İndir
Transkript
İndir
Editörden Müşterisiz metâ zayidir. Dergimiz dokuzuncu yılına bu sayıyla birlikte girerken, sizlerden gelen müspet yaklaşımlar “her sayıda daha da iyi bir dergi” hedefimizi gerçekleştirmede bizleri isteklendiriyor. Yakın alakanızdan dolayı hepinize tek tek teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda da siz değerli okurlarımız için yine dopdolu bir dergi hazırlamaya çalıştık. Beğeneceğinizi ümit ediyoruz. Mustafa Özcan Bey “Arap Baharı ya da İslâm’ın Beşinci Dönemi” başlıklı makalesinde, geçen sayımızda büyük ilgi gören tespitlerinin bir yenisini daha sunuyor. Suriye baharı veya devrimiyle birlikte çatışma sahasına dönüşen Guta ile ilgili tespitleri yine çok çarpıcı. Kur’ân-ı Kerim’in kaynak olarak merkeze alındığı bir anlatımla diğer siyer kitaplarından farklılığıyla dikkat çeken “Hz. Muhammed’in (s) Hayatı ve İslâm Daveti” isimli 2 ciltlik siyer kitabı yazarı Prof.Dr.Celaleddin Vatandaş hocamız ile gerçekleştirdiğimiz röportajdan oldukça istifade edeceğinize inanıyoruz. Doç.Dr.Ebubekir Sofuoğlu hocamızın Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’la Balkanlara gelen huzuru işlediği yazısını müsamahalarına sığınarak dört sayfada sizlere özetlemeye çalıştık. 2-5 Arap Baharı ya da İslâm’ın Beşinci Dönemi 6-11 Prof. Dr Celaleddin VATANDAŞ 12-13 Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’le Balkanlara Gelen Huzur Yusuf E. ERDEM Yusuf Yavuzyılmaz Bey, gerek kendini çağdaş diye tanımlayan kesimler, gerekse bir kısım dindarların istismarına uğramış “Müslüman kadınlar” ile ilgili tespit ve görüşlerini yazısında yansıttı. Benzer bir konuyu işleyen Sahir Akça Beyin tesettür konusundaki makalesini de ilgiyle okuyacaksınız. Hamza Tekin hocamız bu sayıda, hepimizin yolcusu olduğu varlığımızın ayrılmaz bir parçası olan seferi konu edindi. Fahri Tuna Bey “Ada’dan Portreler”de rahmetli Hattat Hafız Saim Özel’i sizlere biraz daha yakından tanıttı. Son söz olarak siz kıymetli okurlarımızdan, dergimizi çevrenizdekilere tanıtmanızı ve başkalarının da okumalarını sağlamak suretiyle yaşatılmasına katkı sağlamanızı rica ediyoruz. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat ve afiyet temennisiyle sizleri dergimizle başbaşa bırakırken, yeni bir sayıda buluşmak ümidiyle… Ada’da kalın! 14-15 Vahyın Işığında Yuvayı Korumak 22-24 Müslüman Kadının İstismarı 16-17 25-27 18-19 28-30 Faaliyetlerimiz Yolcuyuz Tesettür Ada’dan Portreler Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sahir AKÇA Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ertuğrul ERDEM Grafik&Tasarım Özer ÖZTÜRK Yayın Kurulu Sahir AKÇA, Yusuf Ertuğrul ERDEM, Atilla YAKAR, Yusuf ERKAN, Enes İLGÜR Reklam Sorumlusu Atilla YAKAR Baskı Burak Ofset İrtibat: Atatürk Bulvarı Kadir Hoca Sokak (Öğretmenevi Yanı) Ötük Apt. No:1/3 Adapazarı /SAKARYA Telefon: 0 264 277 19 46 E-mail adabulteni@hotmail.com Yayınlanan Yazıların Fikri Sorumluluğu Yazarlara Aittir. Gönderilen Yazılar İade Edilmez. İsim Zikredilerek İktibas Yapılabilir. KÖŞE YAZISI Mustafa ÖZCAN Arap Baharı ya da İslâm’ın Beşinci Dönemi Ahirzaman olaylarında Şam’ın yatay ve dikey anlamları bulunuyor. Coğrafya ve aktörler bazında önemli misyonlar ifade edecektir. Bundan dolayı sahih hadislerde özellikle ahirzaman diliminde Şam’ın bağlık bahçelik alanı olan Guta’ya işaret edilmektedir. Biset sırasında Gassanilerin merkezi Busra nasıl öneme haiz bir şehir ise keza ahirzamanda da Şam aynı öneme haiz bulunmaktadır. Numan Bin Beşir’in Huzeyfe’den (Radiyallahu anhüma) rivayet ettiği ve Ahmed Bin Hanbel’in Müsned’de tahriç edilen İslâm’ın beş dönemiyle ilgili hadis Abdulmecid Zindani gibi alimler tarafından yeni döneme ve Arap Baharına uyarlanmış ve yansıtılmıştır. Dolayısıyla bu tespit, Arap Baharının bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Bu süreç bir yıllık olmayıp belki de yüzyıla damgasını vurabilecektir. Bundan dolayı kimileri 2011’e İhvan yılı deseler de kimileri İhvan yüzyılının başlangıcı olarak görmektedir. Bu sürecin karakteri İslâm’ın yükselişiyle alakalıdır. İsmail Heniye ve hatta “The Arab Spring is an Islamic uprising” adlı makalesinde İran asıllı yazar Ahmad Bakhshi gibiler de Arap Baharının İslâmî bir bahar olduğunu yazıyorlar (1). Numan Bin Beşir’in Huzeyfe Radiyallahu anh’dan rivayet ettiği hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Nübüvvet dönemi Allah’ın dilediği kadar sizde baki ve mahfuz kalır. Sonra dilediğinde onu kaldırır. Sonrasında peygamberlik metodu üzerine hilafet dönemi gerçekleşir. Peygamberlik tarzı üzerine hilafet de Allah’ın dilediği kadar aranızda kalır ve sonra Allah aranızdan onu da çeker alır. Daha sonra ‘melik ad’lık ve ısırıcı kraliyet dönemi yaşanır. O da Allah’ın dilediği kadar aranızda kalır ve ardından Allah onu da kaldırır. Sonra melik cebriyye dönemi gerçekleşir ve Allah dilediği kadar onu da aranızda yaşatır ve ardından Allah onu da çekip alır. Sonra peygamberlik üzerine hilafet dönemi olur…” 2 İkinci hilafet dönemi İslâm’ın beşinci hilafet dönemine tevafuk etmektedir. Burada iki hilafet döneminden bir de bozuk veya suri hilafetten bir de cebriye döneminden bahsediliyor. İki farklı saltanat döneminden bahsediliyor. Dikkat çekici bir biçimde cebrilik ile ısırıcı kraliyet dönemi birbirinden ayrılıyor. Ümera dönemi aslında saltanat dönemidir. Cebabire dönemi ise cumhuriyet adı altında militarist rejimleri akla getiriyor. Peygamberlik dönemi hariç beş dönemden ikisi imaret veya cebriye dönemi ikisi de hilafet dönemi olarak anılıyor. Şimdi ulemaya göre Arap Baharı ile birlikte İslâm âlemi beşinci döneme giriyor. Peygamberlik ve onun metodu üzerine hilafet dönemi ölçüyle hareket eder. Keyfi veya mutlak yönetim anlayışı değil, ölçülü ve sınırlı ve sorumlu anlayıştır. Kurallara bağlıdır. Keyfi hareket yoktur. İslâm âlemi 19’uncu yüzyıl itibarıyla ahirzaman ve fitneler dilimine girmiştir. 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’inci yüzyılın başı hadislerde belirtilen dördüncü dönemin başını teşkil ediyor. Daha dakik bir şekilde ifade etmek gerekirse; 1909 ve sonrası dördüncü dönemi temsil ediyor. Dördüncü dönemin sonu ise 2000’lı yıllarda sona eriyor. Arap Baharı ile birlikte ya da 2011 ve devamında İslâm dünyasının yeni yani beşinci dönemi ve baharı başlıyor. Bu dönem cebabire döneminin karşılığı bir dönemdir ve umulur ki bu dönemin ömrü de Cebabire döneminin ömrü kadar olur. Mütekabiliyet dönemidir. Cebabire dönemini 1909’dan baş- lattığımızda bidayeti ile nihayeti arasında tam 100 yıl var. 1923 ve sonrasından başlattığımız ise 80-90 yıla tekabül ediyor. Fitneler dönemi 19’uncü yüzyılda başlamıştır ve Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte İslâm’ın şevketi kırılmış ve Müslümanlar dumura uğramış ve içeri çekilmişlerdir. Bu hem manevi değerlerde bir geri çekilme ve hem de maddi ve fiziki güçte bir geri çekilme olmuştur. Adeta İslâmiyet doğduğu topraklara sürülmüş veya dürülmüştür. Bundan dolayı bazı hadislerde İslâm’ın Medine-i Münevvere’ye çekileceği ifade edilmiştir. Yavuz Sultan Selim’den evvel Müslümanlar Anadolu’da nüfusun ancak yüzde 20’sini oluşturuyorlardı. Yavuz Sultan Selim Arap dünyasını Osmanlı toprakları içine katmasıyla birlikte nüfus dengesine oturmuştur. Yavuz’un İttihad-ı İslâm politikası nüfus dengesini de sağlamıştır. Arap âleminin Osmanlı’ya katılmasıyla birlikte Müslüman tebanın oranı yarıyı bulmuştur. Lakin Osmanlı’nın gerilemesiyle birlikte fetih bölgelerinden hızla bir geri çekilme yaşanmış ve Anadolu’da ve İslâm diyarlarında dini azınlıkların oranı düşmüştür. 1877-78 savaşında veya 93 harbi olarak bilinen harple birlikte Müslümanların Osmanlı toprakları içindeki nüfusu yüzde 7075 civarına yükselmiştir. Balkan ve Birinci Cihan Harbi ve sonrasında ise bu oran yüzde 90’lar seviyesine yükselmiştir. Zira mübadele olmuş ve Müslümanlar Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan çekilmişler ve bu yakadaki olan Hıristiyanlar da genelde KÖŞE YAZISI suyun öte yakasına çekilmişlerdir. 19’uncu yüzyıl birçok hadisin yansımasına mazhar olmuştur. Bunlardan birisi Osmanlı’nın çekilmesiyle birlikte tahakkuk eden çanak hadisidir. Peygamberimiz ‘Milletler üzerinize salınacak, adeta yiyicilerin sofraya üşüştükleri gibi üzerine üşüşecekler’ buyurmuşlardır(2). Özellikle de İslâm’ın kabuğuna daha doğrusu özüne çekilmeyle ilgili birçok hadis bulunmaktadır. Yine 19’uncu ve 20’nici yüzyıl hadis diliyle fitneler ve melahim asrıdır. da göstermiştir. Fitne hadislerinin çoğunluğu Müslümanların edilgen olduğu ve insiyatifi kaybettiği dönemlerle ilgilidir. Bu dönem 19’uncu yüzyılda ve 20’inci yüzyılda zirveye tırmanmıştır. Arap Baharına kadar İslâmî anlayış iktidara veda etmiştir. Arap Baharı ile birlikte Müslümanlar bir kez daha siyasi inisiyatif alma gücüne erişmişlerdir. Bazı ulemaya göre hadisler arasında Birinci Dünya Savaşına işaret eden hadisler de vardır. Bu, Ahlas (Deveçulu) Fitnesi ile ilgili hadistir. Pey- Ebi Davud üzerine çalışmalardan birisi olan Bezlu’l Mechud adlı eserin müellifi Muhammed Zekeriyya Kandahlevi hadisler aynasında ahir zamanın şifreli eşhası arasında olan Şerif Hüseyin’i teşhis etmiştir. Üstadı Halil Ahmet Seharenfuri’nin çığırını tamamlayan ve Süneni Ebi Davud’un şerhlerinden Bezlu’l Mechud kitabını ikmal eden Muhammed Zekeriyya Kandahlevi, ahirzaman ve fiten hadislerinden olan ‘Sümme yestelihu’nnasu ala recülin ke verikin ala dil’in’ hadisini Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste gece karanlığı parçacıkları gibi fitnelerin olacağı ve adamın mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlayacağı belirtilmektedir. Bu söz konusu dönemin istikrarsız ve değişken olacağının bir işaretidir. Keza insan diniyle ilgili düştüğü fitnelerden kurtulamayarak belki de imanını muhafaza edemeyeceğine işarettir. Pozitivizm, komünizm ve benzeri ideoloji ve fikirler maalesef Fransız Devriminden beri dünyayı istila etmiş ve etkisini İslâm dünyasında gamberimiz kendi sulbünden çıkacak ahirzaman kahramanı Mehdi (R. A.) bahsetse de bir de fitnenin dumanı olacak ve yine kendi sulbünden gelecek bir adamın zuhur edeceğini de haber verir. Onun her ne kadar kendi sulbünden olsa da kendi yolundan olmadığını ve kendi yolundan olmayanın da kendisinden olmayacağını söyler. Muhammed Zekeriyye Kandahlevi söz konusu hadisin yorumunda bu zatın Şerif Hüseyin olduğunu söyler. Yine aynı hadis o zatın iktidarının güçlü olmayacağını beyan eder. Süneni şerh ederken bu hadisten maksat ve muradın İngilizler’le beraber olup Osmanlı’ya isyan eden ve arkadan vuran Şerif Hüseyin fitnesi olduğunu haber vermiştir (Nazarat fi’l hadis, Ebu’l Hasan en Nedevi, s: 152, Daru İbni Kesir) Muhammed Zekeriya Kandahlevi’nin tevazusu ve alçakgönüllülüğü bildiği hususlarda geri çekilmesine mani olmuş ve bu hadisin şerhinde de tam bir güvenle ve isabetle bu hadisten kastedilen şahsın ahir zaman şahsiyetlerinden ve aktörlerinden olan Şerif Hüseyin fitnesi olduğunu ifade etmiştir. 3 KÖŞE YAZISI Hadis, insanların baldırı kaburgasına yapışmış bir adama biat edeceklerini haber vermektedir. Bir nevi baldırı çıplak olan bu adamdan maksadın Şerif Hüseyin’in olduğu açıktır. Demek ki döl evladı önemli olduğu kadar yol evladı da önemlidir. Bazen de döl evladı ile yol evladı birbirinden ayrılabilir. Bu durumda Hazreti Peygamber (a.s.) döl evladını değil yol evladını kendinden saymaktadır. İbnu’l Esir’in en Nihayesi’nde yaptığı şerhte olduğu gibi, insanlar oyluk kemiğinin eğe veya kaburga kemiği üzerinde olması gibi bir adama biat ederler. Oyluk ile eğe veya kaburga kemiği bir araya gelmeyeceği gibi insanların biat ettikleri bu adamla da iktidar bir araya gelmeyecektir. İktidarı ödünç olur. Nitekim Ürdün mail-i inhidam bir bina gibi dış desteklerle ayakta durabilmektedir. Şerif Hüseyin hanedanlığı Hicaz’da ve Irak’ta yıkıldığı gibi daha 1970’li yıllara kadar Ürdün Ordusunu Gallup Paşa ismindeki bir İngiliz yönetmiş ve komuta etmiştir. Ve tek kurşun atmadan bu ordu 1967 savaşında Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa’yı terk etmiş ve Yahudilere bırakmıştır. Önce Osmanlılara karşı İngilizlerle anlaşan ardından Filistinlilere karşı Siyonistlerle ittifak kuran bu hanedanlık en son 1967 yılında Doğu Kudüs’ü de kaybetmiştir. İbnu’l Esir açıkça insanların, istikameti, düzeni ve senedi olmayan zayıf bir kişiye biat edeceklerini ortaya koymaktadır (En Nihaye, cilt: 5, s: 176, el Mektebetü’l İslâmiyye ). Demek ki nübüvvet mişkatından ve penceresinden süzülen huzmelerle, geleceğin tarihi ve Şerif Hüseyin’ler ve akıbetleri görülebilmektedir. Merhum İsmail Çetin Hoca da Dua kitabında hadisi Muhammed Zekeriyya Kandahlevi gibi yorumlamıştır. Hadislerden gelmiş geçmiş mühim şahıslara iz düşürmek mümkündür. Lakin mevzumuz günümüzle alakalıdır. Şerif Hüseyin dördüncü dönemin mühim adamlarından birisidir. Fitne hadisleri ahirzaman dönemlerinin sıfatlarını ve karakterlerini ortaya koymuştur. Bu karakterlerden birisi ‘lüke ibnü lüke/alçak oğlu alçak’ ve ‘ruvaybida’ tarzı hadislerdir. Ruvaybida tabir caizse ciğeri beş para etmez adamların iktidarı ve yönetime gelmeleridir. Prof. Ab- 4 dullah Nasıh Ülvan bu hadisin anlamının sömürgecilik sonrası İslâm dünyasındaki liderlere yansıdığını beyan etmektedir. Rüvaybida tipli liderler sömürgeciliğin yetiştirdiği ve masonluğun beslediği liderler tipine uygun düşmektedir. Bunların dönemleri de elbette ki sömürgecilik sonrası dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde iktidara gelen liderler birçok vasıfla anılıyorlar. Bunlar arasında cebabire, decacile sıfatları olduğu gibi ruvaybida sıfatı dahi vardır. Abullah Nasıf Ülvan’a göre, ruvaybida tarzı yönetimlerin en önemli özelliği işbirlikçi karakterli olmalarıdır. Bunlarla ilgili olarak Kuveytli Abdullah Fehd En Nefisi 60 yıldan beri şeytanla dans ettiklerini ve aynı yattıklarını ifade etmektedir. İşte bunların döneminde Filistin kaybedilir. Gerçekten de Şerif Hüseyin ve oğulları ve benzeri liderler Filistin’in kaybından sorumludur (3). Şimdi Arap Baharı işte bu takozları temizliyor. Hadislerde yine sıbyan yani çocuksu iktidarlar döneminden bahsedilmektedir. Ebu Hureyre bu dönemlerden birisinin Mervanilere tekabül ettiğini söylemektedir. Muhtemelen Mervaniler ilk Süfyaniler iktidarıdır. Manen sonraki sibyan iktidarı veya Mervani iktidarı İttihatçılar ve ardından gelen dönemdir. Nitekim İslâm Yardımlaşma Teşkilatı Başkanı Ekmelüddin İhsanoğlu; Arap Baharının bir nevi Şerif Hüseyin’in huluf ve fululu yani bakiyyesi olan diktatörlerin son- baharı olduğunu söylemektedir. Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecini değerlendiren İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu; “ Yaşanan Arap baharı değil, Arap diktatörlerinin sonbaharı.” diyor. Şöyle de söylenebilir: Halkın baharı ve iktidarların sonbaharıdır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecinin nasıl adlandırılacağı hâlâ tartışılırken birçok Müslüman aydın, Batı dünyası tarafından ortaya konan “Arap Baharı” tabirine karşı çıkıyor. Katar’daki Medeniyetler İttifakı Forumu’na katılan Prof. İhsanoğlu da, bu isimlendirmenin yanlış olduğunu ileri sürüyor. Brookings Enstitüsü’nün düzenlediği dar kapsamlı bir toplantıda “İslâm İşbirliği Teşkilatı Arap Ayaklanmasının Neresinde Duruyor?” başlıklı bir konuşma yapan İhsanoğlu, ardından katılımcılarla yaptığı sohbette “Arap Baharı”nin yanlış bir tabir olduğunu ileri sürerek şöyle konuşuyor: “Bu kavram ne yaşandığını yanlış anlatıyor. Yaşanan Arap baharı değil; Arap diktatörlerin sonbaharı. Geriye kalan ise çok uzun bir süreç.” Genel Sekreter, Müslüman dünyaya düşen sorumluluğun, Ortadoğu’da yaşanan süreci müspet yönde yönlendirerek tahriplere mani olmak olduğunu vurguladı. Prof. İhsanoğlu’na göre Ortadoğu’da sınırlar ve rejimler dışarıdan belirlenirken ‘Arap halkları tarihin akışının bir unsuru olmaya karar verdiler.’ Arap Baharı bölgenin siyasi olarak yeniden şekillenmesine neden olacaktır. Lidersiz yola başlayan Arap Baharı Fransız Devriminde olduğu gibi Napolyon’unu bulacak ve siyasi misyonunu da icra edecektir. ‘Ehli beytimden bir adam Araplara hükmetmeden dünya sona ermez’ gibi hadisler buna işaret ediyor. Tevbe ve Sâf Sûrelerinde İslâm aleyhinde hem bir komplodan bahsediliyor ve hem de Allah’ın nurunu tamamlayacağı vadi ifade ediliyor. Sâf Sûresi’nin sekizinci ve dokuzuncu âyetleri ve Tevbe Sûresi’nin 32 ve 33’üncü âyetlerinde aynı vurgu yapılıyor. Bu âyetlerde psikolojik ve savaş ortamıyla İslâm nurunun söndürülmek istendiğine işaret ediliyor. Psikolojik savaşın yanında fiili savaşla da İslâm’ın nurunun söndürülmek istendiği kaydediliyor(4). Bu dönemde Kur’ân-ı Kerîm’in haber KÖŞE YAZISI verdiği gibi İslâm’ın tealisi yaşanacaktır. İslâm’ın beşinci döneminin tezahürleri şöyle sıralanıyor: Yahudilerin birinci ifsat ve büyüklenme dönemleri sahabeler nesli tarafından bertaraf edildi ve Babil ve Roma’dan sonra üçüncü kez Arap yarımadasından da kovuldular. Medine, Fedek ve Hayber’den kovulmaları sonucunda Şam’a yerleşmişlerdir. Kimi Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların Arap yarımadasında hâkimiyet sağlamaları üzerine Şam’a kaçmışlardır. Şam’dan da dünyaya dağılmışlar, lakin 20’nci yüzyılda yeniden toparlanarak bölgeye akın akın, fevç fevç (Lefif halde, İsra Sûresi: 104) gelmişler ve yığılmışlardır. Dolayısıyla Yahudi haşri ve yeniden Ortadoğu’ya doluşmaları İslâm’ın öngördüğü gerçeklerden birisidir. Dolayısıyla İslâm’ın müjdelediği gibi Medine’den atılmaları gibi bir gün Kudüs’ten de yeniden atılmaları mukadderdir. Kudüs’ün Müslümanların başkenti olacağı veya Guta’da Müslümanların salih kumandanlarının veya halifesinin olacağının haber verilmesi buna işaret ediliyor. Hazreti İsa’nın Şam’da Beyaz Minare’ye inmesi ve oradan da Babu’l lüd’de Deccal’i öldürmesi bu dönemle ilgili işaretler arasındadır. Hilafet ile Mehdi veya mehdiyet meselesi birbirini tamamlayan sıfatlardır. Birbirinden ayrı gayrı değildir. Her ne kadar Said Havva Mehdi’den önce hilafetin yenilenebileceğini öngörse de öngördüğü gibi çıkmamıştır. Hilafet ile Mehdi meselesi aynı kalıba dökülmektedir. Taife-i mansura (muzaffer bölük) da veya iki fustat yine bu dönemle ve Şam’la alakalı işaretlerdendir. Arap Baharının İncisi Şam Genelde meselelere aktüel gözlükle bakılıyor. Tarihin derinliklerinden akıp gelen anlam ihmal ediliyor. İlahi gözle değil de genelde seküler gözlüklerle bakılıyor. Halbuki bozuk da olsa İsrail bile meseleye ilahi gözlükle bakmaya çalışıyor. Ahirzaman olaylarında Şam’ın yatay ve dikey anlamları bulunuyor. Coğrafya ve aktörler bazında önemli misyonlar ifade edecektir. Bundan dolayı sahih hadislerde özellikle ahirzaman diliminde Şam’ın bağlık bahçelik alanı olan Guta’ya işaret edilmektedir. Biset sırasında Gassanilerin merkezi Busra nasıl öneme haiz bir şehir ise keza ahirzamanda da Şam aynı öneme haiz bulunmaktadır. Hadislerde Şam hakkında ve ahirzaman diliminde ‘ukru dari’l Müslimin’ ifadesi kullanılıyor; yani Müslümanların otağı ve âdeta İslâm yurdunun ve evinin merkezi. Bu anlamda Guta’ya gönderme yapan hadisler de vardır. Guta Suriye baharı veya devrimiyle birlikte çatışma sahası olmuştur. Kanaatimce Şam eksenli son olaylar da Suriye’nin çehresini değiştirmeye aday. Eskilerin tabiriyle yeni misyonu için zemin hazırlıyor. Semir Yunus gibi çeşitli İslâmî yazarlar Suriye rejiminin cürümlerinin Firavun ve İsrail’in cürümlerini geride bıraktığını, en azından aratmadığını ifade ediyorlar(5). Semir Yunus adlı yazar bu olaylarla veya Suriye devrimiyle birlikte Taife-i Mansura denilen kitlenin ortaya çıkacağını ifade etmektedir. Yine Semir Yunus Hazreti İsa’nın müteşabih bir biçimde Şam’a ineceğini ve yine bu topraklarda Deccal’i öldüreceğini ifade etmektedir. Bazı hadislerde de sarahaten Müslümanların Doğu Şeria merkezli olarak Yahudilerle savaşacağını ifade etmektedir. Bu son olaylar ekseninde İsrail Deccal’i temsil ederken Çin ve Rusya ekseni ise Yecüc Mecüc’ü anlamını temsil ediyor olabilirler. En doğrusunu Allah bilir. . 1-www.tehrantimes.com/opinion/95141the-arab-spring-is-an-islamic-uprising” \t “_blank” http://www.tehrantimes.com/ opinion/95141- the -arab -spring -is-anİslâmic-uprising 2-Sünenü Ebi Davud, hadis 4297 3-Eş Şebab el Müslim fi muvaceheti tahaddiyat, Abdullah Nasif Ülvan s: 162-163 4- Vuu’d el Kur’an, Dr. Selah Abdulfettah el Halidi, , Daru’l Kalem, s: 240 5-Lebbeyk Suriye, Dr. Semir Yunus, El Müctema dergisi sayı 1986 5 R RÖPORTAJ Yusuf Ertuğrul ERDEM öportaj Kur’an-ı Kerim’in kaynak olarak merkeze alındığı bir anlatımla diğer siyer kitaplarından farklılığıyla dikkat çeken “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli 2 ciltlik siyer kitabı yazarı Celaleddin Vatandaş isminin Sakarya’lı Adabülteni okurları için farklı bir anlamı vardır. 1992 yılında yazmaya karar verip, okuma ve yazmanın birlikte eşlik ettiği 12 yılı aşkın süre sonunda 2005 yılında mevcut metin bitirilmiş ve kitap halini almıştır. Adeta nüzul sırasına göre bir Kur’an çalışması ile siyerin bir birleşimi olan kitap, 2010 yılına geldiğinde altıncı baskıya ulaşmış, tüm Türkiye’de olduğu gibi Sakarya’da da özellikle Adabülteni ailelerinin en çok okuduğu/okumakta olduğu bir siyer kitabı haline gelmiştir. Hatırlı dostlarının ricasıyla teklifimizi kabul eden değerli yazarımızla yaptığımız röportajı, onu ve eserlerini yakından tanımanıza yardımcı olacağı ümidiyle sizlerle paylaşmayı bir görev biliyoruz. 6 Prof. Dr Celaleddin VATANDAŞ Yüksek Lisans ve Doktoranızı Sakarya Üniversitesi’nde yaptığınızı biliyoruz. Sizin için Sakarya ne ifade ediyor? Doğrusunu söylemek gerekirse Sakarya denildiğinde uykusuz ve yorucu yolculuklar öncelikle aklıma gelen şey oluyor. Çünkü 14 saati aşan bir otobüs ve tiren yolculuğundan sonra kendimi önce Arifiye’de sonra da Sakarya Öğretmenevi veya belediyenin kafeteryasında buluyordum. Siyer çalışmamın birçok aşaması bu yolculuklar sırasında planlandı. O günlerde siyer çalışmamla ilgili düşünce ve planlarımın yer aldığı ajandamı hala saklarım. İlaveten söylemek gerekirse Sakarya’ya 5 yıl gelip gittim. Çünkü yüksek lisans ve doktorayı Sakarya Üniversitesi’nde yaptım. Dolayısıyla Sakarya’nın hayatımda özel bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli kitabınıza geçmeden önce ‘doğru peygamber tasavvuru’ nasıl olmalı sorusuyla başlayalım isterseniz… Yaratılış amacına uygun olabilmek, hayatı doğru inşa edebilmek için, doğru bilgiyi temsil eden doğru modele ihtiyaç vardır. Kişi, örnek aldığı modeliyle anlam ve değer kazanır; örnek aldığı modeline göre şekillenir. Model, kişiliğin, inancın, hayat tarzının en güçlü referansıdır. Böyle olduğu içindir ki, bir insanı tanımak ve değerlendirmek için modelini bilmek fazlasıyla yeter. Ayrıca her insan, varlığını anlamlandırırken, hayat tarzını inşa ederken, düşüncesini ve inancını oluştururken kendisine örnek alacağı model arar. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde modelini de bulur. Fakat insanın bütün özellikleri dikkate alınarak ifade edilecek olursa, çoğu zaman çok boyutlu hayatın her bir alanı ve konusu için farklı model bulunmakta ve onlar gibi olunmaya çalışılmaktadır. Bu ise önemli bir probleme neden olabilmektedir. Farklı modellere uymak, kişinin psikolojik dünyasında, hayat tarzında açığa çıkan çatışmalara, garipliklere, problemlere yol açmaktadır. Bunu aşabilmenin veya problemi küçültebilmenin tek yolu ise mümkün olduğunca en kapsamlı modele sahip olmaktır.. Mümkün olduğunca doğru bilgiyi temsil eden en kapsamlı modeli bulmak ge- RÖPORTAJ rekmektedir. İşin veya hayatın sonunda pişman olmamak, pişmanlıktan elleri ısırmamak, “eyvah ben ne yaptım” dememek için bu zorunludur. Bilginin kaynağı, niteliği, aracı konusunda yapılmış ve çoğu kesimde hâlâ devam eden felsefî tartışmalara girmeden ifade edilecek olursa, bir Müslüman için “doğru bilgi” vahyin bilgisidir. İnsanlığın “doğru bilgi”yi bulma serüveninde amaca ulaşanlar, söz konusu bilgiyi bulan ve gereklerine “teslim” olanlardır; yani Müslümanlardır. Elbette ki bu büyük bir imkândır. Ancak açıkladığımız nedenlerden dolayı bu imkân çoğu zaman tek başına yetersiz kalmaktadır. Hayatı en doğru şekilde inşa edebilmek, kişilik ve karakteri en güzel şekilde oluşturabilmek için doğru bir modele de ihtiyaç vardır. Bu durumda, doğru bilgiye ulaşmışlar için cevabı aranacak soru şudur: “En doğru ve en kapsamlı model kimdir?” Elbette ki bir Müslüman için kötülük önderi ve sembolü İblis veya yandaşları model olamaz. Fakat ya bir melek? Bir melek Müslümanın örnek alacağı model olabilir mi? Genel olarak bir insanın, özel olarak da bir Müslümanın örnek alacağı model melek de olamaz. Çünkü melek, her insanda olduğu gibi, nefsinin yanlış/kötü fısıltılarını duyup duran bir varlık değil. Duygularıyla aklı arasında savaş vermiyor. Biyolojik, psikolojik, toplumsal; maddî, manevî ihtiyaçlarla kuşatılmış değil; acıkmıyor, susamıyor, hastalanmıyor, malmülk, makam-rütbe, iyi bir gelecek, itibarlı bir iş özlemi taşımıyor. Eşiyle, çocuğuyla, akrabasıyla, arkadaşıyla, komşusuyla arasında problemler çıkmıyor; ihanete uğramıyor, aldatılmıyor, oyuna getirilmiyor, küsmüyor, çekişmiyor. Çocuklarının, yakınlarının eksikleriyle, yanlışlarıyla uğraşmak ve onları cehennem yolcusu olmaktan alıkoymak için çaba sarf etmek zorunda kalmıyor; bu konularda herhangi bir endişe taşımıyor. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda değil; arzu ve tutkularıyla, ilkeleri arasında sıkışıp kalmıyor. İnancından dolayı hesaba çekilmiyor. “Niçin böyle yaşıyorsun?” diye sorgulanmıyor. Hesap gününün korku ve umudunu taşımıyor. Sormuyor, sorulmuyor; sorgulamıyor, sorgulanmıyor... Bir melek, insanın modeli olamaz; çünkü onun önünde tek yol var. Onun yolu sadece “esenlik yurduna” giden bir yol. İnsanın önünde ise iki yol var; biri ebedi azaba, diğeri ise ebedi saadete uzanıyor. İnsan bu iki yoldan birisini seçmek zorundadır. Her iki yol da yolcusunu kendisine çağırıp duruyor; insan bir o yana meylediyor, bir bu yana. O halde bir insanın modeli yine bir insan olmalı. Model de, kendisini örnek alacak kişi gibi zaaflara, endişelere, korkulara, ihtiyaçlara, özlemlere sahip veya bunları bilen birisi olmalı. Tüm bunlara sahip olan, ama hiç birisinin olumsuz etkilerine, baştan çıkarıcı davetlerine boyun eğmeyen; boyun eğmemenin yolunu ve yöntemini 7 RÖPORTAJ bilen ve uygulayan birisi olmalı. Bir insanın modeli yine bir insan olmalı, fakat o herhangi bir insan değil, kusursuz bir insan olmalı. O doğru yolu bilen, yanlış yolun çağrılarına kanmamanın yöntemine sahip olan, yanlış yoldan uzak kalmanın iradesini kendisinde bulunduran birisi olmalı. Dolayısıyla onda görülen, duyulan her şey, örnek almayı gerektirecek kadar doğru, iyi ve güzel olmalı. O bir melek olmamalı, ama melekleri bile imrendiren bir mükemmelliğe sahip olmalı. Var mı böyle birisi? Var! Onun ismi Nuh’tur, Hud’dur, Salih’tir, İbrahim’dir, Musa’dır, İsa’dır ve özellikle de Muhammed’dir (s). İnsanlığı cehaletin, kötülüğün, yanlışlığın, ahlaksızlığın, zulmün ve daha nicelerinin karanlıklardan aydınlığa çıkarmak amacında 8 olan İslam, insanlara sadece bilgi paketi olarak sunulmadı. O en mükemmel modeli ile insanlığa sunuldu. Yüce Allah, kullarına ihtiyaçları olan ve kendi imkânlarıyla ulaşmaları mümkün olmayan bilgiyi verme lütfunun yanı sıra, bir lütufta daha bulundu ve o doğru bilgiyi hayata aktaracak, o bilgi ile problemlerin çözüm yöntemini gösterecek modeli de gösterdi/ gönderdi. celikle elçisinin üzerinde