2013-10 Kizilbas 31
Transkript
2013-10 Kizilbas 31
kızılbaş Ek im 2013 - S a yı 31 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! bacaklarını kestiler! ip atıp boğdular sonra da boğazını kestiler işkencedir! - cinayettir! - mankurtlaşan veya celladına aşık aleviler dr. hüseyin demirtaş - Gülo’dan bu güne Ermenilere ne oldu? Aram Ararat - ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ - Reform Paketi Prof. Dr. Taner Akçam - ‘’Ben Kürd Milliyetçisi Değilim!’’ Dr. İsmail Beşikçi - KÜRT TARİH YAZIMINDA İNKARCI Hovsep Hayreni - Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Din’deki Yeri: Kurban İlhan Arsel kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com kayseti temsilciliği a. rıza ülger kzlb_kysr_38@outlook.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ekim 2013 sayı: 31 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE05 3505 0000 0300 2323 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - mankurtlaşan veya celladına aşık aleviler ...dr. hüseyin demirtaş Sayfa 08 - YOL`dan DüŞen Mezar Kazıcıları.. ............. Adnan Cangüde Sayfa 09 - Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla .... E. YILDIRIM Sayfa 10 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar -9 DEMOKRASi: ........................................................................ A. Haydar Kanlı Sayfa 11 - Gülo’dan bu güne Ermenilere ne oldu? .................... Aram Ararat Sayfa 13 - ezilen halklar ve melek-i tavus’un başına gelenler ................................................................... Müslim Korkmaz Sayfa 14 - Pomakların var olduğunu önce Pomaklara anlatmalıyız… ............................................................................. A. Murat Yılmam Sayfa 15 - Süryanilerin ilk okulu açılıyor Sayfa 15 - BASINA VE KAMUOYUNA Sayfa 16 - ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ Sayfa 18 - Reform Paketi .................................... Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 19 - GERİ DÖNÜP BAKTIĞIMDA ............................. Mahmut Alınak Sayfa 20 - “Nice paketler gördüm boştular!” ................. Fikret Başkaya Sayfa 22 - Binboğada Kızılbaş olmak ............................................... Ali Ülger Sayfa 23 - ‘’Ben Kürd Milliyetçisi Değilim!’’ ............. Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 24 - CAMİİ - CEMEVİ PROJESİ, DEVLETİN KENDİ ALEVİSİNİ YARATMA OYUNUDUR- ................... Mustafa Karabudak Sayfa 28 - KİMDİR BU HEMŞİNLİLER .............................. Evrim Kepenek Sayfa 30 - KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN ... Sultan Kılıç Sayfa 32 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 2. Bölüm ................... Hovsep Hayreni Sayfa 39 - KARADENİZ, KARADENİZ OLALI BÖYLE BİR KARANLIK YAŞAMAMIŞTIR ............... Tamer ÇİLİNGİR Sayfa 40 - Japon gazetecilerden ilanlı uyarı Sayfa 41 - “Hoşana’nın Son Sözü” Sayfa 42 - KURTİYEK Jİ DÎROKA ÊZDÎTİYÊ Û HİNEK GEHDARİYÊN Lİ SER CÎH-WARÊN ÊZDİYÊN KU Lİ BAKURÊ KURDİSTANÊ DİMAN ............................................. Kemal Tolan Sayfa 50 - Habusi/İkizdemir köyü (Elazığ Merkez’e bağlı köy) Sayfa 51 - Rum soykırımı .............................................................. Serdar Kaya Sayfa 52 - Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Din’deki Yeri: Kurban. ............................................................................... İlhan Arsel Sayfa 61 - BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜĞE Mİ, YOK EDİCİLİĞE Mİ? ......................................................................................... Ahmet Önal Sayfa 63 - SARESUR ................................................................ Sait Çiya Sayfa 64 - Seçme şiirler kızılbaş dergisi ankara temsilciliği selanik cad. no: 23 / 20 kat 5 kızılay / ankara tel: 0 506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com İlahi Heq! Sen mi yarattın beni? Sordun mu bana yaratmadan önce, Gelip gördük imar ettiğin alemi, Kanrevan içinde… Hiç te sevmedim, Hiç fark ettin mi sen? Mülkünde ki mahlukatını, Bir uçtan bir uca… Kuşların, atların, itlerin Anadilinden konuşup anlaşıyorlar, En çok ta bu hoşuma gitti… Be hey ulu üretici! Peki şu insan mahlukatına, Niye bölücülük yaptın? Her adımda başka dil başka din, İnsan mahlukatların anlaşamıyorlar… Peki sen ulu üretici, Sen hepsini anlıyor musun? Başına bela etmişsin, Ayıkla ayıklaya bilirsen, Midyat’ta ki pirincin taşını… Ha bir de kara kaplı defterin varmış, Kim yazar kim okur onu? Anlaşılan başın belalı senin… Mülkünün bir ucundan diğer ucuna, Güllerin hep aynı kokar da, Şol insan mahlukatın niye bin bir türdendir? Yoksa onların ustası sen değil misin? Bana sormadan beni üretmişsin, Bana sormadan beni çalacakmışsın, Bu dünyanda seninle barışık olmadım, Öbür tarafını da istemem… Gün gelip devran dönende, Ben de çeker giderim, Kızılbaşlı turnalar ile, Senin mülkünde… -kızılbaş eli- kızılbaş - sayfa 4 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü ile görmek Ali Ülger Siyaset kazanı kaynatılıyor, hükümet paket hazırladı. Beklentisi ve güveni olanlar da sabırsız ve bol ümitleriyle hükümet paketini beklediler. Devletin aracı olan hükümet, devletin ihtiyacına uygum bir paket açıkladı. Aklı salim olanlar devlet paketinin boş olduğunu biliyorlardı. Ne yazık ki devlete güvenen ve beklentisi olanlar hayali sükuta uğradılar. Başta beyaz Kürtler, Beyaz Aleviler ve diğer toplumsal kesimler bekledikleri piyango çıkmadı!.. Bu paketten çıkmayan beklentilerini, devletin gelecek paketlerine havale ettiler CC. Allah muratlarını vere derim. “Sorun ve problemleri üreten yönetenler ile hiç bir problem demokratik olarak çözülemez” Devletin üretmiş olduğu toplumsal sorunların devlet eliyle çözüleceğine umut bağlayan beyazların, devletin hükümdarlığının dışına çıkmaları özgürleşmesi asla mümkün olamaz. Ermeni soykırımı demokratik siyaset ile çözülmeden, Kürt milli meselesi çözülemez. Kızılbaş-Alevi meselesi çözülemez. Azınlığa düşürülmüş toplumsal Alevilerin kendi adlarına kendilerini temsil etme istemlerine kendi öz siyasal açık örgütlenmelerine karşı olmalarıdır. Peki bu ortaklığın, bu benzerliğin aslı nedir? Bunun iyi anlaşılıp açık eleştirilmesi gerekiyor. Tüm bu devlet ve beyaz örgütlenmelerin Kızılbaş-Alevileri kapı kulu maraba olarak kullandılar. Kızılbaş-Alevilerin kendi öz siyasal örgütlenmeleri elbette işlerine gelmez. Özgün sorunlarımızın ve ortak toplumsal sorunlarımızın çözümkesimlerin demokratik talepleri lerine yönelik kendimizi yetkin çözülemez. Din vicdan hürriye- kılıp kendi adımıza ve kenditi sağlanamaz!.. miz için siyaset yürütmeden hiç bir sorunumuzun çözüleToplumu oluşturan en küçük meyeceğine 600 yıllık Osmanlı kesimden en büyük kesime ka- tarihi, 90 yıllık TC. tarihi buna dar herkes kendi yakın tarihiyle açık kanıt degil mi ? açık yüzleşmeyi yapmadan; Ortak toplumsal meselelerimizin *** çözümünde olduğu gibi özgün sorunlarımızın çözümünde de Devletin Cami-Cemevi-Aşevi sağlıklı demokratik adımların projesini Gülen Cemaati ile atılması geliştirilmesi kanımCumhuriyetçi Eğitim Merkezi ca mümkün değildir. Her bir İzzettin Hoca Efendi aracılığıykesim kendi sorunlarına sahip la yeniden gündeme sürdüğü çıkarak temsil etmek istedikleri Türkleştirme ile devlet ümmeti kesimden yetki alarak siyaset Müslüman yapma siyasetidir. alanına çıkmalıdır. Bizim de Bu devlet siyasetine açık destek içinde bulunduğumuz Kızılbaş- sunanlar oldu. Karşı çıkanAlevi kesiminin açık temsilcisi lar da oldu. Destek sunanları ne yazık ki yoktur. Kızılbaşanlarız. Karşı çıkanlardan bir Alevilerin siyasal yoğunluğu kısmının yaptığı siyaseti anlaittihatçı-ırkçı faşizan CHP mak insani normlar dahilinde ağırlıklı bir tercihi vardır. mümkün mü? Diğer yandan da beyaz Kürt hareketine Kürt milli duygularının altında küçük bir tercih vardır. Devletin irili ufaklı sağlı sollu yasal ve yasa dışı teşkilatlarında da KızılbaşAlevi evlatları vardır... Tüm bu teşkilatların ortak bir siyasette ayniyetlikleri vardır. Kızılbaş- Burada bir öyküyü kısaca aktarmak isterim. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Cemevi!.. yıllar önce yasal kuruluşunu gerçekleştirir. Kendine küçük bir lokal tutar. Lokalin karşısında sahipsiz bir arsanın boş olduğunu öğrenirler. Bağlı oldukları belediyeye başvururlar kızılbaş - sayfa 5 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 boş arsayı kendilerine verilmesini isterler. Birçok görüşme ile boş arsayı belediye söz verir ve arsayı kendilerine verirler. 850 bin TL. karşılığında.. Gel olur git olur bu arsaya inşaat başlatmak için seçimler öncesi CHP ile görüşmeler yapılır. CHP’den inşaatın yapılması için para istenir. Sözler alınır sözler verilir. Dönemin seçimleri yaklaşır. CHP gelir ve temel atar. Direkleri diker giderler. Seçimlerde CHP desteklenir. Seçimler biter. CHP’den ne gelen olur ne de soran olur. Dernek yöneticileri CHP’ye gidip gelmekte yolları eskitirler. Hiç bir faaliyet yapmaz CHP! Dernek yöneticileri önce Alevi mütahit ararlar inşaatı yaptırmak için. Hiçbir Alevi mütahit işi almaz. Dernek yöneticileri başka mütahitlere de gider gelirler hep elleri boş dönerler. Bu durumu Gülen cemaati duyar ve derneğe gelir tanışıp öneri yaparlar. İnşaatı yapabileceklerini söylerler. Dernek yönetimi tartar düşünür ve inşaatın mütahitliğini Fetullah cemaatine vermeyi uygun görürler. Hukuki olarak sözleşme sefasına gelince arsa tapusu gündeme gelir. Arsanın henüz tapusu alınmamıştır tez elden yöneticiler belediyeye giderler tapularını isterler. Belediye arsanın fiyatının 2,5 milyon olduğunu söylerler. Yöneticiler kara kara düşünerek lokale gelirler. Cemaat firmasıyla durumu görüşürler. Cemaat yeniden bir öneri yapar ve 2,5 milyonu biz ödeyelim siz bize aylık olarak geri ödersiniz derler. Cemaat belediyeye 2,5 milyonu öder tapu alınır sözleşme şartname imzalanır ve inşaatı yapıp bitirirler. Şimdi bu derneğin bu cemevinini genel merkez başkanlığını yapan sayın Kemal Bülbül’ün siyaseti Sayın Kemal Kılıçtaroğlu siyasetinden daha ilkel ve daha zararlı degil mi? Kılıçtaroğlu devletin siyasetini açık işletiyor. İsteyen katılır destekler istemeyenler de uzak durur. Peki Sayın Kemal Bülbül’ün ve şubesinin siyasetinin CHP siyasetinden ne eksiği var? Hatta fazlası bile var!... Kemal Bülbül ve işbirlikçi tarikatı kalkmış Fetullah hoca efendi ile İzzettin hoca efendinin devlet siyasetine karşı olduklarını bağırıp çağırıyorlar aybe loo........ Arif olan anlar CC. Allah biz kafir Kızılbaşları CHP ve beyaz(!) Kemal Bülbül siyasetlerinden korusun. *** Seçimler yaklaşırken AleviBektaşi dernek vakıf yazarçizer zavatımız işbaşındalar. CHP’den nasıl vekil ve belediye başkanı oluruz siyaseti işletiyorlar. Gün yaklaştıkça aktörleri birer birer göreceğiz. Diğer yandan da beyaz Kürt partisinde Tırk-Kürt kardeşliği ve İslam birliği siyasetinde de aktörler göreceğiz!... *** Yenilenmemizin yeniden yapılanmamızın önünde duran en büyük engel bu kirletilmiş maraba ruhlu düşkünlerim. Saflaşıp paklanmak bu güruhla açık hesaplaşmak ile mümkündür. Gelin canlar bir olalım sloganı günümüzde sahtekarlığın ta kendisidir. Günümüzün çağırısı saf olalım başı dik olalım işbirlikçi kınalı kekliklerimiz ile ayrı duralım olmalıdır. Can Cana Saygılarım ile yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mankurtlaşan veya celladına aşık aleviler Mankurtlaşma ve mankurt bugün için Türkiye’de ki bazı Alevi kişi ve gurubların da davranış biçimi haline gelmiştir. Alevilerden bir bölümü artık başına yaş deve derisi geçirilen mankurtlar gibi, her gün geçmişine sövmekte, onu inkar etmekte ve mensup olduğu topluluğa karşı akla hayale gelmez ihanet ve kumpaslar içine girebilmektedir. Aleviler, Türkiye’de sözde birinci sınıf vatandaştır, eşit ve özgürdürler ama onlara bugüne kadar yapılan muamele bir mankurta yapılanlardan sadece nitelik olarak farklıdır. Mankurtun başına yaş deve derisi geçirilip güneşin altına elleri bağlı bırakılmıştır. Buna karşılık Alevilerin başına deve derisi ğeçirilmez ama onu kendi kendine düşman etmek için hiçbir fiziki ve psikolojik işkecenin yapılmasından çekinilmez. Hafızadaki “Kınalı Keklik” Şöyle ki, hizmet almadığı halde, Alevilerin ödedigi vergi ile Diyanet İşleri Bakanlığı’nın imam - hatip, müftü, vaiz, müezzin gibi on binlerce personeli finanse edilir. Alevi Çocuğuna, yabancısı oldugu bir mezhebin din dersi okullarda zorunlu olarak okutulur. Alevinin ceminde, darında şiirlerini okuduğu, nefeslerini söylediği Şah ismail tarih derslerinde düşman olarak belletilir. Devlet televizyonunda yapılan İnanç Dünyası proğramında, bu ülkede Aleviler hiç yaşamıyormuş gibi davranılır ve yok sayılırlar. Yine Ramazan gelir; sokakta, çarşıda, pazarda oruç terörü estirilir. Oruç tutmayan Alevilere her fırsatta gözdağı verilmekle kalmaz, bazı seneler bir iki Alevi bu teröre kurban gider. dr. hüseyin demirtaş Örneğin Malatya, Bolu ve Van’ daki üniversitelerde olduğu gibi, oruç tutmadığı için Alevi öğrenciler döve döve öldürülür. İşkence psikolojik olanla sınırlı kalmaz. Hasbelkader bir devlet kurumunda memur olan bir Alevi, ağzıyla kuşta tutsa ondan daha vasat yeteneklere sahip Sünni Kökenlililer hep yükselirken, o sittin sene memur olarak, tabii onuda kalabilirse öylece emekliye ayrılır. Durum özel sektörde de bundan pek farklı değildir. Aynı şekilde Sünni esnafın yoğun olduğu yerde dükkan açan bir Alevinin de palazlanmasına izin verilmez. Bu kişinin derhal Alevi olduğu ortalığa yayılarak müşterilerinin ondan kaçması sağlanır. Hele bir de bir Alevi kasap dükkanı açmışsa, işte ozaman “ yandı gülüm keten helva!” Alevi kasap bir gram et satamadan kısa sürede kepenk indirir. Bazılarını saymadığımız tüm bu işkencelere dayanamayarak zamanla pes eden, bilincini kaybeden ve geçmişini unutan Alevilere biz “Mankurtlaştırılan Aleviler”diyoruz. Aslında Alevi toplumu mankurta ve mankurtlaşmaya yabancı değildir. Alevilikte, toplumuna yabancılaşanları ve ona karşı ihanet içine girenleri açıklamak için “Kınalı Keklik” deyimi kullanılır. Kınalı keklikler de avcı tarafından yakalandığında, hemcinslerinin avlanmasında güzel sesiyle kullanılırlar. Diğer kekliklerin yoğun olduğu bölğeye getirilen kınalı keklik. güzel güzel öterek hemcinslerinin sese kulak vererek yanına gelmesini ve yakalanmasını sağlar. Alevinin kollektif hafızasında, kınalı kekliklerin sayısı çokçadır. Sivas’ta Alevi toplumunun içinden çıktığı halde Osmanlı tarafında yüksek makama getirilince Alevilerin yedi büyük ozanlarından biri olan Pir Sultan Abdal’ı astıran Hızır Paşa, kınalı kekliklerin atası sayılır. Demokrat Parti Sonrası Bilindiği üzere Cumhuriyet öncesi Aleviler kırsal kesimlerde toplu halde ve Sünni toplumunda yalıtılmış olarak yaşadıklarından, aralarından çok az mankurtlaşanlar çıkıyordu. Aleviler 1950’ lilerden sonra kabuklarını kırarak şehirlere göçünce, Alevi insanı üzerindeki daha önceki toplumsal kontrol kalkıp Sünni toplum ve devletle doğrudan temasa geçilmeye başlayınca iş değişti. Köyünde, kasabasında oturup duran bir Alevinin kimseye pek zararı yoktu. Ama Alevilerde şehirde göçüp mevcut pastadan pay isteyince, Türkiye’de hemen her şeye sahip olan Sünni kitle tedirgin oldu. Bu nedenle Alevilerin mümkünse tekrar geldikleri yerlere geri gönderilmesi, bu olmadığı takdirde ise mankurtlaştırılarak etkisizleştirilmeleri gündeme geldi. Tüm karşı mekanizmalar derhal fali- kızılbaş - sayfa 7 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yete sokuldu. Bu hummalı çalışmanın meyveleri kısa zamanda alınmaya ve Aleviler içinde mankurt rolünü oynamak isteyenlerin oranı da hızla artmaya başladı. Günümüzde, Aleviler arasında mankurtlaşma çeşitli şekillerde yaşanıyor, kimi Alevi tamamen mankurtlaşıp geçmişini unutarak içinden geldiği topluma topyekün savaş açarken; bazıları da hala toplumun içinde hatta önder Pozisyonlarında oldukları halde Alevi karşıtlarının menfaatlerine hizmet ederler. Bunların içinde anlı şanlı dedeler ve Alevi derneklerinin başkanları bile vardır. Üçüncü kesimdeki bunlar Alevi toplumu içinde en büyük grubu oluşturur, geleneğe zaman içinde yabancılaştıkları, Sünni probağandanın aşırı etkisinde kaldıkları, devletçileştikleri ve büyük ölçüde Alevi-Bektaşiye has duyarlılıklarını da yitirdiklerinden her şekilde kullanılmaya ve manipüle edilmeye hazır eğitimsiz halk yığınlarından oluşur. Etrafına dikkatli bakan herkes Aleviler arasında her türden mankurta tesadüf etmekle güçlük çekmez. Zira Aleviler Türkiye’de en az yüzde 10 oranında bir kitleyi oluşturduğundan, üzerlerinden binbir çeşit oyun oynanmakta, itaatkar ve sürü bir topluluk olarak kalmaları, haklarını aramalarının engellemesi için sayısız dolap çevrilmektedir. Nitekim Alevilere karşı hazırlanan, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde uzun süredir uygulamaya sokulan planlar meyvelerini Batı ve Orta Anadolu Alevileri arasında bol bol veriyor. Buna en güzel örnek Kütahya Alevileri gösterilebilir. Bu ildeki Aleviler arasında artık devletin gönderdiği imam köyüne kasabasına bir hizmet olarak algılayanlara rastlandığı gibi, Sivas’ta yakılan kardeşlerine sevinenleri, Gazi Mahallesi’nde öldürülenlerin yanında değil de polis ve devletin yanında saf tutanları görmek çok zor değil. MHP’li Aleviler Asıl tehlikeli olan ise bu bölge Alevileri arasında yaşanan milliyetçileşme veya bir çeşit faşisleşme eğilimi. Gerçi milliyetcilik sadece Batı Anadolu Alevileri ile sınırlı değil. Zira Amasya’da MHP’li bir Alevi yine Alevilerin oylarıyla belediye başkanı seçilebildi. Ama asıl vahim olanı, Batı Anadolu Alevilerinin Doğu Alevileri ile arasına ağır ağır duvarları gittikçe kalınlaşan bir sınır çekmeye başlaması.... Bunu batıdaki kentlerden hangisine gidilse görebilmek mümkün. Zira bazı Aleviler Tunçeli, Sivas, Maraş, Malatya, Erzincan Alevilerini kendinden saymamakta, onların önemli bir bölümünü Kürt olması nedeniyle dışlamakta ve artık kendi kimlik tanımı içinde onlara yer vermemektedir. Ben, batı kentlerinde ve Almanya’da Doğulu Alevilerin ve bunların İstambul ve Ankara gibi metropollerde yaşayanlarının, “Onlar bizden değil. Namaz kılmıyor, oruç tutmuyorlar. İçki içiyorlar ve gusül aptesti almıyorla. PKK, DHKP-C gibi bölücü (!) örgütleri destekliyorlar. Sadece nefes söylemekle, Alevi olunmaz” denilerek aşağılandıklarını bazı Alevilerin ağzında defalarca duydum. Burada Aleviligin temel felsefi direklerinden biri olan “72 millete aynı gözle bakmak” ilkesinin unutulduğu açıkça anlaşılıyor. Hitler’in Yahudi Ayırımı Ayrıca batılı Aleviler arasında dikkatimi Çeken bir diğer nokta da, aşırı devletçi olmaları ve devlet deyince akan suların durması... Müzmin bir devlet fetişimi ve tapıcılığı var. Genelde devletle hükümeti karıştırıyorlar ve devletten ne gelirse kubul etmeye hazır görünüyorlar. Devlet ne yaparsa iyidir gibi bir anlayış geliştirmişler. Sanki devlet ve hükümet Cumhuriyet’in ilk yıllarında gibi Sünnilere ve Alevilere eşit mesafedeymiş gibi. Bu korkudan mı yoksa sevgiden mi kaynaklanıyor tam tespit edebilmiş değilim. Belki yıllar içinde dozu git- tikçe artan asimilasyon politikalarının bir sonucudur bu. Böylesine yanlış bir devlet algılaması nedeniyle devletin Alevilere karşı yanlış ve çarpık uygulamalarını dile ğetirenler de , öne sürdüğü fikirler üzerinde hiç düşünülmeksizin hemen bölücü ve devlet düşmanı olarak damgalanıyor. Sanırım bu da Batı Anadoluda en büyük Problemlerden birisi. Halbuki farklı kökenlerine ve bölge bölge değişen uygulamalarına karşın Aleviler ğenelde bir bütün . Hemde öyle bir bütün ki, Aleviler kendi aralarında ne kadar bölünürse bölünsün bir Alevi ister Kürt ister Türk kökenli olsun, Sünnilerin çoğunluğu ve Alevilere karşı olan güç odakları tarafından bir vücut olarak görülüyor, Yani bir Aleviye kızan veya onun hakkında kötü söz söylemek isteyen bir kişi, Aleviler arasında ayrım yapmıyor. Hedef aldımı hepsini alıyor. Aynı 1980 öncesi Maraş, Çorum ve Malatya’da; daha yakın zamanda Sivas ve İstambul Gazi Mahallesi’nde yaşananlar gibi. Burada Alevilere can kırımı uygulayanlar, kurşun sıkarken hiç Türk ,Kürt; doğulu batılı diye ayırmadı. Ölenlerin içinde belki Sünnilerle iyi ilişki içinde olan hatta camiye giden ve Ramazan’da Oruç tutanlar vardı. Ama sıra Alevileri öldürmeye geldiğinde bunların hiç biri sonucu değiştirmediği gibi, kimse aralarındaki farkları dikkate bile almadı. Hitler döneminde Almanya’da da böyle olmuştu. Bir çok Yahudi yüzyıllarca önce Hıristiyan olduğu ve Almanlaştığı halde , kökenleri didik didik edilmiş ve yahudi oldukları anlaşılınca yakılmak üzere toplama kamplarına gönderilmekten kurtulamamıştı. Bu da gösteriyor ki Alevi kimliğini terk ederek egemen Sünni çevrelere ve devlete yaranabilmek mümkün değil. Çünkü Batı Anadoluda’da bir çok Alevi köyünde olduğu gibi Sünni köylerde bile bulunmayan görkemde Camiler kızılbaş - sayfa 8 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yapmakla, şu anda büyük oranda Sünni anlayışın eğemen olduğu bir devlete ve önyargıların esaretinden henüz tam olarak kurtulamamış Sünni kitleye yaranmak mümkün görünmüyor. Bir Alevi olarak Sünnilerden daha çok namaz kılmak, oruç tukmak, kraldan çok kralcı kesilmek ve yaranmak için kendi ğeçmişine beş vakit küfretmek akıl karı olamaz. Zira mevcut Sünni egemen toplum ve devlet; kendilerine ne kadar yaklaşırsa yaklışsınlar Alevileri kabullenmeye, icine almaya ve hiçbir şeyi paylaşmaya yanaşmıyor. Tarihi önyargılar, mevcut güç ve menfaat ilişkileri buna engel. Bu nedenle Alevilere, birlik ve bütünlüğü aralarındaki tüm ekonomik, bölgesel, toplumsal ve kültürel farklılıklara rağmen korumak dışında başka bir yol kalmıyor. Zaten Aleviye karşı yapılan her plan, onun birlik ve bütünlüğü parçalamak ve ufak lokmalara ayırarak yutmalarını daha da kolaylaştırmayı hedefliyor. Tam bu nedenlerden dolayı kimliksizleştirme, kitle olarak anlamını yitirme ve yutulmaya karşı Alevilerin önünde birlik ve bütünlük içinde olmak, bir ve iri olmak dışında seçenek kalmıyor. Gönüllü Mankurtlaşanlar Eğer bu yol tutulmaz ve Aleviler sudan sebeplerle amip gibi sürekli bölünürlerse, egemen güçlerin zafer şarkıları söylemeye başlamasının zamanı gelip çatmıştır. demektir. Bu gerçekliğinde de Türkiye’deki Alevilerin kelle sayısının 15 veya 25 milyon olması hiç bir şeyi değiştirmeyecek, sayıların artık bir anlam ve önemi kalmayaçak. Çükü Çoban tek, sürü binlerce ama orada sürünün degil çobanın sözü geçiyor! Sonsöz: Gönüllü mankurtlaşanlar ne kendilerini ne de ait oldukları topluluğu kurtara bilirler. ................................ Dr. Hüseyin Demirtaş’ın bu yazı, Kızılbaş Dergisi’in birinci Sayısında da yayınlanmıştır Ocak 2011 sayı 01 Ankara YOL`dan DüŞen Mezar Kazıcıları.. Adnan Cang ü de r Kimsenin beklemediği ama içten içe bilinen ve görünen asimilenin sinsi ayak sesleri içimizde yürüyor. Kim derdiki asimile kendini bu kadar sert ve haince dayatacak ve içimizdeki Hınzır paşalar bu kadar çabuk ortaya çıkacak. Ebu Sufyanın oğulları boş durmuyor Ibni Mülcem oluyor Şimr oluyor ve ne Hasanımız kalıyor nede Hüseyinimiz. Zehirli eller ve kanlı kılıçlar canlarımızı alıyor alıyor. Daha düne kadar en çok ben inanırım, en büyük Alevi benim diyenler üç beş kuruşa tav olup satılmışlar, renkli sandalye ve koltuklara gömülmüş, gömüldükleri koltuklarda çürümüşler. 70-80 yıllık yaşamlarında nice katliam, nice ölüm ve nice ihanetleri yaşayan insanlar şimdi ayni ihaneti ve katliamları hiç acımadan vahşice ve hayasızca kendi toplumuna ve halkına yapıyor. Eyyyy para sen nelere kadirsin ne cennetler alır ne hurilerı satarsın. Hiçmi satın alamayacağın insanlar yok? Ankaranın her metrekaresinde bir Alevinin, İlericinin ve Devrimcinin kanı yerde iken nasıl olurda gider kanlı elleri tutar ve önünde eğilerek öpersin, bilmezmisin yeni doğmuş bebelerin ahı var o ellerde. Fettullah Gülen ve İzzettin Doğan bu gün var yarın yok; Muaviye torunlarına kardeş olmak sanamı düştü, hiç mi düşünmedin İmam Hüseyini, Hallacı Mansuru, Seyit Nesimiyi, Sivası, Gaziyi, Maraşı ve Dersimde kesilen Pirlerini,Mürşitlerini.. Anadolu Alevi Kızılbaş inancımızı, Yol‘umuzu ve Erkan‘imizi yok etmek için binbir hile ve yalan dolan ile her türlü laneti düşünen, ölümümüze bayram yapan ve şeker dağıtan, mezarımızı kazanların tarafında olmak ve eline kürek alıp üstümüze mezar toprağını atmak sanamı kaldı devşirilmiş Tur. Boşuna bunca yıl demediler Pirler siyasete karışmasın, Pirler politika yapmasın sadece inanç işlerine baksınlar diye, hangi Pir ve Mürşit siyaset yapmıyorsa ve bunun mücadelesini vermiyorsa geleceği yer asimile mezarının kör çukurudur bu böyle biline vede yazıla. Ebu Sufyanın, Yezidin torunları her türlü siyaseti yapacak ama benim Pirim yapmayacak yok böyle bir şey, kabul etmiyoruz, zaman Pir‘ lerimizin Mürşitler‘ imizin siyaset meydanına çıkma PİR SULTAN ABDAL’ın sözünü yerine getirme zamanıdır ve hatta geç dahi kalınmıştır. Hızır Paşa bizi berdar etmeden, Açılın kapılar Şah'a gidelim, Siyaset günleri gelip çatmadan, Açılın kapılar Şah'a gidelim. Avrupanın yüz karası, ihanetin içimizdeki zehirli hançeri, boynumuza asılan urgan, Sivasın kor ateşi ve sırtımıza giren yağlı kurşun sensin artık. Ankarada camii gölgesinde neyi alıp neyi satacaksın? Yol ve Erkan düşkünü? Bu Devlet; adına lanet Osmanlının torunlarının devletidir, bilmezmisin? Adına lanet Osmanlıda oyun çoktur bilirsin, bilirsinde katillerle düşer kalkarsın ve şimdide aynı oyunu sen bize oynarsın. Avrupalı Aleviler derhal gerekeni yerine getirmeli ve içimizde öyle yada böyle uzaktan yada yakından Fettullah Gülen ve Izzettin Doğan ile beraber çalışan, iş yapan ve çalışmalar yürüten bütün ama bütün herkesi teşhir edip acilen kendilerinden uzaklaştırmalıdır. Mezar kazıcılarını kendi kazdıkları mezarlarına gömelim. kızılbaş - sayfa 9 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla.. Erdal YILDIRIM Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir. Alevi toplumu içinde yüzlerce yıldan bu yana egemenlerden, zalimlerden yana olmuş, Pir Sultan Abdal'ın itlerinin oturmadığı haram sofrasına oturup Hızır Paşalığa soyunan, ihanetçiliği, Reyberliği seçen, Aleviliği islamiyete, müslümanlığa yamamaya çalışan, bunun için de her türlü entrikayı deneyen, isimlerinin başında "profesör", "dede" gibi çeşitli ünvanları olan; muhtemelen demokratik - yasal haklar değilse bile, hiç değilse Diyanette bir daire başkanlığı, belki bir müdürlük, veya daha önce olduğu gibi örtülü ödenekten bir miktar para, ya da bazı 'dede' kılıklılara maaş vs gibi çeşitli rant beklentileri olanlar vardı. Fakat onlar bile hayalleriyle baş başa kaldılar. Yardım, hizmet ve işbirlikçiliklerinin karşılığını alamadıkları bir hayal kırıklığı yaşadılar. Alevilerin, Alevi toplumunun yıllardır beklentileri belliydi. Bu hükümetten de, Başbakan'dan da, paketten de bir beklentileri yoktu. Sözde Alevi açılımları öncesinde ve sırasında Alevilerin "eşit yurttaşlık" temelinde talep ettikleri, ortaklaştırdıkları ve maddeler halinde sundukları çözümlerin görülmezden gelinmesi, Alevilerin ve Aleviliğin yok sayılması, asimilas- yonun giderek güçlendirilmesi, kendi Alevisini yaratma çabasındaki iktidarın ve bazı Fethullah yandaşlarının "Cami - Cemevi" projesi böyle bir beklenti içinde olmamak için fazlasıyla yeterliydi.. Zira bu iktidardakilerin zihniyetini bilen, karakterlerini ve neye - kime hizmet ettiklerini iyi tahlil eden, Aleviliği Hz. Ali'yi sevmeye indirgeyen, takiyyecilikte sınır tanımayan Başbakanı iyi tanıyan Aleviler de, Alevi örgütleri de bu paketin "boş" hatta "bomboş" olacağını biliyorlardı. Ve görüldü ki, pakette inançlarla ilgili çıka çıka yıllardır fiilen ortada olmayan başörtüsü ve türban yasağının kamu kuruluşlarında serbestliği kararı çıktı. Alevilikle ilgili tek ifade, Cemevlerinin ibadet yeri sayılması, Zorunlu Din Derslerinin kaldırılması, Madımak'ın Utanç Müzesi olması gibi temel istem ve sorunlar ortada dururken, Alevilerin Serçeşme kabul ettiği dergâha dahi ücret karşılığı girerken, Nevşehir Üniversitesi isminin 'Hacı Bektaş Üniversitesi' olarak değiştirilecek olması Alevilerle alay etmekten başka bir şey değildir. Bir yandan Mısır'daki Esma'ya dünya televizyonları önünde gözyaşı dökme resitalleri sunan, Suriye'de El Kaide, El Nusra gibi selefi, insan düşmanı katiller sürüsüne eğitim, lojistik ve askeri destek sağlayan, bu grupları ülke içinde eğitip, örgütleyen, bu gruplara her türlü yardımda bulunup Suriye'ye gönderen, Suriye'de taraf olup iç savaşı körükleyen; diğer yandan geçim amaçlı kaçakçılık yapan 34 Kürt çocuğuna savaş uçaklarıyla saldırıp katledilmeleri emrini veren Erdoğan ve AKP iktidarından "Kürt sorunu", "Ana Dilde Eğitim", "Barış" gibi çözümler beklemek büyük bir hayalcilikten başka bir şey olamazdı . Bu gerçekliğin kısmen farkına varan Kürt Hareketi ve kimi Kürt politikacılar da sadece belli beklentiler içindeydiler. O 'özel' beklenti dışında paketten hiçbir beklentilerinin olmadığını beyan da etmişlerdi. Zaten binlerce seçilmiş Kürt siyasetçiyi zindanlara tıkayan ve hergün yaptığı konuşmalarla, verdiği emirlerle içerideki siyasetçilerin tahliye edilmesini engelleyen, barışa düşman Erdoğan'ın Kürt sorunu için herhangi bir çözümü olmazdı. En temel ve can alıcı sorunlardan birisi olan "Ana dilde eğitim" de pakette yer almadı. Ama "özel okullarda "farklı dil ve lehçelerde eğitim" yapılabileceği, yıllardır fiili olarak ortadan kalkmış olan "x, q, w" harflerini kullanmanın suç olmayacağı "klavyelere özgürlük" şeklinde mizahi bir formülasyon ile açıklandı. Tek olumlu, ama yüzeysel değişikliksabahları okullarda okunan öğrenci andının" kaldırılmasıdır. Başbakan uzun tekrarlarla sürdürdüğü konuşmasında kendi psikolojisini öneçıkaran, ruh halini yansıtan bir ifade kullandı. Bu ifade son derece doğru bir tespiti içeriyordu. Aylarca "bugün, yarın, öbür gün, gelecek hafta açıklanacak, çok önemli ve tüm toplumu memnun edecek demokratikleşme kararları olacak" denilerek gizemli bir hale dönüştürülen bu pakette bir kez bile "ALEVİ" ve "KÜRT" sözcüğü kullanılmamıştı. Bu tam bir korkaklığın dışa yansımasından başka bir şey değildi. Ben burada Başbakana soruyorum. Bu ülkenin en temel ve en önemli iki sorunu olan Alevi ve Kürt sorunlarını teğet geçen, bu sözcükleri kullanmaktan özenle kaçınan bir kişiden daha büyük korkak olabilir mi? Yanıtı da biz verelim.. Evet, Sayın Başbakan: "Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtı dikemezler, hele sen asla." 01 Ekim 20013 kızılbaş - sayfa 10 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar -9 DEMOKRASi: "Halkın kendi kendini yönetme biçimidir" dense de tarihin derinlik lerinden günümüze tüm yasanmisliklarda tam tersi görülegelmiştir. Atina Demokrasisi(!) ilk ve temel demokrasi sayıldığından didiklemeye oradan başlayalım. Atina Demokrasisinde soylu erkekler oy verme, seçme ve seçilme hakkına sahiplerdi. Kadınlar ve köleler vatandaş sayılmazlardı. Damasip oglu Demokritos çağının en akıllı insani olduğu halde, yine de çağının; özgür insanlar için olduğuna, kölelerin köle olarak kalmaları gerektigine inaniyor ve şöyle diyordu "Kendi ellerinden ve ayaklarından faydalandığın gibi kölelerden faydalan" Demokritos eşitlikten yanaydı, ama egemenligin "toplumun en üst tabakalarına", Yunan şehirlerinde zenginlerle iktidar sahiplerine karşı ayaklanan "tayfalara" geçmesine karşıyd. O´na göre, yalnız atomlar aleminde degil, devlette de baş yer güclülerin olmalıydı. Bütün zengin köleciler böyle düşünüyorlardı. Ve elbette ki Damasip oglu Demokritos da. İnsanlık tarihinde belkide en çok bu kavram üzerinde durulmuş, en çok bu kavram tartışılmış, en çok bu kavramın içi boşaltılmıştır. Eştirdikleri en dizginsiz zulüm tufanlarında bile egemenler hep bu kavramın ardına saklanmışlardır . "Köleler kardeşlerimizdir "sloganıyla çıkış yapan Hıristiyanlık, köleleri arkasına alarak Roma´yı yıkmış. Ve fakat köleleik sistemini ve köleciligi kaldırmamıştır. Elde ettigi güç oranında saldırganlaşarak tüm dünyayı esir almaya, esarete boyun egmeyenleri kılıçtan geçirmeye devam etmiştir. Tarihte Cadı Avı diye bilinen ve yaklaşik yediyüzyıl süren vahşet de gene Hıristiyanlığın eseridir. Yüzbinlerin diri diri yakıldığı bu kesit belkide tarihin en kara, en yüzkızartıcı sayfasıdır. A. Haydar Kanlı Savunularının temeli olan kulluktaki eşitlik bile eşitlik degildi. Ruhban sınıfının ayrıcalıklı tasarruf hakkı hayatin her alanında göze batıyordu. Keza; İslam da eşitlik ve kardeşlik sloganlarıyla çıkmıştı tarih sahnesine. Ne ki; daha ilk adımda Muhammed Bedevi göçerlere yerlerini göstermişti. "Gücü yeten (karınlarını doyurmaya) dört ve hatta daha fazla karı alabilir, gücü yetmeyen oruc tutsun" derdi İslam devletinin savaşlardan edindigi ganimetlerin beşte dördünü çeşitli payelerle kendine alan Muhammed, beşte birini de savaşta yer alan askerlerine pay ederdi. Aman ne ala demokrasi ... Örnegin Sosyal Demokrasi miyadını ikinci enternasyonalde doldurdugu halde hala dillerde pelesenk olmaktan kurtulamamıştır. Alman sosyal demokratı Karl Kautzki, ikinci enternasyonalde "önce Almanya Rusya´ya karşı savaşı kazansın sonra geregine bakarız" der ve sosyal demokrasinin sisteme yedeklenmesinin sosyalemperyalist teorisinin temellerini atar. Burjuva demokrasisi ne kadar genel, eşit ve gizli oy sistemleriyle, parti çoğulluğuyla, parti içi demokrasisiyle yürütülürse yürütülsün, sermaye ilişkilerine dayalı bir sınıf egemenliğibiçimidir ve bununla yogrulur, temsililik oluşturan mekanizmalar içerisinde de burjuva ilişkiler örgütlenir ve yeniden üretilir. Çok partililik ve parlamento burjuva sınıf egemenligine daha geniş bir temel kazandırdığı gibi, temsililik özelligi, emekçi sınıfların siyasal yaşama dogrudan katılmalarını, kararlarını kendilerinin almalarını önler. Bu nedenledir ki burjuva demokrasisi azınlığın çoğunluk üzerindeki baskı aracından başka bir şey degildir. Demokrasi en çok da ulusdevletler süreci ile dillendirilmiştir. Bir avuc azınlığın burjuva egemenligi olmaktan öteye gidemeyen ulus devletler kavramın içini boşaltarak amaclarına arac edinegelmişlerdir. Paris Komünü ile başlayan sürec daha başından kesintiye ugratılmış, sermayenin kanlı diktatörlügüne dönüştürülmüştür. 