. (1995). Analysis of differential item functioning in translated assessment instruments. Applied Psychological Measurement, 19 (4), 309-321. Korkmaz, M. (2005). Madde cevap kuramına dayalı olarak çok kategorili maddelerde madde ve test yanlılığının (işlevsel farklılığın) incelenmesi. Yayınlanmamış doktora tezi, Ege Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Chernyshenko, O. S., Stark, S., Chan, K. Y., Drasgow, F. ve Williams, B. (2001). Fitting item response theory models to two personality inventories: Issues and insights. Multivariate Behavioral Research, 36 (4), 523-562. MacDonald, P. ve Paunonen, S. V. (2002). A Monte Carlo comparison of item and person statistics based on item response theory versus classical test theory. Educational and Psychological Measurement, 62 (6), 921-943. Childs, R. A., Dahlstrom, W. G., Kemp, S. M. ve Panter, A. T. (2000). Item response theory in personality assessment: A demonstration using the MMPI-2 depression scale. Assessment, 7 (1), 37-54. Maller, S. J. (2001). Differential item functioning in the WISC-III: Item parameters for boys and girls in the national standardization sample. Educational and Psychological Measurement, 61 (5), 793-817. Cohen, A. S., Bottge, B. A. ve Wells, C. S. (2001). Using item response theory to assess effects of mathematics instruction in special populations. Exceptional Children, 68 (1), 23-44. Orlando, M. ve Marshall, G. N. (2002). Differential item functioning in a Spanish Translation of the PTSD checklist: Detection and evaluation of impact. Psychological Assessment, 14 (1), 50-59. Cooke, D. J ve Michie, C. (1999). Psychopathy across cultures: North America and Scotland compared. Journal of Abnormal Psychology, 108 (1), 58-68. Smith, L. L.ve Reise, S. P. (1998). Gender difference on negative affectivity an IRT study of differential item functioning on the multidimensional personality questionnaire stress reaction scale. Journal of Personality and Social Psychology, 75 (5), 1350-1362. Cooke, D. J, Michie, C., Hart, S. D. ve Hare, R. D. (1999). Evaluating the screening version of the Hare Psychopathy Checklist-Revised (PCL: SV): An item response theory analysis. Psychological Assessment, 11 (1), 3-13. Ellis, B. B. ve Mead, A. D. (2000). Assessment of the measurement equivalence of a Spanish translation of the 16PF questionnaire. Educational and Psychological Measurement, 60 (5), 787-807. Embretson, S. E. (1999). Issues in the measurement of cognitive abilities. S. E. Embretson ve S. L. Hershberger (Ed.), The new rules of measurement: What every psychologist and educator should know içinde (pp. 1-15). Lawrence Erlbaum Associates. Hambleton, R. K., Robin, F. ve Xing, D. (2000). Item response models for the analysis of educational and psychological test data. H. E. A. Tinsley ve S. D. Brown (Ed.), Handbook of applied multivariate statistics and mathematical modeling içinde (pp. 553-581). San Diego: Academic Press. Hambleton, R. K, Swaminathan, H. ve Rogers, H. J. (1991). Fundamentals of item response theory. London: Sage Publications. Huang, C. D., Church, A. T. ve Katigbak, M. S. (1997). Identifying cultural differences in items and traits: Differential item functioning in the NEO personality inventory. Journal of Cross-Cultural Psychology, 28 (2), 192-248. Hulin, C. H., Drasgow, F. ve Parsons, C. K. (1983). Item response theory: Application to psychological measurement. Dow Jones-Irwin. Kolen, M. J. ve Brennan, R. L. (1995). Test equating: Methods and practices. Springer- Verlag New York, Inc. Somer, O. (1998). Kişilik testlerinde klasik ve modern test kuramları ile madde analizi. Türk Psikoloji Dergisi, 13 (41), 1-15. Somer, O. (1999). Çok kategorili (polytomous) maddelerde klasik ve modern test kuramlarının madde analizleri, güvenirlik ve bilgi kavramları açısından karşılaştırılması. Türk Psikoloji Dergisi, 14 (44), 63-75. Somer, O. (2004). Gruplararası karşılaştırmalarda ölçek eşdeğerliğinin incelenmesi: Madde ve test fonksiyonlarının farklılaşması. Türk Psikoloji Dergisi, 19 (53), 69-82. Zickar, M. J. (1998). Modeling item-level data with item response theory. Current Directions in Psychological Science, 7 (4), 104-109. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 15 Ölçek Uyarlaması (Adaptasyon) Gülçin Akbaş ve Leman Korkmaz ODTÜ, Psikoloji Bölümü | Başkent Üniversitesi, ELYADAL gulcinakbas@yahoo.com, lemankorkmaz@yahoo.com Ölçek uyarlaması uzun, çok dikkat gerektiren, birden fazla araştırmacının çabasıyla gerçekleşen bir süreçtir. Ölçeğin farklı bir dilden dolayısıyla farklı bir kültürden, farklı bir dile dolayısıyla farklı bir kültüre uyarlanıyor olması çevirinin olabildiğince aslına uygun olmasının yanında, dikkat edilmesi gereken önemli hususları da beraberinde getirir. Yazının devamında öncelikle çeviri sırasında gerekli olan aşamalardan bahsedilecektir, daha sonra da ölçeğin uyarlandığı kültürün özellikleri sebebiyle ölçekte yapılması gereken bazı düzenlemelere değinilecektir. Çeviri süreçlerine geçmeden üzerinde durulması gereken en önemli nokta; çalışılacak konuyu en iyi temsil eden, geçerliği ve güvenirliği doğrulanmış ölçeği seçmektir. Bunun yanında, seçilen ölçeğin aşağıda belirtilecek olan özelliklere sahip olması, ölçeğin farklı bir dile en az hatayla ve nitelikli bir şekilde çevrilebilmesine olanak sağlar. 1. 16 kelimeden az, kısa ve basit cümlelerin kullanılması. 2. Cümlelerde edilgen çatı yerine etken çatının tercih edilmesi. 3. Adıl (zamir) kullanımının yerine isimlerin tekrar edilmesi. 4. Ölçeğin çevrileceği dilde tam karşılığı olmayan deyimler ve mecazi kullanımlardan kaçınılması. 5. Öznel anlatımlardan uzak durulması. 6. Yer ve zaman belirtirken edat ve zarfların sıklıkla kullanımından sakınılması. 7. Mümkün olduğunca iyelik zamiri kullanılmaması. 8. Genel terimlerdense özel terimlerin tercih edilmesi (örn., hayvan yerine ördek). 9. Belirsizlik ifade eden sözcüklerin kul- lanımından uzak durulması (örn., belki, sık sık). 10. Cümlede iki ayrı eylemden bahsedilecekse, iki eylemli tek cümle yerine iki farklı cümlenin kurulması (Brislin, 1990, s. 33). Çeviri Basamakları 1. Uygulanacak ölçeğin o dili anadili olarak konuşan farklı kişilerce (native speakers), ölçek üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan diğer dile çevrilmesi 2. Araştırmacılar tarafından çevirilerin incelenmesi, üzerinde tartışılarak en uygun ifadenin belirlenmesi 3. Çevirisi tamamlanan ölçeğin, farklı çevirmenlerce ölçeğin orijinal diline çevrilmesi 4. Üçüncü olarak elde edilen ölçeğin, orijinal ölçekle karşılaştırılıp, çevirinin uygunluğunun tespit edilmesi (aynı anlamı verip vermedikleri konusunda tartışılması) 5. Ölçeğin orijinalini hazırlayan kişiye, son aşamada elde edilen anketin gönderilip geribildirim alınması (Brislin, 1990, s. 33; Campbell ve Russo, 2001, s. 312-313). Ölçek Uyarlaması ve Kültür Kültür, dinamik bir yapıdır. Farklı toplumlarda duygu, düşünce ve davranışların ifadesi değişiklik gösterir. Hatta aynı toplumda bile çeşitli faktörlerin etkisiyle (örn., teknolojik gelişmeler) kültür hızlı bir değişime uğrayabilir. Bu sebeple, ölçek uyarlaması yapılırken, bu dinamik yapı göz önünde bulundurularak gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Bu nedenle ölçeğe yeni maddelerin eklenmesi, bazı maddelerin çıkarılması ya da değiştirilmesi söz konusudur. Ölçeğin geçerlik ve güvenirliği ne kadar Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 16 kanıtlanmış olsa da, uyarlanan ölçekteki bazı maddelerin uyarlandığı kültürdeki geçerlik ve güvenirliği sorgulanmalıdır. Dolayısıyla ölçekteki bir maddenin uyarlama yapılan kültüre uygun olmaması durumunda madde ya değiştirilir ya da tamamen anketten çıkarılır. Eğer uygun olmayan maddeler araştırmacılar tarafından belirlenememişse, bu maddeler veri analizinde ortaya çıkacaktır. Veri a-nalizi sonucunda, eğer çok fazla maddenin uyarlama yapılan kültürü temsil etmediği ortaya çıkarsa, bu ölçeğin o kültüre uygun olmadığı söylenebilir. Bazı davranışların sadece belli kültürlere ait olması durumunda (örn., el öpmek gibi), kültüre özgü davranışlar araştırmacılar tarafından belirlenip ölçeğe eklenmelidir. Bu bağlamda, araştırmacıların gözlem ve deneyimlerine dayanan çıkarımlar yapılır ve bunların üzerinde tartışılır. Eğer çok fazla madde çıkarılıp, çok fazla madde eklenmişse, ölçek uyarlamasından vazgeçilip kültüre özgü yeni bir ölçek geliştirilmesi tercih edilebilir. Yeni madde eklenmesini gerektiren diğer bir sebep ise, literatürde konuyla ilgili bulunmuş ama ölçekte temsil edilmemiş değişkenlerin yeni maddelerle ölçekte ifade edilmesinin gerekliliğidir. Gerek çevirisi yapılan gerekse yeni eklenen maddeleri, özellikle düşük eğitim seviyesine sahip kişilerin daha rahat anlayabilmeleri ve maddeleri yanlış değerlendirmemeleri için cümleler olabildiğince kısa ve öz tutulmalıdır. Bu aşamada, araştırmacıların kendi öznel bakış açıları ve ifadelerinden kurtulup, genel bir bakış açısıyla, farklı farklı grupların aynı şekilde anlayabileceği ve yanıtlayabileceği maddeler oluşturmaları önemlidir. Maddelerin oluşturulması ve değiştirilmesi sürecinde katılımcıları rahatsız edici ve sosyal istenilirliliği yüksek olan maddelerin daha ılımlı bir şekilde ifade edilmesi gerekir (örn., dini inançlar). Sonuç olarak, ölçek uyarlaması oldukça dikkat ve çaba gerektiren bir iştir. Ölçeğin farklı bir dile çevrilmesi, ölçeğe yeni maddelerin eklenmesi, ölçekteki bazı maddelerin çıkarılması ve değiştirilmesi detaylı gözlem, deneyim, çalışılan konuya ve kültüre özgü farklılıklara hakimiyet gerektirmektedir. Zor gibi gözüken bu süreç başarıyla tamamlandığında uyarlama yapılan kültürü temsil eden, geçerliği ve güvenirliği olan bir ölçek bilimsel literatüre kazandırılmış olur. Kaynaklar Brislin, R. W., Lanner, W. J. ve Thorndike, R. M. (1973). Questionnaire wording and translation. Cross cultural research methods (1. Baskı) içinde (32-58). Chicago: John Willey & Sons, Inc. Campbell, D. T. ve Russo, M. J. (2001). The translation of personality and attitude tests. Social measurement (1. Baskı) içinde (312-321). California: Sage Publications, Inc. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 17 Ölçek Geliştirme ve Uyarlama Çalışmalarında Karşılaşılan Sorunlar Adnan Erkuş* Mersin Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme ABD adnanerkuspsi@mersin.edu.tr Psikoloji alanındaki bilimsel çalışmaların büyük çoğunluğu, özgün veya uyarlama sonucu kültürümüze kazandırılan psikolojik ölçme araçlarıyla elde edilen verilere dayanmaktadır. Bu çalışmalar sonucunda elde edilen bulguların genellenebilirliği, işlevselliği ve sağlamlığı da, kullanılan bu ölçme araçlarının güvenirliği ve geçerliğiyle paralellik göstermektedir. Bu bakımdan, araştırma problemi istenildiği kadar yenilik getirici ve önemli, araştırma düzeneği ve yöntemi istenildiği kadar sağlam, istatistiksel analizler de istenildiği kadar doğru yapılmış olsun; kullanılan ölçme aracı sağlam olmadığında, elde edilen bulgular da önemini yitirmektedir. Bu nedenle; araştırma sürecinin her aşaması önemli olmasına karşın, doğrudan gözlenemeyen değişkenleri ölçme hüneri gösteren meslektaşlarımızın kullandığı ölçme araçlarının niteliği hepsinden de önemli olmaktadır. Son yıllarda, akademisyenlerin üzerindeki yayın baskısının da itici gücüyle, alanımızdan veya yakınuzak alanlardan pek çok akademisyen, ne yazık ki bu engeli aşmada “en kolay” yol olarak ölçek geliştirme veya ölçek uyarlama çalışmalarını görmektedir ve bu da pek çok hatayı ve eksikliği beraberinde getirmektedir. Aşağıdaki kısımlarda bu hata ve eksiklikler üzerinde durularak bir farkındalık yaratılmaya çalışılacaktır. I. Karşılaşılan Sorunlar 1. Çalışmanın Başlığı Her türlü bilimsel makalenin başlığı, çalışmanın içeriğini özetleyici, görgül bir çalışmaysa değişkenlerini -yöntemini- hatta örneklemini niteleyici, ifade bozukluğu taşımayan, ne uzun ne de kısa olmalıdır. Ölçek geliştirme ve uyarlama çalışmaları da, öncelikle, özgün bir ölçek “geliştirme” mi, yoksa “uyarlama” mı olduğu bilgisini başlıkta yansıtmalı; ölçeğin ismini içermeli; önemliyse, kimler için geliştirildiği yer almalı; “… Ölçeğinin Güvenirliği ve Geçerliği” gibi bir başlıktan (her türlü ölçek geliştirme çalışması zaten ölçeğin güvenirliği ve geçerliğini içerir) kaçınılmalıdır. Sıklıkla karşılaşılan bir sorun ise uyarlama çalışmalarında gözlenmektedir. “Questionnaire” sözcüğü dilimize, doğru bir şekilde, “sormaca (anket)” olarak çevrilmiştir. Özellikle Fransa ve Kanada çıkışlı ölçek çalışmalarının veya “ilgisiz” alanlarda yapılan çalışmaların çoğunda, “scale” yerine, “questionnaire” kullanılmaktadır. Uyarlama çalışması yapan araştırmacı da, ölçme aracının içeriğine ve diğer özelliklerine bakmadan, birebir çeviriyle “questionnaire”i “anket (sormaca)” olarak çevirmektedir. Sormaca, doğası gereği belirli bir psikolojik yapı değildir; pek çok demografik ve/veya diğer değişkenler hakkında genellikle “bilgi” toplamaya yarayan bir araçtır, toplam puanı anlam taşımaz, teknik anlamda madde analizi-güvenirliği ve geçerliği de söz konusu değildir. Bu nedenle, psikolojik bir yapıyı ölçmeye yönelik olarak hazırlanmış, alt veya toplam ölçek puanları bulunan, madde ve tepki formatları aynı maddelerden oluşmuş bir ölçme aracının “anket” olarak nitelenmesi doğru değildir. Öte yandan, sınır yeterlik (maksimum performans) dışındaki değişkenleri (kişilik, ilgi, tutum vb.) ölçen ölçme araçlarına “test” denmesi de doğru değildir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 18 2. Ölçülmek İstenen Örtük Değişkenin Kavramsal Tanımı Bir ölçek geliştirme çalışması, ölçü-lecek psikolojik değişkenin, çok detaylı ve kapsayıcı bir şekilde, kuramsal ve kavramsal bir tanımlama girişimi ile başlar; çünkü geliştirilecek olan ölçeğin kendisi, bu doğrudan gözlenemeyen örtük değişkenin işevuruk tanımının ta kendisidir. Bu kavramsal tanım, bir veya birkaç kurama dayalı olabileceği gibi, gözlemler ve diğer kavramlardan hareketle de yapılabilir; ancak önemli olan, kavramsal tanımın, o kavramı niteleyen ortak özellikleri kapsaması ve o kavrama yakın kavramlardan farkını da nitelemesidir. Ölçeğin kapsam geçerliği bu aşamada temellendiği ve sonraki her türlü davranışsal gösterge ve o örtük değişkeni uyaran maddeler bu tanım üzerinde yapılandırıldığı için, bu aşama oldukça önemlidir. Aslında, bu aşama o örtük değişkene ilişkin bir kuram (veya denence) geliştirmeye eşdeğerdir ve ölçek de onun test edilmesinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan, ölçek geliştirici, ölçülecek değişken ile ilgili sağlam bir kuramsal ve kavramsal temele sahip olmalıdır; bir ölçme-değerlendirmeci veya psikometrist, bilmediği, hakim olmadığı bir psikolojik değişkeni ölçme girişiminde bulunmamalıdır; elbette, tersi de (ölçmeden anlamadan) olmamalıdır. Bu sorun, daha çok psikoloji alanı dışındakilerin ölçek geliştirme çalışmalarında sıkça gözlenmektedir: Bir turizmci veya bir işletmeci, hiç tanımadığıbilmediği bir psikolojik değişkene ilişkin ve hemen hiç bilmediği ölçek geliştirme “temelsizliğiyle” (etik boyutunu bir yana bırakalım) ölçek geliştirme işine soyunabilmektedir. Çalışmanın bir ölçek uyarlaması olması da, kavramsal tanımlamanın “atlanacağı” kolaycılığına yol açmamalıdır. 3. Madde Üretilmesi Madde üretim aşaması -örtük değişkenin uyaranlarının üretilmesi aşaması- çok önemlidir. Madde üretimi kavramsal yapıya uygun durum-bağlam-ortam belirlendikten sonra, bunlara uygun davranışsal göstergeler belirlenmesiyle başlar, önceki kavramsal çerçeve ve içeriğe uygun bir madde formatının seçilmesi-belirlenmesiyle devam eder. Madde üretim süreci, üretilen maddelerin kavramsal yapı ve onun üzerinde temellenen davranışsal göstergelerin gözetilmesini gerektirir. Madde üretilmesi sürecinde, madde yazarı bir yandan kafasının bir yanında sürekli ölçülecek değişkenin içeriğini ve maddenin uyardığı tek şeyin ilgili değişken olduğunu düşünmeli; öte yandan potansiyel yanıtlayıcılarla empati kurarak “ben şöyle birisi olsaydım, nasıl cevap verirdim” diye kendine sormalıdır. Örneğin, “kıskançlık” ölçeği geliştireceksiniz ve varsayın ki, bu konuda yapılmış hiçbir kavramsal tanım ve ölçek yok. Kıskançlığı, “kendinde olanı başkalarıyla paylaşmama, başkasında olana imrenme” olarak tanımladınız; bu iki ayrı boyuta da, iki bileşene de karşılık gelebilir (henüz bilmiyorsunuz). Bu tanıma uygun davranışsal göstergeler neler olabilir? Bu karar, “ölçeğin kimler için geliştirileceği” sorusuna karşılık gelir: Evli bireyler mi, bekarlar mı? Diyelim ki, “evli bireyler” olarak belirledik; sadece erkek veya kadınlar mı, yoksa her ikisi mi olduğuna karar vermeniz gerekir. Diyelim ki, evli kadınlar (görüldüğü gibi ölçeğin hedef kitlesi belirginleşmeye başladı); evliliği devam eden veya sonlananlar mı, yoksa her ikisi mi karar vermeliyiz. Görüldüğü gibi, bu kararlar “durumu” (situation/ setting) belirlemeyi gerekli kılıyor. Diyelim ki, evliliği devam eden ve her iki cins… O zaman, yukarıdaki kavramsal tanıma uygun, evli bireyler için davranışsal göstergeler bulmak durumundayız: Bir davette dans, giyim-kuşam gibi… Bu Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 19 göstergeler çok değişik biçimlerde (ölçek ve madde formatı da dikkate alınarak) maddelere dönüştürülebilir: (Örn.; bir Likert tipi ölçek için) “Eşimin başkalarıyla dans etmesine dayanamam”, “Benim eşim de niye X gibi dans etmiyor”, “Eşimin dikkat çekici giyinmesi beni çılgına çevirir”, “Benim eşimin de X gibi giyinmesini isterim” gibi. Çok önemli olan bu aşama ve süreç, ne yazık ki pek çok çalışmada ya yeterince önemli görülmemekte ya da “atlanmaktadır”. Öte yandan bu süreçte kullanılan yöntem de önemlidir: Araştırmacının sadece kendisi tarafından mı, bir grup madde yazarı tarafından mı yazıldı? Yazılan maddeler yargıcılara verilmiş ve maddelerin anlam, boyut, ifade ve benzeri açılardan yargıcılar arası uyumuna bakılmış ve buna göre maddeler atılmış veya düzeltilmiş midir? Uygulamada, sadece bir grup (2-3, o da hocası-kendisi) yargıcıya maddeler verilip, başka hiçbir istatistiksel işlem yapmadan ölçeğin kapsam geçerliğinin sağlandığı ileri sürülmektedir. Bir uyarlama çalışması ise, doğrudan araştırmacı tarafından veya bir grup (tek veya iki dilli) tarafından mı çevrilmiş, çevirenler ilgili kavramsal yapıya aşina mı, çeviriden sonra ters çeviri yapılmış mı, çeviri geçerliği için neler yapılmış (iki dili bilen bir gruba uygulanıp Türkçe ve diğer dille yazılmış form arasındaki korelasyona bakılmış mı) gibi soruların yanıtları çok önemli olmaktadır (syntax ile semantics arasındaki fark). Uygulamada bu sürece yeterince önem verilmediği (birileri masaya oturup, kendi çalıp kendi oynuyor!) için uyarıcı madde köklerinin ifadelerinde tutum ölçülecekse, kişiliğin veya görüşlerin bulaştığına çokça tanık olunmaktadır. Büyükçe bir örneklemden ayakkabı numaraları, yaşları, kaç yıl okudukları, boy uzunlukları, Türkçe final puanları gibi ilişkisiz pek çok değişkene ilişkin veri toplansa, onlara madde analizi yapılsa, hiç kuşkunuz olmasın pek çoğu bir “ölçek” oluşturur! 4. Deneme Uygulaması Deneme uygulamasının niceliği ve niteliği tüm madde analizini etkiler. Bu nedenle deneme uygulamasının kimler üzerinde yapılacağı, ölçülecek değişkene ve hedef grubun kimler olacağına bağlıdır. Deneme uygulaması örneklemindeki grubun yaş aralığı, eğitim düzeyi, cinsiyeti gibi pek çok özelliği ölçeğin kullanılacağı asıl hedef grubun özellikleriyle aynı olmalıdır. Deneme uygulaması örnekleminin seçkisiz (random) seçilmesi doğru değildir; amaçlı örnekleme (nonrandom) söz konusudur. Bu konudaki amaçlı örneklemede ise, amaç sadece ilgili değişken aralığının temsil edilmesidir. Türbana ilişkin geliştirilen bir tutum ölçeğini sadece türbanlılara veya sadece türbana karşı olanlara uygularsanız; hem ölçeğin uygulanacağı hedef kitleyi sınırlandırmış olacağınızdan ölçeği herkese uygulayamazsınız, hem de varyans daralacağından madde analizleriniz sizi yanıltır (atılmayacak madde atılır, atılacak madde bırakılır). Deneme uygulaması örnekleminin büyüklüğü de madde analiz tekniklerine bağlı olmakla birlikte, ne kadar büyük n sayısı o kadar doğru analiz ve o kadar sağlam kararlar anlamı taşır; “faktör analitik tekniklerle madde analizi yapılacaksa, kx10 birey” gibi ölçütlerin doğru olmadığı anlaşılmıştır (MacCallum, Widaman, Zhang ve Hong, 1999). Uygulamada, asıl hedef örneklemden başka örneklemler üzerinde -yeterli olmayan birey sayıları gibi- çalışmalar yapıldığına tanık olunmaktadır. Uyarlama çalışmaları için de yukarıdaki açıklamalar geçerlidir; orijinal çalışmanın örneklemine sadık kalınmalıdır. 5. Madde Analizi Madde analizi, kabaca, maddelerin başlangıçta öngörülen psikolojik yapıya uygunluğunun test edilmesini içerir. Maddeler, ilgili özelliğe sahip olanlar ile olmayanları ayırt ediyor mu; ilgili boyut içinde yer alıyor mu; ilgili boyut üzerin- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 20 deki yerleri ne gibi sorulara yanıt alınmak için madde analizi yapılır. Madde analizinde kullanılacak teknikler ölçülen psikolojik yapıya, madde formatına, maddelerin puanlanma biçimine vb. bağlı olarak değişir. İşlem sonunda da uymayanlar atılır veya tekrar gözden geçirilir (işlem tekrar edilir). İster özgün ister uyarlama çalışması olsun, madde analizi diğer niteliklerin irdelenmesinden önce gelir: Uygulamada görülen bir hata, özellikle SPSS paket programında “reliability” işlemi içinde madde analizi (ki, o da sadece madde-toplam ölçek korelasyonları ve maddeler arası korelasyon matrisidir) verildiği için, pek çok araştırmacı tarafından madde analizinin “güvenirlik” alt başlığı altında verilmesidir ve bu doğru değildir. Güvenirlik ve geçerlik, madde analizinden sonra, üstelik başka örneklemler üzerinde kanıt aranması gereken psikometrik niteliklerdir ve bu nedenle zamansal olarak madde analizinden sonra yer alırlar. Madde analizi süreci, sadece istatistik bilgisi ile gerçekleştirilemez; istatistiksel sonuçların, ilgili yapıya bağlı olarak “okunmasınıkoklanmasını” da gerektirir. Madde geçerliği için (her bir madde ölçeğin bir parçası, bir başka deyişle ölçek onu oluşturan maddelerin bir fonksiyonudur; dolayısıyla tek tek ölçme aracı neyi ölçmek için hazırlanmışsa, onu ölçüp ölçmediği gösterilmelidir) madde-toplam ölçek korelasyonları kullanılacaksa, madde puanı ile ölçek puanının hangi düzeyde ölçmeye (sınıflama, sıralama vb.) uygun olduğu bilinmelidir: Madde 1-0’lı puanlanıyorsa, bu gerçek süreksiz mi, yapay süreksiz mi olduğuna bağlı olarak nokta çift serili veya çift serili korelasyon tekniğine başvurulur ve özellikle SPSS paket programında bu korelasyon teknikleri olmamasına rağmen ne yazık ki Pearson Momentler Çarpımı Korelasyon tekniğinin kullanıldığı sıklıkla gözlenmektedir. STATISTICA gibi başka pek çok paket program bu ko- nuda kullanılabilir. Öte yandan klişe ve birilerine atfen ve özellikle başarı testleri için kullanılan .30 madde-toplam ölçek korelasyon katsayısı ölçütüne sık sık sığınılmaktadır. Oysa orta düzeydeki bir korelasyon, çok boyutlu bir yapıyla karşı karşıya olunduğunun işaretini vereceği gibi, başarı dışındaki değişkenler için işe yaramaz bir maddenin göstergesi de olabilir. ‘Ne kadar yüksek madde geçerliği, o kadar iyi ayırt edici madde’ demek olduğuna göre, ölçek geliştirici olarak, niye .30 ölçütüne sığınılır anlamak çok (aslında işin kolaycılığı) zor. Öte yandan, madde analizi için başvurulan faktör analizi sonuçlarının “geçerlik” veya “yapı geçerliği” başlığı altında verildiğine de tanık olunmaktadır. .30 - .35 faktör yükü ölçütü de, ne yazık ki dikkatle yaklaşılması gereken bir ölçüttür. .30 - .35’lik faktör yükü, o maddenin başka faktörlere de benzer yük verebileceğinin ve bu nedenle kompleks bir maddeyle karşılaşıldığının işaretini verir; böyle bir durumda ya madde çıkarılır ya da çeşitli döndürme işlemlerine başvurarak ölçeğin yapısı incelenir. Uygulamada çeşit çeşit faktör analizi olmasına rağmen, hangisinin yapıldığının belirtilmemesi; verilerin faktör analizi yapmaya uygun olup olmadığının test (Kaiser-MeyerOlkin ve Barlett’s testleri) edilmemesi; açıklanan varyans ve özdeğerlerinin rapor edilmemesi; faktör sayısına doğru karar verilememesi; gereksiz yere döndürme yapılması veya yapıya uygun döndürme işleminin yapılmaması; faktör ile bileşenin ayırt edilememesi gibi pek çok eksiklik ve hataya rastlanmaktadır. Ayrıca, “Temel Bileşenler Analizi ile ilk ortaya çıkan faktör yapısı başlangıçtaki kavramsal öngörüye ne kadar uymaktadır, uymuyorsa bu ne anlama gelmektedir, kavramsal yapı mı, ölçek mi sorunludur”un yanıtı, alan bilgisi ile istatistik ve ölçme bilgisinin harmanlanmasını gerektirir; bunlardan biri eksik olduğunda verilecek kararlar da yanlış olur. Her ölçek, madde Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 21 atımıyla kolaylıkla tek faktöre indirgenebilir; ancak, ölçülen yapı gerçekten tek faktörlü müdür sorusu yanıtlanmadan kalmış olur. Bazen, öyle olur ki, özdeğeri ve açıklama gücü düşük en son birkaç maddelik bir faktör, ölçeğin gerçek yapısına ilişkin çok fikir verebilir; bu durumda belki yeni baştan yeni madde desteğiyle o faktörü güçlendirme yoluna gitmek gerekebilir. Görüldüğü gibi, sadece istatistik bilgisiyle veya istatistiksel sonuçlara bakarak (özellikle faktör analitik tekniklerle madde seçilecekse) ölçeğin faktör yapısına ve maddelerin atılıp atılmayacağına karar vermek yanlışlıklara yol açabilir; ölçek geliştiricinin o madde ve test istatistiklerini “okuması-koklaması” gerekmektedir. Özellikle uyarlama çalışmalarında faktör analitik tekniklerle maddelerin incelenmesi çok daha fazla özen gerektirir. Psikolojik değişkenlerin çoğu kültüre bağımlıdır ve bu nedenle kültürlere (sadece başka kültürlere değil, aynı kültür içinde farklı hedef gruplara da uyarlama çalışılması yapılır) “çeviri değil” “uyarlama” çalışmaları yapılır. Bu durumda, ölçek geliştiricinin yukarıdakilere ek olarak ayrıca kültürel yapıyı dikkate alması gerekir; o kültürde 3 faktörlü olan bir psikolojik yapının bizde 4 faktörlü veya 2 faktörlü çıkması önemli bir bilgi taşır. ‘Zorlama’ bir şekilde faktör sayısını ‘denkleştirmeye’ çalışma ise uyarlama esprisini ortadan kaldırır; bu gibi durumlarda orijinal çalışmadaki faktör (alt ölçek) yapısı değil, bizim kültürümüzdeki yapı dikkate alınmalı, isimlendirme ve puanlama ona göre önerilmelidir. Piyasada ne yazık ki, uyarlama çalışmasında farklı faktör yapısı bulunmasına rağmen, orijinalindeki gibi kullanılan ve yorumlanan pek çok ölçek mevcuttur; böyle bir durumda uyarlama çalışması da esprisini yitirmektedir. Alandaki potansiyel ölçek kullanıcılarının, ölçekler ile ilgili yapılan çalışmaları da takip etmesi gerekir. XIII. Ulusal Psikoloji Kongresi’ndeki bir oturumda birbirinden ayrı ve habersiz, biri Geleneksel Kurama, diğeri Modern Kurama dayalı olarak yapılan iki çalışmada Beck Umutsuzluk Ölçeği’nin 12. maddesinin yapılan analizlerde sorunlu olduğu (büyük olasılıkla çeviride kültürümüze özgü “umuyorum” ile “ummuyorum” yüklemlerinin ayırt edilememesinden kaynaklanan), bu madde çıkarıldığında ölçeğin psikometrik niteliklerinin yükseldiği belirtilmişti. Ancak ne yazık ki, bu ölçeğin hala eskisi gibi puanlanmaya devam edildiği görülmektedir. İstatistik paket programlarının yaygınlaşması ve analiz çeşitliliğinin zenginleşmesinden sonra, madde anali-zinde birden çok yöntemin kullanılması; bunun yanında tüm ölçek veya alt faktörler için iç tutarlık, toplanabilirlik gibi özelliklerin de karar vermede göz önünde bulundurulması önerilebilir. 6. Güvenirlik Güvenirlik belirlemede en sık yapılanın SPSS paket programının “reliability”sini tıklamak ve maddeleri (bazen, toplam puanları ve hatta demografik değişkenleri de!) doldurduktan sonra OK’e tıklamak olduğu gözlenmektedir. Hangi güvenirlik belirleme yolunun seçileceği maddelerin puanlanmasına, ilgili yapının tek ya da çok boyutlu olup olmamasına, ilgili değişkeni kararlılık durumuna vb bağlıdır. Uygulamada, ölçek çok boyutlu olmasına karşın, yarıya bölme güvenirliğine bakıldığı; maddeleri ikili puanlanan ölçek için Cronbach Alfa hesaplandığı; sadece (hazır) iç tutarlık katsayılarından birine ya da en fazla ikisine bakıldığı, ölçeğin test-tekrar test güvenirliğinin çok incelendiği; tek tek puanların yorumunda önemli olan ölçmenin standart hatasının hemen hiç verilmediği; SPSS çıktısı diye, madde-toplam ölçek korelasyonları ile korelasyon matrisinin güvenirlik içinde verildiği vb. görülmektedir. Çoğu kez Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 22 de, deneme uygulaması örnekleminden elde edilen veriler üzerinde güvenirliğe bakılıp bırakıldığı gözlenmektedir; oysa yapılması gereken, seçilmiş maddelerden oluşan nihai ölçeğin tekrar bir örneklem üzerinde uygulanarak güvenirliği sınamaktır. Çünkü denemelik ölçekteki çok sayıdaki maddeye verilen tepkilerle, azaltılmış-seçilmiş maddelerden oluşan ölçeğe verilen tepkiler çok farklı olabilir. Bir bilimsel toplantıda, bir ölçmecinin ölçek geliştirme sunumu yapan bir akademisyene, “tamam da, bu ölçeğin güvenirliğine nasıl baktınız” sorusuna, sunum yapan akademisyenin, “yahu beni tanımıyor musun, bana güvenmiyor musun; biz birbirimize güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz” türü trajikomik açıklamalar artık geride kalmalıdır. 7. Geçerlik Geçerlik, güvenirlikten daha önemli olduğu halde, ne yazık ki ‘gereken ilgiyi’ görmemektedir. Oysa ki, bir ölçek güvenilir olabilir, ama geçerli olmayabilir. Geçerlik, bir ölçeğin “işe yararlılığının” kanıtı olduğundan, üzerinde önemle durulmalı; ölçek geliştirici kendi geçerlik çalışmalarının ötesinde, ölçeğiyle yapılan tüm görgül çalışmaları izlemelidir, çünkü hemen hemen tümü ölçeğinin geçerliğine kanıt oluşturur. Uygulamada, madde analizinde kullanılan Temel Bileşenler Analizi sonuçlarının “yapı geçerliği” olarak adlandırılmasına ne yazık ki çok sık rastlanmaktadır. Oysa, adı üstünde yapının geçerliği için yeniden veri toplanıp ve başka istatistiksel analizlere (Doğrulayıcı Faktör Analizi, SEM gibi) başvurulması gerekir. Üstelik yapı geçerliği, sadece faktör analitik tekniklerle de yapılmaz. Ölçeğin geçerlik kanıtları için başvurulacak işlem ve değişkenlerin ipuçları, kavramsal tanımlamanın ele alındığı alan yazında büyük ölçüde yer alır. Örneğin depresyonun, olumsuz otomatik düşüncelerle ilişkili olduğu biliniyorsa, geliştirilen depresyon ölçeği- nin ölçütü olumsuz otomatik düşünceler (ya da tersi) olur; zekanın (belirli) yaşa bağlı olarak arttığı biliniyorsa, geliştirilen zeka ölçeği yaş farklılıklarını ortaya çıkarabilmelidir, gibi. Ama bir bakıyorsunuz, araştırmacı hiçbir kuşku veya bulgu olmamasına rağmen, “bir de cinsiyetler arası farka bakalım” (bir şey yapmış görünmek, sayfayı doldurmak için olsa gerek!) diyerek bir t-testi yapıyor. Niye yaptın? Ölçülen değişkenin cinsiyete bağlı olarak değiştiği bekleniyor mu ki?! Geçerlik için gerekli pek çok değişkenle ve pek çok yolla kanıt toplanmalı, ilişkisiz değişkenler kullanılmamalı ve işlemler yapılmamalıdır. 8. Puanların Yorumlanması Ölçek geliştirme çalışmasının ve raporlarının en çok ihmal edilen kısmı bu olmaktadır. Ölçek kullanıcısı, ölçekten elde edilecek bir ölçüme sahip birini nasıl değerlendirecek? Puanların artışı değişkendeki artışa ya da azalışa mı karşılık geliyor? Toplam puan elde edilebilir mi, yoksa alt ölçek puanları ayrı ayrı mı ele alınmalı? Peki toplam puanlar hangi ölçüte göre yorumlanacak? Normlar geliştirilmiş midir, geliştirilmişse nasıl? En çok görülen yanılgılardan biri de, “normların mutlaka içinde bulunulan grubun ham puanlarının standartlaştırılması” olduğu şeklindeki bilgidir; oysa, klinik psikoloji alanındaki pek çok ölçek bir kesme noktasına göre yorumlanır. Peki normlar nasıl oluşturulacak? Normlar, mutlaka ölçek geliştirme örneklemlerinden çok daha büyük örneklemler üzerinde geliştirilmelidir; elde edilen dağılım istatistiklerine göre bir yöntem izlenmelidir. Norm değişkeni, ilgili değişken ölçümlerini farklılaştıran potansiyel karıştırıcı değişkenlere göre belirlenir, gelişigüzel değil. Ölçülen değişken kadın ve erkeğe göre değişmiyorsa, cinsiyet normları yapmanın anlamı yoktur. Bir diğeri ise, özellikle uyarlama çalışmalarında, sürekli değişkenin kategorileştirilerek Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 23 norm grupları oluşturulmasında gözlenmektedir. Örneğin, yurtdışında “reaksiyon süresi” ölçeğinin yaş normları (eşit aralıklı veya değil) diyelim ki, 18-25, 26-35, 36-40, 41-55, 56 ve üstü olarak belirlenmiş ve kullanılmış. Niye bu yaş dilimleri kullanılmış, çünkü bu gruplar arasında reaksiyon süresi açısından fark çıkmış da ondan; bir başka deyişle, görgül bir çalışma yapılmış da (ANOVA gibi) sonra bu gruplar norm grupları olarak saptanmış. Bizim “ölçekçimiz” de tutuyor aynı grupları (n sayısının düşüklüğünü de bir yana bırakırsak) norm grubu olarak alıyor; ancak yaş grupları arasındaki farkı da test ediyor veya etmeden örneğin ortalamaları da veriyor: Bir bakıyorsunuz, yaş gruplarının üçünün (örneğin, 2635, 36-40 ve 41-55) reaksiyon süreleri ortalamaları hemen hemen aynı ve (yapılmışsa) ANOVA’da da bu gruplar arasında fark yok! Ancak “ölçekçimiz” bunu göz ardı edip (ya da bilmediğinden), tüm yaş grupları için yurtdışındaki gibi norm tabloları hazırlamış! Bizim kültürümüzde bu yaş grupları arasında fark yok, niye bu normları kullanıyorsun? 