Etkisiz eleman “eski” Türkiye
Transkript
Etkisiz eleman “eski” Türkiye
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi ARALIK 2015 YIL 10 SAYI 109 haber 15 TL www.haberajanda.com.tr PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Savaşa hazır olmadan barışı getiremezsiniz! PROF. DR. TURAN GÜVEN Kölenin geç kalan isyanı S. SERVET HOCAOĞULLARI Sınırı aşan cihat: Suriye MEHMET ŞEKER Hiçbir uçak havada kalmaz Ya iner, ya düşer, ya düşürülür! SABRİ ÖĞE Suriye’de denklem değişti: Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi? PROF. DR. SERHAT ATABEY Rusya’yı savunma bakanları MURAT İLKTER Armageddon NADİRE ÇAMLI YILDIRIM İçimizdeki ve dışımızdaki savaş ZEHRA ULUCAK Rusya, Suriye’de ne arıyor? ORHAN MÜCAHİT Suriye: Medeniyetler çatışmasının son cephesi M. SERHAT BIÇAK CÜNEYT AKAR Hangisi daha düşman: Rusya mı Cemaat mi? Vefa her şeye, 10 koca yıla vefa! AYTEKİN ATASOYU Toplumsal sağırlaşma ve sosyal körleşme AHMET YOZGAT Sümerlerden Osmanlı’ya yönetimsel mustralar-1 Devlet formatları SEYDAHMET KARAMAĞRALI Sivilleşmenin dört “Lale Devri” Neo-Patronalılar SÖYLEŞİLER ZEHHRA DÜLEK Halit Bekiroğlu Bütün kalpler Kâbe’ye döner, her yol Mekke’ye çıkar! MİR KAMİL KAŞGARLI Uygurların gözünden Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar AYTEN ÇALIŞ Etkisiz eleman “eski” Türkiye, artık “küresel güç” Yayınları Sedat Servet Hocaoğulları HABER AJANDA YAYINLARI SUNAR • 2023’te “Yeni Türkiye”nin kurulmasından kimler rahatsız? • 2023 Dünya Liderliği için “Kod kabul edildi!” şifreleri neler? • 2023 Kuşağı hangi hazırlıkları tamamladı? • Gençlik, Kültür ve Başkanlık Sistemi politikalarının “Kırmızı Kitabı” hazır mı? • Medeniyet atlası ve siyâsî haritada “Yeni Türkiye” sınırlarını ne kadar genişletecek? • Gençlik Enstitüsü, Kültür Divanı ve Başkanlık için Gençlik Hareketi, hangi kurucu aklı temsil ediyor? • 2023 hedefleri için hangi aktörler doğal, sivil ve resmî alanda neleri planladılar? • Yeni Türkiye-Yeni Vizyon Lideri’nin 2023 yılı için yetiştirdiği gençlere bıraktığı “emanet” nedir? Ç I K T I Tel: 0 312 3809092 0 533 165 39 82 HABER AJANDA YAYINLARI 2.BASKI aralık 2015 AJANDA 1HABER YAYINLARI haberajanda İçindekiler SAYI: 109 // ARALIK 2015 KAPAK AYTEN ÇALIŞ Küresel tahterevalli hareketlendi Etkisiz eleman “eski” Türkiye, artık “küresel güç” 34 Mevcut sürecin esaslı bir girizgâh olduğunu ve uluslararası dengelerde çok uzun yıllar “etkisiz eleman” pozisyonuna sıkıştırılmış olan Türkiye’nin bir “joker eleman”a dönüşerek yeni bir tarih yazacağını, “Musul’da ne işimiz var?” diyen ve Türkiye’yi yüz yılı bulmayan daracık bir Cumhuriyet tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz. 10 PROF. DR. TURAN GÜVEN Kölenin geç kalan isyanı Ülkede devrim niteliğinde yapılan işler ve atılan adımlar, doğal olarak bir paradigma değişikliğine yol açtı. Bu paradigma değişikliğinin dışarıya yansıyan en önemli özelliği, küresel güçlere “Sen sensen, ben de benim!” denebilmesiydi. Kölenin zalim sahibine karşı isyan etmesi için her şey vardı; hatta bunun için köle çok geç bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık bir gecikmeydi bu... 16 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Savaşa hazır olmadan barışı getiremezsiniz! Bu ülkeyi yönetenler şimdi, “En iyi savunma, hücumdur” gerçeğinin gereklerini yerine getiriyorlar. Çünkü kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar. Musul’a çıkışımız bunun içindir, kimilerinin sandığı gibi macera için değildir. 26 S. SERVET HOCAOĞULLARI Sınırı aşan cihat: Suriye Peki, bizzat “kâfir” olarak Batı görülüyorken, kendisi doğrudan bu riski neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış çok tehlikeli iken, Batı bunu neden doğrudan ve bizzat organize etsin ki? Bu iki sorunun çok mantıklı bir sebebi var: 10 30 MEHMET ŞEKER 16 26 30 2 40 aralık 2015 Hiçbir uçak havada kalmaz Ya iner, ya düşer, ya düşürülür! Ülkenin adı Osmanlı değil, Türkiye... Kıyafetler farklı. Bir de sakal bıyık durumu farklı. Kararlılık, vatanseverlik, cesaret, hak hukuk gözetme, sözünde durma, dosta ve düşmana karşı tavır takınma bakımından milim hesabıyla dahi fark gösteremez kimse. Zaten dostları sevindiren, düşmanları korkutan taraf da burası! 40 SABRİ ÖĞE Suriye’de denklem değişti: Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi? Rusya’nın Suriye’ye çok büyük hesaplar için geldiği, Türkiye’yi bu emelinde önemli bir engel olarak gördüğü aşikâr. Bunu, Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasından anlıyoruz. Rusya bilerek ve isteyerek Türkiye’ye sataşmış, kavga çıkarmıştır. Uçak olayından hem önceki, hem de sonraki tutumu bunu ifade ediyor. 5 6 7 8 10 12 16 18 22 26 30 34 40 42 44 46 AHMET YOZGAT Karikatür EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK Vefa her şeye, 10 koca yıla vefa! AHMET YOZGAT Karikatür AYIN OLAYI “Karizma karizma” dediğin nedir ki gülüm? Ben senin için soba kurumunu göze almışım! PROF. DR. TURAN GÜVEN Kölenin geç kalan isyanı SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Savaşa hazır olmadan barışı getiremezsiniz! ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda SERVET HOCAOĞULLARI Sınırı aşan cihat: Suriye MEHMET ŞEKER Hiçbir uçak havada kalmaz Ya iner, ya düşer, ya düşürülür! KAPAK / AYTEN ÇALIŞ Küresel tahterevalli hareketlendi Etkisiz eleman “eski” Türkiye, artık “küresel güç” SABRİ ÖĞE Suriye’de denklem değişti: Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi? MURAT İLKTER Armageddon PROF. DR. SERHAT ATABEY Rusya’yı savunma bakanları NADİRE ÇAMLI YILDIRIM İçimizdeki ve dışımızdaki savaş SÖYLEŞİ: ZEHRA DÜLEK PORTRE-SÖYLEŞİ/ MİR KAMİL KAŞGARLI Bütün kalpler Kâbe’ye döner, her yol Mekke’ye çıkar! Uygurların gözüyle Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar 78 48 50 52 54 HALİT BEKİROĞLU: “Medeniyetler kolay kurulmaz, kolay da yıkılmazlar. İslâm medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve kendisini somut olarak kurum ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade etmek istemeyeceklerdir. Buna müsaade etmemeleri normal, ama bizim tam da bu noktada oyuna gelmeyip bu uzun yürüyüşe sabırla devam etmemiz gerekiyor.” ORHAN MÜCAHİT Suriye: Medeniyetler çatışmasının son cephesi CÜNEYT AKAR Hangisi daha düşman; Rusya mı Cemaat mi? AYTEKİN ATASOYU Sosyal ve siyasal bir kara delik olarak toplumsal sağırlaşma ve sosyal körleşme CEMAL CEYLAN Seçmen, “Ben koyun değilim” dedi 58 LOKMAN AYVA Hükümet’in eylem planı ve biz 60 AHMET YOZGAT Sümerlerden Osmanlı’ya yönetimsel mustralar-1: Devlet formatları 70 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Sivilleşmenin dört “Lale Devri”: Neo-Patronalılar 78 ZEHRA DÜLEK Söyleşi / Halit Bekiroğlu: Bütün kalpler Kâbe’ye döner, her yol Mekke’ye çıkar! 86 MİR KAMİL KAŞGARLI Portre - Söyleşi Uygurların gözüyle Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar 92 ZEHRA ULUCAK Rusya, Suriye’de ne arıyor? 96 FURKAN ERGÜL Felaket sonrası yaraları sarmak: Liberal Demokratlar geri dönüyor! 102MUHAMMED MURAT GÖZÜBÜYÜK “Lâ”: Sonsuzluk hecesi 104MEHTAP KAYAOĞLU İnternet bağımlılığı aile düzenini bozuyor 108SUNGUR İNCİ Kitap Ajanda 112AHMET YOZGAT Karikatür 86 Dr. Abdır Razak Tuğluk: “Uygur Türklerinin faaliyetlerini hiçbir zaman kaçırmazdı. Ne kadar önemli işi olursa olsun, onun bir çaresini bulur ve işini bırakıp Uygur Türklerinin etkinliklerine katılırdı. Bunu kutsal bir görev olarak bilirdi. İmkânı olduğu halde Uygurların faaliyetlerine katılmayan Türk kardeşlerimizinse gerçek bir Türk ferdine yakışmayan tavırlarını bir ihanet ve hıyanet olarak telakki ederdi.” 42 46 70 44 60 92 MURAT İLKTER Armageddon NADİRE ÇAMLI YILDIRIM İçimizdeki ve dışımızdaki savaş Hem de bunu öyle bir yapardım ki, MİT tırlarındaki Bayırbucak Türkmenlerine giden silah ve mühimmatı devletin kendi içinde yuvalanmış organlarına deşifre ettirir, Türkmenleri DAEŞ’çi ilan edip Türkiye’yi teröristlere yardım eden ülke konumuna sokardım. Siz gerçeği ne kadar haykırırsanız haykırın, Batı ve üst aklın varlığından bîhaber kamuoyuna bu iddialar oldukça makul gelir. 42 PROF. DR. SERHAT ATABEY Rusya’yı savunma bakanları Rusya’ya gönüllü olarak “savunma bakanlığı” yapan bu kullanışlı kişiler, Türkiye’nin herhangi bir kritik zamanında en çok endişe edilmesi gerekenlerdir. Bütün ülkelerde, herhangi bir dış sorun karşısında vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde karşı cepheye geçmeye gönüllü kişiler çıkabiliyor. 44 Bazı kalemlerin ve zihinlerin sözde Türkiye sevdasına bakınca, onların mutlu olduğu bir Türkiye’nin nasıl olacağını düşünmeden edemiyor insan. İnsanî değerleri, sözde demokrasiyi, içsel özgürlüğü, yaşamsal hakları ve iradeli bir seçimin saygı göreceği günleri değil, kendilerinden başka herkesin aforoz edildiği zamanları yaşamak... Demokrasiden ve gelişmiş Batı (!)... 46 AHMET YOZGAT Sümerlerden Osmanlı’ya yönetimsel mustralar-1 Devlet formatları Proto-Fırat ya da Ubaidler olarak anılan, arkaik bir halkın üzerine bina ettikleri varlıklarıyla tarih sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz adla tanıtmıyorlar ve kendilerine “Kengerler” diyorlardı. 60 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Sivilleşmenin dört “Lale Devri” Neo-Patronalılar “At” dedik de, o da Doğu’ya, hatta Türklere ait bir hayvandı ve bir önceki medeniyetin “buhar makinesi” gibiydi. Bu yüzden Anglo-Saksonlar, Batı medeniyetinin motoru olan buhar makinesinin gücünü “at gücü olarak hesaplamaya” başlamışlardı. Bu ölçü, Batı’nın Doğu’ya, daha açık bir ifadeyle İngiliz’in Türk’e meydan okumasının adıydı. Majeste, Sultan ve tebaasına hakaret... 70 ZEHRA ULUCAK Rusya, Suriye’de ne arıyor? “Suriye, uluslararası anlaşmalarla imzaladığı doğalgaz boru hattı anlaşmasını feshetti; anlaşmaların tazminatlarını Suriye’nin yerine İran ödeyerek rejime her konuda desteğini bildirdi. Yani Esad doğalgaz boru hattının anlaşmasını İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme en çok Avrupa ve Türkiye’ye... 92 aralık 2015 3 Sayı: 109/ Aralık 2015 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ YAYINLAR GENEL SANAT YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı / 123RF Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Aralık 2015 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168/ 06420 Yenişehir/Ankara okur.haberajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL, kurum ve kuruluşlar için 360 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 aralık 2015 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 380 44 70’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haberajanda Fikir Platformu O askeri kim haber verdi? A LLAH’ın selamı evvela Güzeller Güzeli Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sav), Ehl-i Beytinin, Ashabının ve O’na yaraşır şekilde yaşayanların üzerine olsun. Tabiî Rabbimizin selamı, lutf-u keremi, ihsanı, rahmeti, bereketi ve muhabbeti, Haber Ajanda yazarlarının ve okurlarının ve de tüm Ümmet-i Muhammed’in (sav) üzerine olsun. >> Efendim, Rusya’nın hava sahamızı ihlâl eden uçaklarından yalnız birini, hem de haklı ve usûlüne uygun şekilde düşürdük diye bir krizdir tutturduk gidiyoruz. Uçağı düşürüldüğü ve bunun sebebinin uluslararası hukuka riayet etmezlik olduğu her hâliyle belli olmasına rağmen bu kriz, Rusya’nın başına patlayacağı yerde neredeyse sadece bizim başımıza patlamış gibi gösteriliyor. Hatta bunun tam olarak gerçekleşmesi için bürokrasisinden paraleline, ideoloji fanatiklerinden bazı muhalefet partilerine, emekli diplomatlarından medyasına kadar bir kesimin özellikle çaba sarf ettiğini gözlemliyoruz. Görsel ve yazılı medyanın yanında sosyal medya denen yaramaz torbasının (af buyurunuz) kustuğu Rusya yanlısı yayınlar, analizler, makaleler ve mesajlar, her geçen gün hadleri zorlayan bir merhaleye ulaşıyor. Tabiî bu şerle birlikte ortaya çıkan hayırlar da mevcut. Zira Ümmet-i Muhammed’in (sav) Türkiye üzerine daha şiddetli ittifak ettiği ve dua oranını daha da yükselttiği bütün beyanlarla ortada. En son İstanbul Boğazı’nda bulunan Rus savaş gemisinin güvertesindeki bir askerin fırlatma pozisyonunda tuttuğu roketatarlı fotoğraf kamuoyuyla paylaşıldı. Bu fotoğrafın haberlere konu olmasının ardından diplomatik bazı görüşmeler gerçekleşti, sert notlarla dolu görüş alışverişleri oldu. Açıkçası bizler bu fotoğrafı gördüğümüzde celallendik. Bir askerin böyle bir pozisyonda beklemesi olağanüstü sinirlendirdi bizi. Ancak istenen bu değil mi? Yani provoke olmamız, manipüle olmamız, öfkeyle kalkmamız ve tabiî zararla oturmamız… Tabiî biz, rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin doldurduğu damarı da bilir, kızıl günleri özlediğini açıkça dile getiren Putin’in kendi gibi düşünen askerlerine Serdengeçti’nin cevabıyla (Moskofname) cevap da veririz: “Dedelerimden kalma intikam var kanımda./ Geçmişini s... Bulgarın, Moskofun da!/ Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim/ Alçakların sesini dinlerken mikrofonda./ O kadar gururlanma, o kadar mağrur olma!/ Dün daha kölemizdin, mahvolmuştun Prut’ta…/ Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla:/ Yatmıştı Katerina, Baltacı’nın koynunda…” Evet, Putin ve askerlerinin o kadar gururlanıp o kadar mağrur olmalarına ne hakları var, ne de kabiliyetleri. Alçak tehditleri ancak kendi iç politikalarına söker, bize değil! Fazla karizma yoldaş usandırır(!)… Tabiî biz bu askercağızın fotoğrafını görünce sinirlendik ama aklıselimle düşününce yine bir alçaklıkla karşı karşıya olduğumuzu da anladık. Öyle ya, bir Rus savaş gemisi Boğaz’dan geçecek, bu sırada, hem de alelade bir anda alelade bir asker güverteye çıkıp rokeratarı omzuna alarak atış pozisyonu alacak, sonra bu pozisyonu sadece bir karaltı olarak değil, doğrudan roketatarı tutmuş bir asker olarak bir muhabir tespit edecek, Rus savaş gemisi kendisini fotoğraflayan bir muhabiri -ki objektifi epey büyük olmalı- görmezden gelecek ve çekilen bu fotoğraf, Rusya ile Türkiye’nin arasının en sıkıntılı olduğu bir zamanda servis edilecek… Bütün bunları düşününce, o askerin okuma yazma bilmez bir cahil olamayacağını da bilince, akla bilinçsiz ve danışılmadan, yani ülkemizde bu pozu yakalayacak bir medya kuruluşuna, yani daha da açık belirteyim ki “krizi daha da tırmandıracak bir işbirlikçiye” bu poz haber verilmeden böyle bir fotoğraf ortaya çıkmaz! Dövüşeceksek adam gibi dövüşelim, böyle pisliklere ihtiyaç yok! “Sırtımızdan hançerlendik” diyor Putin; peki, bizim “delikanlı” Cumhurbaşkanımız nasıl cevap veriyor? “Biz her zaman, her yerde göğüs göğse çarpıştık, arkadan hançerlemeyi bilmeyiz!” Sahte pozlarla, tehditlerle gelme bize Rusya! Bize her gün Katerina’yı hatırlattırma! (Hasan Şarkışlalı-İstanbul) Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür aralık 2015 5 haberajanda Editör Vefa her şeye, 10 koca yıla vefa! N İHAYET 109’uncu sayımız ile 2015’e veda ediyor ve 2016 yılına “Merhaba!” diyoruz. Peki, sadece 2016’ya mı giriyoruz? Hayır! Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com Vefa öyle bir kelime ki, çok geniş iklimleri kuşatan bir yüzölçümüne sahip. Sadece bir insanın başka bir insana dair taşıdığı minnet veya saygıyla ilintili olsa, “ahde vefa” şeklinde söylenen deyimin hiçbir kıymeti olmazdı meselâ. Bu yüzden Haber Ajanda’ya emek veren, bu dergi için yazan, bu dergiyi alıp okuyan, bu dergiye reklâmı veya ilânıyla destek olan her birey veya kurumun, “Haber Ajanda’nın kabullendiği değerlere büyük bir bağlılıkla vefa duymakta” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Haber Ajanda’ya emek veren, bu dergide yazı yazan, bu dergiyi alıp okuyan, bu dergiye maddî ve manevî destek veren herkes Hakk’a, Peygamber’e, Kitap’a, vatana ve bayrağa karşı ahde vefayla donanmış kimselerdir. 6 aralık 2015 >>Haber Ajanda, vefakâr okuyucuları ve vefakâr yazarlarıyla 10’uncu yaşını dolduruyor ve bu 10 koca yıl ile fedayı, muhabbeti, sevgiyi, birliği, sadakati, ilmi ve en önemlisi de vefayı kuşanmaya devam ediyor. Bu dergi nice yazar, nice okur ve nice zorlu günler gördü. Kimi yol ayrımlarından da geçti, kimi dar zamanlardan da... Birbirinden bağımsız ve birbirinden farklı damarlardan beslense de mutlaka memleket aşkıyla çarpan bir ortak kalbe sahip oldu. Medya dünyası ilginçtir, olağan insanların kurduğu olağanüstü bir sisteme sahiptir. Aslında bu cümleyi parantez içine yerleştirilecek bir ünlem işaretiyle bitirebilirdim. Zira olağan insanlar, içinde bulundukları dünyayı gittikçe kendilerinin meydana getirdiğini ve şöhretin takım işinden ve de kurumsal fikirden evla olduğunu düşünerek ahlaklı düzeni vahşileştirir ve olağanüstü özelliklerle anlatırlar. Sistem olağanüstüdür onlara göre, zira kendileri olağanüstü özelliklere sahiptirler(!). Bu zihniyetteki medya sisteminin uluları, ellerinin üstünde tutmaları gereken kurumu ve kurumu oluşturan bireyleri “Elimin altında nasılsa…” diye değerlendirir, herhangi bir isyan ihtimalinde ise “Şöhretimin gölgesinde yaşamak isteyen milyonlarca aç var!” garantisiyle yaşatırlar kimliklerini. Hâlbuki ellerinin altında tuttuklarını sandıkları kimseler, el üstünde tutulması gereken varlık sermayesidirler. Bu durumu tümüyle değerlendirdiğimizde, medya dünyası için “vefasız” nitelemesini yapabilir, kurulu sistemine ise “vefasızlar yurdu” diyebiliriz. Ancak buna rağmen bu yurttan bazı istisnalar çıkar. Ve “10 yıl” gibi önemli bir delil, Haber Ajanda’nın tescilli bir istisna olduğuna işaret eder. Haber Ajanda öyle bir istisnadır ki, kendisiyle hemdem olduğunu hissettiği herkesi, her şeyi sahiplenir. Kara gün dostu, dert ortağıdır. Dine ve vatana halel getirecek davranış ve söylemlerde bulunanlar dışında bu hâl hep böyledir. Bu yüzden de herkes haddini bilir. 10 yıla bir ekol ve dolayısıyla okul hüviyeti yükleyen Haber Ajanda, okuru ve yazarıyla dimdik kalmayı başarmış bir vefa abidesidir. Yazar, okur ve dergi, Haber Ajanda örneğinde birbirinden kimliklenir. Tabiî bu noktada en büyük pay, bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan Ağabeylerimiz ve Ablalarımızındır. Her satırı insan ve ille de memleket kokan yazıların kaynakları olmasa, kim bilir kendimizi hangi yana savrulmuş birer kuru yaprak gibi bulurduk. Tabiî Ağabey ve Ablalarımızın yanında, bu feda dergisinin her boyutunu saran başka vefa kahramanları da vardır. “Bu ay daha da iyisi olmalı” diyerek geceyi gündüze katarken “hafta” ile “sonu” kelimelerini yan yana getiremediğimiz süreçlerde hem lisanen, hem de fiilî dualarıyla desteklerini esirgemeyen ailelerimizdir onlar. Vefa öyle bir kelime ki, çok geniş iklimleri kuşatan bir yüzölçümüne sahip. Sadece bir insanın başka bir insana dair taşıdığı minnet veya saygıyla ilintili olsa, “ahde vefa” şeklinde söylenen deyimin hiçbir kıymeti olmazdı meselâ. Bu yüzden Haber Ajanda’ya emek veren, bu dergi için yazan, bu dergiyi alıp okuyan, bu dergiye reklâmı veya ilânıyla destek olan her birey veya kurumun, “Haber Ajanda’nın kabullendiği değerlere büyük bir bağlılıkla vefa duymakta” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Haber Ajanda’ya emek veren, bu dergide yazı yazan, bu dergiyi alıp okuyan, bu dergiye maddî ve manevî destek veren herkes Hakk’a, Peygamber’e, Kitap’a, vatana ve bayrağa karşı ahde vefayla donanmış kimselerdir. Vefa, Elest Meclisi’nde söylenen “Belâ!” sözünü, Abdurrahman olup Peygamber (sav) emrini, Veysel (ks) olup anne hatırını unutmamak ve kalp ile akledip kalbe nakşolunandan sapmamaktır. Bu yüzden vefa, yaşatmadıkça yaşanması mümkün olmayan iş… Ailelerimizdeki her ferde, Ağabeylerimize, Ablalarımıza, yazan, okuyan, destek olan herkese vefa üzere selam! Ve rahmet-i Rahman’a kavuşmuş yazarlarımız ile okurlarımıza, hatta karşılıklı muhabbetlendiğimiz güzel insanlara vefa üzere rahmet ve dua… Nice 10 yıllara Haber Ajanda! Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür aralık 2015 7 AYINOLAYI Ayın Olayı “Karizma karizma” dediğin nedir ki gülüm? Ben senin için soba kurumunu göze almışım! 2 4 KASIM 2015 günü, dünya siyasî tarihine yeni kilometre taşlarından biri daha döşenmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hava sahasını ihlal eden Rus Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, 10 dakika içerisinde her 30 saniyede bir uyarılmasına rağmen herhangi bir cevap vermediği gerekçesiyle Türk Hava Kuvvetleri’ne ait iki savaş uçağı tarafından düşürüldü. >> Düşürme işleminin gerçekleştirilmesinin kamuoyuna yansıdığı ilk saatlerde, hava sahamızı ihlal eden bir uçağın varlığından, fakat bu uçağın hangi ülkeye ait olduğuna dair herhangi bir bilgiye vâkıf olunamadığından, iki pilotlu uçağın pilotlarından birinin öldüğünden ve diğerinin de yaralı olarak kurtulduğundan bahsedildi. Türkiye’de haberler bu şekilde yayınlanırken, Rusya’daki yetkili kaynaklardansa Türk Hava Kuvvetleri’ne ait iki savaş uçağı tarafından bir uçaklarının düşürüldüğü teyit edildi. Rusya’nın bu türden gerçekleştirdiği ihlallerin sıklığı ve çokluğu, angajman kurallarında güncellemeye gittiğini sadece birkaç ay önce ilan eden Türkiye’yi oldukça rahatsız etti. Daha birkaç ay önce yine Rus savaş uçakları tarafından ihlal edilen hava sahamızda bu tür bir eylem gerçekleşmemiş, Rusya’ya yalnızca uyarıda bulunulmuştu. O günlerde ülkemizin müzmin muhalifleri, 8 aralık 2015 Rusya’nın yaptığı bu diplomasi tanımaz densizliklere karşı Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve de hâlihazırdaki Hükümet’i bu ihlallere cevap vermemekle suçluyor, devletin idare edilmediğinden dem vuruyorlardı. Aynı mahfiller, bu defa ise Türkiye’nin yanlış yaptığını savunuyorlar. Öyle ya, aslanın suçu ya ava çıkmak ya da miskin miskin oturmak… Daha sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den önemli açıklamalar (!) işittik. Yaptığı yanlışı “Tükürdüğümü yalamam!” karizması içinde yoğurup sıvamaya kalkışan Putin, hakkında “Daha delikanlısını görmedim” dediği Cumhurbaşkanımız Erdoğan için “Türkiye’yi İslamlaştırıyor” gibi garabet ve hadsiz bir ifade kullandı. Her sözünde savurduğu tehdidi daha ağırlaştırdığını zanneden Putin, dış politikada uğradığı akameti iç politika bakımından judocu ayı avcısı şöhretiyle evirmeye kalkıştı. Hele bir cümlesi vardı ki oldukça komikti: “Sırtımızdan hançerlendik!” Tabiî Putin’in bu yaklaşımı, ülkemizdeki müzmin muhalifler tarafından allanıp pullandı, “Bu Putin, Perez’e benzemez, ne de olsa KGB ajanı!” cümleleriyle ilginç bir domates-doğalgaz eğrisi çizildi piyasada. Türkiye’den doğalgaz sayesinde 20 milyar dolar kazanan Rusya’nın mı, yoksa Rusya’dan yaklaşık 3 milyar dolar kazanan Türkiye’nin mi daha büyük zarar göreceğini öngöremeyen bir zekâ patlamasıydı bu(!). Putin böyle konuşadursun, bizim büyüklerimiz de bu sırada armut toplamıyorlardı hani, Katar ve Azerbaycan ile yapılan anlaşmalar ve hâlihazırda yürütülen projeleri hızlandırma çalışmaları büyük bir tokat oldu. Arap medyasının deyimiyle “Tam bir Osmanlı tokadı!”… Suudi Arabistan’ın söz konusu domates polemiğine dâhil olarak Rusya’nın aldığı bütün stokları satın alacağını ve Afrika’daki mazlum- lara hibe edeceğini ilan etmesi, Dünya Müslüman Âlimler Birliği’nin bütün Müslümanları Türk mallarını kullanmaya teşvik etmesi gibi hamlelerin yanında, birçok Ortadoğulu Müslüman aydının “O uçağı biz düşürdük” diyerek konuyu sahiplenmesi bize dahi bambaşka soluklar kazandırdı. Toprakları vahşice ve alçakça işgal edilen Ukraynalıların Kiev’deki Türk Elçiliği’ne giderek minnet ve heyecan dolu duygularını iletmeleri ve bunun yanında medyada da Türk askerini öven içeriklerle dolu yayınlar yapılması coğrafyamızın mazlum ve mağdur insanındaki ümide ümit kattı. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Rusya’nın densiz tavrına karşılık her an diplomatik ahlakla karşılık verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüz yüze görüşme talepleri hadsiz bir tepkiyle olumlu karşılık bulmazken, ancak NATO’nun bu konuda Türkiye’nin yanında olduğunu duyurmasının ardından Rusya Dışişleri Haber Ajanda Türk Hava Kuvvetlerinin F-4 Fantom savaş uçağı 2014 yılında Gilze-Rijen Royal Dutch (Hollanda) Hava Kuvvetleri Günleri’nde 245 bin kişi tarafından ziyaret edilmişti. Bakanı Sergey Lavrov, Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu ile bir görüşme gerçekleştirdi. Bakan Çavuşoğlu söz konusu görüşmenin olumlu geçmediğini, fakat bu görüşmenin diplomasi kapılarının açık tutulması açısından önemli olduğunu vurguladı. sında bulunuyorum. Bir kez düşünsünler; Ukrayna Devleti, süren iç savaş dolayısıyla Türkiye’den destek isteseydi ve Türk savaş uçakları Türk sınırı olmayan bir bölgede, yani Doğu Ukrayna’da hava operasyonu yapsaydı, acaba Rusya’nın tavrı ne olurdu? Başbakanımız Ahmet Davutoğlu ise, Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesi ile ilgili basit, net ve toparlayıcı bir açıklama yaparak şunları söyledi: Türkiye-Suriye sınırı, Türkiye-Rusya sınırı değildir. Rusya-Suriye sınırı da değildir. Suriye, Rusya toprağı da değildir. Ama barbar Suriye rejiminin davetine uyarak gelip ‘DEAŞ’a karşı mücadele edeceğiz’ dedikten sonra orada asırlarca bizim kardeşimiz olan Bayırbucak Türkmenlerini Türkiye hava sahasını kullanarak vurmak istediklerinde defaatle uyardık, bizi anlamadılar, anlamak istemediler. Bunun üzerine gerekli hava sahamızı koruma tedbirlerini aldık. “Rusya’da bulunan emekçi kardeşlerimizin hukukunu sonuna kadar koruyacağımızı vurgulamak istiyorum. Rusya ile hava sahamızı ihlali sonrası gelişen bir kriz yaşıyoruz. Türkiye yıllara sari dostluğun hatırıyla hareket ediyor. Türkiye’nin sınırları, hava sahası, deniz sınırları kutsaldır ve bunları korumak bizim için onurlu bir görev ve haktır. Günlerdir Rusya tarafından ağır ithamlarla eleştiriliyoruz. Buradan Rus liderlere, başta Sayın Putin olmak üzere hepsine empati yapmaları çağrı- Aldığımız her tedbir Suriye’deki sivil halka yardımcı olmak içindir. Rus savaş uçaklarının bombaladığı bölgelerden kaçan siviller, mülteciler Rusya’ya gitmiyor, Türkiye’ye geliyorlar. Tek bir DEAŞ unsurunun olmadığı Bayırbucak bölgesinde eğer Rus uçakları masum Türkmenleri bombalıyor, bir de hava sahamızı ihlal ediyorsa, buna Türkiye’nin sessiz kalmasını beklemek, Rusya’nın benzer bir duruma Ukrayna’da sessiz kalması gibi bir tutum anlamına gelir. Gözümüzün önünde Türkmenlerin katledilmesine sessiz kalacağımız beklenirse, sessiz kalmadık, kalmayacağız! Suriye’de yeni bir yönetimin nasıl kurulacağına beraber karar verelim. Ama Şam’da Türkiye’ye düşman bir yönetimin oturup Türkiye’ye tehdit oluşturmasına da gözümüz kapalı seyredecek şekilde tutum almayacağımızın bilinmesi lazım!” Hava sahamızı ihlal eden Rusya, kendisine turizm, iş ve tahsil maksadıyla gelen vatandaşlarımıza 24 Kasım 2015 gününden beridir zulmediyor. Öğrencilerimizin evlerini basan, havalimanlarında işadamlarımızı alıkoyduğu gibi su dahi vermeyen Rusya, ayı avcısı (!) Putin’in de dediği gibi “pişman olacak”! Evet, bu gürültü de her zaman olduğu gibi sakinleşecek. Ama zihnimizde bu olaya dair çok soru kalacak. Hava sahasını ihlal eden pilotlardan sağ olarak kurtulanının “Bir uyarı almadık” demecinin ardından Rus aydınları ve bazı milletvekilleri, Rusya’nın büyük bir aymazlık içinde olduğunu ve bu konuda suçlu olduğunu belirttiler. Ve özellikle oluşan orta düşüncede, madem hava sahası ihlal edilmediyse neden uçağın milliyetinin gizlendiği sorgulandı. Evet, madem ihlal yoktu, neden uçağın milliyeti gizlenmişti? Ve olayın hemen ardından komik açıklamalar yapan Putin’in amacı ve yönlendiricisi kimdi ki “Erdoğan Türkiye’yi İslamlaştırıyor, teröristlerle birlik içinde” gibi bir ifade kullanmıştı? Bu iki soru doğrudan aydınlığa kavuşmasa da bizde derin cevaplarla baki kalacak. aralık 2015 9 Ayın Yorumu Türkiye Kölenin geç Ülkede devrim niteliğinde yapılan işler ve atılan adımlar, doğal olarak bir paradigma değişikliğine yol açtı. Bu paradigma değişikliğinin dışarıya yansıyan en önemli özelliği, küresel güçlere “Sen sensen, ben de benim!” denebilmesiydi. Kölenin zalim sahibine karşı isyan etmesi için her şey vardı; hatta bunun için köle çok geç bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık bir gecikmeydi bu... 10 aralık 2015 Prof. Dr. Turan Güven // turanguven.ajanda@gmail.com kalan isyanı SON beş yılda Türkiye, küresel güçlerin kullandığı terör örgütleriyle hizaya getirilmeye, eski bir deyimle “tedip edilmeye” çalışıldı. >> Türkiye, niteliksiz nüfusu ile her alanda dışa bağımlı bir “pazar-ülke” olarak kalmalıydı. Dünyaya kapanmalı, İslam âlemine sırtını dönmeliydi. Çin’de, Irak’ta ve Suriye’de yaşayan Türklerin kaderleri başkalarının belirlediği bir unutulmuşluğa terk edilmeliydi. Hiç kimse Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesinin yüzüne yaptıkları haksızlık ve adaletsizlikleri haykıramamalıydı. Araplara ve gariban Afrikalılara aşağılanarak bakılmalı, Yahudi bankerlerin hâkim olduğu IMF ve Dünya Bankası gibi finans kurumlarının kapısında onursuzca beklemeye devam edilmeliydi. Daha açık bir ifadeyle, eski köye yeni âdet getirmeye gerek yoktu. Eski Türkiye neremize yetmiyordu da insansız hava aracı, tank, tüfek, helikopter, füze ve savunma sanayiinde millî üretime geçiliyordu? Bilim ve teknolojide yerimizi bilmiyor ve boyumuzdan büyük işlere kalkışıyorduk. Halkın 50 yıl gerisinden gelen iç siyasetin figürleri, Türkiye düşmanı küresel güçlerle öyle birleşmişlerdi ki hayal bile edemedikleri büyük projelerden ve altyapı çalışmalarından rahatsız oluyorlardı. Onlara göre Türkiye büyümüyordu; aksine, ülke yağma edilmiş ve yıkıma uğramıştı. Türkiye’nin huzur ve güven içinde olmasından, halkın iktidara el koymasından çok rahatsız olmuşlardı. Eski Türkiye’de küresel güçlerle işbirliklerine onlarca kılıf bulup gizlerken, şimdilerde çatal dilleriyle bu işbirliğini gizlemeye bile gerek duymuyor, geriye dönüşü olmayan bir yola giriyorlardı. Küresel güçler, Türkiye’nin dışa bağımlı bir “pazar ülke” olarak kalmasını istedikleri için, Eski Türkiye’nin tüketici niteliksiz nüfusundan ve mankurtlaştırılmış aydınlarından hiç rahatsız olmamışlardır. Hatta bu mankurt aydınlar parlatılarak öne çıkarılmış, millî-yerli aydınlar ise halkın gözünde itibarsızlaştırılmışlardı. Eski Türkiye’de gerek iç politika, gerekse dış politika küresel güçlerin belirlediği paradigmaya kölelik üzerine kurgulanmıştı. Küresel güçler, böyle bir Türkiye’de her şeyin “sütliman” olduğunu gösterecek ve sömürü düzeninin deva- mını sağlayacaklardı. Onlarla işbirliği yapan siyasetçiler, bürokratlar ve mankurt aydınlar her zaman baş tacı yapılmışlardır. Ne zaman ki küresel güçler halkı ve millî-yerli aydınları manipüle edemez hale geldiler, işte o zaman sırtlanlar gibi saldırmaya başladılar! Türkiye, ayağındaki prangaları kırmak, bir asırdan beri devam eden zihinsel-psikolojik kölelikten kurtulmak için en kötü senaryoları göze almak zorundaydı. Elbette Türkiye, eski dünya düzeninin paradigmasını değiştirebilme gücüne sahip değildi, ama hiç olmazsa “Eski Türkiye” düzeninin paradigmasını değiştirebilirdi. Nitekim öyle de oldu! Ülkede devrim niteliğinde yapılan işler ve atılan adımlar, doğal olarak bir paradigma değişikliğine yol açtı. Bu paradigma değişikliğinin dışarıya yansıyan en önemli özelliği, küresel güçlere “Sen sensen, ben de benim!” denebilmesiydi. Kölenin zalim sahibine karşı isyan etmesi için her şey vardı; hatta bunun için köle çok geç bile kalmıştı. Yaklaşık bir asırlık bir gecikmeydi bu... aralık 2015 11 Türkiye Ajanda 2 02 3 ’e n e k a l d ı k i? 10 AĞUSTOS 2014, Türkiye’nin liderinin kim olduğunu tescilleyen günün adıydı. Recep Tayyip Erdoğan, tek başına milletimizin yüzde 52’sinin oyunu alarak halk tarafından seçilen ilk Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmuştu. >>10 Ağustos tarihinden beridir kana ve kaosa susamışların öfkesi dinmiyor. Bunun yanında Erdoğan kimliğine paketledikleri millet ve değer düşmanlığını sürekli biçimde açığa vuruyorlar. 1 Kasım 2015 gününe kadarki bu alçaklık, o günün akşamına daha ferah şekilde çıkan Türkiye için elbette bitmeyecek. Ancak “Lider”ini zaten belirlemiş olan Yeni Türkiye, 2023’e iki dönem kala varını yoğunu ortaya koyacak! 1 Kasım 2015 günü sandıktan tek başına iktidar nasibiyle çıkan AK Parti, önce Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı seçimini kazandı, ardından yeni kabineyi şekillendirdi. AK Parti İstanbul Milletvekili İsmail Kahraman, yeni TBMM Başkanı oldu. Ardından AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun sunduğu yeni kabine de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından onaylanmasından hemen sonra Başbakan Davutoğlu tarafından açıklandı. Yeni kabine şöyle: Başbakan Ahmet Davutoğlu, Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakan Yardımcısı Lütfü Elvan, Adalet 12 aralık 2015 Bakanı Bekir Bozdağ, Ekonomi Bakanı Mustafa Elitaş, Maliye Bakanı Naci Ağbal, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır, Bilim-Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, İçişleri Bakanı Efkan Âlâ, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Enerji Bakanı Berat Albayrak, Gıda-Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı ve de Ulaştırma-Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Bakanlar Kurulu’nun açıklamasının ardından 3 ay, 6 ay ve 1 yıllık eylem planına dair gerçekleştirdiği kamuya açık sunumla Hükümet’in kısa ve orta vadede gerçekleştirmeyi arzuladığı hizmetlere değindi. Reform üzerine odaklanan eylem planına dair Başbakan Ahmet Davutoğlu şöyle konuştu: “Önümüzdeki bir hafta içinde eylem planımızın uygulanmasına yönelik Bakanlar Kurulu kararını çıkarıyor ve ‘Reformların Koordinasyonu ve İzlenmesi Kurulu ve Reform Grubu’nu oluşturuyoruz. Gençlerimize, kadınlarımıza, esnafımıza, çiftçilerimize, işçilerimize, bütün vatandaşlarımıza dönük vaatlerin tamamını 3 ay içinde hayata geçiriyoruz. Allah’ın izniyle bu çalışmaları hayata geçirdiğimize hep beraber şahit olacağız. Milletimize söz verdik, şimdi de verdiğimiz sözleri tutmanın zamanı! Bu yıl büyüme yüzde 3,5-4 arasında olur, gelecek yıl daha iyi bir yıl olacak. Gençlerimize 50 bin TL’lik nakdî desteği vermeye başlıyoruz; genç girişimcilere yönelik 100 bin TL’lik faizsiz krediyi de başlatıyoruz, esnafımıza yönelik 30 bin TL’lik faizsiz kredi uygulamasını da. Çiftçilerimize seraların modernizasyonu için faizsiz kredi desteğini başlatıyoruz. Asgarî ücreti inşallah bin 300 Türk lirasına yükseltiyoruz. İşçilerimize yönelik bu düzenlemeyi gerçekleştirirken işverenlerimizin rekabet gücünü zaafa uğratmayacak düzenlemeler yapacak, özellikle KOBİ’lerimizin üzerindeki yükü minimize edeceğiz. Yurtdışında yaşayan vatandaşların askerlik bedelini 6 bin avrodan bin avroya düşürüyoruz. Gençlerin Genel Sağlık Sigortası prim borçlarını sıfırlıyoruz. Meslek lisesi ve üniversite öğrencilerinin staj yapmalarını özendirici tedbirler alıyoruz. Lise veya üniversite mezunu gençlerimizin Genel Sağlık Sigortası giderlerine destek oluyoruz. Buna göre primler iki yıl süreyle gelir testi yapmaksızın ve prim alınmaksızın devlet tarafından karşılanacak. Ücretsiz internet düzenlemelerini de süratle yapacağız. Vatandaşın adalete erişiminin hızlanması için gerekli adımları atacağız. Temyiz mahkemelerinin alt derece mahkemeler üzerindeki hukukilik yetkilerinin denetimi sınırlandırılacak. Bilirkişilik müessesesini yeniden ele alarak müstakil bir bilirkişilik kanun tasarısı hazırlanacak. İş mahkemelerinin yapısı ve işleyişi gözden geçirilecek. Adlî ve idarî yargıda istinaf mahkemelerinin hayata geçirilmesi en geç 6 ay içerisinde sağlanacak. Ülke genelinde ideal yargılama süreleri belirlenecek. Uzayıp giden, yıllarca süren yargılamalara son verilecek. Yargılama süreleri ile ilgili olarak mahkeme ve dava türlerine göre ideal süreler belirlenecek; mahkeme ve savcılıkların bu sürelere uymalarını sağlayacak tedbirler alınacak. Siber güvenliğe yasal düzenleme getirilecek. Bilimsel özerkliği gelişmiş bir üniversite sistemi kurulacak. Yüksek Öğretim Kalite Kurulu oluşturulacak. Eğitim fakülteleri yeniden yapılandırılacak. Özel meslekî ortaöğretim kurumları teşvik edilecek. Yeni bir gelir vergisi kanunu çıkarılacak. Gümrüklerde tek pencere sistemine geçilecek ve işlemler kolaylaşacak. İmar planı değişikliği sonucu ortaya çıkacak değer artışından kamunun pay almasını sağlayacak düzenlemeler Mart sonuna kadar çıkarılacak. Enerji izin ve ruhsat işlemleri kolaylaştırılacak. Patent kanunu çıkarılacak…” Vaatler çok önemli konulara ilişkin; ancak yeni anayasa ve bu anayasayla birlikte düşünülen başkanlık sistemine dair 3 ay, 6 ay ya da 1 yıllık bir süreçte herhangi bir adım atılacağına dair bir iz yok. Neyse, hayırlı ola, kolay gele! Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com “G ü c ü n e g ü ç k a t m aya ge l d i k ! ” RUSYA’yla yaşanan uçak düşürme krizinin ardından bir yerlerden çıkan doğalgaz kesintisi iddiası ülke yönetimimizi harekete geçirdi ve Türkiye’nin kullandığı enerjiyi sağlama almak için doğrudan yeni anlaşmalara ve hâlihazırdaki anlaşmalara da güncellemeler yapılmaya başlandı. arasında, Türkiye ile Katar’ı LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) noktasında da birbirine bağlayan anlaşma birkaç saat içinde gerçekleştirildi, Azerbaycan’la birlikte yürütülen TANAP’a (Tran Anadolu Petrol Boru Hattı) da Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le yapılan görüşmenin hemen ardından hız verildi. Azerbaycan ayrıca, Türkiye’nin Kafkaslara ticarî manada açılımına Rusya’nın getirdiği engellemeleri resmen delerek, Türkiye’ye ait lojistik ve ulaştırma planlarını kendisine kaydırdı ve bütün sınır kapılarını Türkiye için serbestleştirdi. >> Aslında bunun altında yalnız Türkiye’nin kendisine alternatif arayışları yoktu, kendisine yoldaş olanların da “Gücüne güç katmaya geldik!” der gibi bir tavırları vardı. Rus uçağı Hava Kuvvetlerimiz tarafından daha yeni düşürülmüş, ölen pilotun cenazesi Rusya’ya daha yeni ulaşmışken, Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile Katar Emiri Şeyh Tamim Tabiî Rusya’nın Türkiye’den aldığı sebze-meyve alımını sınırlaması, ülkemizdeki sebze ve meyve fiyatlarının düşmesine de vesile oldu. Bakalım bu süreç daha hangi olumlu gelişmelere sebep olacak… Terörle mücadeleye devam! 7 HAZİRAN genel seçimlerinin ardından başlayan PKK saldırıları, 1 Kasım’ın ardından da özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu meşgul ediyor. >> Silahlı, hendekli, çukurlu saldırılara sokağa çıkma yasağı ve çeşitli operasyonlarla cevap verilse de alçak terör örgütünün şeytanı bile utandıracak hamleleri özellikle de bölge insanına büyük zararlar veriyor. Bu noktada Osmanlı Devleti’nin Diyarbakır’a bıraktığı ilk emanet olan 500 yıllık Kurşunlu Camii’nin yakılması, PKK’nın Kürtleri hiçbir çerçevede temsil etmediğinin son ispatı oldu. Birçok okulun yıkılıp yakılması da cabası… Peki, bu hamle PKK açısından bize ne tür yeni işaretler veriyor? Irak ve Suriye’de Müslüman olmayan etnik grupları örgütleyen ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın icraatları bu noktada önemli! PYD ve IŞİD’in şekillendirdiği koridorda bulunanların Türkiye’deki akrabaları kimler? İhanet uydusu uydudan çıktı SAMANYOLU Yayın Grubu’na ait televizyon ve radyo kanalları Türksat uydusundan çıkarıldı. Daha önce Digitürk, Kablo TV ve Teledünya adlı platformlardan çıkartılan Samanyolu Yayın Grubu kanalları ile Türksat da sözleşme uzatmamaya karar verdi. Samanyolu TV, Samanyolu Avrupa, Ebru TV, Samanyolu Haber, Mehtap TV, Yumurcak TV, Dünya TV, MC TV, Samanyolu Afrika, Tuna Shopping, Burç FM, Samanyolu Haber Radyo, Radyo Mehtap ve Radyo Cihan (ki bu radyo kanalı, STV grubu altında yayın yapmıyor, ancak STV’nin Türksat’la sözleşmesinden yararlanıyor), Türksat’tan çıkarılan kanallar listesinde yer alıyor. Bilindiği gibi FETÖ’ye medya anlamında destek sağlayan kanallar arasındaki Bugün ve Kanal Türk’e, Koza-İpek Holding’e atanan kayyumla revizyon getirilmiş, terör örgütü propagandası yapmasının önüne geçilmişti. Romantik çocuk kodese! ADANA’da durdurulan MİT tırlarına ait olduğu belirtilen fotoğrafları yayınladığı gerekçesiyle, hakkında başlatılan soruşturma çerçevesinde ifadeye çağırılan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül tutuklandı. Dündar ve Gül, “Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme”, “siyasî ve askerî casusluk”, “gizli kalması gereken bilgileri açıklama” ve “terör örgütünün propagandasını yapmak” ile suçlanıyor. aralık 2015 13 Türkiye Ajanda G20 Antalya’da toplandı TÜRKİYE’nin Dönem Başkanlığı’nı yürüttüğü G20 Liderler Zirvesi, 15-16 Kasım günlerinde Antalya’daki Belek Turizm Merkezi’nde gerçekleştirildi. teci krizi ve terör sorununun daha da büyüdüğünü belirten Erdoğan, PKK ve PYD’nin IŞİD’den ayrı tutulamayacağı söylemini de yineledi. Zira Zirve’ye katılan birçok ülke, sırf IŞİD’le mücadele etme gerekçesiyle PYD ve dolayısıyla PKK’ya doğrudan büyük destekler veriyor. ABD Başkanı Barack Obama ise, Zirve kapsamında bir basın toplantısı düzenledi ve güvenli bölge, IŞİD’le mücadele ve Suriye’nin geleceğine dair şunları söyledi: “Güvenli veya uçuşa yasak bölge amaca zarar verir. Gerçek bir güvenli bölge, sahada askerler bulundurmamızı gerektirecek. Bu güvenli bölgeye kim girecek, kim çıkacak? Terör saldırıları için bir mıknatıs görevi mi görecek? Bu konuda çok sayıda soru ortaya çıkıyor. Hedefimiz, IŞİD denilen zalim örgütü yok etmek. Örgüt hem Irak, hem de Suriye’de daha az toprağı kontrol ediyor. IŞİD’in Rakka’daki merkezine giden hatları kesiliyor. Doğru stratejiye sahibiz ve bu işi bitireceğiz. Beşar Esed’in Suriye’nin geleceğinde kesinlikle bir rolü olmadığına inanıyoruz! Krizin en önemli sebeplerinden biri de Suriye halkına açtığı savaş…” Diyarbakır Baro Başkanı >> Sorunsuz geçen iki gün boyunca ABD, İngiltere, Rusya, Japonya, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Çin, Endonezya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore ve Avrupa Birliği Komisyonu liderleri, Türkiye’nin misafiri oldular. G20 her ne kadar ekonomi temelli bir platform olsa da Zirve’nin bütününe hâkim olan konu Irak ve Suriye’deki terör ile birlikte ortaya çıkan göçmen sorunu idi. Tabiî Zirve’nin ana gündem maddelerinden birini de, Zirve’den hemen iki gün önce gerçekleşen Paris’teki eşzamanlı 7 IŞİD saldırısı oluşturdu. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ev sahibi sıfatıyla yaptığı açılış konuşmasında öncelikle Fransa’da yaşananları kınayıp taziye mesajını sunarken şu ifa- 14 aralık 2015 deleri kullandı: “Terörizm hepimizin güvenliğini tehdit etmeye devam etmektedir. Ekonomiyle güvenlik arasındaki ilişkiyi görmezden gelemeyiz. Mülteci krizi konusunda da uluslararası dayanışma ve işbirliği gittikçe daha büyük önem kazanıyor. Maalesef uluslararası toplumun bu konularda çok iyi bir sınav verdiğini söyleyebilmemiz mümkün değildir. Adalet temelinde çok acil bir güncellemeye ihtiyaç var!” Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekonominin huzuru için öncelikle insanların huzur içinde yaşamları gerektiğine değindiği konuşmasında sözlerini şöyle sürdürdü: “G20 sadece kriz zamanlarında hatırlanacak bir platform değildir. Sözlerimizin takipçisi olmak ve verdiğimiz taahhütleri uygulamaya geçirmek mecburiyetindeyiz. 2025’e kadar eğitimde ve istihdamda yer almayan gençlerin oranını yüzde 15 azaltmayı taahhüt ettik. Öncelikle büyüme stratejilerine odaklandık ve kapsamlı bir izleme mekanizması geliştirdik. Yıl boyu süren çalışmalarımızın somut sonuçlara ulaştığını memnuniyetle ifade etmek isterim. Taahhütlerimizin yaklaşık yüzde 45’ini tamamlamış bulunuyoruz. Atılan tüm adımlara rağmen hâlâ küresel ekonomide güçlü performansa erişemediğimizi görüyorum. Küresel krizin başladığı 2008’den bu yana bu kısırdöngüden bir türlü kurtulamadık. Finansal piyasalardaki belirsizlikler yeni risklere işaret ediyor. Bu risklere bazı bölgelerde ortaya çıkan siyasî belirsizlikler de eklenmiş bulunuyor. Ekonomik konuları siyasî ve sosyal yönleriyle değerlendirmeliyiz.” Ayrıca Suriye’deki iç savaşın beşinci yılına girmesiyle mül- Tahir Elçi öldürüldü DİYARBAKIR Barosu’na üye avukatlarla birlikte birkaç vatandaşın katıldığı bir basın açıklaması sırasında gerçekleşen PKK’lı teröristlerle Emniyet güçleri arasında çıkan çatışmada, ekranlardan “PKK terör örgütü değildir” açıklamasıyla ünlenen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi öldürüldü. Çatışmada bir polisimiz şehadet şerbetini içti. Tahir Elçi’nin ölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde yeni Hrant Dink davası olarak kalabilir mi? Bunu, Dink davasının hakikati ortaya çıktıktan sonra daha net göreceğiz. Selçuk Kayıhan Tutuklamazsanız olacağı bu! PARALEL İhanet Çetesi ile mücadele kapsamında çeşitli adımlar atılsa da, sırf hukukî boşluklardan dolayı tutuksuz yargılanma avantajından yararlanarak gözden kaybolan hiçbir terör örgütü elemanına ulaşılamıyor. >> Örneğin Ekrem Dumanlı’dan 18 Eylül’den bu yana haber alınamıyor. Zaman gazetesinin eski Genel Yayın Müdürü hakkında PDY’nin Selam Tevhid soruşturmasında kumpas yaptığına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınmış, ancak serbest bırakılmıştı. Zekeriya Öz ve Celal Kara’dan sonra Akın İpek’e de bir türlü ulaşılamadı. Emre Uslu ve Sinan Dursun ise asıl vatanlarında (!) densizliklerine densizlik katarak yaşamaya devam ediyorlar. En son İstanbul’daki Askerî Öz’ün yediği hurmalar ortaya çıkıyor! KAYYUM atanan Koza Holding’in kayıtlarında yapılan inceleme sürerken Çok önemli bir belgeye ulaşıldı. Bu belgeye göre FETÖ firarilerinden Zekeriya Öz, 17-25 Aralık operasyonlarından kısa süre önce Koza Holding’e ait Marmaris’teki 5 yıldızlı Angel’s Peninsula Hotel’de “konuk edilmiş”. Daha evvel de kendisine Dubai’de böyle bir kıyağın çekildiği ispatlanan Zekeriya Öz’ün bu memleketin maaşında neden gözünün olduğunu anlamak mümkün değil açıkçası. Ama buna rağmen kendisi için dua eden “abileri ve ablaları” anlamak hiç mi hiç mümkün değil. Casusluk Davası ile ilgili hazırlanan müfettiş raporunu ele alan HSYK 2. Dairesi, sanıklar lehine verilen TÜBİTAK raporunu dosyaya koymayan eski İstanbul Başsavcı Vekili ve Çorum Savcısı olan Fikret Seçen hakkında 24 Kasım’da geçici olarak görevden uzaklaştırma kararı vermişti. İki gün sonra da Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Seçen hakkında yurtdışına çıkış yasağı koymuştu. Ancak Seçen, 24 Kasım günü 20 gün rapor alarak, Atatürk Havalimanı’ndan KLM Havayolları’na ait uçakla Hollanda’nın Amsterdam şehrine kaçmayı başardı. Yani iki günlük boşlukta Seçen için her şey hazırlandı. Peki, tutuklamayıp bıraktıkça bu mücadele ne kadar sağlıklı kalacak? Boşlukları doldurmazsak, o boşluklardan yaralanacak daha çok isim var, biline! Çin’e verilen füze ihalesi iptal TÜRKİYE’nin uzun menzilli bölge hava ve füze savunma sistemi için Eylül 2013’te Savunma Sanayi İcra Komitesi’nin yaptığı ve söz konusu hava savunma sisteminin kurulumunu Çin’in kazandığı ihale, Çin ile başlayıp da 26 aydır süren görüşmelerin sıkıntılı, hatta oyalanarak geçirilmesi sebebiyle iptal edildi. Kararı bizzat Başbakan Ahmet Davutoğlu verdi. Türkiye, kendi millî füze üretim projesini başlatacak olması nedeniyle bu iptal kararını aldı. Bilindiği ihalenin Çin’ verilmesi, başta ABD ve NATO olmak üzere büyük tepkiyle karşılanmıştı. Çin, Türkiye’ye 20 bin metre irtifa ve 100 kilometre menzile sahip olan ve CPMIEC firmasınca üretilen FD-2000 sistemini önermişti. Halen Çin Ordusu’nda kullanılan HQ-9 füze savunma sisteminin bir benzeri olarak tasarlanan FD-2000’in ilk resmî müşterisi Türkiye olmuştu. Sisteme entegre edilen YLC-20 sensörleri ile radara yakalanmama özelliği bulunan füzelerin dahi tespit edilmesi öngörülüyor. 3,4 milyar dolarlık dev ihalede görüşmelerin yapıldığı CPMIEC, ABD tarafından bu sebeple kara listeye alınmıştı. aralık 2015 15 Ayın Yorumu Dünya Bu ülkeyi yönetenler şimdi, “En iyi savunma, hücumdur” gerçeğinin gereklerini yerine getiriyorlar. Çünkü kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar. Musul’a çıkışımız bunun içindir, kimilerinin sandığı gibi macera için değildir. Onlar da biliyorlar en kötü barışın en iyi savaştan iyi olduğunu. Fakat uluslararası ilişkilerde, hele de oyun kurucu rolünü tam olarak oynama gücünde değilsek, her istediğimizi istediğimiz şekilde yapamayacağımız bellidir. 16 aralık 2015 Savaşa hazır olmadan barışı getiremezsiniz! BAŞLIKTAKİ söz, değişik söyleyiş biçimleriyle insanlık tarihi boyunca değişik milletlerde ve değişik coğrafyalarda dile getirilmiştir. Bu sözü ceddimizin dile getirişi ise gerçekten çok ahenklidir: “Hazır ol cenge ister isen sulh u salah!” Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com >> Evet, bu muhteşem dile getiriliş biçimine göre, “eğer barış istiyorsak cenge hazır olmalıyız”. İşte dananın kuyruğu da tam burada kopuyor! Bu toprakların vatan olmasında teri, kanı, gözyaşı olmayanların torunları, tam da bu noktada devreye giriyor ve başlıyorlar ağlamaya, sızlamaya, saç baş yolmaya. Öyle ya, bu güzel vatan topraklarında sulh içinde yaşamak varken, bu savaş hazırlıkları, bu savaş sözcükleri de nereden çıktı? Ne diyor Pakraduni teröristlerin sözcüsü konumunda olan siyasî partinin sırtını PKK’ya, PYD’ye dayayan Eş Başkanı? “Rus uçağını düşürmek de nereden çıktı? Rus uçağı sınırlarımızı ihlal etmişse ne olmuş yani?” Öyle ya, bu vatan topraklarının sınırları, onun sınırları değil! Onun, onların bu vatan topraklarıyla en ufak bir bağlantıları yok! Aslında burada Anadolu insanını mehaz göstererek söyleyecek sözümüz çok da söyleyemiyoruz… Önce Pakradunilerin sözcüsü siyasî partinin uzaktan kumandalı yöneticilerine sormamız gerekir: Ced olarak kabul ettiklerinizin bu toprakların vatan oluşunda kanı, teri, gözyaşı var mı? Yok! Bu toprakların vatan olarak kalmasında dökeceğiniz ter, kan, gözyaşı var mı? Yok! Bu toprakların güzelleşmesinde, bu ülkenin güçlenmesinde, bu milletin yerkürede söz sahibi olmasında bir düşünceniz, planınız, programınız var mı? Yok! Pakradunilerin sözcüsü olduğunuz sürece -ki öylesiniz- bu topraklarda hâkimiyet hakkınız var mı? Yok! Ve bir şey daha… Biz bu toprakları, kendilerini bu milletten kabul edenlerle birlikte, burada tebaa, yani tâbi, yani Bizans’ın boyunduruğu altında yaşayanlardan değil, o zamanın savaş hukukuna göre Bizans’tan aldık. M.Ö. 560 yıllarında Babil hükümdarı Buhtunnasr’ın, ya da M.S. 70 yıllarında Bizans hükümdarı Titus’un yurtlarından ettiği Pakradunilerden de almadık. Bu millet o densizlerin bu konuda söz haklarının olmadığını öğrendiğinde o densizlerin soy kütükleri de ortaya çıkmış olacak ve gerekirse onları Mardinli bir bit yavrusu ile birlikte anavatanlarına gönderecek! Sözüm o densizleredir ki, o zamana kadar biraz daha ötebilir, biraz daha üst perdeden konuşabilir, biraz daha sahibinin sesi rolünü oynayabilir, biraz daha cami, okul veya işyeri yakabilir, bize biraz daha şehit verdirir, yüreklerimizi yakar, kimi ocaklarımıza ateş düşürebilirsiniz, fakat bütün bunlar burunlarınızdan getirilecek, yaptıklarınızın hesabı bütün ayrıntılarıyla sizden sorulacak, ateş sizin yüreklerinizi yakacak, o namert bilekleriniz bükülecek, o namert belleriniz kırılacak, o namert dilleriniz kökünden sökülecek! Şimdilik sizlere söyleyeceğimiz sözlerimiz bu kadardır ey namert dölleri! Bekleyin ve görün! Batı’nın korkusu Şimdi gelelim ölüm korkusu, Allah’a olan korkusundan daha fazla olan “ehl-i dünya” diye nitelediklerimize! Bu millet ve yönetenleri asla savaş istemiyorlar. Çünkü savaşın acılarını biliyorlar, bunu aynelyakin öğrendiler. Fakat ne var ki, savaş istememekle savaştan kurtulmak mümkün olmuyor. Hele de bizim gibi yolların kavşak noktasındaki bir ülke, tarihin kavşak noktasında olup asırlar boyu cihan devletleri kurmuş, bulunduğu coğrafî konum ve sahip olduğu tarihî miras nedeniyle İslam ülkelerinin doğal lideri konumunda olan aziz bir millet için… Siz ne kadar “Yurtta sulh, cihanda sulh” deseniz de, ne kadar tarihî mirasınızı reddetseniz ve “Benim Osmanlı ile ilgim, alakam, bağlantım, muhabbetim, muarefem yok” deseniz de, ne kadar “Azıcık aşım, ağrımaz başım” rolünü oynamak isteseniz de geçmişiniz, genetik yapınız, “lider millet” olma özelliğiniz sizi ele veriyor. Batılının nezdinde biz, “sabıkalı bir milletiz” elhamdülillah! Batı’nın harimine kadar girmiş, Batı’yı zapt ü rapt altına almış, Batı’ya tatlı uykuyu haram etmiş, Batı’nın korkulu düşü olmuş bir milletiz elhamdülillah! Batılı, yakamıza taktığımız TC rozetimize değil, bizim kimi zaman yakamızın arkasına sakladığımız ve kimi zaman da yakamıza bile iliştirmediğimiz Osmanlı rozetimize bakıyor. Batılı bizden korkuyor! İçimiz- deki Truva atlarının Batı’dan ve Batılıdan korktuğundan daha çok korkuyor Batılı bizden ve elbette tarihî geçmişimizden. İşte bu korkuyla, bu korkulu düşle, tıpkı Firavun’un gördüğü korkulu düşle Musa’nın (as) gelişinden korktuğu gibi, Batılı da bu milletin tarihe gelişinden korkuyor! Devlet içine yerleşen Batılı çetenin bir gece yarısı darbesiyle Menderes ve arkadaşlarını asması bu gelişi durdurmak içindi. Ve Batılının emrindeki çetelerin yaptığı 1971, 1980, 1997 darbelerinin hepsi, bu gelişi, bu milletin tarihe yürüyüşünü durdurmak içindi. 27 Nisan 2007 günü yapılan darbe teşebbüsü de bu milletin tarihe yürüyüşünü durdurmak içindi, CHP’nin millî güçlerin elinden alınması da, MHP’nin kaset operasyonlarıyla durdurulması da, AK Parti’nin iktidara geleli beri akla gelmeyecek operasyonlara maruz kalması da bu milletin tarihe yürüyüşünü durdurmak içindi. PKK ve benzeri yapılanmaların hepsi de bu milletin güçlenmesini ve tarihî yürüyüşünü durdurması ve büyük ülke, başat ülke, oyun kurucu ülke olmasını önlemek içindi. Nasıl ki Nemrut İbrahimî (as) yürüyüşü durduramadıysa, nasıl ki Firavun Musa’nın (as) doğuşunu ve İsrailoğullarını Kızıldeniz’den geçirişini durduramadıysa, nasıl ki Kureyş’in kudurmuşları Muhammedî (sav) yürüyüşü durduramadılarsa ve Mekke’nin fethini engelleyemedilerse, nasıl ki Haçlı sürüleri İslam’ın nurunu söndüremedilerse, nasıl ki Bizans ve topyekûn Batılılar bu güzel toprakların vatan olmasını ve bu topraklarda iki cihan devletinin kurulmasını, İstanbul’un fethini önleyemedilerse, hiç kimse, hiçbir ülke, hiçbir güç bu milletin tarihe yürüyüşünü önleyemeyecektir! Bu, tarihin önümüze çıkardığı bir fırsattır! İçimizdeki beyinsizler istemese de, Batılı işbirlikçiler istemese de, sırlarımızı Batı’ya satan Pakraduni dölleri istemeseler de bu yürüyüş durdurulamayacaktır! Herkesin kendisini bu kutlu yürüyüşe hazırlaması gerekir. İslam’ın son ordusu Bu ülkeyi yönetenler şimdi, “En iyi savunma, hücumdur” gerçeğinin gereklerini yerine getiriyorlar. Çünkü kuşatmayı, kuşatıldığımızı biliyorlar. Musul’a çıkışımız bunun içindir, kimilerinin sandığı gibi macera için değildir. Onlar da biliyorlar en kötü barışın en iyi savaştan iyi olduğunu. Fakat uluslararası ilişkilerde, hele de oyun kurucu rolünü tam olarak oynama gücünde değilsek, her istediğimizi istediğimiz şekilde yapamayacağımız bellidir. Şu bir gerçektir ki, oyunu kurallarına göre oynamaya çalışan millî kişiler tarafından yönetiliyoruz. Hatasız olmaları elbette mümkün değil. Buna rağmen gücümüz ölçüsünde oyunu iyi oynadıklarını da görmeli, dua etmeli, elimizden geldiğince yardımcı olmalı ve kimilerinin yaptığı gibi asla paniğe kapılmamalıyız. Çünkü panik, gelecek olan tehlikeyi önleyemediği gibi, içimizdeki düşman güçlerine sadece moral verir. Buna hakkımız olmadığını bilmeliyiz. Unutmayalım ki bu millet, İslam’ın son ordusudur! Yüz yıl önce gönderden indirilen sancağı yerden kaldıracak ve tekrar göndere çekecek olan bu millettir. Bu gerçeği bilelim ve bu gerçeğe inanalım! İnanmadan başaramayız… Bilelim ki, Allah (cc) isteseydi İslam’ın sancağını bir başka İslam milletine kaldırtırdı. Bir vakıa olarak biliyoruz ki kaldırtmadı. Öyleyse? Yere düşen bu sancağı yerden kaldıracak olan bu millettir. Çünkü bu sancak, bu milletin elindeyken yere düştü. Anadolu insanının o güzel ifadesiyle, “Yitik düştüğü yerde aranır”. Bu topraklarda düşmüşse bu topraklarda aranacak; bu milletin elindeyken düşmüşse, bu milletin eliyle kaldırılacaktır. Umut ederim ki sonuç, bu milletin istediği gibi olacaktır. Ve bu millet tarihe olan yürüyüşünü tamamladığı zaman, bütün insanlık aydınlık bir geleceğe gözlerini açacaktır. Bunu hep birlikte göreceğiz. Kâfirler, münafıklar, müşrikler, mürtetler, mülhitler, Pakraduniler, Vatikan uşakları, vatansızlar istemeseler de, tıpkı Kur’an’ın dediği gibi olacak ve “Allah (cc) nurunu tamamlayacaktır”. İnşallah… aralık 2015 17 Dünya Ajanda Bedir’den Çanakkale’ye, Çanakkale’den Bayırbucak’a “YEDİ iklimi cihanın duruyor karşında./ Ostralya’yla beraber bakıyorsun Kanada…/ Çehreler başka; lisanlar, deriler rengârenk…/ Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk!/ Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ!/ Hani tâuna da züldür bu rezil istilâ…/ Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!/ Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı, değer!/ Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i!/ Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi…” >> İstiklâl Şairi Mehmed Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine ithafen kaleme aldığı mısralarla başlamamızın sebebi belli: Bayırbucak’ta yaşanan alçak oyun! Ancak bize bu mısraları hatırlatan, Bayırbucak Türkmenlerinin oluşturduğu gruplardan yalnız birine liderlik genç bir asker, Tümen Komutanı Yardımcısı Alparslan Çelik oldu. Bayırbucak Türkmenleri üzerine ölüm kusan alçaklara karşı dünya kamuoyuyla paylaşılan videoda Çelik şu sözleri sıralıyor: “‘Türkmen dağı düştü’ diyorlarmış. Bu sözlere inanmayın! Türkmen dağı, Akdeniz’in Çanakkale’sidir! Bayırbucak, ilelebet Türkmen yurdu olarak kalacaktır! Esed’e, destekçilerine ve tüm dünyaya sesleniyoruz: Herkes haddini bilsin! Türkmen dağı, Türk’ün öz yurdudur. 18 aralık 2015 Türkmen dağı düşmeyecektir! Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız! Bize bu yolda öncelikle Allah yardım edecek, daha sonra Türk Devleti ve Türk milletinin hayır dualarıyla başarıya, zafere ulaşacağız! Allah var, keder yok! Kanımız aksa da zafer İslam’ındır!” Suriye’de dört yıldır süren iç savaş, evvela Hama ve Humus’a yapılan çıkarma ve hava bombardımanlarıyla başlamıştı. Beşar Esed, Cumhurbaşkanı olduğu ülkeyi bizzat paramparça etme yoluna bu iki şehirden koyulmuştu. Zira Hama ve Humus, Arap Baharı’nın rüzgârından etkilenerek Esed’e muhalif seslerin yükseldiği ilk merkezler olarak biliniyordu. Hama ve Humus’un özelliği yalnız bu değildi tabiî. Şimdi şehir olma noktasında hiçbir emare bulunmayan bu iki mer- kezin insanları ya öldürüldüler ya da göçe zorlandılar. Ancak Halep’te, Rakka’da, hatta Şam’da da muhalif gösteriler yapılmış olsa da bu şehirlere yavaş yavaş ilişmişti Esed zulmü. Hama ve Humus ise, tarihî kayıtların gösterdiği doğrudan belgelere göre Türk nüfusun en yoğun yaşadığı iki şehirdi. Savaş, zaten bir avuç azınlığın yönettiği Suriye’de rahatlıkla çıkarılabilirdi. Esed’in kafasındaki, burayı kimliğinden ve tarihinden temizlemekti. Hava bombardımanları, zehirli gazlar, kimyasal silahlar, varil bombaları, keskin nişancılar ve aklınıza gelecek tüm iğrenç savaş taktikleriyle mazlumlara, zulme baş eğmeyenlere ölüm kusuldu Suriye’de. Bu rezalet dört yıldır sürüyor. Ancak bu alçaklık, yalnız Esed’in elinde kalmadı, taştı. İki buçuk yıldır İran ve güdümündeki Hizbullah, son iki aydır ise Rusya ve Çin’in Esed yanında yer alması, zulmün tek elde kalmamasına sebep oldu. Fakat bir bölge var ki, hem bu zulüm ittifakı, hem de güya bu ittifaka karşı cephe alan birkaç terör örgütü tarafından alçakça kuşatılmış durumda. Yalnız Türkiye ve Özgür Suriye Ordusu’nun kısmen destek olabildiği Bayırbucak, bir Türkmen bölgesi olarak Esed, İran, Rusya, Çin, PYD (PKK) ve IŞİD tarafından kuşatılmış durumda. Ve bu bölge, Türkiye açısından sınır olarak bir mihenk taşı hükmünde. Esed’e bağlı birliklerin karadan, Rusya’nın havadan ve denizden düzenlediği saldırılar bölgede etkili. Bayırbucaklı Türkmenler, Türkmen dağı (Kızıldağ) mevkiine çekilerek çadırlarda yaşamaya devam ediyorlar. Eli silah tutan her Türkmen, oluşturulan irili ufaklı gruplarla doğrudan müdafaa için mevzilenmiş durumda. Bölgeden göçler de sürüyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, elinden gelen bütün desteği Bayırbucaklı kardeşlerimize ulaştırmaya çalışıyor. Bu noktada doğrudan Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık olarak girişilen hamleler önemli. Rusya’nın bölgeye yapılan saldırılarla ilgili IŞİD’den kasıtla “Terörist unsurları bombalıyoruz” açıklamasına karşılık Başbakanımız Davutoğlu’nun belgeli şekilde “Bu bölgede DEAŞ unsuru yok!” şeklindeki çıkışı dikkat çekici! Dünyanın buradan hareketle olumlu bir reaksiyon vermesi şart, lakin bu tür bir adım atılacağı da hissedilmiyor. Evet, Türkmen kardeşlerimizin karşısında cihanın yedi iklimi durduğu için Bayırbucak Çanakkale’dir! Bakınca Rusya’ya İran’ı gördüğümüz için Bayırbucak Çanakkale’dir! Kimi Rus, kimi Esed artığı, kimi Farsî, kimi PYD, kimi IŞİD’li olduğu için Bayırbucak Çanakkale’dir! Ve ne diyor Alparslan Komutan? “Allah var, keder yok! Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” İşte böyle dediği için Bayırbucak Çanakkale’dir! Alparslan Komutan, “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i!/ Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi”. Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com Paris’te eşzamanlı 7 terörist saldırı FRANSA’nın başkenti Paris, hem bombalı ve silahlı saldırıların, hem de kanlı bir rehine eyleminin hedefi oldu. >> Saldırılar, Paris’in doğusundaki bir restoranda, metro istasyonunda ve bir konser salonunda silahlı şekilde, Fransa’nın en büyük futbol stadyumu Stad de France’nin iki ayrı bölgesinde de bombalı şekilde gerçekleşti. Saldırılarda 142 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi de yaralandı. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, saldırılar üzerine yaptığı Fransız ırkçılarının önde gidişi bunun en önemli delillerinden. Ayrıca hâlihazırdaki hükümet de saldırıların hemen ardından terörle mücadelede yönetime daha fazla yetki verilmesi için anayasa değişikliğini öngören bir yasa tasarısı hazırladı. Buna göre terör suçuyla mahkûm olanların vatandaşlıktan düşürülmesine olanak sağlanacak. Buna göre sonradan vatandaşlık alanların dışında, doğuştan Fransız vatandaşları bile gerektiği takdirde terör suçundan mahkûm olmaları halinde vatandaşlıktan atılabilecek. “Bu savaş demektir!” açıklaması ile dikkat çekti ve bir noktada Jr. Bush’u aratmadı. IŞİD, saldırıları bir beyanat yayınlayarak üstlendi. Paris’teki eşzamanlı saldırıların ardından ülkede internet erişimi, yayın yasağı, sıkıyönetim, sokaklarda tanklarla gezen asker görüntüleri gibi teyakkuz atmosferine dair her şey ortaya konuldu. Evet, hiçbir Fransız buna ses çıkarmadı. Hatta yapılan bir deney, Fransa halkının nasıl bir ruh haline büründüğünü ve refleks eşiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. İslamofobinin zinde tutulması için yapılan bu komploda hedefin gerçekten Fransa’nın mı, yoksa doğrudan İslam’ın kendisi mi olduğu bizlerce malûm. Saldırıların hemen ardından gerçekleşen genel seçimlerde Sonrasında bir lokantada ampul patlaması üzerine olduğu söylenen bu gürültü ile bütün Paris halkının nasıl kaçıştığını canlı canlı izlettiler. Peki, bırakın bir bombayı, gerçekten bir ampul patladı mı? Irkçı Rumlardan olağan tepkiler GÜNEY Kıbrıs Rum Kesimi’nde aşırı sağcı olarak bilinen Rum Ulusal Halk Hareketi (ELAM) üyeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümünü güya protesto etmek için sınır kapılarında bulunan Türk plakalı araçlara taş ve sopalarla zarar verdiler. >> Araçlarda bulunan vatandaşlarımızdan yaralananlar oldu. Bu sırada kısa bir süre için sınır kapılarındaki geçişler durduruldu. Saldırıların ardından KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, yazılı bir açıklama yaparak Rum Yönetimi’nden suçluları derhal yakalayarak yargı önüne çıkarmasını istedi. Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis ise olaylar nedeniyle hem Twitter hesabından, hem de resmî olarak açıklama yaptı. Anastasiadis açıklamasında, bu tür saldırıların Kıbrıs sorununa çözüm bulunması için gösterilen çabalara olumsuz etki yaptığını belirterek olayları kınadığını ve kabul edilemez olduğunu belirtti. Anastasiadis, bazı münferit kişilerce veya azınlık gruplarınca yapılan ve sahte vatanseverlik nidalarıyla adanın bölünmesini hedefleyen” bu gibi eylemlere müsamaha gösterilmeyeceğini de vurguladı. Mali’de bir baskın daha MALİ’deki Radisson Blu oteller zincirine ait Radisson Blu Mali, silahlı bir grup tarafından basıldı. 170 kişiyi rehin alan grup, daha sonra bu rehinelerden Türkler başta olmak üzere Fransızlar dışındaki diğer rehineleri grup grup salıverdi. Baskında 2 Mali, 1 de Fransa vatandaşının öldürüldüğü ifade edildi. 170 rehinenin 140’ı müşteri, 30’u ise personeldi. Baskını gerçekleştiren grup, diplomatik plakalı bir araçla otele geldi. Bu baskına dair herhangi bir örgütten bir üstlenme ilanı olmadı. Zengin Avrupalıların tercih ettiği otelin içine araçla giren silahlı grup, otelin yedinci katına rehinelerle yerleşti. Bunun üzerine Mali polisiyle birlikte Fransız askerî birlikleri otele bir operasyon düzenledi. Hatırlanacağı gibi yine bu yılın Mart ayında, yine Mali Bamako’da bir baskın gerçekleşmiş, biri Fransız, biri de Belçikalı olmak üzere 5 kişi hayatını kaybetmişti. Otel baskınının Paris’teki eşzamanlı eylemlerin üzerine gerçekleşmesi, baskının El-Kaide veya IŞİD’le bağlantılı Malili gruplar tarafından düzenlenebileceği konusu ve çok ilginçtir ama Mali’de neden hep Fransızların hedef alındığı tartışılıyor. Bu tartışmaları açanlara basit bir soru: Tarihte Mali’nin altın kaynaklarını ve Orta Afrika bölgesine ait madenî yağ rezervlerini keşfedip bu topraklarda yaşayan insanlara dünyayı dar eden ülke hangisidir? aralık 2015 19 Dünya Ajanda B os n a’d a ne ler oluyor? SARAYBOSNA, iki Boşnak askerin öldürülmesi olayıyla çalkalanıyor. Saraybosna Kantonu İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Rajlovac semtinde meydana gelen saldırıda BosnaHersek Silahlı Kuvvetleri mensubu 2 askerin silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybettiği belirtildi. cunu beklememiz gerekiyor. Vatandaşlara sakin olmaları çağrısında bulunuyorum” dedi. Görgü tanıkları, Safet Zajko Caddesi’ndeki bir şans oyunları bayisine girerek birkaç el ateş eden saldırganın, sonra dışarı çıkıp yakındaki otobüse doğru da silahını ateşlediğini anlattılar. Bosna-Hersek Güvenlik Bakanı Dragan Mektic ise, önce kaçan, daha sonra kimliği belirlenen Enes Omerovic isimli saldırganın, saldırının gerçekleştiği Rajlovac semti yakınlarındaki Sokolje’de bulunan bir evde intihar ettiğini ifade etti. Bu olaydan yalnız iki gün sonra ise yine önemli bir olay vuku buldu. Bosna-Hersek Genelkurmay Başkanı Anto Jelec’in içinde bulunduğu aracın girmek üzere olduğu tünelde bir patlayıcı infilak ettirildi. Patlamada General Jelec ve çevresindeki kimsenin yaralanmadığı ifade edildi. Bosna polisi, yaptığı araştırmalar sonucu bombayı tünele atan saldırganların aracına ulaştı ve gözaltına aldı. Olaya dair henüz somut bir bilgi yok. >> Hafif yaralı bir asker de Saraybosna Klinik Merkezi’ndeki tedavisinin ardından taburcu edildi. Bosna-Hersek Federasyonu Emniyet Müdürü Dragan Lukac, failin otomatik silah kullandığını tespit ettiklerini aktararak, “Saldırının sıradan bir cinayet mi, yoksa bir terör eylemi mi olduğunu söylemek için erken. Yapılan araştırmaların sonu- Bosna-Hersek bu gündem üzerine konuşadursun, Suriye’de kendini gösteren Rusya, Balkanlarda da ihtiras rüzgârları estirmek için bütün gayretini sergiliyor. Daha bir buçuk ay önce Bosna Savaşı’nda savaş suçu işlemek iddiasıyla gözaltına alınan Sırp tecavüzcü ve işkencecilerin hamisi Rusya, muhtemel karışıklıklara karşı bölgedeki Sırplara silah sevkiyatı yapıyor. Konsolosluğumuza iğrenç saldırı ALMANYA’nın Stuttgart kentindeki Türkiye Başkonsolosluğu’na içi boya dolu 10 adet torba fırlatıldı. Stuttgart polisi tarafından yapılan olaya dair açıklamada, saldı- 20 aralık 2015 rının siyasî nedenlerle yapılıp yapılmadığının belli olmadığı belirtildi ve yılın esprisi yapıldı(!). Polise göre saldırı öncesinde Konsolosluğa karşı herhangi bir tehdidin bulunmaması, Can Gardaş’ın başı sağ olsun! AZERBAYCAN Devlet Petrol Şirketi’ne (SOCAR) ait Hazar Denizi’ndeki Güneşli Petrol Yatağı bünyesindeki platformda çıkan yangında 1 kişi hayatını kaybetti, 33 kişi ise sağ olarak kurtarıldı. Yangın sırasında tahliye edilmeye çalışılırken bindikleri botun devrilmesi sonucu kaybolan 29 çalışana ise henüz ulaşılamadı. Ülkede 1 günlük ulusal yas ilan edilirken, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, yapılan yazılı açıklamada, “4 Aralık’ta Güneşli Petrol Yatağı bünyesindeki 10. platformda güçlü kasırganın neden olduğu kazada çok sayıda can kaybı yaşanmıştır. Hazar’da kaybolanların arama kurtarma çalışmaları devam ediyor. Hayatını kaybedenlerin ailelerinin kederini paylaşarak 6 Aralık tarihinin ülke genelinde ulusal yas ilan edilmesi yönünde karar aldım” ifadesini kullandı. Başımız sağ olsun! olayın siyasî sebeplerle olup olmadığının bilinmemesinin sebebi. Madem bizim mahallenin yumurcaklarını herhangi bir Alman Konsolosluğu’nun önüne yollayıp bir çelik çomak oynattıralım da o çomak konsolosluk duvarına gelince ne tür bir tepki verileceğini öğrenelim, iyi mi? Ömer Bekir Sadık Artık İngiltere de Suriye’de! İNGİLTERE Parlamentosu, uluslararası koalisyonun Suriye’de IŞİD’e yönelik yürüttüğü hava operasyonlarına Birleşik Krallık’ın katılmasına izin veren tezkereyi kabul etti. >> Başbakan Cameron, IŞİD’i Suriye’de bombalamanın İngiltere’yi güvende tutacağını söyleyerek, “IŞİD’in bize saldırmasını bekleyemeyiz. Şimdi harekete geçmemiz gerekiyor!” dedi. Tabiî bu tezkere kararının alınmasından hemen bir gün sonra, Suriye’de İngiltere’ye ait ilk hava saldırısı gerçekleşti. Buna göre, Güney Kıbrıs’taki hava üssünü kullanan İngiltere Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne (RAF) ait 4 Tornado jetinin havalandığı ve ikisinin de Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombaladıktan sonra yerel üsse döndüğü kaydedildi. Paris’te saldırılar oldu, Fransa Cumhurbaşkanı “Bu savaş demektir!” dedi, Avam Kamarası Suriye’ye girilmesine izin verdi… Dikkat et Fransa, Kraliçe Sykess-Picot’u çiğniyor! Vicdansızlık! ABD’nin California eyaletine bağlı San Bernardino kentinde engellilerin hizmet aldığı bir sosyal hizmet binasına silahlı kişilerce saldırı düzenlendi. Dünya Engelliler Günü’nde yapılan bu korkunç baskında ölenlerin sayısı 14. Saldırıda 17 kişi de yaralandı. Polis, öldürülen saldırganların isimlerini Seyid Rıdvan Faruk ve eşi Taşfin Malik olarak açıkladı. Yetkililer, saldırı sırasında Faruk ile eşinin askerî kıyafetler giydiğini, saldırı tipi tüfek ve yarı otomatik tabanca kullandığını kaydetti. Saldırının ardından sosyal hizmetler merkezinde yapılan araştırmada üç de patlayıcının bulunduğu belirtildi. Faruk’un eniştesi Farhan Han, aile olarak büyük şaşkınlık yaşadıklarını ifade etti. Amerikan İslâmî İlişkiler Merkezi’nde gazetecilerin sorularını yanıtlayan Han, Faruk ile en son bir hafta önce konuştuğunu belirtti ve “Böyle bir şey yapabileceği hayatta aklıma gelmezdi. Şok oldum!” dedi. Suudi Arabistan’dan İsrail’e net tavır! SUUDİ Arabistan Sivil Havacılık Genel Kurumu, hiçbir İsrail uçağının ülkelerinin hava sahasından geçmesine izin vermediklerini belirtti. Kurumun yaptığı yazılı açıklamada, İsrail havaalanlarından kalkan veya İsrail’e giden herhangi bir uçağın Suudi Arabistan hava sahasında uçmasına izin verilmediği ve söz konusu uygulamanın Havacılık Kılavuzu’nda yazılı olduğu ifade edildi. Suudi Arabistan Hava Yolları, Mayıs ayında Suudi Arabistan’dan kiraladığı uçağı Ben Gurion Uluslararası Havalimanı’na indiren Portekiz şirketiyle anlaşmasını bitirdiğini ve şirket hakkında yasal işlem başlattığını duyurmuştu. Mazereti ten rengi FRANSA’nın Cambrai kentinde, sokak ortasında Türk asıllı bir kişiye sırf ten rengi nedeniyle ateş açıldı. Cambrai Valiliği, bir kişinin “teninin rengi nedeniyle” silahlı saldırıya uğradığını, saldırganın ise intihar ettiğini açıkladı. Hayatî tehlikesi bulunmayan vatandaşımızın sırtından vurulduğu bilgisi alındı. İsminin Enis olduğu öğrenilen vatandaşımıza ateş eden saldırganın aracında saldırı anında bulunan iki tanık da sorgularında bu saldırının sadece “görüntü” nedeniyle gerçekleştiğini belirtti. Ten rengi beyaz dışındaki renklerden oluşanların bundan böyle Fransa’da dikkatli olmaları gerekecek anlaşılan; zira eşzamanlı saldırılar burayı Teksas’a çevirmiş bile… aralık 2015 21 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 Evet, “tarafsızlık” kelimesi üç değil, dört hece… Ancak o başlıkla birlikte ülkemizdeki “tarafsızlık” kavramının nasıl bir eksiklikle anlaşıldığına ve uygulandığına dair bir mizah geliştirmeye çalıştık. Zira tarafsızlık, RTÜK’e tenkidini yöneltirken, RTÜK’ün kapattığı medya grubunun yanlışını da gösterebilmekti. Bunu başarabilirsek ne mutlu! “Tarafsızlık” dediğin üç hece 1 KASIM’ın üzerinden bir ay geçti, ancak seçime dair yapılan televizyon yayınlarıyla ilgili olarak hâlâ konuşuyoruz. Çünkü ülkemizde “Radyo ve Televizyon Üst Kurulu” adında tuhaf bir bürokrasi malzemesi var. aralık 2015 Sırf milletin daha huzurlu biçimde medya takip etmesi için elinden geleni ardına koymayan RTÜK, belli çerçevelerle belirlenmiş olan “tarafsızlık” ilkesinden de sapmıyor. Biri doğrudan küfür mü etti? RTÜK kesiyor cezayı! Biri doğrudan bir siyasî partiyi mi savundu? Hop, RTÜK orada! RTÜK istiyor ki, milletin alayı dansöz gibi kıvırsın, önüne gelen münafıklık edip salladığı küfrü veya hakareti ustaca dillendirebilsin. Ama kimi buna ayak uyduramıyor, RTÜK de cezasını kesiyor. Mesele siyasî gündem seçim sürecine kilitliyse, bu sefer bir de “Yüksek Seçim Kurulu” adındaki -aynı bürokrasi ve darbe kaynağından beslenen- malzemeyle ortak hareket ediyor. >> RTÜK, elinde bulundurduğu yetkiler dâhilinde Türkiye’deki bütün radyo ve televizyon yayınlarını takip ediyor, denetliyor, gerektiğinde yayını gerçekleştiren organları cezalandırıyor. Tabiî bu noktada halk için ortaya koyduğu muhteşem ötesi hizmetler de mevcut(!). Mesela hangi yayından rahatsızlık duyduysanız şikâyet ediyor, “Ey şanlı RTÜK, bunu da cezalandır bunu da!” diyebiliyorsunuz. RTÜK, sırf bu millet daha huzurlu yaşayabilsin diye öyle acayip bir sorumluluk hissediyor ki üzerinde, bu sorumluluğu en iyi şekilde nasıl kullanacağını dahi şaşırıyor. Bu heyecanla insan ötesi çözümlemeler sunuyor halka(!). Mesela gece 21 sularında televizyon izleyen her vatandaş “Bugünlük bu kadar yeter!” veya “Şimdi uyku zamanı!” gibi bilinçli spotlarla uyarılıyor. En önemlisi de, “akıllı işaretler” denen uygulamayla kimin neyi kimlerle izleyip ne tür önlemler alması gerektiğine RTÜK tarafından karar veriliyor. Örneğin 1 Kasım sonrasında RTÜK, YSK ile ortak hareket ederek Turkuvaz Medya’ya ait A Haber’e, tek tip yayıncılık yaptığı gerekçesiyle ceza üstüne ceza yağdırdı. Malûm, önceleri bu ceza ekrandaki simsiyah ekranın üzerine yazılı kapama gerekçesiyle “günlük” biçimde uygulanırdı. Şimdi ise hangi program içeriği sebebiyle ceza kesildiyse, o programın yayın kuşağına RTÜK’ün belirlediği “bilgilendirici programlar” (!) yerleştirilerek uygulanıyor. Bu bilgilendirici programların absürtlüğü ise ayrı bir yazı konusu. Benim yaptığım belgesel millete “ceza” diye izletilse vallahi isyan ederdim(!)… Ancak bir sıkıntı var ortada! Bu cezalardan tek nasip alanlar, A Haber gibi millî yayın yapan medya organları… Fakat bunun sebebini az önce belirtmiştik: Kıvırmadan, dosdoğru, örtmeden, algı yürütmeden yapılan yayın ceza alıyor. Ama kıvırarak, algı yürüterek, örterek edilen ihanetler ve hakaretler, her saniye televizyon izlemekten yorgun düşen bürokratlar tarafından algılanamıyor, dolayısıyla cezaya da uğramıyor(!). A Haber, bu süreçte RTÜK’ten en çok ceza yiyen televizyon kanalı. Öyle ki, tartışma programlarındaki konukların yaptığı yorumlar bile cezaya bahane edildi. Türkiye’nin gerçeklerini anlatan “Hatırla!” isimli belgesel bile ceza sebebi oldu. Bu tür millî yayınların aksini yapan paralel medya kanallarına şimdi erişim güç; peki, daha önce bundan dolayı hiç yayınları kesildi mi? Hiç! Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com A Haber’e ceza üstüne ceza yağdıran YSK ve RTÜK, örneğin doğrudan terör örgütü PKK propagandası yapan İMC TV’yi görmezden gelmekte. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri sürecinde her gün PKK lehine yayın yapan İMC TV, ekranlarını Türkiye Cumhuriyeti ve güvenlik güçlerine karşı kara propaganda aracına dönüştürüyor. Başta Kandil’deki KCK yöneticileri Cemil Bayık ve Murat Karayılan olmak üzere onlarca PKK’lıyla özel röportaj yapan kanal, PKK sözcülüğü yapıyor. Şu aralarda Putin sözcüsü oldular. Ama buna rağmen 1 saat bile kapatma cezası verilmedi. Bu arada, terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle uydu yayınından kaldırılan paralel kanallar gibi, söz konusu bu kanalın da bir an evvel servis dışı bırakılması gerekiyor! Rus medyasından spor haberleri G ALATASARAY A.Ş. Futbol A Takımı, A Millî Futbol Takımımızın yapacağı hazırlık karşılaşması sebebiyle verilen arada BosnaHersek’e giderek bir dostluk maçı oynadı. Bosna-Hersek’in son şampiyonu Saraybosna ile yapılan müsabaka 3-3 berabere bitti. Tabiî RTÜK’ün bu anlayışı millî şuura dayalı yayınlar için de ayrı bir çerçeve oluşturuyor. Vatandaşlar tarafından her gün şikâyet edilen şeytan malzemesi programlar, diziler ve filmler rahat rahat yayınlanadursun, millî kimliğe vurgu yapan programlar ve diziler de RTÜK’ün cezalarından nasipleniyorlar. A Haber’in bir nevi ağabeyi olan ATV, yaptığı programlar, yayınladığı diziler ve kamuoyuna sunduğu yarışma programlarıyla büyük tepki topluyor. Bu noktada RTÜK, A Haber’e değil de ATV’ye kesse cezayı, vallahi yeridir! Geçen ay Mars’ta bulunan tuzlu su haberinin hemen ertesi günü yayınlanan dinî sohbet içerikli bir programda ekrana yansıtılan spot soru şuydu: “Mars’taki suyla abdest alınır mı?” Şimdi gelelim başlığa… Evet, “tarafsızlık” kelimesi üç değil, dört hece… Ancak o başlıkla birlikte ülkemizdeki “tarafsızlık” kavramının nasıl bir eksiklikle anlaşıldığına ve uygulandığına dair bir mizah geliştirmeye çalıştık. Zira tarafsızlık, RTÜK’e tenkidini yöneltirken, RTÜK’ün kapattığı medya grubunun yanlışını da gösterebilmekti. Bunu başarabilirsek ne mutlu! Reis Bey’i hatırlatır Ü STAD Necip Fazıl Kısakürek’in “Reis Bey” adlı tiyatro eseri herkesçe malumdur. Bir ceza hâkimi olduğu için etrafınca “Reis Bey” diye anılan başkarakter, bir komplo sonucu cezaevine girer. Cezaevinde türlü insanlarla tanışır. Bunlardan biri, polisler tarafından o kadar çok sıkıştırılmış ve öyle çok suçu üzerine almıştır ki, korkusundan her cinayet için “Onu da ben öldürdüm” der… Tabiî A Haber’e yapılan bu haksızlığı dillendirip millî medyanın yanında olduğumuzu belirtirken, yine bir örnek üzerinden farklı bir hatırlatma yapmak isterim. Tamam, birileri Müslümanın ferasetiyle dalga geçiyor ama birileri de buna ayak uyduruyor. Sonra birileri de çıkıp bu milletin insanını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sevenleri işte bu tür programları izlemekle suçlayıp “göbeğini kaşıyan adam” veya “bidon kafalı” gibi densiz etiketlerle sıfatlandırıyor. Millî medyanın bu tip artıklardan kurtulması şart! Bazen her şey >> Şimdi bir ara bilgiyi, daha doğrusu hatırlatmayı paylaşalım: Balkanlarda Sırpların en büyük destekçisi Ruslardır. Rusya için Sırbistan ve bölgedeki bütün Sırplar çok çok önemlidir. Tekrar karşılaşmaya dair habere dönelim… Galatasaray’ın kardeş Bosna-Hersek temsilcisi Saraybosna takımı ve takımın şehri olan Saraybosna, ülkemizde baskı yapan Sözcü gazetesi tarafından şöyle yayınlandı: Saraybosna bir Sırbistan vilayeti, dolayısıyla Galatasaray’ın dostluk maçındaki rakibi Saraybosna da bir Sırbistan temsilcisi… Sözcü, haberi aynen şöyle girdi: “Hazırlık karşılaşmasında Sırbistan’ın Sarajevo takımıyla karşılaşan Galatasaray, deplasmandan 3-3’lük beraberlikle ayrıldı.” Bu karşılaşma, Rusya ile aramızdaki uçak düşürme krizinden evvel yapılmış, hatta bu haber de yaklaşık bir ay önceki dönemde kalmıştı. Uçak krizinde Türkiye yerine Rusya’nın yanında cephe alan ihanet medyasının bugünlerde yaptıkları akla gelince, BosnaHersek’e nasıl baktıklarını kavramak da kolaylaşıyor. Evet, bu şebeke o sıfatı hak ediyor: “Rus medyası”… Paris’te 132 kişinin ölümüne neden olan ve IŞİD terör örgütünün üstlendiği katliamın ardından, ülkemizde baskı yapan Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri Türkiye’yi hedef alan haberler yapmaktan çekinmedi. İki gazete de terör saldırısı faillerinin Türkiye’den geçtiğini duyurdu. Cumhuriyet gazetesi “Katliamın yolu Ege’den geçti” manşetiyle çıktı ve şöyle bir spot kullandı: “Paris barbarlığında Türkiye-Suriye bağlantısı büyüyor!” Sözcü ise haberinde, “2 saldırganda sahte Türk pasaportu çıktı” başlığını kullandı. Cumhuriyet ve Sözcü’nün kime çalıştığını, hangi birimin polisi olduğunu az biraz tahmin edebiliyoruz tabiî. Ancak bu iki polis şunu bilmeli: Bu ülke, her suçu üstlenecek bir saftirik değildir! aralık 2015 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 aralık 2015 Rus medyasında Uluğ Bayındır “doğalgaz kesintisi” yorumları P ARALEL İhanet Çetesi’nin yayın organlarından olan Zaman gazetesinde, Rusya ile girilen uçak düşürme krizinin ardından ortaya atılan doğalgaz kesintisine dair yapılan İsmail Altunsoy imzalı (27 Kasım 2015) analizi yorumsuz olarak buraya aktaralım öncelikle: “Doğalgaz kesilirse faturası ağır olur! Rusya’dan gelen doğalgazda yaşanacak muhtemel bir kesinti, elektrik santrallerini, sanayi ve konutları doğrudan etkileyecek. Kesinti, en fazla nüfusun ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara ve İç Anadolu bölgelerini vuracak. Gaz akışının durmasıyla ortaya çıkacak açığın başka bir kaynaktan sağlanamayacak olması krizi derinleştiriyor. Havalar soğumaya başladı. Doğalgaz tüketiminin her yıl rekor kırdığı bu aylarda Türkiye ile Rusya arasında siyasî kriz patlak verdi. Krizin ekonomiye yansıması, ‘Rusya’dan gaz akışı kesilir mi?’ endişelerini daha da arttırdı. Türkiye için en fazla doğalgazın alındığı Rusya’dan yaşanacak muhtemel bir gaz kesintisinin faturası ağır olacak. Bazı e santrallerinde üretimin durması, sanayide yavaşlama ve konutların soğukta kalması gibi olumsuzlukların yaşanacağı kesintilerden en fazla nüfusun ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara ve İç Anadolu Bölgesi’ni etkileyecek. Ancak kesinti nedeniyle ulusal doğalgaz şebekesinde yaşanacak dengesizlik, diğer bölgeleri de etkileyecek. İran’ın soğuk havalarda doğalgazı kestiği ve Azerbaycan’ın da üretim kapasitesinin sınırlı olduğu düşünülürse, gaz aboneleri için zor bir kış söz konusu. Rusya’dan alınan gaz için fazla alternatif kaynak olmaması da Enerji Yönetimi’nin elini kolunu bağlıyor. Kısa dönemde yapılabilecek bir şey olmasa da petrol ve kömür stoklarının arttırılması, az da olsa rahat nefes aldırabilir. En önemlisi de, iki ülke arasındaki krizi doğalgazdan uzak tutmak gerekiyor. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) ile Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş. (BOTAŞ) verilerine göre yıllık yaklaşık 50 milyar metreküpü bulan gaz ithalatının yarıya yakını elektrik üretiminde kullanılıyor. BOTAŞ ve özel şirketler tarafından tüketime sunulan gazın yüzde 18’i konutlarda, yüzde 25’i sanayide kullanılıyor. Geri kalan bölüm ise ulaşım ve gübre sanayiine gidiyor. Doğalgaz, Rusya’nın yanında İran ve Azerbaycan’dan boru hattıyla, Nijerya ve Cezayir’den de LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) olarak ithal ediliyor. Ayrıca talebin arttığı dönemlerde Marmara ve Ege LNG tesislerinin yanında Silivri Yeraltı Doğalgaz Deposu da devreye alınıyor. İthal edilen doğalgazın yüzde 92’si elektrik üretimi, konut ve sanayide tüketiliyor. Türkiye-Rusya arasında gerginliğin ekonomiye yansıması, en çok bu 3 sektörü etkileyecek. Çünkü Rusya’dan Batı Hattı ile BOTAŞ ve özel şirketlerin ithal ettiği doğalgaz, nüfusun ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara Bölgesi’nde tüketiliyor. Yine Rusya’dan gelen Mavi Akım gazı (Karadeniz), orta ölçekli sanayinin yer aldığı İç Anadolu’da kullanılıyor. Elektrik tüketiminin yanında sanayi kuruluşlarının yoğun doğalgaz talebi, kesinti halinde üretimlerini olumsuz etkileyecek. Rus gazında yaşanacak kesinti ile ortaya çıkacak açığın başka bir kaynaktan sağlanamayacak olması da muhtemel krizi içinden çıkılmaz hale getiriyor. Çünkü Türkiye’nin gaz alımı için fazla kaynak çeşitliliği yok. Kaynak çeşitliliği olsa bile, alınacak gazın ulusal iletim şebekesine verilmesi mümkün olmayacak. Nedeni, günlük yaklaşık 200 milyon metreküp olan taşıma kapasitesinin yarısı Ruslara ait (Batı ve Mavi Akım). İthal edilecek gazın bu iki hattan şebekeye verilmesi mümkün değil. Öte yandan Enerji Yönetimi, tüketimin arttığı dönemlerde kamu elektrik santrallerini ikincil yakıta geçirerek (fuel oil, motorin gibi) konutlarda ısınma amaçlı gaz ihtiyacını karşılıyordu. Rusya gibi ana tedarikçinin devre dışı kalacak olması bu çözümü de zora sokacak. Doğalgaz açısından sorunsuz veya en az sorunlu bir kış yaşamak için kısa dönemde yapılacak iş, Rusya’dan gaz akışının sağlanması olacak.” Altunsoy, 3 Aralık 2015 günü yaptığı analizde ise, Türkiye tarafından açılan stratejik kartların değersizliğinden bahsediyor. Altunsoy’a göre ceylan olup boynumuzu uzatsak ve çakala “Gel de ısır!” desek yeri (bunun daha kaba olanını belirtmek imtina ediyoruz tabiî)… “Katar doğalgazı çözüm olur mu? Kamu şirketi Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ (BOTAŞ), Katar Milli Petrol Şirketi ile uzun vadeli LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) alımı için ön mutabakat zaptı imzalandığını açıkladı. Türkiye ile Rusya arasında yaşanan siyasî krize denk gelen anlaşma, önemli gibi gözükse de aslında kısa dönemde yaşanacak muhtemel doğalgaz kesintileri için çözüm adına hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü Türkiye’nin LNG dönüşüm (sıvı gazın boru gazına çevrilmesi) kapasitesi sınırlı. Var olan kapasite de Cezayir ve Nijerya’dan alınan gaz için kullanılıyor. Ayrıca zor dönemlerde yapılan anlaşmalar daima alıcının aleyhine hükümler taşır. Örnek olarak 1996’daki Türkiye-İran doğalgaz alım anlaşmasını gösterebiliriz. Zor şartlarda yapılan anlaşma, bugün Türkiye’nin en pahalı doğalgazı almasına sebep oldu. Türkiye, yıllık yaklaşık 50 milyar metreküp doğalgaz tüketiyor. İhtiyaç duyulan doğalgaz Rusya, İran ve Azerbaycan’dan boru hatlarıyla, Cezayir ve Nijerya’dan da sıvılaştırılmış (LNG) gaz şeklinde alınıyor. Ayrıca acil durumlarda da spot piyasadan LNG alınarak ihtiyaç karşılanıyor. Yine Marmara’daki Yeraltı Doğalgaz Deposu da acil durumlarda devreye sokuluyor. İthal edilen doğalgaz, hemen ulusal şebekeye verilemiyor. Türkiye’nin halen günlük tüketim için ulusal şebekesine en fazla 190-200 milyon metreküp doğalgaz verebiliyor. Bu kapasitenin yaklaşık 40 milyon metreküpü LNG’ye ait. Geri kalan bölüm ise boru gazı. Boru gazında en fazla kapasiteyi Rusya kullanıyor (100 milyon metreküp). Bu sebeple alınacak LNG ve boru gazı için öncelikle ulusal şebeke altyapısı (boru hattı, dönüşüm tesisi gibi) yeter hale getirilmeli. Özellikle LNG gazı için hem stoklama hem de dönüşüm kapasitesi artırılmalı. Çünkü gazda talep artışı daha çok kış aylarına yoğunlaşıyor. Kışın da fırtınalı hava sebebiyle LNG tankerlerinin limanlara yanaşmasında zaman zaman sorunlar yaşanıyor...” Bu gazeteyi okuyanlar hâlâ biricik hocalarından Fatih’in torunları olduklarını dinliyorlardır herhalde. Okudukları adamcıkların ne kadar önemli realitelerle konuştuklarının farkına varıyorlardır sanırım. Öyleyse söyleyelim, belki inanırlar: O gemiler karadan yürümedi, üç harfliler götürdü(!)… (“Üç harfli” esprisi, biricik hocalarının yazdığı “Asrın Getirdiği Tereddütler” adlı kitap serisiyle alakalıdır.) aralık 2015 25 haberajanda Perspektif Peki, bizzat “kâfir” olarak Batı görülüyorken, kendisi doğrudan bu riski neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış çok tehlikeli iken, Batı bunu neden doğrudan ve bizzat organize etsin ki? Bu iki sorunun çok mantıklı bir sebebi var: Kâfire savaş açmak için “İslam Devleti” şartı ileri sürülerek Müslümanların kafalarına “cihat” adı altında “Senin devletin kâfir! Önce onu İslam Devleti’ne dönüştür ki Batı ile mücadele edebilesin” telkini yapılmıştır ve sonuç alınmıştır. Çünkü bu çarpık cihat fikrine kavuşmuş birçok örgüt kuruludur. Onun için İslam dünyasında sözde cihat fikrine sahip Müslümanların arasında kendi devletlerine olan nefreti Batı’ya olan nefret ve kinden yüzlerce kat daha fazla olan akımlar ve gruplar var olmuştur. SINIRI AŞA Bitmeyen dizi: Büyük Ortadoğu Projesi İSLÂM dünyasının iki yüzyıldır “değişmeyen hâlleri” ve “Mümin aynı delikten iki defa ısırılmaz!” şeklindeki mübarek tavsiyeye rağmen ısırıldığı yeri evi bellemiş bir bağımlılık durumu hep aynı senaryonun sadece farklı oyuncular tarafından filmleştirilmesi ile sonuçlanmaktadır. Neden? Çünkü Ortadoğu, dünya arabasının benzin istasyonu… Üstelik çok sık “yangın” yerine dönen ve patlamaların hiç bitmediği bir istasyon... >> Bu benzin istasyonunun birçok yerinde “Besmele” ve “Allahu Ekber” yazılı; çalışanların ağzından din vaazı eksik değil. Fakat ilişkileri, ahlakı, hesapları, iddiaları belirleyen öz, “petrolün patronu” olmak… Ortadoğu’daki petrolü 26 aralık 2015 elde tutma noktasında dünyadaki birçok ülkenin bu bölgedeki en bayatlamış numarası “kukla değiştirmek için terör bahanesi” planını gerçekleştirmek. Bugün bile “DAİŞ aşağı, DAİŞ yukarı” propagandasının özünde ne var? Yine petrol... Dünyanın terör örgütü dediği bir yapı, muazzam bir petrol işletimine ve satışına sahip. Bu iflah olmaz oyunun ve sahtekâr hesapların dikkatleri dağıtmak için kullanıldığı bir tiyatro oyunu var: İslamofobi! Müslüman dünya bu Sedat Servet Hocaoğulları servethocaogulllari.ajanda@gmail.com N CİHAT: SURİYE oyunla meşgul edilirken, öte tarafta Ortadoğu’nun yeraltı ve yerüstü kaynakları iki yüzyıldır sömürülüyor. Özellikle İslamofobi ile mücadele etmeyi marifet sanan “aymaz ve caymaz” bir dindarlık anlayışı var ki, bu anlayış adeta barış güvercini kostümüyle dünya turuna çıkadursun, dünya Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye devam ediyor. Peki, bunu her defasında kesin sonuç alarak nasıl başarıyor? Bu konuda çok basit bir yöntem kullanılıyor: Devlet düşmanlığı İslam’ın altıncı şartlanmışlığı olan “cihat”… Müslüman tarihinde anlam ve bağlamından çıkarılmış, içi boşaltılıp bambaşka bir içerikte kullanılmış ve en tehlikeli olarak da “yönü ve muhatabı belirsiz- leştirilmiş” bir intihar yöntemine evrilmiş bir değer ve kavram varsa, sanırım bu en başta “cihat” kavramı ve kültürüdür. Batı, iki yüzyıldır Müslümanların zihnine çarpık bir cihat tanımı yerleştirmeyi başarmıştır. Bu tanım şudur: “Kâfirleri öldürmek sadece savaş durumlarında olmaz; bir kâfir öldürmek için çok sebep var edilebilir!” Peki, bizzat “kâfir” olarak Batı görülüyorken, kendisi doğrudan bu riski neden arttırsın ki? Bu çarpık anlayış çok tehlikeli iken, Batı bunu neden doğrudan ve bizzat organize etsin ki? Bu iki sorunun çok mantıklı bir sebebi var: Kâfire savaş açmak için “İslam Devleti” şartı ileri sürülerek Müslü- manların kafalarına “cihat” adı altında “Senin devletin kâfir! Önce onu İslam Devleti’ne dönüştür ki Batı ile mücadele edebilesin” telkini yapılmıştır ve sonuç alınmıştır. Çünkü bu çarpık cihat fikrine kavuşmuş birçok örgüt kuruludur. Onun için İslam dünyasında sözde cihat fikrine sahip Müslümanların arasında kendi devletlerine olan nefreti Batı’ya olan nefret ve kinden yüzlerce kat daha fazla olan akımlar ve gruplar var olmuştur. Nitekim bu örgütler, Batı’dan önce kendi devletlerine yönelik, yine Batı tarafından kullanılan şiddet sarmalının öncü sebebi ve kaynağı haline gelmişlerdir. Hatta Batı, böylelikle birçok devleti kendi Müslüman halkı ile tehdit etmiştir. İki yüzyıldır bu oyun adeta dünya turnesine çıkar gibi geleneksel biçimde dolaşmaktadır. Oysa cihat, toplumların İslamlaştırılması noktasında her türlü çabayı anlatan bir kavramdır. Toplumların İslamlaştırılması ise eğitim, kültür, sanat, estetik, ahlak, adalet ve bilgi gibi, “insan” odaklı her şeyin İslam kaynağından beslenmesidir. Ancak maalesef, Batı’nın klasik kavramlarla oynaması sonucunda cihat kavramı yönünü devlete çevirmiştir. Bu yönelişe devlet de “derin” bir karşılık vermiştir. Böylece şiddetli çatışma kaçınılmaz olmuştur. Derinleştikçe öldüren Müslüman aralık 2015 27 haberajanda Perspektif Görünen ve artık gerçeği yansıtan bir fiilî durum var: “Müslüman” ve “öldürmek” fiili arasındaki ilişki, iki yüzyıldır belirgin bir artış göstermiştir. Bu ilişkiyi kuran ve kurgulayanlar “bazı Müslümanlar” olarak görülebilir veya gösterilebilirler. Ancak fiilî bir durum var. Çok ilginçtir, Müslümanlar ilimde derinleştikçe öldürmek noktasında zihin olarak “geniş meşrep, radikal mezhep” gergefinde masum insanları öldürmeyi meşrulaştıran bir “sapma” içine düşebilmektedirler. Bunun nedeni ise “savaş fıkhı” eksenli İslâmî eserlerin sanki birer ahlak, iman, akide eseri gibi algılatılmasıdır. Yani cihat kavramını dönüştüren üst akıl, bunu fıkhî eserlerle yapmaktadır. Özellikle fıkıh eğitimi alan Ortadoğu’daki birçok adres, bunun için birer üs(t) akıl olarak işlevlendirilmişlerdir. Nitekim DAİŞ aslında bir petrol mafyası iken, maske olarak cihat kültürünü kullanmaktadır. Bu nedenle gerçekten Batı(lı) kâafirlerle mücadele ettiğine inanan cihatçı birçok grup, gidip DAİŞ şemsiyesi altında savaşmaktadır. Böylelikle DAİŞ, insan kaynağını bu algıdan besleyebilmektedir. Oysa çok dikkatli incelendiğinde şu tehlike fark edilecektir: Ortadoğu’daki devletler de Batı ile işbirliği içinde, kendi derin devlet kanadıyla bazı “provokatif cihat eylemleri” organize ederek istediği örgüte her türlü operasyonu yapmak için malzeme toplamaktadırlar. Bu “basit” denklemi olan, fakat karmaşık ilişki görüntüsü verebilen “Büyük Ortadoğu Projesi”, kendini “Ortadoğu’nun demokratikleşmesi programı” 28 aralık 2015 Gülen bu bağlamda, “Suriye” konusunda başından beri pozisyon aldırılmış bir figürandır. Çünkü Suriye politikasında inisiyatif almış ve başarılı olmuş bir Erdoğan demek, Ortadoğu dengelerinin değişmesi demektir. Küresel güçler direkt Erdoğan’ı “cihatçı” diye suçlayamayacakları için, bu zavallı hocanın ağzıyla “İslamcılık” adı altında aynı kapıya çıkacak bir başka yol kullanmışlardır. Suriye bağlamında sınır ihlali sebebiyle düşürülen Rus uçağının oluşturduğu kriz içinde Putin’in bile ilk demeçlerde “Erdoğan Türkiye’yi İslamlaştırıyor, Rusya’daki cihatçıları Türkiye’de barındırıyor!” demesi, aynı taktiğin canlandırılmasına yönelik bir kışkırtmadır. Sedat Servet Hocaoğulları olarak etiketleyebilmiştir. Bu bağlamda bu büyük oyunu bozma çabasına girecek herhangi bir ülkenin, içine gireceği süreçte büyük riskleri üstlenmek durumunda kalacağı ortadadır. Bu noktada kritik soru şudur: Türkiye bu riski üstlenmiş midir? Türkiye: Oyun bozan mı, oyun kuran mı? Fethullah Gülen isminin “şöhret şehvetinde titreyen hoca” ve “kıyamet öncesinde beklenen kurtarıcı aziz” tanımları arasında tartışılmasının orijinal sebebi, Gülen’in “cihatçı gammazcısı” diye ünlenmesidir. Yani Gülen, kırk yıldır vaazlarında, yazılarında, sohbetlerinde sürekli Batı’ya Ortadoğu’daki “cihatçı” hareketleri ispiyonlayan ve onların ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışan biri olarak bilinmeye gayret etmiş ve kendisini de İslamofobi’nin panzehri olarak algılatmaya çalışmıştır. Öyle ki, hayatı bu “gizli tanık” hikâyeleriyle doludur. Nitekim günü geldiğinde, kendi geleceğini göğertmek ve yeşertmek adına Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı da Batı’ya “cihatçıların destekçisi” diye gammazlamış, hatta onu tutuklatıp yargılatmak için kumpas kurmayı bile göze alabilmiştir. Erdoğan’ı DAİŞ destekçisi diye sunma gayreti ve bu bağlamda MİT tırlarına operasyon yaparak Erdoğan’ı “terör destekçisi” algısı içinde uluslararası alanda mahkûm etmeye de çalışmıştır Gülen. Neden? Bu sorunun cevabı ayrı bir yazı konusudur, ancak soruyu ortada bırakmamak için bir şeye işaret edebiliriz: Politik dindarlık projesi, Batı’nın “yeni taktiklerinden biri”dir. Yani Batı’nın istediği tarzda bir Müslümanlık anlayışının gelişmesi için kullandığı ve Gülen örneğinde somutlaşan yeni bir taktiktir. Bir adresi “cihatçı” göstermek ve bir başka adresi de “örnek Müslüman” etiketiyle cihatçıların deşifresi için kullanmak… Dikkat çekmek isteriz ki, Gülen’in sözlüğünde “cihatçılar” ayrı bir niteleme ile ispiyonlanır: “İslamcılık”… Gülen’in İslam dünyasına yönelik en büyük ihaneti, Batı algısındaki “Terör eşittir cihatçılar” formülünü Türkiye’ye tercüme ederken “İslamcılık” kavramını kullanmasıdır. Çünkü Gülen, “İslamcılık” kavramının Batı dünyasındaki tam karşılığının yukarıda çerçevesini verdiğimiz çarpık “cihatçılık” ile aynı anlama sahip olduğunu bilmekte ve öyle kullanmaktadır. Nitekim 17 Aralık operasyonundan bu yana Gülen medyasının Erdoğan için “İslamcı” ve “siyasal İslam” etiketiyle saldırması, aslında Batı’nın Ortadoğu hesaplarını ve oyunlarını bozan Erdoğan’ın tasfiyesi ile ilgili stratejisinin sadece bir yönüdür. Gülen bu bağlamda, “Suriye” konusunda başından beri pozisyon aldırılmış bir figürandır. Çünkü Suriye politikasında inisiyatif almış ve başarılı olmuş bir Erdoğan demek, Ortadoğu dengelerinin değişmesi demektir. Küresel güçler direkt Erdoğan’ı “cihatçı” diye suçlayamayacakları için, bu zavallı hocanın ağzıyla “İslamcılık” adı altında aynı kapıya çıkacak bir başka yol kullanmışlardır. Suriye bağlamında sınır ihlali sebebiyle düşürülen Rus uçağının oluşturduğu kriz içinde Putin’in bile ilk demeçlerde “Erdoğan Türkiye’yi İslamlaştırıyor, Rusya’daki cihatçıları Türkiye’de barındırıyor!” demesi, aynı taktiğin canlandırılmasına yönelik bir kışkırtmadır. Sahi, Erdoğan Suriye’de neye dokundu ki dünya güçlerinin uykusu kaçtı da Erdoğan’ı “cihatçı” kartı ile durdurmak istediler? Cevabı çok sade: Erdoğan küresel güçlerin sahte “cihatçı” etiketini/kartını işlevsiz kılan adımlar atıyor. Hatta bu yüzden Erdoğan’a “Eskiden cihatçıydı, şimdi dünyacı oldu” suçlamasının basit düşünen ve çoğu kompleksli, sorunlu, şöhret budalası birçok sözüm ona “sosyal medya hocaefendisi”ne söylettirilmesi de bu oyun bozmanın faturasını ödetme çabasıdır. Demek ki Suriye’ye dokunmak, büyük bir oyunu bozma kararıdır ve çarpık tanımlanmış “cihatçı” kartını küresel güçlerin elinden almaktır. Erdoğan’ın Suriye politikasını okuyamayanların “Ne gereği vardı?” demesi, aslında iki yüzyıldır durmayan ümmet kanının daha da akmasını sağlayacak düzenin devam etmesini savunmaktır. Nitekim konu “petrol” olunca, Suriye’deki Esed’i ölümüne savunan İran ve Rusya ittifakının mantığını çözmek için biraz dikkat yeterlidir! Nitekim Esed’in, “Suriye demek, sadece ben değil, çok taraflı bir koalisyon demektir. Erdoğan bana dokunursa dünya dengelerine dokunmuş olur!” demesi de bu perde arkasına işaretti. Ancak Erdoğan bu gerçeği bilerek bu “noktaya” dokundu. Çünkü İslam dünyasının akan kanı durmalıydı. Kuşkusuz bunun da bir can bedeli olacaktı. Ancak umutsuz bir halde yüzlerce yıl aynı trajediyi yaşamak yerine, artık bu oyuna “One minute!” demek gerekiyordu. Erdoğan diplomatik tüm yolları kullandı; Suriye’de kan dökülmeden, demokratik reformlarla çözüm olması noktasında çok çaba gösterdi. Hatta DAİŞ tehlikesini ilk fark eden ve tedbir alan yine Erdoğan oldu. Fakat aldığı tedbirle suçlandı. Çünkü Erdoğan mesafe aldı ve büyük oyunu bozmayı başardı. Küresel güçler artık Erdoğan’sız Ortadoğu hesapları yapamıyorlar. Bu, büyük bir imkân ve ümmet için bir umut! Bu sürecin sağlıklı sonuçlanması için Türkiye’de mutlaka bir sistem değişikliği olmak zorunda! Gerçi bazıları çıkıp “Eskisi gibi ‘Etraf düşmanla çevrili! Araplar hain! Bize ne Ortadoğu’dan, Müslüman dünyadan!’ deyip halimiz devam etseydi” diyebilir. Hatta her gün, içine kapatılmış ülkede asker dayağı yemeyi de benimseyebilir. Ancak bir “insan olmak” gerçeği var: İnsan için insanlığını ortaya koymazsan eğer, zaten sana “insan” demezler! Suriye, bir “insan özlemi” projesi, Ortadoğu’nun yeni umut kapısını açma çabasıdır. DAİŞ ise “yedi kocalı Hürmüz”dür. Bu çatı altında kâfire karşı savaştığını düşünenler ise sadece “büyük fotoğrafı” göremeyen, görmek istemeyen, düşmanları tarafından tanımlanmış “cihat” kavramının kötü birer tüketicisi konumundadırlar. Değilse, Allah için, Allah yolunda ve Müminlere savaş açanlara karşı mücadelenin adı “kıtal”dır, “savaş”tır. Ve bu yolda öldürülenlere “şehit” denir. Gidip masum insanları öldürmek ve kirli petrol savaşlarında mafyacılık yapmanın adı “cihat” olamaz! Çünkü cihat, insanı İslâm’lı kılmanın esenlikli yoludur, insanın masumiyetini korumak için mücadele etmektir; masum insanı öldürmek değil. Zaten vahiy ne emrediyordu? “Bir (masum) insan öldürmek, tüm insanlığı öldürmek gibidir!” (Maide, 32) aralık 2015 29 haberajanda Analiz Ülkenin adı Osmanlı değil, Türkiye... Kıyafetler farklı. Bir de sakal bıyık durumu farklı. Kararlılık, vatanseverlik, cesaret, hak hukuk gözetme, sözünde durma, dosta ve düşmana karşı tavır takınma bakımından milim hesabıyla dahi fark gösteremez kimse. Zaten dostları sevindiren, düşmanları korkutan taraf da burası! *** Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin çok köklü bir geçmişi var. Arada pek çok savaş dönemi olduğu gibi, yakın ilişki içinde olduğumuz, ortak çıkarlara sahip bulunduğumuz dönemler de oldu. Zaman zaman “iki dost ülke” tanımı yapılsa da buna itirazım var. Dost değil, “düşman olmayan iki ülke” pozisyonundayız. Putin, uçağın düşürülmesinden sonra “Arkamızdan hançerlendik” açıklamasında bulundu ve Türkiye’den özür bekledi. Aslında arkasından hançerlenen Rusya değil, Türkiye. Özür dilemesi gereken de biz değiliz, Putin. 30 aralık 2015 Hiçbir uçak havada kalmaz Ya iner, ya düş IŞİD, ISIS, DAEŞ, DAİŞ... Herkes başka türlü söylüyor; kişiye ve zamana göre değişiyor. Her ne bela ise adı (batasıca), bizim için baştan beri bir terör örgütü. İslam adına savaştığını söyleyip İslam’a aykırı hareket eden ilk örgüt olmadığını da biliyoruz. Kendilerinden başka kim varsa kâfir ilan etmişler ve saldırıyorlar. Katılımcıları arasında İngiliz, Fransız, Alman, Arap, Amerikalı, Türk, ne ararsan var… >> >> Rusya, DAEŞ ile mücadele etme görüntüsüyle Suriye’ye girdi ve Türkmenleri vurdu. Uçakları defalarca sınırımızı ihlal etti. Uyarılara aldırmadılar. Angajman kurallarını hiçe saydılar. Bizim ne kadar ciddi olduğumuzu mu ölçmek istiyorlardı? Belki… Belki de “Bugüne kadar yüzlerce defa pek çok ülkenin sınırını ihlal ettik, hiç kimse uçağımızı düşürmedi. Türkler de kuru gürültü” diye baktılar. En üst seviyede yaptığımız uyarılara rağmen yine Rus savaş uçakları sınır ihlali yapınca, sonuç malum, düşürdük. Rusya sınır ihlali olmadığında ısrarcı. Fakat havadaki bütün araçlar uydular vasıtasıyla kayda alınırken böyle bir açık ihlalin olmadığını iddia etmek çocukça. “Bir arkadaşa bakıp çıkacağım hemen” deseydi daha masum olurdu. *** Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com er, ya düşürülür! Şakacı bir hostes, uçak korkusu olan bir yolcuyu teskin etmeye çalışırken ne diyordu? “Korkmayın efendim! Hiçbir uçak havada kalmaz, mutlaka bir şekilde iner...” Öyle hakikaten… Ya iner, ya düşer. Yahut düşürülür. Dünyada ilk defa bir Rus uçağının bu gerekçeyle düşürülmesi herkesi şaşkına çevirdi. Şaşkınlığın ötesinde, çoğunluk tarafından takdir gördüğüne de şahit olduk. Menfî tepki gösterenler sadece Rusya, Suriye, İran, İsrail… Çin’in ne dediğini, nasıl tepki gösterdiğini bilmiyorum. Benim mi gözümden kaçtı, sessiz kalmayı mı tercih ettiler, farkında değilim. Erdoğan ve Davutoğlu’nun angajman kurallarıyla ilgili uyarıda bulunurken şaka yapmadıkları görüldü. Esnek davranılmayacağını, iltimas olmayacağını, istisna uygulanmayacağını, sınırı aşan kim olursa olsun gereken cevabın verileceğini gösterdi Türkiye. “Osmanlı olsaydı nasıl dav- ranırdı?” diye bir soru geliyor insanın aklına. Çok güçlü olduğu dönemde değil, diyelim ki bugünkü kadar bir toprak, bugünkü kadar siyasî, ekonomik ve askerî güce sahipken, ülkenin başında Fatih var, Yavuz var yahut Kanuni var… Açıklanan angajman kurallarına rağmen geçen uçakları seyretmekle mi yetinirlerdi? Bu sorunun cevabı son derece basit, çocuğa sorsanız bilir. Geçen uçağa bakıp “Geçmişse geçmiş olsun” demezdi hiçbiri. Peki, bugün arada bir fark olduğu söylenebilir mi? Şu tür farklar var: Ülkenin adı Osmanlı değil, Türkiye. Kıyafetler farklı. Bir de sakal bıyık durumu farklı. Kararlılık, vatanseverlik, cesaret, hak hukuk gözetme, sözünde durma, dosta ve düşmana karşı tavır takınma bakımından milim hesabıyla dahi fark gösteremez kimse. Zaten dostları sevindiren, düşmanları korkutan taraf da burası! Bilmek gerekir ki her neslin yükü ağır. Duvardaki bir sıra aralık 2015 31 haberajanda Analiz görüşü şöyle: “Putin, Türk dış politikasının tabutuna bir çivi daha çaktı.” *** İnsanlar yeni karşılaştıkları durumları bildiklerine göre değerlendiriyorlar. Mesela Balkanlar seyahatine çıkanlar, Üsküp ve Saraybosna’yı gördüklerinde Bursa’ya benzetiyorlar: “A, aynı Bursa!..” Oradan kalkıp buraya gelenlerse, Bursa’yı kendi şehirlerine benzetirler. tuğlanın üstüne bir sıra daha konulması gibi değerlendirilebilir nesillerin durumu. Her nesil, kendinden sonrakilerin yükünü biraz daha hafifletmek için uğraşıyor dünya kurulalı beri. Eğer aksi biçimde davranılırsa duvarda boşluk oluşur ve yukarı kısımlar sıkıntıya maruz kalır; dolayısıyla bütün duvar ve bütün bina tehlikeye girer. *** Bugünkü sorumluluğun farkında olan Türkiye gerekeni yaptı. Üzerine düşen sorumluluğa göre davrandı ve sınırlarını ihlal eden, yapılan uyarıları dikkate almayan Rusların uçağını düşürdü. O düşen uçakla beraber hareket eden diğer uçak ikazlara uyup geri dönmeseydi, o da düşürülecekti. Bu olay, bir anda dünyanın “1” numaralı gündem maddesi haline geldi. Bazı medya organlarının olayı nasıl değerlendirdiğine bakalım: The Wall Street Journal, “Türkiye kâğıttan bir kaplanı düşürdü” başlığıyla verdi haberi ve şöyle bir açıklamaya yer verdi: “Putin, dostu Merkel’i neredeyse kendine düşman etti. Kayda değer bir Türk dostunu ise gerçek bir düşmana dönüştürdü. Uçağın düşürülmesi açıkça bir kaza değildi. Türk 32 aralık 2015 hükümeti Putin’i bazı Amerikalı hayranları gibi yeterince etkileyici bulmuyor.” Bloomberg, Putin’in Erdoğan hakkında yanlış hükme vardığını belirtti. The Telegraph, NATO’nun ciddi bir önlem almayacağına inanan Putin’in her seferinde daha da saldırganlaştığına vurgu yaptı ve Türkiye’nin çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını hiç anlayamadığını kaydetti. Türkiye’nin son derece haklı olduğunu belirten Financial Times, Rusya’nın sorumsuz davranışları neticesi olduğuna işaret ederek, “Ankara, yapacağını söylediği şeyi yaptı. Bunu yapmak için her türlü hakkı vardı” diye yazdı. “Ey Dünya Türkmenleri, birleşin!” diyen Al-Hayat, Putin’in darbeyi kabullenip biraz tevazu göstermesi gerektiğini, zira Arap coğrafyasının doğusundaki Rus çıkarlarını koruması için İran ile ittifak kurmanın yetmeyeceğini belirtti. Fars Haber Ajansı ne dedi? Türkiye’nin maceracı davrandığını ve bunu cevapsız bırakmanın Rusya’ya büyük zarar vereceğini yazdı. Bir de onların çok sevdikleri ortaklarına bakalım: Haaretz’in Rus uçağının düşürülmesi için “İkinci ‘One minute!’ Olayı” denilmesini de bu şekilde değerlendirebiliriz. Eğer uçak düşürme önce olsaydı, Davos’ta “Dönemin Başbakanı” Recep Tayyip Erdoğan “One minute!” diyerek “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” çıkışını yaptığında şöyle değerlendirilecektik: “İkinci uçak da düştü! Erdoğan, Rus uçağından sonra bu defa da İsrail’in karizmasını çizdi...” *** Putin, Paris’teki İklim Zirvesi’nde aile fotoğrafına girmemek için uçağını geciktirdi. Nişan bozulunca eski fotoğrafları makaslayan birini gördünüz mü hiç? Gördüyseniz, Putin’in bu yaptığının aynı tavır olduğunu kabul edersiniz. Görmediyseniz, Putin’in fotoğrafına bakın yeter! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Paris’te Putin ile görüşme talebinde bulundu. Karşılık bulmadı bu talep. Aile fotoğrafına bile girmeyen Putin, yüz yüze görüşmeye cesaret edemedi. Yüzü yok! Hâlbuki bu sorunlar görüşerek, konuşarak halledilir. Kaçarak, göçerek değil… Erdoğan, “Biz bağları korumaya gayret ediyoruz” açıklamasında bulundu. Kast ettiği “Ankara’nın bağları” değil sadece, Moskova’nın da bağları olmalı. Bağı koparırsanız, neticesi hoş gelmez! Putin’in şu sözü hiç kulaklardan gitmeyecek: “Erdoğan, Türkiye’yi İslâmlaştırıyor…” Kulaklardan gitse bile hafızalarda kalacak. Rusya, Türkiye’ye karşı hemen ambargo uygulama kararı aldı. İhraç ürünlerimizi almayacak. İyi, almasın... Fakat oradaki Türk işadamlarına, gezmeye gitmiş turistlere ve tahsil için Rusya’da bulunan öğrencilerimize karşı uyguladığı ahlâk dışı hareketlerin diplomasi tarihine kara bir leke olarak geçtiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin çok köklü bir geçmişi var. Arada pek çok savaş dönemi olduğu gibi, yakın ilişki içinde olduğumuz, ortak çıkarlara sahip bulunduğumuz dönemler de oldu. Zaman zaman “iki dost ülke” tanımı yapılsa da buna itirazım var. Dost değil, “düşman olmayan iki ülke” pozisyonundayız. Putin, uçağın düşürülmesinden sonra “Arkamızdan hançerlendik” açıklamasında bulundu ve Türkiye’den özür bekledi. Aslında arkasından hançerlenen Rusya değil, Türkiye. Özür dilemesi gereken de biz değiliz, Putin. Türkiye’den aldıkları tarım ürünlerine ve işçilerimize karşı yaptırım başlatmanın ötesinde bir de doğalgaz konusu var. “En fazla doğalgazı Rusya’dan alıyoruz, keserlerse ne yaparız?” endişesi başladı bazı kesimlerde. Anadolu’daki vatandaşlara sorduğumuzda şık cevaplar alıyoruz: “Keserse kessin, tezek yakarız!” Takdir edilecek bir durum, ama İstanbul’da, Ankara’da tezek yok. Sobaların kaldırılmasının üzerinden de çok zaman geçti. Bazı binalarda baca bile bulunmuyor. İşte bu yüzden çok korkanlar var. Özellikle eski gomonistleri aldı bir “endişe”… Yetmedi “korku”... O da yetmedi “panik”... Mehmet Şeker Mesela Bekir Coşkun, “Sizin yüzünüzden kıçımız donacak” diye başlık döşendi. Bir yetkili çıkıp, o arkadaşın kıçının nasıl ısıtılacağını açıklasın da içi rahat etsin, korkusu gitsin. Tamamen bitmese de azalsın... Eski gomonistlerden başka, onlar gibi düşünen bazı keçi sakallılar var. Kaçıp gitmişler yurtdışına, oradan bizi aşağılama derdine düşmüşler. “Us”unu neresinde sakladığı belli olmayan bir Emre Uslu var mesela. Zaten ülkemiz b… kokuyormuş, bir sürü sığır varmış, o yüzden gaz kesilirse tezek yakıp ısınabilirmişiz. İlle hakaret edecek ya, edep medep Hakk getire! Sanki kendisi kıçına mantar tıkamış. *** Rusya’nın ambargosu duyulunca, dünyanın pek çok yerinden Türkiye’ye destek açıklamaları gelmeye başladı. Yazılı ve görsel basın dışında sosyal medyaya da yansıyan bu mesajlar dikkat çekici. Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen Türkiye’ye destek açıklamasını göz ardı edemeyiz: “Türkiye’nin Rusya’ya sattığı malların tamamını alarak Afrika’daki yoksul ülkelere göndereceğiz.” Ukrayna da aynı açıklamada bulundu. Sosyal medyada binlerce mesaj yer aldı. Bunlardan birkaçına bakabiliriz. Mesela Nuh Baloğlu şöyle yazdı: “Katar, Kuveyt, Ürdün, Suud ve nice Arap basınında ‘Osmanlı torunu Moskof ’u tokatladı. Rusya Türkiye’yi hafife alıyordu. Korkusuz lider özür dilemeyecek’ diye manşetler atıyorlar. Sadece bununla kalmıyor ve Reis’in Peygamber aşkına vurgu yapıp ‘Ey Sevgili’ şiirini paylaşıyorlar. Hepsinin kaleminde bu yazılar. Hatta daha fazlası da var. İslam âlemine ayrı bir cesaret gelmiş ve neredeyse ‘Rus uçağını Türkiye değil, biz düşürdük’ diye üstlenecek şevkteler. Ukrayna bile Türkiye’ye övgüler yağdırıp Türk uçakları ve pilotları ile ilgili videolar, capslar yapıyor. Ne demişti atalarımız? ‘Tüm uyuyanları uyandırmak için bir uyanık yeter!’ ‘Öleceksek adam gibi ölelim’ sözünün başlangıcıydı bu vuruş. Bilesiniz…” *** Dünya Müslüman Âlimler Birliği’nden de Türkiye’ye destek geldi. Yapılan yazılı açıklamada Müslümanlardan, haklı davasında Türkiye’nin yanında olmaları istenirken, Türk ürünlerine ve ekonomisine destek verilmesi gerektiği ifade edildi. Başta Suriye, Irak ve Filistin olmak üzere, bölgede yaşanan yıkıcı durum ve artan gerginliğe işaret edilen bu açıklamada, “Suriye ile Rusya’nın kışkırtma ve provokasyonlarıyla Türkiye’nin kargaşa ve savaş ortamına çekilmeye çalışılmasını kaygıyla izliyoruz. Söz konusu provokasyonlar, Rus uçağının düşürülmesi ve ardından gelen Rusya’nın Türk ürünlerini boykot kararı ile neticelendi” denildi. *** Suudi Arabistanlı meşhur âlim Dr. Muhammed AlArefe’nin 20 milyon takipçisi ile paylaştığı mesaj önemli: “Türkiye öyle bir devlet ki, onun adını zikrettiğimde büyük tarihi, halkının cesareti, kararlı oluşları, Türklerin zekâsı ve onların güzel vasıfları aklıma geliyor. Türkiye bugün dünyada iktisat, ilerleme ve gelişme, yönetim ve uluslararası ilişkilerde büyük atılımlar gerçekleştiriyor. Türkiye’nin Suriyeliler ve diğer mülteciler için sarf ettiği harcamaları, gösterdiği çabayı birçok devlet gösterememiştir. Allah iyilik edenleri sever ve onlara izzet ve ikramda bulunur. Hayır ve adalet taraftarı her insan Türkiye’yi sever, Türkiye için iyilik temenni eder. Allah’ın Türkiye’yi destekleyeceğini ve Türk halkını aziz, kerim ve yüksek mevkide kılacağını diler. Benim selamım, sevgim ve duam Türkler içindir. Allah’ım, Türkiye’yi ve halkını muhafaza et! Onları, tuzak kuran zalimlerin tuzaklarından koru!” *** Destek yalnızca Türkiye’ye değil. Rus saldırısı altında bulunan Bayırbucak Türkmenlerine yardım etmek isteyenler de yola koyuldu. Yardım kuruluşları seferber oldu. Onun dışında, Türkmenlere yardım maksadıyla Bosna’dan yola çıkan 150 kişilik mücahit Boşnak, Türkmen Dağı’na ulaştı. Yiyecek veya giyecek götürmek için değil, onlar cepheye koşuyorlar. Savaşmak için… *** Bizdekilere bakmamız lazım. Hani Bayırbucak Türkmenlerine yardım götüren MİT tırlarını durduranların mesajlarını göz ardı etmek gaflet sayılırdı, bakın neler söylüyorlar… Bir paralelci: “Putin Türkiye’den intikam almak istiyorsa, Rusya’nın dört bir yanına Türk okulu açsın!” Başka bir paralelci: “Putin bu Yezit’ten intikam almak istiyorsa, kapılarını Hizmet Hareketi’ne sonuna kadar açmalı. Ülkenin her yerinde Türk okulu açılmasını sağlamalı.” gütü DAEŞ’ten petrol aldığını iddia etmişti. Esasen durum tam tersi. DAEŞ ile petrol ticareti yapan Rusların isimlerini açıkladı Türkiye. Kimin nereden, nasıl ve ne kadar petrol aldığı, kime sattığı belli. Bu konuda Rusya’dan tek satırlık bir açıklama gelmedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Putin’in o iddiasına karşılık rest çekmiş ve hodri meydan demişti: “Böyle bir şey ispatlanırsa, milletimizin asaleti şunu gerektirir: Ben bu makamda saniye durmam! Ama Sayın Putin’e soruyorum: Sen o makamda durur musun? Bu kadar açık bunu konuşuyorum. Eğer böyle bir belge varsa, ortaya koysunlar, bu belgeleri görelim. Bizim petrol kaynağımız, petrol aldığımız ülke bellidir.” Putin’den çıt çıkmadı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, düzenlediği basın toplantısında, “Moskova elindeki verileri ortaya koymaya hazır mı?” sorusu üzerine “Mevcut durumda önemli olan, bu bilgiye sahip olmak ve onu bir şeyleri ispat etmek için değil, terörle mücadelede kullanmaktır. Bu bilgi terörle mücadelede kullanılıyor” diye konuştu. Türkçesi şu: “Elimizde belge yok, boş konuşuyoruz! Sadece iddia ediyoruz. İsteyen inansın. Biz kafamıza göre konuşur, kafamıza göre davranırız!” *** En başka paralelci: “Putin Rusya’da Cemaat’in Türk okulu açmasına izin verecek olursa, Erdoğan’dan düşürdüğü uçağın ve öldürülen pilotunun intikamını almış olur.” Bir zamanlar “Boney M” adlı bir müzik grubu vardı. En meşhur şarkıları “Rasputin”. Moskova’daki Kızıl Meydan’nda klip çekmişlerdi: “Ra Ra Rasputin…” Eskiler hatırlar. O grup bugün olsaydı ve “Ras”ını atarak, sadece “Putin” diye bir şarkı yapsaydı ne güzel olurdu. Putin giderayak bir şarkı edinirdi. Putin, Türkiye’nin terör ör- Bitirirken, bugün son derece komik bulacağınız bir hatırlatma yapalım: Rusya, birkaç sene önce NATO’ya girmek istemişti. Başta yine Putin vardı. Bu mesajlar, okulların ne işe yaradığını gayet iyi ortaya koymuş! *** aralık 2015 33 haberajanda Kapak Dosyası Mevcut sürecin esaslı bir girizgâh olduğunu ve uluslararası dengelerde çok uzun yıllar “etkisiz eleman” pozisyonuna sıkıştırılmış olan Türkiye’nin bir “joker eleman”a dönüşerek yeni bir tarih yazacağını, “Musul’da ne işimiz var?” diyen ve Türkiye’yi yüz yılı bulmayan daracık bir Cumhuriyet tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz. Zira ya kilitlenmiş olan, ya devşirilmiş bulunan ya da olayları son derece güdük, sınırlı bir zâviyeden seyreden bu kemikleşmiş yapı, Anadolu’nun hiçbir zaman Musul’dan da, Kerkük’ten de, Kırım’dan da, Balkanlardan da, Kafkaslardan da kopmadığını hissedemeyecek kadar Fransız’dır, İngiliz’dir, Rus’tur, Amerikalıdır… *** Komünizm modasının geçmesinden sonra işsiz kalan NATO’yu açıkta bırakmamak için hızla radikal İslâmî örgütleri piyasaya süren adresler dünyayı yeniden iki kutuplu bir sürece doğru taşırken, ciddi bir kaos ortamına sürüklenen dünyanın orta yerinde hem iç kamuoyuna, hem de dış kamuoyuna “Gelin bağcıyı dövmekten vazgeçelim ve biz bu üzümü yiyelim!” diyen bir Erdoğan var. Fakat buna rağmen karşımızda, “Türkiye’nin uçağımızı düşürmesini unutmayacağız!” inadında demirleyen duygusal (!) bir Putin ve Esed, İran gibi görünen aktörlerden çok daha geniş bir arka planla hareket eden ciddi bir cephe var. 34 aralık 2015 Küresel tahterevalli hareketlendi Etk artık “küre Ayten Çalış aytencalis.ajanda@gmail.com isiz eleman “eski” Türkiye, sel güç” Rusya’dan subliminal meydan okuma D ÜNYADAKİ uluslararası dengelerin tıpkı birbiri ardına dizilmiş domino taşları gibi oluşunu ve bir taş hareketlendiğinde otomatikman diğer taşların da harekete geçtiğini oldukça yakından müşahede ettiğimiz günlerdeyiz. >> Ne var ki bu kez, tıpkı 11 Eylül’de de olduğu gibi, fay hatları doğal bir ritimle oynamıyor yerinden! Daha çok, süreç tetikleniyor. Akışı hızlandıracak sıcak hareketler yapılıyor ve aslında kendi içindeki restorasyonuna devam etmek isteyen Türkiye zorla mindere çekiliyor. Rusya’nın birçok uyarıya rağmen art arda yaptığı sınır ihlâlleri ve sonrasında bizi resmen uçağı düşürmeye mecbur bırakışı, bu durumun en son örneği. Suriye’de Esed’in yaptığı zulme destek vermeyişimiz ve aksine mağdur halkın yanında olduğumuzu gösterişimizden sonra Suriye ateşine girmemiz için çok şeyler yapıldı. Ve bunlar Gezi, Cemaat, PKK gibi birçok ciddi olayla boğuştuğumuz, zorla koalisyona doğru itelendiğimiz bir süreçte gerçekleşti. Fakat Türkiye o süreçte çok dikkatli davrandı ve frenlerinin oldukça sağlam olduğunu aralık 2015 35 haberajanda Kapak Dosyası Japonlar’a “Demek beni vuracaksın? Buna engel olmayacağım, gel, vur! Vur ki ben de gereken atağı gerçekleştirebileyim!” diyen Amerikan mantığı ile Türkiye’yi -kendini savunmak durumunda bırakarak-, resmen uçağını düşürmeye zorlayan Rusya arasında ciddî bir benzerlik var. Zira savaş koşullarını oluşturmaya çalışan o dönemki Amerika ile Deli Petro’nun yeni versiyonu olan bugünkü Putin’in varmak istedikleri nokta, aşağı yukarı aynı. gösterdi. Sonra ise Bayırbucak Türkmenleri gibi hassas bir uzvumuz üzerinden resmen şantaja uğradık ve tahrik edildik. Tüm bunlara rağmen yine de temkinli hareket etmeye çalışan Türkiye -bu sefer bile bile lades mantığı ile- resmen Rus uçağını düşürmeye zorlandı. Tıpkı 1941’de ABD’nin, yaşanacak Japon saldırısını biliyor olduğu halde bunu önleme yoluna gitmeyerek Pearl Harbour Baskını’na davetiye çıkarması gibi… Bu, savaşa soğuk bakan Amerikan kamuoyunu harbe hazır hale getirmek ve karşı hamlelerin gerekçesini oluşturmak için işe yarar bir yöntemdi, uygulandı... Dolayısıyla 11 Eylül meselesinin derûnunu, Amerika’nın tarihsel genetiğinde aramak da oldukça yerinde olur doğrusu. Sonuçta Japonlar’a “Demek beni vuracaksın? Buna engel olmayacağım, gel, vur! Vur ki ben de gereken atağı gerçekleştirebile- 36 aralık 2015 Ayten Çalış yim!” diyen Amerikan mantığı ile Türkiye’yi -kendini savunmak durumunda bırakarak-, resmen uçağını düşürmeye zorlayan Rusya arasında ciddî bir benzerlik var. Zira savaş şartlarını oluşturmaya çalışan o dönemki Amerika ile Deli Petro’nun yeni versiyonu olan bugünkü Putin’in varmak istedikleri nokta, aşağı yukarı aynı. Bayırbucak Türkmenleri gibi Türkiye’nin namusu sayılabilecek bir nüfusu, IŞİD’le ilgisi olmayan bir bölge olmasına rağmen o gerekçeyle yok etmeye kalkan Rusya, hem Esed’i koruyarak, hem İran’la farklı bir oyunun içine girerek, hem Bayırbucak Türkmenlerinin canını yakarak, hem de defalarca yaptığı sınır ihlâllerine bir yenisini ekleyip tüm ciddi uyarılara kulak tıkayarak Türkiye’ye “Gel beni durdur!” demiştir. Bu durum, en net tanımıyla “subliminal bir meydan okuma”dır! Türkiye gemisinin mürettebatı da, rotası da değişti Eğer bugünkü Türkiye’nin yerinde “Eski Türkiye” olsaydı bu kartı görmemezlikten gelir ve asla “Bu oyunda ben de varım! Dur bakalım orada!” diyen bir duruşu sergileyemezdi. Fakat son 10 küsur yıllık süreçte geminin mürettebatıyla birlikte rotası da değişti ve Türkiye gemisi, nihayet aslî misyonunu îfâ edebilecek bir vizyona adım attı. “Adım attı” diyoruz, zira 10 küsur yıllık bu sancılı sürecin sadece bir girizgâh olduğu ortada. Bunu, “2053’ü bizler göremeyeceğiz ama siz gençler, 2053’ü, 2071’i inşa edeceksiniz! Surda gedik açılmıştır, Türkiye kritik eşiği aşmıştır!” diyen Erdoğan da gayet net özetliyor zaten. Fakat mevcut sürecin esaslı bir girizgâh olduğunu ve uluslararası dengelerde çok uzun yıllar “etkisiz eleman” pozisyonuna sıkıştırılmış olan Türkiye’nin bir “joker eleman”a dönüşerek yeni bir tarih yazacağını, “Musul’da ne işimiz var?” diyen ve Türkiye’yi yüz yılı bulmayan daracık bir Cumhuriyet tarihine sıkıştırmaya çalışanların görmesini de beklemiyoruz. Zira ya kilitlenmiş olan, ya devşirilmiş bulunan ya da olayları son derece güdük, sınırlı bir zâviyeden seyreden bu kemikleşmiş yapı, Anadolu’nun hiçbir zaman Musul’dan da, Kerkük’ten de, Kırım’dan da, Balkanlardan da, Kafkaslardan da kopmadığını hissedemeyecek kadar Fransız’dır, İngiliz’dir, Rus’tur, Amerikalıdır… Eskimeyen Pearl Harbour taktiği Rusya’ya süreci hızlandırma şansını veren ve Suriye’de daha rahat yayılmasını sağlayan uçak hâdisesine, Atilla Akar’ın uzun yıllar önce yayınlanan “Komploların Yüzyılı, Yüzyılın Komploları” isimli kitabının “Pearl Harbour” bölümünden hareketle bakarsak, olayların tırmanmasına sebep olan birçok hamlenin aynı işlevi taşıdığını görürüz. Atilla Akar, 1941’deki o meşhur baskın için şunları yazıyor örneğin: “Aynı şekilde Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’na katılması da bir deniz baskını sonucu olacaktı. Bu kez olayda bir gemi başrolde değildi, ama ABD’nin Hawai’deki Pasifik Filosu’nun tüm gemileri hedefteydi. Olay, Japonların 7 Aralık 1941 günü, Amerikalıların Pearl Harbour Deniz Üssü’ne yaptıkları anî bir baskın sonucu gerçekleşecekti. Birçok kişi için olay önceleri çok akıl almaz gibi gelecekti, ama sonradan ABD’nin, saldırının istihbaratını ve emarelerini aldığı halde ‘sessiz’ kaldığı, adeta kendi gemilerine saldırılmasını istediği ortaya çıkacaktı. Bunun en temel nedeni de Amerikan halkı ve kamuoyunun savaşa karşı olan ilgisizliği ve isteksizliği idi. Bunun için Amerikalıların milliyetçi ve militarist duygularını kamçılayacak ‘şok edici’ bir olayın gerçekleşmesi gerekiyordu. Pasifik’teki bütün komutanlıkların bir Japon saldırısına karşı uyarılmasına, şifreli yazışmalarla saldırı istihbaratının alınmasına ve olayların gelişimi bir saldırıyı işaret etmesine rağmen yaklaşan tehlike görmezden gelinecekti. ABD’nin Pasifik Filosu’nun sembolik açıdan önemli fakat teknik ömrünü doldurmuş gemileri Japonlara adeta yem edilecekti. Bütün bunlar şunu gösteriyordu: Pearl Harbour’a saldırı yapılacağı önceden biliniyordu. Uyarıların dikkate alınmaması basit bir ‘değerlendirme hatası’ndan çok, ‘görmezden gelme’ isteğine benziyordu. Artık Amerika ‘taraf ’tı ve savaşın kaderi bir anlamda değiştirilmişti…” Tıpkı baskını haber aldığı halde mani olmayan Amerikalılar gibi, Türkiye’nin çok büyük bir ihtimalle müdahale edeceğini bilen Rusya da aynı mantıkla Türk sınırlarına tecavüz etmiştir işte! Uçağa yapılan mükerrer uyarıların dinlenilmemesi ve kimlik bildirilmemesi de bunun apaçık bir göstergesidir. Dünyanın ikinci Esed’i Putin ve Mursileştirilmeye çalışıldıkça daha da büyüyen Erdoğan Sınırlarına tecavüz eden uçağa müdahale etmeyen bir Türkiye, gardı düşmüş, sindirilmiş ve bastırılmış bir Türkiye demektir; bu durum yine, Suriye’de burnumuzun dibinde dolaşan Rusya’yı kuvvetlendirir! Yok, suskun kalmaz da reaksiyon gösterirse, bu daha da iyidir! Zira böylelikle ciddi bir avantaj elde edilecek ve tetikte bekleyen saldırgan ve yayılmacı tavrın altyapısı oluşturulacaktır. İşte bu olasılıklar üzerinden Suriye’de daha rahat bir yayılmanın içine girmeyi planlayan ve DAEŞ meselesinden sonra düşürülen uçağı da sebep edinerek bu hedefini realize etmeye başlayan Putin, bugün dünyanın ikinci Esed’i olmuştur. Hatta olay sonrası, Erdoğan’ı yıpratma amaçlı bir basın faaliyetiyle, neredeyse bir yıllık bir sürenin ardından tapeleri dünya kamuoyuna servis ederek Erdoğan’ı Mursileştirme çabalarına giren Putin, Esed’den de daha vahim bir tablo çizmiştir. Vahametin asıl sebebi ise, Putin’in dünyaya verdiği “güçlü lider” imajının gerçekten de sadece “bir imaj” olduğunu ortaya koyan gelişmelerin peş peşe gelmesidir. “Sırtımızdan vurulduk, Türkiye bedelini ödeyecek! Özür ve tazminat bekliyoruz!” gibi reaktif ve diplomatik derinlikten yoksun bir ön tavırdan sonra, votka ile iyi gittiğini anladığımız limon hariç birçok ürünün ithalatına son veren yaptırımların süratle devreye sokulması, vizyondaki güçlü lider imajını yerle bir eden ilkel tavırlar olarak diplomasi tarihindeki o ilginç yerini almıştır. Alatlı’nın da kişisel Putin analizinde altını çizdiği gibi, Putin’in bu reaktif tavrı, tam bir ergen tavrıdır. Putin, asla Çeçen halkını temsil etmeyen ama “Çeçen lider” olarak lanse edilen Kadirov’la Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni karıştırmış olacak ki bu çocuksu tavırlarıyla dünya kamuoyundaki prestijini ciddi ciddi sabote etmiştir. Şu an dünya liderleri arasında kendi kredisini bu kadar süratle bitiren bir lider daha var mıdır, bilemiyoruz. Bu noktada hâdisenin bir halk tabiri ile “Sen gelme ağam, namın gelsin!” tadına eriştiği de aralık 2015 37 haberajanda Kapak Dosyası Kısa süreç içinde IŞİD ve türevlerinin Ladin projesinden hiçbir farkı olmadığını görerek Türkiye’nin bir “gizli IŞİD destekçisi” değil, “IŞİD mağduru” olduğunu anlayacakların sayısı artacak ve bu noktada da Erdoğan’ın Davos sonrası ikinci doğumu gerçekleşecek! pekâlâ söylenebilir. Yani Putin bu hamleleri yapmadan önce vahşi hayvanlarla verdiği pozlar üzerinden inşa ettiği o sanal kimliği ile çok daha güçlü ve oturaklı bir liderdi. Ayrıca bu sıcak olaydaki net, soğukkanlı ve akil tavrı gözlemlenmeden önce Erdoğan da bazılarınca reaktif ve otokontrol sorunu yaşayan biriydi. Fakat süreç içinde Putin imajının abartılı yönü ile Erdoğan’a haksız bir biçimde atfedilen bazı nahoş vasıfların gerçek olmadığı da açıkça görüldü. Dolayısıyla Rusya birçok açıdan kendine kaybettirirken, Türkiye’ye de bazı noktalarda dolaylı fayda sağlamış oldu. Rusya kapılarını kapayınca Azerbaycan’ın gümrük kapılarını açıp ulaşımda kâr edilecek yeni bir güzergâhı Türkiye’ye kazandırmasından Katar’la yapılan doğalgaz anlaşması ve vize serbestisine kadar birçok noktada boşluklar dolmaya başladı. Pakistan’dan birçok Arap ülkesine kadar sürpriz dayanışma modelleri doğdu ve Rusya’nın doğal olmayan bu zorlama adımıyla küresel tahterevalli harekete geçti. Başta MHP ve AK Parti tabanları olmak üzere millî hassasiyet taşıyan tüm kesimlerin birleşmesi ve AK Parti oylarındaki ciddi artışı ortaya koyan anketlerse iç Türkiye-Suriye sınırında Türk hava sahasını 5 dakika içinde 10 defa uyarılmasına rağmen ihlâl etmeyi sürdüren SU-24 tipi savaş uçağına angajman kuralları çerçevesinde bölgede devriye görevinde bulunan iki Türk F-16 uçağı müdahalede bulunmuştu. Uluslararası hukuk teamülleri, ülkelere hava sahalarını koruma hakkını tanıyor. Dünya genelinde kabul edilen kurallara göre, ihlâlde ısrar eden uçaklara her türlü karşılık verilebiliyor. Türkiye de angajman kurallarını uçakların milliyetini ayırmaksızın uyguluyor. Nitekim ihlâli gerçekleştiren uçağa müdahale edildiğinde, uçağın milliyeti kimliğini gizlediği için anlaşılamamıştı. Rusya, olaydan sonra uçağı sahiplenmişti. 38 aralık 2015 1 kamuoyuna yönelik tesirlerdi. AB’nin vize uygulamasının kaldırılabileceği sürece hız vermesinden dünya kamuoyunda Türkiye’yi haklı bulduğunu açıkça dile getiren birçok ülkenin beyanlarına varıncaya kadar sayısız gelişme oldu. Yani bu sıcak süreç içinde, geçmişte “etkisiz eleman” olan Eski Türkiye’nin nasıl bir bir “joker eleman”a dönüştüğünü yakînen müşahede etmiş olduk. Putin’in, IŞİD’in petrolünü almakla suçladığı Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, “Biz IŞİD’den petrol alacak kadar haysiyetsiz bir ülke değiliz! İspat etsin, istifa edeyim! Ama 2 ispat edemezse acaba Putin istifa edebilecek mi?” diyerek gayet net bir tavır sergiledi ve Rusya’dan peş peşe gelen ekonomik yaptırımlar için de “Üretimimizi arttırarak arayışlarımızı sürdüreceğiz. Türkiye, Rusya’nın ithalat blokajıyla yıkılacak bir devlet değildir” cümlesini kurdu. Fakat ne yazıktır ki, son 10 küsur yıllık AK Parti iktidarını Don Kişotluk ile suçlayan mutsuz azınlık, Don Kişotluk ile “hakikat adına korkudan berî olmak” arasındaki o kalın çizgiyi yine es geçti ve artık tesiri epeyce azalan ezberini kusmaya devam etti. Böylelikle Ermeni ve Fransızlardan sonra ne kadar Rus nüfusa sahip olduğumuzu da öğrenmiş olduk. Zira “Türklere haddini bildirmeliyiz!” diyen Rus sporcu Sharapova’ya karşın, bizde ise Putin’den ricacı olan Nasuh 3 Ayten Çalış Mahruki ve Hakan Şükür gibi “millî” (!) sporcular vardı. Ve gazetecilik sebebiyle değil, “gazetecilik adı altında uluslararası tetikçilik yapma teşebbüsü”nden tutuklanan Can Dündar’a selam göndermeyi aydın olmanın bir önkoşulu olarak kabul eden bir kısım gazeteci ve şarkıcı... Aslında hâl diliyle, “Bu ülkede gazetecilik kanalıyla uluslararası tetikçilik yapılamaması demokrasiye, bireysel hak ve özgürlüklere aykırıdır!” diyen bir “yığın” insan… Türkiye’ye rağmen harita çizme sevdası bitmiştir! Sonuç olarak bugün, “icat edilen örgütler üzerinden yürüyen soğuk savaş”ın ülkeler arasındaki net saflaşmayı tetikleyen çok daha sıcak bir sürece evrildiğini görüyoruz. Fakat maskeli Siyonist lobi, Putin’den sonra üçüncü bir Esed’le de kol kola girse, Türkiye’nin süreçteki kilit rolü asla yadsınamaz, es geçilemez! Yani Türkiye’ye rağmen hiçbir harita çizilemez! Bilakis Putin’in, Suriye’ye pirince giderken evdeki bulgurdan olması da ihtimal dâhilindedir. Tabiî aynı şey Esed için de geçerlidir. Komünizm modasının geçmesinden sonra işsiz kalan NATO’yu açıkta bırakmamak için hızla radikal İslâmî örgütleri piyasaya süren adresler 4 5 dünyayı yeniden iki kutuplu bir sürece doğru taşırken, ciddi bir kaos ortamına sürüklenen dünyanın orta yerinde hem iç kamuoyuna, hem de dış kamuoyuna “Gelin bağcıyı dövmekten vazgeçelim ve biz bu üzümü yiyelim!” diyen bir Erdoğan var. Fakat buna rağmen karşımızda, “Türkiye’nin uçağımızı düşürmesini unutmayacağız!” inadında demirleyen duygusal (!) bir Putin ve Esed, İran gibi görünen aktörlerden çok daha geniş bir arka planla hareket eden ciddi bir cephe var. İçimizdeki Fatihlerle Deli Petro taraftarlarını, daha doğrusu holiganlarını bir ölçüye vurduğumuzda ise, “Allah’tan süreci Akşemseddinler yönetiyor!” dedirtecek cinsten bir tabloyla karşılaşıyoruz. Devlet, hiç olmadığı kadar diri bugün “Erdoğan hiç de demokratik değil!” çığlıkları atan Putin’e, “110 gazetecinin öldüğü, 50’sinin de tutuklandığı 15 yıllık iktidarını iyi bir belgesel yapayım mı?” diyecek akın akın insanın olması gerekirken, “Sayın Putin! Şu Erdoğan’ı bir başımızdan alsan vallahi ellerinden öperiz!” diyerek son derece trajikomik fotoğraflar veren insanlarımız var bizim! Nüfus kâğıdında “Türkiye Cumhuriyeti” yazan vatandaşlarımız… Tabiî bu, büyük devlet olmanın da bir göstergesi aslında. Büyük başın asalağı da, paraziti de, musîbeti de bol oluyor sonuçta… Tabiî bu arada açılım sürecindeki jokeri kaybetmelerinin arkasından ciddî bir mücadeleyle yüzleşmek durumunda kalan PKK ve siyasal uzantıları da onca zaman sonra Anadolu topraklarında devletle kafa kafaya gelip köşeye sıkıştıkları için “Bu ülkede devlet yok!” naraları atıyorlar. Tıpkı Gezi ve Cemaat olayı üzerinden semirtilen o meşhur ahtapotun ön kolları kesilmeye başlayınca açığa çıkan feveranlar gibi… Ne var ki, Türkiye’nin ne iç kamuoyunda, ne de dış kamuoyunda paspas olmaya hiç niyeti yok artık! Onun için de diklenmeden dik duracak, icap ederse de diklenenlere gereken müdahaleyi yapmaktan çekinmeyecek bir tavır sergiliyor bugün. Rus çekirge sıçradıkça Türkiye’nin cazibesini ön plana çıkaran küresel tahterevalli hareketlendi bir kere. Ve “matrix”ten adım adım çıkan Türkiye gemisinin dümeninde de “Hiç kimse bölgedeki gelişmeleri tribünden seyretmemizi beklemesin!” diyen bir “Kaptan” var. Kısa süreç içinde IŞİD ve türevlerinin Ladin projesinden hiçbir farkı olmadığını görerek Türkiye’nin bir “gizli IŞİD destekçisi” değil, “IŞİD mağduru” olduğunu anlayacakların sayısı artacak ve bu noktada da Erdoğan’ın Davos sonrası ikinci doğumu gerçekleşecek! 6 aralık 2015 39 haberajanda Analiz Rusya’nın Suriye’ye çok büyük hesaplar için geldiği, Türkiye’yi bu emelinde önemli bir engel olarak gördüğü aşikâr. Bunu, Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasından anlıyoruz. Rusya bilerek ve isteyerek Türkiye’ye sataşmış, kavga çıkarmıştır. Uçak olayından hem önceki, hem de sonraki tutumu bunu ifade ediyor. Rusya’nın, kendisi için ekonomik ve stratejik açıdan çok önemli bir partner olan Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasının “çok önemli” sebebi acaba nedir? >> Bütün bu soruların cevabı, söylenenlerden ziyade söylenmeyenlerde saklı. İnsanlarımızın kafası karışık, görüşler muhtelif. Bu safhada kesin hükümler çıkaramasak da, muhakememize yardımı olabilecek bazı tespitler yapabiliriz. DAİŞ’ten başlayalım. Bu bir fenomen! Bölgede hiçbir müttefiki yok; aksine, dünyanın en büyükleri dâhil “herkes onun düşmanı”. Dört bir yandan her gün üzerine bombalar yağdırılıyor ama mağlup edilemiyor. Gücünü petrolden sağladığı söyleniyor, ancak üzerine yağan binlerce bombadan hiçbiri 40 aralık 2015 Suriye’de denklem değişti: Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi? S URİYE’de işler daha da karıştı, denklem değişti. Rusya’nın bu hamlesi beklenmiyordu. Şimdi oyuna yeni aktörler giriyor, eski aktörler yeni roller üstlenmeye hazırlanıyor. Kimin ne yapmak istediği belli mi, taraflar birbirlerinin niyet ve hedeflerini biliyor mu? Olay nereye doğru evriliyor, ucu nereye kadar varır, kontrolden çıkabilir mi? Türkiye’mizin bölgedeki pozisyonu ve küresel ölçekteki yeri değişiyor. Peki, Türkiye olup biteni anlayıp nasıl pozisyon alacağını belirleyebilmiş midir? petrol üretim tesislerine isabet etmiyor. ABD, DAİŞ’in petrolünü Esed’in aldığını biliyor, fakat birkaç bomba atarak hem DAİŞ’i, hem de Esed’i eritmeyi düşünmüyor. DAİŞ, bölgedeki oyuna katılmak isteyenlere giriş vizesi işlevi görüyor; her gelen “DAİŞ’le mücadele etmek için” gelmiş oluyor. Ayan beyan belli ki, bu örgüt “büyük düşmanları” tarafından bölgenin yeniden dizaynında kullanılmakta olan en önemli enstrümandır ve korunup gözetilmektedir. Rusya’nın Suriye’ye çok büyük hesaplar için geldi- ği, Türkiye’yi bu emelinde önemli bir engel olarak gördüğü aşikâr. Bunu, Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasından anlıyoruz. Rusya bilerek ve isteyerek Türkiye’ye sataşmış, kavga çıkarmıştır. Uçak olayından hem önceki, hem de sonraki tutumu bunu ifade ediyor. Rusya’nın, kendisi için ekonomik ve stratejik açıdan çok önemli bir partner olan Türkiye’yi gözden çıkarmış olmasının “çok önemli” sebebi acaba nedir? Batı’nın ve NATO’nun ilk defa yerinden kımıldamasının sebebi, Rusya’nın bu büyük hesabı olmalıdır. İşin başında ABD ile Rusya’nın, Esed’in kurtarılması üzerinde anlaşmış oldukları hissediliyordu. Fakat galiba Rusya sınırı aşmış oluyor. ABD, Suriye’nin bölünmesine ve kenarda bir Nusayri devletçiğinin kurulmasına belki karşı değil, ama burada yoğun bir Rus varlığına razı olmak istemiyor. Evet, Rusya neyin peşindedir? Muhtemelen NATO’nun pasifliğinden istifade ile Gürcistan’da, Kırım’da ve Ukrayna’da elde ettiği yağlı kazanımlardan cesaret alarak ve henüz ABD’nin başında Barack Obama gibi biri varken yeni bir hamleyle Suriye’de Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com kendisine bağlı bir Nusayri uydu devleti kurma hesabıdır. Bu maksatla bölgeye yapmakta olduğu askerî yığınağı “Türkiye düşmanlığı ile kamufle etmeye” çalıştığı tahmin olunabilir. Rusya kumar mı oynuyor, yoksa ateşle mi oynuyor? Henüz belli değil. Bunu NATO’nun tavrı belirleyecek. Doğu Akdeniz’e Kanada’dan, İspanya’dan, hatta Danimarka’dan dahi “DAİŞ’le mücadele için” askerî gemiler gönderiliyor; bunların anlamını da henüz bilmiyoruz. NATO, Karadağ’ı içine almayı teklif ederek Rusya’ya karşı cevabî bir hamlede bulundu. Evet, Rusya neyin peşindedir? Muhtemelen NATO’nun pasifliğinden istifade ile Gürcistan’da, Kırım’da ve Ukrayna’da elde ettiği yağlı kazanımlardan cesaret alarak ve henüz ABD’nin başında Barack Obama gibi biri varken yeni bir hamleyle Suriye’de kendisine bağlı bir Nusayri uydu devleti kurma hesabıdır. NATO’nun Rusya’ya vereceği Suriye cevabı acaba bununla mı sınırlı kalacak? Geçmişte Kırım meselesini ambargolarla geçiştirdiklerine bakılırsa, bu defa da “Suriye senin, Balkanlar benim olsun” diyerek zevahiri kurtarmaya çalışması sürpriz olmaz. Rusya’nın gelişi Türkiye’yi zora soktu. ABD’nin Türkiye’ye rağmen PYD/ PKK’ya olan nispeten ılımlı desteğini Rusya daha etkin ve aleni bir şekilde devralmış oldu. Suriye sınırımız boyunca PYD kantonlarının birleştirilerek Akdeniz’e kadar uzanacak bir Kürt koridoru ile Türkiye’nin kuşatılması projesinde bu iki süper güç hemfikir. Böyle olunca Türkiye, kırmızıçizgisi olan FıratCerablus hattını açık tutmakta zorlanacak gibi görünüyor. Suriye rejim muhaliflerinin ve Bayırbucak Türklerinin des- teklenmesi de zorlaştı. Diğer taraftan Rusya’nın saldırgan tavrı, Türkiye’yi Batı’ya karşı zayıf düşürüyor. Bu durumdan ABD ve AB oldukça keyiflenmiş olmalıdır. Önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmelerin yönünü büyük ölçüde NATO’nun, yani ABD’nin tavrı belirleyecek. Mevcut tablo bizim için oldukça zor görünse de, inanıyoruz ki Rabbimiz bizimledir! aralık 2015 41 haberajanda Analiz Hem de bunu öyle bir yapardım ki, MİT tırlarındaki Bayırbucak Türkmenlerine giden silah ve mühimmatı devletin kendi içinde yuvalanmış organlarına deşifre ettirir, Türkmenleri DAEŞ’çi ilan edip Türkiye’yi teröristlere yardım eden ülke konumuna sokardım. Siz gerçeği ne kadar haykırırsanız haykırın, Batı ve üst aklın varlığından bîhaber kamuoyuna bu iddialar oldukça makul gelir. Ne Ortadoğu bilirler, ne buralarda yaşayan halkların etnik ve kültürel yapısını, ne de inanç yapıları arasındaki mezhebî ve itikadî farkları. Ayrıca eski düşman Rus’un Tahir Elçi’yi taşeron PKK’ya katlettirmesindeki maksadı da kavramazlar. 42 aralık 2015 “ORTADOĞU barışı” demek, küresel huzur demektir. Bir de “İsrail’in güvenliği” tabiî… Batı’nın barıştan anladığı ancak bu kadardır. Onun ötesinde, Ortadoğu’nun kana bulanması, sınırların değişmesi, kültürlerin yok olması umurunda bile değildir! >> Ortadoğu kaynaklı tüm terör örgütleri, varlık gösterilerini Batı başkentlerine yönelik yaparlar. Bombalar orada patlar. Küresel güçler patlayan bombaların ardından dünyaya ağıt yaktırır ve ardından operasyona geçer. Batılı tüm devletler teker teker terörü bitirme bahanesiyle önce ordularını seyahate çıkarır, çalıp çırpar, yağmalar, yakıp yıkar. Orduların arkasından petrol şirketleri bavullarını hazırlar, silah tüccarları beş yıldız otellerde rezervasyon yaptırırlar. Nihayetinde gelsin dolarlar, gebersin Müslümanlar(!)… çıkarları vardır? Ayrıca bunun için bir tasavvur gerekir. “Biz sizi de vuracak güçteyiz, bize devlet verin!” demenin ötesinde, bu terör örgütlerinin ne gibi İngiltere’nin tekrar sahneye çıkmasına, Fransa’nın İncirli’ye inmesine, Rusya’nın Tartus ve Sükûn içindeki bir Ortadoğu işlerine gelmez. Klasik bir tanımlama olacak ama kimse babasının hayrına kimseyi desteklemez. Herkes “Bu karışıklıktan ne koparırım?” hesabını yapar. Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com Lazkiye’de tahkimi artırmasına, PYD’ye, yani PKK’ya destek vermesine neden şaşırıyorsunuz ki? “Nasılsa adıma o kadar çok çalışan var, sahaya inmeme ne gerek var? Ben de bu arada içeriyi daha emniyete alayım ve yayılma politikamı geliştireyim, bunun için birkaç Filistinli daha geberteyim” diyen Yahudi’nin de rolünü ayrıca hesaba katmak gerekir. Bir devleti durdurmanın veya orada karışıklık çıkarıp etrafına bile bakamaz hale getirmenin yegâne stratejisi, içerideki muhalif unsurları harekete geçirip o ülkenin ayağına pranga vurmaktır. Bölgesel rolü artan Türkiye’nin Avrupa kıtasında planlanan 3. havaalanı, Kanal İstanbul ve 3. köprü ile Boğazları tekrar sözleşmeye açık hale getiren Türkleri durdurmanın elbette bir hesabı olacaktı. Türkiye içeriyle uğraşırken, Putin’in yerinde olsam, ben de ekonomik ambargonun yanında anında PKK’ya yönelirdim. Batı enerji yollarının güvenliği için Irak Kürdistan’ı ile Suriye kantonları üstünden Akdeniz’e inmenin hesabını yapmış, Kürtlere buraları tahsis etmişken… Hem de bunu öyle bir yapardım ki, MİT tırlarındaki Bayırbucak Türkmenlerine giden silah ve mühimmatı devletin kendi içinde yuvalanmış organlarına deşifre ettirir, Türkmenleri DAEŞ’çi ilan edip Türkiye’yi teröristlere yardım eden ülke konumuna sokardım. Siz gerçeği ne kadar haykırırsanız haykırın, Batı ve üst aklın varlığından bîhaber kamuoyuna bu iddialar oldukça makul gelir. Ne Ortadoğu bilirler, ne buralarda yaşayan halkların etnik ve kültürel yapısını, ne de inanç yapıları arasındaki mezhebî ve itikadî farkları. Ayrıca eski düşman Rus’un Tahir Elçi’yi taşeron PKK’ya katlettirmesindeki maksadı da kavramazlar. Onların gözünde İran’la Türkiye arasında zerre fark yoktur. “İran niye ayrı devlet, Türkiye niye ayrı devlet?” şeklindeki bir soruyu bile akıllarına getirmezler. Sanırım mekanik zihinler ihtihsal ederek on-off toplumlarını böyle oluşturuyorlar. Buna tiyatro literatüründe “makinemsi aktör” diyorlar. “Sadece tek rolün adamı”… Silah satacaksan ve mevcut yönetimlerden artık yeterince nemalanamıyorsan, Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Ortadoğu’da oluşan gecekondu devletlerinde jeopolitik boşluklar oluşturmalısın. Oluşan bu boşluklar, emperyalistlerin “ileri hatları” olarak tanımlanır ve savaş alanı haline dönüştürülür. Bundan asıl maksat, savaşı merkezden uzak tutmanın yanında, iç savaşla birlikte ülkeyi deneme tahtasına çevirmektir. Ardından çevre ülkeler istikrarsızlaştırılır ve kılını kıpırdatamaz hale sokulur; en nihayetinde de işlerine gelen yönetimler iktidara taşınıp sömürge sistemi tekrar dizayn edilir. Irak’ta oluşan boşluklar da, Suriye’de oluşan boşlukların doldurulması da bu amaca yöneliktir. Bölgede yeni oluşan güçler sanırlar ki, “Ben bu boşluğa kurulup yeni bir devlet olursam, Batı’nın vasiliği benim terakkime hizmet edecek”. Sen öyle san gerzek! Yalnız bu sefer fena tırstılar. Çünkü “Kavimler Göçü” tekrar sahne alınca, hele insan göçünü bir silah gibi kullanan bir zekâyla karşılaşınca etekleri tutuşmaya başladı. Türkiye’nin, “Buraların halkları benim kardeşlerim! Açık sınır politikası uyguluyorum; Kürdü de gelsin, Arap’ı da, isterse Yezidi’si de, Ezidi’si de” demesine önce pek aldırmadılar. Ama ne zaman ki lastik botlar karşı kıyıya ulaştı, oradan da Avrupa’ya taşındı, bu arada Yunan bu işten -adam başı 5 bin dolar- büyük paralar kazandı, işin vahametini anladılar; ancak bu epey zaman aldı. Merkel daha düne kadar “Türkiye ancak ayrıcalıklı bir üye olabilir” derken, Türkiye, 2016 yılının Ekim’inde AB içerisinde vizesiz geçiş hakkını elde etti. Gördünüz mü sokakta dilenen Suriyelinin yaptığını? PKK günü kurtarma adına hendek kazadursun, şu bilgiyi de verelim: Geri göç konusunda anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarih esas alındığından, eski göçerlere dair bir yükümlülüğün olmaması bizim açımızdan oldukça kazançlı! “Hasta Adam” Türkiye mi, Rusya mı? Rusya’nın Suriye’ye bodoslama dalacak kadar gözünü karartmasındaki sebepleri bulabilirsek, sanırım hasta adamın kim olduğuna dair cevabı verebiliriz. Birincisi Esed iktidarının devamı, ikincisi de Esed’le anlaşan PYD’nin kendi kantonlarının tahsisi neticesinde doğuda Ermenistan, güneyde PKK Kürdistan’ı ile Türkiye’yi boğazlayarak Boğazları açık tutmanın yollarını garanti altına almak… Tabiî bir de üçüncüsü var: Deli Petro’nun hayalini kurduğu “sıcak denizlere inip Ortadoğu’da ideolojik ve kültürel varlığını göstererek tekrar imparatorluk hayaline kavuşmak”… Bunun yolu, İran’la birlikte Türkiye’yi parçalamaktan geçiyor. Ekonomik kriz içinde boğulan Rusya’nın, bunu örtme çabası olarak gördüğümüz saldırgan politikasına dair neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. İran, bu konuda en aptalca davranan devlet… Devlet geleneği genetik kodlar gibi her zaman sirayet etmez. Eğer İran’a bir hareket çekilecekse, bunun etnik farklılıklar üstünden değil, Molla rejiminden nefret eden halkı harekete geçirerek yapılması gerekir. Rusya’ya da bir hareket çekmek elzem olduğu anda, Boğazları Rus gemilerine kapatıp, Teşkilat-ı Mahsusa’yı ise nüfusunun yüzde 30’u Müslüman olan Rusya steplerine salmanız gerekecektir. Dünyada devlet geleneği olan tek bir ülke vardır: İngiltere… İngiltere Suriye’ye niçin indi? Bunu yakında anlayacağız! Unutulan şu: Biz o angajman kurallarını iki Fantom pilotumuz 100 metreden çıkartıldığında değiştirdik. O angajman kurallarını Rusya’ya değil, Esed’e karşı hazırladık ve gereğini yaptık. Rusya’nın uçağının düşürülmesine dair “Pardon!” diyerek kıvırmanın bir âlemi yok! Rusya’ya, “Savaş şartlarını oluşturuyor, iki toplumu birbirine düşürmeye çalışıyorsun. Senin burada sınırlı varlığına izin veririm, ama altımı oymana izin vermem! Bekamı tehdit altına alırsan, gerekirse savaşırım” diyecek kadar açık ve net olmanın zamanı geldi! Rusya’nın bunu göze alabileceğini sanmıyorum. Zira karşısında bu sefer ne Gürcistan var, ne de Ukrayna. Boğazların Rusya’nın tahakkümü altına girmesine Batı da izin vermez. Velhasıl, Armageddon’a kimsenin yüreğinin yeteceğini sanmıyorum. aralık 2015 43 haberajanda Analiz Rusya’ya gönüllü olarak “savunma bakanlığı” yapan bu kullanışlı kişiler, Türkiye’nin herhangi bir kritik zamanında en çok endişe edilmesi gerekenlerdir. Bütün ülkelerde, herhangi bir dış sorun karşısında vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde karşı cepheye geçmeye gönüllü kişiler çıkabiliyor. Güzel ülkemin, herhangi bir konuda herhangi bir adım atacağı zaman bu zafiyetinin de farkında olması gerekiyor. Dışarıdaki düşmanlardan çok, içimizdekiler bizim için daha ciddi tehdit unsurları. 