1878 Berlin Kongresi ile başlayan süreci 1913 ve sonrasında soykırım ve talanlarla sürdüren Türk´lerin dilinde pelesenk olan demokrasi ise aslının zıttı bir işlev üstlenmiştir. Kemal; süreci devraldığı 1919 Pontus Rum kırımiyla ise koyulur ve sırasıyla Koçgiri, Zilan, Dersim kırımlarıyla sürdürür. Adına Cumhuriyet dedigi sistemi bir darbe yoluyla ele geçiren ve Osmanlının kesintisiz devamı niteliginde kalan Kemal; bir parlamento konuşması sırasında rakiplerini dize getirmek icin "beyler; mütefiklerin, Ermeni ve Rum mal varlıklarının akibetini ögrenmelerini istemezsiniz sanırım, beni desteklemek zorundasınız" diyerek Cumhuriyetin ne kadar cumhuriyet olduğunu itiraf eder bir anlamda. Sonuc yerine; İnsan, insanlaşma sürecinde zigzaglar çizerek yürüyegelmiş, kimi zaman yüzyıllarlık derin uykulara dalmıştır. Yeniden uyandığında gecikmeli de olsa yaralarını hızla sarmaya, gelişimine hız katmaya çalışmıştır. Dönemsel geri bakışlar (geçmişe özenmeler) onu daha mükemmele erme yolundan görece alıkoysa da genel olarak bir akar su gibi büyük ve görkemli insanlık deryasına dogru akışını tümüyle engelleyememiştir. Demokrasinin olmazsa olmazı; insanlığın insanlaşması, Din, Dil, Irk, Cins, Renk ve Sınıf ayrımı gözetmeksizin tüm insanlığı eşit ve özgür koşullarda buluşturacak bir düzendir. Binyıllarlık bu yoldaki ilerleyişte önüne çıkacak tüm engelleri aşmasının biricik aracı insan olma bilincini kendinde, ailesinde, toplumda geliştirmek ve yaşatmak ödeviyle yükümlüdür insanlık. Köle sahibi bir demokrat olmayacağı gibi, karısını veya çocuğunu döven bir aydın müsveddesi de hiç bir zaman gerçek bir aydın olamaz. Gerek aile içi, gerekse örgüt, parti, devlet içi demokrasilerde de seffaflık kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çoğunluga karşı azınlığın, azınlık içinde bireyin haklarını tanımayan, korumayan hiç bir toplum ve toplulukta demokrasiden söz edilemez . kızılbaş - sayfa 11 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gülo’dan bu güne Ermenilere ne oldu? çıkmışlardı. Nerede bir Ermeni görseler hemen serdest edip ya öldürüyorlar, ya da sürgüne tabi tutuyorlardı. Ermenilerden arda kalan mal ve mülklerine el koyup kendilerine savaş ganimeti sayarlardı. Bu çetelerin en acımasızı ve en belalısı Heci Musa’nın çetesiydi. Heci Musa Serhat ülkesine Ermenilere, yaptığı katliamlarla nam salmıştı. Aslında sadece Ermeniler değil bütün bölge halkı Heci Musa’nın elinde helak olmuştu. Aram Ararat Payizi bir yağmur yağıyordu, kapkara giyitler içinde bir genç kız yürüyordu, yağmur mu yağıyor genç kız mı ağlıyor beli değil. Kızın sağ üst kaşı yarılmış durmadan kanıyordu, kaşında damlayan kan, göz yaşlarıyla karışıyor al yanağına dökülüyordu. Göz altıları morarmıştı, alt dudağı patlamış, dudağıyla birlikte çenesi durmadan titriyordu. Giyitleri üstünde parçalanmış lime lime olmuştu. Koyu laciverte çalan iri gözlerinde hüzün ve kederden başka hiç bir eser kalmamıştı. Başak sarısı saçları tiftiklenmiş, dağınık bir halde yüzüne dökülmüş ve önünü zor görebiliyordu. Kızcağız tanınmaz bir halde, per perişan kendini ayaklarının üstünde zar zor durabiliyordu... İri yarı iki adam kızın koluna girmiş, kah yerde sürükleyerek kah sırtlarına alarak cebren, gün ortasında Bilican Dağına doğru götürüyorlardı. Hiç bir insan oğlu bu adamlara müdahale etme cesareti bulmuyordu kendinde... Az sonra yağmur kara dönüşecekti. İşte şimdi kar yağıyordu. Ağır ağır, lapa lapa ve usulca. Karla birlikte elem yağıyordu, hüzün yağıyordu, keder yağıyordu. Binlerce, milyonlarca kar tanesi ardı ardına ve peş peşe gökyüzünde süzülerek, kadife yumuşaklığında, hafifçe yeryüzüne konuyordu. Ne tuhaf, kar genç kızı üşütmüyordu; tam tersine kızı ısıtıyordu. Kar onu sarıp sarmalıyor, ta uzak diyarlara çok sevdiği anneannesinin yanına götürüyordu. Anneannesi, aklına düşünce hemen eğildi, sağ ayak bileğinde, anneannesinden ona hatıra kalma halhala dokundu. Halhal her zamanki gibi yerinde duruyordu. Bin bir umutla başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı… Derken bakışları Bilican Dağının doruklarına takıldı. Doruklar dumanlıydı, doruklar karanlıktı, doruklar ürkütücüydü ve doruklar… Bu doruklar, bu dağlar asi ve soyluydu: Hep fukaradan yana tavır almışlardı tarih boyunca. Şaha, padişaha, krallara bilcümle zulümkârlara karşı isyan eden asileri, Öz evlatları gibi saklamış ve korumuşlardı. Başı dara düşenlere kucak açardı, vermezdi onları kimselere. Sonra komitacıların ve firarilerin anayurduydu. Gelin görün ki şimdi bir zavallı Ermeni kızını koruyamıyordu... Genç kız Ermeni papazın kardeşi Kaspart’ın kızı Gülo’ydu. Gülo (Gülizer) ince narin ve çok güzel bir kızdı. İri gözleri koyu laciverte çalıyor, kirpikleri uzun ve kıvrım kıvrımdı, altın sarısı saçları topuğuna değerdi. Zaman zaman saçlarını iki örgü haline getirip beline bırakıyorudu. Yanakları al aldı, en ufak bir tebesümle şirin gamzeleri çukurlaşıyordu. Biçimli burnun hemen altında tatlı ağzındaki dişleri apaktı. Sokağa, çarşı pazara çıktığın da hiç bir insanoğlu bu kızın güzelliğinın karşısında kayıtsız kalamazdı. O denli alımlı ve o denli güzel bir kızdı. Bu destani güzelliğin ardında derin bir hüzün ve derin bir keder vardı... Heci Musa perxingin(şomine) yanında usulca oturdu, önündeki tütün tabağında kalın bir sigara sardı, muhtar çakmağını şalvarın cebinden çıkardı, sigarasına götürdü, bir çaktı tutuşmadı, bir daha çaktı çakmak yalım tuttu, sonra sigarasını yaktı. Ağız dolusu bir nefes aldıktan sonra cepkenin sağ cebinden köstek saatini çıkartı, uzun uzun saatine baka kaldı. Az sonra kapı aralandı bir yanaşma içeri girdi, duyulur duyulmaz bir sesle "muştumu isterim ağam muştumu Gülo’yu getirdiler" dedi. Yanaşmanın sesi Heci Musa’yı derin hayallerden çekip aldı. Yüzüne hınzır bir gülümseme oturdu, takma dişleri keyifle apaklandı, tatlı tatlı sakallarını kaşıdı. "Tandırlığa, hemen tandırlığa götürün" diye bağırdı. Gülo’yu tandırlığa götürdüler. Bir koyun kestiler, koyunu yüzdüler ve Gülo’yu anadan üryan soydular. Gülo’yu koyun postuna soktular. Sabaha kadar Gülo koyun postunun içinde kaldı... Her akşam gün geceye kavuştuktan sonra Heci Musa Gülo’nun odasına geçiyordu. Kendisiyle evlenmesi için sabaha kadar ona yalvarıyor, Gülo’nun ayaklarına kapanıyor, Gülo’dan medet umuyordu. Sadece Gülo onu kabul etsin diye akla hayale gelmeyen vaatlerde bulunuyordu. Fakat bir türlü Gülo onu kabul etmiyordu. Gülo onu kabul etmedikçe saldırganlaşıyordu. Vakit tenhaydı, sağır ve dilsizdi. Zülüm pusudaydı, devran zalimlerin devranıydı, herkes güçlüden yana taraftı. Kimsenin umurunda değildi hak hukuk adalet... Gülo’ya saldırıyor, ağzını burnunu kan içinde bırakana kadar onu dövüyordu. Bazen hızını alamıyor Gülo’yu en ağır işkencelerden geçiriyor, kan revan içinde bıraktığı kızın ayaklarına kapanıp, it gibi ağlıyordu. Son bir kaç aydan beri Jön Türkler, ve Hamidiye çeteleri Ermenilerin avına Nihayet Gülo’nun onu kabul etmeyeceğini anlayınca kızın ırzına geçip, kızılbaş - sayfa 12 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 onun saçlarını usturaya vurup ve tırnaklarını tek tek kerpetenle söküyor. Kızcağız bu anıyı şöyle ağıtlaştırmıştı. Wayé wayé wayé wayé Berf dibare tevî bayé Heci musa min nekuje ez gune me tu Kurmanci ez Fıle me Tu seré min bidî ber guzana Goşté min bidî ber kerpitana Ez seré xwe nadim li ser balgîya Mislimana Wayé wayé wayé wayé. Gülo’nun bu destanlaşan ağıdı ilkin Serhat ülkesinin, Kürt dengbêjleri, o muazzam bitmez tükenmez, kadim bir çeşme gibi oluk oluk çağlaya, mühteşem billur sesleriyle biçimlendirdiler. Sonra Ermeni ustalar ve zanatkarları, çekiç vurdukları her taşı ve oydukları her kayayı Gülo’nun hüzünlü yüzünü ve acılarını tasvir ettiler. Sonbaharın uzun ve mehtaplı gecelerinde bereketi bir ırmak gibi akan baş döndürücü acem şairlerin, mısralarında vücut buldu bu ağıt. Bu ağıtımsı destan kurdistan’da boy verdi oradan Acemistan’a, Uruz’a kadar yayıldı. Çöl Arabistan’da arap hikayecilerine hikaye oldu. Her ana kızına beddua okurken "akıbetin Ermeni kızı Gülo’nun akıbeti olsun " diyorlardı. Gülo acıydı, Gülo kederdi, Gülo bin yılların hüznüydü. Çaresizliğin en çaresiziydi, hem kadındı hem de (gavurdu) gayrimüslimdi. Koca bir dramdı gülo.. Bin sekiz yüzlerin son çeyreğinde başlayan ve bin dokuz yüzlerin ilk çeyreğine kadar devam eden Ermeni, soykırımının kısacık bir hikayesiydi Gülo. Bu kadim topraklar, bu nehirler, bu kayalar, bu dağlar ve taşlar ne acılara ne katliamlara ne trajedilere tanık olmuşlar. Ne dramatik hikayeler yaşamış Anatolya’da ve Mezopotamya’da. Bir zamanlar Kilikya’da, Kapadokya’da, Çukurova’da, Toroslarda, Amanoslarda, Serhat’ta, Amed’te ve ülkenin dört bir tarafında yaşayan milyonlarca Ermenilere ne oldu hiç merak etiniz mi?. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ezilen halklar ve melek-i tavus’un başına gelenler lic yoluyla, zorla müslümanlastirmanin failleri oldugu ortadadir. Melek-I Tavus’un hile ve tertip sonucu kötülüklerin kaynagi oldugu yalanini ARAPLAR yaydi, Türkler savundu… Müslim Korkmaz Melek-i Tavus , Icerisinde cesitli gazlar bulunduran bir ates topundan olusmustur. Bu ates topundaki hidrojen ve oksijen gazlarinin birlesiminden, su meydana gelir. (Ben din söylemlerinin siyasette refarans alinmasini sevmem. Dini duygularim da o oranda pek güclü degildir. Ama insanoglunun terimler ve lakaplardan hareket ederek varliklarin degerlerini nasil ters yüz ettiklerini belirtmek bakimindan bu yaziyi yazma geregi duydum) 1-Melek-i Tavus, bir melek midir? - Evet. (Adem peygamber ve Ademogullari tarafindan §eytan lakabi takilarak kötülüklerin basi olarak gösterildi) 2- Adem bir melek midir? - Evet. (Ademogullari tarafindan cenette kalmasi uygun görüldü ve Ademogullarinin atasi ilan edildi) 3- Alevi-Kizilbas Kürdler, Soradan zorla Müslümanlastirilan tüm Kürdler, Ezidiler, Ermeniler, Süryaniler ve nice halklar, Mezopotomya'nin kadim halklarindan midir? Bu halklar en köklü, esitlikci, insani ve demokratik inanca dayanan cok eski bir inanc kaynagindan geliyorlar mi? - Evet! (Bu halklar, Arap ve Türk Islam alemi tarafindan kuyruklu yaratiklar, katli vacip gavurlar ve terorist olarak tanitildilar. Bu halklarin bir kismina zorla Islamligi dayatip eski inanclarindan kopardilar.) *** 4- Türkler, Orta Asya'yi cöle cevirdikten sonra, göcebe olarak gelip, Anadolu'yu Mezopotamya'yi, Kuzey Afrika'yi ve Balkan ülkelerini istila ettiler mi? -Evet! (Tüm Dünya bunlari Barbar Türkler olarak tanidi…) Bu kötülüklere ragmen, yukardaki tesbitleri tarihsel, bilimsel ve sosyolojik olarak ele alacak olursak, Melek-i Tavus'un herhangi bir kötülügünü bilimsel olarak tesbit eden olmus mudur? Herhangi bir delil sunabiliyor muyuz? Hayir...(Havva'ya elma yedirttigi söylenir. Öyle bile olsa burda bir zor ve baski söz konusu degildir). GELELIM ESAS MESELEYE: Oysa Adem ve Ademogullarinin yalandan tutun, diktatörlük, soykirim, hirsizlik, sömürü ve tecavüze kadar varan kabarik bir suc dosyasi mevcuttur. Alevilere yapilan asagilayici iftiralar, Kürdlerin Kuyruklu, terorist oldugu söylemleri, ayaklari yere degmeyen, bilimsel hicbir degeri olmayan büyük bir yalan degil midir? - Evet!... Oysa, Orta Asya göcmenleri ve Balkan Devsirmeleri olan bu Cakma Türkler, soykirima ugrattiklari Ermeni, Süryani, Pontus, Kürd-Alevi vs… halklarin katilleridir. Barbarlik ve Soykirimci yaftalari, naletli bir madalya olarak tescil edilmis ve boyunlarinda hala asili durmaktadir. Bu barbarlar gibi , Araplarin da, cihat yoluyla katlettikleri nice Alevi Kizilbas –Kürt katliamlari mevcuttur.Ki- Yine bu ates topunda sicaklik vardir. Sicakligin tersi olan sogukluk da olduguna göre , cevresinde olusan atmosferde hava da vardir. Bu ates topunun dis kisminin soguyup sönmesi sonucu toprak olusur.Topraktan olusan tüm canlilar, evrim gecirerek bu günkü hallerine ulastilar. Demek ki , su, hava ve topragin kaynagi atestir.Melek-I Tavus da atesin kendisidir. Eski inanc ve dinlerde, günese ve atese tapmanin nedeni budur. Özellikle Aleviler ve bazi inanc gruplari, bu gün hala atesi kutsal olarak görürler. Simdi gelelim yapilan haksizligin kaynagina: a-Melek-i Tavus atestir, Adem ise atesin küllerinden olusan topraktir. Adem topraktan olusmustur.Adem'i, kendisini olusturan atesten üstünlügünü, yani Adem’I, Melek-I Tavus’a üstünlügünü kim uydurdu? Cevap : Ademogullari uydurdu. b-Türklerin büyük kardes, Kürdlerin ise Türklerin hizmetli kücük kardesi oldugu yalanini kimler uydurdu? Bu kardesligin bilimsel ve biyolojik bir verisi de yoktur. Bunu savunanlar büyük bir yalan söylemiyorlar mi? Adem'in Melek-i Tavus'a üstünlügü yalanini uyduran Ademogullari, bu yalan aliskanliklarini, ezilen halklar üzerinde de uygularken eskiden oldugu gibi , simdi de uyduruk lakaplar ve terimler üzerinden yapiyorlar. Sonuc olarak Kürdler ve Türkler kardestir diyenler, Kürd Halki'na karsi büyük bir yalan söylüyorlar, suc isliyorlar. - 24 Mart 2013 kızılbaş - sayfa 14 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pomakların var olduğunu önce Pomaklara anlatmalıyız… zen hepsi ile aynı anda güreş tutmalısınız. En zoru ise hiç mola verme şansınız yok. Bir güreşin ardından, hemen yağlanıp diğerine başlamak zorundasınız. Bu arada güreşmekten fırsat bulup Pomak olmayanlara da Pomaklar vardır diye haykıracaksınız. O haykırmalarınızdan bıkacaklar ve sizden vebali gibi kaçacaklar. Bir de bununla yüzleşmek zorundasınız onca güreş yorgunluğa rağmen. A. Murat Yılmam Bütün anlatma mücadelesini koskocaman bir Pomak halkının ölüm sessizliğinin içinde gerçekleştireceksiniz. Sessizliğin içinde sadece sizin sesiniz duyulacak kulaklarınızda. Kendi sesinden başka ses duymayan bir hücre mahkumu gibi. Yapayanlız ve kimliğinin bilinmeyenleri ile boğulmuş bir ruh ve beden içinde. Uzun yıllar boyunca Pomak olduğunu bilmeden yaşamayı anlatmak ne kadar mümkün? Ne olduğunu tam olarak bilemeden yaşamanın verdiği ağırlığın, zihinde ve bedende yarattığı travmayı nasıl tarif edebilirim? Başkalarının dilinden Pomak olduğunu öğrenince düşülen şaşkınlığa benzer şaşkınlık yaşamış mıdır dostlarım? Başkalarının bildiği Pomak olduğum gerçeğini ben neden bilemedim uzun yıllar. Kendi öz babasının,” biz Pomak değiliz Kuman Kıpçak Türküyüz” deyip konuyu kestirip atmasının manasını uzunca yıllar çözememenin yarattığı karmaşayı nasıl kelimelere dökerim?. Özellikle Pomak olmayanlara ve özellikle asimilasyon denilen şeytani uygulamaya maruz kalmamış olanlara nasıl anlatabilirim? Pomak olmayanlara, Pomak olamamayı ve sonrasında Pomak olupta ne olduğunu anlatmanın zorlukları ile yağlı güreşe tutuşmak mı gerekirdi? Pomak olduğunun bilincine vardıktan sonra, asimile olmuş Pomaklara, Pomak olduklarını anlatmak ise en çetin yağlı güreş müsabakaları gibi. Er meydanına inip. Pomak olmadıklarına inandırılmış Pomaklar ile tek tek. ba- Elimiz mahkum tabiri caizse, Pomak olduğumuzu ve Pomakların kim olduğunu durmadan anlatmak zorundayız. lara anlatmalıyız. Her ne kadar zor ve hileler ile dolu bir yağlı güreş olacak olsa da yılmadan anlatmalıyız. Anlatmak yetmiyor. En önelişi ise yazılı bir anlatımımız da olmalı.Tarihimizi ve tüm değerlerimizi yazılı hale getirmeliyiz. Ayrıca, Pomaklığımıza ait her şeyi görsel kayıt altına da almalıyız. Pomaklar olarak bu konuda epeyce yol kat ettik. Pomak Enstitüsünü kurduk. Pomaknews agency üzerinden kültürel ve tarihsel değerlerimizi kayıt altına almaya başladık. Sosyal medya da kurduğumuz gruplar ile Pomaklara ulaşıp, onların sahip olduğu bilgileri kayıt altına almaya başladık. Pomak alfabesini var ettik. Pomak Hora Derneğimizi kurduk. Pomakça konuşulmasının yaygınlaşması için çabalıyoruz. Bir Pomak dünyası oluşmaya başladı ama yetmiyor. Hatta durakta otabus bekleyenlere bile anlatmalıyız. Hastahane de sıra beklerken. sizinle karşılıklı, yan yana oturanlara dahi anlatmak zorundayız. O kadar bilinmiyor ki Pomaklar, çok ama çok olmamıza rağmen. Avrupanın göbeğinde yaşıyoruz ama Pomaklar hakkında ciddi bir fikir sahibi olan bir Avrupalıya hemen hemen hiç rastlamadım. Pomaklar hakkında en bilenin bilgi düzeyi, “sanırım bir şeyler duymuştum” seviyesinden daha fazla değil. Ne acı dolu bir hal Pomaklar için. Daha çok ama daha çok değerimizi acilen kayıt altına almak zorundayız. Yaşlılarımız bu dünyadan göç etmeden önce, bildiklerini ses ya da görüntülü kayıt cihazlarına anlattırmalıyız. Artık her telefon, hem ses kaydı, hem de görüntü kaydı yapıyor. Teknik sorun da yok artık. Üşenmeyin ve kaydedin her değerimizi. Pesnalarımızı, Pomakça tekerlemelerimizi, çocuk oyunlarımızı,yemeklerimizi,el işlerimizi, halk oyunlarımızı. Çok hızlı yok oluyor ve asimile oluyor değerlerimiz. Varsınız, ama aynı zaman da yoksunuz. Aynı zamanda başkaları tarafından başka bir şey olarak tarif edilmişsiniz. Kökensel olarak ait olmadığınız başka bir şey. Elimizi çabuk tutmalıyız. Pomakların var olduğunu önce Pomak- Yaptığımız kayıtları Pomakların kendi kurumları olan Pomaknews, Pomak Enstitüsü, Pomak Hora Derneği ve diğer sosyal guruplarımızda paylaşmalıyız. Bu paylaşımlarımız arşivlenecek ve kayıt altına alınıp derlenecek. Bütün dünyanın Pomaklar hakkında daha çok bilgi sahibi olmasını, bu paylaşımlarımız ile gerçekleştireceğiz. Sesimiz de var, aklımız da var.Yetişmiş insanlarımız da var. Pomak olmanın ve değerlerinin ne kadar güzel olduğunun bilincinde olan mücadele arkadaşlarımız da var. Bütün malzemeler hazır. Sadece kaçamak yapmaya kaldı iş. Haydi gelin hep beraber dünyanın en güzel Pomak kaçamağını yapalım. Kaynak:http://pomaknews.com/?p=9132 kızılbaş - sayfa 15 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Süryanilerin ilk okulu açılıyor 'Asli unsur' sayıldıkları için 1928'den bu yana okul açamayan Süryaniler, kazandıkları davanın ardından 'Cumhuriyet'in ilk Süryani okulu'nu kurmaya hazırlanıyor. Süryanilerin ilk okulu açılıyor Mardin merkezde bulunan Süryani Kırklar Kilisesi nde 1928 yılına kadar idadi okulu vardı. Lozan la birlikte Süryani okulları kapatıldı. Haber: AYÇA ÖRER - ayca.orer@radikal.com.tr / Arşivi Süryanilerin anadilde eğitim için açtıkları davanın sonuçlanması ve eğitim hakkının kabul edilmesiyle beraber okul açma çalışmaları başladı. ‘Demokratikleşme Paketi’ anadilde eğitimin önünü açarken, Süryanilerin okul mücadelesi geçen yıl başlamış ve mahkemeye taşınmıştı. Süryanilerin yaşadığı süreci Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana Kilisesi Vakfı Başkanı Sait Susin’den dinledik: “Lozan’ın ardından yapılan yorum hatasıyla azınlık sayılmadık. Lozan Antlaşması ‘gayrimüslim ekaliyetler’ der. Biz de bu ekaliyetlere giriyoruz. Lozan’da ‘Azınlıklar okul kurabilir, eğitim yapabilir’ diye yazar. Ancak yönetmeliklerde bu hak Ermeni, Rum ve Musevilere tanınıyor, Süryaniler dışarıda bırakılıyordu.” İlk kez 6 Haziran 2012’de Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verilen bir dilekçeyle Milli Eğitim müfredatına ek olarak ayrıca Süryanice öğretecek bir anaokulu isteyen cemaate “Süryani topluluğuna mensup vatandaşlarımız, Lozan Barış Antlaşması’nda azınlıklar arasında sayılmayıp asli unsur olarak kabul edildiğinden” gerekçeli bir ret yanıtı verilmişti. Bu cevabın üzerine Azınlık Özel Öğretim Kurumları’na itiraz ettiklerini ve süreci beklerken zaman kaybı yaşamamak için mahkemeye de başvurduklarını anlatan Susin, mahkemenin verdiği lehte kararla yolun açıldığını vurguluyor: “İlk toplantıda mahkeme lehimize karar verdi. Bunun peşinden de çok güzel bir şey olur. Kamu kurumları normalde kaybettikleri davaları temyiz ederler. Ama bu konu temyize gitmedi. Şu anda okul önünde bir engel kalmadı.” Yeşilköy’de olabilir Susin, okulu cemaatin yoğun olduğu Bakırköy-Yeşilköy civarında açmayı düşündüklerini söylüyor: “Bizim ilk defa açacağımız ilkokul o civardaki okulların kalitesinde olmalı. Dört başı mamur bir okul açmak istiyoruz. Çeşitli okullarda çalışan eğitmenlerimizi çağırdık. Yönetim kurulumuzdan ekip oluşturduk. Eğitim konusunda uzman cemaat üyelerimizle toplanacaklar. Azınlık okullarından bilgiler alınacak. Hedefimiz 2014-2015 öğretim yılına yetişmek.” Mardin heyecanlı: Hocalar hazır Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’nde anadilde eğitime imkân verilmesi, özellikle Süryanilerin yoğun olduğu Mardin’de sevinçle karşılandı. Okul açılması için Mardin İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuran Süryaniler taleplerinin kabul edilmesini bekliyor. Midyat Süryani Cemaati ve Kiliseleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Anto Nuay, hazırlıklarını şöyle anlattı: “Bizim için çok iyi olacak. Yalnız öğretmenlerin kilise ve manastırlarımızda eğitim görmüş olmaları lazım. Başka okullardan olursa bunun masrafını kaldıramayız. Devlet bize yardım ederse çok daha memnun oluruz. Bizim eğitilmiş hocalarımız, okumuş eğitmenlerimiz var, onların bu derslere girmesini istiyoruz.” Midyat Süryani Kiliseleri Papazı İshak Ergün de 1928 yılından bu yana okul açamadıklarını hatırlattı: “Süryanice tarihi, binlerce yıldır kullanılan, bilinmesi gereken bir dildir. Cemaat olarak burada kendi imkânlarımız dahilinde kiliselerde, manastırlarda dualarımızı ve ayinlerimizi Süryanice çocuklarımıza öğretiyoruz.” Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü Süryani Dili ve Kültürü Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sait Toprak ise 12 öğrenci ile yüksek lisansa başladıklarını belirterek, “Birçok Süryani derneğinin bizimle görüşmeleri oldu. Öğrencilerimizden 5’i Süryaniceyi çok iyi biliyor. Diğer öğrencilerimiz de başlangıç düzeyinde Süryaniceyi verebilecek durumda. Süryanice ders kitabının hazırlanması konusunda bir ekip kurularak böyle bir çalışmanın yapılabileceğini kendilerine söyledim. Bu çok uzun bir zaman almaz” dedi.(radikal gazetesi) Presseerklärung der Stiftung des Klosters Mor Gabriel BASINA VE KAMUOYUNA Bugün Sayın Başbakanımız tarafından bizzat açıklanan “Demokratikleşme Paketi” kapsamında Mor Gabriel Manastırı arazilerinin Manastır Vakfına iade edileceği ifade edilmiştir. 2008 yılında bu yana devam eden hukuk süreci ve bu süreç kapsamında açılan birçok dava söz konusu olmuştur. Bu zorlu süreç içerisinde hem Süryani halkı, hem de gerek Türkiye’den ve gerekse de uluslararası toplumdan çok sayıda sivil toplum kuruluşu, platform, aktivist ve aydın insan bizlerden desteğini esirgememiştir. Aradan geçen zorlu 5 yıl içerisinde hukuk sürecinin yanı sıra; Mor Gabriel Manastırı Vakfı’nın sorununun idari yollardan da çözüme kavuşturulması istenilmiştir. Gelinen noktada bu taleplere kulak verildiği ve Mor Gabriel Manastırı Vakıfının mallarının nihayet kendisine iade edileceği sonucuna ulaşılmıştır. Vakfımız nezdinde bu mutlu günü yaratan sonuçtan ötürü her şeyden önce Sayın Başbakanımıza teşekkür ve şükranlarımızı sunuyoruz. Ayrıca bu süreçte emeği geçen ve bizi destekleyen herkese, sorunumuzun çözümünde katkısı olan her kesime, sorunumuza ilgi gösteren tüm medya kuruluşu ve basın mensuplarına teşekkürlerimizi takdim ediyor, açıklanan bu demokratikleşme paketinin yakın zamanda hayata geçirilmesini ve ülkemize hayırlara vesile olmasını diliyoruz. Saygılarımızla. Midyat Süryani Deyrulumur Mor Gabriel Manastırı Vakfı http://www.morgabriel.org/ haber138.html kızılbaş - sayfa 16 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ Հայոց ցեղասպանության 100-ամյակին ընդառաջ և Հայաստանի ու Արցախի Հանրապետությունների քաղաքական արդի զարգացումների համատեքստում <<ՀԱՄԱՅՆՔ>> 01.10.2013 Սեպտեմբերի 25-ին Գերմանիայի Բոխում քաղաքում ցուցադրվեց Սարդարապատ շարժման և Նախախորհրդարանի հիմնադիր անդամ, ռեժիսոր Տիգրան Խզմալ յանի «Արմին Թ. Վեգներ: Ցեղասպանության լուսանկարիչըե փաստագրական ֆիլմը: Ֆիլմի ներկայացման ու Արմին Թ. Վեգները, Կայսերական Գերմանիան և Հայոց ցեղասպանությունը թեման գերմանացի և այլազգի մտավորականների հետ Բոխում համալսարանական քաղաքում քննարկելու համար անվանի ռեժիսորին Բոխում էին հրավիրել <<Քվերենբուրգ գրադարանի ընկերներ>> (Համալսարանական կենտրոնի գրադարան) կազմակերպությունը, <<Արմին Թ. Վեգներ ընկերությունը>> և Գերմանիայի <<Հայ Ակադեմիականների Միություն-1860>> գիտամշակութային միությունը: Ֆիլմի ցուցադրման համար իր դահլիճը սիրով տրամադրել էր Բոխումի պատմության կենտրոնական արխիվը: Խզմալ յանի այս ֆիլմը արդեն թարգմանվել է բազում լեզուներով: Այն 2012 թ. Եվրոպայի Հայկական Համագումարի կողմից (պատասխանատու` Ժիրայր Քաջավյան) թարգմանվեց նաև գերմաներենի և ցուցադրվեց Քյոլնում և Մայնի Ֆրանկֆուրտում: Այնպես որ ֆիլմն արդեն մեծ արձագանք էր գտել Գերմանիայում, որի վառ ապացույցն էր Բոխումի լեցուն դահլիճը: Բոխում կատարած հայ մտավորականի այցին և քաղաքային արխիվի փաստագրական ֆիլմերի դահլիճում ֆիլմի ցուցադրմանն ու քննարկմանը լայնորեն արձագանքեցին քաղաքային ու մարզային թերթերը (Westdeutsche Allgemeine Zeitung, WAZ 19.09.2013, 25.09.2013; Ruhr Nachrichten 24.09.2013 և այլն), ինչպես նաև Բոխումի ռադիոն (Radio Bochum -98.5, 25.09.2013) և համացանցային բազմաթիվ լրատվամիջոցներ: Ցուցադրմանն ու դրան հաջորդող քննարկմանը ներկա էին Բոխումի և Հյուսիս-Հռենոսյան Վեստֆալիայի զանազան քաղաքներից ժամանած հայ, գերմանացի, լեհ, ռուս, պարսիկ, ասորի, պաղեստինցի արաբ, քուրդ, լազ, դերսիմցի և հրեա մտավորականներ, ինչպես նաև հյուրեր Հայաստանից և Բելգիայից: Երեկոյի բացումը կատարեց Արմին Թ. Վեգներ ընկերության նախագահ Ուլրիխ Քլանը: Ֆիլմն ավելին քան հուզիչ է: Այն պատմում է գերմանացի զինվորական բուժաշխատող, լիրիկ, գրող-հրապարակախոս և լուսանկարիչ Արմին Թ. Վեգների մասին: Հայոց Ցեղասպանության ականատեսն ու հայ ժողովրդի իրավունքների պաշտպանը չնայած Օսմանյան կայսրության արգելքներին, վտանգելով իր կյանքը, լուսանկարում է հայ ժողովրդի դաժան ոչնչացման տեսարանները և ինչպես ինքն է գրում, <<ուզում է իր լուսանկարներով գոնե ինչ որ չափով օգտակար լինել հայ ազգին>>: Ֆիլմը պատմում է, թե ինչն էր առաջին համաշխարհային պատերազմի իրական պատճառը: 20-րդ դարի սկիզբը բնորոշվում է գիտության թռիչքներով և տեխնիկական նոր նվաճումներով: Այս ամենը պահանջում էր նոր վառելիքի աղբյուրներ: Օսմանյան նավթը Գերմանիա ներմուծելու համար Գերմանիային հարկավոր էր Բեռլին-Բաղդադ երկաթուղին, որն էլ կառուցելու համար հարկավոր էին հարյուր հազարավոր բանվորներ, գերադասելի էին հայերը: Այն Օսմանյան կայսրության ամենաաշխատունակ և գյուղատնտեսապես զարգացած ազգն էր: Գերմանիան ծրագրում է ճամբարների կառուցում բանվորների և նրանց ընտանիքների համար: Օսմանյան կայսրությունն ընդունում է Գերմանիայի այս առաջարկն իհարկե այլ նպատակներով: Մեծ Բրիտանիան մտահոգվելով գերմանա-թուրքական համատեղ գործունեությունից դադարեցնում է թուրքերի նկատմամբ իր ջերմ քաղաքականությունն ու սկսում է աջակցել Սերբիայի, Հունաստանի և Բուլղարիայի ազատագրմանը: Օսմանյան կայսրությունը իր ողջ չարությունը թափում է երկրի քրիստոնեական փոքրամասնությունների՝ առաջին հերթին հայերի վրա: Թուրքերն օգտագործում են առաջին համաշխարհային պատերազմը, ինչպես նաև Գերմանիայի կողմից մշակված kızılbaş - sayfa 17 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 հայերի տեղահանման պլանները, բայց ոչ թէ Գերմանիայի մեծ երազանքը կատարելու, այլ հայերի զանգվածային կոտորածը կազմակերպելու համար: Հայերի տեղահանումները վերածվում են դաժան ցեղասպանության: Ցեղասպանություն, որը մինչ այսօր Թուրքիայի, ԱՄՆ-ի և այլոց կողմից դեռ չի ճանաչվել: Ֆիլմը ցուցադրում է Արմին Թ. Վեգների լուսանկարները, որոնք այս ցեղասպանության անհերքելի փաստարկներն են: Ֆիլմում ընթերցվում են նաև գերմանացի գործչի հայտնի բաց նամակն ամերիկյան նախագահին, թեմային առնչվող նրա գրական աշխատանքները... Ռեժիսորի գնահատմամբ Արմին Թ. Վեգների գործունեությունն անգնահատելի է հայ ժողովրդի համար: «Արմին Թ. Վեգները փրկեց Գերմանիայի և ողջ աշխարհի պատիվը: Ես ստեղծել եմ այս ֆիլմը ոչ թե հայերի այլ Գերմանիայի և ողջ աշխարհի համար: Արմին Թ. Վեգները, Ֆրանց Վերֆելը, Յոհաննես Լեփսիուսը փրկեցին իրենց սերունդըե- ասում է Տիգրան Խզմալ յանը ֆիլմի ցուցադրումից հետո: Ֆիլմում հնչում է Արամ Խաչատրյանի հանրահայտ երաժշտությունը: Այս առումով ռեժիսորն ասում է- «Արամ Խաչատրյանի երաժշտությունը պատասխանն է հայերի, որ հայերը վերապրեցին:ե Ֆիլմից հետո հյուրերը վայելեցին Կոմիտասի «Կռունկըե Հայաստանի Հանրապետությունից ժամանած ջութակահարուհի և երգչուհի Անի Պիվազյանի փայլուն կատարմամբ: -Սա այն տխուր մեղեդին էր, որը հայոց ցեղասպանության զոհերն ու վերապրողները հաճախ երգում էին,- դահլիճին մեկնաբանում է Խզմալ յանը: Ֆիլմը իրոք ցնցեց հյուրերին: Շատերը չէին կարողանում զսպել արցունքները: Ազդվելով ֆիլմում ներկայացվող սահմռկեցուցիչ տեսարաններից, գերմանահայ ներկաներից ոչ ոք ֆիլմից հետո չկարողացավ ստանձնել թարգմանչի գործը: Հյուրերը ստիպված էին ռեժիսորի հետ քննարկումներները վարել անգլերենով : «Ես չեմ ընդունում գերմանական մեղք հասկացությունը,-ասում է ռեժիտորը, սա մեծ հոգեբանական խնդիր է: Սա բարոյական խնդիր է: Դա շատ ցավագին է ընդունվում գերմանացիների կողմից, որովհետև նրանք գիտակցում են իրենց դերը: Ես նախընտրում եմ խոսել ոչ թե գերմանական մեղքի մասին, այլ այն մարդկանց, ովքեր փրկեցին Գերմանիայի պատիվըե: Տիգրան Խզմալ յանը խոսեց նաև Ադրբեջանի կողմից իրականացված բարբարոտության մասին: «Գենոցիդը կրկնվեց այն պարզ պատճառով, որ մենք հայ ենք: Մինչ այդ ես չէի հասկանում, թէ ինչ է հայ լինելը: Հասկացա, որ ես էլ կարող էի սպանվելե: Այն հարցին, թե կգա արդյոք այդ օրը, երբ աշխարհի հեռուստատեսությունը կցուցադրի Վեգների մասին ֆիլմը, ռեժիսորը պատասխանեց` «Այդ օրը եկել է: Կառավարությունը կորցրել է մենաշնորհը տեղեկատվության վրա: Մենք անցնում ենք հեռուստատեսային դարից համացանցային դար: Նայում են այն, ինչ ուզում են և այնտեղ, որտեղ ուզում են: Ֆիլմն ապրում է իր սեփական կյանքով:ե Տխուր երեկոն ավարտվեց լավատեսական նոտայով. Անի Պիվազյանը գերմաներենով կատարեց Շտրաուսի «Mein Herr Marquisե-ը: Այս շնորհակալական կատարումը նվիրվեց Վեգների հիշատակին: Սեպտեմբերի 27-ին Տ. Խզմալ յանի երկու այլ ֆիլմեր`<<Արարատ-73>> և <<Շախմատը կամ արքայի մահը>> ցուցադրվեցին Համբուրուրգում, որոնց ցուցադրումը համատեղ կազմակերպել էին <<Կիլիկիա>> Հայ երիտասարդական միությունն ու Համբուրգի Հայ համայնքը: Ֆիլմերի դիտումից հետո հանդիսատեսները սկայպի կապով մտերմիկ զրույց ունեցան այս օրերին Փարիզում գտնվող կինոռեժիսորի հետ: Այժմ Տիգրան Խզմալ յանը պատրաստում է իր հաջորդ «Թագուհիներ հայոցե ֆիլմը, որը կներկայացնի հայ կանանց կերպարները պատմության մեջ: Այս առիթով նա պատմաբան Ազատ Օրդուխանյանի ուղեկցությամբ այցելեց Քյոլնի Սուրբ Պանթալիոն եկեղեցում ննջող, ազգությամբ հայ, 10-րդ դարի Գերմանայի թագուհի Թեոֆանուի գերեզմանը, ով իր իմաստուն քաղաքականությամբ մեծ դեր է խաղացել Գերմանիայի և առհասարակ Եվրոպայի պատմության մեջ: Այն հարցին, թե որն է իր նկարահանած ֆիլմերից իր համար ամենահարազատը, նա պատասխանեց,«Այն ինչ հիմա եմ անում: Կանայք ցանկացած ազգի մեջ վերնախավ են: Բայց, քանի որ մենք յուրահատուկ ազգ ենք, մեր կանայք եզակի երևույթ ենե: Ֆիլմը պատրաստ կլինի արդեն 2013-ի վերջին: Հավանական է Տիգրան Խզմալ յանի այցը Գերմանիա 2014 թվականին, այս անգամ, բնականաբար, հայ կնոջը մեծարող իր նոր ֆիլմով: Զինա Գյուրջյան-Վայլլանտ Բախում, Գերմանիա http://www.haynews.am kızılbaş - sayfa 18 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Reform Paketi bundan sonra yapılması gereken reformlar için bir altyapı hazırlıyor. Yani geriye dönüşü olmayan, yeni bir yolun başlangıcında gibiyiz. Buraya kadar aktardığım fikirlerin tümü, şu veya bu şekilde dile getirildi. Açıklanan paket üzerine tartışma yapmanın çok sıkıcı bir tarafı var. Sonuçta, söylenecekleri aşağı yukarı tahmin edebileceğimiz bir tartışma. MHP ve CHP gibi “eskisi gibi kalsın” diyen sınırlı bir kesim dışında, büyük çoğunluk açısından sorun, yarısı dolu su bardağının nasıl tanımlanacağı ile ilgili. Hükümete yakın çevreler için paket büyük bir sevinç kaynağı ve “sessiz bir devrim”; uzak duranlar için, kısmi bir hayalkırıklığı. Hatta “göz boyama operasyonu” olarak gören, burun kıvırıp, dudak bükenler de var. Bir de paketin içeriğinden bağımsız, ilan edildiği koşullar nedeniyle kısmi bir tedirginlik yarattığından söz edebiliriz. Hükümetin özellikle Gezi Parkı politikaları ve daha sonra gündeme gelen polis şiddeti, insanları sütten ağzı yanmış olma tedirginliğine itti. Bu nedenle, yoğurdu üflemeye çağrı yapıp, büyük bir kuşku ile, “hele bir uygulamaya bakalım”, diyenlerimiz de az değil. Bana göre de paket biraz “geç kalmış” bazı düzenlemeler; ve bazıları Cengiz Aktar’ın güzel tanımıyla “demokratikleşmekten ziyade eziyetten kurtulma” tedbirleri. Özellikle Alevilere yönelik hiçbir düzenlemenin olmaması ve yerel yönetimler konusunun es geçilmesi, hükümetin gerçek sıkıntılarının nerede yattığını göstermesi bakımından önemli. Pakette iki ayrı gölge daha görmek mümkün. Birincisi, hükümetin alttan gelen bir dalganın farkında olarak ve belki de buna tepki olarak reformları ilan etmek zorunda kalmış olması... Yani istenerek atılmış bir adımdan çok, kerhen kabul edilmek zorunda kalınmışlık sözkonusu gibi. İkinci gölge ise yaklaşan seçimler. Açıklanan tedbirlerin Sünni-Türk ço- Pek yapılmayan ise pakete tarihî bir perspektif içinde bakmak. Prof. Dr. Taner Akçam ğunluğun kabul etmekte zorlanmayacağı hususlardan oluşturulduğunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle de seçimlerden önce Sünni-Türklerin “hassasiyetleri” dikkate alınarak başka bir reform paketinin açıklanmayacağını da söylemek mümkün. Bu da hükümetin reform yapmak ile oy kaybetmek arasında tersten bir irtibat kurduğu anlamına geliyor. Bu bir kanaate değil de bir bilgiye dayanıyorsa, ortada kendi başına kaygı verici bir durum var demektir. Ve fakat tüm bu kuşkulara rağmen reform paketine derin anlam yüklemek de mümkün. Kendi adıma, andın kaldırılması, türban özgürlüğü gibi sembolik değişimlere böyle bir anlam yüklemek isterim. Toplumsal değişimin en derin ve en önemli göstergeleri bunlar. Bana göre paket, geleceğe yönelik büyük değişim hamlesi olmaktan çok bir nevi mıntıka temizliği gibi. Sanki Kendisinden epey etkilendiğim Alman sosyolog Norbert Elias toplumların değişimlerinin anlaşılması için onları en az yüzer yıllık evrelerde ele alabilecek modellerin gerekli olduğunu söyler. Burada böyle bir model kurma şansım yok ama ilan edilen reform paketine böylesine uzun bir perspektif içinden bakmam mümkün. Acaba son düzenlemelere, OsmanlıTürk tarihinin reformlarla macerası açısından bakarsak ne tür sonuçlar elde ederiz? İlk söyleyebileceğim, ortada makûs bir talihin sözkonusu olduğu. OsmanlıTürk toplumu 18. yüzyılın sonlarından itibaren kendisini reform edemediği için çöktü. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat bilinenleri ama bir de 1895 Ekim, 1914 Şubat Ermeni ve 1913 Arap reformları gibi bazı reformlar var ki, özellikle bu son üç reform bugünü anlamak için çok önemli. Galiba reform paketinin anlamı, Türkün reformlarla ilgili makûs talihini değiştirip değiştiremeyeceğinde yatıyor. Buna yakından bakmak isterim. Kaynak: Taraf tanerakcam@gmail.com kızılbaş - sayfa 19 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Nice paketler gördüm boştular!” AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor. Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi. Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır. 1982 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz. Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar. Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü... Böyle bir zamanda böyle bir paketin, başlıca üç amaçla ilân edildiğini söylemek mümkün: Kürtleri oyalamak; Fikret Başkaya gelecek dönemdeki seçimleri kazanmayı garantilemek ve Gezi Parkı Direnişi sonrasında dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmek. Aslında Gezi Parkı Direnişi gerçek durumu dosta düşmana gösterdiği için bir “düzeltme” işlevi gördü. Zira dışarıda AKP’nin nasıl da demokrasi ve özgürlük aşkıyla yanıp-tutuştuğu, İslam’la demokrasiyi ve laikliği nasıl “bağdaştırdığı”, velhasıl “ılımlı İslam’ın” başarılı bir örneğini ürettiği yaygın bir tevâtür halini almıştı. Artık Türkiye Müslüman dünya için bir model olabilirdi... Bu amaçla yalan endüstrisi de etkin bir şekilde devreye sokulmuştu. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” denmiştir. Aslında AKP’nin başlıca iki amacı vardı: Ranta el koymak, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak ki, bu alanda “müthiş bir performans” ortaya koydukları kesin ve toplumu ve rejimi adım adım İslami bir temel üzerinde yeniden inşa etmek. Bu amaçla da sınırlı laik işleyişi etkisizleştirmek ve demokrasinin sınırlı temelini aşındırmak, Müslüman Kardeşler Örgütü [İhvan-ı Müslimin] modelinde bir Türkiye yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni konjonktürde yeni temeller üzerinde ihya etmek... Tabii gönüllerinde yatan nihai hedef Hilafeti ihya etmektir... Aslında AKP’nin bu tür hezeyanları, “aç tavuğun rüyasında kendini darı ambarında görmesi” kadar abesti. Abes olduğu, önce Arap dünyasındaki kalkışmalar ve ardından da Gezi Parkı Direnişiyle tescillendi. Aslında pre-modern saplantılara ve hezeyanlara sahip bir siyasi kadronun her şeyle ilgileri olabilirdi ama demokrasi ve özgürlüklerle asla... Eğer durum böyleyse nasıl oluyor da insanlar bu iktidardan demokrasi bek- leme aymazlığına saplanıyor? Bu tür yanılgılar demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemesiyle ilgili. İnsanlar siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi olduğunu sanıyor. Oysa tam tersi doğrudur. Verili durumda seçimler demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır. Bu sayede oligarşik yönetim ayakta kalabiliyor, sömürü, yağma ve talanın sürüp gitmesi mümkün hale geliyor, velhasıl rejim “meşruiyet” kazanıyor. Oysa demokrasinin bilinen bir tanımı var: Demokrasi halkın özyönetimi demek, halkın kendi kendini yönettiği, siyasal sürecin öznesi olduğu durum demek. Bizde ve dünyanın başka yerlerinde siyasi partilerin ve seçimlerin varlığı demokrasinin gerçekleşmesi olarak kabul ediliyor. Bu vesileyle daha önce defaten yazdığımı bir daha hatırlatmak iyi bir fikir olabilir. Zira siyasi partiler, seçimler ve seçimler sonucundu oluşan hükümetler demek olan “temsilî demokrasi” bidayette gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı. Böylesi bir manipülasyon sayesinde oligarşinin iktidarı güvence altına alınmış, devamlılığı sağlanmıştı. O gün bu gündür de “garp cephesinde yeni bir şey yok”. Bir şey daha: içinde bulunduğumuz neoliberal gericilik çağında, temsili demokrasi artık külliyen bir sirk oyununa dönüşmüş durumda. Siyasi partiler şirketleşmiş bulunuyor. Elbette devletlerin bile şirketleştiği bir dünyada bu durum şaşırtıcı değildir. Bu yüzden paketin açıklanmasının tam bir satış şovuna dönüştürülmesi de şaşırtıcı değildi... Başbakan demokrasiye gönderme yaparken, ısrarla Adnan Menderes’in ve Turgut Özal’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olduğunu hatırlatıyor. Bu tür bir manipülasyonla da kendini ve partisini demokratik gelenek içinde göstermek istiyor. Adnan Menderes, Aydın ovasının en büyük toprak ağalarından biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine kızılbaş - sayfa 20 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çıkıp halkın nabzını bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderes’le de tanışmış ve onu mebus yapmaya karar vermişti. O tarihten sonra Adnan Menderes 30 yıl boyunca mebus olarak yola devam edecekti. Bu otuz yılın son on yılında da başbakandı. 1945 yılında Meclis gündemine gelen “Çiftçiyi topraklandırma kanunu tasarısına” karşı çıktı, üç arkadaşıyla birlikte ünlü “Dörtlü Takrir”i verdiler. Partiden ihraç edildiler ve Demokrat Parti’yi [DP] kurdular. 1950 seçimlerinde DP oyların %52’sini aldığı halde meclisteki sandalyelerin 415’ine veya %83’üne sahipti. Ana muhalefet partisi CHP oyların %39. 