9. Çalışmanın Raporlaştırılması Bir bilimsel çalışmanın raporlaştırılması, o çalışmayı yürütüş aşamalarına göre yapıldığında bir bütünlük oluşturur, okuyucu daha iyi kavrar. Ancak ne yazık ki, psikometri alanında bir dergimizin olmamasından da kaynaklanan bir şekilde, ölçek geliştirme çalışmaları kendi özgün yürütülüş aşamaları dışında, zorlama bir şekilde başka kalıplarda yazılmak zorunda kalınıyor. Raporlaştırma konusundaki bu temel sorun bir yana, “ölçekçimiz” (yukarıdaki alt başlıklar ona göre sıralandı), rapor yazımında hiç madde analizine değinmeden güvenirlik ve geçerliğe ‘atlayıveriyor’; tablolarda, sadece kendi öngördüğü faktör altındaki faktör yüklerini vererek, bir maddenin diğer faktörlere verdiği yükleri ‘gizliyor’; özdeğerleri ve/veya açıklanan varyansları vermiyor vb. En sık karşılaşılan kapanış cümlesi ise, “Görüldüğü gibi ölçek güvenilir ve geçerlidir.” Hiçbir ölçek tam olarak güvenilir ve geçerli değildir; hele hele yukarıdaki gibi hatalı, eksik bir çalışmadan sonra bunun iddia edilmesi son derece tehlikeli olmaktadır. Birçok habersiz kişi, tez veya makalenin sonundaki bu ölçekleri (yeterli ve doğru kabul edip) alıp araştırmalarında kullanıyor, bu ölçeğe dayanarak insanlar hakkında karar veriyor… II. Bu Sorunların Olası Nedenleri ve Çözüm Önerileri Aşağıdaki kısımda (yine kişisel gözlemlere dayanarak), denemelik bir nedenler listesi ve olası çözüm önerileri sıralanacaktır. 1. Olası Nedenler a) Bilgisayarda istatistiksel paket programların yaygınlaşması ve bu programları bir şekilde kullanabilenin, kendisini istatistikçi (istatistikçinin de kendini ölçmeci) olarak algılaması ve o programlarla ölçek geliştirebileceği yanılgısına düşmesi; b) Akademisyenler üzerindeki yayın baskısının artması ve özellikle psikoloji dışındaki alanlar için en kolay yol olarak ölçek geliştirme veya uyarlama çalışması olduğu yanılgısına düşülmesi; c) Uygulama alanlarında, özellikle klinik ortamlarda çalışanlar tarafından bireyi tanımlamada en kolay yol olarak test ve ölçek geliştirmenin (veya uyarlamanın) görülmesi; d) Ölçme, ölçek geliştirme, istatistik ve araştırma teknikleri alanlarında ya hiç eğitim alınmaması veya çok yetersiz alınması; e) İlgili kavramsal alt yapıya sahip olunca o konuda ölçek geliştirilebileceği veya Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 24 ölçek geliştirme bilgi ve becerisine sahip olunca hakim olunmayan bir değişkene ilişkin ölçek geliştirilebileceği yanılgısı; f) Ülkemizde her türlü ölçeğin hiçbir denetime uğramadan geliştirilebilmesi ve rahatlıkla kullanılabilmesi; g) Bu konuda çalışanların ve özellikle akademik ortamda yapılan tez vb çalışmaların danışmanlarının sanrı düzeyindeki benlik algılarına sahip olması gibi. Yukarıdaki nedenlerin tümü, aslında ölçme ve ölçek geliştirmeyi hafife almak şeklinde bir tek nedene indirgenebilir. Bir zamanlar, üstelik çok önemli bir psikolog hocamız, bir kongremizde, “YÖK’ün (o komisyondaymış) neden Psikometriyi doçentlik alanlarından çıkardığı” konusundaki bir soruya, “eee her psikoloğun kendi ölçme aracını zaten kendisinin geliştirme yeterliğine sahip olması gerektiği” şeklinde (böyle düşünenlere, APA onayı almış birçok dergiyi incelemelerini ve bu konudaki kitap ve yeni yöntem-teknikleri okumalarını öğütleyebiliriz) yanıtlamıştı! Psikometri bir (ağırlıkla) temel ve uygulamalı alandır; üstelik psikolojinin bir bilim olması ölçmenin, dolayısıyla psikometrinin gelişimiyle olanaklı olmuştur; üstelik psikometri alanındaki üretilenler kendi dışındaki istatistik alanına bile önemli katkılar sağlamıştır. Psikometristlerin asli görevi ölçek geliştirmek değil, ölçek geliştirmek için yeni model, yöntem ve teknikler geliştirmektir. Öte yandan, psikometri, eleman yetişmesi en zor; ancak eleman eksikliği en çok hissedilen alanlardan biridir; bunun için ulusal ve uluslar arası bir tarama okuyucuya çok şey kazandırabilir. 2. Olası Çözüm Önerileri a) Yasamızın bir an önce çıkarılarak; i) Test ve Ölçek Denetleme Merkezi’nin kurulması, ii) Bu merkeze bağlı Test ve Ölçek Bankası’nın oluşturulması, iii) Böylelikle, geliştirilen ve uyarlanan her ölçeğin denetlenmesi, ölçeklerin bir tek merkezde toplanması, ölçek kullanıcılarının eğitilmesi, izinsiz ölçek kullanılmaması, her ölçek için küçük de olsa bir bedel ödetilerek ölçek geliştiricilerinin özendirilmesi-ölçek kullanıcılarının caydırılması vb. sağlanmalıdır. b) Zaman geçirilmeden, bu alanda eleman yetiştirmek için; i) yurtiçi bütünleştirilmiş lisansüstü programların açılması, ii) yüksek lisans, doktora ve doktora sonrası eğitim için yurtdışı eğitim olanaklarının yaratılması, iii) ulusal hizmet içi programlarının yaşama geçirilmesi, iv) Türkçe yayın gereksinimini karşılamak için destek sağlanması gerekmektedir. c) Ulusal ve sonra da giderek (en azından) bölge ülkelerini kapsayacak şekilde uluslar arası bir “Psikoloji ve Eğitimde Ölçme Değerlendirme Dergisi”nin bir an önce yayına başlaması zorunludur. Bu önerinin önemsenmesi ve yaşama geçirilmesi sayısız yarar sağlayabilir: Böylelikle, giderek başka alanlardakiler de olmak üzere ölçek geliştirme çalışmaları disipline olmaya başlayacak; başka dergilerin yazım formatından ve gevşekliğinden kurtulunulacak ve asıl önemlisi, yukarıda önerilen merkezlerin doğuşu için zemin hazırlanmış olacaktır. Bilimsel amaçlarla ve ciddi kararlar vermek için kullanılacak ölçekler, hafta sonu magazinlerindeki gibi üç soruda “partnerinizi ne kadar kıskanıyorsunuz test edin” türü eğlencelik zırvalardan çok farklıdır; ölçek geliştirmek çok zor, çok ciddi, ama çok keyifli bir iştir. “Çok zor” olması bir ölçüde yukarıda yazılanlardan çıkarsanabilir; “çok ciddi” olması, bu Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 25 ölçme araçlarına dayanarak araştırmalar yapılması ve bireyler hakkında ciddi yaşamsal karar vermekte yatmaktadır; “çok keyifli” olması ise, ölçek geliştiricinin kimsenin doğrudan gözleyemediği bir şeyi gözleyebilme becerisi göstermesidir. Kaynaklar MacCallum, R. C., Widaman, K. F., Zhang, S. ve Hong, S. (1999). Sample size in factor analysis. Psychological Methods, 4 (1), 84-99. * Bu sınırlı uzam taşıyan yazıda ele alınanlar, yazarın dergi ve diğer konulardaki hakemlik ve danışmanlıkları ile kişisel yaşantılarına dayanmaktadır; bu nedenle, bu yazıda örneklere hiç atıf yapılmaması uygun görülmüştür ve daha pek çok konu, eleştiri ve öneri bu yazıya eklenebilir. Yazının hedefi hiçbir kurum veya kişi değildir, sadece bu konuda bir farkındalık yaratmak ve bu yönde bazı girişimleri başlatabilmektir. Bu alanda bir özel sayı çıkardıkları ve bana böyle bir fırsatı verdikleri için Türk Psikoloji Bülteni Yayın Kurulu’na teşekkür ederim. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 26 ROC Analizi I: Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı Değer Hesaplamaları Sait Uluç Hacettepe Üniversitesi, Psikoloji Bölümü psysait@hacettepe.edu.tr ROC eğrisi, ikinci dünya savaşı sırasında radar operatörlerinin performansını ölçmek amacıyla geliştirilmiştir. Bu operatörlerin radar ekranından düşman ve müktefik güçlerin yanı sıra gürültü ve sinyalide ayırt etmeleri gerekmiştir. Radar operatörlerinin yaşam ve ölüm arasındaki bu ayrıştırmayı yapma becerisi Receiver Operating Characteristic (ROC) olarak ifade edilmiştir. Yanlış ve doğru yanıtların oluşturduğu grafikler ise ROC eğrileri olarak adlandırılmıştır. Bu eğriler, 1970’lerde sağlık sektöründe çalışan uzmanlar tarafından tanıya yönelik testlerin “Duyarlılıkları” (sensitivity) ve “Özgüllükleri” (specificity) arasındaki ilişkiyi belirlemek için kulanılmıştır. ROC eğrileri, tıbbi görüntüleme, klinik ölçüm araçlarının eşik değerlerinin hesaplanması, malzeme değerlendirme ve beceri testleri gibi farklı alanlarda kullanılmaya devam etmektedir. Aşağıda, belli bir ölçüm aracı için Özgüllük, Duyarlılık, Pozitif Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı Değer parametrelerinin hesaplanması ve Eşik Değerin belirlenmesinde kullanılan ROC eğrisinin çizimi aktarılmıştır. Duyarlılık, Özgünlük, Pozitif Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı Değer Tanının gerçekteki varlığı gözönünde bulundurulduğunda, klinik bir ölçüm aracından elde edilebilecek sonuçlar dört grupta toplanabilir: Doğru Pozitif: Test sonucu hasta olarak belirlenen gerçek hastaların sayısı Yanlış Pozitif: Test sonucu hasta olarak belirlenen gerçek normallerin sayısı Doğru Negatif: Test sonucu normal olarak belirlenen gerçek normallerin sayısı Yanlış Negatif: Test sonucu normal olarak belirlenen gerçek hastaların sayısı Tablo 1: Hastalığın Durumu ve Testin Sonucuna Bağlı Olasılıklar Test Pozitif Test Negatif Hastalık Var Doğru Pozitif Yanlış Negatif Hastalık Yok Yanlış Pozitif Doğru Negatif Duyarlılık hastalığın gerçekten varolduğu durumda testin sonucunun pozitif çıkma olasılığı olarak tanımlanmaktadır. Duyarlılık aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır. Doğru Pozitif Duyarlılık = Doğru Pozitif + Yanlış Negatif Özgüllük ise hastalığın gerçekten var olmadığı durumda testin sonucunun negatif çıkma olasılığı olarak tanımlanmaktadır. Özgünlük aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır. Doğru Negatif Özgüllük = Doğru Negatif + Yanlış Pozitif Bir testten elde edilen sonuçların yüksek bir kesinliğe sahip olabilmesi için hem duyarlılık hemde özgüllük değerlerinin yüksek olması gerekmektedir. Yanlış negatif sayısının azaltılması bir testin sahip olduğu Duyarlılığı arttırmaktadır. Bu durum gerçekten hasta olan bir danışanın gözden kaçırılma riskini azaltır. Öte yandan, Yanlış Pozitif sayısının azaltılması testin Özgüllüğünü arttırmaktadır. Yük- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 27 sek özgüllük değeri sağlıklı danışanların gereksiz bir şekilde tanı almasını engellemektedir. Özellikle tedavi sürecinin yan etkileri fazla olduğunda yüksek özgüllük değeri önem kazanmaktadır. Bir ölçüm aracından elde edilebilecek puanların oluşturduğu sayı cetveli üzerinde normal ile hasta arasındaki ayrımın yapıldığı nokta Eşik Değer olarak adlandırılmaktadır. Örneğin, Beck Depresyon Envanterinden (BDE) elde edilebilecek puanlar 0 ile 63 arasında değişmektedir. BDE için 21 puan Eşik Değerdir. 21’in altındaki puanlar normal düzeyde bir sıkıntıyı, 21’in üzerindeki puanlar Klinik anlamda Depresyonu tanımlamaktadır. Seçilen Eşik değer Yanlış Pozitif ve Yanlış Negatif sayılarının temel belirleyicisi olmaktadır. Grafik A’da eşik değer görece olarak düşük seçilmiştir. Bu nedenle, testin duyarlılığının yüksek ancak özgüllüğünün düşük olduğu görülmektedir. Bu durumda yanlış negatif sayısı düşük, yanlış pozitif sayısı ise yüksek olarak belirlenmektedir. Grafik B’de eşik değer yükseltilmiş, duyarlılık düşerken özgüllük artmıştır. Sonuç olarak, Yanlış negatif sayısı artatarken, yanlış pozitif sayısının azaldığı görülmektedir. Duyarlılık ve Özgünlük arasında gözlenen eş zamanlı ve zıt yöndeki ilişki, klinik araştırmacıları eşik değer seçimi konusunda kritik kararlar almaya zorlamaktadır. Şekil 1: Yüksek ve Düşük Eşik Değerleri Özgüllük ve Duyarlılık değerleri bir ölçüm aracının tanı amaçlı kullanıma ne ölçüde uygun olduğunu ifade etmektedir. Ancak, testten elde edilen pozitif sonuca bakarak hastağın gerçekten var olduğunu söylemek için Özgüllük ve Duyarlılık değerlerini bilmek yeterli değildir. Bu bilgiye Yordayıcı Değerler hesaplanarak ulaşılmaktadır. Pozitif Yordayıcı Değer (PYD), hasta olupta testten pozitif sonuç olan kişilerin oranı olarak tanımlanmaktadır ve aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır. Doğru Pozitif Pozitif Yordayıcı Değer = Doğru Pozitif + Yanlış Pozitif Negatif Yordayıcı Değer (NYD) ise normal olupta testten negatif sonuç olan kişilerin oranı olarak tanımlanmaktadır ve aşağıdaki formülle hesaplanmaktadır. Doğru Negatif Negatif Yordayıcı Değer = Doğru Negatif + Yanlış Negatif Yordayıcı Değerlerin, hastalığın görülme sıklığından (prevelansından)önemli derecede etkilendiği akılda tutulması gereken önemli bir bilgidir. Belli bir hastalığın görülme sıklığı, evrendeki hasta sayısının evreni oluşturan kişi sayısına bölünmesiyle elde edilmektedir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 28 Yukarıda aynı evren içinde görülme sıklığı düşük ve görülme sıklığı yüksek olan iki farklı bozukluk için ölçüm araçlarına ait hesaplamalar kurgulanmıştır. Örnektede görüldüğü gibi, her iki örneklem için Özgüllük ve Duyarlılık değerleri aynı olmasına karşın, bozukluğun görülme sıklığına bağlı olarak yordayıcı değerlerde anlamlı farklılıklar hesaplanmıştır. Bir bozukluğun görülme sıklığı azaldıkça PYD’nin azaldığı ve NYD’in arttığı; bozukluğun görülme sıklığı arttıkça PYD’nin arttığı ve NYD’in azaldığı görülmektedir. Bu durumun uygulama alanında sık rastlanan sonuçlarından biri, uzmanın Pozitif Yordayıcı Değerini yüksek bir ölçüm aracı kullandığını var saydığı durumlarda uygulama yaptığı örnek-lemde bozukluğun görülme sıklığının değişmesi nedeniyle beklediği kesinliğe ulaşamamasıdır. Bu nedenle, farklı demografik özelliklere sahip örneklemler için görülme sıklığının değişebileceği ön görülüyorsa PYD ve NYD’in yeniden hesaplanması gerekmektedir. Eşik Değerin Seçimi ve ROC Eğrisi Yukarıda aktarıldığı gibi bir ölçüm aracına ait Özğüllük, Duyarlılık, PYD ve NYD gibi parametrelerin alabileceği değerler araç için seçilen Eşik Değer tarafından belirlenmektedir. Eşik Değer seçimi sıklıkla ROC eğrisi kullanılarak yapılmaktadır. Belirli bir ölçüm aracı için ROC eğrisi, farklı Eşik Değerlerde gözlenen Duyarlılık (Doğru Pozitif) ve 1-Özgüllük (Yanlış Pozitif) değerleri temel alınarak çizilmektedir. Eğri üzerindeki her nokta çeşitli Eşik Değerlerdeki Duyarlılık ve Özgüllük çiftlerini temsil etmektedir. Aşağıdaki örnekte hipotetik bir ölçüm aracı için 3 farklı eşik değer seçilmiş ve ÖzgüllükDuyarlılık çiftleri hesaplanmıştır. Şekil II’de belirlenen Özgüllük-Duyarlılık çiftleri temel alınarak çizilen ROC eğrisi görülmektedir. Eğri üzerinde Diyagonal eksene en uzak olarak belirlenen noktanın ED2’ye (Eşik Değer 2) ait olduğu görülmektedir. Bu durumda hipotetik ölçüm aracı için kullanılabilecek en iyi Eşik Değer ED2’dir. ROC eğrisini iki ya da daha fazla testin kesinliğini karşılaştırmak içinde kullanmak mümkündür. Bu durumda testlerin kesinlik düzeyi diyagonal eksene göre yerleşimleri temel alınarak değerlendirilir. ROC eğrisi diyagonal eksene yaklaştıkça test sonucu elde edilen tanının kesinliği azalmakta; uzaklaştıkça test sonuçlarının kesinliği artmaktadır. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 29 Şekil 2: Tek Bir Ölçüm Aracı için ROC Eğrisi ED1=Eşik Değer 1, ED2=Eşik Değer 2, ED3=Eşik Değer 3 Şekil 3: Üç Farklı Ölçüm Aracı için ROC Eğrileri Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 30 Şekil III incelendiğinde, ölçüm alınan olgu için en kesin sonuçları sağlayan ölçüm aracının Test 1 olduğu görülmektedir. Test 2’den elde edilen sonuçlar tanısal ayrım için orta düzeyde bir kesinlik sunmaktadır. Test 3’ten elde edilen sonuçlara bakarak yapılacak tanısal bir ayrımın kesinliği ise en fazla yazı tura sonucu karar almak kadar güvenilir olacaktır. Aşağıda şu ana kadar üzerinde aktardığımız kavramlar ve formüller örnek bir soru üzerinde kullanılmıştır. Örnek Çalışma Bir araştırmacı Çizgi Takip Testinde gösterilen performansın Dikkat Dağınıklığı Hiperaktivite Bozukluğu (ADHD) tanısı için kullanılabilecek bir ölçüm olduğunu düşünmektedir. Bu amaç doğrultusunda 50’si normal ve 50’si klinik değerlendirme sonucu ADHD tanısı almış toplam 100 katılımcıdan oluşan bir örnekleme Çizgi Takip Testini uygulamış ve süre puanlarını not etmiştir. Ön analizler iki grubun testi tamamlama süreleri arasında anlamlı farklılıklar olduğuna işaret etmiştir. Araştırmacı elindeki bulgulara dayanarak, Çizgi Takip Testi için ADHD grubunu normellerden ayırt edecek bir Eşik Değer hesaplamak istemektedir. (Bu araştırma sorusunun ve sayısal değerlerin tamamı kurgusaldır) Adım 1 Katılımcılarım süre puanlarının frekans dağılımı incelenerek farklı Eşik Değerler belirlenmiştir. Ekonomik davranabilmek için bu örnek kapsamında seçilen Eşik Değer sayısı sınırlı tutulmuştur. Daha sonra seçilen her bir Eşik Değere bağlı olarak Çizgi Takip Testi sonuçlarının (Test Pozitif X Test Negatif) Klinik tanın durumuna göre dağılımı belirlenmiştir. Adım 2 İzleyen aşamada, Eşik Değerlerin her biri için Tabloda verilen dağılımlar kullanılarak Duyarlılık, Özgüllük, Pozi- tif Yordayıcı Değer ve Negatif Yordayıcı Değer hesaplamaları yapılmıştır. Adım 3 Son aşamada, elde edilen Duyarlılık ve 1-Özgüllük değerleri kullanılarak ROC eğrisi çizilmiştir. Eşik değerlerin eğri üzerindeki yerleşimleri dikkate alındığında en uygun Eşik Değerin 240 sn olduğu görülmektedir. Buna göre, katılımcının ADHD olarak tanımlana bilmesi için Çizgi Takip Testini tamamlama süresinin 240sn’yi geçmesi gerekmektedir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 31 Adım 1 Test Pozitif Test Negatif 76sn HH+ 50 49 0 1 198sn H+ H46 18 4 32 240sn H+ H42 5 8 45 272sn H+ H35 1 15 49 1075sn H+ H1 0 49 50 H+ =ADHD tanısı var, H- =ADHD tanısı yok Adım 2 Eşik Değer 76 sn 198 sn 240 sn 272 sn 1075 sn Duyarlılık 1 0.92 0.84 0.70 0 Özgüllük 0 0.64 0.90 0.98 1 1-Özgüllük 1 0.36 0.10 0.02 0 PYD 0.50 0.72 0.89 0.97 1 NYD 1 0.89 0.85 0.76 0.50 Adım 3 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 32 Ölçmekten Korkma, Geç Kalmaktan Kork: Psikologların Ölçmeye İlişkin Temel Kaygıları ve Olası Uzlaşma Yolları N. Ekrem Düzen Sabancı Üniversitesi ekremd@sabanciuniv.edu Ölçme, hemen her psikologun adını duyunca bir an için bile olsa nefesini tutmak zorunda kaldığı kaygı uyandırıcı bir çalışma alan olmaya devam ediyor. Özellikle çok deneyimli psikologların, her yönüyle ölçülmemiş ve geçerliği kapsamlı şekilde saptanmamış konularda veya pürüzleri tamamen giderilmiş metodolojiler hakkında hiçbir fikirleri yokmuş gibi tümüyle sessiz kalmaları sık rastlanan bir durum. Disiplini hazmetmiş psikologların kaygıları, bir ölçüye kadar, ölçülü davranma çabasıyla açıklanabilir. Ancak ne kadar takdire değer de olsa bu çaba disiplinden gelmeyen kişilerin ölçüsüzlüğünü dengelemeye yetmiyor. Başka bir deyişle, psikologlar konuşma alanlarını adeta kendileri daraltıyor. Matematik kesinlikle konuşamamak neredeyse anlamlı hiçbir şey söyleyememekle bir tutuluyor. Öte yandan meslekten olmayan kişilerin ölçmeyle ilgili konularda zaman zaman pervasızlığa varan uygulamaları kayda değer ölçülere varabiliyor. Hal böyle olunca ciddi ve saygın kuruluşlar basit kanaat bildirimlerini derleyen anketlerle sonuç alıcı ‘ölçme’ işleri yapmanın sakıncalarından habersiz kalabiliyor. Giderek ölçme alanı da psikologlardan çok teknik anlamda ölçme becerilerini derlemiş kişilerin ve kuruluşların alanı haline geliyor. Bu makasın gittikçe açılmakta olduğu ise ölçme gerektirmeyecek kadar açık bir gözlem. İlgili kamuoyu yetkin ölçmecileri arayıp bulmada ne kadar isteksiz ya da habersizse, yetkin profesyoneller de ilgili kamuoyunu aydınlatmada o kadar isteksiz ve habersiz. Sadece bilimsel araştırma alanında değil, iş ve öğrenim hayatında da ağırlaşarak artan ölçme ihtiyacı ve talebine karşılık profesyonellerin sundukları çözümler yetersiz, hatta ilgisiz kalabiliyor. Psikologlar, ölçmeyle ilgili konularda kamuoyunun ne kadar temelsiz ve yanıltıcı bilgilerle donanmış olduğu konusunda neredeyse hemfikir. Bununla birlikte, ölçme alanında kendi yeterliklerini ne sıklıkta ölçtüklerini ve güncellediklerini saptamak pek zor. Ölçmeyle ilgili profesyonel tedirginliklerle kamuoyunun kayıtsızlığının kaynaklarını, ölçmeye ilişkin yaygın yanlış kanılarda aramak gerekir. Ancak bu yanlış kanıların sadece talepte bulunan tarafta değil arzda bulunan tarafta da bulunduğunu belirlemeksizin ilerleyemeyiz. Dolayısıyla bu yazı, daha çok psikologlar cephesindeki yanlış kanıları ele alarak bunlarla nasıl başa çıkabileceğimize ilişkin ipuçları araştırmaya çalışacak. Bu araştırmanın, kamuoyu cephesindeki yanlış kanıların giderilmesine de ışık tutabileceğini umabiliriz. Yalnızca ülkemizde değil, dünyada da psikologlara ilişkin en yaygın iki yanlış kanı şunlardır: 1. Psikologlar insanın gözüne bakarak içini okuyabilir. 3. En işe yarar psikolog, elindeki birtakım testlerle kime ne olduğunu puanıyla söyleyebilen psikologdur. Bu yaygın kanıların psikologlar tarafından bazen gülümsemeyle bazen endişeyle karşılandığını söyleyebiliriz. Endişeleri daha ağır basan meslekdaşlarımızın bu endişeleriyle (ve kendileri kadar Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 33 endişelenmeyen meslekdaşlarının görece rahatlıklarıyla) başa çıkmada başvurdukları stratejilerden biri psikoloji uygulamalarını daha da kitabına uygun yapma ve yaptırma çabasıdır. Bu çaba, uygulamaların genişleme alanlarından çok sınırlılıklarına, kişilerin yeterliklerinden çok eksikliklerine vurguda bulunur. Şimdi bu yaygın kanıların disiplinin kitaplarını birkaç kez hatmederek iyice hazmetmiş psikologlar cephesindeki izdüşümlerine ölçme penceresinden bakalım: 1. İnsanın gözü, içine dair pek bir şey söylemez, söyler gibi görünse de genellikle yanıltıcı olur. 2. Elimdeki ölçme araçlarının şaşmaz ve kusursuz olduğundan emin olmadıkça konuşmam bilimsellik açısından doğru olmaz. Buradaki temkinli bakışa saygı duyulabilir. Ne var ki sınırlılıklardan çok genişleme alanlarıyla ve kişilerin eksikliklerinden çok yeterlikleriyle ilgilenen bir arz-talep ortamındayız. Ve eski sözlerin izinden giderek arz-talep ortamlarının boşluk sevmediğini ileri sürebiliriz. Bu ortamın oluşturucu parçalarından, denge kurucu taraflarından biri olarak bizim doldurmadığımız boşlukların başkaları tarafından doldurulacağını söylemek herhalde gerçekten uzak bir öngörü olmaz. Bu demek değildir ki boşluk bırakmamak adına bilimsel ya da metodolojik olarak meşruiyeti kuşkulu yollara başvurmak hoş görülebilir. Belirleyici olan, meşruiyet sınırlarının nerede ve ne şekilde saptandığı ve bu saptamada psikologların ne derece öncü ve etkin rol oynadıklarıdır. Mesleğimizin belirleyici olmadığı durumlarda, sözünü ettiğimiz iki kanının meslekten olmayan ölçmeciler ve onları muhatap alan ihtiyaç sahipleri tarafındaki yansımasını aşağı yukarı şu hali alıyor: 1. Göz, ruhun aynasıdır; bazı şeyleri(!) an- lamak için psikolog olmaya gerek yoktur. 2. Zamanım kıt, param az, yetişmiş elemanım yok; bu testlere güvenmeyeceksem neye güveneceğim? Bu iki kanı cümlesi, ilk iki kanı grubuna kıyasla en tehlikeli bakış açısını oluşturuyor. Çünkü sadece boşlukları doldurmanın gerekli olduğunu söylemekle kalmıyor, bu boşlukların kendi koşullarına uyacak şekilde doldurulması gerektiğini üstelik tehditkar bir edayla telkin ediyor. Burada bir kez daha vurgulamakta yarar var ki boşlukların ne şekilde dolacağı konusunda kimin söz sahibi olmaya soyunduğu, tam da bilimsellikten ödün vermek istemeyen samimi ve temkinli profesyonelleri tehdit etmektedir. Ölçme gibi teknik yönü oldukça ağır basan bir alanda, her donanımın tamamlanmasını beklemek bizi, olan bitene uzaktan bakma noktasına sürükleyebilir. Böyle bir noktaya sürüklenmek istemeyen, eldeki olanak ve koşullarda anlamlı işler yapmaya niyetli psikologların üzerinde uzlaşabilecekleri kanılar neler olabilir? Bu kanıları bulmak için belki de ölçmenin doğasına bir kez daha bakmalıyız. Ölçme, öncelikle araçlarla yürütülen bir faaliyet. Bu araçları çoğunlukla biz psikologlar imal ediyoruz ya da başka disiplinler tarafından imal edilmiş araçları ödünç alıyoruz. Buna rağmen, bu araçları kullanırken çoğunlukla bunu unutuyoruz. Bir kısmımız ölçme araçlarına tuhaf bir mutlaklık atfederken diğer bir kısmımız hiç hesaba almayabiliyor. Bu ikisinin arasında ise beklenenin aksine orta yolu deneyenler bulunmuyor; bu ara alanda daha çok ölçme işlerinden uzak durmaya çalışanlar yer alıyor. Oysa ölçme araçları da her araç gibi insan zihninin ve yetilerinin olası kusurlarıyla maluldür ve her araç gibi sürekli bir denetleme ve iyileştirme sürecine tabi tutulmalıdır. Eldeki ölçme araçlarına Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 34 ve bu araçları kullanma biçimlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak yeni olgular tasarlayıp araştırmayı ketler, üzerinde çalışılmış olguların bilgisini tekrarlamanın ötesinde bir açılım sağlamaz. Ölçme araçlarına hiç başvurmadan pekala çalışma yürütebildiğini düşünen kişilere ise ölçme işini kendi kişisel örneklemlerinde kendi zihinlerinin elverdiği işlemlerle zaten yapmakta olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. Çünkü tüm imal edilmiş araçlardan önce, insan zihninin kendisi bir ölçme aygıtıdır. İlk belirlemeler kadar son değerlendirmeleri de bu aygıtla yaparız. İnsan zihni, hiçbir ön sebep olmaksızın sayar, benzetir, karşılaştırır, hizalar, sıraya koyar, ayırır, tekrar bir araya getirir ve tüm bunları kaydeder. Bilimsel anlamda ölçme, tüm bu işlemlerin kişisel yanlılıklardan ve hatalardan arındırılarak herkes tarafından gözlenebilir ve tekrarlanabilir hale getirilmesiyle mümkün olur. Başka bir deyişle, ölçme olmadan bilim olmaz. Dolayısıyla ölçme, ölçme araçlarıyla yürütülen bir faaliyet olduğu kadar kendi zihnimizin çalışma biçiminin somut araçlar halinde dışa vurumudur. Bu özellik göz ardı edilirse ölçme araçları, sonuçları baştan kabul edilmiş, kerameti kedinden menkul düzenekler haline gelir. Bu ise bizi, değerlendirilip tartışılacak bilimsel sonuçlara değil, izlenip gereği yerine getirilecek bir kurallar manzumesine götürür. Böyle bir durum, ölçme araçlarının yüzüne bakmayan profesyonellerin itirazlarına da bir zemin oluşturur. Burada ölçme araçlarından ne anlamamız gerektiğini de bir daha düşünmeliyiz. Ölçme araçları bir yandan bir bilimsel çalışmayı gerçekleştirmek ya da bir çalışmayı bilimsel hale getirmek için başvurduğumuz araçlardır. Bu niteliğiyle ölçme araçları birer enstrümandır (İng.: instrument). Öte yandan ise ölçme araçları, kendileriyle iş yapılan birer alettir (İng.: tool). Başka türlü söyleyecek olursak, bir ölçme aracı hem kendisi üzerinden çalışma yapılan (ör: “zeka, zeka testinin ölçtüğü özelliktir”) hem de doğrudan kendisiyle iş yapılan bir araçtır (ör: “zeka testleriyle örneklemimin ZB dağılımını saptayabilirim). Belki de ölçmeyle ilgili aşırı temkinliliklerin ardında ölçme araçlarının bu ikili doğasının hissedilmesi vardır ve belki de aşırı kayıtsızlıklar her ikisinden de haberdar olmamanın bir sonucudur. Dolayısıyla elimizde iki önemli sonuç var: 1. Ölçme araçları, sürekli olarak iyileştirmeye açıktır; kusursuz ölçme aracı en iyi olasılıkla kuramsal olarak mümkündür, uygulamada ise kusursuz araç arayan araçsız kalacaktır. 2. Ölçme araçları, aynı anda hem metodolojimizin hem uygulamanın parçasıdır; böyle bir görgül döngüden çıkmak yine ancak başka ölçmelerle (dolayısıyla başka ölçme araçlarıyla) mümkündür. Hal böyle olunca ölçme araçları ne bir mutlaklık edinebilirler ne de bir kenara bırakılabilirler. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, bu sonuca basitçe “arayı bulma” motivasyonuyla varıyor değiliz. Ölçmenin ikili doğası bizi bu civarda bir yerlere konuşlanmaya zorluyor. Bu uzlaşma sahası psikologların kendilerine dair kanaatlerinin yeniden biçimlenmesinde bir rol oynayabilir mi? Deneyelim: 1. İnsanın gözüne bakarak içini okumak mümkündür; yeter ki kusursuz okuma olmadığını unutmayayım. 2. Elimdeki ölçme araçlarının şaşmaz yanılmaz olmadığını biliyorum; buna rağmen belirli sınırlar içinde olsa da oldukça anlamlı söyleyebilirim, işlevsel işler yapabilirim. Psikologların yaptıkları işleri kendine güvenle yapabiliyor olmaları başka mesleklere kıyasla bazen daha kritik. Çünkü bazen elimizde bunun dışında hiçbir araç bulunmayabiliyor. Öte yandan, bu kadar elzem bir kendine güven Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 35 bataryasını en nesnel olarak besleyebilecek alan ölçme-değerlendirme alanı. Mesleğimiz mensuplarının bu alana dair kanılarının olumluya doğru yeniden dengelenmesi kendilerini daha güvenli hissetmeleri ve bu güvenle iş yapmaları yönünde büyük yararlar sağlayacaktır. Gündem Dışı Konular Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 37 Emanuel Miller Memorial Konferansı 2006: Bir Müdahale Olarak Evlat Edinme Fiziksel, Sosyal-Duygusal ve Bilişsel Gelişmede Ağır Yetişmeye Meta-Analiz Kanıt* - Özet Çeviri Burcu İnan ODTÜ, Psikoloji Bölümü martiburcu@gmail.com Geçmiş: Kötü muamele uygulayan ailelerdeki veya ihmal eden yetimhanelerdeki eski deneyimleriyle ya da genetik, doğum öncesi veya sonrası sorunlarıyla yaralanmış evlat edinilmiş çocukların zor çocuklar oldukları söylenir. Yurtiçi veya uluslararası evlat edinme; fiziksel büyüme, bağlanma güveni, bilişsel gelişim ve okul başarısı, kendine güven ve davranış bozukluklarının gelişmesi bakımından etkili bir müdahale midir? Yöntem: 230.000’den fazla evlat edinilmiş ve edinilmemiş çocuğu ve ailelerini içeren 270’den fazla araştırma üzerinde yapılan meta analizler dizisiyle evlat edinme yetişme modeli test edilmiştir. Sonuçlar: Evlat edinilmiş çocukların o anki yaşıtlarına yetişmesi bazı gelişim alanlarında (özellikle fiziksel büyüme ve bağlanma) eksik kalsa da, kurumda kalan yaşıtları, evlat edinilmiş çocuklardan büyük ölçüde geride kaldı. 12 aydan önceki evlat edinmeler daha sonraki evlat edinmelere göre; boy, bağlanma ve okul başarısı bakımından daha bütün bir yetişme göstermişlerdir. Milletlerarası evlat edinmeler, birçok gelişim alanında yurtiçi evlat edinmeden daha az yetişmeye yol açmamıştır. Sonuç: Sonuç olarak evlat edinmenin, yaşıtlara etkili yetişmeyi sağlayan etkili bir müdahale olduğu görülmüştür. Başka çözümler mümkün değilse, yurtiçi veya milletlerarası evlat edinmeler, etik bağlamda savunulabilir. İnsanlar evlat edinmeye adapte olmuştur ve evlat edin- meler, çocuk gelişiminin yoğrulabilirliğini göstermektedir. Anahtar kelimeler: Evlat edinme, metaanaliz, gelişimsel etkilenebilirlik, etik, büyüme, bağlanma, davranış problemleri, beyin zedelenmesi, kötü beslenme, yatılı bakım, esneklik, kendine güven. Evlat edinme; bırakılmış, terk edilmiş veya yetim kalmış bir çocuğun, kalıcı ve yasal olarak bir akraba aile (akraba evlat edinme) veya ilişkisiz bir aile (akraba olmayan evlat edinme) yanına yerleştirilmesidir. Selman (2005), ülkeler sınırları arasında (uluslararası ve çoğunlukla da akraba olmayan evlat edinme) evlat edinilen çocuk sayısının, 2003 yılında en az 40.000 olduğunu ve bu sayıda 80’lerin sonlarından bu yana % 100 bir artış olduğunu hesaplamıştır. Ülkeler içi evlat edinmelerinin sayısını (yurtiçi evlat edinme) tahmin etmek zordur. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yılda 12.000 çocuk evlat edinilmektedir ve toplam sayıları yaklaşık 1,5 milyon evlat edinilmiş çocuk etmektedir. Evlat edinilmiş çocukların üçte biri ilişkisiz bir ailenin yanına yerleştirilmektedir, geriye kalanlar ise akrabalar veya üvey anne baba tarafından evlat edinilmektedir (Nickman ve ark., 2005). 