mayıs-haziran 2015 düşün dergi
Transkript
mayıs-haziran 2015 düşün dergi
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 1 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR MAYIS-HAZİRAN 2015 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ ŞUBE BAŞKANI TUNA ARSLAN GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ TUNA ARSLAN YAYIN KURULU M. FEVZİ YILMAZ MEHPARE ÖZKABAN ÜMRAN KEBABÇIGİL VOLKAN ACAR AYÇIN TANUK ÖMER BAYRAM ENİS MUSLUOĞLU DÜZELTİ MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL GRAFİK TASARIM UYGULAMA AYÇIN TANUK YÖNETİM YERİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt. Karşıyaka / İZMİR Telefon: 0 (232) 323 40 40 elektronik posta: addkarsiyaka@gmail.com Yazılarınız için elektronik posta: adddusundergi@gmail.com web adresimiz: www.addkarsiyaka.com Baskı Yeri: Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti. kanyilmazmat@gmail.com Baskı Tarihi: Temmuz 2015 Başyazı Merhaba (Tuna Arslan) .............................................................................................................................. 2-3 Editörün Köşesi Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ................................................................................................................. 4 Ayın Konusu I Dünya Çevre Günlerinde Neler Anımsıyoruz? (M. Fevzi Yılmaz) ................................... 5 Ayın Konusu II Açılım Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı? -4 (M. Fevzi Yılmaz) ............................................. 6-7 Ayın Konusu III Kemalizmin Milli Demokratik Devriminin Eğitim Ayağı: Köy Enstitüleri -2 (Nural Güran) ................................................................................................................................................................. 8-9 Ayın Konusu IV İklim Değişikliği ve Enerji (Selahattin Yıldız) ........................................................................ 10-11 Ayın Konusu V Atatürkçü Düşünce Derneği 26. Yaşgününü Kutluyor!.. (Mehpare Özkaban) ..................................................................... 12 Konuk Yazar Osmanlıya mı? Uzaylıya mı? (Erdoğan Bakkalbaşı) ............................................................... 13 DÜŞÜN’ce Gezi’nin Felsefesi ........................................................................................................................................... 14 Ayın Fotoğrafı ............................................................................................................................................. 15 Ayın Röportajı Hikmet Şimşek Sanat Merkezi Sanat Yönetmeni Tevfik Rodos’a Merak Ettiklerimizi Sorduk ............................................................................................................................... 16-17 Konuk Yazar Solcuysam, Devrimciysem, Sosyalistsem (Hidayet Karakuş) ....................................... 18-19 Konuk Yazar Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarını Bir Kez Daha Anıyoruz... (İsfendiyar Yıldız).......................................................................... 20-21 Konuk Yazar Çağdışı Olmak ve Çağdaşlık (Tahir Ceyhan)......................................................................... 22-23 Konuk Yazar Deniz Tarihi Bilincimiz Deniz Kuvvetleri ve Kumpas Davaları (Cem Gürdeniz)................................................................................................ 24-25 Cumhuriyet Tarihi 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Kutlamalarına Bakış (Ömer Bayram) ........................................................................................ 26-27 Ermeni Dosyası Türk-Ermeni İlişkisinin Dünü, Bugünü -5 (Ahmet Gürel) .................................................... 28 Atatürk ve Çevre Dünya Çevre Günü ve Mustafa Kemal Atatürk (Metin Erdoğan) ................................ 29 Edebiyat On Dakika Çay İçme!.. (Zehra Özçelik) ................................................................................... 30-31 Gençlik Dağınıklık Sorunu -2 (Gündüz Öğüt) ....................................................................................... 32-34 Ekonomi Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) ............................................................................. 35 Kadın Gözüyle Sıdıka Avar Öğretmen ve Onun “Dağ Çiçekleri” (Mehpare Özkaban) .......................................................................... 36-37 Kitap Köşesi Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, İşgal, Hüzün, Hazırlık (Tuna Arslan) ..... 38-39 Kültür Sanat Sanatın Gerekliliği ve Gereksizliği (Evrim Gökçelik) ........................................................ 40-41 Kültür Sanat Baharda Kültür Sanat Etkinlikleri (Nüket Hürmeriç) ....................................................... 42-43 Türk Dili Canım Türkçe’m (Ümran Kebabçıgil) .............................................................................................. 44 1 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 2 MERHABA!.. Mayıs ayı, hepsi birbirinden önemli bir çok olayın yıldönümüdür. 1 Mayıs, 6 Mayıs, 15 Mayıs, 19 Mayıs, 27 Mayıs diye sıralanır. Haziran belki biraz daha alçakgönüllüdür, ancak 3 Haziran, 16 Haziran, 21 Haziran, 22 Haziran, 23 Haziran ve 29 Haziran günleri de tarihimizin önemli sayfaları arasında yer alırlar. Bu tarihlere yıllarını da belirterek göz atalım, ancak mayıs ve haziran aylarının ortaklaşa paylaştığı onur 2013 yılındadır ve adına “Gezi” diyoruz. Tarihin çok yakın olması nedeniyle değil, yarattığı sonuçlar bakımından çok önemlidir ve ayrıca ele alınması gerekmektedir. Öyle yapalım ve yukarıdaki tarihlere değinelim. Hangi mayıs? 1 Mayıs marşı, “İşçinin, emekçinin bayramı…” diye başlar. Ülkemizde, 1923 yılından beri resmi olarak kutlanan bu gün, çok badireler atlatmıştır. 1977’de uygulanan tertip sonucu 1 Mayıs kutlamaları kana bulanmış ve 34 kişi yaşamını yitirmişti. Bu olayın 1980 darbesi için yapılan hazırlıkların bir parçası olduğu sonradan anlaşılmıştır. Yıllar boyunca 1 Mayıs’lar bu olayın gölgesinde kalmış, bayram coşkusunun tekrar yaşanabilmesi zaman almıştır. Son yıllarda ise 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılması konusundaki çekişme, kutlamaların da önüne geçmiş ve bayram, polisin, daha doğrusu hükümetin insafsız saldırıları ile DİSK ve bazı “sol” gurupların inatlaşması içinde kalmış, anlamından uzaklaşmıştır. AKP diktatörlüğünün kendisini en somut ortaya koyduğu ortamlardandır son yıllardaki 1 Mayıs’lar. Kara mizah gibi ancak, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması da, resmi tatil olarak kabul edilmesi de birincisi 2008, ikincisi 2009 yıllarında olmak üzere AKP hükümetine nasip olmuştur. 1937 yılının 1 Mayıs’ında ise Atatürk çiftliklerini hazineye, taşınmaz mallarını ise Ankara Belediyesi’ne bağışlamıştır. “Mal mülk bize ağırlık verir” diyen birinci cumhurbaşkanından saray sahibi olan sonuncusuna uzanan süreç aynı zamanda Cumhuriyetimizin başına gelenlerin öyküsüdür. Üç fidan 6 Mayıs 1972 , Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edildikleri tarihtir. Henüz yirmili yaşlarda ve hiçbir cana kıymamış olan gençlerimizin, canına kıyıldığı tarihtir. 27 Mayıs’ın daracağına gönderdiği Menderes, Polatkan ve Zorlu’ya karşılık Denizler! “Üçe üç” çığlıkları arasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinin en utanç verici kararlarından birisini almıştır. Altı kez “gidip” yedi kez “gelen” Demirel’in sonraki yıllarda kuşanmaya çalıştığı “müşfik baba” kisvesi belki de bu yüzden üstüne hiç oturmamıştır. Üç fidanın hüzünlü ancak onurlu öyküsü, 2 onları asanların onursuzluğu olmuştur. Türk’ün damarı 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan ordusu tarafından, İtilaf Tuna ARSLAN - Şube Başkanı Devletlerinin gözetiminde işgal edilmesi, işgalciler açısından büyük bir hata olmuş ve henüz millet olamamış Türkleri ayağa kaldırmıştır. Hasan Tahsin bir simge olarak Türk milletinin önüne düşmüş ve ilk kurşunu diğerleri izlemiştir. Yunan ordusunun İngiltere hesabına atıldığı macera sonunda “Küçük Asya Felaketi” ne dönüşmüştür. Tarih, okunsun, ezberlensin diye değil, ders çıkarılsın diye kayıtlara alınır. 15 Mayıs 1919’un büyüsüne kapılanlar, 9 Eylül 1922’nin gerçeğiyle yüzleştiler. Günümüzün emperyalistlerine “biji” diye seslenenler keşke tarihten ders çıkarabilseler ve bu toprakların emperyalistlerden “rol talep edenlere” yaramadığını anlasalar. 15 Mayıs’ın ardı 19 Mayıs Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden bir gün sonra, Bandırma vapuru Samsun’a değil, 19 Mayıs’a doğru yola çıktı. Samsun olmasa başka bir limana çıkacaktı ama sonunda ulaşacağı yer “19 Mayıs” olacaktı. Bandırma vapuru, mutlaka demir alacak ve mutlaka menzile varacaktı. Ergenekon Destanı tekrarlanıyor, demircinin körüğü çalışıyordu. Çok yıllar sonra, gene demir dağların delinmesi gerekmiş ve delinmişti. Bu kez yıl 2014 olmuştu. Yukarıda belirttik, tarihten ders alınmalıdır. Bu milleti demirden dağların arasına hapsedemezsiniz. Dağları eritir çıkar. Türk Dil Kurumu Sözlüğü, destanı “tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir” olarak tanımlıyor. Ancak, 1922 de 2014 de tarih öncesi değiller. Evet, Nazım Hikmet’ in “Kurtuluş Savaşı Destanı” da bir destandır ancak kahramanları tanrılar, tanrıçalar değil, bizim Mehmetler ve Ayşelerdir. 13 Aralık 2012’de, 8 Nisan ve 5 Ağustos 2013’te Silivri zindanını yerle bir edenler de bizlerdik işte. Türk milletini ordusuyla, aydınıyla demir dağlara hapsedebileceğini sananların hali ortada. Demek ki “bu topraklar” emperyalistler ve onlara güvenenler için tekin değil. Örnek çok ve hepsi de tarih öncesine değil günümüze ait. 1989 yılının 19 Mayıs’ı Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, Derneğimizin kuruluş tarihidir. Kuruluş nedeni aynı zamanda tüzüğümüzün başlangıcıdır: “Atatürk’ün bedensel varlığının artık aramızda bulunmamasından cesaret alan içteki ve dıştaki kimi olumsuz güçler, O’nun yeni Türk Devletini yaratma doğrultusun- mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 3 da ilk adımı attığı 19 Mayıs 1919’un üzerinden tam 70 yılın geçtiği bu günlerde, Atatürk devrim ve ilkelerine karşı, açık ya da kapalı saldırılarını doruğa ulaştırmış bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, plânlı ve sinsi bir çalışma ile, o devrim ve ilkeleri gelecekte yok etmek çabası içindeler.” 50 devrimci aydın, ki aralarından bazıları sonraki yıllarda devrim şehitlerimiz arasına katılmışlardır, böyle bir derneğe neden gerek duyulduğunu böyle açıkladılar. Mücadelemiz ülkemizin Atatürkçü Düşünce Derneği’ne gereksinim kalmayacak günlere ulaşması içindir. Unutturulan devrim CIA’nın istasyon şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini Amerikan Başkanı Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. 12 Eylül’ün faşist generalleri bir sürü şey yaptılar. 18 yaşından küçük Erdal Eren’in yaşını büyütüp idam etmek bunlardan birisiydi. Erdal Eren ismi, çok kısa ömrüne ve yaşam öyküsüne yazılacak önemli özellikleri olmamasına karşın, canına kıyan Amerikancı generallerden çok daha onurlu bir yerde durmuyor mu? Türkiye’nin 12 Eylül cuntasına hakkını helal etmemesi için çok nedenleri var. Bunlardan birisi de 27 Mayıs’ı yok etme çabalarıdır. Gerçi nafile çabadır, devrimler ve devrimciler unutturulamaz. Aksi olsaydı, 15. yüzyılın devrimcisi Şeyh Bedreddin’in, Börklüce Mustafa’nın ve Torlak Kemal’i adlarını bilemezdik. Peki, I. Mehmet ya da Bayezid Paşa’yı bilir misiniz? Kenan Evren Türk milletine düşman olduğu için 27 Mayıs’a da düşmandı ve “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” 12 Eylül darbecileri tarafından 1982’de kaldırıldı. Ancak, 27 Mayıs bayram olmaktan çıkarılınca, tarihimizin o sayfası yok olmadı. 12 Eylül, tarihin akışı içinde karşı devrimin devrime üstün geldiği bir dönemdi sadece. Bu mücadele hep sürecek, yarım kalan Atatürk Devrimi tamamlanacak ancak bitmeyecek. Sınıflı toplumun kaderi budur. Vatan Şairi mi vatan haini mi? Bakmayın soru cümlesi kurduğumuza, Nazım Hikmet, kendisini bu milletin bir bireyi sayan herkesin gururla anacağı bir vatanseverdir. Kendisine bir nefeslik yaşam hakkı tanınmadığı güne kadar bu memleketin hapishanelerinde de yatmış, ekmeğini, suyunu, ağacını, çiçeğini, kahramanını ve hainini sevmiştir. “Hainini sevmiş” demek abartılı geldiyse, bir memleket gerçeği olarak kabul ettiğini söyleyelim. Sevgisini dizelere dökmüş ve bu ülkeye kendisi için yazılmış şiirlerin en güzellerini armağan etmiştir. Bugün itibariyle, memleketinde bir çınar ağacının altında değildir mezarı ve vatan hasreti çekmektedir, ancak o gün gelecek, “uyarına” bir çınar ağacı bulunacaktır. O gün geldiğinde bilin ki Türkiye başka bir ülke olmuştur artık; daha uygar, daha özgür ve geleceğe umutla bakan bir ülke. O Türkiye’de 3 Haziran günlerinde bu vatanı çok seven o büyük şair yalnızca millet değil devlet tarafından da saygıyla anılacaktır. Haziran’ın inişli çıkışlı günleri Yukarıda belirttik, devrimler düz bir çizgi izlemez. Başlayıp, gelişip, tırmanarak sonuca ulaşmaz ve bu süreç bazen uzun bazen kısadır. 1932 yılının temmuz ayında Türkçe okunmaya başlayan ezan devrimimizin bir uygulaması ise, 1950 yılının haziran ayının 16’sında Demokrat Parti’nin uygulamalarından birisi olarak yeniden Arapça okunmaya başlanması karşı devrimin bir hamlesidir. Hangi yılın hangi ayında şimdilik bilmiyoruz ama; belki de bir haziran ayının 16’sına denk gelir, nispet gibi olmayacaksa, aydınlanma sürecinin bir aşamasında inancımızı anlayarak yerine getirme anlayışını kazanacağımızı biliyoruz. Nazım’ın, “şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu,” dediği gibi biz de o günlere inanıyoruz, nasıl olacağını da biliyoruz, zamanını ise, şimdilik, tahmin edebiliyoruz. Bu ülkenin insanlarının uygarca yaşamasından başka bir isteği olmayanlar mutlaka emperyalistler ve onların uşakları ile savaşmak zorundadırlar. Bu çağda böyle bir yasa var. Samsun’a bunun için çıkıldı ve Amasya Genelgesi, 22 Haziran 1919’da bunun için ilan edildi ve Mustafa Kemal, bu genelge üzerine, bir gün sonra görevinden alındı. Yıllar sonra, 1934’te uygarlık gereği Soyadı Yasası kabul edildi. 23 Haziran 1960 devrimin bir neferinin, İsmail Hakkı Tonguç’un ölüm tarihidir. Köy Enstitüleri denince Hasan Ali Yücel ile birlikte ilk akla gelen isimlerden olan Tonguç hiçbir zaman unutulmayacaktır. Köy Enstitülerini kapatan milli eğitim bakanının adını anımsayan var mı? Atatürk’ün nasıl bir devlet adamı olduğunu anlamanın bir yolu da, artık sağlığı bozulmuş olduğu halde, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyet toprağı olarak kabul edilmesi sürecinde gösterdiği siyasi beceridir. 29 Haziran 1939, kendisi çabalarının sonucunda kazanılan başarıyı görememiş olsa da, tarihimize kazandığı son zafer olarak geçecektir. Bugün ise Hatay’ın da içinde bulunduğu bölge, bir ateş çemberindedir ve her geçen gün, AKP’nin Amerikan planları çerçevesinde hareket etmesi nedeniyle, tehlike büyümektedir. “Yurtta barış” ilkesinin yerini mezhepçilik, “Dünyada barış” ilkesinin yerini de komşulara, emperyalistler hesabına düşmanlık almıştır. Bitirirken, Türkiye’nin selametinin AKP’den kurtulmakta olduğunu, ancak bir “görevli” olan AKP’nin yerine o görevi yerine getirecek, başka özel ya da tüzel “kişilikler” bulunduğunda, kendisinden kolayca vazgeçileceğini belirtelim. Umalım ki bu “kişilikler” Amerika’nın değil, Atatürk’ün yolundan gitsinler de çok yıllar sonra kendilerine Nazım’ların, Tonguç’ların yanında yer bulsunlar. 3 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 4 BİZDEN SİZE! Bu altıncı sayının bizim için ayrı bir önemi var, çünkü bir yılımızı doldurduk. 2014 yılında Temmuz-Ağustos sayısı ile başlayan yolculuğumuz sürüyor. İki ayda bir yayımlanan bir derginin bu sayısı ile yaş günümüzü kutlamaya hak kazandık. Yazarlarımıza ve emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Elbette bir teşekkür de siz değerli okurlarımıza. Sizler okumasanız ve eleştirileriniz ile bizleri daha doğru şeyler yapmaya yönlendirmeseniz, bu dergiyi çıkarmanın anlamı olmazdı. Görüş ve eleştirilerinizi bize daha derli toplu ve sistemli iletebilmeniz için bu sayıda derginin içinde küçük birer anket formu bulacaksınız. Onları doldurup iletmeniz halinde, bize çok önemli bir katkıda bulunmuş olacaksınız. Mayıs ve Haziran aylarının gündemi çok yoğun, bu nedenle bu sayı 40 yerine 44 sayfa olarak çıktı. Hatta, bazı yazılara da üzülerek de olsa yer veremedik. 19 Mayıs, 1919 yılı bakımından Kurtuluş Savaşımızın önemli bir aşaması, 1989 yılı bakımından ise Derneğimizin kuruluş yıldönümü. Mehpare Özkaban, kuruluşumuza ilişkin özlü bir yazı yazdı. Ömer Bayram da “Cumhuriyet Tarihi” köşesinde 16-19 Mayıs 1919 arası kesiti Bandırma vapurunu ele aldı. Alev Coşkun’un “Samsun’dan Önce Bilinmeyen Altı Ay-İşgal, Hüzün, Hazırlık,” Tuna Arslan’ın incelemesi ile “Kitap” köşemizde yer aldı. Fevzi Yılmaz’ın, geçen sayılardan süregelen “Açılım” yazısına bu sayıda “Çevre” konusundaki yazısı da eklendi. Nural Güran’ın “Köy Enstitüleri” konulu yazısının birinci bölümü geçen sayıda yayımlanmıştı, bu sayıda ikinci bölümünü okuyacaksınız. Üyemiz Selahattin Yıldız da çevre konulu yazısında, “İklim Değişikliği ve Enerji” gibi teknik bir konuyu herkesin anlayabileceği bir anlatımla sunmuş. Bu sayıda “Düşün’ce” nin konusu “Gezi’nin Felsefesi” Malum 2013 Mayıs ve Haziran ayları Türkiye’yi, dünyayı ama en çok da AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı sallamıştı. 6 Mayıs Deniz’lerin idam edildiği tarih. İsfendiyar Yıldız, 1968 yılında 1-10 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü” ve yürüyüşçülerin konakladıkları bir köye ilişkin anılarını yazdı. Amiral Cem Gürdeniz, “Mavi Vatan” yazılarını sürdürüyor. Yoğun bir çalışma sonucu yayımlanan son kitabı “Mavi Uygarlık-Türkiye Denizcileşmelidir” kitabı için kendisini kutluyor ve yakında kitap köşemizde ağırlamaktan mutluluk duyacağımızı belirtiyoruz. Tahir Ceyhan, derneğimize sunumları ile yaptığı katkıyı, dergimize yazarak da sürdürüyor. “Çağdaşlaşma” konulu yazısı, ufuk açıcı bir deneme. Değerli yazarımız ve şairimiz Hidayet Karakuş, bu sayıda bir öykü değil, bir deneme kaleme almış ve bize aynı tadı sunmuş. Öykü, Zehra Özçelik’den. Henüz ortaçağı aşamamış olan toplumumuzun sorunlarından birisini, kumalığı ve kadına yönelik şiddeti anlatıyor öyküsünde. Müzisyen ve yazar olan ve toplumumuzun ileri gitmesi için görev verilmesini beklemeden kendisi göreve koşanlardan olan Gündüz Öğüt, geçen sayıdan devam eden yazısında “Dağınık-lık” sorununu 4 incelemeyi sürdürüyor. Bu ilginç de-neme, bu konuda sorun yaşayanlar için çok yararlı bir kullanım kılavuzu niteliğinde. Genel Merkez BilimM. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh. Danışma Kurulu üyemiz Ahmet Gürel, 17 Haziran’da “Ermeni Soykırımı Emperyalist Bir Yalandır” konulu bir belgesel sunumu gerçekleştirdi. Kendisi çok sayıda belgesele imza atmış, üretken bir kişi. Dergimizde de “Ermeni Dosyası” köşesinde yazılar yazdı. Bu sayıdaki, konuya ilişkin son yazısıydı. Ancak, önümüzdeki sayılarda başka konularda bizleri aydınlatmayı sürdürecek. “Ekopolitik” köşesini yazan Enis Musluoğlu, ekonominin karmaşık terimler ve kavranması güç teknik söylemler demek olmadığını son derece sade bir anlatımla ortaya koyuyor. Ayrıca, köşesinin adına uygun olarak, siyasetin temelinde, hemen her şey için olduğu gibi, ekonomik olguların yattığını kavramamızı sağlıyor. Türkiye’nin yaşamakta olduğu ekonomik ve siyasi krize karşın, yazılarının sonundaki vurguları sayesinde ülkemizin geleceğine ilişkin umutlarımızı korumaya devam ediyoruz. Metin Erdoğan, bir diplomat ve çevreci. Arı gibi çalışkan ve özverili. Yalova’daki “Yürüyen Köşk” ile ilgili olarak bilinçli bir koşuşturma içinde. Muhatapları kendisinin birikimi ve çalışkanlığının çok azına bile sahip olsalar işler nasıl da kolaylaşacak. Kendisi, şu sıralar bütün enerjisini Atatürk’e Birleşmiş Milletler Çevre Ödülü verilmesi, Yürüyen Köşk’ün dünya çevre mirası kapsamına alınması ve Atatürk’ün Yalova’yı ziyaret tarihi olan 19 Ağustos’ta Yalova’da uluslararası bir konferans düzenlenmesi konularında harcıyor. Dergimizdeki yazılarında da bu konuları işlemeyi sürdürüyor. “Türk Dili” köşemizin yazarı Ümran Kebapçıgil, bir Türkçe aşığı. Aslında kendisi iyiye, güzele ve doğruya aşık bir insan. Böyle birisinin Türkçe’ye sevdalanmaması mümkün mü ? Yazılarında, bu sayıdakinde olduğu gibi, bu sevgiyi bize de yansıtıyor. Ellerine sağlık öğretmenim! Bu sayımızda, “Kültür Sanat” köşemizde iki üyemizin iki değerli yazısına bulacaksınız. Nüket Hürmeriç, bizlere çevremizde gerçekleşen sanat olaylarını, bilgilendirici bir biçimde aktarıyor. Öyle bir aktarıyor ki, kaçırdıklarımıza hayıflanıyoruz. Evrim Gökçelik ise, sanatın anlamı ve anlaşılabilir olmasının önemi ya da önemsizliği üzerine bir deneme yazmış. Farklı bir bakış açısı sağlayan ve düşünmemizi sağlayan bir yazı. Sanatın bir işlevi de bu değil mi? Gördüğünüz gibi dolu dolu bir sayı daha ulaştırdık sizlere. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, bu dergi sizlere ait. Sizlerin katkılarıyla daha da gelişmesi mümkün. Katkıdan kastımız, yazı yazmanız, yazamayanların ise görüş, öneri ve eleştirilerini iletmeleridir. “Bir yaşındayız,” diye başlamıştık. “Nice yıllara” diye bitirelim. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 5 DÜNYA ÇEVRE GÜNLERİNDE, NELER ANIMSIYORUZ? (I) M. Fevzi YILMAZ Alan Durning, “Orman Ekonomisinin yeniden oluşturulması” adlı makalesinde, kalkınma ve doğal varlıklar arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışırken ilginç bir yazım tekniğiyle hayal gücümüzü zorlayarak başlıyor yazısına. “Zaman ayarlı bir kamera ile dünyanın filmini çekmekte olduğunuzu düşünün. Son 10.000 yılın, her bin yılının bir dakikada geçecek hızla gösterildiğini varsayın.” Yedi dakika boyunca sahnede sanki duran bir resim izlersiniz-mavi bir gezegen, kıtalar ormanlarla kaplanmıştır. Ormanlar kıtaların %34’ünü kaplamaktadır. Zaman zaman ortaya çıkıp kaybolan yangınların dışında orman örtüsünde bir değişiklik göze çarpmaz. Filmin birinci dakikasında gerçekleşen ve insanlığın bugünkü durumuna ulaşmasını sağlayan tarım devrimi hiçbir değişiklik yaratmamıştır. Yedi buçuk dakika sonra, Atina’nın çevresindeki alanlar ile Ege adalarındaki orman örtüsünün kaybolduğu hissedilir. Bu klasik Yunan Medeniyeti’nin başlangıcıdır… Dokuzuncu dakikada yani 1000 yıl önce-orman örtüsü Avrupa’nın belirli noktalarında, Orta Amerika’da, Çin ve Hindistan’da çok incelir. Son 12 saniye, yani iki asır önce, incelmenin yayıldığı görülmektedir. Son altı saniye, yani bir asır önce, Kuzey Amerika’nın doğusunda yeşillik kalmamıştır. Artık sanayi devriminin içinde sayılırız. Bu makalenin yayınlandığı tarihten bugüne geçen, yirmi yılı aşkın zaman içinde, dünyada yaşanan olaylara bakarak da bugünün olası dünyasını kestirebiliriz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının getirdiği zor ekonomik koşulları aşabilmek adına, özellikle orman varlıklarının yok edilircesine kesilip yok edilişine tanık olduk. Doğal varlıkların,“Koruma Kullanım” dengesine dayanan, ormancılıktaki “Süreklilik “ilkesi askıya alındı. Ülkemizde, liman çevrelerinde Ukrayna, Romanya, Gürcistan ve Rusya’dan gelen orman ürünlerinin dolup taştığını gördük. Türkiye’den birçok işadamının bu ülkelere orman ürünleri işleyecek tesis kurmak veya hazır tesisleri işletmek üzere gittikleri biliyoruz. Bunun yanında Çin, Hindistan ve Asya’nın birçok ülkesi son 25 yıl içinde dünyayı etkileyecek büyük kalkınma hamlesi gerçekleştirdiler. Tüm bu gelişmelerin, yeryüzünde başta karasal ekosistemler olmak üzere büyük ekolojik yıkımlara neden olduklarını biliyoruz, Boyutları konusunda henüz yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak dünyamızın bu kadar insafsızca hırpalanmayı kaldıramayacağı da bir gerçektir. (*) Ülkemizde bugüne dek, nükleer santraller ve etkileri belirli çevrelerce çok tartışıldı. Tartışmalar, nükleer santrallerin kurulmasının yarar ve zararı üzerine idi, ancak bundan sonraki tartışmalar radyoaktif atıklar ve etkileri üzerinden olacağa benzer. Çünkü ülkemizde artık nükleer santraller de olacak. Savaşlar, etnik ve dinsel çatışmalar, dünyamızı kirletmeye yayılarak devam ediyor. Adaletsiz gelir dağılımı ve yoksulluk, çevresel yıkımları da artmaktadır. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra emperyalist- kapitalist ideologlar soğuk savaş döneminin sona ermesiyle o çatışmalı dönemin de sona erdiği, bundan sonra çatışmaların yerini ortak çıkarların aldığı tezi ile tüm dünyada ılımlı, iyimser bir hava yaratmaya çalıştılar. İkinci Paylaşım savaşından beri dünya doğal kaynakların kullanımı, uluslararası bir hukuk sistemine bağlanması için Dünya bankası, FAO ve İMF gibi kuruluşlar devreye sokulmuştu. Şimdi tam zamanıydı, Sovyetler artık yoktu. Dünya artık tek kutupluydu; Yeni ve meşruiyeti olan bir düzen kurulabilirdi. Bu düzene “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiler. Kapitalist-Emperyalist sistem, 1970 ‘li yıllara dek kalkınma öncelikli politikaları benimsemişti. Çevre kirliliği kalkınmanın bir başka tarafıydı, fakat kabul edilebilir görülüyordu. Öte yandan dünyanın birçok yerinde 20 milyona varan insanın katılımıyla gerçekleşen gösterilerde çevre duyarlılığı kitleselleşmeye başladı. 1968 yılında “ROMA Kulübü” kuruldu. 1972 yılında hazırlanan “Büyümenin Sınırları” adlı raporda kalkınmanın doğal çevre üzerinde açtığı yıkıma dikkat çekildi. Raporu hazırlayanlar genel bir eğilim saptaması yapmışlardır. Bunlar; sanayinin hızlanması, nüfus artışı, yaygın beslenme eksikliği, yenilenemez kaynakların tükenmesi ve çevre yıkımıdır. Aynı yıl Birleşmiş Milletler Stockholm’da İnsan Çevre konferansı düzenlenmiştir. Bunun sonunda Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)’in kurulması ve çevre sorunlarına karşı ortak tavır alınması kararlaştırılmıştır. Konferansın başladığı 05 Haziran günü, 1972 yılında “Dünya Çevre Günü” ilan edilmiş oldu. Yeni bir dünya düzeni arayışında, çevre sorunları bir itici güç haline getirilmiştir. Çevre sorunlarının ardına gizlenerek, dünyanın gerçekliği ters yüz edilmiştir. Dünya yönetimi, yeniden yapılandırılmaya çalışılmış ve göreceli olarak da başarmışlardır. Bize düşen görev: Baş aşağı edilen çevresel sorunları yerli yerine oturtmaktır. Alan Thein Durning’ın “Ormanların Kurtarılması Nasıl Başarabilir? Adı altında 117 numaralı Worldwatch Bülteni olarak yayınlanmış bültende. Dünyanın Durumu 1994. Sayı 10. 5 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 6 AÇILIM SORUNUNA NASIL YAKLAŞILMALI? (4) M. Fevzi YILMAZ Başta seçim barajı olmak üzere birçok nedenlerle eşit ve demokratik olmayan seçimler sonucunda siyasi partiler meclise girmişlerdir. Ortaya çıkan tablo birden çok hükümet seçeneği sunmasına karşın ülkenin önündeki sorunları çözecek tartışmasız bir hükümet modeli koymaktan uzaktır. 6 soyulması için yapılan bunca yolsuzluk dosyaları, dış politikanın açmazı masada dururken, çözüm sürecini önceleyen hükümet formülleri ne denli inandırıcı olacak bilinmez. Öte yandan, kırk yıldır üzerinden siyaset yapılan ve 40 bin kişinin ölümüne neden olan terör örgütünün temsilcisi konumundaki silaha dayalı siyasi örgütün masanın başında denklemin vazgeçilmez unsuru olarak oturması siyaseti daha da ilginç hale getirmiştir. Çözüm sürecinde başta Anayasa’da ifadesini bulan “Vatandaşlık” tanımının değiştirilmesi, anadilde eğitim hakkının tanınması,“Demokratik Özerklik” tanımının Anayasa’ya girmesi ve dolayısıyla “Türk ve Türk Milleti” kavramlarının Anayasa’dan çıkarılması olası talepler arasında olacaktır. Mecliste grubu bulunan siyasi partilerin “Türk Milleti”ni Anayasa’dan çıkarma konusunda yapacakları olası bir oydaşma bu partileri Atatürk Devrimleri karşıtlığı konumuna sokacaktır. “Türk Milleti” kaldırılınca yerine ne konacaktır sorusuna ”Çözüm”e önderlik ettiğini iddia eden siyasi çevrelerin yanıtı, bugüne dek “Eşit Vatandaşlık” olmuştur. Elbette “eşit vatandaşlık” kavramı önemsenmelidir. Ancak bu kavram bir soyutlamanın ötesinde tek başına bir şey ifade etmez. Bu kavramın içinin doldurulmasının yanında, bin yıllık Türk, yüz yıllık Türk Milleti kavramları nasıl yok sayılacaktır. Kaldı ki, yaşayan gerçekliği veya olguları kâğıt üzerinde kaldırmanın hiçbir anlamı da yoktur. Peki, bu kavramın ardına saklandığımızda yani “Eşit Vatandaşlık” kavramı arkasında “Türk Milleti” kavramının yeri doldurulabilir mi? Elbette hayır. Bu genel seçimin sonuçları görünür hali ile bir çözüm üretmediği gibi, yeni sorunlara kaynaklık da edecek niteliktedir. 2015 Genel seçimi öncesinde açılıma ilişkin bazı siyasi partilerin benzer düşünce ve çözüm önerilerinin olduğunu biliyoruz. Kurtuluş savaşımızın temel felsefesinde, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve altı ok ile çerçevesi çizilen ilkelerin merkezinde uluslaşma gerçeği vardır. 2015 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan yeni tabloda, uzun bir süreden beri dillendirilen Anayasa’nın değiştirilmesini veya yeni bir anayasa yapılmasını isteyen çevreler için elverişli bir ortam ortaya çıkmıştır. Zamanın iktidar partisi Adalet ve Kalkınma Partisi çözüm sürecinin ne pahasına olursa olsun devam edeceğini, yine zamanın ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi “Avrupa Özerklik Şartı”’nın mali hükümleriyle birlikte kabul edilip uygulanacağını, açılım sürecinin kendileri tarafından da sürdürüleceğini, çözümün daha çok demokrasiyle olacağını ifade etmişlerdir. Çözüm sürecini buralara taşıyan Halkların Demokrasi Partisi(HDP)’nin görüşlerinden söz etmeye bu aşamada gerek yoktur. Başta seçim barajı olmak üzere birçok nedenlerle eşit ve demokratik olmayan seçimler sonucunda siyasi partiler meclise girmişlerdir. Ortaya çıkan tablo birden çok hükümet seçeneği sunmasına karşın ülkenin önündeki sorunları çözecek tartışmasız bir hükümet modeli koymaktan uzaktır. Daha ilk günden bu seçim sonuçları kimseyi memnun etmemişe benziyor. Genel durumu özetlersek: 1- Kürt ayrılıkçı hareketi parlamento içinde yeni yasal mevziini kalıcı hale getirmiştir. Bundan sonra “Demokratik” talepler çıtasını daha da yükseltecektir. Koalisyon hükümetine girmese de hükümet kurulmasında vereceği söz ve desteklerle siyasi katalizatör işlevi görecektir. En Önemli Sorun Kürt Sorunu mu? Eğer ülkenin en önemli sorunu “Kürt Sorunu” ise çözüm için denklemin bilinmeyeni kalmamıştır. Ama denklemin bileşenleri halkın gözünde henüz aklanmış değildir. Ne ayakkabı kutularındaki paralar ne de ülkenin Kim Dost, Kim Düşman? Daha önceleri elde ettikleri bölgesel alan (Kanton) hâkimiyetlerini birleştirip tüm Suriye sınırımızı kuşatacaklar. Bu plan ABD planıydı, adım adım mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 7 uygulandı. Türkiye’nin Suriye düşmanlığıyla başladı, “Büyük Orta Doğu Projesi”nin Eş Başkanı eliyle yürütüldü ve bugüne geldi. 2- Daha önemlisi, PKK ve uzantıları bölgemizin kaotik ortamında siyasal coğrafya ve küresel siyaseti belirleyicilerin verecekleri rolleri oynamaya devam edeceklerdir. PKK, ona bağlı PYD gibi örgütler ABD’nin eylemli ortakları ve müttefikleridir. Suriye’de açılmak istenen “Kürt Koridoru”nun başrol oyuncularıdır. Nitekim seçim sonrası hemen sınırımızdaki TelAbyad çatışmaları; ABD’nin hava saldırılarıyla boşalttığı alanı PKK’nın Suriye kolu PYD’nin doldurması bilinçli bir nüfus kaydırmasından başka bir şey değildir. Suriye sınırımızı Irak sınırımızdan ayırt edici en önemli özellik Barzani, PKK farkıdır. Irak sınırımızda Barzani Özerk Bölgesi vardır. Dolayısıyla sorumluları da Irak Hükümeti ile Bölgesel Kürt Yönetimi dir. Suriye’de durum daha farklıdır. Şimdilerde oluşturulan, sınırımızı baştan aşağı kaplayacak olan yönetim PKK ve onun kumanda ettiği unsurların elinde olacaktır. Daha önceleri elde ettikleri bölgesel alan (Kanton) hâkimiyetlerini birleştirerek tüm Suriye sınırımızı kuşatacaklar. Bu plan ABD planıydı, adım adım uygulandı. Türkiye’nin Suriye düşmanlığıyla başladı,” Büyük Orta Doğu Projesi”nin Eş Başkanı eliyle yürütüldü ve bugüne gelindi. 3- PKK, Türkiye’yi sınırlarımızın ötesinden sıkıştıracak güçler haline gelmiştir. Meclisin bu kompozisyonu, bu denli genişleyen ve karmaşıklaşan sorunları çözecek bağımsız dış politikanın “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini uygulayacak bir hükümet kurulmasına ne yazık ki izin vermiyor. Hataları Kim Düzeltecek? Ulusalcılığı ayaklar altına alırsanız ulusal çıkarlar da ayaklar altında kalır. Şimdi de biz soralım ulusalcı olmadan, ulus devleti savunmadan, ulusal çıkarlarımızı kim savunacaktır? 4- Kırk yıldır Türkiye PKK gerçeğiyle yaşamaktadır. Birkaç münferit olayın dışında Türk-Kürt savaşı diyebileceğimiz bir olay yoktur. Evet, PKK devletle savaşmış, halen de savaşan bir terör örgütüdür. Birçok kez saldırıları olmuş ancak etnik bir savaş diyebileceğimiz Türk-Kürt savaşı niteliğine dönüşmemiştir. Türklerle Kürtler asırlardır karşılıklı kız alıp vermişler, akraba olmuşlardır. Aralarında bir husumet olmadığı gibi çatışmalı bir ortam dahi yaşamamışlardır. Fakat bu son gelişmeler bugüne dek olmayan çatışmaların tohumlarını atabilir. Çünkü IŞİD veya ABD’nin hava saldırıları; bölgedeki insanları yerlerini yurtlarını dağıtıp, topraklarını terk edip ülkelerinden kaçmaya zorlamaktadır. Boşaltılan bu yerlere PYD’nin yerleştirildiğini daha önce belirtmiştik; bu yeni bir kutuplaşma ve yeni çatışma ortamı anlamına gelmektedir. Arap-Kürt çatışması bölgeyi yeniden kana bulayacaktır. Beşar Esad’ın devrilmesini istemek ve bunun için bölgedeki dengeleri değiştirme çabasının bölgemizi ne hale getirdiği ortadayken, Arap-Kürt çatışması kimseye yarar sağlamaz. Üstelik PYD’yi yönetenlerin ağırlıklı çoğunluğu Türkiye’den giden savaşçılardır. Kobani olaylarında tanık olduğumuz ve sınırlarımızdan geçirmek zorunda kaldığımız Peşmerge birlikleri bir denemeydi. Bundan daha 15 gün önce ABD Başkanı Obama, “IŞİD Türkiye’den giden teröristler tarafından destekleniyor, Türkiye sınırlarını iyi denetlemeli” dememiş miydi? Bizim sınırlarımızın kevgire dönmesinin başlıca sorumlusu kimdir acaba? Ulusalcılığı ayaklar altına alırsanız ulusal çıkarlar da ayaklar altında kalır. Şimdi de biz soralım; ulusalcı olmadan, ulus devleti savunmadan, ulusal çıkarlarımızı kim savunacaktır? Yoksa ulusalcılık karşıtlığı üç, beş kendini bilmez işbirlikçi çapulcuya teslim mi olmaktır? 5- Önümüzde çözüm bekleyen başka bir sorun da hiç şüphesiz ekonomi sorunudur. Son on iki yıldır gelişen, başta işsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, cari açık, vadesi gelmiş devlet ve özel sektör borçlarının ödenmesi, sıcak para akışının kesilmesi, üretim ekonomisinin çökertilmiş olması ülkenin belli başlı sorunlarıdır. Ülke birliğinin temel bağlayıcı unsurlarından biri olan ekonomik refah ve onun adil dağılımı çok önemlidir. Bu koşullarda verilen seçim sözleri, hangi hükümet iş başına gelirse gelsin karşısına çıkartılacaktır. Sonuçta genel seçimde “AKP gitsin kim gelirse gelsin” söylemi etkili olmuştur. HDP’ nin barajı aşması halinde AKP’nin iktidardan düşeceği tezi gerçekleşmiştir. Bu kez “Kandil Uzantısı” parlamentoda yerini almıştır. Şimdiden Eş Başkanlar susmuş Kandil konuşmaya başlamıştır. Düzenin içinde kalsın “Türkiye Partisi Olsun “ tezleri de şimdiden çökmüştür. Güney sınırlarımızda gelişmekte olan olaylar elbette tek başına PKK ve HDP ‘nin kontrolünde gelişen olaylar değildir. AKP iktidarının ABD müttefikliğini tek başına başaramadığını gören ABD, hem Türkiye içinden hem de Türkiye dışından uzun zamandır ortak çalıştığı güçleri sürekli kadroya almış gözüküyor. Bu kadroları işbaşına getiren siyasilerden gelecekte sorulacak hesaplar da birikiyor. 7 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 8 KEMALİZMİN MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMİNİN EĞİTİM AYAĞI: KÖY ENSTİTÜLERİ -1I 8 Nural GÜRAN - Öğretmen Bilim ve Ütopya Dergisi İzmir Temsilcisi Genç Türkiye Cumhuriyeti saltanatı ve hilafeti kaldırarak Osmanlı feodalizminin yalnızca merkezi otoritesine son vermiş oluyordu. Mütegallibe denilen toprak ağaları; mülkiyet gücü, köylü üzerindeki her türlü egemenliği ve kimi bölgelerde 10 000 kişilik silahlı adamları ile Anadolu’da varlığını sürdürüyordu. Kurtuluş Savaşı koşulları bir kısmının mecliste de yer almasını sağlamıştı. Varlıkları ile tarımsal kalkınmanın, uluslaşmanın ve çağdaşlaşmanın önünde ciddi bir engel oluşturmakta idiler. Nitekim 1925 ayaklanması bunun acı bir deneyimi oldu. Mustafa Kemal, 11 Mart 1925’te soruna değinirken: “Genç’te başlayıp Elaziz ve Diyarbekir merkezleri sınırlarına kadar genişleyen hadise (ayaklanma) kanunen suçlu olan bazı nüfuzlu kimselerin(ağa ve şeyhler)din maskesi altında mahiyetini gizlemeye çalışan teşebbüslerinin ürünüdür.”diyordu.