gösterdi. Kur’ân, elçisini “büyük bir ahlâk üzerinde” (Kalem, 4) olan bir şahsiyet yaptı, onda insanlar için örnek alınacak “en güzel” (Ahzâb 21) özellikler inşa etti. Onun büyüklüğü ve güzelliği, dost-düşman herkesin tasdik ettiği bir özellik oldu. Eşi Hz Aişe’nin tanımlamasıyla “O’nun ahlâkı Kur’ân” oldu. Dostlarının yanı sıra, düşmanlarının da tanıklığıyla biliyoruz ki, insanlık için en doğru ve en kapsamlı model Hz Peygamber (s)’dir. Ancak, maalesef, çoğu kimseler, onu kendileri için örnek alınacak model olarak görmekten kaçındılar. Bir kısmı yanlış gidişatının geçici kazançlarına kanarak onu reddederken; bazıları ise akılsızlığından, inadından, kötülük timsali karakterinden, kıskançlığından etkilenerek onu model olarak görmekten kaçındı ve ona uymayı reddetti. Bunlar, böyle yaparak hakikati örten (kafir), hakikati yanlışlarla bulandıran (müşrik) oldular. Önlerindeki iki yoldan ebedi azaba uzananın yolun yolcusu olmayı seçtiler. Bu tutum ve tavırlarının gerekçesi olarak da, onun bir insan oluşunu gösterdiler. Eğer yüce Allah kendilerine bir model sunmuş olsaydı, bunun ancak bir melek olabileceğini iddia ettiler. Modelin kendileri gibi bir insan oluşunu kabullenmek istemediler. “Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!” (Furkan/7) “Bir insan mı bize yol gösterecek” (Teğabun,6) dediler. İlahi iradenin insanlığa sunduğu model peygamberdir. Peygamberlerin sonuncusu ve model oluşunu sağlayan her türlü özelliği ayrıntılı olarak bilinen şahsiyet ise Hz Muhammed (s)’dir. Allah onu doğru bilgi ile, doğru bilginin tek kitabı Kur’ân ile eğitti, yetiştirdi ve insanlığın zirvesi kıldı. Böylelikle, yüce Allah, ilahi bilginin değiştirici, mükemmelleştirici etkisini ön- Ancak ne garip bir durumdur ki, bazıları da ona inandığını, ona itaat ettiğini, önündeki yollardan edebi saadete uzanan yolun yolcusu olmayı istediklerini söylemelerine rağmen, onu model olarak görmekten bilerek veya bilmeyerek kaçındılar. Bunlar kendilerini samimi bir şekilde, içten gelerek “Müslüman” olarak nitelediler, ama Müslümanlıklarının yegâne RÖPORTAJ modeline uymaktan ısrarla uzak durdular. Bunu ise onu kutsayarak yaptılar. Kutsayarak, onu insan kategorisinden başka bir kategoriye taşıdılar ve Allah’ın insanlar arasından seçtiği, eğiterek mükemmel kıldığı o elçiyi model almamalarının gerekçesini hazırladılar. Onu bazen meleklerin düzeyinde ve hatta bazen de yüce Allah’ın yanında yer alan özel ve tek bir varlık olarak görme eğilimine sahip oldular. “Biz kim, O kim?” biçimindeki sözlerine yansıyan bir ayrımla, modellerini onda değil, kendilerince model olduğuna inandıkları başka yerlerde, başka şahıslarda aradılar. Böylelikle bu iki kesim, çıkış noktaları farklı olmasına karşılık, aynı noktaya varan bir yaklaşımın mensubu oldular. Kafirler/müşrikler onu melek olmadığı için model olarak görmekten kaçınırlarken, bazı “Müslümanlar” ise onu kutsayarak örnek almaktan uzaklaştılar. Adabülteni’nin Sakaryalı birçok okuru “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli eserinizle evlerinde siyer çalışmaları yapıyor. Allah Rasulü’nün (s.a.v.) hayatını yazma gibi şerefli bir vazifeye sizi yüreklendiren sebebin ne olduğunu tüm okuyucularınız gibi bizler de merak ediyoruz. Birçok siyer kitabı varken neden böyle bir eser yazdınız? Sizin eserinizi diğer siyer kitaplarından ayıran temel özellikler nelerdir? Sorunuz kısa ama önemli. Dediğiniz gibi Türkçe telif edilmiş veya Türkçeye tercüme edilmiş ve hâlihazırda kitapçılarda kolaylıkla bulunabilecek birçok siyer var. Üzerinde ciddi emek sarf edilmiş onu aşkın siyerin ismini kolaylıkla sıralamak mümkün. Bunların içerisinde cebe girecek hacimde bulunanlar olduğu gibi, bir kitaplı- ğın büyükçe bir rafına zor sığacak hacimde olanlar da var. İçlerinde güzel bir üslupla kaleme alınmış olanlar bulunduğu gibi, tamamen akademik bir yaklaşımla yazılmış ve bu açıdan soğuk bir üsluba sahip olanlar da var. Olumsuz olanları yani yanlış bir peygamber tasavvurunu dile getirenleri bir yana bırakarak söylemek gerekirse, mevcut siyerlerin içerisinde birçok bakımdan yararlı olanlar var. Bu açıdan da yeni bir siyer çalışması yapma sebebini dile getiren sorunuz benimle ilgili olarak anlamlı ve önemli bir sorudur. Sorunuza cevap vermeden önce şunu ifade etmekten kendimi alamayacağım: Kabul etmek gerekir ki Allah resulünün hayatını yazmak şerefli bir iştir. Bu şereften kim bir pay almak istemez ki! Esasen bu bile yeni bir siyer çalışması yapmak için başlı başına yeterli bir gerekçedir. Dolayısıyla bu şereften bir pay almayı elbette ki ben de isterim ve istedim de. Ama yine kabul etmek gerekir ki, Allah resulünün hayatını yazmak şerefli olduğu kadar zor, ağır sorumluluk gerektiren son derece ciddi bir iştir. Zira hata kabul etmez bir iştir. Örneğin, yapılacak itikadî bir yanlış bütün hayırları siler süpürür. Ama buna rağmen, sorumluluğumun bilincinden uzaklaşmadan böylesi bir işe giriştim ve son derece yoğun geçen on iki yılı aşkın bir zamanın sonunda çalışmamı şimdilik tamamladım. Şimdilik diyorum, çünkü muhtemel yanlışlık ve eksiklerin düzeltilmesiyle tamamlanma süreci devam edecektir. Bu açıdan da duyarlı okuyuculara sorumluluk düşmektedir. Duyarlı okuyucular tespit ettikleri yanlış veya eksikleri bildirirlerse hayırlı bir işe ortak olmuş, güzel bir davranış sergilemiş olurlar. Gelelim sorunuza; dediğim gibi kitapçı raflarında onlarla ifade edilebilecek sayılara varan ve konusu Resulüllah’ın hayatı olan kitaplar var. Fakat bunların hepsinin aynı düzeyde başarılı, güzel ve en önemlisi de doğru ol- duğunu söylemek pek mümkün değil. Olumlu değerlendirilebilecek olanların bile birbirine oranla birçok bakımdan artı veya eksileri var. Burada dikkate alınması gereken öncelikli husus bir siyerde bulunması gereken en önemli özelliğin ne olduğudur. Bunun doğru bilgiye dayanma özelliği olduğu ise kolaylıkla söylenebilir. Cevap kolay ve anlaşılır gibi görünüyor ama esasen sıkıntı da buradan başlıyor. Öncelikle hangi açıdan doğru bilgiden bahsedildiğine belirlemek gerekmektedir. Eğer tarihi açıdan doğruluktan, Allah resulünün hayatıyla ilgili sayısız denebilecek oranda çok rivayetlerin içerisinden doğru olanları belirlemekten bahsediliyorsa, bu açıdan yeni bir siyer yazmak tamamen değilse bile büyük oranda bilinenleri tekrar etmekten başka bir anlama gelmez. Allah resulünün hayatıyla ilgili rivayetlerden tarihi açıdan yanlış olanları ayıklayan, bir başka söyleyişle tarihi kıymeti bulunan birçok siyerden bahsedebiliriz. Merhum Muhammed Hamidullah’ın çalışması bu açıdan listenin ilk sırasında ismi anılmaya değer bir çalışmadır. Fakat doğru bilgiye dayanma özelliği bir siyer için sadece tarihin doğrularına uygunluk anlamına gelmemektedir. Bir siyer her şeyden önce Kur’an’la, Kur’an’ın sunduğu ebedi hakikatle çatışmamalıdır. Bir siyeri doğru yapacak asıl özellik budur ve bu özellik aynı zamanda tarihi açıdan doğruluğu da kapsamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Peygamberimizin amcası Hz Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre, yeğeni daha birkaç aylık küçük bir çocukken şahit olduğu olağanüstülükler nedeniyle risalet öncesinde Resulüllah’a iman edip Müslüman olmuştur. Bu rivayeti birçok bakımdan reddetmek mümkün ama sadece tarihi yönden değerlendirecek olsak bile bu rivayeti çöp sepetine atmakta tereddüt etmeyiz. Çünkü Hz Abbas’ın hicretin sekizinci yılı, Mekke’nin fethinden önce Müs- 9 RÖPORTAJ lüman olduğunu, üstelik Bedir’de müşrik ordusunun saflarında yer aldığını ve Müslümanlara esir düştüğünü kesin olarak biliyoruz. Dolayısıyla Hz Abbas’ın Müslüman oluşuyla ilgili rivayeti tarihi açıdan kıymeti bulunan bir kitapta bulmak beklenmez. Ama bazı rivayetler var ki tarihi başka bilgilerle çatışmadığı gibi, hatta aklen de mümkün görünebiliyorlar. Bunun bir örneği olarak şu rivayeti dikkate alabiliriz. Biliyorsunuz Hz Aişe’ye atılan iftira olayı ile ilgili olarak nakledilen rivayetlerin genel eğilimi, bir ara Resulüllah’ın da eşinin bir ahlâksızlık yapmış olabileceğini düşündüğü tarzındadır. Bu hem tarihi rivayetler açısından böyledir ve hem de bir insandan beklenebilecek normal bir tepkidir. Ancak ben bu anlatımın doğru olduğunu düşünmüyorum. Yani Resulüllah’ın eşi konusunda kuşkuya kapıldığını kabul edilemez buluyorum. Bu konuda delilim öncelikle Kur’an’dır. Hatırlayalım lütfen, yüce Allah bir ayette peygamberinin ailesinin/ hane halkının tertemiz olmasını murad ettiğini belirtilir. Ayet mealen şöyledir: “Ey peygamber hanesi! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb, 33:33) Neden? Elbette ki gerçek ve tam cevabı yüce Allah biliyor. Ama insanın asli ve tek dini olan İslam’ın insanlığa sunuluşunun son halkasını oluşturan bir süreçte yüce Allah’ın peygamberini kişisel bir problemle uğraştırmak istemediği, resulünün bütün gücünü hakikati tebliğ ve beyana ayırmasını murat ettiği söylenebilir. Dolayısıyla Allah’ın ahlâksız bir kadını resulünün eşi olmasına müsaade etmeyeceği açıktır. Üstelik bu konuda başkasının da başka şekilde yorumlayabileceği söz konusu ayet konunun tek delili değildir. 10 RÖPORTAJ Konuya delil olabilecek hemen herkes tarafından bilinen sahih bir hadis vardır. Bu hadise göre Resulüllah bir gün namaz sırasında ayakkabısını çıkarır. Kendisine uyarak namaz kılan müminler de bunu namazın yeni bir kuralı sanarak aynısını yaparlar. Resulüllah namaz sonrasında Cebrail tarafından tabanına pislik bulaştığı bildirildiği için ayakkabısını çıkardığını, yaptığı davranışın namazın yeni bir hareketi olmadığını söyler. Şimdi bu rivayeti dikkate alarak düşünelim. Resulünün ayakkabısına bulaşmış pislikle namaz kılmasını istemeyen Allah, Resulüllah’ın evinde ve hatta O’nun yatağında bir ahlâksızın bulunmasını ister mi? Aişe annemiz -haşa- ahlâksız bir kadın olsaydı, Allah bunu resulüne bildirmezlik yapar mıydı? Ahlâkî bir pislik ayakkabıdaki pislikten daha mı az önemli! Kısacası, bir siyerin sadece tarihi açıdan doğru olması yeterli değildir. Çünkü bir rivayetin birçok klasik kaynak tarafından nakledilmiş olması onun muhakkak doğru olduğu anlamına gelmemektedir. Unutmayalım ki tarih birçok bakımdan tarihçinin ürünüdür. Dolayısıyla tarihi açıdan doğru olmak, Kur’an açısından da doğru olmak anlamına gelmemektedir. Bu durum elbette ki hadis kritiğini ilgilendiren, hadis metodolojisiyle ilgili bir konudur ve dün olduğu kadar bugün de gündemdeki yerini olanca canlılığıyla korumaktadır. Kur’an’ın oluşturduğu özne bireyi yeniden ve nasıl inşa etmek gerekir? Risalet sürecinde nasıl inşa edildiyse öyle inşa etmek gerekir. Risalet sürecinin veya yaygın ve güzel isimlendirmeyle saadet asrının bir ütopya olduğu söylemez. Çünkü ütopya insan zihninin ürettiği ve gerçekliği bulunmayan bir şeydir; hayaldir, tahayyüldür. Ütopyaların geçmişte bir gerçeklikleri söz konusu olmadığı gibi gelecekte de gerçekleşmeleri mümkün değildir. Zira hayatla, hayatı şekillendiren ve Kur’anî terminolojiyle sünnetullahla ilgisi bulunmayan tasavvurdurlar. Bir benzetmeyle ifade etmem gerekirse, sıvıların akmadığı, katıların akışkan olduğu, yerçekimine rağmen nesnelerin herhangi bir dış etki olmaksızın havada asılı kaldığı, canlıların kendi türlerinin dışında şeyler yavruladıkları, taşların akıllı varlıklar gibi davranışlarda bulunduğu, ağaçların yürüdüğü fantastik bir filmin senaryosundan farksız bir şeydirler. Hâlbuki Asr-ı saadet yaşanmış bir şeydir; tahayyül edilen bir şey değil; insanlığın tanıdığı tarihi bir gerçektir. Bu özelliğiyle de bütün ütopyalardan ayrılır. O bir ütopya değil, bir prototiptir; yani ilk ve gerçekleşmiş ideal örnek. Asr-ı saadet gerçek oluşuyla ütopyalardan ayrılır. Çünkü insan ve toplum gerçeğine dayanır. Konuyu biraz açmak gerekirse; ütopyalar insan oluş gerçeğine, varoluş gerçeğine aykırı bir kurguya sahiptirler. Örneğin mensuplarının tamamının mal-mülk edinme duygularını yok ettikleri ve herkesin sadece başkasının iyiliğini düşündüğü, hiç kimsenin hiçbir şekilde yanlış davranışta bulunmadığı, her zaman sadece adaletin geçerli olduğu, kötülüklerin hayattan kovulduğu bir toplum inşa edilebilir mi? Bu insanın yaratılış hakikatine, mayasına aykırıdır. Bunlar elbette ki kötü şeyler değil, bu nedenle de gönlümüzden “keşke böyle olsa” diye geçiyor. Ama bu durum insanın yaratılış gayesine, iyi ile kötünün ayrışması esasına dayanan imtihan şartına aykırıdır. Önemli olan ütopyalarla tahayyül edilenler değildir. Önemli olan nefsinin kötülük fısıltılarına rağmen hakikati, doğruyu, güzeli tercih edebilen bireyler yetiştirebilmek; bireysel olarak ele alındığında içlerinde iblise yandaş olma eğiliminde bulunan veya bunu uygulamaya dönüştürenlere rağmen toplumda adaleti gerçekleştirebilmek; hakikati batıla, güzellikleri çirkinliklere, doğruları yanlışlara rağmen hâkim ve güçlü kılabilmektir. İşte bu hem varlığın, hayatın ilkeleriyle çatışmayan ve hem de yaratılış gerçekliğine uygun olandır. Bu açıdan asr-ı saadet tahayyüllerin ürettiği bir ütopya değil, yaşanmış bir gerçektir. Üstelik ütopyaların tasavvur dahi edemediği kadar mükemmel bir gerçektir. Zira asr-ı saadeti inşa eden Kur’an hiçbir şekilde ütopya kitabı olarak insanların zihinlerinde yer alan bir kitap olmadı. O, insanlığın bireysel ve toplumsal hayatında her zaman açığa çıkabilen temel problemlerin çözümlerini verdi ve asr-ı saadet bunların uygulaması oldu. Peki bunun tekrarı olabilir mi? Muhteva itibarıyla evet. Zira asr-ı saadet’te dosdoğru ve güzel bir hayat tarzının özelliklerini açıklayan Kur’an, aynı şeyi yapmaya muktedir bir rehberdir; yeter ki kendisine kendisinin istediği şekilde uyulsun. O, saadet asrında sadece bir teori kitabı olmadı; hayatın kendisine yöneldi ve bildirdiklerinin, açıkladıklarının doğruluğunu bizzat hayatın içinde yer alarak gösterdi ve akledebilenler için hala gösteriyor. Yeter ki akledebilenlerden olalım. Unutmayalım ki O, herhangi bir kitap değil, Kur’an’dır; Allah’ın insanlara lütfettiği hidayet rehberidir, insanlığın tutunabileceği en sağlam ve en güzel tutamağıdır. O’nu tutanlar bahtiyar olurlar. Kısacası eğer ona uyulur, onun gösterdiği istikamete, onun bildirdiği ve elçisinin açıklayıp uyguladığı gibi gidilirse dünya her zaman yeni bir asr-ı saadetlere gebedir. Sakaryalı okuyucularınızla sizi bir konferansta müsait olduğunuz tarihte buluşturmayı arzu ederiz… Şartlarım müsait olursa neden olmasın, onur duyarım. 