44 aralık 2015 Rusya’yı savu T AM “Seçim bitti, rahatladık” derken, gündemimiz Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden Rus uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi ile değişti. Uluslararası ilişkiler uzmanı değilim ama işin ehemmiyetini daha ilk saatlerden itibaren konunun yabancı ajanslar tarafından gündemin ilk sırasına yerleştirilmiş olmasından anladım. >> Rus uçağını düşürmek, öyle sıradan bir şey değilmiş! Gündem düşürülen Rus uçağı olunca, biz de meseleye daha yakından bakmak zorunda kaldık. Sınır ihlalleri daha önce de yapılmış ve konu ile ilgili Rusya birkaç defa uyarılmış. Laftan anlamayınca anladığı dilden konuşulmuş. Türkiye’nin büyüklüğüne yakışır bir tepkiydi yapılan. Böyle bir durumda hiçbir şey yapmamış olmak, Türkiye için büyük bir zül olacaktı. Uluslararası camiada da Türkiye’nin haklı olduğuna dair kanaat hâkim. Bu da şu an Türkiye’nin elini güçlendiriyor. Rusya haksızlığını kâh Türkiye’nin İslamlaşmasından dem vurarak, kâh DAİŞ’le petrol alışverişi yaptığı iftirası atarak örtbas etmeye çalışıyor. Rusların öfkesi henüz yatışmış değil, olayın şokunu atlatamadılar; bir taraftan da hamaset edebiyatı yapmaya devam ediyorlar. Tabiî bundan sonra ne olacağını gör- mek için biraz beklemek lâzım. Ancak Türkiye tarafından Rusya’nın, Putin’in karizmasına kalın bir çizik çekilmiş oldu. Haliyle içeride ve dışarıda Türkiye’nin bu müdahalesini takdir edip Rusya’ya “Oh olmuş!” diyenler de var, bunun Türkiye için ciddi sonuçlar doğuracağından endişe duyan ve “Türkiye’nin başı belaya girer” beklentisiyle sevinip el ovuşturanlar da. Olayla birlikte TürkRus ilişkilerinin seyri değişti. Tarihi bir daha açıp okumak zorunda kaldık. Her iki ülke de bu olayın yankıları ile bir müddet meşgul olmaya devam edecek. Türkiye ile Rusya arasındaki kriz, meselelere sadece ekonomik çerçeveden bakanlar tarafından doğalgaz, sebze-meyve ihracatı, turizm sektörü gibi konular üzerinden değerlendiriliyor. Diğer yandan Rusya’nın Suriye’ye daha agresif bir müdahalede bulunacağına, orada Türkiye için tehdit unsuru olan grupları Serhat Atabey serhatatabey.ajanda@gmail.com nma bakanları besleyeceğine, hatta Türkiye ile sıcak savaşa girebileceğine dair değerlendirmeler de yapılıyor. Her ne kadar süper güç olarak lanse edilse de bu krizden Rusya’nın en az Türkiye kadar, belki de daha fazla kaybı söz konusu olacaktır. Olayın diğer bir boyutu da şu ki, Suriye üzerinden büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiliyor. Suriye üzerinde hesabı olan kim varsa bölgeye uçak, gemi, asker yığma yarışına girmiş vaziyette. Uzaklardan bölgeye gelenleri görmeyen içimizden birileri, Suriye’deki olaylardan en çok etkilenen, etkilenmeye devam eden Türkiye’ye “Orada ne işimiz var?” sorusunu soruyorlar. Rusya’nın, Almanya’nın, ABD’nin, Çin’in, Fransa’nın, İran’ın ne işi olduğunu sormak akıllarına gelmiyor. Rusya ile ortaya çıkan savaş ihtimali ve aramızda esen soğuk rüzgârlar, içimizdeki bazı kesimleri de yine bir yerlere savurmuş görünüyor. Her kritik olay, bazılarının gerçek yüzünü ortaya çıkarmak, bazılarınınkini de pekiştirmek için bir turnusol kâğıdı olma özelliğine sahip. Seçim hezimetinin hemen akabinde yaşandığından mıdır, yoksa bitmek tükenmek bilmeyen kinlerinden midir, bazıları için Rusya üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Hükümet’e, dolayısıyla Türkiye’ye atış yapabilmek için yeni bir bahane ortaya çıkmıştır. Krizi değerlendirirken kullandığı söylemlere baktığınızda isimlerini cisimlerini bilmeseniz Türk vatandaşı olduğuna dahi ihtimal vermezsiniz. Rusya’nın ya da başka herhangi bir ülkenin mensuplarının tavrı, söylemleri ya da yaptıkları bu kadar dikkat çekmiyor; çünkü onlar, kendi menfaatlerini savunuyorlar. Ya bizim içimizdekilerin durumu? Sanki her biri birer “Rusya’yı savunma bakanı”… Önce-sonra Birkaç örnek verelim mi? İşte biri! (Uçak düşmeden önce:) “Türkiye Suriye’nin bir helikopterini düşürdü. Ruslar Suriye’nin ucuna, bizim dibimize geliyor. Bunların hepsi Türkiye’ye meydan okumaktır. Haydi, Rusya uçağını vursana, vur da görelim! Kabadayılıkla olmaz bu işler! Senin karşında Rusya var.” Demek istiyor ki, “Sen kim, Rusya’nın uçağına vurmak kim?!”. Güya kendince tahrik ediyor, muhatabını zelil ve alçak duruma düşürmek istiyor. Kime diyor bunu? Ülkeyi yönetenlere, Türkiye’ye… (Aynı kişi, uçak düştükten sonra:) “Ben uçağı düşüremezsin mi demek istedim? Uçağı düşürmekte ne var? Zaten uçak uçağı düşürür. Adam oradan geçerken sen buradan atmışsın, düşürmüşsün, bundan kolay ne var?! Rus uçağı belki bir an girip çıkmış olabilir Türkiye topraklarına. Neden sükûnetle davranamadın, silah sıktın, uçağı devirdin?” Bu da önceki sözünü yutma yöntemi… Daha önce “Haydi vur!” diyor, vurunca da “Niye silah sıktın, uçağı devirdin?”. Asıl devrilenin kim olduğunun farkında değil! Bir de başka birini örnek verelim: “Putin’den ricam, bu saldırının bedelini dost ülke Türkiye ve Türk milletine değil, bunu planlayan AKP’ye ödetmesidir!” Beyefendi sanki Rus vatandaşı, rica ediyor, Türkiye’ye güya iyilik yapıyor ve “Bedeli AKP ödesin” diyor. Sanki ihlal edilen AKP’nin hava sahası… Bu da diğeri: “Tayyip Bey sert kayaya çarptı. Allah kendisine kolaylık versin. Putin KGB’de yetişmiş bir arkadaştır.” Bunu söyleyenin ciddiye alınacak bir tarafı yok ama bu düşüncedeki adamlar yıllardır bu memlekette gazeteci olarak geçinip gidiyorlar. Bir gazete, Rus Savunma Bakanlığı’nın iddiasını manşete koyuyor: “Uçak kesinlikle Suriye sınırı içindeydi!” Gazete öyle bir savrulmuş ki, artık aklıselim bir şey beklemek imkânsız, “Herkes iyi, Türkiye kötü” modunda… Bir gazetecinin sorusu: “Rus uçağı sınırımızı 12 saniye ihlâl etmişse ne olmuş? Çok mu önemli? Bir uçağı vurmak için bu ihlâl gerekçe olabilir mi?” (Güya meseleyi anlamak için böyle soruyor muhatabına; lakin soru, zihniyeti açığa çıkarıyor.) Bu da gazeteciymiş: “Yorumcular bir âlem! ‘Rusya konuyu diyalogla halletmeliymiş…’ Yahu Türkiye konuyu diyalogla mı halletmiş? Uçağı vurmuş!” (Bu kişiyi Rusya, sorgusuz sualsiz vatandaşlığına kabul edip en yüksek kademelerde görev vererek ödüllendirmeli. Rusya’nın sözcülüğünü Türkiye’de Türkçe olarak hangi Rus vatandaşı bu derecede yapabiliyor(!)?) Rusya’ya gönüllü olarak “savunma bakanlığı” yapan bu kullanışlı kişiler, Türkiye’nin herhangi bir kritik zamanında en çok endişe edilmesi gerekenlerdir. Bütün ülkelerde, herhangi bir dış sorun karşısında vatandaşlar birbirlerine kenetlenirlerken, bizde karşı cepheye geçmeye gönüllü kişiler çıkabiliyor. Güzel ülkemin, herhangi bir konuda herhangi bir adım atacağı zaman bu zafiyetinin de farkında olması gerekiyor. Dışarıdaki düşmanlardan çok, içimizdekiler bizim için daha ciddi tehdit unsurları. aralık 2015 45 haberajanda Analiz Bazı kalemlerin ve zihinlerin sözde Türkiye sevdasına bakınca, onların mutlu olduğu bir Türkiye’nin nasıl olacağını düşünmeden edemiyor insan. İnsanî değerleri, sözde demokrasiyi, içsel özgürlüğü, yaşamsal hakları ve iradeli bir seçimin saygı göreceği günleri değil, kendilerinden başka herkesin aforoz edildiği zamanları yaşamak... Demokrasiden ve gelişmiş Batı (!) özlemlerinden fışkıran şey sadece bu hayaller. O çok iddialı cümlelerin, uzman tavırlarının ardında yatan hazımsız bir düşmanlık var. Tüm dünyaya içsel bir savaş açan ergen tavırları bitmez tükenmez komplekslerle yol alıyor yıllardır, ancak bir türlü yetişkin analitiğine kavuşamıyor. 46 aralık 2015 ARTIK olağan hale gelen Ortadoğu yangınında yeni ikaz alarmlarının çalmasına neden oldu Türkiye-Rusya arasında yaşanan gelişmeler. Olayın ardından tekrarlanan istatistiksel haberler gösterdi ki tutum da, bu kez daha ciddi bir şekilde karşılık verilen olay da yeni ve beklenmedik bir şey değildi. >> Ama bir an için de olsa “Neler oluyor?” demeyenimiz kalmadı ve yeni bir savaş fikrine nasıl da hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Üstelik milyonlarca savaş mağduru içimizde yaşıyorken, savaş kıtalarca uzakta değil, metrelerce uzakta yaşa- nıyor ve sınır komşularımızdan biri Rusya iken, diğer sınırımızda yıllardır yaşanan ve uluslararası kârlılık boyutu ve küresel hesaplar yüzünden henüz bitirilmesine karar verilmeyen savaşta yeni aktörler yeni iddialı eylemlerde bulunurken... Nadire Çamlı Yıldırım ncyildirim.ajanda@gmail.com Yıllardır asla unutmamamız gereken öyle çok şey oldu ki bu topraklarda ve bizden uzak yerlerde bize dair, hâlihazırdaki gelişmelerin de böylesi bir önemi var. Yıllar sonra bugünlerin tarihi yazılırken ortaya çıkacaklar, olayı netleştirecek olsa da bütün olup bitenler kadar, bazen daha da çok olanların yorumlanışına takılıyor zihnim. Rusya krizi, on yıldır tavan yapan bir zihniyeti artık mide bulandıran bir çizgiye taşımadı mı sizce de? Bu ülkenin bu ülkeden nefret eden, Türkiye vatandaşı olmayı eski zamanlardaki dünyanın bir zamanlardaki Amerika’sının Zencilerinden daha ezik hissettirdiği insanları var. Bu aşağılık kompleksi boşuna değil, yüz yıllık bir nesli programlamanın nihaî sonucu, kabul! Ama bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu, isteseniz de, istemeseniz de her yandan akan bilgilerle sığındığımız ideolojilerin çarpıklığının yüzümüze de çarpıldığı bir dönemde bırakın hikmetî körlüğü, bilginin körlüğü çok değil mi? Herkesin kör noktası vardır, kaçınılmazdır da, ama bunlarınki nasıl bir gözünü açamamaktır, bilmiyorum. Bazı kalemlerin ve zihinlerin sözde Türkiye sevdasına bakınca, onların mutlu olduğu bir Türkiye’nin nasıl olacağını düşünmeden edemiyor insan. İnsanî değerleri, sözde demokrasiyi, içsel özgürlüğü, yaşamsal hakları ve iradeli bir seçimin saygı göreceği günleri değil, kendilerinden başka herkesin aforoz edildiği zamanları yaşamak... Demokrasiden ve gelişmiş Batı (!) özlemlerinden fışkıran şey sadece bu hayaller. O çok iddialı cümlelerin, uzman tavırlarının ardında yatan hazımsız bir düşmanlık var. Tüm dünyaya içsel bir savaş açan ergen tavırları bitmez tükenmez komplekslerle yol alıyor yıllardır, ancak bir türlü yetişkin analitiğine kavuşamıyor. Ülkemin seçilmiş yöneticilerine asgarî düzeyde saygı ve kabullenme zorunluluğu hissedemeyen, bununla da yetinmeyip, onları seçen halka karşı duyduğu nefreti her fırsatta kusan Beyazların karanlık zihinleri böylesi her krizde dökülüveriyor ortalığa. İlk andan itibaren sağduyulu bir diplomasi yürüten, hâlâ uzlaşma içerikli ve sorunun çözülebileceğine dair iki ülke halkının menfaatlerini içermeyen tek bir açıklama yapılmazken Türkiye tarafından, bunlar en başından beridir Rusya safında... Kıtalar ötesinden Suriye denklemine dâhil olan ülkelerle bu savaşın en çok etkileneni olan Türkiye’nin tavırları kıyaslanırsa, “insan hakları” ve “dünya halkları” başlıklarında kimin zirve yaptığı açıkça ortaya çıkar. Dâhilî ve haricî bedhahlarla sürekli tehdit edilen ülkemin bağımsızlığını ve egemenliğini korumanın NATO’dan gelecek ekipmanlar yahut her an farklı menfaatler icabı saf değiştirebilecek müttefik ülkelerden bağımsız hale gelmesi ve bütün bunlardan söz etmeyi bırakıp gerçek bir dünya barışı ikliminde nano-teknolojinden sonraki sıçramalardan, Afrika ülkelerinde bir zamanlar ya- şanan ölümcül açlığın yerini alan refahtan söz edebildiğimiz günleri hayal ediyorum. Oysa bugünün dünyasında “dünya barışı”, güzellik yarışmalarının sakızı sadece. Çok uluslu çok çıkarlı denklemlerin gizli değişkeni... Çıkarlara göre şekillenen küresel bir tanım… Evet, Türkiye gibisi yok Bir an önce yüzde 100 yerli ve millî savunma hedefinin gerçekleşebilmesini dilerken ülkem adına, savaşın maliyetinin, kendilerini sözde barışın, demokrasinin ve insan haklarının teminatı gibi gören ülkeler için ne anlama geldiğine bakmadan okumamak gerek olan biteni. Gelirlerinin önemli bir bölümünü silah satışından gerçekleştiren ülkeler için savaş ne demek sizce? “Dünya barışı” mı demiştim? ABD, Rusya, Almanya, Fransa... Ekonomik canlılıklarını silah satışına borçlu bu ülkeler için barışın anlamı, bugün olduğu gibi “Suriye’ye girmek” mesela. Yıllardır hangi ülkelere kaç milyon dolar silah sattıkları açıklanıyor, peki bu kadar mı? Elbette hayır! Dolaylı yollarla desteklenen silah kaçakçılığı ve stratejik gizli ortaklıklar yok iken rakamlar bu. Felaket bu işte! Dünyanın barışı ve huzuru, tam da bu huzur kaçtıkça zenginleşen ülkelerin elinde olmamalı, değil mi? Rusya’nın yardım tırlarını vurduğu sıcak saatlerde konuştuğumuz bir yakınım, “Türkiye’ye kapılarını açacak bir Türkiye de yok!” demişti. Doğrudur, bu dünyada bu vizyonla, bu inançla ve insanî değerlerle yükselen bir başka ülke yok! “Büyük balık küçük balığı yutar” anlayışından beslenmeyen bir irade yok! Her fırsatta her türlü terörü kayıtsız şartsız, “ama”sız lanetleyen bir başka ülke yok! İçimizde hâlâ bizi tanımaya yanaşmayan ve bizden gibi görünmeye çalışanlar olsa da bizi biz yapan değerlerden üstünü de yok! Bu değerlerden utanan muhalefet lideri, yazarçizer, sanatçı, tüccar... Bırakalım da kalsınlar öylece, utanmaya devam etsinler! Biz yola devam edelim: “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” Üst insan modelini örnekleyecek ve özlenen toplumu dünyaya örnekleyecek bir Türkiye için yeni baştan, daha da inançlı sarılalım işimize. Bu dünya bu ruha muhtaç! “Biz ki ecdadın... “ diye başlayan hamasi duygularla söylemiyorum bunları. Yazık ki, dünyada bu denli iyi niyetli bir ülke yok! Bu yüceltici inşa ruhuna sadece bizdeki bizler sahibiz ve başka bir örneğimiz yok! Sadece bunun gereğini ve kaçınılmazlığını anlatmaya çalışıyorum. Benliğimizdeki, ailemizdeki ayrıştırıcı ve uzaklaştırıcı tutumlardan uzaklaşıp, yine kendimizden başlamak üzere nazik ve içten bir iletişim dilini, daha iyiyi ve felahı özleyen niyetlerimizi büyütelim. Öyle büyütelim ki bizi de aşsın ve kuşatsın, sınırları da. Yaratan bize “Yâr” olsun! O ki Fettah’tır, Baki’dir. Hakk’ın yanında olmadığı bir gücün de haklı olma ihtimali yoktur; velev ki galip görünsünler… aralık 2015 47 haberajanda Analiz Suriye: Medeniyetler ç Ortadoğu’da kalmak içinse öncelikle kendi halkını ikna edeceği bir bahaneye ve savaşın ekonomik ve askerî maliyetini ve de elbette risklerini paylaşacağı müttefiklere ihtiyacı vardı ABD’nin. İşte ne büyük bir tesadüf ki(!), tam da bu sırada DEAŞ terör örgütünün ortaya çıkması ile ABD istediği bahaneyi bulmuş oldu. Ve yine ne rastlantı ki(!), Paris katliamları ile beklediği müttefikleri de buldu. En son 13 Kasım’da meydana gelen saldırılar sonrasında başta Fransa olmak üzere Almanya ve İngiltere, bu koalisyona ortak oldu. ABD ’nin başını çektiği koalisyon güçleri, El-Kaide bahanesi ile girdikleri Ortadoğu’yu adeta bir cehennem yerine çevirdiler. El-Kaide terör örgütü özellikle Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra etkisini iyice yitirdi ve yerini DEAŞ’e bıraktı. ABD’nin Irak işgali, istediği şekilde neticelenmedi. ABD adeta bir bataklığa saplandı. Irak bölünüp parçalandı ve hâlihazırda istikrarlı bir hükümet yapısı kurulamadı. Diğer küresel güçlerin ve bölge ülke- lerinin etkisi (bir anlamda desteği) ile iç savaş uzadı. Amerikan halkı, ölümleri ve savaşın kendilerine getirdiği ekonomik maliyeti sorgulamaya başladı. Amerikan hükümeti de köşeye sıkışmaya başladı. Özellikle bahane olarak öne sürülen kitle imha silahlarının bir türlü bulunamaması ABD’yi ve destekçisi İsrail’i zor durumda bıraktı. Gerçi İsrail istediğini almış, Saddam bir tehdit olmaktan çıkarılmıştı. Köşeye sıkışan Amerikan hükümetinin önünde iki seçenek vardı. Ya her şeye rağmen Ortadoğu’da kalmayı sürdürecek ya da bir anlamda yenilgiyi kabul edip Ortadoğu’dan geri çekilecekti. Geri çekilmek, zaten istikrarsız olan ülkeyi daha fazla istikrarsız hale getirmek ve petrol üretiminin kontrolünü yitirmek anlamına gelecekti. Ortadoğu’da kalmak içinse öncelikle kendi halkını ikna edeceği bir bahaneye ve savaşın ekonomik ve askerî maliyetini ve de elbette risklerini paylaşacağı müttefiklere ihtiyacı vardı ABD’nin. İşte ne büyük bir tesadüf ki(!), tam da bu sırada DEAŞ terör örgütünün 48 aralık 2015 Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com atışmasının son cephesi DEAŞ veSuriye’nin durumu,Kuzey Irak’ta Peşmergelerin ve Musul-Kerkük Türkmenlerinin durumu, yanı başımızdaki Bayırbucak Türkmenlerine yapılan saldırılar, Türkiye’yi de ister istemez zorunlu olarak bu koalisyona itti. Suriye’deki durum İran ve Rusya’nın, son olarak da Çin’in devreye girmesi ile biraz daha karmaşık bir hal aldı. ortaya çıkması ile ABD istediği bahaneyi bulmuş oldu. Ve yine ne rastlantı ki(!), Paris katliamları ile beklediği müttefikleri de buldu. En son 13 Kasım’da meydana gelen saldırılar sonrasında başta Fransa olmak üzere Almanya ve İngiltere, bu koalisyona ortak oldu. DEAŞ ve Suriye’nin durumu, Kuzey Irak’ta Peşmergelerin ve Musul-Kerkük Türkmenlerinin durumu, yanı başımızdaki Bayırbucak Türkmenlerine yapılan saldırılar, Türkiye’yi de ister istemez zorunlu olarak bu koalisyona itti. Suriye’deki durum İran ve Rusya’nın, son olarak da Çin’in devreye girmesi ile biraz daha karmaşık bir hal aldı. Nihayet sınırlarımızı ihlal eden Rus jetinin düşürülmesi ile gerginlik had safhaya ulaştı. Sonuç olarak, DEAŞ bahanesi ile Suriye bir medeniyetler çatışmasının son cephesi haline getirildi. Medeniyetler çatışması nedir? En başta ifade etmek isterim ki, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini tümüyle kabul etmeyi de, reddetmeyi de doğru bulmuyorum. Objektif bir bakış açısı ve ancak Batılı bir aydının gözü ile ele alınmış bir görüşü ifade ediyor. Fakat son yıllarda meydana gelen olaylar, ülkelerin parçalanması, parçalanan ülkelerin bir türlü istikrar bulamaması, küresel güçlerin çıkarları gereği dünya genelinde kimlik siyasetini körüklemesi, en nihayetinde Suriye’de gelinen durum bize bu tezi pek çok yönüyle doğruluyor. Medeniyetler Çatışması tezini hatırlayalım: Samuel Huntington’un bu ünlü tezi, ilk kez 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlandı. Gördüğü yoğun ilgi üzerine 1996 yılında “Medeniyetlerin Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması” adıyla bir kitap haline getirildi. Türkiye hakkındaki görüşleri ve Kemalist sistemi sorgulaması, bu tezin ülkemizde de yoğun olarak tartışılmasına neden oldu. (Medeniyetler Çatışması’nı okumadıysanız, özellikle yazar Serdar Kaya’nın değerlendirmeleri ile özetlediği makaleleri okumanızı tavsiye edebilirim.) Huntington’u asıl ünlü yapan gelişmelerse 11 Eylül saldırılarından sonra gerçekleşti. Zira her ne kadar bir “kurgu” olduğunu düşündüren belirsizlikler olsa da saldırılar sonrası yaşanan gelişmeler bu tezi doğrular nitelikteydi. Medeniyetler Çatışması tezi özetle, “Önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların kurulmasında artık medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların/savaşların bu farklı medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade ediyordu. Ortaçağ dönemindeki ırk, din veya mezhep çatışmaları Yeniçağ’da yerini sömürge savaşlarına bıraktı. Yakınçağ ise Soğuk Savaş dönemiydi. İki kutuplu Soğuk Savaş dönemi Sovyetlerin dağılması ile sona erdi. Şu an bir medeniyetler çatışması dönemindeyiz” der. (Hungtinton’un kararsızlar grubuna dâhil ettiği Türkiye konusundaki değerlendirmelerine, özellikle de Kemalist sistemin başarısızlığı konusundaki yorumlarına başka bir yazıda yer verelim.) Melheme-i Kübra, Arz-ı Mevud, Armageddon Bildiğiniz gibi üç büyük dinin birtakım rivayetleri benzer bir gelecekten bahseder. Buna göre ahir zamanda dinler arasında bir savaş olacağı ve Allah’ın/ Tanrı’nın/Yehova’nın kendile- rine yardım edeceği ve savaşı kendilerinin (her din kendisinin) kazanacaklarına inanırlar. Hıristiyanların “Armageddon”, Yahudilerin “Arz-ı Mevud”, Müslümanların “Melhame-i Kübra” olarak adlandırdıkları bu savaş, bazı hadislere ve rivayetlere göre Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın gelişi ile sona erecektir. İslam dininde, bazı hadislerde Melheme-i Kübra’dan (Büyük Kapışma) bahsedilmektedir. Ancak bazı müfessirlere göre Osmanlı’nın dağılması, 1. Dünya Savaşı ve İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi, bu hadislerin işaret ettiği gerçekleşmiş olaylardır. Bazı müfessirler ise bunun yakın bir gelecekte olacağını söylemektedirler. Rivayetler farklı ve çok çeşitli olsa da Suriye’de yaşanan son gelişmeler ve küresel güçlerin bu bölgeye yönelmesi, bahsedilen geleceğin yakın olduğunu düşündürmektedir. Bize kıyamet senaryoları gibi gelen gelişmeler, bazıları için aslında yüzlerce yıldır hazırlık yaptıkları vadedilmiş bir gelecek. Bu yüzden böyle bir savaş için şartları olgunlaştırmış durumdalar. İlahî adalet ve kader tecelli edecektir. Gaybı şüphesiz ancak Allah (cc) bilir! aralık 2015 49 haberajanda Analiz Gülen Grubu, AK Parti ve Erdoğan’dan sonra Devlet’in de karşısında olmayı kendine yol edinmiş durumda. Hâl böyle olunca, kimsenin “Ben bunu bilmiyordum!” deme şansı kalmamıştır. Kendini hâlâ Cemaat mensubu olarak isimlendirenlerin, “Dindarlıktan ve milliyetçilikten nasibini almamış, Gülen’in gücünden nemalanmaya çalışanlar” olarak etiketlenmeye itirazları olamaz. Artık Cemaat, Erdoğan düşmanlarının Devlet düşmanlığı da yapanlarından müteşekkil bir menfaat grubudur. Bu yüzden erimeye hızla devam ediyor ve etki alanlarını hızla kaybediyorlar. Güçleri azaldıkça patronlarının desteğini de kaybedecekler ve tarih sayfalarına gömülecekler elbette! Hangisi daha düşman; Rusya mı Cemaat mi? H Cemaat, Türk ve Türkiye düşmanı oldu ERKESİN safını netleştirme zamanıdır! Muhteşem Tıraş kardeşimin Gülen Cemaati’ni tepeden tırnağa aynı kefeye koyduğu bir yazısına yaptığım yorumda, Hizmet’e gönülden bağlı olan, derdi yalnızca dinini öğrenmek ve yaymak olan, Cemaat’in malî ve idarî işlerine hiç karışmadığı için bilgi sahibi olmayan ve işin temiz tarafından başka yüzünü bilmeyen saf gönüllüleri ayrı tutmak gerektiğini yazmıştım. O ise, bu yanlışın başındakine biat etmenin yapılan yanlışlara ortak olmak anlamına geldiği mealinde bir cevap yazdı. O gün pek de aynı fikirde değildim kendisiyle. Susmayı tercih ettim. Hiç Cemaatçi olmamış ama Gülen’e, cemaatine, hizmetlerine senelerce sıcak bakmış, buna rağmen henüz Hükümet-Cemaat kavgası başlamadan Cemaat’in parayla olan ilişkisini eleştiren yazılar yazmış biri olarak konuya objektif baktığımı düşünüyordum. >> Ne var ki, Muhteşem Tıraş kardeşime şu an sonuna kadar hak veriyorum. Zira her gün kendi gazete ve televizyonlarını takip eden Cemaat mensuplarının, olayın Erdoğan ve AK Parti düşmanlığından çıktığını fark etmemesi mümkün değil. Paris’teki patlamaları anında IŞİD’e yükleyip Fransız Devleti’ni suçlamayı aklına bile getirmeyen Gülen medyasının, Ankara’daki patlama sonrası neredeyse Erdoğan’ı katil ilân etme mücadelesi hafızalarda. Din ve dindarlıktan çok uzak kalma özeleştirisinde bulunan CHP’ye verdiği seçim desteği sonuç vermeyince, 7 Haziran’da gücünü kandan alan HDP’ye baraj desteği veren, Demirtaş balonunu en çok üfleyen medya grubu da başkası değil. Rus savaş uçağını düşür- 50 aralık 2015 Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com AHMET HAKAN’DAN İTİRAFLAR A RTIK “o” da başkanlık istiyor. Israrla söylediğim ve yazdığım gibi, asıl muhalefetin istemesi gereken sistemi, onlardan önce Ahmet Hakan istiyor. Ama dediğim gibi, muhalefetin tek iktidar umudu olarak gördüğü için değil, başkanlık sistemini, zor yürüyen bugünkü parlamenter sistemden daha demokratik bulduğu, başkanın yetkilerinin Erdoğan’ın kullandıklarından daha kısıtlı olacağını düşündüğü, dolayısıyla Erdoğan hegemonyasından kısmen de olsa kurtulmanın tek yolunun bu sistem olduğu için istiyor. kendi TV programını ve gazetedeki yazılarını didikleyenlere sitemi var. Bu sitemden ben de payımı alıyor ve üç küçük paragrafımı ona ayırıyorum işte! Neden başkanlık sistemi istediğini uzun uzun anlattığı yazısının bir bölümünde ise, AK Parti yapar, herkes eleştirir, kimse çözüm üretmez. Yaptığı yolları, hızlı treni, düğümüz ilk gün, -neredeyse- Türk Devleti’ni terörist, Rusya’yı ise mazlum ilân eden Twitter mesajları atmaktan çekinmeyip, rüzgâr bizim arkamızdan esince tornistan yapanlar da kendileri. Ve son olarak, Rusya’nın Lazkiye ve çevresindeki bombardımanını verdiği sosyal medya mesajında, Özgür Suriye Ordusu ve Türkmen savaşçılardan “terörist” şeklinde bahseden de aynı medya. Velhasıl Gülen Grubu, AK Parti ve Erdoğan’dan sonra Devlet’in de karşısında olmayı kendine yol edinmiş durumda. Hâl böyle olunca, kimsenin “Ben bunu bilmiyordum!” deme şansı kalmamıştır. Kendini hâlâ Cemaat mensubu olarak isimlendirenlerin, “Dindarlıktan ve milliyetçilikten nasibini almamış, Gülen’in gücünden nemalanmaya çalışanlar” olarak etiketlenmeye itirazları olamaz. Artık Cemaat, Erdoğan düşmanlarının Devlet düşmanlığı da yapanlarından müteşekkil bir menfaat grubudur. Bu yüzden erimeye hızla devam ediyor ve etki alanlarını hızla kaybediyorlar. Güçleri azaldıkça patronlarının desteğini de kaybedecekler ve Üretmek yerine eleştirmekle suçladığı medya gruplarına çatarken, (belki de farkında olmadan) AK Parti’nin üretken politikalarının da hakkını teslim ediyor. Yazının ilgili kısmı aynen şöyle: “Artık medyada şöyle bir görev paylaşımı söz konusu: Biz yapıyoruz, onlar konuşuyor. Kısacası, AK Parti yandaşı medya için durum çok ama çok trajik: Biz AK Parti gibiyiz, onlarsa muhalefet gibi…” tarih sayfalarına gömülecekler elbette! Siyasiler arasında fikir birliği Rus uçağının sınır ihlâli yaptığı, Türkiye’nin meşru müdafaada bulunduğu konusunda neredeyse kimsenin itirazı yok. Yakın zamanda bu konuda Rusya’yı uyarmış olmamız, olay esnasındaki telsiz ikazımızın ses kayıtlarını ve radar haritasını gecikmeden dünya ile paylaşmamız, iki uçaktan birinin geri dönmesi ve diğerinin ihlâlde ısrar etmesi ve de Rusların bir askerî tepki vermemesi haklılığımızı fazlasıyla gösteriyor. Fakat haklılığımızı teyit eden AB, NATO ve ABD’nin Rusya ile ilişkilerimize karışmama gayreti de bizi düşündürüyor. “Aranızda çözün” diyenler, dünya savaşına sebep olmaktan mı, yoksa Rusya’dan mı korkuyorlar? Bunu çözemedim. Çok şükür ki ülkemizde, Rusya’ya karşı bir Millî Mücadele ruhu hâkim. Rus uçağını düşürmekteki haklılığımız muhalefet tarafından da kabul görmüş durumda. Bu karalılık devam ettiği sürece, krizin ülkemize vereceği zarar da minimum düzeyde kalacaktır. Marmaray’ı, havaalanlarını, ürettiği elektriği, ödediği maaşı, faizsiz kredileri, teşvikleri, getirdiği teknolojileri herkes kullanır ama her birinin altında bir ihanet ararlar. Televizyonlardan, gazetelerden Erdoğan ve AK Parti’yi her gün eleştirip neredeyse küfrederler de “Basın özgürlüğü yok!” diye bağırırlar. AK Parti’yi anladığın ve çok güzel anlattığın için teşekkürler Ahmet Hakan! Her geceyi güneş aydınlatır. Her kışı bir bahar bekler. Ne gecenin karanlığı ürkütsün bizi, ne kışın soğuğu umutsuzluk doldursun kalplerimize. Her şey güzel olacak! Bir olursak, birlik olursak, her şey daha kolay olacak! Ahmet Hakan’ın yazdığı gibi, Erdoğan’ı sevmemek, Putin’i sevmek anlamına gelmez, bu bir millî meseledir. Ve herkes gardını ona göre almalıdır. Almıştır da… Ne var ki Rusya, krizi tırmandırma, hiç değilse sıcak tutma derdinde. Buradan kazancının ne olacağını bilemiyorum. İki ülke arasındaki ticaret hacmi hiç de azımsanmayacak düzeyde. Özellikle inşaat sektörünün lokomotifi durumunda Rusya’daki Türk şirketleri. Libya pazarını kaybeden müteahhitler, Rusya’dan da çıkmayı istemeyeceklerdir tabiî ki. Limonu, portakalı almazlarsa ne olur? Ne onlar aç kalır, ne de ürettiklerimiz bizim elimizde çürür. Rus turist gelmezse Antalya’ya, biz de daha çok para harcayan Arapları çağırırız mükemmel tesislerimize. Siyaseten zaten anlaşamıyorduk, bundan sonra daha net sınırlar oluverir aramızda. Doğalgaz mı? Onlar bize satmadıkları gazdan ne kadar zarar ederlerse, biz de o kadar sıkılırız ancak. Katar gazı gelene kadar, ısınırken, kömür üretirken su kullanırız olsa olsa. Tarihimiz boyunca dost olmadığımız Ruslarla kimlerin dostluk yaptığına bakar ve “İyi ki dost değilmişiz” deyiveririz. Taksim Meydanı’ndaki anıtı benim atalarım dikmedi nasıl olsa… Onu oraya diktirenler düşünsün! Bu arada, herkes bilmelidir ki Türkiye, işin sulh yoluyla ve her iki tarafa da fazla zarar vermeden çözülmesi için ılımlı davranmakta ve kendi yaptırım kozlarını kullanmak için acele etmemektedir. Çanakkale’yi geçilmez kılan güç, Karadeniz’i bir göle çevirmeye de yeter Allah’ın izniyle! Her şeye rağmen, kimse iki ülke arsında bir savaş beklemesin. Rusya haklı olsa, şimdiye kadar beklemez, bizi çoktan vururdu zaten. Tarihî tecrübeleri onlara bu anlamsız cesaretleri sürüklerdi kuşkusuz. Ama Rusya ile Türkiye arasındaki bir savaşın 3. Dünya Savaşı’nı tetikleyeceğini herkes bilir. Ve dünya, buna müsaade etmemek için elinden geleni yapmaya devam edecektir. Müsterih olun! Netice olarak bu kriz ne Rusya’yı, ne de Türkiye’yi batırır. Ama bize kattığı “birlik ruhu”nun kazancı, Rusya’nın tüm gaz rezervlerinden daha kıymetlidir bence. aralık 2015 51 haberajanda Toplum İçtimaî hayat içerisinde toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanlar olduğu gibi, siyasal yaşam içerisinde de aynı durumu yaşayanlar vardır. Bu sağırlık ve körlükte ısrar edenler siyaset sahasında kısa bir süre boy gösterseler de çok geçmeden silinip gitmişlerdir. Siyasal tarihimiz bunun örnekleri ile doludur. Kitle iletişim araçlarının geliştiği ve toplumun en ücra köşelerine kadar girdiği günümüzde bile bu sağırlık ve körlüğü yaşayanlar yok değildir. Ondandır ki, bu sağırlık ve körlüğü yaşayanlar, demokratik hayata adım attığımız günden bu yana iktidar olamamışlardır. Bu sağırlığa ve körlüğe devam ettikleri sürece de iktidar olamayacaklardır! 52 aralık 2015 Sosyal ve siyasal bir kara delik olarak Toplumsal sağırlaşma ve SOSYAL KÖRLEŞME G EREK iç politika, gerek dış politika, gerekse dünya siyaset gündeminde meydana gelen olaylardan dolayı gündem hızla değişmektedir. Kitle iletişim araçlarındaki çeşitlilik, bilginin doğru süzgeçlerden geçmeden bize ulaşmasına sebebiyet vermekte, bu da bize ulaşan bilgiyi fazlasıyla manipülatif bir forma sokmaktadır. İnsanlar bu manipülasyon girdabının ortasında doğru bilginin ne olduğunu kestirememekte, çoğu insan, psikolojik bütünlüğü koruma gibi nedenlerle doğru bilginin peşinden koşmak yerine aidiyetlerin ve savunduğu ideolojinin kendisine dayattığı gerçeklere inanma eğilimindedir. >> Aslında bu, bir çeşit ataleti de beraberinde getirmektedir. Herhangi bir muhakemeye gerek duymadan kendilerine sunulan bilgiyi tüketme şeklinde ortaya çıkan bu ataletin tefekkür dünyasına getireceği zarar da cabası… Atalete düşmeyip doğru bilgiye ulaşmak için çaba harcayanlar da meselelerin derinine indikçe kitlesel gerçeklikten kopmakta ve bunun sonucunda da ulaşabildikleri doğruyu topluma aktarmada ciddi sıkıntılar yaşamaktadırlar. Bu sıkıntılar hemen hemen tüm toplum tabakalarında kendini gösterirken, insanlar bu doğru bilgiyi betimlemede, bu bilginin oluşturduğu değişim rüzgârını tanımlamada, yaşanan hızlı değişim süreçlerine entegre olmada, nihayetinde ise doğru bilgiyi ve değişim denilen olguyu yönlendirmede ve yönetmede dinamik bir tutum içerisine girememektedirler. Çok daha net bir şekilde ifade edecek olursak, doğru bilginin ortaya çıkaracağı atmosferi tanımlama, bu atmosferin ortaya çıkaracağı değişimin dinamiklerini topluma sunma ve bunun yaratacağı değişim olgusunu yönetme noktasında ciddi bir aktör olmaktan ziyade, değişimi yöneten ve yönlendirenlerin önünde sabun köpüğü gibi bir o yana, bir bu yana sürüklenmektedirler. En gayretlilerimiz bile doğru bilgiye ulaşmak gayretiyle hareket ederken, atalete düşmüş olanlar tarafından şevkleri kırılmaya çalışılmakta, sosyal ve psikolojik baskılara maruz bırakılmakta, bunun sonucunda da iniş çıkışlar yaşamaktadırlar. Bazılarımız ise hakikatin ne olduğunu merak etme gereği bile duymuyoruz. Başkalarının marifetleri sonucu ortaya çıkmış sanal hakikatleri kendi ezberimiz haline getiriyoruz. Tüm bunlar bizi kendi gerçeğimize bağımlı kılıyor. “Egoizma” denilen psikolojik mekanizma besleniyor. Bunun sonucunda da toplumsal sağırlık ve sosyal körlük ortaya çıkıyor. “Toplumsal sağırlık” ve “sosyal körlük” kavramları bazen aynı anlamda kullanılsa da, iki kavram arasında ayrım yapmak mümkün. “Kendi dışında kalan toplumsal katmanlarının sorunlarına, duygularına, beklentilerine, isteklerine karşı kayıtsız kalma” olarak tanımlayabileceğimiz “toplumsal sağırlaşma” ve “kendi dışında kalan toplumsal katmanlarının sorunlarını, duygularını, beklentilerini, isteklerini görmezden gelme” olarak tanımlayabileceğimiz “sosyal körleşme”, sosyal ve siyasal hayatı kara delikler gibi yutup kendine benzetiyor. Grup grup toplumsal sağırlar ve sosyal körler Gerek iç politik meselelerde, gerekse dış politika konularında hangi bilginin gerçek olduğu, hangi bilginin manipülatif olduğu, hangi bilginin strateji oluşturmamıza yardımcı olacağı, hangi bilginin yaptığımız siyasal ve sosyal okumalarda projektör görevi göreceği konusunda rasyonel tutum almakta zorlandığımızdan, toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayan toplum ve bireyler, meselelere farklı tepkiler vermektedirler. Toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanların birinci grubunda yer alanlar, kendi içine kapanarak hemen hiçbir şey yapmadan bir kurtarıcının gelip her şeyi güllük gülistanlık etmesini beklerler. Toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanların ikinci grubunda yer alanlar, birinciler gibi kendi içine kapanmak yerine kendilerini olayların ve olguların akışına bırakarak başkalarının kurguladığı hayat hikâyelerinde yoldan geçen adamı oynamayı seçerler. Toplumsal sağırlık Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com ve sosyal körlük yaşayanların üçüncü grubunda yer alanlar, kendi gerçeklerini tek gerçek kabul ettiklerinden dolayı yanlış yöntemlerle kendi gerçeklerini dillendirip dururlar. Ama yaşadıkları toplumsal sağırlık ve sosyal körlük, onları toplumun ruh köküne agâh olmaktan uzaklaştırdığı ve geçmişte topluma sundukları yaşam tecrübeleri toplumda fobiler oluşturduğu için toplum gözündeki imaj problemlerini aşamazlar. Kendi sanal gerçekliklerine takılıp kalır, sürekli kendi ezberlerini tekrar edip dururlar. Toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanların dördüncü grubunda yer alanlar, toplumsal sağırlık yaşadıklarını aslında bilirler. Toplumsal sağırlık yanında toplumsal körlük de yaşayan bu grup, toplumsal sağırlık ve körlüklerini kamufle etmek için demokrasi ve insan hakları gibi kavramları fetişe ederek bunları birer kamuflaj olarak kullanırlar. Toplumsal körlüklerini örtmek içinde herkesin onları üvey evlat olarak gördüğünü ve sistem tarafından mağdur edildiklerini söyleyerek mağduriyet rolüne bürünürler. Toplumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanların beşinci grubunda yer alanlar, fosilleşmiş ideolojik kırıntıları işaret ederek müreffeh toplumun ancak bu ideoliye sarılmaktan geçtiğini söylerler. Fakat toplumun mânâ köklerine karşı kronikleşen bir sağırlık ve körlük yaşadıklarından dolayı bir zaman sonra toplumu cahil-cühela, garip-gureba olarak adlandırırlar. Toplumsal sağırlık yaşayanların dışında bir grup vardır ki, onlar da toplumun sahip olduğu dinamizmi tarihî ve kültürel dinamiklerin üstüne oturtup bilim ve teknoloji gibi güç parametrelerini, mensubu oldukları toplumun lehine kullanma gayreti içerisinde çabalar dururlar. Toplumsal sağırlık yaşayanların birinci kısmında bulunan- lar, kendi içlerine kapanmayı bir çeşit hava yastığı olarak kullansalar da aslında toplumun yaşadığı negatif durumlara karşı toplumsal körleşme içerisine girdiklerinden bir çeşit egoizmaya kendilerini mahkûm ederler. Bu durum, ayrıca bu gruptakilerin özgüven noktasında ciddi bir bunalım yaşamalarına sebebiyet verir. İkinci grupta yer alanlar, kimlik bunalımı yaşayan ve duruma göre her kimliğe bürünebilen alaca kimlikliliği ifa eder. Üçüncü grupta yer alanlar, kendilerini altın mayalı sayar, Jakoben tavırlarını medeniyet göstergesi kabul ederler. Aslında bu, toplumun ruhuna radyasyon yayıp toplumu mutasyona uğratma halidir. Dördüncü grupta yer alanlar, mağduriyet rolüne bürünmüş çığırtkanlardan oluşur. Beşinci grupta yer alanların hali, fosilleşmiş ideolojik kırıntıların kült kültürü üzerinden kitlelere pazarlama halidir. İçtimaî hayat içerisinde top- lumsal sağırlık ve sosyal körlük yaşayanlar olduğu gibi, siyasal yaşam içerisinde de aynı durumu yaşayanlar vardır. Bu sağırlık ve körlükte ısrar edenler siyaset sahasında kısa bir süre boy gösterseler de çok geçmeden silinip gitmişlerdir. Siyasal tarihimiz bunun örnekleri ile doludur. Kitle iletişim araçlarının geliştiği ve toplumun en ücra köşelerine kadar girdiği günümüzde bile bu sağırlık ve körlüğü yaşayanlar yok değildir. Ondandır ki, bu sağırlık ve körlüğü yaşayanlar, demokratik hayata adım attığımız günden bu yana iktidar olamamışlardır. Bu sağırlığa ve körlüğe devam ettikleri sürece de iktidar olamayacaklardır! Yarım asırlık siyasî geçmişlerinde iktidara ortak olanlar da kısa sürede iktidardan kendileri çekilmek zorunda kalmışlar ve bir daha iktidar olma gayretini topluma hissettirememişlerdir. Toplumsal sağırlık ve sosyal körlükleri devam ettiği müddetçe de hissettiremeyeceklerdir. aralık 2015 53 haberajanda Siyaset “Yeni anayasa ve sistem değişikliği” konusu hemen tartışılarak siyasî bir çözüme kavuşturulmaz ise, çok değil, dört yıl sonra Türkiye siyaseti yeni bir krizi çağırmış olacaktır. Gerçek şudur ki, sistem değişmiştir! Ancak bu durumu yeni bir anayasa ile kurallara bağlamak ve normalleştirmek, siyasetin birinci ve en büyük sorumluluğudur. Seçimlerde sonuç ne olursa olsun, Türkiye’nin kazanacağının garanti altına alındığı bir seçim sistemi ve yeni bir anayasa, olmazsa olmaz bir noktaya gelmiştir. Seçmen, “Ben koyun değilim” dedi A K Partililer üzerindeki mahalle baskısı 1 Kasım’da buharlaştı. Özellikle gençler arasında ve AK Partili olmayan ama oyunu AK Partiye veren kesimde “Gezi olayları” ve “17-25 Aralık darbe girişimi” sonrası bir dışlanma ve ötekileştirme duygusu yaşandı. Yani muhalif olmak saygın bir tavır, AK Parti’den yana olmak ise sanki yanlış bir tavırmış gibi sunuldu ve seçmen üzerinde mahalle baskısı oluşturuldu. >> 1 Kasım sonuçları bu oyunu bozdu, psikolojik üstünlük “İstikrar!” diyenlere geçti. AK Parti’ye oy veren çoğunluk moral buldu. AK Parti’ye oy vermiş olmak, 1 Kasım’da milli ve yerli duruşun adı oldu. 1 Kasım sonrasında, AK Parti’ye oy vermek, yeniden prestijli bir tavır oldu ve hatta muhalefet seçmeni bile gizli bir “Oh!” çekti ve rahatladı. 1 Kasım seçimlerinin üzerinden hemen değil de birkaç hafta sonrasında bir değerlendirme yapmayı daha uygun gördüm. Seçimin heyecanı ile 54 aralık 2015 ekranlardaki gazetecilerin ve anketçilerin yorucu ve sıkıcı yorumları sonrasında biraz ara vermek iyi oldu. Geriye dönüp bakınca, “Türkiye siyaseti ve seçmeni açısından durum nedir?” diye sakin bir değerlendirme yapmak daha kolay oluyor. Bu sürece nasıl gelindi? Toplumsal psikoloji açısından önce 7 Haziran 2015’te ortaya çıkan siyasi tabloyu ve sonrasında Türkiye’yi 1 Kasım 2015 de seçimlerine taşıyan süreci hatırlamak gerek. Gezi olayları ile başlayan toplumsal kamplaşma sonrası devam eden medya kampanyası ile muhalif kesimin nefretini bir kişiye odaklayan suni diktatör tartışmaları başlatıldı. 17-25 Aralık darbe girişimi sonrası hedefteki kişi olan Erdoğan hakkında yolsuzluk iddiaları ve üzerinden de “diktatör” yakıştırması devam etti. Paralel yapı tartışması sonrası muhalefet bir konuda uzlaştı; uzlaşılan konu, Erdoğan’ın bir şekilde tasfiye edilmesiydi. Bunun için legal-illegal tüm yöntemlere başvurdular. “Paralel yapı” dediğimiz örgütü bile gözden çıkaracak kadar tüm güçleri ile saldırdılar. 6-8 Ekim (Kobani bahanesiyle yapılan) ayaklanması ve kaos girişimi de yine bu senaryoya hizmet ediyordu. Tüm bu olaylar sırasında toplumum iktidarı sorgulamaya başlaması bile bence muhalefet için önemli bir fırsattı. İktidarın aşırı özgüveni sonucu, siyasî sorumluluk ve risk taşımayan, ama devlet imkânlarını ve iktidar nimetlerini kullanan bir kesim de bu durumdan mem- Cemal Ceylan* cemalceylan.ajanda@gmail.com nundu. Muhalefet kendisini konumlandırmadı, seçimlere çok mekanik yaklaştı, demokrasiyi sayısal bir sistem olarak gördü ve “Vaat eşittir oy” diye düşündü. Oysa samimiyet ve güven olmadan milleti kazanmak mümkün değildir. İşte bu sebeple 7 Haziran’ı 1 Kasım’a taşıyan, aslında muhalefetin bizatihi kendisidir. Olanda hayır vardır 7 Haziran’da seçmen, duygularıyla oy kullandı. Bıkkınlık, kızgınlık, nefret, sevgi, 7 Haziran’da seçmen, duygularıyla oy kullandı. Bıkkınlık, kızgınlık, nefret, sevgi, aidiyet veya partili olma gibi hisler, seçmenin kararında doğrudan etkili oldu. 1 Kasım seçiminde ise seçmen duygularını değil, mantığını ve aklını sandığa yansıttı. Güven ve istikrar arayışının yanında endişe ve korku, seçmen davranışında mantığı harekete geçirdi. aidiyet veya partili olma gibi hisler, seçmenin kararında doğrudan etkili oldu. 1 Kasım seçiminde ise seçmen duygularını değil, mantığını ve aklını sandığa yansıttı. Güven ve istikrar arayışının yanında endişe ve korku, seçmen davranışında mantığı harekete geçirdi. Mesela; 1 Kasım seçim sonuçlarını kimse tahmin edemedi; çünkü öncesinde insanlar, en yakınlarıyla bile siyaset konuşmuyor, tavırlarını paylaşmıyorlar, karşılıklı bir mahcubiyet yaşıyorlardı. Bunun açıklaması ise şöyleydi: “7 Haziran’daki siyasî tercihimi değiştireceğim ama bunu paylaşmak istemiyorum.” 7 Haziran öncesi siyasî tartışmalarda ölçü kaçmış ve toplumsal kesimler birbirlerine çok kırıcı eleştirilerde bulunmuşlardı. Anket şirketlerinin yanılması da bu yüzdendi. Sorularına seçmenden cevap alamadılar, çünkü herkes kendi içinde yaşadı seçimi. 1 Kasım seçim sürecinde aralık 2015 55 haberajanda Siyaset sokakta gördüğüm bir başka durum ise, her görüşten seçmenin yüzünde endişe ve kaygı olmasıydı. Çünkü AK Parti’nin tesis ettiği güven ortamına, onu seven ya da sevmeyen herkes ihtiyaç duyuyordu. Bu endişe ve kaygı ile bir kısım muhalif seçmen bile AK Parti’ye oy verdi. “Olanda hayır vardır” denir ya, 07 Haziran’da durum tam da böyle oldu aslında! Eğer, AK Parti yüzde 49,5 oy oranını 7 Haziran’da almış olsaydı toplumsal psikoloji bu sonucu kabullenmekte zorlanacak ve özellikle muhalif kesimler AK Parti’nin bu başarısını 1 Kasım’daki gibi sükûnetle karşılamayacaktı. Muhalefetin kendisini iktidara hazır hissetmediğinin göstergesi, Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı ya da AK Parti karşıtlığında buluşan muhalefet partilerinin, buluşabilecekleri başka bir ortak payda olmadığı konusudur. Bu durum 7 Haziran-1 Kasım arasında net olarak görülmüş oldu. 1 Kasım seçim sonuçlarını kimse tahmin edemedi; çünkü öncesinde insanlar, en yakınlarıyla bile siyaset konuşmuyor, tavırlarını paylaşmıyorlar, karşılıklı bir mahcubiyet yaşıyorlardı. Bunun açıklaması ise şöyleydi: “7 Haziran’daki siyasî tercihimi değiştireceğim ama bunu paylaşmak istemiyorum.” 7 Haziran öncesi siyasî tartışmalarda ölçü kaçmış ve toplumsal kesimler birbirlerine çok kırıcı eleştirilerde bulunmuşlardı. Anket şirketlerinin yanılması da bu yüzdendi. Sorularına seçmenden cevap alamadılar, çünkü herkes kendi içinde yaşadı seçimi. 56 aralık 2015 Muhalif kesimler bile 1 Kasım’da pozisyon değiştirerek AK Parti’yi diğer seçeneklere tercih ettiler. HDP seçmeni, çatışma ve teröre karşı olduğunu teyit etti ve MHP’li bir iktidar olmasındansa AK Parti’nin iktidarını tercih etti. MHP’li taban ise bir CHP ve HDP birlikteliğinin hayalinden bile rahatsız oldu ve AK Parti iktidarını kabul etti. CHP’ye oy vermiş olan, ancak güven ve istikrarı arzu eden bir kesim de AK Parti’den yana tercihini kullandı. Bu arada, AK Parti’ye ders vermek isteyen AK Parti seçmeni ise hem ders vermiş, hem ders almış oldu. Sonuçta, 1 Kasım’da milletin tercihi AK Parti’de buluştu ve millet, tek başına iktidarı tekrar onaylamış oldu. Cemal Ceylan Muhalefetin yanlış okumaları 7 Haziran’daki sonuçlar Türk seçmeninin düşünen ve sorgulayan bir seçmen olduğunu, saplantılı ve fanatik bir kitle gibi davranmadığını ispatlamıştır. Bu seçimde muhalefete verilen fırsatın istikrara zararı olduğunu ve muhalefetin uyum içerisinde ve ortak vizyonda buluşamayacağını gören seçmen, 1 Kasım’da tekrar istikrara oy vermiştir. 7 Haziran 2915 seçimlerinde sandık güvenliği hakkındaki tartışmalara rağmen, özellikle HDP’nin yaptığı sandık hileleri ve baskı ortamını görmezden gelen ve sonuçları onaylayarak sahiplenen muhalefet, beklemediği bu sonucu bir zafere dönüştürmek istemiştir. Seçimi muhalefetin kazandığını sanmış ve sandığa saygı çağrısında bulunarak AK Parti’nin sonuçları kabullenmesini istemiştir. 7 Haziran sonuçları ile AK Parti’ye diz çöktüreceğini varsayan muhalefet 1 Kasım’ı öngörememiş, dahası, AK Parti’nin yeni bir seçime gitmeye cesaret edemeyeceğini düşünerek birinci hatayı yapmıştır. Muhalefetin ikinci hatası ise koalisyon görüşmelerinde samimi olmamasıydı. Koalisyon kurulamaması durumunda faturanın AK Parti’ye kesileceğini ve yapılacak erken seçimde AK Parti’den tamamen kurtulacağını varsaymak, muhalefetin hatalar zincirinin son halkası olmuştur. Oysa muhalefet, 7 Haziran öncesi kendisinin kazanamayacağını düşünerek sandık güvenliği ve seçmen iradesi hakkında; oyların çalınacağı, elektrik kesintileri ile seçimin sabote edileceği gibi konularda kara propagandalara başvurdu. Muhtemel bir AK Parti zaferine leke sürmek için toplumsal psikolojiyi hazırladı. Muha- lefet, seçmen için yönelttiği kömür ve makarnaya iradeyi satma beyanının yanında seçmene doğrudan ağır hakaretler etmesine ve şaibe yaratma girişimlerine rağmen, 7 Haziran’da ortaya çıkan seçim sonucunu görünce durumu beğenmiş ve sandık sonuçlarını sahiplenmiştir. 7 Haziran seçimi, 13 yıllık AK Parti iktidarının da gerektiğinde sorgulanacağını göstermesi açısından son derece değerli bir gösterge oldu. Yani sorgulayan, gerekli gördüğünde tavır koyan tutarlı seçmen davranışı ile Türk demokrasisinin olgunluğu bir kez daha ispat edilmiş oldu. 7 Haziran sonuçları, AK Parti’nin de kendi hatalarını görmesi ve kendini güncellemesi için bir fırsat oldu. 1 Kasım seçim zaferini kutlarken AK Parti 7 Haziran’ı unutmadı; toplum da unutulmadığını düşünüyor. 2023 ve Yeni Türkiye 7 Haziran’ın en önemli sonuçlarından biri de HDP ve PKK’nın, en başından bu yana suiistimal ettiği Çözüm Süreci’nde, gerçek yüzlerini barajı aşıp yüzde 13 oy ile yeniden göstermeleriydi. Sürece samimi destek veren ve terörün biteceğine inanmak isteyen toplum, HDP ve PKK’nın şımarıklığından bıkmıştı. Bu hususta toplumsal memnuniyetsizliğin görülmesi, 7 Haziran sonrasını hazırlayan en önemli etmenlerden biri oldu. 7 Haziran sonrası oluşan terör ortamına hızlı ve kesin bir dille cevap veren AK Parti, terörle mücadelede milletin açık desteğini almış oldu. Çözüm Süreci ile Kürt siyaseti açığa düşmüş ve terörün gölgesinde kalmıştır. Çözüm Süreci ile psikolojik üstünlük Devlet’e geçmiş, bu durum iç politik ve dış politik ortamda Devlet’in ve siyasetin elini terörle mücadele konusunda güçlendirmiştir. Türkiye’de teröre karşı mücadelede meşruiyet hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Çünkü Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, Çözüm Süreci gibi, devletin, atılabilecek tüm adımları attığı bir süreci toplum kabullenmiş, buna karşılık olarak terör örgütünün niyeti ortaya çıkmıştır. Terör örgütleri PKK, DHKP-C, DEAŞ ve diğerleri, Türkiye’ye karşı kullanılan birer maşa olarak hak ettikleri cevabı en sert şekilde almışlardır. Elbette bu tepkiyi almaya devam da edeceklerdir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tarif ettiği “millî ve yerli” tanımı toplumsal kabul görmüştür. 1 Kasım’da AK Parti’ye oy vermek, genel durumu görüp Türkiye’yi düşünen millî ve yerli bir duruşun adı, ayrıca prestijli bir tavır olmuştur. Bu sebeple, seçim sonuçları açıklandıktan hemen sonra çoluk çocuk sokaklarda kutlamalar yapılmış, ama kimseyi incitecek, kırıp dökecek bir davranışta bulunulmamıştır. Diğer partilere oy verenlere saygı gösteren bir seçim zaferi yaşanmıştır. Yine 1 Kasım öncesi AK Parti, hem Genel Merkez kadrolarını, hem de milletvekili listelerini güncellemiş, dolayısıyla muhtemel gerilimler en alt düzeye indirilmiştir. Bu güncelleme ile parti içinde eski-yeni dengesinin korunduğu bir süreç yaşanmış ve AK Parti güç kazanmıştır. 