45’ini almasına rağmen sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti... Oyların %4,76’sını alan bağımsızlar da sadece 2 milletvekili, Millet Partisi de oyların % 3.11’ini aldığı halde sadece 1 milletvekili çıkarabilmişti... Aslında bu durum bu gün de az çok geçerli. Bu dünyada toprak ağalarının demokrasi aşkıyla yanıp tutuştuğu pek görülmüş bir şey değildir. Menderes iktidara gelir gelmez baskıcı yöntemlere başvurmaya başladı ve giderek baskının dozunu artırdı, tam bir tek adam rejimi kurdu. 1957’den sonra durum daha vahim bir hal aldı. Artık Türkiye’de tipik bir dikta rejimi geçerliydi. İstediği her yasayı çıkarabilecek Meclis çoğunluğuna sahipti. Anayasayı istediği gibi by-pass edebiliyordu. Basın ve üniversite üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla herhalde ünlü “ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “TBMM Tahkikat Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askeri adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir” deniyordu. Velhasıl katıksız bir dikta rejimiydi söz konusu olan. Elbette Adnan Menderes’in asılması yanlıştı ama bu onu demokrasi kahramanı yapmazdı. Turgut Özal’a gelince, Turgut Özal Dünya Bankası’nın ve IMF’nin adamıydı ve ünlü “24 Ocak Kararlarının” mimarıydı. Amerikancı askeri cunta yönetiminin başbakan yardımcısıydı. Cuntanın işlediği cinayetlerden, idamlardan, işkencelerden, sürgünlerden, velhasıl tüm insanlık suçlarından, anti-demokratik uygulamalardan sorumludur. ABD desteğiyle ANAP’ı kurdu ve ilk seçimlerde başbakan oldu. Daha sonra da “sivil cumhurbaşkanı” sayılıp yere göğe konmayacaktı... 12 Eylül devlet terör rejiminin mimarlarından biri olan Turgut Özal’ın demokrasinin “timsâli“ sayılması, Türkiye’ye özgü bir garâbettir... Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demokrasinin timsâli, demokrasi ve özgürlük kahramanı saydığı iki şahsiyet işte böyleydi. Aslında Adnan Menderes bireysel yaşam tarzı itibariyle de “muhafazakâr” olduğunu söyleyen bir partinin pek de örnek alabileceği bir şahsiyet değildi. Eğer durum böyleyse demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından ilgisi olmayan bu iki şahsiyet nasıl olup da demokrasinin timsâli sayılabiliyorlar? Bu sonunun cevabını her halde Türkiye’deki siyasi kültürün ‘azgelişmişliğiyle”, tarih bilgisi ve bilinci zaafıyla açıklamak gerekecektir... O halde demokrasi sorununa nasıl yaklaşmalı? Demokrasinin vazgeçilmezi olan hak ve özgürlerin nasıl kazanıldığı, kazanılıp-kazanılmadığı, bu bakımdan kritik bir öneme sahiptir. Bir hak ve özgürlük eğer ona ihtiyacı olan insanların, kitlelerin doğrudan iradesinin eseriyse, o haklar ve özgürlükler, artık bir özgürleşme, kurtuluş, velhasıl bir emansipasyon unsurudurlar. Bu da demektir ki, özgürleştirici hak ve özgürlükler kazanılmış haklar ve özgürlüklerdir. Bir de verilen veya izinli diyebileceğimiz haklar ve özgürlükler söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler cephesi, mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar istedikleri zaman, istedikleri kadar ve istedikleri şekilde “bahşedilirler”. Doğası gereği, verilen-izinli hakların bir özgürleşme, bir emansipasyon unsuru sayılmaları mümkün değildir. İşte bizdeki ve başka yerlerdeki demokrasi zaafı geçerli “demokrasi pratiğinin” verilen-izinli haklar ve özgürlüklere dayanmasından kaynaklanıyor. Elbette kazanılan ve verilen-izinli haklar özgürlükler ayrımı her zaman bu kadar net olmayabilir. Kitle eylemi ve zorlaması belirli oranlarda egemenler cephesini taviz vermeye zorlasa da bu söylediğim durumda fazla değişiklik yapmaz. Kitleler eğer kendi kaderlerini kendileri tayin etmek üzere sahneye çıkıyor ve kararlı bir dayatmayla bir takım haklar ve özgürlükler elde ediyorlarsa, orada özgürleştirici, kurtuluşun yolunu açan ve realize eden [emansipatris] bir durum söz konusu demektir. Bu bakımdan Türkiye’deki reel demokrasi pratiğinin gerçek demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Tüm kritik tarihsel anlarda ve kavşaklarda kitleler sürecin dışında kaldılar. Dolayısıyla verilen-izinli hakların ve özgürlüklerin içi boştu. Bizdeki demokrasi pratiği, mülk sahibi egemen sınıfların, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi. Mesela Cumhuriyetin kuruluşunda halk kitlelerinin bir dahli olmamıştı, mesela ilk İş Kanunu’nun çıkmasında işçilerin iradesi sürece dahil olmamıştı. Seçme ve seçilme hakkı kitlelerin bir kazanımı değildi. Zamanı geldiğinde ve gerekli görüldüğünde demokrasi ve özgürlük düşmanı cephe tarafından ihsan edilmişti. Dolayısıyla verilmiş-izinli haklar kategorisine dahildi. Kadınlar seçme ve seçilme hakkı için elbette mücadele ettiler ama bu o hakkın verilmiş-izinli hak olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Aynı şey çok partili sisteme geçiş için de söz konusuydu. Bu durum temsili demokraside mündemiç zaafla birleştiğinde, bizdeki demokrasi pratiği de tam bir aldatma, oyalama operasyonu niteliği kazandı. İçi boş, iğdiş haklar ve özgürlükler söz konusu olunca, reel olarak ve son tahlilde bir polis devleti ve/ veya örtülü asker-polis diktatörlüğü olan, demokrasiymiş gibi sunulabildi. Verilmiş-izinli haklar temelinde yol alan süreç insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesini de engelledi. Topluma misafir-mülteci- sığıntı bilincinin ortalaması tuhaf bir “bilinç”, anlayış ve davranış kalıbı hakim oldu. İşte bu tür kızılbaş - sayfa 21 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bilinç de egemenler cephesinin işini kolaylaştırdı, manipülasyon yapmalarını kolaylaştırdı. Bir önemli husus da demokrasinin sosyal eşitliği varsaymasıdır. Zira sosyal eşitlik olmadan demokrasi mümkün değildir. Şimdilerde demokratik denilen ve başkalarına da örnek gösterilen rejimler aslında oligarşik rejimlerdir ve oligarşinin iktidar olduğu yerde demokrasiden söz etmek abestir... Başka türlü söylersek, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz. Onun son dönemdeki versiyon olan neoliberalizm ise demokrasinin açıkça inkârıdır. Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz zira her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeye, azdırmaya mahkûmdur. Toplumsal eşitsizliklerin sürekli derinleştiği, bir ortamda hâlâ demokrasiden söz edilebilir mi? Dolayısıyla kapitalizmi sorun etmeyenin ağzına demokrasi yakışmaz. Geçerli olan bir “oy sandığı demokrasisidir” ve gerçek demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. İnsanlar kitap yazdığı için hapiste, öğrenciler bir hak ve özgürlük talebinde bulunduğu için hapiste, on binlerce oy alarak milletvekili seçilen milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste, avukatlar, yazarlar hapiste.Artık basın özgürlüğünün esamisi bile okunmuyor. Öyle bir terörle mücadele kanunu yürürlükte ki, istendiğinde o kanuna dayanarak herkesi kodese tıkmak gayet mümkün. İşte %10 seçim barajı 31 yıldır yerli yerinde duruyor. Seçim ve siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den beri yürürlükte ve her iktidar kendi ihtiyacına göre değiştirmeye devam ediyor. YÖK tam bir karabasan gibi akademinin tepesine çöreklenmeye devam ediyor. Ve Tayyip Erdoğan paketinde bunlara dair tek kelime yok ve ona “demokrasi paketi” diyorlar. Uzun lâfın kısası artık tartışma zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır. Aksi halde içi boş daha nice yeni paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak. Kaynak: http://www.ozguruniversite.org Binboğada Kızılbaş olmak Al i Ü lge r Kartal olmaktır, derler yaşlılar. Şöyleki Kartal dağların doruklarında Yaşar ve kimseye minnet etmez. Binboğadaki Kızılbaşlarda öyle yapmışlar saz çalıp deyişler söyleyip geleneklerini sürdürmüşler, nesilden nesile aktarmışlar. Kardeş sofrasına oturmuşlar Ermeni tecritinde Ermenilere sahip çıkıp kendi aralarında barındırmışlar, devlete vermemişler okadarki birbirine bağlanmışlarki mezarları yan yana, kardeşleşmenin güzel bir örneği, Binboğadaki Kızılbaşlar her türlü gericiliğe karşı bir tutum içinde olmuştur. Dünden bu güne çok bedeller vermişler. Yaşlı bir amcanın dediği gibi “biz ne çok öldürüldük” diyor. Ve ekliyor “biz yaşamak için geldik buralara, yaşamak için 20-30 gün yürüyerek kaçakçılığa Suriye gidip geldik. Sınırda kurşunlandık yaralandık, öldürüldük bile. yaşamak için bir lokma ekmek için ölümüzü sınırda bıraktık.” İnsan karnını doyurmak için çalışır, geçimini sağlamak için bizse yaşamak için çalıştık. Sistem bize karşı biz kendine düşman olarak gördü ve katliam yaptı sürgünler yaptı atalarımız bundan dağları yurt eyledi, sırtını dağları yasladı. Bu bizim tek değil ötekilerin genel kaderi, ama artık birşeyler değişmeli, ötekilerin sesi yükselmeli birlik olunmalı yeniden bir dünya yaratılmalı, ve insana, doğaya ve insanca olan herşeyde dair yeni bir dünya kurulmalı. Bize dayatılan kokuşmuş bir düzendir kendi kendini bitiren bir sistemdir tektir, “bu bitmeli" diyor yaşlı amca. Ve Binboğadaki Kızılbaşlar çok ağır bedeller ödemişler ve halende ödüyorlar bunun bitmesi için umutla dirençle sisteme minnet etmiyorlar "hep bir ağızdan güneş doğduğu sürece bizim umudumuz bitmeyecek" diyorlar. kızılbaş - sayfa 22 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ''Ben Kürd politikaları ve bu politikalar çerçevesinde yerinden edilen, etnik temizliğe tabi tutulan bir halk… Köylerin yakılmasını, yıkılmasını, temel geçim kaynaklarının tahribini, milyonlarca insanın yerini yurdunu terke zorlanmasını… bu politikalar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Milliyetçisi Değilim!'' Dr. İsmail Beşikçi Televizyonlarda cereyan eden tartışmalarda, basın mensupları, asker kökenli ve çeşitli sivil toplum örgütlerinde çalışan tartışmacılar yanında bazen bir iki Kürd de görülüyor. Konuşmaların, tartışmaların bir yerinde milliyetçilik gündeme geliyor. Panele katılan Türkler, “Milliyetçiliğe karşıyım, milliyetçiliğin iyisi olmaz. Her türlü milliyetçilik kötüdür” şeklinde bir görüş ortaya atıyor. Panele katılan Kürdler de, genel olarak, “ben Kürdüm ama Kürd milliyetçisi değilim, milliyetçiliğe karşıyım” diyor. “Bölücü” olmadığını vurgulamaya çalışıyor. Bu düşüncenin, bu tutumun biraz irdelenmesi gerektiği kanısındayım. Türk milliyetçiliğine karşı olmak anlaşılır bir durumdur. Çünkü Türk milliyetçiliği çoğu zaman ırkçılığı içermektedir. Örneğin, Kemalist ideolojiyi içselleştirenler Kürtlere hiçbir hakhukuk tanımak taraflısı değildirler. Kemalistler, Kürtlere, Türk olmaktan, Türklüğü benimsemekten başka bir hak tanımayı düşünmemektedirler. Bu ideolojiye sahip olanlar, Kürdleri, dilleriyle, kültürleriyle, tarihleriyle ortadan kaldırabilmek için, Kürtlere, köle muamelesini sürdürebilmesi için, her yolun mubah olduğunu düşünmektedirler. Bu milliyetçiliğin ana politikası asimilasyondur. Asimilasyon için de, devletin, okul, din, basın gibi ideolojik baskı araçları, karakol, mahkeme, hapishane gibi zorlayıcı baskı araçları, etkin bir şekilde kullanılıyor. Asimile olmamakta direnenlere karşı yerinden etme, etnik temizlik de, yaygın ve yoğun olarak gündeme getiriliyor, kullanılıyor. Bütün bunların yetmediği zaman, fiili imha da var. Böyle bir milliyetçiliğe, ırkçılığa, elbette karşı durmak, böyle bir anlayışla mücadele etmek gerekir. Kürd milliyetçiliği derken, kastedilen, düşünülen nedir acaba? Acaba, Türkleri, Arapları, Farsları asimile etmek isteyen, bunun için planlar, projeler geliştirmiş, gerekli mekanizmalarını, ideolojik baskı araçlarını zorlayıcı baskı araçlarını kurmuş bir Kürd yapısı mı var? “Ben Kürdüm ama Kürd milliyetçisi değilim” diyen kişi, nasıl düşünüyor, nasıl hissediyor? Bu kişi kafasında milliyetçi bir Kürd tahayyül ediyor. Bu kişinin, diyelim A kişinin tahayyül ettiği Kürd, diyelim B kişi, neler düşünüyor, nasıl bir tutum sergiliyor da, A kişi ona milliyetçi diyor, kendisinin, onun yani B kişinin düşüncelerine ve tutumlarına karşı olduğunu söylüyor. Bu konuyu irdelemek için Kürt toplumunun ve Kürdistan’ın koşullarına bakmak gerekir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya, Fransa ve onların Ortadoğu’da işbirliği yaptığı Arap, Fars ve Türk yönetimleri tarafından, bölünmüş, parçalanmış be paylaşılmış bir coğrafya, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış bir halk. Ortadoğu’da, 40 milyonu aşkın nüfusu olan, ama, küçücük bir siyasal statüsü olamayan bir halk. Birleşmiş Miletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, İslam Konferansı, NATO gibi, uluslar arası örgütlerde, hak, hukuk, özgürlük denildiği zaman hiç adı geçmeyen, “terör”, “uluslar arası terör”, “mafya” denildiği zaman adı ilk planda anılan bir halk… Türkiye’de, 20 milyondan fazla bir nüfus, temel hakları, insan olduğu için sahip olduğu hakları, Kürd toplumu olmaktan doğan hakları gasbedilmiş bir halk. Anadili adı yasaklanmış, doğduğu, büyüdüğü yörelerin isimleri değiştirilmiş, Kürdçe olanlar yasaklanmış bir halk… Dili kültürü inkar edilen, çocuğuna Kürdçe isimler veremeyen, Q, W, X, Ê harfleriyle hala sorunları olan bir halk… Anadili Kürtçeyle eğitim alamayan bir halk… Asimilasyon Kürdlere yapılan bu baskılar elbette ırkçı baskılardır. Asimilasyon politikalar, ırkçı politikalardır. Kürd milliyetçilinin gelişiminde bu baskı politikalarının, uygulamaların çok büyük rolü vardır. Baskı, inkar, imha, asimilasyon politikaları pek çok Kürd’ün milli bilince ulaşmasını sağlamıştır. Bu durum karşısında bütün Kürdlerin, düşüncesi, tutumu, eylemi, kanımca birbirine benzerdir. Gasbedilmiş Kürd haklarını, Kürdlerin doğal haklarını kazanmak için mücadele etmek. Bu da milliyetçiliktir, milli bilince ulaşmış bütün Kürtlerde görülen bir durumdur. Kaldı ki Kürd sorunu, bundan önce insani bir sorundur, bir vicdan sorunudur. Kürdlerde, “Ne mutlu Kürdüm diyene”, “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyene rastlanmaz. Kürdlerde, “Türkleri asimile edelim, Türk dilini, Türk kültürünü ortadan kaldıralım” diyene rastlanmaz. Kürdlerde, “Kürd, öğün, çalı, güven” diyen birine, “Yüksel Kürd, yüksekliğin senin için hududu yoktur” diyen birine rastlanmaz. Kürdlerde, “Türkleri etnik temizliğe tabi tutalım, Türkleri yerlerinden yurtlarından sürelim” diyene rastlanmaz. Kürdlerde, “Kürdler üstün bir ırktır, başka halkları bu arada Türkleri de yönetme hakkına sahiptir” diyene rastlanmaz. Bütün bunların ötesinde, Kürdlerin, Kürd aydınlarının baskı, zulüm altındaki halkı, Kürdçeyi baskıdan kurtarmaya çalışmasının, bunun için çaba sarfetmesinin kimseye, Türklere, Araplara, Farslara bir zararı yok ki… Halbuki, Türklerin, Arapların, Farsların, Kürtleri, Kürdçeyi yok etmek, asimile etmek için uyguladıkları politikaların, Kürdlere de aynı zaman bu halklara da çok büyük zararı var. Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı’nın Kürtlere vurulmuş bir kelepçe olduğunu vurguluyor. Bu şüphesiz öyledir. Ama bu kelepçe sadece Kürtlere vurulmuyor, aynı zamanda, Türklere, Türkiye’ye de vurulmuş bir kelepçe oluyor… kızılbaş - sayfa 23 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye’nin, inkarcı, imhacı, ırkçı ve asimilasyoncu politikalarının Kürdlerde milli bilincin uyanmasında büyük rol oynadığını ifade etmiştik. Bu durum karşısında, “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen A kişi de, Kürd milliyetçisi olarak tasavvur edilen B kişi de, aşağı yukarı benzer talepleri dile getirir. Bu taleplerin dile getirilmesi de çok doğaldır. Bu da milliyetçiliktir. Kürtlerde yaşanması gereken de budur. Kaldı ki bunlar milliyetçilikten önce insani bir durumdur, vicdani bir durumdur. O zaman, “Ben Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” sözü ne anlama geliyor? Bu klişe bir sözdür. Bilgi yüklü bir düşünceyi ifade etmek için kullanılan bir söz değildir. Tutum sergilemek için kullanılan bir sözdür, slogandır. Bunu söyleyen kişi, devletten ve Türk aydınlarından onay almak isteyen, bu onaya ihtiyaç duyan bir kişidir. Devletten ve Türk aydınlarından onay almak ihtiyacını duyması çoğu Kürd aydınlarının önemli bir özelliğidir. Devletten gelebilecek bir baskıdan, kuşku duymak, korkmak gerekir. Çünkü resmi görüşe aykırı görüşler, resmi görüşe eleştiriler sürdüğünüz zaman, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu kuşku, bu korku, anlaşılabilir bir durumdur. Ama Kürd aydınlarının çoğu, Türk aydınlarından da korkuyor. Hatta Türk aydınlarından, devletten korktuğundan daha çok korkuyor. Bu, normal bir durum değildir. Kürd aydınları, Türk aydınları tarafından, milliyetçilik yapmakla suçlanmaktan korkuyor. Aslında milliyetçi olan, hatta ırkçı tavırlar sergileyen Türk aydınlarıdır, Türk aydınlarının önemli bir kısmıdır. Çünkü, inkarcı, imhacı, asimilasyoncu düşünce ve eylemle, Kemalizmle bağını koparamamıştır. “Kürdüm ama Kürd milliyetçisi değilim” diyen Kürd aydınını, Türk aydınının kötü bir kopyası gibidir. Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez. Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi. Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen, olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür. İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi, 1977 yılında hazırlamış olması, ilk kez “Dersim jenosidi” kavramı ile tanımlaması dikkate değerdir. “Jenosit/soykırım” kavramının 1990’lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz. “Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Araştırmada, kanunla ilgili meclis görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının, Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir. Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar), yerel(otokton) halkları yok etmeye koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki, özel olarak da Dersim'deki jenosid uygulamaları, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır. Kritik edilmesi dileğiyle! İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla... kızılbaş - sayfa 24 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 -CAMİİ - CEMEVİ PROJESİ, DEVLETİN KENDİ ALEVİSİNİ YARATMA OYUNUDURBugünkü camii-cemevi projesi Osmanlıdan günümüze süre gelen bir asimilasyon politikasıdır. Kardeşliğe ve topluma hizmet eden bir proje değildir. Alevileri camiye götürmek camiye alıştırma projesidir. Osmanlıda oyun çok derler, bu da o oyunlardan biridir. Yoksa Alevilere düşman bir zihniyet yüzyıllardır Alevileri katleden, Pirsultan’ı asan, onbinlerce Aleviyi katledip kuyulara dolduran, yakın tarihimizde bile Alevileri yakanAlevi inancıyla dalga geçen cemevimize cümbüş evi diyenler bu gün neden cemevi yapmak için proje üretirler? Bunların diğer taraftan yol arkadaşı olan kendini sözde aleviyim diyenlerde bu güne kadar tüm yaşanan olumsuzluklara ses çıkarmayan Alevilik adına hiç bir şey yapmayan insanlık katledilirken tek cümle bile etmemişlerdir. Daha dün Alevilerin evleri işaretlendiğinde sessiz kalanlar, Bu gün niçin böyle bir göreve soyunduklarını sormak lazım. İşte asıl sorgulanması gereken zihniyet budur. Çünkü biz geçmişten günümüze devletin tavrını biliyoruz. “Astılar, kestiler, toplu katlettiler ve yaktılar ” bitiremediler! Şimdi yozlaştırma politikalarını uyguluyorlar. Tarihe baktığımızda da böyle olmuştur. Alevileri bir türlü ortadan kaldıramayan Osmanlı sonunda asimilasyon politikasına başvurmuştur. Sultan II. Mahmut 1826’da O döneme kadar bitiremedikleri Alevileri sonunda asimile etme yoluna gitmişlerdir. Hacı Bektaş postnişi Hamdullah çelebiyi yargılayıp Amasya ya sürdükten sonra Hacı Bektaş Dergâhı’na postnişin olarak Nakşibendi Şeyhleri atamış. Türbenin yanındaki o camii, onların döneminde yapmıştır. Alevilerin geleneğinde olmayan bir şeydir bu. 500 yıl sonra dergâhımıza cami yaptırılması bizi asimile etmek amaçlıdır. Yani, Serçeşme’mizin tam içine, ortasına zorla yapılmış bir camidir o. Şimdide yapılanlar aynısıdır yüzyıllardır boyun eğmemiş bir halkı kirli oyunlarıyla kendine benzetmek. Dünden bugüne dostumuzuda düşmanımızıda bilmek zorundayız. Kim ne demiş, bunlar kimlermiş. Projenin mimarı İzzettin Dogan Tarih boyunca babasından bu düzene yadigardır. Derin devletin besleyip büyütüp kullandığı kişiliktir. Hepimiz biliyoruz künyesini uzun uzun anlatmaya gerek yok Diğer isimler ilk defa duyduğumu şahıs- Mustafa Karabudak lardır sözde projenin finansmanı ve ayrıca alevler adına söz hakkı olan kurum ve kurum yöneticileri. İŞADAMLARI: HÜSEYIN SARUHAN, BAYRAM TARCAN, ŞABAN BAŞDURAK, HÜSEYIN YÖRÜK, Hüseyin Saruhan: “Amacımız toplumsal kardeşliğe sağlam bir tuğla koymak.” ifadelerini kullanıyor. Saruhan, “Cami-cemevi projesi çok cesur bir adım. Bunun günümüzün önemli âlimlerinden biri olan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tavsiye ve işareti ile yapılması da çok önemli.” dedi. Bayram Tarcan: “Bu projenin finansmanını Sünni kardeşlerimizle el ele vererek üstlendik. Proje, aslında ne kadar çok ortak yanımız olduğunu iki kesime de gösterecek.” diyor. Şaban Başdurak: “Yıllardır bu toplumda çıkarılmak istenen kavgayı engellemeye yönelik en somut adım. Proje kardeşliğimizin çimentosu olacak.” Hüseyin Yörük: cami ve cemevinin aynı kampüste olmasının Türk halkının engin hoşgörüsünü de yansıttığını aktardı. Yörük, “Biz istiyoruz ki Sünni kardeşlerimizle beraber önyargıların ve kavganın olmadığı bir toplum düzeni tesis edelim. Bu proje bizi birbirimize yaklaştıracak en önemli adımlardan biridir.” dedi. İşadamı Adnan Polat: bu projeden bağımsız hareket eden İçinde cami ve cemevi bulunan bir külliyeyi İzmir’e kazandırmak için izmirde çalışmalar yürütüyor. İzmir’de Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’yla görüşen Polat, Kocaoğlu’ndan içinde cami ve cemevi bulunan bir büyük ibadet ve kültür kompleksi yapmak için 10 dönümlük yer istedi. Başkan Kocaoğlu da konuya ılımlı yaklaşarak, Polat’a “Sayın Başkan, yer bulunur, konuyu Valimiz Mustafa Cahit Kıraç’a iletelim seve seve yardımcı oluruz” dedi. Konuyla ilgili soruyu cevaplandıran Vali Kıraç ise, “Adnan Polat’ın projesi güzel bir düşünce. Yer bulmak için destek veririz, projeyi destekleriz” dedi. Adnan Polat ise, düşündüğü projenin mimarisinin Osmanlı mimarisine uygun olacağını belirtti ve İzmir’e böyle bir eseri kazandırmak istediğini dile getirdi. Polat sözlerine şöyle devam etti: “Sayın Başkanım, içinde Kuran kursları verilen, cemevi derslikleri olan özel bir yapıt yapmak istiyorum. Özellikle İzmir’e yatırımlarımız çok olduğu için bu eseri de bu bölgeye yapmayı arzu ediyorum. Böyle büyük bir tesisin projesi de özel olmalı. Bunun için ünlü bir mimara Osmanlı mimarisine uygun çok özel bir proje hazırlattım. Yer tahsisi yapıldığı anda hemen inşaata başlayacağız” dedi. Tüccarlar bunu söylerken devletin Alevileride boş durmayıp, görevlerini yerine getirme yarışına girdiler. ‘Baba Mansur’ soyundan gelen Alevi kanat önderlerinden Seyit Derviş Tur: Cami-Cemevi Kültür Merkezi AleviSünni kardeşliğini pekiştiren bir projedir. Protesto için sokağa çıkan canlarımız eski siyasetçilerdir. Çoğu şimdi derneklerimizin, federasyonlarımızın, vakıf larımızın başına geçtiler. Bunlar, Alevilerin bugüne kadar gelen hükümetlerle olsun bugünkü hükümetle olsun barışık olmasını istemezler. ‘Türkmen Alevi Bektaşi Derneği Genel Başkanı Özdemir Özdemir: “Fethullah Hoca’nın uzattığı samimi, dost eli, düşman eli değil. Protestolarla geri çevrilmemeli. İzzetin Hoca, samimi bir insan olduğu için Alevi kardeşlerimiz için uygun görüp, uygulamak istemiş. Aydos Dernekler Federasyonu Başkanı Nurikan Akdemir: İnsanların ortak paydalarını bir arada yaşayabildiği, aynı yerde insanların birbirine, kimliğine saygı gösterdiği bu projeye destek veriyoruz. Sünni kesimde de Alevilik üzerine bazı algılar vardı. Onları da yıkmış olacak. Onlar da Aleviliğin ibadet şeklini, İslam’ın bir yorum farkıyla ibadet yaptığını görecekler. Hacı Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı Başkanı Kemal Kaya: Cemevlerinin statü kazanması konusunda bir adım bu. Arkadaşların neye itiraz ettiğini anlayabilsem... Belki sermayesine itiraz ediyorlardır ama susamışsınız, suya ihtiyacınız var, suya birisi kova sallamış, içmemezlik yapar mısınız? kızılbaş - sayfa 25 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevi dedesi Celal Abbas Bektaşoğlu: Senelerdir zıtlaşıldı, ne geçti elimize, hangi tarafın eline ne geçti? Protestocular marjinal gruplar. Suyu bulandırmak istiyorlar. Yandaş medyada her zaman ki görevini üstlenip. Sanki alevi Sünni çatışması varmış gibi bir tablo çizerek yapılacak olan bu asimilasyon oyununu kardeşlik projesi olarak vermeye çalışıp katkı sunan iş adamı ve Aleviler adına açıklama yapan sözde alevi kanaat önderlerini konuşturdu. Hep bir ağızdan, Devleti aklar bir şekilde sanki halklar arası savaş varmış gibi “Toplumsal barışa tuğla koyuyoruz.” Diyorlar. Süreç böyle işlerken CHP’de boş durmamış her zamanki tarihi misyonunu yerine getirmiştir. Devletin asimilasyon politikasına karşı direnen halkın yanında olmayıp, düzene yedeklenmiştir. Alevilerin oyuyla o koltukta oturan CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Cami-cemevi projesini nasıl değerlendirirsiniz” sorusuna “Dini siyasette kullanmak, dine yapılacak en büyük kötülüktür. Allah ile kulun arasına kimsenin girmediği öngörülen dinde araya birilerinin girip dine yön vermelerini doğru bulmuyoruz. Herkesin inancına saygılıyız. Çatışarak çatışma kültürüyle doğruları bulamayız” diyerek garip ve anlaşılmaz bir iki cümleyle geçiştirmiştir. Kendisinin temel atma törenine davet edildiğini ama parti adına Sinan Aygün’ün katıldığını belirtmiştir. Alevilerin bir bölümü tarafından tepkiyle karşılanan Cami-Cemevi Kültür Merkezi projesine CHP’li milletvekilleride destekler açıklamalar yapmıştır.. CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak: Herkesin projeye sahip çıkması gerektiğini belirterek, “Toplumun her kesimi bu temele birer tuğla koymalıdır. Proje, tüm topluma mal olmalıdır.” dedi. CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt: Projeyi çok olumlu bulduğunu söyleyip. Öğüt, “Keşke bu projenin örnekleri her yerde olsa. Bunun bir barış ve kardeşlik projesi olduğunu iyi anlatmak lazım.” diye konuştu. Temel atma törenine katılan CHP Ankara Milletvekili Sinan Aygün ise projeyle “Cemevi ibadethane mi?” tartışmasının son bulduğunu, cemevinin ibadethane olarak tescillendiğini söyledi. Aygün, törene CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisi dahilinde katıldığını da belirtti. Bu projenin İzmir ayağınında olduğunu biliyoruz. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’da katkılarını sunmak için kollarını sıvamıştır. Ken- disini ziyarete gelen Adnan Polat’a her türlü destek sunacakları sözünü vermişti yer bulunur, konuyu Valimiz Mustafa Cahit Kıraç’a iletelim seve seve yardımcı oluruz” demiştir. Konuyla ilgili soruyu cevaplandıran Vali Kıraç ise, “Adnan Polat’ın projesi güzel bir düşünce. Yer bulmak için destek veririz, projeyi destekleriz”.açıklamasını yapmıştır. İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi’nde AKP ve CHP’lilerin oyları ile geçen Çiğli’de bulunan 2009’dan beri faaliyette olduğunu Evka-2 Cemevinin Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun onayından geçmesiye Cem Vakfı’na verilmesi devredileceği basına yansımıştır. Bu Kaygılardan dolayı “Devletin Alevisi Olmayacağız” Şiarıyla Hükümetin Cami-Cemevi-Aşevi projesi kapsamında Çiğli Evka-2’deki Cemevi’nin Cem Vakfı’na bağışlanmasına karşı çıkan aleviler Konak Meydanı’nda buluşarak cemevinin Alevi Bektaşi Federasyonu Çiğli Bileşenleri ve Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Çiğli Şubesi’ne verilmesini istedi. İzmir’deki Aleviler Çiğli’de yapılması planlanan Cami-Cemevi projesine karşı çıktı. Ankara Tuzluçayır’da temelleri atılan ve büyük tepkiler çeken projenin bir asimilasyon projesi olduğunu ifade eden Aleviler, yaptıkları basın açıklaması ile yapılması planlanan projeye tepki gösterdiler. Çiğli ilçesi Kasaplar Meydanı’nda bir araya gelen Alevi Bektaşi Federasyonu ve Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Çiğli Şubesi üyeleri yaptıkları açıklamada devletin Alevisi olmayacaklarının, inançların siyasi ranta dönüştürülmesine engel olacaklarını söylediler. Günümüz Hızır Paşaları ve Ali babalarının bu oyununu Mamak halkı Bozmuş anında ref leks göstererek karşı çıkmış, Tuzluçayır mücadeleci geleneğini bir kez daha göstermiştir. Projenin bir aldatmaca olduğunu aleviler bu gibi ayak oyununa gelmemsi gerektiğini belirten olumlu tepkiler her yerde yükselmiş. Kişisel ve kurumsal anlamda yapılan açıklamalarla devletin kirli yüzü teşhir edilmiştir. -“Devlet eliyle, cemaatler eliyle Alevilere bir kefen biçme politikasıdır” Okmeydanı’nda bulunan Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Okmeydanı Cem Evi’nde basın toplantısı düzenleyen Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Doğan Demir, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Okmeydanı Cem Evi Başkanı Zeynel Şahin ile yönetim kurulu üyesi Vedat Kara ve Alevi Kültür Dernekleri Genel Sekreter Yardımcısı Timuçin Gültekin ‘Cami Cemevi Aşevi Projesi’ne tepki gösterdi. Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Doğan Demir, “Cem Vakfı’nın Onursal Başkanı İzzettin Doğan’ın, Fethullah Gülen ile daha önce birlikte organize ettiği Ankara’da birincisi yapılmak istenen cami ve cemevi projesinin ortak yapılma projesiyle ilgili basın açıklaması yapıyoruz. Bu pazar günü Ankara’da 5 dönümlük bir kapalı alanda bir tarafında cami, bir tarafında cemevi arasına da cemevi projesinin temel dayanağının aslında bir kardeşlik projesi olmadığını, buradan çıkan sonuç tamamen Alevileri asimile etmek olduğunu, Türkiye’de yaşayan 20 milyon Alevi bunun farkında. Alevilerin ibadet yerleri olarak cemevlerinin kabul edilmediği sürece cami ve cemevi projesini bir arada yapmanın çok doğru olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz” dedi. *** -Hübyar Sultan Alevi Kültür Derneği (HSAKD) Genel Başkanı Ali Kenanoğlu: cem evlerini caminin eklentisi yapma yönündeki tüm yaklaşımları ve projeleri reddettiklerini belirtti. -Hacı Bektaş Postnişini Ulusoy: Amaç Alevilerin Asimilasyonu Eşitlik olmadan kardeşliğin olmayacağını, girişiminin iyi niyetli olmadığını, bir asimilasyon projesi olduğunu belirten Ulusoy, iki inanç mabedinin yan yana olması kardeşliği sağlamada yetersiz kalacağının altını çizdi. -Hacı Bektaşi Veli Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez: Alevi geleneğinde cami yoktur. Hacıbektaş Dergâhı’nda vardır fakat o da Osmanlı tarafından zorla yapılmıştır. Proje asimilasyon programıdır. -ABF (Alevi ve Bektaşi Federasyonu) İzmir Bölge Sorumlusu Mustafa Aslan: “Alevi toplumu üzerinde yüzyıllardan bu yana süre gelen asimilasyon ve yok etme politikaları bugün hala devam etmektedir. Bu çirkin ve kabul görmez politika, şimdilerde de barış ve kardeşlik söylemleriyle uygulanmaya çalışılan cami+cemevi+aşevi projeleriyle kendini göstermiştir. Bu ülkede İzzettin Doğan’ın ve Fettullah Gülen’in barıştan ve kardeşlikten söz edecek erdeme sahip kişiler değildirler” ifadelerini kullandı. *** TÜRKİYE, AVRUPA, KUZEY AMERİKA VE AVUSTRALYA’DAKİ ALEVİ ÖRGÜTLERİNDEN TÜRKİYE VE DÜNYA KAMUOYUNA ORTAK AÇIKLAMA AKP hükümetinin “demokrasi paketi” adı altında hazırlamakta olduğu yeni yasal düzenlemeler arasında Alevi toplumunu yakından ilgilendiren maddeler kızılbaş - sayfa 26 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bulunduğuna dair Türkiye basınında haberler çıkmaktadır. Basında “İkinci Alevi Açılımı” olarak lanse edilen, fakat hazırlanmalarında Alevi örgütlerinin hiç bir dahli olmayan bu düzenlemeler basından öğrenebildiğimiz kadarıyla “inanç ve kültür merkezi” olarak cemevlerine yasal statü verilmesi ve Alevi dedelerine maaş bağlanması gibi maddeler içermektedir. Türkiye’de ve Türkiye dışında yaşayan Alevi toplumunun meşru temsilcileri olarak bizler, toplumumuzun ortak taleplerinin çok uzağında kalan, hatta taleplerimizle çelişen bu düzenlemelerin nihai hedef olarak Aleviliği Sünni/müteşerri İslam’da anlaşıldığı şekliyle “tarikat,” cemevlerini yine Sünni/müteşerri İslam’daki manasıyla “tekke,” dedeleri de “devlet memuru” mertebesine indirgemeyi hedef lediğine inanıyoruz. Bir takım şahıs ve cemaatlerin, AKP hükümetinin bu asimilasyoncu vizyonuna paralel gündeme getirdiği “cami-cemevi kompleksi” türü kurguların toplumumuz için hiçbir anlam ve hüküm taşımadığının, bu tür oldu bittilerin Alevilere tepeden bakan, Alevilere rağmen Aleviliği tanımlamaya çalışan kaba ve dayatmacı bir zihniyetin ürünleri ve kabul edilemez olduğunu bu basın bildirisi ile ilan ediyoruz. Alevilik, kendine has öğretileri, kurumları ve ritüelleri olan özgün ve kadim bir inanç sistemidir. Tarihsel olarak tasavvufî akımlarla yakın ilişkisi olsa da Sünni/müteşerri İslam’da anlaşıldığı şekliyle klasik bir tarikat değildir. Aleviler, ritüelleri arasında ibadet-ayin ayrımı yapmazlar ve tüm dini ritüellerini cemevlerinde ifa ederler. Bu nedenledir ki Alevilik klasik anlamda bir tarikat olmadığı gibi, cemevleri de yaygın kullanılan manada “tekke” değildir. Cemevleri Alevilerin “ibadethanesidir” ve her inanç grubu gibi Alevilerin de ibadet mekanlarını devlet ve mahalle baskısından uzak, özgürce tanzim etme ve kullanma hakkı vardır. Alevilik’teki dedelik kurumu da yine Sünni/müteşerri İslam’ın ulemalık kurumundan farklı olarak talip ile bağlı olduğu ocak arasında varolan manevi irtibat temelinde işler. Alevi inancına göre dedenin vereceği hizmet, dedenin veya devletin değil, tümüyle talibin inisiyatifine bağlıdır; yani bir dede ancak taliplerinin talebi ve daveti üzerine inanç önderliği görevini yerine getirebilir. Bu önemli inançsal farklılık göz önüne alındığında ve üzerine Alevilerin hakim dini ve siyasi güç odaklarıyla yaşadığı çatışmalı tarih eklendiğinde, dedelerin cami imamları gibi devlet tarafından maaşa bağlanması önerisinin ne kadar uygunsuz, Alevi öğretisine ve tarihine nasıl külliyen aykırı olduğu kolaylıkla görülecektir. Uzun bir tarihsel süreç ve organik gelişme sonucu ortaya çıkmış Alevi öğreti ve kurumlarına dışarıdan müdahele etmeye, bunları toplum mühendisliği yöntemleriyle deforme etmeye veya değiştirmeye çalışmak hiçbir kişi veya grubun haddi ve gücü dahilinde değildir. Her inanç sistemi gibi Alevilik de sadece ve yalnızca bu inanca ve kültüre mensup insanların kollektif olarak şekillendirdiği ve şekillendirebileceği bir alandır. Başta devlet olmak üzere, Alevi olmayan tüm kurum ve kişilerin bu özel inanç alanına saygı duymaları ve bu alanın dışında kalmaya özen göstermeleri gerektiğinin altını kalın çizgilerle çiziyoruz. Şu bilinmelidir ki Alevilerin politik platformdaki tek meşru temsilcileri, bu toplumun kendi içinden çıkmış örgütleridir. Kürt sorununun çözüm sürecinde ve sözde yeniden başlatılan Alevilik açılımı bağlamında, hükümetin, diğer bazı siyasi aktörlerin ve kimi analistlerin bu gerçeği görmezden gelerek Alevilere adeta haklarında keyfi tasarrufta bulunulabilecek pasif objeler muamelesi yapması asla kabul edilemez. Örgütlü bir toplum olarak Alevilerin vazgeçilmez hedefi demokratik-laik bir sistemde eşit vatandaşlar olarak yaşamaktır. Bu hedefimize ulaşmamızı sağlayacak, olmazsa olmaz taleplerimiz daha önce farklı mecralarda da defalarca dile getirildiği gibi şunlardır: 1) Cemevlerimiz derhal “ibadethane” olarak yasal statü kazanmalıdır. Cemevlerinin “ibadethane” dışında, tekke veya inanç merkezi gibi başka bir kategori altında tanınması ve ona uygun muamele görmesi kabul edilemez. 2) Alevi köylerine ve mahallelerine zorla cami yapımından vazgeçilmelidir. Bu bağlamda, çeşitli kamu hizmetlerini cami yapımı şartına bağlamak suretiyle bazı Alevi köylerinde yaratılan yapay cami taleplerinin demokrasi ve ahlakla çelişen “zorlamalar” olduğu bilinmelidir. Bu tip dolaylı baskılara derhal son verilmelidir. 3) Sünni/müteşerri İslam’ın normatif liği fikri üzerine kurulu ve Sünni ilahiyatı eğitimi almış kişilerce verilen zorunlu ve seçmeli ek din dersleri Alevilerin din ve vicdan özgürlüğünü açıkça ihlal etmektedir. Bu dersler derhal kaldırılmalıdır. Devlet din eğitiminden elini tümüyle çekmeli, bu işlev aileler ve sivil toplum örgütleri tarafından yerine getirilmelidir. 4) Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Tarafsız devlet ilkesine uygun olarak her inanç grubu kendi içinde örgütlenip, kendi kaynaklarıyla ve ken- di tercihlerine göre inanç hizmetlerini tanzim etmeli ve yürütmelidir. 5) Nüfus cüzdanlarından din hanesi kaldırılmalıdır. İnsanların inançlarına göre bu veya başka yöntemlerle fişlenmesi engellenmeli, kamu hizmetlerinin eşit vatandaşlık temelinde sunulması sağlanmalıdır. 6) Devlet tüm açık ve gizli asimilasyoncu politika ve uygulamalarına derhal son vermelidir. 