2003 yılında diğer ülkelerden Amerika’ya (çoğunlukla Çin, Rusya, Guatemala ve Güney Kore’den) 21.000 evlat edinilecek çocuk gelmiştir. Evlat edinme hakkında genel düşünce nedense belirsizdir. Çocukların or- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 38 tak eşya gibi (hatta biyolojik anne baba tarafından yetim kalmadan ya da terk edilmeden) arz talep kuralları içerisinde ticaretinin yapıldığı düzensiz bebek kara borsalarının (Bowlby’nin değindiği, 1951) varlığı, halkı ve aynı zamanda başlangıç ve varış ülkelerindeki kural koyucuları şaşırtmaktadır. Ayrıca, kötü muamele uygulayan ailelerdeki veya ihmal eden yetimhanelerdeki eski deneyimleriyle ya da genetik, doğum öncesi veya sonrası sorunlarıyla yaralanmış evlat edinilen çocukların zor çocuklar oldukları söylenir (Miller, 2005a; 2005b; Verhulst, Althaus ve Bieman, 1992). Çocukların yaşam süreçlerinde genetiğin rolünü vurgulayan ünlü “Nurture Assumption”in (1998) yazarı Judith Haris, doğurmuş kadar olduğu annelik uğraşına rağmen yoldan sapan evlat edindiği çocuğun annesi olarak üzücü hikayesini anlatmıştır. Evlat edinilmiş çocukların akıl sağlığı ve özel ihtiyaç servislerindeki fazla sayısı (Juffer ve van IJzendoorn, 2005; Miller ve ark., 2000; Schechter, 1960; van IJzendoorn, Juffer ve Poelhuis, 2005); evlat edinmelerin çoğunun evlat edinen anne babalar ile okul başarısından ve kendine güvenden yoksun, çocukluk ve ergenlikte dışa yansıtma ve içselleştirme problem davranışları, yetişkinlikte psikiyatrik bozukluklar geliştirecek evlat edinilenler için memnun edici olmadığı iddiasını güçlendirmektedir. Oysa evlat edinilenlerin çoğunun iyi uyum sağladığı deneysel olarak kanıtlanmıştır (Hjern, Linblad ve Vinnerljung, 2002; Tieman, van der Ende ve Verhulst, 2005; 2006; Stams, Juffer, Rispens ve Hoksbergen, 2000; Verhulst, Althaus ve Bieman, 1990). Ama evlat edinme; yabancıların şefkatle (Boswell, 1988) çaresizlere ve kimsesiz yetimlere, terk edilmiş sokak çocuklarına veya bebeklere sıcak ve koruyucu bir ailede ikinci bir şans verişi olarak da görülmüştür (Tizard, 1977). Evlat edinme talebi, sadece kısırlıkla değil aynı zamanda fakir ülkelerdeki yetimlerin içinde büyüyecekleri içler acısı koşullar hakkındaki televizyon belgeselleriyle de artmıştır. Buna bir örnek, kötü donanımlı ve yetersiz kadrolu yetimhanelerdeki Romanyalı çocukların yaşantıları hakkındaki haberlerdir. Bu da komünizmin düşüşünden sonra Romanya’dan ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerinden evlat edinilecek çocuk talebinde aşırı bir artışa neden olmuştur (Carro, 1994). Evlat edinilmiş birçok çocuğun (yurtiçi ve uluslararası), yoksun bir geçmişten gelmesine ve biyolojik anne babalarını kaybetmiş veya onlar tarafından terk edilmiş olmasına rağmen evlat edinildikten sonra yaşıtlarına yetişmeleri, evlat edinen anne babaları (Champnella, 2003; De Hartog, 1968) ve bilim insanlarını (Morison, Ames ve Chisholm, 1995; Rutter ve ark., 1998) şaşırtmaktadır. Evlat edinme, evlat edinilmiş çocukların yaşamında doğal bir deneyim (Johnson, 2002; Rutter ve ark., 2004; van IJzendoorn ve Juffer, 2005) ve müdahale ve evlat edinilmeden önceki gerilemelere karşı da koruyucu bir etmen olarak görülmektedir (Bimmel, Juffer, van IJzendoorn ve Bakermans-Kranenburg, 2003; Nickman ve ark., 2005; Stams, Juffer ve van IJzendoorn, 2002). Evlat Edinmede Yaşıtlara Yetişme Modeli Evlat edinme, evlat edinilen çocukların gelişiminde bir risk etmeni midir yoksa çare olan bir müdahale midir? Evlat edinilen çocuklar kurumlarda veya biyolojik ailede bırakılan yaşıtlarıyla karşılaştırıldıklarında, evlat edinmenin, çare olabilecek bir müdahale ve koruyucu bir etmen olduğu görülmektedir. Ancak şu anki evlat edinilmemiş, biyolojik anne babalarıyla yetişen yaşıtlarıyla karşılaştırıldıklarında, evlat edinme bir risk etmeni olarak düşünülebilir. Burada cevaplanması gereken soru; evlat Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 39 Şekil 1: Evlat Edinmede Yaşıtlara Yetişme Modeli Doum Ayrlma KURUM Evlat edinme EVLAT EDNME Yetime FZKSEL BÜYÜME BA LANMA KAVRAMA Uzun süreli sonuçlar KENDNE GÜVEN DAVRANI PROBLEMLER edinmenin, evlat edinilmiş çocukların fiziksel büyüme, bağlanma, bilişsel gelişim ve okul başarısı, kendine güven ve davranış problemleri (Howe, 1998) gibi gelişimsel alanları üzerindeki etkisinin ne olduğudur. Biz, bütün çocuklar için en önemli gelişimsel mücadeleleri ve konuları içeren ‘yaşıtlara yetişme modeli’ni (bkz. Şekil 1) test etmekteyiz. Yoksun bir geçmişten evlat edinilen çocukların ilk yetişme alanı tabii ki fiziksel büyümedir ve bu da herhangi bir psikolojik gelişmenin temelini oluşturur (Wachs, 2000). İlk birkaç ay veya yıl çocuklardaki yetersiz beslenme ve ihmal, büyümede bir bozulmaya neden olmaktadır ve bu da boyda, kiloda ve baş çevresi ölçümlerinde belirgindir. Doğumdan sonraki ilk birkaç yıl, diğer gelişim alanlarından çok beyin gelişimi açısından hassas bir dönem olabilir ve yetersiz beslenme, gecikmiş fiziksel veya psikolojik gelişmeye göre daha uzun süreli ve geri dönülemez bir sinirsel hasara neden olabilir (bkz. Rutter ve ark., 2004). Erikinlik İkinci gelişimsel konu ise temel güvenin özellikle de biyolojik annelerinden ölüm nedeniyle veya terk edilmeyle ayrılmış çocuklardaki gelişimidir (Bowlby, 1973; 1979; Sroufe ve ark., 2005). Evlat edinilen çocukların evlat edinildikleri eve geldiklerinde, gelişigüzel sıcakkanlılık (Chisholm, 1998; Chisholm, Carter, Ames ve Morison, 1995; Tizard ve Rees, 1975) ve tepkisel bağlanma bozuklukları (Howe, 2003; O’Conner ve ark., 2000) veya genel olarak karışık ve güvensiz bağlanmalar (Marcovitch ve ark., 1997; Vorria ve ark., 2003; Zeanah, Smyke, Koga ve Carlson, 2005) yaşadıkları belirtilmektedir. Bilişsel gelişim ve okul başarısı, evlat edinilen çocukların risk altında olduklarının düşünüldüğü üçüncü alanlardır. Yetersiz beslenme ve bozulan fiziksel büyüme nedeniyle, doğumdan sonraki biçimlendirici süreçte beyin gelişimi gecikebilmektedir (Chugani ve ark., 2001). Dahası, evlat edinilen çocuklar, ilk birkaç yıllarını uyaran bakımından Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 40 eksik ve kişisel olmayan, grup bakımı veren çevrelerde geçirdikleri için (Gunnar, Bruce ve Grotevant, 2000; Johnson, 2000a; 2000b) bilişsel gelişimlerinin tehdit altında olduğuna ya da en azından çokça geciktiğine inanılmaktadır. Buna ek olarak, temel güvenin eksikliği ve buna eşlik eden koruyucu bir bakıcıya yakınlık arama ile çevreyi keşfetme arasında dengeyi kurmadaki eksiklik, daha sınırlı bir bilişsel gelişime neden olmaktadır (örneğin; Lansford, Ceballo, Abbey ve Stewart, 2001; McGuinness ve Pallansch, 2000; Pinderhughes, 1998). Kendi yeterliliğine güvenmek anlamına gelen kendine güvenin, güvenli bir bağlanmanın yani koruyucu olan bir başkasına güvenin sonucu olduğu öne sürülmüştür (Ainnsworth, 1989). Bowlby’nin (1973) ifade ettiği gibi, bağlanma figürü ve kişinin kendisinin çalışan içsel mekanizmaları bu açıdan tamamlayıcıdır. Kendine güvenin; sağlıklı kişilik gelişiminin en önemli temellerinden biri olduğu (Harter, 1999) ve kişinin kendi amaçları ne olursa olsun onları gerçekleştirmede gerekli bir durum olduğu düşünülmektedir (Rawls, 1980). Evlat edinilmiş çocuklarda kendine güvenin ortaya çıkışı net değildir çünkü bu çocuklar biyolojik anne babaları tarafından reddedilmişlerdir ve başka bir milli, kültürel veya etnik çevrede kendilerini yersiz yurtsuz hissetmektedirler (Juffer, 2006; Leon, 2002). Evlat edinilmiş çocukların temel güven ve okul başarısındaki eksiklikleri, sadece kendilerine güvenlerinde eksikliğe değil, aynı zamanda onlarda özel bakım ve tedavi gerektiren problem davranışlara da neden olmaktadır. Bowlby (1944), çocuklukta tekrar eden ayrılmalardan acı çeken ve herhangi bir sosyal davranışı kontrol eden empatik duygulardan yoksun 44 genç hırsızdan bahsetmiştir. Duyguları anlayabilmek, aile deneyimleriyle ve ku- rumsal grup bakımı ortamlarında daha az gerçekleşebilen duygular ve ilişkiler hakkındaki tartışmalara katılabilmekle ilişkilidir (Dunn ve Hughes, 1998). Yunan kurumlarındaki çocukların gelişimini inceleyen boylamsal bir araştırmada -Metera araştırması- bu çocukların evlat edinildikten sonra insanların duygularını anlamada aileleri tarafından büyütülen çocuklara göre daha az başarılı olduklarını gördük (Vorria ve ark., baskıda). Evlat Edinme, Modern Bir Müdahale Değildir İnsan türü içinde evlat edinme, kaydı bulunan tarih boyunca var olmuştur. Helenistik eski çağlardan günümüze kadar anne babalar, örneğin fakirlik, afet veya sosyal utanç riski nedeniyle çocuklarına bakmada kendilerini yetersiz hissettiklerinde çocuklarını bırakmaktadırlar. Seneca, çocuksuz anne babalara veya biyolojik çocuklarından memnun olmayan anne babalara ve terk edilmiş çocuklara henüz doğanın vermediği yeni imkanları sağladığı için evlat edinmeyi “şans veren derman” olarak adlandırmıştır (Tartışma, bkz. Bosewll, 1988, s. 115; Thomas, 1996, s. 230). Evlat Edinmenin Yetişme Modeline Kanıt Gelecek paragraflarda, evlat edinilmiş çocukların fiziksel ve psikolojik gelişimlerinin, geride kurumda kalmış yaşıtlarına veya kardeşlerine ve şu anki çevresel yaşıtlarına kıyasla yapılmış çeşitli meta analizlerinin sonuçlarını vereceğiz. Bu yazıda etki boyutlarını Cohen’in d’si (evlat edinilmiş grup ile karşılaştırıldıkları grup ortalamalarının standardize edilmiş farkı) ile belirttik. Cohen’in (1988) kriterlerine göre d değeri .20’ye kadar küçük etki, .50’ye kadar orta derecede etki ve .80 ve daha fazlasında ise büyük etki olarak kabul edilmektedir. Burada yazılan meta analizlerde pozitif d değeri, kurumda Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 41 veya asıl ailede bırakılan kardeş veya yaşıtlara kıyasla, evlat edinilen çocukların avantajlı bir gelişim gösterdiğini belirtmektedir. Negatif d değeri ise, evlat edinilen çocukların şu anki çevresel yaşıtlarından veya normal karşılaştırma grubundan daha geride kaldığını göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, bu durumda evlat edinilen grupla karşılaştırma grubu arasında, karşılaştırma grubunun lehine bir fark vardır. Evlat Edinilen Çocukların Fiziksel Büyümesindeki Şaşırtıcı Yetişme Hayatının ilk birkaç yılını kurum bakımında geçiren çocuklar, sıklıkla fiziksel büyümede geri kalmaktadırlar. Onlarda boy, kilo ve baş çevresi gibi fiziksel büyümenin merkezindeki değişkenler, daha şanslı olan ve bir ailede büyüyen yaşıtlarına göre daha geridedir. Evlat edinme, bu temel gelişim değişkenleri üzerinde olumlu etkisi olabilecek bir müdahaledir. Yunanistan’da Atina’daki Metera Bebek Merkezi’nde gerçekleştirilen bir araştırmada, evlat edinmeden sonra boy ve kiloda belirgin bir artış olduğu bulunmuştur (Vorria ve ark., 2003; baskıda). Metera, 100 bebeğe doğumundan başlayıp evlat edinecek, koruyucu veya biyolojik anne babalarının yanına yerleştirilene kadar ev sahipliği yapmaktadır. Yeni doğanlar için özel bir birim vardır ve bunlar daha sonra beş aylıktan beş yaşa kadar çocukların bulunduğu evlere alınırlar. Çoğu bebek, ihmal ve istismar riski altındadır ve kendilerine bakamayacak olan veya bakmak istemeyen anne babalar tarafından terk edilmiştir. Metera bebeklerinin günlük programı oldukça sıkıcıdır: Ortalama 17,5 saati yatakta geçirirler, 3,5 saat oynarlar ve kalan zamanda da beslenme, alt değişimi veya banyo vardır. Metera araştırması fevkalade bir karşılaştırmalı çalışmadır ve kurumdaki bebekleri boylamsal olarak gözlemler. Ayrıca onların gelişimini dört yaşında, yani evlat edinildikten iki yıl sonra da incelemektedir. Hayatının ilk iki yılını Metera’da geçirmiş ve evlat edinilmiş dört yaşındaki 61 çocuk, yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirildikleri ve kendi anne babalarının bulunduğu evde büyüyen 39 çocukla karşılaştırılmıştır. O sırada evlat edinilen çocukların ortalama kilosu 17,9 kg’dır ve karşılaştırma grubunun ortalama kilosu 18,4 kg’dır. Evlat edinilen çocuklar için ortalama boy 106 cm iken, karşılaştırma grubu için 105,1 cm’dir. Bu farklar istatistiksel olarak anlamlı değildir ve etki boyutu d = -.20’dir. Ancak bir yaşındayken Metera bebeklerinin kilosu, karşılaştırma grubundan belirgin bir şekilde farklılaşmıştır ve etki boyutu d = -1.19 olmuştur. Metera bebekleri aslında evlat edinmeden önce büyümede geriydiler. Öncelikle kurum bakımının büyüme üzerinde belirgin bir negatif etkisi vardır ve bu da boy gelişiminde açıkça görülebilmektedir. Boy ve yetimhanede kalma süresi arasındaki ilişkide d = -1.71’lik bir etki boyutu bulduk: Yetimhanede daha uzun süre kalmak büyümede daha fazla gecikmeye neden olmaktadır. Bağlanmada Yetişme Metera çalışmasında, evlat edinildikten iki yıl sonra evlat edinilen çocuklar ile karşılaştırma grubundaki çocuklar, bağlanma güvenini ölçmek için evlerinde Bağlanma Q Yöntemi’ni kullanarak gözlenmiştir (Vaughn ve Waters, 1990). Metera çalışması, bağlanma güvenini boylamsal olarak hem evlat edinmeden önce kurumdaki bakıcıyla hem de evlat edinmeden sonra evlat edinen anne babalarla ölçüp, ailesinde yetiştirilen yaşıtlarıyla karşılaştıran ilk çalışmaydı. Tahmin edildiği gibi, 12 aylıkken Metera bebekleri kurumdaki bakıcılarına karşı, karşılaştırma grubuna göre anlamlı düzeyde daha fazla güvensiz bağlanma ve özel- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 42 likle de karışık bağlanma göstermişlerdir. Evlat edinildiklerinde ise Metera çocukları için bağlanma nesnesi değişmektedir ve bağlanmanın devamlılığı, erken çocukluklarındaki bağlanma beklentilerinin içselleştirilmesine ve genellenmesine bağlıdır. Ancak evlat edinilmiş Metera çocuklarının bağlanma güvenindeki yetişmeleri, fiziksel büyümedeki yetişmelerinden daha az etkilidir; neredeyse hiç yoktur. Dört yüzden fazla evlat edinilmiş çocukla yürütülen on çalışmada, bağlanma güvenleri Yabancı Durum Süreci (Strange Situation Procedure) kullanılarak değerlendirilmiştir (Van den Dries ve ark., hazırlanmakta). Evlat edinilmiş çocukların % 47’sinin güvenli bağlanma gösterdiğini ve % 53’ünün ise güvensiz bağlandığı ortaya konmuştur. Normal, evlat edinilmemiş örneklemde ise çocukların % 67’si güvenli bağlılık geliştirmiştir (van IJzendoorn ve ark., 1992). Peki, evlat edinilmiş çocukların, halen kurum bakımında evlat edinilmeyi bekleyen çocuklara göre bağlanma davranışlarının niteliği nedir? Evlat edinme öncesi çalışmalarının yetersiz örneklem sayısına rağmen (sadece iki çalışma, Metera ve Romanya örnekleri), evlat edinilen çocukların yetişmesi daha belirgindir: Kuruluşlardaki çocuklardan çok daha az düzensiz bağlanma gösterirler ve güvenli bağlanmadaki yüzdeleri kurumlardaki çocukların iki katıdır. Erken evlat edinilen (12 aydan önce) ve geç evlat edinilen çocuklar arasında yetişmede anlamlı bir fark bulunmuştur. Erken evlat edinilen çocuklar bağlanma güveninde yaşıtlarına tamamen yetişirken, geç evlat edinilen çocuklar yaşıtlarından belirgin ölçüde geride kalmaktadırlar (Van den Dries ve ark., hazırlanmakta). Benzer olarak, bağlanma düzensizliğini ölçen çalışmalarda da erken ve geç evlat edinilen çocuklar arasında anlamlı bir farklılık vardır. Geç evlat edinilen çocuklar daha sıklıkla düzensiz bağlanma göstermiştir. Yurtiçi ve milletlerarası evlat edinmeler arasında anlamlı bir fark yoktur (Van den Dries ve ark., hazırlanmakta). Bilişsel Gelişim: Yetişme ve Dekalaj Dennis, 1973 yılında şu soruya yanıt arayan bir öncü çalışma yürütmüştür: “Evlat edinilmiş çocukların bilişsel gelişimi, kuruluşlarda kalan evlat edinilmemiş yaşıtlarına göre, iyi bir aile tarafından evlat edinilmekten fayda görür mü?” Dennis (1973), doğumdan hemen sonra terk edilmiş ve Lübnan’da Fransız rahibelerin kurduğu bir yetimhane olan Kreş’te yetişmiş çocuklarla çalışmıştır. Kreş, az miktarda kişisel bakım ve iletişimin olduğu geleneksel bir kurumdur. Çocukların bakımı hijyen gereklerine uymaktadır ancak kişisel değildir. Dennis, eskiden Kreş’te olan ve çoğunluğu (85) üçüncü yaş doğum günleri civarında aileler tarafından evlat edinilen 136 çocuğa ulaşmıştır. On birinci doğum günleri civarında da 136 eski Kreş’li çocuğa zeka testi uygulanmıştır. Sonuçlar dikkate değerdir. Evlat edinilmemiş kurumlardaki çocuklarda zeka geriliği saptanırken, evlat edinilmiş çocukların ortalama IQ’ları, normal gelişen çocukların olması gerektiği aralıktadır (van Ijzerdoorn ve Juffer, 2005). 253 katılımcının bulunduğu altı araştırma sonucunda, evlat edinilmiş çocukların, kurumda kalmış kardeşlerini veya yaşıtlarını geçtikleri görülmüştür (büyük bir etki boyutuyla d = 1.17). Okul başarısında da, evlat edinilmiş çocuklar kurumda kalmış kardeşlerini veya yaşıtlarını geçmişlerdir. Evlat edinilmiş çocuklar, evlat edinmeyle beraber gelen sağlıklı ortam değişiminden ve eğitim açısından daha fazla uyarıcı olan bir aile tarafından büyütülmekten yararlanmıştır (van IJzerdoorn ve Juffer, 2005; van IJzerdoorn, Juffer ve Poelhuis, 2005). Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 43 Anlamlı bir fark olmamasına ya da olsa da etki boyutunun küçük olmasına rağmen, evlat edinilmiş çocuklar, evlat edinilmemiş o anki kardeş veya yaşıtlarından IQ açısından, okul başarısında ve dil yetenekleri açısından daha geridedirler. En büyük etki, evlat edinilmemiş çocuklarla çevrelerinde bulunan yaşıtlarının öğrenme sorunlarının karşılaştırıldığı sekiz araştırma dizisinde (13.000den fazla çocukla) bulunmuştur (d = -.55). Öğrenme sorunlarıyla başa çıkmaya çalışan evlat edinilmiş çocuk oranı, evlat edinilmemiş normal çocuklardan anlamlı ölçüde fazladır. Özel eğitime gönderilmelerde; evlat edinilmiş çocuklarda (% 12.8), evlat edinilmemiş normal karşılaştırma çocuklarından (% 5.5) iki kat fazla artış olduğu bulunmuştur. Okul başarısı konusunda yaşıtlara yetişme, geç evlat edinilen çocuklarda (12 aydan sonra) tam olmamasına rağmen, IQ konusunda yetişmede evlat edinme yaşı bir fark yaratmamaktadır. Hepsi bir arada düşünüldüğünde, evlat edinme deneyiminin evlat edinilmiş çocuğun bilişsel gelişimi üzerindeki olumlu etkisi belirgin olarak görülmektedir. Evlat Edinilmiş Çocukların Kendine Güveni Kendine güven, kişinin kendisi hakkındaki değeri veya kıymeti ile ilgilidir. Cicchetti ve Rogosch (1994), geniş bir yazın taramasıyla, kötü davranılmış çocukların kendine güvenlerinin düşük olduğunu ve öğretmenleriyle anneleri tarafından kendine güven açısından (kötü davranılmamış çocuklara göre) düşük bulunma olasılıklarının daha fazla olduğunu belirtmişlerdir (Egeland, Sroufe ve Erickson, 1983; Kim ve Cicchetti, 2004; Toth ve ark., 1997). Sağlıklı gelişim sürecinde çocuğun kendini değerli görmesi; çocuğa kendine temel güveni verecek, aynı zamanda da ihtiyaç duyduğunda onu koruyacak duyarlı bir anne babalıkla mümkündür. Evlat edinilmiş çocuklar, evlat edinilmeden önce kişisel olmayan grup bakımı ve hatta uygun olmayan bakım almış olabilirler ve asıl soru, evlat edinen anne babanın bu çocukta tek ve değerli olma duygularını uyarıp uyaramayacağıdır. Ancak yapılan çalışmalarda, evlat edinilen çocuklarla evlat edinilmeyen normal çocuklar arasında kendine güven açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır. Evlat Edinilen Çocuklar Ne Kadar Uyumludur? Evlat edinmenin çoğu zaman evlat edinilmiş çocuklar için daha iyi medikal, fiziksel, eğitimsel ve psikolojik imkanlar yaratmasına rağmen (Palacios ve Sanches, 1996; van IJzerdoorn ve Juffer, 2005), bazı araştırmalar, evlat edinilmiş çocuklarda daha fazla içselleştirme ve yansıtma davranış problemleri olduğunu ve akıl sağlığı nüfusunda fazlasıyla yer aldıklarını bulmuşlardır (örneğin; Juffer, 2006; Juffer, Stams, ve van IJzerdoorn, 2004). Bir meta analiz serisinde (Juffer ve van IJzerdoorn, 2005), 2.5000’den fazla evlat edinilmiş çocuk ve 80.000’den fazla evlat edinilmemiş normal karşılaştırma grubuyla yapılan bütün davranış problemlerini içeren 101 araştırmada, 64 yansıtma problemi çalışması, 64 içselleştirme problemi araştırması yapılmıştır. Ayrıca akıl sağlığına gönderim hakkındaki 36 araştırma, 5000 evlat edinilmiş çocuk ve 75.000’den fazla karşılaştırma çocukla yürütülmüştür. Bu geniş araştırma dizisinde, evlat edinilmiş çocuklarla edinilmemiş çocuklar arasında sadece küçük bir fark bulunmuştur. Evlat edinilmemiş çocuklara kıyasla evlat edinilmiş çocuklar, daha fazla genel davranış sorunu, yansıtma davranışı sorunu ve içselleştirme davranışı sorunu göstermişlerdir. Ancak etki boyutları küçüktür. Tek önemli fark, evlat edinilmiş çocukların psikiyatri servislerine yön- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 44 lendirilme sayılarının daha fazla oluşudur ve bu sonuç, öğrenme sorunu yaşayıp özel eğitime ihtiyaç duyan çocukların sayısının fazla olması durumuyla benzerlik göstermektedir. daha düşüktür (Warren, 1992) ve ikinci olarak da, yüksek gönderilme oranları aslında evlat edinilmiş çocuklardaki daha ciddi davranışsal ve bilişsel sorunları önlemektedir. Özet olarak, evlat edinilmiş ve edinilmemiş çocukların davranış sorunları arasındaki farkın etki boyutu önemli ölçüde küçüktür: (uluslararası) evlat edinilmiş çocukların çoğunun uyumu iyidir. Genel düşüncenin aksine, uluslararası evlat edinilmiş çocuklar, yurtiçinde evlat edinilmiş çocuklardan daha az davranış sorunu göstermekte ve psikiyatri servislerine daha az yönlendirilmektedirler. Evlat Edinme Üçgeninin Etiği: Evlat Edinme Bir Yara Bandı mıdır Yoksa Haklı Bir Müdahale midir? Evlat Edinme Başarılı Bir Müdahale midir? Sosyal bir müdahale olan evlat edinmenin etkililiği; evlat edinilen çocukların kuruluşlarda kalan çocuklarla büyüme, bağlanma ve bilişsel yönden karşılaştırmalarından kolayca görülmektedir. Yetişme, özellikle de fiziksel büyüme alanına yetişme önemli ölçüdedir. Ayrıca, evlat edinilmiş çocuklar, kurumlarda kalan çocuklara göre daha fazla güvenli bağlanma ve daha az bağlanma bozukluğu gösterirler ve IQ puanları çok daha yüksektir. Ancak evlat edinilmiş çocuklar, çevrelerindeki yaşıtlarının gerisinden gelmekte ve bazı durumlarda onlara yetişmeleri tamamlanamamaktadır. Yaşıtlarından boy, kilo ve baş çevresi bakımından biraz geridedirler ve daha fazla güvensiz ve düzensiz bağlanma yaşarlar. IQ bakımından yetişmeleri neredeyse tamdır ve kendilerine güven ve genel davranış sorunları açısından yaşıtlarından çok farklı değillerdir. Evlat edinilmiş çocuklarda akıl sağlığına gönderilme oranındaki yüksekliği açıklayan iki alternatif görüşten de söz etmek gerekmektedir. İlk olarak, evlat edinmiş anne babaların destek ve öneri alma eşikleri Yukarıda da belirttiğimiz gibi, evlat edinmenin evlat edinilen çocuğa yararı çok belirgindir fakat biyolojik anne babalara getirdiği duygusal bedelin ne olduğu çok açık değildir. Howe ve Feast’e (2001) göre, hem evlat edinilen çocuk hem de biyolojik anne baba için aralarındaki biyolojik bağ, evlat edinilmiş çocuk erişkinliğe erdiğinde bile devam etmektedir. Evlat edinme; zengin ve güçlünün, fakir ve güçsüzün sahip olduğu tek varlık olan çocuklarını ellerinden alması olarak tanımlandığı ve insan sömürüsünün son şekli olarak görüldüğü bazı tartışmalara konu olmuştur. “Evlat edinmenin kara borsası” vardır ve bazı yerlerde de var olmaya devam edecektir. Bu da medyada ve halk arasında endişelere neden olmaktadır. Çocuklar, arz az talep çok olduğunda, karşılığında ücret istenen ekonomik bir eşya ile denk tutulamazlar (Palmer, 1986; Medoff, 1993). Evlat edinme öncelikle ve en önemlisi etik bir konudur ve asıl soru, birçok anne babanın çocuklarına bakamadığı, bakmak istemediği veya girişimlerinde engellendiği bir dünyada, hem çocuğun hem de biyolojik anne babanın haklarının nasıl korunacağıdır. Evlat edinmeleri yetimlerin ve terk edilmiş veya bırakılmış çocukların evlat edinilmesi olarak iki gruba ayırdığımızda; evlat edinme, çocuğun anne babasının ölümüyle kaybettiği evi, güvenli bir aile hayatını ve şeklini sağlaması bakımından etik bir sorgulamaya gerek duymadan haklı çıkarılabilir. Ayrıca eğer mümkünse, evlat edinmenin çoğu zaman akrabalar tarafından yapılması Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 45 tercih edilmelidir. İnsanlar evrimsel açıdan, genetik olarak ilişkili oldukları çocuğa bakmaya daha yatkındırlar (Hamilton, 1964; Hrdy, 1999). Eğer güvenli bir aile hayatı için akraba olmayan evlat e-dinme tek yolsa, evlat edinme yine haklı çıkarılabilir. Çünkü bütün çocukların hakkı olan temel ihtiyaçlarını garantiler (Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Kongresi, 1989). Ancak çocuk, onun temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, temel koruma ve güvenliğini sağlayamayan anne babalar tarafından bırakılınca veya terk edilince, etik çıkmaz oluşur. Bu durumda da, en azından üç tarafı bulunan -biyolojik anne baba, evlat edinilmiş çocuk ve evlat edinen anne baba- “evlat edinme üçgeni” ortaya çıkar (Sorosky, Baran ve Pannor, 1978). O zaman da soru, bu üç tarafın geçerli haklarının nasıl korunabileceğidir. Yine, tercih edilecek evlat edinme, akrabalar tarafından olmalı (yurtiçi) ve bu mümkün değilse de bir sonraki seçenek akraba olmayanlar tarafından evlat edinme olmalıdır. Ancak buradaki önemli etik sorun, çocukların haklarıyla biyolojik anne babaların ve evlat edinen anne babaların haklarının nasıl dengeleneceğidir ki evlat edinilen çocuğun yaşam koşulları, kötü koşullarda kalan kardeş veya yaşıtlarından anlamlı ölçüde daha iyi olsun. Bunun için, Rawls’un (1980) geliştirdiği hakkaniyet kuramı ve etik çıkmazlara uygun çözüm olabilecek yöntemleri uygulanmaktadır. Bu nedenle de, gerçek hayatta evlat edinme üçgeninin hangi kısmını tamamlayacağımızı bilmediğimiz koşulda seçimimizin ne olacağını düşünmeye çalışmaktayız. Rawls bu durumda, kural koyucuların “Bütün temel sosyal şeylerin -özgürlük ve imkanlar, gelir ve zenginlik ve kendine saygının temelleri- eşit olarak değil de en az avantajlı durumdakinin lehine olacak biçimde dağıtılması kuralını kullanmaları gerektiğini savunmaktadır. Birinin kendine güvenebilmesinin ya da ne olursa olsun amaçlarını gerçekleştirebilmesinin temeli, güvenli bir aile hayatı ve anne babanın koşulsuz sevgisidir (Rawls, 1980, s. 463-464). Özellikle de en güçsüz kısmın hakları ve yaşam şansları dikkate alınmalıdır. Karar verecek hiçbir kişi, anne babasının terk ettiği veya bıraktığı, kötü davranılan veya ihmal edilen bir çocuğun evlat edinilme hakkını engellemek istemeyecektir. Biyolojik anne baba bile, en zarar görebilecek kişinin terk edilmiş çocuk olduğunda hemfikir olur ve çocuğun güvenli ve devamlı bir aile ortamında büyüme hakkını kabul eder. Sonuçlar Aile yanında veya kuruluşlarda ihmal ve istismara uğrayan evlat edinilmiş çocukların, zor çocuklar oldukları söylenir. Kurum ortamında kalınan süre ile fiziksel gelişimdeki gerilik arasında doğrusal bir ilişki bulduk ve bu ilişki, yetimhanelerden gelen çocukların evlat edinilmeden önceki dönemden olumsuz bir biçimde etkilendiklerini göstermektedir. Ayrıca, yurtiçi ve uluslararası evlat edinmelerin; fiziksel büyüme, güvenli bağlanma, bilişsel gelişim ve okul başarısı, kendine güven ve davranış sorunları gibi gelişimsel özelliklerde etkili bir müdahale olduğu da ortaya konmuştur. Binlerce çocuk ve onların anne babalarıyla yapılan yüzlerce evlat edinme çalışmasına dayanan bu sonucun meta analitik önemi çok büyüktür. Özellikle fiziksel büyüme ve bağlanma gibi gelişimsel konularda yaşıtlara yetişmenin evlat edinilen çocuklarda tamamlanamamasına rağmen, geride kurumda kalan yaşıtlarını büyük ölçüde geçmişlerdir. Bir (1) yaş civarında en önemli gelişimsel olay koruyucu bir erişkine temel güven geliştirmek olduğu için, 12 aydan sonra evlat edinmenin -yani geç evlat edinmenin- daha fazla güvensiz bağlanmaya yol açtığını ileri sürmekteyiz (Bowlby, 1969; Sroufe ve ark., 2005). Geç evlat edinilen çocuklar, temel güven ya da güvenli bir ilişkiyi deneyimleme şansını Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 46 bulamazlar ve bu erken olumsuz deneyimlerini, evlat edinen anne babalarıyla kuracakları yeni bağlanmalarına da taşıyabilmektedirler. Bağlanma ve geriye çekme terapileri bu anne baba ve çocuklara yardım etmek için kullanılmaktadır; fakat bu terapilerin başarılı oldukları hiçbir zaman kanıtlanamamıştır ve hatta zararlı bile olabilirler (Chaffin ve ark., 2006; O’Connor ve Zeanah, 2003; Steele, 2003). Tam tersine, daha kısa fakat davranış merkezli bağlanma müdahalelerinin; evlat edinen anne babaları karmaşık konulara hazırlamada ve evlat edindikleri çocuklarıyla güvenli bir ilişki kurma çabalarında desteklemede etkili olduğu belirtilmiştir (Bakermans-Kranenburg, van IJzerdoorn ve Juffer, 2003; Juffer ve ark., 2005; Juffer, Bakermans-Kranenburg, van IJzerdoorn, baskıda; Stein ve ark., 2006; ayrıca antisosyal çocukları olan ailelere benzer yaklaşım için bakınız Scott, 2005; Scott ve ark., 2001). Evlat edinmenin, şaşırtıcı bir yetişmeye olanak sağlayan etkileyici bir müdahale olduğunu söyleyerek noktalamaktayız. Evlat edinme, gelişimin etkilenebilirliğini ve erken yaşlardaki çok kötü durumlardan iyiye çıkabilme ihtimalini gözler önüne serer. Ancak aynı zamanda da, özellikle gelişen ülkelerde, fakir ailelerin yaşam şartlarının desteklenerek mümkün olduğunca aza indirilmesi de gereken bir müdahaledir. * van IJzendoorn, M. H. ve Juffer F. (2006). The Emanuel Miller Memorial Lecture 2006: Adoption as intervention. Metaanalytic evidence for massive catch-up and plasticity in physical, socio-emotional, and cognitive development. Journal of Child Psychology and Psychiatry, 47 (12), 1228–1245. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 47 Genç Satranç Oyuncularının Kişilik Profilleri* - Özet Çeviri Melike Korkmaz ve Burcu İnan ODTÜ, Psikoloji Bölümü melik_e86@yahoo.com, martiburcu@gmail.com Özet Çeviri Giriş Satranç oyunu, daha önce birçok psikolojik araştırmaya konu olmuştur fakat bu araştırmaların katılımcıları genellikle yetişkinler olarak belirlenmiştir. Bu makale, satrançla ilgilenen çocukların kişilik özelliklerini araştıran öncü bir araştırma hakkındadır. Makale, önemli teşkil eden bir konuya farklı bir açıdan yaklaşması bakımından yazarların da izni alınarak Türkçeye özet olarak tercüme edilmiştir. Satranç oyunu psikolojik araştırmalarda sıkça kullanılmaktadır. Hatta satrancın bilişsel psikolojide, Drosophila’nin genetik biliminde oynadığı gibi bir rol oynadığı iddia edilmektedir. (Simon ve Chase, 1973). Satrancın psikolojideki göze çarpan yeri düşünüldüğünde, bu etkinliği yapan insanların kişilikleri hakkında çok az bilgiye sahip olmamız şaşırtıcıdır. Daha şaşırtıcı olanı ise satrancı hobi edinen çocukların kişilik özellikleri hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyişimizdir. Bu araştırmayla, satranç oynayan ve oynamayan çocukların kişilik profillerini Büyük Beşli modeliyle ölçüp bildirerek bu açığı kapatmaya çalışmaktayız. Ayrıca kişilik özelliklerinin kız ve erkek çocukların satranca farklı ilgileri ve satranç becerileri üzerine etkisini de araştırmaktayız. Özet Satranç, psikolojik araştırmalarda göze çarpan bir oyun olmasına rağmen, satranç oynayan insanlar, özellikle de satrancı hobi edinen çocuklar, hakkında çok az bilgiye sahibiz. Bu çalışma, satranç oynayan 219 çocuğun ve onların satranç oynamayan 50 yaşıtının Büyük Beşli modeli (BFQ-C; Barbaranelli, Caprara, Rabasca ve Pastorelli, 2003) ile ölçülmüş kişilik profillerini sunmaktadır. Akıl/ açıklık ve Enerji/dışadönüklük puanları yüksek olan çocukların satranç oynaması daha muhtemelken satrancın, Uyumluluk puanı yüksek olan çocukları çekme olasılığı en azdır. Uyumluluk puanı yüksek olan erkek çocukların satranç oynama olasılığı bu puanı düşük olan erkek çocuklara oranla daha azdır. Büyük Beşli etmenlerinden hiçbiri kişinin bildirdiği beceri düzeyiyle ilgili olmadığı halde, 25 seçkin oyuncunun oluşturduğu alt-örneklem grubunun Akıl/açıklık puanları daha az iyi satranç oyuncusu olan yaşıtlarından önemli şekilde fazlaydı. Bir satranç oyununun birkaç saat alması olağandışı değildir. Bu süre içerisinde iki oyuncu yalnızdır, bilgileri ve irade güçleriyle birbirlerine karşı savaşırlar. Bu durumda Kelly’nin (1985) Myers-Briggs Tip Göstergesi’ni kullanarak satranç oyuncularının genel nüfusa göre daha fazla içedönük ve sezgisel olduklarını bulması şaşırtıcı değildir. Ayrıca, iyi oyuncular daha az iyi oyunculardan daha fazla sezgisel olmaya da eğilimlidirler. Satranç, kişinin kendi planlarına odaklanmasının yanı sıra karşı tarafın niyetlerini de hesaba katması gereken bir oyundur. Ayrıca satranç, sadece küçük bir hatanın önceki uzun saatlerdeki çabayı harap edebildiği bir oyundur. Bu yüzden oyuncular, oynamayanlara göre daha şüpheci ve düzenli olmalıdırlar. Bu, Avni, Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 48 Kipper ve Fox’un (1987) gösterdiğinin aynısıdır -satranç oyuncuları Minnesota Çoklu Kişilik Envanteri’nde düzenlilik ve göreneklere uymayan düşünce ölçeklerinde satranç oynamayanlardan daha fazla puan almışlardır. Ek olarak, oynanan oyun sayısıyla ölçülerek daha rekabetçi olduğu bulunan oyuncuların satranç oynamayanlara göre daha şüpheci oldukları bulunmuştur. Satrancın rekabetçi yönü araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır. Mazur, Booth ve Dabbs (1992), çoğunlukla saldırganlıkla ilgili olan erkeklik hormonunun (Mazur ve Booth, 1998) kazananlarda kaybedenlerden daha fazla olduğunu ve bazı oyuncularda oyundan hemen önce arttığını bulmuşlardır. Benzer olarak Joireman, Fick ve Anderson (2002), heyecan arayışının satrancı denemiş ve hiç satranç oynamamış üniversite öğrencilerini birbirinden ayırdığını ve oynama sıklığını yordadığını bulmuşlardır. Satranç oynayan erkek sayısının kadınlardan daha fazla olması muhtemelen kişilik etmenlerine bağlı olan yaygın bir gözlemdir. Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) tarafından değerlendirilecek kadar iyi olan her kadına karşılık 14 erkek vardır. (Howard, 2005). Erkeklerin kadınlardan daha iyi satranç oynamasının olası birkaç nedeni olmasıyla beraber (Charness, 1996; Howard, 2005), neden daha fazla erkeğin satranç oynadığına çok az gerekçe bulunmuştur. Zeka, motivasyon ve egzersiz gibi etmenlerin insanların satrançta ne kadar iyi olacaklarını etkilemesiyle birlikte, bu kişilik etmenlerinin insanların hobi tercihlerini de etkilemesi akla yatkın görünmektedir (Avni ve ark., 1987). Satranç oynayan insanlar hakkında sahip olduğumuz bu kısıtlı açıklama da yetişkin örneklemlerden edinilmiştir. Bu araştırmada biz satranç oynayan ve oynamayan ilkokul çocuklarının kişilik profillerini popüler Büyük Beşli (BF) modeliyle (Costa ve McCrae, 1988) araştırdık. Enerji/dışadönüklük, Uyumluluk, Vicdanlı olma, Duygusal dengesizlik ve Akıl/açıklık özelliklerini ölçen Çocuklar için Büyük Beşli Anketini (BBA-Ç; Barbaranelli ve ark., 2003) sekiz ve on bir yaşları arasındaki ilkokul çocuklarına uyguladık. Temel amacımız satranca başlamayı düşünen çocukların kişilik özelliklerinin neler olduğunu ve kişilik etmenlerinin güçlü ve zayıf oyuncuları ayırıp ayıramayacağını ortaya çıkarmaktır. Ayrıca kişilik etmenlerinin, kız ve erkek katılım oranları arasındaki büyük farka ışık tutup tutamayacağını da görmek istedik. Yetişkinlerle yapılan önceki araştırmalara dayanarak (Avnive ark., 1987; Joireman ve ark., 2002; Kelly, 1985) satranç oynayan çocukların satranç oynamayan çocuklara göre Vicdanlı olmada daha yüksek ama Enerji/dışadönüklükte daha düşük puan alacaklarını varsaydık. Satrancın çoğu zaman zihinsel bir çaba olarak algılanmasıyla ayrıca Akıl/ açıklık özelliğinin satranca başlayan ve başlamayan çocuklar arasında farklı olacağını da varsaydık. Aynı kişilik etmenlerinin güçlü ve zayıf satranç oyuncularını da ayırması beklenebilir. Kadınlar Duygusal dengesizlik ve Uyumluluk özelliklerinden yüksek puan aldıkları için (Costa, Terracciano ve McCrae, 2001; Goodwin ve Gotlib, 2004; Rubinstein, 2005) iki etmen daha önce satranç becerisiyle ilgili olarak gösterilmemiştir, bu etmenlerin satranç becerisindeki cinsiyet farklılıklarıyla nasıl ilgili olduğunu gösteren belirgin tahminlere ulaşmak zordur. Öte yandan satrancın, Uyumluluk özelliğinde daha yüksek olan çocukları daha az sarabileceği rekabetçi bir yönü de vardır (Mazur ve ark, 1992) ve Uyumluluk, satranca hobi olarak başlayan kız ve erkeklerin sayılarındaki farklılığa da ipucu oluşturabilir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 49 Yöntem Katılımcılar Çalışmaya Britanya Oxfordshire’daki dört okuldan ilkokul çağındaki 269 çocuk (Ort. = 10.1, S = 1.2) katılmıştır. Katılımcıların üçte ikisi erkektir; sekiz yaşında 45, dokuz yaşında 61, on yaşında 70 ve on bir yaşında 93 katılımcı vardır. Tüm okullarda haftada en az bir defa satranç klübü toplantıları yapılmaktadır ve tüm okullar aktif olarak bölgesel ilkokul yarışmalarına katılmaktadır. Tüm çocuklar, satranç faaliyetlerinde yer alma şansına sahiptir. edilmiştir (en yüksek puan 39). Anketin başında, BBA-Ç’ ye ek olarak, satranç oyunuyla ilgili iki soru sorulmuştur. İlk soru, çocuğun nasıl satranç oynandığını (kuralları bilmek) bilip bilmediğini sorarken ikinci soru, çocuğun yaşıtlarına kıyasla satrançta ne kadar iyi olduğunu sormaktadır. İlk soru evet ve hayır ile yanıtlanabilirken ikinci soruda Likert tipi bir ölçek kullanılmıştır: 1’den (çok kötü) 5’e (çok iyi) kadar. Satranç oynamayan çocuklar beceri düzeyleri hakkındaki 2. soruyu yanıtlamamışlar ve bu soruda uygulanan analize dahil edilmemişlerdir. Sonuçlar Veri Toplama Araçları ve İşlem Çocuklar İçin Büyük Beşli Anketi (Barbaranelli ve ark., 2003) uygulanmıştır. Ankette, Dışadönüklük/enerji (aktivite, heves, girişkenlik ve özgüven), Uyumluluk (diğerlerine ve onların ihtiyaçlarına karşı duyarlılık), Vicdanlı olma (güvenilirlik, düzenlilik, kesinlik ve sorumlulukları yerine getirme), Duygusal dengesizlik (endişe hissi, depresyon, hoşnutsuzluk ve öfke), Akıl/açıklık (okul alanında akıl, kültürel ilgilerin genişliği, düş gücü, yaratıcılık ve diğer insanlara olan ilgi) kişilik özelliklerini ölçmesi beklenilen 65 madde bulunmaktadır. Her bir faktör 13 maddeyle ölçülmektedir. BBA-Ç kullanılmadan önce Britanya İngilizcesine uygun olması için ilkokul öğretmenlerinin yardımıyla düzenlenmiştir. Ankette kullanılan kelimeleri örneklemimizdeki en küçük çocuğun dahi anlayabileceğinden emin olmak amacıyla anket, bir grup 3. ve 4. sınıf ilkokul öğrencileri (8 ve 9 yaş) üzerinde bireysel olarak uygulanmıştır. Küçük çocuklara örneklemimizde yer verebilmek için yapılan diğer değişiklik, alışılmış 5 puanlık ölçek yerine 3 puanlık Likert tipi bir ölçeğin (1 = hemen hemen hiçbir zaman, 2 = bazen ve 3 = hemen hemen her zaman) kullanılmasıdır. Alt ölçek puanları, her ölçekteki maddelerden alınan puanların toplanmasıyla elde Oblimin rotasyonu kullanılarak yapılan temel bileşenler analizi, BBA-Ç kullanan önceki çalışmalarda uygulanan aynı yöntem (Barbaranelli ve ark., 2003; Muris ve ark., 2005), özdeğeri 1’den büyük olan 20 faktör ortaya çıkarmıştır (9.25, 3.78, 3.12, 2.46, 2.06, 1.77, 1.63, 1.54, ve böyle diğerleri). Biz, toplam varyansın % 32’sini açıklayan beş faktör belirledik. Uyumluluk, Vicdanlı olma, ve Duygusal dengesizlik faktörleri önceden teorik olarak tanımlanan maddelerin neredeyse hepsinin açıkça bir faktöre yüklendiği yapıya sahiptir (Yüklenen maddeler yazarlara yazılarak elde edilebilir). Aynı durum, maddelerin yalnızca büyük çoğunluğunun teorik faktörlere yüklendiği Enerji/ dışadönüklük ve Akıl/açıklık faktörleri için söylenemez. Enerji/dışadönüklük faktörüne yüklenen ve yüklenmeyen maddeleri sınıflandırmak zor iken, Akıl/ açıklık faktöründe, açıklık bileşeninin ikna edici bir şekilde yüklemediği görülmüştür. Öte yandan, akıl bileşeni beklenilen sonuçları göstermiştir. Sonuç olarak, oluşturulan beş ölçeğin Cronbach alfa değeriyle ölçülen iç tutarlılığı, Uyumluluk, Duygusal dengesizlik ve Vicdanlı olma faktörleri için en yüksek (sırasıyla, .81, .79, ve .78), Enerji/dışadönüklük ve Akıl/açıklık faktörleri için ise en düşüktür (sırasıyla, .68 ve .72). Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 50 - 1 - -.01 2 - .10 .03 3 - .34** -.10 .25** 4 - .62** .27** -.09 .07 5 - -.34** -.29** -.20** .04 .16** 6 - -.17** .45** .38** .32** .01 -.08 7 .19** -.09 -.05 -.15* .16* .19** -.11 8 - .05 .00 .02 .05 .11 .19* -.24** 9 31 (3.3)** 24.5 (4.4) 28.7 (4.3) 30.5 (4.3)* 32.3 (3.2)* 10.2 (1.2)* % 26 K Oynayanlar Ort. (S) 29.2 (3.9) 25.5 (5) 29.2 (4.4) 32.1 (3.8) 31 (3) 9.6 (1.3) % 54 K Oynamayanlar Ort. (S) Tablo 1: Tanımlayıcı İstatistikler, İç Korelasyonlar ve Satranç Oynayan Çocuklar (Oynayanlar; n = 219) ile Oynamayanların (Oynamayanlar; n = 50) Profilleri 1.Cinsiyet (2 = K) 2. Yaş 3. Enerji/dışa dönüklük 4. Uyumluluk 5. Vicdanlı olma 6. Duygusal dengesizlik 7. Akıl/açıklık - Ort. = 0.47 1.32 1.20 10.10 3.19 32.06 4.22 30.78 4.28 28.81 4.50 24.68 3.47 30.64 - %81 (e) 1.53 2.76 - S= 8. Satranç oynama (evet/hayır) P < .05, ** P < .01 9. Satranç becerisi (1-5) * Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 51 Bu çalışmaya katılan küçük çocukların Açıklık ve Dışadönüklük özelliklerini bütünüyle geliştirmiş olmamaları mümkün. Bu olasılığın, bizim çalışmamızda net olmayan Dışadönüklük ve Akıl faktörlerinin, beş ve yedi yaş arası çocuklarda üniversite öğrencilerinde olduğu gibi iç tutarlı olmadığını bulan Measelle ve arkadaşlarının (2005) sonuçları ışığında inanılırlık kazandığı görülmektedir. Tersine, Uyumluluk, Vicdanlı olma, ve Duygusal dengesizlik faktörleri, üniversite öğrencilerinde olduğu kadar çocuklarda da iç tutarlıdır. Bununla birlikte, en genç gruplardan ikisini (sekiz ve dokuz yaş) faktör analizinden çıkardığımızda dahi sonuçlar temel olarak aynı kalmıştır ve bu, sorunun maddelerin ifade edilişinden kaynaklanabileceği anlamına gelir. Diğer makul sebepler, cevap diziminin (1-5’den 1-3’e) sınırlandırılması ve anketi katılımcıların kültürlerine uyarlamak amacıyla maddelerde yapılan ufak değişiklikler olabilir. Ayrıca, Muris ve ark. (2005) ile kısmen Barbaranelli ve ark.’nın (2003) da gösterdiği gibi ölçeğin bu iki özelliği tatmin edici olmayan bir düzeyde almış olması mümkün olabilir. BBA-Ç, büyük beşli modelinin ölçümünde nispeten geçerli ve güvenilir bir ölçek olarak görülmektedir, ancak Enerji/ dışadönüklük ve Akıl/açıklık faktörleri üzerinde bazı ilave işlemlere ihtiyaç olabilir. Çalışmada belirtilen tüm değişkenler için uygulanan tanımlayıcı istatistik ve iç korelasyon Tablo 1’de görülebilir. Tablo 1’deki son iki sütun, satranç oynayabilen (oyuncu) ve oynayamayan (oyuncu olmayan) çocukların puanlarını gösterir. Satranç oyuncuları ağırlıklı olarak erkektir, oyuncu olmayanlardan anlamlı bir şekilde daha büyüktür, Enerji/dışadönüklük ve Akıl/açıklık özelliklerinde oyuncu olmayanlardan anlamlı bir şekilde daha yüksek, Uyumluluk’ta ise daha düşük puanlara sahiptir. Satranç oynayan çocukların kişilik özelliklerini incelemek amacıyla lojistik regresyon uyguladık. Cinsiyet ve yaşla birlikte beş kişilik faktörünün tümünü satranca olan ilginin belirleyicisi olarak kullandık. Çok sayıda anlamlı iç korelasyonla (bkz. Tablo 1) birlikte, biz bu yaklaşımla birbirinden ayrı belirleyicilerin birlikte olduklarında oyuncuları oyuncu olmayanlardan ayırt etmeye nasıl katkı sağladığını görebileceğimizi düşündük. Lojistik regresyon, birbirinden ayrı belirleyicilerin tek tek analiziyle elde edilen sonuçları doğrulamıştır. Satranç oynayan çocuklar daha çok erkektir (B = .77, Wald (katsayı oranının ve standart hatasının karesi alınarak elde edilmiş lojistik regresyon katsayısının anlamlılığı için test) = 4.2, p < .05), daha büyüktür (B = .38, Wald = 6.5, p < .05), Dışadönüklük’ te (B = .15, Wald = 5.1, p < .05) ve Akıl/açıklık’ta (B = .23, Wald = 12.3, p < .01) daha yüksek, Uyumluluk’ta (B = -.18, Wald = 8.6, p < .01) ise daha düşük puanlara sahiptirler. Tablo 1 satranca başlayan kızların oranının (% 68) erkelerden (% 88; X2 (1, N = 269) = 14.3; p < .01) daha düşük olduğunu göstermektedir. Ek olarak, Uyumluluk, cinsiyet ve satranç oynayıp oynamamayla ilişkili tek kişilik faktörüdür -erkekler ve satranç oynayanlar Uyumluluk’ta kızlara ve satranç oynamayanlara kıyasla daha düşük puan almışlardır. Cinsiyet hesaba katılmadan, Uyumluluk’taki puanların bir hobi olarak satranç seçiminden etkilenip etkilenmediğini kontrol etmek amacıyla erkeklerden oluşan bir alt-örneklemi analiz ettik. Analizde sadece erkekler bulunduğunda, satranç oynamayla Uyumluluk’taki puan arası ilişkinin hala anlamlı olduğu görüldü (r182 = -.14, p < .05). Ayrıca, satranç oynayan (Ort. = 29.8, S = 4.2) ve oynamayan (Ort. = 31.6, S = 3.6; t182 = 2.1, p < .05) erkeklerin Uyumluluk puanı arasında anlamlı bir fark bulundu. Bundan ötürü, Uyumluluk ve satranç oynama arasındaki ilişkinin, satranç oynamayan çocuklar arasında Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 52 Tablo 2: Seçkin Alt Grubun (n = 25), Güçsüz Oyuncuların (n = 194), ve Oynamayanların (n = 50) Kişilik Profilleri Seçkin Oyuncular Ort. (S) Oyuncular Ort. (S) Oynamayanlar Ort. (S) Dışa dönüklük 33 (3.1) 32.2 (3.2) 31 (3) Uyumluluk 30 (4.3) 30.5 (4.3) 32.1 (3.8) Vicdanlı olma 29.8 (4.2) 28.6 (4.3) 29.2 (4.4) Dengesizli 24.8 (5.1) 24.5 (4.3) 25.5 (4) Açıklık* 32.7 (3.2) 30.8 (3.3) 29.2 (3.9) Yaş* 11.2 (1.2) 10.1 (1.1) 9.6 (1.3) %0 % 29 % 54 Cinsiyet (kızlar) * P < .01 Uyumluluk’taki ortalama puanı daha yüksek olan kızların daha fazla olmasının değil, Uyumluluk puanının gerçek bir sonucu olduğu görülmektedir. Bütün etmenleri içeren regresyon analizi uyguladığımızda cinsiyet ve kişilik etmenleri, algılanan satranç becerisini önemli ölçüde yordamamıştır (bkz. Tablo 1). Örneklemi, satrançta iyi veya çok iyi olduğunu bildiren çocuklarla az iyi olduğunu bildiren çocukları kapsayacak şekilde ikiye bölmek de sonucu değiştirmemiştir -kişilik etmenlerinden hiçbiri iki grubu birbirinden ayıramamıştır. Özellikle kendi beceri düzeyini yaşıtlarıyla karşılaştırarak belirten çocuklar düşünüldüğünde, kendilerinin bildirdiği satranç becerileri yanlı bir ölçüt olabilir. Bu ihtimali kendileri için nesnel bir beceri düzeyi hesabımız olan genç seçkin oyunculardan oluşan alt örneklem grubumuzla araştırdık. Seçkin alt örneklemimiz, düzenli olarak satranç yarışmalarında oynayan ve bir satranç değerlendirmesi olan 25 oyuncudan oluşmaktaydı. Bir oyuncunun satranç değerlendirmesi sadece kendi sonucunun diğer oyunculara karşılığına dayanmaktaydı ve böylece satranç becerisinin nesnel bir ölçütüydü. Seçkin alt örneklemdeki bazı çocuklar birçok kez İngiltere’yi uluslararası yarışmalarda temsil etmek üzere seçilmişlerdi. Tablo 2, seçkin satranç oyuncularının ve satranç oyuncularının kişilik profillerini vermektedir (satranç oynamayanların profilleri sadece eksiksiz olması için verilmiştir). İki grup arasındaki anlamlı tek farkın Akıl/açıklık kapsamında olmasına rağmen, seçkin satranç oyuncuları bütün satranç oyuncularından duygusal olarak daha dengeli, daha enerjik/dışa dönük ve daha vicdanlı olmaya eğilimlilerdi. Seçkin satranç oyuncuları satrançta daha az iyi olan yaşıtlarına göre yeni deneyimlere anlamlı ölçüde daha açık ve daha meraklı çıktılar. Yalnızca erkek olan seçkin satranç oyuncuları ayrıca yaşça daha büyüktüler. Kişilik etmenlerinin ve yaşın yordayıcı olarak alındığı lojistik regresyon, yaşın (B = 1.25, Wald = 17.9, p < .01) ve kısmen Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 53 Akıl/açıklığın (B = .15, Wald = 3.2, p < .10) seçkin oyunculuğun anlamlı yordayıcıları olduğunu gösterdi. Yaş kontrol edildiğinde, bu küçük ve seçkin alt örneklemde kişilik etmenlerinden hiçbirinin dereceyle anlamlı olarak ilişkili olmadığı görüldü (en yüksek korelasyon Vicdanlı olmayla ile Uyumluluk arasındaydı ve .30 civarındaydı, Akıl/ açıklık ile ise ilişki yoktu). Ayrıca seçkin oyuncuları, oyuncuları ve oynamayanları birbirinden ayıran Enerji/dışa dönüklük ve Akıl/ açıklık etmenlerinin çok az güvenilir olan BFC-Q ile ölçüldüğünü kabul ediyoruz. Bu durumun bulgularımıza ve sonuçlarımıza gölge düşürmesine rağmen (bkz. Tartışma), Enerji/dışa dönüklük ve Akıl/açıklık ölçeklerinin sonuç puanları için sadece güvenilir maddeleri aldığımızda da sonuçlarımız değişmemiştir. Tartışma Satranca başlama ihtimali olan çocukların kişiliklerine ilk kez bu çalışma göz atmıştır. Diğerlerine karşı daha az hassas, tartışmaya daha çok eğilimli, çatışmalardan daha az kaçınan (Uyumluluk), daha enerjik (Enerji/dışadönüklük), ve yeni deneyimlere daha açık (Akıl/ açıklık) olan çocuklara satranç oyunu daha cazip gelmektedir. Satrancın rekabetçi ve agresif yönünü (örneğin, Mazur ve ark., 1992) düşünürsek, Uyumluluk’ ta düşük puan alan çocukların satranca başlama olasılığının daha yüksek olduğu yönündeki bulgu mantıklı görünür. Satranç her iki tarafın da birbirini yenmeye çalıştığı sürekli mücadelenin oyunudur. Bu agresif öğe, katılım oranlarındaki cinsiyet farklılığının sebeplerinden biri olabilir. Satrancın rekabetçi öğesi, başlangıçta bile erkeklere, kızlara kıyasla daha cazip geliyor olabilir. Örneğin bizim çalışmamızda erkekler, Uyumluluk’ta kızlardan daha az puan aldı. Uyumluluk’taki cinsiyet farklılıkları hakkındaki aynı bulgu, yetişkin örneklemlerde de elde edilmiştir (Costa ve ark., 2001; Goodwin ve Gotlib, 2004; Rubinstein, 2005). Satranç oynamayan çocuklar arasında daha yüksek Uyumluluk puanlarının bulunması, Uyumluluk’ un erkekler arasında bile satrancı seçmedeki rolünün göstergesidir. Uyumluluk, gerçekten de neden kızlardan çok erkeklerin hobi olarak satranca başladıklarını açıklamada yeterli olabilir. Benzer şekilde, bir diğer tahmin edilen sonuç, zihinsel aktivitelere eğilimli, genellikle meraklı ve yeni deneyimlere açık olan çocukların satrancı ilginç bulma olasılığının daha yüksek olmasıdır. Satranç, kişinin engellerin üstesinden fiziksel değil zihinsel gücüyle gelmesi gerektiği bir aktivitedir. Bununla birlikte, yeni deneyimlere daha açık olan çocukların yeni deneyimlere daha az açık ve daha az entelektüel olan yaşıtlarına oranla farklı aktiviteleri denemeleri daha olasıdır. Biraz daha şaşırtıcı olan sonuç, daha enerjik ve dışadönük olan çocukların daha fazla satranç oynadığıdır. Bu, yetişkin satranç oyuncularının genel popülasyona göre daha içedönük olduğu bulgusuyla (Avni ve ark., 1987) çelişmektedir. Genellikle dışadönük ve enerjik çocukların, daha az dışadönük olan yaşıtlarına kıyasla farklı aktiviteleri denemeleri daha büyük olasılıktır. Bundan ötürü, daha dışadönük çocukların daha fazla satranç oynadıklarını bulmak çok şaşırtıcı olmamalıdır. Son olarak, bu, çocukların satranç oynamaya devem edecekleri ya da satranca daha az dışadönük yaşıtlarından daha fazla zaman ayıracakları anlamına gelmemektedir. İkinci set analizler bu görüşü doğrulamaktadır. Diğer tüm faktörlerle birlikte Dışadönüklük, bu çalışmadaki çocukların beceri düzeylerini ne kadar iyi algıladıklarını yordamamıştır. Bu sonuçlar, kişiliğin sadece satranç ilgisinde önemli bir rol oynadığını, satranç beceri derecesini belirlemede ise bir rol oynamadığını Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 54 gösterebilir. Öte yandan, kişilik, kendi bildirdikleri beceri düzeyini yordamazken, satranç becerisinin objektif ölçümleri uygulandığında önemli bir rol oynayabilir. Genç satranç oyuncularından oluşan seçkin bir alt-örneklemle yapılan sonraki analizler, ikincisinin olasılığına işaret eder. Sınıflama gibi satranç becerisinin objektif bir ölçümü hesaba katıldığı zaman, Akıl/açıklık özelliği seçkin, genç satranç oyuncularıyla daha zayıf oyuncuları ayırt etmiştir. Seçkin satranç oyuncuları daha meraklıdır, daha geniş entelektüel ve kültürel ilgiye sahiptir ve okulda zayıf oyunculardan daha başarılıdırlar. Akıl/açıklık, zeka ile pozitif yönde ilişkili olduğu için (Austin, Deary ve Gibson, 1997; Haris, 2004), zekanın, genç çocuklardaki satranç becerisinin önemli bir yanı olduğunu çıkarabiliriz. Bu, iyi satranç oyuncusu olan çocukların zeka testinde satrançta daha az başarılı olan yaşıtlarından daha yüksek puan aldığını gösteren bir grup çalışmayla (Horgan ve Morgan, 1990; Frydman ve Lynn, 1992) uygunluk gösterir. Fakat eğer yanlış değilse, bazı yazarların yaptığı gibi (Howard, 2005; Bilalic ve McLeod, 2006) çocuklar üzerindeki bu sonuçlardan zeka veya Akıl/ açıklık özelliğinin genelde satrançta önemli bir rol oynadığını tahmin etmek için erkendir. Bu durum, araştırmadan bir asır sonra yetişkin satranç oyuncularıyla yapılan tek bir çalışma dahi satranç becerisi ve zeka arasında bağlantı kurmayı başaramazsa özellikle şüpheli olacaktır (incelemek için Gobet, de Voogt ve Retschitzki, 2004). Son olarak, diğer faktörler kontrol edildiğinde Akıl/açıklık, seçkin alt-örneklem arasında çok az tahmin edici güce sahiptir. Zeka ve satranç hakkındaki tartışma, çalışmamızın kısıtlamalarını fark etmemizi sağladı. Seçkin genç satranç oyuncularının, satranç oynayan çocukların ve satranç oynamayanların kişilik profillerinin gerçekten farklı olduğunu gösterirken, ilgili diğer faktörleri çalışmaya (motivasyon, zeka gibi) dahil etmedik ve birbirlerini nasıl etkilediğini incelemedik. Bu, satranç oynayan ve oynamayan çocukları ayırt etmede çok önemli olmayabilir, fakat seçkin ve daha az iyi genç oyuncuları ayırt etmede önemli olabilir. Bizim düşüncemize göre, Akıl/açıklık özelliğinin, çocukların o yaşlarında neden bu kadar seçkin oyuncu olduklarını iyi açıkladığını iddia etmek yanlış olacaktır. Satranç oynamaya harcanan zaman, motivasyon ve zeka gibi diğer özelliklerin satranç becerisinde kişilikten daha direk bir etkiye sahip olduğunu söylemek mümkündür. Yine de, kişilik özelliklerinin satranç gelişimindeki rolü garanti edilmiş görünmektedir. Bununla birlikte, kişilik özelliklerinin direk bir etkiye mi yoksa motivasyon ve pratik gibi faktörlerin etkisiyle dolaylı bir etkiye mi sahip olduğu sorusu yanıtlanamamıştır. Kaynaklar Ablow, J. C., Measelle, J. R., Kraemer, H. C., Harrington, R., Luby, J., Smider, N. ve ark. (1999). The MacArthur three-city outcome study: Evaluating multi-informant measures of young children’s symptomatology. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 38, 1580-1590. Austin, E. J., Deary, I. J. ve Gibson, G. J. (1997). Relationships between ability and personality: Three hypotheses tested. Intelligence, 25, 49-70. Avni, A., Kipper, D. A. ve Fox, S. (1987). Personality and leisure activities: An illustration with chess players. Personality and Individual Differences, 8, 715-719. Barbaranelli, C., Caprara, G. V., Rabasca, A. ve Pastorelli, C. (2003). A questionnaire for measuring the Big Five in late childhood. Personality and Individual Differences, 34, 645-664. Bilalic´, M. ve McLeod, P. (2006). How intellectual is chess? - A reply to Howard. Journal of Biosocial Science, 38, 419-421. Charness, N. ve Gerchak, Y. (1996). Participation rates and maximal performance: A log-linear explanation for group differences, such as Russian and male dominance in chess. Psychological Science, 7, 46-51. Costa, P. T., Jr. ve McCrae, R. R. (1988). From catalog to classification: Murray’s needs and the five factor model. Journal of Personality and Social Psychology, 55, 258-265. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 55 Costa, P. T., Jr., Terracciano, A. ve McCrae, R. R. (2001). Gender differences in personality traits across cultures: Robust and surprising findings. Journal of Personality and Social Psychology, 81, 322-331. Frydman, M. ve Lynn, R. (1992). The general intelligence and spatial abilities of gifted young Belgian players. British Journal of Psychology, 83, 233235. Gobet, F., de Voogt, A. ve Retschitzki, J. (2004). Moves in mind - The psychology of board games. Hove, UK: Psychology Press. Rubinstein, G. (2005). The big five among male and female students of different faculties. Personality and Individual Differences, 38, 1495-1503. Shiner, R. L. (1998). How shall we speak of children’s personalities in middle childhood?: A preliminary taxonomy. Psychological Bulletin, 124, 308-332. Simon, H. A. ve Chase, W. G. (1973). Skill in chess. American Scientist, 61, 393-403. Goodwin, R. D. ve Gotlib, I. H. (2004). Gender differences in depression: The role of personality factors. Psychiatry Research, 126, 135-142. Harris, J. A. (2004). Measured intelligence, achievement, openness to experience, and creativity. Personality and Individual Differences, 36, 913-929. Harter, S. (1998). The development of self-representations. W. Damon, (Ed.) ve N. Eisenberg (Cilt Ed.), Handbook of child psychology: Social, emotional, and personality development (5. Baskı, 3. Cilt) içinde (553-617). New York: Wiley. Horgan, D. E. ve Morgan, D. (1990). Chess expertise in children. Applied Cognitive Psychology, 4, 109-128. Howard, R. W. (2005). Are gender differences in high achievement disappearing? A test in one intellectual domain. Journal of Biosocial Science, 37, 371380. Joireman, J. A., Fick, C. S. ve Anderson, J. W. (2002). Sensation seeking and involvement in chess. Personality and Individual Differences, 32, 509-515. Kelly, E. J. (1985). The personality of chess players. Journal of Personality Assessment, 49, 282-284. Marsh, H. W., Ellis, L. A. ve Craven, R. G. (2003). How do preschool children feel about themselves? Unraveling measurement and multidimensional self-concept structure. Developmental Psychology, 38, 376-393. Mazur, A. ve Booth, A. (1998). Testosterone and dominance in men. Behavioral and Brain Sciences, 21, 353-397. Mazur, A., Booth, A. ve Dabbs, J. M. (1992). Testosterone and chess competition. Social Psychology Quartely, 55, 70-77. Measelle, J. R., John, P. O., Ablow, C. J., Cowan, A. P. ve Cowan, P. C. (2005). Can children provide coherent, stable, and valid self-reports on the Big Five dimensions? A longitudinal study from ages 5-7. Journal of Personality and Social Psychology, 89, 90106. Muris, P., Meesters, C. ve Diederen, R. (2005). Psychometric properties of the Big Five Questionnaire for Children (BFQ-C) in a Dutch sample of young adolescents. Personality and Individual Differences, 38, 1757-1769. * Bilalic, M., McLeod, P. ve Gobet, F. (2007). Personality profiles of young chess players. Personality and Individual Differences, 42, 901-910. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 56 Nöropsikanaliz: Zihin ve Beden İkilemine Bir Barış Çağrısı Fatma Gökçe Özkarar Nisan Psikolojik Danışmanlık Merkezi npsa.istanbul@yahoo.com.tr Özet Giriş Eski çağlardan beri insanoğlunun merakını çekmiş olan zihin-beden ikilemi, günümüze dek bilimde bölünmelere ve alt dalların oluşmasına yol açmıştır. Zihin odaklı ruh bilimi bir yandan, beden odaklı sinir bilimi diğer yandan gelişmiş ve büyümüştür. 21. yüzyılda alt dalların tekrar biraraya getirilmesi ve biriken verilerin bütünleştirilmesi için bir çaba belirmiştir. Bütünleşmiş bilim adına oluşturulan yeni akımlardan biri de Nöropsikanalizdir. Nöropsikanaliz psikanaliz ve sinirbilimin ulaştığı bilgileri birleştirmeyi amaçlayan disiplinlerarası bir kuramdır. Akımın dayandığı çift görünümlü tekçilik felsefesine göre, psişenin işlevleri beyinde fiziksel olarak takip edilebilir ve evrimsel psikoloji sayesinde psişenin bölümlerinin (id, ego, süperego) beyindeki materyalizasyonları incelenebilir. Örneğin, arkaik beyin ve id benzer işlevlere sahip görünürken; frontal bölge ve bastırma mekanizmasından sorumlu ego benzer işlevlere sahip görünmektedir. Araştırmalar annebebek iletişiminin bebeğin beynindeki belli sinir ağlarının şekillenmesinde önemli rol oynadığını göstermektedir. Bağlanma ve sağ beyin aktivasyonu arasında saptanan ilişki bunlardan biridir. Nöropsikanaliz, farklı disiplinlerin verilerini birbirine tercüme ederek çevre-insan etkileşiminin beyinde yarattığı somut değişiklikleri de araştırmaktadır. Psikolojik tedavilerin de, çevreinsan etkileşiminin bir örneği olarak kişide nörolojik değişikliklere yol açtığı düşünülmektedir. İnsanlık varolduğundan beri, insan ne olduğunu, nasıl olduğunu, nereden geldiğini, nerede olduğunu, nerede olacağını ve ne yapması gerektiğini anlama çabası içinde olmuştur. Kendini hem kendisiyle hem de çevresiyle bağlantı içinde tutabileceği, dolayısıyla bütün kalabileceği ve bütünlükle bağlantı halinde kalabileceği bir anlam aramıştır. En eski inanç sistemlerine ve antik felsefeye bakıldığında, insanın bu anlamı hem maddi hem manevi boyutta irdelediğini ve sonuçta “ruh” ve “madde” kavramları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalıştığını görürüz. Günümüze kadar şamanizm, taoizm, budizm ve diğer tüm dinler bir yandan; Socrates, Leucippus, Democritus, Descartes, Mevlana, Kant bir yandan bu ilişkiyi aramıştır. Bu ihtiyaç doğrultusunda deneyimler ve bilgi biriktikçe, insanlığın elde ettiği, test ettiği, araştırmak ve kontrol etmek istediği veriler “kültür” ve “bilim” adları altında toplanmaya başlamış ve nesilden nesile ailevi ve kurumsal eğitim yoluyla aktarılmıştır. Aktarım içinde sürekli gelişen ve büyüyen bu “Data Bank”ta maddi ve manevi veriler yavaş yavaş ikiye ayrılmış ve gruplaşmıştır. Günümüz bilminin akademik düzeyde “Doğa Bilimleri” ve “Beşeri Bilimler” olarak ayrışması da bunun yansımalarındandır. Varoluş ve insan bu iki perspektiften algılanmaya çalışıldığında, bir yanda insan beynine dair bulguları biriktiren “nöroloji”, bir yanda insan zihnine ait bulguları biriktiren “psikoloji” bilimleri gelişmiş ve büyümüştür. Özel- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 57 likle geçtiğimiz yüzyılda bu iki bilim dalı arasındaki ayrışma öyle yoğun yaşanmıştır ki, zaman zaman bu karşılıklı olarak diğer dalı değersiz görmeye ve hatta narsistik bir tarzla karşı dalı inkar etmeye varmıştır. “Bölünmüş Bilim” diyebileceğimiz bu evrenin sonunda, yavaş yavaş köprü görevi gören disiplinler yükselişe geçmiştir; bir yandan nöropsikiyatri diğer yandan nöropsikoloji. Giderek alt dalların ismi birden fazla gövdeye dayanır olmuştur; sosyal psikiyatri veya biyolojik psikoloji, ve belki ilerde psikososyal nöropsikiyatri! Tüm bu isimsel kalabalıklaşma, bilgi bankasının bütünleşme çabası, parçaların birbiriyle kenetlenme ihtiyacıdır. Parçalanan her olgunun sonradan bütünleşmesi ve bütün her olgunun daha da büyümek için sonradan parçalanması, evrensel prensiplerin en büyüleyici yanı olsa gerek. İşte insana dair bilgi bankasının bütünleşme çabası içinde bu yüzyıl başında Sinir Bilimi ve Psikanaliz arasında bir köprü daha atıldı: Nöropsikanaliz. Akımın başlatıcısı Arnold Pfeffer, 1998 yılında New York Psikanaliz Enstitüsü’nde Psikanaliz-Sinir bilimi Çalışma Grubu’nu kurdu. Bir sene sonra Amerikan Psikanaliz Birliği, çalışma grubunu “Arnold Pfeffer Nöropsikanaliz Merkezi” olarak isimlendirdi. Anna Freud Center’ın katılımıyla 2000 yılında Uluslararası Nöropsikanaliz Derneği - UNPD resmen Londra’da kuruldu. 2002 yılında bu dünyaya veda eden Arnold Pfeffer, derneğin en önemli sponsorlarından oldu ve dernek her sene onun anısına Arnold Pfeffer Ödülü’nü vermeye 2001 yılında Antonio Damasio’yu seçerek başladı. UNPD şu anda dünyanın çeşitli ülkelerinden 400’ü aşkın üyeye sahiptir ve Avrupa, Ortadoğu, Asya, Kuzey ve Güney Amerika’dan yaklaşık 30 ülkede Nöropsikanaliz Çalışma Grubu kurulmuş durumdadır. Üyeler; nöroloji, psikiyatri, psikoloji, sosyoloji, felsefe ve sinir- bilim dallarında uzmandır. Dernek, “En doğrusu benim disiplinim!” demeyenler için disiplinlerarası iletişimi hedeflemektedir. Akımın temel amacı, psikoloji bilimini derinden etkilemiş Freud’un teorisi ve onu takip etmiş psikodinamik kuramlarla, nörolojinin Kraepelin’den beri biriktirdiği verileri birleştirebilmektir. Bir diğer deyişle, ruh ve beden arasında bir barış sağlamak ve “ikilik” yerine “bütünlük” temasına odaklanmaktır. Bu belki de “Bölünmüş Bilim” adına bir terapi gibi işleyecek ve “Bütün Bilim” evresine geçişi sağlayabilecek bir çalışma sahasıdır. Temel odak “ruh-beden”, diğer bakışla “zihin-beyin” ikileminin güncel verilerle çözümlenmesidir. Bu ikilem -hepimizin anlayacağı bir referans kullanmak gerekirse- DSM-IV’e göre tüm eksen 1 ve eksen 2 bozuklukları ve organik beyin bozuklukları için ayrı ayrı tartışılmaktadır ve iki yakadan gelen veriler sentezlenmektedir. Nöropsikanaliz, aynı konuyu konuşan iki farklı lisana sahip insan arasındaki tercüme gibi işlemektedir. Bir nevi, nörolojiden psikolojiye, psikolojiden nörolojiye bir sözlük hazırlanmaktadır. UNPD, söz konusu sentezi hızlandırmak için senede iki defa “Neuropsychoanalysis” adlı dergiyi yayınlamaktadır ve senede bir, birçok daldan uzmanın katıldığı uluslararası kongreler düzenlemektedir. Mark Solms, Edward Nersessian, Oliver Turnbull ve Yoram Yovell’in editörlüğünü yaptığı derginin yayın kurulunda, Sinirbilimi alanında ismi duyulmuş uzmanlardan Antonio Damasio, Eric Kandel, Jaak Panksepp, Joseph LeDoux, Vilanayur Ramachandran, Daniel Schachter, Allan Schore ve Tim Shallice bulunurken; Psikanaliz camiasından Otto Kernberg, Fred Levin, Theodore Shapiro, Peter Fonagy, David Olds, Arnold Modell, Nancy McWilliams ve Howard Shevrin bulunmaktadır. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 58 İlki, 2000 yılında Londra’da yapılan kongrenin konusu duyguların nöropsikanalizi idi. Sonraki kongreler ise sırasıyla New York’ta “Hafıza”, Stockholm’de “Cinsellik ve Cinsiyet”, New York’ta “Bilinçaltı”, Roma’da “Sağ Hemisfer, İnkar ve Narsisizm”, Rio de Janeiro’da “Rüyalar ve Psikoz”, Los Angeles’ta “Sevgi ve Bağlanma” ve son olarak 2007 yılında Viyana’da “Depresyon” üzerine yapılmıştır. Kongrelerin başlangıcında yapılan eğitim günlerinde ve devamındaki sunumlarda, sinirbilim ve psikanaliz dünyasının bulguları biraraya getirilmektedir ve ortak platformlar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Farklı terminolojileri kullanıyor olsak da, mutlak gerçekte paylaşılan anlamların ve kavramların evrenselliği araştırılmaktadır. Bu ortak platformlara dayanılarak interdisipliner ve uluslararası araştırma grupları kurulmaktadır. İstanbul Nöropsikanaliz Çalışma Grubu da, 2006 yılbaşında dernek tarafından resmen kabul edildi ve çalışmalarına başladı. Grubun senelik faaliyet raporları “Neuropsychoanalysis” dergisinde yayımlanmaya devam etmektedir (Istanbul Neuropsychoanalysis Study Group, 2006a; 2006b). “Bütün Bilim” felsefesi altında, disiplin farkı gözetmeksizin, Nöropsikanaliz akımıyla tüm ilgilenenlerin birbiriyle temas haline geçmesi grubun temel hedeflerindendir. Bu hedefe paralel olarak, bu yazının devamında UNPD’nin temel araştırma alanı olan Zihin-Beden ikileminin tarihçesini ve son yüzyıla ses getirmiş yeni nöro-psikanalitik kuramları özetlemeye çalışacağım. Descartes: Zihin-Beden İkileminin Babası Descartes, 17. yüzyılda felsefe, matematik, fizik ve fizyoloji üzerine çalışmış ve Zihin-Beden ikilemini araştıran birçok yayın yapmıştır. Descartes’tan önce 16. yüzyılda kabul edilen teolojik kuram; zihnin beden üzerinde büyük etkisi varken, bedenin zihin üzerinde minimum etkisi olduğu yönündeydi. Bu teolojik teorilerde ruhu inceleyen spiritualizm ağırlık kazanmaktaydı. Batıda Augustine felsefesinin etkin olduğu bu dönemlerde beden sadece geçici bir taşıyıcı olarak düşünülmekteydi (Colish, 1968). Descartes, zihin-beden arasındaki etkileşimin tek yönlü değil çift yönlü olduğunu iddia etti. Zihin beden üzerinde etki sahibi olduğu gibi, beden de zihin üzerinde etki sahibiydi. Herhangi birinde gercekleşen değişim diğerini doğrudan etkilemekteydi. Descartes, dualizm denen bu teziyle tartışmayı “ruh” odaklı teolojik boyuttan “zihin” odaklı bilimsel boyuta ilk çeken oldu (Descartes, 1912). Ona göre beden, uzayda yer kaplayan ve mekanik prensiplere göre işleyen bir makine gibiydi. Hatta 17. yüzyılın son teknolojik buluşu olan “saat” gibi çalışmaktaydı. Çağımızdaki bilgisayar modellemeleri gibi, o dönemin yapay zeka modeli de büyük dikkat çeken “saat”ti. Zihin ise, fiziksel yer tutmayan ve madde olmayan özgür bir olguydu. Descartes araştırmaları esnasında beyindeki pineal bezin hemisferler arası lateralize olmayan tek yapı olduğunu keşfetmişti ve pineal bezi zihin ve bedenin bağlantı noktası olarak kabul etmişti. Ona göre zihin ve beden, bu yapı kanalıyla iletişim kurmaktaydı. Descartes’ın önemli tezlerinden biri de, bedensel duyuların öznelliği üzerine odaklanmıştı. Duyular dış gerçeğin birebir kopyası değildi, dolayısıyla nesnel olmayan duyularımız bizi yanıltabilir ve aldatabilirdi. Bu yüzden zihin, duyularla değil düşünceyle özdeşleşiyordu. Descartes’ın diliyle: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Duyulara değil düşünceye dayanan bu varoluşcu modeli savunan Descartes, bu yüzden zihnin özgürlüğünü savunmaktaydı: “Apaçık ki BEN bedenimden tamamen ayrıyım ve onsuz varolabilirim.” (Descartes, 1912). Böylelikle, Descartes’ın dualizm akımını ve metafiziksel yöntemini takiben 17. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 59 yüzyılda “ruh ” odaklı teolojik boyuttan “zihin” odaklı bilimsel boyuta geçildi. 18. yüzyılın başından itibaren ise konuya daha çok bedene odaklanan materyalizm akımı hakim olmaya başladı (Robinson, 1981). Dualizm kanalıyla, spiritualizmden materyalizme, başka bir deyişle bir kutuptan diger kutuba bir geçiş oldu. Materyalizm; amprisizm, pozitivizm ve mekanizm gibi birçok alt dala etki etti. John Locke’un öncülük ettiği amprisizme göre tüm bilgiye bedensel duyular kanalıyla ulaşılıyordu ve zihin deneyim yoluyla bilgi ediniyordu. August Comte, 19. yüzyılın başında pozitivizmi gündeme getirerek teoloji veya metafiziksel yöntemle edinilmiş bilginin anlamsız olduğunu savundu. Ona göre, sadece nesnel olarak gözlenebilen bilimsel bilgiler geçerliydi ve pozitivizm atomist yaklaşımla açıklanabilirdi. Pozitivizmden etkilenen James Mill’in mekanizm kuramına göre ise; zihin makineden başka bir şey değildi. İnsanın yaşantıları bir makinenin mekanizmaları gibiydi. Bu kuram insanı neredeyse bir robota benzeten en materyalist yaklaşımlardan biriydi. Zihin-beden ikilemi tarih boyunca spiritualizmden dualizme, dualizmden materyalizme geçişler yaşayarak son yüzyıla kadar taşınmıştır. İkilemin tarihçesini okurken insanda yarattığı duygular hakkında içgörü sahibi olursak, konunun niçin hiç gündemden düşmediğini ve bitmeyen bir mücadele gibi devam ettiğini anlayabiliriz. Kendinizi sadece bir ruh veya sadece bir makine gibi varsaymak sizi nasıl hissettirir? New York Üniversitesi’nde felsefe profesöru olan Thomas Nagel’e göre insanoğlunun bu konuyu hala hararetle tartışıyor olması, konunun ontolojik olarak en temel güdülerimizden olan “yaşam” ve “ölüm” içgüdüsünün arasındaki mücadeleye dayanmasından kaynaklanmaktadır. Nagel’a (1987) göre: “Eğer dualizm doğruysa ölüm sonrası yaşam mümkün olabilir.... Ama eğer dualizm doğru değilse, ve zihinsel işlevler beyinde gerçekleşiyor ve tamamen beynin biyolojik işleyişine bağlı kalıyorsa, ölümden sonra yaşam mümkün değildir. ” Bu görüşe göre temel içgüdülerimiz savaştıkça, zihin-beden ikilemi her zaman insanoğlunun dikkatini çekecektir. Teorisinde ölüm icgüdüsü Tanatos ve yaşam içgüdüsü Eros’un birbiriyle bitmeyen mücadelesine özellikle yer vermiş olan Sigmund Freud, konunun 20. yüzyılda güncellenmesini sağlayan en önemli kişi olmuştur. Oluşturduğu Psikanaliz kuramı zihin-beden ikilemine yeni bir boyut katmıştır. Sigmund Freud ve Psikanalizin Doğuşu 20. yüzyılın başında Nöroloji ve Psikoloji Bilimleri akademik temellerini oluşturmaya başladı. Üniversitelerde nöroloji ve psikoloji laboratuvarlarının kuruluşuyla iki disiplin de araştırma ve gözleme dayalı kuramsal ve pratik bilgi birikimini giderek artırdı. Yeni çağı başlatanlar arasında Kraepelin ve Freud, akılda kalan iki ünlü isim oldu. Kraepelin, serebral lezyonlar, epilepsi ve işlevsel lokalizasyonlar üzerindeki çalışmalarıyla Sinir Biliminde önemli ilklere imza atarken; Freud, psikoloji bilimini derinden etkileyecek Psikanaliz kuramıyla yeni bir dönem başlattı. Freud teorisini felsefe, biyoloji, fizyoloji, nöroloji, arkeoloji, mitoloji ve tarih üzerindeki araştırmalarını harmanlayarak ve klinik gözlemler yaparak oluşturdu. Temel önermelerine göre, güdülerimiz çoğunlukla bilinçdışı zihnimizde gizlenir ve “bastırma” yoluyla bilinçten uzaklaştırılır. Zihni yöneten EGO, medeni ve toplumsal kimlik anlayışımıza (SÜPEREGO) ters düşen davranışlara yol açabilecek tüm bilinçdışı güdüleri (İD) bastırır. Ego, süperego ve id kuvvetleri arasındaki dengeyi savunma mekanizmaları ile sağlamaya çalışır ve bu dengeye “Homeostasis” adı verilir Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 60 (Freud, 1915; 1923). Freud’un psikopatoloji kuramına göre bastırma mekanizması çöktüğünde zihinsel hastalıklar ortaya çıkar. Semptomlar, bilinci istila eden gizli güdülerin davranışlara yansımalarıdır. Tedavi sırasında bu semptomların izi sürüldüğünde bilinçdışındaki gizli köklere ulaşılır. Bu kökler daha olgun ve rasyonel çıkarsamalarla istilacı ve kompulsif özelliğinden arındırılır. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki savaş yerini tekrar homeostasise bırakır (Freud, 1938). Bir başka deyişle yarılmış zihin dengelenerek bütün zihin oluşturulur. Freud’un bu önermeleri o yıllarda görgül yöntemlerle kanıtlanamadığı için, o dönemin bilim camiasında psikanalitik yaklaşım yoğun tartışmalara yol açmış ve bazı uzmanlar tarafından geçerli bilimsellikte bulunmamıştır. 1950lerden itibaren beyin üzerinde yapılan “modern teknolojiye” sahip bilimsel araştırmalarla, zihinsel hastalıklara biyolojik yaklaşım ve ilaçla tedavi yükselişe geçmiştir. Materyalist akım tekrar yükselirken, psikanaliz demode bulunmaya başlanmıştır. İlginçtir ki Freud, psikanalitik kuramı görgül ispatlardan yoksun olduğu için sert eleştirilere maruz kalmış olsa da, bir asırı aşkındır en çok yankı getiren ve toplumda “psikoloji” dendiğinde hala akla ilk gelen isimdir. Bir şekilde Freud’un insanlara kendi içsel süreçlerine tanıdık gelen konuları hatırlattığı düsünülebilir. Örneğin, günümüzde medyada en sık rastlanılan iki konunun cinsellik ve şiddet olduğunu düşünürsek, İd’in iki temel güdüsü libido ve agresyonun topluma ne kadar tanıdık olduğunu farkedebiliriz. Aslında nörolog olan Freud psikanalitik kuramın 21. yüzyılda nasıl şekil alacağını öngörmüştür. Yaşadığı yılların imkanlarında teorisini bilimsel olarak ispatlayamamış olsa da sık sık psikanalizin nörolojik temelinin altını çizmiştir: “Eğer şu an psikolojik terimleri, fizyolojik ve kimyasal terimlerle değiştirebilecek durumda olsaydık, tanımlamalarımızdaki yetersizlikler, muhtemelen yok olacaktı.” (akt. Solms, 2004). Yeni çağa girerken Nöropsikanaliz akımının başlaması Freud’un öngörüsünün doğruluğunu ve psikanalizin tekrar doğuşunu haber vermektedir. Freud’un Geri Dönüşü: Nöropsikanaliz Freud’un öngörüsüne paralel olarak, son 50 yıldır modern beyin araştırmalarında toplanan verilerin Freud’un önermeleriye örtüştüğü görüldü. 2000 yılında Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülünü kazanan Eric Kandel’e gore “Psikanaliz, hala zihni anlamakta en tutarlı ve aklı en tatmin eden yöntemdir” (Kandel, 1999). Eric Kandel’in de içinde bulunduğu çalışmalar sonucunda 21. yüzyılın başında “nöropsikanaliz” asırlardır süren Zihin-Beden ikilemini barışa çağıran yeni bir akım olarak başladı. UNPD temel olarak Spinoza felsefesi olarak da bilinen ‘Çift Görünümlü Tekçilik’ felsefesini benimsedi (Solms ve Turnbull, 2002). Spinoza felsefesine göre beyin bilincin oturağıdır, ama bilinç sadece fiziksel unsurlardan ibaret değildir. Beyin hem fiziksel hem mental unsurlar taşır. Nörofilozofi uzmanı Northoff bu felsefeyi şu deyişiyle özetlemiştir: “Beyin sadece biyolojik bir organ değildir, beyin biyo-psiko-sosyal bir organdır” (2007). Psişe’nin mental işlevleri beyin içinde fiziksel olarak takip edilebilir. Bir başka deyişle psişenin beyinde materyalizasyonu söz konusudur. Çift Görünümlü Tekçilik felsefesine dayanan nöro-psikanalitik tercümeler psikanalitik kavramların sinirbilimsel izdüşümlerini keşfetmeyi hedeflemektedir. Nöropsikanaliz akımı bilimsel temelini evrimsel psikoloji ve evrimsel psikiyatriye dayandırmakta, bu temel üzerine inşaa ettiği tezleri de gerek psikanalitik gerek nörolojik araştırmalarla güçlendirmektedir. Evrimsel bakış açısıyla bakıldığında, psikanalitik soyut kavramlar nörolo- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 61 jik somut bulgularda izdüşümlerini bulmaktadırlar. Bu bağlantıları farketmek, psikanaliz ve nörolojinin farklı terminolojiler kullansalar da aynı gerçeklerden bahsettiğini düşündürmektedir. Örnek olarak evrim sürecinde psişenin aygıtlarının (id-ego-süperego) beyindeki topografik özelliklerini oluşturması ele alınabilir. Tablo 2: Freud’un Çizdiği Son Zihin Modeli/1933 Not: İD - Arkaik beyin; güdülerden sorumlu limbik sistem (hipokampus, amigdala, talamus, hipotalamus). EGO ve SÜPEREGO - seçici inhibisyondan sorumlu ventral frontal bölge, bilinçli düşünceden sorumlu dorsal frontal bölge. HOMEOSTASİS SORUMLUSU (Egonun bölümü) - Korpus Kollasum Çalışmalarını nörolojik çizimlerle tamamlayan Sigmund Freud’un çizdiği bir zihin modelinde (Gamwell ve Solms, 2006) kendisinin bu tercüme çalışmalarına yaklaşık bir asır önce başladığı ama teknolojik yetersizlikler nedeniyle modelini kanıtlamaya fırsat bulamadığı anlaşılmaktadır (bkz. Şekil 1). Evrimsel bakış açısına gore, kortiko-kognitif gelişimler daha ilkel olan ve halen diğer canlı türleriyle paylaştığımız temel duygu ve güdülerden sorumlu sub- kortikal sistemler üzerine kurulmuştur (Davis, Panksepp ve Normansell, 2003). İlksellik olarak incelendiğinde subkortikal yapıları içeren arkaik beyin, libido ve agresyon gibi temel içgüdüleri kapsayan id ile ilişkilendirilmektedir (Kaplan-Solms ve Solms, 2000). Buna göre, en ilkel güdüler beynin en ilksel bölgelerinde somutlaşmıştır. Limbik sistem üzerine yapılan araştırmalar da hipotalamus, talamus ve amigdala gibi bölgelerin cinsellik ve agresyonla ilişkilerini uzun süredir incelemektedir. Nöropsikanalizle ilgilenen uzmanlar, özellikle dopaminerjik sistemi id’in nörolojik izdüşümü olarak yorumlamaktadır (Panksepp, 1998). Buna paralel olarak, evrimsel olarak arkaik beyinden sonra gelişmiş olan kortikal yapılar, gelişimsel olarak id’den sonra sahneye çıkan ego ve süperego ile bağdaştırılmaktadır (Kaplan-Solms ve Solms, 2000). Nörolojik bulgularda, subkortikal ve kortikal yapılar arasında iki taraflı inhibisyonun sözkonusu olması id ve süperego işlevlerinin çatışan dinamiklerini çağrıştırmaktadır. Bu durumda sinirbiliminin incelediği korteks elektrokimyasal dengesi ve psikanalizin dile getirdiği psişede homeostasis beraber yorumlanabilir. Bunun yanında nöropsikanaliz, prefrontal bölgenin sürdürdüğü yönetici ve inhibitör işlevlerin ego ve süperego işlevleriyle benzerliğini tartışmaktadır (Solms, 1999). Rüyalarda veya psikozda tespit edilen frontal hipoaktivasyonun, egonun bastırma mekanizmasının zayıflaması ve bilinçaltı dinamiklerin serbestleşmesiyle ilişkilendirilmesi bu tartışmalara destek olmaktadır (Yu, 2001; Özkarar, 2004; 2006). Nöropsikoloji uzun zamandır dorsolateral prefrontal korteksi, sosyalleşme sürecinde gelişen vicdan ve mantıksal çıkarım işlevlerine dayanan bilinçli ve gelişmiş inhibisyon mekanizmalarından sorumlu tutmaktadır (Luria, 1973). Son yıllarda yapılan birçok farklı araştırmada ise or- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 62 bital prefrontal bölgenin davranışsal ve afektif inhibisyon işlevlerine sahip olduğu ortaya konulmuştur (Rolls, 1990; 1998; Schore, 1994; 1996; 1997). İlginç olarak, bu bölgenin inhibisyon işlevi presemboliktir, yani dil kullanma kabiliyetinden (2 ve 3 yaşları civarı) önce gelişir (Schore, 1994). 3 yaşından önce gelişmesi vicdan ve mantıksal çıkarım gibi yeteneklerden de önce ortaya çıktığını kanıtlar. Dolayısıyla, orbital prefrontal bölgenin sansür mekanizması bilinçdışı ve ilkel inhibisyon olarak kabul edilmektedir. İlkel ve gelişmiş inhibisyon mekanizmalarının nörolojik olarak ayrıştırılmasında lateralizasyon çalışmaları da önemli ipuçları vermektedir. Sağ hemisferin sol hemisferden daha erken gelişimi ve sol hemisfer gelişiminin eğitim seviyesiyle pozitif korrelasyonu düşünülürse, sağ frontal lobun birincil savunma mekanizmalarından sol frontal lobun ikincil savunma mekanizmalarından sorumlu olduğu düşünülmektedir (Özkarar, 2004). Nöro-Psikanalitik Tercümeye Bir Örnek: Rüyalar ve Psikoz Yukarıda özetlenen psikanalitik kavramların sinirbilimsel izdüşümlerini yorumlayabilmek için uzmanlar farklı konuda yapılmış birçok araştırmadan faydalanmaktadır. Bu konuların başında Freud’un teorisinin de temellerinde yatan “Rüya” olgusu gelmektedir. Solms (1997), uyku ve rüyalar üzerine bu yüzyılda elde edilen nörobiyolojik bulgularla psikanalitik yorumların örtüşen yanlarına dikkat çekmektedir. Freud rüyalar sırasında EGO’nun hipoaktif ve İD’in hiperaktif rol aldığını öne sürmüştür (Freud, 1900). Yani uyku esnasında “ego”nun bastırma mekanizması zayıflar ve “id” serbestleşerek günboyu bastırılan libidinal ve agresif güdüler rüyalarda sembolik olarak ortaya çıkar. Modern beyin araştırmaları da REM uykusu esnasında beynin dorso-lateral frontal bölgelesinde hipoaktivasyon ve mesolimbik dopami- nerjik sistemde hiperaktivasyona işaret etmektedir (Solms, 1999). Buna göre, uykuda “frontal lob aktivasyonu” (inhibisyon merkezi) zayıflar, subkortikal ve posterior aktivasyonu ve “Dopaminerjik sistem” aktivasyonu artar. Psikoz için psikanalizin getirdiği açıklama ve modern sinirbilimin açıklaması ‘Rüya’ açıklamalarına paraleldir. Psikotik kişilerin gün içersinde uyanıkken rüya gördüğü yorumu en eski yorumlardan biridir. Psikanalitik yaklaşım, psikoz sürecinde stres ve travma nedeniyle egonun bastırma mekanizmasının çöktüğünü, kişinin gelişimsel olarak gerilediğini (regresyon) ve id’e ait güdülerin, omnipotant fantazilerin hezeyanlar olarak bilinci istila ettiğini savunmuştur (Jung, 1907; 1995). Diğer bir ifadeyle, psikozda bilinçaltının bilinci istila etmesi söz konusudur. Normal kişiler bunu sadece uyku esnasında deneyimlerken, psikotikler uyanıkken de bu durumu yaşarlar. İlginçtir ki, modern sinirbilim araştırmaları da psikozda frontal lob hipoaktivasyonu, posterior kortekse gerileme ve dopaminerjik sistem hiperaktivasyonuna sıkca değinmektedir (Weinberger, Berman ve Daniel, 1991; Hazlett, Buchsbaum, Jeu, Nenadic, Fleischman, Shihabuddin, Haznedar ve Harvey, 2000; Higashima, Kawasaki, Urata, Sakai, Nagasawa, Koshino, Sumiya, Tonami, Tsuji ve Matsuda, 2000; Nohara, Suzuki, Kurachi, Yamashita, Matsui, Seto ve Saitoh, 2000). Dolayısıyla, Freud’un rüyalar ve psikozun dinamikleri için düşündüğü benzerlik, modern sinirbilimin REM uykusu ve psikoza dair tespit ettiği bulgulardaki benzerlikle paraleldir. Nöro-Psikanalitik Kuramlara ve Uygulamaya Giriş Erken yaşlardaki deneyimlerin öğrenme mekanizmaları yoluyla hafızada bıraktığı gelişimsel izler, psikodinamik kuramın altyapısını oluşturmaktadır. Edelman’ın Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 63 “Nöral Darwinism ve Öğrenme” kuramı, erken yaştaki deneyimlerin gelişimsel çocuk nörolojisindeki etkilerini anlamakta önemli rol oynar (Edelman, 1987). Edelman’a göre öğrenme birarada ateşlenen nöronların birarada sinir ağı oluşturmasıyla mümkündür. İlk yıllarda anne-bebek etkileşiminde, daha sonra çevre-kişi etkileşiminde en çok ateşlenen sinir ağları ‘seçilmiş’ sinir ağları olur. Kişinin içsel ve dışsal süreçlerini algılamasında ağırlıklı olarak seçilmiş sinir ağları rol alır. Algılanan gerçeklerin representasyonlara dönüşmesine “haritalama” adı verilir. Her kişi kendi haritalarına göre olayları yorumlar ve değerlendirir. Edelman’ın teorisi ilk yaş deneyimlerinin kişilik yapısının oluşmasındaki rolünü nörolojik boyutta izah ederek nöropsikanalize büyük katkıda bulunmuştur. Bunun yanında Allan Schore’un sağ beyin ve bağlanma teorisini sentezleyen çalışmaları anne-bebek etkileşiminin sağ hemisfer sinir ağları üzerindeki etkisini vurgulamıştır (Schore, 1994). Anne-bebek etkileşiminin şekline göre bebeğin beyninde (özellikle erken gelişen sağ beyinde) kortiko-limbik nöral ağlar kurulur. Aşırı stres bu ağların gelişmesini engeller ve bağlanma sorunları ortaya çıkabilir. Normal bağlanma sürecinde ise ayna nöronların aracı olduğu eş zamanlı anne-bebek hareketleri somut olarak gözlemlenebilir (Ammaniti, 2004). Anne ve bebeğin aynı anda aynı mimik ve jestleri yapması özdeşleşme mekanizmasının ilk adımıdır. Nöro-psikanalitik kuramların uygulamadaki yansımalarına bakılırsa, psikoterapist ve danışan arasındaki aktarım-karşı aktarım sürecinde de gözlemlenen eş zamanlı hareketler aynı nörolojik temele dayanmaktadır ve bağlanmaya işaret etmektedir. Anne-bebek etkileşimiyle başlayan tüm çevre-insan etkileşimi beyinde elektro-kimyasal değişimlere yol açar ve beyindeki anatomik değişiklikler tüm yaşam boyunca sürer. Dolayısıyla çevreinsan etkileşiminin bir örneği olan psikolojik tedaviler, sadece konuşmaktan ibaret değildir. Uzman ve danışan arasında oluşan sözlü ve sözsüz iletişim kişinin beyninde de değişim yaratır. Psikolojik tedavide insan-çevre etkileşimi daha sağlıklı şartlarda modellenerek, yeni nöral ağlar kurulur ve yeni savunma mekanizmaları öğretilir. Kandel’e (1999) göre, psikoterapinin sonlanımında beyinde oluşmuş yapısal değişiklikler modern görüntüleme teknikleriyle izlenebilir. Kognitif sinirbilime karşıt olarak Afektif Sinirbilimi kurmuş olan evrimsel sinirbilimci Panksepp’e göre, subkortikal afektif sistemleri anlamak psikolojik değerlendirme ve tedavilerde kortikal kognitif sistemleri anlamaktan daha önemli bir yer taşımaktadır. Ego ve süperego işlevleriyle ilişkilendirilen kortiko-kognitif gelişimler, id ile paralellikler taşıyan ve daha ilkel olan subkortikal afektif sistemler üzerine kurulmuştur (Davis, Panksepp ve Normansell, 2003). Beyindeki belli bir subkortikal afektif sistemin fazla veya az çalışması kişilik tiplerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Psikopatolojide, frontal bölgenin -dolayısıyla kortiko-kognitif işlevlerin ve inhibisyonun- zayıflaması, dominant olan subkortikal afektif sistemin zihinsel kontrolü ele geçirmesi söz konusudur. Panksepp doğru psikoterapi yöntemlerinin seçilmesi ve oluşturulması için bireysel kişilik değerlendirmesinin önemini vurgulamaktadır. Kişilik değerlendirilmesinde hangi afektif sistemin dominant olduğunun tespit edilmesi bu sistemin sağaltımı ve güçsüz kalmış diğer sistemlerin güçlendirilmesi için gereklidir (Panksepp, 1998). Subkortikal yapıların kortikal yapılara üstünlüğünü savunan afektif sinirbilime alternatif olarak iki yapının da önemini savunanlar, nöro-psikanalitik uygulamaların 3 boyutlu zihin ve beyin analizine dayandırılmasının en sağlıklı Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 64 yaklaşım olduğunu tartışmaktadır (Sasso, 1999). Bu görüşe göre bilinçaltı ve bilinç dengesini sağlamak, duygu-düşüncedavranış bağlantılarını kurmak ve benöteki sınırlarını kurmak; beyinde sağ yarımküre-sol yarımküre, kortikal-subkortikal ve anterior-posterior iletişimlerini dengeleyerek “Bütün Zihin” oluşumunu sağlar. Sasso, 3 boyutlu dengenin ruhsal ve bedensel sağlık için gerekli olduğunu savunmaktadır. Psikolojik tedavide amaç, dengenin hangi boyut veya boyutlarda engellendiğini tespit etmek, engelin sebeplerini bulmak ve değiştirmektir. Günümüze kadar geliştirilmiş psikolojik ekollerin her birinin farklı boyuta odaklandığı ve bu boyutta sağaltıcı etkiye sahip olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla, yapılan 3 boyutlu psikopatoloji teşhisine göre her vak’a için farklı ekollerin tedavi yöntemlerinden faydalanabilir. Örneğin, psikotik bir bilince müdahale ederken bilişseldavranışsal yöntemler kullanmak, frontal aktivasyonu arttırarak bilinçaltının bilinci istilasını engelleyip, duygu-düşünce ve davranış arasındaki disorganizasyonu azaltıp, ben-öteki arasındaki sınırların kuvvetlenmesini sağlar. Öte yandan psikotik bireyleri psikanalize almak zaten bilinçaltının bilinci istila etmesini artırarak kişinin kaygısını ve dağılmasını artıracaktır Bununla beraber ikincil savunma mekanizmaları çok kuvvetli bir obsesif kişiliğe müdahale ederken bilişsel yaklaşımdan ziyade psikodinamik yaklaşım çok daha faydalı olacaktır. Uzmanların elindeki ekolü her danışana uygulamaya kalkmak yerine, hangi danışana hangi ekolün daha yararlı olacağını araştırması ve farkındalık kazanması gerekmektedir. Öyle görünmektedir ki, danışana göre yöntem belirlemek ve uygulamak nöro-psikanalitik yaklaşımın temelini oluşturacaktır. Nöropsikanalizin Gelişimi İçin Tavsiyeler İstanbul Nöropsikanaliz Çalışma Grubu’nun görüşüne göre, zihin-beden ikilemini araştırırken batı felsefesinin yanında doğu felsefesini de incelemek en ‘bütünleşmiş’ felsefeyi doğuracaktır (Istanbul NNeuropsychoanalysis Study Group, 2006a). Bunun yanında madde ve enerji üzerine yapılan kuantum fizik çalışmalarının bulmacayı tamamlayacağı düşünülmektedir (Fişek, Özkarar ve Tura, 2007). Nitekim, modern fizik ve doğu mistisizmi arasındaki paralellikleri araştıran fizik uzmanı Fritjof Capra “Kuantum fizik doğu felsefesine yakınlaşmaktadır.” öngörüsünde bulunmuştur (2000). Bu yakınlaşma tüm disiplinlerin farklı terimlerle incelediği aynı olguda mutlak bir gerçeğe işaret etmektedir. Her disiplinin ulaştığı veriler disiplinlerarası çevirilerle bütünleştirilecek olursa daha büyük bir bilgi bankasına sahip olmak mümkün olacaktır. Bu bilgi bir değil birçok disiplinin yöntemleriyle test edilmiş ve doğrulanmış bilgi olacaktır. Bununla beraber nöro-psikanalitik yaklaşımın gelişimi esnasında dikkat edilmesi gereken ve bilimin daha önce tuzağına düştüğü noktalar vardır. Nöropsikanaliz bir akımın üstünlüğünü değil, akımların bütünleşmesini savunduğu için kendini de en üstün akım olarak görmemelidir. Nöropsikanalizin de her akım gibi zayıf ve güçlü yanları vardır, olacaktır. Henüz oluşmakta olduğu için teoride aşırı genellemeler yapılmamalıdır, örneğin psişenin materyalizasyonu incelenirken lokalizasyon gibi genellemelere dikkat edilmeli, nörolojinin geçmişte düştüğü tuzağa düşülmemelidir. Belli bölgeler arasındaki sinir ağlarına odaklanmak ve bu ağların işlevlerini incelemek daha faydalı olacaktır. 2007 yılında Viyana’da yapılan son nöropsikanaliz kongresine yapay zeka üzerinde çalışan Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 65 elektrik ve elektronik mühendislerinin de davet edildiği düşünülürse, akım doğa bilimleri ve beşeri bilimlerin sentezinin ilk adımlarını atmaktadır. Bu adımlar atılırken çalışmalara daha çok felsefeci davet edilmelidir, böylelikle sentez sürecinde ve teorinin oluşum evresinde yapılabilecek epistemolojik hatalar önceden tespit edilip engellenebilir. Kaynaklar Ammaniti, M. (2004). Psychoanalytic Counterpoint. Beşinci Uluslararası Nöropsikanaliz Kongresi, Roma - İtalya. Capra, F. (2000). The Tao of physics. Berkeley, California: Shambhala. Colish, M. (1968). The mirror of language. New Haven: Yale University Press. Davis, K. L., Panksepp, J. ve Normansell, L. (2003). The affective neuroscience personality Scales: Normative data and implications. Neuropsychoanalysis, 5 (1), 57-69. N., Tsuji, S. ve Matsuda, H. (2000). Regional CBF in male schizophrenic patients performing an auditory discrimination task. Schizophrenia Research, 42, 29-39. Istanbul Neuropsychoanalysis Study Group (2006a). Bulletin of the International Neuro-psychoanalysis Society. Neuropsychoanalysis, 8 (1), 107-108. Istanbul Neuropsychoanalysis Study Group (2006b). Bulletin of the International Neuro-psychoanalysis Society. Neuropsychoanalysis, 8 (2), 214-215. Jung, C. G. (1995). Psicologia della malattia mentale. S. Bonarelli, (Çev.). Roma: Newton. (orjinal çalışma 1903/1907). Kandel, E. R. (1999). Biology and the future of psychoanalysis: A new intellectual framework for psychiatry revisited. American Journal of Psychiatry, 156, 505-524. Kaplan-Solms, K. ve Solms, M. (2000). Clinical studies in neuropsychoanalysis. London: Karnac. Luria, A. R. (1973). The working brain: An introduction to neuropsychology. Harmondsworth, Middlesex: Penguin. Nagel, T. (1987). What does it all mean? NY: Oxford University Press. Descartes, R. (1912). A discourse on method. London: Dent. (Orjinal Çalışma 1637). Nohara, S., Suzuki, M., Kurachi, M., Yamashita, I., Matsui, M., Seto, H. ve Saitoh, O. (2000). Neural correlates of memory organization deficit in schizophrenia. Schizophrenia Research, 42, 209-222. Edelman, G. M. (1987). Neural Darwinism: The theory of neuronal group selection. New York: Basic Books. Northoff, G. (2007). Introjection and cortical midline structures in depression. Sekizinci Uluslararası Nöropsikanaliz Kongresi, Viyana-Avusturya. Fişek, G., Özkarar, F. G. ve Tura, S. M. (2007, Ocak). Nöropsikanaliz İstanbul’da! Güler Fişek (panel yöneticisi). İstanbul Türk Psikologlar Derneği Paneli, İstanbul. Özkarar, F. G. (2004). Ego fails to repress: The role of left frontal lobe hypoactivation in associative memory impairment in schizophrenia. Beşinci Uluslararası Nöro-Psikanaliz Kongresi, Roma-İtalya. Freud, S. (1900). The interpretation of dreams (Standard Edition, 4). Özkarar, F. G. (2005). Symptoms of schizophrenia: A cluster of signs or a composition of schism and defenses? Altıncı Uluslararası Nöropsikanaliz Kongresi, Rio de Janerio-Brezilya. Freud, S. (1915). Repression (Standard Edition, 14). Freud, S. (1923). The ego and the id (Standard Edition, 19). Freud, S. (1938). An outline of (Standard Edition, 23). psychoanalysis Gamwell, L. ve Solms, M. (2006). From neurology to psychoanalysis: Sigmund Freud’s neurological drawings and diagrams of the mind. New York: Binghamton University Publications. Hazlett, E. A., Buchsbaum, M. S., Jeu, L. A., Nenadic, I., Fleischman, M. B., Shihabuddin, L., Haznedar, M. M. ve Harvey, P. D. (2000). Hypofrontality in unmedicated schizophrenia patients studied with PET during performance of a serial verbal learning task. Schizophrenia Research, 43, 33-46. Higashima, M., Kawasaki, Y., Urata, K., Sakai, N., Nagasawa, T., Koshino, Y., Sumiya, H., Tonami, Özkarar, F. G. (2006). Nöropsikanaliz ve şizofreni. G. Fişek (panel yöneticisi). Klinik psikolojide nöropsikanalitik yaklaşım. 16. Ulusal Psikoloji Kongresi, Ankara. Panksepp, J. (1998). Affective neuroscience: The foundations of human and animal emotions. New York: Oxford University Press. Robinson, D. N. (1981). An intellectual history of psychology. New York. McMillan. Rolls, E. T. (1990). A theory of emotion, and its application to understanding the neural basis of emotion. Cognition & Emotion, 4, 161-190. Rolls, E. T. (1998). The orbitofrontal cortex. A. C. Roberts, T. W. Robbins ve L. Weiskrantz, (Ed.), The prefrontal cortex: Executive and cognitive functions içinde (67-86). Oxford: Oxford University Press. Sasso, G. (1999). Struttura dell’oggetto e della rap- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 66 presentazione. Roma: Casa Editrice Astrolabio. Schore, A. (1994). Affect regulation and the origin of the self: The neurobiology of emotional development. Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates. Schore, A. (1996). The experience-dependent maturation of a regulatory system in the orbital prefrontal cortex and the origin of developmental psychopathology. Development and Psychopathology, 8 (1), 59-87. Schore, A. (1997). A century after Freud’s project: Is a rapproachment between psychoanalysis and neurobiology at hand? Journal of American Psychoanalytic Association, 45 (3), 807-840. Solms, M. (1997). Neuropsychology of dreams. A clinico-anotomical study. Mahwath, NJ; Lawrence Erlbaum Associates. Solms, M. (1999). The interpretation of dreams and the neurosciences. British Psycho-Analytic Society Bulletin, 25 (9), 28-35 Solms, M. ve Turnbull, O. (2002). The Brain and the Inner World. Odher Press. Solms, M. (2004). Freud returns. Scientific American, May, 96-101. Weinberger, D. R., Berman, K. F., and Daniel, D. G. (1991). Prefrontal cortex dysfunction in schizophrenia. H. S. Levin, H. M. Eisenberg ve A. L. Benton, (Ed.), Frontal lobe function and dysfunction içinde (275287). New York: Oxford University Press. Yu, C. Kai-ching (2001). Neuroanatomical correlates of dreaming: The supramarginal gyrus contoversy (dream work). Neuropsychoanalysis, 3 (1), 47-59. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 67 Çocuk Tanıklığı ve Çocuk Belleğinin Güvenirliği Mine Cihanoğlu Atılım Üniversitesi, Psikoloji Bölümü mogul@atilim.edu.tr Çocukların fiziksel, duygusal ve cinsel olarak istismarı ve ihmali ile yaşadıkları travmalar, toplumsal boyutta giderek artan bir duyarlılığa yol açmaktadır. Bu duyarlılık birçok ülkenin hukuki sisteminde de birtakım değişikliklere neden olmuş ve çocuk tanıklığı konusundaki yasal düzenlemelere esneklik getirilerek çocuğun tanıklığına başvurmada yeterlik ölçütü kaldırılmıştır. Özellikle cinsel istismar vakalarında çocuğun tanıklığı önemli bir kanıt olarak değerlendirilmektedir. Çocuklara mahkemede söz hakkı tanınması hukuk sistemi içinde yer alanlar kadar ruh sağlığı, sosyal hizmetler ile psikoloji gibi alanların uzmanlarını da ilgilendirmektedir. Konuyla ilgili olarak gerçek istismar vakalarının açığa çıkmaması ve gerçekleşmemiş istismar vakalarının bildirilmesi gibi iki önemli sorun bulunmaktadır. Bu sorunlara çözüm getirilebilmesi çocuğun, yaşadığı olayları doğru olarak hatırlama ve aktarma konusunda belleğinin güçlü ve zayıf yanlarının yeterince bilinmesiyle mümkün olabilir (Bruck, Ceci ve Hembrooke, 1998). Çocuklar bir suç vakasında mağdur ya da tanık olduklarında iki önemli konu ortaya çıkar. Bunlardan ilki çocukların, yaşadıkları travmatik olaylara ilişkin ifadelerini etkileyen bilişsel, güdüsel ve duygusal faktörlerdir. Bu konudaki araştırmalar çocukların, bu travmatik olayları yaşamış oldukları varsayımına dayanır. Çocuk tanıklığı araştırmalarındaki diğer bir konu ise telkin edici görüşmelerin, çocukların gerçekte yaşamamış oldukları travmatik olaylarla ilgili yanlış ifadeler vermelerine yol açıp açmayacağı ile ilgili olmaktadır. Çocukların yanlış ifadeler vermesine neden olan koşullar, verilen ifadelerin telkinin etkisiyle gerçekten inanılarak mı yoksa bilerek farklı biçimde mi verildiği ve yanlış ifade vermenin izlediği gelişimsel çizgi bu tür araştırmaların temel konusunu oluşturmaktadır. Çocukların otobiyografik bellekleriyle ilgili ifadelerinin güvenirliği ile doğru ve yanlış ifadelere neden olan mekanizmalar gelişim psikolojisinin araştırma alanında bulunmakla birlikte adli süreçte bu konudaki araştırmalara duyulan gereksinim ve elde edilen bulguların adli alana uygulanabilir olması sebebiyle konuyla ilgili araştırmaların “adli gelişimsel psikoloji” alt dalı altında isimlendirilebildiğini de görüyoruz (Bruck ve Ceci, 2004). Çocuk Belleğinin Telkin Edilebilirliği Çocukların verdikleri ifadelerin telkin edilebilirliği (suggestibility) çocuk tanıklığının güvenirliği açısından büyük önem taşır. Telkin edilebilirliğin geleneksel tanımı “bireylerin olay sonrası verilen bilgileri kabul etme ve bunları daha sonra bellek birikimleriyle birleştirme derecesi”dir (Gudjonsson, 1986, s. 195). 20. yüzyılın başlarından itibaren sürdürülen telkinden etkilenme araştırmalarının erken dönemlerinde kullanılan bu tanıma göre telkin edilebilirlik, bilinçdışı bir süreçtir - bilgi, farkında olunmadan belleğe dahil edilir, olaydan önce değil sonra verilen bilgiden kaynaklanır ve sosyal olmaktan çok belleğe dayanan bilişsel bir olgudur. Günümüzde ise telkin edilebilirlik daha geniş bir ifadeyle çocukların, olayları kodlama, depolama, geri çağırma ve olaya ilişkin ifadelerinin bir dizi sosyal ve psikolojik faktörden etkilenme derecesi olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, geleneksel tanımdan farklı olarak telkin edilebilirlik kavramı hakkında şu noktalara işaret etmektedir: (a) Sosyal taleplere uyma, yalan söyleme veya sevdiği Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 68 kişileri memnun etme çabalarında olduğu gibi kişi bilgiyi, olayın özgün halinden farklı olduğunu bilerek kabul edebilir; bu nedenle çocuklar, olayın gerçekte nasıl olduğunu hatırlasalar da bunu güdüsel etkenler sebebiyle belleklerinde bir değişim olmaksızın farklı şekilde ifade edebilirler, (b) telkinin etkisi, olaydan hem önce hem de sonra verilen bilgilerden kaynaklanabilir ve (c) telkin edilebilirlik hem sosyal hem de bilişsel etkenlerle ortaya çıkabilir (Ceci ve Bruck, 1993; 1998). Çocuk belleğinin telkin edilebilirliğinin zaman içinde farklılaşan tanımıyla birlikte konuyla ilgili yapılan araştırmaların yöntemlerinde de farklılıklar görmekteyiz. 1980’lerden önce yapılan çalışmalar çoğunlukla, bir öykü ya da okulda araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen bir olay gibi yaşanmış/gözlenmiş bir olay ile ilgili olarak sorulan, yanlış bir varsayım içeren yönlendirici tek bir soruya çocukların verdikleri yanıtları incelemiştir. Bu çalışmaların ortak bulgusu, küçük yaştaki çocukların büyük yaştaki çocuklara oranla telkine daha açık olduğu yönündeydi. Bu çalışmalarda ortaya çıkan iki önemli sorun bulunmaktaydı. İlki, cinsel istismar vakalarının en çok görüldüğü okulöncesi dönemdeki çocuklara bu çalışmalarda son derece az yer verilmesiydi. Bu çalışmalarla ilgili diğer bir olumsuzluk ise çocukların hatırlaması istenen olayların nötr olaylar olması ve istismar olayıyla karşılaştırıldığında kişisel önem taşımayan ve bu yönüyle çocuk için belirgin bir özelliği olmayan olaylar olmasıdır. Bu çalışmalarda çocuklara soruların sorulduğu deneysel ortamlar, istismara uğramış çocuklarla yapılan görüşme ortamlarından oldukça farklıdır. Çocuklarla yapılan adli görüşmelerle bu deneysel çalışmaların içerikleri arasındaki farklılık, elde edilen bulguların hukuki süreçte çocuğun verdiği bilgilerin güvenirliği hakkında karar mekanizmalarına geçerli bilgiler verilebilmesi için yeterli olmamıştır (Bruck, Ceci ve Hembrooke, 1998; Lyon, 2001). Bu nedenle, çocuk belleğinin güvenirliği araştırmalarında bu tür çalışmaların yerini, okulöncesi dönemdeki çocuklarla, stres verici olaylar hakkında, yalnızca yanlış yönlendirici sorularla kalmayıp çeşitli görüşme yöntemlerinin sınandığı çalışmalar almıştır. Stres verici olaylar olarak genel fizik muayene ya da genital bölgelerin muayenesi gibi olaylar seçilerek mümkün olduğunca cinsel istismar vakalarındakine yakın özellikler taşıyan olayların hatırlanması incelenmiştir (örn., Brown ve ark., 1999). Bu alandaki en son çalışmalarda ise çocukla yapılan görüşmelerde çocuğun gelişimsel özelliklerinin, çocuğun belleğinin bozulmasına ve çocuktan alınan bilginin güvenirliğine, niteliğine olumsuz etkide bulunan soru türlerinin ve görüşme atmosferinin saptanmasına yönelik bir çaba gözlenmektedir. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan görüşme protokolleri ile çocuklarla görüşme yapan uzmanlara eğitimler verilerek görüşmeci yanlılığı azaltılmaya çalışılmaktadır. Farklı ülkelerde geliştirilen görüşme protokolleri ve eğitim programlarının etkililiği üzerine yapılmış çalışmalar ve farklı ülkelerden elde edilen bulguları karşılaştıran çalışmalar bulunmaktadır (örn., Orbach ve ark., 2000; Orbach ve Lamb, 2001; Sternberg ve ark., 2001). Bu çalışmalarda görüşmecinin yanlı tutumuna yol açan koşulların betimlenmesinin yanında bu tür tutum ve davranışların görüşmede tek başına ya da ortak etkileri de deneysel olarak incelenmektedir. Araştırmalardan elde edilen bulgulara dayanarak özellikle okulöncesi dönem çocuklarının tanıklıklarında sosyal ve bilişsel gelişim özelliklerine bağlı olarak yanılgılar olsa da hataların tamamının çocuğa bağlı olmadığı, çocukla yapılan görüşmenin telkin edici öğeler taşıdığı durumlarda bunların dışsal etkenlerden de kaynaklanabileceğini söylemek mümkündür. Uygun koşullar altında görüşme yapıldığında, çocuklardan doğru bilgiler Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 69 alınabilir ve çocuk tanıklığına güvenilebilir (Bruck, Ceci ve Hembrooke, 1998; Lyon, 2001; Mordock, 2001; Saywitz ve Camparo, 1998). Çocuk Belleğinin Telkin Edilebilirliğini Etkileyen Faktörler Çocuk belleğinin telkin edilebilirliğine etki eden iki grup etken bulunmaktadır: Görüşmenin yapısından kaynaklanan dış etkenler ile çocuktan kaynaklanan iç etkenler. Görüşmecinin özellikleri, görüşmedeki tutum ve davranışları, görüşme ortamı ve görüşmenin yapısına bağlı olan dış etkenlerle ilgili olarak bugüne dek yapılan araştırmalarda ortak bulgulara rastlamak mümkündür. Bu veriler doğrultusunda çocuktan doğru ve eksiksiz bilgi alabilmeyi sağlayacak görüşme yöntemleri konusunda bilgi sahibiyiz. Ancak, çocuğun sosyal, bilişsel, duygusal ve biyolojik işlevsellik düzeyinden kaynaklanan bireysel farklılıklar konusundaki araştırmaların sayısı, görüşme ortamına bağlı dış etkenlere değinen araştırmalarla karşılaştırıldığında çok daha azdır. Telkinden etkilenmede bireysel farklılıklar demografik (sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet), bilişsel (zeka, dil becerileri, bellek – olay belleği ile standart bellek ölçümleri, zihin kuramı, yönetsel işlevler, dikkat, yaratıcılık) ve psikososyal (sosyal katılım, benlik kavramı/ öz-yeterlik, stres/duygusal uyarılma/ durumsal anksiyete, annenin bağlanma stili, ebeveyn-çocuk ilişkisi, anne-babalık tarzları, mizaç, ruh sağlığı) değişkenler açısından incelenmiştir. Bu çalışmalardan elde edilen bulgular, dış etkenleri inceleyen çalışmalardan elde edilen bulgular kadar tutarlılık göstermemektedir. Farklı sosyal ve bilişsel özelliklerin telkin edilebilirliğe aynı anda etki etmesi söz konusudur ve bu nedenle farklı değişkenleri bir arada ele alıp bunların yordayıcı etkisini araştıran çalışmalar daha açıklayıcı olmaktadır (Bruck, Ceci ve Melnyk, 1997; Bruck ve Melnyk, 2004). Bilişsel etkenlerle sosyal etkenlerin telkine gösterilen dirence olan etkisi konusunda tartışmalar sürmektedir. Sosyal etkenlerin belirleyici olduğunu savunanlar, çocuğun yanlış olduğunu bildiği halde, otoriteye boyun eğme ya da kendinden bekleneni düşünüp ona göre tepki verme amacıyla yanlış yanıtlar verebileceğini ileri sürmektedir. Bilişsel etkenlerin daha etkili olduğu görüşü ise çocuğun, kodlama, depolama, hatırlama gibi belleğe bağlı bilişsel yetersizliklerinin söz konusu olduğunu vurgular. Her iki etken birlikte etkili de olabilir. Örneğin; çocuk hatalı bilgiyi karşı çıkmamış olmak için kabul eder ve daha sonra bunu sanki doğru olanmış gibi hatırlayabilir. Başka bir deyişle, verilen telkinin başlangıçta sosyal bir etkene bağlı olarak çocuk tarafından kabul edildiğini, ancak bunun daha sonra bilişsel düzeyde bir bellek bozulmasına yol açtığını düşünmek mümkündür (Bruck ve Melnyk, 2004). Zaman ve Tekrar Eden Telkin Edici Görüşmelerin Çocukların Verdikleri İfadelere Etkisi Çocuklar bir olayın mağduru ya da tanığı olduklarında, yaşadıkları bu olayı defalarca pek çok farklı kişiye anlatmak zorunda kalırlar. Bu kişiler aile ve yakın çevrelerindeki bireyler, yasal süreç içindeki polis, savcı, yargıç, sosyal hizmet uzmanı ya da klinik müdahalenin gerekli olduğu durumlarda ruh sağlığı uzmanları olabilmektedir. Tekrarlayan görüşmelerde telkin bulunup bulunmaması ve bu görüşmeler arasında geçen sürenin uzunluğunun çocukların olaya dair verdikleri ifadeler üzerindeki etkisi de önemli bir araştırma konusunu oluşturmaktadır. Tekrarlayan soruların aynı görüşme içinde veya farklı zaman aralıklarıyla birbirinden ayrılmış görüşmelerde çocuklara yöneltilmesinin farklı etkileri bulunmuştur. Genel olarak tekrarın belleği güçlendirdiği ve farklı görüşmelerde Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 70 tekrarlanan soruların hem doğal ortamlarda hem de laboratuvar çalışmalarında çocukların olaya dair daha fazla ayrıntı vermesini sağladığı görülmektedir. Ancak bu olumlu etki, telkin edici öğelerin bulunmadığı görüşmeler için geçerlidir. Telkin edici soruların tekrarlanması yanlış ayrıntıların hatırlanmasını da artırmaktadır. Tekrarlayan bu görüşmelerin olaya ve olaya dair belleğin test edildiği görüşmeye olan zamansal uzaklığı, telkin içerip içermemesi ve sayısı çocukların ifadelerini farklı biçimlerde etkilemektedir. Sorular aynı görüşme içinde tekrarlandığında ise özellikle küçük yaş grubundaki çocukların, verdikleri yanıtları değiştirebildikleri görülmektedir. Yetişkini memnun etme eğiliminin, verdiği yanıtı onun beklentisi doğrultusunda değiştirmesi gerektiği düşüncesinin bunda etkili olduğu söylenmektedir (Ceci ve Bruck, 1998). Özetle, çocuğun tanık olduğu görüşmelerde görüşmeye, görüşmeciye ve çocuğa bağlı pek çok değişkenin çocuğun ifadeleri üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Bir yetişkinin çocukla görüşmesini gerektiren tüm durumlarda ortaya çıkan temel bir konunun çocuk tanıklığı görüşmelerinde de söz konusu olduğu söylenebilir. Çocuk-yetişkin görüşmesinde her zaman için bir güç dengesizliği bulunmaktadır. Görüşmecinin, tutum ve davranışlarıyla bunu en aza indirmesi mümkündür; ancak daha önemli bir konu, çocuğun bu durumu algılama biçimidir. Bu noktada çocuğun bilişsel özelliklerinin yanı sıra diğer bireysel özellikleri, yetiştirilme biçimi, aile ortamına bağlı diğer değişkenler gibi pek çok farklı etken devreye girmektedir. Çocuktan kaynaklanan bilişsel ve sosyal etkenlerin çocukların ifadelerine olan etkisini ayırt edebilmemizi sağlayacak daha pek çok araştırmaya gereksinim olduğu açıktır. Bu alandaki araştırmaların artmasıyla, mahkemelerin özellikle küçük yaştaki çocukların ifadelerinin ne derece güve- nilir olduğu konusunda uzman görüşüne başvurduğu olgularda bilimsel verilere dayalı bir değerlendirme yapabilmemiz mümkün olacaktır. Kaynaklar Brown, D. A., Salmon, K., Pipe, M. E., Rutter, M., Craw, S. ve Taylor, B. (1999). Children’s recall of medical experiences: The impact of stress. Child Abuse and Neglect, 23, 209-216. Bruck, M. ve Ceci, S. J. (2004). Forensic developmental psychology: Unveiling four ommon misconceptions. Current Directions in Psychological Science, 13, 229-232. Bruck, M., Ceci, S. J. ve Hembrooke, H. (1998). Reliability and credibility of young children’s reports. American Psychologist, 53, 136-151. Bruck, M., Ceci, S. J. ve Melnyk, L. (1997). External and internal sources of variation in the creation of false reports in children. Learning and Individual Differences, 9, 289-316. Bruck, M. ve Melnyk, L. (2004). Individual differences in children’s suggestibility: A review and synthesis. Applied Cognitive Psychology, 18, 947-996. Ceci, S. J., & Bruck, M. (1993). Suggestibility of the child witness: A historical review and synthesis. Psychological Bulletin, 113, 403-439. Ceci, S. J. ve Bruck, M. (1998). Children’s testimony: Applied and basic issues. W. Damon, (Ed.), I. E. Sigel ve K. A. Renninger, (Cilt Ed.), Handbook of child psychology (Cilt 4): Child psychology in practice (5. Baskı) içinde (713-774). New York: Wiley. Gudjonsson, G. (1986). The relationship between interrogative suggestibility and acquiescence: Empirical findings and theoretical implications. Personality and Individual Differences, 7, 195-199. Lyon, T. D. (2001). Let’s not exaggerate the suggestibility of children. Court Review, 13, 12-14. Mordock, J. B. (2001). Interviewing abused and traumatized children. Clinical Child Psychology and Psycihatry, 6, 271-291. Orbach, Y., Hershkowitz, I., Lamb, M. E., Sternberg, K. J., Esplin, P. W. ve Horowitz, D. (2000). Assessing the value of structured protocols for forensic interviews of alleged child abuse victims. Child Abuse and Neglect, 24, 733-752. Orbach, Y. ve Lamb, M. E. (2001). The relationship between within-interview contradictions and eliciting interviewer utterances. Child Abuse and Neglect, 25, 323-333. Saywitz, K. ve Camparo, L. (1998). Interviewing child witnesses: A developmental perspective. Child Abuse and Neglect, 22, 825-843. Sternberg, K. J., Lamb, M. E., Davies, G. M. ve Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 71 Westscott, H. L. (2001). The Memorandum of Good Practice: Theory versus application. Child Abuse and Neglect, 25, 669-681. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 72 Toplumsal Cinsiyet, İletişim ve Sosyal Etki: Gelişimsel Bir Bakış Açısı* - Özet Çeviri Özlem D. Gümüş Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü ozlemdir@yahoo.com Bu çalışmada, iletişim ve sosyal etki konuları çerçevesinde gelişimsel dönemlere göre cinsiyet farklılıkları incelenecektir. İletişimdeki cinsiyet farklılıklarının nasıl bir dil yarattığı ve iletişimin cinsiyet kalıp yargılarının oluşumuna nasıl etkide bulunduğunu değerlendiren literatür bulunmakla birlikte, burada ağırlıklı olarak sosyal etki anlamında cinsiyet farklılıklarına nelerin katkıda bulunduğu tartışılacaktır. İletişim ve etki için yapılan diğer kuramsal açıklamalara da yer verilecektir. Yetişkin ve çocuklarda uygulanan bu bölümde sunulacak olan “hayat boyu” yaklaşımının birçok avantajı vardır. İlk olarak bu yöntemle iletişim ve sosyal etkideki hayat boyu cinsiyet farklılaşma kalıplarının yaygınlığı ve tutarlılığını gösterebiliriz. İkinci olarak bu kuramsal açıklamalarda hem çocuğun davranışındaki hem de yetişkinlikteki cinsiyet farklılıklarını içermektedir. Sonuç olarak, bu kuramların etkinliğini bütünsel ve ilişkisel olarak değerlendirebilir ve literatürdeki boşlukları yakalayabiliriz. İletişim, Etkileşim ve Sosyal Etkideki Cinsiyet Farklılıkları İletişimdeki Cinsiyet Farklılıkları Erkekler ve kadınlar iletişim stilleri açısından nasıl farklılaşırlar? Cinsiyet farklılıkları hakkındaki çalışmalar çok karışık sonuçlar verse de rekabet, girişkenlik ve otorite erkeklerle; işbirliği, kabullenicilik ve sıcaklık da kadınlarla ilişkilendirilir. Okul öncesinde kız ve erkeğin dil gelişimleri farklılaşmaya başlamıştır. Erkekler rekabet etmek, arkadaşlarını kontrol etmek ve üstteki tek adam oyununu (one-upmanship games) oynamak için iletişime geçer; kızlar ise daha çok aynı cinsiyetten arkadaşlarıyla etkileşime girerler ve daha çok ilişki kurmak ve bunu devam ettirmek, diğerlerinin duygularını fark etmek ve arkadaşları arasındaki farklılıkları eritmek için konuşurlar. Okul öncesi çağda erkekler daha fazla konuşur ve daha fazla direktif verirler. Ayrıca, kızlar erkeklerden daha fazla yardım isterler ve eğer diğer insanlar kızlardan yardım istediklerlerse kızlar daha fazla yatıştırıcı konuşmalar yaparlar; karmaşaları çözerlerken erkeklerden daha fazla tedbirlidirler, ‘değil mi?’ gibi ek soruları ve ‘haydi’ gibi ünlemleri daha sık kullanırlar (Thompson, 1999). Bu tarz ifadeler karşısındakine karşı duyarlılığı ve aralarındaki statü farkını en aza indirgemeye yönelik olarak kullanılır. Karşılıklı konuşmalardaki cinsiyet farkı tartışma durumlarını da kapsıyor mu? Bu durumlarda, hem erkek hem de kızlar daha emredercesine ve daha baskın olmak istercesine konuşurlar ki, bu durumda cinsiyet farkı azalır. Ancak tartışmayı çözüme kavuştururken kızlar daha farklı iletişime geçerler. Afrikalı Amerikan işçi sınıfı üzerinde yapılan çalışmada kızların tartışma durumlarında daha çok bağlantıları korumaya yönelik iletişim kurdukları saptanmıştır. Kızlar direkt çatışmaya girmektense başka kızlarla koalisyon kurar; erkekler ise çatışmaya girer, ha- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 73 karet eder ve karşı tarafa saldırırlar. Afrikalı Amerikanlar arasındaki cinsiyet farkı Beyaz Amerikalılardan daha azdır. Bu farklar yetişkinlerde de görülür. Kadınların iletişimleri daha fazla eşitlik prensibine dayalıdır ve ilişkileri devam ettirmeye yöneliktir. Evliliklerde kadın etkileşim kurmak için daha fazla emek sarf eder ve eşinin ilgi ve isteklerine daha duyarlıdır. Örneğin, kadınlar herkese çekici gelen konularda konuşmayı tercih ederler. Üniversite öğrencileri ve evli çiftlerde yapılan çalışmalarda, kadınların başını sallama ve sözel pekiştireç kullanma yöntemleriyle diğerlerini daha fazla konuşmaya teşvik ettikleri, erkeklerin ise diğerlerinin iletişimsel katkılarını gözardı ettikleri bulunmuştur. Erkeklerin konuşmaları, hem diğerlerine karşı daha az duyarlı hem de daha fazla statü vurgulu konuşmalardır. Erkekler, yapılandırılmış iş odaklı toplantılar ve daha az yapılandırılmış sınıflar ve fakülte toplantıları gibi toplantılarda ve resmi olmayan karşılıklı konuşmaya dayalı toplantılarda, kadınlardan daha fazla konuşurlar. Sözünü kesme davranışındaki bulgular henüz netlik kazanmamıştır. Üniversite öğrencileri arasında, fakülte üyelerinde, terapi sırasındaki çiftlerin iletişimi sırasında ve erkek hasta ve kadın doktor arasında ve benzeri durumlarda erkekler kadınların sözünü daha fazla kesme eğilimindedir. Bu konuyla ilgili çalışmalar henüz tam olarak söz kesme yöntemleri arasındaki farklılıkları ortaya çıkaramadığı için tutarlı sonuçlar verememektedir. Örneğin, bazı çalışmalara göre konuşma sırasındaki karşı tarafı daha fazla cesaretlendirmek için söylenen sözel pekiştireçler bile söz kesme olarak kodlanmalıdır. Diş hekimleri ve hastalarıyla yapılan bir çalışmada kadın dişhekimlerin daha arkadaşça davrandıkları, erkeklerin ise daha resmi davrandıkları bulunmuştur (Gorter ve Freeman, 2005). Konuşma sırasında, yatıştırma ve kesin ifadeler kullanmama anlamında da cinsiyet farkı bulunmuştur. Kesin ifadelerin kullanılmadığı konuşmalara ‘biraz, belki ve bir parça’ gibi kaçınma ifadelerinin kullanıldığı, ‘Ben uzman değilim.’ ve ‘Yanlış düşünüyor olabilirim’ gibi uzmanlığı inkar edici ifadelerin kullanıldığı, ve ‘Kadınlar erkeklerden farklı konuşuyorlar, değil mi?’ gibi tereddüt bildiren ek soruların kullanıldığı konuşmaları örnek olarak verebiliriz. Bu tarz yatıştırıcı ifadeler kesinsizlik ifade etse de, aynı zamanda diğerlerini de konuşmaya dahil etmeyi ve dolaylı bir etkide bulunmayı içerir. Yüksek düzeyde yatıştırıcı ifadelerin kullanılması yetersizliği ve kendinden emin olamamayı ifade ederken, normal düzeydeki kullanımı hoş olarak algılanır. Bu ifadeleri daha çok kadınlar kullanır. Bazı çalışmalar kaçınma ifadeleri ve ek sorularda bir cinsiyet farkı bulamasalar da bazıları kaçınma ifadelerini erkeklerin daha fazla kullandığını bulmuşlardır. Fakat genel olarak kadınlar daha fazla ‘yatıştırıcı’ ları kullanmak eğilimine sahiptir. Sözsüz iletişim konusunda da kadınların “diğerleri”ne yönelimini ve erkeğin ise daha fazla güç ve otoriteye yönelimini görmek mümkündür. Sözsüz olarak kadınlar daha sıcak bir etki uyandırır. Görsel baskınlık anlamındaki cinsiyet farkına göre, güçlü olan konuşurken daha fazla göz kontağı kurar, dinlerken ise daha az göz kontağı kurar. Erkeklerin görsel baskınlığı daha yüksektir. Kişilerin toplumsal cinsiyetlerinin yanında biyolojik cinsiyetleri de çok farklılık oluşturur. Okul öncesi çağda hemcinsler daha fazla etkileşirler. Karışık cinsiyettekilerin oluşturduğu gruplarda bir takım değişiklikler bulunur. Örneğin, Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 74 kızların bulunduğu gruplarda erkekler daha işbirlikçi konuşmalar yaparlar. Kızların çoğunlukta olduğu gruplarda da kızlar daha fazla çatışmaya açık olur; azınlıkta oldukları ve sadece kızların olduğu grupta oldukları durumlarda, kızlar yine işbirlikçi iletişime geri dönerler. harmanlanacağı ortama göre değişir. Dahası, bu seçimler gayet pragmatik olup kişiler üzerinde daha fazla etki yapabilecek olan seçilebilir. Karışık cinsiyet etkileşimlerinde önemli olan gücün kimde olduğunun anlaşılması olduğu için her iki cinsiyet de davranışlarını bu bilgiye göre şekillendirir. Gülme davranışındaki cinsiyet farkı hemcins gruplarda daha fazladır. Buna göre hem kadın hem erkekler kadınlara karşı daha fazla gülerler. Kadınların ve erkeklerin ses özellikleriyle alakalı televizyon kullanılarak yapılan çalışmada daha sıcak ses tonlarının kadınlara ait olduğu bulunmuştur. Ayrıca hem kadın hem erkekler kadınlara kaşı daha sıcak bir ses tonuyla konuşurlar. İlişkidekilerin görece güç ilişkisi birçok araştırmada çalışılmıştır. Okul öncesi çağdaki Çinli kızların oynadıkları oyunlardaki ev işleriyle ilgili meselelerde çok emredici ve kavgacı oldukları bulunmuştur. Bu bağlamda kızlar erkeklere karşı hoşgörü göstermezken erkekler kızların fikirlerine daha fazla uyma davranışı gösterirler. Kyratzis ve Guo, Çin kültüründe evle ilgili işlerin çok değerli olduğunu ve bu alanda kadınların çok baskın ve güçlü rol oynadıklarını belirtmişlerdir. Yatıştırma ve baskın iletişimdeki cinsiyet farklılıklarıyla ilgili çalışmalarda birtakım etkiler bulunmuştur. Yatıştırıcı konuşma kadın-erkek arasında daha fazladır, yatıştıran taraf kadındır. İş ortamlarında ve 60-80 yaş arasında bulunanlarla yapılan çalışmalarda erkekler diğer erkeklere karşı daha yatıştırıcıyken, kadınlara karşı değillerdir. Görsel baskınlığı araştıran çalışmalarda kullanılan değişkenlerin etkileşimine göre, hem erkek hem kadınlar, erkeklere karşı görsel baskınlığı daha az kullanırken, kadınlara karşı bu baskınlık hem kadın hem de erkeler tarafından daha çok kullanılır. Ayrıca, hem erkek hem kadınlar, kadınlarla konuşurken daha fazla yatıştırıcı ve daha az kesin konuşur ve daha fazla sözsüz baskınlık kurmaya çalışırlar. Karşılıklı cinslerin iletişiminde her bir cinsiyetin farklı bir gündemi olabilir; örneğin erkekler baskınlık ve girişkenliği daha ön planda tutarken, kadınlar sıcaklık ve işbirliğini daha fazla önemserler. Gerçekte bu iletişimdeki iki ayrı boyuttur. Tabii ki, her iki cinsiyet her iki boyuta ilişkin stilleri kullanma potansiyeline sahiptir. Bu davranışların ne derecede Güç yetişkin iletişimini çok etkiler. Güçlü insanların her zaman daha fazla söz kestikleri tespit edilmiştir. Aileler çocukları, baskın olan eş diğerini ve yüksek pozisyondaki fakülte üyesi diğerinin sözünü hep keser. Bir örgüt ortamında yapılan çalışmada lider pozisyonuna getirilmiş bir kişinin cinsiyet farkına bakılmaksızın daha kesin ve net konuştuğu gözlemlenmiştir. Mahkemedeki konuşmaların incelenmesiyle de yüksek pozisyondaki ve iyi eğitim almış kadın ve erkeklerin daha kesin konuştukları, daha az kaçınmacı konuştukları ve daha az ek soru sordukları bulunmuştur. Cinsiyetten bağımsız işlerde erkekler daha fazla görsel baskınlık kurarlarken bu durum kişilerin kendi cinslerine uygun olan işlerde tersine döner. Mesela erkeğe uygun bir işte çalışan kadına özel bir eğitim verirseniz aradaki baskınlık farkı azalır. Kadın ve erkek liderlerin konuşma tarzıyla ilgili yapılan araştırmada daha fazla otorite sahibi olmak daha fazla “doğrudan dil”i kullanmayı gerekli kılar. Ancak konuşmalardaki cinsiyet farkı yine Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 75 ortadan kalkmaz. Örneğin, kadın liderlerin meşru bir otoritesi olduğunda, astı durumunda olanlara karşı erkeklere göre daha az doğrudan konuşurlar. Grup Etkileşimlerindeki Cinsiyet Farklılıkları Sözlü ve sözsüz iletişimle ilgili yapılan araştırmalar, genellikle kadın ve erkeklerin iletişim tarzları üzerine odaklanır. Bir kişi, örneğin, bir arkadaşını hem doğrudan hem de dolaylı olarak öğle yemeğine davet edebilir. Diğer yandan, grup etkileşimi sırasında yapılan çalışma, konuşmacının araçsal mı yoksa duyguları ifade edicimi olduğu konusunda o kişinin konuşmasının içeriği ve anlamını araştırır. Öğle yemeğinde buluşma daveti konuşmacının tarzından bağımsız olarak sadece bir iş davranışı (task behavior) olarak da kullanılmış olabilir. Etkileşimdeki cinsiyet farklılığını araştıran birçok çalışmada işin katkısının oranı, işe ilişkin sorular ve iletişimdeki her bir kişinin olumlu sosyal davranışları ve olumsuz sosyal davranışlarının etkisi Bales’in Etkileşim İşlemi Analizi kullanılarak değerlendirilir. İşin katkıları, bilgi, yönlendirme ve uygun cevapları sağlayarak grubun işleri başarması anlamına gelir. Sorular işe ilişkin bilgi istemleridir. Olumlu sosyal katkılar grup içindeki kişilerin iyi ilişkileri koruyabilme ve uzlaşma gibi davranışları, olumsuz sosyal davranışlar ise düşmanlık, gerginlik, ve diğer grup üyeleriyle aynı fikirde olmama gibi davranışları kapsar. Grup etkileşimiyle ilgili resmi çalışmalarda genellikle yetişkin örneklemler kullanılmıştır. Halen, çocuklar üzerindeki araştırmalar Bales’ in kodlama şemasını kullanmasalar da çocukların etkileşimlerindeki işe ilişkin davranış, olumlu ve olumsuz davranışları incelemiştir. Bu araştırmaya göre, erkekler daha fazla işe yönelik davranırlar, arkadaşları- na emir verir, onları yönetir ve daha fazla olumsuz davranışlar gösterirler. Kızlar daha fazla olumlu davranış gösterir; kargaşaları yatıştırır ve iletişimlerde karşı tarafa odaklı konuşmalarda bulunur. Diğerlerine emir ve yasakları bildirirken bile daha az baskıcı bir tavır takınır, isteklerini açıkça anlatır ve karşı tarafın bakış açısına odaklanır. Okul öncesi dönemde yapılan diğer bir çalışmaya göre erkekler kızlarla etkileşime geçmek istediklerinde izin almadan oyunlarına girerler. Kızlar ise izin alarak gruplarına girerler, ya da yardım etmek için yaklaşırlar veya bilgi vermek için erkeklerle iletişime geçerler. İş odaklı gruplardaki yetişkinlerle yapılan çalışmalarda da ya Bales’ in analizi ya da bunun bir çeşidi kullanılır. Bir meta-analize göre bu çalışmalar orta seviyede cinsiyet farklılıkları bulmuştur. Erkekler iş odaklı davranışlar gösterir ve doğrudan aynı fikirde olmadıklarını söylerlerken; kadınlar daha fazla olumlu sosyal davranışlar gösterirler. Tabii bu kadınların işle alakalı hiçbir katkıda bulunmadığı anlamına gelmez. Ancak kadın daha çok empatik özellikleriyle tanınır. Hem aynı cins hem de karşı cinsle etkileşimi inceleyen çalışmalarda cinsiyet farkı bulunmuşsa da bu farklılıkların aynı cinsle etkileşim sırasında daha fazla olduğu bulunmuştur. Buna göre hem erkek hem kadınlar diğer kadınlarla etkileşimleri sırasında daha sıcak ve daha diğeri-odaklı olurlar. Kadınlarla etkileşirken erkek ve kadınlar daha dayanışmacı, erkeklerle etkileşirken de daha yatıştırıcı olurlar. İçini dökme çalışmalarında ise karışık cinslerin araştırıldığı çalışmalardan edilen bulgulara göre hem kadınlar hem erkekler daha çok kadınlara içlerini dökmekteler. Bu durum kadın ve erkeğin genetik programlamalarındaki farklarla ilişkilendirilmektedir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 76 Gruptaki erkek ve kız sayıları da etkileşim üzerinde etkilidir. Kadınların grupta yalnız olduğu durumlarda işe en fazla katkının erkekler tarafından yapıldığı bulunmuş, kadınların çoğunlukta olduğu durumlarda ise bu fark bulunmamıştır. Görünüşte, karışık gruplarda kendi cinsinden olanla ittifak kurmanın mümkün olamadığı zaman ve yerlerde, bu durum kadın ve erkeği bu gruba katkıda bulunmaktan alıkoyar. Kişilerin uzmanlık ve deneyimleri iletişimde olduğu gibi etkileşimde de etkilidir. Kadınlara uygun olan bir işte kadınların tersine erkekler daha az iş davranışı ve daha fazla olumlu sosyal davranış gösterirler. Benzer olarak, cinsiyet farklılıkları, bir işe ilişkin kadına üstün yeteneği hakkında daha fazla geribildirim verilir ve işle ilgili daha fazla deneyim yaşamalarına izin verildiğinde daha da azalır. Kadın ve erkek liderlerde durum nasıldır? Kadın ve erkek liderler hemen hemen benzer davranırlar çünkü liderlik pozisyonu yüksek düzeyde iş bilgisi gibi temel özellikler gerektirir. Gerçekte kişinin görece güç ve statüsü onun grup etkileşimlerindeki katkısını belirler. Büyük sınıftan bir çocuğun lider olduğu bir grupta bu çocuğun daha fazla bilgilendirmeye yöneldiği gözlenmiştir. Kızların uzman olduğu gruplarda ise kızların bilgilendirmeyle daha fazla ilgilendikleri tespit edilmiştir. Grup içi yüksek statü hem işe yönelik davranışı arttırır hem de cinsiyet farkını azaltır. Ancak bazı liderlerde her şeye rağmen cinsiyet farkı varlığını devam ettirir. Örneğin Eagly ve Johnson, kadın liderlerin daha demokratik erkeklerin ise daha otokratik olduklarını bulmuştur. Sosyal Etkideki Cinsiyet Farklılıkları Araştırmalara göre kadınlar erkeklerden daha fazla etkilenirler. Erken çocukluk döneminde erkeklerde kızların etkisine karşı direniş başlar. 33 aylık erkek bebekler yasaklar koyarak diğerlerinin davranışlarını etkilerler, kızlar ise diğer kızları etkilerken erkekleri etkileyemezler. Erkekler büyüdükçe kızların etkisine karşı daha dirençli hale gelir ve daha fazla etkilemeye çalışırlar. Karışık cinsiyetli etkileşimler sırasında, kızlar daha fazla uyum davranışı gösterir ve erkeklere ne düşündüklerini sorarlar. Cinsiyetten bağımsız bağlamlarda erkekler daha fazla etkiye sahiptirler. Erkek ve kızlar aynı grupta etkileştiklerinde erkeğin verdiği bilgiler grupta kadınınkinden 6 kat daha fazla etkilidir. Kızların verdiği bilgiler ise çoğunlukla göz ardı edilir. Grup içindeki göreceli güç durumu burada da etkilidir. Karşı cinsin ilgi ve bilgilerini olumlu gören işlerde hem erkek hem de kadınlar etkilenirler. Çinli örneğinde olduğu gibi kadını ilgilendiren işlerde kadın daha etkindir. Liderlik kazanımında erkeğin daha fazla gücü yansıtılır. Erkeğin lider olması kadından daha kolaydır. Özellikle grup içi karmaşık ilişkilerin gerekmediği ortamlarda erkeklerin lider olma olasılığı daha yüksektir. Ancak aynı derecede kadınların olumlu sosyal davranışlarından ötürü grubun sosyal liderleri olma olasılıkları yüksektir (Hutton ve Gougeon, 1993). Ancak liderlik daha çok işe ilişkin alandaki yeteneklere bağlı olduğundan yine erkeklerin bu alanda üstünlükleri vardır. İlginç bir bulgu da bir metaanalitik çalışmadan gelmektedir. Buna göre erkeklerin liderliği sadece askeri ortamlarda daha etkiliyken, işyerleri ve okullardaki kadın liderliği bazen daha iyi sonuç vermektedir. Lider olarak ortaya çıkmadaki cinsiyet farkı kadın liderlere karşı olan önyargı ve onların liderliği ve etkisine karşı olan dirençten kaynaklanır. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 77 İletişim ve Etkileşimdeki Cinsiyet Farklılıklarının Sosyal Etkideki Cinsiyet Farklılıklarıyla İlişkisi Kadınlar daha dayanışmacı özelliklerini kullanarak iletişime geçtikleri için daha az mı etkili hale gelirler? Erkekler daha fazla baskın oldukları, statülerini ortaya koydukları ve güçlü bir dil kullandıkları için daha mı etki hale gelirler? Bazı araştırmalar kadının güçsüz iletişiminin onları dezavantajlı duruma düşürdüklerini iddia etseler de diğerleri konuşmalardaki cinsiyet farkının sosyal etkideki cinsiyet farklılıklarından meydana geldiklerini iddia ederler. Kadın ve erkek üniversite öğrencileri, kendi cinsiyetine uygun iletişim yöntemi seçtikleri taktirde daha etkili olacaklarını bulmuşlardır. Özellikle, erkeksi iletişim yöntemleri kadınlar için etkisizdir. Örneğin, kadınlar kesin değil de biraz daha tereddütlü ifadeler kullandıklarında daha etkiliyken erkekler her durumda etkilidirler. Erkekler tereddütlü konuşan kadınları kesin konuşan kadınlardan daha sevilebilir görürler. Bu gibi kadınlara erkekler daha az davranışsal kısıtlama getirirler. Sözsüz iletişim araştırmalarında, daha yüksek seviyede görsel baskınlığı olan erkeklerin düşük olanlardan daha etkili olduğu, kadınlarda ise bu durumun tam tersinin göründüğünden bahsedilir. Yani sözsüz olarak baskın kadın sözsüz baskın erkekten daha az sevilir. Kadınlar yetenekli erkek ve kadınlardan eşit derecede etkilenirlerken, erkekler yetenekli kadınları sevilir bulmazlar ve onları tehdit unsuru olarak algılarlar ve onların işlerini hep yokuşa sürerler. Bir kadın ancak sözsüz sıcaklığı da aynı anda aktarabilirse erkekleri etkileyebilirler. Bu sonuçlara göre kadınlar eğer geleneksel cinsiyet rol normlarını ihlal ederlerse etkili olamazlar, diğer yandan erkekler ise etkili olmak için daha geniş kapsamlı özgürlükler kullanabilirler. Etkileşimdeki cinsiyet farklılıkları ve sosyal etki arasındaki ilişki nasıldır? Bir meta analitik çalışma kapsamında lise, üniversite, yüksekokul ve iş hayatındaki erkek ve kadın liderler incelenmiş, kadınların otokratik olduğu durumlarda sevilmediği sonucuna varılmıştır. Ayrıca kadın için daha önemli olsa da olumlu sosyal davranışlar her iki cinsiyet için de avantaj sağlamaktadır. İşe ilişkin katkı karışık gruplarda erkeğin diğerlerini etkilemesini belirleyici bir faktör iken bu değişken kadının grup içindeki etkisini değiştirmez hatta erkekler böyle kadınları daha az olumlu değerlendirirler. Kadınlar ise hem erkek hem kadın iş liderlerini eşit düzeyde etkili olarak algılar. Aynı fikirde olmama davranışı kadın ve erkeklerin sosyal etkisi üzerinde etkilidir. Grupta erkekler diğerleriyle aynı fikirde olmayınca bu o kadar sorun oluşturmazken kadınların bu tutumu onların grup tarafından dışlanmasına neden olur. Ayrıca bu kadınlar aynı durumdaki erkeklerden çok düşmanca muameleye maruz kalırlar. Mütevazı mı yoksa kendini ön plana çıkaran tutum mu daha etkilidir sorusunun yanıtı ‘Kadınlar kendilerini ön plana çıkarırken mütevazı olmalılar’ şeklindedir. Kendini ön plana çıkaran kadın yetenekli ve kendine güveni yüksek olarak algılansa da, kadınlardaki yetenek ve güven tehdit olabilir. Ne yazık ki bu kadınlar için iki tip engel oluşturur. Genel olarak yetenekli ve uzman kişiler daha etkilidir ve bu yeteneğin aktarıldığı iletişim kadının etkisini arttırır. Ancak bazı kadınlar etkili olmak için aşırı yetenekli olabilirler (overqualified). Üniversite öğrencilerinin kendi Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 78 hayali işyerlerine işçi seçmeleriyle ilgili bir çalışmada, kızlar cinsiyetine bakmaksızın akademik durumu en iyi olanı işe almışlar, erkeklerse en iyi durumdaki erkeği işe almışlardır. Hangi durumlarda erkekler yetenekli kadınlardan etkilenirler? Erkekler eğer o kadınların yardımıyla bir amaca ulaşacaklarsa veya bir işteki performansları onların yardımıyla artacaksa, yetenekli kadınların etkisi altına girerler. İletişim ve Sosyal Etkideki Cinsiyet Farklılıkları İçin Kuramsal Açıklamalar Statüsel Özellikler Kuramı Batı kültüründe kadınlar statü olarak erkeklerden daha alt seviyededir. Statüsel özellikler kuramına göre cinsiyet, bireyin toplumdaki yaygın statü özellikleriyle ilişkilidir. Irk, yaş, cinsiyet, eğitim ve fiziksel çekicilik yaygın statü özellikleri olarak kabul edilir. Fiziksel çekicilik bir statüdür, çünkü insanlar fiziksel olarak çekici olmayı tercih ederler. Ancak cinsiyet gibi yaygın statü özellikleri gruplar içinde aktifleşir. Yüksek yaygın statüdekiler alçaktakilere göre daha yeteneklidir. Sonuç olarak da yüksek statüdekiler işe daha fazla katkıda bulunur, daha olumlu tepkiler alır ve alttakilere göre daha etkili olurlar. Statü teorisine göre erkekler grubun işlerinde daha fazla katkı fırsatı elde eder ve kadınlardan daha büyük etki sahibi olurlar. Genel olarak bakıldığında erkeklerin işe daha büyük katkı sağlamalarının grup içindeki statüsünü güçlendirmesi ve lider olma şanslarını artırması ve sonrasında da erkeklerden daha başarılı ve etkili olmalarının beklenmesi kendini doğrulama (self-fulfilling) gibi anlaşılabilir. Kadın her durumda ikincil olarak algılanır. Erkekler genel olarak daha yetenekli olarak algılanır ve kadınlar da aynı derecede yetenekli olarak algılanmak için daha fazla emek sarf etmek durumundadırlar. Bu kurama göre kişinin yaygın statüsü sadece geleceğiyle ilgili yetenek ve umutlarını algılayışını etkilemez, gruptaki uygun davranışla ilgili beklentilerini de etkiler. Alt tabakadakilerin üsttekiler gibi davranmaları ve gruptakileri etkilemeleri meşru değildir ve bu davranışları da zaten cezalandırılır. Sonuç olarak üst tabakadakilerin katkıları kabul edilir ve cesaretlendirilir, alttakilerinse katkıları fark edilmez veya reddedilir, sonuç olarak statüleri daha da aşağıya düşer. Bu anlamda kadınların etkilerini insanlar daha fazla reddederler. Bu durumda kadınlar, kendilerinin diğerlerini kontrol etmek istemedikleri sadece yardım etmek istedikleri konusunda diğerlerini ikna etmek zorundadırlar. Bunun bir yolu dolaylı etki yöntemleri kullanma ve daha fazla sıcaklık ve olumlu sosyal davranış gösterme olabilir. Sosyal Rol Kuramı Eagly’ nin sosyal rol teorisine göre kadın ve erkek farklı rollere sahip olduğundan ve bu roller farklı davranışlar gerektirdiğinden sosyal etki ve iletişimlerinde farklılıkların oluşmasına neden olur. Dahası, kadın ve erkekler bu rollere adapte olmak için değişik tarzlar geliştirir ve davranışlarını rollerin gerektirdiği davranışlara uydurmak için değişiklikler yaparlar. Genel olarak erkeğin işle kadının ise evle alakalı daha çok rolü vardır. Kadınlar çalışıyorsa da daha fazla yarı zamanlı işlerde çalışır yada düşük statüdeki işlerde çalışırlar. Kadın ve erkekler tarafından gösterilen cinsiyet kalıp yargısal davranışlar, onların değişik sosyal rollere adaptasyonlarının bir yansımasıdır. Genele bakılırsa erkeklerin rolleri amil (agentic), kadınlarınki ise komünsel Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 79 (communal) ve diğerine-yönelik (otherdirected) olarak adlandırılır. Sosyal rol teorisine göre kadın ve erkeklerden beklenen bazı kalıp yargısal özellikler vardır çünkü cinsiyet kalıp yargıları insanların kendilerini doğrulama davranışı içerisine girmelerine neden olur ve bu beklentiler davranışsal farklılıklara dönüşür. Buradan, sosyal rol kuramı ve statü özellikleri kuramı kadınların daha az etkili olmalarının gerektiğini, erkeklerinse daha geleneksel bir erkeksi iletişim tarzı kullanmalarının gerektiğini söyler. Etki ve liderliğin daha fazla erkeğe uygun olduğu düşünülürse, bunları gerektiren durumlarda cinsiyet rolüne uygun beklentileri ihlal ettiklerinden, kadınlar daha fazla dezavantajlı duruma düşerler. Statüsel Özellikler Kuramı ve Sosyal Rol Kuramına İlişkin Deliller Statü özellikleri kuramına göre cinsiyet sadece bir statü özelliğidir. Bir kişi hakkında genel bir değerlendirme yapmak için kişinin liderlik pozisyonuna sahip olup olmadığı, işe ilişkin herhangi bir bilgisinin olup olmadığı gibi başka bilgilere de ihtiyacımız vardır. Sosyal rol teorisine göre kişilerin sahip oldukları rollere göre onlardan belli şekilde davranmalarını bekleriz. Bu nedenle lider pozisyonunda olanlardan role ilişkin deneyimleri olduğu için diğerlerinden daha amil davranmalarını bekleriz. Genele bakıldığında liderler arasında normalde olduğundan daza az cinsiyet farkı vardır. Yatıştırıcı konuşma, görsel baskınlık ve grup etkileşimi konularında kadınların erkeklerden daha güçlü oldukları durumda cinsiyet farkı daha da azalır. Cinsiyetin yaygın bir statü özelliği olduğu yerler yani her iki cinsiyetin de bulunduğu ortamlarda statü kuramına göre davranışlardaki cinsiyet farkı daha iyi tahmin edilebilir. Ancak statü kuramının söylediğinin tersine sözel pekiştireç ve sözel olmayan sıcaklık ve karşıt cinsiyetten de bireylerin bulunduğu grup etkileşiminden daha çok aynı cinsiyetten oluşan gruplarda kullanılır. Örneğin, sözlü ve sözsüz sıcaklık kadının etkisine karşı geliştirilecek olan etkileri kırsa da aynı zamanda sadece kadınların kendi aralarındaki ilişkisellikle ilgili bir anlam içerebilir. Genel olarak hem erkek hem de kadınlar, kadınlardan daha hoş ve sıcak olmalarını beklerler. İlk durumda sıcak davranıldığı taktirde, her iki taraf da bundan sonra birbirlerinden sıcak olmalarını bekler (kartopu etkisi). Özet olarak söylemek gerekirse insanlar üç amaç için sıcak davranırlar: (1) Kadınlar erkeklerin direnişini kırmak için, (2) kadın ve erkekler arkadaşça ve dayanışmacı görünmek için ve (3) erkekler kadınlardan olumlu tepkiler alabilmek için (kadın üzerindeki etkisini arttırmak için). Kız ve erkeklerin kendi performanslarını nasıl değerlendirdiklerini araştıran bir çalışmada aslında kızların performansı daha yüksekken performanslarını erkeklerle eşit değerlendirmektedirler. Karışık gruplarda erkekler kendilerini daha olumlu değerlendirirler. Yetişkinlerde de aynı sonuç bulunmuştur. Karşı cinsle birlikte bulundukları durumlarda daha fazla kalıp yargısal benlik değerlendirmelerinde bulunurlar. Çocukların, henüz 2-3 yaşlarındayken, yaş ve fiziksel çekicilik gibi yaygın statü özelliklerine göre davrandıkları tespit edilmiştir. Örneğin okul öncesi çocuklar diğer çocuklara ve yetişkinlere karşı aynı şekilde konuşulmayacağını bilirler. Ayrıca çekici çocukların daha arkadaşça ve zeki olduklarını düşünürler. Kadınların kişilik özelliklerini erkeklerden daha olumlu değerlendirirlerken kalıp yargısal erkek mesleklerini daha değerli görürler. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 80 Toplumsal Cinsiyet Şeması Kuramı Bu kurama göre bireyler gelecekteki düşünce ve davranışlarına rehberlik edecek olan sosyal çevreleriyle alakalı bilgiyi bilişsel sistemler içinde organize ederler. Bu, bilgiyi daha etkin kullanmak için geliştirilmiş bir yöntemdir. Çocuklar önce aynı cins-karşı cins genel şemasını oluşturur sonra da kendi cinsiyetinin şemasını oluştururlar. Cinsiyet şemaları hangi bilgiye ilk önce dikkat edileceğini belirler. İnsanlar genelde kendi cinsiyetlerine uygun bilgilere ilk olarak dikkat eder. Hatta bu cinsiyet şemaları öyle güçlüdür ki, kişiler bilgileri kendi cinsiyet şemasına uydurmak için bu bilgilerde bozulmalar bile yapabilirler. 2 ve 4 yaşlarında cinsiyet şeması hem soyut hem somut yönleriyle hızlı bir şekilde kazanılır. Sosyal Öğrenme Kuramı Bu kuramın açıklamalarına göre, model alma ve pekiştireç kullanımı cinsiyete ilişkin bilgilerin öğrenilmesini sağlar. Çocuklar, ilk olarak, model aldıkları kişiler kendi cinsiyetine uygun davranışlar gösterdikçe onlara dikkatlerini yoğunlaştırırlar. İkinci olarak, erkek ve kadınların hangi sıklıkla cinsiyetlerine uygun davrandıklarına bakarlar. Üçüncü olarak cinsiyetine uygun davrandıklarında ödül beklerler ve son olarak cinsiyetine uygun bilgilere göre benlik düzenlemesi yapılır. Bütün bu süreçler iletişim, etkileşim ve sosyal etkideki farklılıkları açıklar. Ailelerin cinsiyete uygun iletişim ve etkileşim tarzları oluşturulmasında etkili oldukları bulunmuştur (Gallas ve Lewis, 1977). Okul öncesi erkeklerle babalar iki kat daha fazla emir kipini kullanarak konuşurlar ve daha fazla söz keserler. Anneler daha fazla destekleme dili kullanırlar. Kızların sözü daha çok kesilir. Anneler oğullarından 2 kat daha fazla kızlarıyla duygusal konuşmalara girerler. Etki miktarı eğer ortada davranışsal bir seçim şansı varsa artar. Eğer anne 2 yaşındaki oğluna zorlayıcı davranıyorsa bu bilgi onun 6 yaşındayken arkadaşlarına karşı sosyal etki yaratabilmek için zorlayıcı davranıp davranmayacağını tahmin etmekte kullanılabilir. Farklı pekiştirilme, cinsiyet tip davranışların gelişiminde tek etmen değildir fakat ortaya çıkışında çok etkili bir faktördür. Aile içi ilişkiler konusunda daha ayrıntılı çalışmalar yapılabilseydi bu etki daha net açıklanabilirdi fakat bu anlamda çok az boylamsal çalışma yapılmıştır. Genel Faaliyet Düzeyi ve Ortaya Çıkan Güçlüklerdeki Cinsiyet Faklılıkları Erkekler kızlara göre daha aktif, sinirli ve uyarıma açıktırlar. Aktif çocuklar ise daha fazla girişken etkileşim tarzına sahiptir ve bu gibi çocuklar ailelerinden daha fazla olumsuz geribildirim alırlar. Fiziksel ve sözel güç kavgaları bu çocuklarda daha sık rastlanır. Bu davranışsal farklılıklar aynı zamanda bu dönemdeki hızlı dil gelişimine de bağlanabilir. Bu iddiaların doğrulanabilmesi ancak boylamsal çalışmaların gerçekleştirilmesi sayesinde mümkün olacaktır. Sonuç İletişim, etkileşim ve sosyal etkinin gerçekte nasıl etkilerinin olduğu daha titiz bir çalışmayı gerektirir. Yetişkinlerde olduğu gibi çocukların da sosyal durumlara göre sürekli değişen, kompleks ve ayrıntılı davranışları ayırt edilmezse temelde bir takım sorunlar oluşabilir. Gittikçe cinsiyet bilgisinin daha az çarpıcı olduğu bölgeler için bu iddialara net bir cevabın verilmesi bu alandaki bilgi birikimine yeni bir form kazandıracaktır. Kadın erkek farklarının hatta eşitsizliklerinin çokça vurgulandığı bu çalış- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 81 manın ardından yine de bu durumun karikatürize edilip yüzleri güldürmesi mümkün olabilmektedir. Yardımcı Kaynaklar Gallas, H. B. ve Lewis, M. (1977). Gender differences in the relationship between mother-infant interaction and the infant’s cognitive development. Journal of Social Issues, 57 (4), 725-742. Gorter, R. C. ve Freeman, R. (2005). Dentist–assistant communication style: Perceived gender differences in The Netherlands and Northern Ireland. Community Dentistry & Oral Epidemiology, 33 (2),131140. Hutton, S. I., Gougeon, T. D., (1993). Gender differences in leadership communications. Journal of Psychology, 139, 331-347. Thompson, R. B. (1999). Gender differences in preschoolers’ help-eliciting communication. Journal of Genetic Psychology, 160,357-369. * Carli, L., L. ve Bukatko, D. (2000). Gender, communication, and social influence: A developmental perspective. T. Eckes ve H. M. Trautner, (Ed.), The developmental social psychology of gender içinde (295-332). Londra: Lawrence Erlbaum. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 82 TÜBİTAK Araştırma Geliştirme Projeleri Bölüm I: Destek Programlarının Genel Tanıtımı Şeniz Çelimli Türk Psikologlar Derneği, Genel Müdür senizcelimli@gmail.com Bu yazının amacı, TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu / www.tubitak.gov.tr) tarafından sağlanan, özellikle üniversite çalışanlarını ilgilendiren destekler konusunda psikoloji öğrenci ve akademisyenlerimizi bilgilendirmektir. TÜBİTAK bilim ve teknoloji alanlarında yenilikçi, yönlendirici, katılımcı ve paylaşımcı olma vizyonu çerçevesinde hareket eden bir kurum olarak akademik ve endüstriyel araştırma geliştirme çalışmalarına destek vermektedir. TÜBİTAK’ın öğrencilere ve bilim insanlarına sağladığı ilgili destekleri iki başlık altında toplamak mümkün olabilir: 1. Akademik Ar-Ge Destekleri 2. Burslar Bu yazıda, iki başlık altında toplanan destek programlarıyla ilgili genel bilgiler vermek istiyorum. Bu yazının devamı niteliğinde, bir sonraki sayıda, bahsedilen desteklerin başvuru kriterleri ve başvuru formlarının içerikleri ile ilgili bilgiler verilecektir. 1. Akademik AR-GE Destekleri TÜBİTAK, akademik araştırma projeleri yoluyla sanayi ve kamu kuruluşlarını desteklemekte, toplantı ve yayınları teşvik etmektedir; lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine öğrenim hayatları boyunca burslar vermektedir ve bilim, teknoloji ve yenilik alanlarında uluslararası işbirliği olanakları oluşturmaktadır. Bu alanlara giren desteklerle TÜBİTAK’ın Araştırma Destek Programları Başkanlığı birimi ilgilenmektedir (ARDEB). ARDEB, araş- tırma geliştirme faaliyetlerinin kurum içi ve kurum dışı işbirliğini sağlayan, araştırma grupları ile talepte bulunan üniversite, kamu kurum ve kuruluşları, gerçek ve tüzel kişiler arasında bağ kuran bir birim olarak görev yapmaktadır. ARDEB’in birçok araştırma grubu bulunmaktadır. Bu yazıda alanımızı ilgilendiren grup olan Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Grubunun (SOBAG) yürüttüğü destek programlarından bahsetmek ve her bir programın kısa tanıtımlarını yapmak istiyorum. Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Grubu (SOBAG): Bu grup sosyal ve beşeri bilimlerin tüm alanlarında bilimsel araştırma faaliyetlerini desteklemek, geliştirmek ve teşvik etmek amacıyla Ar-Ge faaliyetlerini yürü-ten akademisyenleri desteklemektedir. Bu grubun desteklediği programlar şu şekilde sıralanabilir: Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı (1001): Bu program yeni bilgi üretilmesi, bilimsel yorumların yapılması veya teknolojik sorunların çözümlenmesi için bilimsel esaslara uygun olarak yapılan çalışmaları desteklemeye yöneliktir. Hızlı Destek Programı (1002): Üniversitelerde, araştırma hastanelerinde ve araştırma enstitülerinde yürütülecek acil, kısa süreli ve küçük bütçeli araştırma ve geliştirme projelerine destek sağlamaya yöneliktir. TÜBİTAK Bilimsel Toplantı Destekleme Programı (1006): Bu program, ulusal ve Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 83 uluslararası düzeyde bilimsel paylaşım ve işbirliğini artırmaya yönelik olarak düzenlenmesi planlanan kongre, sempozyum, kollokyum, seminer, kurs, yaz okulu ve çalıştay gibi ulusal ve uluslararası bilimsel toplantıları desteklemeye yöneliktir. Kamu Kurumları Araştırma ve Geliştirme Destekleme Programı (1007): Kamu kurumlarının Ar-Ge ile giderilebilecek ihtiyaçlarının karşılanmasına ya da sorunlarının çözümüne ilişkin projeleri desteklemeye yöneliktir. Bu program kapsamında kamu kuruluşlarının; üniversiteler, özel kuruluşlar ya da kamu Ar-Ge birimleri ile birlikte hazırladıkları proje önerileri sunulmaktadır. Özet olarak kamu kuruluşları bir problemlerini ortaya koymakta ve üniversiteler, özel kuruşlar ya da kamu Ar-Ge birimleri de kamu kuruluşlarının ortaya koydukları probleme çözüm üretmektedirler. TÜBİTAK’a başvuru yapılmadan önce problemi ortaya koyan ve çözüm üretecek olan taraflar arasında bir protokol imzalanması gerekmektedir. Protokolde bulunması gereken maddeler başvuru formunun ekinde ayrıntılı olarak verilmiştir. Evrensel Araştırmacı (EVRENA) Programı (1010): Bu program araştırmacıların TÜBİTAK destekleriyle yürüttüğü projelerin uluslararası boyutlarını zenginleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir programdır. Programın başvuru koşulları, formları, değerlendirme kriterleri, süreci ve yürütme esasları Bilimsel ve Teknolojik Araştırmaları Destekleme Programı (1001) ile aynı olup, aralarındaki temel fark, proje ekibine yurt dışından istihdam edilen bilim insanlarının da dahil olabilmesidir. Bu bilim insanının projenin vazgeçilemez, önemli bir bölümünün gerçekleştirilmesi için yetkin olması ve ülkemizdeki araştırmacıların yetersiz oldukları bir alanda uzman olması gerekmektedir. Ayrıca bu durumun proje önerisinde gerekçelendirmesinin kuvvetli olması önemli bir unsurdur. Uluslararası Bilimsel Araştırma Projelerine Katılma Programı (1011): Araştırmacıların TÜBİTAK destekli projelerinde uluslararası boyutlarını zenginleştirmek amacıyla yeni geliştirilen bir programdır. Bu program, uluslararası ortaklı olarak birçok ülkeden araştırmacı ve kuruluşların katılımıyla yürütülmekte olan projelere (üst/şemsiye proje) Türkiye’den katılma talebinde olan araştırmacıların ihtiyaç duydukları desteği sağlayabilmek için oluşturulmuştur. Ulusal Genç Araştırmacı Kariyer Geliştirme Programı (Kariyer Programı 3501): Bu programın amacı kariyerlerine yeni başlayan doktorasını tamamlamış araştırmacıların akademik çalışmalarını proje desteği vererek teşvik etmektir. Akademik hayatlarının başında olan genç araştırmacıların çalışmaları desteklenerek, hem kariyerlerini araştırmacı ve eğitimci olarak en iyi şekilde sürdürmeleri hem de bilimsel düzeyin genel anlamda geliştirilmesi ve bilimin ülke kalkınmasındaki rolünün artırılması amaçlanmaktadır. 2. Burslar Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı (BİDEB): Bu birim tarafından lisans öğrencilerine, lisans üstü veya doktora eğitimine devam edenlere ve doktora sonrası araştırma yapmak isteyenlere burslar verilmektedir. Lisans Öğrencilerine Yönelik Burslar: - Yurtiçi Lisans Burs Programı (2205) - Üniversite Öğrencileri Yurt İçi/Yurt Dışı Araştırma Projeleri Destekleme Programı (2209) - Lisans ve Lisans Öncesi Öğretmen ve Öğrencilere Yönelik Bilimsel Etkinlikleri Destekleme Programı (2229) Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 84 Lisans Üstü Öğrencilere Yönelik Programlar: - Yurt İçi Yüksek Lisans Burs Programı (2210) - Yurt İçi Doktora Burs Programı (2211) - Lisans Mezunları ve Son Sınıf Lisans Öğrencileri İçin Yurt Dışı Yüksek Lisans Burs Programı (2230) - Yurt Dışı Doktora Burs Programı (2213) - Yurt Dışı Araştırma Burs Programı_Doktora öğrencileri için (2214) - Lisans Üstü Yaz Okulu Destekleme Programı (2217) - Son Sınıf Lisans Öğrencileri İçin Yurt İçi Lisans Üstü (Yüksek Lisans/Doktora) Burs Programı (2228) Doktora Sonrası Araştırmacıları Desteklemeye Yönelik Programlar: - Yurt İçi Doktora Sonrası Araştırma Burs Programı (2218) - Yurt Dışı Doktora Sonrası Araştırma Burs Programı (2219) - Konuk Bilim İnsanı Destekleme Programı (2221) Bilimsel Etkinliklere Katılımı Desteklemeye Yönelik Programlar: - Yurt İçi Bilimsel Etkinliklere Katılma Desteği Programı (2223) - Yurt Dışı Bilimsel Etkinliklere Katılma Desteği Programı (2224) - Lisans ve Lisans Öncesi, Öğretmen ve Öğrencilere Yönelik Bilimsel Etkinlikleri Destekleme Programı (2229) Uluslararası Bilimsel Anlaşmalar çevesinde Yürütülen Projeler: Çer- - TÜBİTAK – Almanya (DFG), Avrupa Bilimsel Değişim Burs Programı (2225) - TÜBİTAK – İngiltere (Royal Society), Bilimsel Değişim Burs Programı (2226) - TÜBİTAK – Macaristan (HAS), Bilimsel Değişim Burs Programı (2227) Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 85 Dernek’ten Haberler Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 87 Prof. Dr. Ferhunde Öktem - Söyleşi*Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Çocuk Ruh Sağlığı Polikliniği 08 Ekim 2007 Zuhal Yeniçeri: Hepimiz sizi tanıyoruz ve çalışmalarınızı takip ediyoruz. Ancak psikoloji alanına yeni adım atmış arkadaşlarımız için bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Ferhunde Öktem: Ben Ferhunde Öktem. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. En çok istediğim mesleği yapabiliyor olmak gibi ayrıcalıklı bir konumda hissediyorum kendimi. Çünkü üniversiteye girişlerin bu kadar zor olduğu, insanların birinci tercihlerine ulaşamadığı bir dönemde, ben neredeyse ortaokuldan beri olmak istediğim mesleğin içerisindeyim ve bu mesleğin klinik psikolog unvanını taşıyorum. Bu, ba- na hem onur veriyor hem de beni keyiflendiriyor. İnsanın bir işi severek yapmasının, o işte başarılı olmasının koşuludur diye düşünüyorum. O yüzden bugün geldiğim konumda, bu işi çok severek ve keyif alarak yapmamın yerinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. ZY: Şanslı azınlıktansınız yani? FÖ: Evet, doğru ama o şanslı azınlıktan olmak için de çok emek verdiğimi düşünüyorum. Çok sevdiğim bir arkadaşımın bir lafı vardır “kısmete hizmet gerek” diye. Gerçekten bir şeylere hizmet etmek zorundasınız. Çok atasözleriyle konuşur oldum ama sevgili annemin Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 88 de bir sözü var ve ben hep o ilke ile gittim: “Zevkle koşan yorulmaz” derdi. Gerçekten bugün kendimde hala çok büyük coşku, bir şeyler yapmak için çok büyük bir arzu hissetmemin en önemli nedenlerinden biri de, bu kadar yılı çok zevkle koşmuş olmamdır. Tabi bu sadece konu açısından değil, çalışma arkadaşlarımın bana verdiği büyük coşkudandır da. Geriye baktığım zaman mesleğimin en büyük kazançlarından birinin de, çok mükemmel hocalarımla birlikte olmak ve inanılmayacak kadar keyifli arkadaş grubuyla çalışmak olduğunu düşünüyorum. Bu çok büyük bir kazanç ve bunda mesleğimin de çok önemli bir payı var. Şimdi hazır buraya girmişken belki şunu da belirtmemiz gerekiyor: Psikoloji gibi meslekler iki yönde kullanılabiliyor. Birincisi, benim amaçlarıma hizmet edebilmek için. Bu amaçlar her zaman maalesef iyi amaçlar olmayabiliyor. İkincisi de zenginlik katabilmek için. Yine hep verdiğim bir örnektir, belki psikolog arkadaşlarım beni daha iyi anlayacaklardır, diğer mesleklerdekiler zor anlıyor bu örneği. Kızım küçüktü, 1.5 yaşlarındaydı, ilk kez vişneyle birlikte olacaktı sofrada. Dedim ki “Bak bu vişne”. Kızım sonra döndü ve çok büyük bir keyifle “Vişnedim anne, vişnedim anne” dedi. Şimdi ben bunu dil kullanımı açısından düşündüğümde, kızımı bu yaşta aşması gereken çok önemli bir aşamayı aşmış olarak gördüğüm için müthiş bir keyif aldım. Herkese anlattım ‘benim kızım ne dedi biliyor musunuz; “Vişnedim anne dedi” diye. Bunun keyfini almayan ya da bu yönden bakmayan insanlar tarafından “Allah Allah, bunun ne anlamı var?” diye karşılandı. Şimdi çok önemli bir simge oldu benim için de; çünkü insanı tanımak yolunda o büyük insan grubunun içinde çok önemli avantajlara sahibiz, çok önemli bilgiler içerisindeyiz. Zaman zaman bu bilgilerimizi sınamak, zaman zaman önceden varsaymak ve o olduğu zaman çok büyük coşku yaşamak gibi yaşantımızı çok zenginleştiren bilgilerin içerisindeyiz. O yüzden de ben hep diyorum ki birkaç kişilik yaşıyoruz; yani birkaç kişinin yaşadığı yaşamı yaşayabiliyoruz. Tabi bazen üzüntüleri daha derin, sevinçleri daha coşkulu yaşama olanağı da sunuyor. Zor mu oluyor? Hayır; çünkü bunların yanı sıra baş etme yollarını da bulabiliyoruz. Çok zengin açılımlara sahip bir meslek içerisindeyiz. Biraz hiperaktif olduğum için bu açılımlardan sonuna kadar yararlandığımı düşünüyorum. İlgi alanlarım da değişiyor biraz. Mesela tezim nöropsikolojik testlerle ilgiliydi. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında daha önce çok rastlanılmayan ya da öncü tezlerden biriydi. Eski jimnastikçi olduğum için spor psikolojisi alanında çalışmalarım oldu; çok büyük zevk verdi, çok büyük keyif verdi. Tabi klinikçi olduğum için ve çocuk alanında daha yoğunluklu olduğum için çocuk psikopatolojisi, çocuk ruh sağlığı ve hastalıkları bölümünde çalışıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı ile çok keyifli çalışmalarımız oldu. Yine Türkiye’de ilköğretim okullarındaki özel eğitim projesinin yürütücüsüyüm. Madde bağımlılığı konusu da yaşantımda çok önde gelen noktalardan biri, onunla ilgili halen yoğun çalışmalar yapıyoruz. Bu arada tabi pek çok bakanlıkla birlikte olma olanağı bulduk. Sağlık Bakanlığı en başta gelenlerden ama Emniyet Genel Müdürlüğü’yle özellikle madde bağımlılığı konusunda gerçekten bana çok şey öğreten ve keyif veren çalışmalarımız oldu. Milli Eğitim Bakanlığı yine temel; Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı; Gençlik Spor Genel Müdürlüğü; Adalet Bakanlığı -özellikle suçlu çocuklar ve koruma altındaki çocuklar nedeniyle-; Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığıyla -yuva çocukları adına- çok önemli çalışmalarımızın ve çok önemli katkılarımızın olduğunu düşünüyorum. Yaşamın kendisi olarak tanımlıyorum hep ben psikolojiyi. Gerçekten baktığımız zaman da bütün bu çalışmalarla yaşamın kendi oluyor. Halen de çok sanmıyorum enerjimin azaldığını; bu kadar dallana bu- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 89 daklana gidiyorum. Yine benim için çok önemli şeylerden biri çalışmaları halkla paylaşmaktır. O yüzden hem kendim çocuk programları yaptım, hem de başka yapılan programlarda çok görev aldım. Kitle iletişim araçlarını iyi kullandığımız zaman çok daha fazla kişiye ulaşım imkanı oluyor. Çok önemli bir araç ve TRT’deki arkadaşlarım da sağ olsunlar bu olanağı bana çok açıklıkla sundular; çok keyifli programlar yaptığımı düşünüyorum. Oradan da çok şey öğrendim. Mesela “Susam Sokağı” sizin kuşağınız için oldukça öğretici bir program oldu ve ayrıca ben de çok şey öğrendim Susam Sokağı programından. Bu tür alışverişlerle birilerinden bir şey öğrenip diğerleriyle paylaşma yolunda gidiyorum hala. Başak Karagöz: Hocam, hem sizin anlattıklarınızdan çıkarsayabileceğimiz hem de genel olarak çalışmalarınızı incelediğimizde görebileceğimiz bir husus da, sizin hem uygulamacı hem de araştırmacı olduğunuz. Psikolojinin bütün alanlarına yayılan çalışmalarınız dikkatimizi çekiyor. Her iki alanda da deneyimli biri olarak mesleki sürecinizi değerlendirdiğinizde sizi en çok mutlu eden ya da en çok üzen bir olayı aktarabilir misiniz? FÖ: Mutluluklar arasından birini ayırt etmek çok zor; çünkü mesleğim genel olarak hakikaten bana çok şey kazandırdı. Bunun için her öğrendiğimden ve her yaşadığımdan çok büyük bir mutluluk duyuyorum; bu, kızımın vişnesi gibi. Akşam yatmadan önce biten günümü şöyle bir gözden geçirdiğim zaman, o bağlantıları ve ilişkileri kurarak aslında ne kadar çok şey öğrendiğimi, bana ne kadar çok şeyin katıldığını görüyorum. Çünkü psikoloji öyle bir şey ki, iki kere iki dört değil. O dördün o kadar çok anlamları o kadar çok bağıntıları oluyor ki. O bağıntıları yaşayabilmek bana çok coşku veriyor. Ama bugüne kadar kırıldığım ve üzüldüğüm iki ana nokta var. Bun- lardan birincisi şudur: Hala bir psikologlar yasasının çıkmamış olması içimi çok acıtıyor. Mesleğe ilk atıldığım günden itibaren böyle bir yasanın çıkması konusunda ve buna bağlı olarak psikologların özlük hakları, meslek hakları konusunda çok çalıştım. Bütün arkadaşlarım gerçekten çok uğraştılar ama bir sonuca ulaştıramadık. Burada tabi yine psikolojinin çok alanlı olmasının da getirdiği bir zorluk var. Bakanlıkta çok yakın ilişki kurduğumuz arkadaşlarımız çok iyi niyetlerle diyorlar ki; gerçekten yasayı çıkartalım. Ama bakıyorlar, Sağlık Bakanlığı bünyesinde çıkarsa Sosyal Güvenlik Bakanlığı yönü ya da Milli Eğitim Bakanlığı yönü açıkta kalabiliyor. Bir türlü toparlanıp tümünü harmanlayamadık. Bir diğeri ise, mesleki rekabettir. Zaman zaman hekimlerle yaşanan bir mesleki rekabet söz konusu olabiliyor. Oysa son yıllarda yine bunun da önemli ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Güçlerimizi karşılıklı kullanmak yerine, omuz omuza verdiğimiz ve kol kola olduğumuz zaman alınacak çok daha büyük bir yolun olduğunu düşünüyorum. Bu yine biraz Gestalt yaklaşımı, Gestalt bakışı gibi: Bütün kendini oluşturan parçalardan daha büyük ve daha önemli bir şeydir. O yüzden de bütünü daha güçlü ve daha iyi oluşturabilmek adına kol kola girdiğimizde, çok daha uzun mesafeler katedeceğimizi diğer meslek grupları da yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Emekli olmadan önce yasamızın çıktığını ve özlük haklarımıza kavuştuğumuzu umarım görürüm. Çünkü bu benim için hakikaten içimi acıtan ve meslekte yapamadığım şeylerden bir tanesi. Bir diğeri, ikinci ana nokta; psikologların kendi içlerindeki dayanışmanın istediğim ölçüde olmadığını görmek. Bu da benim içimi acıtıyor: Hem gelişim hem de mesleki uygulamalar açısından mesleklerine yeteri kadar saygı göstermemeleri. Yine de bu tür arkadaşlarımızın çok sayıda olmaması çok mutluluk verici bir şey; ama istediğim kadar da değil. Gençlerden çok Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 90 umutluyum. Gençlerin özellikle derneğe sahip çıkmaları, kendi mesleklerine sahip çıkmaları, çok erkenden araştırmaya dönük çalışmalar yapıyor olmaları ve farklı alanlara açılıyor ve o alanlarda gelişimlerini sürdürüyor olmaları... Ama şöyle bir baktığımda, yine de yeterli gelmiyor. Dernek başkanı olduğum zamanlarda benim içimi çok acıtan bir örneğe arada rastlıyorum. Arakadaşlarımız gelmişti, bir kamu kreşinde çalışıyorlardı. Oraya gelen müfettişler nedeniyle onların ortaya koydukları şeyden ötürü psikologların kadroları azaltılıyor, başka mesleklerin kadroları artırılıyor diye bir yakınmayla geldiler. Daha sonra onlarla karamizahvari bir konuşma geçmişti aramızda: - Tabi diğer meslek grupları, kuruluşları, yuvadakiler çocuklarla ilgili kayıtlar gösterdiler; çocukların aileleriyle ilgili kayıtlar tutmuşlar; müfettişlere onları göstermişler. Tabi biz bir şey gösteremedik, onun için de müfettişler bizim kadrolarımızı azaltıyorlar. - Kaç çocuktan sorumlusunuz? - Her birimiz onar çocuktan sorumluyuz. - Peki bu çocuklarla ilgili niye hiçbir şey gösteremediniz? - Elimizde hiçbir zeka testi yok. Şimdi tabi zeka testinin olmaması demek, o çocuklarla ilgili bir şeylerin yapılamaması anlamına hiç gelmez. Çünkü zeka testi dediğimiz şey de zaten çocukların yaptığı ve bunların toparlandığı bilgilerin birikimidir. O çocukların çizimlerinden, oynadıkları oyunlardan, kullandıkları sözcüklerden, birbirleriyle olan ilişkilerinden, elimizde test olmasa dahi olağanüstü bilgiler elde edebilir ve bunları kayıt altında tutabiliriz. Bunu paylaşmıştım arkadaşlarımla. Dediler ki “Peki biz bunları nereye koyalım? Çünkü bizim orada büyük dolaplarımız yok”. 10 çocukla ilgili bilgileri insan bir dosyada her gün evine götürebilir. İşte bu bahanelerin ve bu mazeretlerin, mesleğimizin ilerlemesinin önündeki en önemli en- gel olduğunu düşünüyorum. Çünkü öğrendiklerimizle, kendi araştırmacı bakış açımızla yaratıcılığımızı birleştirdiğimiz zaman, her gün eve getirilip götürülebilecek inanılmaz derecede büyük bilgiler olabilir. Bunların hala sürüyor olması, bu bakış açısının hala yaşayabiliyor olması benim için çok acı. ZY: Az önce söylediklerinizden meslektaşlarımız arasındaki dayanışmanın beklentinizin biraz daha altında olduğunu anladım. Sanki bu sizi biraz da kırmış meslek yaşantınızda. Kırgınlığınız var mı buna? Bu dayanışmanın sizin beklentinizin altında olmasını neye bağlıyorsunuz? FÖ: Ben bunu kişisel bir durum olarak almıyorum. Çünkü dediğim gibi benim çok mükemmel hocalarım oldu, çok keyif veren çalışma arkadaşlarım oldu. Öğrencilerimle olan çalışmalarımda da zengin bir insan olarak görüyorum kendimi. O yüzden kırıcı ya da kırıldığım şeyler var mı diye düşünüyorum: Kişisel olarak yok. Bu bana çok keyif veriyor ve çok onur veriyor. Ama bunun yanı sıra diğer kurumlarda çalışan arkadaşlarım arasındaki ilişkileri gözlediğimde; onlar arasında, oralardaki kurumlar arasında çok dayanışma olamayabildiğini gördüm. Çünkü eğer büyük bir dayanışma olsaydı, oradaki kadrolar çok güçlenirdi ya da çok daha farklı açılımlar olabilirdi. Derneğimiz çok daha güçlü olabilirdi. Bunu hep söylüyorum, sevgili genç arkadaşlarım da bana takılıyorlar zaman zaman: Derneğin ‘1 numaralı’ üyesiyim. Bunu söylüyorum çünkü bunun arkasında pek çok nokta var; biraz sonra hemen bir parantez açar o noktalara değinirim. Ama dernekle olan iletişimlerin daha çözüm odaklı olmaması, daha yakınma odaklı başvuruların olması gibi durumlar, yeteri kadar dayanışma içerisinde olmadığımızı gösteriyor bana. Dediğim gibi yine çok keyifli uygulamalar, çok keyifli birliktelikler var; ama gönlüm bunun daha fazla olmasını Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 91 istiyor. Anadolu’dan gelen yakınmalarda, iki yan kuruluştaki psikolog arkadaşların birbirleriyle çok hoş olmayan ilişkilerinin olabildiğini öğreniyoruz. Bu sadece onların birbirleriyle aralarında olan kişisel bir olay olmuyor. Bu, bizim meslek adına yaşanmış, iki meslek elemanı adına yaşanmış ve bütün mesleğe genellenen olaylar ve örnekler olabiliyor. Onun için daha dayanışmalı, daha saygılı, daha paylaşımcı -benim yaptığım bir testin, bir ölçeğin bütün arkadaşlarımca kullanılması, paylaşılması; verilerimizin ortak noktada toplanması ve paylaşılmasıolunması gerektiğini düşünüyorum. Bilimsel kıskançlığı bir dereceye kadar anlayabiliyorum; ama bu kıskançlık çok sürerse ve yıkıcı olmaya başlarsa, bunun mesleğe zarar verdiğini ve bundan rahatsız olduğumu görüyorum. Bir numaralı üye konusuna geleyim. Niye bana bu kadar çok keyif veriyor? Hani dedim ya; psikoloji mesleği ardalanlarıyla bir şeyleri görmemize yardımcı oluyor. Aslında kurucu üye olarak adı geçmiyor ama sevgili Necla Öner Hocamızın, Doğan Cüceloğlu Hocamızın önderliğinde ve sevgili Güney Le Compte Hocamızın da desteğiyle biz bu Derneği kurmaya başladık. Yine Ayhan Le Compte çok destek oldu ve bizimle birlikte oldu. Bir öğrencilerini Derneğin 1 numaralı üyesi ve dernek başkanı olarak görebilmek; bu bana sevgili hocalarımdan gelen en önemli derslerden biridir. Ben en genç üyeydim ve bu onuru bana verdiler. Bu gerçekten insanların öğrencilerine olan güvenlerini, onların arkasındaki gücün olabileceklerini ve onlara ne kadar güvendiklerini gösteren bir şeydi ve o nedenle ben bu 1 numaralı üye olmanın hem onurunu hem bunun bana verdiği çok büyük sorumluluğu da üstlenerek götürdüm. Bu, benim yine öğretmenlerimden aldığım çok önemli bir noktaydı ve bütün çalışma hayatım boyuca kendi öğrencilerime de aktarmya çalıştım. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 92 ama gerçekten insanların biraz önce sözünü ettiğim dayanışmanın ve paylaşmanın olabildiğine dair çok büyük bir simgeydi. Bunu çok vurguluyorum çünkü arkasında bu kadar büyük ve bu kadar hoş bir güven, sorumluluk, paylaşma, el verme, arkasında olma ve yol gösterme var. Bir daha dernek kurun diye demiyorum ama daha başka çalışmalarla birlikte siz gençlerle bunları götüreceğiz ve umarım bütün yaşantınız boyunca ya da bizlerin olduğu sürece arkamızda bizi destekleyen ve bizimle gurur duyan, bizimle övünen, her zorluğumuzda elimizden tutacak hocalarımız var duygusunu da sizlere verebiliriz ve bunu aşılayabiliriz. ZY: Peki hocam, Türk Psikologlar Derneği’nin kurulduğu günden bu yana Derneğimizin içinde bulunduğu gelişimi, süreç içerisinde gösterdiği ilerlemeyi, yüklendiği misyonu da göz önünde bulundurarak siz nasıl değerlendirirsiniz? FÖ: Çok büyük gurur veriyor ama bir yandan da çok korkutuyor; çünkü o kadar çok büyüdü ki. Sevgili arkadaşlarımla çoğu kez evde toplanırdık. Doğan Cüceloğlu hocamın evinde toplandık mesela; onun böyle örgü patikleri vardı ve hepimiz o örgü patikleri giyerek o odada otururduk. Tüzüğün hazırlanmasından misyonlarımızın neler olacağına kadar o coşkuyla öyle çalışırdık ki... Mesela o zaman ben bekardım, Yurdal’ın oğlu vardı, o da bizimle bütün toplantılara katılırdı çünkü Yurdal’ın bırakacak yeri yoktu. Böyle çoluk çocuk herkes birlikteydi. Eşlerimiz çok yardımcı olurdu; çünkü bizim coşkumuz onlara da bulaşırdı ve çok keyifli bir iş yaptığımız düşüncesindeydik. Dernek böyle kuruldu, internet olanağımız yoktu, bilgisayarlar yoktu; elde yazılanlar mumlu kağıda yazılırdı. Siz hiç görmediniz herhalde. Mumlu kağıda yazılır; bir hata yaparsınız onu düzeltmek çok zor olur. Paramız yok, baskıya gidileceği zaman herkes cebinden para verir, onlar toplanır... Yani Dernek böyle başladı, böyle kuruldu. Ama çıkardığımız dergilerde de ilk sayılara baktığımda o içtenlik, o coşku, o umut onların böyle her sayfasında ve her satırında var. Kokladığınız zaman ve baktığınız zaman size geçiyor onlar. Hakikaten de çok önemli yerlere gelindi. Herkes çok emek verdi; yönetimlerde olan bütün arkadaşlar, sabahlara kadar evlerinde çalışanlar... Ama burada sevgili Nail Hoca’yı yine altını çizerek anmamız gerekiyor; çünkü Nail o kadar özveriyle Derneği bir yerlere getirdi ki; ondan sonra çok büyük oranda herkes dernek başkanı olmaktan ve yönetim kuruluna girmekten korkar oldu. Sabahlara kadar evlerde olan çalışmalarda böyle bir özverinin gösterilebiliyor olması çok ürküttü. Ama şimdi Dernek aslında çok önemli bir aşamayı daha atladı, giderek büyüdü, şubelerimiz oldu. Her biri birer umut idi o şubelerin. Artık daha profesyonelce daha kurumsal temelde olması gerektiğini hepimiz gördük. Hani hepimiz için ‘Psychological Association’ bir örnektir; bütün bir binanın her katında farklı boyutlarda çalışmaların yapıldığı bir birliktir ama öyle tahmin ediyorum ki bizim yüreğimiz onlardan daha coşkulu. O profesyonelliğin yanı sıra o kişisel paylaşımın daha fazla olması açısından bir avantajımız var. Koskoca bir binanın her katının ayrı bir ofis olarak, ayrı bir birim olarak değerlendirildiği ve böyle bir oluşumda da paylaşımın çok olduğu bir yer olarak düşünüyorum ileride Derneğimizi. Bu çok uzak bir amaç, bir umut ya da beklenti değil. Bir rüya değil bu; çünkü artık böyle bir kurumsallaşma yoluna gidildiği zaman çok hızlı gelişecek ve gerçekleşecek bir rüya olduğunu sanıyorum. BK: Bahsettiğiniz bu ileriye dönük süreçte Derneğimizin en çok ihtiyacı olacak şey nedir sizce? FÖ: Emek! Daha profesyonelce düşünmek, daha profesyonelce bir örgütlen- Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 93 meye gitmek. Diyelim ki testlerden sorumlu bir alt birimin olması, yasayla ilgili de bir birimin olması. Şimdi bu henüz küçük gruplar halinde. Şubeler arası çok güzel paylaşımlar oldu. Sevgili Ayşen’in de başlattığı çok hoş girişimlerle bu yürüdü. Şubelerimiz arasında da bir güç birliği var -zaman zaman rekabete yönelik bir iletişim oluyordu ama müthiş keyif veriyor bana. Şimdi şubelerimizle bütün bir ailenin üyeleri olarak görüşüyoruz, paylaşıyoruz ve bu eminim ki mesleğimize çok büyük bir adım atlattı, gelişimine çok büyük bir ivme kazandırdı. Bundan sonra da artık biraz daha adı belli ve daha yoğun çalışacak ünitelerin olması gerekiyor. Ben artık genel kurullarımızı stadyumda yapalım istiyorum ve hep birlikte bu alt ünitelerde daha profesyonelce çalışalım diyorum. ZY: Hocam, bu bağlamda Türkiye’de yeni yetişen psikologları, psikolog adaylarını nasıl görüyorsunuz? Şu anda daha iyi imkanlara sahip oldukları için daha mı iyiler? Bu imkanların avantajı olduğu kadar dezavantajı da olabilir mi? Belki de sizin o bahsettiğiniz coşkuyu daha mı az hissediyorlar? FÖ: buna çok inanmıyorum; çünkü ben derslere girdiğim zaman öğrencilerimde aynı coşkuyu yakalıyorum. Tabi ki bizden daha iyiler. Şunu ben kendime ilke edinmişimdir hep: Eğer öğrencim beni geçmezse, ben iyi hoca olmamışım demektir. Onun için öğrencilerim beni geçecekler! Çok mutluyum ki öğrencilerim beni geçiyor ve geçtiler. Ben gurur duyuyorum, çok onur duyuyorum. Uzaktan izliyorum, yakından izliyorum... Biliyor musunuz çocuklar, izlemek yetmiyor da sanki böyle dokunayım, daha kucaklayayım istiyorum. Ben iyi konuşurum zannederdim ama sözcükler o kadar yetersiz kalıyor ki bunu anlatabilmek için. Çok büyük coşku duyuyorum ve bu tabi ki bütün öğretmenlerin yaşadığı ve yaşaması gereken bir şeydir. Bunu gördüğüm zaman ömrümün boşa gitmediğini hissediyorum. İyi eğitilmiş elemanlar, öğrenciler, meslek elemanları geliyor ve bu kadar yıllık emeğim boşa gitmedi ve ben bu kadar çok sevdiğim mesleğimi çok sağlam ellere bırakıyorum. Umarım siz de bunu yaşayacaksınız; çünkü bunu yaşamak müthiş bir armağan insanın yaşamında. Çok büyük bir armağan çünkü bu yaşlara geldiğimde daha iyi görüyorum bunu; ait olma duygusunun insanın yaşamında ne kadar büyük bir destek ve zenginlik olduğunu. Bu ait olma duygusuyla ülke çapında da oynandığı takdirde bireyin ne kadar kolay çözülebileceğini, ne kadar kolay yönlendirilebileceğini, bu yalnızlık duygusunun insanı ne kadar olumsuz yönlere götürebileceğini görüyorum. Buna paralel olarak, bir meslek üyesi olmanın