7 Haziran sonrası Sayın Cumhurbaşkanımızı “doğal lider” olarak gördüğünü ilan eden ve sahiplenen AK Parti kadroları ve Sayın Başbakanımız, bu siyasî pozisyonunu milletin desteği ile güçlendirmiş oldu. 1 Kasım sonrası oluşan istikrar tablosu ile hükümet ve siyaset, “Yeni Türkiye” iddiası ve “2023 hedeflerine” konsantre olacaktır. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak Sayın Ahmet Davutoğlu, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen süreçte sorumlu davranmayı başarmış ve toplumsal desteğin AK Parti’de buluşmasına katkıda bulunmuştur. Türk seçmeni bir kez daha rüştünü ispatlamış, birilerinin iddia ettiği gibi koyun sürüsü olmadığını, göbeğini kaşıyıp keyif yapmadığını, makarna ve kömüre değil, istikrarlı ve güçlü Türkiye’ye oy verdiğini göstermiş oldu. Seçim sistemi konusunda son derece başarılı bir dönem geçiren Türkiye, demokratik olgunluğunu bir kez daha ispatladı. AK Parti seçmeni üzerinde oluşturulmaya çalışılan mahalle baskısı da böylece buharlaşıp uçtu. Artık vatandaşımız, yeniden gururla AK Parti’ye oy verdiğini söyleyebilmenin rahatlığını kimseyi ötekileştirmeden yaşayacaktır. Sonuç 1 Kasım’ın kazananı Türkiye olmuştur. Hayırlı olsun! “Yeni anayasa ve sistem değişikliği” konusu hemen tartışılarak siyasî bir çözüme kavuşturulmaz ise, çok değil, dört yıl sonra Türkiye siyaseti yeni bir krizi çağırmış olacaktır. Gerçek şudur ki, sistem değişmiştir! Ancak bu durumu yeni bir anayasa ile kurallara bağlamak ve normalleştirmek, siyasetin birinci ve en büyük sorumluluğudur. Seçimlerde sonuç ne olursa olsun, Türkiye’nin kazanacağının garanti altına alındığı bir seçim sistemi ve yeni bir anayasa, olmazsa olmaz bir noktaya gelmiştir. TBMM Siyasî Danışman * aralık 2015 57 haberajanda Analiz Hükümet’in eylem planı Genel olarak dün yaşadığımız sorunları bugün çözebiliriz, ama yarın çıkması muhtemel olan problemleri de şimdiden öngörerek önerilerde bulunursak son derece iyi olur. O halde dünü, bugünü ve de yarını düşünerek, ülkemizin genel strateji ve politikalarını hesaba katarak, Hükümetimizin eylem planı çerçevesinde kendimiz de bir eylem planı geliştirmeli ve hayata geçmeleri konusunda kolları sıvamalıyız. 58 aralık 2015 Lokman Ayva la@lokmanayva.net ve biz S EÇİMLERİ geride bıraktık. Hükümet, seçim öncesi çok ciddi ve kapsamlı vaatlerde bulunmuştu, şimdi de söz konusu vaatlere dair eylem planını açıkladı. Önümüzdeki yılları okuyup ona göre bizlerin de kendi eylem planlarımızı hazırlamamız ve yürürlüğe koymamız gerekmez mi? Elbette gerekir! >> Neydi o öyle, değil mi? Seçim üstüne seçim, üst üste seçim… Seçimler üst üste, bizler alt altta... 18 ayda 4 seçim... Hepsi de baba seçimler… Bir yerel seçim, bir Cumhurbaşkanlığı -Türkiye tarihinde ilk olmak üzere- seçimi ve iki adet de genel seçim… Eğer seçimsizliğe dayanabilirsek, önümüzde 4 sene boyunca seçim yok. Bu, Türkiye tarihinde ilk defa oluyor neredeyse. Eskiden hükümet değiştirirdik, şimdi de seçim yapıyoruz. Allah’tan hükümet değişmiyor, sandığa gidip gidip geliyoruz. Bizler fikrimizi değiştirmeye vakit bulamadan bir seçim daha… Şimdilik seçim konusunu Türkiye olarak bir tarafa bırakıyor ve işimize gücümüze bakıyoruz. Şu anki şartlarda aynen devam edersek, kimse kusura bakmasın ama burnumuz beladan kurtulmaz. Nasıl kurtulsun ki? Dışarıya ödediğimiz para, dışarıdan aldığımız paradan daha çok! Günlük hayatımızda en çok parayı harcayarak elde ettiğimiz şeylerin hepsi dışarıdan alınıyor. Elektrik, benzin, araba, telefon, yazılımlar, parfüm, diş macunları falan filan… Nereye kadar, ne zamana kadar böyle gidecek? Sattıklarımızın aldıklarımızdan daha çok olması gerekmiyor mu? Böyle bir ülkenin ipini çekmek çok kolaydır. Bir başka boyut da şu: Türkiye’nin gelecekte ne olması kimin işine nasıl gelir? Mesela Türkiye’nin batması eğer birilerinin işine geliyorsa, o zaman işimiz kötü! O birileri bizi batırmak için uğraşırlar. Tam tersi olur da Türkiye’nin istikrarlı bir şekilde devam etmesi, hatta büyümesi ve de gelişmesi yine birilerinin işine geliyorsa, o zaman bize karada ölüm yok! Eski Enerji Bakanlarımızdan M. Hilmi Güler’in geliştirdiği strateji bu idi. Türkiye bir enerji köprüsü olsun ve enerji satanlar da, alanlar da kendilerinin menfaatleri gereğince Türkiye’nin istikrarlı olması için uğraşsınlar… Dikkat edilirse şu anki enerji politikalarımız hep bu yönde ilerlemektedir. Bunun gibi birçok politika ve strateji mevcut. Bu noktada mesele şu: Bizler bu strateji, politika ve muhtemel durumları da dikkate alarak, hükümetin açıkladığı eylem planına uygun biçimde nasıl hareket edebiliriz? Biz ne yapmalıyız? Asgarî ücretin yükselmesi, emekli maaşları, öğrenci bursları gibi birçok icraat, yeni sonuçları da beraberinde getirecek. Dikkat edilirse bu paralar, tasarruf edilecek paralar değil. Adam aldığı asgarî ücretin ne kadarını tasarruf etsin ki? Öğrenci aldığı bu bursu, eminim bir haftada bitirir ve pederi ile validesini yine harçlık için arar. Atalarımız bu durumları bilerek söylemişler “İnsanın geliri kadar gideri oluyor” diye. Yani anlayacağınız “denk bütçe”, geleni gönderiyoruz… Tabiî bu, piyasada da canlanma demek. İktisatta “çarpan etkisi” dedikleri sonuçlar muhtemelen ortaya çıkacak. Eğer çeşitli bireysel üretimler yapanlar gençlerin, emeklilerin ve asgarî ücretlilerin ilgilerini çekebilecek ürünler geliştirebilirlerse paraya “para” demezler. Benim önerim şu: Her yaşın ayrı ayrı ihtiyaçlarını karşılayacak cep telefonu yazılımları geliştirilmeli ve güncellenmeli. Ayrıca tatil paketleri de gayet güzel olur. Eğlenceli türde dizayn edilmiş eğitim sektörü de göz kırpıyor. Eğlence sektörünü söylemeye bile gerek yok. Reformlar geliyor! Hepsi de ülke için birer fırsat! Yıllarca acı çektiğimiz hususları, TBMM’yi e-posta bombardımanına tutarak değiştirtme şansımız doğuyor böylece. Özellikle devlet hizmetleriyle ilgili olarak müthiş şeyler yapabiliriz. Tapu dairesi, nüfus idaresi, Emniyet, MEB, sağlık, SGK, noterlik, kültür, kütüphane, internet, üniversite, çevre, orman veya seyahat… Yani aklınıza ne gelirse, düşündüğünüz her şeyi yapabilirsiniz. Herkes kendi ilgili olduğu alanda hemen bir ekip kurmalı ve gereğini yapmalı. Yapılmasını istediğimiz hususları tüm partilere gönderebiliriz. Ama tabiî bunları öncelikli olarak iktidar partisine göndermeliyiz. Genel olarak dün yaşadığımız sorunları bugün çözebiliriz, ama yarın çıkması muhtemel olan problemleri de şimdiden öngörerek önerilerde bulunursak son derece iyi olur. O halde dünü, bugünü ve de yarını düşünerek, ülkemizin genel strateji ve politikalarını hesaba katarak, Hükümetimizin eylem planı çerçevesinde kendimiz de bir eylem planı geliştirmeli ve hayata geçmeleri konusunda kolları sıvamalıyız. Sesini çıkarmayının problemini kimse bilmez! Ne kadar sesimizi çıkarır ve çözüm için ne kadar bastırırsak, tam da o kadar az sorun yaşarız. Zaten buna da “demokrasi” diyorlar. aralık 2015 59 HABERA JANDADOSYA Proto-Fırat ya da Ubaidler olarak anılan, arkaik bir halkın üzerine bina ettikleri varlıklarıyla tarih sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz adla tanıtmıyorlar ve kendilerine “Kengerler” diyorlardı. Çevre kavimlerden Elamlılar ise onlar için “Şümer” ismini kullanmaktaydılar ve bu isim “Sümer” olarak da söyleniyordu. Bunun gibi değişik uluslar, Kengerleri başka başka adlarla anıyorlardı. *** Yönetimin sosyal birlik hâlinden gevşek siyasal birlik biçimine dönüşmesi, Aşağı Mezopotamya sitelerini gerçek mânâda bir devlet yapmaya yetmemişti. Lakin husule gelen dinsel birlik otuz beş birim arasındaki mesafeyi öyle daraltmıştı ki, artık site devletlerinden söz etmenin pek anlamı yoktu. Böylece bölge bir başka yönetim biçimine evrilmiş ve “üniter devlet” olmuştu. Lugal kral, artık eşitler arasında birinci olan değildi; gerçek bir kraldı ve yetkisi, çevre patesilerin tercihiyle sınırlanmıyordu. Çünkü idare “gökler”in seçmesiyle kat’î bir hal almıştı. Artık rahip-kral, rahip-patesilerle ilişkilerinde belirgin kurallar ve disipliner bir standart istiyordu. *** Buna göre yargılama, bir grup rahibin hazır bulunduğu bir oturumda yapılmaktaydı. Kâhin, davanın seyrinde her sorunun cevabını tanrıya soruyordu. Tanrının cevabı “Evet!” ya da “Hayır!” olabilecek şekildeydi. “Evet” ve “hayır” seçenekleri, bir papirus ya da çömlek parçası üzerine yazılı şekilde bekletiliyordu. Tanrının somutluğu sayılan rahipler arasındaki herhangi bir hareket, söz ve davranış, bu karşılıklardan birine işaret sayılıyor ve davalar o şekilde sonuçlandırılıyordu. Yani tanrılar mahkemelere inince davalarda kenbetin bir hükmü kalmamış, ombusdmanlık ve jüri sistemi tarih olmuştu… 60 aralık 2015 Ahmet Yozgat // ahmetyozgat.ajanda@gmail.com Sümerlerden Osmanlı’ya yönetimsel mustralar-1 Devlet formatları M. Ö. 7000’den 5000’e doğru uzayan zaman diliminde, Mezopotamya’da büyük bir medeniyet kuran ve yazıyı bulan bir kavim vardı: Sümerler… Günümüzde mevzubahis kavim, “tarihin başlangıç toplumu” olarak bilinmeye devam ediyor. Bu itibarla Sümer Devleti, kayda düşülmüş ilk insanî organizasyon olma özelliğine de sahip. Dolayısıyla yönetimle ilgili temel kuralların konulduğu ve kendisinden sonra gelen devletleri etkileyen yapısıyla incelemeye değer bir örnek olarak dikkat çekiyor. aralık 2015 61 HABERA JANDADOSYA Tanrıdan köklendiğine inanılan idarî paradigma, iki merkezden doğu ve batıya doğru iki alacakaranlık galeri açıyor teozofik anlayışını yaygınlaştırmak için. 62 aralık 2015 >> Coğrafî mekân olarak Aşağı Mezopotamya’da icray-ı devlet eden Sümer kavmi, bölgenin Sami popülasyonunun dışında kalan bir nüfusa sahipti. Tarihçiler Sümer halkının Asya kökenli olduğu hususunda fikir birliği halindeler. Hatta bu halkın Orta Asya orijinli olduğu da biliniyor. Zira medeniyetten kalan kil tabletlerdeki dil, Orta Asya’da mukim Bozkırlıların lisanlarıyla benzeşiyor ve sesi ile anlamı çok yakın sözcükler barındırıyor. Bu benzeşik durum, yönetim usulünde de simetrik unsurlar içeriyor tabiatıyla. Dünya yönetim tarihinde iki paradigmal örneklemeden söz etmek mümkün: Bu örneklerden birincisi meşruiyetini göklerden alırken, diğeri ise aynı meşruiyeti yeryüzünde aramakta. Bunlardan birincisinin merkezi Mısır olarak görülüyor. Mısır’ın firavunik başkenti olarak ünlenmiş olan Menfis (Memphis) kentini merkeze alan bu anlayış, Filistin üzerinden İran’a kadar genişliyor ve bir damar olarak Hindistan’a geniş bir koridor açıyor. Menfis-Kudüs-Persepolis üçgeni, “tanrısal kaynaklı yönetim paradigması”nın merkez alanı olarak yer tutuyor haritada. Tanrıdan köklendiğine inanılan idarî paradigma, iki merkezden doğu ve batıya doğru iki alacakaranlık galeri açıyor teozofik anlayışını yaygınlaştırmak için. Bunlardan ikinci galeri, İran Persepolis’inden başlangıç yapan doğu galerisi olarak biliniyor. Galeri, Himalayalar üzerinden devamla Hindistan’da duruyor. Orada yeni bir formatla revan oluyor yola ve ilk durak olarak Tibet’i buluyor. Akabinde Çin’i ortasından yarıp ince bir koridorla Japonya’ya bağlanıyor. Batıya yönelen koridor ise kökünü Mısır’dan alıyor. İlk durak olarak kutsal Menfis’ten neşet ediyor. Nil üzerinden hareketle Yunanistan’ın Olimpos dağına ilintileniyor, oradan Alpleri takiben Fransa’da uç veriyor. Dünya yönetimindeki ikinci paradigmanın, “meşruiyetini yeryüzünde arayan” damar olduğu yazılmıştı üstte. Şimdi de mevzubahis biçimselliğe bir bakalım… Bu anlayışın çıkış durağının Güneydoğu Anadolu’daki Cudi noktası olduğu biliniyor. Bu noktayı belirleyen tarihsel kişilik de belli elbette: İkinci Ata Nuh… Dinsel “yeryüzü paradigması”nın kendisine hayatiyet bulduğu merkezî alan ise Ural ve Tanrı dağları arasındaki bölge; yani Orta Asya… Oradan hareketle söz konusu paradigmanın da tıpkı ilki gibi Asya’nın kuzey şeridini takiben doğu ve batıya doğru iki kat oluşturduğu görülüyor. Büyük Kenger yolculuğu Bu girizgâhın ardından tekraren Sümerlere dönelim… Köken itibariyle Asya’nın kuzey yarısına bağlı olan Sümerlerin, yönetim anlayışı düzleminde “yeryüzünü merkez alan yönetim paradigması”na mensup olmaları gerekmekte. Ancak unutmamak gerekir ki, söz konusu kavim devlet organizasyonunun merkezini Asya’da değil, Mezopotamya’da, yani Ortadoğu’da kuruyor. Yani Ahmet Yozgat yukarıda sözünü ettiğimiz Menfis-Kudüs-Persepolis üçgeninin tam ortasında; “meşruiyetini göklerde arayan” idarî formatta… Bir başka tarifle, “tanrısal yönetim paradigması”nın mer’i olduğu alt kuşakta… Bu sebeple Sümerler, yönetimlerini kurarken geniş spektrumlu bir anlayışa imkân veren özel yöntemlerini hayata geçiriyor olsa gerek. Bir bakıma “bir eli yağda, bir eli balda” olanların bereketli müktesebatı var onlarda. İşte söz konusu özel ya da özgün yöntemler de iki zenginliğin eseri denilebilir. Tarihi başlatan en özgün argüman sayılabilen “yazı”yı bulmuş olan bu kavmin mensupları, kurdukları medeniyetlerinin yönetim anlayışıyla da her iki yönetim paradigmasına örneklik teşkil eden bir durakta konuşlanmış durumdalar. Kendilerinden sonra gelen ve tarafımızdan bilinen tüm devlet ve imparatorlukların başkentlerinde “yeryüzü ve gökyüzünü” tercih nokta-i nazarında bir Sümer etkisi görülüyor. Şimdi de Sümer başkentindeki yönetim formatına geçelim… Proto-Fırat ya da Ubaidler olarak anılan, arkaik bir halkın üzerine bina ettikleri varlıklarıyla tarih sahnesine çıkan Sümerler, haddizatında kendilerini bildiğimiz adla tanıtmıyorlar ve kendilerine “Kengerler” diyorlardı. Çevre kavimlerden Elamlılar ise onlar için “Şümer” ismini kullanmaktaydılar ve bu isim “Sümer” olarak da söyleniyordu. Bunun gibi değişik uluslar, Kengerleri başka baş- ka adlarla anıyorlardı. Sümer medeniyetinin başşehri Nippur idi. Bugünkü Bağdat-Basra arasındaki Nippur, medeniyetin değişimiyle isminde tadilata gitti ve “Babil” olarak anılmaya devam etti. Yerleşik bir toplum olarak bilinen Sümerler, coğrafyanın kuzey doğusundaki öz yurtlarında göçebe bir toplum olarak biliniyor ve buna bağlı olarak evcilleştirdikleri hayvanlarına otlak arıyorlardı. Bu esnada evlerini taşımakta ilk ilkel arabaları yaptıkları da tarihin malûmu. İlk ilkel araba demek, “tekerlek” demekti; tekerlek de “Sümer medeniyeti”nin itici unsuru olarak aldı teknoloji tarihindeki yerini. Sümerlerin tarih sahnesinde arz-ı endam ettikleri Mezopotamya coğrafyasına hangi sebepten indikleri bilinmiyor. Bilinen o ki, ikinci vatan diye kabullendikleri Aşağı Mezopotamya onlar için son durak oldu. Göçe göçe geldikleri, uzun yolculuklar sonunda ulaştıkları iki nehir arasına yerleştiler. Zaten yerleşik hayat anlayışı ve kültürü de burada dahil oldu dünyalarına. Yeni hayatları onları toprakla tanıştırdı ve böylece ilkel tarım örnekleri dünya yüzünde ilk kez görülmeye başlamış oluyordu. Sosyolojik açıdan “kuralı az yaşantı biçimi” olan göçerlik, doğal olarak yersiz yurtsuz, adı dahi konulmamış toplumlara has bir durum olarak bilinmekte. “Konargöçer” diye tabir edilen ve daha çok Orta Asya Bozkırlılarını tarifte kullanılan yaşantı ise, göçerliğe göre daha derli toplu ve kurallı bir hayattı. Yazlak ve kışlak olmak üzere iki temelli mekân arasında gidip gelen konargöçerler “standart kurallar” belirlemek zorundaydılar. Bu nedenle birtakım sözel kanun ve kurallar belirlemişlerdi. Bu standartlara uymak zorunluluğu vardı ve boy beyi konunun takipçisiydi. “Aile veya yukarı doğru büyüyen ve genişleyen topluluklar” anlamlarına gelen “oguş, urug, boy ve budun”, Orta Asya’ya has içtimaî geometrik şekillerdi. Yapılan sıralamada bir bir yükselip genişleyen söz konusu toplum katmanları, standart kurallar dahilinde şekilleniyordu. Standardı oluşturan ortak mutabakatlar, bu biçimlemenin temelini teşkil ediyordu. Bidayette aileden başlayan toplumsal biçimlenme, “oguşlar toplamı”/ akraba aileler/sülale birliği içerisinde bir üst formata çıkıyordu. Uruglar arasındaki ilişkiler de bir ortak ve sözel akitleşmeler manzumesiydi ve bu manzume boylara evriliyor, daha sonra boylardan buduna, oradan da en büyük siyasal örgütlenme olan “il/el” şekline dönüşüyordu ki bu, merkezi Asya’da ve tüm Bozkır kavimlerinde “devlet” demekti. Orta Asya Bozkırlılarında devlet teokratik değil, karizmatikti. Hatta dünya sistemleri arasında tek “karizmatik” hususiyet taşıyan yönetsel biçim Bozkırlılara hastı. Teokratik ve karizmatik yapılanmalar dışında kalan bir diğer yönetsellik de “demokratik” olanıydı. Teokratik ve karizmatik uygulamalar yeryüzüne dağılmışken, eğer Batılıların oluşturduğu “tariholoji” doğru yazıyor ve “demokrasinin prototipi”nin uygulama alanı olarak gösterdiği Yunan top- rağı ve toplumu özelinde bizi yanıltmıyorsa, söz konusu “Atina demokrasisi”ne daha dört bin yıl vardı. Bu itibarla Atina demokrasisiden dört bin yıl evvelki çağlarda bir demokratik yatkınlıktan söz edilecekse, o yıllarda “demos yönetim” Sümerlere aitti. Evet, bunu söylemekte bir mahzur yok bize göre. Sümerlerin içinden çıktığı coğrafyanın, “Bozkırlı” diye tarif ettiğimiz halklar totalinin içinde “Proto-Türk” diye bilinen ve “Sibir taygaları”nda yaşayan, bir ucu Orta Asya’ya doğru yayılan topluluklar, yukarıda sözü edilen oguş, urug, boy, budun katmanlarını oluşturup sosyal organizasyon dönemini tamamladığında siyasal organizasyon olarak il/el katmanına geçerken teokrasiye müracaat ettiler. İşte o anda ortaya çıktı “Aşinaoğulları”! Ve onlar dinsel bir urba/kisve taşıyorlardı sırtlarında. Bu kisve onlara Olcayto Peygamber dedikleri, Nuhoğlu Yafes’ten mirastı. Bölgedeki tüm halkların da dip-atası sayılan Yafes’e “gahamlık bağı” ya da en güçlü ilinti Aşinalılara aitti. Bu itibarla “Olcay töresi”ni acunda egemen kılma hakkı ve vazifesi de onların üzerindeydi. Tartışmasız devlet veya imparatorluk tahtına oturtulan Aşina kağanlarının “Kutalmışoğlu” oluşları, onların idarelerini başlangıç itibariyle teokratik kılıyordu. Ortada, söz konusu “Yafes şeriatı”na dair veri yoksulluğu ve Yafes’in Olcayto’ya, “Yafes şeriatı”nın “Olcay töresi”ne evrilmiş olması, kurulmakta olan “il”in oturduğu temelleri gökten yere indirmekteydi. Bu sebeple “Aşina iktidarı” teokratik aralık 2015 63 HABERA JANDADOSYA düzlemden uzaklaşıyor ve “karizmatik sisteme” dönüşüyordu. Teokratik kargodan aldıkları “Kutalmış olma hususiyeti” töre gereği tartışmasızlık sebebiyle yönetim namzetliğinde mutlak olan Aşina kağanı, karizmatik düzlemde mutlak olma salahiyetini budun ulularıyla paylaşmak zorunda kalmaktaydı. Bunun üzerine 60 yaşla sınırlı bir iktidar da eklenince “Bozkır sistemi” demokratik bir uygulamaya dönüşüyordu kısmen. Bu sebeplerle “Aşina iktidarı” yapısal anlamda ilk ve tek görünüyordu yeryüzünde (ya da nev-i şahsına münhasır). Sümer ya da kendi deyimleriyle Kengerler, Olcayto töresinin içinden, yanından veya yakınından neşet etmiş bir toplum olarak söz konusu törenin sosyal uygulamalarını Mezopotamya’ya eksiksiz taşımış görünüyor. Yani bu toplumda da “temel sosyal mimari” olarak oguş/boy/budun katmanlarının olduğunu söylüyor tarihçiler. Ancak “Bozkırlı ili” durağındaki yönetsel prensipleri Asya mentaline pek uymuyor. Yani Kengerlerde bir “Kutalmışoğlu” ailesi yok. Doğal olarak bir “yönetici boy”dan söz ediliyor ama mevzubahis boyun göklerle kan bağının bulunduğuna dair bir kayıt bulunmamakta. Bu bağlamda zamanla bir “semavî bağ”ın oluştuğu biliniyor; fakat bu ilinti, biyolojik olmaktan çok “sosyo-militarik” olarak görünüyor. Buradan hareketle bir soru sorup öyle devam edelim mevzuya: Kengerleri anayurtlarından çıkartıp çok uzaklara 64 aralık 2015 savuran sebep neydi? Bu sorunun iki cevabı var ki ilki şu: Kenger boyları Aşinaoğullarıyla problemli bir toplumun/toplumların temel unsurunu oluşturuyordu. İkinci olarak da akan zaman içerisinde Kengerler, sapkın bir toplum halini alıp “Olcay töresi”nin dışına taşmışlardı ve bu sebeple “Kutalmışoğulları iktidarını” reddettiler. Her ne kadar yukarıdaki soruya ait iki cevaptan söz edildiyse de karşılık tekti. Zira (ve zaten) yukarıdaki argümanlar birbirleriyle ilintili; hatta kendi kendilerini tetikleyen bir durum arz etmekteler. Yani “töreden çıkmış” bir toplum, idarenin teokratikleşmesini kabullenemedi ve Bozkırlıların bir nevi seküler “karizmatizm”ini yanlarına alıp, merkezi Asya’nın siyasal sisteme geçmiş hali olan “il” aşamasını da reddederek kolektif sosyal yapı mimarisini korur şekilde yurttan ayrıldılar. Bir nevi sürgün topluluk da sayılabilecek Kengerler, yıllar süren bir yolculuktan sonra denize ulaştılar. 2015 yılında Hakkari’de bulunan Balbal taşları, Bozkırlı mezarları ve kurganlar, Kengerlerin “Sümer” olmadan önce sürülerinin peşinde İran platosunu geçip Anadolu’nun bir ucuna dokunduklarını göstermekte. Bozkır Kengerleri, sürücülük iklimini haiz Horasan, Kuzeybatı İran, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak coğrafyasında mezarlarını bırakacak kadar eğleştiklerine göre neden buralarda kalıcı olmadılar? Bunun cevabı bilinmiyor. Peki, bu göç bir kaçış ve kovalamaca mıydı? Burası ikircikli! Ancak şurası bir hakikat ki, söz konusu toplum Asya ve Orta Mezopotamya arasındaki coğrafyada hâlâ karizmatik düzlemde, göklerle irtibatsızlık anlamında seküler, göçerlik nedeniyle dünyevî ve kendi sosyal ve yönetsel kurallarını kendi koyacak kadar bağımsız ve özgür, ayrıca pek çok sistemin protosunu deneyecek kadar yenilikçi ve sosyal dokusuna uymayan sistemleri silkip atacak, yenisine de yelken açacak kadar zaman zengini bir toplumdu. İşte bütün bunlardan sebep, Kenger öncülünden Sümer hâline evrildiklerinde o kadar çok tecrübeye sahiptiler ki bir nevi yönetim çeşitliliği bereketlisi ve zenginiydiler. Bu yüzden kendilerinden sonra gelen pek çok topluma yönetsel sistem babalığı yaptılar. Bununla kalmadılar, Aşağı Mezopotamya’da inşa ettikleri uygarlıklarıyla insanlığa yazıyı armağan ettiler. Tekerlek, onların bulduğu bir teknolojik mucizeydi ve “taş medeniyeti”nden “ahşap medeniyeti”ne geçtiler. İlaveten, binlerce yıl sonra zuhur eden Musevi, Hıristiyan ve İslam dinlerinde onların izlemine rastlandı. Bu anlamda Nuh Tufanı’ndan ilk kez onların efsaneleri söz etti. Mesela Sümeryan yaratılış efsanelerinde sözü edilen bazı hususların semavi dinlerle örtüştüğü görüldü. Kenger’den Sümer’e değişim Ve “budun göçü” sona erdi. Kengerler, Aşağı Mezopotamya’ya indiler. Fırat ve Dicle nehirlerinin “evlendiği” noktadan geri “Şattü’l- Arap” adını aldığı kıstak, onların son durağı oldu. Kenger toplumu ilk defa bataklık ve denizle karşılaşmışlardı. Üstelik bu arazi, onların yola çıktığı ve serüven esnasında karşılaştıkları coğrafî bölgelere hiç mi hiç benzememekteydi. Burada göz alabildiğine panoramik bir düzlükten söz ediyoruz. Bu düzlükte ne yazlak için dağ doruklarında yayla düzlemleri, ne kışlak için kuytu ovalar ve vadiler vardı. Kısacası bölge, hayvancılığa hiç de müsait olmayan yapısıyla Kenger boylarını yerleşik yaşantıya geçmeye zorluyordu. Ve mecburen bu şartla yerleştiler yeni araziye onlar da. Kengerler, Şattü’l-Arap kıstağına göçü indirip ilk barınakları inşa etmeye başladıklarında, aynı zamanda Sümerleşme aşamasına da geçmiş oluyorlardı. Ve birkaç bin yıl sürecek olan bu aşama onları “mustralık bir medeniyet” biçimine getirecekti. Yeni din, yeni rejim, yeni mimari ve yeni teknolojiler onların elinde şekillenecekti. Anlaşılan o ki Kengerler, Bozkır’dan 35 “sosyo-unit” halinde ayrılmışlardı. Bu bölümlerden 21 boy aşiret büyüklüğündeydi, 14 de urug, yani kabile ebatlarında. Total olarak 35 birime ulaşan toplumsal kompartıman sayısı, bölgede 35 araziye oturdu. Bu yerleşim alanları geleceğin şehirlerinin ilk halleriydi. 21 yerleşim obasını hanlar idare ediyordu; 14 birim ise beylerin gözetimindeydi. Sümerler, bey pozisyonunda olan yöneticilere “en” diyorlardı. Enlerin üstünde, boyları idare edenlerin unvanı “ensi”ydi. Ensiler “vali” pozisyonundaydılar Ahmet Yozgat Sümerlerin tarih sahnesinde arz-ı endam ettikleri Mezopotamya coğrafyasına hangi sebepten indikleri bilinmiyor. Bilinen o ki, ikinci vatan diye kabullendikleri “Aşağı Mezopotamya” onlar için son durak oldu. enlerin “kaymakam” ile eşit durumuna karşı. En ve ensi unvanlarıyla yükselen yönetgen pozisyonunun sonuncusuna “lugal” deniyordu. Ülkede bir tane lugal bulunması ve tüm pozisyonların en üstünde olması sebebiyle tarihçiler onu kralla eşleştiriyorlar. Lugal, ensiler arasından seçiliyordu. Seçimdeki ölçü, en geniş nüfus ve nüfuza sahip olmaktı. Bu şartlardaki boyun idarecisi olması sebebiyle ensilerden bir ensi, doğal olarak lugal şeklinde kendini belli ediyordu. Bir bakıma kimse onu seçmiyordu, “onun gücü” tercih nedeniydi. Yani çevredeki 34 birim güçlü olan benzerinin etrafında birikince, sistem, sosyal organizasyonlar olmaktan çıkıyor ve siyasî birliğe dönüşüyordu. Tabiî baş-ensinin yetkileri bir anda artıyor ve kral seviyesine ulaşıyordu. Kenger topluluklarının yerleştikleri otuz beş alanda, sürülerini besleyecek imkânın kısıtlılığı sebebiyle sürü sahiplerinin zamanla sürülerini tasfiye ettikleri ve hayvancılıktan el çektikleri, böylece insanların toprağa yöneldikleri görülüyordu. İlk tarım uygulamaları da bu şekilde başlamıştı. İnsanlık yeni bir üretim biçimine yükselmiş oluyordu. Yerleşik hayat tarımla doğrudan ilintili olduğu için Orta Asya’ya has “yurt” çadırları, yerini ilk evlere bırakıyordu. Yöre imkânlarının el verdiği kerpiç barınaklar yeni yerleşim yerinde belirirken, ilk şehircilik uygulamaları da hayata geçmiş oluyordu. Yerleşik hayat da tarım ve toprak mülkiyetini beraberinde getiriyor ve ilk çiftlikler de belirmeye başlıyordu. Buna bağlı olarak “kamu mülkü” kavramı da “proto-pratiğine” kavuşmuş oluyordu. Kamu mülkü pratiği, ilk önce kendini kırsal yerleşim yerle- rindeki barınaklar arasındaki geçiş şeritleri şeklinde göstermişti. Zamanla oluşmaya başlayan şehirlerde mesken adaları ve yolların doğduğu görülüyordu. Kenger halinden Sümerleşmeye geçişin en somut biçimi olan şehirlerde yolların varıp çıktığı alanı, yani “ulu orta” şehrin ana meydanını oluşturuyordu. Şehir meydanlarına dikilen “orta evler” elbette şehir şefinin sarayı olarak diğerlerinden daha büyük ve görkemli olarak inşa ediliyorlardı. Doğal olarak şehrin ortak hayatının söz konusu merkez yapı etrafında şekillenmesine neden oluyordu. aralık 2015 65 HABERA JANDADOSYA Yöre imkânlarının el verdiği kerpiç barınaklar yeni yerleşim yerinde belirirken, ilk şehircilik uygulamaları da hayata geçmiş oluyordu. Yerleşik hayat da tarım ve toprak mülkiyetini beraberinde getiriyor ve ilk çiftlikler de belirmeye başlıyordu. Buna bağlı olarak “kamu mülkü” kavramı da “proto-pratiğine” kavuşmuş oluyordu. Bu şekillenme, aynı zamanda yönetim mekanizmasının da hiyerarşisini vermekteydi. Ortada en, ensi ya da lugalın oturduğu yönetim merkezi; onun yanındaki halkada idare birimleri; ikinci halkada muhafız birlikleri; en dış halka ise yönetilenler ve tabiî yerleşim yerlerini koruyan askerler… Tarihçiler, Sümerlerin bidayette anaerkil olduğunu yazıyorlar. Kanaatimizce doğru, ancak eksik! Kengerler anaer- 66 aralık 2015 kil, ancak onların ikinci sosyoyapısı sayılabilecek Sümerler ataerkil bir toplum olarak şekillenmekte. Ana ya da ataerkil kavramları, toplulukların göçer veya yerleşik oluşlarıyla ilgili olsa gerek. Göçebe hayatında ananın dominant olma ihtimali yüksek; lakin yerleşik düzen, idare mevkiine babayı yükseltmekte. Bu değişimde ise klana katılan yeni insanî unsurların etkisi olsa gerek. Göçer topluluklar, aralarında kan bağı bulunan insanların beraberliğini zorunlu kılıyor. Fakat yerleşik hayat, söz konusu akraba birliğinin terkibini işçi ve köleyle bozmakta ve böylece yeni insan tipolojisinin sosyal yaşama duhuliyeti/yönetsel muhataplığını anadan ataya çevirmekte. Kenger dönüşmesinin yeni ismi Sümer, dolayısıyla yeni biçimi olan Sümer şehirlerinde yaşayan halk, üç ya da dört katmandan oluşuyordu. Kendi içinde özgür olan her şehir -ki bunlara site, yönetimine de site devleti denmekte-, unvanı “patesi” olan bir prens tarafından yönetilmekteydi. Patesinin çevresindeki birinci halkayı savaşçı aileler, yani askerler oluşturmak zorundaydı. Kengerli halk ise bunların arkasından geliyordu. Son halka ise kölelerden müteşekkildi. Bazı tarihçiler üçüncü çemberde maraba/işçi sınıfını koyarak kölelere dördüncü katmanı veriyorlar ki bu da doğru bir biçimlendirme sayılabilir. Ancak kanaatimizce maraba/işçi tipolojisi de eski kavimlerde bir nevi köle sayılmaktaydı (yani paralı köle). Site yönetimlerinde tahtı işgal eden patesi, tek başına hareket etmekteydi. Ancak onun akıl danıştığı, soylu Ahmet Yozgat ailelerin reislerinden oluşan bir “danışma kurulu” olduğu da biliniyor. Patesi, şehre ve topluma ait sorunları “yaşlı reisler”den oluşan bu “danışma meclisi” ile müşavere ediyor ve kendi yöntemleriyle çözüyordu. Bununla birlikte mecliste görüşülen hususlarda son söz patesinin olsa da nihaî kararda “ak sakallılar”ın etkisinin olduğu da biliniyor. Bir grup müşavirin “akıldaneliği” ile boyunu yöneten patesi prens, site devletinin tek sorumlusu olması hasebiyle bir nevi başkanlık sisteminin de sahibi gibiydi. Bu göreve seçimle gelmediğine ve iktidarı babasından devraldığına bakılırsa “mutlakî prenslik” özelliğinde bir “kantonunotokrat”ı gibi durduğu da bir gerçek. Bu noktada Sümer şehir devletlerinin iç yapısında olmayan bir argümanın yönetme sürecine dâhil olduğu görülüyor. Patesiler arasında en güçlüsünün “lugal”, yani bir nevi kral olarak ortaya çıkması, yeni biçimin Sümercesiydi. Tıpkı ensilerde olduğu gibi, 35 site kantonunun oluşturduğu birliğin federal idaresinin oluşumunda ortaya sürülen “baş-patesi”nin konumunun seçimle belirlendiğine dair bir bilgi yok. Yukarıda da söylendiği gibi, bu tercihler sonunda varılan nihaî bir durum. Bu nedenle lugalin yetkileri sınırsız değil ve hatta sembolik; bir yetki yoksulu gibi oturmakta baş-patesi. Kengerlerde din ve devlet Kengerler anavatan Asya’dan yola çıktıklarında, bölgedeki diğer göçebe boylar gibi keskin hatlarla, hatta somut olarak belirgin bir tanrı inancına sahip değillerdi kanaatindeyiz. Yuvarlak bir söyleyişle yollara dökülen Kenger topluluğu, arkada bıraktıkları soydaşları misali “mavi göğe” inanmaktaydılar elbette; zira o ve daha sonraki çağlarda “tanrısızlık” söz konusu değildi. Tanrıtanımazlık sayılan “ateizm” anlayışı, yakın zamanlara has bir sapkınlık bilindiği üzere. Kengerlerin inancı da benzeşleri gibi oldukça ayrıntısız bir iman biçimiydi. Buna bağlı olarak Kenger inancının “kurban” dışında herhangi bir kutsal ritüeli bulunmamaktaydı. Tanrı biçimini ise “yukarıda mavi gök” betimlemesiyle sınırlı tutan genel Bozkırlılardan ayrı değildi. Bilindiği üzere Bozkır inancında herhangi bir şekilde “Tengri” figürüne rastlanmamaktaydı. Eğer bir figür sayılırsa, ancak her şeyin derununda saklı olan ve flu bir sis gibi duran ruhtan söz etmek mümkün. Hepsi bu! Anlağına “Sis Tengrisi”ni alarak merkezi Asya’dan yola çıkan Kengerler, Güney Mezopotamya’da Sümer’in kavmine evrildikten sonra girift inançların kımıl kımıl kaynadığı Ortadoğu’da oldukça basit, hatta yok mesabesinde duran içrek yapısıyla malûlleşen “mavi gök” imanını terk ettiler. Bir iman eğitiminin sonucunda Bozkırdan ithal “tanrısal sis”, yeni coğrafyada antromorfist somutluklara evrildi. Artık bir düzine insan suretli tanrıya sahip Sümer dininin prototip olarak nerede, ne zaman ve nasıl oluştuna dair bir bilgi yok kayıtlarda. Lakin sureti bir fotoğraf netliği, hatta bir heykel somutluğunda belirgin tanrıların cirit attığı yeni coğrafyada bunun bir önemi de yok. Zira her an ve her yerde yeni yeni inançlar oluşmaktaydı. Sümer organizasyonu içerisinde yer alan her şehrin bir tanrısı bulunuyordu. Sümer dini kayıtlarında olan bir gerçek bulunuyor: Hayatın tam ortasında yer alan Sümer tanrılarının devlet yönetimine de müdahil oldukları sabitesi... Sümer sitelerine çok tanrılı iman sirayet ettikten sonra insan-tanrı ilişkisini sağlayacak “aracı sınıf”ın doğmasının zamanı gelmiş ve böylece ruhban kuşağı oluşmaya başlamıştı. İşte Orta Asya orijinli ve karizmatik Sümer idarî felsefesinin teokrat yönetim şekline evrilmesi de bu gerekliliğin bir eseri olarak yeni dinin ortaya çıkış zamanına rastlamakta. Bu aşamada otokrat idare teokrat yönetim anlayışına evrilirken kaçınılmaz olarak 35 site ve bir o kadar patesi prensleri de idareci rahiplere dönüştüler. Buna bağlı olarak, başkent Nippur’da ikamet etmekte olan ve bir nevi imparator postunda oturan lugal de “rahip-kral” cübbesine bürünmüş oluyordu. Bir nevi sivil kent meclisi sayılan ve adına “unken” denilen patesi müşavirleri ise şehrin rahipleri unvanının sahibiydiler artık. Yönetimin sosyal birlik hâlinden gevşek siyasal birlik biçimine dönüşmesi, Aşağı Mezopotamya sitelerini gerçek mânâda bir devlet yapmaya yetmemişti. Lakin husule gelen dinsel birlik otuz beş birim arasındaki mesafeyi öyle daraltmıştı ki, artık site devletlerinden söz etmenin pek anlamı yoktu. Böylece bölge bir başka yönetim biçimine evrilmiş ve “üniter devlet” olmuştu. Lugal kral, artık eşitler arasında birinci olan değildi; gerçek bir kraldı ve yetkisi, çevre patesilerin tercihiyle sınırlanmıyordu. Çünkü idare “gökler”in seçmesiyle kat’î bir hal almıştı. Artık rahip-kral, rahip-patesilerle ilişkilerinde belirgin kurallar ve disipliner bir standart istiyordu. Bu istekler sonucunda zamanla oluşan disipliner gelenek, Rahip Urgakina zamanına kadar sözel olarak uzadı. Ondan sonra ilk kanun maddeleri kesinleşti ve Urgakina, bunları kil tabletlere yazdırdı. Ardından özgün tabletleri çoğalttı, tüm sitelere birer nüsha zimmetledi. Belki de beşeriyetin ilk kanunlarıydı bu tablet yazıtlar ve yasal kurallar, kesin hudutlarla çizilmişlerdi. Mesela diyordu ki Rahip Urgakina, “Bir kişi, bir diğer kişinin gözünü çıkarırsa onun da gözü çıkarılır”. “Kısas” bu proto-kurallarda yoktu. İlk yazıtlarda cezanın infazı, zararın ürünle ödenmesi ve mağduriyetin giderilmesi mantığına dayanıyordu. Ancak anlaşılan o ki bu mantık pek caydırıcı olamamıştı. Zira Asurlular zamanında ünlü Hammurabi, Sümer kanunlarının ana damarına kısası ekleyerek yeni bir hukuk anlayışının da temelini atmış oldu. Yazılı hukuka geçilmesi, cezaların keskin hatlarla belirginleşmesi, adaletin mutlak uygulanması gibi hususiyetler Sümer resmî organizasyonuna mahkeme, yargıç, güvenlik gücü, kâtip gibi memurin anlayışını da eklemledi. Böylece modern devlette de benzerle- aralık 2015 67 HABERA JANDADOSYA rine rastlanan temel kurumların prototipleri ortaya çıkmaya başladı. Genişleyen memurin tabakası ve giriftleşen devlet-halk alâkası, tepe yönetiminde de bir değişikliğe neden oldu. Daha önce karizmatik tek lidere dayanan ve bir nevi başkanlık olan Sümer yönetimi, rahip-lugal ve rahip-patesi yardımcılıklarıyla desteklenerek bir nevi yarı başkanlık şeklinde kendini yeniledi böylece. Bu anlamda Sümer kralının üç yardımcısı ya da veziri vardı. Bunlar, kralın mutlak yetkisini onun adına kullanma hakkına sahiptiler. Bu yardımcı rahiplerden biri dışişlerinden sorumluydu; diğerlerinden biri alışveriş ve üretimden, son vezir ise şehir ve belediye işlerinden. Tarihler, Sümer şehir dev- letleri yönetimine son verenlerin Akad-Sargon Hanedanı olduğunu yazıyor. Köken olarak Kiş, Uruk ve Ur hanedanlarının kantonal idaresine son veren Sargonların Sami ırkından ve bölgenin yerlilerinden olduğu biliniyor. Devleti federal formattan üniter şekle dönüştüren Sargonların, yüz yıllık iktidarından sonra Sümer devletinin kendini toparlayamadığı ve bölgede idarî merkezler kuran Akad, Elam ve Babil organizasyonlarıyla baş edemediği ve yavaş yavaş tarihten silindiği biliniyor. Ancak devlet sistemleri, teknolojileri, yazıları, kültürleri ve dilleri uzunca süre ardıllarını etkilemeye devam etti. Hammurabi Kadim zamanları süsleyen ve en önemli medeniyetlerden biri sayılan Babilonya, Sümerlerin ardıllarından; aynı topraklarda ortaya çıkmıştı. Hatta her iki medeniyetin baş şehri de aynıydı ama isimleri farklıydı. Sümerler başşehre Nippur, Babilonyalılar ise Babil diyorlardı. İki uygarlığın eşdeğerliği yalnızca aynı toprak ve aynı başkent değildi elbette. Babil Devleti, Sümer kanunlarını ve hukuk müktesebatını da teslim almıştı. Sadece dine dayalı teokratik devlet anlayışını tercih etmedikleri biliniyor. Birinci Babil Devleti olarak tarihe geçen Babillon Hanedanlığı, Sümer adaletini olabildiğince geliştirme gayreti içindeydi. Devletin en meşhur kralı olarak ünlenen Hammurabi Sümer hukukunu öylesine geliştirmişti ki ceza, ticaret ve mülkiyet alanlarında devrin en gelişmiş kanunları onun elinden çıkmıştı. Tabiî haklı olarak tarihe adını bu kanun- Daha önce karizmatik tek lidere dayanan ve bir nevi başkanlık olan Sümer yönetimi, rahip-lugal ve rahip-patesi yardımcılıklarıyla desteklenerek bir nevi yarı başkanlık şeklinde kendini yeniledi böylece. 68 aralık 2015 larıyla yazdırmayı da başardı. Bunca gelişkin kanun anlayışına rağmen Hammurabi’nin devleti, gücünü hukuktan değil, ordudan alıyordu yine de. Bu özelliğiyle “mutlak krallık” anlayışına dayanıyordu. Sümer’den Mısır’a Antik çağın en büyük medeniyetlerinden biri, belki de birincisi Mısır’dı. Afrika’nın kuzeydoğusunda yer alan Mısır, Asya ile Afrika’nın temas noktasındaki mühim konumu sebebiyle günümüzde olduğu gibi Antik Çağ’da da oldukça “gözler üstünde” bir yerdi. M.Ö. 3150 yılında ortaya çıkan ilk firavundan önce Aşağı ve Yukarı Mısır olarak iki ayrı birim şeklinde olan ülkenin -daha sonra birleşince- önemi artarak gelişti ve dünyanın “süper gücü” hâlini aldı. Tam bin 500 yıl bu “süper gücü” koruyarak yükseldi. Ancak medeniyetinin doruk noktasında, toplumunun bir kesimini hedef alan “anti-adil” biçimiyle sarsıldı. Bu sebeple ortaya çıkan Hz. Musa’nın zuhuru, Mısır’ın düşüşünü tetikledi. Hızlı bir şekilde “süper lig”den uzaklaştı ve devletler arasında sıradanlaşma yoluna girdi. Bununla birlikte, tıpkı çıkışı gibi zirveden inişi de bin 500 yıl süren “firavunların ülkesi” M.Ö. 31 yılında Roma İmparatorluğu tarafından istila edildi ve Latin medeniyetinin bir eyaleti biçimine geldi. Gelelim şimdi, Mısır yönetim paradigmasının özgün biçimine… Mısır’da firavun, ülkenin mutlak hükümdarıydı. Teorik de olsa tüm kaynakların ve toprakların üzerinde hâkim Ahmet Yozgat firavundu. Mısır’ın mutlak kralı sayılan firavun, aynı zamanda en yüksek askerî komutan ve devletin başkanıydı. Belirlediği işlerin yürütülmesi için atadığı resmî görevlilerden oluşan bir bürokrasiye dayanmaktaydı arkası. Yönetimin tepedeki idareyi üstlenmesinde onun hemen altındaki kişi “vezir” idi. Vezir, firavunu temsilen hareket etmekteydi. Başta yasal sistemin işletilmesi olmak üzere, devlet hazinesini, ülke arazilerinin kullanımını, büyük inşaat projelerini ve resmî papirüs arşivlerinin tutulmasını idare ve koordine etmekteydi. Ülke bir nevi “siyasî bölgeler” denilebilecek yerel yönetim birimlerine ayrılmıştı ve bunlara “nom” adı veriliyordu. Sayıları zamanla 42’ye kadar yükselmişti. Nom yöre birimleri, yetki anlamında vezire karşı sorumlu yönetimlerdi ve başlarında yarı feodal yönetgenler bulunuyordu. Antik Mısır’da bölgesel nom olarak adlandırılan bu feodal yöneticiler, günümüz idarî sistemine göre bir nevi valilik ve çeşitli hacimlerde oluşları nedeniyle kaymakamlıklardı. Her bir nomu idare eden feodalin adı ise “nomark”tı. Antik Mısır’da hayat ve buna bağlı olarak yönetim, tapınakların etrafında şekillenmekteydi. Tapınaklar aynı zamanda ekonominin de temel merkezlerini oluşturuyordu. Yani Ra tapınakları, sadece dinin merkezleri değildi elbette. Bununla birlikte nomarklar ve onlara bağlı yetkililer tarafından yönetilen bir vergi sisteminin de düğüm noktalarıydı. Tüm eski zaman devletlerinde olduğu gibi Mısır’da da vergi, “ürün” demekti. Ürün olarak devşiri- len vergi ve vergi ürünlerinin toplandığı tahıl ambarları, tapınakların yedd-i emanetindeydi. Bölgesel ambarlarla daha merkezî mânâda devlet hazinelerindeki her türlü devinim, Ra’nın rahiplerinin güvenli ellerinde gelip gidiyordu. Hatta Ra rahipleri, Mısır idarî sistemindeki ulusal servetin toplanmasından, depolanmasından ve yeniden dağıtılmasından da sorumluydular dense abartılmamış olur. Tarihçiler, “Antik Mısır’da ‘son dönem’e kadar madenî para kullanılmadı” diye yazıyorlar. Bu durum, millî servet olarak başta tarımsal ürünleri olabildiğince önemli kılmakta. Bu sebeple ülkede para yerine ürünler kullanılıyordu. Mal değişimi şeklindeki takas yöntemi, ticarî hareketin ana belirleyeniydi. Bir ekonomik hakikat olarak onca gelişmişliğine rağmen Mısır’da para yoktu; ancak altın ve gümüş de ürün takasının yanında mal değişimlerine aracılık etmiyor değildi. Ticarî sistemde altın ve gümüşün kullanıldığı yerlerde standart “deben” idi. Antik Mısır’da uzunca süre kullanılan standart ağırlık birimi olan “deben”, kabaca 91 gram demekti. Altın ve gümüşün ötesinde madenî paraya gelince, o, Mısır’a ilk kez M.S. 5. yüzyılda ve dışarıdan getirildi. İlk sikkeler biçimlendirilmemiş değerli maden parçalarıydı. Daha sonraki yüzyıllarda uluslararası ticaret gerçek sikkelerle yapılır hale geldi ve zamanla bu paralar iç ticarette de yaygınlaştı. Devlete kim format atıyor? Din mi, din adamları mı? Firavunik hukuk sisteminin başı, resmî olarak firavundu tabiî. Sistemin başı olarak firavunun dediği kanun sayılıyordu; yani bir bakıma yasama işlemi onun sorumluluk alanına dâhildi. Yasa çıkarmaya bağlı olarak adalet dağıtmakta da o liderdi ve resmî düzeni ve tüm genel hukuku korumak da vazife-i firavun idi. Zira firavun, hukuk alanında “Doğruluk ve Adalet Tanrıçası Ma’at”ın yeryüzündeki temsilcisiydi. Bu anlamda dediği ve yaptığı, doğrudan doğruya Tanrıça Ma’at’ın arzusu sayılıyordu. Babilonya’nın aksine, Antik Mısır’dan günümüze ulaşan yasal düzenleme kayıtları yok sayılır. Lakin ciddi bir arşiv ve arşivleme mekanizmasını bağrında bulunduran Eski Mısır’dan bugüne kalan birçok mahkeme kaydı bulunmakta. Bu kayıtlar bize Mısır yasal düzeninde ve mahkeme icraatlarında bir nevi ombusdmanlığın mer’i olduğunu gösteriyor. Bununla beraber Mısır adalet sisteminde bahsedilen davada karmaşık yasal düzenlemelerle çözüm yoluna gidilmediği de görülmekte. Karmaşık kanunları uygulama yerine, meseleleri uzlaşma yöntemiyle hallediliyordu. “Kenbet” olarak adlandırılan “ihtiyarlar meclisi”, mahkemeler için temel uzlaştırıcısı olarak görevlendirilmişlerdi. Yani kenbet üyeleri, bir nevi jüri kurullarıydı ve mahkemelere yansıyan küçük davaları çözümlemekle görevliydiler. Daha büyük davalar ise “büyük kenbet” olarak adlandırılan mahkemede görülüyordu. Büyük kenbete vezir ya da firavun başkanlık etmekteydi. Mısır mahkemelerinin harika bir hususiyeti vardı. Öyle ki, davanın önemine bakılmaksızın, mahkeme kâtipleri suçlamaları, tanıklıkları ve mahkeme kararını kayda geçiriyorlardı. Bu kayıtları gelecekteki davalara dayanak olmak üzere saklamak zorunluydu. Mısır adaletinin şahsına münhasır bir uygulamadan söz etmekte tarihçiler. Bu uygulamaya göre cezalandırma, suçlunun ailesini dahi kapsayabilmekteydi. Ki bu gayrihukuki bir gelenekti ve Mısır, yüksek medeniyet seviyesine rağmen böyle bir geleneği devam ettirebiliyordu. Mısır hukuk sisteminde, adalet dağıtmada kâhinlerin rol oynamasının “Yeni Krallık” döneminde başladığı bilinmekte. Yani söz konusu dönemde adalete tanrı ve tanrıların eli karıştı denilebilir. Ve bu yöntemin, sistemi içinden çıkılmaz bir şekle getirdiği de görülüyor. Buna göre yargılama, bir grup rahibin hazır bulunduğu bir oturumda yapılmaktaydı. Kâhin, davanın seyrinde her sorunun cevabını tanrıya soruyordu. Tanrının cevabı “Evet!” ya da “Hayır!” olabilecek şekildeydi. “Evet” ve “hayır” seçenekleri, bir papirus ya da çömlek parçası üzerine yazılı şekilde bekletiliyordu. Tanrının somutluğu sayılan rahipler arasındaki herhangi bir hareket, söz ve davranış, bu karşılıklardan birine işaret sayılıyor ve davalar o şekilde sonuçlandırılıyordu. Yani tanrılar mahkemelere inince davalarda kenbetin bir hükmü kalmamış, ombusdmanlık ve jüri sistemi tarih olmuştu… aralık 2015 69 haberajanda Dosya “At” dedik de, o da Doğu’ya, hatta Türklere ait bir hayvandı ve bir önceki medeniyetin “buhar makinesi” gibiydi. Bu yüzden Anglo-Saksonlar, Batı medeniyetinin motoru olan buhar makinesinin gücünü “at gücü olarak hesaplamaya” başlamışlardı. Bu ölçü, Batı’nın Doğu’ya, daha açık bir ifadeyle İngiliz’in Türk’e meydan okumasının adıydı. Majeste, Sultan ve tebaasına hakaret olsun diye ata “at” değil, aşağılayıcı bir deyimle “beygir” dedirtiyordu. Tabiî buharın enerjisini ölçme birimi olarak da “beygir gücü”… Bir at, 1 beygir gücündeydi; lakin küçük bir buhar makinesi, 10 beygir gücünün fevkinde bir şeydi. İcadından 15 yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen İngiltere’nin kömür ve maden ocaklarında, kereste işletmelerinde ve bilhassa dokuma tezgâhlarında 100 beygir gücünü aşan makineler dönmeye başlamıştı. 100 beygir gücündeki bir makine yüz ata, o da 200 insana eşitti. Üstelik bu icat ne ücret istiyor, ne de arpa saman; bir kucak kuru odun, birkaç saat çalışmasına kâfi geliyordu. Günde 24 saat çalışması da cabası… 70 aralık 2015 Sivil eşmenin dört “Lale Devri” Neo-Patronalılar H ER ne kadar İsa Mesih’in doğumu anlamına gelse de içrek değişim anlamında dünyada milat “1701” oldu. Milat ile birlikte medeniyet, anayurdundan, yani Doğu’dan koptu ve mel’unik bir çete marifetiyle Batı’ya götürüldü. Bu “antidoğal” değişimin yapıldığı esnada uygarlığın Doğu taraftaki temsilcisi Türkler, Batı’daki tarafı da Anglo-Saksonlar, yani “Angltere” (İngiltere) oldu. Böylece İngilizler, ezelî “Made in Turkey” olan medeniyeti çekip elimizden aldılar ve kendilerine mâl ettiler. Lakin medeniyetin bir evvelki mevlası olan Türkleri, yani bizi asla “başıboş olarak doğaya salmadılar”. Hep ensemizde ve açık-gizli takipte oldular. Yetmedi, takip işinde önce Fransız, sonra Almanları kendi yanlarına çektiler. Haydi bu iki yandaş kavimle genetik “amcadaşlık”ları vardı, peki yadırgı Slavları, yani Rusya’yı da çeteye dahil etmelerine ne demeli? Elbette “başarı” denir… >> Dünyanın beyleri 1699’dan önce Türklerdi. 1701’den sonra Tötonlar/ Aryanlar oldu; bilhassa Anglo-Saksonlar... Dünya, aradan geçen üç yüzyıllık süre zarfında adım adım genleşen nüfuz/ hegemonya alanlarıyla önce Londra’dan, peşi sıra Paris’ten ve akabinde Berlin’den sorulur oldu. Aryan nüfuzu cihanın diğer bölgelerinde doğrudan doğruya kolonyanizmle şekillenirken, Türk Sultanı’nın ülkesinde endirekt biçimiyle ilerlemek niyetindeydi. Zaten bidayette başka türlüsü de olamazdı. Bu itibarla Anglo-Saksonlar, bir plan dâhilinde öncelikle İstanbul’un yönetimsel Seydahmet Karamağralı sakaramagrali.ajanda@gmail.com katmanında çalışmaya başladılar. Türk idarî tarihinde Orta Asya töresini temel alan yönetim şekli, Selçuklu’dan geriye giderek İran, Anadolu ve İç Asya üçgenindeki teknikler- le şekillenmişti ve Batı’daki hiçbir biçemi andırmıyordu. Saldırganların, Osmanlı’nın kendine has formatıyla oluşturduğu yönetime müdahalesi zor, hatta imkânsızdı. Direkt müdahale için karnı yumuşak bir yönetim biçimi lazımdı. Sanayi Devrimi’nin anahtarı sayılan buhar makinesinin bulunuşu ve İngiliz işletmelerinde kullanıma başlanmasıyla fark edilen şey, ortaya çıkan enerjinin insan ve hayvan (bilhassa at) natürel enerjisiyle karşılaştırılamayacağıydı. Öyle başka ve devasa boyuttaydı ki... Bu arada “at” dedik de, o da Doğu’ya, hatta Türklere ait bir hayvandı ve bir önceki medeniyetin “buhar makinesi” gibiydi. Bu yüzden AngloSaksonlar, Batı medeniyetinin motoru olan buhar makinesinin gücünü “at gücü olarak hesaplamaya” başlamışlardı. Bu ölçü, Batı’nın Doğu’ya, daha açık bir ifadeyle İngiliz’in Türk’e meydan okumasının adıydı. Majeste, Sultan ve tebaasına hakaret olsun diye ata “at” değil, aşağılayıcı bir deyimle “beygir” dedirtiyordu. Tabiî buharın enerjisini ölçme birimi olarak da “beygir gücü”… Bir at, 1 beygir gücündeydi; lakin küçük bir buhar makinesi, 10 beygir gücünün fevkinde bir şeydi. İcadından 15 yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen İngiltere’nin kömür ve maden ocaklarında, kereste işletmelerinde ve bilhassa dokuma tezgâhlarında 100 beygir gücünü aşan makineler dönmeye başlamıştı. 