7) Aleviliğe ve Alevilere yönelik aşağılayıcı ifadeler, hakaret, tehdit ve saldırılar, nefret suçları kapsamına alınıp ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ders kitapları, sözlükler, ansiklopediler ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca önerilen yardımcı kitaplardaki Aleviliği ve Alevileri aşağılayan tanım ve ifadeler düzeltilmeli veya çıkarılmalı, ikisinin de mümkün olmadığı durumlarda bu yayınların kullanımına son verilmelidir. 9) Dersim, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarından dolayı devlet Alevi toplumundan resmen özür dilemeli ve bu Alevi katliamları ile ilgili olarak meclis araştırma komisyonları kurulmalıdır. 10) Mahallelere, caddelere, sokaklara ve diğer kamu projelerine “Yavuz Sultan Selim” gibi Alevileri rencide edici isimler verilmesinden vazgeçilmelidir. Mevcut bu tür isimler değiştirilmelidir. 11) Madımak, utanç müzesi olmalıdır. 12) Başta Hacı Bektaş Veli Dergâhı olmak üzere devlet tarafından el konulan tüm Alevi-Bektaşi vakıf ları Alevi-Bektaşi toplumuna iade edilmelidir. Bu haklı taleplerimizin tümü karşılanana kadar mücadelemizin artan bir kararlılık ve örgütlülükle devam edeceğinden hiç kimsenin en ufak şüphesi olmaması gerektiğini, vazgeçilmez hedefimiz olan eşit yurttaşlığa er ya da geç ulaşacağımıza dair inancımızın tam ve sarsılmaz olduğunu Türkiye ve dünya kamuoyuna saygıyla duyururuz. Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu ve Bileşenleri Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve Bileşenleri ( Almanya, Fransa, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsveç, İngiltere, Danimarka, Romanya, Norveç, İtalya Alevi Birlikleri Federasyonları) Avustralya Alevi Bektaşi Federasyonu Amerika Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kanada Alevi Kültür Merkezi. *** BASINA ve KAMUOYUNA Alevi Kurumlarının çağrısı üzerine yapılan mürşit, pir, dede, ana toplantısı SONUÇ BİLDİRGESİ) Mürşitler, pirler, dedeler, analar olarak Alevi Kurumlarının Çağrısı üzerine “Yol Cümleden Uludur” diyerek Ankara’da toplandık. Tarih boyunca, devletler ve iktidarlar, kızılbaş - sayfa 27 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviliği asimile etmek ve Alevileri yok etmek için türlü oyun, hile, haksızlık, baskı, zulüm ve katliamlara başvurmuştur. Alevi Toplumu bunların acısını çekmiş ama bunlara karşı durmasını da direnmesini de bilmiştir. Lakin, kimi zamanlarda Alevilerin içinden çıkan iktidarlarla/Devletle işbirliği yapan ve ne yaptığını bilmeyen kişi ve kurumlar Aleviliğin asimile edilmesine hizmet etmiştir. “Cami, Cemevi İç, İçe Projesi” asimilasyon yoluyla toplumları, inançları kirletmek, onlara saygısızlık yapmak, nasıl inanmaları gerektiğini toplum mühendisliği yoluyla yeniden inşa etmektir. Cem Vakfı’nın üstlendiği misyon, bu hükümetin sahte açılımlarla, çalıştaylarla başta Aleviler olmak üzere toplumun her kesimini hızla tek tipleştirme çalışmasıdır. Her iki inanç açısından da bu projenin bir meşruiyeti ve hakkaniyeti yoktur. Arsasından, imar projesine, temelinden, harcına kadar yöntemi korsan zihniyeti gayrı meşrudur! Alevi Sorunu, büyük bir siyasi sorundur, yapay tartışmalarla, anti demokratik yöntemlerle çözülemez. AKP Hükümeti sorunun çözümü için samimi bir yaklaşım içinde değildir. Alevi Toplumunun sorunlarını anayasal ve yasal düzlemde çözmek yerine, kendine göre bir Alevilik tanımı yaparak Aleviliği bitirmek istiyor. AKP Hükümetinin “Demokrasi paketi” Türkiye’nin demokratikleşme ihtiyacını karşılayacak kadar gerçekçi ve açık değildir. Hükümetin demokrasi paketinden bizim için hak ve özgürlükler, adalet ve toplumsal barış çıkmaz, ancak bizim için yine demokrasi mücadelesi çıkar. Hükümetin “Barış ve kardeşlik” projesi olarak öne sürdüğü proje toplumumuz üzerinde bir politik deneme amacı taşıyor. Bu tür çalışmalar Türkiye toplumunun, Türkiye’deki etnik ve inançsal kimliklerin demokratik ihtiyaçlarını karşılamak yerine toplumu çatışmaya sürükleyecektir. AKP Hükümeti toplumumuzun haklı beklentilerini karşılamak yerine etnik, inançsal ve kültürel asimilasyon çalışması yapıyor. Alevilerin anayasadan beklentileri açıktır. AKP Hükümetinin bu talepleri karşılamaktan kaçındığı ve demokratik çözüm bulmak istemediği ortadadır. Bu nedenle uluslar arası sözleşmelerden ve inancımızın, yolumuzun meşruiyetinden, hakkaniyetinden kaynaklanan demokrasi ve eşit yurttaşlık mücadelemize devam edeceğiz. Alevi Toplumunu Laik, Demokratik Türkiye için eşit ve özgür koşullarda bir arada yaşama uğruna demokrasi mücadelesine ve yolumuza sahip çıkmaya çağırıyoruz. Mürşit, pir, dede ve ana olarak bir araya geldiğimiz bu toplantıda ifade edilen düşünceler ışığında AKP Hükümeti ve devletin geleneksel aklı tarafından karanlığa itilmeye çalışıldığımızı görüyoruz. Alevi toplumunu ve örgütlü Alevi kurumlarını hak almanın meşru demokratik anlayışı ile birliğini, beraberliğini güçlendirmeye çağırıyoruz. Yol Cümleden uludur. Yol için birlik tarihi sorumluluktur. Yolumuzu var eden ve bu güne getiren ulularımız, velilerimiz, aşıklarımız, sadıklarımız, ermişlerimiz, dervişlerimiz bize hakkı, adaleti, eşitliği, özgürlüğü ve toplumsal birliği miras bıraktılar. Bu miras ışığında Türkiye’nin ötekileştirilmiş tüm kesimleri, etnik ve inançsal kimlikleri ile bir arada yaşamak ve birbirlerimizin haklarına saygılı olmak inancımızın temelini oluşturur. Çağdaş dünyanın ve günümüz Türkiye’sinin vazgeçilmez ihtiyacı hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı Laiklik ve demokrasinin yaşam bulduğu, toplumsal barış ve eşit yurttaşlık koşullarının sağlandığı demokrasidir. (22 Eylül 2013) Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini (Veliyettin Hürrem Ulusoy) Alevi Bektaşi Federasyonu (34 Dernek) Alevi Kültür Dernekleri (106 Şube) Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri (75 Şube) Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (Ve Bağlı 12 Federasyon, 250 AKM) Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (43 Şube) İngiltere Alevi Kültür Derneği Avustralya Alevi Kültür Derneği Şahkulu Sultan Vakfı Garip Dede Dergahı (Celal Fırat Dede) Hubyar Sultan Alevi kültür Derneği Sultan Gazi Pir Sultan Abdal Cemevi Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı *** Bir Tepkide “Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nden” geldi ‘Cami-Cemevi inşaatını mühürleyin’ Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Mamak Belediyesi’nden Cami- Cemevi inşaatının mühürlemesini istedi. Proje için ruhsatın Gençlik Merkezi olarak alındığını belirten Şube Sekreteri Tezcan Karakuş Candan, “Minareyi çalmışlar ancak kılıfı yanlış uydurmuşlar. Acilen inşaat mühürlenmeli” dedi. Mamak Belediyesi’ne gönderilen yazıda, Tuzluçayır-Kartaltepe’de yapımına başlanan Cami-Cemevi projesinin, belediye tarafından verilen ruhsatın kullanma amacına uygun olmadığı ifade edildi. Yazıda, projenin gerçekleşeceği 2 parsele ilişkin düzenlenen Mamak Belediyesi tarafından 06 Eylül 2013 tarih ve 549 sayılı yapı ruhsatının kullanma amacının “kültürel tesis alanı” olduğuna dikkat çekildi. 12 Temmuz 2013 tarihli Ankara Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanan nazım imar planında da anılan parselin kullanımının “kültürel tesis alanı”nda kaldığı tespit edildiği, yapı ruhsatının ise Gençlik Merkezi olarak verildiği belirtilen yazıda, buna karşın inşaatına başlanılan yapının cami-cemevi olduğu kaydedildi. Yazıda, “Cami-cemevi yapısının kültürel tesis alanında yer almaması gerektiği açıktır. Bu nedenle Belediyenizce inşaatın mühürlenmesini ve Kurumumuza bilgi verilmesini talep ederiz” denildi. ‘MİNARENİN KILIFI YANLIŞ’ Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreter Üyesi Tezcan Karakuş Candan, Mamak Belediyesi’nin inşaatı mühürlemesi gerektiğini belirterek, şunları söyledi:“Ruhsat gençlik merkezi olarak verilmiş, ama herkes biliyor ki orada halkın da istemediği bir Cami ve cemevi yapılıyor. Acilen inşaatın mühürlenmesi gerekiyor. Ruhsat geçersiz. Minareyi çalmışlar ancak kılıfı yanlış uydurmuşlar. Toplumun hassas olduğu inançlar konusunda, halkın katılımı olmalı. İnançlar teknik bir inşaat sorunu olarak görülemez. Belediye, ruhsata uygun olmayan her inşaatı mühürlemekle görevlidir. Ruhsat cami ve cemevi inşaatı için uygun değildir. Belediyeye yazı yazdık. Yerinde de tespit gerçekleştireceğiz.” *** Sadece Alevilerin değil toplumdaki duyarlı halkın, Emek örgütlerinin, Devrimcilerin, tepkisi Devletin kirli oyununu bozacaktır. Tepkiler ayakta ve sokakta devlet şunu bilmelidir ki. İstediği kadar şiddet uygulasın bu proje hayata geçmeyecektir. Amacınızı biliyoruz. Ankara’da başka bir yerde arsamı bulamadınız Tuzluçayır’ı seçtiniz. Güya bir taşla iki kuş vuracaktınız. Birincisi Yıllardır Tuzluçayır üzerinde oynadığınız oyunlara bir yenisini katmak, “halkı yozlaştırmaya çalışmak” İkincisi de : Tuzluçayır halkının nabzını ölçmekti. Sanırım cevabınızı aldınız. Camii cemevi temel atma vesilesiyle. Devrimci ruhun devrimci geleneğin Tuzluçayır halkında olduğunu bir kez daha görmüş oldunuz. Bundan sonrada eylemlikler ve tepkiler giderek artacaktır. Bir kişi dahi kalsa Mamak halkı bu ucube eserinize izsin vermeyecektir. Güya Alevilerin iyiliğini düşünüp yapmaya çalıştığınız binanızın inşaatına “bir tuğla koymayıp”, “taş atacaktır.” Mamak halkı soruyor: 3 tane Toma, 1 tane Akrep ve en az 100 tane çevik kuvvet polisinizle ne zamana kadar bekleyeceksiniz…..? 04.10.2013 kızılbaş - sayfa 28 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KİMDİR BU HEMŞİNLİLER “Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri” kitabının yazarı Erivan Üniversitesi profesörlerinden Lusine Sahakyan araştırmalarından hareketle Hemşin’i anlattı. Evrim Kepenek / Bianet “Şu Lazlar’ın termuni Hemşinli yemez oni, Hemşinli’nin her zaman bal dolidur kovani” türkü böyle başlıyor ama bilmiyoruz, gerçekten öyle mi? Hemşinliler kimdir? Nerelerde yaşarlar? Ne yer ne içerler? “Karadeniz’in en gizemli halklarından biri Hemşinlilerdir” demek çok mu iddialı olur? Hiç sanmıyorum. Çünkü Hemşinlileri anlatan tarihlerine ışık tutan araştırmalar ne yazık ki çok fazla değil. Kuşkusuz, kendisini Hemşinli olarak tanımlayanların üzerinde düşünmesi gereken mevzulardan biri de bu. Hatta bölgede kültür ve halk bilim araştırmaları yapanların da görevlerinden biri dersem ukalalık mı yapmış olurum? UNESCO’nun kaybolmaya yüz tutmuş diller arasında gösterdiği Hemşince, kayıt altına alınmayı, sonraki kuşaklara aktarılmayı hak edecek derecede güzel ve değerli, tüm diller gibi. Peki tüm Hemşinliler Hemşince konuşuyor mu? Hemşinliler, kendilerini Ermeni olarak mı Türk olarak mı tanımlıyor? Yoksa, kendilerini sadece Hemşinli olarak mı tanımlıyorlar? İşte bu soruların yanıtlarını aramak için Ermenistan’dan Türkiye’ye gelen bir halk bilim araştırmacıyla tanıştıracağım sizi: Erivan Üniversitesi profesörlerinden Lusine Sahakyan. 2010, 2011 ve 2012 yıllarının yaz aylarının tamamını bölgede geçiren Sahakyan, Hemşince duaları, ezgileri kaydetti. Eski yer isimlerinin kök yapı- larını inceledi. Araştırmalarının sonucunu, “Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri” isimli kitapla okuyucuları ile paylaştı. Hemsin Sahakyan gözlemlerini de, “Geçmiş ve Günümüzde Önemli bir Kavşak: Hemşin” ismiyle belgesele aktardı. Belgesel, 2 Aralık 2012′de Hollywood’da “PREMIERE at 15th Annual Arpa International Film Festivalinde “Hakikati görmek ve onu söyleyebilme cesareti olduğu” referansı ile Armin T. Wegner ismiyle İnsanseverlik baş ödülünü kazandı. Sahakyan’la Hemşin üzerine yapmış olduğu araştırmalar üzerine konuştuk. Hemşinlilerle ilgili kısa bir tarihsel bilgi aktarır mısınız? Bildiğimiz gibi XVIII. asırda Hamşen Ermeni nüfusunun İslamlaştırılması sonrasında Hemşinlilerin bir bölümü asıl Hamşen’i (günümüzde Rize’nin Çamlıhemşin, Hemşin ve Çayeli ilçelerinin bir bölümünü kapsıyor) terk ederek Hopa ve Borçka ilçelerine (Artvin’e) yerleşmişler, diğer kısmı geleneksel bölgelerde kalmış. Hıristiyanlığını koruyan kesim ise Karadeniz’in güney-doğusuna dağılmış, devamında da yani XVIII. asrın sonunda ve XIX. asrın başında kuzey-doğu sahilleri (Rusya) ve Doğu Ermenistan’a göçmüşler. Peki, Hemşinlilerle ilgili araştırma yaparken kimlerle görüştünüz? Nerelere gittiniz? Aralarında aydınlar ve köylülerin de bulunduğu çok sayıda Hemşinliyle görüştüm. Artvin’in Hopa İlçesi, Kemalpaşa (Makriyal) beldesinde ve Ardahan İli’ndeki Bilbilan Yaylası’nda diyalektoloji alanında saha çalışması yapma olanağı da buldum. Buralarda, yaşlı Hemşinlilerden (Hamşentsi) Ermenicenin Hamşen lehçesinde söylenmiş, asırların derinliklerinden gelen, yöreye özgü ezgiler, öykü ve masallar kaydettim. İlk gözlemleriniz neler? Söz konusu ilçelerdeki Hemşinlilerin bir bölümü, çevrelerinde konuşma dili olarak Ermenice’nin Hamşen lehçesinin korunuyor olmasından etkilenerek, Ermeni kökenli oldukları gerçeğini kabulleniyor. Bu kabullenişin kaynağında, Hopa ve Borçka ilçelerinde Hemşinliler arasında Marksist ve ateist fikirlerin yaygın olması, Türk İslam etkisine karşı yerel kültürünü savunma işlevi de gördüğünü düşünüyorum. “Hafızadan silemediler” Peki, kendilerini Türk veya sadece Hemşinli olarak tanımlayanlar yok mu? Kendilerini Türk olarak kabul eden, kökenleri hakkında kendi aralarında konuşmaktan ısrarla kaçınan ve en makul ihtimalle kendilerini Homşetsi (Hemşinli)diye adlandıranlar mevcut. Ardaşen’in Oce köyüne, Rize’nin Çamlıhemşin ve Çayeli ilçelerine de gittim. Hemşinlilerin etnografik, demografik kızılbaş - sayfa 29 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve folklorik malzemelerini, kendi dilinde günümüze kadar muhafaza edilmiş çok sayıda Ermenice kelimeleri, yer isimlerini, hatta duaları kaydettim. Ardeşen’in Oce köyünde ve Rize’nin Çamlıhemşin İlçesine bağlı Makrevis, Kuşiva, Tap (yeni Çat), Yeğnovit (Elevit) köylerinde, Gito (Kito) ve Cerovit/ Crhovit (Ambarlı) yaylasında ve Çayeli ilçesine bağlı Senoz vadisinde bulunan Cutinç köyünde saha çalışmalarında bulundum. Rize’de yaşayan ve geçmişte zorla İslamlaştırılıp Türkleştirilen Hemşinlilerin genç kuşakları, atalarının ana dili Ermenice ve Ermenice’nin Hamşen lehçesini unutmuşlar hatta Ermeni kimliğini kaybetmişler. Ancak, yaşadıkları yerleşim birimleri için hâlâ büyüklerinden kalan Ermenice eski yer isimleri ile mikro yer adlarını, bitkilerin, ağaçların isimleri ve günlük yaşama ilişkin kelimeleri kullanmayı sürdürüyorlar. Bunlar, dilbilim tarihi, diyalektoloji açısından çok değerli ve önemli dil belgeleridir. Bildiğim kadarıyla sadece Hopalılar anadilleri olan Hemşinceyi konuşabiliyor… Hopalı Hemşinliler’den farklı olarak, ana dilini unutarak Türkçeyi benimseyen Rizeli Hemşinliler için durum tamamen farklı. Çünkü burada Türkleşmenin izleri çok daha derin. Aralarında Ermeni kökenlerini inkâr etmeyenler bulunmakla birlikte, artık kendilerini tamamen Türk sayanlar da var. Türk boylarından gelmiş olduğu fikri de bu bölgede bir hayli yaygın. Marksist ideolojiye yatkın olanlara az da olsa burada da rastladık. Ancak kendilerini Türk değil, sadece Hemşinli sayanların mevcudiyetini de unutmamak gerekir. “Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri” isimli kitabınıza gelecek olursak. Kitap üzerinde bir yıldan fazla çalıştım. Üç dilde, Ermenice, Türkçe ve Rusça olarak yayınlandı. Kitabımda etimoloji incelemeler saha çalışmaları esnasında kaydettiğim Hamşen mikro yer isimlerinin bir kısmını sunuyorum. Umarım yakın zamanda Hamsen’e ilişkin daha büyük araştırmamı bitirip saha çalışmaları sırasında topladığım tüm bilgilerle yayınlarım. İlk defa olarak bu kitapta bilim dünyasına sunulan yüz kadar mikro yer ismi, yukarıda belirtilen bölgelerde kaydedildi. Kelime deformasyondan dolayı ilk bakışta yabancı, hatta anlamsız olduğu düşünülen yer adları da mevcut, bunlar aslında ses ayrılıklarına rağmen, yerel şive veya farklı söyleyiş şekilleri ile örtülü Ermenice kelimelerdir. Kelimeanlamsal incelenmesi sonucunda bu yer isimlerinin Ermenice kökenli oldukları, içlerinde arkaik ve daha yakın dönem Ermenice kökler bulundurdukları, Ermenicenin Hamşen lehçesine özgü telaffuz şekillerini korudukları ve Türkçedeki ses uyumunun belirli etkisi altında kaldıkları tespit edildi. Ermeni dil biliminin en büyük uzmanlarından Hraçya Acaryan Hemşinlilerin kullandığı dili, Ermeni lehçelerinin batı grubuna mensup Hamşen lehçesinin özgün şivelerinden sayıyor. Hraçya Acaryan, Hemşinlilerin konuştukları dili tarif ederken “içinde Grabar, yani Eski Ermenicede kullanılmış olan ve hiçbir lehçede rastlanmayan çok nadir kelimeler barındırdığını”vurgular. Ermenice kelimeler neden değişime maruz kaldı? Bölgeye sonradan yerleşen Türk boyları da yeni yer adlarını ya beraberlerinde getirmiş ya da mevcut olan bu adları kendi dil özelliklerine göre yeniden düzenlemişler. İleriki asırlarda ise Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti iktidarları, Rize Kazası’na bağlı köylerin adlarını, bazı istisnalar hariç, bütünüyle değiştirmiş. 15 Aralık 1913’de Vilayet Umûmî Meclisince hazırlanan Rize kazası ve nahiyeleriyle ilgili eski ve değiştirilmiş adların listesi Türkiye Başbakanlık Arşivi’nde bulunuyor. Bu arada, Hamşen nahiyesinin adı da değiştirilmiş. 5 Ocak 1916’da ise Enver Paşa’nın ülkede Ermeni, Rum, Bulgar ve diğer gayri-müslimlere ait yer isimlerinin değiştirilmesine ilişkin emri üzerine 3 Temmuz 1916, Trabzon Valiliği, Samsun’dan Artvin’e uzanan bölgedeki köylerin eski ve yeni adlarını içeren 23 sayfalık bir liste hazırlamış. Hamşen Ermenileri etnolojisinin en değerli uzmanlarından, Trabzon’un Küşana Köyü doğumlu ünlü etnograffolklorcu B. Torlakyan, zamanında konuyla ilgili olarak “Hamşen yöresinde ve ardından da Pontus’ta Hamşen Ermenilerinin kurmuş veya ikamet etmiş oldukları tüm bölgeye yayılan dağınık yerleşim birimlerinin adları Türk hükümetlerince ya tamamen değiştirilmiş, ya da öylesine tahrif edilmiş ki, buralarda Ermenilikten en ufak bir iz dâhi kalmamıştır” diye yazmış. Bununla beraber, yapmış olduğumuz kayıtlardan anlaşıldığı üzere yönetimler, bütün gayretlerine rağmen, asırların derinliğinden gelen yer isimlerini, özellikle de mikro yer adlarını Çamlıhemşin, Hemşin ve Ardaşen ilçeleri sakinlerinin hafızasından bütünüyle silmeyi başaramamışlar. ALTIN ARAYICILARI MANASTIRA ZARAR VERDİ Çamlıhemşin’e bağlı Gito (Kito) yaylasında Hemşinli yaşlı bir ninenin ağzından eski bir dua kaydettim. Duanın kelimeleri yerel lehçe etkisiyle ve bence gizli kodlar gibiydi, ancak duayı okurken nine çok belirgin bir şeklide “tsavı dani, surbı dani” (“ağrını alsın, İlya götürsün”) sözlerini dedi. Ben çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Ermenilerle meskûn olan Yeğnovit / Elevit (Yaylaköy) köyüne gittik. Günümüzde yazlık sayfiye (yayla) merkezine dönüşmüş durumdadır. Ermeni kaynaklarındaki bilgilere göre Yeğnovit, XV.-XVI. yüzyıllara kadar ruhanî kültür ve Ermeni yazım merkezlerinden biri olarak ünlüydü. Khaçik hor/ Khaçekar manastırın yıkıntıları, Elevit Köyü’nden öteye, Cagat (yani Çakat-alın) Dağı istikametinde bulunan yüksek bir tepe üzerinde bulunmaktadır. Yerleşim yerinden 45 dakika yürüyerek tepeyi tırmandık ve acı manzarayı gördük. Manastırın sadece temeli kalmıştı. Sağa sola dağılmış kesilmiş taşlar ve otların örtmüş olduğu çeşme yalağı veya Hemşinlilerin diliyle avzon (Erm. avazan/havuz). Yer yer kazılmış çukurlar da bulunuyordu. Yerel halkın anlattığına göre değişik yerlerden gelenler altın aramak maksadıyla manastır ve çevresine zarar vermişler. Temellerinden kalanın ölçütlerinden, Khaçik Hor manastırının hayli büyük bir yapı olduğu anlaşılmaktadır. Kaynak: http://bianet.org/biamag/ egitim/150379-kimdir-bu-hemsinliler kızılbaş - sayfa 30 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN Hrant Dink’i izliyorum, Bülent Arınlı’nın video kaydından. Tuzla’da bir kampı geziyor adım adım. İstanbul yakınlarındaki, yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Tuzla kampını; Kamp Armen’i adımlıyor Hrant Dink. Çocukluğunu geziyor, sabırsızlıkla, özlemle, kırılmışlıkla, haklılığın kazandırdığı dimdik öfkeyle. Çocukluğunu geziyor, şu yapıları yedi yaşındaki çocuklar olarak yükselttik, mimarların eseri değil, çocukların eseri. Çocukların emekleri, yetişkinlerin emeğinden daha değerlidir, diyor. Havuzun başına geliyor, o çocukluk günlerine gidiyor hüzünlü gözleri. Acıları damıttığı mahzun güzel gözleri sulara dalıyor. En çok da bu havuzun çevresinde mutlu zamanlarımız yaşanırdı, diyor. Köy Enstitüleri de benzer yapıda ve işlevdeydiler. Çocuklar tarafından yapılıyordu binalar. Bahçesi çocuklar tarafından ağaçlandırılıyor, tarlaları çocuklar tarafından işleniyordu. Çocuklar, Köy Enstitüleri’nde hem okuyor hem de tam bir çiftçi gibi uygulamalı olarak üretiyorlardı. Buradaki çocukların tümü, öksüz ya da yetim değildi. Ermeni de değildiler; ama düzeni sorgulayan, düşünce üreten öğretmenler olarak Anadolu’ya gideceklerdi. Bu da, sömürüsünü yürütmek isteyen düzenin yetkililerinin işine gelmiyordu. Aynı güç, Köy Enstitüleri’ni, tekerine taş koyduğu için kapatan güç, Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Kamp Armen’i kapatıyor. İslami cemaatlerden birinin yetimhanesi olsaydı, maddi ve manevi tüm desteklerini verirlerdi. İşin en katlanılmaz, en kabullenilmez yanı da bedel ödenmeksizin, mülkün gasp edilmesidir. Ermeni Vakfı, o mülkü, parayla satın almış, tapulamış. Siz tutuyorsunuz, ben bu mülkü Ermeni Vakfı’ndan alıyorum, ilk sahibine veriyorum, diyorsunuz. Para ödeseniz dahi, mülk sahibinin rızası olmaksızın yapamazsınız. Kaldı ki parası ödenerek, tapusu alınmış vakıf arazisini, bedelini ödemeksizin vakfın elinden alarak, ilk sahibini şaşırtıyorsunuz. Sattığı mülkün, yeniden bedelsiz olarak kendisine hediye edilmesine şaşırmasın da ne yapsın, mül- Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Kamp Armen’e gelir. 16 Ocak 1983 diktanın, yetim çocuklara sahip çıkıldığı, devleti masraftan kurtardığı için minnet duyması gerekirken yaptığına bakar mısınız? Parayla alınmış tapulu bir araziye el koyarak, başkasına hediye etmek. Pes! Yo, bu hafif kalır, ne diyelim? Ne diyorduk, Hrant Dink, bu yetimhaneden hiç kopamaz, çocuk kollarıyla, çocuk yüreğiyle yapımında çalıştığı yetimhanesinden uzaklaşamaz. Kendinden çok başkalarını düşünen, öteki çocukları hep koruyup kollayan kişiliği o zamandan fark ettirir Hrant’ı. Sultan Kılıç kün ilk sahibi. Hrant Dink’in deyişiyle: “Gökten bir arsa düştü eski sahibinin kucağına.” Tuzla’daki öksüz yetim Ermeni çocukların barınağı olacak Kamp Armen, 1960’tan sonra Ermeni Vakfı’nca satın alınır. Yetişkinlerin yanı sıra daha çok çocukların küçücük elleriyle yapılır, binalar ve bahçeler. Gedikpaşa’dan Tuzla’ya gönderilen otuz yetim Ermeni çocuk, ilk işçileridir Kamp Armen’in. Kurucusu ve müdürü Hrant Küçükgüzelyan, 12 Eylül diktasının postalından, süngüsünden nasibini alır, sekiz buçuk ay hapsedilir. Hrant Küçükgüzelyan, hapisten çıkınca, canını Marsilya’ya atar. Türkiye’sinden, Kamp Armen’de yetiştirdiği yetim çocuklarından uzakta, Marsilya’da ölür. 16 Ocak 1983’te Ermeni yetim çocukların “kırlangıçların” yuvaları, hiçbir bedel ödemeksizin ellerinden alınarak ilk sahibine, babalarının hayrına hediye edilir. Gerekçeye bakar mısınız, Kamp Armen’de Ermeni militan yetiştiriliyormuş. Tüm militanlar, Hrant Dink gibi insansever ve yurtseverse, can kurban böyle militana. Ama asıl sorun da burada ya, Hrant Dink gibi yurdunu, insanını seven, sömürenleri sorgulayan, düzenlerini sürdürmek isteyenlerin tekerine taş koyanların; adam gibi adamların yetişmesi. Asıl sorun bu, Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi. 1954 doğumlu Hrant Dink, 1963’te 2003 yılında Bülent Arınlı’nın çektiği “Kırlangıcın Yuvası” adlı belgeselde Hrant Dink, gasp edilen Kamp Armen’i içi titreyerek dolaşırken şunları söylüyor: “Mesela çocukların yaptığı resimler çok değerlidir. Tuzla’daki Kamp Armen’de çocuklar, bir eser, bir cennet yaratmışlar. Mimari değeri yok, mimarlar yapmadı. Çocuklar yaptı.” Bunları söylerken Hrant’ın dudakları titriyor, o mahzun gözleri tüm dünyaya isyan ediyor. Azınlıklara karşı açılan bu acımasız savaşa isyanını şöyle sürdürüyor: “O yaratılan kuruluşun, bir devamlılığı olmuş olsaydı, bir işe yarasaydı, yine bu kadar gam yemeyecektim. Sonuçta, insanlık bir devamlılıktır. Bir insanın yarattığından, başka bir insan yararlanabilir. Hani yine öksüz yetim çocuklar veya yaşlılar yararlanabilseydi. Yok, bu da yok, öyle harabe olarak bıraktılar.” Bu da kasıtlı inadı gayet net bir şekilde açıklıyor. Biz, kırlangıçların yuvasını dağıtırız, mı diyorlar? Ayağınızı denk alın kırlangıçlar, bir daha bu ülkede yuva muva yapmaya kalkışmayın, yoksa dağıtırız, mı demeye getiriyorlar? Hrant Dink anlatmayı sürdürüyor:“ 12 Eylül darbesinin ardından, Ermeni vakıf mülkiyeti olduğu gerekçesiyle çocukların elinden alınıyor Kamp Armen. Benim elimden aldılar, bunu yaptılar. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi!” Ölmedi de neden hiç sesi çıkmıyor, uğruna canını verdiğin bu sevgili halkının Hrant? Özgürlüğe ve barışa tutkun derecesinde sevdiğin Türkiye halkının üzerine ölü toprağı mı attılar? Yoksa kızılbaş - sayfa 31 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye halkının ses tellerini mi aldılar Hrant? Anadolu halkının güzel inanışlarından biri, güvercinlere zarar verenlerin iflah olmayacağıdır. Halkın, bir diğer güzel inanışı da kırlangıç yuvasını bozanın, iflah olmayacağıdır. Allah korkusu olan, gerçek inançlı kişiler, güvercin ve kırlangıçlara asla zarar veremezler. Zarar verenlerin başlarına büyük felaketler geleceğine inanırlar. Hrant Dink, barıştan yana Türkiye sevdalısı bir beyaz güvercindi, vurdular. Bahar dalını kırdılar. Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların, “kırlangıçların” yuvası Kamp Armen’i dağıttılar. Orada öyle harabe, yıkık dökük bekliyor “kırlangıçların yuvası.” Bu haksızlıkları, bu zulmü, bu kıyımları yapanlar kul katında da Allah katında da lanetlenmeyecekler mi? Bunlardan hesap sorulmayacak mı? Hrant, bu belgeselde yine konuşuyor: “Benim elimden alıyorlar, bunu yaptılar. Biz onu parayla satın almışken, bize bir kuruş para da iade etmediler. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi. Hayatta verdiğim bir mücadele varsa, o da bu kampı geri almak. Ve kampı yeniden bir cennet mekâna çevirmektir.” Tamam, düzenin koruduğu, kolladığı, sırtını sıvazlayıp aferin dediği tetikçileri anladık da. Hrant’ın güvendiği toplum nerede? Hrant’ın baş koyduğu Armen Kampı’nı geri alma mücadelesine neden sahip çıkılmıyor? Hrant’ı, tetikçiler öldürdü; şimdi bir de o çok sevdiği, güvendiği Türkiye halkı mı öldürecek? Mahzun bakışlı, barış güvercini Hrant’ın kırlangıçlarının yuvasını kurtarmak için parmağınız kıpırdamayacak mı? Kırlangıçların yuvasını dağıtanlar iflah olmazmış, duymuşsunuzdur. Güvercinlere kıyanlar da. Bunları yazarken Garabet Orunöz’ün çektiği bir video kaydını izliyorum. Kamp Armen’de büyümüş ve hayata atılmış yetişkinler, hep birlikte o günleri anıyorlar. Hrant Dink, her zamanki acıyı bal eyleyen coşkusuyla, çocukluğunu anlatıyor. Kamp kurucusu Hrant Küçükgüzelyan’ın, çocuklara uyguladığı tuvalet eğitimini anlatıyor. Öyle- sine mutlu görünüyor ki Hrant Dink, o anda Kamp Armen’de, çocukluğunu yaşıyor, coşkuyla anlatıyor. Garabet Orunöz’den, elektronik postayla bir mektup alıyorum. Malatyalı Garabet Orunöz de dört yaşındayken annesini kaybeden ve Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Armen Kampı’nda barınan çocuklardan biridir. Hrant Dink, Garabet Orunöz’den beş altı yaş büyüktür ve ona ağabeylik etmektedir. Garabet Orunöz’ün, elektronik postayla bana gönderdiği harika mektubunu aynen aktarıyorum: Kırlangıcın yuvası darmadağındır. Hani yuvası yıkılan kırlangıcın da öf kelendiği olur ya!!! Çıkar, çıkabildiği kadar yükseklere, koyverir kendini yere; çakılırcasına, hızla. İşte o pikeler, kırlangıcın isyanıdır. Sonra bir kenara sessizce çekilir kırlangıç. Altı ay olan ömrünün kalanını değerlendirir. Soyunun devamını sağlayacak yeni yavrularını, bu zalim dünyaya getireceği yuvasını inşa eder. Bu ülkede kırlangıç değil de güvercin olsam, diyesim geliyor. En azından, kırlangıçtan daha uzundur ömrü, güvercinin. Tabi şehir canavarları, kırlangıçların yuvasını yıktığı gibi, güvercinleri de vuruyor ya. Artık, güvercinlerin başı, üç yüz altmış derece dönüyor. İnsan kılığına girmiş canavarların olabileceğini de düşünüyor güvercinler. Bana dokunmazlar, demiyor artık hiçbir güvercin. Garabet Orunöz Anadolu halkının güzel inanışlarından biri, güvercinlere kıymamak; bir diğeri de kırlangıçların yuvasını bozmamaktır. Barış güvercini Hrant Dink’e kurşun atan, o bahar dalını yerle bir eden hoyrat ellerin sahipleri, Anadolu insanı değil miydi? Öyleyse inançsız mıydılar? Kırlangıçların, öksüz yetim kırlangıçların yuvasını bozan, Anadolu insanının seçtiği yönetim değil miydi? 12 Eylül diktasını, Anadolu halkı seçmemişti, tamam. Ya sonraki yönetimler, hâlâ mı diktanın postalı ve süngünün korkusuyla siniyoruz? Hrant Dink’in haklı bir isteği vardı. Hayattaki tek mücadelesinin, Kamp Armen’i, gerçek sahipleri olan, öksüz yetim Ermeni çocuklarına geri kazandırmak olduğunu söylerdi. Daha ben ölmedim, dedi öldürdüler. Daha bu toplum ölmedi, dedi. Bu toplum ölmediyse? Hiç değilse, kıyılmaması gerekirken kıyılan güvercinin ruhu, huzur bulsun. Kırlangıcın, yüzyılların hüznünü damıtmış o mahzun güzel gözleri, artık hüzünlü bakmasın. Kırlangıçların yuvası kurtarılmadıkça, Hrant’ın, o insanın içini acıtan bakışları, hep gözlerinizin önünde olacak. O bakışlar sizi hep sorgulayacak. Hrant; sakin, inançlı, yürekli, kararlı sürdürüyor konuşmasını: “Dünkü haksızlık, dünde kalsın; bugün haksızlık yapmayalım, demeyi kabul edemem. Biz, dün de vardık; bugün de yaşıyoruz. Dünkü haksızlık dünde kaldıyı, kabul edemem. Bizim farkımıza varmaları gerekiyor. Bu devletin, bu toplumun, bizi desteklemesi lâzım. İnsan onurunu yüceltecek bir amaç için, burayı mutlaka alacağız.” Dünkü haksızlık, dünde kalmamalı. Dünkü haksızlığı yapanlardan hesap sorularak, hak geri alınmalı. İnsanım, onurluyum, diyen herkesin de kırlangıcın yuvasını kurtararak, kırlangıca vermek için, çaba göstermesi gerekiyor. İnsanlık onuruna sahip çıkacak, insanlık onurunu kurtaracak onurlu insanlar aranıyor. Çok geç olmadan, hem de hemen şimdi. sultankilic44@hotmail.com kızılbaş - sayfa 32 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 2. Bölüm Nuri Dersimi'nin Ermeni Meselesine hükümranların gözlüğüyle bakışı ve tepe takla ettiği 1915 tablosu “Ermenilere soykırım yapılmadı, asıl onlar soykırım yaptı” diyen Türkler bu konuda yalnız değil; Halaçoğlu'nun Kürt versiyonu olarak anılmayı hak eden isimler var. Girişte belirttiğim gibi bunların öncülerinden biri, Kürt ulusal hareketinin pek itibar ettiği eski figürlerden Nuri Dersimi'dir. O Türk ordu ve istihbaratı ile Kürt hareketleri arasında ikili oynadığı [1] yıllardan sonra Dersim soykırımına girişilirken kaçıp gittiği Suriye'de Ermenilerin 1915 hatırasına yazdıkları kitaplarla tanışır. Türk devletinin insanlık suçlarını ortaya koyan bu tanıklıklarda Kürtlerin de rollerine değiniliyor olması kendisini kızdırır. Buna karşı etkili bir savunma ihtiyacıyla “Hatıratım” isimli kitabının içine “Ermeni Meselesi” başlıklı özel bir bölüm katar. Orada bir dizi hayali vahşet tablosu çizdikten sonra, kaynağının, aslında bildiğimiz dezinformasyon oyunları ile Türk genelkurmay daireleri olduğunu da açık eden şöyle bir bilanço verir: Hovsep Hayreni “Gerek bizzat gördüğüm ve gerekse bazı Kürt subayları aracılığıyla temin ettiğim, gerekse bazı Türk harbiyesiyle ilgili dairelerdeki dosyalardan öğrendiğim ve aldığım bilgi üzerine ve özellikle Cemal Paşa'nın anılarında açıklanan yazı ve istatistiklerden, savaşın başlangıcı olan 1914 yılından 1919 yılı sonuna kadar Kürdistan'da yapılan zararın büyük çoğunluğu Kürtlerden olmak üzere 1,5 milyon insan mağdur olmuştur. Bu zararın çoğu Ermeniler tarafından bilfiil işlenmiş olan cinayetlerden ve katliamlardan ileri geldiği kesin olarak anlaşılmıştı”!.. [2] “zayiat” ve “zayi” olarak geçiyor, ki bunlarla kastedilen can kayıplarıdır. Sonraki sayfalarda daha açık iddia etmek üzere; “Erzurum, Van, Bitlis ve diğer doğu illerinin Ruslar tarafından istilası sırasında (...) Ermeniler tarafından bu bölgede sakin olan Kürtlerden öldürülen ve miktarı 1,5 milyonu aşan katliam”dan dem vurur [3]. Bunlardan bizim anladığımız, Ermeni halkının 1,5 milyon kurbanlarını aynı rakamlı karşı suçlamayla eşitleme gayretkeşliğidir. Şunu da unutmayalım; Ermeni halkının verdiği o kadar kurban doğudan batıya bütün Osmanlı vilayetlerinde devlet gücüyle topyekün hedeflenmesinin sonucudur. Kürtler ise yalnızca doğunun çatışmalı yerlerinde sayıları birkaç bini geçmeyen Ermeni gönüllü grupları tarafından öyle muazzam ölçüde katledilmiş varsayılıyor. Acaba o yıllarda bahsini ettiği üç vilayetin toplam Kürt nüfusu ne kadardı? Cephelere giden ve dönmeyenleri de düşünün. Bu hesapla savaştan sonra bölgedeki Kürt varlığı nasıl açıklanabilir? Üstelik yazar, Ermeni tehcirinin o katliamlara karşılık yapıldığını ve ölen Ermenilerin daha önemsiz sayıda (600 bin) olduğunu savunuyor. Bu noktaya tekrar dönmek üzere, Ermeni sorununun daha önceki süreçlerine dair yazdıklarını görelim: Yazarın eski dilde olan kitabı günümüz Türkçesine çevrilirken bazı kelimelerin karşılıkları pek isabetli verilmemiş. Yukardaki “zarar” ve “mağdur” sözcükleri orijinal metinde “Hatıratım” kitabının “Ermeni Meselesi” bölümünde Dersimi, öncelikle doğu vilayetlerindeki Ermenilerin Kürt derebeyleri tarafından mağdur edilmelerine dair şikayetleri sorgulu- yor. Öyle bir olgunun varlığını örtülü şekilde inkar ederek, gerek Ermeniler, gerekse yabancılar tarafından dile getirilmesini “Kürtlere karşı cephe oluşturma” maksadına yoruyor. Ayrıca “19. asır başlarında II Sultan Mahmut Han, Ermeniler hesabına doğuda Kürdistan derebeylerine şiddetli darbeler vurmuş ve Ermenileri memnun etmek istemişti” diyerek, Osmanlı devletinin kendi çıkarları gereğince yaptığı askeri seferleri bile Ermeni istekleriyle açıklamaya çalışıyor. Bu konuya daha önce değinmiştim. Dönemin Ermeni Patrikliği'nin itaatsiz Kürt beylerine karşı Osmanlı saldırganlığını desteklemiş olduğu acı bir gerçektir. Doğudaki Ermeni halkının eski beylik düzeninden çektiği bütün sıkıntılara rağmen, devletin kanlı operasyonlarına arka çıkılması tasvip edilemez bir tutumdur. Fakat devletin yüzbinlik ordu gücüyle Ermeniler hesabına hareket ettiğini varsaymak bütünüyle akla ziyan bir yorum. Yazar devamında “İşte bu gibi nedenlerle Kürtler de Ermenilere karşı savunma durumunu almaya mecbur kalmış ve korunma tedbirleri düşünmeye başlamışlardı. İşte o andan itibaren Kürtlerle Ermeniler arasındaki dostluk ve sevgi bağları sarsılmaya yüz tutmuştu.” diyor. Kürtler için “korunma tedbirleri” diye bahsettiği şey, eski beyliklerin yitirilmesinden sonra devletin göz yumduğu zorbalıklarla yeni feodal tahakküm çabaları ve özellikle Abdülhamit zamanında Ermeni ulusal taleplerine karşı devletle ittifak tazeleyerek kıyıcı roller oynama durumudur. Bunu biraz aşağıda “Kürtlerin cehaletleri yüzünden aldanarak, Ermenilere karşı ancak kendini savunma kabilinden saldırmaları” şeklinde mazur göstermeye çalışıyor. Daha sonra bu tanımıyla çelişecek şekilde “kanlı sultanlara hizmet eden asalak aşiret liderleri”nden söz ediyor, fakat bu defa da onları Kürt milletinden ayrı tutmaya özen gösteriyor. [4] Nihayet olaylardan sözetmeye başladığında bu türden bir somut örnek zikretmiyor ve aslında kanlı sultanlara hizmet edenleri de “Ermeni kızılbaş - sayfa 33 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 saldırganlığına karşı meşru savunma” konumunda değerlendirdiği anlaşılıyor. Aşağıda bunun örneklerini görmek mümkün. Yaptığı değerlendirmelerde sık sık Ermeni partilerinin Kürtlere karşı kindarlığından söz eden Dersimi, buna bir örnek olarak “Ermeni Taşnaklar'dan yazar Rafi, Kürtler aleyhinde kitap yayınlamıştır. Hand, Gayzer, Celalettin vb. gibi Ermeni basını Kürtler aleyhinde zehirler saçmaktadır” diyor [5]. Raffi'nin ölüm tarihi 1888. Taşnak partisi bundan iki yıl sonra kurulmuş. Yazarın düşüncelerinin partiyi kuranlara ve sonrakilere etki yapması bir yana, kendisinin Taşnaklı olması imkansız. Cümlenin kuruluşundan (bu belki günümüz Türkçesine çevirenin hatasıdır) Ermeni basın organları gibi okunan isimler ise Raffi'nin eserlerinden bazılarıdır. Onlarda “Kürtler aleyhinde zehirler” saçıldığını söylemek de ancak içeriğinden bihaber önyargılı duyumlara dayalı konuşmakla mümkündür. Kürtlerle en çok ilgili olan Celalettin isimli kısa romanını alalım mesela: Orada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının başlarındaki gerçek olaylardan bir kesit sunuluyor. Savaşın başında Osmanlı Şeyhülislamı “gâvurlara karşı Cihad” ilan etmiş, Van Gölü'nün doğusunda Kürtlerin lideri Şeyh Celalettin de bu çağrıya uyarak kendi güçleriyle Bayazıd'a doğru dalga dalga akınlar yapmış; yolları üzerinde bulunan Ağbak'ın 24 Ermeni köyünü 15 gün boyunca talan etmiş, sakinlerini kılıçtan geçirip bir kısmını da esir almışlar. Kurtulanlar ise kaçıp İran tarafına sığınmış. İşte onlardan alınan bilgiler temelinde yazılan bir roman. Eğer orada Şeyh Celalettin, Ali Xan ve oğulları gibi İslami fanatizmle katliam ve işkenceler yapan kötü kahramanlar Kürt ise, onlara baskın verip yaralıları kurtaran romanın iyi kahramanı Mısto da Ezidi inancından bir Kürt'tür. Saldırı dalgası Parteğimeos Vank'a (manastır) ve yanındaki köye ulaşırken manastır rahibi Yeğiazar Vartabed'i uyarıp korunmaları için yardımcı olan Omar (Ömer) Ağa da Kürt'tür. [6] Öte yandan Raffi'nin eserlerinde çıkarcı, sömürücü, devlete yaltaklanan Ermeni tiplerin eleştirisi de eksik değil. Kürtlerin toplum olarak geri yönlerine, soygun-talan gibi yaygın alışkanlıklarına ilişkin “yabani”, “haydut karakterli” gibi hoş olmayan bazı ge- nellemeleri dışında, yaptığı kınamaların adresleri bellidir. Ama zaten asıl rahatsızlık nedeni o somut rollerin ortaya konması oluyor. Bu açıdan bakıldığında Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin insanlık suçlarını konu eden bir anlatım için “Türkler aleyhinde zehirler saçıyor” demek ile yukarıda söylenenin bir farkı yok. Dersimi daha ilerde 1915'in tanıklığını yapan kitaplara da çatarak aynı suçlamayı yapıyor. İsmini ve yazarını belirtmediği 1959 tarihli bir kitap için şöyle yazmış: “Diyarbekirli Cemilpaşazade Mustafa Bey'in milis kumandanlığı sıfatiyle Ermenilere yaptığı zulümden söz edilerek, Kürtlerin Ermenilere karşı sözde reva gördükleri katliamdan gerçek dışı bir tarzda zehirler saçılmakta” [7]. Oysa Diyarbekir'de yapılan katliamlar çok açıktır. Bahsi geçen milis kumandanı dahil bir çok şahsiyetin oynadığı rolü 1919 tarihli Tomas Mıgırdiçyan'ın raporu dışında Naci Kutlay gibi Kürt aydınları da ortaya koymaktadır. Aynı yerde Nuri Dersimi, Ermeni halkının ulusal-demokratik mücadelesini ve reform taleplerini de suçlayıcı bir dille konu ediyor. Daha 1862 Zeytun isyanından başlayarak bütün Ermeni halk hareketlerini Rusların teşvikiyle açıklıyor. Esas hedefinin de Kürtler olduğunu ileri sürüyor. “1877-1878 Rus ve Türk savaşı esnasında gerek Rusya'da, gerekse doğu illerinde bulunan Ermeniler, Kürtlere çok büyük saldırıda bulunmuşlardır” diyor. Bu hiç inandırıcı bir iddia değil. Osmanlı bölümündeki Ermeniler içinden Rus ordusunu kurtarıcı olarak gören ve destek çıkanlar olmuşsa da, bunların özel olarak Kürtleri hedefleme niyeti ve büyük saldırı yapacak güçleri olmamıştır herhalde. Devamında “Bulgarlar bağımsızlıklarını kazandıktan sonra artık Ermeniler tam bir bağımsızlık için İstanbul Patrikhanesi vasıtasıyla açıktan açığa çalışmaya başlamışlardı. Hatta Bulgar bağımsızlığından sonra Ermeniler hakkında bir özel maddeyi de Ayastefanos Anlaşması'na ilave etmeyi Ruslar aracılığıyla sağlamışlardı. Bu madde Berlin Anlaşması'ndan ithal olunmuştu” diyor. Bu da abartılı ve yanlış bir yansıtmadır. Gerçekte Ermenilerin Ayastefanos Anlaşmasına konmasını istedikleri şey, doğu vilayetlerindeki Ermeni halkının güvenlik sorunu başta olmak üzere mağduriyet koşul- larını giderici reformlar ve Müslüman halklarla eşit olarak yerel yönetimlerde temsil edilmelerini sağlayacak bir özerklikti. Nuri Dersimi bu konularda o kadar üstünkörü kalem oynatmış ki, Ayastefanos ile Berlin anlaşmalarının sıralamasını da birbirine karıştırmış. Birincisi olan Ayastefanos'ta Osmanlı devletinin muhatabı yalnızca Rusya olup, reform uygulama alanında onun bir süre asker bulundurarak garantörlük yapması sözkonusuydu. Bu önlem Osmanlı yönetimini gecikmeden reform adımlarını atmaya mecbur edebilirdi. Fakat İngiltere ve Avusturya'nın Balkanlar üzerindeki çıkarları hesabına itiraz ettikleri o anlaşma Rusya'nın oluruyla geçersiz sayılıp aynı yıl Berlin Kongresi'nde altı büyük devletin (İngiltere, Rusya, Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya) taraf olduğu yeni bir anlaşma imzalanınca durum değişti. Rusya başka tavizler yanında Erzurum, Bayezid ve Alaşgerd'deki askeri güçlerini hemen çekecek, aşağı yukarı aynı muhtevada kaleme alınan Ermenilere ilişkin reformların uygulanmasını ise artık hiç bir yaptırım şartı olmadan altı büyük devlet ortaklaşa denetleyecekti. Böylece görünüşte Ermenilere “hamilik” yapan devletler bayağı çoğalmış oluyor, fakat gerçekte sorun uluslararası diplomasinin basit bir oyun kartı haline geliyor ve Osmanlı devleti sözde yükümlü olduğu reformları istediği kadar savsaklama şansına kavuşuyordu. Yani sonuçta ortaya çıkan durum hiç de öyle Dersimi'nin yansıttığı gibi, Ermenilere bağımsızlık yolunu açacak türden değil, tam tersiydi. Ama kendisi, o gevşek reform sözleşmesinin Ermeni halkı tarafından zorlanmasını dahi haksız bularak Abdülhamit'in ayak diremesini olumluyor: “Ermenilerin kendilerinden sayıca çok fazla olan Kürtleri yönetimleri altına alacak şekilde bir Ermenistan'ın kurulması konusunda ısrar etmeleri üzerine, Rusya'nın zorlamasıyla Avrupa devletleri tarafından 1880'de Babıali'ye Ermeni reformu konusunda bir nota verilmiş, fakat Abdülhamit Avrupa devletlerini susturmayı başarmıştı” diyor. Ona göre 1894-96 arası 300 bine varan Ermeni kırımları da sözkonusu değildir. Veya sonunda Ermeniler katledilmişse kendi tahrik etmeleri sonucu olmuş sayılır. Bunu “Ermeni ihtilalcileri Van, Muş, Kıği dağlarında kızılbaş - sayfa 34 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 fedailer oluşturarak, karşılıklı sevgi ile bir arada yaşamakta olan iki unsuru birbirlerinin kanına susamışçasına birbirleri aleyhine davranmaya kışkırtmış, Kürdistan'ı kana boyamışlardı (...) Fakat Ermenilerin azınlıkta bulunmalarından dolayı Kürtler galip gelmişlerdi” diye savunur [8]. Böyle bir savunmayı o kırımların örgütleyicisi olan Abdülhamit bile yapamamıştır zamanında. Ermenilerin Kürtler gibi yaygın silahlı güçlere ve bir kaç yer dışında savaşçı geleneğe de sahip olmadıklarını hatırlatmak gerekir. Öyle zayıf bir konumdayken Kürtlere ve devlete savaş açar gibi saldırmış olmalarına inanmak mümkün mü? Gerçi buna da “Ermeni milliyetçileri, Batılı devletlerin dikkatini çekip müdahalesini sağlamak için mahsus kışkırtıcı hareketler yaparak kendi halklarının kıyımına sebep olmuşlardır” şeklinde kılıf uydurmaya çalışanlar var. Ama olgulara bakılınca mızrak çuvala sığmıyor. Nuri Dersimi, 1908 Meşrutiyet ilanından sonraki Ermeni hareketini ve demokratik taleplerini de aynı şekilde suçlamaya devam ediyor. Doğuda Ermenilerle Kürtler arasındaki arazi meselelerinin incelenmesi için İttihat ve Terakki'nin göstermelik bir komisyon kurmuş olmasını dahi tepkiyle karşılıyor. “Sonuç olarak bu politikalar terk edildi, ancak meşrutiyet idaresinden bir hayli hak elde eden Ermeniler, sürekli ve hatta açıkça çalışmalarına devam etmekten asla vazgeçmiyorlardı” diye ekliyor. Oysa meşrutiyetin ilk başta yarattığı iyimserliğe rağmen elde edilen önemli hiç bir kazanım olmamıştı. Mücadelenin devamını “aşırılık” gibi gösteren yukardaki sözler dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın tutumunu andırıyor. Aynı mantıkla bugün de Kürtlere “Bir çok hak tanındı, daha ne istiyorsunuz?” denildiğini hatırlatmakta yarar var. Hepsi bu değil. Dersimi, o yılların Türk basınından izlediği biçimiyle adım adım Ermenileri suçlamaya devam ediyor. Adana'daki 1909 Ermeni katliamı için “Anlatıldığına göre olay Adana Ermeni Patriği Mosyö Muşakın'ın emriyle Ermeniler tarafından başlatılmıştı” diyor. Burada ismini anmadan referans verdiği kaynak, olayın sorumluluğunu Ermenilere yıkma çabasındaki Cemal Paşa'nın yazdıklarıdır. Sonra Abdülhamit'ten beri yüzüstü kalan reform taleplerinin yeniden yükseltilmesini Ruslarla anlaşmalı gizli bağımsızlık planlarının sahneye konulması şeklinde yorumlayarak şöyle devam ediyor: “Nihayet 22 Mayıs 1913'te Rusya Dışişleri Bakanlığı, Ermeni reformu için Türkiye'den şiddetli isteklerde bulunmuştu. Bundan cesaret alan Ermeniler aynı tarihte İstanbul'da çok büyük milliyetçi gösteriler düzenlediler ve Ermeni alfabesinin bilmem kaçıncı yıl dönümünü kutladılar.” [9] Bu yaklaşımla Dersimi bir bakıma Talat Paşa'yı bile geride bırakmıştır. Zira milliyetçiliğin paravanı gibi gösterdiği kutlamalar, Ermeni kültür tarihinin büyük dönüm noktalarıyla ilgili olup, devlet adamlarının da katıldığı yasal bir zeminde gerçekleşmiştir. Ne olduğunu anlamak için Pars Tuğlacı'nın o yıla ait basın derlemelerinden şu haberi okumak yeterli: “Ermeni harflerinin icadının 1500. ve Ermeni matbaacılığının 400. yıldönümü [10] dolayısiyle Dersaadet-Kumkapı Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi'nde, Gedikpaşa'da, Pera'daki Petits Champs Tiyatrosu'nda, Taksim Bahçesi'nde (Jardin), Kadıköy'de düzenlenen ve 20 bine yakın kişinin izlediği parlak kutlama törenlerinde önemli devlet adamları ve görevlileri, yalnız hazır bulunmakla kalmayıp, Ermeni alfabesi anısına halka açık yerlerde düşünce ve duygularını sözle dile getirerek törenlere katıldılar. (24-26 Ekim 1913)” [11]. Haberin devamında törenlere katılan devlet erkânından isimler sayılıyor, ki bunlar arasında Dahiliye Nazırı Talat Bey'in kendisi de var. O bile kutlamaları “milliyetçilik”le suçlamaya ve önlemeye çalışmamış, ama kırk yıl sonra olayı hatırlayan Dersimi tam bir siyasi gösteri gibi ve bayağı çekemezlik içinde yansıtıyor. Bundan sonra tekrar Ermenilerin talep ettiği reformlara değinen yazar, bunları “Kürdistan'da haksız üstünlük” çabası olarak tanıtır. 1914'te hükümetin aşağı yukarı aynı muhtevasıyla kabul etmek zorunda kaldığı 1895 tarihli memorandumun maddelerini aktardıktan sonra; “İşte bu projeye göre Kürt bölgeleri tamamiyle Ermenilerin idaresi altına giriyordu. Kürt milleti de Ermenilere esir olacaktı” diye yansıtır [12]. Ermenilerle Kürtlerin içiçe yaşadıkları yerlerde her ikisinin de yararlanacağı dengeli bir özerklik ye- rine Kürt beylerinin fiili imtiyazlarını sürdürecekleri eski sistemden yana konuşur. Oysa o ümmetçi sistem içinde Kürtlerin ulusal-kültürel haklarına dair birşey yoktu. “Esaret” diye tanımladığı reform planı ise eğitimin milli dillerde yürütülmesini, dolayısıyla Kürt okullarının da açılmasını öngörüyordu. Reform kapsamına giren altı şark vilayetinde Türkçenin yanısıra Ermenice ve Kürtçenin de resmi dil olarak işlev kazanması, devlet daireleri ve mahkemelerde kullanılması mümkün olacaktı. Yerel idare meclislerinin başlangıç olarak eşit sayıda Müslüman ve Hristiyan üyelerden oluşması öngörülüyordu. Zamanla nüfus sayımlarının gösterdiği reel oranlar dikkate alınacaktı. Polis ve jandarma kuvvetleri ile mahkeme heyetleri de eşit ağırlıklı oluşturulacaktı. Vali, mutasarrıf ve kaymakamların seçiminde ayrım yapılmayacak, bu yetkililer hangi dinden olursa yardımcıları diğer dinden olacaktı. Reform kapsamındaki altı vilayet (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput, Sivas) bir büyük eyalete çevrilecek, bunun başına ise yerli Hristiyan yada Avrupalı bir genel vali getirilecekti. Sonradan Trabzon da ilave edilerek yedi vilayetten iki eyalet düzenlenip başlarına birer Avrupalı genel müfettiş tayini benimsenmişti. Bu formülün yeterince adil olmadığı söylenebilir. Eşit sayılar yerine nüfus oranları ölçüsünde temsil, ayrıca dinsel olmaktan çok ulusal aidiyetlere göre bileşim veya dinsel açıdan heterodoks (Kızılbaş, Ezidi vb) cemaatleri de dikkate alan bir yaklaşım gibi pek çok noktadan tartışma yürütülebilir ve yürütülmesi de gerekirdi. Fakat belirtmekte yarar var ki, bu reformları gündeme getiren esas olgu yada en yakıcı sorun, o zamana kadar yüzde yüz Müslümanlardan oluşan yerel idare koşullarında Hristiyan halkların çok mağdur olmasıydı. Özellikle Ermeni köylüsünün Müslüman ağalar ve beyler elinde çektiği sıkıntı, maruz kaldığı zorbalık ve haksızlıklar reform taleplerini en baştan bir güvenlik ihtiyacı olarak gündeme getirmişti. Abdülhamit döneminde bu talepler savsaklandığı gibi, kırımlar ve göçe sevk edici koşullarla Ermeni nüfus daha da azaltılmış, ayrıca idari sınırlar Müslüman ağırlığını pekiştirecek yönde kızılbaş - sayfa 35 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tekrar tekrar değişime uğratılmıştı. Bütün bunlar dikkate alındığında Hristiyanlar lehine pozitif ayrımcılık yapmayı gerektiren bir durum olduğu inkar edilemez. Özerk bölgenin başına Avrupalı Hristiyan bir genel vali/müfettiş getirilmesi de bu aşırı güvensiz ortam nedeniyle düşünülmüş bir formül olmalıdır. Bu formülleri şekillendiren Ermeni ulusal öncüleri değildir. Reform talebi Ermeni halkından gelmesine rağmen onun kapsam ve biçimini belirleyen komisyonlarda Ermeni temsilci bile bulunmamıştır. Daha en baştan Berlin Anlaşması'nda yer verilen ifadelerle sorunun “Ermenileri Kürt ve Çerkezlerden korumak” şeklinde konulması büyük bir talihsizlik olmuştur. Bunu tercih eden Osmanlı ve Batılı müzakereciler Ermeni halkının şikayetlerini önemser gibi gözükürken, aslında devletin sorumluluğunu gizlemiş ve sözkonusu toplulukları daha fazla Ermenilere karşı körüklemiş oluyorlardı. Nitekim onu izleyen yıllarda Abdülhamit Kürtleri “bakın Ermeniler size karşı tedbir istiyor” diye kışkırtacak ve geliştirdiği tepkileri de reform yapmamak için kullanacaktı. Ermeni-Kürt ilişkilerini inceleyen bütün önemli Ermeni araştırmacılar bu yaklaşımı Avrupalıların ortak olduğu bir oyun olarak eleştirir. [13] Sorunun o şekilde konmasına Ermeni kurumlarının itirazı olmamışsa bu da bir zaaf ve oyuna gelme sayılır. 1860'lardan itibaren doğu vilayetlerinden İstanbul'daki Patriklik ve Ermeni Milli Meclisi'ne gelen sayısız şikayet içinde Kürt ve Çerkes grupların fiili saldırıları önemli bir yer tutmasına rağmen, bunlar devletin düzeninden kaynaklı ve onun gözyumması ile devam eden şeyler olduğuna göre; güvenlik sorununun tek tek fail gruplara işaret edilmeden, “millet-i hakime” (Müslüman kesim) karşısında dezavantajlı Hristiyan unsurların korunma ihtiyacı olarak formüle edilmesi doğru olurdu. Böyle bir yaklaşım “kanun önünde eşitlik” getirdiği söylenen Tanzimat ve İslahat düzenlemelerinin kağıt üzerinde kalmasına da ciddi bir itiraz teşkil ederdi. Yerel yönetimlerde hemen hiç yeri olmayan Hristiyanların adil ölçülerde temsil edilmelerini istemek bu durumda daha net anlaşılır ve ihtilaflı gruplara karşı tersinden ha- kimiyet kurma gibi yanlış yorumlara pek imkan vermezdi. Buna ilaveten reformların somut bir tasarıya dönüştürülmesinde çeşitli kimlikleri kendi önerileriyle katılmaya teşvik etmek gerekirdi. Doğu vilayetlerinde Ermeni nüfusuyla aşağı yukarı eşit (kimi yerde daha fazla, kimi yerde daha az, fakat genellikle ilk iki sırayı paylaşır durumda) ağırlığı olan Kürtlerin, oluşturulacak bir özerklik içinde kendilerini görmeleri çok önemliydi. Bunun olmadığı durumda, reform projesi her ne kadar “Ermenistan” adında bir özerklik önermese de, işin rengini öyle göstermek ve Kürtleri o projeye karşı çevirmek kolaydı. İşte Nuri Dersimi'nin sonradan durumu değerlendirirken bile yaptığı şey, o dönem reformları önlemek için Kürtler arasında pompalanan havayı gerçekliğin yerine geçirmek oluyor. Böylece o “Kürt bölgeleri tamamiyle Ermenilerin idaresi altına giriyordu” derken, iki türlü yanıltmaya başvurmuştur. Birincisi o bölgelerin aynı zamanda Ermeni bölgeleri oluşunu yadsıma; ikincisi projenin öngördüğü dengeli Müslüman-Hristiyan temsiliyetini dikkatten kaçırma durumudur. Önceki yüzyıllar zarfında Kürt beyliklerinin daha yoğun Ermeni nüfus üzerindeki tahakkümünü sorun etmezken, onun tersine bir tahakküm getirmeyen yeni projeyi “Kürtler için esaret” diye nitelemesi gerçekten çok ilginç. Öngörülen muhtevasıyla sağlanacak özerkliğin, hiç değilse getireceği demokratik haklar bakımından yalnız Ermeniler için değil, Kürtler için de önceki durumdan daha iyi olacağı; feodal beylerinin sahip olduğu avantajları bir parça kısıtlamaya karşılık halkının ulusal-kültürel haklardan yararlanarak gelişmesine imkan sağlayacağı açıktı. Özerk bölgede Türkçenin yanında resmi dil statüsü hem Ermenice, hem de Kürtçe için yenilik olacaktı. Anadilde eğitime gelince, bu Ermenice için zaten onyıllardan beri mevcut ve iyi kötü her bölgede sayıları artan okulları ile işlerlik halindeyken, asıl o güne kadar mevcut olmayan Kürtçe eğitim için yepyeni bir başlangıç anlamına geliyordu. Üzerinden yüz yıl geçti; o günkü reform planının havaya uçurulmasından sonra Kürtler öyle bir başlangıç şansına bir daha hiç erişemedi ve halen de (son 30 yıllık silahlı mücadelenin ardından “barış ve çözüm süreci” diye umutlandırıldığı aylardan sonra bile) anadilde eğitim için zar ağlatılıyor. 1895 ve 1914'ün sabote edilmiş reform projelerinde açıkça yeri olan Kürtçe eğitim hakkı, 2013'ün şu kasvetli günlerinde hükümetin hokus-pokus açacağı “demokratikleşme paketi”nden yine çıkmayacak gözüküyor. Aslında bu paradoksu bütün olumsuz yargılarına rağmen Nuri Dersimi'nin kendisi de görmüştür. Öyle ki, “Kürt milleti Ermenilere esir olacaktı” dedikten hemen sonraki paragrafında şu fikri yürütmekten kendini alamıyor: “Şayet sözkonusu bu proje uygulansaydı, Kürtler hakkında bir taraftan da hayırlı olurdu kanaatindeyim. Çünkü bu projenin 16. faslının 1.2.3. bentlerinde zikr edildiği üzere öncelikle eğitim milli dil üzerinde yürütüleceği için, başlangıçta bu maddeye istinaden Kürt okulları kurulacak ve büyük önem taşıyan Kürt kültürü günden güne gelişecek ve felaketimizin büyük nedeni olan cehalet bir derecede ortadan kalkacaktı”. Hatta özerk bölgenin Rus nüfuzuna girme ihtimali için de öyle kötü konuşmazken, şu cümlesiyle asıl karşıtlık noktasını göstermiş oluyor: “Diğer taraftan Kürdistan'da azınlıkta bulunan Ermenilere karşı da doğal olarak kültür konusunda ilerlemekte olan Kürt milleti, ilmi, edebi ve coğrafi noktalara dayanarak öz vatanlarını korumayı, savunmayı başaracaktı” [14] İşte bütün mesele!.. Yazar demokratik anlamda her iki halk için yararlı olacak hakları birlikte daha da genişletme ve ortak vatanlarında özgürce beraber yaşama koşullarını geliştirme anlayışı yerine, inkarcı ve hasmane sözleriyle asıl kendi üstünlük arayışını ortaya koyuyor. “Kürdistan'da azınlıkta bulunan Ermeniler” vurgusu “Ermenilerin haksız üstünlük kurmak istedikleri” fikrini vermek içindir. “Kürdistan mı, Ermenistan mı?” tartışmasında iki tarafın da kendine yontucu davranmış olduğunu söyleyebiliriz. Ama eğer salt o günkü demografik dengelere değil, tarihsel gerçeklik ve yakın dönemlerin zora dayalı değişim boyutlarına da bakarsak, Ermenilerin o alanı Batı Ermenistan saymaları, Kürtlerin Kuzey Kürdistan saymalarından daha geçerli dayanaklara sahipti. Osmanlı hakimiyetinin başlarında Ermeni nüfusun mutlak çoğunluğa sahip oldu- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğu sancaklar, kazalar hiç az değildi. Doğu bölgelerine ait 16. yüzyıl tahrir defterlerinin dökümü yapıldıkça bu durum net olarak görülüyor. Bölgede devletin İslam unsurunu kayıran politikaları, Kürt beyliklerinin sahip olduğu avantajlar ve bir dizi mağdur edici olaylar sonucu Ermeni halkı zorunlu göç etme, din değiştirme ve kimlik yitimiyle azalırken, Kürt nüfusu güneyden kuzeye doğru daha fazla yayılma ve onların yerini doldurma durumunda olmuştur. Göçebe aşiretlerin tarım alanlarını gaspederek yerleşik Ermeni köylülerini yerinden etmeleri de eksik olmamıştır. Bu erken değişimler bir yana, en son reform meselesi gündeme geldikten sonra ilgili alanda Ermeni halkını eritmek için yapılanlar ve sonuçları da büyüktür. İstanbul Ermeni Patrikhanesi'nin verileriyle 1882'de Osmanlı Ermenilerinin toplam nüfusu 2.660.000 olup, bunun 1.630.000'i Vilayet-i Sitte (altı doğu vilayeti) içinde yaşıyordu. Aynı Patrikhane'nin 1912 yılı sayımında ise bu altı vilayetin Ermeni nüfusu 1.018.000'e düşmüş, yani 30 yılda 612.000 azalma olmuştu. Bu durum özellikle 1894-96 kırımları, din değiştirmeler ve sonraki yıllar boyu kalanları göçe zorlayıcı aleyhte uygulamaların ürünüydü. [15] “Ermenilerin azınlık olduğu”ndan bahsedilirken dikkatten kaçırılan şu durumu da belirtmek gerekir. Ümmete dayalı Osmanlı sisteminde bütün Müslümanlar tek bir millet gibi ele alınıyor ve nüfus sayımlarında blok olarak Müslüman kategorisi her yerde çoğunluk oluşturuyordu. Hristiyan halklar ise hem etnik, hem de mezhepsel aidiyetlerine göre ayrı ayrı tasnif edilerek sayıldıkları için en ağırlıklı oldukları vilayetlerde bile “azınlık” görünmeye mahkum oluyorlardı. İşte Ermeni halkının tarihsel anavatanı olan bölgede o güne kadar eritilmiş haliyle bile azımsanmayacak olan yoğunluğu, öyle bir istatistik sistemine ek olarak rakamlar üzerinde oynama yoluyla da resmiyette kuşa çevrilmekteydi. “Azınlık” sayılan Ermeniler karşısında “çoğunluk” görünen Müslümanları Kürt, Türk, Çerkez, Arap ve diğer etnik gruplarıyla ayrı ayrı saysalar, hiç biri kendi başına salt çoğunluk olmayacağı için, yalnızca göreceli çokluk-azlık durumlarından sözetmek mümkün olabilecekti. Dolayısıyla o karmaşık yapıya uygun bir düzenleme gerekir- di. Ermenistan ve Kürdistan coğrafyalarının artık fazlasıyla iç içe geçmiş olduğunu gözeten ortak bir özerklik ve ardından da federatif bağımsızlık amacı güdülebilirdi. N. Dersimi sözkonusu süreç için böyle makul fikirler yürütmezken, Batı Ermenistan'ı yutup hazmedecek bir Kürdistan tasavvuru yapmıştır. Kürt halkının eğitim yoluyla gelişmesini bile bu perspektifle önemsediği anlaşılıyor. Nihayet reform hikayesini büsbütün sona erdiren savaş dönemine gelince, yazarın kanıtlamaya çalıştığı şey, bu defa reform projesi yerine artık doğrudan Rus ordusuna dayalı olarak, yine “Ermenilerin Kürtleri tasfiye etme girişimleri” oluyor. Konunun başında kısaca değindiğimiz bu süreçle ilgili çizdiği tabloya daha yakından bakalım: “1914 yılında Dünya Savaşı başlamıştı. Ben doğu cephesinde Erzincan'da görevliydim. Olup bitenlerle yakından ilgilenmeyi kendime görev saymıştım. Kürtler'in Ermeniler'e karşı gösterdiği iyilik dolu hizmetlerine karşı Ermeniler'in Kürtler'e karşı reva gördükleri zulümden sözedelim” diye bir giriş yaptıktan sonra kendi gözlem alanının çok uzağındaki Bitlis taraflarından “Ermeni mezalimi” tasvirlerini -bizzat görmüş veya yakından duymuş gibi- sayıp döküyor. Sonra nispeten yakın bulunduğu yörelere gelerek şöyle sürdürüyor: “1915'te Ruslar Pasinler'i işgal edince Muş, Gumgum (Varto), Gêxi (Kiğı), Palu bölgelerindeki Ermeniler, açık olarak isyan ettiler ve çeteler halinde Kürt köylerine saldırmaya başladılar.” [16] Bu iddia kesinlikle gerçek dışıdır. Ermenilerin anılan yerlerde hiç bir isyan hareketi olmamıştır. Kıği ve Palu çevrelerinde yaşanan gelişmeleri bu bölgelere ait Ermenice kaynaklardan ayrıntılı şekilde incelemiş biri olarak biliyorum ki, bir tek Kıği'nin Xups köyü dışında tehcire karşı direniş gösteren bile olamamıştır. Muş'ta, Varto'da yine isyan yoktur. Bölgede bulunan Taşnak liderleri pasif bir bekleyiş içinde kalır. Ancak Muş şehri askeri ablukaya alınıp tutuklama ve katliamlar başlatılınca bazı mahallelerde silahlı direniş gösterilir. Bunlar da ima edildiği gibi 1915'in ilk aylarında değil, Mayıs ve Haziran ayların- da yaşanmıştır. Muş ovasının Ermeni köyleri çoğunlukla ateşe verilmek suretiyle sakinleri katledilir. Ruslar burayı ele geçirdiklerinde bir tek Ermeni bulamazlar. Ama o sıralar Türk ordusunun bir subayı olarak soykırım mekanizmasının içinde bulunan Baytar Nuri, sonra da Türk özel harp cihazının yalanlarıyla haşır neşir olarak hazırladığı inkarcı tarih tezinin Kürt versiyonunu şöyle sürdürüyor: “Savaş devam ettiği sürece Ermeni silahlı güçleri Kürtlere, Kürt köylerine, kadın ve kızlarına merhametsizce saldırarak yüzbinlerce Kürd'ün kanının dökülmesine neden oldular. Bu savaş esnasında Ermeniler'in Kürdistan bölgesinde işledikleri suçlar haddini aşmış ve bir çok Kürt ocağı sönmüş ve bu vahşi zulümlerden evlatlarını kaybeden anneler, kocalarını ölmüş gören gelinler karalar giyinmişlerdi. Babaları Ermeniler tarafından öldürülen binlerce öksüz Kürt yavrusu harabe damların duvarları önünde aç ve çıplak dilenmiş ve açlıktan ölmüşlerdi. Bu zulüm 1917 yılı 18 Aralık tarihinde Erzincan'da Rus ordusuyla Osmanlı ordusu arasındaki anlaşma imzalanıncaya kadar bütün şiddetiyle devam etti...” [17] Nasıl oluyor da 1915 yaz aylarından sonra Ermeni nefesinin bile kalmadığı yerlerde Kürtlere karşı aralıksız “Ermeni vahşeti” sürüyor? Bunun gerçeğe ve mantığa aykırılığını bizim söylememize gerek yok, kendisinin “Kürdistan Tarihinde Dersim” isimli diğer kitabında o yıllara dair yazdıkları daha farklıdır ve kendi kendini tekzip eder. Gerçi Ermeni halkının imhasını orada da pek konu etmemiş, ama hiç değilse katliam ve tehcirden kaçan Ermenilerin Dersim'e sığınmalarını, sonra Erzincan'daki Rus ve Ermeni güçleriyle Dersimli Kürtlerin ittifak arayışlarını anlatırken gerçeğe yakın bir tablo çizmiştir. Ermeni gönüllü birlikleri orada hiç de “Kürtlere saldıran caniler” değil, hatta Dersim açısından kendi ifadesiyle “kardeş” güçlerdir. Rusların çekilmesi ardından Erzincan'daki Ermeni güçlerinin Kürt köylerine saldırma hikayesi bile o kitapta çok şaibeli, esasen Dersim'i kendi tarafına çekmek isteyen Türk tarafının yaydığı bir tehlike söylentisi olarak geçer. Seyit Rıza'nın bu şekilde dolduruşa getirilip Erzincan ve Erzurum'a kadar Türk kumandanı Deli Halit eşliğinde sefere sürüklenmesini de hayıflanacak kızılbaş - sayfa 37 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir durum olarak ve “derin acı” duyduğunu belirterek anlatır.[18] Evet, orada “keşke dost ve kardeş Ermenilerle Dersim Kürtleri anlaşabilse ve ortak düşmanları olan Türk devletinden bağımsızlıklarını kazanabilselerdi” havası hakim.“Hatıratım” kitabındaki özel bölümde ise tam tersi. Öyle ki burada uydurduğu yalanlara Seyit Rıza'yı da ortak ederek, onun Erzincan'dan bir vahşet tablosunu “hüngür hüngür ağlayarak anlattığı”nı söylüyor. Devamla Kars yönünde çekilmeye devam eden Ermenilerin daha ne vahşetler yaptıklarına dair, hiç bir yer ve şahıs ismi, hiç bir kaynak belirtmeden tüyler ürpertici sahneler döktürüyor ve yine “yüzbinlerce Kürdü yaktıklarını” öne sürüyor. “1918 yılının son aylarında Kürdistan'da dehşetli bir açlık baş göstermişti. Bu da Ermeniler'in yaptıkları zulümlerden ileri geliyordu. Ermeni zulmü Kürdistanı her türlü tarımcılık faaliyetinden yoksun bırakmış, memleketi harabeye çevirmişti. İşte bu nedenle 1919 yılının ilk baharında güçten düşen birçok Kürt açlıktan öldü” diyerek, 1915'te Ermeni çiftçi ve zanaatçısının yok edilmesinden beri yaşanan genel ekonomik çöküntünün vebalini yine tam tersi iddialarla Ermenilere yüklüyor. [19] Ermenilere yapılanı bir yerde güç bela ifade edebilen yazar, basite aldığı bu olguda ise Kürtlerin bir sorumluluğu bulunmadığına vurgu yapıyor: “Savaş sırasında Türkiye Hükümeti 1915'de bir kanun yayınladı ve bu kanuna göre Ermenilerin Mezopotamya'ya göçettirilerek savaşın sonuna kadar orada iskan edileceklerini bildirdi. Sonuç olarak bu kanun, Ermenilerin katliamını öngören gizli emirlerle uygulamaya kondu. Adana-Halep üzerinden Mezopotamya'ya gönderilmelerine karar verilen Ermeniler, yollarda Türk teşkilatı tarafından imha edildiler.” diye özetliyor. Yollarda imha işinin özellikle Kürtlere havale edilmiş olduğunu gözardı etmek için tehcir güzergâhlarının yalnız Kilikya tarafındaki küçük bir bölümünü sözkonusu edip, Batı Ermenistan ve Kürdistan içinden geçen çok sayıdaki ana arterlerini ve daha kanlı olan bölümlerini dikkatten kaçırıyor. Neden yalnızca Türk teşkilatı dediğine açıklık getirmek ister gibi“Çünkü” diyor “İttihat ve Terakki Cemiyeti mülkiye memuruna bu konuda gerekli talimatı vererek haricen de Ermeni katliamını Kürtlere yükleyecek yüzbin türlü hile ve yalanlara başvurmaktan da geri durmamıştı.” [20] Hemen sonra Ermeni sürgünlerini de, kırımlarını da dengelemek, hatta kat be kat onlara fark atmak üzere şöyle hayali mukayeseler yapıyor: “Rus istilası esnasında Ermeni zulüm ve cinayetlerinden kurtulmak için Diyarbekir üzerinden Halep ve Adana yoluyla Konya'ya ve Erzurum-Erzincan'dan Sivas'a sığınmış olan zavallı Kürt göçmenlerinin gösterdikleri manzara, Ermeni göçünden daha az kötü değildi. Fakat dünya kamuoyu bu konuda Kürtler için hiçbir şey yazmadı. Tersine Kürtler'in aleyhinde raporlar verildi. Kürtlerin felaket ve sefaletini edebi bir dille tasvir etme gereğini Alman ve Amerikan misyonerleri vicdanlarında hissetmediler. Doğu Anadolu illerinden 1,5 milyon Ermeni göç ettirildiğini ve bunlardan 600.000 Ermeninin yollarda katliama maruz kaldığını yazan Avrupa barbarları Erzurum, Van, Bitlis ve diğer doğu illerinin Ruslar tarafından istilası sırasında yukarda belirtildiği üzere Ermeniler tarafından bu bölgede sakin olan Kürtlerden öldürülen ve miktarı 1,5 milyonu aşan katliamdan bir nebze olsun söz etmediler” diyor. İşi bir de böyle serzenişe dökünce daha inandırıcı olacağını sanmıştır. Fakat gerçekten de bir tuhaflık yok mu bu işte? Ermenilerin iki buçuk katı katledilmiş varsayılan Kürtler için neden hiç bir yerli yabancı gözlemci birşey yazıp çizmemiş? Peki ya kendileri? Onlar da eğitim düzeyinin düşüklüğünden dolayı yazamamış denebilir mi? Böyle denilip geçilemeyeceğini, zira o gün değilse bir kuşak sonra yetişenlerin pekala yazabilecek olduğunu yazarın kendisi de aklından geçirmiş olmalı ki; daha geçerli (!) bir başka gerekçe gösteriyor: “Şimdiye kadar Kürt aydınları tarafından Ermeni zulmü hakkında bir kitap yada broşür yayınlanmadı ve yazılmak istenmedi. Çünkü özellikle Ermenilerden zulüm gördüklerinden şikayet etmek, ağlamak ve sızlanmak için yazılar yazmak, yayınlar yapmak onların yaradılışlarına aykırı bir davranış olur. Böyle bir şeyi kendilerini aşağılayacağını düşüne- rek, tenezül etmemişlerdir”!.. Bu da son derece enteresan. Böylece sözkonusu boşluğu bir “yüce gönüllülük” nişanesi olarak gösterip Ermenilerin yazılı hafızalarını ise “düşkünlük” anlamında yeriyor. Halbuki Kürtlerin “yaradılışına aykırı” dediği şeyi, kendisi uyduruk ve mesnetsiz biçimlerde olsun pekâlâ yapabilmiştir. Ermeni tanıklıkları için “kendini acındırma” veya “kin-nefret dökme” dediği durumda kendi yaptığının nasıl birşey olduğunu hiç sorguladığı da olmamıştır. Buna rağmen şu tip uyarılarla “kardeşlik ve birlik” isteğinden dem vurması ise kitabın en samimiyetsiz yönünü oluşturuyor: “Ermeni aydınları bugüne kadar Erzurum'un, Bitlis'in. Van'ın, Diyarbekir'in, Elaziz'in, Dersim'in Ermenistan olabileceği hayalinden vaçgeçtiklerini ispat ettikleri takdirde vatandaşları ve ırkdaşları olan Kürtlerle dostça bir hayat geçirmeye başlamış olurlar kanaatindeyim. Aksi takdirde arada bulunan bu nefretin devamı her iki unsurun gelecekte felaketine yol açacaktır. Üzücü durumların ortaya çıkmasını önlemek için öncelikle Kürtler aleyhine yazılmış olan gerek eski ve gerekse yeni kitap ve yayınların Ermeni aydınları tarafından yakılmak suretiyle tamamen ortadan kaldırılması ve bizzat Türkler tarafından her iki kardeş unsurun arasına saçılmış olan bu uğursuz ayrılık tohumundan ötürü bir unutkanlık perdesi çekilmesi gerekmektedir... Dileğimiz her iki kardeş ve mağdur unsur arasında gerçek ve samimi bir ittifak kurularak, geçmişin tamamen unutulmasına çalışmak; her iki milletin yeni nesillerinin ruhuna birlik ve kardeşlik hissini perçinlemekten ibarettir” [21] Kürt siyasi çevrelerinde halen oldukça itibar edilen bu tarihsel figür ile İttihatçı Türk geleneğinin zihniyet parametrelerindeki çakışmalar kolayca farkedilebilir. Soykırımdaki kollektif sorumluluk paylarıyla yüzleşmeyi asla istemeyenler Ermeni halkının kayıtlı belleğine ateş püskürüyor, inkara sığınıyor, karşı suçlama için yalanlar üretiyor ve en sonu çıkış yolu olarak da “karşılıklı topyekün unutma”yı dayatıyorlar. Bugün de böyle tehditvari yaklaşımlarla kardeşlik-dostluk lafı edenler var. Eğer ki öyle daha iyi kardeş olunuyorsa, kendilerine karşı ya- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 pılan onca inkarcılık ve haksızlıkları sineye çekerek Kürtler de Türklerle “bin yıllık kardeşlik”lerini pek güzel yeniden yaşayabilir, tadını çıkarabilirler demektir. Ama görüldüğü gibi öyle olmuyor. Vicdani olmayan yaklaşımlar sonuçta kulağa hoş gelen temennilerle de bitse gönülleri kazanamıyor. Dersimi son sözlerinde samimi olsaydı, adını andığı yörelerde Ermeni halkının binlerce yıllık mirasına saygılı bir üslupla konuşur, artık oralarda Ermeni varlığının kalmamış olmasına dair üzüntü belirtir, oraların tekrar Ermenistan olabileceği hayalinin zaten gerçekleşmeyeceğini bilerek o hayalden “vazgeçtiklerini ispatlama” gibi inadına duyguları örseleyici ültimatomlar vermez, tersine soykırım öncesi karışık nüfuslarıyla Ermeniler ve Kürtlerin ortak vatanı olan o yörelerde bir gün yeniden beraber yaşama arzusunu dile getirirdi. Yine “Kürtler aleyhine yazılmış” dediği kitap ve yayınların bizzat Ermeni aydınları eliyle yakılmasını (!) istemek yerine, “gerçekten haksızlığa varan veya genelleştirici olan ithamların özeleştirisini yapsınlar” gibi nispeten aklı başında çağrılar yapmaya çalışırdı. Ama zaten öyle birşeye yüzünün tutması için önceki sayfalar boyunca Ermeniler aleyhine kendi yaptığı muazzam iftiraları yapmamış olması ve az-çok vicdani bir muhasebe yürütmesi gerekirdi. İşte o taktirde bahsedeceği kardeşlik ve birlik duygularının samimi olarak algılanma ve karşılık bulma şansı olabilirdi. 20/09/2013 [1] Nuri Dersimi'nin yaşam öyküsü, içinde bulunduğu kurum ve çevreler, 1. Dünya savaşındaki asker konumu ve İttihatçılarla yakınlığı, sonra bir yanda Türk ordu ve istihbaratı, diğer yanda Koçgiri ve Dersim Kızılbaş Kürtleri ile eşzamanlı ilişkileri, tutukluluk, mahkümiyet, serbest bırakılma ve iki defa Ermenilerden boşalmış manastır çiftliklerinin kendisine hediye edilmesi, 1926 Dersim-Koçan direnişini kanla bastıran harekatın içinde binbaşı olarak bulunup aynı zamanda direnişçilere yardımcı olma hikayesi, 1937-38 Dersim soykırımı arifesinde Suriye'ye çıkış, “Dersim Generali Seyid Rıza” adına sahte bildiri yayınlama gibi dikkat çekici durumları ve çok yerde kendi kendini ele veren çelişkili anlatımları dikkate alındığında, ikili oynamış bir kişilik olduğuna kanaat getirmemek mümkün değil. Onun yazdığı iki kitap içindeki çelişkileri, kaçamak, şüpheli ve açık verici yönleri irdeleyen Sait Çiya, yazılı ve sözlü başka kaynaklarla karşılaştırmalı olarak büyük ölçüde deşifre etmiş; “Baytar Nuri'nin Örtülü İtirafları” başlıklı yazısında ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. (Bkz: Kızılbaş Dergisi, Ağustos 2011, sayı 5, sayfa 20-27) [2] M. Nuri Dersimi, Hatıratım, Doz Basım-Yayın-1997, s. 47 [3] M. Nuri Dersimi, age, s. 65 [4] M. Nuri Dersimi, age, s. 38-40 [5] M. Nuri Dersimi, age, s. 41 [6] Raffi, “Yergeri Liyagadar Joğovadzo, Çorrort Hador, Vibagner” (Toplu Eserleri, Dördüncü Cilt, Kısa Romanlar), Yerevan, 1984 [7] M. Nuri Dersimi, age, s. 67 [8] M. Nuri Dersimi, age, s. 48 [9] M. Nuri Dersimi, age, s. 50-51 [10] Ermeni alfabesinin icadı miladi takvimle 405, Ermeni matbaacılığının ilk eseri de 1512 yılına aittir. Birinin 1500'ncü, diğerinin 400'ncü yıldönümlerinin 1913'te birlikte kutlanması muhtemelen hazırlık çalışmalarının zaman alması sonucudur. [11] Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca Batı Ermenileri, Cilt 3, 1891-1922, Pars Yayınları, 2004, s. 601 [12] M. Nuri Dersimi, age, s. 57 [13] Vahan Bayburtyan, Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan Haraperutyunnerı Badmagan Luysi Nerko (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan-2008, s. 123-125 [14] M. Nuri Dersimi, age, s. 58 [15] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (19. Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s. 202 [16] M. Nuri Dersimi, age, s. 43-44 [17] M. Nuri Dersimi, age, s. 43-44 [18] M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel yayınları, 1994, s.80-84 [19] M. Nuri Dersimi, Hatıratım, s.46 [20] M. Nuri Dersimi, age, s. 64 [21] M. Nuri Dersimi, age, 65-66 tel: 0212-243 13 63 perloda.ma@gmail.com temsilkarina ewropa: madergisi@gmx.de kızılbaş - sayfa 39 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KARADENİZ, KARADENİZ OLALI BÖYLE BİR KARANLIK YAŞAMAMIŞTIR Tamer ÇİLİNGİR testo gösterilerinde gençlerin Nazım Hikmet’in dizelerinden pankart yaptıklarını bildiren haberi ”Palikarya dünyaya Nazım Hikmet’le seslendi” başlığıyla verir. 