11 TARİHTEN NOTLAR Doç. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’le Balkanlara Gelen Huzur Osmanlı bu şekilde egemenliği altına aldığı Balkanları yönetirken, en önemli insan hakkı kendi tercihine göre yaşama hakkı olan dini özgürlüklerini vermekle kalmamış, buraları bayındır hale de getirmişti. Sadece Adaleti tesis etmekle yetinmeyip, bölge halklarının hayat standartlarını da düşünmüş, bu standartları her alanda yükseltmeye çalışmıştı. 1389 yılında yapılan Kosova Savaşına, aslında bir bakıma savunma savaşıdır demek de mümkündür. Yapılan anlaşmaya uymayan Sırpların Timurtaş Bey komutasındaki 20 bin kişilik Osmanlı Ordusunu tuzağa düşürüp 15 bin askeri kılıçtan geçirmesi, Kosova savaşına giden süreci tetiklemiştir. Hâlbuki Sultan Murat’ın böyle bir sefer niyeti, en azından o süreç içerisinde yoktur. O, Sırpları Osmanlı birliğini pusuya düşürüp katlettiği sırada, çocuklarının düğününü yapmakla meşguldü. Askerlerinin bu şekilde katledilişini duyan Sultan Murat süratle sefere karar vermiştir. Bunu demekle burada, eğer Osmanlı birliğine pusu kurulmasaydı 1389 Kosova savaşı hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti imasında bulunulmamaktadır. Ancak bu noktada savaşı ateşleyen bu pusunun da gözden uzak tutulmaması gereğine dikkat çekilmektedir. Yani, iddia edildiği gibi Osmanlı ordusu bir savaş makinesi, öte yandan Balkanlar da kendi halinde hiç bir devlete ve millete saldırmayan uluslar değillerdi. Bu savaş, bir haçlı savaşıydı ve bu savaş için dini söylemler kullanılarak asker toplanmıştı. Bu nedenle bu savaş, Balkanların kendini savunması değil, gittikçe büyüyen Osmanlı’yı Balkanlardan atma amaçlı bir saldırı savaşı şeklinde değerlendirilmelidir. Osmanlı’nın kurulduğu 1299 yılından beri, Osmanlı’nın varlığına karşı başta Bizans olmak üzere saldırılar yapılmıştır. Osmanlı da her milletin olduğu gibi, doğal olarak kendine yapılan bu saldırılara karşı, tedbir almak durumundadır. Bu tedbirler bazen savunma savaşı, bazen de düşmanı, daha harekete geçmeden düşmanın topraklarında bertaraf etme şeklinde gerekleşmiştir… 1364 Sırp Sındığı, 1389 Kosova, 1444 Varna, 1448 II. Kosova Savaşlarında dini söylemle ve Papa marifetiyle Osmanlı üzerine asker toplayan Balkanlara karşı Osmanlı’nın savunmada kalması, Hıristiyan müttefiklerin kendine saldırmalarına göz yumması, hatta kendi 12 topraklarında da geri çekilmesi beklenmemelidir… Dünya’nın Batı’sında da Doğu’sunda da, Müslüman ve Hıristiyan bölgelerinde de savaşanlar vardır, bu anlamda Dünya’nın savaş çıkaran tek milleti Osmanlılar ve Müslümanlar değildir. Orta Asya’dan çıkıp Avrupa’ya kadar giden Attila’nın savaşçılığı hatırlanırken, Avrupa’dan çıkıp Afrika’ya, Hindistan’a kadar giden Büyük İskender de unutulmamalıdır. Yani savaşan tek millet Osmanlı olmaması hasebiyle, savaş yoluyla Uluslar Arası problemlerin ele alınış ve çözülmeye çalışılma şekilleri, o dönemin yaygın metodu iken, diplomasiyi kullanmak da Birleş Milletler teşkilatının var olduğu bu yüzyılın metodudur. Bu haliyle, eski yüzyılların metodu olan savaşı, bu yüzyılın metodu diplomasinin yerine koymak ne kadar yanlış ise, eski yüzyıllardaki savaşın yerinde diplomasiyi aramak, o denli yanlıştır. O dönemde Uluslar Arası ilişkiler savaş yoluyla çözümleye alışılıyordu, bu dönemde ise olabildiği ölçüde diplomasi ile çözümleye çalışılmaktadır. Osmanlı da eski yüzyılların, savaşın kullanıldığı yüzyılların devleti olduğu gibi ve o dönemde Batı’lı-Doğu’lu, Hıristiyan-Müslüman her devletin savaştığı gibi savaşmıştır. Batı’lı-Doğu’lu, Hıristiyan-Müslüman diğer devletleri bir kenara ayırıp, sadece Osmanlı’yı saldırganlıkla, barbarlıkla suçlamak bilimsel bir üslup olmadığı gibi insaf ölçüleri içinde de değerlendirilemez. Bu haliyle Osmanlı, sadece çağdaşı olan diğer devletlerin yaptığını yapmıştır. Ne eksik, ne fazla... Diğer devletler gibi savaşmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’nın savaşlarını barbar bir işgal olarak değerlendirmek oldukça haksız bir suçlama olacaktır. Acaba bir toprağı savaş yoluyla eline geçiren devletler, yöre halkını nasıl yönetecektir. Halkların temel hak ve özgürlüklerini onlara vermeyen, onları sömürenler gerçek işgalcilerdir. Bu bakış açısıyla da, Osmanlı hakkında işgalci tanımlamasının yapılması uygun düşmemektedir. Osmanlı, eline geçirdiği topraklarda öylesine adaletli bir uygulamada bulunmuştur ki, bu yönetim çoğu zaman bu toprakların eski sahipleri ve halkların kendi milletlerinden olan yöneticilerinkinden daha adil olmuştur. Bu nedenle Osmanlı hakkında suçlama yapmadan önce nasıl bir yönetim tesis ettiğine bakmak gerekecektir. Öncelikle, Sultan Murat’ın Kosova Zaferi ile Balkan’lara büyük oranda yerleşen Osmanlı buralara barış ve huzuru getirmiştir. Bu haliyle kendisi savaş alnında şehit düşen Sultan Murat aslında Balkanlarda huzur döneminin Fatihi olarak algılanmalıdır. Osmanlı ve Balkanlardaki İstikrar Balkanlar, Osmanlı öncesi ve Osmanlı sonrası dönemler ve hatta çağdaş dönemlerde sadece Türkiye’nin değil yüzyıllar boyu, Büyük güçlerin de ilgiyle izlediği önemli bölgelerden biri olagelmiştir. Hatta önemli bölgelerden biridir yerine, önemli kriz bölgelerinden biridir demek daha yerinde bir tabir olacaktır…. Gerçekten de Balkanlar, Osmanlı öncesinde olduğu gibi, Osmanlı’nın buralardan çekildiği 1912’den beri, sürekli kriz üreten bölge halinde kalmayı sürdürmüştür. Balkanların bu şekilde sürekli kriz üreten bölge halinde kalmasına, onun taşımış olduğu özellikleri yol açmıştır. Avrupa ile Asya arasında adeta geçiş noktalarından biri olması, kuzey ve güney Avrupa arasında bağlantı sağlayan bir özelliğe sahip olması, uzun bir kıyı şeridiyle, Dünya ticaretinin şekillendiği Akdenize kıyı olması, Balkanların sürekli karışık halde bırakılmalarının en önemli nedenlerinde biridir. Bir de bunlara ilaveten söylenebilecek önemli bir neden olarak da çok karışık, çeşitli ve kendi aralarında oldukça problemli bir nüfusa sahip olmasıdır… TARİHTEN NOTLAR Kendi aralarında sayıca çok fazla ve aralarında hem milli hem de dini hatta hem de mezhebi açılardan problemli hatta tabir yerinde ise asla bir araya gelemeyecek kan davalı milletler yerine, Dünya tarihine yön vermiş, tarihin belirli dönemlerinde süper güç olma pozisyonuna kadar çıkmış, homojen, aralarında çok fazla problemleri olmayan millete ve güçlü bir devlete sahip olsaydı, Balkanlarda bu derece sürekli güç değişimi yaşanmayabilirdi. Bu çerçevede hiçbir Balkan devleti, Balkanları tek başına kontrol edebilecek güçte değildir… Peki, Balkanları bir devletin tek başına egemenliği altına alamayacağı kabul edilirse, o halde Balkan devletlerinin kendi aralarında bir ittifak yapıp bölgesel bir güç olma ihtimali mi burada düşünülmelidir. Bu ihtimal de mümkün değildir çünkü, başta Bulgaristan olmak üzere Balkan devletlerinde böyle bir ittifak yerine Avrupa Birliği ile eklemlenmek iradesi vardır. Ayrıca bu irade olmasa bile Balkan devletlerinin bir araya gelip bölgesel bir güç olma ihtimali aralarındaki tarihe dayalı problemler nedeniyle de mümkün gözükmemektedir. Sırplarla, Bulgarların, Bulgarlarla Yunanlıların, Arnavutlarla hepsinin tarihe dayalı neredeyse kan davası haline gelmiş problemleri, birbirleri üzerine üstünlük kurma iddiaları vardır… Bu çerçevede Osmanlı’nın buralarda egemen olduğu yaklaşık 500 yıl, Balkanların görmüş olduğu en istikrarlı bir dönemdir. Güçlü devlet yapısıyla Osmanlı buralara egemen olmuş ve başka devletlerin ve milletlerin buralara karışmasını ve buraları karıştırmasını önleyerek, kendi içinde zaman zaman ortaya çıkan bazı yerel problemler hariç, uzun süren bir barış dönemi yaşanmasını sağlamıştır. Fakat Osmanlı sonrasında bölge aynı huzuru ve barışı bir türlü yakalayamamıştır. Bütün topraklarında geçirmiş olduğu iki cihan savaşına ilaveten, yaşamış olduğu diğer krizler, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, onun barış içinde hayatını devam ettirmesini engellemiştir. Bu anlamda Sultan Murat’ın buraları alması, Balkanları işgal değil, bu coğrafyayı istikrarlı bir bölge haline getirmesi olarak tanımlanmalıdır. Çünkü Balkanlar, Osmanlı öncesi dönemde ve Osmanlı sonrası dönemde bu denli uzun barış süreci yaşamamıştır. Bu da Osmanlı yönetiminin Balkanlara getirmiş olduğu bir huzur dönemidir. Bu huzur dönemi sadece Osmanlıların yaşadığı değil, Sırplarıyla, Bulgarlarıyla, Yunanlılarıyla, Arnavutlarıyla tüm Balkan milletlerinin yaşadığı bir barış dönemi olmuştur. Yaşanan bu dönem de Osmanlı’nın uyguladığı yönetim anlayışından kaynaklanmaktadır. Osmanlı Yönetimindeki Hoşgörü Anlayışı Tarihçi Mustafa Naima Efendi “Dinsiz bir devlet ayakta durabilir ama zâlim devlet ayakta duramaz” der. Halkını adaletle yönetmeyen devletler Naima Efendi’nin de dediği gibi uzun süre hayat süremezler. Tarih de bunun örnekleriyle doludur. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi oğluna “insanı yaşat ki devletin yaşasın” tavsiyesinde bulunmuştu. Buna göre Osmanlı, İnsanların huzurunun, devletin hayatıyla doğru orantılı olduğuna inanıyordu… Kurulduğu ortaçağlardan başlayarak tesis etmeye çalıştığı bu sistemini, yıkıldığı zamanlara kadar da hatasız bir şekilde devam ettirmeye çalışan Osmanlılar, yönetimi altındaki her inanç topluluğundan insanlara, dinlerini serbestçe yaşama imkânlarını tanıyor, onları asimile etmek gibi medeni toplumlara yakışmayan tutumlar içine girmiyordu. Yönetim felsefesinin temeline toleransı koyan, değişik kültürlerde ve dinlerde insanların ve milletlerin, kültürlerini ve dinlerini huzur içinde yaşamalarını sağlayan Osmanlı, eğitim, sağlık, ulaştırma, güvenlik, tarım gibi gerekli diğer alanlarda da hizmetlerini eşit şekilde dağıtmaya çalışıyordu. Maddi ve manevi ihtiyaçları giderilemeyen insan ve toplumların huzur içinde olamayacakları düşüncesiyle, öncelikli olarak bu ihtiyaçların temini Osmanlılar için önemliydi. Yönetimini, yörenin ihtiyaçlarına göre belirleyen Osmanlı, bölgesine göre nüfusu Müslüman olan bölgelere Müslüman yöneticiler, valiler, nüfusu Hıristiyan olan bölgelere Hıristiyan ve genellikle o bölgelerden yöneticiler, valiler, prensler atayıp, merkezi meclislere ve vilayet meclislerine de gayri müslim vekillerden de üyeler seçilmesine izin vererek bölgenin kültürünü ve yaşayışını, insanların manevi yönünü de bu şekilde hesaba katıyor, ancak işlerinin bölge halkının durumuna göre yönetici tayin etmekle bitmeyeceğini biliyordu. Ayrıca, gayri Müslim cemaatlere idari, adli ve hukuki muhtariyetler tanıyordu. Bölge halkının kabul edeceği, benimseyeceği, bölge halkıyla aynı kültüre sahip bir yönetici tayinine dikkat etmenin yanı sıra, bölgelerin hayat şartlarını belirleyen fiziki konular da Osmanlılar için çok önemliydi. Osmanlılar, egemenlikleri altındaki gayri Müslimlere dinlerini yaşama özgürlüklerini ve kolaylıklarını vermelerinden başka, gayri Müslim alt gurupların, daha büyük guruplarca bile asimile edilmemelerini sağlayacak kadar düşünceliydi. Bu nedenle 1557 yılında Peç şehrinde bu amaçlarla Sokullu Mehmet Paşa’nın girişimleriyle Sırp Patrikliği bile kurulmuştu. Bu durum karşısında G. Veinstein, Osmanlıların bu davranışının, Katolik iktidarların Yahudi ya da Ortodoks halklar üzerindeki hoşgörüsüzlükleriyle tezat teşkil ettiğini ifade ediyordu Rum Patrikhanesinin, temel politika olarak kendisine, halklarını Yunanlaştırmayı seçtiği dönemlerde Bizans topraklarında yaşayan Hıristiyan olsun veya olmasın bütün halklar üzerinde bir asimilasyon politikası takip edilirken Balkanlarda ve Anadolu’da birçok halk, sadece Bizans’la değil aynı zamanda Rum Patrikhanesi ile de mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Hatta o kadar ki, Bizans ve diğer derebeylerin idare tarzlarına karşılık, Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen yerlerin halklarına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan tamamen uzak bir siyaset takip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeme imkanlarına göre tertip edilmiş olması ve bilhassa Ortodoks Balkan halkını Katolik mezhebine girmeye zorlama adına ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin, buralardaki unsurların dini ve vicdani hislerine hürmet göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları Balkanların Katolik tazyikine karşı Osmanlı İdaresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu. Osmanlıların, idarelerinde bu kadar geniş hoşgörü içinde olmaları Fairfax Downey tarafından da açıklıkla ifade ediliyordu. Downey, yirmi muhtelif ırka mensup halkın, II.Süleyman’ın hakimiyeti altında sızıltısız, gürültüsüz yaşadığını aktarıyordu. Yine Downey, reayanın Müslüman olmayanlar da dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildiğini ve buna mukabil onlara bazı mükellefiyetler yüklendiğini, birçok Hıristiyan’ın, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı’ya gelip yerleştiklerini ifade ediyordu. Osmanlıların idarelerinde tebaanın hak ve özgürlüklerine ne derece dikkat etme konusunda nasıl bir hassasiyet sergilediklerini Brockelmann’ın anlattıkları çok daha güzel ortaya koymaktadır :”Müslüman Türkler, Fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmet, nasıl ki daha önce dedeleri kilise teşkilâtında serbes bırakmak suretiyle Bulgarları rahatsız etmedilerse o da eski dini gelenekle tanınmış İslâmî devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum ruhanî sınıfının silsile-i merâtibini bütün salâhiyetleri ile tanıdı. Hatta o, Hristiyanlar üzerindeki medeni hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfûzunu artırdı bile.” Osmanlı bu şekilde egemenliği altına aldığı Balkanları yönetirken, en önemli insan hakkı kendi tercihine göre yaşama hakkı olan dini özgürlüklerini vermekle kalmamış, buraları bayındır hale de getirmişti. Sadece Adaleti tesis etmekle yetinmeyip, bölge halklarının hayat standartlarını da düşünmüş, bu standartları her alanda yükseltmeye çalışmıştı. Osmanlı Arşiv Belgelerinden alınmış hizmetler, bu gayretlerin örnekleridir. ... 