100 beygir gücündeki bir makine yüz ata, o da 200 insana eşitti. Üstelik bu icat ne ücret istiyor, ne de arpa saman; bir kucak kuru odun, birkaç saat çalışmasına kâfi geliyordu. Günde 24 saat çalışması da cabası… Bütün bunlar şu anlama geliyordu: Hadsiz hesapsız üretim… Bu da İspanyolların Amerika’yı buluşuyla birlikte başlayan Merkantalizmin sonu, kapitalizminse başlangıcı demekti. Yani bundan sonra zenginlik, hazinedeki çil çil altınla değil, üretimle ölçülecekti. En çok üreten, en gelişmiş ve en zengin ülke sayılarak tarihteki başat rolünü alacaktı. Şu an “en çok üretmeye başlayan” tek ülke vardı, o da Majeste’nin İngiltere’si... Ancak bir sorunu da beraberinde getirmişti Sanayi Devrimi: Pazar… Üretim ihtiyacın katbekat üstüne çıkınca, hususiyetle Doğu’da üretim ve tüketim dengesini gözeten “Ikta Sistemi”ni yerle bir ediyordu (veya etmeliydi). İşte bu durakta şekillendi kolonyanizm Majeste’nin altın taçlı kafasında. Ve o kafa doymaz hırsıyla dünyaya gözünü dikti. Bu noktada bir başka sorun belirdi: Dünyada bir adada oturarak imparatorluk kurmanın olanağı yoktu, imparatorluk sahibi olmanın birincil şartı “kıtada oturmaktı”. Ufacık bir adadan yola çıkarak dünyanın dört bir tarafına yüz binlik ordular sevk etmek ve koca koca kıtaları fethetmek namümkündü. Ancak bu imkânsızlığın da bir çözümü vardı: Devletleri içten fethetmek… Bunun için evvela göz dikilen ülkenin yönetim şekillerini değiştirmek şarttı. aralık 2015 71 haberajanda Dosya Devleti boğazlamak İngiliz, puslu adasından çıkınca üç imparatorlukla karşılaşıyordu: Avrupa’ya hâkim Habsburg, Karadeniz’in kuzeyine sahip olma yolunda durmadan genişleyen Slav ve de Akdeniz, Ön Asya ve Ortadoğu’nun sahibi sayılan Osmanlı İmparatorluğu… Bunlardan birincisi üzerinde durmadılar Majeste’nin adamları; zira onlar, zaten Cermenik kökenleri itibariyle amca çocuklarıydılar. Üstelik hacimleri de dişin kovuğunu dolduracak mesabeye düşeli yüzyıllar olmuştu. Bu nedenle Majeste teorisyenleri, Osmanlı ve Slavlar üzerinde çalışmaya başladılar. Medeniyet değişiminden on beş yıl kadar sonra Osmanlı Devleti, durup dururken “Lale Devri” diye bir şey başlattı. Bu esnada tarihler 1715’i gösteriyordu ve buhar bulunalı on dört sene olmuştu. Aynı yıllarda orta-kuzeyde, yani Slavya’da Deli Petro diye bir çar işbaşı yaptı. Ve imparatorluk işini kotarma azmiyle yüz yıldır “Korkunç İvan yöntemi”ni benimsemiş olarak klasik yürüyüşünü sürdüren Slavlara da bir nefes üflemişti sanki. İstanbul’da sivil laleler ekilmeye başladığında burada da Petro bir nevi “Lale Devri” başlatmıştı sanki. Bu esnada takvimler 1720’yi gösteriyordu ve buharın üzerinden on dokuz yıl geçmişti. Türk ve Slav Lale Devirlerinin ortak özelliği, kompleksli oluşlarıydı. Yönetim kademesinde olanlar (sultan dâhil) mer’i sistemi beğenmiyor ve yeni bir rejim arıyorlardı kendileri için. İlaveten, ilkelerden her ikisi de aradıklarını Batı’da bulacaklarını sanıyorlardı. Peki, bütün bunlar birer tesadüf 72 aralık 2015 olabilir miydi? Hayır! İşte Türk’ün İngiliz’le dansı bu şekilde başladı ve oynanan Anadolu halayı değil, vals idi. İşin kötüsü, Osmanlıların bu dans türünde hiç tecrübeleri yoktu. Bu sebeple oyunda başı kimin çekeceği ta ilk adımdan itibaren belli olmuştu: Tabiî ki Anglo-Saksonlar... Tüm zamanlarda “Asker Millet” nitelemesiyle yücelttiğimiz sosyal yapımız ezeliydi ve milli harsımızı belirliyordu. Rejimimiz ve yönetsel taktiklerimiz de bu nitelemeye muvaziydi. Bunlarla beraber ekonomimiz de askerî unsurlardan oluşuyordu neredeyse. Osmanlı Devleti, Türk’ün tüm zamanlarında olduğu gibi yine bütçesini dizmek için savaşa çıkıyor ve ele geçirdiği ganimetle hayatını idame ettiriyordu. Saray erkânınca kazanç elde etmenin yegâne yolu ganimet gibi algılanıyor ve akıllara “üretim” gibi bir unsur gelmiyordu. Öyle ki, savaş zamanı geciktiğinde asker huzursuzlanıyor, şehirlerdeki ahali ve esnaf homurdanmaya başlıyordu. Durum yine bu minvaldeydi; zira asker, son zamanlarda sık sık tağşiş edilen bozuk akçayla ödenen ulufey ile hayatını devam ettirmekte zorlanmaktaydı. Kazancını orduya mensup müşteriden temin eden şehirli esnaf, züğürt askerle kazanç temin edemiyor ve dükkânını siftahsız kapatıyordu. Hal böyle iken, başlatılan “Lâle Devri” bir nevi sivilleşme açılımıydı. Ordu milleti çözmek ve “sivil tebaa” biçimine getirmek ve saray erkânını, orduyu, hatta esnafı ve ahaliyi “savaş özlemi” çeken unsur olmaktan uzaklaştırmak amaçlanmaktaydı sanki. Bir bakıma devlet, ezelî düsturu “Gökyüzünde Tek Tanrı, yeryüzünde tek kağan” anlayışını terk ediyor ve “İlay-ı Kelimetullah uğruna nizam-ı âlem” mottosunu rafa kaldırıyordu. Vesselâm, devlet genişleyebileceği son sınıra varıp dayanmıştı; bundan sonra fütuhata özenmek gerekmiyordu. Çünkü fütuhat huduttaydı. Bu noktada durmak, içe dönmek ve “barışçıl bir sultan” ile “sivil bir halk” oluşturmak yeni amaç olmuştu. Da… Bu noktada kaçırılan unsur, üretimde gittikçe artan ezeli zafiyetti. Yeni konseptte devreden çıkarılan ganimetin yerine konulacak unsur sadece üretimdi ve bu unsurun yerine konması şarttı; hem de ivedilikle… Lakin problem şuradaydı: Ne yazık ki üretimin altyapısını oluşturmanın temel şifreleri yoktu devletin hafızasında! Haydi bu bir yana, temel üretim araçlarını yerli yerine oturtmak, bugünden yarına oluşturulacak kolaylıkta bir şey değildi. Bu sebeple medeniyetin elden çıkartılmasıyla sonlandırılan “geleneksel ganimet ekonomisi” ve onun yerine başlatılamayan üretim ekonomisi “Lale Devri”nin kurdu oldu, devlet de kurbanı… Motto devam etti (mi?) Lale Devri sivilleşmesinin en belirgin işi olan ve Memalik-i Osmanî’de yeni yeni açılmaya başlayan kıraathanelerde boş boş oturan asker taifesi ve ahali arasında konuşulan konu “sistem” idi. Ve ilk kez oluyordu bu durum bin yıllardan bu yana. Gelmiş geçmiş Türk devletleri için “yönetim sistemi” ya da “devlet rejimi” diye bir sorun olmamıştı hiçbir zaman; zira böyle kavramlar yoktu literatürde. Bir devlet zaafa mı düştü? Bunun sebebi “yorgun Hane- dan” idi. Bir bakıma, “Hanedan artık kitleleri memnun edemiyor” anlamına geliyordu bu. O halde? Çaresi kolaydı problemin. O sırada ülkedeki en güçlü Bozok boyu hangisiyse başkenti basar, mevcut hanedanı tutsak eder, tigin ya da şehzadeleri yay kirişinden geçirir, boşalan tahta geçer, kendi beyini oturturdu. Bu esnada “Yönetimde hangi teknik kullanılacak?” ya da “Yeni devlet rejimi nasıl olacak?” gibi sorular akla gelmezdi. Çünkü ortada bir devlet zaten vardı ve değişen sadece hanedandı. Hangi isimle anılırsa anılsın, devletteki sistem tek ve gelenekseldi, değişimlerden sonra da devlet aynı minvalde yürür giderdi. “Devlet-i ebed müddet” mottosunun derin anlamı buydu! Hanedan’daki manzara Zannederiz ki Osmanlı’nın yönetsel sistemi şer’î mutlakiyetti ve tebaa, bu sistem dışında başka rejimlerden haberdar değildi. Öyle değil! Mesela, Devlet-i Aliyye içerisinde iki tane cumhurî bölge vardı: Raguza ve Dubrovnik… Yüzyıllar boyunca Adriyatik şeridinde yer alan bu iki Güney Slav şehri, seçimle iş başına gelen iki “başkan” tarafından idare edilegeliyordu. Ve bundan Topkapı’da mukim saltanat idaresinin herhangi bir rahatsızlığı yoktu. İstanbul “İlla da bir paşa-vali atayacağım ve bu iki aykırı şehri ben yöneteceğim” demiyordu. Ya da “Buralardan etkilenir ve geniş ahali kesimleri de eş rejim talep eder” gibi bir kuşku yoktu, olmamıştı da kafalarda. Raguza ve Dubrovnik’te yapılan her seçimin sonunda Payitaht, bildirilen seçim sonucunu ve seçilen başkan voyvodaları onaylıyor ve mazbatalarını Seydahmet Karamağralı Kızıl elmaya doğru yapılan büyük hücum hareketi 1529’da Sultan Kanuni tarafından tarihe mâl edildi. Yani maalesef başarılamadı. Böylece kızıl elma, 150 yıl daha beklemek zorunda kaldı Türk’ü. Osmanlı, takvimler 1683’ü gösterdiğinde “Bu sefer tamam!” demiş olmalı; ancak ne yazık ki tamam olmadı. Bir kez daha çakıldı kaldı muazzam ordu Viyana sınırlarının önünde. Yazık oldu! Aslında son kızıl elmaydı Viyana’yı süsleyen; o da Habsburg Sarayı’nın burç âleminde çürüdü gitti. Böylece kızıl elma masalı da bitti. Onunla birlikte medeniyet serüvenimiz de nihayete dayandı. İşte o hüzünlü nihayetin tarihidir 1699 ve el değiştirmenin miladı olan 1701! Aynı yıllarda orta-kuzeyde, yani Slavya’da Deli Petro diye bir çar işbaşı yaptı. Ve imparatorluk işini kotarma azmiyle yüz yıldır “Korkunç İvan yöntemi”ni benimsemiş olarak klasik yürüyüşünü sürdüren Slavlara da bir nefes üflemişti sanki. İstanbul’da sivil laleler ekilmeye başladığında burada da Petro bir nevi “Lale Devri” başlatmıştı sanki. Bu esnada takvimler 1720’yi gösteriyordu ve buharın üzerinden on dokuz yıl geçmişti. kendilerine tevdi ediyordu. Osmanlı’daki idarî yadırgılıklar ya da aykırı istekler sadece bunlar mıydı? Henüz Lale Devri start almadan, 1703 yılında Payitaht bürokratlarından Çalık Ahmet nam biri, açık açık “cumhurî idare”ye geçmenin propagandasını yapıyordu. Bundan da kimsenin rahatsız olduğuna dair bir kayıt yok. Saltanat, hanedan ve mutlakî idare dâhil… Lale Devri kıraathanelerinde “tekellüm” edilen vahim bir konu daha vardı: Osmanoğlu Hanedanı’nın yorgunluğu ve değiştirme zamanının geldiği… Garip! Hanedan jurnalcileri sarayı ve idarî devleti durumundan haberdar etmiş olmalılar. Lakin tarihlerde fitneye karşı herhangi bir önlem ve Çalık Ahmet’i susturma faaliyeti kaydı da bulunmuyor. Konu, devrin aydınları ve hatta ahalisi arasında o denli derinlemesine irdeleniyor olmalı ki, “hanedan değişimi”ni ortaya atanlar yeni hanedanlığın kök atasını aralık 2015 73 haberajanda Dosya Bu dört sivilleşme atağından birincisi on beş yıl sürdü ve 1730’da Patrona Halil isyanıyla şiddet ölçüsünde cezalandırıldı. Yetmedi, anlayış yedi kat yerin altına gömüldü. Bu öyle bir gömülmeydi ki devr-i Osmanî’de bir daha sivil dirilme cesareti zinhar gösterilemedi. len Osmanlı çaşıtları/casusları Batı başkentlerinde dolaşmaya başlamadan önce oralardan İstanbul’a haber getirenler Hugonolardı. Batı’nın daha yakından takip edilmesi bir gereklilik olarak kabul edildiği ve diplomasinin bir devlet politikası olarak belirlendiğinde akla gelen ilk karakulaklar da Hugonolar oldu. Bununla birlikte tıpkı Bogomil orijinli Boşnaklarda olduğu gibi Hugonolarda da “gönüllü devşirme” eğilimi ortaya çıkmış, pek çok Macar kökenli devlet adamı Hugonolar arasından seçilmişti. Hugonoların sayesinde geldi matbaa İstanbul’a. Aslında Memalik-i Osmaniye’ye baskı aleti geleli az değil, tam 200 yıl olmuştu; fakat getirenler Hugonolar değil, diğer ekalliyettendiler. O ekalliyetin de Patronalılarla yakınlığını saklamanın imkânı yok. İşte o ekalliyet, devlete ve millete mâl etmedi getirdiği makineyi, kendine sakladı. Yuh olsun onlara! Şimdilerde onların uzantıları, geciken matbaa suçunu ekmeğinin peşinde el yazması işi yapan günahsız hattatlara yükleyerek yükten kurtuluyorlar. Lakin bilen biliyor gerçeği! da belirlemişlerdi: Kırım-Tatar Hanedanlığı’ndan bir giray/ prens… Haddizatında Osmanlı’da herhangi bir yönetim zafiyeti durumunda kendilerine mirasçı olarak Kırım hanlarını işaret etmişlerdi. Bu anlamda “Deli” lakabıyla tarihe geçmiş olan Sultan İbrahim’in uzunca bir zaman erkek evlat sahibi olamayışı esnasında saltanatın devamlılığının sağlanması için bir Kırım girayının Topkapı’ya getirilmesi tasarlanmıştı. Neyse ki İbrahim Han’ın gözdelerinden biri bir erkek şehzade vermişti de Hanedan-ı Osman 74 aralık 2015 kurtuldu. Neyse… Sanayiye dair istihbarat raporları ve sivilleşme girişimleri Dönelim Lale Devri’ne… İstanbul ve Moskova’nın beş yıl arayla Batı cihetine pencere açtıklarını ya da açtırıldıklarını yazmıştık yukarıda, o esnada İstanbul tahtında 3. Ahmet, Moskova tahtında ise Deli (Büyük) Petro oturuyordu. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve oğlu İsa Çelebi’nin de köken itibariyle bağlı oldukları söylenen Hugono (Huguenot) Macarları, sapkın bir Protestan ekolü olarak biliniyordu. Bu itibarla Hugonolar, genel Macar inancından ve bağlı olarak Hungari toplumundan dışlanıyorlardı; tıpkı Güney Slav kampının dışına itilen Bogomiller misali… Toplumlarının Zencileri addedilebilecek olan Hugonoların 1526 Mohaç’ından sonra tebaası oldukları Osmanlı’nın “koltuğuna” girdikleri de kayıtlarda yer tutmakta. Onların yeri sadece kayıtlarla sınırlı değil, tarihler Osmanlı istihbaratının omurgasını da Hugonoların teşkil ettiğini yazıyor. “Karakulak” tabir edi- Yirmisekiz Mehmet Çelebi gibi İbrahim Müteferrika da aynı toplumun bir ferdiydi ve devlet, “Batılılaşma” hareketini ona bir matbaa kurdurarak başlatmıştı. Zira Hugono karakulaklarının Batı başkentlerinden getirdiği izlenimleri havi “istihbarat raporları” birer nihaî tavsiye olarak, başta İngiltere olmak üzere genel anlamda Batı ülkelerinde ortaya çıkan Sanayi Devrimi’ni işaret ediyor ve oralarda şekillenen endüstriyel gelişmelerin taklit edilmesini belirtiyorlardı. Dikkat buyrula! askerî gelişmeler ve militarist mukallitlik değildi ilk önerilen, sanayisel takipti. İşte buradan yola çıkarak, “Lale Devri, Osmanlı’nın –hatta Türk tarihinin- ilk sivilleşme hurucuydu” dendi yazının başında. Yeri gelmişken yazalım: Lale Devri’nden sonra millî hayata dâhil edilen ikinci “sivilleşme çıkışı” Menderes demokratlığıydı. Bir üçüncüsü de Özal üzerinden Seydahmet Karamağralı denendi. Haydi, dördüncü deneme de kayda girsin: Erdoğan Hareketi… Bu dört sivilleşme atağından birincisi on beş yıl sürdü ve 1730’da Patrona Halil isyanıyla şiddet ölçüsünde cezalandırıldı. Yetmedi, anlayış yedi kat yerin altına gömüldü. Bu öyle bir gömülmeydi ki devr-i Osmanî’de bir daha sivil dirilme cesareti zinhar gösterilemedi. Yukarıda değindiğimiz “ikinci sivilleşme” hurucu da malûm, onun ömrü ancak on sene sürdü. 1960 Askerî Darbesi ile o da yere gömülenlerden oldu. Üçüncü sivil hareketin başı kopartıldı; Özal, bir bardak zehirli portakal suyuyla Hakk’a yürüdü. Üçüncü sivil başkaldırının mücadelesi dünya ölçeğinde devam ediyor. Lale Devri’nin Menderes’i Nevşehirli İbrahim Paşa’ydı. 1950’nin İbrahim Paşa’sı ise Aydınlı Adnan Menderes oldu. Her ikisi de bu cesaretlerini uluorta yerde asılarak ödediler. Üçüncü hareket, Menderes’ten otuz yıl sonra Malatyalı Turgut Özal’la geldi. Tonton Adam da on yıllık bir sadrazamlık mesleği sonunda önce “Birinci Adamlık” makamına sürgün edildi, sonra Çankaya Köşkü’nün ıssızlığında zehirlenerek ortadan kaldırıldı. Sırada Rizeli Erdoğan var! Erdoğan, önce sadrazam olarak devletin “İkinci Adamlık” makamına oturdu ve sonra Cumhurreisi tahtına. Günümüzde devr-i Recep Tayyip devam ediyor. Akıbeti nasıl olacak, mücadelesi başarıyla mı sonuçlanacak, belli değil. Daha önce yaşanmış olan deneyimler ve dersler ışığında çok yakında sonucu görecek bu millet. Hakk şerleri hayreyleye… Damat’a izin yok! Osmanlı ve Rus ülkelerinin Lale Devirlerini başlatan 3. Ahmet ve Deli Petro’nun ilk farkları birinci adamlıklarında ortaya çıkmaktaydı. Petro’nun adı üstündeydi: Deli… Ancak Sultan Ahmet “deli” değildi. Malûm “delilik”, literatürümüzde “gözünü daldan budaktan esirgemeyecek ölçekte cesur” anlamına da gelmekteydi. Yani “kahramanlık”, delilik mesabesinde tutuluyordu. Galiba Petro’nun deliliği de böyle bir şeydi ve Deli Çar bir hedef koymuştu önüne: “Slav ırkını sıcak sulara eriştirmek…” Aslında bizim de bir idealimiz vardı: Orta Asya’dan beri “Türk soyunu kızıl elmaya ulaştırmak… Ancak bu ideal 1689’daki İkinci Viyana Kuşatması’nda ikinci ve son kez yitip gitmişti. Lale Devri başlığında, “Viyana kızıl elması”nın yitiminin üzerinden çok değil, 29 yıl geçmişti ancak. Temel itibariyle ülkede bir “öze dönüş ve sivilleşme hareketi” olarak Lale Devri’nin başlatılması da yine “Viyana bozgunu”nun eseriydi haddizatında. Türk için kızıl elma ideali başladığında, Oğuzlar henüz İran sınırındaydılar. Bu nedenle kızıl elma İran’ın başkentinde, Rey sarayının burcundaydı. Rey Selçukluların olduğunda, kızıl elma bir öteye, Konstantinapol’ün en büyük kilisesinin, yani Ayasofya’nın kubbesine taşınmıştı. Tarih evrildi ve Ayasofya da Türk’ün uhdesine geçti. Bu itibarla 1453’ün 30 Mayıs’ında kızıl elma için yeni ikametgâh Viyana’ydı. Elma ideali, Habsburg Hanedanı’nın sarayının en yüksek burcundan Osmanlılara el ediyordu “Gel! Gel!” diye. Kızıl elmaya doğru yapılan büyük hücum hareketi 1529’da Sultan Kanuni tarafından tarihe mâl edildi. Yani maalesef başarılamadı. Böylece kızıl elma, 150 yıl daha beklemek zorunda kaldı Türk’ü. Osmanlı, takvimler 1683’ü gösterdiğinde “Bu sefer tamam!” demiş olmalı; ancak ne yazık ki tamam olmadı. Bir kez daha çakıldı kaldı muazzam ordu Viyana sınırlarının önünde. Yazık oldu! Aslında son kızıl elmaydı Viyana’yı süsleyen; o da Habsburg Sarayı’nın burç âleminde çürüdü gitti. Böylece kızıl elma masalı da bitti. Onunla birlikte medeniyet serüvenimiz de nihayete dayandı. İşte o hüzünlü nihayetin tarihidir 1699 ve el değiştirmenin miladı olan 1701! Tarih, Viyana bozgununun müsebbibi olarak bir “abalı” bulmuştu. O abalı, tam da Osmanlı saray idaresinin bulduğu şahıstı. Adı ise Kara Mustafa Paşa’ydı. Osmanlı, kabahatin derin sebebini irdeleyeceğine abalı ilan ettiği Kara Mustafa’yı işin kolayına kaçarak yarı yolda boğdurdu şu meşhur “Kara Ali” celladına. Tarihçiler de bozgunun suçunu Kara Paşa’ya yükleyiverdiler, günümüzde de zavallıya vura vura tozunu çıkarmaya devam ediyorlar. Neyse… Temel itibariyle Lale Devri, kızıl elması çürüyen Türk’ün “titreyip kendine ilk dönüş” denemesiydi. Devletin nice zamandır ihmal ettiği ahalisiyle aynı düzlemde buluşması, sarayın halkını tanımaya başlaması, yönetimin sivilleşme çabaları, daha başka bir deyişle ayakların yere basması hareketiydi. Bozgunun akabinde içe dönen ve Lale Devri’ni başlatan elbette Birinci Adam değildi; onu ikna eden İkinci Adam, yani Damat İbrahim Paşa’ydı. Anadolu’nun ortasında yer tutan yoksul köy Muşkara nüfusuna kayıtlı olan İbrahim, hareketin başına geçmişti; yani devlette birinci adamlık, İkinci Adam’ın şahsında müşahhastı artık. İdarenin başı tek adamdaydı. Bu atakla beraber İbrahim’in yaptığı, yorgun hanedanın temsilcisi olan Birinci Adam’ın içten pazarlıklı bürokrasi tarafından kuşatılmışlığını kırmaktı. Bu bakımdan türünün ilk olmasının heyecan ve cesaretini yaşayan İbrahim, Muşkara’yı “Nevşehir” yaptığı gibi, eski töresinden dahi uzaklaştırılmış olan Osmanlı’yı da “Yeni Osmanlı” yapmaya soyunmuştu. Bıraksalar, amaçladığı çıkış yolunu bulacak ve eskiyi “yeni” yapacaktı Muşkaralı Damat. Ancak bırakmadılar! Kimler mi bırakmadı Damat’ı? Tabiî ki o zamanki adıyla “Patronalılar”… İbrahim’in atağı sonunda “Üçüncü Adam” ve peşindekilerin genetik kodlarını taşıyan fitne damarı kabardı; kıskançlık bir kan denizi oldu ve Nevşehirli Paşa’yı ve de onun gibi düşünen yerli gücü boğdu. Devir bitirildi, dönüş eskiye oldu. Hepi topu ancak on iki yıl sürmüştü Lale Devri… İsyanın arkasındaki gerçek Patronalılar, Halil ve avenesini katil mesabesine indirip Paşa’yı da onlara bağlı bostancılar eliyle boğdurdular. Kısa zamanda otoritesini sıfırladıkları taife-i Patrona’nın suyunu ise üç ay içinde ısıttı ve taşırıp döktüler. Birinci adamlığa geçirdikleri halefe de bir tavsiyede bulunmayı ihmal etmediler: “Sadrazamını ehil kişilerden seçesün!” Bu sözdeki “ehliyet”, İbrahim Paşa’nın ehliyetsizliği değildi aslında. “İşgüzarlık derecesinde ehliyetli oluşuydu” dersem inanın. Çünkü Patronalılar, ehil insan değil, kendi- aralık 2015 75 haberajanda Dosya O Deli Petro’nun akıllı oğulları bugünlerde Suriye’deler. Yani “sıcak deniz”in hemen kıyısında... Aslında 1970’lerden beri oradalarmış; Tartus diye bir Osmanlı limanında… Biz şimdilerde haberdar oluyoruz. Gerçi 1933’te Hünkâr İskelesi Antlaşması’yla kendi elceğizimizle indirmiştik onları sıcak denizlere. Ama neyse, açmayalım o kepazeliği bu yazıda. Yani kendi kızıl elmalarını hayata geçireli olmuş da olmuş. Bugünlerde Tartus elmasıyla yetinmeyeceklerini tüm dünyaya göstermekteler. lerine “köpeklik” derecesinde sadakat istiyorlardı ve hâlâ istemeye de devam ediyorlar. Her neyse… Böylece “birinci öze dönüş ve özgün medeniyetini yerli siviller üzerine bina etme hareketi” kendi saksısında taze bir fidanken işlevsiz hale getirilmişti. Eski hal berdevamdı tekraren. Günümüzde de karanlık elin süpürme işlemi devam edegidiyor. Sultan ve Çar Peki, kuzeyde ne oldu güneyde kelleler alınırken? 1700’e bir kala Petro en büyük deliliğini yaptı ve işi hiç kimseye havale etmeden kendini vurdu yollara tebdil-i kıyafet etmiş olarak. Bir gece saraydan ayrıldı ve karanlıklara karıştı. Geri dönüşü yıllar sonra oldu. Peki, ne yapmıştı bu arada Deli Çar? Saraydan ayrılmadan evvel şu soruyu sormuştu kendine mealen: “Biz niye bu seviyedeyiz, komşularımız neden o seviyede?” Çar’ın Temel itibariyle Lale Devri, kızıl elması çürüyen Türk’ün “titreyip kendine ilk dönüş” denemesiydi. Devletin nice zamandır ihmal ettiği ahalisiyle aynı düzlemde buluşması, sarayın halkını tanımaya başlaması, yönetimin sivilleşme çabaları, daha başka bir deyişle ayakların yere basması hareketiydi. 76 aralık 2015 Seydahmet Karamağralı “komşularımız” dediği, yılların Osmanlı’sını Viyana önünde çivileyen Batı Avrupalılardı. Ve Çar, “Bu sorunun cevabını behemehâl öğrenmeli ve gereğini yapmalıyım” diyordu. İşte o kadar! Aynı soruyu Osmanlı’nın Birinci Adamı da sormuştu kendi kendine elbette. Onun bulduğu yol da şuydu: “İşi onlardan öğrenmeliyiz!” Çar da aşağı yukarı aynı cümleyi sarf etmiş, aynı yöntemde karar kılmıştı ya... Lakin unutmamak gerekir ki Slavlar için komşu olanlar, Osmanlılar için ezeli düşmanlardı. Her iki başkent için öyle veya böyle Avrupalılar arayı açmış, Osmanlıların ve Slavların ta karşı kıyısına geçmişlerdi. Ve acilen yakalanmalıydılar. Ama nasıl? İşte bu son sorunun cevabında ayrıldı Sultan ile Çar! Moskova’nın hükümdarı, Avrupa’yı tanıma hususunda işi ikinci ve daha sonraki şahıslara havale etmedi, kalktı, kendisi gitti. Yıllarca Fransa, Almanya ve Hollanda şehirlerini dolaştı. Haşa dolaşmadı, gittiği kentlerde tulum giydi, işçi oldu, marangozluk yaptı, tıp öğrendi ve en önemlisi de tersanelerde gemi yapımını tedris etti. Ve dolu dolu döndü Slav ülkesine. Ya güneyde ne oldu? Güneyin Birinci Adamı işi İkinci Adam’a havale etti, o da üçüncü şahıslara. Neyse ki üçüncü sıradaki şahıslardan bazısı Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Yirmisekizzade Said Efendi ve İbrahim Müteferrika ve tabiî yanlarındakilerdi (tarihçiler bunları önemsemiş olmalılar). Söz konusu şahısların ortak özelliği neydi, biliyor musunuz? Yukarıda sözünü ettiğimiz Hugono Macarı oluşları… Bu etnisite, bilindiği gibi Osmanlı dostu bir toplumdu ve dostluklarının kökeni ta Orta Asya’ya kadar uzanmaktaydı. Hugonoların sayesinde geldi matbaa İstanbul’a. Aslında Memalik-i Osmaniye’ye baskı aleti geleli az değil, tam 200 yıl olmuştu; fakat getirenler Hugonolar değil, diğer ekalliyettendiler. O ekalliyetin de Patronalılarla yakınlığını saklamanın imkânı yok. İşte o ekalliyet, devlete ve millete mâl etmedi getirdiği makineyi, kendine sakladı. Yuh olsun onlara! Şimdilerde onların uzantıları, geciken matbaa suçunu ekmeğinin peşinde el yazması işi yapan günahsız hattatlara yükleyerek yükten kurtuluyorlar. Lakin bilen biliyor gerçeği! Kuzey ve güneyin Lâle Devirlerinden birincisi, bizzat “Birinci Adam”, yani “Başkan” eliyle amacına ulaştı. 1725 yılında, 52 yaşında ölen Petro, geride bir miras bırakmıştı: Avrupa’nın ilerlemişliğinin yorumu ve Slavca uygulama tekniği… Terekesinde bir başka şey daha vardı ki Çar’ın, en önemlisi de buydu kanaatimizce: Birinci adamın görevini birinci adamın devam ettirmesi şartı… Buna karşın güneyin durumu hakikaten karışıktı. İstanbul’un Birinci Adam’ının terekesi bomboş, İkinci Adam ise kellesinden olmuş idi. İhanet içindeki üçüncü adamlar ise o devirde Patronalılardı; başka devirlerde adları değişti, huyları değişmedi, değişmeyecek de… Zavallı Tellâk Halil ve avenesi, Lâle isyanını sadece “Neden böyle işler yapıyorsunuz?” diye hayata geçirmişlerdi. “Böyle işler” dedikleri de matbaa başta olmak üzere kâğıt, kumaş ve çuha fabrikasıydı. Dersaadet’te şehircilik uygulamaları ise bir başka can sıkan “böyle işler”dendi. Devlet enerjisini savaşlarda tüketmemek için yapılan “komşularla sıfır sorun” antlaşmaları ve bunlara benzer sivilleşme çabaları da “böyle işler” arasındaydı tabiî. Tarihin o kısmındaki hödüklüğü söylemeden geçemeyeceğim: Yeniden ganimet ekonomisine dönmek isteyen savaş taraftarlarının baskı gösterileri karşısında Birinci Adam’ın yaptığına bakın: Birinci adam olarak Padişah, İran seferi yapma kararı alıyor. Sefere katılmak için alayı vala ile saraydan ayrılıp Üsküdar’a geçiyor. Ordu İran üzerine doğru hareket ediyor, ancak Sultan, Üsküdar’da akşamın olmasını bekliyor. Karanlık basınca da saklandığı yerden ayrılıp gizlice sarayına dönüyor. Lakin arkadaki ganimet ve savaş lobisi durumu öğreniyor. İşte isyanın sebebi ve başlama ânı, hikâyenin burası! İsyanın arkasından ne şehircilik uygulamaları kalıyor, ne fabrikalar, ne de matbaa makineleri, her şey tarumar oluyor. Hatırlıyor musunuz geçmiş Mayıs’lardan birinde KadıköyAltıyol’da “çiçekleri döven kız”ı? O yılki isyanın sonunda İstanbul, çiçekleri dayaktan geçirilmiş olarak bir ölüler şehrine dönmüştü. Ne benzerlik ama! İkisi arasında 300 yıl olmasına rağmen… Lâle isyanının sonunda “birinci adam/başkan, başkanlık/ birinci adamlık” yapamadığı için bir tellâğın elinde oyuncak olup gitti diye duyuruyor tarihler. Bu durumda halka düşense kına yakmak oluyor. Devlet, beraber yola çıktığı “Deli Petro’nun oğulları”nın arkasından bakakalmak gibi bir rolün içinde geçiriyor iki yüzyılını. Ki bu iki yüzyıl, geri sayım yılları olarak tarihe geçmiş. Acı olan da bu! O Deli Petro’nun akıllı oğulları bugünlerde Suriye’deler. Yani “sıcak deniz”in hemen kıyısında... Aslında 1970’lerden beri oradalarmış; Tartus diye bir Osmanlı limanında… Biz şimdilerde haberdar oluyoruz. Gerçi 1933’te Hünkâr İskelesi Antlaşması’yla kendi elceğizimizle indirmiştik onları sıcak denizlere. Ama neyse, açmayalım o kepazeliği bu yazıda. Yani kendi kızıl elmalarını hayata geçireli olmuş da olmuş. Bugünlerde Tartus elmasıyla yetinmeyeceklerini tüm dünyaya göstermekteler. İşin hülasası, bütünüyle Suriye’yi istiyorlar. Biz ise Patronalıların patlattıkları bombalarla kan gölüne dönen şehirlerimizle kan, et ve gözyaşı sağanağı altındayız. Acı olan ne, biliyor musunuz? Tıpkı Lale Devri isyanında olduğu gibi Patronalılar, Patronalı olduklarının farkında bile değiller ve onlar, kendilerinin “Patronalı avcısı” zannıyla saldırıyorlar Topkapı Sarayı’nın muadiline. Muadil sarayda durum ne? Birinci Adam, gerçeğin farkına varanların başında gelmekte. İkinci Adam da Muşkara’yı Nevşehir’e çevirmeye inanmış. Lakin Birinci Adam’a, birinci adam gibi davranmanın yolunun tıkacı olan Patronalılar, İkinci Adam’ın hareketini bombalarla önlemeye çalışmaktalar. Kabahat, kendilerini Patronalı sanan yerli çakmalarda… Oysa Patronalıların arkasındaki karanlık el burada değil, Patro’nun “komşularımız” dediği başka diyarlardaki ikametlerinde. Her şeyin doğrusunu Âlim olan biliyor ve ancak O’nun dediği olmakta… aralık 2015 77 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Ana kaynak, yani mena değiştirilmiş ve siyaset kendi modelini Batı’dan almaya başlamıştır. Zaten Said Halim Paşa da bunu söylemeye çalışır: “Siyasetini aldığınız yerin aslında ahlâkını da alıyorsunuz…” Çünkü siyaset ahlâktan ortaya çıkar ve Batı’nın bir siyaset modelini veya kurumunu aldığınızda aslında ahlâk düşüncesini de zımnen almış oluyorsunuz. Dolayısıyla ahlâkının dayandığı kaynak olan dinini de farkında olmadan almış ve uygulamış oluyorsunuz. Said Halim Paşa bir ileriki aşamaya gider ve “Batı’nın siyaset modeli bize uymaz” demiş olur. *** Said Halim Paşa 1921’de şehit edilince Cumhuriyet’i görmüyor, ama Batılılaşmanın çok kutsandığını ve abartıldığını o günün sosyolojisine baktığımız zaman elbette fark ediyor. Burada farklı bir adres gösteriyor ve herkesin yönünün Batı’ya döndüğü bir dönemde o “Hayır!” diyor, “Kurtuluş Batı’da değil, asıl köklerimizde, yani Mekke’de, Kâbe’de, yani İslâm’da!” demiş oluyor. Bu yönüyle bakınca, söz konusu bu deyişi slogan olmasının ötesinde, çok anlamlı buluyorum. 78 aralık 2015 Zehra Dülek // zehradulek.ajanda@gmail.com Bütün kalpler Kâbe’ye döner, her yol Mekke’ye çıkar! Ü LKEMİZ, 2015 yılını neredeyse külliyen seçim rüzgârının tesiri altında geçirdi. Önce 7 Haziran seçimlerinin heyecanlı ve zorlu sürecini soluduk. Sonra AK Parti’nin birinci parti olarak seçimleri tamamlamasına rağmen ahlâkî değerlerini sıfırlamış gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı basının ipe sapa gelmez manşetlerinin ve elle tutulur yanı olmayan argüman ve ithamlarının koyu gölgesini gündelik yaşamdan ekonomimize, dost ilişkilerimizden ülkeler arası ilişkilerimize sirayet eden tezahürlerine şahit olduk. Ve en sonunda 1 Kasım’da söylediklerinin hesabını vermelerini beklemediğimiz, ancak utancını hissetme niteliğini kendilerine bir ikram olarak atfettiğimiz bir seçim sonucu gördük. >> Milletimiz, tercihini AK Parti’den yana yaptığı basiret açıklığı ile rotasını ülkemizde toplumsal istikrardan ve huzurdan, devletin bekasının ehemmiyetinden yana belirledi. Ve şimdi dem, hem millet ve dahi iktidar olarak bu tercihin istikrar ve isabet teyidini müşahede etme demidir! dil, bize önemli bir gerçeği ve hassasiyeti hatırlattı: “Ahlâk”… Son bir yılda, gerek sokaklardaki üslûp, gerekse ekranlardan evimize yansıyan Evet, ahlâkî değerler, hayatın her alanında her adımın rengini, tınısını, süreç ve so- nucunu değiştirecek nitelikte birer erdem. İnsandan topluma sirayet eden ve toplumsal duruşta sese bürünüp yeniden insana dönen bir yankı tesiriyle bizi kuşatan bu erdemin siyasî mecradaki önemine dikkat çekelim istedik. Tam da siyasetin güçlü tesiri altında olduğumuz bugünlerde siyaset ve ahlâk üzerine dostlarımızla değerlendirmeler yapıyorken, bu konuya temas etmiş bir kitabın, ilgilisinin dikkatlerine sunulduğunu gördük. Ve hemen, hiç vakit kaybetmeden, sıcağı sıcağına kitabı kaleme alan yazar ile siz okurlarımızı buluşturalım, tarihten günümüze analitik değerlendirmelerin bulunduğu sayfalarından, satırlarından bahsedelim istedik. İşte o kitap, “Said Halim Paşa’da Siyaset Ahlâkı” ismiyle geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Kitabın yazarı ise ÖNDER (İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği) Başkanı Halit Bekiroğlu. Kendisi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide hem kitabın içeriğine değindik, hem de günümüz siyasetini “ahlâk” gibi ehemmiyetli bir erdem üzerinden değerlendirdik. Şimdi sizleri, Halit Bekiroğlu’nun siyaset ve ahlâk üzerine mülahazaları ile başbaşa bırakıyorum. *** “Siyaseti ahlâktan soyutlayarak ele alamazsanız!” • Siyaset ahlâkına dikkat çeken bir çalışmaya imzaya attınız. “Said Halim Paşa’da Siyaset Ahlâkı” ismiyle yayımlanan kitabınız, ülkemizde siyasî platformda ahlâkî prensiplerin yitirildiği ve akıl almaz çirkinliklerin servis edildi- aralık 2015 79 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ nağı yine ahlâktır, ancak buradan elbette ahlâkın temellerine inmek lazım. Aslında Said Halim Paşa ahlâkı en temelde dine dayandırır. Adaleti ortaya koyacak ve tecelli ettirecek refleks, ahlâk felsefemizden ve ahlâk düşüncemizden kaynaklanır. Siyaseti ve siyaset biçimini de, siyasetteki iyilikleri ve siyasetteki kötülükleri de ortaya koyan şey, sizin ahlâk felsefeniz, ahlâk düşünceniz ve ahlâk inancınızla yakından ilişkilidir. O yüzden ahlâkı öncelikli olarak vurgulamakta fayda olduğu kanaatindeyim. • Kitabınızın içeriği ve akış sürecinden bilgi alabilir miyiz? Medeniyetler kolay kurulmaz, kolay da yıkılmazlar. İslâm medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve kendisini somut olarak kurum ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade etmek istemeyeceklerdir. Buna müsaade etmemeleri normal, ama bizim tam da bu noktada oyuna gelmeyip bu uzun yürüyüşe sabırla devam etmemiz gerekiyor. Birbirimizin enerjisini tüketmek yerine, farklı gerekçelerle birbirimizi tüketmek yerine, nefesimizi ve enerjimizi biriktirip geleceğe kendimizi hazırlamamız gerekiyor. ği bir döneme denk geldi. Meselâ neden adalet değil de ahlâka dikkat çekmek istediniz? Aslında “siyaset ve ahlâk ilişkisi”, tarih boyunca ele alınmış önemli başlıklardan biridir. Özellikle felsefe bağlamında farklı formlarda tartışılmıştır. Hatta Eflatun’un devlet yaklaşımını ya da Farabi’nin Medinetü’l Fazıla (İdeal Devlet) teorisini göz 80 aralık 2015 önünde bulundurduğumuz zaman, “fazilet ile siyaset” ve “ahlâk ile siyaset” direkt birbirleri ile ilişkili konulardır ve tarih boyunca da çoğunlukla bu şekilde ele alınmıştır. Said Halim Paşa, “ahlâk ile siyaset” arasında çok yakın ve köklü bir ilişkiden bahseder. Bu, elbette günümüze de yansımaktadır. Siyaseti ahlâktan soyutlayarak ele alamazsanız! Aslında daha geniş baktığımız zaman ticareti, akademi dünyasını veya sosyal ilişkilerimizi de ahlâktan bağımsız ele alamayız. Sorunuzun son bölümünde vurguladığınız şekliyle “neden adalete değil de ahlâka vurgu” yaptığımıza gelince… Elbette adalet çok önemli bir kavram; ama adaletin, menşeine bakınca bizi yine ahlâka götürdüğünü görürüz. Siyasetin de (yapılış biçimi itibariyle) kay- Dört bölümden oluşan çalışmanın birinci bölümünde Said Halim Paşa’nın hayatını ve eserlerini, ikinci bölümünde dönemin düşünce akımları ve Doğu-Batı karşılaştırması biçiminde tartıştığı siyaset düşüncesini, üçüncü bölümünde İslâm ahlâkı kapsamında ahlâk düşüncesini, dördüncü ve son bölümde ise Paşa’nın ahlâk düşüncesi ile siyasî tasavvurları arasında kurduğu ilişki ve devamlılığı inceliyoruz. Günümüzde sosyal, siyasî ve ekonomik alanda ortaya çıkan sorunlara dair yapılan tespitlere bakıldığında, söz konusu sorunlara ahlâkî değerlerin yitirilmesinin zemin hazırladığı görülüyor. Özellikle içinde yaşadığımız çağda mevcut kabuller, ahlâkı hayatın bütün alanlarının dışına itme konusunda birbiriyle adeta yarışıyor. Yaptığım çalışmanın bu noktada mevcut güncel tartışmalara da ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. “Batı’nın siyaset modeli bize uymaz” • Ahlâk ve siyaseti İslam dü- Zehra Dülek şünce felsefesinden bakarak değerlendirdiğinizi düşünürsek, ülkemizde cumhuriyet ile İslam’ın temel prensipleri (sevgi, saygı, birlik, beraberlik vb) nasıl ve ne şekilde mezcedilebilir? Esasında İslam’ı kendi özgün yapısıyla ele almak lazım; tabiî bu ayrı bir tartışma konusu. İslam’ın bir başka model ile mezcedilebilir olup olmadığı konusuna bu zeminde girmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Özetle belirtecek olursam, İslam’ın kendi özgün yapısıyla yaşamasının gerekliliği kanaatimce sarihtir. Buna inanıyorum. Ama cumhuriyet ile ilişkilendirdiğimiz zaman bütün bir İslam düşünce ve felsefe tarihini de hesaba kattığımızda, siyasetin beslendiği kaynak, cumhuriyet ile beraber tersyüz edilmiştir şeklinde bir cümle belirtebiliriz. Siyasetin beslendiği kaynak, Osmanlı döneminde, diğer İslam toplumlarında ve geçmişte direkt İslam’ın temelleri iken, cumhuriyet ile birlikte Batılılaşma ve modernleşme kaygıları ile o temel değişmiştir. Ana kaynak, yani mena değiştirilmiş ve siyaset kendi modelini Batı’dan almaya başlamıştır. Zaten Said Halim Paşa da bunu söylemeye çalışır: “Siyasetini aldığınız yerin aslında ahlâkını da alıyorsunuz…” Çünkü siyaset ahlâktan ortaya çıkar ve Batı’nın bir siyaset modelini veya kurumunu aldığınızda aslında ahlâk düşüncesini de zımnen almış oluyorsunuz. Dolayısıyla ahlâkının dayandığı kaynak olan dinini de farkında olmadan almış ve uygulamış oluyorsunuz. Said Halim Paşa bir ileriki aşamaya gider ve “Batı’nın siyaset modeli bize uymaz” demiş olur. Said Halim Paşa’nın böyle id- dialı bir söylemi de vardır. Meseleye böyle baktığımız zaman, cumhuriyet ile birlikte siyasetin beslendiği kaynağımız maalesef değişmiştir; sadece bizim değil, bütün bir İslam dünyasının yaşadığı toplumsal travmaların en önemli sebebi belki de budur. • Siyaset ve ahlâka dikkat çekişinizde mutlaka özel nedenler olmalı. Size bu çalışmayı yaptıran iradî kaygı ve gayret nedir? Daha lise öğrenciliğimiz dönemlerinde siyasete ilgimiz oldu. O dönemde Bingöl İmam-Hatip Lisesi’nde okuyordum ve Körfez Savaşı yanı başımızdaydı. Ülkemiz 12 Eylül’den çıkmış ama henüz mecrasını bulamamıştı; dolayısıyla hayata dair görüşlerimiz ve iddialarımız vardı. O atmosferde farklı sivil toplum kuruluşlarında çalışma ve görevlerim oldu. Kitap okumalarımız veya okulda aldığımız sosyal sorumluluğumuzda olsun, hep bir derdimiz vardı ve ideallerle yaşadık. Burada ilk defa size söylemiş olayım, üniversiteye geliş sebebim sadece bu ideallerdir. “Üniversiteye gidip okumalıyım ve ideallerim için mücadele etmeliyim, çaba göstermeliyim” kaygısı ile üniversiteye hazırlandım. Mesele böyle olunca, bir derdiniz ve bir idealiniz olunca, siyaset ile ilişkili olmamanız mümkün değil. Ama öteden beri de siyasetin kurumsal yapısına hep mesafeli durdum. Örneğin 90’lı yıllardan bu yana hiçbir siyasî partiye resmî üye olmadım. “Siyasetin resmî ve hiyerarşik yapısı özgünlüğüme halel getirebilir” endişesindendir bu. Diğer açıdan bakılınca, hiçbir zaman siyasete particilik yaklaşımıyla bakmadım. Buna rağmen siyasete ilgili ve de hep içinde oldum. Elbette siyasî görüşlerimiz oldu ama günübirlik siyasetin ötesine geçmeyi önemsedim. Bunun için de siyasetin hep kaynağına inmeye çalıştım. İslam Felsefesi bölümünde okurken daha çok İslam düşünce tarihindeki siyaset düşüncesi, siyaset felsefesi alanında okumalar yapmaya çalıştım. Tarih bölümü mezunu olmam hasebiyle Said Halim Paşa’yı hem tarihten bir figür olması, hem de siyaset ve ahlâk düşüncesinden ötürü ele almayı önemsedim ve bunları meczetmeye çalıştım. Çünkü İslam felsefesi ya da daha genel anlamda felsefe, siyaset ve ahlâk meselesi, felsefenin en önemli konularıdır. “Said Halim Paşa ‘Asıl kaynağımıza dönmeliyiz’ diyor” • “Her yol Roma’ya çıkar” argümanına İslâmî bir refleks geliştirerek “Her yol Mekke’ye çıkar” diyorsunuz… Bize bu yolculuğun haritasını verir misiniz? Slogan gibi bir cümle belki, ama o günün atmosferinde meseleye baktığımızda bunu daha doğru anlayabiliriz. Sonuçta 1900’lü yılların başında yazılmış bir metin. Orada Said Halim Paşa, aslında bir tür nazire yapmıştır. Herkesin Batı’ya yöneldiği, Batı olmadan bu işin olamayacağını düşündüğü bir dönemde başka bir adres göstermiştir bize. Ve bizim kültürümüze, ahlâkımıza, medeniyetimize atıfta bulunarak aslında öze dönüşü hatırlatmıştır. Bizim için en önemli sembollerden biri olan, en kutsal mekânlarımızdan birincisi olan Kâbe’yi adres göstermiş oluyor böylece. Tam da “Asıl kaynağımıza dönmeliyiz” diyor ve kurtuluşumuzun Batı’ya yönelmekte olmadığını söylemiş oluyor. O dönemlerde –hatırlarsanız- Yusuf Akçura’nın da kitaplaştırdığı “üç tarz-ı siyaset” bahsi vardır. Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık olarak 3 tür siyasetten bahsedilir. Aslında Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılık, Osmanlı’nın çöküşünü engellemek için ortaya konulmuş modeller ve çabalardır. Ama bütün bunlara rağmen Osmanlı sonuç itibariyle yıkılmaya yüz tutmuş ve Osmanlı’nın yerine Cumhuriyet kurulmuştur. Aslında Cumhuriyet kurulurken ta Jön Türkler’den bu yana, İttihad Terakki’de de etkili bir şekilde Batıcılık zihniyeti var. Bu üç tarz-ı siyaset başarılı olmayınca, bir süre sonra “Tek kurtuluşumuz Batı’dadır” anlayışı hâkim olmaya başlıyor. Böylece Cumhuriyet neredeyse tamamıyla Batıcılık üzerine kurulmuş oluyor. Said Halim Paşa 1921’de şehit edilince Cumhuriyet’i görmüyor, ama Batılılaşmanın çok kutsandığını ve abartıldığını o günün sosyolojisine baktığımız zaman elbette fark ediyor. Burada farklı bir adres gösteriyor ve herkesin yönünün Batı’ya döndüğü bir dönemde o “Hayır!” diyor, “Kurtuluş Batı’da değil, asıl köklerimizde, yani Mekke’de, Kâbe’de, yani İslam’da!” demiş oluyor. Bu yönüyle bakınca, söz konusu bu deyişi slogan olmasının ötesinde, çok anlamlı buluyorum. “Modernitenin en temel problemi, madde ile mânâyı beraber ele alamamasıdır” • Mekke’de insan olmaklığımızın temel dinamiklerinin oluşturulduğu, Medine ise iman edenlerin ve salih amel işlemeyi vazife edinmiş mü’minlerin toplum ve şehri oluşturduğu, her ikisininse medeni insan- aralık 2015 81 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Biz ahlâk vurgusu yaparken, aslında sadece siyaset- le ilgili yapmış olmuyoruz bu vurguyu. Ticarette de ahlâk, ailede de ahlâk, ilim alanında da ahlâk, sosyal çevrede de ahlâk... Yani bugün bir başkasının kitabını kopyala-yapıştır sûretiyle çalarak ona atıfta bulunmayan biri, bizim hem geleneklerimize, hem de “intihal” dediğimiz yaklaşıma göre bir tür hırsızlık yapmış oluyor. Ama örneğin bir milletvekilinin hırsızlığı hemen görülürken, bir akademisyenin hırsızlığı hemen farkedilmez. medeni mekân ve toplumun rehberini sunduğu İslam düşünce felsefesi, modernitenin pençelerindeki ülkemizde yeniden uyarlanabilir mi? Güzel bir soru, teşekkür ederim… Said Halim Paşa’nın 82 aralık 2015 bunu mu kastedip bunu mu düşündüğünü tam olarak bilmiyoruz, ama kendisinden bağımsız olarak kendi kişisel kanaatimi belirtmem gerekirse, bizim hem Mekke’nin sadeliğine, basitliğine dönmemiz, ama aynı zamanda bu sadeliği ve basitliği Medine’nin ruhu ve kimliği ile donatmamız gerekiyor. Aslında modernitenin -sizin de sorunuzda geçtiği gibi- en temel problemi, madde ile manayı beraber ele alamamasıdır. Zaten moderniteyi doğuran en temel unsur materyalizmdir ve materyalizmin en büyük sorunsalı ise ruhu, manayı, metafiziği ihmal ediyor olmasıdır. Bunu ihmal ettiğimiz zaman geriye ruhsuz, manasız, köksüz bir fizik, yani bir tür “modern şehir” ve sadece binalardan, araçlardan ibaret bir toplum çıkmış olur. Hatta insana dahi bunu uyarlayabiliriz: Yani sadece görüntüden, gösterişten ibaret insan modeli ortaya çıkmış olur. Bugün en temelde yaşadığımız sıkıntı da zaten modernitenin bu açmazlarına ve çıkmazlarına düşmüş olmamızdır. Dolayısıyla çözüm noktamız, hem Kâbe’nin o sadeliğini tekrar yakalamak, hem de bunu ruhen beslenmiş bir medeniye- Zehra Dülek te, bir şehre, bir Medine’ye dönüştürebilmektir. “Uyanış ve çıkış, ancak geleceğe doğru bakmakla mümkün!” • Balkanlardan Kafkaslara, Gürcistan’dan Filistin’e, hâsılı çevre coğrafyaların umudu olmayı başardık. Bize inanıyorlar. Peki, medeniyet tasavvurumuzun varlığına rağmen siyasî anlayış ve dinamiklerin bu tasavvurun hayata geçişinde ne kadar ve nasıl payı ve etkisi olur? Bütün İslam dünyası olarak aslında çok önemli bir evreden geçiyoruz. Yaklaşık üç asırlık bir geri çekilme ve mağlubiyet sürecinden sonra, yaklaşık yarım asırdır yeniden İslam dünyası kendisini toparlama çabası içerisinde; bence bütün bu günübirlik yaşadığımız olumsuzluklara rağmen İslam dünyası her geçen gün kendisini toparlıyor ve kendisini toparladığı için de bazı sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Yani bugün yaşadığımız sancılar, aslında bir tür doğum sancısıdır ama bu doğumun gerçekleşmesini istemeyen güçler bunu sabote etmek için elbette ellerinden geleni yapıyor, farklı taktiklerle bizi birbirimizle meşgul etmeye çalışıyorlar. İşte tam da bu noktada İslam dünyasının kendine gelmesi ve -o benzetmeyle ifade edersek- doğumun gerçekleşmesi elbette siyasetten bağımsız olamaz. Ancak bu meseleye siyaset olarak baktığımızda, bunları tepeden inme değişimler olarak ele almamız gerekir. Bu değişimin sadece tepeden gerçekleşemeyeceğini, hem aşağıdan yukarıya, hem yukarıdan aşağıya bir değişim gerçekleşmesi gerektiğini bilmemiz gerekir. Salt tepeden inme de- ğişimlerin kalıcı olmadığını bütün yakın tarihî tecrübemiz bize göstermiştir. Ülkemizde ve komşu ülkelerde görüldüğü gibi, dünyada birçok coğrafyada tepeden inme yöntemlerle kalıcı çözümlerin ve değişimlerin olmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bir taraftan siyasetin imkânlarının ve iradesinin mutlaka var olması gerekiyor, ama her şeyi siyasete bağlamanın, her şeyi siyaset kurumları üzerinden yapmaya çalışmanın da kalıcı olmayacağı kanaatindeyim. Aslında bu anlamda Türkiye’de ve bütün bir İslam dünyasında İslam kimliğini önemseyen çalışmalar içerisinde bulunan kişilerin, siyasetin ötesinde üretimlere ve değişimleri gerçekleştirmeye ciddi anlamda ihtiyaçları olduğu kanaatindeyim. Özellikle zihin kodlarımızın bu yönüyle -tabir caizse- formatlanmasının faydalı olacağını düşünüyorum. • Rol modeller insanı ve ülkeleri aktör konumuna getirebilir. Fakat bu ülkenin, bu milletin üzerinde yüzyıllık bir deneme yanılma programı uygulanıyor. İleriye dair bir tasavvur sunar mısınız bize? Yaşadığımız aşamanın önemli bir merhale olduğunu ifade ettim. Eğer yaşadıklarımızı tarihten ve yaşadığımız coğrafyadan bağımsız ele almaya çalışırsak, anakronik tarih yaklaşımı dediğimiz hataya düşmüş oluruz. Yani 200 yıl önceki yaklaşımlarla bugünkü yaklaşımları doğru silsile içerisinde değerlendirmek gerekir. Yine aynı şekilde, Said Halim Paşa’nın neredeyse 100 yıl önce yazmış olduğu bir değerlendirmeyi olduğu gibi alıp bugüne kopyalamaya çalışmak da elbette yanlış olur. Ama sonuçta biz o tarihin bir parçasıyız ve bu coğrafyada yaşıyo- ruz. Bütün bir İslam dünyası olarak baktığımızda da yaklaşık bir “coğrafya” tanımı yapabiliriz. Buradaki bu uyanışın ve çıkışın geleceğe doğru bakmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Yani sizin söylediğiniz o gelecek tasavvurunun doğru ele alınmasıyla mümkün olacağını düşünüyorum. Bunun için şahsen önemsediğim konulardan biri, bu yürüyüşte meseleyi uzun vadeli ele almaktır. 5-10 yıllık yaklaşımlarla değil, 50-100 yıllık tasavvurla meseleye bakmalıyız. Bunun yanı sıra, bu yürüyüşte -az önce satır aralarında da söylediğim gibi- bu doğumun gerçekleşmesini istemeyen güçlerin oyununa gelmememiz gerekir. Medeniyetler kolay kurulmaz, kolay da yıkılmazlar. İslam medeniyetinin yeniden ortaya çıkması ve kendisini somut olarak kurum ve kuruluşlarıyla göstermesi elbette kolay değil; diğer medeniyetler elbette buna müsaade etmek istemeyeceklerdir. Buna müsaade etmemeleri normal, ama bizim tam da bu noktada oyuna gelmeyip bu uzun yürüyüşe sabırla devam etmemiz gerekiyor. Birbirimizin enerjisini tüketmek yerine, farklı gerekçelerle (etnik, siyasi, mezhebi veya meşrebi reflekslerle) birbirimizi tüketmek yerine, nefesimizi ve enerjimizi biriktirip geleceğe kendimizi hazırlamamız gerekiyor. O gelecek tasavvuruna hizmet etmemiz gerekiyor ki bu kolay bir yürüyüş değil. Yolculuğumuz çok meşakkatli, dolayısıyla çok sabretmemiz gerekiyor. Ama o hedeften asla kopmadan, uzaklaşmadan yolumuza devam etmeliyiz! Ben bunun gerçekleşeceğine inanıyorum. Bunun gerçekleşeceğine sosyolojik olarak da, itikadî olarak da inanıyorum. Çünkü bu gidişatı engelleyemeyecekler! Dönem dönem saptırmaya çalışacaklar, dönem dönem sabote etmeye çalışacaklar tıpkı bugün yaptıkları gibi; Irak’ta, Suriye’de, öyle ya da böyle Ankara’daki, Paris’teki patlamalarla bunu sabote etmek isteyecekler, ama bu yürüyüşü engelleyemeyecekler! Sosyolojik olarak engelleyemeyecekleri gibi, itikadî olarak da biz inanıyoruz ki, “Allah nurunu tamamlayacak”. Bundan hareketle, inancımız gereği biliyoruz ki, bu kutlu ama uzun yürüyüşü engelleyemeyecekler! Bizim geleceğe dönük ideallerimiz, davamız, düşüncemiz Allah’ın izniyle mecrasını bulacaktır. “Her geçen gün siyaset de diğer alanlar gibi daha tutarlı, daha ilkeli ve daha seviyeli bir hâle gelecek” • Malumunuz, yeni bir seçim süreci yaşadık; Türk tarihinden bir rol model ile ahlâka temas ettiniz, seçim sürecini göz önüne alınca günümüzdeki siyasî üslubu ve tavırları nasıl buluyorsunuz? Siyaset tarihte de tartışmalı ve daha rahat eleştirilebilecek bir alan. Bunun birkaç sebebi var ama ilk aklıma gelen sebeplere değineyim. Hani Sokrates’in konuşmalarında geçtiği gibi; Sokrates, o günün siyasetçilerini eleştirir ve onların polemik yaptıklarını söyler. Aslında siyasetle polemik arasında çok yakın bir ilişki vardır. Günümüzdeki siyasetçiler de tabiî polemik yaparlar. Daha nazik ifade edecek olursak, bir tür söz ustalığıdır bu. Söylemlerinde bazen abartılı, bazen eksik ifadeler kullanarak kitleleri ikna etmeye çalışırlar. Yani siyasetin özünde biraz da bu vardır. Siyaset insanları yönetme beceri- aralık 2015 83 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ sidir; insanları yönetmenin bir yolu da onları bir şekilde ikna etmektir. Tam da bu noktada ahlâk meselesi devreye girer. İnsanları yönetmek, idare etmek, gönüllerini almak, ikna etmek kötü değildir. Ama bunu yaparken niyetiniz kötüyse, “ahlâksız bir siyaset” ortaya çıkar. Niyetiniz iyiyse, “ahlâklı bir siyaset” ortaya çıkar. Siyasetçilerin sadece söylemleri üzerinden bir değerlendirme yapmak bizi doğru bir yere götürmez. Dolayısıyla üslup ile ilgili olarak siyasetçilerimizin öteden beri sorunları var. Ama çok iyi üsluba sahip, nezaket içerisinde, söylemesi gereken şeyi söyleyen siyasetçilerimiz de var. Bu biraz bizim toplam insan kalitemizle de ilişkili bir durum. Toplum geliştikçe, toplumun refah seviyesi, düşünsel ve kültürel seviyesi geliştikçe siyasetçiler de değişecektir ve ona göre bir dil kullanacaklardır. Bu biraz gelecek tasavvurumuz ve medeniyet anlayışımızla ilgili bir mesele. İnanıyorum ki, her geçen gün siyaset de diğer alanlar gibi daha tutarlı, daha ilkeli ve daha seviyeli bir hale gelecektir. • Ülkemiz, dışarıdan ve içeriden pek çok hesabın yapıldığı nazarlar altında, fakat milletimizin dar ve zor zamanlarda basireti açılıyor. Bu her zaman mümkün olmayabilir; daha bilinçli bir siyasî duyarlılığı nasıl oluşturmalı? İnsanlarımızın kültürel seviyesi, eğitim seviyesi, refah seviyesi geliştikçe bu yönde olumlu etki sağlanacaktır. Ama yetmez, “Her yol Roma’ya çıkar” anlayışından uzaklaşıp “Her yol Mekke’ye çıkar” anlayışına doğru yönelip irfan, idrak ve manevi yoğunluğumuz arttıkça köklerimizle 84 aralık 2015 Zehra Dülek HALİT BEKİROĞLU 1975’te Elazığ’da doğdu. 