1906′da başlayan 1919′da ise soykırıma dönüşen Pontos Rumlarına yönelik katliamlar, Hitler’e esin kaynağı olacak örneklerle doludur. Öyle ki İstanbul’dan Rize’ye kadar ki kıyı şeridinde ve bu kıyı şeridinin iç kesimlerinde neredeyse Pontos Rumlarının kanıyla sulanmamış tek bir köy yoktur. Anadolu’nun onurlu, namuslu biliminsanları, araştırmacılar nerdeyse üzerinen bir asır geçmiş olan bu soykırıma dair artık seslerini çıkarmalıdırlar. Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihçileri dışındaki tüm kaynaklar özellikle 1919 ile 1923 yılları arasında Karadeniz’de 300 ile 350 bin Pontos Rum’unun katledildiğini; bir soykırımı yapıldığını söylemektedir. tehcir Soruyoruz; 1919 yılına kadar Amasya’da bulunan 603 kiliseye, 518 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Niksar’da bulunan 135 kiliseye, 106 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Trabzon’da bulunan 127 kiliseye, 106 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Tokat’ta bulunan 182 kiliseye, 152 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Maçka’da bulunan 53 kiliseye, 45 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Şebinkarahisar’da bulunan 74 kiliseye, 55 Pontos Rum okuluna ne olmuştur? Sinop’tan Bafra’ya, Samsun’dan Giresun’a kadarki bölgedeki yüzlerce kiliseye ve Pontos Rum okullarına ne olmuştur? Bu rakamları biz uydurmadık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı olarak varlığını devam ettiren Patrikhanenin kayıtlarında var bu sayılar. Devletin resmi belgeleridir. Sadece bu veriler takip edilerek yapılacak bilimsel araştırmalarla resmi tarihin yalanları deşifre edilebilecekken, bu tür bilimsel çalışmalara izin verilmemekte, devletin arşivleri araştırmacılara yasaklanarak, yalan hikayelerle bu yaşananlar yaşanmamış gibi gösterilmeye devam edilmektedir. Bu tür araştırmalara girişenler tehdit edilmekte, Pontos Rum Soykırımı’na ilişkin söz edenler, ”Yunan ajanlığı” ile, ”emperyalistlerin maşası” olmakla, ”vatan hainliği” ile suçlanmaktadır. Ülkemizde ilk kez Türkçeye çevirilen Dido Sotiriyu’nun ”Benden Selam Anadolu’ya” adlı romanı hakkında çevirmen Atilla Tokatlı hakkında 1970 yılında ”Türklüğe hakaret ettiği” iddiasıyla dava açılmıştır mesela. Atilla Tokatlı romanda Türklüğe hakaret olmadığı, aksine Türk ordusuna övgüler olduğunu belirtince, askeri savcı ”Git işine” der, ”Türk ordusunu övmek palikaryaya mı kalmış” Bu olayı Atilla Tolatlı’dan bir anı olarak Remzi İnanç yazmış, Yaba dergisinin Temmuz-Ağustos sayısındaki ”Edebiyat ve Milliyetçilik” başlıklı yazısında. (palikarya modern Elence’de delikanlı anlamında kullanırken, Türkiye egemen sınıfları bu sözcüğü küçümseme, aşağılama amaçlı, serseri, başıboş anlamında kullanmaktadır) Rum’a, Yahudi’ye, Ermeni’ye, Süryani’ye sövmek resmi ideolojinin, şovenizmin Anadolu’da vazgeçilmez bir üslubudur. 14 Aralık 2008 tarihli Hürriyet gazetesi, Yunanistan’da öğrencilerin pro- Vartan1950′li yıllarda Kıbrıs meselesi her alevlendiğinde kalabalıkları sokağa salıp ”Kahpe Yunan, Alçak Palikarya”, ”Kıbrıs Türktür, Türk Kalacak, Kahrolsun Komünistler” diye bağırtırlardı. Pek çok kentte sık sık devlet mitingleri yapıp, ilk ve orta öğrenim çocularını uygun adımla o mitinglere götürürlerdi. Ama Türkiye burjuva medyası Yunanistan halkına hala aynı şekilde hakaret ediyor. Eh karşıdan da size ”Barbar Türk” yanıtının gelmesinden daha normal ne olabilir acaba? Hala birilerine ”Rum dölü” diyerek hakaret ediliyor. Karadeniz’de Rumca konuşan insanlarla yapılan kimi sohbetlerde, ”siz Rum musunuz?” sorularına muhatap olanlar, hakarete uğramış gibi savunmaya geçip, Türk olduklarını, Müslüman olduklarını ispat etmeye çalışıyor… Ermeni, Rum, Süryani olmanın, bugünlerde Kürt olmanın da aşağılık bir durum olduğunu sanan insanlar yetiştirdiniz. Oysa hiç kimse milliyetini seçemezdi. Ve yalan bir tarih yazarak, gerçeklere ulaşılmasını engellemek istediniz. Çünkü gerçeklerle, doğrularla yol alamayacaktınız. Tüm iletişim kaynaklarından yararlanarak yaklaşık yüz yıldır bu yalanlarınızı kitlelere anlatıyorsunuz… Kaynak: ht t p://dev r i mci ka raden i z. com/2013/09/26/karadeniz-karadenizolali-boyle-bir-karanlik-yasamamistir/ kızılbaş - sayfa 40 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Japon gazetecilerden ilanlı uyarı Türkiye'nin üçüncü Nükleer Santralın inşaatı için görüştüğü Japonya'dan gazete ilanı ile uyarı geldi. "Bir gün nükleer enerji sizi de evinizden sonsuza dek uzak bırakabilir." Türk gazetelerine ilan veren Japonlar, "Büyük risk nedeniyle ülkemizin nükleer teknoloji ihraç etmesini de istemiyoruz" diyor. Nükleer santral sahibi ülkeler arasına katılmak isteyen Türkiye'ye Japonlardan uyarı geldi. "Mahallenizden, uzak kalmak, zehirlenmek istemiyorsanız, nükleere karşı çıkın". İLANI JAPON FOTOMUHABİRLERİ VE GAZETECİLERİ VERDİ DenemeBugün Hürriyet'e verilen bir ilan dikkat çekti. İlanı veren Days Japan, Japonya'da fotomuhabiri ve gazetecilerden oluşan bir dernek. Yarım sayfalık ilan Nükleer'in zararlarından bahsediyor. Fukuşima'da yaşanan nükleer felakete dikkat çekiyor. "Fukişima'ya komşu kasaba ve köylerde yaşayan çocukların yarısının açık havada oyanmasının zararlı olduğu"nun altını çizen ilan, Nükleer Santralda her gün 400 ton radyo aktif su biriktiğini söylüyor. NÜKLEER SİZİ DE MAHALLENİZDEN UZAK BIRAKABİLİR İlanda 150 bin kişinin evini terkederek geçici barınaklarda yaşadığını vurgulayan Japonlar, Türk halkına şu soruyu soruyor: "Bir gün nükleer enerji sizi de mahallenizden sonsuza dek uzak bırakabileceğinin farkında mısınız?" NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ ETMEK İSTEMİYORUZ Türkiye'nin üçüncü nükleer santralının inşaası için görüştüğü Japon Teknolojisi ile ilgili bir uyarı var. İlanın başlığı "Japon halkı, yaratabileceği olağanüstü tehlikeler nedeniyle Japonya'nın nükleer teknoloji ihraç etmesine karşı." Japon halkı Fukuşuma Nükleer felaketinden bu yana her cuma Tokya'da Ulusal Parlamento'nun karşısına gidip nükleer karşıtı gösteri düzenliyor. (Sansürsüzhaber) kızılbaş - sayfa 41 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gazeteci Ahmet Abakay’ın yeni kitabı “Hoşana’nın Son Sözü” piyasaya çıktı. Büyülüdağ yayınları tarafından sunulan kitabın önsözünde özetle şu görüşlere yer veriliyor: “Bu kitap, Annem Hoşana’nın 82 yıl boyunca içinde sakladığı sırrı ile ilgili. Bebekliğinden beri Alevi kültürü ile yetişmiş bir insan, bir kadın, Ermeni kökenli olduğunu, 82 yıl boyunca ailesinden, çocuklarından, torunlarından, yaşadığı çevreden saklayabilir mi? Bir köy, 82 yıl ve devamında bugün, susar mı? Hoşana bu sırrı 82 yıl içinde sakladı. Nasıl olduysa o gün en küçük oğluna, bana, bu gerçeği geniş şekilde anlattı. Ertesi gün bir kaza sonucu bilincini kaybetti ve ardından öldü. Hoşana’nın bu sırrını, yaşamından bazı kesitleri bu kâğıda dökerken, kendi çocukluğuma, gençlik yıllarıma uzanma gereği duydum. Bu anıları yazarken, insanı ,” hangi sosyal ve siyasal koşullar sağcı ya da solcu yapar”a da yanıt aradım. Yaklaşık 50 yılın benim yaşamıma yansıyan politik anılarının bazı önemli kesitlerini bu kitapta sergiledim. Bu anılar aynı zamanda Türkiye’nin siyasal yaşamının da yansımalarıydı. Bu kitabın yazarı Erzincan Lisesinde Hüseyin Cevahir’in yakın arkadaşı oldu. Üniversite’de Abdullah Öcalan, karısı Kesire, halen PKK üst yöneticisi ve kurucularından Ali Haydar Kaytan’ın , Haki Karer’in yakın arkadaşı oldu. Yine Derin Devletin simgesi Mehmet Ağar ile Mülkiye’den okul arkadaşlığı oldu. Aradan geçen bunca yıl sonra farklı siyasal görüşlerde ve hareketlerde olsak bile, üniversite arkadaşlarımın kimi derin devlette, kimi dağda, Kandil’de, İmralı’da, kimi öldürüldü. Ancak bu kitabın yazarının gerçek politik arkadaşları, yoldaşları Behice Boran, Nihat Sargın, Sadun Aren, Aziz Nesin gibi insanlar oldu. Bu kitapta, Hoşana’dan yola çıkılarak, söz konusu dönemlere ve kişilere ilişkin anılara minik kesitler halinde yer verildi.” KİTAPTAN İLGİNÇ KONULAR “Hoşana’nın Son Sözü” kitabında, 12 eylül darbesinden 6 gün sonra, 18 eylül 1980 tarihli bir mektup yer alıyor. O dönemde Aydınlık gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Oral Çalışlar’ın MGK başkanı Kenan Evren’e gönderdiği mektup’ta,”En büyük devrimci Atatürk’ün devrimci mirasını en ön safta savundukları,istiklal marşımıza yapılan saygısızlıklara karşı kararlı tutum sergiledikleri”, ayrı- ca” MGK’nın ilan ettiği amaçlarının gerçekleşmesi için hayatını dahi seve seve feda etmeye hazır oldukları” vurgulanıyor.Oral Çalışlar,"12 Eylül'ün Kemalisti" olarak anılıyor. 3 sayfalık bu mektubun tam metni kitapta yer alıyor. Kitapta,yazarın Erzincan’da Orta okul öğrencisi iken ilk (platonik) aşkı, 12 yaşındaki Seher’in nasıl öldürüldüğüne de yer veriliyor Erzincan Lisesinden arkadaşı olan Hüseyin Cevahir ile ilk toplumsal eylemlerinin anlatıldığı kitapta, Abakay’ın 1975’ te yeniden kurulan TİP üyeliği süreci, Aziz Nesin’in öncülük ettiği Aydınlar Dilekçesinde yaşananlar ve evinde yapılan açlık grevi de anlatılıyor. Hoşana’nın Son Sözü’nde, yazarın üniversiteden yakın arkadaş- lıkları olan PKK kurucularından ve halen Kandil’de üst yönetici olan Ali Haydar Kaytan ile devrimci hareketin simge isimlerinden, öldürülen Haki Karer’in SBF bahçesinde 40 yıl once Abakay ile birlikte çekilmiş fotoğrafları da bulunuyor. Yazarın gazeteciliğe nasıl başladığı, Bülent Ecevit, Ünsal Oskay,Fatoş Güney, Mümtaz Soysal , A.Taner Kışlalı,Türkan Saylan, TBKP liderleri Haydar Kutlu ve Nihat Sargın ile ilgili anıları da kitapta yer alıyor. 12 eylül 1980 darbesinin ardından, bu darbeye ve uygulanan baskılara karşı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde düzenlenen protesto amaçlı konferanslara konuşmacı olarak katılan yazarın bu toplantılara ilişkin ilginç notları da kitapta anlatılıyor. kızılbaş - sayfa 42 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KURTİYEK Jİ DÎROKA ÊZDÎTİYÊ Û HİNEK AGEHDARİYÊN Lİ SER CÎH-WARÊN ÊZDİYÊN KU Lİ BAKURÊ KURDİSTANÊ DİMAN...................................Kemal Tolan Li goriya dîtina min, gava meriv dîroka xwe ya kevn baş nas neke, meriv nikare dîrokeke nû jî rast baş biafirîne. Her çiqas hinek dîrokzane û lêkolînvanvên di dinya yê de pir bi navûdengin, di nav lêkolînên xwe yên li ser mirovatî, mîtologî(qewl, duha, beyt, sed û hed), ziman, civak, çande, xak, stêrk, efsane, destan, çîrok û akademînasînê de li ser afirandina dinya yê rawestiya bin jî, tu kesî nikarîbuye-nikare vê kuraya ku di nav baweriya ilmê(zargotina) Êzdîtiyê de hatiye gotin û vêga hêjî tê gotin, „di kaînat û dinya yê de Xwedê yek heye. Gava Milyaketan li ber heyiya Xwedê, kaînat û dinya ji bona berjiwendiyên giyanderan xemilandine, ewan hingê pêwîstî bi alîkariya tu beṣer anjî pêxemberan tûnebû ye. Xwedê û Milyaket vêga hêjî ne hewceyî alîkariya tu qazid anjî hêza giyanberên ku wan bi xwe ew afirandine. Xwedê û Milyaktan baṣî û nebaṣiya jiyana giyanberan(ne ya mirovan tenê) ji kiryarên wan ra hîṣtine “ ṣîrove bikin. Lewma ez jî dibêjim, xêr û ṣerên mirovan di dilê mirovan de ye. Gava kî ji bo Xwedê be, Xwedê jî ji bo wî/wê ye !. EZDAHÎTÎ maka hemû mîtologiyên xwezayî û pirtûkên pîroz e!„*1. Bêguman, mîna ku di nav zargotina Êzdahîtiyê de hêjî tê gotin, „haveynê dinya ji aliyê XWEDA ve hetiye meyandin û heta niha dû tûfan li ser kaînat-dinya yê çê bûne.“ Wisa gelek ji dîrokzane û lêkolînvanên hêja jî, di nav lêkolînên xwe yên pir watedar de didine xwanê ku; “ şarîstaniya mirovatiyê ya berî û piṣtî tûfanê li serê çiyayên Kurdistanê dest pêkiriye. Erdnîgariya Kurdistanê dergûṣa afirandina gelek tiṣtên çandinî û mîtologiyên xwezayî ye….*2“. Lewma ez jî li goriya zanîna xwe dibêjim -ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya ye *3. Ji xwe di dîroka hatî guhastin de jî tê xwanê kirin ku, dagirkerên welatê me, carnan jî bê hemdî xwe mecbûr bûne ku, di nav hinek dokûment û lêkolînên xwe de, mîna ku di zargotina bav-kalên me de hatî gotin bibêjin, tevaya çiyayên li ser axa Mezopotamiya yê hene, “heta 2000 sal berî zayînê ciyê wergehên Hîtît, Gutiu(miroven cengawer), Gutyu, Gardu, Kardu, Kurdu, Halti(*4 bi xwe jî di rûpelê 45 de dibêje: -ev Êzdî bûne-, Haldi û hwd. Wekî dinê jî,“ di hinek dokumentên li ser dîroka Med, Fariziyan û lêkolînênvanan li ser dîwarên hinek şikeft-zinarên li derdora Wanê dîtine de didine xwanêkirin ku, tevaya serê çiyayên Kurdistanê ciyê kevneşopiya Mîtologiya Haldî(Xalti)ya ye. Çewa tê zanîn, min jî di lêkolîna xwe ya bi navê Em Kurd tev mina sęvęn ji darekę ne *5 de mîna gelek ilimdar, dîroknas, nîvîskar, rewşenbîr û rojnamevanên navdar zelal daye xwanêkirin ku gotina miletê Xaltî anjî „Kaldî“, „Xaldî“, „Xalidî“, „Haldî“, „Halidî“, „Alarodî“, „Khaldî-Xaldi“, „Xalid“ û whd., ji wexta dewleta Hurriyan tê. Weke ku di nav hinek rûpelên dîroka derbasbuyî û zargotina me de tê xwanê kirin, gava mîtîngehker hatine Kurdistan bi şûrê zorê dagir kirine pêve, êdî ewan bi alîkariya hinek olperest- begên Kurdên paşwerû û şêwirdarên Ewrûpayiyan, tovê bêtifaqî û neyartiyê jî berdane nava civaka Kurdî ya herî qedîm. Lê, XWEDA ṣada ye ku, piraniya bav-kalên me ÊZDIYAN di her wextî û di her cîhê ku lê jiyane de, li himberî zilm û xezeba mîr, beg, axa û artêṣên dagirkeran li ber xwe dan e, ew teslîmî wan kevneperest, olperestên fanatîk, bêbext, nijadberestên xwînxwar û hovane nebûne. Lewma divê em ŞARİSTANİYA KU ÊZDİYAN Lİ SER ERDNÎGARİYA KURDİSTANÊ DESTPÊKİRYE NASBİKİN Û BİPARÊZİN! (û*6) Hinga dagirkeran Kurdîstan bi peymana Qesra Şêrîn (di sala 1639de) cara yekemîn perçekirine, hingê jî bav-kalên me Êzdiyan gelekî li dijî vê perçekirina Kurdistanê derketine. Lê, bav-kalên me Êzdiyan, êdî ji ber talankirin, şer û êrîṣên dagirkerên Kurdistanê nikaribûne azadiya xwe biparêzin. Ew mecbûr bûne di nav welatê xwe de, mîna me yî vêga cîh û warên xwe timî li goriya rewṣa desthilatdarî, aborî, astengî, sar û germiya xweza(hewa)ya herêma ku lê jiyan dikirin bi guhêzin. Min di nivisînên xwe yên ku hatine belakirin de jî gelek caran gotiye „ Piraniya çîrok, mesele, ayet, lêkolîn, berhem û kızılbaş - sayfa 43 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hemû dîroka ku alim, zane, nivîskar, partî û rêxistinên dagirkerên Kurdistanê li ser dîroka netewa Kurd û bi taybetî jî yên li ser Êzdiyatiyê nivîsandine anjî gotine qet bi kêr nayên. Agehdarî û zanîna me kurdan li ser dîroka kurdayetiyê û rewşa cıvakan êzdiyan pir lewazin *7. Ez li virê dîsa lavan ji ilimdar, alîm û dîrokzanên me Kurdan dikim û dibêjim, îro ji her rojê pêwîstir tê xwastin ku hûn jî bi yekîtî, ilmî, zanistî û bêtirs ji me welatperwerên Kurd ra bibêjin, ka maka bawerî û dîroka me Kurdan ji Ezdahîtî, “Gutî”, “Sumerî”, “Arî”, “Oryantalîstên Îranî”, “Hînt-Awrûpî”, “Kardu-Karukî”, “Urartî”, “Medî” anjî ji “Ereban” li kurê û kengî destpêkiriye? Li goriya agehdarî û zanînên ku min ji nav zargotina me Êzdiyan û ji nav hinek çavkaniyan berhevkirine, hinga ku Êzdîxan ji Êzdiyan dagirtî bû û sînor ne ketibûne nava Kurdistanê, hingê Êzdî di nava Mezopotamiyayê û bi taybetî jî di nava Kurdîstanê de bi serhevûdin ve, bi hêsanî çûne û hatine. Lêkolîn didine xwanê ku, pêşiyên me “Kurdên Resen” çande û netewiya xwe di nav mîrgehên mîna: “Mîrgeha Şengalê(mirê wê Şerfedîn bû.), Mîrgeha Helebê(mîrê wê Şêx Mend bû), Mîrgeha Soran( mirê wê Şêx Mhmedê Batinî bû), Mîrgeha Herîrê( mirê wê mîr Hesin Meman bû), Mîrgeha Tewrêzê(mirê wê Şêşimis bû) , Mîrgeha Diyarbekir( mirê wê Şêxubekir bû.), Mîrgeha Badînan yan Amêdiyê( mirê wê Amadîn bû.)*8:a- rûpel 21 û b- rûpel :4)" de parastine. Tiştê ku ez dizanim, êdî tu kes ji me hew dikare bi tam temamî bibêje, ka bav-kalên “Kurdên Resen”ji xeynî serê çiyayên Mezopotamiya, Asya û welatên Ewrupa yê pê ve, bi kûdera dinayê ve heribî ne. Li goriya zanîna min, Êzdî vêga hêjî li nava herêma baṣur-rojavayê Kurdistanê (li Sûriyê dora 25.000 kes), başûrê Kurdistanê(li bakurê Îraqê dora 700-900 hezar kes), rojavayê Kurdistanê (Îranê ?), di nav gelek welatên Sovyeta berê de (li Ermenistanê- dora 40 hezar, Azerbaycanê dora 20 hezar, Gurcistanê dora 20 hezar, Rûsiya dora 30 hezar, Ûkranîa û hwd.) û li bakurê Kurdistanê (li Tirkiyê dora 500 kes ), li Ewrûpa(Almaniya dora 30-40 hezar, Şivêdê 4000 kes, Belçika, Holanda, Denemark û hwd.) de dijîn. Li goriya ku min hinek agehdarî ji nav zargotina me Êzdiyan û ji ber hinek lêkolînan tomarkirine, Êzdiyên ku li bakurê Kurdistanê diman, heta sedsala 19 an jî li nav van mîreghan de mabûn(*9) : „ Mîrgeha Xaltiyan û Bota (Sêrtê) 1. Mîrgeha deşta Diyarbekrê 2. Mîrgeha Riha- Urfa yê 3. Mîrgeha Cizîrê û Mêrdînê 4. Mîrgeha Hekkariyan û Serhedê (Qars) 5. Mîrgeha Mereş, Nizîp, Meletê û Kilîsê HERÊMÊN MÎRGEHA XALTÎ Û BOTİYAN Eşîrên Êzdiyên Xaltî û Botî ya li derûdora wilayeta Sêrtê û Batmanê diman. a - Êzdiyên ku li derûdora Mîrgeha Xaltiyan, ji wan re dibêjin Xaltî (Tenê Êzdiyên li vê heremê dijiyan re dibêjin Xaltî. Eşîrên wekî olên, Musilman û.hwd. nabêjin "em Xaltî ne.") b - Êzdiyên li derûdora Bota, ji wan re dibêjin Botî anjî Basî. EŞÎRÊN Dİ NAV MÎRGEHA ÊZDİYÊN XALTİYAN DE DİMAN EV BÛN 1.Xendeqî, 2.Qizilî, 3.Neqîbî, 4.Angosî, 5.Bisiyan, 6.Bletinî, 7.Emeran, 8.Mamereş, 9. Basa, û whd. 1.XENDEQÎ Warên Êzdiyên Xendeqî Ji çiyayê Bûzêrî ya û ji ber ava Heskîfê (Hesenkêfê) heta pira Batmanê û ji ber ava çemê Delan ji milê rastê heta Kêl û Midêwrê (Ridwanê). Heta dema petrol li çiyayê Reman derneketibû û heta navên Kurdî di sala 1934'a de ne hatibûne guhastin, Kurd û Êzdiya ji van war û çiyayên di nav herêma Heskîf û Batmanê re digotine "Çiyayê Xendeqiyan." Hinek ji Bavikên Xendeqiyan yên hêjî hene ev in: Himeydî, Axikî, Reşî, Geverî, Veysikî, Îdikî, Qadoxkî, Kaşaxî û whd. Navên hinek gundên ku Êzdiyên Xendeqî lê diman ev in: Baherziq, Dêrikê, Memika Pêşîm, Sîxura Barisil, Feqîran (Pîrê Zeynîka), Mezirka, Şahsim Basorkê, Gêdûk (Kaşaxî), Mirdêsî, Şêhê kızılbaş - sayfa 44 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bazbût, Bazîwan, Bêdalê, Çinêriyan, Girê Reş, Keverzo(Êz.Fil.), Korik (Êz.Fil.), Malê Biniyê, Mizareşê, Qulibdor, Sîlexer, Sinê(Bakuftê), Şêkestekê Şimzê Zercil (Êz. Fil.) Zêwa Mîran (Ziyaretbû û Feqîr tê de bûn) Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min lewma navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. Em dizanin, niha jî di destên Ezîdiyan de Tapo (qoçan) yên gelek gundan hene û herkes jî dizane ev êrdan erdên kê bûne. Lê ji ber ku hemû navên wan di kûtukan de hatine guhastin, êdî Êzîdi hew karin di rêya qanunan de dawa milk û talanên xwe bikin. 2.QİZİLANÎ Warên Êzdiyên Qizilî Ji ber Ziyerata Şêxevindan û Awîskê (ku li ber Çemê Delan e) li ser milê çepê heta diçe Bilwerîs (Çêlikê Eliyê Remo û Ridwanê) û heta diçe Çiyayê Xerzan (Gurdilan û Bîrika Kurêdiyê) . Hinek navên bavikên Qiziliyan ku hêjî hene ev in: Amerkî, Metînî, Takorî, Şemsikan û Bavbina û whd. Navên hinek gundên ku Êzdiyên Qizilî lê diman ev in: Aşik,,,,,,,,,,,,,,,0, Girê Çelo,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,Ridwan,,0,,,,,,,,,,,,,,,, Xindûka Bêleka ,,,,,,,,,,,,,,,, Hemdûna,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,, Sulan,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zengav Bêtam Kanî ,,,,,,,,,Sorkê (Pîr.Hesmanan),,,0,,,,,,,,,0 Terno ,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zêwika Şêxan Bîrka Kurêdiya,,, Kelemaran,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,, Şêx Osel,,0,,,,,,,,,,,,,,, Zorava Cim Sarîbê,,,,,,,,0, Kuşana ,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,,Şêx Ûnis,,0,,,,,,,,,,,,,,, Zuxêr Cimzeq,,,,,,,,,,,,,,,0,Marîpê,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,0 Şêxevinda Xe.,,,0,,,, Qinask Feqîrê Ormaxal Darosel,,,,,,,,,,,,,0, Mêrga Êlî,, ,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,,, Wahzdê,,,0,,,,,,,,,,,,,,, Dêra Hemzo (Metînî) Dûsadek,,,,,,,,,,,0, Milêha (Gund.Kîr.Şêx Mîrza),,, Xanikê,,0,,,,,,,,,,,,,,,,, Şikevtê Emer (Metînî) Ênxala,,,,,,,,,,,,,,,,, Qumaro,,,,,,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,, Xindok,,0,,,,,,,,,,,,,,,,, Duşa (Metînî) Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. 3.NEQÎBÎ (REŞKOTÎ) Warên Êzdiyên Neqîbî Ji çiyayê Qozlix- Gaza Kursî- hetanî ber Sîlvanê (Tepa Berava û Pira Mala Badê) û Bekir-Şêx Doda. Hinek ji bavikên Neqîbiyan yên hêjî hene ev in: Şedikî, Şewrikî, Mehemedkiyê Rêza Gundî, Mehemdekiyê Dermankî, Pîvazî, Kavarî, Dirbêsî, Denî(Di zargotinên me de jî tê xuyanê ku Denî eşîreke kevn û bela ne. Gelo çi girêdan di navbera vê eşîrê, ya heremên deşta Herrana Sûruc û Nizîpê, deşta Wêranşehirê, deşta Qiziltepe û Dêrika Çiyayê Mazî, deşta Amedê û yên li Xaltiyanê de hene?), Berekî (Herêma eşîra mala Çelikê û mala Zirçî Axa lê diman re tê gotin) û whd.. Hinek ji navên gundên ku Êzdiyên Neqîbî lê diman ev in: Alavê,,0,,,,,,,,,,,Enapê,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,0 Gaza Kursî 0,,,,,,,,,,,,,,,, Şêxevinda (Ziyaretbû) Apka,,0,,,,,,,,,,,,Germik,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Kela Şêxevindan 0,,,,,, Tapoyê (Tapî) Awîska Êlî,,0,,,Gozel Derê(Güzeldere),,, Kelhok 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Texerî Awîska Omo,,,Gundikê Golo,,0,,,,,,,,,,,, ,, Kurtikê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zivingê Bîmêr,,0,,,,,,,,,,,Hecir,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, ,Liçkê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Baximiz ( Berekî-Çelkê) Bolindê,,0,,,,,,,,Helwîk0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Malegir 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Baximiz ( Berekî-Çelkê) Cerdeka,,0,,,,,,,Herfasê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mêrîna 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Cinesker ( Berekî-Feqîr) Darabiyê,,0,,,,, Hêshêsê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîlka 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Dumbêşkê ( Berekî) kızılbaş - sayfa 45 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dela,,0,,,,,,,,,,,,, Hethetkê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Newalê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êynkerm ( Berekî-Feqîr) Dêra Qêre,,0,,, Hiznemîr0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qorix 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êzika Jor ( Berekî) Dirbêsa,,0,,,,,,, Kaçka0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qubîn 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êzika Xwar ( Berekî) Eco,,0,,,,,,,,,,,,,, Kara Xwê Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min lewma navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. 4.ANQOSÎ Warên Êzdiyên Anqosî Li rêya Awîskê-Qurtelanê heta Sêrtê û Geliyê Bitlîsê. Paytextê Anqosiya Koçika Gûmêrdî bûye. Hinek ji bavikên Anqosiyan yên hêjî hene ev in: Batranî, Reşî, Canikî, Dena, Stûrkan û whd. Navên hinek gundên ku Êzdiyên Anqosî lê diman ev in: Li gorî zargotinan, berê 67 gundên Anqosiyan hebûn. Başûra 0,,,,,,,, Daqotê (Gundê Şêx Mîrza ye ) 0,,,,,,,,, Kezerê0,,,,,,,,, Berhurik Ênapê0,,,,,,,,,,, Sewdîq (Denî)0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,,,,, Betran0,,,,,,,,, Gumerdê Sorik0,,,,,,,,,,,,, Bey Satûn0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,, Kelhok 0,,,,,,, Xişêna Canika0,,,,,,,,,, Zozanê Şêrînê Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. 5.BİSİYAN, 6.BLETİNÎ, 7.EMERAN, 8.MAMEREŞ Nivîskarê Ereb S.Balucî, di sala 19000 de çûye li nav heremên Êzdiyên bakurê Kurdîstanê geriya ye û li ser rewşa Êzdiyan nivîsiye. Wê demê de li ser van eşîrên Êzdiyên Xaltiya gotine: "Ev eşîran Bisiyan, Bletinî, Mamereşa (civata Mamereşa) li Aqçeqelê bû (2:320)", "Emeran a berê Êzîdi bûne, lê ew vêga li herêma me de heliyane û nemane (3)" 9.BOTA (BASA) Warên Êzdiyên li Basa Êzdiyên Basî, li der û dora Sêrt û Eruh (Dêhe) bûn. Dîsa: "Gundên Êzdiyên Basî, dikevine nava wêlayeta Sêrtê li herêma Qeza Dihê (Erûhê) û çiyayên Keverê heta ava Mîrgeha Botanê. Pêşiyên Basa ji Xalta (ji Neqîba) hatine Bota û dema fermalû dibin dîsa hinek ji Basan xwe li Xaltan girtine.(4:32-38)" Hinek ji navên eşîrên Êzdiyên li Bota ev in: Şedikî, Basî, Hewêrkî, Dinbilî (Tarîxa vê eşîra Êzdiya ye kevn û sereke diçe digîje wextekî dûr, "di destpêkê de mîr eşîretên Dinbilî girêdayî dînê batinî yê Êzîditî bûne (2:325) û ya rast ev e ku eşîreta Dinbilî û Mehmûdî gelek kevin de ji Cezîrê derketine (2:158)." û whd. Hinek ji navên gundên ku Êzdiyên Basî lê diman ev in: Berî fermanê Basiyan (14.5.1916), gelek gundên Êzdiyên Basî hebûne û Di wexta fermanê sala 14.5.1916 de, 350 heta 400 evdên Êzdiyên basa hatine kuştin. Basa Êzdiyan, Basa Siloyê Ferho, Butara û whd. MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DEŞTA DİYARBEKİRÊ Warên Êzdiyên li derûdora Amedê Êzîdî li herêma bajarên Farqînê, Bismilê û Çinarê diman. Hinek ji navên eşîrên Êzdiyan ku li derûdora Amedê diman ev in: Xendeqî, Qizîlî, Neqîbî, Suhanî, Baravî, Dawudî û whd. Navên hinek gundên Êzdiyên ku li derûdora Amedê diman ev in: Asinc,,,,,,,,,,, DikênîMele,,,,, ,,,,,,,,,,,,Eliyê Xwarî,,,,, ,,,,,,,,,,,, Qozel Şêx Başko,,,,,,,,,,, Diş,,,,, ,,,,,,,,,,,, ,,,,, ,,,,,,,Melkîş,,,,,,,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,,Sarê Hisseyin Baxçeçik,,,,,x Girhebeş,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,Merkotatê ,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, SAlman Bosbar,,,,,,,,, Heyderqul,,,,, ,,,,,,,,,,,,,Mezirê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Seydekê Caferkê,,,,,,,, Kaci Xaskê,,,,, ,,,,,,,,,,,Misilmanî,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sînanê Celebdar,,,,,, Kanîsipî,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,, Mîr Qûliya,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, Têlabûş kızılbaş - sayfa 46 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çemê Reşa,,, Kelemo,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîrza Bega,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, Şêx Çopanê Çetelê,,,,,,,,,,, Kifrê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Perîşanê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tilhebeşê Cilibdar,,,,,,,,, Koçik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qarqartik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tirbesipî Dareqol,,,,,,,,,Meforatê ,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Qerepal,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tawisî Dawidiyê,,,,,,Melcabir,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Qipik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qencoxas Dêrik,,,,,,,,,,,,, Mele Eliyê Jorîn,,,,,,,,, Qizilê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîr Êliya Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DERÛDORA RUHA (URFA)YÊ Warên Êzdiyên li wîlayeta Ruha yê Li herêma Bozova (heliyane), Nizîpê (heliyane), Suruc (heliyane), Sêwerekê (heliyane) û li Wêranşehîrê (mane). Navên hinek eşîrên Êzdiyan ku li herêma wîlayeta Ruha yê diman ev in: Şerqiyan (Merwanî, Bilikî, Hadiyan, Qopanî, Torinî(turunan), Suanî, Şengalî, Gergerî û whd.), Mastekî, Dawudî, Dena an jî Denî, Xaltî û whd. “Navên gundên Êzdiyan ku li derûdora Surucê yek jê Mes Hacerk e û yên li derûdora Bîrecikê jî Gundê Zak û Qostan e. (17:272)” Navên hinek gundên Êzdiyan ku li derûdora Wêranşehîrê diman ev in: Axmastê,,,,,,,, Girê Sirt,,,,,,,,,,,, Krinko,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,, Qizu açik Axmazut,,,,,,,,, Hilhêlî,,,,,,,,,,,,,, Nakt,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,,,,,, Suhaniya Baluc,,,,,,,,,,,,,, Hecî Zêdê,,,,,,,, Minminîk,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,, Tiltirîq Başko,,,,,,,,,,,,, Îşxênê piçûk,,,, Mozana,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Xerbê Ariyê Birc,,,,,,,,,,,,,,,,, Îşxênê Mezin,,,, Mozikê Êzedîn,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,,, Xerîbê Bicanik,,,,,,,,,,, Kerma çem,,,,,,,, Mozikê sûrûciyan,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,, Xirbekoyu Çarçana,,,,,,,,,, Kerma Zoro,,,,,, Oxlakçî (Gundê Dewrêşê Êvdî),,,, Xirbê Belek Festeqê,,,,,,,,,,, Kevirbelê,,,,,,,,,, Qorî ,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,, Yaban Gedê Kato,,,,,,, Kindor,,,,,,,,,,,,,, Qozberî,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,,, Zewran Gedê Naso,,,, , Kimdor,,,,,,,,,,,,,, Qesra Hisseynî Qenco. Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ HERÊMA CİZÎRÊ Û MÊRDÎNÊ Li ser rewşa eşîrên Êzdiyên li herêma Cizîrê (Bota) gelek nivîskar û lêkolînvanan jî weke zargotinê me gotine: "Gelek ji eşîrên li derûdora Cezîrê (Bota) diman, heta sala 639z ku hêja Îslamî qebul nekiribû ne, ew tev Êzîdi bûne. Li bajarê Cezîrê û derûdora wê, gelek keleyên sipehî û navçeyên balkêş hene. Di Nehiya Gurgilê de, li derûdora Çiyayê Cûdî de heft eşîrên mezin hebûne, sisê ji wan eşîran: Niwidkawun, Şoreş û Hîwdil eşîrên Êzdiyan bûn. Di Çavk.2 rûp:156 - 184 an de, navên gelek eşîrên Êzdiyan dinê jî hene. Gelek ji van eşîran heliyane û nemane. (2:156- 158) " ÊZDİYÊN Lİ ÇÊLKİYA "Bingeha Êzdiyên Çêlka digîji Mîrekên Cizîra Bota. Li ser fikra ku "hemû beglerê Cizîrê bi xwe jî, Êzîdi bûne(2:156)". Çêlkanî ji du heremên Êzdiyan re tê gotin: 1. 2. Êzdiyên Qûlika (Çolî- anjî Êzdiyên Qelaçê Dasika) Êzdiyên Torê (çiya). 1.ÊZDİYÊN Lİ QÛLİKA (ÇOLÎ) Berê ew li derûdora Cizîrê, Silopî û heta van demên dawî jî li derûdora Nûsaybînê diman. Warên Êzdiyên li Qulika Gava mirov li ser sînorê Tirk û Suriyê; ji gundê Hacîlo derkeve here Şamaxê, ji vir here Geliyê Pîra (Mezrê), ji vir here Rebena Bagilş (Kîwexê), ji vir here Bahminê, ji vir here Ewşê hete Badîbê, ji vir jî here Bîrgurya û Bagokê, here Qesra Belek û cardin vegere were Hacîlo. Ev hereman warên Êzdiyên Qulika bûn. kızılbaş - sayfa 47 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Eşîrên Êzdiyên Qûlikan ku hina hene ev in: Şêxê Berhokê, Bahcolî, Kelikan (Behminmî, Êvşî, Mihokî, Kîwexî), Dasikan (Berê li bîstûşeş gundan hebûn û pîrê wan ji binemala Pîr Eli ye), Hewêrî (eşîreke Kurdi ye, ne tenê Êzîdi her wisa Xaçparêz û Musilman jî hene), Seydokî û whd. Navên hinek gundên Êzdiyên ku li herêma Çoliyan diman evin: Ahcîlo,,,,,,,,,,,,,,,,Geliyê Kelê ,,,,,,,,,,,,,,,Mitwana Jor ,,,,,,,,,Şahrata Bamil,,,,,,,,,,,,,,,,,, Geliyê Pîra,,,,,,,,,,,,,,,,,Mitwana Xwar,,,,,Şekrîn Baqurdan,,,,,,,,,,, Geliyê Sora,,,,,,,,,,,,,,,Pelaşû,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Şemqî Bazar,,,,,,,,,,,,,,,,,, Hebnat,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Pûlme,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Şûşaniya (Ewta) jorîn Berhok,,,,,,,,,,,,,,,,Kemîna,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qesira Belek ,,,,,,,,,Şûşaniya (Ewta) xarîn Bêzdana,,,,,,,,,,,,, Kengelok,,,,,,,,,,,,,,,,, Qubika,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Tilê (Ziwing) Birguriya,,,,,,,,,,, Kirşê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qulika,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xanika Şêxan Dîrpû,,,,,,,,,,,,,,,,,,Kunar,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sêlwan,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xastû Efsê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mezrê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sêwilîtik,,,,,,,,,,,,,,,,Xirbê Cinatê Êlîn,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mezrêya Rebena,,,,,, Spîwaniya Gelî,,,,,Xirbê Remê Evşê (Avşîn),,,, Mişawil,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tellê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xirbik Fisqîn,,,,,,,,,,,,,,,, Temeling,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zirîqa “ Piştî ku Êzdiyên ji eşîra Dasikan, demeke dirêj li dijî Osmaniyan şerkirin, mecbûr bun dev ji gundên xwe berdin û vêga kurdên musilman di gundên wan de dimînin. Navên hinek gundên Êzdiyên Dasikî ku li derûdora Îdil(cezîrê), Nuseybîn û Midyatê bun ev in: 1.Çemerlo, 2.Kengerlo, 3.Hacilo, 4.Kemine, 5.Serwan, 6.Xerbê Qandikê, 7.Kêrwan, 8.Mezra Sehîda, 9.Bêzdan, 10.Geliyê Pîra, 11.Geliyê Kelihê, 12.Şuşaniya jêr, 13.Şuşaniya jor, 14.Bazar, 15.Kunar, 16.Zirîq, 17.Balkurdan, 18.Kasirbeler, 19.Mitwêna jêr, 20.Mitwêna jor, 21.Fisqîn, 22.Qolika, 23.Xirbê Cinata, 24.Xirbêh Ramê. (19:48)” Ji ewqas gundan, îro çend kesên Êzîdi tenê di gundê Mezrê de mane. 2.ÊZDİYÊN Lİ TORÊ Êzdiyên vê heremê li derûdora Mêrdînê, li Midyadê û Kercewsê diman. Warên Êzdiyên li Torê Êzdiyên li Torê, heta van salên dawiyê di navbera van gundan de dijiyan: Gava ku mirov ji gundê Bacinê derkeve ber bi rojhilat ve biçe gundê Quzrê, Xêrbê Pêbinêrê, Bizê, Badibê, Kîwexê û ji vir jî cardinê were Bacinê. Hinek navên eşîrên Êzdiyan ku li Torê diman û niha jî hene ev in: Botoka, Heloka (Eynoka), Misurka (Musurka-Musuka-Musana), Nasirkî, Bahcolî, Mala Teyêr, Dekşorî, Zeynikî (Zeyna), Şeroka, Çomerka (wêga kesên Êzîdi ne mane), Şivqetî, Simoka, Salîhkan, Hewêrkî, Botî û whd. Hinek navên gundên Êzdiyan ku li Torê diman evin: Bacin,,,,,,,,, Kefnas,,,,,,,,, Taqa ,,,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Sifelî Baqîk,,,,,,,,, Kîwex,,,,,,,,,,,, Xeraba ,,,,,,,,, ,,,,,,,,, Badib Bizê,,,,,,,,,,,, Koçan,,,,,,,,,,, Xirbê Bênêrê,,,,,,,,, Bizênka Cefan,,,,,,,,, Mizîzexê,,,,,,,, Xirbê Hûrîka,,,,,,,,, Bizêziyê Cixsan,,,,,,,,Nemîrdan,,,,,,, Xirbê Reş,,,,,,,,,,,,,, Qûbanê Dêrwan,,,,,, Qûbika,,,,,,,,,,, Xirbê Xelo,,,,,,,,,,,, Hevindeka Kasiya,,,,,,, Qudbê,,,,,,,,,,,,, Yucan,,,,,,,,,,,,,,,,,, Gozikê Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min navên gundan yên bi Tirkî ne nivîsandiye. MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ HERÊMA HEKKARÎ Û SERHEDÊ Warên Êzdiyên li Serhedê Li nav û derûdorê bajarê Wan, Tendûrek, Alazix, Qers, Îxdir, Muş, Bedlîsê, Bazîdê, Sarikamiş, Karakose, Axrî, Varto, Ardehan, Patnos û.w.d. Lêkolînvan jî dibêjin: "Piraniya kurdên Soviyetê ji Tirkiyê; Beyazîd, Bitlîs, Mûş, Diyarbekir, Êrzûrûm, Qers, Îxdîr, Mardîn, Wanê û gundên dorberê wan hatine. (5:34-35)" “Hejmara eşîrên Yezîdiyên li derûdora Beyazitê 1800 malên.(18:209)”. Navên hinek eşîrên Êzdiyan ku li Serhedê diman ev in: Çavkanî didine xuyanê: "Dîroknivîsekî Kurd bi nav û deng Melle Mehmûdê Bayazêdî, di sedsala 19'êde, di derheqa Êzdiyan de weha dinivîse: "Jimara teyta Êzdiyan gelekî pir e; kızılbaş - sayfa 48 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 a) Eşîrên wanî li wîlayeta Beyezîdê ev in: Husenî, Şasakî(Kaşaxî), Çux Reşî, Kele Sorî û Desinî. b) Li wîlayetên Wanê û Mehmudî ev êlên Êzdiyan dijîn: Barvî, Reşî, Şendakî, Başamî, Şanda Sorî, Kurtakî, Darkazinî, Botekî û Hurî. c) Li Muş û Bedlîsê ev tayifên Êzdiyan dijîn: Çakoyî, Avokî, Akusînî û Bellî. (6:20)" Li gorî zargotên me, eşîrên Êzdiyan yên ji mîrgeha Çolemêrgê heribîne nav Êrmenîstan û Gurcîstanê û hêjî hene ev in: "Eşîran Hesenan, Ev di salên 1820 -1830 de ji Eyntaba Serhedê fermalû bûne çûne nava Ermenîstanê; Gundê Şamrane. Îro hêja jî nêzîkî 300-350 malî lê dijîn. (6:16)" Sîpikî: "Dema Justin Parkins`tî di sala 1837 de ji Urmiyê diçe here Erzuromê, ew hingê li başûrê çiyayê Agriyê û li tevayiya derûdora çemê Firatê rastî eşîra Êzdiyên Sîpikî dibe.(9:141)" "Eşîran Sîpikan, ev heta sala 1914'e jî li Întabê (Eyntabê) gundên weke: Xanik, Esmer, Melle Şemdîn, Tutek, Bedboriya û çend hebên dinê gundê Êzdiyan bûn. Dûre Sîpikî ji vir jî femaludibin têne Qersê. (6:7 û 6. tevayî." "Eşîran Bazifiya, li Wanê li gundên:Şemsedîn, Qerkend, Dêcad, Unî û Êynzafê bûne. Eşîran Reşa li Beyazîdê, li Qeza Mahmudî hingê 2500 nefer bûne.(7)" Ev eşîran Şêxên Şêxûbekiriya ne. Qilka, Zuxirî,Torînî, Mendikî, Hewêrî, Şemsika, Dasinî, Cibran, Şerqî (Şêxên Şêxûbekirî), Mendorî, Reşî, Çaxreşî, Musêsanî, Rojkî, Xaniyan, Anqosî, Mahmûdiko, Mantacî, Memreşî, Gerdenzerî, Pîvazî, Belî, Beravî, Suhanî, Qoçî, Lokî, Selmîkî, Pirpirkî, Remoşî, Dawudî, Budî, Bikî, Mastekî û whd. Siltanên dewleta Osmanî, çiqas xwastine derheqa Êzdiyan de malûmeta nedin, lê dîsa jî mecbûr bûne. Dema ku wan lêkolîn û dokument li ser dîrok û çanda bajarê Wanê nivîsandine, mecbur bûne bahsa Êzdiyan bikin û wan kiryarên xwe veşêrin. Lewma jî ew timî "weke gurê xwe bixe eyarê pez" xwe dixine gelek şiklan û îro jî di çapemeniya xwe de bahsa netew, ol, cîh û warên me Êzdiyan dikin û weha dibêjin: " Di dema berî sala 1591'ê de 18 eşîrên mezin li Wanê û derdora wanê hebûn, lê belê îro ne mumkun e ku meriv rastî navên wan hemuyan bê. hinek çavkaniyan eşîrên li derdora wanê weha birêzkirine: Mahmudiyan: Êzdiyê li derdora Hoşabê, Dumbliyên Bohtî, Êzdiyên li deşta Sekmenê, Mam Reşan, li Hoşabê, Bazuki, li Ercîşê, Bradost, Tirgeverê, Rujikî, li her deverî, Eşîra Şîkan: Reşi, Baravî, Mendekî, Bele, Kurtî, (Ev Tev Êzîdi ne), Şikak, Dakurî, Şevlî, Ademî, Şemsikî, Mukrî, Livî, Sî Çarikî. Eşîra Ertuşî (Hertoşî): Weke Gevdan, Giravî, Zirkî, Eşîra Dunblî (Zaza): Çarik, Hormik, Lolan-Haltî, Hatî, Eşîra Haydaran, Spikî(Hatî), Cîbranî, Haseniyan (Halidî) (Çavk:8)" Li gorî lêkolînên nivîskarê ereb ;" Ibn Fadlallah , Êzdiyên ji eşîra Mahmudiyan li herêma bajarê Wanê, li derûdora kela Xoşabê û di nava çiyayên rojhilata Gola Urmiyê diman.