(1) 1925 ayaklanması, ağaların ve şeyhlerin denetimi altındaki Doğu Anadolu köylüsüne ağır bedeller ödetti. Feodalizm denen bu düzenden kurtulma yolunu 1934’te İsmail Hüsrev (Tökin) Türk Köy İktisadiyatı adlı yapıtında açıkça ifade edecekti:”…bireyleri bireylere zorla bağımlı kılan…bu toplumsal düzenin ortadan kaldırılması da ancak derebeyi topraklarının köylüye bedelsiz olarak dağıtılması, derebeylerin de varlıklarının (mülkiyetten gelen güçlerinin) tamamen yok edilmesi yoluyla olabilir.”(2) Mustafa Kemal’in isteği üzerine 1936’da Şark Raporu’nu hazırlayan Celal Bayar da aynı öneriyi yineleyip ağaların göç ettirilmesini ister. Bayar’a göre: “Bu hareket, devlet güç ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın zorbalıktan fiilen kurtulmasına yardım etmektedir.”(3) Prof. Ömer Lütfü Barkan, ağalık düzeninin her türlü kalkınmayı engelleyeceği gibi Cumhuriyet’in geleceği için de tehlike oluşturduğuna vurgu yapar: “Yeni Türk Devleti’nin eski feodal ve başıboş liberalizm devleti geleneklerini sürdüren ve köylüyü fakr u zaruret içinde bırakan geri toprak ilişkileri, onlara varlık kazandıran geri siyasal örgütle birlikte ortadan kaldırılarak köylünün paryalaşmasının önüne geçmek ve memlekette yeni ve büyük toplumsal ve siyasal tehlikelerin oluşmasına yol açacak şekilde yeni toprak malikanelerinin oluşmasına engel olacak önlemleri almak gerekir.”(4) Mustafa Kemal de birçok meclis açış konuşmasında çiftçiye toprak sağlamak konusunu ele alır. Bunun “memleketin üretimini zenginleştirebilecek başlıca çarelerden” biri olduğuna dikkat çeker. 1937’nin 1 Kasım’ında Mecliste yapabildiği son açış konuşmasında artık soruna değinmekle yetinmez, hükümetin önüne bir program koyar: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Fakat bu yaşamsal önemdeki işi, isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk önce ciddi incelemelere dayalı bir tarım politikası belirlemek …lazımdır: Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlamak gerekir.” Yine 1937’de –belki de Mustafa Kemal’in bastırması ile- Uluslararası İş Bürosu Örgütü’ne başvurularak başka ülkelerin toprak reformu deneyimleri sorulmaktadır. Büro’nun Toprak Islahatı Dairesi yöneticisi Olinda Gorni’nin Türkiye raporunda özet olarak şunlar önerilmektedir: 1) Bir toprak reformunda gerçekten önemli olan şey, köylüye toprağı dağıttıktan sonra tarımsal üretimin sürdürülüp düzenlenmesidir. Bu amaçla da ilk aşamada köylüye araç, gereç ve kapital sağlanmalıdır. 2) Toprağın yeni işleticileri olacak olan köylüler, teknik konularda ve işletmecilikte bilgisizdirler. Bu nedenle her iki açıdan da onları eğitmek gerekir. 3) Köylüler; toprak reformu yapılan öteki ülkelerdeki uygulamaların gösterdiği gibi, özellikle kendilerine sağlanan araç gerecin bakımı ve onarımı, ürünün saklanması ve hayvanların barınması için gerekli yapıların yapılması vb konularda bilgisiz ve yetersizdirler. 4) Yine uygulamalar göstermiştir ki; kendisine toprak verilen köylü psikolojik nedenlerle ve yol yordam bilmediğinden pazar için değil, fakat yalnız kendi tüketimine yetecek ölçüde üretimde bulunmak eğilimindedir. Bunun sonucunda üretim yetersizliği, kıtlık baş gösterebilmektedir. (1) Atatürk’ün Bütün Eserleri Cild-17 S-205. (2) Çetin Yetkin-Karşıdevrim S-212. (3) Celal Bayar-Şark Raporu S-65. (4) Çetin Yetkin-Karşıdevrim S-212. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 9 5) Bu gibi sakıncaları ve eksiklikleri gidermek isteyen ülkeler, belirli merkezlerde tarım okulları açarak bu okulları bitiren teknik elemanları köylere gönderip bu sorunları çözmeyi denemişlerdir. Bu yöntem başarılı olamamıştır. Çünkü; a) Kentlerdeki tarım okullarını bitiren kent kökenli elemanlar köylerde yerleşip çalışmamışlardır. b) Köylerden gelen öğrenciler ise, okulu bitirdiklerinde yeniden köylerine dönmeyerek alıştıkları kent yaşamı içinde bulabildikleri bürokratik işlere yönelmişlerdir. c) Kaldı ki bu okullardaki eğitim, bir tarım okulu programı çerçevesinde kaldığından köylünün yukarıda belirtilen gereksinmelerini de karşılamaktan uzaktır. Örneğin bu okulları bitirenler, basit iş makinelerinin onarımı, barınaklar yapılması, ürünün saklanıp gerektiğinde işlenip pazarlanması gibi konularda da yararlı olamamışlardır. d) En önemlisi de bu elemanlar, köylü ile gerekli diyaloğu kuramamışlar ve ona öncülük edememişlerdir. 6) Bu nedenlerle, bir toprak reformu uygulamasına başlamadan önce eğitilmeye elverişli köy çocuklarının kendi köy ortamlarında, kuramsal bilgiler yerine yukarıda belirtilen işleri yapabilecek ve kafasını kullandığı ölçüde ellerini de kullanabilecek bir biçimde eğitilmeleri;onlara köylüye verilecek araç gereç ve kapitali kullanıp yönlendirebilecek bir kişilik kazandırılması gerekmektedir.”(5) İlginçtir ki demokratik devrimin eğitim ayağı, daha Mustafa Necati zamanında bir biçimde başlamışsa da Köylüyü Topraklandırma Yasası 1945’e kadar Meclise getirilmemiş ya da getirilememiştir. Yasanın sonu da ayrı bir sorundur. İşte bu durum, köylünün de köy enstitülerinin kaderinde de çok etkili olmuştur. Kemalist Devrimin eğitim ayağı kapsamında yer alan kurs ve okullar zamansal sıralama ile şöyle verilebilirler: Güzel sanatlar, yapıcılık, maden işleri, hayvan bakımı, kümes hay. bakımı, tarla bahçe tarımı, köy el-ev sanatları, tarımsal işleme, ekonomi YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ (1943-1947) BÖLGE OKULLARI (Tarımsal ve teknik eğitim) sağlık memuru ve ebe KÖY ENSTİTÜLERİ 1940-1945 UYGULAMALI KÖY OKULU 1940-46-54 KÖY ÖĞRETMEN OKULLARI 1937-1940 EĞİTMEN KURSLARI 1936-1948 KÖY ÖĞRETMEN OKULLARI 1926-1929 Köylüyü milletin efendisi, toplumu ulus ve devleti de bağımsız yapmanın eğitim ayağı KÖY ENSTİTÜLERİ diye anılsa da görüldüğü gibi bir paket programdır.Bu programın ve tüm eğitimin ideolojik çerçevesi önce ilköğretim programına (1936) sonra da Anayasa’ya (1937) konacak- tır Mustafa Kemal tarafından. Anayasa 2. Madde-Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimcidir. Devlet dili Türkçe’dir. Başkent Ankara’dır.(6) Eğitimin her basamağında da başta “kuvvetli Cumhuriyetçilik” olmak üzere Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen tüm özellikleri kazanmış olan yurttaşlar yetiştirmek de devletin en önemli yükümlülüğüdür. Mustafa Kemal’in emperyalizm çağında ve ancak bir Kurtuluş Savaşı ile var edilmiş ulus devleti için biricik sağlıklı kalma reçetesidir bu. Devletçi bir ekonominin sağladığı olanaklarla halk güçlendirilecek, bilinçler laiklikle bilimin, aydınlanmanın ışığına kavuşturulacak; antiemperyalist bir milliyetçilikle –asla etnik anlayışa hapsolmadan –ulusun birliği korunacak ve toplum, devrimcilikle yeniliklere sürekli açık tutularak “muasır medeniyetler seviyesine “erişilecektir. Mustafa Kemal’in bu doğrularının en ciddi biçimde benimsendiği kurumlardan biri de köy enstitüleri olmuştur. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin önderliğinde kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) bu açıdan dikkatle incelenmelidir. Cumhuriyet’in eğitimdeki bu büyük atılımında emeği geçmiş üç bakanı anmak gerekir: Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve Hasan Âli Yücel. İsmet İnönü’nün ise 1946’ya kadar desteklemek ve 1946’dan sonra da bu tutumunu değiştirmek gibi ilginç bir durumu vardır. Bu durumun gerçek nedenlerini açığa çıkarmak için de araştırma yapılmalıdır kanımızca. Burada köy enstitülerine girmeden belirtilmesi gereken ise bu büyük devrim atılımını Tonguç’u dikkate almadan anlayamayacağımızdır. Ta EĞİTMEN KURSLARI’ndan başlayarak işin içinde olan, işin içinde olmakla kalmayıp adeta omurgası olan ve bu nedenle de adı bu kurumlarla özdeşleşen TONGUÇ’tur. Yıkım evresinde de en çok Tonguç’la uğraşılması, bu kanımızı doğrulamaktadır. İşte bu nedenle önce Tonguç’un “köy sorunu” üstüne söylediklerini görmek gerekiyor: “Köy sorunu bazılarının sandığı gibi mihaniki bir köy kalkınması değil, anlamlı ve bilinçli bir şekilde, köyün içten canlandırılmasıdır. Köylü insanı öyle canlandırmalı ve bilinçlendirmelidir ki, onu hiçbir güç yalnız kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin; köydekilere uşak ve köle muamelesi yapamasın. Köylüler bilinçsiz ve karşılıksız çalışan birer iş hayvanı durumuna gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy sorunu, köyde eğitim sorunları da içinde olmak üzere bu demektir.”(7) (5) Çetin Yetkin-age S-227. (6) Suna Kili-Türk Anayasa Metinleri S-128. (7) Hakkı Tonguç-Canlandırılacak Köy s-88. 9 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 10 İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE ENERJİ Enerji üretmek amacıyla yakıtların kullanılması sonucu atmosfere atılan karbon dioksit gazı atmosfer sıcaklığının artmasına neden olmaktadır. Çünkü atmosferdeki karbon dioksit, sera gazı etkisi yaratır. Atmosfer sıcaklığının artması dünyamızın ısı dengesini değiştirir ve bunun sonucu olarak da iklim şartlarında değişiklikler meydana gelir. Atmosfer sıcaklığının artması ile meydana gelen bu iklim değişiklikleri dünyamızın denge şartlarında çok olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu etkilerden bazıları; deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı fırtınalar ve kasırgalar, buzulların erimesi, su kaynaklarının azalması, kuraklık ve seller olarak sayılabilir. Bu olaylar dünyanın değişik yerlerinde farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Havadaki karbon dioksit gazının sebebi kömür, petrol ve doğal gazın yakıt olarak kullanılmasıdır. Dünyada kullanılan enerjinin yaklaşık yüzde 80’i bu yakıtlardan elde edilir. Bunlara fosil yakıtlar diyoruz. Toplumların aktivitelerini sürdürmeleri ve gelişmeleri için enerjiye ihtiyacı vardır. Ayrıca enerji kullanımı her geçen gün hızla artmaktadır. Bu da havaya salınan karbon dioksit gazının artması sonucunu doğurmakta ve iklim değişikliğini daha da hızlandırmaktadır. İklim değişikliğinin önüne geçilebilmesi için kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanılmasının hızla azaltılması, yenilenebilir yakıt kaynaklarına dönülmesi veya havada bulunan karbon dioksit gazının tutularak geri alınması gibi önlemler alınması gerekmektedir. Bu noktada önemli zorluklar ortaya çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi, toplumların enerji kullanımından vazgeçmesi bugünün koşullarında pek mümkün gözükmemektedir. Fosil yakıtların yerine konulabilecek rüzgar, güneş, hidrolik ve diğer enerji kaynaklarının yeterli olmadığı ve halihazırda kullanılan enerjinin çok küçük bir kısmını karşılıyor olmasıdır. Nükleer enerji doğrudan karbon dioksit üretmemekte ancak radyoaktiviteden kaynaklanan başka çevre sorunları taşımaktadır. Ayrıca fosil kaynakların yerini alabilecek nükleer yakıt mevcut değildir. Sonuç olarak, dünyamız enerji kullanma zorunluluğu ile iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri arasında sıkışmış bulunmaktadır. Burada alınacak tedbirler çok önemli olmakla birlikte zaman daralmaktadır. En büyük sorun ise alınacak tedbirlerin tüm dünya ülkeleri ve toplumları tarafından birlikte ve uyum içinde alınmasıdır. Çünkü atmosfer tüm insanlar için ortaktır ve meydana gelen olumsuz iklim değişiklikleri tüm dünyayı, ülkeleri, toplumları etkilemektedir. 10 Atmosferin sıcaklığı bir denge unsurudur Atmosferin sıcaklığı, dışarıdan gelen enerji ile dünyadan dışarıya gönderilen enerji arasındaki Selahattin YILDIZ - Endüstri Müh. dengeye bağlıdır. Güneşten gelen enerji atmosfer tarafından emildiğinde, dünyanın sıcaklığı artar. Güneşten gelen enerji uzaya geri yansıtıldığı zaman dünyanın sıcaklığı azalır. Dünyanın bu enerji ve sıcaklık dengesini, doğal süreçler ve insanlar tarafından yapılan aktiviteler etkiler. Bu etkileri şöyle sıralayabiliriz: 1- Atmosferdeki sera gazı etkisi atmosferde tutulan ısının miktarını etkiler, 2- Güneşten dünyaya gelen enerjide meydana gelen değişiklikler, 3- Dünya yüzeyinin ve atmosferin yansıtma özelliklerinde meydana gelen değişiklikler. Bu etkilere bağlı olarak dünyanın iklimi geçmiş tarihlerde defalarca değişmiştir. Binlerce yıllık tarihsel ölçüm kayıtlarından anlaşıldığına göre doğal olaylar nedeniyle değişiklikler olduğu araştırmalarla ortaya konulmuştur. 1700’lü yıllara kadar meydana gelen değişiklikler; güneşin enerjisi, volkanik patlamalar, sera gazı miktarı gibi doğal olaylara dayanmaktadır. Ancak 1700’lü yıllardan sonra başlayan sıcaklık ve iklim değişiklikleri doğal olaylarla açıklanamamaktadır. Bu tarihten sonra meydana gelen değişikliklilerin insanların aktivitelerinden kaynaklandığı ortaya konulmuştur. Sera gazı etkisi atmosferin ısı tutmasına neden olur Güneşten gelen ışınlar dünyanın yüzeyine ulaştığında ya tekrar uzaya yansıtılırlar ya da dünya tarafından emilirler. Emildikten sonra da bir kısım enerji radyasyon olarak tekrar uzaya yansıtılır. Sera gazı olan su buharı, karbon dioksit ve metan (doğal gaz) ısıyı tutar ve uzaya yansımasını önler. Bu da dünyanın ısısının artmasına neden olur. Bu sera gazları dünyayı bir battaniye gibi sararak dünyanın ısısının olması gerektiğinden daha fazla olmasına neden olur. Dünyanın atmosferinde bulunan ve sera etkisi yaratan karbon dioksitin miktarı buzullardan alınan örneklerle 600.000 yıl öncesine kadar hesap edilebilmektedir. Bu bulgulara göre karbondioksit oranı geçmiş 600.000 yılda 180 ile 300 ppm (milyonda partikül sayısı) seviyesinde kalmıştır. Karbondioksit oranları aşağıda görülmektedir. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 11 Son 650 000 yıl içinde atmosferdeki karbon dioksit yoğunluğu. (Kaynak: Earth Science Communications Team at NASA's Jet Propulsion Laboratory/California Institute of Technology (data from NOAA) http://climate.nasa.gov/evidence/) Ancak 1700’lü yıllarda endüstri devriminin başlamasıyla insanların aktiviteleri atmosfere karbon dioksit ve diğer sera gazlarını göndermiş ve dünyanın ortalama sıcaklığı artış göstermiştir. Bu sıcaklık artışı 1950 yıllarından sonra daha büyük bir hız kazanmıştır. Sıcaklık artışının büyük oranda havadaki karbondioksit oranına bağlı olduğu görülmektedir. 1700’lü yıllardan sonra havadaki karbondioksit oranları şekildeki gibidir. Buharla çalışan motorların ve yakıt olarak kömürün kullanılmaya başlaması ile karbon dioksit oranında artışlar hız kazanmıştır. Günümüzde, 2015 yılında karbon dioksit seviyesi 400 ppm noktasına ulaşmıştır. Bu seviye dünya tarihinde 800 000 yıldan beri ulaşılan en yüksek yoğunluktur. Daha önce bir örneği olmadığı için sonuçlarının ne olacağı kesin bilinmemekte, tahmin edilmektedir. Sonuçlarını; artan kasırgalar, seller, deniz yükselmesi, eriyen buzullar olarak görüyoruz. Yıllara göre atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu Kaynak: MacKay, David J.C.,(2008), Sustainable Karbon vergisi Atmosferdeki karbon dioksit oranın insan aktiviteleri sonucunda meydana geldiği 2007 yılında yayımlanan Birleşmiş milletler IPCC raporu ile kesinlik kazanmıştır. Ancak çözüm konusunda ülkeler arasında belirli bir anlaşma henüz sağlanamamaktadır. Toplumların refahını ve gelişmesini sağlamakta en önemli unsur olan kömür, petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarından vazgeçilmesi bir alternatif gibi görülmemektedir. Bu kay- naklar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının konulması en doğal çözümdür. Ancak bugünün şartlarında yetersizdir ve yüksek maliyet gerektirmektedir. Ancak iklim değişikliği tehlikesi hızla artmaktadır. Bir an önce tedbir alınması için Birleşmiş Milletler uluslararası toplantılar düzenlemektedir. Bulunan çözümlerden bir tanesi enerji kullanımına, havaya salınan karbon miktarı üzerinden bir vergi uygulanmasıdır. Bu sayede temiz enerji kaynaklarının kullanılması özendirilmiş, aynı zamanda yeni teknolojilerin geliştirilmesi için kaynak yaratılmış olacaktır. Ancak ekonomilerin bu vergiyi nasıl kaldırabileceği ve ne şekilde düzenleneceği konusunda henüz bir anlaşma oluşmuş değildir. Böyle bir vergi; değişik ülkelerde, değişik sorunlara yol açacaktır. Böyle bir karbon vergisi konulduğunda ülkemizde düşük kalorili kömür kullanarak elektrik üreten santrallar tamamen çalışamaz duruma gelebilecektir. Üretilen elektrik, vergi miktarının çok altında kalabilir. Böyle bir verginin haklılığına Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler de eleştirel bakmakta değişik alternatif uygulamalar talep etmektedir. Bugün atmosferde bulunan karbon dioksitin önemli bir kısmı geçmiş yüzyıllarda İngiltere, ABD ve Almanya gibi gelişmiş ülkeler tarafından havaya atılmıştır. Bu nedenle Çin ve Hindistan ile gelişmekte olan diğer ülkeler tarafından karbon vergisinin adaletli olmayacağı ileri sürülmektedir. Gelişmiş ülkelere daha değişik bir yük getirilmesi söz konusudur. Çin’de, Hindistan’da, Afrika’da hiç elektrik kullanmamış yüz milyonlarca hatta milyarlarca insanın vergilendirilmesinin adaletsiz olacağı yönünde haklı iddialar vardır. Sonuç Enerji elde etmek amacıyla kullanılan kömür, petrol ve doğal gaz gibi yakıtlar atmosferdeki karbon dioksit miktarını arttırarak iklim değişikliğine neden olmaktadır. Meydana gelen bu iklim değişikliği dünyada aşırı yağışlara, kuraklığa, sellere, fırtına ve kasırgalara neden olmaktadır. Bu etkiler her geçen gün artmakta ve hızlanmaktadır. Insanlık şu andaki yaşam standartları bakımından bu fosil yakıtları kullanmaktan vazgeçememektedir. Yerine konulabilecek rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynakları yeterli değildir. Artan dünya ısısının yeni felaketleri tetikleme olasılığı da mümkün görülmektedir. Bu gidişi önlemek tüm ülkelerin birlikte hareket etmesi ile olanaklı olmakla birlikte bu konuda yapılan ilerlemeler sınırlıdır. 11 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 12 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 26. YAŞGÜNÜNÜ KUTLUYOR!.. Mehpare ÖZKABAN Atatürkçü Düşünce Derneği; 19 Mayıs 1989 tarihinde, Atatürk devrim ve ilkelerine açık ya da kapalı saldırıların doruğa ulaştığı; planlı ve sinsi bir çalışma ile bu devrim ve ilkelerin gelecekte de yok edilmesi çabalarına karşı durmak amacıyla, Atatürk devrim ve ilkelerine sımsıkı bağlı kişiler tarafından kuruldu. Derneğimizin kurucuları arasında; Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Doç. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Nusret Fişek, Prof. Dr. Hicri Fişek, Prof. Dr. Nejat Kaymaz, Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, Prof. Dr. Cahit Talas, Prof. Dr. Ayhan Çavdar, Doç. Dr. Anıl Çeçen, Prof. Dr. Özer Ozankaya, Prof. Dr. S. Çetin Özoğlu, M. Rauf İnan, Celil Gürkan, İhsan Topaloğlu, Sami N. Özerdim, Bedri Koraman, Lerzan Akyollu, M. Suphi Gürsoytrak, Arif Çavdar, Sacit Somel, Hüseyin Emre ve Süreyya Şehidoğlu’nun aralarında olduğu 50 devrimci aydının isimleri sayılabilir. Derneğimizin Onur Kurucuları ise; Prof. Dr. Fehmi Yavuz, Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Münci Kapani’dir. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin amacı, tüzüğümüzün 4. maddesinde de belirtildiği gibi; “…Atatürk’ün önderi olduğu Türk Devrimi’ni ve bu devrimin temelini oluşturan başta Altıok, Atatürk ilkelerini her alanda ilerlemeye açık ve sürekli geliştirici nitelikteki düşünce sistemini, Devrimin bugünkü sonuçlarını ve yarınlara uzantılarını, Atatürk’ün düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarını inceleme, araştırma konusu yapmak, bunlara karşı girişim, adım ve akımlarla yasalar çerçevesinde düşün savaşımı vermektir. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü ve her alandaki uygulamalarını benimseyenlerin güçlerini bu bağlamda birleştirip Atatürk’ün belirlediği erekler doğrultusunda atılımları yaygınlaştırıp sürdürmek, devrim karşıtlarının ulusal yaşamı geriye çekme çabalarından toplumu korumak için her alanda aydınlatıcı ve uyarıcı hizmetler vermelerini gerçekleştirmektir. Atatürk’ü yapıtlarını ve Atatürkçü düşünceyi yıpratmak ve kötüye kullanmak amacıyla yapılan her tür kalkışmaya, söz ve eyleme gereken yanıtı vermek, olumsuzluk ve aykırılıkları gidermek, Atatürk’ün anlayışının, düşüncesinin, ilke ve atılımlarının özünü tüm anlamıyla açıklayıp değerlendirerek savunmaktır. 12 Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından Prof. Dr. Muammer Aksoy (solda) ve Prof. Dr. Hicri Fişek (sağda). Hiçbir ayrım gütmeden ve gözetmeden, anayasal demokratik düzen güvencesinde insan hak ve özgürlüklerini üstün tutarak yurttaşları tam eşitlikle kucaklayıp ulusal dayanışmanın temeli olan toplumsal barışı sürekli kılmak, her tür teröre ve sömürüye karşı çıkarak Türkiye Cumhuriyetini çağdaş sosyal hukuk devleti niteliğiyle sonsuza değin bağımsız yaşatma istencini ve bu yolla Türkiye aydınlanmasını güçlendirmektir.” Derneğimiz bu amaçlarını gerçekleştirmek üzere ulusal düzeyde örgütlenmiş ve bilimsel, kültürel, sanatsal ve toplumsal çalışmalara öncelik ve ağırlık vermiştir. Atatürk’ün görüş ve davranışlarının devrimci anlayış ve tutumla halk kitlelerine yansıtılması doğrultusunda çalışmalar yapmaktadır. Türkiye’nin sorunlarına Atatürkçü bakış açısıyla çözüm üreterek O’nun düşünce mirasını koruma doğrultusunda birikimleri hayata geçirmeye çalışmaktadır. Ulusal egemenliği ve tam bağımsızlık ilkesini gerçekleştirmek üzere bilime ve barışa öncelik vererek amaçlanan çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak amaçlı gerekli çalışmalarda bulunmaktadır. Bu görüşleri duyurmak ve benimsetmek için her tür bilimsel toplantı, sanat ve spor etkinlikleri, gösteri yürüyüşleri, yarışmalar düzenlemekte ve düzenlenmesini sağlamaktadır. Derneğimiz amaçları doğrultusunda diğer demokratik kitle örgütleriyle Kemalist çizgi temel alınarak ortak çalışmalar sürdürmektedir. Tüm engellemelere karşın çalışmalarımızı sürdürme kararlılığımızı bir kez daha ifade ederken Atatürkçü Düşünce Derneği’ne ihtiyaç duyulmayan günlerin özlemiyle bu düşünceye gönül vermiş tüm Atatürkçüleri bu çatı altında birlikte çalışmaya davet ediyoruz!.. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 13 OSMANLIYA MI? UZAYA MI? Bu yazıyı kaleme aldığım günde, toplumumuzun kaderinin Erdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu değişme günü olarak nitelediğimiz 7 Haziran genel milletvekili seçimleri henüz yapılmamıştır. Seçim sonuçları konusunda düşüncelerimi ilerki sayıda belirtmek üzere, seçime doğru giden günlerdeki olayları değerlendirmek, bu yazının konusu olacaktır. Mevcut iktidarın değişmesi ya da yeniden güç kazanması biçimindeki seçim sonuçlarına karşın ülkede yaşam devam ediyor ve edecektir. Bu nedenle her iki sonuçta da Türk aydınlarının, başta Atatürkçü düşünce sistemine inanmış kişilerin görevlerinin daha çok artacağına inanmaktayım. Çağdaş, özgürlükçü, halkçı ve demokratik bir partinin iktidara gelmesi, her şeyin düzeleceği anlamına gelmeyecektir. 13 yıl içinde AKP iktidarının yarattığı toplumsal, kültürel ve ekonomik yaralar o kadar büyük ve derindir ki, mucizeler yaratan bir iktidarın bile bunları onarması, toplumu kısa sürede sağlığına kavuşturması olanaklı değildir. Hele hele halkın maddi manevi desteği olmadan, bürokrasisi yozlaşmış, dinsel bir amacı gerçekleştirmek üzere imam hatip, kuran kursu, imamların rahiplik özentisine yöneltilmiş diyanet işlerini hilafetin ve sünî İslâmlığın başı gibi gösterme çabaları süren sorunlar yumağı, ne kadar güçlü olursa olsun, bir iktidarın altından kalkacağı konular değildir. Özellikle gençler üzerinde oynanan bu senaryo, üzülerek söylemeliyim ki, etkili olmuştur. Seçim günlerinden kalan bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Başbakan Davutoğlu İstanbul Feshane Kültür Merkezi’nde gençlerle bir sohbet toplantısı yapıyordu. Bir genç, naklen yapılan yayında hepimizin duyabileceği sesle ‘bizi Osmanlı’ya götür!’ diye haykırdı. Bu, bireysel olmaktan öte orada bulunan gençlerin alkışlarıyla belli bir anlayışın isteği haline geldi. Başbakanın buna verdiği uzun cevabı sizlere anlatmaya gerek yok; ne dediğini benden iyi bilirsiniz. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ve 92 yıllık Cumhuriyet dönemi içinde gençlerden böyle bir isteğin gelmesi, bunların içine düşürüldükleri çıkmaz sokağın üzücü halini bizlere göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir gencin sadrazamın karşısında ‘bizi Selçuklu’ya götür’ diye bağırabildiğini sanmıyorum. Öncelikle bir sadrazama karşı bunu söyleyebilecek özgürlük ortamı olmadığı gibi, Selçuklu Devleti’nin Osmanlı’dan daha çok hoşgörülü, bilime ve insanlığa değer vermiş bir devlet olduğunu bilecek gençlerin bulunduğunu da sanmıyorum. Benim hayalim ve beklentim bu gencin ‘bizi uzaya götür, güneşe götür, güneşi zapt edelim’ diye haykırması idi. Eğer bunun aksini söyleyebilen bir gençlik varsa, ki olduğu açık, büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir. AKP’nin Milli Eğitim anlayışının yozluğu, tarikat ve gerici çevrelerin akıl dışı, bilim dışı, çağ dışı destekleri, üzülerek söylerim ki böyle bir gençliğin yetişmesine neden olmuştur. Yeniden kurulacak bir milli eğitim düzeni, bu gençleri akıl sağlığına kavuşturmak fırsatını kaçırmış olacaktır. Yapılacak iş; eğitim, demokrasi, bilimsellik, çağdaşlık, ulusalcılık kavramlarının bu kitleye öğretilmesi konularında devlete, toplumun yani bizlerin, halkını sevenlerin yardımcı olmasıdır. Başta ADD olmak üzere; kadın, çocuk ve diğer toplumsal sorunlar için örgütlenmiş derneklerin çalışma biçimlerini yeniden gözden geçirip, bu amaca yönelik programları geliştirmeleri gerekmektedir. Bunun dışında dernek katılımcısı olmayan, özellikle kentsel bölgede yaşayan halk kesiminin, toplumsal sorunlardaki etkilerini sağlamak için yeni bir örgütlenme modelini yaşama geçirmek gerekir. Ve bu düşüncelerle sağlıklı, mutlu günlerin özlemiyle sevgi ve saygılarımı sunarım. www.stilmobilyadoseme.com Cep Tel: 0 546 243 56 58 Tel: 0 232 369 15 69 1735 Sokak No: 107/A Girne Cad. (Cemal Bağcı Parkı’nın karşısı, eczane yanı) Bostanlı / İZMİR 13 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 14 GEZİ’NİN FELSEFESİ 2013 yılının mayıs, haziran ve temmuz ayları bir başka yaşandı ülkemizde. Dergimizin bu sayısında doğal olarak buna yer vermemiz gerekiyor. Gezi Parkı’nda yaşanan gelişmeleri ayrıntılarına kadar biliyoruz. Üzerinde çok yazıldı, çizildi. Kitaplara, belgesellere konu oldu ve de AKP diktatörlüğünün sonunu getirdi. Böyle söyleyince itirazlar gelebiliyor. “O kadar mücadele ettik, şehitler verdik, sonuç ortada; AKP, iktidarını sürdürdü. Sonrasında da hem Erdoğan cumhurbaşkanı oldu, hem de AKP 2014 yerel seçimlerinde başarılı oldu”. Hem Gezi’nin yarattığı sonuçların üzerinde duralım, hem de bu “bize özel” olayı anlamaya çalışalım. Gezi’nin tarafları: Olaylar, son derece barışçı bir direnişine karşı polisin, AKP’nin demek daha doğru olur, görülmemiş bir öfkeyle saldırması ile başladı. Buna AKP’nin tümünü dahil etmek yanlış olur, çünkü, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi daha “akıllı”, siz sinsi diye anlayın, AKP’liler bile kendilerini Erdoğan’dan ayırdılar. Olaylar geliştikçe de mesele, Türk milleti ile bizzat Tayyip arasında bir hesaplaşmaya dönüştü. Doğal olarak, bu süreçten AKP de büyük ölçüde zarar gördü ve bu yüzden parti içinde Tayyip’e karşı bir tepki oluştu. Bunlar önemli değildi ve Tayyip bu düzeydeki tepkiler ile kolayca başa çıkabilirdi. Ancak, “Büyük Patron”un da tepki gösterenler safında yer alması üstesinden gelinebilir bir durum değildi ve nitekim gelinemedi. Bu, AKP’nin ama özellikle de Tayyip’in inişe geçtiği aşamadır. Durumu kurtarmak değil ama, yiğitliği elden bırakmamak adına, ortamı yumuşatmak yerine vuruşmayı tercih etti ve gittikçe yalnızlaştı. O dönemde, ABD tarafından gelen mesajları anımsayalım. Çevreci bir harekete karşı gösterilen sert davranışların hoş karşılanmadığı gibi ifadeler kullanılıyordu. Asıl kaygı ise binbir emek ve çaba ile belli bir aşamaya getirilmiş “sivil anayasa”nın çıkmaza girmesiydi. Anımsayalım; AKP, yani hükümet, anayasa konusunu sahiplenmiş, PKK’nın siyasi uzantısı tam destek vermekte, muhalefet ise, Türkiye Cumhuriyeti hukukuna göre yok hükmünde olan bir “uzlaştırma komisyonu” içinde yer almakta ısrar etmekte. Türkiye’nin yasal yoldan bölünmesi, yani Amerikan planlarının gerçekleşmesi yolunda epeyce bir yol alınmış ve işler çıkmaza giriyor. Tam bir “aptal dostum olacağına…” durumu yani. Amerika’nın tanımlamasına göre akıllı düşmanın kim olduğu açıklıkla dile getirilmedi ancak aptal dostun Tayyip olduğu, diplomatik olmayan söylemlerle de anlatıldı. Siz olsanız kızmaz mısınız? Tayyip’in egosu yüzünden bir çuval incir berbat olmuş durumda. Gezi’ye karşı kumpas: “Kumpas” kavramı, biliyorsunuz, Ergenekon, Balyoz vb. davalarla özdeşleşti. Bu büyük kumpasın ve etrafındaki küçük kumpasların arkasında ABD ve Gülen Cemaati’nin olduğu, bizzat suç ortakla14 rı, yani AKP, tarafından açıkça söylendi. Daha doğrusu AKP bunu söylemek zorunda kaldı. Bu konuya tekrar geleceğiz, ancak şimdi Gezi’ye kurulan kumpası ortaya koyalım. Açılım sürecinin, en hevesli ve sabırsız destekçisi PKK; siyasi uzantısı sık sık kimlik değiştirdiği için, ne zaman adının ne olduğunu bilmek zor, yanlışlığa meydan vermemek bakımından kestirmeden PKK diyelim, açılıma karşı tehdit olarak gördüğü için, başlangıçta Gezi’ye çok soğuktu. Ancak, hareket Gezi Parkı sınırlarını aşıp, yurt çapında bir tehdide dönüşünce müdahale gereği doğdu. “Gezi ulusalcılara bırakılamazdı.” PKK, bayrağıyla, adıyla sanıyla fiilen alana girdi ve Tayyip’e muhtaç olduğu desteği sundu. “Gezi’ye teröristler sızdı.” Bu aynı zamanda halkı hareketten uzaklaştırmayı da amaçladığından bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirildi. Ancak, tahribat büyüktü ve onarılması çok zordu. Nitekim onarılamadı. Açılım treni raydan çıkmıştı ve yoluna devam etmesi mümkün görünmüyordu. Gezi’nin ettikleri: Öncelikle, bölünme anayasası çöpe atılmış oldu. Artık, “sivil” bir anayasa yapmak ve bölünmeye yasal zemin hazırlamak mümkün değildi. Tayyip’in üzerine çizgi çekilmiş, Cüneyt Zapsu’nun söylemiyle, deliğe süpürülmüştü. Bunun somut yansıması, AKPGülen ittifakının bozulmasıydı, çünkü ödevini yapamayan AKP, ne işe yarardı? Suç ortaklıkları böyledir. Kurt kanunu da denir, zayıf olan parçalanır. Onlar, devrimci değiller ki ahlak, dostluk, dayanışma gibi kavramları benimsemiş olsunlar. Ortaklıkları çıkara dayalı ve çıkar bozulunca zayıf olan ya da zayıflayandan kurtulmak gerekir. Öyle de oldu ve Tayyip gittikçe yalnızlaştı ve bugüne kadar geldi. Peki, bu arada nasıl oldu da cumhurbaşkanı seçildi bu güçsüzleşen ve yalnızlaşan adam? O noktada Ekmeleddin “mucizesi” devreye giriyor. Muhalefetin ortak adayı ama, muhalefet ile özellikle de CHP ile hiçbir ortak yanı yok. PKK’nın Gezi’ye yaptığını, Ekmeleddin cumhurbaşkanı seçimine yapıyor ve Tayyip’i seçtiriyor. Bu kişinin hiç yoktan ortaya çıkışı ve “işini yaptıktan sonra” sahneden çekilişi 20012002 yıllarında yaşadığımız bazı olayları ve kişileri anımsatmıyor mu bizlere? Evet, Derviş’ten söz ediyoruz. Lavoisier, “hiçbir şey yoktan var olmaz ve varken yok olmaz” demişse de Derviş ve Ekmeleddin’in ortak yönleri, hiç yoktan ortaya çıkmaları ve sonra ortadan yok olmalarıdır. Sonuç: Gezi’nin öncesinde çok daha ağır ve cumhuriyet değerleri açısından kabul edilemez olaylar yaşanmışken ve bırakın halk hareketine dönüşmesi benzer bir tepki bile oluşturulamamış iken buradaki sihir neydi? İşin içine cinler periler karışmadığına göre, mutlaka bilimsel incelemeler ve açıklamalar yapılacaktır. Ancak, Gezi’nin asıl sihiri, Türk bayrağı ve Atatürk’ü hakettiği yere, en tepeye koymuş olmasıdır. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 15 HAZİRAN 2013 Gezi Parkı/Taksim - İSTANBUL 15 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 16 HİKMET ŞİMŞEK SANAT MERKEZİ SANAT YÖNETMENİ TEVFİK RODOS’A MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK... Sayın Tevfik Rodos, bize öncelikle kendinizden bahseder misiniz? Çok zor bir meslek olan opera sanatını seçişinizin öyküsü özellikle okurlarımızın merak ettiği konuların başında geliyor. Bu öyküyü bu çerçevede anlatır mısınız? Merhabalar, ben 1967 Bingöl doğumluyum. Müziğe çok küçük yaşlarda evimizdeki bağlamayla başladım. Üniversite sınavı için geldiğim İzmir’de konservatuvara girmeye karar verdim. 1984 yılında girdiğim konservatuvarda 6 yıllık eğitimin ardından 1990 yılında mezun oldum ve aynı yıl açılan sınavla İzmir operasına girdim. Geçen 25 yıllık sanat hayatımda 30’dan fazla Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi yönetim kurulu üyelerinden eserin başrolünü seslendirdim. Yurtiçi ve yurtdışında Atatürkçü Mehpare Özkaban (solda), Tevfik Rodos, Basın Yayın Kolu üyelerimizden sayısız konserler yaptım Birçok festivalde radyo ve Nilgün Konuk ve yönetim kurulu üyemiz Ümran Kebabçıgil ziyaret ettikleri televizyon programlarına katıldım. 2001 ve 2002 kültür merkezine adını veren Hikmet Şimşek’in fotoğrafının önünde... yılları arası 1 yıllık kültür bakanlığı özel bursuyla 1. Eserler genelde yabancı dillerde söylendiği için Viyana’da bulundum. Bu sürede dünyanın en ünlü halka anlatma güçlüğü çekiyoruz. baslarından Yevgeni Nesterenko ile yorum ve repertu2. Opera çok geniş bir sanat dalı olduğu için sahne var çalışmaları yaptım. sıkıntısı çekiyoruz. Mutlaka orkestra çukuru, geniş bir Lamuerto Garcilaso adlı operanın DVD kaydında sahne, kulis ve sofitaların olması gerekiyor. Maalesef bulundum ve eserdeki Capitan Lara rolünü seslendirbu kriterlere uyan bulmak çok zor. Fakat yavaş yavaş dim. Ayrıca yakın zamanda CD’si çıkacak olan A. yeni yapılan salonlarda bu kriterlere uyulmaya başlanSaygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nun bas partisini dı. Şu an İzmir’de buna uyan başta İzmir Operası seslendirdim. olmak üzere birkaç salon var ama bizlerin artık daha Halen İzmir Operası solisti ve solist temsilcisiyim. büyük salonlara ihtiyacı var. Aynı zamanda Karşıyaka Belediyesi’nin Hikmet Gelelim beldemizdeki ve çok farklı bir yerŞimşek Sanat Merkezi Sanat Yönetmeni’yim. leşkede kurulmuş olan bir operadaki yani Bir opera sanatçısı olarak hem mesleki Karşıyaka Hikmet Şimşek Sanat hem de toplumsal alanlarda karşılaştığınız Merkezi’ndeki yöneticilik görevinize. Bu güçlükler/sorunlar neler? göreve hangi beklentilerle geldiniz? Bu sorunların tümünün üstesinden gelebilBeklentilerinizi gerçekleştirebildiniz mi? Bir diniz mi? Nasıl? Gelinemeyenler varsa neden? sanatçı olmanın bu görevi yürütürken yararlaSanat olarak herkesin saygı duyduğu zor bir mesrı/zararlarını gördünüz mü? leğe sahibiz. Bir opera sanatçısı uzun eğitim dönemi Karşıyaka Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’ndeki ve hiç bitmeyen çalışmalarla yetişiyor.Bu çalışmalar görevime yaklaşık 1 yıl önce başladım. Amacımız süreömür boyu devam etmek zorunda. Hergün egzersizlegelen konser programlarını daha da geliştirmek ve rimizi düzenli olarak yapmak, dolayısıyla hayatımıza, merkezimizi Türkiye’de saygın bir konser salonu halisağlığımıza çok dikkat etmek zorundayız. Opera ne getirmek. Bunu kısmen başardığımızı zannediyoTürkiye’de, Avrupa ülkelerine oranla çok yeni bir sanat rum. Artık ulusal basında saygın müzik dergilerinde ve olduğu için halkla bütünleşmek ve sevdirmek biraz zor sanat çevrelerinde adımızdan, yaptığımız işlerden oluyor. Bunun birçok sebebi var: 16 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 17 övgüyle bahsedilmeye başlandı. Ayrıca kurduğumuz Karşıyaka Oda Orkestrası ile kısa zamanda güzel işler yaptık ve müzik otoriterlerinden tam not aldık. Artık Karşıyaka Oda Orkestrası (KODA) Türkiye’nin saygın orkestralarından biri olmaya çok güçlü bir aday. Tabii ki bunda Karşıyaka Belediye Başkanımız sayın Hüseyin Mutlu Akpınar, ünlü orkestra şefimiz Prof. Rengim Gökmen, Müzik Direktörümüz Hakan Şensoy ve Müzik Danışmanımız Oğuzhan Kavruk’un çok büyük emekleri var. Bir sanatçı olarak bunca yıllık dost ve sanat birikimimin bana bu görevimde oldukça yararlı olduğu da Arkadaşlarımız Tevfik Rodos’un makamında anı fotoğrafında. başka bir gerçektir. Karşıyaka seyircisini değerlendirir misiniz? bu sanat dallarında aydınlatmaya devam edebilelim. Karşıyaka’nın çok ilgili ve sanatsever bir seyirciye Umuyorum ki şu an sadece bir taslaktan ibaret olan sahip olduğunu sadece ben değil buraya gelen tüm bu yasa rafa kaldırılır ve halkımız bu sanatları izlemesanatçı dostlarım söylüyor. Bu bizim en büyük desteğiye devam eder. mizdir. Bunu başka yerlerde görmek çok zor. Bundan “Sanat” neden insan ve toplum yaşamında dolayı kaliteden ödün vermeden yaptığımız konserleri bu denli önemli? Sanat birçok şeyi gerçekten değiştirir mi, nasıl? halkımızın begenisine sunmak bizler için ayrı bir gurur Sanat aydınlıktır, bilgidir, eğitimdir. Bir kitap nasıl kaynağıdır. Kültür Bakanlığı TÜSAK yasa tasarısı ki içindeki bilgilerle bizi aydınlatıyorsa, görsel olarak konusunda görüşlerinizi alabilir miyiz? opera, bale, senfoni, resim, heykel de aydınlanmamızDevletin özellikle tiyatro, opera ve bale da önemli faktörlerdir.. Hiçbir savaş topla tüfekle sanatlarına bakışını değerlendirir misiniz? kazanılmaz; bilgiyle, eğitimle, sanatla kazanılır. Sanat TÜSAK kısaca Türkiye’de sanatı öldürme projesibize insanlığımızı öğretir, sanat bize sevmeyi öğretir, dir. Dünyanın hiçbir yerinde opera, senfoni, bale gibi sanat bize dostluğu, başarıyı, birlikteliği öğretir. Ve en sanatlar devlet desteği olmadan ayakta kalamaz. önemlisi barışı öğretir. Eğer dünya gelişmiş ülkeleri Bizler popüler iş yapmıyoruz. Bu sanat dalları cumhuarasında yer almak istiyorsak öncelikle bilgi ve sanata riyetimizin bir kazanımıdır. Dolayısıyla devlet her önem vermeliyiz. zaman desteğini bizlere göstermelidir ki biz halkımızı Röportajımızın sonunda Sayın Tevfik Rodos’un bize bir müjdesi de oldu. Yeni Girne Bulvarı’nda belediyemize ait yeni bir konser salonunun açılacağının haberini verdi. Deniz Baykal adı verilen bu konser salonunun 2 Temmuz perşembe günü “Metin Altıok” şiirlerinden bestelenen bir derlemeyle ilk konserini vereceğini belirtti. “Tüm Karşıyaka’yı bu konserimize bekliyoruz, bizi yalnız bırakmayınız”, dedi. Teşekkür ederek röportajımızı sonlandırdık. Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz yönetim kurulu üyelerinden Ümran Kebabçıgil (solda) ve Mehpare Özkaban (sağda), Tevfik Rodos ile söyleşi yaparken. 17 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 18 SOLCUYSAM, DEVRİMCİYSEM, SOSYALİSTSEM... Bir kuramcı değilim. Felsefenin Temel İlkelerini, Sosyal Yayınları’nın Marksist Felsefe Dersleri adıyla çevirisinden okudum. George Politzer’in adını da o zaman öğrendim. Her şeyi bildiğimizi sandığımız bir zamanda, bilgiçliklerle yaşadığımız günlerde Marksist Felsefe Dersleri bana hiçbir şey olmadığımı gösterdi. Biz sosyalisttik ama felsefeden habersizdik. Dr. Niyazi Tunga 1980’lerde Adana’da Proleter dergisini çıkartıyordu. Biz de onun çevresinde sözde sosyalist gençler olarak yer aldık. Bir gün “Diyalektik ve Tarihi Materyalizmi bilmeyen sosyalistim diyemez” dedi. O günden sonra kıvranmaya başladık. Marksist Felsefe Dersleri’ni de o zaman buldum, satırların altını çize çize okudum. Sonra başka kitaplar zenginleştirdi düşünce dünyamızı. O kitaplarla öğrenmenin düşünsel coşkusuyla doldum. Yaşamın her anını, maddenin değişim yasalarıyla açıklamaya, yorumlamaya başladım. George Politzer’in Paris’te 1935-1936 yıllarında İşçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin notlarını toplayıp yayımlayan Maurice Le Goas şöyle yazıyor onun hakkında: “Her yıl felsefe derslerine materyalizm sözcüğünün gerçek anlamını saptayıp birtakım kimselerin bu söze bile başka anlamlar vermesini protesto ederek başlayan Politzer, materyalist düşünürlerin ülküden yoksun olmadıklarını, bu ülküyü zafere ulaştırmak için hazır olduklarını belirtmeyi ihmal etmezdi. Nitekim kendisi büyük özverisiyle bunu kanıtladı. Onun kahramanca ölümü, Marksizm’de kuramla uygulamanın birliğini dile getirdiği o ilk dersini süsleyen bir davranış olmuştur”. Şaşırtıcı mı? Değil bence. Bir ülküsü olan insanın bunu yaşamı pahasına savunması, bu ülkünün savaşımını vermesi gerekir. Şaşırtıcı olan bu tutum değil; Marksizm’i ağzından düşürmeyen kimi solcuların, sosyalistlerin ülküsüz kalmaları, Tarihi ve Diyalektik Felsefe’nin ilkelerini yaşamlarında hemen hiç uygulamamaları, ülkemizin tarihsel sürecini sürekli gözardı edip olgulara teslim olmalarıdır şaşırtıcı olan. Bana, kırk yıl öncesinin çok bilenleri, bilgiçleri, Marksizm uzmanları bugünün gerçeklerini kavrayamamışlar gibi geliyor. Dünya tek kutuplu olduğundan beri ezberleri bozuldu bizim kimi sosyalistlerin, devrimcilerin, solcuların. Ya da korkuyorlar. O nedenle de oradan oraya savruluyorlar. Hemen hiçbir öngörüleri yok. Varsa da çok kısa zamanda yerle bir oluyor. Umut bağladıkları demokrasi, insan hakları, evrensel hukuk filan hem ülkeye, hem insanımıza, insanlığa karşı kullanılıyor ama bizim arkadaşlar bu kavramların emperyalist odaklarca ülkelerin işgali için kullanıldığını bile gör18 müyorlar, görmek istemiyorlar. Emperyalizmin kavramları beyinlerini de Hidayet Karakuş - Şair, Yazar kelepçelemiş görünüyor. Dinsel dogmalarla yaşayan, varlığını bu safsatalara borçlu birine inanmak da kendi ezberlerine zarar vermiyor demek ki. Felsefi anlamda materyalizmle idealizmin hiçbir zaman uzlaşamayacağını düşünmüyorlar. İstedikleri kadar Marksizm’in ağababası geçinsinler felsefede de, ekonomik öngörülerde de, emekçi yığınlarının gözünde de çuvalladılar. Kimin sözcülüğünü yaptıklarını bile iş işten geçtikten sonra anımsadılarsa da artık inandırıcılıklarını yitirdiklerinden bugün aynaya bakacak yüzleri de kalmadı. Politzer, Mayıs 1942’de Nazilerce kurşuna dizildiğinde felsefesine olan güveniyle korkusuzdu. Ölümünden sonra; Nazi işgaline direndiği, bunun için canını verdiği halde, Fransa’da bir bakanlık ona “gözaltında tutulmaya mahkûm edilmiş bir direnişçi”, “vatan uğruna can vermiş” gibi nitemlerin verilmesine karşı çıkmıştı. Yurtsever, direnişçi, materyalist özellikler Politzer’de birleşmişti. Bu belki şöyle de söylenebilir: Politzer, düşünürken de, yaşarken de materyalistti, yurtseverdi, direnişçiydi. Yukarıda olgulardan söz ettim. Emperyalizm bir olgudur bugün. Peki doğru, benimsenebilir bir olgu mudur? Emperyalizmi gerçek kabul ettiğimizde onun aynı zamanda çağımızın doğrusu olduğunu da içselleştirmeli miyiz? Yoksa büyük bir sömürü düzeni olan bu gerçeğe direnmek, onunla savaşmak mı doğrudur? Bugün bizim solcuların bir bölümü “yorgun savaşçı” bile değil. Dönmüş, umutsuz, yaşamını yanlışın burgacına bırakmış birer fosildir. Ülkülerini yitirmişlerdir çünkü. Sosyalizmi bilmek yetmiyor artık. Tarihsel süreci iyi izlemek, yaşanan olayları o sürecin koşulları içinde ele almak, öyle değerlendirmek gerekiyor. Yeni öğrendiği her şeyi düşünüp taşınmadan gerçekmiş gibi kavrayan bir insan solcu da olamaz, sosyalist de. Felsefenin temel ilkelerini yeniden okuyup, ekonomi politiğin günümüzdeki işleyişini kavramadan, bir başka deyişle emperyalizmin bin türlü yüzünü görmeden solcu olunamayacağı gibi sağlıklı düşünen bir insan da olunamaz. Bugün kimi solcularımızın demokratlık adına, solculuk adına, insan hakları adına dincilerin safına savrulması, emperyalistle işbirlikçi durumuna düşmeleri, yurtseverliği unutmaları, ezberlerini yineleyip durmalarından bence. Yurtseversem önce antiemperyalistim. Sosyalistsem önce yurtseverim. Bilime inanırım. Olgudur diye birtakım din baronlarını, cemaatleri, tekke- mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 19 leri, türbeleri savunmam. Demokratlık taslamak için bilimdışı yaşam önerilerine, evrime karşı çıkan eğitim izlencelerine karşı çıkmamazlık edemem. Laikliği yaşamın en zorunlu ilkesi olarak bilimsel özgürlüğün temeli diye algılarım. Vicdan özgürlüğünün ancak laiklikle var olabileceğini, yaşama geçirilebileceğini bilirim. Solcuysam, devrimciysem insancılım, yurtseverim, antiemperyalistim. Antiemperyalistsem emperyalizmin ağababalarına da, işbirlikçilerine de, uşaklarına da direnirim. Felsefemle yaşamımın örtüşmesi gerekir. Politzer gibi. Başka türlü yaşayamam. UNUTMADIK... TÜRKAN SAYLAN’I SAYGI, SEVGİ VE ÖZLEM’LE ANIYORUZ!.. Mehpare ÖZKABAN Yaşamını ulusuna, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda gençlerin yetiştirilmesine, laikliğe ve eğitimde eşitsizliğin giderilmesine adayan; (ÇYDD) Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği kurucu ve genel başkanlarından Prof. Dr. Türkan Saylan’ı altı yıl önce 18 Mayıs 2009’da sonsuzluğa uğurladık. Yaptığı çalışmaları salt eğitim alanına daraltmak Türkan hocamıza haksızlık olacaktır. O cüzzam (lepra) hastalarının sağaltılmasında da örnek mücadele verdi. Herkes onları ölüme terk ederken, Türkan Saylan onlara şefkat elini uzattı, hastaların sadece doktoru değil “ablası, annesi, yakın dostu” oldu. Çok sayıda cüzzam hastası, Türkan hocayı kaybetmenin burukluğunu yaşarken “Türkan hoca batağa batmış, karanlık dünyaya girmiş insanları aydınlığa çıkaran, topluma kavuşturan bir insandır. Hastaları için, okuyamayan çocuklar için canını vermiştir” dediler. Cüzzam hastalığının Türkiye’de kontrol altına alınması konusunda en kapsamlı girişim, 1976 yılında Saylan ve arkadaşlarınca kurulan Cüzzamla Savaş Derneği’nin çalışmalarıyla gerçekleşti. Derneğin, Türkiye’nin en ücra köşelerinde yaptığı çalışmalarla on binlerle ifade edilen cüzzamlı hasta sayısı iki binlere dek indi. Prof. Saylan’ın kurulmasına katkı verdiği ve 21 yıl başhekimlik yaptığı İstanbul Bakırköy’deki Lepra Hastanesi’nde bugün hala, hastaların tıbbi gereksinimlerinin yanı sıra rehabilitasyon ihtiyaçları da karşılanmakta. Yaşamını ulusuna, çağdaş ve aydın Türk gençleri, özellikle kadınlarının yetişmesine, Anadolu’nun en uzak köşelerinde sahipsiz ve okula gidemeyen kız çocuklarının eğitilmesine adayan Prof. Dr. Saylan ÇYDD’de pek çok sayıda projenin hayata geçmesine imza attı: “Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak”, “Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları/Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder”, “Meslek Liselerinde Elektronik Eğitimi Alan Gençlere Destek”, “Bilgi Toplumu Kızları”, “Her Kızımız Bir Yıldız”, “Geleceği Taşıyan Kızlar”, “Geleceğin Sigortası Kızlarımız”, “Geleceğin Aydınlık Kızları” projeleri kapsamında sayıları kırk bine yaklaşan kız öğrenciye; yükseköğrenim öğrencilerine burs desteği kap- samında ise; “Bir Işık da Siz Yakın”, “Gençlere Destek”, “Geleceğin Doktorları”, “Geleceğin Sanatçıları”, “Geleceğin Yöneticileri” ile otuz bine yakın öğrenciye burs verilmesini sağladı. Prof. Saylan ayrıca, “Okul, Yurt, Toplum Merkezi Yaptırma ve İyileştirme” projesi kapsamında da “Yatılı İlköğretim Bölge Okulları(YİBO)’nı İyileştirme”, “Ana Sınıfları ve Oyun Parkları” “Okul Yaptırma”, “Yurt Yaptırma”, “Toplum Merkezi Oluşturma” projelerine de başkanlık etti. Son isteği olan kız öğrenci sayısının 100 bine çıkarılması, her köye bir okul yapılması ve her kasabada kız öğrenci yurdu yapılmasını bir vasiyet olarak kabul eden ÇYDD derneği, bu vasiyeti yerine getirmek doğrultusunda, tüm güçlüklere karşın, var gücü ile çalışmaktadır. Toplam 440 yayını bulunan Prof. Saylan’ın bu yayınlarından 50’si yabancı dergilerde yayımlanmış tıbbi çalışmaları, 204’ü tıbbi, sosyal ve siyasal içerikli gazete makaleleri, 186’sı ise Türkçe tıbbi dergilerde ve kongre kitaplarında yayımlanmış araştırma, derleme ve olgu bildirimlerinden oluşuyor. Saylan’ın 5 kez baskı yapan “1. Basamak Sağlık Hizmetlerinde Deri ve Zührevi Hastalıklar El Kitabı” adlı ders kitabı, çocukluk yaşamını anlatan “At Kız”, makalelerini içeren “Cumhuriyetin Bireyi Olmak” eserleriyle Radyo Cumhuriyet’teki programlarının dökümü olan “Radyo Cumhuriyet’te Çağdaş İnsan Söyleşileri”, söyleşilerinden oluşmuş ve yedi baskı yapan “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” ile Zehra İpşiroğlu’nun sorguladığı “Yapıcılığın Gücü” ve son olarak da Şefik Görke’yle yapılmış “Hekim Olmak” adlı eserleri bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği ender insan, Atatürk’ün sevgili kızı, onun ilke ve devrimlerinin, demokrasinin ve insan haklarının yürekli savunucusu, ülkemizde sağlık ve eğitim alanında olağanüstü başarılara imza atan, lepralı hastalara şifa ve sosyal yaşam katan, binlerce kız çocuğuna ve üniversite öğrencisine eğitim olanakları sağlayan, çok değerli ve seçkin bilim insanı Saylan’ın insan, toplum ve yurt sevgisi dolu yüreği, mücadele azmi ve iradesi bizlere önderlik etmeye devam edecektir. O anılarımızda, yüreklerimizde yaşayacak ve toplumsal çalışmalarımızda yolumuzu aydınlatmayı sürdürecektir. 19 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 20 DENİZ GEZMİŞ VE ARKADAŞLARINI BİR KEZ DAHA ANIYORUZ... Tarih 29 Ekim 1968 Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Samsun’dan Ankara’ya Anıtkabir’e yürüyüş düzenliyorlar. Sloganları; “Büyük Türk Milleti, Atatürk için toplanalım. Mustafa Kemal’in milli kurtuluş idealini yaşatmak için, tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye için, Gazi Mustafa Kemal’in milli kurtuluşçu saflarında toplanalım.’’ 29 Ekim’de Samsun’dan başlıyorlar yürümeye. Henüz yürüyüşlerinin 15-20. kilometrelerinde polis tarafından durduruluyorlar. 24 kişilik grup ertesi sabah yargıya ifadeleri alınmak üzere çıkarılıyor. Deniz Gezmiş ifadesinde; “Burada 24 genç değil, Mustafa Kemal’in kendisi ve ilkeleri yargılanmaktadır” diyor. Yargıç bu savunmadan çok etkilenerek “Burada bütün hakimlik sıfatımı ve titrimi bir kenara bırakarak şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’de hiçbir mahkemenin ve hakimin Atatürk’ü yargılamaya gücü ve yetkisi yoktur. ’’ der ve gençleri yürüyüşlerine devam etmeleri için serbest bırakır. Bu olay yol boyunca onların önünün kesilmelerini engelleyen çok önemli bir karar olur. 29 Ekim’de başlayan yürüyüşü, Çorum-Sungurlu’da görev yaptığımız sırada heyecanla takip ediyoruz. Tam tarihini anımsamıyorum ama Deniz ve arkadaşlarının Sungurlu’nun Çavuş köyünde konaklayacaklarını öğreniyoruz. Bir grup arkadaşla Çavuş köyüne o zamanın en ideal aracı olan jeeple gidiyoruz. Köylümüzden aydın ve çağdaş bir karşılama. Deniz ve arkadaşları gelmişler. Köy meydanında ateş yakılmış. “Hoşgeldiniz” deyip sarılıyoruz birbirimize . Neler konuşuldu anımsayamıyorum. Daha sonra bir köy evinde yemek yiyoruz ve jeeple Sungurlu’ya dönüyoruz. O an onlarla olmak geçiyor içimizden, bizlerden birkaç yaş genç olan bu insanlara hayranlık duyarak. 10 Kasım 1968’de Atatürk’ün 30. ölüm yıldönümünde; başlarında Deniz Gezmiş’in bulunduğu kalabalık bir devrimci grup ellerinde Türk bayrakları ile Ankara’ya giriyorlar. 29 Ekim’de başlattıkları bu yürüyüşün anlamı pankartlarında şöyle ifade ediliyor. ’’Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’’ Kurtuluş savaşımızın başladığı Samsun’dan başlayan yürüyüş, Anıtkabir’de son buluyor. Anıtkabir Şeref Defterine yazdıkları ise geleceğimize ışık oluyor: “Amerikan emperyalizmine karşı ikinci kurtuluş savaşımızda gerçekten izindeyiz. Milli Kurtuluş Savaşımız yok edilemez. Onu yok etmek için bütün Türk Milletini yok etmek gerekir. ’’ Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının “6. filoya hayır”, 20 eylemlerini, dört Ameİsfendiyar YILDIZ - Eğitmen rikalı erin kaçırılması, banka soygunları, yakalanışları ve yargılanmalarını Erdal Öz “Deniz Gezmiş Anlatıyor’’ adlı kitabında Deniz’in kendi ifadesi ile yazmış. Ben de zaman zaman Deniz’in anlatımlarına yer vereceğim aşağıdaki satırlarımda… “Genel amacımız kır gerillasıydı. Eskidir bu hikaye. Çocuklar dağdaydılar. Bak, bizim İstanbul’dakilerle hiçbir ilgimiz yoktur. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi (THKP) ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) bizden sonradır. Biz DevGenç’ten kopmuştuk sonraları, koptuktan sonra kır gerillasına karar vermiştik. İşte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) bu amaçla kuruldu…. ’’ THKO, mücadelelerini kır ve şehir gerillası olarak iki koldan yürütmeyi düşündü. Deniz, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan şehirde kalan, Sinan Cemgil ve arkadaşları ise kırsal kesime yöneldi. Ancak Sinan Cemgil’in öldürülmesi, planlarında değişikliklere neden oldu. Deniz ve arkadaşları “şehir gerillası” olarak eylemlere girerek gerekli parayı sağlayacak ve sonra da gidip dağdaki arkadaşlarına katılacaklardı. Beş kişi olarak başladıkları şehir gerillası eylemlerinde dağa giderken Alparslan Özdoğan ve Sinan Cemgil öldürüldü. Daha sonraları da Kadir Manga. İzmir’de de İbrahim Öztaş olmak üzere dört arkadaşlarını kaybettiler. Deniz Gezmiş Amerikalı zenci Finley’i kaçırışlarını şöyle anlatıyor. ’’Finley’i arabadan indirdik. Bir başka arabayla fen lisesinin karşısına geldik. Yusufgil de Finley’in arabasını aldılar. Arabayı atacaklar. Giderken bir toplum polisi arabası çıkıyor, tam karşıdan geliyor. Yusufgil arabayı yolun kıyısına çekip toplum polisinin arabasına yol veriyorlar. Yol dar. Araba geçip gidiyor yanlarından. Bunlar da götürüp atıyorlar arabayı…. Finley proleter bir zenci. Şoför. Arabanın içinde gazete okurken yakaladık onu. ’’ Çatışmanın ardından tepeye ulaşıyorlar. Önce yaralandıklarını sanıyorlar. Fakat boş kovanların çarpması sonucu bu hisse kapıldıklarını anlıyorlar. Tepeye geldiklerinde Finley’in gözlerini bağlıyorlar. Deniz’in niyetini anlayan Sinan Cemgil, Deniz’e engel oluyor. ’’Konuşalım, arkadaşlara danışalım’’ diyor. Nitekim onu öldürmenin, daha doğrusu “öldürme’’ eyleminin yanlış bir şey olacağı yargısına varıyorlar. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 21 Bu tutumları dört Amerikalı erin kaçırılmasında da değişmiyor. Onları bir müddet sonra serbest bırakıyorlar. Bu konuyu bakın Deniz nasıl anlatıyor. “Yok, öldüremiyorsun. Faşistlere benzemiyoruz biz. Kolay değil insan öldürmek. Adam suçsuz. Adam bilinçsiz ve senin yaşında. Suçsuzlar. Gerçi kendi kurulu düzenlerine karşı çıkmamakla objektif olarak suçlular ama subjektif olarak hiçbir suçları yok. Üstelik silahları da yok. Sen silahlısın karşısında. Sinan son derece duygulu. Onlarla içli dışlı olmamak için elinden gelen her şeyi yapıyor. “Sonunda öldürmek kaçınılmaz olur da belki öldüremezsem diye hiç konuşmuyor onlarla… Ben cellat pozisyonuna girmişim gibi bir duygu içindeyim. En çok da ben konuşuyorum onlarla. Ve öldürmedik. ’’ İnsanca tutumlarının bir sonucu bu davranışları, sanırım bir devrimci ile bir faşisti ayıran en önemli özellik; “İnsan Sevgisi” olsa gerek… Onlar hiç adam öldürmediler. İçinde yaşadıkları faşist düzen onların Amerikalı erlere gösterdiği insancıl tutumun bir nebzesini, ne askeri yargı ne de parlamentoyu oluşturan çoğunluk göstermediler. Yargılanmaları süresince de idam edileceklerini biliyorlardı. Korkmadan, yıl- Mustafa Balbay'ın yazdığı" Denizlerin Davası" Halit Çelenk anlatıyor adlı eserden alınmıştır.... madan ölüme bile yiğitçe gittiler. Şimdi sormak istiyorum. Onların idamlarına karar veren ve uygulayanlardan hangisinin adını aradan geçen bunca yıl sonra anımsıyoruz. Ama o üç yiğit devrimci, gönüllerde sonsuza değin yaşayacak ve yaşıyorlar. Kaynaklar: 1) Fahriye İpekçioğlu “Türkiye ve Türkçe'nin Geleceği”. 