1993’te Malatya İmam Hatip Lisesi’nden, 1997’de Marmara Üniversitesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını 2001 yılında Marmara Üniversitesi İslam Felsefesi Bölümü’nde yaptı. Birçok sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevler aldı. ÖNDER’de Eğitim, Gençlik ve Spor komisyonlarından sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevinden sonra 13 Haziran’daki 53. Genel Kurulda Genel Başkan oldu. Muhtelif medya organlarında yazıları çıkan Bekiroğlu’nun “Hamira’dan Duşanbe’ye” (şiir kitabı) ve “Said Halim Paşa’nın Ahlak ve Siyaset Düşüncesi” adlı iki kitabı bulunmaktadır. İyi derecede Arapça, Farsça ve orta derecede İngilizce ve Rusça bilen Bekiroğlu, dış ticaretle uğraşmaktadır. Evli ve 3 çocuk babasıdır. de uyumlu, daha ferasetli reflekslerimiz devreye girecektir. Herkes ve her şey için ahlâk • Meselâ pek çok kişi ve “kanaat önderi” kabul ettiğimiz duayen isimler bile son seçimde gerçekleşen sonucu görme noktasında tedirgindi. Yani güzel bir sürpriz yaşandı diyebilir miyiz? Bu sürprizin ayakları sonraki dönemlerde nasıl yere basar? Halkımızın tercihine her zaman saygı duymamız ve bunu doğru anlamamız önemlidir. Ülkemizde halkımızın istikrara dönük bir tercihte bulunmasını doğru anlamak gerekir. Bazen fazlasıyla seçkinci yaklaşıp “üst bir siyaset dili” kullanmaya çalıştığımızda meselenin özünden uzaklaşıyoruz. İnsanlar eleştirileri ve kaygıları olmasına rağmen toplumun huzurunu ve refahını bütün o eleştirilerin ve çelişkilerin üzerinde tutuyorlar. Aslında bu da bir tür ferasettir. Toplumun huzursuz, istikrarsız ve çatışma içerisinde olmasının bedelinin diğer bedelden çok çok daha ağır olduğunu görebiliyorlar. İnsanımızın bu tercihini doğru anlamak ve verdiği bu fırsatı, az önce konuştuğumuz doğrultuda gelecek tasavvurumuzun yeniden oluşumuna katkı sunmak bağlamında değerlendirmek elzemdir. Önümüzdeki on yıllar, yeni medeniyet inşamızın önemli merhalaleri ile bizi yüzleşti- recek ve elbette birçok zorluk söz konusu olacak. Ama tüm bu yaşanmışlıklardan ders çıkartırsak, o medeniyetin inşasında önemli rolümüz olur. • İnkâr, iftira, montaj, manipülasyon ve asparagas haberler, tapeler vs... Zor bir platformda çok kutlu bir değerden söz ediyoruz: Ahlâk… Siz ise bir nevi adres gösteriyorsunuz. Zor değil mi? Başarılabilir mi? Başarılabilir ama kolay değil, onun farkındayım. Çünkü bu ahlâkı yitirmemiz kolay olmadı, belki üç yüzyıllık bir uğraşla bu ahlâktan uzaklaştık. Ahlâkî değerlerden uzaklaşmamız, yozlaşmamız asırlarca sürdüğüne göre, bunu toparlamamız da 3-5 yılda olmayacaktır. Ama ısrarla ahlâk vurgusu yapmamız çok önemlidir. Zira bu olmadıkça zaten gelecek tasavvurumuz da sağlıklı işlemez. İslam medeniyetinin yeniden kendisini ortaya koyması da sağlıklı olmaz. Ahlâk vurgusu yaparken, ahlâkı elbette sadece siyasetten ibaret de görmemek gerekiyor. Siyasetin diğer alanlara göre dezavantajlı bir tarafı var. Daha görünür olduğu için siyasetteki çelişki veya ahlâksızlık hemen ortaya çıkabiliyor. Ama siyaset alanının dışındaki ahlâksızlık bu kadar bariz bir biçimde ortaya çıkmıyor. Mesela ben ticaretle uğraşıyorum. Ticarette bir işadamının yaptığı ahlâksızlık hemen görünmez, fark edilmez, ama bir milletvekilinin yaptığı ahlâksızlık hemen görülür. Çünkü siyaset, daha fazla insanın gözü önündedir. Biz ahlâk vurgusu yaparken, aslında sadece siyasetle ilgili yapmış olmuyoruz bu vurguyu. Ticarette de ahlâk, ailede de ahlâk, ilim alanında da ahlâk, sosyal çevrede de ahlâk... Yani bugün bir başkasının kitabını kopyala-yapıştır suretiyle çalarak ona atıfta bulunmayan biri, bizim hem geleneklerimize, hem de “intihal” dediğimiz yaklaşıma göre bir tür hırsızlık yapmış oluyor. Ama örneğin bir milletvekilinin hırsızlığı hemen görülürken, bir akademisyenin hırsızlığı hemen farkedilmez. Özetle, hayatın tüm alanlarında ve herkes için ahlâk aynı değerde önemli olmalıdır. • Son olarak (kişisel merakım), sosyal medya’da nifak misyonu ile bir isim hayli etkili oldu: “Fuat Avni”… Abdulhamid’e ihanet eden Deli Fuat Paşa ve Abdulaziz’e ihanet eden Hüzeyin Avni Paşa’nın kolajı gibi duruyor bu isim. Said Halim Paşa’yı olması gereken siyasî aktör olarak sunarken bir gönderme yapmayı dilemiş miydiniz? Said Halim Paşa’yı aslında bir rol model olarak çalışmış olmuyorum. Bir kişiyi ele aldığımızda, o kişinin mutlak anlamda iyi bir kişi olmasını savunmuş olmuyoruz. Said Halim Paşa’nın da mutlaka eksiklikleri var. Ama onun İslam- cılık Risaleleri üzerinden hareketle siyaset ve ahlâk ilişkisini ele almaya çalışıyoruz. Burada tam da ahlâkla ilgili olan konu şudur: Fuat Avni örneğinde veya başka örneklerde ahlâk bağlamında, eğer bir düşünceniz var ise, bu düşüncenizi, fikrinizi mecrasında, yerinde ve zamanında söylemeniz gerekir. Bunu meşru zeminlerde ifade etmediğiniz zaman, aslında çok da ahlâklı bir duruş sergilemiş olmuyorsunuz. Bugün Fuat Avni veya başka bir isim, herhangi birinin siyasetle alakalı bir eleştirisi ve iddiası varsa, düşüncesi her ne olursa olsun, gelip bizzat kendisinin siyaset yapması, belki parti kurması, bunun mücadelesini vermesi bana daha ahlâkî geliyor. Fuat Avni de gelip siyaset yapabilmeli, kendi fikirlerini açık, net ve dürüst bir şekilde, kimliğini de ortaya koyarak söyleyebilmeli. Ama gizli saklı tarzlarla, spekülatif yaklaşımlarla, nereden ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan entrikavari işlerle ortaya çıkmak, özü itibariyle ahlâkî değil. • Bu nitelikli söyleşi ve bize bizim kaynaklarımızla yol haritası sunan cevaplarınız için teşekkür ediyor, kitabınızın müstefidi çok olsun diliyorum… Çok teşekkür ediyorum, güzel sorularınız vardı. Benim de bazı konuları yeniden düşünmeme ve zihnimde tartmama vesile oldunuz… aralık 2015 85 HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ Uygur Türklerinin faaliyetlerini hiçbir zaman kaçırmazdı. Ne kadar önemli işi olursa olsun, onun bir çaresini bulur ve işini bırakıp Uygur Türklerinin etkinliklerine katılırdı. Bunu kutsal bir görev olarak bilirdi. İmkânı olduğu halde Uygurların faaliyetlerine katılmayan Türk kardeşlerimizinse gerçek bir Türk ferdine yakışmayan tavırlarını bir ihanet ve hıyanet olarak telakki ederdi. *** ABD’de öğrenim gören Uygur Türkü öğrenciler olarak 10 yıl önce kurduğumuz “Tanrı Dağ Öğrenciler Birliği” adında bir derneğimiz de vardı. Prof. Sancar Hocamız, bu derneğimizin resmî üyesi idi. Derneğimizin faaliyetlerine büyük katkılar yapmıştı. Onun Uygur Türklerinin faaliyetlerinde, protesto eylemleri ile yürüyüşlerinde mutlaka giydiği meşhur “Free East Turkistan” (Doğu Türkistan’a Hürriyet) yazılı tişörtünü büyük kızım tasarlayarak hediye etmişti. *** Aziz Akam, eşi Prof. Dr. Güven Sancar Hanımefendi ile ortaklaşa kurdukları “Aziz and Güven Sancar Foundation” (Aziz ve Güven Sancar Vakfı) adlı vakıf -ki bu vakıf aynı zamanda “Turk House” (Türk Evi) olarak da anılırbünyesinde Türkiye’den gelen Türk kardeşlerimiz ve Uygur Türkleri başta olmak üzere bütün Türk asıllı öğrencilere imkânları nispetinde yardım ediyorlardı. 86 aralık 2015 Uygurların gözüyle Nobel ödüllü PROF. DR. AZİZ SANCAR DNA onarımı alanındaki bilimsel çalışmalarıyla dünyaya adını duyuran ve ABD’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bilim adamı Prof. Dr. Aziz Sancar’ın 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülmesi, Türkiye’ye büyük gurur yaşattı. Bu gelişme, bütün Türk ve İslam dünyasında da büyük heyecan ve sevinçle karşılandı. >> Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 2015 TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri Töreni’nde yaptığı açılış konuşmasında, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın onur verici başarısına minnettarlığını dile getirerek, “Geçtiğimiz aylarda Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamız Nobel ödülüne layık bulundu. Bu durumu büyük bir memnuniyetle karşıladık. Bizim daha çok bilim adamımız olması gerekiyor. Bilimsel çalışmalarda da çıtayı yükseltmemiz ve hedeflerimizi büyütmemiz gerekiyor. Ben sizlere inanıyorum, güveniyorum. Devletimiz olarak üzerimize ne düşüyorsa yerine getirmeye hazır olduğumuzu ifade etmek istiyorum” sözleri ile yüksek bir değerlendirmede bulundu ve her zaman (Orhan Pamuk gibi ülkesine sırtını dönenlerin değil) Prof. Dr. Aziz Sancar gibi vatanına ve milletine vefalı bilim adamlarının yanında olacağını ifade etti. Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türkiye’ye büyük mutluluk yaşatan haberi, birkaç nedenle başarı ve övünç kaynağı idi. Birincisi, Prof. Sancar’ın çalışmalarının kanserle mücadelede ciddi bir hamle ve insanlık tarihini değiştirebilecek bir buluş olarak görülmesidir. İkincisi, Prof. Sancar’ın okuma-yazma dahi bilmeyen sekiz çocuklu bir anne ve babanın 7. çocuğu olarak bu seviyeye yükselmiş olması ve “az çocuk, yüksek kalite” tezini savunanlara acı bir hayal kırıklığı yaşatmasıdır. Üçüncü neden, kendi değerlendirmesinde ülkesine ve toprağına olan bağlılığını ortaya koyarak, “Bu, yıllarca yaptığım çalışmaların bir ödülüdür. Büyük kısmını Türkiye’ye borçluyum! Çünkü Türkiye bana üstün dereceli bir eğitim verdi. O dönemin koşullarında ilk ve ortaokulda, lisede olağanüstü bir eğitim aldım” sözleri ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en dezavantajlı bireylerin bile kendini en iyi şekilde geliştirebilme imkânlarına ve fırsatlarına sahip olabildiğini göstermesidir. Bu da Türkiye’nin özellikle bazı ülkeler için örnek oluşturulabilecek bir kaliteye ve standarda sahip olduğunun göstergesi olarak yansımaktadır. Bir başka neden ise şudur: BBC’nin etnik kimliği ile ilgili kendisine küstahça yönelttiği “Arap mısınız, kısmen mi Türksünüz?” şeklindeki sorusuna tokat gibi bir cevap vererek “Ben Türküm!” demesi, kendini etnik veya mezhep kökleriyle değil, millî kimliği ile tanıtmak sureti ile (etnik ve mezhepsel bölünmelerle karşı karşıya olan Suriye ve Irak gibi Ortadoğu ülkeleri göz önünde bulundurduğumuzda) çok anlamlı bir mesaj vermiştir Prof. Dr. Aziz Sancar. Bu mesaj, aynı tehlikeyi Türkiye’de de oluşturmaya çalışan, yani Türk-Kürt veya Sünni-Alevi gibi ayırımcılık üretmeye çalışan kötü niyetli kesimleri derinden rahatsız etmesi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacı olduğu dönemde Türkiye’de fitne üretmek isteyen iç ve dış mihrakları fazlasıyla hayal kırıklığına uğratmıştır. Ve duyduğumuz gururun en önemli nedeni de şudur: Prof. Sancar Bey’in yıllardır mazlum Uygurların özgürlük mücadelesine büyük moral ve destek vermesinden dolayı Mir Kamil Kaşgarlı // mirkamilkaskarli.ajanda@gmail.com işgalci Çin yönetimi bir hayli rahatsız olmuştur. Çünkü bilim dalında Nobel ödülü alan “ilk Türk” olarak tarihe geçen Prof. Dr. Aziz Sancar’ın, bu büyük başarı ile birlikte Uygurların haklı davasına verdiği desteğini uluslararası basına sunacağı, bunun dikkat çekebileceği ve dolayısıyla Çin’in dünyadan gizlemeye çalışmakta olduğu Doğu Türkistan’daki zulüm ve soykırımların Prof. Dr. Aziz Sancar sayesinde tekrar dünya gündemine gelme ihtimali zalim Çin’i fazlasıyla endişelendirmekteydi. Neticede Prof. Dr. Aziz Sancar Bey’in olumlu mesajı o kadar etkili olmuş ve kötü niyetli karanlık güçler bu mesajdan o kadar rahatsız olmuş olacaklar ki, Türkiye 3 gün sonra acı bir olayla sarsıldı. Prof. Dr. Aziz Sancar Bey’in 7 Ekim’de ilan edilen büyük başarısı, Türkiye’nin bilim insanları yetiştirme potansiyeli ve Sancar Bey’in Uygur sevgisi gerektiği şekilde daha gündeme gelmeden, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda bir patlama meydana geldi. Bu terör saldırısı ile Prof. Dr. Aziz Sancar Bey’in Türk ve İslam dünyasını onurlandıran başarısı, aradan 3 gün bile geçmeden gündemden düşürülmüş oldu. Ama ne ilginç tesadüf ki, patlama yaşandığı saatlerde “Katil devlet!” diye bağırarak oy devşirmeye çalışan, mağdur gösterilmek istenen ve aynı zamanda Prof. Dr. Aziz Sancar Bey’in birlik mesajından rahatsızlık duyan Maocu, komünist, PKK sempatizanları ve olayın failleri, Uygur sevgisinden rahatsız olan komünist Çin’in ideolojik beslemeleri idiler. Prof. Dr. Aziz Sancar Şimdi gelelim Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Uygur sevgisine, insanî ve kişilik yönünden daha bilinmeyen önemli vasıflarına... aralık 2015 87 HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ İsveç Kralı Carl 16. Gustaf ve eşi Kraliçe Silvia, Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen Prof. Dr. Aziz Sancar ve diğer Nobel ödüllerini kazananları, akşam yemeğinde ağırladı. Aziz Akamız çok dindar ve inançlı bir kişi olduğu için, bölgede yaşayan Türklerin çocuklarına pazar günleri Kur’an-ı Kerim kursları açtı. Onlara dinî bilgiler verdi. Onların okul derslerine de yardım ediyordu. Benim iki kızıma da Aziz Akam bizzat Kur’an-ı Kerim öğretti. Bir diğer Uygur kardeşimizin evladı da yine Aziz Akam’dan bizzat Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi. Bu bölgede yaşayan -yaklaşık 10 kadar- çeşitli boylara mensup Türk çocuklarına her pazar günü, ciddi iş temposuna rağmen işini bırakarak Kur’an ve din dersleri veriyordu. Nobel ödüllü Prof. Sancar’ın Uygur sevgisi Prof. Dr. Aziz Sancar’ın 88 aralık 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülmesi, bütün Türk-İslam dünyasını sevince boğduğu gibi, mazlum Uygur Türklerinin de büyük mutluluk kaynağı oldu. Sancar’ın ABD’de Uygur Türklerinin dostu ve yakın destekçisi olarak tanınıyor olması, ABD’ye tahsil amaçlı gelen Uygur Türkü öğrencilerin en büyük destekçilerinden sayılması, kendisinin kurduğu ve aynı zamanda kıymetli eşi Prof. Dr. Güven Sancar’ın da müdür olarak görev yaptığı “Türk Evi”nde Türkiye ve Türk dünyasının değişik yerlerinden gelen öğrenicilere devamlı surette destek veriyor olması, Uygur çocuklara bizzat Kur’an öğretmesi, dinî ve millî değerlerine, bilim ve eğitime sımsıkı sarılmadan Çin işgali ve asimilasyonundan kurtulmanın mümkün olmayacağı yönünde öğütler vermesi, özellikle Nobel ödüllü Âlimimizin “Free East Turkistan” (Doğu Türkistan’a Özgürlük) yazılı tişörtü ile çekilen fotoğrafının TRT Uygurca sitesi başta olmak üzere birçok resmî basında ve sosyal medyada yayınlanması Uygurları çok duygulandırdı. Hiç şüphesiz ki, bir Doğu Türkistanlı ve aynı zamanda bir gazeteci olarak ilk başta heyecanlanan ve gözleri ıslanan yine ben oldum. Bu güzel haberle Uygur halkını ilk haberdar etmenin ve Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Uygur sevgisi hakkında ilk söyleşiyi gerçek- Mir Kamil Kaşgarlı leştirmenin gurunu yaşayan da yine ben oldum. Yeğen Hakan Sancar Bey’in bana aktardığı fotoğraf ve bilgilere dayalı olarak kısa bir araştırmadan sonra, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın bir Uygur aile dostu, öğrencisi ve aynı zamanda ABD’de yaşayan hemşehrim Dr. Abdır Razak Tuğluk Bey’e telefonla ulaştım ve TRT Uygurca resmî web sitesinde yayınlamak üzere bir söyleşi gerçekleştirdim. Bana göre Prof. Dr. Aziz Sancar Bey, bir bilim adamı olmanın yanı sıra şuurlu ve duyarlı büyük bir dava insanıdır. Yalnız bilimin zirvesinde değil, insanlık ve İslam ahlakının da özellikle zalime karşı mazlumun yanında olma şuurunun zirvesinde olan yüce ruhlu bir büyük insan Aziz Sancar. Gerçekleştirdiğim söyleşinin Türkçe tercümesini okuduktan sonra sevgili okuyucularımızın da bu konuda bana hak vereceğinden eminim. *** Hill Üniversitesi’nde öğrenim gören tek Uygur bendim. Bir gün kendisi ile bir halı mağazasında karşılaştım, çehresi dikkatimi çekti. Yanına giderek selam verdim ve kendimi tanıttım. Kendisinin Uygurlara çok benzediğini söyledim. Sancar Hoca gülümseyerek, “Doğru tahmin etmişsin, ben yüzde 20 Uygurum!” dedi. Kendisi ile tanışıklığımız ve dostluğumuz böyle başlamış oldu. Sancar Hoca Uygur Türkçesi öğrenmek isteğini söyledi. Ben de bunu memnuniyetle yapabileceğimizi ifade ettim. Böylece Sancar Hocama Uygur Türkçesi öğretmeye başladım. O da bana Türkiye Türkçesi öğretti. Böylece yakın dostlardan olduk. Davut’un uzmanlık ve bilimsel araştırma hocası oldu. Yaklaşık 10 yıl Sancar Hoca’nın yanında öğrenim gördü ve bir yandan da çalışmalarına yardımcı oldu. • Prof. Dr. Sancar Hocamızın yeğeni Hakan Sancar, yaptığı kısa açıklamasında, bize amcasının ABD’de Uygur Türklerinin faaliyetlerine aktif olarak katıldığını söylemişti. Siz onun yakın bir dostu olarak bu konuda bildiklerinizi aktarabilir misiniz? Prof. Dr. Sancar Hocamız, yaratılışı olarak mütevazı, fazla konuşmaktan kaçınan ve fazla gündeme gelmekten pek hoşlanmayan sade bir yapıya sa- Eşim Dr. Lale Davut da 1991’de Urumçi’de tıp fakültesindeki doktorasını tamamlayıp yanıma geldi. Prof. Sancar Hocamız, eşim Dr. Lale • Sayın Dr. Tuğluk Bey, sizin Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızın yakın aile dostu olduğunuz biliniyor. Kendisi ile nasıl tanıştınız? Ben, Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamız ile 1990 yılında J. Hill Üniversitesi’nde matematik bilimi dalında doktora öğrenimimi sürdürürken tesadüfen tanıştım. O zamanlar J. aralık 2015 89 HABERA JANDA/ PORTRE-SÖYLEŞİ Hocamız, “Doğu Türkistan meselesini Türk-İslam âleminin ve tüm insanlığın sorunu haline dönüştürmek lazım” sözleri ile bu ulvî fikirlerini konuşmalarımızda ve sohbetlerimizde sürekli gündeme getirir ve bizlere de bu fikri telkin eder, aşılamaya çalışırdı. hiptir. Zamanını boş geçirmez, fazla eğlence ve gezmesi de yoktur. Onun esas işi, bilimsel araştırmalar yapmak, mesleğindeki deneyimlerini öğrencilerine iyi bir şekilde aktarmak ve öğretmektir. Hatta ABD’de kaldığı 40 yıl içerisinde bir kez dahi otomobil kullanmamıştır. Bu nedenle sosyal aktivitelere fazla katılmazdı. Ancak Uygur Türklerinin faaliyetlerini hiçbir zaman kaçırmazdı. Ne kadar önemli işi olursa olsun, onun bir çaresini bulur ve işini bırakıp Uygur Türklerinin etkinliklerine katılırdı. Bunu kutsal bir görev olarak bilirdi. İmkânı olduğu halde Uygurların faaliyetlerine katılmayan Türk kardeşlerimizinse gerçek bir Türk ferdine yakışmayan tavırlarını bir ihanet ve hıyanet olarak telakki ederdi. Bu sebeple Uygur Türklerinin faaliyetlerine mutlaka iştirak ederdi. 90 aralık 2015 Ayrıca bu tarihlerde ABD’de öğrenim gören Uygur Türkü öğrenciler olarak 10 yıl önce kurduğumuz “Tanrı Dağ Öğrenciler Birliği” adında bir derneğimiz de vardı. Prof. Sancar Hocamız, bu derneğimizin resmî üyesi idi. Derneğimizin faaliyetlerine büyük katkılar yapmıştı. Onun Uygur Türklerinin faaliyetlerinde, protesto eylemleri ile yürüyüşlerinde mutlaka giydiği meşhur “Free East Turkistan” (Doğu Türkistan’a Hürriyet) yazılı tişörtünü büyük kızım tasarlayarak hediye etmişti. • Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızın Uygur Türkü öğrencilere önemli yardımlar yaptığı yönünde bilgiler aldık. Hocamız kimlere nasıl yardımcı oldu? Prof. Sancar Hocamız çok mütevazı bir kişiliğe sahiptir. Başkalarının kendisine “Dr.” veya “Prof.” diye hitap etmesinden de pek hoşlanmaz. Bana da kendisine adı ile hitap etmemi tembihlemişti. Bu nedenle biz Uygur Türkleri, kendisine Uygurca olarak “Aziz Aka” (Aziz Ağabey) diye hitap ediyorduk, buna alışmıştık. Bu nedenle bundan sonraki sözlerimi de kendisine hitap ettiğim şekilde “Aziz Akam” diye sürdüreceğim. Gerçekten günümüzde Aziz Akamız gibi duyarlı ve yardımsever insanlar çok nadir olarak bulunuyor. Özellikle kendi ülkesinde ezilen ve zulme uğrayan Uygur Türklerine hiçbir şeyini esirgemezdi. Onun en fazla yardımına erişen Uygur ise başta ben ve ailemdir. Eşim Dr. Lale Hanım’a 10 yıldan fazla bir süre ile rehber hocalık yaptı. ABD şartlarında bir profesörün bir öğrenciyi, hele bu öğrenci bir tıp öğrencisi ise 10 yıl eğitim vermesi kolay bir iş değildir. Bunun için birçok maddî bedel ödemek gerekiyor. Bizden başka, diğer Uygur kardeşimiz Mücahit Tursun’a da 2 yıl süre ile yardım etti. Murat Kadir kardeşimizi de çok destekledi. Ona maddî olarak katkı veremese de fikir vererek yönlendirdi. Okula yerleşmesine çok yardımcı oldu. Şimdi de ülkemizden gelen birçok Uygur Türkü kardeşimizin öğretim kurumlarına yerleşmelerine yol göstermekte ve onları doğru yönlendirmeye gayret etmektedir. Aziz Akam, eşi Prof. Dr. Güven Sancar Hanımefendi ile ortaklaşa kurdukları “Aziz and Güven Sancar Foundation” (Aziz ve Güven Sancar Vakfı) adlı vakıf -ki bu vakıf aynı zamanda “Turk House” (Türk Evi) olarak da anılır- bünyesinde Türkiye’den gelen Türk kardeşlerimiz ve Uygur Türkleri Mir Kamil Kaşgarlı başta olmak üzere bütün Türk asıllı öğrencilere imkânları nispetinde yardım ediyorlardı. Aziz Akamız çok dindar ve inançlı bir kişi olduğu için, bölgede yaşayan Türklerin çocukları için Pazar günleri Kur’an-ı Kerim kursları açtı. Onlara dinî bilgiler verdi. Onların okul derslerine de yardım ediyordu. Benim iki kızıma da Aziz Akam bizzat Kur’an-ı Kerim öğretti. Bir diğer Uygur kardeşimizin evladı da yine Aziz Akam’dan bizzat Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi. Bu bölgede yaşayan -yaklaşık 10 kadar- çeşitli boylara mensup Türk çocuklarına her Pazar günü, ciddi iş temposuna rağmen işini bırakarak Kur’an ve din dersleri veriyordu. Yıllar sonra başka bir şehre göç ettik. Talebesi olan büyük kızımın üniversite mezuniyet törenine Prof. Sancar Hocamız uçakla gelerek katıldı ve kızımı kutladı. Bu tavrından dolayı bizler son derece duygulandık ve çok mutlu olduk. • Prof. Dr. Sancar Hocamızın Uygur Türklerine karşı olan sevgisi ve ilgisinin arkasında sizin aile dostluğunuzun etkisinin olduğunu da söyleyebilir miyiz? Elbette etkisi vardır, ama Aziz Akamız Uygur Türklerine özel ilgi duyan ve onların dertleri ile dertlenen alicenap bir büyüğümüzdür. Dolayısıyla bizden Doğu Türkistan’ın ve Uygur Türklerinin içinde bulunduğu dramatik durum hakkında sık sık sorular sorar ve bilgiler almaya çalışırdı. Biz de Uygur Türklerinin durumu ve vatanımızda olup bitenlerle ilgili sürekli kendisini bilgilendirirdik. Aziz Akam bir tıp, fizik ve kimya bilgini olmasına rağmen sosyal bilimler, tarih ve coğrafya ile de ilgilidir, bu konuda çok derin ve kuvvetlidir. Özellikle millî kimlik duygusu çok güç- lüdür. Ben kendisinin mazlum Uygur Türklerine olan yüksek hassasiyetini ve ilgisini de bu millî duygularının çok güçlü olmasına bağlıyor, böyle olduğunu düşünüyorum. • ABD’de muhaceret hayatı yaşayan Uygur Türklerinin Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızda nasıl bir etkisi var? Aziz Hocamız Uygur Türklerinin geleceği hakkında neler düşünmektedir? ABD’de yaşayan Uygur Türklerinin Aziz Akam üzerinde olumlu tesirler bıraktığını düşünüyorum. Aziz Akam daha çok Uygur öğrenciler ile haşir neşir olduğu için, bazı olumsuzlukların olması tabiî ki mümkündür. Birkaç kez bana Uygur öğrencilerin ve bazı aydınlarımızın olumsuz tavır ve tutumundan şikâyet ederek, “Uygur Türkü öğrenciler diğer öğrencilere göre biraz daha tembeller. Üstelik kendi kişisel çıkarını daima önde tutan ferdîlik ve bencillik duyguları çok güçlü. Yüksek gaye ve hedefe kendini adayan, bu yolda gayretli bir çaba ve çalışma içerisinde değiller. Benim tanıdığım Uygur Türkü aydınların sorumluluk ve manevî duyguları, hem de dinî ve millî değerlerine sahip çıkma anlayışları çok zayıf ve az” tespitini yapmıştı. Aziz Akam her olaya bilimsel yaklaştığı ve olayları bilimsel olarak yorumladığı için Uygurlardaki bu olumsuzlukların esas sebebi olarak hiçbir zaman Uygur Türklerini suçlamazdı. Bunu belki uzun tarihten beri esaret ve istilacıların asimilasyon siyaseti altında yaşamanın doğal sonucunda şekillenen psikolojik ümitsizlik anlayışının bir neticesi olarak görürdü. Esaret psikolojisinin ümitsizlik ruh haletini şekillendireceğini ifade ederdi. Özellikle işgalci gücün ve onun yönetiminin mahkûm ve köle olarak baktığı Uygur Türklerini tahakküm ve hâkimiyeti altında sorunsuz olarak tutabilmek için onların iradesini tembel, hazıra konan, millî ve dinî kimlik anlayışından mahrum olarak yetiştirmelerinden kaynaklandığını ifade ederdi. Bundan kurtulmalarının tek yolunun da bağımsızlık ve özgürlük olduğunu söylerdi. Şimdi çok kıymetli Aziz Akamızın Uygur Türkleri ve onların geleceğine dair düşünceleri üzerinde maddeler halinde duralım: 1. Aziz Aka, Uygur Türklerinin geleceğinden kesinlikle umutludur! Zira kendisini daima “Ben yüzde 20 Uygur Türküyüm” diye ifade ederdi. 2) Uygur Türklerinin Türkİslam tarihine çok önemli katkılar sağladığını söyler. Uygur Türklerinin Türk-İslam kültür ve medeniyetine kattığı eşsiz katkılar hakkında uzun uzun durur. Bu konuda çok bilgilidir. 3. Uygur Türklerinin çok zeki, akıl ve feraset sahibi ve de medenî bir Türk toplumu olduğunu belirtirdi. 4. Uygur Türklerinin en kadim ve tarihî bir kimliğe sahip bir Türk boyu olduğunu ve çağlar içinde Türk milletini şerefle temsil ettiğini ifade eder. Uzun geçmişinde Türk millî kimliği ile İslam anlayışını çok iyi sentez ederek yeni ve özgün bir Türk-İslam kimliği meydana getirdiklerini söylerdi. Eskiden olduğu gibi, günümüzde de Uygurların millî ve dinî kimliklerine yine ısrarla sarıldıklarını ve kendileriyle birlikte gelecek kuşaklarını bu kimlik ile yetiştirebildikleri takdirde bütün olumsuzlukların ve zorlukların üstesinden gelebileceklerini belirtirdi. 5. Özellikle Uygur Türkleri sorununu ABD ve AB gibi, demokrasi ve çağdaş değerleri benimseyen Batı ülkelerinde, onların siyasî, ekonomik ve diplomatik çıkarlarına etki edebilecek bir konuma getirmenin mümkün olabileceğini ifade ederdi. Bu şart ve ortamların oluşmasından sonra bütün ümit ve arzuların gerçekleşebileceğini sürekli ifade eder ve bizlere teselli ve ümit verirdi. Bunun için de Doğu Türkistan Türklerinin Uygur, Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen, Azeri ve benzeri boyların en kısa zamanda birleşmeleri ve birbirlerini ayırmamaları gerektiğini, bütün Türklerin MüslümanTürk ortak kimliği ile düşünmesi ve hareket etmelerinin gerekli olduğunu, Müslüman Uygur Türklerinin şimdi karşı karşıya bulunduğu baskı, zulüm ve asimilasyonun sadece Uygur sorunu olmadığını ve bunu bütün Müslüman Türk milletinin sorunu haline getirmek gerektiğini söylerdi. 6. Hocamız, “Doğu Türkistan meselesini Türk-İslam âleminin ve tüm insanlığın sorunu haline dönüştürmek lazım” sözleri ile bu ulvi fikirlerini konuşmalarımızda ve sohbetlerimizde sürekli gündeme getirir ve bizlere de bu fikri telkin eder, aşılamaya çalışırdı. Ben, şahsen kendimdeki Türk-İslam anlayışının, Aziz Akamın bu ve benzeri sohbet ve konuşmaları sayesinde şekillendiğini iftiharla söyleyebilirim. Bu benim kanaatimdir. • Nobel ödülü alarak Türkiye’mizin, Türk-İslam âleminin ve özellikle biz kalbi kırık Doğu Türkistanlıların sevinç, moral ve teselli kaynağı olan yürek dostumuz, Akamız, Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızla ilgili bilgi ve düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum. Sağ olunuz! Bana bu imkânı verdiğiniz için ben de size teşekkür ediyorum. aralık 2015 91 haberajanda Dış Politika “Suriye, uluslararası anlaşmalarla imzaladığı doğalgaz boru hattı anlaşmasını feshetti; anlaşmaların tazminatlarını Suriye’nin yerine İran ödeyerek rejime her konuda desteğini bildirdi. Yani Esad doğalgaz boru hattının anlaşmasını İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme en çok Avrupa ve Türkiye’ye doğalgaz satan Ruslara ve İranlılara yaradı. İran ve Rusya, doğalgazda üçüncü bir alternatif istemedikleri için Suriye’de rejime ellerinden gelen tüm yardımı yapıyor. Suriye’nin Humus vilayetinde de doğalgaz var. Bunu halk DAEŞ’in Şear dağını ele geçirmesiyle ancak öğrenebildi. Suriye’de petrolün geliri halka değil, sadece rejime akıyor ve bunu her Suriyeli biliyor.” (AA Suriye Baş Muhabiri Ali Demir) 92 aralık 2015 Rusya, Suri O RTADOĞU’ya son 25 yıldır hâkim olan jeopolitik mücadeleden kendine sürekli pay çıkarmaya çalışan Rusya, sonunda sahada fiilen yer aldı. Bölgede güç gösterisi yapmak için fırsat kollayan Rusya, Ukrayna ve Kırım’dan sonra kendisine yeni bir faaliyet alanı bulmuş oldu böylece. Zehra Ulucak zehraulucak.ajanda@gmail.com ye’de ne arıyor? >> Rus Çarı Büyük Petro’dan Putin’e kadar tüm Rus devlet başkanlarının sıcak denizlere inme hayali de bir bakıma gerçek oldu ve Rusya, Ortadoğu’nun enerji koridoru- nu Doğu Akdeniz’den kontrol edebilmek için çok sayıda Antonov tipi büyük askerî kargo uçağını Esad ailesinin memleketi olan Lazkiye’ye indirdi. Hama, Humus ve İdlip’te El-Nusra, Fetih Ordusu, Ahraru’ş-Şam ve ÖSO’ya yönelik operasyonlar düzenleyen Rusya, Suriye’ye “insanî yardım” sağladığı yalanıyla yıllardır devam eden silah desteğini kendince meşrulaştırıyor. Uluslararası basında çıkan haberlere göre, Rus askerî ekipmanlarının gittiği yerlere Rus ordusunun danışmanları ve eğitmenleri de gidiyor. Rusya ise hâlâ bu askerlerin Suriye’ye verilen askerî teçhizatın bakımından sorumlu olduğunu ileri sürüyor. Sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın yurtdışında bulunan tek askerî üssü, Ortadoğu’daki en önemli stratejik müttefiki olan Suriye’nin Tartus kentinde. 1971’den bu yana önce SSCB’nin, sonra Rusya’nın Akdeniz filosuna ev sahipliği yapan bu şehirde Tartus Limanı’na demirlenen Rus donanmasına ait gemilerle kent, Rusya’nın küçük bir deniz üssü haline getirilmiş durumda. Öte yandan, Tartus’ta konuşlanan uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleriyle Esad rejiminin bölgedeki güvenliği de güçlenmiş oldu. Suriye’de yaşanacak olası bir rejim değişikliği Akdeniz’deki Rus etkisinin geleceğini riske atacağından, Rusya bu riski göze almak istemedi. Körfezden Avrupa’ya akacak olan gaz hatlarını şimdiden kesen Rusya, Suriye’ye asker çıkararak Ortadoğu’daki enerji koridorunun sadece ABD ve AB’nin tekelinde olmadığını, Rusya-Çinİran’dan oluşan Asya gücünün de bölgede söz sahibi olduğunu göstermiş oldu. ABD’nin Suriye’de giderek azalan hegemonyasından istifade ederek devreye giren Rusya, silah endüstrisini Suriye’deki mazlumları katlederek test ediyor. 1956’da yapılan askerî işbirliğiyle Suriye ile yakın temas halinde olan Rusya, İran ve Libya ambargolarından sonra Suriye’nin silah ithal ettiği en önemli pazar oldu. Suriye’yi ticarî anlamda da kaybetmek istemeyen Rusya, bu ülkede kriz başladığından bu yana çatışmanın örtülü tarafı olurken şimdi ise kartlarını açık oynamaya başladı. 60 yıldır Suriye’ye destek veren Rusya’nın bir diğer amacı da “Ortadoğu’da ben de varım!” mesajı vermek oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz kaynaklarının kontrolünü ABD ve AB’ye kaptıran Rusya, son yıllarda NATO destekli hükümetin başa geldiği Libya’da da benzer zarara uğrayınca Suriye’de elini çabuk tutup vakitlice ABD ve Batı’nın karşısına çıkmış oldu. Rusya’nın asıl korkusu, DAEŞ’e ya da diğer radikal İslamcı örgütlere katılmak için Suriye’ye gidenlerin ülkelerine geri döndüklerinde başlarına bela olması. Öyle ki, sırf DAEŞ’e katılan Çeçen savaşçıların sayısı dahi 2 bin 400’e ulaşmış durumda. Amerikan CBS televizyonuna konuşan Putin, “Onların ülkeye dönmesini beklemek yerine, Esad’a, Suriye topraklarında onlarla savaşması için yardım etmek daha iyi. Dolayısıyla Esad’a destek vermeye bizi iten ve teşvik eden en önemli şey bu! Genel anlamda da bölgenin istikrara kavuşmasını istiyoruz” dedi. Putin, Rusya’nın Ortadoğu’da liderlik rolü üstlenmeyi mi amaçladığına dair sorulan bir soruya “Pek değil!” yanıtını verse de, bir yandan da müttefiklerine “Ben buradayım!” mesajı veriyor. ABD liderliğinde DAEŞ’e yönelik başlatılan hava operasyonları, 8 Ağustos’ta birinci yılını tamamladı. Hava saldırı- aralık 2015 93 haberajanda Dış Politika Kırım’ın işgalinden sonra uygulanan uluslararası yaptırımlar ve düşen petrol fiyatları nedeniyle ekonomisi giderek kötüleşen Rusya, bölgede Şii ittifakı kurup enerji kaynaklarını kontrol altına almayı planlıyor. Rusya’nın temeldeki amacı, Körfez’den gelen doğalgazın geçtiği Suriye’de hâkimiyet kurarak doğalgazın Avrupa pazarına ulaşmasını engellemek ve ayrıca İran’la rekabet etmek yerine işbirliği sağlamak. (Körfez’den gelen doğalgaz boru hattı, Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye’den geçip Türkiye’ye kadar geliyor. İran, Suriye’den bu boru hattının iptalini istedi. Ruslar ve İranlılar Körfez’in gazının karadan Türkiye’ye ve Avrupa’ya gitmesini engelliyor.) larının ABD’ye 12 aylık maliyetinin 3,5 milyar dolar olduğu, eğit-donat projesi için 500 milyon dolar ayrıldığı açıklandı. Ancak yapılan harcamalara rağmen DAEŞ’e karşı etkili bir sonuç alınamadı ve Irak’ta Ramadi, Suriye’de ise Palmyra antik kenti DAEŞ tarafından ele geçirildi. Eğit-donat projesi kapsamında 5 bin kadar 94 aralık 2015 ılımlı muhalifin DAEŞ’e karşı savaşmak üzere eğitilmesi tasarlanırken, Suriye’de sadece dört beş eğit-donat personeli kaldığı belirtildi. Esad rejim ordusunun Suriye’deki tek “meşru” askerî güç olduğunu ve terörizmle savaştığını savunan Putin ise, ABD’nin DAEŞ ile mücadele kapsamında silahlandırdıkları muhaliflerin DAEŞ’e katıldığını her fırsatta dile getirdi. Washington’dan gelen haberler, ABDli bazı yetkililer tarafından Rusya’nın Suriye’de artan askerî varlığının Esad’a destektense Esad sonrası döneme hazırlık olduğu görüşünün benimsendiği yönünde. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise desteklerinin bireysel olarak Esad’a değil, Suriye Devleti’ne ve hükümetine olduğunu belirterek, “Biz Suriye hükümetinin DAEŞ’e karşı mücadelesini destekliyoruz. Yani meşru Suriye hükümetini destekliyoruz, bireysel olarak Esad’ı değil. ABD ise Suriye’deki meşru hükümeti yıkmaya çalışan teröristlere destek veriyor” dedi. BBC’nin haberine göre Lavrov’un bu sözleri, “Moskova, Esad’ı belli bir noktada gözden çıkarabilir” yorumlarına neden olmuş durumda. Suriye’de kurtların dansı: Peki, son nasıl olacak? Suriye’de Esad rejimine destek olmak konusunda hemfikir olan Rusya ve İran, mevzu Ortadoğu’da güç gösterisi olunca kendi çıkarlarından elbette taviz vermiyor. Rusya, Suriye’ye asker çıkararak İran ile “5+1 ülkeleri” arasında imzalanan nükleer anlaşmayla İran’ın bölgede artan gücünü kırmak için bir nevi hamle yapmış oldu. Bu fikrin arkasında da muhtemelen İran’a uygulanan yaptırımların kalkmasıyla İran enerji kaynaklarının Batı’ya açılması ihtimali yatıyor. Kırım’ın işgalinden sonra uygulanan uluslararası yaptırımlar ve düşen petrol fiyatları nedeniyle ekonomisi giderek kötüleşen Rusya, bölgede Şii ittifakı kurup enerji kaynaklarını kontrol altına almayı Zehra Ulucak planlıyor. Rusya’nın temeldeki amacı, Körfez’den gelen doğalgazın geçtiği Suriye’de hâkimiyet kurarak doğalgazın Avrupa pazarına ulaşmasını engellemek ve ayrıca İran’la rekabet etmek yerine işbirliği sağlamak. (Körfez’den gelen doğalgaz boru hattı, Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye’den geçip Türkiye’ye kadar geliyor. İran, Suriye’den bu boru hattının iptalini istedi. Ruslar ve İranlılar Körfez’in gazının karadan Türkiye’ye ve Avrupa’ya gitmesini engelliyor.) Rusya’nın Suriye’deki askerî varlığının kesinleşmesiyle petrol fiyatlarında ufak bir yükselme olmuş ve fiyatlar önce 50 dolara yaklaşmış, sonra Suudi Arabistan ve ABD’nin müdahalesiyle 46 dolara düşmüştü. Rusya, şu an ne yapıp da önümüzdeki sene eksi vermemek için 60 doların altına düşmemesi gereken petrol fiyatlarını yükselteceğinin hesabını yapıyor. Anadolu Ajansı Suriye Baş Muhabiri Ali Demir’le yaptığımız görüşmede, Demir bölgedeki son gelişmelerle ilgili açıklamalarda bulundu. Ali Demir, Suriye’ye terör örgütü DAEŞ’le mücadele kapsamında gelen Rus ordusuna ait savaş uçaklarının, şimdiye kadar terör örgütüne yönelik hiçbir saldırıda bulunmadığı gibi, Rusların saldırılarının genellikle Humus, Hama, İdlib ve Halep’te ılımlı muhaliflerin karargâhlarına ve sivil yerleşim yerlerine yönelik olduğunu söyledi. Demir, Hama’nın kuzeyi ile Halep’in güney kesimlerinde rejim güçlerine havadan destek sağlayan Rus uçaklarının saldırılarından kaçan binlerce kişinin, Halep’in güneyinden İdlib’in kuzeyine, Hama’nın kuzeyinden de İdlib’in güney kesimlerine sığındığını belirtti. Demir, “DAEŞ, Suriye’de sivil yerleşim yerlerine saldırmazken, rejim ordusu ve Ruslar sivil yerleşim yerlerine saldırarak 120 binden kişinin yerinden olmasına neden oldu. Halep’in güney kesimlerinden ve Hama’nın kuzeyinden güvenli bölgelere göç edenler, Rusların hava saldırılarından kaçtıklarını belirtiyorlar. Terör örgütü, halkı koalisyon güçlerinin saldırılarına karşı birçok bölgede kalkan olarak kullandığı için halkı yerinden etmiyor, tam tersine halkın bölgede kalmasını istiyor” açıklamalarında bulundu. Suriye’deki Kürtlerin yaşam koşullarıyla ilgili olarak sorduğumuz soruya Demir, “Suriye’deki Kürtler fikir olarak Rusya’ya daha yakın aslında. Esad yönetimi başa geldiğinden bu yana Kürt bölgelerinde bir asimilasyona giderek Sünni Kürtleri zamanla ateist hale getirmiş durumda. 400 bine yakın Kürde de hiçbir hak verilmemiş olup, bu Kürtlerin ülkede hiçbir sosyal ve hukuksal hakları yok. Suriye’nin kuzeyinde yaşayan ve hiçbir hakkı olmayan bu Kürtlerin çocukları okula gidemiyor, araç, ev ve taşınmaz hiçbir şey alamıyorlar. Bir köye, beldeye veya şehre giderken bölge yöneticisinden izin almak zorundalar. Esad rejimi Kürtleri komünistleştirdiğinden dolayı Kürtler arasında çok az sayıda inançlı insan bulunuyor şimdi kuzeyde. Bu da PYD’nin işine geliyor. Zira PYD genellikle ateist gençleri bölgede en iyi şekilde kullanmaya bakıyor. PYD Eş Başkanı Salih Müslim, ABD’den önce Ruslarla diyalog halindeydi, ta ki DAEŞ Kobani’ye saldırana kadar. DAEŞ’in Kobani’ye saldırması aslında bir taktikti; ABD Kürtleri kendi safına çekmek için bunu yaptı ve bunda da başarılı oldu” şeklinde çarpıcı cevaplar yöneltti. “Rusya ve İran neden Esad’ın yanında?” diye sorduğumuzda ise, Demir’in cevapları daha da önemli detaylar veriyor bize: “Rusya ve İran, Körfez’deki doğalgaz için Esad’la birlikte. Suriye’deki olayların asıl nedenlerinden birincisinin enerji, ikincisinin ise 100 yıllığına yapılan anlaşmaların tarihinin bitmiş olması olduğunu söyleyebiliriz. Dünyada batıya en çok gaz satan ülkeler arasında Rusya ve İran geliyor. Bu iki ülke, Körfez doğalgazının Türkiye ve Batı ülkelerine satılmasını engellemek için Esad rejimiyle anlaştı. Suriye, uluslararası anlaşmalarla imzaladığı doğalgaz boru hattı anlaşmasını feshetti; anlaşmaların tazminatlarını Suriye’nin yerine İran ödeyerek rejime her konuda desteğini bildirdi. Yani Esad doğalgaz boru hattının anlaşmasını İran’ın maddî desteğiyle engellemiş oldu. Bu engelleme en çok Avrupa ve Türkiye’ye doğalgaz satan Ruslara ve İranlılara yaradı. İran ve Rusya, doğalgazda üçüncü bir alternatif istemedikleri için Suriye’de rejime ellerinden gelen tüm yardımı yapıyor. Suriye’nin Humus vilayetinde de doğalgaz var. Bunu halk DAEŞ’in Şear dağını ele geçirmesiyle ancak öğrenebildi. Suriye’de petrolün geliri halka değil, sadece rejime akıyor ve bunu her Suriyeli biliyor. Suriye’nin boru hattı anlaşmalarını feshetmesinin ardında Dera kentinde olaylar başladı. Batı’nın da muhalifleri desteklemesi, rejimde İsrail’in güvenlik kartını oynamasına yol açtı. Esad yönetimi ülkede muhaliflere baskı yaparak onları silaha zorla yöneltti. Rejimin düşmemesi için elinden geleni yapan ve bölgede emeli olan İran, Esad yönetiminin düşmemesi için Cumhuriyet Muhafızları’nı dahi göndererek savaşın seyrini değiştiremedi. Rusya ise Şam yönetimine silah vererek desteğini sürdürdü. Muhalifler karşısında bir şey yapamayan rejim, Rusya’dan tam destek istedi. Rusya da kendisine günlük maliyeti 4 milyon doları bulan bir harcamayla Suriye’deki olaylara müdahil oldu, fakat sahada bir şey değiştiremedi. İran ise her hafta üst düzeyde bir subayını yitirerek Suriye’deki olaylarda rejimin yanında yer aldığını hatırlatıyor.” Ali Demir, şu an bölgedeki son durumu ise şöyle aktarıyor: “Halep ve İdlib’in güneyinde ve Hama ile Humus’un kuzeyinde bir ilerleme sağlayamayan Ruslar, muhaliflerin denetiminde olan bölgelere daha ağır silahlarla saldırmaya başladılar. Rejim tarafından ‘ülkenin kuzeyine açılan kapı’ olarak nitelenen ve Hama’nın kuzeyinde kalan Morik ilçesinin tamamı, bu ayın başında başlayan yoğun çatışmaların ardından muhaliflerin eline geçti. Rus savaş uçaklarının hava desteğine rağmen yenilgiye uğrayan rejim ordusu, birliklerini Hama’nın kuzeyindeki Soran beldesine doğru çekti.” İbrahim Varlı, “Şam Şekeri, Rus Pokeri”, birgun.net Dr. Tahir Tamer Kumkale, “Rus savaş uçakları Suriye’de ne arıyor?”, turansam. org “Putin neden Esad’ı desteklediğini açıkladı”, mynet.com “Suriye’de tüm yollar neden Beşar Esad’a çıkıyor?”, bbc.com Rusya uzmanı USAK analisti Kerim Has - Akt: koprubasi.tv Tuğçe Varol, “Putin enerji hatlarının kontrolü için Suriye’de”, Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırma Merkezi, 21yyte. org/tr aralık 2015 95 haberajanda İngiltere Felaket sonrası yaraları sarmak: Li İster ciddiyetle, isterse dalga amaçlı yazılmış olsun, bu yorumlar Farron’un kamuoyu nezdindeki tanınırlığının düşük olduğunu göstermekte. Corbyn’in beklenmedik şekilde İşçi Partisi’nin yeni lideri olarak seçilmesi de kamuoyunun gündemini son zamanlarda oldukça meşgul etti. Corbyn hakkında son günlerde çıkan haberlerin insanlara Tim Farron ve Liberal Demokratları unutturduğunu söyleyebiliriz. Farron ve Liberal Demokratlar, kendilerinin de siyaset sahnesinde olduklarını ve Muhafazakâr hükümete alternatif oluşturabileceklerini halka anlatmak zorunda! 96 aralık 2015 H İÇ kuşkusuz, 7 Mayıs parlamento seçimlerinden en zararlı şekilde çıkan parti Liberal Demokratlar oldu. Liberal Demokratların 2010 seçimlerinde yüzde 23 olan oyu 2015’te yüzde 8’e, 56 olan milletvekili sayısı da 8’e düştü. Parlamentoda sahip oldukları koltukların 26’sını Muhafazakârlara, 12’sini İşçi Partisi’ne, 10 tanesini de İskoç Ulusal Partisi’ne (SNP) kaybettiler. >> Muhafazakârların tek başlarına iktidara gelmesi de Liberal Demokratların iktidar ortağı olma umutlarını söndürürken, bu durum, parti lideri Nick Clegg için de yolun sonuna gelindiğinin işaretiydi. Clegg’in 8 Mayıs sabahı yaptığı konuşmada geçen şu cümleler, kendisinin ve diğer Liberal Demokratların seçim sonrasındaki psikolojisini özetliyordu: “Partimiz kurulduğundan beri Liberal Demokratların yaşadığı en büyük hezimetin sabahında, geriye dönen bir yol olmadığını düşünmek basit, ancak geriye bir yol var. Çünkü Britanya Liberalizmi olmadan daha eşit, daha yeşil ve daha özgür bir Britanya için bir yol yok! Partimiz için çok karanlık bir zaman ama liberal değerlerin sönmesine izin vermemeliyiz ve vermeyeceğiz. Korku kazandı, liberalizm kaybetti. Ama liberalizm şu an daha önce olduğundan çok daha değerli ve bunun için savaşmaya devam etmeliyiz.” Farron’un görevi Partinin yeni lideri seçilen Tim Farron’un zorlu bir görevi var: Liberal Demokratları yeniden eski günlerine döndürmek... Liberal Demokratlar artık iktidar ortağı değil. Dolayısıyla Farron, yapacağı seçim kampanyalarında Clegg döneminin aksine, devletin imkânlarından faydalanamayacak. Farron’un konuşma yapacağı alanların yakınında devletin hiçbir resmî makam aracını göremeyeceğiz. Farron, konuşmalarında Clegg döneminin aksine “2 milyon yeni iş yarattık, milyonlarca insanı etkileyen vergi kesintilerine gittik!” diyemeyecek, kurduğu hükümetin icraatlarından bahsedemeyecek. Fakat bu durumun bir yandan da Liberal Demokratlara sağladığı bazı avantajlar var. Koalisyon döneminde Liberal Demokratlar, büyük ortağının çok etkisinde kalmış, parti lideri Clegg, Cameron’a karşı pasif kaldığı için çok eleştirilmişti. Fakat artık tek parti iktidarının olduğu dönemde ülkede meydana gelen bütün olumsuz olaylardan Muhafazakâr hükümet sorumlu olacak. Ekonominin kötüye gitmesi durumunda, dış politika başarısızlıklarında ve diğer ülke meselelerinde tek sorumluluk Muhafazakâr Parti’nin olacak. 2020 yılına gelindiği zaman Muhafazakârlar, 10 yıldır kesintisiz bir şekilde iktidarda kalmış olacaklar. 10 yılın demokratik bir sistem için çok uzun bir süre olduğu dikkate alındığında, 2015 seçimlerinden oylarını bir miktar arttırmış olarak çıksalar da Muhafazakârların 2020’ye kadar uzun süreli iktidarın getirdiği doğal bir yıpranma süreci yaşayacağını söyleyebiliriz. Liberal Demokratlar muhalefette kal- dıkları süreyi iyi değerlendirebilirlerse, 2020 seçimlerinde belirli bir ölçüde toparlanabilirler gibi görünüyor. Farron’un yolu Furkan Ergül furkanergul.ajanda@gmail.com beral Demokratlar geri dönüyor! Farron’un ilk amacının, Clegg’in iktidarda olduğu sürece uyguladığı politikalardan uzaklaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Koalisyon dönemi boyunca iktisadî alanda büyük ortağının oldukça etkisinde kalan partinin kaybettiği koltukların yarısından fazlasını Muhafazakâr Parti’ye kaybettiği hatırlanırsa, 2010 seçimlerinde Liberal Demokratları tercih etmiş birçok seçmenin bu seçimde Muhafazakâr Parti’yi seçtiği görülecektir. Fakat Liberal Demokratların Muhafazakârlara kaptırdığı seçim bölgelerinin önemli bir kısmında da eskiden Muhafazakâr adayın seçilmesini engellemek için Liberal Demokrat adaya oy veren sol seçmenin (örneğin İşçi Partisi ve Yeşiller seçmeni) koalisyonla beraber hayal kırıklığına uğrayıp kendi partilerine döndü- ğünü ve Muhafazakârların o bölgeleri bu şekilde kazandığını görüyoruz. Aynı zamanda, Liberal Demokratların İşçi Partisi’ne kaybettiği önemli bölgeler de bulunuyor. Örneğin Londra’nın “Liberal Demokratların kalesi” olarak bilinen bir bölgesi olan Hornsey and Wood Green, 2015 seçimlerinde İşçi Partisi’ne geçmişti. Bu sebeple Farron’un asıl amacının Muhafazakâr Parti’ye ve İşçi Partisi’ne kayan Liberal Demokrat oyları geri kazanmak olacağı söylenebilir. İskoç Ulusal Partisi’ne kaybedilen koltuklarınsa geri alınabilmesi -en azından şu konjonktürde- kolay görünmüyor. İskoç milliyetçiliği yükselişte ve bu durum sadece Liberal Demokratların değil, Muhafazakârların ve en çok da eskiden İskoçya’da en güçlü Partinin yeni lideri seçilen Tim Farron’un zorlu bir görevi var: Liberal Demokratları yeniden eski günlerine döndürmek... aralık 2015 97 haberajanda İngiltere parti olmasına rağmen şimdi İskoçya’daki koltuklarının çoğunu SNP’ye kaptıran İşçi Partisi’nin aleyhine gelişiyor. 2010 seçimlerinde sadece 6 koltuk kazanabilen SNP, 2015 seçimleriyle birlikte parlamento üyesi sayısını 56’ya çıkartarak İskoçya’daki seçim bölgelerini -tabiri caizse- silip süpürmüştü. Sosyalist görüşlere sahip Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin yeni lideri olması da Farron’un ve Liberal Demokratların yeni stratejisini şekillendirecek. Daha seçimlere 5 yıl olduğu için bu konu hakkında konuşmanın biraz erken olduğu söylenebilir, ancak Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin gelecek seçimleri kazanacağı beklentisinin halk nezdinde yüksek olmadığı görülmekte. Nitekim YouGov’un yeni anketine göre katılımcıların yüzde 34’ü Corbyn’in 2020 seçimlerini kazanacağına hiçbir şekilde ihtimal verilmiyor. Katılımcıların yüzde 31’i Corbyn’in kazanma ihtimalinin az olduğunu dile getirirken, “Corbyn’in kazanma şansı var” diyenlerin oranı yüzde 25. Corbyn’in büyük ihtimalle seçimleri kazanacağını düşünenlerin oranı ise 98 aralık 2015 sadece yüzde 4. Ancak gelecek seçimlerin 5 yıl sonra yapılacağını da unutmayalım. Bu süre içerisinde dengeler değişebilir. Ayrıca Britanya’daki araştırma şirketlerinin yaptığı anketlerin güvenilirliği hakkında kafalarda soru işaretleri de var. 7 Mayıs seçimlerinden önce hiçbir ankette Muhafazakârların tek başına iktidar olabilecek sayıda parlamento üyesi çıkartabileceği görünmezken ve anketlerde Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi başa baş giderken, 7 Mayıs akşamı seçim sonuçları belli olduğunda Muhafazakârların tek başlarına hükümet kurabilecek sayıya ulaştıkları anlaşılmıştı. Ayrıca Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin yeni lideri olması da son günlere kadar bir sürpriz olarak yorumlanıyordu. 1997 seçimlerinden önce Liberal Demokratlar ile İşçi Partisi arasında 1979’dan beri 18 yıldır süregelen Muhafazakâr iktidarına son vermek için -uzun süren ANAP iktidarına son vermek isteyen DYP ve SHP’nin yaptığına benzer şekilde- gayrıresmî ve örtülü bir ittifak gündeme gelmiş, fakat seçimi Blair’in İşçi Partisi’nin yüzde 40 oy oranını geçerek kazanması ve tek başına iktidara gelmesinin ardından bu olasılık ortadan kalkmıştı. Böyle bir yakınlaşmanın bugün olabilme ihtimalinin çok az olduğunu da belirtelim. Liberal Demokratların, Corbyn’in liderliğe gelmesiyle birlikte sola daha fazla meyleden bir İşçi Partisi ile ittifak kurmak bir yana, bu durumu protesto eden İşçi Partili seçmeni kendi tarafına çekmek için çalışacağını, bu politikanın parti açısından daha kârlı olduğunu söyleyebiliriz. Farron’un, yeni taktiğini kurgularken Corbyn’e muhalif olan İşçi Partilileri de hesaba katması, seçim kampanyalarını bu kesime de hitap edecek şekilde oluşturması bekleniyor. Nitekim Farron’un kendisi de, Corbyn’den ve onun sosyalist politikalarından uzaklaşmak isteyen İşçi Partili “sosyal demokratlara ve liberallere” kapılarının açık olduğunu söyleyerek bu politikanın ilk işaretlerini verdi. Liberal Demokratların internet sitesinde, partinin izleyeceği yeni politikanın ipuçlarını bulmak mümkün: “İşçi Partisi tehlikeli bir şekilde sola, dikkatsiz bir borçlanmanın yoluna doğru giderken, Muhafazakârlar ise tehlikeli bir şekilde sağa, dikkatsiz kesintinin yoluna doğru gidiyor. Sadece Liberal Demokratlar Britanya’yı rayında tutabilir.” Bu söylem, Clegg döneminde de kullanılsa da koalisyonun büyük ortağının tutumu nedeniyle uygulamada bu söyleme riayet edilmemiş, Muhafazakârların baskısı sonucunda koalisyon döneminde devlet harcamalarında büyük kesintilere gidilmişti. Öyle ki, seçimden önce yapılan bir araştırmada Liberal Demokrat seçmenin yüzde 46’sı, koalisyon döneminde devlet harcamalarından yapılan kesintilerin çok fazla olduğunu düşünüyordu. Yani sadece Liberal Demokratlara muhalif olanlar değil, partinin kendi seçmeni bile alınan tasarruf tedbirlerinin boyutundan rahatsızdı. Şimdi Liberal Demokratlar muhalefete düştüğüne göre, Clegg dönemindeki politikalardan uzaklaşıp seçmene güven verme noktasında daha fazla çaba harcayabilirler. Farron’un, Clegg’in koalisyon dönemi boyunca izlediği sağ çizgiyi terk edip partiyi merkez-sol çizgiye getirmesi bekleniyor. Bu nedenle partinin hükümete olan muhalefeti de artacak. Özellikle Cameron’un mülteci krizi konusunda izlediği tutuma partiden çok büyük tepki geldi. Cameron’un 2020’ye kadar 20 bin mülteci kabul edeceğini açıklaması Liberal Demokratların tepkisini çekti ve Farron da hükümete Avrupa Birliği’nin üye ülkeler için planladığı mülteci kotasına uyması ve daha fazla mülteciyi ülkeye kabul etmesi için çağrı yaptı. Cameron’un planladığı yıllık 4 bin mültecinin Almanya’nın bir haftada aldığı mülteci sayısı olduğu dikkate alınırsa, Liberal Demokratların tepkisinin nedeni daha iyi anlaşılabilir. Ülkelerindeki iç savaştan kaçan Suriyeli sığınmacıların yüzde 95’i sadece 5 ülkede bulunuyor (Türkiye, Lübnan, Irak, Ürdün ve Mısır). Kalan sadece yüzde 5’lik kesimse dünyanın farklı ülkelerinde. Liberal Demokratların hükümete yaptığı eleştiriler de ülkenin zenginliğine ve büyüklüğüne oranla hükümetin çok az mülteciyi ülkeye kabul ettiği yönünde. 