ve mesleki aidiyetin de insanı çok olumluya götürecek bir değer olduğunu görüyorum. Bu aidiyet duygusunun fazla yaşanmasını istiyorum. Dernek bu açıdan bana ait olma duygusunu veren çok keyifli bir yer. Ama meslek üyelerimizin yeteri kadar destek olmamasından ötürü biraz yakınmam ve azıcık kaygım var. Herke sin bu mesleki aidiyetini artırabilirsek! ‘Benim yerim iyi, bir maddi sıkıntım da yok, artık bu işi iyi götürebilirim’ düşüncesi olursa, bu çok sıkıtı yaratır ve bundan azıcık ürküyorum. Ama bu mesleki aidiyeti bolca yaşadığımız zaman çok keyifli götürülecek bu iş. BK: Bu mesleki aidiyetin dışında meslektaşlarınıza ve yeni psikolog adaylarına başka önerileriniz de var mı? FÖ: Atatürk’ün çok keyifli bir lafı vardır “Öğün, çalış, güven” diye. Kendileriyle çok övünmelerini istiyorum. Çünkü bizim öğrencilerimiz yurtdışındaki baş-ka bir kursa gittikleri zaman ya da başka bir ortamda bulunduklarında, gelişmiş ülkelerdeki meslektaşlarından hiçbir eksiklerinin olmadıklarını görüyorlar. Tabi ki eksiğimizin farkına varacağız, onu Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 94 tamamlamaya çalışacağız; ama inanın ki aldığınız eğitim, yaptığınız uygulamalar, geldiğiniz yer açısından övünmeyi çok hak ediyorsunuz. Onun için bunun tadını çıkarın. Biz neler kaçırıyoruz, biz yapabiliyor muyuz gibi soruları tabi ki hep kendimize soracağız; ama çalıştık ve bunun sonucunda da övüneceğiz. Biz iyi şeyler yapıyoruz, bunun tadını alın ve bu her zaman sizin yanınızda önemli bir destek olsun. ZY: Hocam artık sona doğru geliyoruz. Genel anlamda Türkiye’deki psikoloji eğitimini nasıl değerlendirdiğinizden biraz bahsedebilir misiniz bize? Bir bilim dalı olarak Türkiye’de psikolojiyi şu an ve ileride nerede görüyorsunuz? FÖ: Psikolojinin dışa açılımını biraz az buluyorum. Biraz daha yaşama girmesi gerektiğini düşünüyorum. Üniversitelerimizde, kurumlarımızda olağanüstü güzel çalışmalar yapılıyor; ama bunların uygulamaya yansımalarını daha az görüyorum. Mesela politik hayatımızda ya da siyasal yaşamda psikolojiyi umduğum yerde görmüyorum. Spor alanında umduğum yerde görmüyorum. Klinik uygulamalar açısından henüz çok az uygulama yapıldığını görüyorum. Onun için de, bilimi ve gerçek yaşamı daha çok iç içe koymamız ve yaşamın her alanına etkin olarak girebilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Şu an psikoloji biliminde temel yeniliklerimizden birinin bu olacağı inancındayım. Aldığımız kuramsal bilgileri yaşamın içerisine daha çok sokarsak ve herkesin anlayabileceği, herkesin ulaşabileceği ölçüde bunları paylaşabilirsek, daha da keyifli olacaktır. BK: Dünya konjektüründe psikoloji biliminin geleceğini nasıl görüyorsunuz? FÖ: Herkes aç kalır, biz aç kalmayız diye düşünüyorum. (Gülüyor). Teknoloji ilerledikçe bileşik kaplar gibi psikoloji de aynı Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 95 ölçüde yükselecek diye düşünüyorum. Çünkü teknolojinin insanı dışta bırakmaya çalışan özelliği ile insanı içine alan özelliğinin dengelenmesi gerekeceğini ve bu nedenle psikolojiye çok daha büyük bir merakın olacağını düşünüyorum. Şimdi de öyle olmuyor mu zaten? Onun için psikolojiye çok daha büyük bir ilginin, çok daha büyük bir merakın olacağını ve psikolojinin, çok daha yaşamın içine giren bir alan olacağını düşünüyorum. Gerçekten hiç yok olmayacak bir bilim dalı varsa, o da psikolojidir diye düşünüyorum. BK: İnsan var oldukça var olmaya devam edecek. FÖ: Evet, insan var oldukça var olmaya devam edecek. Belki yeni alanlar açılacaktır, robot duyguları falan gibi... Ama psikoloji insanlıkla var olacaktır. ZY: Yeni ihtiyaçlar oldukça, yeni açılımlar da olacaktır. diklerim bunlardı. ZY: Sizinle sohbet edebilmek çok keyif verici. Bize bu şansı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. FÖ: Ben de çok teşekkür ediyorum. ZY: Bizi kabul ettiğiniz için, Türk Psikoloji Bülteni yayın ekibi adına da size ayrıca teşekkür ediyoruz. FÖ: Çok teşekkür ediyorum, sağolun. Bakın, bu sizin yaptığınız yine çok çok güzel bir şey. Biraz önce aidiyet duygusu dedim ya; bu sizin aidiyet duygunuzu ve alana emek verenlere sahip çıktığınızı gösteriyor. İnanın; emek vermek, sahip çıkmak ve ait olmak duygularıyla ilerlediğiniz zaman göreceksiniz ki ileride sizlere de aidiyet duygunuz yaşatılacak, sahip çıkılacak ve sizlere de emek verilecek. Ben çok teşekkür ediyorum. Bu vesileyle bir şeyi daha gösterdiniz: Bu kadar yıllık emeğim boşa gitmedi! FÖ: Evet, tabi. ZY: Derneğimizin bir numaralı üyesi olarak da pek çok anınız vardır. Dernekle ilgili hatırladığınız hoş bir anınızı daha bizimle paylaşır mısınız? FÖ: O kadar yoğun yaşadığımız şeylerdi ki! Evlerde dergi bastığımız; ilk baskıları gözlerimiz kan çanağı içinde sabah matbaadan alıp dağıttığımız; yeni yerleri satın aldığımız; oralara perdeler dikip, bulaşıklarını yıkayıp, tamiratını yapıp gittiğimiz zamanlar... Hepsi çok güzeldi. Şimdi açıkçası tek bir örnek gelmedi aklıma. ZY: Hocam, bizim sorularımız bu kadar. Sizin bizimle paylaşmak istediğiniz başka şeyler var mı? FÖ: Daha farklı bir şey yok. Genel olarak içimden gelenler, sizinle paylaşmak iste- * Bu söyleşi, Zuhal Yeniçeri ve Başak Karagöz tarafından gerçekleştirilmiştir. Söyleşinin transkripsiyonunu da hazırlayan Başak Karagöz’e Türk Psikoloji Bülteni yayın ekibi adına teşekkür ederiz. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 96 2007 Yılında Farklı Kurumlar Tarafından Ödüle Layık Görülen Meslektaşlarımız 2007 yılında değerli hocalarımız Prof. Dr. Nail Şahin, Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Prof. Dr. Onur Güntürkün, Prof. Dr. Sirel Karakaş ve Dr. Erdinç Öztürk farklı kurumlar tarafından verilen ödüllere layık görülmüşlerdir. Bu vesilesyle TPD Genel Merkez Yönetim Kurulu olarak ödül alan hocalarımızı kutlar alanımıza yaptıkları katkılar nedeniyle kendilerine teşekkürü borç biliriz. Prof. Dr. Nail Şahin Türkiye Bilimler Akademisi Sosyal Bilimler Hizmet Ödülü 2007 TÜBA Bilim Ödülü, konusunda bilimde çok önemli gelişmelere yol açan ve katkıları zaman içinde belirginleşmiş çalışmalara verilir ve tüm bilim alanlarını kapsar. Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi 2007 William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Arastırmaları Mükemmellik Ödülü Ödül, insan gelişiminin öncesi, süreci ve sonuçlarıyla ilgili deneysel araştırmalara dayanan yayınları saygın dergilerde yer bulan uluslararası olarak kabul görmüş, alana özgün ve değerli katkılarda bulunarak daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunan Avrupalı psikolog veya psikolog gruplarına verilmektedir. Prof. Dr. Onur Güntürkün Bochum Ruth Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi TÜBİTAK Özel Ödülü TÜBİTAK, bu yıl ilk kez, çalışmalarıyla bilime uluslararası düzeyde katkıda bulunmuş ve yurtdışında yerleşik Türkiye Cumhuriyeti uyruklu üç bilim insanına “Özel Ödül” verilmesini kararlaştırdı. Ödül Aralık ayında Ankara’da verilecek. Prof. Dr. Sirel Karakaş Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Türkiye 2007 SCOPUS Ödülü Elsevier Yayınevi tarafından Türkiye’de ürettikleri makale, aldıkları atıflar ve h-indekslerine bağlı olarak, Elsevier’in abstract ve atıf veri tabanı, kaynakça ve veri bankası olan Scopus veritabanı üzerinden yapılan değerlendirmede en başarılı bulunan 10 Türk bilim insanına verilen bir ödüldür. Dr. Erdinç Öztürk İÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Klinik Psikoterapi Biriminde David Caul Ödülü ABD’deki, International Society for the Study of Trauma and Dissociation (Uluslarası Travma ve Dissosiyasyon Derneği) tarafından 2007 yılının en iyi araştırmasına verilen David Caul Ödülü “The “Apperantly Normal” Family: A Contemporary Agent of Transgeneration Trauma and Dissociation” başlıklı araştırmasıyla Dr. Erdinç Öztürk’e verilmiştir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 97 William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Arastırmaları Mükemmellik Ödülü Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’na Verildi* 13. Avrupa Gelişim Psikolojisi Konferansı 21 Ağustos 2007, Jena / Almanya jisi” (Spezielle Physiologie des Embryos) ve “Çocuk Zihni” (Die Seele des Kindes) günümüzde hala önemini korumaktadır. Her iki kitap da kendi bilimsel alanları olan gelişim fizyolojisi ve gelişim psikolojisi alanlarında temel olmuştur. Preyer, insan gelişimi alanında çağdaş disiplinlerarası perspektiften bakıldığında, insan gelişimi konusunda gözlem ve deneye dayalı özenli araştırmaların öncüsüdür. William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Araştırmaları Mükemmellik Ödülü, insan gelişiminin öncesi, süreci ve sonuçlarıyla ilgili deneysel araştırmalara dayanan yayınları akademik dergilerde yayımlanmış, insan gelişimi ve bağlamlarının daha iyi anlaşılmasına yaptığı önemli ve özgün katkılarından dolayı uluslararası alanda kabul görmüş Avrupalı psikolog ya da psikologlar grubuna verilecektir. William Thierry Preyer Ödülü 2007 Avrupa Gelişim Psikolojisi Kongresi Başkanı ve Jena, Almanya’da bulunan Friedrich Schiller Üniversitesi Rektörü tarafından Avrupa Gelişim Psikolojisi Topluluğu’na (ESDP) verilmiştir. ESDP ile yapılan bir anlaşmaya göre, üniversite sonraki üç kongre boyunca bir bağışla bu ödülü destekleyecektir. ESDP de bunun devamlılığını sağlayacaktır. İngiltere’de doğan William Thierry Preyer (18411897) Almanya’da Jena Üniversitesi Fizyoloji Bölümü Başkanıydı. Vizyonuyla Charles Darwin’e ilham veren Preyer’ın çalışmaları - “Embriyoların Özel Fizyolo- Kriterler: Bu ödül, insan gelişiminin öncesi, süreci ve sonuçlarıyla ilgili deneysel araştırmalara dayanan yayınları akademik dergilerde yayımlanmış, insan gelişimi ve bağlamlarının daha iyi anlaşılmasına yaptığı önemli ve özgün katkılarından dolayı uluslararası alanda kabul görmüş Avrupalı psikolog ya da psikologlar grubuna verilecektir. Prosedür: Bu ödül Avrupa Gelişim Psikolojisi Kongresinde verilecektir. ESDP; başkan, seçilmiş ama henüz görevi devralmamış başkan/ seçimle iş başına gelmiş başkan (president-elect) ve öne çıkan uluslararası diğer dört-beş gelişimciden oluşan Preyer Ödül Komitesinden sorumludur. Aday gösterme işlemi, normal olarak bir önceki kongreyi izleyen 6 ay içinde yapılacak bir davetle, aralarında daha önceden bu ödülü kazananların da bulunduğu diğer biliminsanları ve bilimsel organlara danışmakta serbest olan Komite üyeleri ve her ESDP üyesi tarafından yapılabilir. Yönetim Kurulu’na Komite tarafından bir öneri yapılacak ve bu öneri Yönetim Kurulu tarafından onaylanacaktır. Aday gösterme işleminde aday(lar)ın kriterlere uygunluğu konusunda bir açıklama Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 98 ve aday(lar)ın tam bir özgeçmişi de bulunmalı ve aday gösterenlerden en az ikisi tarafından imzalanmalıdır. ESDP Kongre üyeleri üyelikleri süresince Ödül için aday gösterilemezler. Bu durum son üyeliklerinin bitişinden 5 yıl sonrasına kadar devam eder. Ödülü kazanan kişi bir sonraki Avrupa Gelişim Psikolojisi Konferansı sırasında bir Preyer Ödülü Konuşması yapacaktır. Preyer Ödülü ESDP Başkanı tarafından Konferansın Açılış Töreninde verilir. Ödül diploma ya da madalya biçiminde olabilir. Bağışlanan fonlarda amaç ödül verilen kişinin yol ve barınma masraflarını karşılamaktır, buna ayrıca özel bir resepsiyon ya da akşam yemeği de dahildir. 2007 Preyer Ödülünü Kazanan: Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı Koç Üniversitesi, Türkiye Sayın Kağıtçıbaşı ödülünü Almanya, Jena’da 21 Ağustos 2007’de yapılan 13. Avrupa Gelişim Psikolojisi Konferansı açılış töreninde almıştır. * Bu metin, “European Society for Developmental Psychology”nin resmi internet sitesinden alınarak (http:// www.esdp.info/Awards.215.0.html) Sezer Soner tarafından tercüme edilmiştir. Yayın Ekibi adına Sezer Soner’e teşekkür ederiz. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 99 EFPA Etik Komisyonu Çalışmaları (European Federation of Psychologists Associations Standing Committee on Ethics) Yeşim Korkut EFPA SCE adına Türkiye Temsilcisi TPD İstanbul Şubesi Etik Kurul Başkanı EFPA’ya bağlı olan ve kısa adı SCE olan bu çalışma grubu, 1995 yılından beri işlev göstermektedir. Halen 14 ülkenin sürekli temsil edildiği bu çalışma grubunda, Türkiye, 2004 yılından beri yer almaktadır. Her sene düzenli olarak 2 kere, 2 farklı üye ülkede toplantı yapan grup, bu ülkelerin Psikologlar Dernekleri tarafından misafir edilmektedir. SCE’nin kuruluşundan itibaren en önemli üretimi, uzun bir çalışma dönemi sonunda EFPA Etik Yönetmeliği’nin hazırlanması olmuştur. Türkiye’nin temsil imkanı bulduğu yıllarda SCE’nin çalışmalarının şu noktalara odaklandığı izlenmiştir: 1. Etik olmayan davranışlar hakkındaki şikayetlerin “arabuluculuk” yöntemi ile ele alınması için bir ek yönetmeliğin hazırlanması. 2. “Ethics for European Psychologists” (Avrupalı psikologlar için Etik) adlı kitabın hazırlanması. 3. Aşağıdaki konularda, gerektiğinde EFPA Yönetim Kurulu’na görüş bildirilmesi. a. Üye derneklerin hazırladıkları ulusal yönetmeliklerin değerlendirilmesi. b. Etik konulu Sempozyumların düzenlenmesi (Lisbon 2005, Viyana 2006). c. Gerektiğinde Evrensel Etik Deklarasyonu, ya da EuroPsy (Avrupa Psikoloji diploması) gibi konularda görüş hazırlanması ve bildirilmesi. Şimdi bu çalışmaların detaylarına biraz daha yakından göz atalım. Bilindiği üzere, Etik Meta Yönetmelik gereği bir etik ihlal olduğunda Ulusal Üye Derneklerin gerekli düzeltici ve disiplinle ilgili önlemleri alabilmeleri için etik ve süreç yönetmelikleri olmalıdır. Bunlara ek olarak ulusal derneklerin arabuluculuk yönteminin işletimine dair de bir süreç yönetmelikleri olması önerilmektedir ve bunun için 20052007 arasında bir taslak hazırlanmıştır. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 100 SCE, psikologlar için etiğin en uygun biçimde desteklenmesi ve gelişimi için, tıpkı APA’da olduğu gibi, temel bir kitap hazırlanmasını önemli bulmaktadır. Ancak bu kitabın “Avrupa kültürünü” temsil etmesi çok önemsenmiştir. Kitap fikri grup içinde genel olarak ele alındıktan sonra SCE içinden 4 kişi bu kitabın yazımını üstlenmişlerdir ve Aralık 2007’de bu kitabın yayınlanması beklenmektedir. Üye ülkelerin Psikologlar Dernekleri ve Etik kurullarının, bazen Üniversitelerin desteği ile SCE Etik konulu Sempozyumların düzenlenmesi veya desteklenmesi için de çalışmaktadır. Örneğin; ilki gibi ikincisi de 2005’te Lisbon’da yapılan Sempozyum, ağırlıklı olarak Portekizli psikologların SCE’den konuşmacıları davet ettikleri (İngiltere, Almanya, Belçika ve Türkiye), kendi etik yönetmelik geliştirme ile ilgili zorluklarını tartıştıkları bir platform oluşturmuştur. Daha sonra Portekiz 2007’de Etik yönetmeliğini resmen kabul etmiştir. 2006’da Viyana’da yapılan 3. Sempozyum, farklı ülkelerde karşılaşılan etik ikilemler konusundaydı ve çok başarılı bir sempozyumdu. İlgili kişiler EFPA ile ilgili internet sayfalarını izleyerek bu Sempozyumlar hakkında detaylı bilgi alabilir, hatta katılabilirler. Zaman zaman SCE diğer dış çalışma grupları ile (Evrensel Etik Deklarasyonunu hazırlayan ekip gibi) ya da EFPA içi çalışma gruplarıyla (örneğin; EuroPsy) görüş alışverişleri yapmaktadır. Ayrıca EFPA’ya yeni üye olan ülkelerin hazırlamakta oldukları etik yönetmeliklere dair tavsiyeler verilebilmektedir. Ya da SCE üyeleri, bizzat bu ülkelerde seminerler vasıtasıyla farkındalık yaratmaya çalışmaktadırlar. Lisbon’daki Sempozyumlara verilen destek bunun ilk örneğidir. Ayrıca 2007 Mart ayında, SCE başkanı Geoff Lindsay, TPD İstanbul Şubesi Etik Kurulu Başkanı ve Kurul’un davetlisi olarak Türkiye’ye gelmiştir. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin yer ve maddi destek sağladığı bu ziyarete, tüm illerdeki etik kurul üyeleri davet edilmişlerdir ve Lindsay hem bir Konferans hem de tam günlük bir atelye çalışması ile katkıda bulunmuştur.1 SCE’nin son toplantısı, Eylül ayında İstanbul’da gerçekleşmiştir. İlk defa bu sene Türkiye evsahibi olma sorumluluğunu yerine getirmiş ve 13 EFPA SCE üyesini 28-30 Eylül 2007 tarihleri arasında İstanbul’da ağırlamıştır. TPD İstanbul Şubesi binasında gerçekleşen ve TPD Genel Merkezi tarafında finanse edilen bu toplantılarda farklı konular ele alınmıştır: Daha önce de sözü edilen ve öncelikli olarak Avrupa birliği ülkelerinde EFPA Etik yönetmeliginin tanıtılması; çesitli vaka örnekleri üzerinden ikilemlerin tartışılmasına ve değerlendirilmesine imkan tanımayı amaçlayan kitabın son halinin onaylanması; EuroPsy (Avrupa içinde kabul gören Psikoloji diploması) hakkında son gelişmeler; Psikologlar için Evrensel Etik Deklarasyonu (Universal Declaration of Ethical Principles for Psychologists) girişimindeki son gelişmeler; Fransa’da tartışılan “Code of Behaviour for researchers in Human Behaviour Sciences” konusunda grubun düsünceleri ve tüm üye ülkelerindeki durumun toparlanmasına dair karar; SCE’nin yeni Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 101 üye ülkeler ve onların etik yönetmelikleri için üstlenecegi rolün sınırlarının tartışılması ve bu bağlamda Bulgaristan ve Sırbistan’ın etik yönetmeliklerinin değerlendirilmesi; hangi ülkede “4th Symposium on Ethics”in yapılacağının tartışılması; her üye ülkenin kendi ülkesindeki etik meseleler hakkında son durumu özetlemesi; bir sonraki 2 toplantının yer ve zamanının kararlaştırılması bu iki günlük toplantıların ana konularını oluşturmuştur. İstanbul toplantımızın sosyal yönlerine dair de ilgilenenlere biraz fikir vermek isterim. Her ne kadar komisyon üyeleri toplantılara yönelik çok yoğun çalışsalar da, elbette toplantılar o ülkelerin Psikologlar derneklerinde yapıldığı için bir yerde söz konusu ülkenin kültürü, o ülkede psikolojinin ve psikologların yeri gibi konularda da “bilgi ve izlenimler” edinilmektedir. Bu bağlamda , Eylül ayında bir başka güzel olan İstanbul’un tarihi ve doğal güzellikleri ile üyeleri çok olumlu etkilediği daha sonra gelen geri bildirimlerle anlaşılmıştır. Ayrıca bu toplantıların gayriresmi bir özelliği, o ülkenin psikologlar derneği başkanları tarafından verilen gelenekselleşmiş bir resepsiyondur. Dernek başkanımız Gonca Soygut’ün, Ankara’dan gelmek nezaketini göstererek, çok iyi bir ev sahibeliği yaptığı resepsiyon üyelerin büyük takdirini toplamış ve Türkiye’nin Avrupa Psikoloji Kongresi’ne de çok iyi evsahipliği yapacağına dair genel bir kanaat oluşmuştur. SCE’nin gelecek dönemde ele almayı planladığı konular şunlardır: - Hazırlanan kitabın farklı dillere çevrilmesi - 4. Avrupa Etik Sempozyum’unun düzenlenmesi - Üye ülkelerin kendi etik yönetmeliklerini geliştirmelerine ve etik sistemlerini sağlamlaştırmalarına yardım edilmeye devam edilmesi - Medya ve Etik - Farklı ülkelerden gelenlerle çalışırken etik - Araştırma Etiği - Grubun Vizyonunun yenilenmesi Toparlamak gerekirse, Avrupa ülkelerinde etiğin ortak kavramlarla ele alınması, geliştirilmesi konusunda çok önemli bir işlev gösteren ve hayli üretken olan SCE, çalışmalarına hızla devam etmektedir. 1 EFPA ile bağlantılı olmamakla beraber, 2006 yılında, yine TPD İstanbul Şubesi’nin davetlisi olarak APA Etik Büro yöneticisi Dr. Steve Behnke gelmiş, Boğaziçi Üniversitesi’nin katkılarıyla meslektaşlara ve tüm etik kurulların üyelerine yönelik bir dizi seminer vermiştir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 102 Avrupa Psikologlar Federasyonu (EFPA) Başkanlar Toplantısı 5 - 6 Ekim 2007, Brüksel - Belçika Doğan Kökdemir TPD Genel Başkan Yardımcısı Avrupa Psikologlar Federasyonu (EFPA) tarafından düzenlenen ve üye ülkelerinin dernek başkanlarının ya da temsilcilerinin katıldığı toplantı 5 – 6 Ekim 2007 tarihleri arasında Brüksel’de yapıldı. Toplantıya Türkiye’yi temsilen Türk Psikologlar Derneği Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Doğan Kökdemir katıldı. Toplantının 4 temel gündem maddesi bulunmaktaydı. Bunlar: 1. Temmuz 2007’de Prag’da gerçekleştirilen IX. Avrupa Psikololoji Kongresi hakkında deneyimlerin aktarılması, 2. Avrupa Psikoloji Diploması hakkındaki gelişmeler ve pilot uygulamaların sonuçları, 3. Temmuz 2009’da Oslo’da (Norveç) düzenlenecek olan X. Avrupa Psikoloji Kongresi çalışmaları ve 4. 2011 yılında İstanbul’da düzenlenecek olan XI. Avrupa Psikoloji Kongresi hakkında değerlendirme. Toplantıda ve bireysel yapılan temaslarda Türk Psikologlar Derneği’nin çalışmalarının EFPA içerisinden çok önemsendiğini ve özellikler EFPA Komisyonlarında çalışan üyelerimizin üstün gayretlerinin XI. Avrupa Psikoloji Kongresi’nin İstanbul’a verilmesini fazlasıyla etkilediği iletildi. Ek olarak, Avrupa Psikoloji Kongresi seçimlerinden önce ve seçimler sırasında Türk Psikologlar Derneği’nin bir önceki dönem başkanı Prof. Dr. Ayşe Yalın’ın ve başkan yardımcısı Doç. Dr. Elif Kabakçı’nın yürüttükleri çalışmalar bu toplantıda da sık sık gündeme geldi. Türk Psikologlar Derneği olarak bir kere daha her iki hocamıza da teşekkürlerimizi sunuyoruz. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 103 Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi İzmir’de Başladı Türkiye Kızılay Derneği İzmir Şubesi’nde stajlarını tamamlayan Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. sınıf öğrencilerinden 17 kişinin oluşturduğu AKTARIM GRUBU, “Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi”ni hazırladı. Türkiye’de ilk defa hayata geçirilen Liseli Gençlere Psikososyal Destek Projesi ile İzmir ilinde yaklaşık 2500 lise öğrencisine “afetin psikososyal etkileri ile baş edebilme yöntemleri” öğretilecektir. Proje, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Avrupa Birliği Eğitim Gençlik Programı Merkezi Daire Başkanlığı (Türk Ulusal Ajansı), Gençlik Programı Eylem 1.2 / Gençlik Girişimleri’nden hibe almıştır. Proje 01 Eylül 2007 tarihinde başlamış olup 10 ay sonunda tamamlanacaktır. Proje, Türkiye Kızılay Derneği İzmir Şubesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı, Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve Türk Psikologlar Derneği’nin katkıları ile gerçekleştirilmektedir. İzmir için böylesi önemli bir projenin ilk adımı 7-11 Kasım 2007 tarihlerinde Kızılay İzmir Şubesi’nde gerçekleştirilen “Afet Ruh Sağlığı Eğitici Eğitimi” ile atılmıştır. Afet Ruh Sağlığı Eğitici Eğitimi, Kocaeli Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tamer AKER, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrt. Grv. (Türk Psikologlar Derneği Genel Sekreteri) Psk. Dr. Sedat IŞIKLI, Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrt. Grv. Psk. Dr. Banu YILMAZ, Emniyet Genel Müdürlüğü Sağlık İşleri Daire Başkanlığı Ruh Sağlığı Merkezi Sorumlusu Uzm. Dr. Hande KARAKILIÇ, Psk. Yeşim ÜNAL tarafından verilmiştir. Proje kapsamında; “Afet Ruh Sağlığı Eğitici Eğitimi”ni başarıyla tamamlayan Aktarım Grubu üyeleri böylelikle olası bir afet durumunda İzmir’de halka psikososyal destek konusunda anında müdahale edebilecek donanıma sahip olmuştur. Aktarım Grubu, 1. derecede deprem bölgesi olan İzmir’deki liseli gençlere 10 ay süresince “Afetin Psikososyal Etkileriyle Baş Etme” konulu eğitimler verecektir. 2500 liseli gençlere eğitimlere Toros semtindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir İtfaiyesi Yangın ve Doğal Afet Eğitim Merkezi’nde verilecektir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 104 15. Ulusal Psikoloji Kongresi Türk Psikologlar Derneği’nin her iki yılda bir ülkemizin çeşitli üniversitelerindeki psikoloji bölümlerinin işbirliği ile düzenlediği Ulusal Psikoloji Kongrelerinin 15.’si, Hacettepe Üniversitesi’nde 2006 yılında düzenlenen 14. Ulusal Psikoloji Kongresi’nin kapanış oturumunda kararlaştırıldığı gibi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü tarafından gerçekleştirilecektir. Kongre, 3-5 Eylül 2008 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi’nin Laleli’deki Edebiyat Fakültesi’nde yürütülecektir. Bunun yanı sıra, bu kongrede çalışma gruplarının faaliyetleri için kongre açılışından bir gün öncesi, yani 2 Eylül 2008 tarihi ayrılmıştır. Bu sayede grupların faaliyetleri ve de takipçilerine rahat bir çalışma imkânı sağlanması hedeflenmiştir. Ulusal Psikoloji Kongrelerinin temel düşüncesine uygun olarak bu kongrede de psikoloji biliminin her alanında çalışmalar yapan akademisyenlerin ve uygulamacı meslektaşların bilimsel çalışmaları ve deneyimleri paylaşılacaktır. Ancak geçmiştekilerden farklı olarak bu kongrenin herhangi bir temayla sınırlandırılmaması tercih edilmiştir. Çalışma gruplarının gerçekleştirileceği 2 Eylül 2008 tarihinden sonraki 3, 4 ve 5 Eylül 2008 tarihlerinde panel, sözlü bildiri ve poster sunumları yer alacaktır. Tüm bu etkinlikler için başvurular başlamış olup, çalışma grubu ve panel teklif özetlerinin en geç 31 Mart 2008 tarihine, sözlü bildiri ve poster sunumlarına yönelik teklif özetlerinin ise en geç 14 Nisan 2008 tarihine kadar yapılması gerekmektedir. Tüm bu başvurular kongrenin internet sayfasından yapılabilecektir. Bunun yanı sıra kongreyle ilgili tüm güncel bilgiler ve duyurulara yine kongrenin internet sayfasından ulaşılabilecektir (www. psikolojikongresi.org). Kongre kayıtları da internet sayfası üzerinden ger-çekleştirilebilecek olup, erken kayıt yaptıranlara ve Türk Psikologlar Derneği üyelerine katılım ücreti konusunda indirim imkanı sağlanacaktır. Başkanlığını İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç’ın yürüttüğü kongrenin, düzenleme ve bilim kurulu aşağıdaki şekilde yapılanmıştır. Tüm meslektaşlarımız 3-5 Eylül 2008 tarihlerinde İstanbul Üniversitesinde yapılacak olan 15.Ulusal Psikoloji Kongresine davetlidir; bekliyoruz… Kongre Düzenleme Kurulu Başkan Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç Başkan Yardımcıları Doç. Dr. Tevfika Tunaboylu İkiz (Sosyal Program) Yrd. Doç. Dr. Sema Karakelle (Bilimsel Program) Üyeler Doç. Dr. Pınar Ünsal Doç. Dr. Aydan Aydın Yrd. Doç. Dr. Gül Şendil Yrd. Doç. Dr. Sevim Cesur Kongre Sekreteryası Yrd. Doç. Dr. İlknur Özalp Türetgen (Genel Sekreter) Yrd. Doç. Dr. Özlem Sertel Berk Ar. Gör. Dr. Bengi Pirim Düşgör Ar. Gör. Dr. Göklem Tekdemir Yurtdaş Ar. Gör. Ayşe Elif Yavuz Ar. Gör. Deniz Atalay Ar. Gör. Çağatay Çoker Ar. Gör. Simge Şişman Ar. Gör. Gökçe Başbuğ Kongre Bilim Kurulu Başkan Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç (İ.Ü.) Başkan Yardımcıları Doç. Dr. Ayşe Ayçiçeği Dinn (İ.Ü.) Doç. Dr. Pınar Ünsal (İ.Ü.) Üyeler Prof. Dr. Melek Göregenli (E.Ü.) Prof. Dr. Sami Gülgöz (K.Ü.) Prof. Dr. Ayhan Koç (Y.Ü) Prof. Dr. Diane Sunar (B.Ü.) Prof. Dr. Nebi Sümer (ODTÜ) Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar (F.Ü.) Doç. Dr. Aydan Aydın( İ.Ü.) Doç. Dr. Hamit Coşkun (İ.B.Ü) Doç. Dr. Ali Tekcan ( B.Ü.) Doç. Dr. Tevfika Tunaboylu İkiz (İ.Ü.) Yrd. Doç. Dr. Sema Karakelle (İ.Ü.) Yrd. Doç. Dr. Yeşim Korkut (İ.Ü.) Yrd. Doç. Dr. Meltem Narter (İ.Ü.) Yrd. Doç. Dr. Gül Şendil (İ.Ü.) Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 105 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 106 2. Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ne Çağrı Nurhan Er Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü ner@humanity.ankara.edu.tr Ülkemiz psikoloji bölümleri arasındaki işbirliği ile düzenlenen ‘Ulusal Psikoloji’ ve yine lisans öğrencilerinin düzenlediği ‘Psikoloji Lisans Öğrencileri’ Kongreleri’nin yanı sıra ‘Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ de ilk kez 2007 Haziran’ında, İzmir Ekonomi Üniversitesi Psikoloji Bölümünde gerçekleştirilmişti. İlk olmasına rağmen oldukça zengin bir içerikte ve verimli geçen bu kongrenin ikincisini, Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ne süreklilik kazandırabilmek amacıyla, Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve lisansüstü öğrencileri olarak kendi evimize taşıma kararı almıştık. Bu kararın bir uzantısı olarak, 26-29 Haziran 2008 tarihleri arasında II. Psikoloji Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ni, Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü ev sahipliğinde, Ankara Üniversitesi Ilgaz ÖRSEM (Öğrenci Eğitim, Spor, Uygulama ve Rehabilitasyon Merkezi) tesisinde gerçekleştirilecek olmamızın heyecanı ve coşkusu içindeyiz. Kongremizin ilk amacı, Türkiye’deki çeşitli psikoloji bölümlerinde öğrenim gören ve psikolojinin geleceğini yönlendirecek olan yüksek lisans ve doktora öğrencilerini bir araya getirerek, bilimsel çalışmalarını ve deneyimlerini paylaşabilecekleri bir ortam yaratmaktır. Bu amaç doğrultusunda, bilgi üretmelerini teşvik etmek ve ürünlerini diğer alt disiplinlerindeki öğrencilerle paylaşabilmelerine olanak sağlayarak yetkinleşmelerine aracılık etmek en öncelikli hedefimizdir. Bu çerçevede kongremizi, davetli öğretim üyelerimizin konferans, çalışma grupları ve panelleriyle renklendirerek; genç psikologlara kongremizde, alanında uzman kişilerin bilgi ve deneyimlerinden faydalanma olanağı da sunmaya çalışacağız. Davetli konuşmacı, panelist ve çalışma grubu yürütücüle- rinin belirlenmesinde farklı uzmanlık alanlarındaki yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin en temel ihtiyaçlarını dikkate almaya çalıştık. Örneğin, bu düşünce ile yola çıktığımız çalışma gruplarını belirlerken, psikoloji araştırmalarında yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin sıklıkla ihtiyaç duydukları istatistik uygulamalarına ağırlık verdik. Bunun yanı sıra psikolojinin iki temel uygulama alanı olan klinik ve endüstri psikolojisine ilişkin çalışma grupları ile Türkiye’deki psikoloji bilimi çalışmaları için oldukça yeni bir alan olan evrim psikolojisi ve araştırma yöntemlerini içeren bir çalışma grubunu da programımıza dahil ettik. Programımıza ‘Öğretim Üyeleri ile Söyleşi’ oturumları koyarken de amacımız, farklı uzmanlık alanlarındaki hocalarımızla, benzer ilgi ve merakı paylaşan öğrencilerimizi küçük gruplar halinde buluşturmak olmuştur. Araştırmaları, söylemleri ve psikoloji bilim ve uygulamalarındaki önemli rolleri olan bazı öğretim üye-lerimizin vereceği konferansların, davetli panellerin, hepimiz için ama en çok yüksek lisans ve doktora öğrencilerimiz için çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Kongremizin bilimsel ve sosyal tüm etkinliklerini, hazırlığını tamamlamak üzere olduğumuz internet sitemizde, en yakın zamanda ilan edeceğiz (http:// psikongre2008.humanity.ankara.edu.tr). Kongreyle ilgili tüm sorularınız için bize psikongre2008@gmail.com adresimizden ulaşabilirsiniz. 2. Lisansüstü Öğrencileri Kongresi’ni, ülkemizde şimdiye kadar psikolojide gerçekleştirilen kongrelerden farklı olarak; daha çok iletişim ve etkileşim sağlayabilmek için tüm katılımcıların hep birlikte konaklayacağı bir mekanda Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 107 gerçekleştirmek istedik. Kongre merkezi olarak da, hem bilimsel hem de sosyal açıdan yoğun bir etkileşim olanağı sağlayabilecek nitelikte olan Ankara Üniversitesi Ilgaz-ÖRSEM tesisini seçtik. Böylelikle, birçok kongrede yaşanan zaman sınırlılığını kısmen aşabilmek ve akşam saatlerinde de devam edecek etkinliklerle, katılımcıların arasındaki ilişkileri güçlendirebilmeyi hedefledik. Ayrıca, Ilgaz’ın büyüleyici atmosferinin, kongremize ayrı bir dinamizm kazandıracağına inanmaktayız. Kongremiz katılımcılara, bilimsel programının yanı sıra müzik dinletileri, kısa film gösterimleri, hobi oturum (fotoğrafçılık), dönüş yolu ziyaretleriyle (Kırkpınar Yaylası, Kocameşe, Tuz Mağarası) de zengin bir sosyal program sunmaktadır. Aşağıda bir örneği olan kongre broşürümüz, birkaç hafta içinde posta yoluyla elinize ulaşmadığı takdirde, kongre elektronik adresimize bir ileti yollayabilir ve Kongre Düzenleme Kurulumuz tarafından belirttiğiniz adrese kongre broşürümüzün iletilmesini sağlayabilirsiniz. Sizleri, gelenekselleştirilmesini temenni ettiğimiz, genç psikologların bilimsel üretkenliklerini ve aralarındaki ortak çalışmaları pekiştirerek, ülkemiz psikoloji lisansüstü eğitim ve uygulamalarına destek sağlayacağı inancında olduğumuz kongremize davet ediyoruz. 26-29 Haziran tarihlerinde; ülkemiz psikoloji yüksek lisans ve doktora öğrencilerini, akademik çalışmalarını ‘paylaşmak’, ‘bir arada olmak’, iletişim ve etkileşimi ‘güçlendirmek’, ‘doğayla kucaklaşmak’ için Anadolu’nun ‘yüce bir dağı olan’ ILGAZ’a BEKLİYORUZ! Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 108 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 109 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 110 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 111 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 112 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 113 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 114 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 115 Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 116 Selim Hoca ’nın Farel eri DERSİMİZ: MATEMATİK KONUMUZ: BİR MATRİSİN TERSİ “KEDİ ETİ YEDİ” cümlesini 2X4’lük matrise yerleştirelim: K E E T D İ İ 7 Bu matrisin determinantı “FARE”dir. Şimdi matriste gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra matris elemanlarını matrisin determinantına bölersek, matrisin tersini elde etmiş oluruz. Böylece bu matrisin tersi şöyle olur: C M A E T A 7 T K & E R D A İ T C F A A T R & E K F E A D R İ E Ayrıca bu iki matrisi çarparsak, Ya da: Ya da: Matrislerini elde ederiz ki, bunlar, yaptığımız hesaplamaların doğtu olduğunu gösterir. Türk Psikoloji Bülteni, Temmuz 2007, Yıl: 13, Sayı: 40, s. 117 Bülten’den Haberler Bültenin gelecek sayısı için belirlediğimiz özel gündem başlığı ve gündeme uygun olduğunu düşündüğümüz ana konu başlıkları aşağıda sıralanmıştır. Psikolojide Araştırma, Yayın ve Uygulama Etiği * Araştırma etiği * Yayın etiği * Aşırmacılık * Uygulamada etik sorunlar * Etik ve yasal süreçler * Etik eğitimi * Vaka örnekleri * Diğer Özel gündem makaleleri, özel gündem kapsamı dışında kalan haberler, tartışmalar, makaleler ve duyurular ile sizleri Bülten’e katkıda bulunmaya davet ediyoruz. Yazılarınızı, www.turkpsikolojibulteni.com adresinden gönderebilirsiniz. Yayın Ekibi adına, Okan Cem Çırakoğlu TPD Genel Başkan Yardımcısı