13 KÖŞE YAZISI Mehmet KUZU Vahyin Işığında Yuvayı Korumak Eş, gönlün kendisine ısınıp sevgiyle bağlandığı kişidir. Ailenin bir ferdi, toplumun da çekirdeğidir. İnsanın varoluş amacı, imtihanın hikmet yüklü yönü bu birliktelikte ortaya çıkar. Dünya hayatının en anlamlı birlikteliğidir nikâhla kurulan yuvalar. Sevginin kuşattığı gönüller mutluluk halesiyle nurlanır. Nikâhın içinde saklı, Allah şahit tutularak yapılan ahitleşmeye sadık kalınırsa, bu mutluluğun meyveleri olan çocuklar da “salih” ve “saliha” olarak yetişip ebedi saadet yurdunun kapısını açık tutacaklardır. Bunun için iki husus, “nikâh” ve “imtihan” mutluluğun kilit noktası olarak görülmelidir. Nikâh, birlikteliği meşru kılar. Şahitlerin huzurunda yapılan akitleşme yeni bir yuvanın kuruluşuna tanık olmak demektir. Bu şahitlikte geline yönelik olarak onun iffetli bir mümine olduğunun kabulü ve beyanı vardır. Saliha bir hanıma ait özellikleri üzeride taşıyan eş yuvanın sorumluluğunu, yuvanın amaçlarına göre taşıyabileceğinin işaretidir. Yuvanın amacı, yaratılış gayesine uygun nesiller yetiştirmektir. Ebeveynlerin en önemli vazifeleri de çocuklarını bu hedefin gereklerine göre hazırlamaktır. Eşlerden diğeri olan damadın şahitlerinin “evetleri” de, damadın bu yuvanın sorumluluğunu taşıyacak vasıflara sahip olduğunun beyanıdır. Gencimiz, vahyin yol göstericiliğinde, hassas anne ve babanın emekleri ve dualarıyla hazırlandığı, çocukluk ve gençlik çağlarında, eğitiminde, hayata hazırlanışında “emin” vasfıyla ziynetlendirildiğini geline güvence olarak sunarlar. Zımnen şöyle derler: “Şahitliğini yaptığımız kişiden emin olabilirsin.Asla sana ihanet etmez. Harama hiçbir şekilde teveccüh etmez. Bizim bu şahitliğimiz, nikâhta sizi birbirinize helal kılan Allah 14 huzurundadır. Sevinçlerimiz yüzümüzü aklayacağınıza olan inancımızdandır.” Efendimiz (sas)’in isminin sıklıkla anılması, ümmet bilincinin önemine vurgu içindir. Evliliğin dünyevi hedefinde bu bilinç önemlidir. Yeni yuva, ümmetin bir ferdi iken çekirdek bir cemaate dönüşün ifadesidir. İşte şimdi sorumluluk arttı. Artık şeytanın hıncı ve saldırıları bu aile üzerinde şiddetlenecektir. İmtihan hayatın bir parçasıdır. Kimin ve neyin kulu olduğunun göstergesidir. İmtihan samimiyet testidir. İnsan olmanın da gereğidir. Hayatın her safhasında çok farklı şekillerde insan imtihana tabi tutulur. Kendi nefsiyle, varlıkla, yoklukla, evladıyla, anne ve babasıyla, eşiyle, çevresiyle... Ailenin imtihanı bir kasırga gibi aileyi sarsar. İnanan gönüller vesvese girdabına kapılır. Nikâhta Allah’a verilen sözler unutulur. Şahitler yalancı şahit olma konumuna düşerler. Müminin güzel vasıfları kara bulutlarla örtülür. Yani kulluk bilincinden uzaklaşılır. İnsan olmanın gereğidir imtihan olmak. Bundan kokmamalı, ama hazır olunmalıdır. İmtihanın ağırlığı, vahiy bilinciyle sürekli yenilenmekle aşılabilinir. Bu dönemlerde idrak tutulmasının önü “rabıtai mevt” ve “nefis muhasebesi”yle açılmalıdır. Ailesi, gelin evden çıkarılırken ona; “Yavrum bu evden gelinliğinle çıkarsın kefeninle dönersin” derdi. Bu ifade darbı mesel olmuştur. Anne ve baba canlarından öte sevdikleri evlatlarının, bu mutlu gününde neden acaba içinde ölümü de hatırlatan bu uyarıda bulunuyorlar. Bu her yuvanın bir imtihandan geçeceğinin, bu imtihanda da ümitsizliğe düşmeden sabırla, Allah’a tevekkül ederek mücadele etmek gerektiğinin en etkili söylemidir. Yoksa hiçbir anne ve baba evladının gittiği yerde işkence görmesine razı olacağını söylemez. Vahyin inşa ettiği bir ailede yetişen geçlerimizin izdivaçlarını bereketlendiren değerlerin bu gün örselenmesi sebebiyle, yeni kurulan aileler büyük sarsıntılar geçirmektedir. Boşanmaların zirve yaptığı modern çağda, ebeveynlerin şu serzenişleri çok manidardır: “Biz varımızı yoğumuzu ortaya döktük, çocuğumuzu sevdiği, tercih ettiği kişiyle evlendirdik. İki aile de el ele verip hiçbir eksikliklerini bırakmadık. Onlara ait müstakil bir daire var, yalnız başlarına yaşıyorlar. Aradan altı ay gibi kısa bir süre geçti. Bir gün baktık ki bizimkiler bu birlikteliği sürdüremeyeceklerini söylüyorlar. Ne oldu? Biz bir yerde yanlış mı yaptık?”. Evet, hakkıyla bir nefis muhasebesi yapılacak olunursa, ebeveynler olarak bizim suçumuzun büyüklüğü ve vahameti müşahede edilir. Liberal ekonominin bir parçası olduğumuz günden beri, dünyevileşmenin imanlı insan üzerindeki etkilerini okuduk, dinledik, kendi aramızda konuştuk. Tehlikeyi biliyorduk. Zira Efendimiz (sas) bizleri, vefatına yakın sahabesine Uhud şehitlerini ziyaretinde yaptığı veciz konuşmasında uyarmıştı. O gün arkadaşlarını ziyaret etmiş, onlara dua edip kendilerinden razı olduğunu söylemişti. Sonra ashabına dönerek; “Bilesiniz ki ben bundan sonra tekrar şirke döneceğinizden korkmuyorum. Benim korkum sizin dünyevileşmenizdendir.” Bu gün bu korkunun haklılığını görüyoruz. Maddi ve manevi sıkıntılarımızın altında yatan bu sebep ailemizi de, çocuklarımızın yuvalarını da tehdit ediyor. Teknolojinin de sunduğu rahatlık içinde bizler de vahyin öğretilerine kulak tıkar hale gelmedik mi? Çocuklarımızın yetiştirilmesinde, eğitilip geleceğe hazırlamadaki kaygılarımız bu gün yerinde mi? Bir zamanlar kız çocuklarımızın bilinçli bir anne, çevresine İslâm’ı tebliğ edecek vasıfta ihtiyaç duyulan bir muallim yetiştirme aşkımız vardı. Şimdilerde bu aşkımız da örselendi; “ne olur ne olmaz, eşine muhtaç olmasın, kendi ayakları üzerine dursun” anlayışıyla yer değiştirdi. Kur’ân’dan uzaklaşma bir başladı mı mad- di ve manevi hastalıklarda bünyeyi sarar. İşte, bizde ve çocuklarımızda zuhur eden kibir, haset, öfke, bencillik, hırs gibi insani duyguların vahyin kontrolü dışına çıkması neticesinde sistemin bir parçası haline geldik. Böyle bir ruh hali içerisinde bulunan insanların aileyi sarsacak imtihanlara tahammül etmesi, bu sarsıntıların Allah’tan yuvaları yoklama olduğu bilincine sahip olmaları mümkün mü? Yeniden iman etmeye, yeniden dirilişe ihtiyacımız var. Neslimizin manevi hastalıklarında bizim sorumluluğumuz olduğu unutulmamalı. Her şeyi eleştirmekle, kötülükleri sayıp dökmekle bir yere varılamayacağına göre, neslin kurtarılması için çile çeken insanların oluşturdukları birlikteliklere sahip çıkılmalıdır. Yoksa “eşim beni aldatıyor, bana ihanet etti. Bizim birbirimize ne güvenimiz ne de sevgimiz kaldı; boşanmak istiyoruz” diyerek yıkılan yuvaların enkazı altında hepimiz kalırız. 15 FAALİYETLERİMİZ Abdullah BÜYÜK Hocaefendi’nin Konferansı Abdullah Büyük hocamızın “Gönüllerin Fethi” konulu konferansı 15 Ocak 2012 pazar günü saat 13:00’da Adapazarı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Konferansa başta Ribat Eğitim Vakfı Adapazarı Şubesi gönüllüleri olmak üzere çok sayıda katılımcı aileleriyle birlikte ilgi gösterdi. Sakarya Adalet Girişimi’nin Konferans Serisi Mütefekkir-yazar Atasoy Müftüoğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı “Son Gelişmeler Işığı Altında İslam Dünyası” başlıklı konferansla devam etti. 2 Mart 2012 Cuma akşamı, Erenler Kültür Merkezi’nde gerçekleşen konferansta Müftüoğlu, Tunus’ta TGTV Yeni Anayasa Çalıştay Programı Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Üye Kurumları Yönetim Kurulu Başkanlıklarının çalıştay usulünde genişletilmiş toplantısı;25 Şubat 2012 tarihinde, MÜSİAD Genel Merkezinde “Yeni Anayasa ” gündemiyle yapıldı.Toplantı verimli bir şekilde icra edildi, kurumlar hazırladıkları “Yeni Anayasa Teklif Metinlerini” öncelikle TBMM’nin http://yenianayasa.tbmm. 16 gov.tr/ adresine gönderdiler ve çalıştayda da sunum yaptılar.Halkın görüşlerine başvurulan süreçte geleceğe yön verecek çalışmalarda üstünlük alınıp gereğinin yapılmasının faydalı olacağı bilgileri paylaşıldı.30 Nisana kadar görüşlerin anayasa komisyonuna ulaştırılması gerekiyor. başlayan ve Suriye’de kanlı bir şekilde devam eden süreci öncesiyle ve sonrasıyla geniş bir perspektiften değerlendirerek, yaşanan gelişmelerin mahiyeti hakkında bir konuşma yaptı. Geniş katılımın olduğu program verimli geçti. FAALİYETLERİMİZ Başkan Bşk. Ydr. Sekreter Sayman Üye Üye Üye : Gazanfer Üvez : Mustafa Dikmen : Atilla Yakar : Fatih Çaltıkoğlu : Adnan Keskin :Namık Enginler : Ahmet Ayhan Yenipazar Sakarya Aile Derneği Dernek; Aile, gençlik, çocuk eğitimlerinin etkinleştirilmesi, Aile bütünlüğünün korunması, güçlendirilmesi, ayrıca sosyal refahının artırılmasına yönelik ulusal ve uluslar arası araştırma yapmak ve projeler geliştirilmesini sağlamak, aileye yönelik milli bir politikanın oluşmasına yardımcı olmak ve bu konuda çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek amacı ile kurulmuştur. Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Gençlik Eğitim Ve Kültür Derneği, İl’de ki yaşayan tüm gençlerin kolektif çalışma ve ortak karar alma anlayışı içerisinde; gençlerin, Eğitim, Kültür ve Sosyal Hizmet alanlarında sorunları çözümlemek. Eşitlik, özgürlük, katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesini, birlikteliğini ve sürekliliğini sağlayacak organizasyonla- Başkan Bşk. Yrd. Sekreter Sayman Üyes Üye Üye rın oluşturulmasını. Gençlerin; toplumsal yaşamın her alanında söz sahibi olmasını, kalite ve yaşanabilir bir dernekte, yönetiminde gençlerin aktif rol almasını, gençlik sorunlarına ilişkin uygulamalar ve çözüm önerileri geliştirmelerini amaçlanmaktadır. : Samet Erkan : Yasin Müslim : Huzeyfe Bilal Üvez : Raif Şensoy : Muhammed Erim : Mustafa İsmail Keskin : Serkan Erkan 17 KÖŞE YAZISI Hamza TEKİN Yolcuyuz... Sefer bizim varlığımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Sülbi pederden rahmi madere olan sefer ve yolculuk ile başlayan bu seyrin birinci etabı kabir kapısından içeriye girince tamamlanacak, oradan itibaren yeni bir yolculuk başka âleme başka bir gidiş başlayacaktır. Seyahate, yolculuğa “sefer” denmiştir; çünkü yolculuk, yani sefer kişinin huyunu, gizli kalmış ahlâkını ortaya çıkarır, meydana döker. Yüzünü açan kadına da “safire” derler. Süpürgeye “misfere” denmiştir; çünkü yeryüzündeki toprağı kaldırıp açar. Genellikle yolculuk iki kişi birlikte yapıldığı için faale babından geldiği şekliyle kullanılır. Yolculuğun şeri delilleri şu âyetlerdir: “(Ey Muhammed!) Şüphesiz Rabbin, senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçirdiğini biliyor. Beraberinde bulunanlardan bir topluluk da böyle yapıyor. Allah gece ve gündüzü düzenleyip takdir eder. Sizin buna (gecenin tümünde yahut çoğunda ibadete) gücünüzün yetmeyeceğini bildi de sizi bağışladı (yükünüzü hafifletti.) Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah, içinizde hastaların bulunacağını, bir kısmınızın Allah’ın lütfunden rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacağını, diğer bir kısmınızın ise Allah yolunda çarpışacağını bilmektedir. O halde, Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden ne iyilik gönderirseniz onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha büyük mükâfat olarak bulursunuz. Allah’tan bağışlama dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok mer18 hamet edendir.” (Müzzemmil- 20) “O, yeryüzünü yaşanması kolay bir yer yapmıştır. Öyleyse onun her tarafını dolaşın ve Allah’ın verdiği rızıktan pay almaya çalışın; ama [hiçbir an aklınızdan çıkarmayın ki] yine O’na döneceksiniz.” (Mülk, 14-15) Yüce Resûl buyurmuşlardır ki; “Sefere çıkın (yolculuk yapın sıhhat bulursunuz ve zengin olursunuz”. Hadisi Beyhaki İbni Ömer’den ve İbni Abbas’tan zayıf bir senetle rivayet etmiştir. Tabarani’nin rivayetinde “zengin olursunuz”un yerine selamet bulursunuz ibaresi vardır. İbni Abdulber diyor ki; “Bu hadis bana göre “sefer bir ateş korudur, bir azab parçasıdır” hadisiyle çakışmamaktadır. Buradaki azabdan maksat yolculuktaki, seferdeki yorgunluk ve meşakkattir. Bu, alındığında sıhhat getiren ve iyileştiren acı bir ilaç gibidir. Onun için denmiş ki sefer sıhhat getirir, iyileştirir.” Bu fani hayatımızdaki yolculuğun zorluklarını hatırlatırken, ahrete giden yoldaki yolculuğun daha çetin olacağını unutmamalıyız. Sefer bizim varlığımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Sülbi pederden rahmi madere olan sefer ve yolculuk ile başlayan bu seyrin birinci etabı kabir kapısından içeriye girince tamamlanacak, oradan itibaren yeni bir yolculuk başka âleme başka bir gidiş başlayacaktır. Bu şahadet âlemine geliş yolculuğumuz esnasında Yüce Resûlün tabiri ile ağaç gölgesinde gölgelenmek kadar bir kalış ve eğleniş içinde bulunacağız. İşte bu gölgelikte kaldığımız esnada çevremizi şöyle bir kolaçan etme manasında olan yaptığımız dünyevi seferler, şeriatın çizdiği yol ve istikamette ve Resûlün tavsiye ettiği şekilde olması gerekir Ahiret yolculuğunun âdabı ve şekli nebevi sünnette ve ilahi kitapta ayrıntılı olarak beyan edilmiştir. Menzili maksuda varmak için yola düşen insan bu yolda tehlikelerden korunmak için nelere uyacak açıklanmış ve gösterilmiştir. Sefer yolu çetindir, zordur. Ana yolu bulamamışsanız veya yanlış yola sapmışsanız hursan içinde hüsrandır. Resûl hazretleri kenar yollara sapmayın diyor, ana caddeyi bırakmayın diyor. O yol Resûlün getirdiği şeriatla aydınlanan ve işaretleri ve haritası belli olan yoldur. Onlardan biri de bu yeryüzüdür. “De ki: “ Yeryüzünü dolaşın ve Allah’ın [insanı] nasıl [harikulade bir şekilde] yoktan var ettiğini görün! Allah işte bu şekilde ikinci hayatınızı da var edecektir; çünkü Allah her şeye kadirdir!” (29/20) Yollar çok, yollar değişik; her biri insanı bir yere alır götürür. Hedef ve gaye dosta giden ve dosta varan yolda rahat bir yolculuktur. yollar yollar Sanırsın uzayıp sonsuza gider, Sürüyüp peşinden seni de yeder, Garibi, bahtsızı perişan eder, Tükenip bitmeyen bu uzun Yollar. Bazen dağdan geçer, kâh da ovadan, Berzah şekli alır geçse obadan, Eder âşıkları yurttan yuvadan, Başkadır yokuşun ve düzün Yollar. Kavuşturan sensin ayrı düşeni, Ağlatan da sensin mes’ûd ve şen’i, Ayırmakla bulup ancak neşeni, Asıktır her zaman o yüzün Yollar. Yollar ki kıvrımlı ince ve derin, Suları berraktır rüzgârı serin. Yollar ki anası gurbet ellerin, Yağan üstünüze hep hüzün Yollar. Yollar ki yolcuyu gurbete sürür, Yollar ki üstünde garipler yürür, Yollar ki aşığı dosta götürür, Kederine acır öksüzün Yollar. Hamza! Yürüdüğün yolların bitti Dizindeki derman tükenip gitti, Tüm dostlar dağılıp seni terk etti. Karanlık hep sana gündüzün Yollar. 