1 milyonun üzerinde Suriyeli mülteciyi ağırlayan Lübnan’ın yüzölçümünün Birleşik Krallık ile karşılaştırmasını yaptığımızda bu durumu daha net olarak görebiliriz. Farron’un hedefi Furkan Ergül Farron’un kısa vadeli hedefinin -tıpkı diğer parti liderleri gibi- 2016’da Londra, İskoçya ve Galler’de yapılacak olan seçimler olduğu söylenebilir. Uzun vadede ise 2020 yılında yapılacak olan genel seçimleri kendisine hedef olarak belirlemiş durumda. 7 Mayıs’ta, 1970 seçimlerinde Liberal Parti’nin yaşadığı hezimetten beri en büyük hezimeti yaşayan Liberal Demokratların yeniden toparlanabilmesi için Farron’un çok çalışması şart! Liberal Demokratlar artık iktidarda değil, seçim propagandası yaparken arkalarında devlet desteği olmayacak. Dolayısıyla sadece Farron’a değil, parti teşkilatına da gelecek seçim kampanyalarında çok büyük iş düşüyor. Öte yandan YouGov’un yaptığı son ankete göre “Parti liderlerinin işlerini iyi mi, yoksa kötü mü yaptığını düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen cevaplarda çoğu katılımcının Farron hakkında fikri olmadığı anlaşılıyor. Ankete katılanların yüzde 67’si bu soruya Tim Farron için “Bilmiyorum” cevabını verirken, sadece yüzde 8’i “İyi iş çıkardığını düşünüyorum” demekte. David Cameron için “Bilmiyorum” cevabını verenlerin oranı yüzde 8 iken, bu oran Corbyn için yüzde 30, Farage için de yüzde 24. Yine YouGov’un seçim anketine göre Muhafazakârlar 7 Mayıs’ta aldıkları yüzde 37 oyun üzerine yüzde 2 oy ekleyerek yüzde 39’u bulmuş görünüyorlar. İşçi Partisi hemen hemen aynı oranı koruyor görünürken, genel seçimlerde yüzde 12 oy alabilen UKIP’ın oy yüzdesinin 16’ya yükseldiği görünüyor. Liberal Demokratların oyu ise yüzde 6 civarında. Yani genel seçimle kıyaslandığında partinin oyunda yüzde 2’lik bir düşüş var. Tim Farron, The Guardian için kaleme aldığı ve gazetenin internet sitesinde de yayımlanan yazıda umudunu koruduğunu ve partiyi eski gücüne kavuşturabilmek için ne gerekiyorsa yapacaklarını söylüyor. Yazının altındaki “Tim Farron? Liberal Demokratların lideri olduğunu öğrenmek için Wikipedia’ya bakmam gerekti” ve “Tim Farron mu? O kim?” tarzında yorumlar da YouGov’un anketini doğrular nitelikte. İster ciddiyetle, isterse dalga amaçlı yazılmış olsun, bu yorumlar Farron’un kamuoyu nezdindeki tanınırlığının düşük olduğunu göstermekte. Corbyn’in beklenmedik şekilde İşçi Partisi’nin yeni lideri olarak seçilmesi de kamuoyunun gündemini son zamanlarda oldukça meşgul etti. Corbyn hakkında son günlerde çıkan haberlerin insanlara Tim Farron ve Liberal Demokratları unutturduğunu söyleyebiliriz. Farron ve Liberal Demokratlar, kendilerinin de siyaset sahnesinde olduklarını ve Muhafazakâr hükümete alternatif oluşturabileceklerini halka anlatmak zorunda! Şurası bir gerçek: Liberal Demokratlar 5 yıllığına elde ettikleri iktidar fırsatını iyi kullanamadılar. Ama isteklerine uygun bir Britanya yaratabilmek için yeniden iktidara gelmeleri gerektiğini biliyorlar. Farron’un dediği gibi, “İktidardaki bir gün, muhalefetteki binlerce yıla bedel”… *Partinin sitesinde yer alan paragraf: http://www.libdems.org.uk/about_our_party Kamuoyu yoklamaları: http://i100. independent.co.uk/article/doesjeremy-corbyn-actually-havea-chance-at-winning-a-generalelection--b1vZsddULe https://yougov.co.uk/news/2015/09/20/ conservatives-lead-8/ **Farron’un yazısı: http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/ sep/17/jeremy-corbyn-lib-demspolitics-centre-ground Güçlü “1” kadroyla “5” yıl daha: Muhafazakârlar B İRLEŞİK Krallık’ta 2010 seçimlerinden sonra 1974’ten beri olmayan bir şey olmuş ve hiçbir parti tek başına iktidara gelememişti. Seçimden hemen sonra kurulan MuhafazakârLiberal hükümeti ise ülkenin 1945’ten bu yana gördüğü ilk koalisyon hükümetiydi. Muhafazakâr lider David Cameron’un, Liberal Demokratların lideri Nick Clegg’le birlikte Downing Sokağı’ndaki 10 numaralı kapının önünde poz vermesi, Britanyalılar için alışılmış bir sahne değildi. Yıllardır liderleri tek başlarına ya da eşleriyle birlikte o kapının önünde poz verirken görmüşlerdi ama iki lideri birden aynı kapı önünde görmek bir ilkti çoğu Britanyalı için. >> Hikâye bu ya, müşteri lokantaya geldiğinde soruyor garsona: “Ne var yemeklerden?” Garson da saymaya başlıyor: “Patlıcan musakka, patlıcan oturtma, patlıcan karnıyarık, patlıcan silkme, patlıcan imambayıldı, patlıcan salata, patlıcan tava, patlıcan dolma…” Müşteri ise, “Bana bir yemek getir, ama patlıcansız olsun!” diyerek cevap veriyor; işte son günlerdeki Britanya’nın hali de buna benziyor! Krallık basınında son günlerde her olayı İşçi Partisi’nin yeni lideri Jeremy Corbyn’e bağlamak alışkanlık haline geldi. Öyle ki, Kanada’nın yeni karizmatik Başbakanı Justin Trudeau’nun kendisini terletecek bir soru soran gazeteci ile o gazeteciye karşı seslerini yükselten partililerine verdiği güzel cevap bile “Trudeau’dan Corbyn’e gazetecileri idare etme dersi” olarak yansıdı Independent gazetesine. Elbette basında Corbyn dışındaki liderler ve İşçi Partisi dışındaki partiler de yer alıyor, fakat Corbyn’in bunların arasındaki ağırlığı, İşçi Partisi’nin liderliğine seçildiği günden beri çok fazla. İlk önce, verilen bir resmî davette İngiliz millî marşını okumamasıyla gündeme damgasını vuran Corbyn, daha sonra Kraliçe’nin de katıldığı bir kutlamaya başka bir programı olduğu bahanesiyle katılmamasıyla yeniden gündeme geldi. Yapılan yorumlar Corbyn’in Kraliçe önünde eğilmemek için böyle yaptığı yönündeydi. Fakat Britanya’daki tek lider Jeremy Corbyn, tek parti ise İşçi Partisi değil. Ülkeyi beş yıldır Muhafazakârlar -koalisyonun büyük ortağı olarak- yönetiyor ve olağanüstü bir durum olmadığı sürece en az bir beş yıl daha -bu sefer tek başlarına- yönetmeye devam edecekler. Bakalım Muhafazakârlar ne halde? Jeremy Corbyn İşçi Partisi’nin lideri olarak seçildiğinde Cameron tarafından atılan “İşçi Partisi artık ulusal güvenliğimize, iktisadî güvenliğimize ve ailenin güvenliğine bir tehdittir” Twitter mesajı çok tartışılmış, Türkiye’de bile haber bültenlerine kadar ulaşmıştı. Muhafazakârların, doğal olarak Britanya’da da tartışılan bu mesajın yaydığı söylemin içini doldurabilmek için son günlerde çaba göstermeye başladıklarını görüyoruz. Muhafazakârlar tarafından hazırlanan bir broşürde İşçi Partisi’nin neden ulusal ve iktisadî güvenlik için bir tehdit oluşturduğu üç maddede anlatılıyor: aralık 2015 99 haberajanda İngiltere Muhafazakârlara, herkesi şaşırtarak tek başlarına iktidar olma fırsatı veren şey, kuşkusuz Britanya’daki seçim sistemi. Seçim barajının olmadığı bir ülkede, bir partinin yüzde 37 oy alarak tek başına iktidara gelmesi, ancak çoğu AngloSakson ülkesinde halen uygulanan ve Westminster modelinin de bir parçası olarak kabul edilen çoğunlukçu dar bölge seçim sisteminde görülebilir. “1. Trident’i (nükleer füze sistemi) kaldırarak, NATO’dan ayrılarak ve asker sayısını azaltarak ülke güvenliğimizi zayıflatacaklar./ 2. Para basarak ve borç alarak hayat masrafını artıracaklar./ 3. Yatırım, kazanç ve mesleklere yeni vergiler getirecekler.” Sonraki sayfalarda ise Corbyn’in ve üst düzey İşçi Partili politikacıların sözlerinden örnekler verilerek iddialar güçlendiriliyor. Dolayısıyla iktidarın ana muhalefeti Corbyn üzerinden yıpratmak istediğini söylemek mümkün. İktidarın yaptığı propaganda İşçi Partisi’ni Corbyn üzerinden vurmakla sınırlı değil tabiî. Hükümet, son zamanlarda Britanya’nın ekonomik başarısını ön plana çıkartıyor. Hükümet yetkilileri Britanya’daki otomobil fabrikalarının üretim bandından her bir dakikada üç araba çıktığını ve bunun 2008’den beri en yüksek üretim düzeyi olduğunu söylüyorlar. Geçen ay saatlik asgarî ücretler 0,65 sterlinden 0,67 sterline çıkarıldı. Hükümet, bunun 2006’dan beri gerçekleşen en büyük asgarî ücret artışı olduğunu söylüyor. Fakat Financial Times gazetesinde de belirtildiği gibi, reel asgarî ücrette düşüş var. Financial Times gazetesine göre Britanya’da asgarî ücret en yüksek seviyesine 2006 yılında ulaştı ve bu yıldan sonra asgarî ücrette reel olarak düşüş başladı. Son yıllarda yeniden artma trendine girse de enflasyon oranları dikkate alındığında asgarî ücretin 2006 ile reel olarak aynı seviyeyi yakalayabilmesi için 0,7 sterlin olması gerekiyor. Dolayısıyla Britanya’nın, 2008 krizinin durgunluğundan hâlâ kurtulamadığını ve kriz öncesindeki seviyesine gelemediğini söyleyebiliriz. Muhafazakârların gündemi 5 yıldır koalisyon ortağı olarak iktidarda bulunan Muhafazakâr Parti’nin 7 Mayıs 2015 seçimiyle beraber tek başına iktidara gelmesi, hiç şüphesiz parti kurmaylarına moral aşıladı, onların motivasyonunu arttırdı. Fakat partililerin bu zaferden dolayı 100 aralık 2015 Furkan Ergül Partinin seçimlerden sonra internetten ve konferans alanındaki standlarında satmaya baş- ladığı çeşitli malzemelerin üzerinde (örneğin kupalarda ve tişörtlerde) “1 güçlü takım, 5 yıl daha” yazıyor. Anlamlı bir slogan bu! Hem “5 yıl daha” diyerek 5 yıldır iktidarda olduklarını ve bu süre içerisinde yaptıkları icraatın arkasında durduklarını vurguluyor, hem de “güçlü bir takım” diyerek bu sefer tek başlarına iktidara geldikleri için bütün bakanların kendi ekiplerinden olduğunu, bu sayede daha güçlü bir kadro kurduklarını söyleyerek şimdiye yaptıklarını daha da ileriye götürecekleri mesajını veriyorlar. rehavete kapılmaması gerekiyor. Kanada’daki Muhafazakâr Parti 2006 ve 2008 seçimlerini kazanarak iki seçimden sonra da azınlık hükümeti kurmayı başarmış, 2011 seçimleriyle birlikte tek başına iktidara gelerek bu sefer çoğunluk hükümetiyle ülkeyi yönetmeye başlamıştı. Fakat parti, geçtiğimiz Ekim ayının 19’unda yapılan seçimlerden yenilgiyle çıktı. Yüzde 40 civarında olan oy oranını yüzde 20 civarına düşürerek hem de... Partinin seçimlerden sonra internetten ve konferans alanındaki standlarında satmaya başladığı çeşitli malzemelerin üzerinde (örneğin kupalarda ve tişörtlerde) “1 güçlü takım, 5 yıl daha” yazıyor. Anlamlı bir slogan bu! Hem “5 yıl daha” diyerek 5 yıldır iktidarda olduklarını ve bu süre içerisinde yaptıkları icraatın arkasında durduklarını vurguluyor, hem de “güçlü bir takım” diyerek bu sefer tek başlarına iktidara geldikleri için bütün bakanların kendi ekiplerinden olduğunu, bu sayede daha güçlü bir kadro kurduklarını söyleyerek şimdiye yaptıklarını daha da ileriye götürecekleri mesajını veriyorlar. Son haftalarda Muhafazakâr Parti ile ilgili öne çıkan birkaç gelişme var. Birincisi, yazarlarından biri Muhafazakâr Parti’nin eski bir parlamento üyesi olan, David Cameron’un gayrıresmî otobiyografisi “Call Me ‘Dave’” kitabında yer alan iddialar… Başbakanlıktan bu iddialara cevap gelmemesi ve Corbyn’in de kendisine sorulan soruyu “Bu konu hakkında söyleyebileceğim hiçbir şey yok” diyerek yanıtlaması, sosyal medyayı çok karıştıran bu tartışmanın daha fazla büyümesini engellemiş görünüyor. Bir diğer konu başlığı da, 2020 seçimlerinden önce istifa edip sahneyi ekibinden başka birine bırakacağının sinyallerini veren Cameron’un yerine kimin geçeceği. Londra’yı yöneten Boris Johnson ile ülke hazinesini yöneten George Osborne, bu konudaki en popüler iki aday. Johnson Muhafazakâr Parti’nin seçmen kitlesi tarafından oldukça sevilirken, partinin parlamento üyeleri ve yöneticileri arasında yeni başbakan olarak Osborne’u görmek isteyenler de ağırlıkta. Muhafazakârların iç ve dış kamuoyu tarafından baskı altında tutuldukları diğer bir konu da Avrupa Birliği’nde kalma veya Birlik’ten ayrılma meselesi. Cameron’un söz verdiği referandumun tarihi henüz belli olmadı, ancak AB’de kalınmasını şiddetle savunan Liberal Demokratlar ve AB’den ayrılmayı hararetli bir şekilde savunan UKIP şimdiden propagandaya başladı bile. Bu konuda da Muhafazakârlar arasında görüş ayrılıkları mevcut. Cameron’un asıl amacının AB’den ayrılmak olmadığı, referandum kozunu kullanarak Brüksel’in ülke üzerindeki etkisini azaltmak istediği konuşuluyor. Fakat parti içinde AB’den ayrılma yanlılarının da olduğu bir gerçek. Bu görüş ayrılıklarının referandum yaklaştıkça su yüzünde çıkacağı aşikâr. Şimdilik “Bekleyip göreceğiz” demekle yetinebiliriz. Seçim sistemi sorunu Muhafazakârlara, herkesi şaşırtarak tek başlarına iktidar olma fırsatı veren şey, kuşkusuz Britanya’daki seçim sistemi. Seçim barajının olmadığı bir ülkede, bir partinin yüzde 37 oy alarak tek başına iktidara gelmesi, ancak çoğu Anglo-Sakson ülkesinde halen uygulanan ve Westminster modelinin de bir parçası olarak kabul edilen çoğunlukçu dar bölge seçim sisteminde görülebilir. Fakat son yıllarda Anglo-Sakson dünyasında bu seçim sistemi ile ilgili ciddi tartışmalar yaşanıyor. Yine Kanada’dan örnek vermek gerekirse, seçimi yüzde 40’a yakın oy oranıyla kazanarak tek başına iktidara gelen Liberal Parti’nin vaatlerinden biri, ülkede on yıllardır uygulanan FPTP (firstpast-the-post) seçim sistemini değiştirmekti. Britanya’da da uygulanan bu sisteme göre partiler, her seçim bölgesinden tek aday çıkartıyor ve en fazla oy alan aday parlamentoya girmeye hak kazanıyor. Bu da milyonlarca seçmenin oyunun boşa gitmesi demek. Trudeau verdiği sözü tutarsa, hükümet 18 ay içinde yeni bir seçim sistemi yasası hazırlayacak ve bu yasayı referanduma sunacak. Britanya’da ise seçim sistemini değiştirmek için Liberal Demokratların çabasıyla 2011 yılında bir referandum yapılmış, fakat hem Muhafazakârların, hem de İşçi Partisi’nin değişikliğe karşı çıktığı referandumda halk bu değişime “Hayır!” demişti. Önceki seçimlerde, ülkedeki iki büyük partiden biri olması dolayısıyla seçim sisteminin kaymağını yiyen İşçi Partisi’nin 7 Mayıs seçimlerinde “seçim sisteminin mağduru” durumuna düşmesi, bu konunun ülke gündemine yeniden yerleşmesini hızlandırabilir. Özellikle Kanada’da seçim sisteminde bir değişiklik gerçekleşirse, bunun Britanya’yı da etkileyeceğini ve Britanya’daki seçim sistemi tartışmalarını yeniden alevlendirebileceğini tahmin edebiliriz. 2011 referandumunda “Hayır” oyu veren İşçi Partililerin bir kısmı 7 Mayıs’tan sonra pişman olmuştur belki, kim bilir… Financial Times: http://www.ft.com/intl/cms/s/dd04e8e6-cc9b-11e4-b94f-00144feab7de,Authorised=false.html?siteedition=intl&_i_location=http%3A%2F%2Fwww. ft.com%2Fcms%2Fs%2F0%2Fdd04e8e6-cc9b-11e4-b94f-00144feab7de.html%3Fsiteedition%3Dintl&_i_referer=http%3A%2F%2Fsearch.ft.com%2Fsearch%3FqueryText% 3Dminimum%2Bwage%2Breal%2Bvalue%2Bremains&classification=conditional_standard&iab=barrier-app#axzz3nVg3bNWp aralık 2015 101 Kitap Tahlil KITAP TAHLIL “Bir itiraz ateşi geldi, Kabil’in benliğini sardı. O ateşle bağırdı: ‘Karışıyor aş- kım aşkıma, kıskançlığım kıskançlığıma. Gördüğüm güzel rüyaların hiçbirisi çıkmıyor da kötülerinin çıkması sabaha bile kalmıyor. Hem Tanrı beni kapısından kovuyor, kurbanımı, adağımı kabul etmiyor. Hem de uğrunda ayartıldığımı benden alıyor. Ölürüm de bırakmam.’ Hiçbir şeyin onu durdurması mümkün değildi. Kalpten geçti, akıl aklı terk etmişti.” (Lâ/Sonsuzluk Hecesi, Nazan Bekiroğlu) “Lâ”: Sonsuzluk hecesi 102 “ HİKÂYENİN ismi düştü dilime bir gece: Lâ./ ‘İllâ’ dedim./ Bir ömür aradığım hece harfinin ‘lâ’ olduğunu bildim./ Lâ: Olumsuzluk eki. Başkaldırı serbestîsi./ Ama değil mi ki Tevhid kelimesi de ‘lâ’ ile başlar: Lâ ilâhe./ Bilinçli kabul kelimesi onun ardından gelir: İllallah.”1 aralık 2015 Muhammed Murat Gözübüyük // mmuratgozubuyuk.ajanda@gmail.com NAZAN BEKİROĞLU 3 Mayıs 1957 günü Trabzon’da doğdu. Babası, “Hedef” adlı mahallî bir gazetenin sahibiydi ve edebiyatın yanı sıra Osmanlı tarihine ilgi sahibi biriydi. 14 yaşında iken babası vefat etti. Babası, “İçinde Bir Sızı Var” adlı hikâyesinin kahramanı olmuştur. İlk ve orta tahsilini Trabzon’da yaptıktan sonra Erzurum’a giderek Atatürk >> Daha hiçbir şey yokken âlemde; hava, su, toprak, ateş yokken, “Ol!” denildi dünyaya ve o oluverdi o an. Hava yaratıldı, su, toprak ve ateş indirildi dünyaya. Türlü yemişler verdirildi envaı çeşit nebata, türlü canlılar var edildi, yeryüzüne düzen verildi, kanunları bir bir bildirildi her ne var ise artık yerde ve gökte ve de bu ikisi arasında. Beklemeye koyuldu her şey; başta yeryüzü ve gökyüzü, dağlar ve denizler, göller ve akarsular, bitkiler ve hayvanlar… Eşref-i mahlûkat, Âdem var edildi sonra Cennet’te. Bütün güzellikler, canının isteyip isteyebileceği her şey sunuldu kendisine orada. “Oradalardı. Yanı başındalardı. Elini uzatsa tutacaktı. Ağaçları, ışıkları, ırmakları, kokuları, otları, hazları, yeşil zümrüt kuşunu, güzel bakışlı, munis yaradılışlı, cana dost hayvanları, içe işleyen tatlı nağmeleri, ılık nefesleri, güzel sesleri, Cennet’in sakinlerini… Hepsini bir bir tanıdı. İşaret etti. Muhabbet etti. Tebessüm etti her birine, her birinden bir tebessüm aldı.”2 Kelimeler Kitabı talim ettirildi kendisine. Öğrendi, gördü; gördü, öğrendi. Eşref-i mahlûkattı Âdem. Bilmek değilse de öğrenmek kudreti verilmişti ona. Anlamak ve anlatmak gücü verilmişti. İrade verilmişti, özgürlük verilmişti fakat başıboş da bırakılmamıştı. Güzeldi bir de Âdem. Melekler hayran hayran bakakalmıştı ilk seyre durduklarında onu. Kötülük de yoktu zerre kadar yaradılışında, lakin dünya imtihan yeri; zerre miktarı şer yoktu ya hamurunda, kötülüğü taşıyabilecek bir kıvam eklenmişti. Biz ki, Âdem ile Havva’nın sulbüyüz; iyimiz iyi, kötümüz kötü. Bir yanımız her iyiliğe, güzelliğe, Cennet’e bakar, Cennet’i özler dururuz farkına varmadan. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1979). Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ölçüde ilk hikâyelerine de yansıttı (Hava Hanım Öldü). Gerek sanatkâr, gerekse akademik kişiliğinin gelişmesinde hocası Orhan Okay’dan teşvik ve destek gördü. İlk Az çok herkes bilir Hz. Âdem’in yaradılışını. Az çok dinî eğitim almışlarımızın kulağına çalınmıştır bu var ediliş. Birçok edip de işlemiştir sonra kitaplarında yaradılışımızın özünü, dünya sahnesine indirilişimizin gayesini. Bu varoluşun, bu yaradılışın tadına Nazan Bekiroğlu’nun “Lâ/Sonsuzluk Hecesi” kitabında varmak ayrı bir güzel. “Âdem’e secde edin!” denilmişti meleklere, “Üstünlüğünü tanıyın onun!” denilmişti yani; “Eğilin önünde, Benim Ruhumdan bir parçanın önünde eğilir gibi eğilin!” denilmişti, cümle melekler, meleklerin cümlesi itaat etmişti Rahman’ın bu emrine. Biri hariç! Alevdi, ateşti o, kibirdi çokça. “Şeytan” denilmişti adına. Ve o mühlet talep etmişti ahirete değin yollarından saptırmak için Yaratan’ın kullarını, sadık olanları hariç… Hep söyledik, sık sık söyledik, yine söylüyoruz: Güzellik vardı insanın mayasında, sevmek ve sevilmek vardı. Aşk ile var etmişti Yaratan yarattığını. Âdem yalnızdı Cennet’inde. Emrine amadeyse de her şey, çiçeklerin, ağaçların ve bütün canlıların dilinden anlıyorsa da tenha idi işte bir yanı. Sıkıldı. Kelimeler Kitabı öğretilmişti kendisine ya, sanki orada öğrenmediği bir şeydi bu. Fakat Cennet’teydi; insan nasıl sıkılırdı ki Cennet’te? Bütün Cennet’te bir merak… Yeşil Zümrüt kuşuna seslenir Âdem: “Elini göğsünün üzerine koydu. ‘Sanki’ dedi, ‘Bak tam şuramda, sol yanımda, kalbimin altında bir yer eksik kalıyor! Sonra bu kadarla kalmıyor, o eksiklik bütün ruhuma doluyor. Ne yapsam eksilmiyor, ne yapsam dolmuyor’.”3 kitabı olan Nun Masalları’nı 1997 yılında yayımladı. 1998’den itibaren Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde açılan Türkçe Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu, 4 Mayıs 2001’de profesör olmuştur. Çeşitli dergilerde çok sayıda bilimsel makale, deneme ve öyküsü yayımlanmıştır. İki çocuk annesidir. Yaratan yarattığını bilmez mi hiç? Yalnızlığı da, bir olmayı da veren O değil mi hem? Âdem’i duymaz mı karıncanın ayak sesini işiten? Âdem’i var eden, Havva’yı da var etmez miydi? “Havva kolunu başının altından çekti, yarı doğruldu. Saçları yüzünün yarısını örttü. Parmağının ucunu Âdem’in sol göğsünün altında, kalbinin üzerinde gezdirdi. Yaseminleri yoktu ama saçlarının ucundan sümbülleri serpti. ‘Yok’ dedi, ‘Ben senin eğe kemiğindenim. Bak, tam şuranda benimle dolar bir boşluk! Ben olmazsam sende bir yokluk ki, ne yokluk!’”4 Habil ile Kabil… Birini anınca diğerini anmadan olmuyor. İyiliğin ve kötülüğün simgesi gibiler, fakat öyle mi gerçekten? Hani ya kötülüğü taşıyacak bir kıvam eklenmişti Âdem’in hamuruna? Hani ya imtihan yeriydi şu “dünya” dediğimiz? İki güzel çocuktu, iki güzel yavruydu Habil ile Kabil. Ağabeydi Kabil, Habil kardeş… İkisi de can yongasıydı Âdem ile Havva’nın. Peki ya kolay kolay kıyar mıydı ağabey kardeşe? Anlatması kolay; ya gerçekten kolay mıydı kıymak Habil’e? Ne olmuş, ne bitmişti de aralarında kan girmişti aralarına daha dünyada bir elin dört parmağı kadar insan var iken? Gözünü ne bürümüştü öyle Kabil’in? Kabil ki, Habil kadar oğluydu Âdem’in, Habil kadar Kabil’in de babasıydı Âdem. Habil kadar Kabil’i de “Oğulcuğum” diye severdi babaları. “İki oğlun arasındaki o şey… Her ‘Bunu da aşarsam tamam!’ dediğinde... Gidemedi. Her ‘Bitti’ dediğinde… Bir nefeslenmeydi sadece, eskisinden daha güçlü geldi. Âdem, bir türlü şerri hayra çeviremedi. Bu. Musibetti. İsabet etti. Yasak ağacın meyvesi bir kez daha geldi, önünde durdu. ‘Ya Rabbim’ dedi Âdem, ‘Sen onları koru’. ‘Öyle bir yağmur indir ki üzerlerine, birisinin ateşini diğerinin eleminin elemi söndürsün. Güle döndürsün’.”5 İlk uyarıcıydı o. İlk peygamberdi. Ama babaydı. Ama insandı. Kabil anlamadı, baba anladı Kabil’ine isabet eden musibeti. Uyardı, çevirmeye çalıştı, anlattı, yalvardı. Olmadı. Kibir daha kuvvetliydi. ‘Ben!’ demek daha tatlı geldi Kabil’e. “Yoldan çıkarıcı”ya uymak, “ben”i dinlemek daha kolaydı. Kabil insandı. Eşref-i mahlûkattı yani. Mayasında kötülüğü taşıma kıvamı vardı. Özgürdü. İradesi vardı. Güzeldi Havva gibi, Âdem gibi yakışıklıydı. Kibri vardı. “Bir itiraz ateşi geldi, Kabil’in benliğini sardı. O ateşle bağırdı: ‘Karışıyor aşkım aşkıma, kıskançlığım kıskançlığıma. Gördüğüm güzel rüyaların hiçbirisi çıkmıyor da kötülerinin çıkması sabaha bile kalmıyor. Hem Tanrı beni kapısından kovuyor, kurbanımı, adağımı kabul etmiyor. Hem de uğrunda ayartıldığımı benden alıyor. Ölürüm de bırakmam.’ Hiçbir şeyin onu durdurması mümkün değildi. Kalpten geçti, akıl aklı terk etmişti.”6 Dipnotlar 1. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu 2. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu 3. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu 4. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu 5. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu 6. Lâ-sonsuzluk hecesi / Nazan Bekiroğlu aralık 2015 103 haberajanda Psiko-Reçete İnternet bağımlılığı Her eylemin -biz anlasak da, anlamasak da, bize ters de gelsekendi içinde makul bir nedeni vardır. Önemli olan, o nedeni anlamaya çalışmamız, nedene takılmadan, olana eşlik etmeyi başarmamızdır. Siz içten ve samimi olarak eşinize eşlik ederseniz, onun yalnızlık ve anlaşılmazlık duyguları eksilir, bağımlılık nesnesine olan ihtiyacı azalır. Merak etmeyin! 104 aralık 2015 G EÇTİĞİMİZ hafta Küçükçekmece Kaymakamlığı, Küçükçekmece Belediyesi ve Emniyet Müdürlüğü işbirliği ile hazırlanan “Temiz Okul, Temiz Toplum: Çözüm Sensin!” adlı proje kapsamında verdiğim eğitimlerin birindeydim. Proje güzel! Başta madde bağımlılığı olmak üzere, tüm bağımlılıklarla mücadele için pilot çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar yaygınlaştırılarak öğrenci, öğretmen ve aile bilgilendirme/ bilinçlendirme çalışmasına dönüştürülecek önümüzdeki bir yıl içinde. >> Mehtap Kayaoğlu mehtapkayaoglu.ajanda@gmail.com aile düzenini bozuyor >> Ben de bu kapsamda ailelere, öğrenci ve öğretmenlere eğitmenlik yapıyorum. Bağımlılıklardan, bağımlılık psikolojisinden, bağımlı olmadan sağlıklı bağlı olmanın yollarını anlatmaya çalışıyorum. İnternet, yaşam üçgenimizin bir köşesi haline gelmeye başladı. Canı sıkılan, eğlence olsun diye, gevşesin diye, dağılsın diye, biraz daha enerjik olsun diye madde içiyor. Bağımlılıklar artıyor sanki her geçen gün maalesef. Lineer denklem çözer gibi sanal âlemin gizemlerinde dolaşmaya, integral hesabı yapar gibi dolambaçlarından çıkarımlar yapmaya, şiir okur gibi verdiği hazdan istifade etmeye çalışıyoruz. Çok köşeli üçgenimiz bizim internet! İyisi ve kötüsüyle, eğlencesi ve bağlayıcı yanlarıyla senkronize oluyoruz her geçen gün biraz daha. İnternet iyi de, internet ve oyun bağımlısı kocalardan mustarip kadınların yazdığı e-postalar fena! Gelen elektronik postalara bakarak ülkenin evlilik grafiğini çıkarmaya kalksak, memlekette evli çift kalmayacak gibi kara bir tabloyla karşılaşabiliriz. “Eşim evde bilgisayar başından kalkmıyor, oyun bağımlısı oldu” özet cümlesiyle gelen ilişki sorunları artmaya başladı. Ne diyeyim, koca bu! Atsanız atılmaz, satsanız satılmaz… İşin esprisi bir yana, boşanma başvurularında eşlerin internet ve oyun bağımlılığı şikâyeti üst sıraları almaya başladı bile. Hatta sadece erkeklerin oyun bağımlılığı değil, kadınların da kendi aralarında veya sosyal paylaşım siteleri üzerinde oynadıkları, başından saatlerce kalkmadıkları oyunlar var. Çiftlik veya kâğıt oyunu gibi masum (!) heveslerle başlayıp ardından saplantıya dönüşen oyun tutkusu, evin genel düzenini bozacak ve günlük işleyişi zora sokacak düzeyde. Anlayacağınız, oyun/internet bağımlılığı sorunları sadece kadınlardan gelmiyor, beyler de buna benzer sorular gönderiyorlar. Eşinin ev işlerini ihmal ettiğini, sabaha kadar bilgisayar başında oturduğunu, sabahtan akşama kadar uyuduğunu, çocuğun okuldan alınma saatini bile kaçırdığını, evde düzen kalmadığını anlatan e-postalar mevcut. Bağımlılık eşittir meşguliyet! “Bağımlılık” dediğimizde, bizi gün içinde en fazla ne meşgul ediyorsa, o şeyi adres göstermiş oluruz. Dolayısıyla bir kişinin herhangi bir nesneye gereğinden fazla zaman ayırması, onun farklı bir nesneyle meşgul olmaması anlamına gelir. Bağımlılık öyle ilginç bir durumdur ki, bağlandığınız “şey”e karşı “algıda seçicilik” geliştirmenize vesile olur. Algıda seçicilik, bir kimsenin baktığı, gördüğü, duyduğu, eğlendiği, dikkatini verdiği her şeyin hep aynı nesne üzerinden algılanması ve her ortamda o nesneyi ve çağrışımlarını bulup çıkarması demektir. Algıda seçiciliğin tehlikeli yanı nedir, biliyor musunuz? Her seçicilik, seçtiği nesnenin dışındaki tüm uyaranlara karşı -zaman içinde- “algıda körlük” oluşturur. Yani eşiniz eve gelince bilgisayar başına oturduğunda, algısının seçtiği eylemi gerçekleştirirken, sizin sinirlenip üzüldüğünüz ve ihmale uğradığınız alanların tamamına karşı körlük geliştirmiş olabilir. Sıkıntı burada! İnternet bağımlısı olduğunu düşündüğünüz eşleriniz için yapabileceğiniz ve uygun olduğunu düşündüğüm önerileri sıralayayım, ne dersiniz? 1. Gereğinden fazla internet kullanımı varsa, eşinizin, size göre fazla olan o kullanımın, ona göre de fazla olmasını anlaması gerekir. Eşinize göre normal, size göre fazlaysa, aranızda anlaşmanız zor görünüyor. Bununla birlikte, günlük pratiğindeki olumsuz etkilerini anlamasına yardımcı olmanız işe yarayabilir. Bilgisayar başında zaman geçiren çoğu kişi, “E ‘Kalk!’ diyorsun da ne yapacağım buradan kalkınca? Canım sıkılıyor, eğleniyorum, sen kendi işine bak!” gibi bir tepki içinde oyununa devam edebiliyor. Siz, “Kalk!” demek veya oyununa engel olmak yerine “olmak istediği kişi”yi anlamasına destek olabilirsiniz. Bunun için oyun başından kalkmasına çabalamak yerine, oyun dışındaki zamanları keyifli hale getirmek işe yarıyor. Bir de kadınların teknik bir hata yaptığını düşünüyorum. Adam konuşmaktan hoşlanmıyor, zihni oyununda; kadın, eşinin bilgisayarı kapatmasını, kendisiyle yarım saat veya bir saat göz göze bakarak sohbet etmesini istiyor. Şaka gibi! Adamın fersah fersah kaçtığı bir şeyi, hem de en fazla haz aldığı duruma alternatif olarak sunuyorsunuz… Böyle yöntem olur mu? Bulduğunuz yöntem, sizi ve sizinle sohbeti “Zindan Adası”na çevirmemeli. Doğal paylaşımlar, doğal ilişkiler en iyi alternatiftir. 2. Bağımlılıkların tamamına göz attığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Bence bağımlı insanların çoğunda vicdan mekanizması var. Vicdanları onları yanlış yönlendirebiliyor. Ve gereksiz vicdan azabı kişide yalnızlık ve anlaşılmamışlık duygusu oluşturuyor. Eşiniz bilgisayar oynadığı sırada onu, ailesini ihmal etmek ve sorumluluklarını kollamamakla ilgili suçladığınızda vicdan azabı çeker. Azap çektikçe yalnızlaşır, yalnızlaştıkça bağımlılık maddesine yapışır. Sarmal döngü yani… aralık 2015 105 haberajanda Psiko-Reçete lişmek güzeldir. Bunun yanında, evlilik ilişkisinde birinin diğerini terbiye etmeye çalışması bir o kadar iticidir. Çocuk terbiye eder gibi koca terbiye edilmez! Kişinin yanlışı ve size ters gelen davranışları olabilir elbette. Konuşarak, sadece kendi zorluğunuzu dile getirip geri çekilerek ve bu konudaki kontrollü sorumluluğu kişinin kendisine bırakarak sorun çözmeyi öğrenmelisiniz. “Konuşmak” demek, tek taraflı olarak saatlerce seminer vermek değildir. Birkaç cümle ile durumu betimleyip tek cümle ile beklenen davranışı ortaya koymaktır konuşmak. Bunun dışında, sorumluluğu kişinin kendisine bırakabilme özgüvenine sahip olmayı da beraberinde getirir. Her eylemin -biz anlasak da, anlamasak da, bize ters de gelse- kendi içinde makul bir nedeni vardır. Önemli olan, o nedeni anlamaya çalışmamız, nedene takılmadan, olana eşlik etmeyi başarmamızdır. Siz içten ve samimi olarak eşinize eşlik ederseniz, onun yalnızlık ve anlaşılmazlık duyguları eksilir, bağımlılık nesnesine olan ihtiyacı azalır. Merak etmeyin! 3. Bağımlı olduğu şey hakkında eşinizle tartışmayın. Zira her tartışma, karşı tarafça savunma oluşturur. Siz tartıştıkça o yanlışına sarılır. Savunulan davranış değiştirilemez. Eşinizin saldırıya uğradığını düşünmemesi gerekir. Aslında onun cephesinden bakınca haklı… Kendisini çok iyi hissettiği bir işle uğraşıyor ve siz ona olanca gücünüzle saldırıyorsunuz. Destek olmak için, nesnenin kendisini baz alan konuşmalar yapmak, saldırmak, kötülemek, o konuda vicdan azabı çektirmeye çalışmak hiç işe yaramaz, benden söylemesi! “Bilgisayar dışında farklı paylaşım alanları oluşturmaya bakın!” derim. 4. Her insanda -eğer isterseher türlü değişikliği yapabilecek 106 aralık 2015 güç vardır. Kişi ya değiştirmesi gerektiğini bilmiyordur, biliyorsa cesareti yoktur ya da cesareti varsa hevesi yoktur, hevesi varsa nasıl yapacağını bilmiyordur. Birinin ona destek olması gerekir. Karşılıklı iyi ilişki, her türlü zorluğun üstesinden gelir. İncitmeyen, hakaret etmeyen, kavgacı olmayan ilişki zorlukların üstesinden gelir. Siz farkında olmadan “olaya” odaklanıyorsunuz. Bense “İlişkinin kendisine odaklanın” diyorum. Olaya odaklandığınızda, dolayısıyla işler sizin istediğiniz gibi gitmediğinde sinirlenirsiniz. İlişkinin kendisine odaklandığınızda ise aranızda kaliteli bir süreç olsun diye aklıselimle davranırsınız. Pek çok kadın, kocasının oyun bağımlılığına odaklandığı için evliliği toparlayamıyor. Oysa ilişkinize odaklansanız, oyundu, bağımlılıktı gibi hallerin çoğu evinizden uzaklaşır. Zira her bağımlılık, alttaki başka bir ihtiyacın doyurulmamasından, yani duygusal boşluktan kaynaklanır. 5. Eşinizi etiketlemeyin! Günümüzün hatalı tutumlarından biri de bu maalesef! Eşler birbirlerini kolaylıkla etiketli- yorlar: “Sen bağımlısın, bilgisayar tutkunusun, bize zaman ayırmıyorsun, oyunlarınla yatıp oyunlarınla kalkıyorsun!” Bu tür cümlelerin hiçbirinin işe yaradığını görmedim. Bu tutum işi inada götürüyor ve kişi, devam etmeyecekse bile inadına devam ediyor. Bir insanın bir insana etiket yapıştırması gerekiyorsa, o etiket mutlaka iyi ve yapıcı nitelikte olmalı. Hatta kişi durumunun farkındaysa ve zaten o konuda sıkıntı çekiyorsa ona destek olun. Kendisine haksızlık yapmamasını, zamanla her şeyin düzeleceğini, onun için yapabileceğiniz bir şey varsa sizden yardım alabileceğini hissettirin. Barışçıl ve dostça uzatılan ele en çok eşlerin ihtiyacı var bence. 6. Son olarak, önemsediğim bir uyarıyı yapayım: Bağımlılıklar dâhil, pek çok konuda, evlilik ilişkisinde kadınların eşlerine çocuk muamelesi yaptığını görüyorum. Sanki kocası ilk çocuğu; öğretmencilik oynar gibi kocasını eğitmeye çalışan ilginç bir kadın nesli ortaya çıktı. Evlilik, eşle senkronize olunan bir ilişkidir. Evlilikte birlikte ge- Bilgisayar/oyun bağımlılığı tek başına bir bağımlılık veya tek kişilik bir sorun değil anlayacağınız. İlişkinin kalitesi bozuksa, kişi, kendisini oyalayacak farklı yöntemler bulur. Yöntem bulanın adı kimi evde kadındır, kimi evde koca. Bana sorarsanız, sıkıntı hep duygusal bir boşlukla ilgilidir. Evlilik ilişkinizi kaliteli hale getirdiğinizde, duyguya yatırım yaptığınızda, günlük hayatın tartışma kavgalarından ziyade birbirinizin hayatını kolaylaştırıcı yanlarına yatırım yaptığınızda ilişki rahatlar. Ve ancak ilişki rahatladıkça bağımlılık azalır. Yine de yetkililere duyurmadan geçemeyeceğim: Bağımlılık tedavilerindeki başarı günümüzde yüzde 1,3 oranında. Bu neredeyse “Tedavi yok!” demek gibi bir şey. Lütfen bu konuda ayağı yere basan projeler yapalım ve hayata geçirelim. İnternetin ve sosyal medyanın doğru kullanılmasıyla ilgili eğitimler veriyorum. Bu eğitimleri tüm yurtta yapmamız, pek çok insana ulaşmamız lazım. Ne kadar çok kişiye ulaşırsak, o kadar iyi! Sevgiler... SİNAN CANAN DEĞİŞEN BE(Y)NİM TÜM KİTAPÇILARDA aralık 2015 107 KITAP AJANDA Kitap Ajanda 108 “Haydi Bismillah! Şeytanı ve uşaklarını kovalarken, seni 2023’ten bakarken, kucak açmış beklerken, görkemini ve de düşmanlarına saldığın korku ve dostlarına verdiğin cesaretle kanatlanmış göreyim. Selam 2023 Kuşağı! Uzat, bayrağını başımın üstünde taşıyıp ayını ve yıldızını kanımın rengi ile öpeyim…” Kuşak şifresi başarıyla kaydedildi: “2023” “2023 dünya liderliği için gerekli ‘Kod kabul edildi’ cevabını verecek şifreler neler? ‘2023 Kuşağı’ hangi hazırlıkları tamamladı? Gençlik, kültür ve başkanlık sistemi politikalarının ‘kırmızı kitabı’ hazır mı? Yeni Türkiye, medeniyet atlasında ve siyasî haritada sınırlarını ne kadar büyütecek? ‘Gençlik Enstitüsü’, ‘Kültür Divanı’ ve ‘Başkanlık İçin Gençlik Hareketi’ hangi kurucu akla hizmet edecek? 2023’e dair hedefleri için doğal, sivil ve resmî alandan hangi aktörler hangi yol haritasını çizdiler? Kaçınılmaz geleceği yakınlaştıran liderin özel yetiştirdiği gençler kimler?” aralık 2015 Sungur İnci // sungurinci.ajanda@gmail.com >> Evet, bu kadar soruyu peş peşe soran aklın besbelli bir derdi olmalı! Peki, dert edindiği bunca soruya dair hiç cevabı var mı? Vereceği cevabı çözümleme yoluna giderken ortaya koyduğu formüllerden dolayı puan kazanabilir mi? Sizce kazanacağı puan 2023 üzerinden kaç olur? Ortaya konuştuğunuz konunun başlığı eğer “Yeni Türkiye” ise, bir tazeden, bir civandan, bir gençten bahsediyorsunuzdur. Öyleyse “yeni” unvanını verdiğiniz Türkiye’nin samimî olarak ve gerçekten gençlere emanet edilecek bir varlık olacağını da kestiriyorsunuzdur. Peki, emanet edeceğinize göre sizin için değerli olan bu varlığı nasıl bir kimliğe sahip emin ele bırakmak isterdiniz? Peki, emanet şeklinizi ve emanete dair sınırları nasıl bir sistemle belirlemek isterdiniz? Dünyanın tartıştığı kuşak çatışmalarının çok küçük birimlere sirayet ettiğini ve 50, hatta 30 yıllık kuşak farklılıklarının tek haneli sayılara düştüğünü hissetmişseniz, çatışmalar sürecinin bitmesi ve toplumsal ergenlik yaşının soyut kanserojen maddeler sayesinde daha küçük yaşlara inmesini şiddetle reddediyorsanız, mutlaka ama mutlaka geleceğe dair yeni bir kuşak tanımı getirmelisiniz. Peki, ortaya koyacağınız bu tanıma göre şekillenecek kuşağın hangi tekniklerle, yani hangi sistem içinde formatlanmasını istersiniz? Haydi en modern yazılımı kodladığınızı düşünelim, gerekli donanım, yani hafıza, önbellek (RAM), görüntü ve ses kartı (zahirî ve hitabî) özelliklerinin hangi çapta bir büyüklüğe sahip olması gerektiğini net şekilde söyleyebilir misiniz? Büyük ihtimalle tanımladığınız kuşağın özellikleri ufuklardan bulut aparan tiplerle dolu olacaktır, dolayısıyla böyle bir sınırlamayı tam olarak belirleyemeyeceksiniz. Öyleyse hem donanım, hem de yazılım açısından bütün güncellemelere açık bir kurgu meydana getirmeniz gerekecek. Kıymetli yazarımız Sedat Servet Hocaoğulları, Haber Ajanda Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabıyla tüm güncellemelere açık bir reçete sunuyor “2023 Kuşağı” ile. “Yeni Türkiye-Yeni “2023 Kuşağı”, gençliğe dair çözümleri, kültürümüze dair ortaya koyduğu yenilikçi kurguları ve ille de başkanlık sisteminin anlaşılmasına dair sunduğu en anlaşılır ve samimî katkıyla başucu kitabı edilecek bir eser. Vizyon Zamanı Geldi: Recep Tayyip Erdoğan” adlı çalışmasına bir noktada ikinci bir cilt olarak hazırlanan “2023 Kuşağı”, ülkemizin gelecek yıllarına dair iç politik dizaynına yol gösterecek önemli işaretler taşıyor. En başta yer alan koyu şiddetli sorular, “2023 Kuşağı” adlı eserin arka kapağında yer alan vurgun soruları. Eğer doğru ve kapasiteli bir tüple dalış yaparsanız asla vurgun yemeyeceksiniz! Doğru tüpün sahip olduğu özelliklerse, kuşak yetiştirici stratejiyi belirleyen “Gençlik Enstitüsü”ne, yetişecek kuşağa yol atlası olacak “Kültür Divanı”na ve geleceğe dair güncellemelere her şekliyle hazır olabilen başkanlık sistemini zihnen organize edici “Başkanlık İçin Gençlik Hareketi”ne sahip olması. Servet Ağabey’den “kuşak” fikrine dair bir eser çıkınca, onun “yetiştirme” özelinde ülkemizdeki siyasî gündem paralelinde eğitim mevzuuna dair önemli bir tespitini buraya aktarmamız iyi olur. Servet Ağabey şöyle diyor: “Darbelerle terbiye edilmek istenen millî iradenin eğitim alanında yaşadığı acılar ise sadece üniversitelerdeki terörize kavgalar ve millî eğitimi de kapsayan başörtüsü zulmüne bakarak görülebilir. Eğer üniversitelerde terörize kavgalar neredeyse yok seviyesine inmişse ve başörtüsü zulmü artık yaşanmıyorsa, bu başarı millî iradenin tecellisi olan AK Parti ruhu ve Yeni Türkiye Vizyonunun alamet-i farikasıdır. 12 yıllık iktidar döneminde AK Parti’nin millî eğitimdeki başarısı, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasında rakamlar ve uygulama anlayışıyla ortaya konulmuştu. Konuşmada en dikkat çeken bölüm, eğitimin bilgi kanadı noktasında dershane olgusunun yersizliği ve sonuçları ile davranış noktasında çocuklarımızın ve gençlerimizin ‘millî duygu’ özüne sahip kendi kimliğinden uzaklaşması olmuştu. Sayın Cumhurbaşkanımız konuşmasında, özellikle kendi değerlerini, dilini, sanatçılarını, görgüsünü, örfünü unutup küresel endüstrinin piyasaya sürdüğü tüketime yönelmenin bir an önce durdurulması ve bizi biz yapan değerlerin davranış unsurları olarak öğretilmesi gerektiğini belirtmişti. Gerçekten de bilginin tabiatındaki evrensellik gibi davranışın da tabiatında “yerellik”, dolayısıyla bu anlamda bir millîlik vardır. Yani ‘millî eğitim’ tanımındaki ‘millî’ vurgusu bilgiye değil, davranışa matuftur. Zira doğrusu da budur! Bilgiye ulaşmanın yolları artık ‘çok dilli’ iletişimi zorunlu kılmaktadır. Davranışların millî duygusu ve özü korunsa da millî olanı korumak için dünyaya bunu anlatmak, kaçınılmaz olarak çok dilli edinimi zorunlu kılmaktadır. Tarih boyunca birçok milletin sömürgeciler tarafından dilleri unutturularak ‘çok dilli’ adı altında sömürenlerin dili üzerinden onların aklının transfer edildiği tecrübesini de unutmuyoruz. Ancak hem çok dilli olmak, hem de millî olanı korumak, ilginçtir ki hem mümkün, hem de kaçınılmazdır. Nitekim ‘çok dilli’ olma özelliği eğitimin bir parçası haline getirilmez ve yönetilmezse, zaten sosyal medya ve internet üzerinden hem millî özelliğimiz azalmakta, hem de başka dili öğrenen neslimiz zamanla başka akılları da edinmektedir.” Servet Ağabey bu tespitleriyle, “Eğer söz konusu 2023 Kuşağı’nı biz yetiştirmezsek, bu kuşağı mutlaka birileri yetiştirir” diyor. Bu noktada kitabında kültür üzerine okumalar gerçekleştiren Hocaoğulları, “Kültür Divanı” başlıklı bölüm içerisinde muhteşem bir atlasla karşımıza çıkıyor. Yalnız bu atlas öyle kapsamlı ki, sadece siyasî bir harita özelliğini taşımıyor, ayrıca fizikî bir harita olup dağları ve nehirleri de gösteriyor, üç boyutlu bir harita olup yükseklikleri ve çukurları da birer izohips gibi ortaya seriyor. “2023 Kuşağı”, gençliğe dair çözümleri, kültürümüze dair ortaya koyduğu yenilikçi kurguları ve ille de başkanlık sisteminin anlaşılmasına dair sunduğu en anlaşılır ve samimî katkıyla başucu kitabı edilecek bir eser. Kitabın oluşumunda ortak dili sağlayan ve ufuk çerçeveleri belirleyen 2023 Kuşağı yazılımcıları bize şöyle sesleniyor: “Şimdi, Seni göreyim 2023 için gürlerken! Yumruğunu masaya değil, hainlerin beynine indirmek için; barış maskesini düşürmek değil, altındaki yüzsüzlüğü deşifre etmek için; millî ve dinî olana düşmanlığı hatırlatmak değil, millî ve dinî olanın dostluğunu milyonlara tattırmak için; tek başına iktidar veya koalisyon ihtimallerinde düşleyen değil, 2023 hedefine yürürken çelme takanın karşısında düşmeden ona bir adalet tokadı yapıştırmak için; “Ne parti, ne devlet; patron millet!” sloganı değil, bir yeni kuşağı inşa için coşan Seni... Haydi Bismillah! Şeytanı ve uşaklarını kovalarken, seni 2023’ten bakarken, kucak açmış beklerken, görkemini ve de düşmanlarına saldığın korku ve dostlarına verdiğin cesaretle kanatlanmış göreyim. Selam 2023 Kuşağı! Uzat, bayrağını başımın üstünde taşıyıp ayını ve yıldızını kanımın rengi ile öpeyim…” Sanırım siz de daha fazla beklemeyecek, bu kuşağa en zinde kalbinizle elinizi uzatacaksınız. Öyleyse lütfen şifreyi giriniz! aralık 2015 109 Kitap Ajanda Ajanda Dergiler Grubu Genel Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan’ın üçüncü kitabı “Değişen Beynim”, daha kapağıyla birlikte on sekiz bin âleme “Arş-ı Âlâ”yı kondurarak nöronları (yahut beyin hücrelerini) takım yıldızlarına benzetmiş ve müthiş bir metafor ortaya çıkarmış. Değişiyorum, o halde var! Değişen Beynim İ NSANIN en önemli özelliği “düşünebilmesi”. Ancak bu en önemli özellik, değişmek üzerine kurulu. Öyle ya, en basit örneklerden biriyle şöyle bir kurgu tasarlayabiliriz: İnsan sıcak ile soğuğun arasındaki farkı hissetti. Bu his, düşünme ve dolayısıyla akletme ile mümkün oldu. Sonra bu işlem gelişti ve soğuğa karşı sıcağı, sıcağa karşı soğuğu keşfetti. Yani düşünme, değişti. Sonra soğuğa karşı sıcağı, tabiî sıcağa karşı da soğuğu yapay şekilde ortaya çıkarmak için didindi. Bu didinmeler sırasında da sürekli düşünce değişti. 110 aralık 2015 >> Hohlamayla başlayan keşif kombiyi, üflemeyle başlayan keşif klimayı getirdi. Bu süreçler arasında ise düşünme hep değişti, değişti… Peki, düşünmeyi değiştiren şey neydi? Her canlı doğar, büyür ve nihayet ölür. Bu üç aşamalı süreçte hep değişim vardır. Bu değişimleri düşünmek de çe- şitli değişimlerle mümkündür. Elbette bu değişimlerdir düşünceyi geliştiren veya gerileten. Ancak herhangi bir canlının vücut anlamında değerlendirilmesi, onun doğuma, büyümeye ve ölmeye gidene kadar sürekli değişmesiyle mümkün olur. Örneğin ana rahminde şekillenen yavrunun parmaklarının oluşması için değişe değişe Sungur İnci ERTUĞRUL FACIASI Erol Mütercimler “Bu kitap sizinle, bizimle ilgili… Anne karnından yaşamımızın sonuna kadar tüm yaşantımızı yönetmek gibi çetin bir işle mükellef o muhteşem et parçasının, yani beynimizin başrolü oynadığı bir macerayı yaşıyoruz hep birlikte. Bu maceranın adı ise ‘hayat’… meydana gelen hücreler, yine bir değişimle oyuntuları ortaya çıkarmak için ortadan kaybolurlar veya patlarlar. Her sistemli ve düzenli patlama yeninin oluşumu içindir. Belli belirsiz bir cisimken el şekil kazanır ve parmaklar oluşur. Tabiî bu örneği yalnız vücudun dışarıdan görünen fizikî durumuyla anlatmaya gerek yok. İçeride de her şey hem ana rahminde, hem de doğumun ardından değişir. İç organlar da değişime uğrarlar. Bu değişimleri olumlu ve olumsuz örneklerle vermek mümkün tabiî, ancak şu an ihtiyaç yok. Şunu bilelim yeter: Canlı ise, ille de değişir! şen Beynim”, daha kapağıyla birlikte on sekiz bin âleme “Arş-ı Âlâ”yı kondurarak nöronları (yahut beyin hücrelerini) takım yıldızlarına benzetmiş ve müthiş bir metafor ortaya çıkarmış. Arka kapağında ise Sinan Ağabey’e ait şöyle bir not var: Sırf on sekiz bin âlem metaforundan yola çıkarak insanı kâinata denk tutmayı denediğimizde, Kur’an diliyle Arş-ı Âlâ olarak sağlam bir mahfaza içinde tutulandan kasıtla beyni kestirmek mümkün olabilir. Düşünmeyi değiştiren, her an değişim içinde olan beynin ta kendisi! Her an dirilerek ve her an ölerek… “Bu kitap sizinle, bizimle ilgili… Anne karnından yaşamımızın sonuna kadar tüm yaşantımızı yönetmek gibi çetin bir işle mükellef o muhteşem et parçasının, yani beynimizin başrolü oynadığı bir macerayı yaşıyoruz hep birlikte. Bu maceranın adı ise ‘hayat’… Bir sinirbilimci olarak, beyin hakkında herkesin bilmesi gerektiğini düşündüğüm işe yarar bilgileri, kendi hayatıma geri dönüp baktığımda gördüklerimle birlikte, meraklısıyla paylaşmak en büyük keyfim. Yüzlerce kez anlatmama rağmen öğrenmeye ve anlatmaya doyamadığım bu muhteşem meseleyi bu kez de sayfaların ve kelimelerin izin verdiği ölçüde burada sizlerle paylaşmak niyetindeyim. [n] Beyin’in bu ilk beyin kitabında inanıyorum ki bizzat kendinizi okuyacak ve bilimsel bilgiden yaşama sevincine açılan nice kapıları keşfetmenin keyfini hissedeceksiniz. Fakat unutmayın, hiçbir insanoğlu beyniniz kadar muhteşem bir kitap yazamayacak! Bu sayfalarla birlikte aslında bizzat onu okumaya, onu anlamaya çalışıyoruz…” Ajanda Dergiler Grubu Genel Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan’ın üçüncü kitabı “Deği- Şimdi beyninizin değişimine daha yakından şahit olmaya ne dersiniz? Bu değişenlerden biri de elbette beyindir. Hele enfüsünde on sekiz bin âlem barındıran insanın beyni… “On sekiz bin âlem” deyince, aklımıza galaksileri dahi içine alan bir sonsuzluk kümesi geliyor. Gezegenler, yıldız takımları, kara delikler, göktaşları derken uçsuz bucaksız kâinatı hayal etsenize… Ne muhteşem! J APONYA “uzaktaki yakın dost” diye tanımlanır. Gerçekten de böyledir. Bu yakın ilişki 1890 yılında kurulur; Japonya karasularında batan Ertuğrul gemisinden kurtulan 69 Osmanlı bahriyelisine yöre köylülerinin kucak açısıyla başlar tüm öykü. >>O günden bugüne hiçbir düşmanlık yaşanmaz iki ülke arasında. 2010, “Türkiye’de Japonya Yılı” ilan edildi; hatırlanacağı gibi 2003 de “Japonya’da Türkiye Yılı”ydı. Böylece Türk ve Japon halkının birbirlerini daha iyi tanıyacaklarına inanıldı. Bu kitap, Ertuğrul Faciası’nı eksiksiz anlatan ilk araştırmadır. 1890 yılındaki Ceride-i Bahriye dergisinde konuyla ilgili yayınlanmış tüm makaleler, resmi yazışmalar, Hindistan’da ve Japonya’da yayınlanmış olan tüm gazeteler gözden geçirilmiş, bu kaynaklarda yazılan her şey ilk kez tercüme edilerek okuyucuyla buluşturulmuştur. Ertuğrul’un kafile komutanı Amiral Osman’ın torunu Nazlı Tektaş ile yapılmış tek röportaj da bu kitapta yerini almıştır. Buna ek olarak, Ertuğrul’un batışından 20 yıl sonra olayı kaleme alan Deniz Müzesi kurucusu Süleyman Nutki’nin temel alınan eserinin yanında, oğlu Ordinaryüs Profesör Dr. Ata Nutku ile yapılan tek görüşme yine bu kitapta yerini bulmuştur. Zengin tanık ve arşiv malzemesi yüklü bu çalışma, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Müzesi ve Başbakanlık arşivlerinde konuyla ilgili ne kadar belge varsa okuyucuyla buluşturmaktadır. Kitapta yalnızca Ertuğrul Faciası anlatılmamakta, buradan yola çıkılarak 21. yüzyılda Türkiye ile Japonya arasında kurulabilecek siyasi ve ekonomik ilişkinin de zemin etüdü analiz edilmektedir. Kitap, bu açıdan geçmişle gelecek arasında bir köprü olmak iddiasındadır. aralık 2015 111 haberajanda Karikatür 112 aralık 2015 Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com