(9:87)" Navên hinek gundên Êzdiyan ku li derûdora Mîrgehan Hekkarî diman ev in: Çavkanî dibêjin: "Li Muşê qezeyek hebû, navê wê Kasur. Di vê Qezayê da sî û heşt gundê Êzdiya hebûn, gundê: Sîpanokê, Bîrkan, Melekan, Bagçe, Pizong, Sûsbêrd, Mizgeft, Qiştan, Pîrmelek, Neynûk, Arî, Çuxur û w.d. (10:279) " Dîsa birêne li Çavkanî: 11: “Navê Qezê,,,,,, Navê Nehiyê,,,,,, Navê Gund Dîadînê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tûtekê Surmeliyê,,,,,,,, Îdirê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qerequê (130 Malbuye), ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Soybilaxê, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Zorê Qersê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Qizigulê, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Sûsizê û Digorê (Ev gundên Pîrên Ormexalan bune) Wanê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Ûtê, " Hemzoyê Bedo dibêje: Li der û dora Wanê nêzîkî donzde ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,gundên Êzdiyên ku bi eşîran Cangir Axa, ku ji sala 1914 heta 1918 li dijî ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,leşkerê Romê şerkiriye, girêdayî bûn, hebûn." Bêrgîrê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Pîşîk kızılbaş - sayfa 49 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DERÛDORA MEREŞ Û MELETÊ Warên Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê "Berê Êzîdi di devera Kilîs, Heleb, Antakiya, Hims, Hema û Serêkanî uhwd. de hebûn û ev ji warên kevnarên Êzdiyan e. (12:21)" Rewşa Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê “ Fermanrewayên mezin ên Al-i Eyyûb, di destpêka sala 1005ê koçî(1597ê z) de, eleqeyek zêde didine Şêx Mend (ê Êzîdî k.t.) û wî dikine mîrêmîran ên hemû kurdên li Şam û Helebê. Nav û dengê Şêx Mend li nahiya Quseyrê ya nêzîkî wilayeta Antakya yê roj bi roj belav dibe. Bi vî awayî ji her milî ve kurdan berê xwe dan balê; ji bilî vê , kurdên li aliyê Cum(afrînê k.t) û Kilîsê rûdiniştin jî hatin û ketin bin siya parêzgeriya wî. …..(2:250)” “ Navên gundên Êzdiyan ku li derûdora Kilîsê ev in: Mehrevi, Burc-ul Qaz, Baskal, Kevkeb, Qatmî, Qastal, Arşuqikar, Abu Kaab, Kifrmazin, Kifr Yezîd. (17: 272) Li gorî ku dîroknas dibêjin, hinga Tirk ji Asiya navîn hatine, ewan hingê bi darê zorê gelek deverên ku Êzîdî bi serexwe tê de dijiyan xistine bin desthilatdariya xwe. "Tirkan di sala 1071 de herêma Meletê jî xistine bin bandora xwe(9:43)". Xuya ye ku hêja hingê gelek eşîrên kevneciyên vê herêmê ji cîhên xwe heribîne û bi deverên dinê ve çûne. Li ser rewşa Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê de gelek kesan nêrînên xwe ji hinek ciyan an jî ji hinek kitêban komkirine û nivîsandine. Ya rast ew e ku dîrok hêja jî eşkere ne hatiye vekirin. Ez dikarim li ser rewşa îro bibêjim ku Êzîdi li vê heremê ne mane. Lê, Êzîdi hêja li derûdora Şamê û Serêkaniyê hene. "Kilîs: Beglerên Kilîsê ji Hekkarî û Amadiyê hatine. Quweta (Hukmê) van Began li derûdorên Kilîsê û Antiok (Antakya) hebû. Evan Êzdiyên li Kuzer, Hamma û Maraşê jî xistibûne bin îdara xwe . (7:31)" Ew Êzdiyên, ku koçeberî welatên Qafqasiyan û ciyên dinê bûne, tenê yê Qafqasiyan karibûn Êzdiyatî û çanda xwe bi zahmetê giran biparezin. Hemû Êzdiyên ku di nava sînorên Cumhuriyeta Tirkan de mabûn; Êzdiyên Xaltiyan, Amedê, Hekkarî-Serhedê, Botan (Basa), Çêlka (Tur-Abidin), Meletê û Ruhayê-Wêranşehîrê ev bi piranî hatine qirkirin, helandin û reviyane, hatine Ewrûpayê. Di waqas herêman de, îro çend malên Êzdiyan bi tenê li devera Xaltiyan û li herêma Wêranşehrê de mane. Belê eger mirov îro wan tevan bîne li ser hev, weke gundekî piçûk jî tûnene. Em ji bîra nekin hemu netew û dewletên ku Kurdistan dagirkirine, naxwazin tucara meriv di Her weha ji ber wan neheqiyan e, tu kes nikare di derheqê hêjmara Êzdiyan de agahdariyeke rast bide. Tiştên hatî û tê gotin, tenê gumanên evdan e. Çendeyek berî vêga dewleta Tirk li gorî hilbijartinên xwe yên fermî hêjmara Êzdiyên li bakurê Kurdîstanê mabûn weha diyar dikir: "Ji sala 1985 heta 2000 an, hêjmara neferên Êzdiyan ku di nava sînorên Tirkiyê de mayî weha ye: Di sala 1985 de 22632 nefer, Di sala 2000 de 423 nefer (13: 6)" Vêca ez hêvîdar im ku hinek ji dîroknas û lêkolînerên dîrokê, karibin ji van agahdariyên min li jorê bahs kiriye fêdebikin û evê bibine alîkariyek ji wan re, ku karibin hê zaniyarên zêde li ser wan babetan kombikin û lêkolînên xwe eşkere bikin. Dîsa ezê gelekî dilxweş bim gava ku ewê ji vaqas bûyerên bûyî, wekî çawa V.O.Klyûçewskî gotiye:"Em gereke demên derbazbûyî fêr bibin, ne ji bo wê ku ew îdî derbaz bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema derbazbûyî nikaribûye paşmayînên xwe bide paqijkirinê.(14)" bikin. Ez ji tekoşîna netewa rizgariya Kurdîstanê ya îro hêvîdar im ku, ewê ji vir û weha de, zêde ji mafên Êzdiyan re xwedî derkevin. (*9)“ Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Êzdiyatiyê * Çavkanî: 1- http://pukmedia.co/kurdi/gotar/157-derbar%C3%AA-ezdah%C3%AEt%C3%AE-y%C3%AA-del%C3%AAkon%C3%AEna-kemal-tolan 2- Andrew Colins, Meleklerin küllerinden 3- http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya.html 4- Süleyman Sabri Paşa, Van Tarihi ve Kürt Türkleri Hakkinda Incelemer, 1928, 5- http://yeziden.de/44.0.html?&tx_ttnews[pointer]=106&tx_ttnews[tt_news]=208&tx_ttnews[backPid]=22&cHas h=dbca0e3ee85d1a38b631b1c79e651f0a 6- http://www.gelawej.net/pdf/Saristaniya-ku-Ezdiyan-destpekirye-biparezin-2--Kemal-Tolan.pdf 7- http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=11512 8- A- Pîr Xidir Suleyman, Êzdiyatî, 1996 Dihok. Rûp:21 û B- http://www.ezidinasi.com/books/mahfil/1.pdf rûpel :4 9-Ev babeta û tevaya çavkaniyên babet di pirtûka Kemal Tolan, Hebûn û tûnebuna Êzdiyan tev romanên zindîn e. Mijdar 2000. Weşanên Mala Êzdiyan ya li Oldenburgê- Almaniya de hatine weşandin. kızılbaş - sayfa 50 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Zamanlar Anadolu'da Ermeniler Vardı Hala Var [Anatolian Armenians] Habusi/İkizdemir köyü (Elazığ Merkez'e bağlı köy) Harput Soykırımı kitabının yazarı Nazaret Piranyan Birinci Dünya Savaşında Erzincan, Erzurum Sarıkamış cephesinde savaşmış olan Malkhas Kassabian'ın anlatımları çerçevesinde Habusi köyündeki kıyımları da yazmıştı . 15 Haziran 1915 tarihinde İçme Müdürü Fehmi Efendi komşu Türk köylerinden topladığı bir düzine kana susamış jandarma getirdi ve Habusi köyünü kuşattığını ilan etti. Ertesi günü diğer Türkler köyün içerisine biriktiler.Tellal köylülere " Eşyalarınızı toplayın ve eşeklere yükleyin. Yarın öğlen her aile sürgün için hazır olmalıdır , itaatsizlik edenler acımasızca cezalandırılacaktır. " Türk taşıyıcılar eşekleri olmayanlar için eşek getirdiler Ertesi günü Habusi köyünün tüm aileleri Zadur Ağadut'un direktifi altında, Najaryan yeşilliğinde toplandılar . Evlerini terk etmeyi reddedenler dövüldü. Ermeni anneler bacılar , bebekleri ile korumasız kaldı .Bazıları tehcirden kurtulmak için Türkler ile evlenmeyi seçti .Bu ailelerin kapılarına onlarin İslamiyeti kabul ettikleri ve bu nedenle kapılarına kendileri'nin güvende kalacaklarını belirten bir işaret konuldu .Kimileri tehcirin uzun sürmeyeceği düşüncesiyle sürgün edilmeyi kabul etti, kimileri ısrarla direndi .Deveboynu dağlarına doğru üç gün üç gece işkenceler altında yürüdüler .Yaşlı kadın ve erkekler vahşice öldürüldü . Üç gün sonra Müdür ve Serçanoğlu iki canavar kadınları işkencelerle geri getirdiler ve hükümetin onları affettiğini söylediler daha sonra anlaşılacağı üzere onları hasadın toplanmasında ve Osmanlı askerlerinin gıda ihtiyacını gidermek için çalıştıracaklardı. Habusili kadınlar korkunç işkenceler altında erkekler gibi çalıştılar ve zülüm altındaki kardeşlerine yardımcı oldular . Bir gün kadınlar yukarı Kezel'de buğday hasadını toplarlarken Garabet Mağakyan'ın tarlalarda saklandığını fark ettiler ona ekmek ve su getirdiler saklandığı yeri değiştirmesi için telkinde bulundular .Zor olan nereye gideceğini bilmiyordu .Genefig'ten gelen bir grup Kürt sahipsiz kalmış Ermeni tarlalarını hasat için ararken Garabed'in gizlendiği yeri bulmuşlardı, Garabed bir saat boyunca beş Kürt'e karşı mü- cadele etmiş sonunda bitap düşmüştü. Malkhas Kassabyan ve Garabed Akmakciyan (ayrıca Manugyan olarak da bilinir) aynı alanlarnda saklanıyorlar, ama yakalanmamak için sürekli yer değiştiriyorlardı Habusi Habusi/İkizdemir köyü Elazığ il merkezinin 30 km doğusunda Mastar dağına yakın bir köydür.Birinci Dünya Savaşı'ndan önce 400 haneden oluşan köyde 3.000 Ermeni yaşıyordu .Köyde Surp Astvadzadzin Meryem Ana isminde 1 Kilise ,1 Protestan Kilisesi ile dört okul vardı. Habusi köy halkı tarım ve çiftçilik ile geçimlerini sağlıyorlardı.1890'lı yıllarda Habusi'den Amerika'ya Ermeni göçü başlamış ,Ermeniler daha çok Massachusetts eyaletindeki Merrimack Valley alanında değirmenlerde ve çiftliklerde çalışıyorlardı. 1915 Ermeni Soykırımında köy sakinlerinin büyük çoğunluğu öldürülmüş, hayatta kalmayı başaranlar farklı ülkelere göç etmişlerdi. Habusi Keban baraj gölü altında kaldı. Kaynak: A VILLAGE REMEMBERED * THE ARMENIANS OF HABOUSI kızılbaş - sayfa 51 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Serdar Kaya Rum soykırımı Osmanlı’da Hıristiyan nüfusa yönelik ilk ciddi boyutlu katliamlar, 1894 ila 1896 yılları arasında II. Abdülhamid tarafından gerçekleştirilir. Amaç, Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Süryani nüfusu budamaktır. Pek çok kaynak, Hamidiye Alayları aracılığıyla gerçekleştirilen bu katliamlardaki ölü sayısını 100.000’in üzerinde verir. Ancak, İttihatçıların 1913 sonrasında yaptıkları, bu katliamları dahi gölgede bırakır. Yıllara yayılan bir Hıristiyan Soykırımının ilk mağdurları Rumlar olur. Herşey, 1914 ilkbaharında, (yani I. Dünya Savaşı başlamadan önce) Batı Anadolu’daki Rumların göçe zorlanmalarıyla başlar. 1914 yazında yetişkin Rum erkekler (muafiyet bedelini ödedikleri halde) askere alınır ve amele taburlarında çok ağır işlerde çalıştırılırlar. Bu kimselerin çoğu ölür. Erkekler askerdeyken savunmasız kalan Trakya ve Ege bölgesindeki Rum köyleri, (İttihatçı hükümetin yönlendirdiği) çetelerin şiddetli saldırısı altında kalır. Gasplar, cinayetler, tecavüzler bitmek bilmez. Bunları gerçekleştiren çetelerin önemli bir kısmı Rumelilidir ve halbuki kısa bir süre önce Balkanlarda kendileri benzeri çirkinliklere maruz kalmışlardır. Yaşananlara Avrupa’dan büyük tepki gelir. Ancak Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, benzeri uygulamalar bu sefer doğrudan devlet eliyle (ve hatta müttefik Almanların da desteğiyle) gerçekleştirilir. Sonu gelmeyen vahşet, tecavüz ve yağma olayları neticesinde yüzbinlerce Rum ölür, yüzbinlerce diğerleri de Anadolu içlerine tehcir edilir. Tehcirin bir adı da kansız kıtaldir. Bu ölüm yürüyüşlerinde çok sayıda Rum, açlık, hastalık ve soğuktan ölür. Bazı ekonomik hesaplar da yapılmıyor değildir. Konunun bu yönüyle Celal Bayar ilgilenir ve yok edilen Rumların mallarının Müslüman nüfusa aktarılması işini yönetir. Soykırımın Karadeniz ayağı ise, 1916 kışında başlar. Son dalga ise, Yunanların 1919’da İzmir’e çıkmalarından sonra gelir. Neticede, İzmir’e çıkan da, Giresun’da köyünde oturan da aynı millettendir. Biriyle savaşırken diğerini sağ bırakmak olmaz... Soykırımdan sonra 1914 ila 1922 arasındaki sekiz yıllık dönemde takriben 750 bin civarında Rum ölür. Sürgün edilenlerin sayısı ise, hem Türk hem de dünya kaynaklarında 400 ila 500 bin civarında verilir. Bu şekilde, Batı Anadolu, Trakya ve Karadeniz bölgeleri Rumlardan büyük ölçüde “temizlenmiş” olur. İttihatçı liderler, bu insanlık suçlarından yerel yöneticilerin sorumlu olduklarını iddia ederler. Bir diğer İttihatçı klasiği ise, operasyon sona erdiğinde, mensupları katledilen kimliğe ait eserlerin (Türk olmayanlar sanki Anadolu’da hiç bulunmamışlar gibi yapmak için) tahrip edilmesidir. Noktaları birleştirmek Aslında bütün bunları biliyoruz. Mesela, Topal Osman’ın Karadeniz bölgesinde mağaralara insanları doldurup yakan gözü dönmüş bir canavar olduğu (Ali Şükrü Bey cinayetinin başka yerlere uzanmaması kaygısıyla da olsa) Kemalist kaynaklarda dahi açıkça belirtilir. Peki, hiç sormak gelmez mi aklımıza: Topal Osman ve çetesinin mağaralarda yaktığı insanlar tam olarak kimlerdir? Onlardan böyle şeyler yapmalarını kim istemiştir? Bu kimseler, nasıl olup da bir şehirden diğerine ellerini kollarını sallaya sallaya gidip katliamlar yapabilmekte ve bir noktadan sonra birden B.M.M. Başkanı’nın muhafız kıtasına dahil olabilmektedirler? Aslında böyle tuhaf şeyleri tekil bazda biliyoruz. Ama bu bilgileri anlamlandırmamıza imkân tanıyacak bir çerçeveye sahip olmadığımız için noktaları birleştiremiyoruz. Bu nedenle de, herşeyi iyi ve kötülerin savaşına indirgeyen bir milli masala inanmaktan başka çaremiz kalmıyor. Bugün itibariyle bizler için herşey, kötü düşmanın bir gün İzmir’e çıkması ve ardından iyi Türklerin bir Kurtuluş Savaşı vererek vatanı kurtarmasından ibaret. Kurtuluş Savaşı’nın (aynı zamanda Sakarya Savaşı gazileri olan) Topal Osman çetesi gibi yüzlercesinin gerek cephedeki gerekse “cephe arkası”ndaki faaliyetleriyle verildiğini düşünmek ise, pek bize göre değil. Savaş sonrasında “Türkçe konuş(turul) an Müslümanlar” ve “Müslüman edilenler”den “Orta Asya’dan gelmiş bir Türk milleti” çıkarıldığını düşünmek de öyle. Hâlbuki sorulacak ne çok soru var... Düşman neden başka bir yere değil de İzmir’e çıktı? Neden Batı Anadolu’yu işgal etti? Bize karşı neden bu kadar kin doluydu? Düşman dediğimiz insanların ne kadarı evini barkını geri almaya çalışan Osmanlı Rum köylüleriydi? Buna hakları var mıydı? Biz yedi düvele ve onların emperyalist emellerine karşı savaşmamış mıydık? Peki, düşmanı “denize döktükten” sonra İzmir’de neden günlerce söndürülmeyen bir yangın başladı? Kimlerin evi barkı yanıyordu? Emperyalist kime denir? Sözlükler bu konuda ne der? taraf@serdarkaya.com Pêrî Yayınevi Weşanên Pêri Niyazi Armutlu tel & fax: 0216 347 26 44 mobil: 0530 490 58 52 e-mail: periyayinlari@gmail.com kızılbaş - sayfa 52 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Din'deki Yeri: Kurban Kurban adayarak, kan akıtarak Tanrı’yı hoşnut kılmak, ona yaklaşmak, eski çağlardan beri süregelen bir ibadet şeklidir ki, bugün artık çağdaş uygarlığa ters düşen bir gelenek olarak görülür. Böyle olduğu içindir ki, “aydın” din adamı rolünü üstlenmiş görünen bazı mollalarımız, her konuda olduğu gibi, kurban geleneği konusunda da İslam şeriatını “şirin” gösterme yolunu ararlar ve bu amaçla birtakım laf cambazlıklarına başvururlar. Kurban kesimine karşı değillerdir, ama kurbanın ibadet amacına yönelik olmadığını anlatmak için her türlü kurnazlığa hazırdırlar. Bu nedenle, koyunları boğazlayarak, yani kan akıtarak, kurban sunmanın, Allah’ı “kan” ve “et” ile ilişkili kılmak olduğunu, oysa böyle bir geleneğin Kur’an’a ters düştüğünü öne sürerler. Daha başka bir deyimle, bu tür bir ibadetin, uygar toplumlar tarafından artık “ilkel” bir gelenek olarak görüldüğünü anladıkları içindir ki, Kur’an’daki verilere göre kurban kesmenin “ibadet” değil, “sosyal bir yardım türü” olduğunu söylerler. Güya Kur’an, kurban kesimini kan akıtılsın diye değil, sadece yoksula yardım sağlansın diye öngörmüştür; güya kurban ameliyesinde “ibadet” olan konu sadece yoksula yardımdır. Ve işte bu noktadan hareketle bizim mollalarımız, “eğer yoksulun korunması, ona et vermek yerine başka bir şey vermekle daha iyi sağlanacaksa, o şeyi kurbana tercih etmek gerekir” derler. İlhan Arsel Oysa mollalarımızın bütün bu söyledikleri gerçek dışı olup, sırf Şeriatı “insani” kılıkta gösterme gayretkeşliğine dayalı şeylerdir. Çünkü, Kur’an, kurban kesimi ameliyesini, Tanrı’yı yüceltemeye yönelik bir ibadet olarak gören ayetlerle doludur. Ne Kur’an’da ne de Kur’an olmayarak konmuş kurallarda, kurban kesiminin sadece yoksulları doyurmak ve korumak amacıyla gerekli görüldüğüne dair bir şey yoktur; ya da yoksula para veya mal şeklindeki yardımın, Tanrı’ya kurban sunmaktan daha hayırlı bir iş sayılabileceğine dair hüküm yoktur. Kuşkusuz ki, yoksulu yedirmek ve içirmek, yoksula yardım etmek hayırlı bir iştir, ama Kur’an, bu tür bir yardım şeklini, ne kurban kesiminden daha hayırlı bir iş olarak görmüştür ne de kan akıtarak ibadeti önlemek için. Nitekim, din bilgini sayılan yorumculara göre “kurban kesmek, zekat ve sadakai fitr vermekten daha fazla bir fedakarlık ifade eden bir ibadettir”(2). Bütün bunlar bir yana, Kur’an’da, kurbandaki amacın her ne şekilde olursa olsun kan akıtmayı önlemek olduğuna dair bir işaret de yoktur. Çünkü, bir kere kurban, eski çağlardan beri “Tanrı ‘yı hoşnut kılmak ve yüceltmek amacıyla” uygulanmış olan bir gelenektir ki, genellikle kan akıtılmasını koşul bilir ve Kur’an bu geleneği bu amaçla benimsemiştir. O kadar ki, Muhammed’in söylemesine göre, “Bu cemaatin (Müslüman cemaatinin) mümeyyiz vasfı, kurbanın kendi öz kanı olmasıdır (kurban olarak, din şehitlerinin katımı sunması)”? Öte yandan Kur’an’da, biraz ileride göreceğimiz gibi, kan akıtma şeklindeki kurban kesimi ameliyesinin, başlı başına “ibadet” niteliği taşığını belirleyen birçok ayet vardır.(3) Fakat, bunları incelemeden önce, “kurban” anlayışının dayanağı olan kaynağın Kur’an’daki yerini inceleyelim. 1) Kurban Geleneği’nin Kur’an’a Alınışında Rol Oynayan Dinsel Etkenler Kurban geleneğinin Kur’an’da alınışında rol oynayan dinsel olayların incelemesi bize şunu gösterecektir ki, Kur’an’a göre kurban kesimindeki amaç, esas itibariyle yoksula yardım değil, Tanrı’ya bağlılığın, kan akıtımı yoluyla saptanmasıdır. Adem’in oğullarının acıklı hikayesi bunun böyle olduğunun ilk kanıtlarındandır. A) Adem ‘in Oğullarının Hikayesi anlatılmıştır ki, Tanrı’nın, kurban kesiminden başka bir şekilde kendisine sunulan kurbandan pek hoşnut olmadığını, kurban ameliyesini yoksullara yardım şeklinde anlamadığını ortaya koyar. Gerçekten de ayette şöyle yazılıdır: “Ey Muhammed! Onlara, Adem’in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat, ikisi birer kurban sunmuşlar. Birinin kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen (kur- kızılbaş - sayfa 53 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ban sahibi),‘Andolsun seni öldüreceğim!’ deyince, kardeşi, ‘Allah ancak sakınanların takdimesini kabul eder’ demişti.” (Maide Suresi, ayet 27). Ayette açıklık yok, fakat anlatılmak istenen şey. Adem’in oğullarından birinin koyun keserek, diğerinin de toprak ürünlerinden (buğday) vererek Tanrı’ya kurban sundukları, Tanrı’nın koyun şeklindeki kurbanı kabul edip diğerini reddettiğidir. Kur’anı’daki bu hikayeyi Muhammed Tevrat’tan almıştır. Tevrat’ın “Tekvin” kitabında anlatılan şekliyle hikaye kısaca şöyledir: Adem’in iki oğlu olmuştur ki, adları “Habil” ve “Kabil'dir. Bu iki kardeşten biri olan Habil, koyun sürüsü güden bir çobandır. Diğer kardeş Kabil ise çiftçidir. Beraberce yaşayıp giderlerken bir gün Habil, gütmekte olduğu sürünün ilk doğanlarından bir koyunu kesip Tanrı’ya kurban olarak sunar. Çifçilikle uğraşan Kabil ise, Tanrı’ya kurban olarak toprak ürünlerinden (buğday) sunar. Tanrı, Habil’in sunmuş olduğu kesilmiş koyunu kurban olarak kabul eder, fakat Kabil’inkini kabul etmez. Bunun üzerine Kabil, kıskançlığa kapılıp kardeşi Habil’i bir vuruşla öldürür (Tevrat, Tekvin, Bap 4, 19). Aslı Tevrat’ta bulunan bu hikayenin, hadislerde ve Kur’an yorumlarında anlatılan şekli aşağı yukarı böyle. Dikkat edileceği gibi Tanrı’yı hoşnut kılan şey, toprak ürünü olan “buğday” şeklindeki kurban değil, kan akıtılarak sunulmuş olan “koyun” şeklindeki kurbandır. Belli ki, Tanrı kendi adına kan akıtılmasından hoşlanmıştır. Ve bu işi yoksullara yardım olsun düşüncesiyle değil, Habil’in “takdimesi”nden hoşlandığı için yapmıştır; Habil’in takdimesi ise. biraz önce gördüğümüz gibi, kanı akıtılan koyundur. Eğer Tanrı kan akıtılmasından hoşlanmamış olsa, kurbandan amacın yoksula yardım olduğunu düşünmüş olsa, bunu açıkça bildirirdi. Oysa böyle yapmamıştır. Belli ki in- sanların kendisine olan bağlılıklarını “Tanrı adına” kan akıtılmasına göre değerlendirmek istemiştir! Bundan dolayıdır ki, din adına cihata çıkılmasını, kafirlere karşı savaşılmasını, kılıçla vuruşulmasını (kendi adına kan akıtılmasını) “kutsal” bir şey olarak görmüştür. Yine bundan dolayıdır ki, bu savaşlarda ölenleri “şehit” olarak en büyük mükafatlara layık bilmiştir. B) İbrahim (“Peygamber”) ile Oğlu İshak’ın Hikayesi Kurban geleneğinin, “kan akıtma yoluyla ibadet” demek olduğunun kanıtı sadece Adem’in iki oğluyla ilgili yukarıdaki hikaye değildir. Tevrat’tan aktarma olarak Kur’an’da, yer alan bir başka hikaye vardır ki, İbrahim “Peygamber”in, ibadet yoluyla Tanrı’ya bağlılığını ispat amacıyla kendi öz oğlu İshak’ı kurban etmek istemesiyle ilgilidir. Güya Tanrı, İbrahim’in imanını denemek için ondan büyük bir fedakarlığı göze alıp oğlunu kurban etmesini istemiş ve onun bunu yapmaya hazır olduğunu görünce iman sahibi olduğunu anlamış, bunun üzerine ona bir koyun gönderip, İshak yerine koyunu kesmesini emretmiştir. İbrahim de öyle yapmıştır; yani kendi oğlunu boğazlayacak yerde, koyunu boğazlayarak Tanrı’ya karşı ibadetini tamamlamıştır. Koyunu boğazlaması ve kan akıtması, Tanrı’ya ibadet için kendi öz oğlunu feda etmeye hazır olduğunun sembolik bir ifadesidir. Söylemeye gerek yoktur ki, bu olayda “sosyal bir yardım” amacı diye bir şey yoktur. Sırf Tanrı’ya bağlılığın kan akıtımı yoluyla kanıtlanması vardır. Tevrat’taki bu hikayeyi Muhammed, ufak bir iki değişiklikle Kur’an’a yerleştirmiştir; yaptığı değişiklik, özellikle, hikayede geçen İshak adı yerine İsmail adını koymak olmuştur. Bilindiği gibi İsmail, İbrahim’in diğer bir oğludur. Cariyesi Hacer’den olmuştur. İshak ise İbrahim’in, kendi eşi olan SaRadan doğma oğludur. Muhammed, kendi kavmi olan Arapları, İbrahim’in ve İsmail’in soyundan bildiği içindir ki, böyle bir değişiklik yapmayı uygun bulmuştur. Fakat, hemen ekleyelim ki, Kur’an’a koyduğu ayetlerin içeriğini anlayabilmek için, İbrahim ile oğlunun Tevrat’ta anlatılan hikayesine göz atmak gerekir. Tevrat’ın “Tekvin” kitabında yer alan hikayenin özeti şöyledir: Tanrı, İbrahim’i denemek ister ve ona şöyle der: “Ey İbrahim! Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri tilerinde onu yakılan kurban olarak takdim et” (Tevrat, Tekvin, Bap 22: 13). Bu emir üzerine İbrahim, uşaklarından ikisini ve oğlu İshak’ı alır, eşeğine palan vurup Allah’ın söylemiş olduğu yere gitmek üzere yola koyulur. Üç günlük bir gidişten sonra İbrahim, gözlerini kaldırıp, Tanrı’nın belli ettiği yeri uzaktan görür. Uşaklarına, “Siz burada eşekle beraber kalın, ben çocukla beraber oraya gideceğim; secde edip yanınıza döneriz” der. Ve sonra bir miktar odunu İshak’ın sırtına yükler. Eline bir bıçak alarak o belli edilen yere doğru yol alır. Yolda İshak babasına sorar: “Ey baba! İşte ateş ve odun, fakat yakılan kurban için kuzu nerede?” İbrahim, “Oğlum, yakılan kurban için kuzuyu Allah kendisi tedarik eder” der. Nihayet, Tanrı’nın belli etmiş olduğu yere varırlar, orada İbrahim bir mezbah yapıp odunları dizer ve İshak’ı bağlayarak odunların üzerine yatırır. Sonra eline bıçağı alır ve tam oğlunun boynunu kesmek üzereyken Tanrı’nın meleği göklerden seslenir: “Elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma; çünkü, şimdi bildim ki, sen Allah’tan korkuyorsun ve kendi biricik oğlunu benden esirgemedin” (Tevrat, Tekvin, Bap 22: 412). Bu seslenme üzerine İbrahim gözlerini kaldırıp baktığında görür ki, çalılıklar içinde bir koyun (koç) boynuzlarından tutulmuş durmaktadır. Hemen gidip oradan koyunu alır ve oğlunun yerine koyunu “yakılan kurban” olarak takdim eder (Tevrat, Tekvin, Bap 22: 13). Az geçmeden Tanrı’nın meleği ikinci kez göklerden İbrahim’e seslenir ve kızılbaş - sayfa 54 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şöyle der: “Mademki her şeyi yaptın ve biricik oğlunu esirgemedin, seni ziyadesiyle mübarek kılacağım ve senin zürriyetini... deniz kenarındaki kum gibi çoğaltacağım, senin zürriyetin düşmanlarının kapısında hakim olacaktır... çünkü sözümü dinledin” (Tevrat, Tekvin, Bap 22) Şimdi bu hikayenin Kur’an’da yer alan şeklini görelim: Tevrat’ta anlatılan hikayeyi Muhammed, Saffat Suresi’ne şu şekilde sokmuştur: İbrahim, kendi kavmini putlara tapmaktan alıkoyamayınca, “Doğrusu ben Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum. O beni doğru yola eriştirir” der (Saffat Suresi, ayet 99). Sonra Tanrı’ya yalvarıda bulunarak kendisine “irilerden” bir çocuk vermesini ister (Saffat Suresi, ayet 100) ve Tanrı da ona “yumuşak huylu bir oğlan” verir (Saffat Suresi, ayet 101). Fakat, İbrahim, Tanrı’ya olan bağlılığını kanıtlamak için, oğlunu (İsmail’i) ona kurban etmek ister. Ve bir gün çocuğunu alıp yola çıkar. Yolda giderlerken oğluna şöyle der: “Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?” Yani anlatmak ister ki. Tanrı kendisini denemek istemiş ve oğlunu kurban etmesini emretmiştir. Bu beklenmedik soruya oğlu (İsmail) şöyle cevap verir: “Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin” (Saffat Suresi, ayet 102). Bunun üzerine İbrahim, boğazlamak için oğlunu alnı üzerine yatırır. Fakat, tam bu sırada Tanrı seslenerek, İbrahim’i denemek için böyle yapmasını emrettiğini, iyi davrananları ödüllendirdiğini bildirir ve fidye olarak kendisine büyük bir kurbanlık verir. Kur’an’da şöyle yazılıdır: “Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca, biz, ‘Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırız’ diye seslendik. Doğrusu bu apaçık bir denemeydi. Ona, fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik” (Saffat Suresi, ayet 103,197). Görüldüğü gibi bu ayetlere göre Tanrı, İbrahim’in teslimiyetini denemek istiyor ve bu amaçla ona oğlunu kurban etmesini emrediyor. İbrahim’in bunu yapmaya hazır olduğunu görünce, onun tam bir “iman” sahibi olduğunu anlıyor ve oğlunun yerine kesilmek için ona “fidye” olarak bir koyun gönderiyor. İbrahim de kendi öz çocuğunu boğazlayacak yerde koyunun boğazını kesiyor! Dikkat edileceği gibi burada söz konusu olan kurban kesiminin, yoksullara yardım gibi sosyal bir amaçla ilgisi yok. Tanrı “fidye” olarak İbrahim’e koyun verirken, kesilecek olan bu koyunun etiyle yoksulları doyursun diye vermiş değildir. Sadece oğlunu kesecek yerde, bir hayvanı kessin diye vermiştir. Eğer kan akıtılmasını istemiyor ve bundan hoşlanmıyor idiyse, neden İbrahim’e, kesip kan akıtması için koyun verir. “Fidye” denen şeyin başka şekli yok mudur? Evet, neden dolayı Tanrı İbrahim’e, kurban olarak ille de bir canlı bir hayvan, bir koyun vermiştir? Esasen İbrahim, kendi oğlunu kesmeye hazır olduğunu ortaya koyarak zaten Tanrı’ya olan teslimiyetini (iman sahibi olduğunu) kanıtlamış değil miydi? Ve Tanrı bundan dolayı, “Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın” diyerek onun sınavdan başarıyla çıkmış olduğunu bildirmiş değil miydi? Bu durumda “fidye”nin anlamı ne? Yani neden dolayı Tanrı İbrahim’e, “fidye” olarak koyun verir ve ille de kan akıtılmasını ister? “Fidye”denen şey “kurtulmalık’”demek değil midir? Örneğin, “ibadet sırasında islenen suçtan, günahtan kurtulmak için verilen şey değil midir?”(4) İbrahim’in işlediği bir günah yoktur ki, fidye yoluyla kurtulsun! Aksine, kavmini ve hatta babasını putperesttirler diye terk etmiş, iman sahibi olduğunu bildirmiş, üstelik kendi oğlunu kesmeye hazır olduğunu ispat etmekle Tanrı’ya teslimiyetini ortaya koymuştur. Ve nitekim bundan dolayıdır ki, Tanrı ona, biraz önce belirttiğimiz gibi, “...Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın, işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırız” diye seslenmiştir. Şu durumda İbrahim’in günahkar bir durumu yoktur; olmadığına göre neden dolayı Tanrı ona, günahtan kurtulmak üzere “fidye” olarak koyun vermiştir? Kur’an yorumcularına göre, güya İbrahim, eğer bir oğlu olacak olursa onu Allah yolunda Tanrı’ya kurban edeceğine dair kendi kendine söz vermiş (yani oğlunu Tanrı’ya adamış), fakat sonra bu sözünü unutmuştur. Ve işte “rüya” bunu ona hatırlatmıştır. Her ne kadar çocuğunu boğazlamaya kalkışmakla Tanrı’ya olan teslimiyetini kanıtlamışsa da, kendi kendine verdiği sözü yerine getirmemiş durumdadır. Yani bir bakıma günah işlemiş durumdadır. Ve işte Tanrı ona, bu günahtan kurtulmak üzere fidye olarak koyun vermiş, o da koyunu boğazlamıştır. Bundan dolayıdır ki imamı azam’ın, “Çocuğunu kurban etmeyi nezredene (adayana) bir koyun kesmek vacip olur” dediği söylenir.(5) Bütün bu yukarıda söylediklerimizden anlaşılıyor ki, Kur’an’a göre Tanrı, kullarını denemek için “kan akıtma” ölçeğine başvurma yolunu seçmiştir. Kan akıtılmasından hoşlanamasa, İbrahim’e koyun yerine cansız bir şeyi “fidye” olarak sunmasını emrederdi. Hatta biraz önce dediğimiz gibi, aslında böyle bir şey istemesine de gerek yoktu. Çünkü, İbrahim’i denemiş ve onun mutlak şekilde boyun eğen bir kul olduğunu öğrenmişti. O halde artık ondan, başkaca bir şey beklemesi gerekmezdi. Öte yandan İbrahim’e kesilmek üzere koyun verirken, bunu, yoksullara yardım olsun diye vermiş değildir.Sırf “fidye” olarak vermiştir. “Fidye” deyimi ise, “kurtulma karşılığında verilen bir şey” anlamına gelir. Oysa ortada, İbrahim’in kurtulmak ihtiyacında olduğu bir günah yoktur. Bütün bunlar bir yana, Tanrı’nın İbrahim’i denemek için bu yollara başvurması da pek anlaşılır gibi değil! Çünkü, eğer Tanrı, her gizli şeyi bilen kızılbaş - sayfa 55 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir “yaratan” ise, kullarının yaptıklarından ve yapacaklarından haberli ise, o halde İbrahim’i denemek niye? Nasıl olsa onun ne şekilde hareket edeceğini zaten biliyor değil miydi? Öte yandan eğer Tanrı kan akıtma amacına dayalı kurbandan hoşlanmasa ve kurban denen şeyi sadece yoksulun korunması amacına bağlamış olsaydı bunu açıkça belli etmez miydi? Şu durumda bizim mollalarımızın kalkıp da, “Yoksulun korunması başka bir şey vermekle daha iyi sağlanacaksa, o şeyi kurbana tercih edin” demelerinde anlam olur mu? Bunu söylemekle Kur’an’ ters düşmüş olmuyorlar mı? Ve Tanrı’yı, hani sanki amacını açıklayamamış da, onların bu şekildeki açıklamalarına muhtaçmış gibi bir duruma düşürmüş olmuyorlar mı? Bu vesileyle ekleyelim ki, aradan 1400 geçmesine ve bu 1400 yıl boyunca insanlık anlayışında nice gelişmeler görülmesine rağmen, İslam ülkelerinde hala, İbrahim’in yukarıdaki davranışına özlem duyup, oğullarının boğazını kesmek isteyenler vardır. Bunun utanç verici bir örneğine, bundan 30 ,40 yıl kadar önce Türkiye’de rastlanmıştır. Askerden kaçmak isteyen bir kişi, eğer bu mükellefiyetten şu ya da bu şekilde kurtulacak olursa, Mızrap adındaki oğlunu kurban etmeye karar vermiş, gerçekten de askerlikten kurtulur kurtulmaz oğlunun boğazını ekmek bıçağıyla kesmiştir. Olay ortaya çıktığında savcılık işe el atmış ve dava sonucunda bu kişi layık olduğu cezaya mahkûm olmuştur. Ne esef vericidir ki, o zamanın yargıtayı, söz konusu cinayetin “dinsel inançlar” etkisiyle işlenmiş olduğunu, dolayısıyla bu inançların “cezayı hafifletici sebep” (“esbabı muhaffefe”) olması gerektiğini bildirerek mahkeme kararını bozmuştur. Olay adalet tarihimizde “Mızrap Çocuk” olayı olarak yer almıştır. 2) Tanrı’ya İbadet Türü Olarak Kurbanla İlgili Ayetlerden Diğer Bazı Örnekler Yukarıda gördüklerimizden başka, Kur’an’da, kurban kesiminin “ibadet” türü olduğunu kanıtlayan hükümler vardır ki, hepsinde amaç Tanrı’ya teslimiyetin, Tanrı’ya bağlılığın ifadesi olarak yer alır. Hani sanki Tanrı, kendi yüceliğini ve güçlülüğünü kanıtlayabilmek için hayvan boğazlatarak kan akıttırma yollarını seçmişe benzer. Bazı örnekler şöyle: 1- Hac Suresi’ndeki Hükümlere Göre Kurban Kesimi Ameliyesi, Tanrı’yı Yüceltmek İçin İbadet Anlamını Taşıyor; Bu Nedenle Kurban Keserken Tanrı’nın Adının Anılması Gerekiyor (Hac Suresi, Ayet 36) Hac Suresi’nin 35, 36. ve 37. ayetlerinden anlamaktayız ki, kurban kesimindeki asıl amaç, Tanrı’yı yüceltmek ve ona şükürler etmektir; bu bakımdan kurban ameliyesi Tanrı’ya ibadettir. Her ne kadar Kur’an, kesilen hayvanların yiyecek işini görmesini, isteyen ve istemeyene verilmesini emretmekle beraber, hayvan ve kurban kesimindeki asıl amacın, yoksulu doyurmak değil, Tanrı’yı yüceltmek olduğunu bildirmekte. Çünkü, güya Tanrı, insanlara doğru yolu göstermiştir ve işte bu iyiliğinin karşılığı olarak insanlardan kendisine şükretmelerini, kendisini yüceltmelerini beklemektedir.Bunu yapabilmeleri için de, hayvanları (develeri, sığırları) insanların buyruğuna vermiştir ki, bu hayvanları kessinler de ibadetlerini yerine getirebilsinler! Ve kullarından kurban kesmelerini isterken, Tanrı, bu hayvanların ne etlerinin ne de kanlarının kendisine ulaşmayacağını söyler; daha başka bir deyimle kurban kesiminin kendisi için maddi bir çıkar sağlamadığını, sadece kendisini yüceltici bir ibadet olduğunu anlatmak ister. Yani kurban kesiminde Tanrı’nın güttüğü amaç kendisinin ibadet yoluyla yüceltilmesini, kendisine şükredilmesini sağlamaktır. Bunun böyle olduğunun iyice anlaşılması için, kurban keserken, hayvanın ön ayaklarının bağlanması ve Tanrı’nın adının anılması gerekir (Hac Suresi, ayet 35,36). Daha başka bir deyimle kurban kesimi ameliyesi Tanrı’ya yapılan ibadetin ta kendisidir. Bu konu, Hac Suresi’nde şöyle belirtiliyor: “İşte kurbanlık gövdeli hayvanları, deve ve sığırları, Allah’ın size olan nişaneleri kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Ön ayakları bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. Kesilince onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece .sizin buyruğunuza verdik. Bu hayvanların ne etleri ne de kanlan Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin ona yaptığınız ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir...” (Hac Suresi, ayet 36,37) Görülüyor ki, kurban kesimindeki amaç, yoksulu doyurmak değil; asıl amaç Tanrı’yı yüceltmek, Tanrı’ya şükretmek. Daha başka bir deyimle, Tanrı, sırf kendisini yüceltilsinler, kendisine şükretsinler diye kullarına kurbanlık hayvanları, develeri, sığırları vermiştir. Ve verirken de istemiştir ki, bu hayvanlar, ayaklan bağlı olarak ve “Tanrı” adı anılarak boğazlansın, kanlan akıtılsın; yani kurban kesimi işi, Tanrı’ya ibadetin bir ifadesi olsun. 2-Tanrı, Vermiş Olduğu Nimet Karşılığı Olarak, Kendisi için Namaz Kılınmasını ve Kurban Kesilmesini Emrediyor (Kevser Suresi, Ayet 12) Biraz önce gördük ki, Kur’an’da Hac Suresi’nde, kurban kesimi ameliyesi, Tanrıyı yüceltmek, Tanrı’ya şükretmek amacına yönelik bir ibadet olarak belirtilmiştir. Aynı şey Kevser Suresi’nde de tekrarlanmakta. Fakat orada Tanrı’nın Muhammed’e hitabı olarak şöyle yer almaktadır: “(Ey Muhammed.’) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik. Şimdi sen Rabbine kulluk (namaz kıl)et ve kurban kes. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir” (Kevser Suresi, ayet 1) 3- Görüldüğü gibi, ayete göre Tanrı, Muhammed’e hitap etmektedir; ona “Kevser”i verdiğini bildirmekte ve verdiği bu nimet karşılığında Muhammed’den, kendisine namaz kızılbaş - sayfa 56 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kılmasını ve kurban kesmesini istemektedir. Burada geçen “Kevser” sözcüğü, esas itibariyle “çokluk” anlamındadır ve yorumcular bunu “çok büyük nimet” olarak ya da “cennetteki bir havuz” ya da “cerınetin bütün ırmaklarının kaynağı olan bir nehir” şeklinde tanımlarlar. Şimdi sorulacaktır: Neden acaba Tanrı, Muhammed’e böylesine büyük bir nimet (“Kevser”) vermiştir, verdiği bu nimet karşılığında ondan namaz kılmasını ve kurban kesmesini istemektedir? Sorunun İslam kaynaklarına göre karşılığı şöyledir: Muhammed’in, Mekke’deyken ilk karısı Hatice’den dört kızı ve iki (bazı rivayete göre dört) oğlu olmuş, fakat oğlan çocukların hepsi de küçücük yaşlarda ölmüşlerdir. Her ne kadar Muhammed Tanrı’ya, oğlan çocuk vermesi için yalvar yakar olmuşsa da, bir türlü oğlan çocuk edinememiştir. Medine’ye geçtikten sonra Marya adındaki cariyesinden bir oğlu olmuş ve ona İbrahim adını koymuş, fakat az geçmeden İbrahim de hastalanarak ölmüştür. Kendi neslini sürdürecek bir oğlan edinemediği için olağanüstü üzülürken, bir de çevresindeki kişilerin kendisi hakkında “ebter” (nesli kesik) diye konuştuklarını görünce yukarıdaki ayetleri Kur’an’a koymuştur. Yani anlatmak istemiştir ki, Tanrı, oğlan çocuk yerine kendisine, büyük bir nimet olmak üzere “Kevser” vaat etmiştir. Bunun karşılığında da, kendisinden namaz kılmasını ve kurban kesmesini istemiştir. Çünkü, “namaz”, kalp, dil ve bedenle yapılan şükrün kendisi olarak önemli bir ibadet türüdür. Her ne kadar namaz, “ibadetin başı” ya da “bütün ibadetlerin ruhu” ve. “dinin temeli” sayılırsa da, sadece namaz yollu ibadet yeterli değildir. Tanrı’yı hoşnut etmek için namaz kılmaktan başka kurban keserek de ibadet edilmelidir; kurban kesmek, biraz önce değindiğimiz gibi yorumculara göre, zekat ve sadaka vermekten daha fazla fedakarlık ifade eden bir ibadettir. Bu “fedakarlık” sadece mali bakımdan değil, sembolik anlamda kan akıtma bakımından da söz konusudur. Şu nedenle ki, vaktiyle İbrahim “Peygamber”, Tanrı’ya bağlılığını kanıtlamak için en büyük bir fedakarlık olarak kendi öz oğlunun boğazlayıp, kanını akıtmaya hazır olduğunu Tanrı’ya anlatmıştı. Onun böylesine büyük bir fedakarlıkta bulunacağını anladığı içindir ki, Tanrı ona koyun göndermiş ve oğlu yerine koyun keserek bu işi görmesini bildirmişti. Bundan dolayıdır ki, kurban kesimi, büyük bir fedakarlığın ifadesi olmak üzere, en büyük bir ibadet türü sayılır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Kur’an’a göre Tanrı, kendisine “tefekkür” anlamına gelen ve sırf yüceltilsin diye kendisi için kurban kesilmesini emrediyor. Daha başka bir deyimle, yoksullara yardım amacıyla değil, asıl kendisine ibadet edilerek mirınettarlık gösterilsin diye kurban kestiriyor. 