19 KÖŞE YAZISI Sevenin Çok Sevmeyenin De Mustafa AYDIN var Bir insanın sevilmemesinden dolayı başkasını suçlaması asla doğru değildir. Bize düşen “Rabbimiz biz kendimize zulmettik” itirafında bulunup bağışlanma dilemektir. Sevilmememiz günah ve kusurlarımızdan dolayı ise bunu (kendini) insanın kendisi de sevmesi doğru değildir. Günah işlense dahi\ günah ne sevilir ve ne de savunabilir. Onların sevmediği ben değil, işlediğim günahımdır. Bu durum da sevilmemeyi hak ettirir. Cemaatimizden davranışlarıyla ve kalbiyle kibar ve nazik bir duruş sergileyen Nihat Efendi yolda beni görünce bisikletinden indi ve bana doğru yönelerek sevgi ve saygısını ifade ederek; Hocam, “Sevenin çok, sevmeyenin de var” dedi. Kendimi temize çıkarmak için değil, bir hatıra olarak şunu nakledeyim. Yıllar önceydi Adapazarı Yeni Cami İmam Hatibi merhum baba dostu Hasan Yıldırım’dan dinlemiştim. Düzce merkez camiinde vaaz eden bir hoca efendi “bir kimseden herkes memnunsa o münafıktır, herkes memnun değilse o da münafıktır” der. Vaazı dinleyen babamın hafızlık hocası Hasan Şen hoca efendi kendisinin Düzce de çok sevildiğini zan ederek bu sözden çok etkilenir ve üzülür. Bir gün dostunun dükkânına ziyarete gider söz arasında, bazı insanların kendisinden memnun olmadığını ve şikâyetlerinin olduğunu duyunca Allah’a hamd eder. Dükkân sahibi hamdin sebebini sorunca, hocamız dinlediği vaazı anlatır. Buna benze bir ifadeyi ben de Fahreddin Razının tefsirinde okumuştum. 20 Şimdi konuya dönecek olursak, Kur’anın insan eğitimde “kendinizi temize çıkarmayın” hükmü vardır. İnsan ne kendini ve ne de başkasını tam anlamıyla temize çıkarmamalıdır. Zarif bir dostumun vefatında ki sohbetimde anlattığım şu hadis dinleyenlerimin aklını karıştırmış olacak ki bana anlattım diye biraz kırıldılar. Ensâr kadınlarından olan Ümmü’l-Ala (r. anha), Muhacirler Medine’ye hicret ettiklerinde; Muhacirleri kur’a ile aralarında taksim ettiklerini söyledi ve şöyle devam etti: Bizim ailemizin payına Osman b. Mazun düşmüştü. Biz, Osman’ı evlerimizde misafir ettik. Fakat Osman’ bir müdet sonra ölümcül bir hastalık yakaladı. Vefat edince yıkandı ve kendi elbisesi içinde kefenlendi. Sonra Rasulüllah (as), cenazenin yanına geldi. O sıra ben (cenazeyi tezkiye ederek), Ey Ebâ’s-Saîb! Allah’ın rahmeti senin üzerine olsun. Benim şahadetim şudur ki, Allah Teâlâ muhakkak sana ikrâm etmiştir, dedim. Bunun üzerine Rasulüllah: “Allah Teâlânın bu ölüye ikram ve inayet buyurduğunu sana bildiren nedir?” bu- yurdu. Bende O’na, - Ey Allah Rasulü! Babam sana feda olsun. Allah (bu imanlı kuluna ikram etmez de) kime ikram eder? dedim. Bu defa da Rasulüllah (as): “Osman b. Mazun gelince, yemin ederim ki O’na ölüm gelmiştir ve yine yemin ederim ki ben, Allah’ın Rasulü olduğum halde bana nasıl muamele edileceğini bilemem!” buyurdu. Bunun üzerine Ümmü’l-Ala dedi ki, — Vallahi, bundan sonra ben, kimseyi tezkiye etmeye cesaret edemiyorum, demiştir. Buhârî, hadisin devamında şu rivayeti getirmiştir: Rasulüllah (as): “Ben Osman b. Mazun’a da ne yapılacağını bilemem!” buyurdu. Ümmü’l-Ala (r. anha), - Rasulüllah’ın bu sözü beni kederlendirdi ve akabinde uyudum. Rüyamda Osman’a ait, akmakta olan bir pınar gördüm. Uyanınca bu rüyayı Rasulüllah’a haber verdim. Rasulüllah: “ Senin Osman için gördüğün akar pınar (O’nun sevab getiren) O’nun amelidir.” buyurdu . KÖŞE YAZISI Bir insanın sevilmemesinden dolayı başkasını suçlaması asla doğru değildir. Bize düşen “Rabbimiz biz kendimize zulmettik” itirafında bulunup bağışlanma dilemektir. Sevilmememiz günah ve kusurlarımızdan dolayı ise bunu (kendini) insanın kendisi de sevmesi doğru değildir. Günah işlense dahi\ günah ne sevilir ve ne de savunabilir. Onların sevmediği ben değil, işlediğim günahımdır. Bu durum da sevilmemeyi hak ettirir. Şarap içen bir Müslüman\ birisinin “Allah sana lanet etsin” demesi üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem lanet okuyan şahsı ikaz etmiş ve “Bırakın onu. O Allah ve Resulünü seviyor ya!” demiştir. Şu bilinmeli ki günah işlesek de Allah ve Resulü sevgimizdedir ve sevdamızdır. Bir insanın günah ve sevaplarını Allah’tan sonra en iyi kendisi bilir. Bu sebepledir ki Kur’anın şu hükmü unutulmamalıdır. A’raf suresi 8. “O gün tartı haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bu ve benzeri ayetler sevabı ağır gelenlerin kurtuluşunu müjdeler. Her Salih amel on ve katlarıyla ikram edildiğine göre ümidimiz odur ki kurtuluşa erenlerden oluruz. Fakat bu bir dua ve temennidir yoksa son hüküm Allah’a aittir bize değil. Sevilmemekten sorumlu olanlar sevemeyenler değil, sevilmeyecek iş yapan bendir. Yusuf peygamberi yok edip, baba sevgisini almak isteyenler, gün geldi Yusuf’un merhametine muhtaç oldular. Bizde Yusuf’un kardeşleri gibi sevilmeyecek iş yapmışsak, Yusuf ahlaklı dostlardan af ve kınanmamayı bekleriz. Foto: İhsan KORKUT Velâkin bazen de “ Siz nasihat edenleri sevmezsiniz” ayeti gelir gözümün önüne. Neyse son dileğim şudur ve siz den de âmin sözünü beklerim. “Rabbimiz bizi ahiret günün de rezil ve rusvay etme” Âmin 21 KÖŞE YAZISI Yusuf YAVUZYILMAZ Müslüman Kadının İstismarı Türkiye’de özellikle seksenli yıllardan itibaren gelişen İslamcılık akımının en belirgin ensturmanlarından birisi de türban sorunu olmuştur. Hiç şüphesiz modernitenin tasarladığı yaşam biçiminde dinin ve dince kutsal sayılan kavramların belirleyici bir etkisi yoktur. Türban sorununun bir anlamda din ile modern yaşam arasında kırmızıçizgi oluşturması, sorunun dine ait bir referansa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Oysa Türkiye’de resmi söylem büyük ölçüde dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki etkisinin sınırlandırılması ilkesine dayanmıştır. Kadın giyiminin görünür olması gerek İslamcıların, gerek muhafazakarların, gerekse batıcı, laik ve solcuların din tartışmalarında türbanın öne çıkmasına neden olmuştur. Türban tartışması daha genel anlamda din ve modernizm arasındaki gerilimin yaşama yansımasıdır. İslamcılığın belirgin vasıflarından birisi olan modernizm ve gelenek karşısındaki duruşunu Cihan Aktaş açıklıyor: “Müslüman kökenli ve az gelişmiş sayılan toplumları modernleştirme adına işe başlayan İslamcılık, kendinden önceki kuşakların dini anlama ve yaşama yol ve yöntemlerini de eleştirmekten geri durmamış, bu eleştiriyi zaman zaman bütünüyle bir yazılı tarih ve kültür inkârcılığına kadar vardırmıştır.”(1) Bu eleştiri tarzı İslamcıları sadece modernistlerle karşı karşıya getirmekle kalmamış, aynı zamanda geleneksel dini yaşantıya karşıda tepkisel bir duruma itmiştir. Özellikle geleneksel dinin dünyevi sorunlar karşısındaki ilgisizliği, İslamcı kuşaklar için kabul edilebilir bir şey değildir. Aynı zamanda onlar devletin belirlediği sınırlar içinde kalan bir dindarlığa sonuna kadar karşı idiler. Hem modern hayata katılmak hem de geleneksel rollerinin değiştirilmeye yaklaşılmaması önemli bir açmazdı. İslam’a göre insan yaratıcının sürekli gözetimi altındadır. Varlık evreninde sergilediği bütün tavır ve davranışlarından sorumludur. İnsanın 22 sorumluluğu sadece içinde yaşadığı topluma karşı yatay sorumluluk değildir. O aynı zamanda yaratıcıya karşı dikey olarak da sorumludur. Modernite insanı secüler çerçevede tanımladığından, insanüstü bir alanla olan bağlantısını dikkate almaz. Kamusal alan büyük ölçüde modern zihin tarafından tanımlanmıştır.“ Müslüman kadının kendisini gerçekleştirmesi için çıkmaya zorunlu sayıldığı o resmi ve büyülü bir yanı olan kamusal alan, hegomonik iktidar merkezlerinin kitleleri biçimlendirmesi için tasarlanmış, bulunma ve görünme koşulları iktidar sahipleri tarafından belirlenmiş, bir resmi baskı mekanizması olarak işlev görmeye hazırlanmış bir alandı” (2) Tesettür tartışmaları din adına konuşanların pozisyonlarını belirlemeleri açısından son derece açıklayıcı olmuştur. Bu konuda konuşanları kaba bir tasnifle üç grupta toplamak mümkündür. 1) Tesettürün Kuran’ın açık bir emri olduğunu savunanlar. 2) Başörtüsünün Kuran’da olmadığını savunanlar. 3) Başörtüsüne siyasi bir sembol olarak bakanlar. Açık yüreklilikle şunu söylemek gerekir ki, bu tartışma ilmi bir tartışma değildir. Zira devlet bu konuda taraf olmuştur. Devletin taraf olduğu bir tartışmada kişilerin alacakları pozisyon vatanseverlik ve vatan hainliği ikilemine sıkışacaktır. Tesettürün Kuran’da açık olarak yer aldığını savunanlar, örtünmenin Kuran’ın bir emri, başörtüsünün de bu emrin bir parçası olduğunu savunurlar. Kuran’da örtünme konusunda bulunan ayetlerin Hz. Peygamber tarafından uygulanmasını birlikte değerlendirirsek bu konudaki hüküm gayet açıktır. Kuran Müslüman kadınlara örtünmeyi emretmektedir. Müslümanların bu kuralı uygulayıp uygulamamaları kendi kararladır. Hiçbir makam, mevki, kurul ve uluslararası sözleşme inanca ait bir kuralı ortadan kaldıramaz. Tesettürün Kuran’da olmadığını savunanlar, eğer art niyetli değillerse büyük bir metodolojik hata içindedirler. Çünkü bu konuya temel oluşturabilecek ilmi ve tarihi değeri olan doğru dürüst hiçbir argümanları yoktur. Bir konuda eğer karar verecek kadar açıklıkta bir hüküm yoksa dinin ikinci kaynağı olan Sünnete başvurulur. Tesettür konusunda inen ayetlerin nüzul sebebine ve Peygamberin uygulamasına bakılarak sorun çözülür. Tesettürün Kuran’da olmadığını savunanlar sünneti ve uygulamayı özellikle görmemezlikten gelmeleri anlamlıdır. Başörtüsü üzerinden yürüyen tartışmanın bir yönü de, Türkiye’de yaşanan sosyolojik dönüşümle ilgilidir. Türkiye de sistemi kuran elit, çevreden gelen ve büyük ölçüde dini değerlerine bağlı yeni güç karşısında bulunduğu pozisyonu kaybetme korkusu içine girmiştir. Yaşanan aslında bir elit değişiminin getirdiği gerilimdir. Sistem içinde elde ettikleri avantajlı pozisyonları kaybetmek istemeyen elitler, yeni güce karşı din üzerinden bir savaş vermektedir. Merve Kavakçı olayı sistem içi hesaplaşmanın sancılarını yansıtan en önemli olaylardan birisidir. Başörtülü kadınlar genellikle kamusal alan dışında meşru görülürken, birdenbire sistemin en önemli organına talip olmuşlardır. Bu durumun yarattığı şaşkınlık ve gerilim başörtülülere karşı aşırı bir tepkiye yol açmış ve devlete savaş açmakla suçlanmışlardır. Bu olaylardan sonra kamusal alanda yasak daha sıkı uygulanmaya başlanmıştır. İşin ilginç yanı Sami Selçuk’un söylediği gibi bu yasaya dayanak olacak herhangi bir hüküm ceza yasalarında halen bulunmamaktadır. İslamcı hareketin kadın üzerinden yürüyen bir diğer tartışma konusu da feminizm konusudur. İslamcı hareket içinde kadının aktif bir özne olarak yer alması bir taraftan kadının tarihsel statüsünün tartışılmasına kapı açarken, diğer yandan İslamcı söylem içine sınırları belirsiz feminist anlayış katıyordu. Secüler bir tarih ve toplum algısından yola çıkan ve amaçları bakımından KÖŞE YAZISI 23 KÖŞE YAZISI İslam’dan farklı bir hedefe yönelen feminizmin İslamcı kadınları nereye taşıyacağı temel bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’na göre İslamcıları feminist ve liberal söylemlere yönelten faktör kamusal alanın dilidir. “ Kamusal alanın nötr dili, Türk toplumuna göre yeniden yorumlandığı için, dini kimliğin kamusal alan dışında kalması, kamusal alanın tesettürlü kadınlara yasaklanması, İslamcıların feminist ve liberal söylemleri içselleştirmeleri gibi birtakım sonuçlara yol açmıştır.” (3) Bu durum İslami söylemin feminist ve liberal söylem içinde buharlaşarak belirsizleşmesi tehlikesini de barındırmaktadır. Müslüman kadın gerek kendini çağdaş diye tanımlayan kesimlerin, gerekse bir kısım dindarların istismarına uğramıştır. Çağdaş olarak tanımlayanlar örtülü kadınları geri, ilkel, kandırılmış, örümcek kafalı diye tanımlayıp aşağılama yoluna gitmişlerdir. Onlara göre bu kandırılmış kadınları içinde bulundukları baskıdan kurtarmak gerekir. Öte yandan bazı cemaat ve partiler türbanı müspet ve ya menfi siyasette alabildiğine kullanmış, istediğini elde edince de onları görmezden gelmeye başlamıştır. Zar zor üniversiteyi kazanmış kızları direnişe zorlayıp bir çıkış yolu göstermeden, başını açacağına okuma diyerek okuldan uzaklaştırmış, daha sonra holdinglerinde iş isteyen kızlara ikinci eş olmayı teklif edecek kadar alçalmışlardı. Her defasında konuşmaya başladıklarında, tarihten ve Hz. Peygamberin yaşamından örnekler vererek, İslam kadına büyük değer verdiğini savunanlara, peki “siz eşlerinize, kızlarınıza, annelerinize ne kadar değer veriyorsunuz?” diye soracak olursak derin bir sessizliğe gömüleceklerdir. Bu durum bizi kadın konusunda İslam’dan çok geleneği referans alarak hareket ettiğimiz sonucuna götürecektir. Çünkü gelenek büyük ölçüde erkek lehine şekillenmiş olup, onu toplumsal yaşamda avantajlı bir konumda tutmaktadır. 