2) Erdal Öz “Deniz Gezmiş Anlatıyor”. 3) Mustafa Balbay “Denizlerin Davası, Halit Çelenk Anlatıyor”. DENİZ GEZMİŞ’İN SON MEKTUBU Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Türk ve Kürt halklarının da anlayacağını inanıyorum. Cenaze için, avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara´da 1969´da ölen arkadaşım Taylan Özgür´ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul´a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım… Oğlun Deniz Gezmiş Merkez Cezaevi 21 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 22 ÇAĞDIŞI OLMAK VE ÇAĞDAŞLIK Kentlerimizin sokaklarında, televizyonların ekranlarında, yazılı basında toplumun çağdışılığını ya da çağdaş olmakta zorlanmasını vurgulayan sayısız eğri büğrü olgu, kuralsızlık, dengesizlik, yalan ve zorbalık ile karşılaşıyoruz. Toplumu uygar ve çağdaş olmaktan uzaklaştıranların, nüfusun kaçta kaçı olduğunu bilmiyoruz. Bunlar ulusal kültür dediğimiz şeyin de üreticilerinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Çünkü biz sadece lahmacun yemiyoruz. Kadınları da kolayca öldürüyoruz. Kültür hep bal kaymak değil. Bütün olumsuz davranışlar da aynı kültürün göstergeleri. Bunun temsilcileri içinde hepimiz varız. Okuyanokumayan, erkek-kadın, dinli-dinsiz, köylü-kentli, memurlarımız, askerlerimiz, öğrencilerimiz, yazarlarımız, işadamlarımız, politikacılarımız. Aslında hepsini yazmalı ki; ‘Bu listede biz yokuz!’ demesinler. Bu milyonların içinde zeki, kurnaz, aptal, becerikli, zengin, fakir her türlü insan var. Bu kadar çok olmasa başımıza bu ilkel felaketler gelmezdi. Çağdışılık bu olan biteni yaratan bir kültürel du-rum. Bu sorun bütün İslam ülkelerinde de aynı. Biz bunu Cumhuriyet ile aştık sanıyorduk ama, aşamamışız. Ülkenin sorunu da bu: Bu engel nasıl aşılacak? Bu bir toplumsal irade sorunudur. Önce bu durumun farkında olmak, sonra onu aşmak için gerekli çabayı göstermek gerekir. Bu noktada toplumun içinde bulunduğu durumu anladığına inanmazsak, yapacak bir şey kalmaz. Kentlere dolan halkın, evrensel iletişim ortamında yeni dünyanın ürettiklerini tüketmek hem çok çabuk tüketmek istediğini biliyoruz. O halkı Cumhuriyetle yarattık. Bu inançla, Türk toplumuna sorunun yanıtının her yerde aynı ve bir tane olduğunu yinelemek gerek: O gizemli yanıt “ÇAĞDAŞLIK”. Çağdışı kalmış milyonlar dünyanın geleceğine ortak olacak niteliklere sahip olacaklar? Bu bir tehlike çanı sorusu. ‘Geleceğimiz tehlikede mi?’ anlamına geliyor. Elbette yaşamaya devam edeceğiz. Ama koyun ya da balık gibi değil, insan gibi! Peki sabahtan akşama kadar tartışılan rüşvetler, kasalar, paralar, tırlar, hâkimler, savcılar, polisler, açılıp kapanan dosyalar ya da davalar, gelecek konusunda sıradan insanların sorunlarına bir yanıt getiriyor mu? Neden Türkiye’de oynanan ak-kara pandomiması geleceğinize ilişkin bir şey dile getirmiyor? Su var mı, ekmek var mı? Enerji var mı? Bu soru cebinde kredi kartı gibi oy biriktiren insanlar için önemli olmuyor. Türkiye’de insan “kişi” olarak yok. Oy atan bir politik araca dönüşmüş. Demokrasi (halkın gücü) bundan ibaret. Oysa çağdaşlaşma denilen olgu ‘bir, beş, on yıl sonra halim ne olacak’ diye soranların ulaşabileceği bir bilinç ortamıdır. Mecliste bunlar konuşulmadığı için henüz 22 çağdaş bir toplum olmadığımızı söylemeliyiz. Gevezelik etmeden, yalan Tahir Ceyhan - Emekli Albay söylemeden, kendimizi aldatmadan, sabırla çağdaşlık olgusunu tanımlamaya çalışmak zorundayız. Buna 92 yıl sonra yeniden başlamak utandırıcı bir şey. Ne var ki halk çağdaşlık kavramını yeteri kadar açık öğrenememiş durumda. Yani istediği şeyin ne olduğunu bilmiyor. İlkel bir kabile başkanı bir uçak alabilir, kravat takabilir, kendisine lüks bir villa ve yüzme havuzu yaptırabilir. Ama bundan dolayı kabilesi çağdaş olmaz. Komşu kabileleri öldürmek için kalaşnikof satın alabilir, arazisinde petrol çıkıyorsa gökdelen de yaptırabilir. Zenginse Avrupalı, Amerikalı, Çinli, Japon işadamları ve diplomatlarla şakalaşabilir. Fakat kabilesi çağdaş olmaz. Kolay gibi görünen bu çağdaş yaşam, kolay ulaşılan bir insanlık aşaması değil! Eşini misafirlere çıkarmayan Arap bakanların olduğunu bana anlattılar. Onların Amerika’da çağdaş olduğunu, ancak Suudi Arabistan’da olmadığını söyleyebiliriz. Dünyada kimse karısını saklayan bir adama çağdaş olarak bakmıyor. Bu bağlamda ‘bu gelenektir, dini emirdir’ gibi argümanlarla bir yere varılamaz. Kaldı ki öyle bir şey yok. Dünya sizinle alışveriş yapar, malınızı alır, sizi işçi olarak kullanır, sizi işine ortak bile edebilir. Gülerek elinizi sıkar. Ama sizi çağdaş ve eşdeğer insan saymaz. Bunun sonucu sadece ikinci sınıf dünya insanı olmak değildir. Ekonomik köle olmaktır. Küresel hegemonyanın egemen ülkeleri Türkiye’ye hor bakarlar. Bu mutlak bir gerçeğe değilse bile politik bir gerçeğe karşılık gelir. Bu panoramada devletle birlikte halk da aşağılanır. Kapitalist dünya düzeninde para için kuyruğa girince yakanıza takılacak rozet budur. Çağdaşlık toplumun tümel bir kültürel örgütlenmesi olarak algılandığı için Türkiye’nin böyle damgalanması utandırıcıdır. Çünkü bu sadece bir derecelendirme değildir. Bir yaşam kıskacıdır. Toplum dünyaya ayak uydurmaya çalıyor. Fakat çağdaşlığın dünya ile paralel ve birlikte tümel bir örgütlenme olduğunu anlamış değil. Bu bilinçsizliğin pek çok göstergesi var: “hayır” ve “evet” dediklerinin içerikleri konusunda hiçbir fikri yok. İkilemleri göremiyor. Çağdaş yaşamın sunduğu konforu elde etmek için kuyruğa giriyor, fakat bunu dünya böyle yaptığı için taklit ediyor. Örneğin; sinemayı, fotoğrafı, mağazalardaki ve magazin programlarındaki mankenleri, politikacıların kat yüksekliğindeki resimlerini, reklamları seyrediyor. Fakat resim ve heykellere dini nedenlerle (?!) karşı çıkıyor. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 23 Çağdaşlık seçeceğiniz bir mal değildir. İnsanın doğa ile savaşı sürecinde binlerce yılda gelişmiş bir bilgi ve deneyim birikimidir. Evrensel bir mirastır. Maymun gibi dünyayı taklit edip bazı şeyleri dışlamak, çağdaş olmayı engelliyor. Oysa çağdaş dünya yaşamımızı kontrol ediyor. Bize otomobil, televizyon, telefon ve bilgisayar satıyor. Amazon ormanlarından New York’a, insanlar benzer eşyalar kullanıyorlar. Fakat Aristo’nun bir ayda gittiği yolu yarım günde alan bir modern Yunanlı, Aristo’dan daha uygar olamıyor. Bir kör cahil eline kalaşnikofu alınca çağdaş olmuyor, cani oluyor. Çağdaş örgütlenmenin en gelişmiş teknolojisi peygamber dönemini geri getirmeye yeminli teröristin elinde olabilir. Bazı ülkelerin parlamentolarında odun kafalı gelişmişler, zehirli gaz kullanmasını biliyor, ama insan hakları bildirisinden haberleri yok. Birileri üretiyor, birileri kullanıyor. Bilenler ve üretenler sömürüyor, kullanan fakat üretemeyenler sömürülüyor. İnsanlar iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini, insancıl ya da hayvansı davranışların varlığını bilerek, SON DAKİKA 7 Haziran 2015 genel seçimi sonuçlarına göre, AKP tek başına iktidar olamadı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “400 milletvekili” çağrısı karşılık bulmadı. Aslında kendisi, hükümetin güvenoyu sayısı olan 276 milletvekiline de razıydı ancak 258’de kaldı. CHP 2011 genel seçiminde 135 olan milletvekili sayısını 132’ye düşürdü. MHP ise 53 milletvekili çıkarmışken bu sefer oylarını arttırarak 80 milletvekilliği kazandı. Seçim kampanyası boyunca, barajı aşması için kendisinin dışındaki unsurlar tarafından ciddi bir kampanya yürütülen PKK’nın siyasi kanadı da 80 milletvekiline sahip oldu. Böylece, ortaya çıkan tablo bir koalisyon hükümeti kurulmasını zorunlu hale getirdi. Atatürkçü Düşünce Derneği olarak seçim öncesi süreçte herhangi bir partiye “oy verin” çağrısında bulunmadık. Ancak, AKP ve PKK’ya “oy vermeyin” çağrısında bulunduk. Bunu yaparken de açılım adı verilen bölünme sürecinin önüne geçmek gibi bir kaygımız vardı. Seçim sonuçları, bu çağrımızın sonuçsuz kaldığını ve Türkiye’nin zor bir döneme girdiğini göstermektedir. Gerçi Türkiye yıllardır zorluklar içinde ve adım adım bölünme sürecine doğru sürüklenmekte. Seçim, bu süreci tersine çevirmek, en azından durdurmak için bir fırsattı, ancak değerlendirilemedi. 2010 yılında yapılan ve hem bölünme hem de AKP’nin, daha doğru bir söylemle Erdoğan’ın, diktatörlüğünü pekiştirme sürecine “yetmez ama evet” diyerek katkı sağlayan “demokrasi ve barış yanlıları” bu sefer de meclise girecek dördüncü bir partinin AKP’nin oylarını ve milletvekili sayısını tarih boyunca olumsuzu kontrol etmeye çalışmışlar. Fakat hala haydutların eline silah geçmesine engel olamıyoruz. Çağdaşa ulaşmanın tek yolu, yaşamı sürdürebilecek yeterli üretimi yapmaktan geçiyor. Bu hem düşünce hem davranış, hem de mal. Bu yaşamın standartlarını saptayan sadece bilim ve teknoloji. Bu her şeyi birbirine bağlı yaşam örgütlenmesinin adı da ÇAĞDAŞLIK. Bilgisiz yaşamak zaten olanaksız. Fakat insan düşüncesi çağdaşa ulaşmak için genel bir davranış ilkesi de koymuş: Yaşama saygı. Bunun iki temeli var: * Birincisi, kendi varlığının bilincine varmak, * İkincisi akıl. Bu toplumsal dayanışmanın temeli. Bu dayanışmanın arkasında vicdan (bilinç) denen bir meleke var. İyi ve kötüyü ayırıyor. Vicdan bilinçte ‘vecd’ dolu bir istek düzeyine ulaşınca ona uygarlık deniyor. Hint’te Avatar’lar (tanrıların dünyadaki görüntüleri) kötülük arttığı zaman ortaya çıkar, doğruluğu kurtarırlar. Gökdelen, alışveriş merkezi, füze bir yana, insana saygı bir yana. Bunun seçim sandıklarıyla da ilişkisi yok! azaltacağı savıyla PKK’ya oy topladılar. Hesap matematik olarak doğruydu ve PKK’nın siyasi temsilcisi olan partinin barajı aşarak meclise girmesi ve 80 milletvekilliği kazanması AKP’ye önemli ölçüde zarar verdi. Ancak, uzun vadede asıl zararı Türkiye’nin göreceği kesin. Hatta, belki vade uzun da olmayabilir. Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, “siyaset yapıyoruz, ancak siyasi parti değiliz” gibi bir söylemimiz var. Başka bir deyişle, siyasi partiler ile olan ilişkilerimizi dernek binasının dışında tutmaya özen gösteriyoruz. Öte yandan kendimizi siyasetin, yani Türkiye’mizin sorunlarının dışında tutmamız da mümkün değil. Atatürk’ün yolundan gitmek, ülke sorunlarına kafa yormak ve bunları gidermek için yürekli ve atılgan bir tutum içinde bulunmayı gerektirmektedir. Seçim sonuçlarına dönersek; henüz seçilmiş ve milletvekilliğinin nimetlerinden yararlanmamış olan “yenilerin” bir erken seçime karşı çıkacakları varsayımı ile anayasal süre olan 45 içinde bir koalisyon hükümeti kurulacağı güçlü bir olasılıktır. Kimin kimle kuracağı ise, milletvekili sayıları düşünüldüğünde ciddi bir sorun gibi durmakta. Bu noktada da Atatürkçüler olarak önceliğimiz, açılım adı verilen bölünme sürecinin sürdürülmemesidir. Partilere akıl hocalığı yapacak değiliz ancak, onları uyarmak ve iktidarın nimetlerine kapılıp ilkelerinden uzaklaşmalarını önlemek gibi bir görevimiz var. Son olarak, 2000 ve 2001 yıllarına ilişkin sabıka kaydı kabarık olan Kemal Derviş’in ortalıkta dolaşıyor olması da hayra alamet değil. Yaptıkları yapacaklarının teminatı ise, ki öyle, bizden uzak olmasını tercih ederiz. Hatta, en iyisi vatanına, ABD’ye dönsün de içimiz rahat olsun. DÜŞÜN DERGİ 23 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 24 DENİZ TARİHİ BİLİNCİMİZ DENİZ KUVVETLERİ VE KUMPAS DAVALARI Bir deniz kuvvetinin tarihi süreç içindeki yaşam süresi, ait olduğu devletin yaşam fonksiyonunun bir yansımasıdır. O devletin askeri gücü içindeki yeri ve ona verilen değer ise, hem devletin ve hem de deniz kuvvetinin geleceğinin en belirleyici göstergesidir. Osmanlı ona değer vermediği için çöktü. Türk Deniz Kuvvetleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası ve alt yapısı üzerine Mustafa Kemal önderliğinde çok büyük yokluklar ve zorluklar ile var edilmiş genç bir kuvvettir. Kurulduğundaki en önemli özelliği geçmiş baskınlar, yenilgiler, toprak, can ve onur kayıplarından ders çıkarmasını bilmiş olmasıdır. DENİZ TARİHİNİ BİLMEK GEREKİR Cumhuriyet Donanması, gücünü bilimden alan Kemalist ideoloji ve milli mücadele ruhu ile donanmış vatansever Türk denizcisinin elinde gelişerek, çok değil 86 yıl içinde yani kumpas davaların başlatıldığı 2009 yılına kadar dünyada örneği az görülür bir başarı tablosu sergilemiştir. Bu tabloyu görerek ve hissederek anlamak ve şu an erişilen noktayı tarihi süreç içinde yorumlayabilmek için deniz tarihimizi ve özellikle son 200 yılın deniz tarihini iyi bilmek gerekir. 17’nci yüzyıl sonrası denizlerde çöküş ve gerileme öyle süratli olmuştur ki bunun faturasını atalarımız çok ağır ödemiştir. Geçmişin tekrarı olmamalıdır. Bunun için tarih bilinci gerekir. Deniz tarihi bilincinin oluşumu için başta deniz subayları olmak üzere tüm denizcilerimizin şu soruyu sormaları gerekir. “Nereden nereye geldik ve nereye gidiyoruz?” Nereye geldiğimiz şu an yaşanandır. Ancak nereden geldiğimizi öğrenmek ve geleceğe rota çizmek için tarih bilinci gerekir. Onun için de okumak ve araştırmak gerekir. TÜRK DENİZ TARİHİ BİR İBRETLER GEÇİDİDİR Deniz tarihi sürecimiz içinde o denli ilginç olaylar yaşanmıştır ki, sonuçları Osmanlı jeopolitiğini değiştirmiştir. On altıncı yüzyılda yelkene geç geçilmiş, bunun bedeli İnebahtı’da ödenmiştir. 600 yıllık devletin donanmasına kumanda eden 216 Kaptanı Derya ve Bahriye Nazırı içinde ancak 20-30 kadarının denizci olmasının bedeli sadece İnebahtı faciasında değil, Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarında da ağır ödenmiştir. Deniz gücü kurmanın olmazsa olmazı olan bilimden uzaklaşan ve 24 matbaa başta olmak Cem GÜRDENİZ - Amiral üzere endüstriyel medeniyet ürünlerini üretemeyen Osmanlı çökmeye mahkum olmuştur. Demire karşı kanla mücadele edilmiştir. Eğer denizlerde güçlü olunsaydı Osmanlı İmparatorluğu duraksamaya ve gerilemeye başlar mıydı? Balkan Harbi’nde Adriyatik ve Ege tamamen kaybedilir miydi? Eğer güçlü donanma olsaydı 1. Dünya Harbi’nde istila donanması Gelibolu’ya gelebilir miydi? EN UZUN BARIŞ Cumhuriyet dönemi, Türklerin tarihinin en uzun barış dönemidir. Bu barış dönemini mümkün kılan etkenler içinde Türk Deniz Kuvvetleri çok önemli yere sahiptir. Bu dönem içinde açık denizlerde Türkiye’nin hayati çıkarlarını koruyabilmiş, 1974’te cumhuriyet tarihinin ilk denizaşırı güç intikal harekâtına imza atarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a başarılı bir amfibi harekat yapmasının ana sorumluluğunu yerine getirmiştir. Kardak’ta durum üstünlüğü yaratarak 152 ada, adacık ve kayalık sorununu Yunanistan’ın en ciddi Ege sorunu haline getirmiştir. Yaşadığımız zor coğrafyanın politik konjonktürü içinde birçok krizde ganbot diplomasi aracı olarak kullanılan deniz kuvvetleri devletin gerektiğinde kadife, gerektiğinde demir yumruğu olmuş, kamuoyuna daima başarılar armağan etmiştir. Osmanlı’dan devralınan donanma alt yapısının, yok denecek kadar azlığı göz önüne alınırsa, yarım asır içinde Kıbrıs’ta jeopolitiği değiştirmek ve sonradan Akdeniz’in sayılı donanmaları arasına girmek; dünya denizlerinde sancak dolaştırmak; MİLGEM gibi modern platformlar üretebilmek kolay elde edilebilecek başarılar değildir. 1923 yılında üniformalarımızda kullandığımız düğmelerin bile yurt dışından ithal edildiğini düşünürsek, nereden nereye gelindiği biraz daha anlaşılabilir. İşte bu gelişim, tarihsel bilinç içinde değerlendirilmelidir. KUMPAS DAVALAR DÖNEMİ VE DENİZ TARİHİ BİLİNCİ Deniz harp tarihimiz, denizcilik ve deniz gücümüzün tarih sahnesindeki tüm hesaplaşmalarının bir yansımasıdır. Türklerin medeniyet yarışındaki mücadelesinin bir muhasebesidir. Zaferlerin aynı zamanda mağlubiyetlerin; ileri görüşün aynı zamanda çağın gerisinde kalışın; mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 25 reform ve akılcılığın aynı zamanda gerileme ve dogmanın örnekleriyle doludur. Bu örnekler çıkarılması gereken dersler olarak günümüze yansımakta ve bizlere rehberlik etmektedir. Üzerinden henüz çok az zaman geçmesine rağmen, kumpas davaları ders alınması ve asla tekrar ettirilmemesi gereken karanlık bir dönemdir. Bu dönemde karasal merkezli yüksek komutanlığın gölgesindeki Deniz Kuvvetleri liderliğinin çok ama çok büyük hataları olmuştur. Kimsenin şüphesi olmasın ki eğer bu süreç komuta yapısına değil de kuvvet yapısına yönelik bir saldırıyı içerseydi, bugün donamamızın yarısını kaybetmiştik. Liderlik, maalesef ne tarihsel ne de savaşma bilincine sahip olabilmiş, donanmanın tüm kadrolarını emperyalizme köle bir avuç tetikçi üzerinden sahte yargıya tes- lim edebilmişlerdir. Sorumlu davranmamışlar, kuvveti savunamamışlardır. Bunun temel nedenleri ideoloji ile tarihsel bilinç eksikliği ve cesaretsizliktir. Gelecek nesiller ve özellikle geleceğin amiralleri, bu yaşananları iyi okumalı ve ders çıkarmalıdır. Bulunduğumuz coğrafyada güven ve huzur içinde yaşamanın olmazsa olmazı donanmadır. Geleceğin liderleri karşılaşacakları değişik çap ve kapsamdaki zorluk ve baskılara rağmen her durumda donanmaya sahip çıkma ve emperyalizme direnme sorumluluğunu yok sayamazlar ve devredemezler. Bunun için tarih bilincine ve Mustafa Kemal ideolojisine sahip olmaları gerekir. Zira ancak o durumda hangi limana gideceklerini bilebilirler. Yoksa akıntılar donanmayı rüzgar altı sahiline sürükler ki, sonuç karaya oturmak ve yok olmaktır. UNUTMADIK... İSMAİL HAKKI TONGUÇ Her devrim kendi insanını yaratır. Elbette karşı devrim de… Tayyip Erdoğan bu nedenle, “dindar ve kindar bir nesil istiyoruz,” demişti. Atatürk ise; öğretmenlerin, cumhuriyet için,”fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür “ nesiller yetiştirmesini istemiştir. Bu cümlelere ilişkin birçok yorum yapılabilir. Örneğin şöyle diyelim: Tayyip Erdoğan’ın sözleri 21. yüzyılda söylenmiştir, ancak ortaçağa aittir. Atatürk’ün sözleri ise 20. yüzyılda söylenmiştir ve insanlığın çok ileri ve yüksek bir aşamasına işaret etmektedir. Atatürk’ün bir devrimci, Tayyip Erdoğan’ın da karşı devrimci olduğunu düşünürsek bu sözler fıtrata uygundur. Atatürk ayrıca, yeni nesillerin öğretmenlerin eseri olacağını da söylemiştir. Doğal olarak bu ve benzeri sözler, dönemin eğitimcilerinin gönlünü almak ya da görüş belirtmekten öte ilgililere talimat niteliğindeydi. İsmail Hakkı Tonguç, bu talimatı alan, anlayan ve gereğini yerine getirenlerdendir. Aydınlanma savaşımının bir sıra neferi olmak dışında hiçbir beklentisi olmayan, devrime ve insanımıza inanan, yalnızca vermek üzere yola çıkmış bir eğitimciydi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu, eğitim emekçilerinin örgütlenme mücadelesinde önemli bir yere sahiptir. Simgesi yanan ve erimekte olan bir mumdu. Yandıkça aydınlatan ve eriyen. Aydınlatmak için erimeyi göze alanların örgütü yani. Tonguç da, yukarıda belirttiğimiz gibi, hiçbir karşılık beklemedi ve yalnızca verdi. Yaşam öyküsünü tekrarlamaya gerek yok, çok yazıldı çizildi. Kendisini tanımaktan çok, anlamak önemlidir. Çalışalım… Devrim, elbette örgütlü bir mücadelenin eseridir. Zaten Mustafa Kemal'den Atatürk’e giden süreç, başka şeylerin yanında esas olarak örgütlü olmakta ısrar etmenin öyküsüdür. Ancak, devrim aynı zamanda, öne çıkan, örnek olan bireylerin eseridir. Toplumu örgütlü hale getirenler de onlardır. İsmail Hakkı Tonguç, inanmışlığı, özverisi, zekâsı ve birikimiyle toplumu örgütlü hale getirenlerden birisiydi. Bir liderdi. Kendisine inanacak ve peşinden gidecek insanlar yaratabilen bir önderdi. Cumhuriyetin, eğitimli insanların omuzları üstünde yoluna devam edebileceğini bildiği için, fikri kaynağı Atatürk olan köy enstitüleri davasına dört elle sarıldı. 