4- Tanrı, Ateşin Yiyeceği Bir Kurban Getirmedikçe Hiçbir Peygambere İnanılmamasını Emretmiş (Ali İmran Suresi, Ayet 183) “Kurban” öğesinin “peygamberliğin” bir işareti olduğuna ve “ateşin yakıp kor edeceği bir kurban getirmedikçe” hiçbir peygambere inanmamak gerektiğine dair Kur’an’da, şöyle bir ayet vardır: “... ‘Doğrusu, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamak üzere Allah bize ahit verdi’ diyenlere, sen. Ey Muhammed de ki, ‘Benden önceki peygamberler size belgeler ve dediğiniz şeyi getirdi. Doğru sözlü iseniz niçin onları öldürdünüz?’...” (Ali İmran Suresi, ayet 18.) Bu ayeti Muhammed, Medine’de- ki Yahudilerin kendisini “peygamber” olarak kabul etmemek amacıyla, “Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamak üzere Allah bize ahit verdi...” şeklindeki iddialarını çürütmek için koymuştur. İslam kaynaklarına göre hikaye şöyle: Medine’deki Yahudilerin önemli kişilerinden bazıları ki aralarında Ka’b İbni Eşref, Malik İbn Sayf, Vehb İbn Yahuza, Zeyd İbn Manuh, Finhas İbn Azura, Huyey İbn Ahtab gibi kişiler bulunmaktaydıgelip Muhammed’e şöyle derler: “Sen, (Tanrı’nın) seni bize bir Resul olarak gönderdiğini ve sana bir kitap (indirdiğini) iddia ediyorsun. Halbuki Allah bize, Allah tarafından gönderildiğini iddia eden bir Resul bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine iman etmemekliğimize dair ahit vermiş, yani böyle (emreylemişti). Dolayısıyla, sen böyle bir mucizeyi gösterirsen seni tasdik ederiz.” Yani anlatmak isterler ki, gökyüzünden inen bir ateşin yakıp kor edeceği bir kurban getirmedikçe, Muhammed’i “peygamber” olarak kabul etmeyeceklerdir. Onların bu sözleri üzerine Muhammed, istenilen mucizeyi gösteremeyeceğini bildiği için, Tanrı’nın yukarıdaki ayeti indirdiğini ve bununla şunu anlatmak istediğini söyler: “Muhammed' den önce size, o söylediğiniz kurban ve nar mucizesiyie peygamberler geldi. Bunlar arasında Zekeriyya, Yahya ve diğer İsrail peygamberleri vardı. Fakat, siz onları öldürdünüz. Eğer siz, sözünüzün delaleti veçhiyle, ‘Bu kurban mucizesi gösterilirse iman edeceğiz’ demekte sadık ve ciddiyseniz, o peygamberleri niçin katlettiniz. Yani sizin ecdadınız onları katlettikleri gibi siz de bugün hala onların düşündüğü gibi düşünüyorsunuz. Onların işledikleri bu cinayetleri hala onaylıyorsunuz. O peygamberlere iman etmiyor ve o cinayetlerden tevbekar olmuyorsunuz. Oysa Muhammed’e iman etmek için, bütün bu peygamberlere iman etmek şarttır. Siz onları tasdik etmeden ve o günahları tevbe etmeden Muhammed’i kızılbaş - sayfa 57 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 onaylamış olamazsınız. Ve mademki onlar kurban mucizesini de gösterdikleri halde hala iman etmiyorsunuz, o halde muhakkaktır ki, bugün talep ettiğiniz bu mucizeye yine iman etmeyeceksiniz. Dolayısıyla, ahit davanız iftira olduğu gibi, bu talebiniz de yalandandır. Bu iftirayı onaylayacak nitelikte bir mucize olamaz... “ Dikkat edileceği gibi Muhammed’in söylemesine göre “kurban mucizesi”, daha önce İsrailoğullan’na gönderilmiş olan peygamberlerin “peygamberlik” belirtisi olduğu halde, Yahudiler bu peygamberler ki Muhammed’e göre hepsi de “Müslüman” olarak gönderilmişlerdir inanmamışlardır, hatta onları öldürmüşlerdir. Şu durumda eğer kendisi de “kurban” mucizesi göstermiş olsa Yahudiler ona inanmayacaklardır. 5- Allah’a Karşı “Hac ve Umre” Şeklindeki ibadetin, Kurban Kesmek Şeklinde Yerine Getirilmesi (Bakara Suresi, Ayet J96) Kur’an’ın bildirmesine göre, Mekke’deki Kabe, “insanlar için ilk kurulan” ve insanlara “doğru yolu gösteren ev”dir, orada Müslümanların ilki olan İbrahim’in makamı vardır ve Kabe’yi “hac” biçiminde ziyaret Tanrı’nın insanlar üzerindeki hakkıdır (Ali İmran Suresi, ayet 95 97). Ve bu hakkını Tanrı. İbrahim’e yaptığı şu çağrıyla belli etmiş, şöyle demiştir: “(Ey İbrahim!)... insanları hacca çağır! Yürüyerek ve arık develere binmiş alarak gelirler sana ki, o develer, her bir uzak yoldan kopup gelirler. Kendi yararlarına olanları görsünler. Tanrı’nın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların belirli günlerdeki kurban edilmeleri sırasında Tanrı ‘nın adını ansınlar. Yiyin bunlardan. Ve güç durumdaki yoksulu da doyurun... “ (Hac Suresi, ayet 26, 29). Yani Tanrı, Müslüman kullarını Kabe’deki evine çağırıyor ki, gelsinler de, orada, Tanrı’nın kendileri için yaptığı iyilikleri anlayıp kendisine şük- retsinler, kurban kessinler diye. Öyle anlaşılıyor ki Tanrı’nın hakkı, sadece insanlara birtakım nimetler sağlamasından değil, bir de İbrahim’e, oğlunu kurban edip onun kanını akıtacak yerde, koyunun kanını akıtma olasılığını sağlamasından doğmuştur. Hani sanki Tanrı, “Ey insanlar! Ben sizi, bana şükretmeniz için kendi çocuklarınızı kesme zorunluluğundan kurtarıp, hayvan kesme olasılığına kavuşturdum. Bu nedenle sizin üzerinizde bu bakımdan da hakkım var. Benim adıma kurban kesin” der gibidir. Bu itibarla Kabe’ye hediye edilen kurbanlar, Tanrı’ya şükür anlamında ibadet etmektir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, c., s.714). Bundan dolayıdır ki, kurbana “hürmet” gerekir (Maide Suresi, ayet 12). Kuşkusuz ki, kesilen kurbanın eti yenecektir. Fakat, kurban kesimindeki asıl amaç, Tanrı’ya şükranda bulunmaktır ki, ibadetin ta kendisidir. Öte yandan hac görevini ya da “küçük hac” denen umreyi (omreyi) yapmaktan alıkonan kimselerin Kabe’ye kurban hediye etmeleri gerekir. Yine bunun gibi hastalık vd... gibi nedenlerle hac ziyaretini yerine getiremeyenler, fidye olarak kurban keserler, oruç tutarlar ya da sadaka verirler. Bakara Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, yerine ulaşıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin, içinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak da oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir...” (Bakara Suresi, ayet 196). Görüldüğü gibi burada kurban kesimi, hac ve umre şeklindeki ibadetin yerine getirilmiş olmasını sağlıyor; yani yoksula yardım, yoksulu doyurmak için öngörülmüş değil; sadece Tanrı’ya ibadetin şekillerinden biri olarak belirtiliyor. Bunun dışında “oruç tutmak” ya da “sadaka vermek” var ki, bu sonuncusu yoksula yardım öğesini de kapsar nitelikte. Ancak, asıl önemli olan şey kurban kesmektir, yani Tan- rı için kan akıtmaktır. Fakat, herkesin mali durumu buna yeterli olmadığı için, kurban kesemeyenlere diğer kolaylıklar sağlanmıştır ki, bu. yoldan Tanrı’ya şükranlıklarını belli etsinler diye. 6- Kabe’ye Kurban Hediye Etmek Yoluyla Tanrı’ya İbadet Usulü (Maide Suresi, Ayet 2, 95) Kurban kesiminin, sosyal yardımlaşmanın bir türü olmasından çok, esas itibariyle kan akıtmak şeklinde Tanrı’ya ibadet olduğunun diğer bir kanıtı, Kabe’ye kurban hediye etmekle ilgili hükümlerdir ki, bunlar arasında Maide Suresi’nin 2. ve 95. ayetleri bulunur. Gerçekten de Maide Suresi’nde “kutsal” olarak nitelendirilen bazı şeyler vardır ki, bunlara “hürmet” edilmesi emredilmiştir. Örneğin, “Tanrı’dan bol nimet ve rıza” dileyerek Beyti Haram’a gelenlere “hürmet” edilmesi gerekir. Fakat, bir de Kabe’ye hediye edilen “kurbanlığa” da “hürmet” gösterilmesi emredilmiştir: hatta sadece kurbanlığa değil, kurbanlık belirtisi olmak üzere herhangi bir şeyden takılan gerdanlıklara da “hürmet”gerekir. Ayet şöyle diyor: "Ey inananlar!... (Kabe'ye) hediye edilen kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rablerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyti Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.." (Maide Suresi, ayet 2). Daha başka bir deyimle Kabe'ye hediye edilen kurbanlık, ibadet aracı olarak "hürmet" edilmeye layık bulunmuş olmaktadır. Yine Maide Suresi'nde kurban kesiminin, bazı günahlardan (örneğin, ihramlıyken avı öldürmek gibi günahlardan) kurtulmak için iş gören bir ibadet yolu olduğunu gösteren bir ayet vardır: "Ey inananlar! ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğü kadar olduğuna içinizden iki adil kimsenin hükmedeceği, Kabe'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme ya da kızılbaş - sayfa 58 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 düşkünlere yemek yedirmek şeklinde keffarei veya yaptığının ağırlığım tatmak üzere bunlara denk oruç tutmak vardır..." (Maide Suresi, ayet 95). Görülüyor ki, ihramlıyken "avı öldürenler" (eğer bu işi bile bile yapmışlarsa) günah işlemiş oluyorlar. Günahtan kurtulabilmek için ya düşkünlere yemek yerdirmeleri ya oruç tutmaları ya da Kabe'ye ulaşacak bir kurbanı ödemeleri gerekir. Dikkat edileceği gibi, burada kurban kesimi, yoksulu doyurmak için öngörülmüş değildir. Çünkü, ayet, yoksulu doyurma işini, günahtan kurtulmanın bir başka yolu olarak belirtmiştir. Ayette geçen "kurban ödeme" deyimi, Tanrı'ya "takdimede" bulunarak günahtan kurtulmayı öngörmektedir ki, bu da ibadetten başka bir şey değildir. 7- Tanrı, Kendi Yüceliğini ve Güçlülüğünü Kanıtlamak Amacıyla Musa'nın Kavmine İnek Boğazlatıyor; Boğazlattığı İneğin Kemiğiyle Ölü Diriltiyor (Bakara Suresi, Ayet 67,73) Bakara Suresi'nde Musa ve kavmiyle ilgili bir hikaye var ki, Tanrı'nın sığır boğazlatarak ölüleri diriltebilir olduğunu anlatır. Hikayenin özeti şöyledir: Musa bir gün kendi kavminin insanlarına, "Allah muhakkak bir sığır boğazlamanızı buyuruyor" der (Bakara Suresi, ayet 67). Onlar, "Bizi alaya mı alıyorsun?" diyerek önce itiraz ederler. Çünkü, akıllarından Tanrı'nın kendilerinden inek kurban etmelerini isteyebileceği ihtimalini geçiremezler.7 Bununla beraber az sonra fikir değiştirirler ve ne cins bir sığır boğazlamaları gerektiğini sorarlar: "(Ey Musa) Rabbine bizim adımıza yalvar da onun (sığırın) mahiyetini bize bildirsin" (Bakara Suresi, ayet 68). Musa'nın sorusu üzerine Tanrı, kesilecek sığırın "ne kart, ne körpe, ikisi ortası yaşta, kusursuz, alacalı ve tarlada fazla kullanılmamış" olmasını ister. Tanrı'nın istediğine uygun bir sığır bulunup boğazlanır. Bunun üzerine Tanrı, Musa'nın kavmine hitaben "Siz bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbiri- nize atmıştınız: oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır" der ve "Sığırın bir parçasıyla ona (ölüye) vurun" diye ekler. Dediği gibi yaparlar ve sığırın bir parçasıyla ölüye vururlar; ölü dirilir. Tanrı onlara şöyle der: "İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir" (Bakara Suresi, ayet 69 ,73). Kur'an, öldürülen kişinin kim olduğunu ve neden Tanrı'nın boğazlattığı bir ineğin parçasının vurulmasıyla ölüyü dirilttiğini açıklamıyor. İslam kaynaklarına göre rivayet şöyledir: Musa'nın kavminden çok zengin bir adam varmış; bu adamın bir oğlu ve birçok yeğeni bulunuyormuş. Bu yeğenler zengin amcalarının mirasına konmak için onun oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra cenazesini kapıya koyup bağırıp çağırmaya ve cinayeti onun bunun üzerine atmaya kalkışmışlarmış. Katil bulunamadığı için toplumda fitne çıkmış. Ve işte katili meydana çıkarmak amacıyla Tanrı, Musa'nın kavmine sığır boğazlamalarını ve sonra sığırın bir parçasıyla ölünün üzerine vurmalarını emretmiş imiş.8 Pek güzel, ama bütün bu işler için ineği boğazlatıp kan akıtmak niye? Eğer Tanrı, yüceliğini ve güçlülüğünü kanıtlamak için ölüleri diriltebilir olduğunu ortaya koymak istiyor idiyse, mutlaka sığır boğazlatıp onun kemiğiyle ölüye vurdurtması mı gerekirdi? Bu işi sığırı boğazlatmadan ve ölüyü oracıkta canlı duruma getirmek yoluyla yapamaz mıydı? Her ne olursa olsun, yukarıdaki ko- nular şu gerçeği ortaya koymaktadır ki, “kurban kesimi”, esas itibariyle yoksula yardım amacına dayalı bir gelenek değildir; bu gelenek, esas itibariyle Tanrı adına girişilebilecek fedakarlıkları ortaya koymak üzere Tanrı adına kan akıtmak, böylece Tanrı’yı hoşnut edip günahlardan kurtulmak gibi bir amaca dayalıdır. Kur’an’daki yeri de bu anlamdadır. Dipnotlar: 1 Mahiyat fakültelerinden birinde öğretim üyeliği yapan bir kişinin, “Kurban ‘Kesmek’ ‘ibadet mi?” başlıklı yazısı için bkz. Hürriyet gazetesi, 2 Nisan 1999. 2 Bu alıntı için bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.8. s.6197. 3 Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, “Kurban” maddesi. Kaynak Yayınlan, birinci basım. Ekim J994. c.7, s.307. 4 Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi. “Fidye” maddesi. Kaynak Yayınlan, bilinci basını. Temmuz 1994. c.5, s.l 19 vd. 5 Yorumcuların bu konudaki açıklamaları için bkz. Elmalılı H. Yazır, Hak Dini. Kur’an Dili. Bedir Yayınevi, 1993. c.5. s.4063. 6 Elmalılı H. Yazır. age, c.2, s. 1243. Elmalılı H.Yazır, age, c.l.s.381. Elmalılı H. Yazır, age. c.l, s.386 vd; ayrıca bkz.İlhan Arsel, Şeriat'tan Kıssa'lar, Kaynak Yayınları, birinci basım. Temmuz 1996. Kaynak: http://www.cafrande.org/?p=22687 izmir dikili çandarl arasında deniz köyde BİMEYKO sitesinde deniz manzaralı 304 ada blok 53 de 11. numaralı arsa satılıktır. 378 metrekar %20 - 2,5 kat inşaat müsadeli tüm altyapısı bitmiş durumda. mustakil tapulu fiyatı 50.000 tl. http://www.bimeyko.info/default.asp?id=45 ya_hizir@web.de tel: 00 49 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 59 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 taylı bilgi için Aras Yayınları'ndan çıkan "Dersim Seyahatname - Antranik" adlı kitaba bakabilirsiniz. HERKESİN SAKLADIĞI SIR: GAYRİMÜSLİM KIZILBAŞ DERSİM! ‘37-‘38 ÖNCESİ “GERÇEK DERSİM”İ GÖRMÜŞ BİR ERMENİ - BİR TÜRK İKİ FARKLI GÖRÜŞ “TEK GERÇEK” Dersim denildiğinde akla ilk Alevilik gelir. Anadolu Alevisi yani Kızılbaşların İslam zulmüne karşı kalesi olmuştur Dersim. Osmanlı'nın defalarca saldırdğı ama zaptedemediği Dersim, artık Osmanlı zulmünün ve İslam şeriatının bittiğini sandığı bir zamanda bu seferde T.C. devleti tarafından hile ve yalanlarla soykırıma uğramıştır. Dersim halkı çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden topluca sistematik olarak katledilmiş, Yavuz döneminden sonra en büyük Alevi katliamını yaşamıştır. Dersim halkı ve Alevi önderleri katledilmeseydi bugün Alevilik bambaşka bir şekilde anılacaktı. Alevilik başlıbaşına bir din kabul edilecek, İslam'dan bağımsız olduğu apaçık meydanda olacak ve bu sözde laik aslında Türkİslam cumhuriyeti olan T.C. devleti için kendi ideolojisinin ürünü tarih yazımlarını da yerle bir edecek, hatta ülke genelinde sayısı en az 25 mil- yon olan Alevilerin siyasi tecihlerini bambaşka yönlere götürüp bugün çok farklı bir Türkiye izlemize sebep olacaktı muhtemelen. 1937-38 öncesinde herkesin bildiği Alevizm dini gerçeği Dersim'i gezme ve yakından inceleme imkanı bulmuş, izlenimlerini de yazıya dökmüş buna karşılık birbirine zıt iki dünya görüşünden, iki farklı inançtan (hrıstiyan ve müslüman) ve halktan iki insanın farklı dönemlerde (en az 40 yıllık bir ara ile) aktarılmış görüşlerini size aktaracağız. Dersim konusunda ikisinin de kesin olarak hemfikir olduğu tek nokta Dersimlilerin Alevilik olarak bilinen inançlarının İslam dışı kendine özgü bir din olduğudur. Ermeni Antranik; Dersim'e ilki 1888, ikincisi ise 1895 yılında olmak üzere iki seyahat yapmıştır. Burada Dersim'in inancı hakkındaki fikirlerinin sadece özetine değineceğiz daha de- Dersimlilerin inancı için şöyle diyordu Antranik: "Dersimlilerin kendine özgü, hiçbir kitaba bağlı kalmadan sözlü olarak aktardıklerı bir dinleri vardır. Ama bu dine ne ad verilir bilemiyoruz. Ne Hristiyan, ne Müslüman ne de Musevi. Hepsinin karışımı; eski ve yeni tüm dinlerin karışımı. Seyitler ve dedelerin din adamı olarak evleri ayrım gözetmeden dolaşıp ziyaret etmek, ahlak ve dini öğütlerle telkinde bulunmak gibi bir görevleri vardır. Ziyaretleri teselli amaçlı olan seyitler ve dedeler ise, Hristiyan din adamı için İncil ne ise onlar için de ayrılmaz bir yoldaş olan sazlarını alır, evin baş tarafına geçer ve çeşitli geleneksel türküler, ağıtlar, büyük ölçüde de destanlar çalıp söylemeye başlarlar. Eğer bütün bunlar toplanmış olsaydı belki Homeros'un destanları gibi önemli şeyler ortaya çıkardı; çünkü söyledikleri şarkılar genellikle kendi tarihleri üzerinedir ve hemen tümüyle destanlardan ibarettir. Halk arasında barışı sağlamak dedenin görevidir. Dersimlilerin ruhun tekrar dünyaya geri geldiğine dair sarsılmaz bir inançları vardır. Dersimliler aynı zamanda güneşe, aya, çeşitli parlak yıldızlara (gezegenler), şafağa, günbatımına, havanın çeşitli durumlarına her birine birer anlam yükleyerek huşuyla taparlar. Aynı şekilde ateşe, suya, toprağa, taşa, oduna, bitkiye, ağaca vs. de inanır, tapınırlar." Hasan Reşit Tankut ise devletin birçok kademedelerinde (Muş, Maraş, Hatay ve Mardin milletvekillikleri dahil) ve Türk Dil Kurumu'nda önemli görevler üstlenmiş, fikirlerinden de anlaşılacağı üzere Türk-İslam resmi ideolojisini fanatikçe savunan biridir. 1930'lu yılların başında Dersim'i gezmiş, Dersim halkının konuştuğu dilden, kültür ve inancına, yaşam şekli ve fiziksel özelliklerine kadar geniş bir araştırma yapmış bunları da raporlar halinde devlete sunmuştur. 1937-38 yıllarında yapılan Dersim harekatının arkasında yatan asıl gerçek olan Dersim halkının toplu imhası ve kalanların inançsal, kültürel ve ana dil yönünden tamamen kızılbaş - sayfa 60 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 asimilasyonu planında Tankut'un aktardığı raporların önemli bir yeri vardır. Burada kısaca aktaracağımız fikirlerin detaylarına ulaşmak için Kalan Yayınları'ndan çıkmış "Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkitler" isimli kitaba başvurabilirsiniz. Tankut, Dersimlinin inanç felsefesini şöyle özetliyor: "İfadesi muğlak, mütaleası müşkil bu kainatın içinde ben yani insan, hakikat, ayan zahir ve cali olarak bulunuyorum. Binaenaleyh her şeyin üstünde ben varım. Hürmete, ibadete, ancak ben layıkım. Ve hiç şüphe yok ki Hak münhasıran benim varlığımdır. Buradan itibaren insana tapmak başlıyor. Bilinmeyen noktalara bağlı akıl ipleri baltalanmıştır. Şeriat ve Allah kanunları yoktur. Bir hazret var ki adı dün de insandı bugün de insan. Bugünkü Zazalar'ın hemen hepsi mahiyeti bundan ibaret bir din taşımaktadır." Dersimlilerin dininin İslam'dan bağımsız ayrı bir din olduğunu üstüne basa basa belirtiyor: "Bingöl'den hatta Pasinler'den başlayarak Sivas içlerine kadar uzanan Zazalık tamamiyle Alevi'dir. Dersimliler bunlardandır. Görünürde Türkiye'de yalnz Müslümanlık var sayılır. Halbuki işin içyüzü hiç de öyle değildir. Aleviliği İslam'ın bir mezhebi veyahut bir tarikatı sayanlar, tamamıyle aldanmışlardır. Rabbülalemin olan İlahi Resulullah olan Muhammed'i, kelamullah olan Kur'anı ve hadisleri bulunmasına rağmen Alevilik Müslümanlık değildir. Onu Şii'likle karıştırmak da hata olur." Anadolu'nun farklı yörelerindeki Alevi ve Kızılbaşlardan da bahseden Tankut sözlerine aynen şöyle devam eder: "Karşılarındaki Müslümanın kendileri gibi Türk olması ehemmiyete alınmaz. O ne olursa olsun, değil mi ki Müslümandır, kendilerinden değildir. Ve Müslümanlık karşısında cephe tutmaları hem dinlerinin emri hem menfaatlarının icabıdır. Böyle bir hal belirince Dersimli Alevi ile Komanlı Kızılbaş, Adanalı Nuseyri, Ege mıntıkasındaki Tahtacı, Hafik'teki Hopyarlı derhal birleşebilir. Çünkü düşman birdir ve Müslümanlıktır." Suriye iç savaşından İstanbulda Pir Sultan Abdal Dderneği - Cemevine sığınan Aslan Muhammet ile İsmail Ahmer Derimiz Yazarlarından Erdal Yıldırım ile Almanya’da yaşayan duyarlı dostların kendi aralarında yaptıkları bu değerli dayanışmadan 713,00 € 1925,00 tl. toplayıp savaş maduru 2 aileye dosteli uzattılar. Kızılbaş Dergisi GYY. Ali Ülger ile yardımı direk madurlara ulaştırdılar 12 kişiden oluşan 2. aileye elden sunulan bu yardım karınca kaderince sıkıntılarını hafifleteceği için sevindiler. Yardım sunanlara tek tek şükarnların sunup selamlarını gönderdiler. Ulaşım ve teslim süresince bize zaman ayırıp işleri kolaylaştıran arkadaşımız Erdal Yıldırım ile Dernek Başkanı Fethi beye de teşekür ediyoruz. 1. Louis Akan 50 € 2. Serdar Bakir 100 € 3. Mustafa Sahin 25 € 4. Mediha Toprak 20 € 5. Demirel ailesi 60 € 6. Ali Agirgöl 50 € 7. Serkan Ersöz 50 € 8. Gülsün Erten 50 € 9. Gül Ugur 100 € 10.Özlem Erol 20 € 11.Meryem Tunc 50 € 12.Cüneyt Korhan 20 € 13.Serpil ve Levent Mete 100 € 14.Duygu Eligüzel: 30 € hor baktık mi karıncaya kırdık mi kanadını serçenin vurduk mu karacanın yavrulusunu ya nasıl kıyarız insana.. (HASAN HÜSEYiN KORKMAZGiL) kızılbaş - sayfa 61 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜĞE Mİ, YOK EDİCİLİĞE Mİ? mürgeci rejimden kopmamışlar tarafından da çok ucuzundan “emperyalizmin işbirlikçisi Kürtler” olarak suçlansın, ama yine de onları “dost” müttefik görmüş olsun! Bir halk düşünün ki, kendi tarihi toprağında “yok” sayılsın! Bir halk düşünün ki, diğer tüm otokton halklar ile birlikte “varlığı Türk varlığına armağan” edilsin! Bir halk düşünün ki, en dinamik unsurları başkasının politik çıkarlarına malzeme edilsin! Bir halk düşünün ki, kendini, kendi ülkesinin ismi ile anmaktan alıkonulsun! Bir halk düşünün ki, kendi ulusunun ve aidiyetinin ismini zikir etmekten korkar olsun! Bir halk düşünün ki, kendi kimliğiyle kendisini andığında, aşağılanma, hapishane, işkence ve sürülme ile terbiye edilmiş olsun! Bir halk düşünün ki, kendisi beş parçaya bölünsün, beş parçadakiler birbirlerinden ayrı, bu durumu görüp karşı çıkana da; “bölücü”, “ayrılıkçı”, “terörist”, “eşkıya”, “çapulcu”, “hain” vs. ile itham edilsin ve bu itham edilmelere sesiz kalsın! Bir halk düşünün ki, kendini idare etmeyi arzuladığında; “bu bir isyandır” denilerek sürgünlere ve katliamlara tabii tutulsun! Bir halk düşünün ki, kendi dilini kullandığında; “Türkçen bozulur!” denilerek kullanılmaktan men edilsin. Bir halk düşünün ki, yatılı bölge okullarına alınan bebelerine yıllarca kışla eğitimi verilerek dillerinde sigara söndürülerek, iğne batırılarak, kırbaçlanarak dillerini kullanmayı kendilerine yasaklansın ve tabu kılınsın! Bir halk düşünün ki, “Türklüğe adapte olsunlar diye, 250.000 insanı Türk ulus devletine kurban eden kendisi ecnebi olmasına rağmen, “ata”, “kurtarıcı” bellensin ve kendisini toplumu kurban edecek kadar korkuyla kutsatılmaya kalkılsın ve buna karşılık buldurtsun! Bir halk düşünün ki, dini, inancı kendi ülkesel, ulusal inkârında malzeme edilmiş olsun ve “sen alevi isen Türksün” “Türk değilsen yoksun! Yok olursun!” “Müslümanlık Türklüktür” denilsin. Bir halk düşünün ki, dini inançlarından sebat etmesin diye, Halife Arap, Hali- Ahmet ÖNAL fe Osmanlı ve Modern Cumhuriyeti ve laiklik lafzı ile tekçi bir din, tekçi bir zihniyet, faşizan bir güruh ile yaşamı kendisine “cehennem” kılınsın! Bir halk düşünün ki, şaha, padişaha, paşaya tapar duruma getirilerek kendine küfür edene, zulüm edene, zorla sevgi, zorla saygı ve zorla terbiye edilmek suretiyle adlarına kurban edilecek köleler durumuna getirilsin, sokulsun! Bir halk düşünün ki, en basit sorunu bahane edilerek, iç kavgalar çıkartılarak, birbirlerine kışkırtılarak, özgüvenleri yitirilerek kendinden aciz edilsin ve zihnen de sömürgeleştirilerek özgürlüğü istemez olsun! Bir halk düşünün ki, dede hatta babaları Türkçe bilmiyorken, çocukları, torunları onların dilini konuşmasın, nefret etsin ve “gereksiz dil” olarak “seviyesiz, medeni olmayan dil” ile itham edilsin! Bir halk düşünün ki, 200 yıl özgürlüğü uğruna mücadele etmiş olmasına rağmen, ne istediğinden istikrarsızlığa düşürülsün. Bir halk düşünün ki, dünyada ilk savaş uçakları, ilk gazlı bombalar kendilerinden denenmiş olsun, ancak bu halk kendisine karşı oluşan dünya nizamnamesinden habersiz, tarih bilincinden yoksun, kendisine yabancı, kendini görmez, kendisi için eşitliği istemez, istenilmez duruma sokulsun! Bir halk düşünün ki, emperyalistler tarafından parçalanıp bölüştürülsün, bunu kabul etmeyip kesintisiz ikiyüz yıllık bir özgürlük mücadelesi geleneğinden kopmamış olsun, ama soykırımcı-sö- Bir halk düşünün ki, varlığı elinden alınmış, dilenci, onursuz ve siyasette başkasının kölesi konumuna sokulup piyasada pespaye edilsin ve bağımsızlığını savunanlara burun büksün, ağız eğmiş olsun!. Bir halk düşünün ki; gerek ekonomik ve gerekse askeri ve siyasi kıskaca alınarak yerinden-yurdundan edilip metropollere doğru itilmiş ve şu anda gelecekleri olan çocuklarından dil, gelenek, görenekleri ile ulusal varlıklarından koparılmış, adeta çocukları ulusal tarihlerine karşı yaşamsal olarak köprüleri atmış, Türk egemen sistemi tarafından Türklük kıskacında öğütülürken, kendileri tepkisiz ve karın doyurmanın mücadelesinde oyalatılıyor duruma düşürülmüş olsun. Bir halk düşünün ki, iş-ekmek bulma vaadiyle, onursuzca kimlikleri ellerinden alınmış duruma sokulsun! Çok kültürlü, çok aidiyetli, çok dinli bir halk düşünün ki, kimlik ya da kimliğinin birini (Rayê Heq -Hak yolu- inancındakileri Kürdlüğe, Müslümanlığı Kürdlüğe karşı)ulusal kimliğine karşı kullanılıp, birini savunayım derken, diğerinden koparılıp dost olmayan projelerinde kullanır olsun! Bir halk düşünün ki, diyalektleri, şiveleri, ağız farkları ve çok kültürlülüğü zenginliğine vesile olan ayrılıkları bahane ederek, “böl yönet” fesatlığına araç edilmek istenmekte ve bundan aleyhine sonuçlar çıkarılabiliniyor olsun! Bütün bu olumsuz gidişata karşı, canını dişine katarcasına durmak isteyenler de yok değil! Geçmişi bir tarafa koyarsak, son 30-40 yılık direnişinde 60.000 insanını kaybetti. Kürd toplumu, Köylülükten; Kentli köy- kızılbaş - sayfa 62 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lüler mutuna sokuldu. Köylüler göçertildi, kaynaklarından beslenmekten alıkonuldu. Savaş mağduru Kürtler; çetecilerin, kapkaççıların, kirli ilişkilerin içine çekildiler ve bunun üzerinden aidiyetlerine, kimliklerine bu minvalden de saldırmanın zeminini oluşturmuş oldular. Kürd aydınları da bu duruma karşı dururken kırıldılar. 3.700 Kürd aydını insan göz göre göre Kürdler terbiye edilsin, Kürdlük savunulmasın diye ölümlere gönderildi. Vedat Aydın, Mühsin Melik, Hasan Deniz, M. Sabri Kızılkan ve diğerleri… 200 yıllık özgürlük mücadelesi bu ruhun üzerinde şekillendi. Bunu daraltmanın, içeriğinden boşaltmanın anlamı olmamalı! Bu gidişatta korkaklaşanlar, korkarak karşı çıkanlar oldu. Kimileri malzeme edildi, Osmanlının oyunlarında bir “peçete mendil-destmal” gibi kullanılır oldu! Kendini inkar ederek; “var olmak” isteyenler de oldu! “Ben Kürdüm, ama Kürdçü değilim” diyenler oldu. “Ben Kürdüm ancak bağımsız devlet istemem!” diyenler oldu! “Ben Türk Kürdüyüm et ve tırnak gibiyim” diyenler oldu. “Kürt ve Türk siyam ikizidir, ayrılarak yaşayamazlar!” diyenler oldu. “Ben Kürdüm ama Türkiyeliyim, Kürdistancı değilim! ” diyenler oldu. “Ben devlet istemem, sadece Avrupa müktesebatındaki yerel yönetim hakkı istiyorum!” diyenler oldu. “Ben Kürdüm, sadece barış istiyorum!” diyenler oldu. “Ben devlet istemem, sadece dilimi istiyorum!” diyenler oldu, “Devlet zülüm aracıdır, ben devlet değil, demokrasi istiyorum!” diyenler oldu. “Ben bölücü değilim, konfederasyon, federasyon istiyorum, ancak benim istediğim federasyon bağımsızlığa, ayrılık- çılığa, bölücülüğe yol vermez, gitmezgitmemeli!” diyenler oldu. “Globalizm çağıdır, devlet tarih olmuştur, devlet zihniyeti gericiliktir. Ben sadece kimliğimi istiyorum!” diyenler oldu. “Dünya’da 206 devlet var. Dünya mutsuz. Ben bu devletli mutsuzluğa dahil olamam!” diyenler oldu. Görmezler ki, devleti olmayan halklar, kendini yönetmeyen halklar, yok olmakla yüzyüze kalıyor, zülüm ve esaret altında inliyor! Özgürlüğün aracı olan devlet ile soykırımın aracı olan devletleşmeleri birbirine karıştıracak kadar aymazlaşan Kürtler de yok değil! Dünyada 40 bin, 70 bin, 100 bin ya da bir milyonun altındaki nüfusları ile onlarca devletleşen halklar varken, 45-50 milyon nüfusları ve geniş verimli ülkeleriyle Kürdlerin kendilerini yönetecek “Devletleri olmasın!” demek de “demokrasi” oluyormuş! Peh!!! Kürdler, şartları oluşmuşken, bağımsızlığa yönelemeyip, sömürgecilerin “demokrasicilik paketleri” ile oyalanarak ve onları reddedip, aynı kulvarda boğuşmayı da mücadele sanıyorlar. Gemini sömürgecilerin eline vererek yol almak akıl işi değildir, burada vefa olmadığı gibi, özgürlük de yoktur ve huzur da çıkmaz! Artık görülsün ki; bizi yeniden doğrultacak, tedavi edecek, özgürlüğümüze taşıyacak, sömürgeciliği tamamen tasfiye edecek, üzerimizdeki ölü toprağını kaldıracak, özgüvenimizi sağlayacak, dünya milletleri ile eşit kılacak, iç kavgalarımız yerine gerçek sevgimizi ve saygımızı yeniden yeşertecek, aklımızı kendimiz için kullandırtacak, dünya ile barış içerisinde yaşamımızı inşa etmemizin aracı olacak, tüm inkar ve imha, yanı yüzyıllara dayalı soykırım politikasını tasfiye edecek, insanımızı sömürgeciliğin dayattığı açlıktan, sürgünden, sefaletten, kölelikten, dilencilikten, sevgisizlikten çıkartacak, onurlu ve şahsiyetli kılacak bağımsızlık ruhudur ve bağımsızlıktır. Tüm geçmiş geleneklerden gelen bağımsızlıkçıların eksikleri yanlışları vardı, ama tamamı bağımsızlık aşkına tutkundu, esası özgürlük, ulusal kurtuluş demekti. Bu ruh bugün de ölmemiştir, yeni bir formatla dirilmenin/diriltmenin zamanıdır. Artık köylü küskünlüğünde inatlaşmanın zamanı değildir, Kürdistan’da Kürt barışını sağlamanın, diğer halklarla hak taleplerini dinleyerek helalleşmenin ve huzur içinde istikrarlı yaşamı inşa etmenin zamanıdır. Artık Türkiye için demokrasi değil, Kürdistan için demokrasiyi sağlamanın zamanıdır. Artık Türkiye için Anayasalar düzenlemek Kürdün işi değil, Kürdistan için anayasa yapmanın zamanıdır. Artık Türkiye Meclisine gidip tepişmek zamanı değil, Kürdistan meclisinde hizmet vermenin zamanıdır. Artık Türkiye’nin işgal ettiği toprakları bütünlük içinde Ankara’ya bağlamak için değil, her halkın kendisinin birliğini sağlayacağı programları inşa etmenin zamanıdır. Artık birbirimize karşı egemen olmak için değil, birlik içerisinde sömürgeci egemenliği kırmanın ve özgürleşmenin zamanıdır. Artık birbirimizle değil, soykırımı bertaraf edip, sömürgeci-işgalci zincirlerimizden kurtularak, dünya ile insanlığın gelişmesi için rekabet etmenin zamanıdır. Artık, sömürgecinin telkinleri ve siyaseti ile değil, kendi olgularımızla, doğrularımızla, özgür geleceğimizi aklımızla, insani değerlerimizle düşünerek yol almanın zamanıdır. Ubeydullah Nehri Geleneği, Hoybun Geleneği, Azadi Geleneği, Alîşêr, Dr. Şıvan, Faik Bucak, Yad Çewligij, Mazlum Doğan, Necmettin Büyükkaya, Hüseyin Şen, Necla Baksi, Mehmet Hayri Durmuş, Hüseyin Morsümbül, Zekiye Alkan, Vedat Aydın, Mahsun Korkmaz vs. binlerce şehidin özleminde buluşulmanın zamanıdır. Onların direnişindeki ruhta; yeniden var olmanın zamanıdır. Onların dirilişindeki; özgürlük özlemini dillendirmenin zamanıdır. Onların dirilişinde; Türkiyelileşmek için değil, Kürdistanileşmek vardı. Bu tarih bilincini kırdırtmamanın zamanıdır. Onların temel ve ortak şiarları çok doğru olarak ‘Bağımsız Birleşik ve Demokratik Kürdistan’ idi. Bu doğrultuyu inat- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 la sürdürmenin zamanıdır. Bu şiara sırt dönüp gidenler, onlara göre yurtsever değildi ve bunu hatırlatmanın zamanıdır. Kürdistanlılar; onların yurtsever, insansever, özgürlüksever duyumları ile direnişlerini duymazlıktan, bilmezlikten gelenlere karşı onların haykırışlarını dillendirmenin, hatırlatmanın zamanıdır. Şimdi sokaklarda “Şehid Namırın” diye bağırılıyor! Bu şahadete erişenlerin bağırdıklarını görmezden gelerek, onları anmanın mümkün olmadığını bilmenin zamanıdır. Bu zamanı kaçırdığınızda bir daha yakalamanız güçleşecektir. Bu zamanı kaçırdığınızda dejenere olur, değerlerinizi kaybeder, bedellerinizi almamış, hedeflerinize varmamış olacaksınız! Geldiğimiz aşamada gelip geçen ikili kervanın yol ayırımındayız! Kürd Ulusunun ve Kürdistan’ın Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi kervanına mı? Soykırımcı ve Sömürgeci yok edicilere tabi olan kervana mı katılacaksınız!? Ya insani duruş ya da zulmün karşısında sesiz kalmak!? Tercih sizin!!! Dem ev deme, devir ev devr e, zeman ev zeman e, roj ev roj e!. An serxwebûn, an neman! SARESUR Sait Çiya Bextê mao, sare u çımunê ma ser Cor ra adır vora hardê dewreṣi ser Cem guret, sema ṣime, nêṣime cae Mırodê mao, rew ra kotime rae Munzur berzo, Murad xoriyo Derd u dezê maê rezê kotê têzerre İqrar do, sond werdo, nêcerenime ra Rawa mawa, kam ke cereno ra va racero Munzur berbeno, Fırat hêrsıno Goni rıṣiye, coka sarê ma suro Vêsnai, ma re nıka adıro suro Dore mao, kam se vano va vazo Asmeno kheweo ma sero Hardo dewreso, comerdo Nono germiyo xonçaê ma sero Emegê mao, kam ke yeno va bêro ........................................................... Çemê Çewres Çımei Sait Çiya Kounê to de roṣt u sewla tiji Hardê to de gul u vılıkê rengıni Dormê to de hazar u ju candei Çewres çımei de, çewres dermani Çırrena, sewdau cena xo zerre sona Vêrena ra sona, qomê xo re can dana Verdina de, phelê to huyınê, kılamu vana Çewres çımei de, çewres tham u vengi Dısmeni re saredezo, ma re anoro Çewres namê xo esto, ju ki Munzuro Zonenê, thılsımê weṣia ma to de ro Çewres çımei de, çewres perṣ u cuabi Dormê ma de dêṣi nay ro, zonê ma gıredayi To ver de bendi nanê ro, perr u paê to bırnayi Fermanê merdene vetê, gavarê to xeneknayi Çewres çımei de, çewres khul u dırbeti Ma xatırê wayırê xo sane, meherediye Dem u dewran vêreno ra, waxtê herediṣ niyo Rıçiki ke mebe pelgi nêroyınê, bıngê ma juyo Çewres çımei de, çewres rae u rêçi Mevınde, bendu bırızne, xo ser ra so So, derdê ma dina homete pêhesno Xızır ra nêgaro, qom pay rao, kes meterso Çewres çımei de, çewres mom u çılei kızılbaş - sayfa 64 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir bakarsın gözlerine vurulmuşum bir akşam güneşi son dansını ederken gözlerinin ışıltısında. Vurulmuşum gözlerıne senin içinde olmadığın bir kavgada bir sokak ortasında. Kaskatı sen kesilmişimdir. Bir bakarsın seni sevmişim yıkılıp düştügümde, yıkıp bütün tabularımı, otoritelerin kırmızı çizgilerine ve senin ansızın çekip gitmelerine inat. Ellerinden uçurup bütün beyaz güvercinleri, bir bakarsın bir sabah, ülkeme barıs gelmiştir kahvaltı soframda taze ekmek kokusu gibi, bir bakarsın sevgilim yüregimde bir sevda yeniden sevmişimdir senin ansızin çekıp gitmelerine inat.. -cana can- ey! şems-i tebrizi biçareyim ergahında, heyhat. bir sevda narına düştüm harab-halim bedbaht. çaki-sinemi deldi o yarin çeşmi-siyahı, buhran buhran,yürek pare yürek nar.. ey! ciziri sığınmışım kalmine kelamına bir şox u şeng eyle, şad olsun enkaz yüreğim. o derman-i cananın, başak başak zülüfleri, dökülsün boncuk boncuk fersiz bakışlarıma. ey! cani canan bir arz-ı endam eyle aşkına meşk olayım ya gel ol cananım ya da gel al canımı... -aram ararat- Bülbül, Havalanmış Yüksekten Uçar Bülbül havalanmış yüksekten uçar; Has bahça içinde gülüm var, deyi. Seni seven yiğit serinden geçer, Güzeller içinde yarim var, deyi. Ben seni severim, sen de sev beni. Mevla`m bir karada koymaz insanı. Elbet, bir gün olur, ararsın beni; Şurda bir divane yarim var, deyi. Ben, seni severim can ile candan; Mevlam ayırmasın sevdiğim benden, Canım esirgemem vallahi senden, Götür sat pazara, kölem var, deyi. Karac`oğlan söyler: kaşı karadan, Hiçab perdesini kaldır aradan, Seni, beni bir Mevla`dır yaradan, Büyüklenme, hey kız, güzelim deyi. -Karacaoğlan- “Was koka xo ser vezino Teyri zoné xo ser vaneno kamke aslé xo inkar keno tozıke erzeno raa xo sono” Her ot kökü üzerinde biter Her kuş kendi diliyle öter Her kim ki aslını gizler İzini kaybeder öyle gider