24 Başörtü tartışmaları açık olarak gösterdi ki, kız okuyacakta ne olacak diyen gelenek temsilcileri ile örtülü kızlar okula giremez diyen çağdaşları, gerekçeleri ne kadar farklı olursa olsun, bir araya getirmiştir. Bu kızlar, kadını ikinci sınıf gören gelenek ve onu kamusal alandan dışlamaya çalışan modernliğin oluşturduğu iki kesimle mücadele etmenin zorluğunu yaşayarak büyüdüler. Hiç şüphesiz giyiminden dolayı İslami kimliğini gizle(ye)meyen ve bu yüzden acı çeken müslüman kızlar, bu ülkenin medarı iftiharıdır. Başlarındaki örtüden dolayı okula, işe alınmayıp; her türlü hakarete göğüs gererek sonuna kadar Allah rızasını gözeden o dağ gibi yüreklere selam olsun. Bu ülkede başı dik olarak gezebilecek yiğitlerin en başında onlar geliyor. Onları hangi nedenle olursa olsun istismar edenlere gelince, bir gün kazandığınız haram paralarla hacca gitmeye kalktığınızda veya ölün anı geldiğinde onlardan helallik dileyecek ve affedilmeyi bekleyeceksiniz. Zaten hiçbir zaman unutmadıkları sizi tanıyacaklar, belki helallik verecek ama yüzünüze öyle bir bakacaklar ki, o bakış sizi ömrünüz boyunca yaşadığınıza pişman edecek. Onların sırtından seçim kazanıp daha sonra görmezden gelenler, onlardan geçinebilecekleri bir işi esirgeyenler, onları üniversite kapılarında süründürenler, onlara TBMM’nin yolunu tıkayanlar, tesettür defileleri düzenleyerek örtüyü ranta çevirenler, onları karın tokluğuna çalıştırıp kazancına kazanç katanlar… Yarın bu kızların Belçika’yı kendi ülkelerinden daha çok sevmelerini içinize sindirebilecek misiniz? Onlara niçin böyle düşünüyorsunuz diye utanmadan hesap sorabilecek misiniz? Onların yaşadıkları haksızlıklara karşı kırılan onurlarının hesabını veremeyenler, çekin kirli ellerinizi ve onları acılarıyla baş başa bırakın. Başörtüsünü siyasi ve toplumsal statü kazanmak için hoyratça kullananlar başörtüsünden dolayı mağdur olanlara bakıp acıyacağınıza kendinizden utanın. Şurası unutulmamalıdır ki, tesettür herhangi bir toplumsal statü ve çıkar için araçsallaştırılacak basit bir olgu değildir. Ne yazık ki, asil bir mücadeleyi ranta çevirip, bu mücadele üzerinden kazanç sağlamayı düşünebilecek kadar alçaklaşan insanlarla aynı ortamları paylaşmak zorunda kalıyoruz. Tesettür mücadelesindeki kazanımlar bütünüyle bu işin çilesini çekenlere aittir. Onlar bu mücadele sonunda tesettürü sadece taşralı kadınların kullandığı geleneksel bir araç olmaktan çıkarıp, eğitim görmüş ve hayata etkin bir özne olarak katılmak isteyen insanların özgürlük mücadelesine dönüştürmeyi başarmışlardır. Tesettürlü kadınlar hayatın değişik alanlarını etkileyen yasağın ağır yükünü omuzlanmakla kalmadılar, aynı zamanda kendi çocuklarının hayat mücadelesinde de aynı travmayla karşılaştılar. Bu mücadele sırasında onların bekledikleri samimiyet güler yüz ve acılarının paylaşılmasıdır. Tesettür yüzünden acı çekenler, Habeşistan’a hicret eden Hz. Sevde’nin mirasçılarıdır. Hz. Sevde, Mekke’deki şartların ağırlaşması üzerine Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan bir sahabeydi. Bunca sıkıntı yetmiyormuş gibi kocası da Hıristiyan olmuş ve ona Hıristiyan olması için baskı yapıyordu. Ancak Hz. Sevde hem onun baskılarına göğüs geriyor, hem de inancında sebat ediyordu. Daha sonra inancı ve ilkeleri uğruna kocasını terk edecek ve bu tavrıyla Hz. Peygamberin takdirini kazanacaktır. Tesettür mücadelesinin ön saflarını işgal eden ve bir kısmı şimdilerde holding sahibi olan insanlar, başörtüsünün toplumsal statüleri için risk oluşturmaya başladığını görünce onları fark etmemeye başladılar. Tesettür mücadelesinin tüm acılarını yüreklerinde hisseden kadınlar, onları gördüklerinde şu soruyu soracaklar: Siz hiç güvendiğiniz kimselerin ihanetine uğramanın acısını yaşadınız mı? KAVRAMLARIMIZ Sahir AKÇA Tesettür Yüzyıllardır bütün İslâm âleminde Müslüman hanımlar sade, koyu renkte ve bol kıyafetleriyle Yüce Allah’ın tesettür emrini yerine getirdiler. Ama ne yazık ki günümüzde acayip, sulandırılmış, yozlaştırılmış bir tesettür anlayışıyla karşı karşıyayız. İslam’a göre tesettürdeki gaye ve hikmet; kadının yabancı erkeklere karşı cinsi cazibesini gizlemektir. Tesettür; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen “Setr” kökünden; örtünmek, gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere “Setr” denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de “Setr” denilir. Erkek veya kadının şer’an örtülmesi gereken yerlerini örtmesi demektir. Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkalarının da bakması haram olan yerlerine “Avret yeri” denir. Namazda da “Avret” denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de “Setr-i Avret”, avret yerlerini örtmek denilmektedir. “Mestur”veya “Mesture”; kapalı, gizlenmiş anlamına gelir. Aynı kökten gelen “Settar”; gizleyen, örten, saklayan anlamlarındadır. Allah (cc) için de bir sıfat olan “Settâr-ul uyûb”; ayıpları gizleyen, ortaya dökmeyen denilmektedir. “Tesettür”, kavram olarak kadın ve erkek Müslümanların “Avret” yerlerini örtmelerini ifade eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere “Hicab” âyetleri denir. Dilimizde ise “Tesettür” kelimesi daha yaygındır. 25 KAVRAMLARIMIZ “Hicab”, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. Hicab; örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan demektir. Ne güzel bir duygudur Hicab’lı olmak, olabilmek, hicab duyabilmek. Hicablı olmak; hayalı olmak, arlı olmak, utanmayı bilmektir. “Avret”; İslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. Tesettür ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir, İslâmî bir ibâdettir. İslâm’a göre Müslümanlar yıkanma, temizlenme ve taharet gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına –zaruret olmaksızın– gösteremezler. Bu, Kur’an’ın Müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bu bir fazilettir. Esasen insan için örtünme fıtrî bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket etmiş olur, örtünmeye yarayan araçlar giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur. Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve meşru olmayan cinsî isteklerden sakınmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Kadınların yüz, el ve ayaklarından başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir. Örtünmenin özellikleri; sık dokunmuş, altını göstermeyen kalınlıkta olmalı, cilt rengini gösterecek incelikte olmamalıdır. Kalın da olsa uzuvları belli etmemelidir. Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah tarafından verildiğini beyan ediyor. (Araf, 26) Rabbimiz bu organlara çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor, aslâ kendi yarattığı insanı aşağılamak için değil. Bu nor26 mal bir şeydir. İnsanların çirkin veya güzel dediği bir sürü bitki ve hayvan bulunmaktadır. Onlar aslında çirkin değil, insan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin sanılmaktadır. Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan “avret” yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmış, bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında “Takva” elbisesini kuşanması istenmiştir. İlk insanlar; Hz. Adem (as) ve eşi Cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. (Araf, 21) Mü’min erkek ve kadın Kur’an’ın örtünme–tesettür emrinden sorumludur. Başka bir yoruma ihtiyaç olmadan tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve bu da Allah’ın sözü ve hükmüdür. İnsanların tesettürle ilgili ileri–geri söz söylemeleri, yorumları kendi nefislerindendir ve imanın olgunlaşmamasının sonucudur. Allah’a teslim olmuş, O’nun azabından korkan ve O’nun vadine güvenen takva sâhibi bir mü’min, nasıl olurda Rabbinin emrini tartışır? Allah’ın hükmünü kendi aklına, zevkine, pozisyonuna, prensibine, sistemine ve kendi hükmüne uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’minlerin tavrı olamaz. (Nur, 30-31 ve Ahzab, 59) Peygamber Efendimiz (sav) bu âyetleri hem tefsir etmiş hem de uygulayarak maksadın ne olduğunu göstermiştir. Bütün iyi niyetli âlimler de meseleyi böyle anlamışlar ve açıklamışlar. İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği bir yaşama biçimi ve saadet yoludur. Her emrin, her yasağın bir hikmeti, bir sebebi vardır. Yasakladıklarının insan ve topluma zararı olduğundan, emirlerinin ise kişi ve topluma faydası olduğundandır. İman edenler Rabb’lerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiğince uymaya, yasaklarından kaçınmaya çalışır. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. Müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri düzeltmek istiyor ve bunun tedbirlerini almayı Müslümanlara emrediyor. Örtünmenin Allah katındaki, örtüsüzlüğünde Şeytan ve dostları yanındaki öneminin gereği gibi idrak edilemediği görülüyor. Müslüman’ca bir örtünme, Allah (cc) ile irtibat anlamına gelmektedir. Tesettür-Örtünme de tıpkı Namaz, Ezan, Kâbe, Kurban, vs. gibi, hele hanımların güzelce, Allah ve Rasûlünün râzı olacağı bir şekilde örtünmeleri Allah’ın yeryüzündeki âyetlerinden bir âyet, şiarlarından bir şiardır. Yerine getirilen bir emir nasıl o emri vereni hatırlatırsa, örtünmek de Allah’ın emri olduğundan, örtünen bir hanımefendi de elbette muhataplarına Allah’ı hatırlatacaktır. Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenemeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadın ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hain bakışların önünü kapatarak başlar, sonra kadını, erkeği, nesli, fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emreder. “Tesettür İbâdeti” mü’minler için bir güzellik ve bir erdemdir. Bu, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise pek çoktur. Bu, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir. Modaya uymayacak diye de kadın- KAVRAMLARIMIZ Müslüman genç kızlar ve hanımlar kendilerine şöylece sorsalar (şu içinde yaşadığımız İlkbahar günlerini ve önümüzdeki Yaz aylarını da dikkate alarak): “Benim giyindiğim kıyafetteki niyetim ve kıyafetimin özellikleri; benim avret ve ziynetlerimi gizlemeye ve başkalarının bakışlarını engellemeye mi yöneliktir, yoksa nefis ve şeytan ayartmalı başka bir niyete mi yöneliktir? lar için güzel giyinmesinler demek istemiyoruz. Tabii ki tesettürlü giyim, bakanları tiksindirecek, hoşuna gitmeyecek tarzda olmamalıdır. Ama önemli olan sokakta yabancı erkeklerin dikkatini çekecek, cinselliği öne çıkarıcı, vücut hatlarını belli edici kıyafet olmamasına dikkat etmek gerekir. Lütfen hanımlar, örtünmek önemlidir. Ama nasıl bir örtünme? Kastettiğimiz Kur’an ve Sünnet’in ruhuna, takvaya uygun olan bir örtünmedir. Yüzyıllardır bütün İslâm âleminde Müslüman hanımlar sade, koyu renkte ve bol kıyafetleriyle Yüce Allah’ın tesettür emrini yerine getirdiler. Ama ne yazık ki günümüzde acayip, sulandırılmış, yozlaştırılmış bir tesettür anlayışıyla karşı karşıyayız. İslam’a göre tesettürdeki gaye ve hikmet; kadının yabancı erkeklere karşı cinsi cazibesini gizlemektir. Tesettürlülerin sayısı artıyor diyor ve seviniyoruz ama, sanki caddelerimiz örtülü mankenlerin yer aldığı podyumlara dönüşmektedir. Tesettürün amacı olan gizlilik yerine, sanki günümüzün tesettür anlayışı; kendini gösterme, dikkat çekme, cazibeyi artırma gibi farklı anlamlara kaydırılmaktadır. Örtünmedeki samimi niyet; örtüyütesettürü cıvıklaştırmayan, sulandırmayan, yozlaştırmayan ve ucûbeleştirmeyen bir amaç taşıyor demektir. Tarihin başlangıcından günümüze kadar iffetin, hayânın ve sadâkatin taşıyıcılarına, kıyâmete kadar bunu sürdürecek olan bütün erdemli hanımlara selâm olsun. Günümüze kadar ve özellikle son zamanlarda örtünme adına mücâdele verenleri, İnkılapların akla hayâle gelmez zulmünü görenleri, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’ların perişan ederek yetim-öksüz-yoksul bıraktığı aziz kardeşlerimizi, yeniden “ Tesettür Dirilişi”nin sembolleri olmuş Hatice Babacan, Şûle Yüksel Şenler, Emine Şenlikoğlu ve daha nice isimlerini sayamadığım şanlı mağdureleri (Bunlar da “ Tesettür Murabıta”larımızdır) Allah için takdir, tebrik ve hayırla yâd ederek selâm ve dualarımızı gönderiyoruz. Kaynakça: - İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. ECE. - Örtünme Çağrısı, Mehmed GÖKTAŞ. 27 KAVRAMLARIMIZ Fahri TUNA HEM okudu yazdı Hattat Hafız Saim ÖZEL Hattat Hafız Saim Özel Kimdir? Kurşunlu (Yunuspaşa) Camii İmamı Hafız Hüseyin Efendinin ve Hatice Hanım’ın tek çocuğu olarak 1919 yılında Taraklı’da doğar. Anne tarafından dedesi Fenerli Ev’in sahibi Haşim Ağadır. (1) Babası Hüseyin Efendi, Kuva-yı Milliyecilerdendir; Kurtuluş Savaşı’nda açıkça Atatürk’ten, Kuva-yı Milliyeden yana tavır almış, cepheye katılmıştır. Atatürk’ün 1922 yılında Taraklı’yı ziyaret edip “kendi küçük gönlü büyük Taraklılılar” diye hitap ettiğinde de yanındadır. Kurşunlu Camii’nde otuz seneden fazla imamlık yapar, resmi Kur’an Kursu olmadığı için evleri kurs gibidir. (2) Küçük Saim Mutlu bir çocuklukla birlikte hıfzını babasından tamamlar. İlkokulu Taraklı’da bitirir. 15 yaşındayken İstanbul Aksaray’da oturan halasına misafirliğe gider. İstanbul’daki Hocaları: Hasan Akkuş, Büyük Hamdi Efendi Vs.. Benim için Taraklı iki çınar demekti: Biri Yusufbey Mahallesi’nde, Ertuğrul Gazinin bölgeyi fethi sırasında diktiği yedi asırlık çınar; diğeri seksen altı yaşındaki Hattat Hafız Saim Özel. Taraklı’ya her gidişimde – vakit buldukça – ziyaret ettiğim, misafirlerimle tanıştırdığım, birlikte dertleştiğimiz, halleştiğimiz, duasını aldığımız ilk kişi, ilk çınardı Taraklılıların diliyle “Hafız Saim Amca.” 28 Kendisinden dinleyelim :”Halamın komşusu Hafız Hasan Mücteba Bey ki hem şair, hem duagûh (duacı) bir kişi idi. Beni aldı, Nur-u Osmaniye Camiinin imamı Hafız Hasan Akkuş’a götürdü. İki sene Hasan Akkuş hocadan Kur’an talim ettikten sonra, aynı camide müezzinliğe başladım.” (3) Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Erkal, Hafız Hattat Saim’in hocaları konusunda şunları söylüyor: “Hafız Saim Ağbi, İstanbul’a geldiğinde devrin Reis’ül-Kurrası Varnalı Büyük Hamdi Efendi’den “aşere- takrip-tayyibe” okuyor, Daha sonra Nur-u Osmaniye Camii Baş İmamı Hasan Akkuş, Yavuz Selim Camii İmam Hatibi Çolak Mehmet Efendi ve Ayakları Kesik İsmail Efendi olmak üzere, İstanbul’un ileri gelen Hocaefendilerinden kıraet ve hat sanatı üzerine tahsil görmüştür.” (4) Milliyet-Pazar için yapılan röportajda “ben İstanbul’u görünce meftun oldum” diyen Saim Özel artık İstanbulludur; evlilik yaşına gelmiştir. Akrabası da olan Şerifağaların İbrahim’in küçük kızı Saime ile 1949 yılında hayatını birleştirecek ancak Saime Hanımla 56 yıl sürecek bu evliliğinden çocuğu olmayacaktır. (5) Güzel Sanatlara Merak Sarıyor Güzel sanatlarla, özelliklerle hat sanatıyla iligisini, 2001 Mayıs ayında kendisiyle Taraklı’da Yunsupaşa Camii kıblesindeki benim tabirimle “Hattat Saim Efendi Konağı”nda yaptığım söyleşiden takip edelim: Hat sanatıyla ilginiz nasıl ve nerede başladı? Hasan Akkuş Hoca’mın etkisiyle bugünkü adı Mimar Sinan Üniversitesi olan Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Fakültesi Şark Tezyinat Şubesi’nde misafir talebe olarak eğitime başladım. Orada Reisül Hattatin (Hat Ana Bilim Dalı Başkanı) Hacı Kamil Akdik Hoca’dan eğitim aldık. İkinci hocamız Tülin Korman’ın babası Hacı Nuri Korman’dı. Gayemiz tabii ki icazet almaktı. Bugünkü neslin anlayacağı dille “icazet” ne demektir efendim? “Sen artık bu işin kendi başına yetkilisisin, ustalaştın” anlamında bir belgedir. Bir yeterlilik, ustalık belgesidir. ADA’DAN PORTRELER Siz icazeti kimden ve ne zaman aldınız? Merhum hattat Recep Berk’le birlikte hobi olarak güzel sanatlara on sene devam ettik. Bizim asıl hocamız asrın iki üstadından biri olan Hacı Halim Özyazıcı’ydı. Hocanın trafik kazasında vefatı üzerine icazetimi Üstad Hamid Aytaç’tan aldım. Hat sanatını birkaç cümle ile özetler misiniz efendim? İslam dünyasında yaygın bir kibar-ı kelam vardır: “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı, Pakistan’da tatbik edildi” diye. “Hüsnü hatt’ın nükatın yazup çizenler bilir.” (Güzel yazının inceliklerini yazıp çizenler bilir) Hattın ölçüsü; hendese-i manevi yani manevi bir görüş buluştur. Ecnebiler, göz alıcı buluyorlar, cezbedici buluyorlar ama anlayamıyorlar. Kaç tür yazı vardır? En yaygın olan sülus ve nesihtir. Ta’lık, divani, celi sülus... ondan fazla nevi vardır. Siz en çok hangi türde yazı yazdınız? Sülus ve nesih yazdım. (3) “Hat Örnekleri” Kitabı – Mekke’deki Hat Tabloları Kaç sergi açtınız? İlk sergimi 1977’de Beşiktaş Yıldız Caddesinde açtım. O günden bu yana sekiz sergi açtım. Son üç sergim, Adapazarı Büyükşehir Belediyesi tarafından açılmıştır. (Not: bu söyleşinin yapıldığı 2001 Mayısından bu yana Saim Özel’in 5 kişisel sergisi daha açılmış olup, bunların üçü Adapazarı Büyükşehir, ikisi bolu Belediyesi’nce gerçekleştirilmiştir. Saim Özel’in vefat ettiği 29 ekim 2005 tarihinde Bolu Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki sergisi devam ediyordu.F.T.) “Hat Örnekleri” adlı kitabınız hakkında bilgi verir misiniz? Cumhuriyet tarihinde Hüsnü Hat üzerine ilk basılı kitaptır. Halim Hocamın meşkleriydi onlar; çok öğretici bir kitaptır. Bütün İslam alemine dağıldı. (Not: 1967 ve 1974’de 2 baskısı yapılmıştır.F.T.) Yazılarınız halen nereleri süslüyor? 1939’dan 1982’ye kadar 43 yıl İstanbul Camilerinde vazife yaptım. Süleymaniye Camii baş imamlığından 1982 yılında emekli oldum. Dolayısıyla eserlerim en çok İstanbul’da, Süleymaniye Camii, Gedikpaşa Camii, Çarşıkapı Camii, Odabaşı Camii, Aynalı Çeşme Camii ve Üsküdar Camileriyle Kasımpaşa Camii şadırvanındadır. Taraklı Camiinin bütün yazılarını ben yazdım. Mekke’de de yazılarınız olduğu biliniyor. STFA firması, Mekke-i Mükerreme’den Mina’ya kadar giden Kral Halid Tüneli’ni yaptığında tüneldeki yazıları ben yazdım. Sonra mermer sütuna işlenerek oraya monte edildi. Kur’an-ı Kerim yazdınız mı? Kur’an yazmak her hattata nasip olmuyor. Hamd olsun ben yazabildim. Pamuk Yayınları’nca 1991’de neşredildi. Yakında ikinci baskısı yapılacak. 29 ADA’DAN PORTRELER Bazı gazetelerin Ramazan eklerinde tablolarınız yayınlanmıştı. Yirmi sene kadar önce Milliyet gazetesinde günlük Ramazan ilavesi olarak Hasan Çelebi, Hüsrev Subaşı ve benim beşer, Hocam Hafız Hamid Bey’den on beş olmak üzere tablolarımız hediye olarak verildi. Bu hediyeler Profesör Doktor Abdulkadir Karahan’ın organizasyonuydu. (3) Reis’ül-Kurra Seçildi Ama... Prof.Dr. Mehmet Erkal’ın naklettiğine göre, Reis’ül-Kurra Hendekli Abdurrahman Gürses Hocaefendi vefat ettiğinde (muhtemelen 1998 yılı) Hafız Saim Özel’in Res’ül – Kurralığı gündeme gelmiş, kabul de görmüş, Reis’ül – Kurra olmanın şartlarından birisi olan “sürekli İstanbul’da ikamet” şartı Saim Ağbi’de (zaman zaman Taraklı’da ikamet ettiğinden) bulunamadığından, yine bir Adapazarılı, Asker Hafız (Mehmet Eren) Reis’ül – Kurralığa seçilmiştir. Halen de o yürütmektedir. Yine Erkal Hocamızın dediğine göre “Hafız Saim Ağbi, Türkiye’de üst düzey Kur’an ilimlerine vukufiyeti ve hat sanatındaki kabiliyetiyle tanınmıştır; kendisi hem Hafız hem de Hattattı.” (4) 30 Hoşgörülü,Şakacı, Cömert, Yardımsever Bir Kişilik Taraklı ileri gelenlerine, onu yakından tanıyanlara “Hafız Saim Özel nasıl bir insandı?” diye soruyoruz. İşte cevapları? Ahi Naci İşsever’e göre “İlahiyatçılık mesleğini geleneksel taraklı disiplini içinde ikmal etmiş; olgunlaştırmış, uzun bir zincirin son halkasıydı. Hemen hemen her adımı ahirette gezinen bir dünyalıydı. Alışılmış günlük kusurlarımızı, kendi kantarında günah kefesinden silen, bağışlayan ölçüleri vardı. Latifeden çok hoşlanır, “latife latif olmak gerektir” diye telkinde bulunurdu. Sık sık şakalaşır, bana bizim evi soyan “hırsız usta” hikayesini anlattırır, kahkahalarla gülerdi.”(6) Baldızının oğlu Niyazi Kaynar’dan eniştesi Saim Özel’i dinleyelim: “Ben kendimi bildim bileli onlar İstanbul’da otururlar, her bayram ve yaz tatillerinde mutlaka Taraklı’ya gelirlerdi. Ben ona “Hacı Amca” diye hitap ederdim. Hacı Amca çok cömert biriydi, yardımseverdi, hep bize hediyeler getirir, bayramlarda mutlaka harçlık verirdi. Biz çocuklarda bir yandan sohbet eder, bir yandan hat yazmayı sürdürürdü. Hiç çocukları olmadıysa da çocuklara çok düşkündü, gizliden muhtaç çocukları okuttuğunu duyardık.”(5) Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman’sa “Saim Amca”sı hakkında bakın neler söylüyor: “Hafız Saim Amca, Taraklı’nın yetiştirdiği en önemli değerlerden biriydi. Hoşgörülü, yardımsever, sevecen, herkese iyilik yapmayı düstur edinmiş ve hayatı boyunca da insanlara faydalı olmuş biriydi.” (1) Prof.Dr. Mehmet Erkal’sa “mükemmel bir insan, memleket aşığı bir insandı” diye özetleyecekti. Allah rahmet eyleye. Kaynaklar: 1) Tacettin Özkaraman, 1957 Taraklı doğumlu. İlkokul öğretmeni, halen Taraklı Belediye Başkanı, 29.10.2005 tarihinde Taraklı’da yaptığım görüşmeden. 2) Milliyet – Pazar Gazetesi, Tarihe 1001 Canlı Tanık, İçimizden Biri, 13.06..2004 www.milliyet.com/2004/06/13/pazar/ paz13.html 3) Irmak Kültür-Sanat Dergisi, Sayı: 7, 2001 Haziran Sayısı, Sayfa: 12- 13, Fahri Tuna’ın Saim Özel’le yaptığı söyleşiden. 4) Prof.Dr. Mehmet Erkal, 1944 Taraklı doğumlu, Marmara Ü. İlahiyat F. Öğretim Üyesi, Saim Özel’in yakın dostlarından, 29.10.2005 tarihinde kendisiyle yaptığımız söyleşiden. 5) Niyazi Kaynar, 1949 Taraklı doğumlu, emekli esnaf, Saim Özel’in baldızının oğlu, 29.10.2005’de yaptığımız görüşmeden. 6) Ahi Naci İşsever, 1944 Taraklı doğumlu, edebiyat öğretmeni, 29.10.2005^de yaptığım görüşmeden. SİZDEN GELENLER Ayşe BEYAZIT ERKAN Aile Yapımızdaki Çöküntü Hiçbir asırda eskimeyen, daima yeni olan İslâm dininin temel müesseselerinden biri de ailedir. Kurulan aile eş, çocuklar ve akrabalardan meydana gelen şerefli bir ocaktır. Aile bir milleti ayakta tutandır. Müslüman milletimizi mağlup edip perişan etmek isteyen dış güçler buna muvaffak olamadıkları için, bizi içten yıkma faaliyetlerine girişmişlerdir. Bu yıkıma da aile müessesesinden başlamışlardır. Üzülerek ifade edelim ki, bugün aile yapımız da çok çeşitli tehditler altındadır. Müslüman aile kalesi sokakta, caddede, dolmuşta, trende, mikrofonda ve cemiyetin büyük bir kısmında taarruz altındadır. Allah(cc) korusun, bu kale düşerse gerisi felâkettir. Bütün bunlar bilerek ve plânlanarak yapılan ve sırf aile müessesesini yıkmak için oynanan oyunlardır. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan aile çarpıklıkları bizim aile yapımızı da sarsmıştır. Denilebilir ki, aile yapımız bir çöküntüye gitmektedir. Toplumumuzu hızla saran alkolizm, uyuşturucu, rüşvet, nikâhsız yaşama, kumar, hırsızlık, boşanma ve inançsızlık aile binâmızı tahribe yönelmiştir. Boşanma oranlarının sürekli yükselişi, evden kaçan ve suça itilen çocuk sayısının devamlı artışı gençlerin uyuşturucuya yönelişi gibi durumlar aile yapımızın bir çöküşe gittiğinin acı göstergesidir. Yüce Rabbimizin; “Zinâya yaklaşmayın, zîra o bir hayâsızlıktır, iğrenç bir iştir ve kötü bir yoldur.” Emrine âdeta savaş açarak Müslümanların yaşadığı bir Ülkede zinânın serbest bırakılmasını istemek, ailenin mezarını hazırlamaktır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir düşünce görülmemiştir. Aile yapımızdaki çöküntünün sebeplerini şöyle açıklamak mümkündür: 1. Aile İslâm temelleri üzerine kurulmaktadır. Çocuklarımıza dinin öğretilmesi bir ihtiyaç olarak kabul edilmediği gibi onlara örnek bir aile yaşayışı da sunulmamıştır. Büyürken, eş seçerken, evlenirken maddî değerlerin dışında bir ölçü tanımadan kurulan aile kısa zamanda sarsılmakta ve çöküşe geçmektedir. Çünkü aileyi ayakta tutan inançtır, madde değildir. Sevgi, muhabbet, müsamaha ve fedakârlıktır. 2. Bazı çevreler aile hayatını sarsan her türlü çarpık ilişkinin reklâmını yapmakta ve özellikle genç nesillerin beynini tarumar etmektedir. Nebîler Nebîsi (sav); “Alkolün kötülüklerin anası ve günahların en büyüğü” olduğunu buyurmuştur. Fakat bu zamanda alkolün her çeşidi özendirilmiş ve alkol kullanmak çağdaşlık olarak ortaya atılmıştır. Cinâyetlerin % 85’inin, boşanmaların % 80’inin, eşlerini dövenlerin % 70’inin ve akıl hastalarının % 50’sinin alkol sebebiyle meydana geldiği resmî rakamlarla açıklanmıştır. Görülüyor ki, kurban yine ailedir. 3. “Devir değişti, zamana uymak lâzım” gibi sözlerle anne ve babalar tutucu olarak mahkum edilmiş ve çocukların üzerindeki etkinliği azaltılmıştır. Çocukların her düşüncesi haklı, anne ve babaların her düşüncesi haksız olarak gösterilmiştir. Bir erkek veya kız çocuğu ailesine kafa tutmuşsa bu alkışlanmıştır. Böylece aile çatışmaları desteklenmiş ve aile bütünlüğü sarsılmıştır. 4. Hayat müşterek düşüncesi ile kadının iş hayatına atılmasından dolayı, kadın evi ile işi arasında bölünmüş, çocuklar yuvaya veya bakıcıya bırakılmıştır. Büyükleryaşlılar huzur evlerine gönderilmiş, boşanmalar artmış ve böylece aile yapısı bozulup parçalanmıştır. Görülüyor ki, aile yapımız çöküş hâlindedir. Bu binâ çökerse millet olarak ayakta kalmamız mümkün değildir. Bu bakımdan İslâm dininde cemiyetin çekirdeği ve kalesi olan aileye gereken önemi vermeliyiz. Aile fertlerine yüce İslâm dinini mutlaka öğretmeliyiz. Onların imanî, ahlâkî, amelî duygularını güçlendirmeliyiz. Şahsiyetlerimizi kendi kültür ve değerlerimizle ilmik ilmik dokumalıyız. Unutmamalıyız ki, bizi ayakta tutan ailemizi tek koruyacak olan İslâm’dır. Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Gerek kendinizi ve gerekse ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.” Âmin. 31 ÇOCUK SAYFASI Bilmece Adamın biri çok zayıf olduğu halde yatağa yattığında yatak kırılıyormuş. Niçin? (Uykusu ağırmış.) Temel her şimşek çaktığında saçını-başını düzeltiyormuş. Niçin? (Fotoğrafının çekildiğini sanıyormuş) Anne kırkayağın en çok yorulduğu gün hangisidir? (Yavrularının ayaklarını yıkadığı gün.) Fıkra Temel, Dursun’a misafirliğe gitmiş. Gece sağanak halde yağmur başlayınca Dursun konukseverlik göstermiş: -Temel çok fena yağmur yağıyor, eve gitme, burada kal. Temel kabul etmiş, ama ansızın ortadan kaybolmuş. Aradan epeyce zaman geçtikten sonra kapı çalmış, bakmışlar kapıda sırılsıklam Temel: -Neredesun ula Temel, merak ettik? -Eve cittum pijamamu aldum da... ebinde taşı, kalbinde değil. O zaman bencillikten kurtulup başkalarına merhamet beslemeye başlarsın.” 32 (Sırtının kaşınması) Kaplumbağanın en çok nefret ettiği şey nedir? Cami - Bulmaca Soldan Sağa: 1 Câminin avlusunda cemaatin abdest alması için yapılan yapı 2 Câmilerde görevlendirilen, namaz kıldırmak ve halkı din konularında aydınlatmak üzere çalışan görevli 3 Câmilerde kıbleyi gösteren, imamın namaz kıldığı oyuklu yer 4 Câminin ortasında kalan; üstü açık, duvarla çevrili alan 5 Câmilerde vaaz verilen yüksekçe oturma yeri 6 Minarede ezan okuyanın durduğu yer 7 İmamla birlikte namaz kılanlar. Yukarıdan Aşağıya: 3 Ezan okuyan kişi 5 Yarım küre biçiminde olan ve câmiyi örten dam 8 Câminin bitişiğinde, ezan okumak ve ezanı civara duyurmak için ince bir kule şeklinde bir veya birkaç şerefesi bulunan yüksek yapı 9 Câmilerde imamın cuma ve bayram hutbelerini okuduğu yüksekçe merdivenli yer 10 Yeryüzünde yapılan ilk ibadet yeri 11 Minarenin tepesine yerleştirilen hilâl (ay) şeklindeki tepelik