1935 yılında başladığı İlköğretim Genel Müdürlüğü görevini, 1946’ya kadar sürdürdü. Sonra, köy enstitülerinin kuruluşuna karar vermiş olan İsmet İnönü tarafından (!) görevinden alındı. Talim Terbiye üyeliği, ardından sürgün yılları ve 1954 te emeklilik. Bu süre zarfında verdikleri arasında, oğlu Yalım da vardı. Kendisini adadığı görevi nedeniyle ailesine vakit ayıramıyordu. Tonguç’un yaşam öyküsü bir başarının öyküsüdür. Yenilmiş değildir. İnandığını yapmış, öyle yaşamış ve ülkemize sözcüğün tam anlamıyla hizmet etmiştir. Kendisini saygıyla anarken, devrim tarihimizin “unutulmayacakları” arasında olduğunu belirtelim ve köy enstitülerin öyküsünü çok özlü bir şekilde anlatan bir şiire kulak verelim. Çamlıbel'de bir gül açsa, Uykuları kaçar Bolu Beyi'nin. Çünkü kırmızıdır gül, Toprağın ve halkın uyanışına benzer. Bir değil, bin gül açıyordu Anadolu'da, Ekmeği ikiye bölsen, Aydınlık sesi duyuluyordu halkın. Köyleri tutmuştu aşkın ve terin hünerleri. Bir oldular da Bolu Beyleri Kapattılar Enstitüleri... Başaran DÜŞÜN DERGİ 25 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 26 19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI KUTLAMALARINA BAKIŞ Bayramlar dünyada tüm ülkelerin kendine has farklı zaman dilimlerinde önem verdiği ve halkın tüm imkanlarıyla katıldığı özel günlerdir. Bu durumu iki farklı şekilde incelemek lazımdır; dini bayramlar ve milli bayramlar. 19 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan tüm vatandaşlarımızın ve devletin kutladığı milli bir bayramdır. Bu tarihin niçin milli bayram olarak kutlandığı ve ne zaman başladığı konusunu aydınlatmaya çalışacağız. 19 Mayıs’ın Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya başlanmasının temelinde Selim Sırrı Tarcan’ın jimnastik şenlikleri önemli bir yer tutar. Bu şenlikler 10 Mayıs 1928 yılında başlamıştır Okullar bayramı idman bayramı, Jimnastik şenlikleri adları altında kutluyordu. Bu yapılan etkinlikler “milli bayram” yolunda atılan bir adımdır. 19 Mayıs 1919 yılında Atatürk ve silah arkadaşlarının Samsun’a çıktığı günün jimnastik şenlikleri ile bütünleşmesi ve bayram şeklini alması, bu günün Samsun Halkı tarafından “Gazi Günü” olarak kutlanması önemli bir yer tutar. 1926 yılından itibaren Samsun halkının resmi bir bayram gibi ciddiye alarak yaptıkları bu mahalli bayram kutlamaları, her yıl 19 Mayıs’ı düzenli olarak Gazi Günü olarak kutlaması; bu kutlamaları yapmak üzere protokol ve törenler düzenlemeleri, kutlamaların her geçen yıl daha anlamlı hale gelmesi önemli bir yer tutmaktadır. 19 Mayıs 1919 gününü Nutuk’tan Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kendi anlatımından okuyalım: ‘1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve görünüş; Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaş’ta (Birinci Dünya Savaşı) yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması (mütarekename) imzalanmış, Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus, yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaş’a sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan (Saltanat ve halifelik katında oturan) Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet; güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilâf devletleri, ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ile Konya'da 26 İtalyan birlikleri, Ömer BAYRAM - Araştırmacı Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilâf Devletleri’nin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor. Bu gelişmeler ışığında; gerekçeleri ile kurtuluşun Anadolu’dan başlaması kesinlik kazanmıştı. Bu noktada bir fırsat yaratılmalı, Anadolu’ya geçiş sağlanmalıydı. Vahdettin İstanbul’un işgali gibi bir durumla karşı karşıya kalma tehlikesi içindeydi, çünkü Doğu Karadeniz bölgesinde Rum çeteleri ve diğer etnik gruplar yöre insanına acılar çektirmekteydi. Bundan dolayı bu bölgede Rum çetelerine karşı bir direniş baş göstermişti, özellikle Topal Osman bu bölgenin direnişçilerin başında gelmekteydi. İngiliz Hükümeti’nin baskısıyla bu direnişlerin son bulması ve bu sorunların araştırılması için o bölgeye Askeri Müfettiş gönderilmeliydi. Durumu Osmanlı Hükümetine rapor halinde sunup bu bölgede yapılan direnişlerin önüne geçilecekti. Bu konuda Padişah Vahdettin ile Atatürk arasında geçen konuşmayı da nakletmek gerekir: “Paşa paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin bunların hepsi bu kitaba girmiştir. Bunları unutun ancak şimdi asıl yapacağınız hizmet hepsinden daha mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsiniz.’ Bu konuşma yeni bir devlet kurmak için atılan adımlardan ziyade Osmanlı Devleti’nin elinde kalan İstanbul’da egemenliğini yürütebilmek için söylenmiştir. Çünkü burasının da işgal edilme durumu ortaya çıkmıştır. Atatürk tüm hazırlıkları yaparak 16 Mayıs 1919 Cuma günü yola çıkmak üzere Galata rıhtımdan Bandırma gemisine bindiğinde gemide toplamda 76 kişi yer almaktaydı, bunların dağılımı şu şekildedir: 9. Ordu Müfettişi Mirliva(Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), 3. Kolordu Komutanı Erkan-ı Harp Mir Alayı (Kurmay Albay) Re'fet (Bele Paşa), Müfettişlik Kurmayı Başkanı Erkan-ı Harp Mir Alayı Manastırlı Kazım (Dirik Paşa), Müfettişlik Sağlık Daire Başkanı Tabip Miralay İbrahim Tali (Öngören), Kurmay Başkan Yardımcısı Erkan-ı Harp Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Mehmet Arif Bey (Ayıcı), Karargah Erkan-ı Harbi ve İstihbarat ve Siyasi Şube Müdürü Erkan-ı Harp Binbaşısı Hüsrev Gerede, Müfettişlik Topçu komutanı Topçu Binbaşı Kemal Bey (Doğan), Müfettişlik Sağlık mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 27 Daire Başkan Yardımcısı Tabip Binbaşı Refik Bey (Saydam), Müfettişlik Baş Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas Bey (Gürer), Dr. Yüzbaşı Behçet Efendi, Kurmay Mülhakı Mümtaz (Tunay), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (Ede), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev), Karargah Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (Süsoy), Mülhak Yüzbaşı Rauf, Yüzbaşı Hersekli Ahmet Efendi, Kurmay Başkanı Emniyet Subayı Üsteğmen Hayati, Kurmay Mülhakı 3. Kolordu Komutan Yaveri Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi), İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah (Kunt), Mülhak Teğmen Zebur, Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (Kılıç), Emir Subayı Teğmen Ruhsat, Adli Müşavir Ali Rıza Efendi, Tabur Hesap Memuru Rahmi Efendi, Tabur Hesap Memuru Ahmet Nuri Efendi, 1. Sınıf Katip Faik Efendi (Aybars), 4. Sınıf Katip Memduh Bey (Atasev), Zabit Vekili Tahir Efendi, Alay Katibi Yahya Efendi, Tabur Katibi Süleyman Fehmi Efendi, Hesap Memuru Şükrü Efendi, Kıdemli Çavuş Osman Nuri Oğlu Ali Faik, Kıdemsiz Çavuş İbrahim İzzet Oğlu Atıf, Çavuş Mustafa Oğlu Kemal, Çavuş Kemal Oğlu Mustafa, Onbaşı Tevfik Oğlu Adem, Onbaşı Ali Oğlu Refet, Onbaşı Abdullah Oğlu Ali ve Neferler Hüseyin Oğlu Mehmet, Ahmet Oğlu Emin, Mustafa Oğlu İsmail, İbrahim Oğlu Ömer, Kerem Oğlu Mehmet, Mehmet Oğlu Mehmet, Hasan Oğlu Ulvan, Mehmet Oğlu Durmuş, Mehmet Oğlu Ali, Şakir Oğlu Nuri, Hasan Oğlu Hüseyin, Abdullah Oğlu Musa, Abdullah Oğlu Mehmet, Mehmet Oğlu Hasan, Bekir Oğlu Mahmut, İhsan Oğlu Mehmet Lütfi, Ali Oğlu Musa olmak Üzere Toplam 55 kişi Atatürk ve kurmayı 22, er ve erbaşlar 25, müşavir ve katipler 8, gemi personeli 21 olmak üzere toplam 76 kişi bulunmaktaydı. Tüm bu heyet 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkış yapmış, bu gün Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak yerini almıştır. Bu günün başta bahsettiğimiz gibi Gazi günü olarak mahalli bir bayram günü olarak kutlanmaya başlanmasının önemine değinmiştik. 19 Mayıs 1919 gününün Ulusal Bayram olarak kutlanması teklifi ilk olarak Beşiktaş Jimnastik Kulübü tarafından Atatürk’e karşı duydukları sevgiyi dile getirmek ve göstermek için ‘Atatürk Spor Günü’ olarak kutlanması önerisidir. Bu teklifi Fenerbahçe ve Galatasaray kulüplerine açıklamış, Mayıs 1935 yılında bu konu dile getirilmiş. 24 Mayıs 1935 yılından itibaren de kutlanmaya başlamıştır. 1937 yılında ise 19 Mayıs’ın Jimnastik şenlikleri de kutlanmasına ilişkin talimatname ile 19 Mayıs günü tarihe girmiştir. Ancak henüz Milli Bayram olarak kutlanmamıştır, Atatürk’ün ölümünden 6 ay önce 19 Mayıs etkinliklerini izlediğinde bile bayram olarak kutlanma özelliği yoktur. Ancak adı konulmamış bir bayram resmiyet kazanmamış da olsa artık kutlanmaya başlanmıştır. Neticede 1 Haziran 1938 tarihinde 2739 sayılı kanunun 2. maddesine bir fıkra eklenmesi ile ilgili yasa bakanlar kurulunda onaylanmış sonrasında Meclise sevk edilmiştir 20 Haziran 1938 yılında 3466 sayılı kanunla 2739 sayılı kanun 2. fıkrasına şu şekilde madde eklenmiştir. Madde g) Gençlik ve Spor Bayramı’nın Mayıs’ın 19. günü olarak yer alması ve Milli Bayram olarak kutlanması Meclis tarafından onaylanmıştır. Bu sayede Anadolu’da Milli Bayram olarak kutlanmaya başlanmıştır. 17. 03. 1981 tarihinde 2429 sayılı kanun ile yapılan değişiklikle Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanan Milli Bayramımızın adı ‘Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak değiştirilmiştir. Aynı zamanda 1.10.1981 tarihinde 17475 sayılı resmi gazetede törenlerde uygulanacak yönetmelikle, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor bayramın nasıl kutlanacağı konusunda yönetmelikler çıkartılmıştır. Ancak bu durum mevcut iktidar tarafından politize edilmiş ve 2012 yılında yönetmelikler değişime uğramıştır. Şu an mevcut yönetmelik aşağıdaki şekildedir. Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı, 19 Mayıs günü, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’da karaya çıktığı saat olan 07.00’de başlayacak ve saat 24.00’te son bulacak. Gençlik ve Spor Bakanı, günün anlam ve önemini belirten mesajını medya aracılığıyla bildirecek ve bir il törenine katılacak. Atatürk anıt veya büstüne gençlik hizmetleri ve spor müdürlüğü, bulunmaması halinde mülki amirin görevlendireceği bir müdürlük tarafından çelenk konulacak. Çelenk konulduktan sonra İstiklal Marşı ile birlikte bayrak göndere çekilecek. Kutlama komitelerince hazırlanan programda yer alan diğer faaliyetler uygulanacak. Programda tören geçişi ve tebrikata yer verilmeyecek. Böylece Milli Bayramların nasıl kutlanacağı konusundaki yönetmelik günümüze kadar gelmiştir. Toplum tarafından kabul görmeyen bu değişiklikler Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının elinin güçlenmesine neden olmuştur. Toplum bu duruma tepki göstermiş olsa da devletin tüm kurumları içinde olduğu ve Meclis’in çıkaracağı değişikliğe ihtiyacı vardır. İçinde bulunduğumuz siyasi konjonktürü düşününce; çevremizdeki düşmanlarımızın ve içimizdeki hainlerin bu durumu kendi lehlerine çevirmesi gözden kaçmamaktadır. Tüm bireyler olarak bu durumu göz ardı etmeden birlik ve beraberliğimizi daha çok güçlendirmeliyiz. Bu sayede bu sorunların ve düşmanlıkların altından kalkabiliriz, diğer türlü parçalanarak yok olmaya giden yola prim vermiş oluruz. Bu hassasiyet ve bilinçle önümüze bakmalıyız, dayanışma ve birliktelikten taviz vermeden direncimizi kaybetmemeliyiz. 27 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 28 TÜRK-ERMENİ İLİŞKİSİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ -V “Sözde Soykırım” iddialarına yabancı belgelerle yanıt vermeye devam ediyorum. Fransız Av. Georges de Maleville’nin yazdığı ‘1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi’ adlı kitap, Türkiye’yi asılsız iddialarla suçlayanlar için hazırlanmış bir iddianamedir. Av. Georges de Maleville, ‘Ermeni soykırımı’ tezini belgelerle sadece çürütmekle kalmıyor, Fransa’nın diktiği kin anıtlarının boş bir düşüncenin ürünü olduğunu vurgulayarak tarihe bir not düşüyordu: “Dünya Savaşının ilanından itibaren, Kilikya ve Maraş yöresindeki Ermeniler ayaklanmıştır. Öylesine önemli bir ayaklanma olmuştur ki, 1915 Şubatında, Rusya’nın Londra Büyükelçisi, Antakya’ya çıkartma yaparak gelen 15 bin asiye erzak sağlamak amacıyla, İngiliz Hükümeti’nden yardım talebinde bulunacaktır. Olayın ciddiyetini belirtmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nun aynı dönemde, Çanakkale’yi savunmakta olduğunu belirtelim.”(1) ABD’li Prof. Bernard Lewis, ‘Ermeni soykırımının gerçek olmadığı’ konusundaki görüşünü açıklaması nedeniyle, Ermenilerin yoğun tepkisiyle karşılaşmıştır. 16 Kasım 1993 tarihinde, ‘Le Monde’ gazetesinde Lewis, Ermeni soykırımıyla ilgili olarak makalesinde şunları yazmaktadır: “Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel yok etmeyi öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur. Türklerin ‘tehcire’ başvurmalarının geçerli nedenleri vardır. Çünkü Ermeniler, Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya ile birlikte Türklere karşı çarpışıyorlardı.”(2) Tehcir sırasında bölgedeki aşiretlerin saldırılarına karşı Ermenilerin korunması, gıda, ilaç ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması için Türk hükümetinin ordusuna emir verdiğini anlatan ABD’li Prof. Dr. Stanford Shaw, göçle ilgili görüşlerini şöyle anlatıyordu: “Bölgede Ermeni nüfusu iddia edildiği kadar değildi. Tehcirden önce iki yüz elli bin Ermeni Rus Ordusu’na katılmış, yedi yüz bin Ermeni de Rusya Ermenistanına göç etmiştir. Savaş ve tehcir sırasında her iki taraftan da karşılıklı olarak on binlerle ifade edilecek kadar öldürmeler olmuştur. Ancak ölen Ermenilerin sayısı üç yüz bini geçmez. Tepki olarak Ermenilere karşı katliam da olmuştur. Ama hükümet emriyle gerçekleştirilmiş bir Ermeni katliamı kesinlikle söz konusu değildir.”(3) Prof. Dr. Justin Mc Carthy, Yeditepe Üniversitesi’nde ‘Ermeni Soykırımı İddialarında Gerçek Nedir?’ konulu konferansında şunları söylemiştir: “Bugün Ermenistan olarak bilinen yerin büyük çoğunluğu, Rusya’nın bu bölgeyi işgali öncesinde Türklere aitti. Ermeniler, (1) (2) (3) (4) 28 Güney Kafkasya’nın hiçbir yerinde çoğunluk olmamıştır. Türk-Rus savaşlarında, Ermeniler, Ruslara Ahmet GÜREL - ADD katılmış ve Türkiye’ye Bilim Danışma Kurulu Üyesi karşı düşmanla işbirliği yapmışlardır. Ruslar, geri çekilirken beraberinde Ermenileri de götürmüşlerdir. Sonradan bunları Türklerin topraklarına tekrar yerleştirmişlerdir. Ölümleri, öldürmeleri başlatan Ermenilerdir. Türkler Ermenilere saldırmadılar. Ermeniler Türklere saldırdılar. Türkler Ermenilerin saldırılarına cevap verdi. Kan dökülmesini Türkler başlatmadı.”(4) Taşnak lideri ve Ermenistan’ın 1918–1920 tarihleri arasında ilk Başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni, Ermeni gerçeğinin yanlışlarını o yıllarda görmüştür. ‘Büyük Ermenistan’ hayalinin gerçekçi olmadığını saptayan Kaçaznuni’nin tehcir konusundaki tespiti çok ilginçtir, okuyalım: “1915 yaz ve sonbahar döneminde, Türkiye Ermenileri zorunlu tehcire tabi tutuldu, kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi. Bütün bunlar, Ermeni sorununa ölümcül bir darbe vurdu. Tarihsel Ermenistan’ın, bize devreden gelenekleri ve Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın temelini oluşturması gereken bölgeler boşaltıldı; Ermeni illeri, Ermenisiz kaldı. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir konu bulunmamaktadır. Sonradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözümü açısından bu yöntem, en keskin ve en uygun bir yöntemdi.” ‘Türk Ermeni İlişkileri’ (Yabancı Belgeler Işığında, Dünü Bugünü) adlı kitabımda yer alan 524 yabancı belgeden sadece 10 adedini bu makaleme aldım. Biz 1906–1922 yılları arasında Ermeniler tarafından 518.105 Türk’ün katledildiğinin belgesini bile dünyaya duyuramazken, onlar haksız oldukları bu konuda her ülkeyi soykırım anıtlarıyla doldurmak başarısını göstermektedir. Tarihi gerçekleri saptıranlar, değerli hukukçu Emin Değer’in ‘Tarihe Not Düşürmek’ başlıklı yazısıyla cevaplayalım: “Soykırım yapmamış bir ulusun bireylerinin bilgisizliğinden, bilenlerin de ilgisizliğinden yararlanarak yerel karşılıklı öldürme olaylarını soykırım olarak yansıtan kimi aydınların yol açtığı suçluluk psikozuyla hareket etmeyen her sağduyulu insanın, savunma değil hesap sorma konumunda olması gereken günlerdeyiz.” Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1998, s. 72-73. Ali Eşref Uzundere, İnsanlık Suçu; Iğdır ve Çevresinde Ermenilerin Türk Kırımı, TC Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2002, s. 308. Köse, a.g.e., s. 134. Prof. Dr. Justin Mc Carthy ile yapılan ropörtaj, Hürriyet, 22 Mart 2001. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 29 DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ: İnsanların yaşadığı yerin diğer adı çevredir. Metin Erdoğan - Emekli Ateşe Dağlar, ovalar, çayırlar, ormanlar, göller, denizler, ırmaklar, doğal çevreyi oluşturur. Ne yazık ki insanoğlu kendi neden olduğu aşağıdaki olumsuz durumlardan dolayı, son yıllarda ciddi ölçüde çevre kirliliği sorunu yaşamaktadır. Çevre sorunlarının önemli nedenleri şöyle özetlenebilir: Plansız, hızlı ve aşırı nüfus artışı, nüfusun köylerden kentlere akması, hızla artan sanayileşme, çevre dostu olmayan fosil yakıtların (kömür, petrol) çok yoğun kullanımı, doğal kaynakların hor kullanımı, kentleşme, sanayileşme, yüksek yaşam kalitesine bağlı olarak tarım topraklarının ve orman alanlarının giderek daralması, hızla tüketim toplumu olmak ve sanayi atıkları.. Çevre sorunlarının hızla artması Birleşmiş Milletler’i harekete geçirmiştir. BM öncülüğünde 5 Haziran 1972’de Stokholm’da Türkiye’nin de katıldığı ilk uluslararası çevre konferansı düzenlenmiş ve bu tarih ‘Dünya Çevre Günü’ olarak kabul edilmiştir. O tarihten beri her yıl, içinde 5 Haziran bulunan hafta bütün Dünyada Çevre Haftası olarak kutlanmakta ve bu hafta içinde çevre sorunlarıyla çözümleri hakkında çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Amaç; dünya kamuoyunda farkındalık ve çevre koruma bilinci yaratmaya ve geliştirmeye çalışmaktır. Türkiye’de de daha sonra bu amaçla 1978 yılında Türkiye Çevre Sorunları Vakfı ve Çevre Müsteşarlığı kurulmuştur. Çevre sorunlarının azaltılması için yapılması gerekenler özetle: Öncelikle çevre sorunu oluşturan su, hava ve toprak kirlenmesi önlenmelidir. Ayrıca, çevre sağlığı için tüm ülkeler ortak hareket etmeli ve bu konu tüm insanların ortak hedefi olmalıdır. Doğa ve çevrenin korunarak kullanılması için etkili ve yaygın bir eğitim programı uygulanmalıdır. Çocuklara çevre ve doğa bilinci okullarda kazandırılmalıdır. ATATÜRK VE ÇEVRECİLİK: Atatürk sadece iyi bir asker, diplomat, devrimci ve reformcu değildi, aynı zamanda ileriyi gören çevreci bir devlet adamı idi ! Ne yazık ki, Mustafa Kemal Atatürk bize bu yönüyle hiç anlatılmadı. Dünyada yüzyılın devlet adamı seçilen Atatürk, çevre ve doğa sevgisi içerikli çok sayıda projeyi hayata geçirmiştir. Özellikle kendi parasıyla ülkenin çeşitli yörelerinde kurduğu çiftliklerde, sağlıklı tarım ürünleri yetiştirilmesine, hayvansal ürünlerin ülke şartlarına uyarlanmasına ve doğayı ilgilendiren her konuda bilimsel çalışmalar yapılmasına önayak olmuştur. Dünyamızda çevrecilik kavramı henüz 70’lı yıllarda konuşulmasına karşılık, Atatürk’ün 30’lu yıllardaki bu örnek çalışmaları (çevreyi, doğayı, hayvanları vs. koruyan yasalar ve uygulamalar) her türlü övgünün üstündedir. Keza, iyi incelendiğinde, BM Çevre Konferansları’nın 70'li yıllarda aldığı çevre konulu çok sayıda kararlarda Atatürk'ün kişisel düşüncelerini bulmak mümkündür! Kendisine ait çiftliklerde organik ("hilesiz") tarım ürünlerini teşvik etmesi ve iş makinalarında bioyakıt kullanılması oldukça dikkat çekicidir! Atatürk’ün en büyük yol gösterici eserlerinden biri de, bir ağaç dalı kesmemek için, Yalova'daki kendine ait Millet Köşk'ünü 1930 yılında yaklaşık 5 metre kaydırmış olmasıdır. Halkın, adına sonradan "Yürüyen Köşk" dediği bu bina dünyada yerinden kaydırılan ilk bina olup bu yapı bugün bir doğa, çevre ve teknoloji için sembol niteliği taşımaktadır! SONUÇ: Artık biliyoruz ki; dünyamızda çevrecilik ve doğa sevgisinden söz edince, ilk akla gelen devlet adamlarından biri de kuşkusuz M.K.Atatürk’tür. Atatürk'ün çevre ve doğa anlayışını anlatan geniş kapsamlı bir bilgi notu, ADD-Karşıyaka üyeleri (Gamze Sütekin, Oğuz Erbatu ve Metin Erdoğan) tarafından hazırlanarak, Atatürk’e dünya çevre ödülü verilmesi amacıyla, 09.12.2014 günü BM-UNEP'e ulaştırılmıştır. Buradan yakın bir gelecekte olumlu bir yanıt almamız ve Atatürk’ün bu önemli özelliğini de tüm dünya kamuoyuna duyurmamız en büyük dileğimizdir. NOT: (Ek bilgi için “ATATÜRK ve YÜRÜYEN KÖŞK” facebook sayfamıza bakabilirsiniz!) 29 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 30 ON DAKİKA ÇAY İÇME!.. Güne eksilerek başlıyoruz. Tarih adımızın önüne eksi koymuş doğuştan. Çağlar boyunca eksinin eşiğini aşamadık aşırtmadılar. Yorulduk saçlarımızdan, memelerimizden, kalçalarımızdan. Yorulduk kadın olmaktan. ‘’Bir duvarı itip duruyoruz Kımıldıyor kımıldıyor da Ne geri iki santim Ne de ileri bir metre’’ Hiç böyle hayal etmemişti GÜLBAHAR: Çeşitli ağaçların çiçeklerin yer aldığı, bahçe içerisindeki çivit boyalı, geniş avlulu evlerini, köyünü bırakıp kentin dik yokuşlu yolu çamurlu semtinde derme çatma yaptıkları gecekonduya gelmişlerdi. Köylerinde ne mutlu günleri olmuştu oysa evliliklerinin ilk altı yılında. Osman vargücüyle çalışacak, karısı Gülbahar da ona destek olmak için iğne oyalı yemeniler yapıp satacaktı pazarda.. Boğazlarından artıracakları birkaç kuruşu da bir kenara koyup yatırım yapacaklardı. Hayalleri vardı geleceğe yönelik çocuklarıyla ilgili. Onlar daha iyi eğitim alıp geleceklerine daha güvenli baksınlar diye. Gülbahar, kocasının aklını başka kadınlara kaydırabileceğini, içki ve kumara bağımlı olabileceğini düşünmemişti hiç. Osman belki de kaldıramamıştı kentin ağır yükünü. Kentte yaşam köydeki gibi değildi ki… İnsanlar sabahın erken saatlerinde evlerinden çıkıyor, karanlık olunca dönüyorlardı. Gülbahar kocasının huzursuzluğunu gidermek için adeta dört dönüyordu etrafında. İçkili olmadığı ender zamanlarda ‘’İş yerinde bir sorun mu var? Canını sıkan bir şey mi oldu? ‘’ diye sorularla ona yaklaşmaya çalışıyor sevgisini gösteriyordu. Kocası içkiliyse; hemen yatmasını sağlardı. Sessizliğine bürünürdü. Yoksa bir iki kelimeden sonra ses tonu yükselir, sövüp saymaya başlardı. Oda çınlardı onun sesiyle. Kızlar bu durumdan huzursuz olurdu. Son günlerde tanıyamaz olmuştu kocasını. Hatta onun eve geleceği saatlerde yürek çarpıntıları artıyordu. Korkuyordu. Osman, dışarıda gönlünü avuttuğu kadınlardan birini ‘’eve kuma olarak getireceğim ‘’ diye tutturmuştu. O gece yine ‘KUMA GETİRME’ konusunda tartışmaya başlamışlardı. Gülbaharın zeytin karası gözleri daha da büyümüş, sevgisine ortak istemeyen sesi çağalmıştı. “Hayır!.. Hayır!.. Bunu bize yapamazsın’’ diye bağırıyordu. Osman’ın hiç alışık olmadığı bir durumdu bu… Gülbahar’ın sesini susturmak için eline geçirdiği yastığı yüzüne bastırır öfkeyle.. Gürültüye uyanan evin küçük kızı İpek’in koşarak odaya girmesiyle Osman elindeki yastığı yere fırlatır. 30 Hışımla kendini sokağa atar. İpek o anda odaya girmemiş olsa belki de annesi nefessiz kalacak, yüzüne bastırılan yastık onu Zehra ÖZÇELİK - Eğitmen cansız bırakacaktı. Ama İpek henüz bunu anlayacak yaşta değildi. Ağlayan annesine bütün sıcaklığıyla sarılıp sadece ‘Ağlama anneciğim. Ağlama ne olur !..’’ diyebildi. Gülbahar, kocasının aklını çalanlarla uğraşma gücünü yitirmişti. Geçen günler içerisinde Osman’a ne dediyse doğruyu gösteremedi. Olmuyor olmuyordu… O zaman yolunu şaşırmış kıyıda köşedeki birikimlerini de yok etmişti, tüketmişti. Bu durumu kocasının ailesine açtı. Gülbahar kayınvalidesinden medet umdu. Aldığı cevap onu daha da yıkar. Yüreğini acıtır anne diye seslendiği kayınvalidesi; ‘’Bu işler erkeğin elinin kiridir. Erindir hem sever hem döver. Kumaya karşı çıkacağına soyumuzu sürdürecek bir erkek çocuk doğuraydın. Aklın olsa bu işe olur derdin. Kumaya olur ver ki, değerin artsın. Kocan evine bağlansın.’’ der. İlerleyen günlerde değişen olumlu bir şey olmaz. Osman içkiyi artırır. Eve arada sırada uğramaya başlar. Çocukları babalarının yokluğunda ‘’Babam eve niye gelmiyor? Babamızı isteriz.’’ diye soruyordu annelerine. Çocuklarını görmek için eve geldiği zamanlarda Osman onların ihtiyaçlarını tam olmasa da karşılar ama ne kadar sevgiyle yaklaşsa da karısı Gülbahar’la kavga etmeden ona şiddet uygulamadan ayrılmazdı evden. Gülbahar çaresizdir. Yanlarına sığınacak ona kucak açacak ana babası yoktu. Tek kurtuluş ağabeyinin yengesinin yanına sığınmaktı. Onlardan yardım ister. Durumunu onlara anlatır. Kocasının uyguladığı şiddeti kanıtlayan darp raporu alır. Ne var ki, burada da huzurlu olamaz. Yengesi çocukları istemez. Sürekli onlardan şikayetçi olur. ‘’Ver babalarına çocukları gitsinler.’’ der. Evin tüm işlerini yemeği bulaşığı çamaşırı üstlense de ağabeyinin yüzünü güldüremez. Gülbahar’a hayatta yer yoktu sanki sığamamıştı bir yere. Çocuklarından da ayrılamazdı. Osman 6-7 ay gibi kısa bir zaman sonra karısının değerini anlamaya çocuklarını özlemeye başlamıştı. Gülbahar’dan özürler dileyerek eve geri dönmesini istiyordu. Karısına uyguladığı şiddetin sonucu değil miydi, karısının çocuklarının sevgisinden mahrum kalması? İçki kumar kuma ısrarı degil miydi, kentin içinde kendini ve ailesini yok edişi?.. mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 31 Toparlanmalı ve toparlamalıydı ailesini. Hem geleceğe yönelik çocuklarıyla ilgili hayalleri vardı karısıyla kurduğu… Bunun için ayrılmamışlar mıydı her an özlemini duydukları köylerinden?.. Gülbahar, yengesinin olumsuz davranışlarına, kocasının ısrarlı geri dön çağrılarına daha fazla dayanamaz. Çaresiz kocasına, evine döner. Döner ama, kocasıyla yalnız kalmaktan korkar. Çocuklarının yanlarından ayrılıp kapı önüne bile çıkmalarını istemez. Girdiği odaları kilitlemeye başlar. Tedirgindir. Yaşadıkları böyle izler bırakmıştır üzerinde. Osman’ı da yanına yaklaştırmıyor, kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Kocası bundan hiç hoşlanmasa da, zaman zaman acabayla başlayan sorular zihninden geçirse de bundan kendini hemen uzaklaştırmaya çalışıyordu. O gün yine kendini odaya kilitlemişti. Çocuklarının ve Osman'ın ısrarları sonucunda kapıyı açar. Kocası onun tedavi olması için uğraşır. Sonunda bu konuda Gülbahar’ı ikna eder. Güneşli bir günde erken saatte yola çıkar doktora gitmek için Gülbahar. Yolda komşusuna rastlar. O da ilk eşinden çok çekmişti. Ondan ayrılmış, ikinci evliliğini ise yeni yapmıştı. Şimdi çok mutlu yaşamları olduğunu anlatmıştı bir çırpıda. Kocasıyla işe gitmeden önce önünden geçtikleri parkta buluşacaktı Reyhan. Reyhan’ın kocası vardiyalı çalışıyordu. Gece vardiyasından çıkmıştı. Akşama kadar Reyhan da işte olacağından sabahları çaylarını burada içiyorlardı. Komşusu Gülbahar’a ısrar ederek ondan kendilerine eşlik etmesini ister. Hem ikinci kocasını nasıl bulacaktı Gülbahar? Bunu öğrenmek istiyordu. Ne olsa eski komşuydular. Birbirlerinin sorunlarını çok dinlemişlerdi geçmişte. Israrlara dayanamayan Gülbahar, on dakika bir çay içmeye “peki” der!.. Yol kenarında oturan kocasını gören Reyhan hemen ona doğru yürür. Gülbaharı kocasıyla tanıştırır. Çaylar söylenir. Çaylar gecikince tez canlı olan Reyhan, “Ben bir bakayım!” deyip çay ocağına dalar. Çayın henüz demlenmediğini çıktığı kapıdan anlatmaya el kol işaretleriyle başlar Reyhan. Bu hareketleri yanlış yorumlayan Gülbahar komşusunun kendini çağırdığını zannederek yerinden kalkar. Her şey bir anda olur. “Şimdi anlaşıldı, beni neden yanına yaklaştırmıyorsun! Bunu bana nasıl yaparsın?” diyen Osman'ın sesi patlayan silah sesiyle yankılanır. Yerinden hızla kalkan Reyhan’ın kocası kanlar içinde yere yığılmak üzere olan Gülbahar’ı tutmaya çalışır. Onun bu hareketi silah seslerini artırır. Bağrışlar, çığlıklar arasında Reyhan, kocası ve on dakika bir çay içmeye razı edilen Gülbahar’ın üzerine yığılır. Bir kadın daha kurban gitmişti, kocasının öfkesine, şiddetine ….Kadının (Gülbahar’ın) yaşadıkları ve sonu bir Türkiye gerçeği miydi yoksa?.. Anlayamadım. KADINLARIMIZ ……………………… Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru. Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar, ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak, ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar, bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız …………………………………… Nazım HİKMET KUVÂYİ MİLLİYE YEDİNCİ BAP 922 AĞUSTOS AYI 31 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 32 DAĞINIKLIK SORUNU - II Dağınıklık Fazladan Temizliğe Neden Olur Dağınık bir alanı temizlemek iki kat daha fazla zaman alır. Ne kadar dağınıksanız o kadar çok toz ve kir birikir, enerji o kadar durağanlaşır, temizlik yapmak isteği de azalır. Yaşadığımız evin odalarını tek tek dolaşıp dağınıklık yaratan gereksiz ve kullanılmayan giyecek ve eşyaları gözlemleyip bunların evimizdeki fazlalık ve dağınıklıktaki payını ve işgal ettikleri alanı yüzdeye vurduğunuzda ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı olacaktır. Uzmanlar ortalama büyüklükteki bir evin odalara göre dağılımını şu şekilde yapmaktadırlar: • Koridorlar yüzde 5 • Oturma odası yüzde 10 - 15 • Mutfak yüzde 30 - 40 • Yatak odası yüzde 40 • Banyo yüzde 15 - 20 • Kiler, depo, tavan arası, bodrum, kömürlük vs. yüzde 100 -200 Toplam: 220 - 250 Oda başına düşen ortalama dağınıklık yüzde 35 - 45 arasıdır. Evinize ödediğiniz kira, elektrik, ısınma vs. masrafların neredeyse yarıya yakını boşuna hammallığı yapılan şeylere ödenmektedir. Bu alanları pozitif yönde sağlıklı işlerde kullanmak varken olumsuz enerjilerin çoğalmasında kullanmaktayız. İnsan Neden Dağınık Yaşar? Dağınıklığın altında görünenden çok daha derin nedenler yatmaktadır. “Çok meşgulüm, vaktim yok, benim için önemli değil, herkes kendi eşyasını toplasa ortalık dağılmaz” vs. gibi açıklamalar birer bahaneden öteye gitmez. “Lazım Olur” Diye Saklamak İnsanların başlıca biriktirme nedenleri budur. “Nasıl atayım ki” diye yakınırlar, “günü gelir lazım olur”. Bu noktada gerçekten ihtiyacımız olan şeylerle, olmayan şeyleri tüm bağımlılıklarımızı bir kenara atarak ayırdetmek gerekir. Lazım olur diye eşya saklamak geleceğe güvensizlik işaretidir. Unutmayalım ki düşüncelerimizle kendi geleceğimizi biz yaratırız. Uzmanların konu ile ilgili rastladıkları gerçek vakalardan birkaç örnek: • Balık sevmeyen bir adamın tavan arasında on beş yıl boyunca saklanmış beş akvaryum. • Yirmi yıl boyunca bahçede biriktirilmiş boş şişeler, yağ kapları, kavanozlar, yumurta kutuları. • Geçmiş yıllara ait onlarca telefon rehberi. 32 Evimizi bu gözle araştıracak olursak bu listeye ilave edeceğimiz pek çok şey olacaktır. Kimlik Gündüz ÖĞÜT - Müzisyen, Yazar Sahip olduklarımıza sıkı sıkı tutunmamızın başka bir nedeni de kimliğimizin onlara bağlı olduğunu hissetmemizdir. Eşkoşmalar da diyebileceğimiz eşyayla olan aşırı bağlar insanın kendi hakkındaki yüzeysel fikrini ve imajını koruma çabalarından biridir. Bazı şeylerle öylesine özdeşleşmişizdir ki, onu attığımızda kendimizden bir parçayı koparırcasına bir hal yaşarız. Çevremizdeki dağınıklığın görünmeyen nedeni, içinde bulunduğumuz duygusal ve zihinsel dağınıklıktır. Daha Çoğun Daha İyi Olduğu İnancı Bugün hepimizin evlerinde eksiksiz mutfak setlerimiz var. (Gazetelerin verdiği 24 ciltlik ansiklopedileri hala çöplerde görmek mümkün) Küçük şeyleri doğramak için küçük bıçaklar, büyük şeyleri doğramak için büyük bıçaklar, sivri uçlu, küt uçlu, hafif, ağır, et bıçağı, balık bıçağı, sebze bıçağı, meyve bıçağı vs. Bu setlere sahip olmamıza rağmen ev hanımlarının çoğu tüm bu işleri bir bıçakla hallederler. Beynimiz tam tekmil bir bıçak setine ihtiyacımız olduğuna tüketimi kışkırtan sistem ve reklamlar tarafından yıkanmıştır. Daha çoğun daha iyi olduğu düşüncesi, mallarını satmak isteyen üreticilerin kafamıza nakşettiği bir yalandır. Evinizdeki Dağınıklık Alanları: Ana Giriş Kapısı Evinizin kapısının dış tarafı dünyaya bakışınızı, iç tarafı da kendi yaşamınıza bakışınızı temsil eder. Tıpkı insanlar gibi enerji de bu kapıdan içeri girer çıkar. Giriş kısmındaki darlık ve dağınıklık evinize taze enerjilerin giriş çıkışını engeller. Burası temiz ve düzenli durması gereken en önemli alandır. Askıda duran ve kullanılmayan paltolar vs., yerlerde duran ayakkabı, çizmeler vs., gereksiz kuru veya plastik çiçekler, şemsiyeler, bozuk paralar, fişler, telefon, elektirik faturaları, broşürler, eski gazete dergiler vs. Kapıların Arkası Kanca ya da kapı tokmaklarına asılı şeyler (giysiler, gecelikler, havlular, çantalar) olduğu kadar bütünüyle açılmasını engelleyecek mobilya, eşya, sepet mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 33 vs. şeyleri de kapsar. Kapılarınız ardına kadar açılmazsa evinizde enerji serbestçe dolaşamaz, giriştiğiniz her iş için daha fazla çaba harcamanız gerekir. Koridor ve Holler Buralardaki dağınıklık yaşam taşıyıcı enerjinin evin içinde akışına engel olmaktadır. Mutfak Mutfak dolaplarınızın içinde neler gizleniyor? Ya bitmeden alınan yiyecekler... Bütün dolaplarınızda esaslı bir ayıklama ve temizliğe girişin. Derin dondurucunuzla buzdolabınızı da unutmayın. Yatak Odaları Yatak odaları genellikle evde yer bulamadığımız şeyleri koyduğumuz bir odadır. Yatak odalarındaki dağınıklık çocuklar ve yetişkinler için de olmaması gereken bir şeydir. Yatak odası evdeki en önemli odadır. Çünkü nerede ve nasıl uyuduğunuz yaşamınızı büyük ölçüde etkiler. Yaşamınızın üçte birini yatak odasında geçirirsiniz. Bu nedenle yatak odasının düzenli ve sade olması çok önemlidir. Yatak altlarına itilen ıvır zıvırlar uyku kalitesine bile önemli etkide bulunmaktadır. Örneğin tuvalet masalarının üstleri de kullanılmayan pek çok boş parfüm vs. şişeleri, modası geçmiş ve arızalı takılarla dolu olabilir. Enerjinin yumuşak ve uyumlu dolaşımı için yatak odalarındaki yüzeylerin olabildiğince temiz ve boş tutulması önerilmektedir. Dolap Tepeleri Dolap tepelerine saklanan ve tıkılan şeyler... Evinizde göz hizasından yukarılara yığılmış dağınıklık genellikle bunaltıcı bir etki yaratır, hatta baş ağrısı bile yapabilir. Dolap İçleri Çoğu insan sahip olduğu giysilerinin yüzde 20’sini giyer. Bundan kuşkusu olanlar bir ay boyunca bir test yapabilirler. Bu oran sadece giysiler değil, sahip olduğunuz çoğu şey ve yaşamdaki çoğu etkinliğe de uyarlanabilir. Çoğumuzun evlerinde yıllar öncesinin gelinlik, damatlık giysileri, rengini veya modelini hiçbir zaman sevmediğimiz, kötü olaylar ve ilişkilerle özdeş hale geldiği için kullanmayıp dolap hapsine mahkum ettiğimiz kıyafetlerle doludur. Bunlardan kurtulmak, ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak insanı rahatlatır ve özgürleştirir. Zihinsel Dağınıklığı Gidermek Tasalanmaya Son Verin Endişe sallanan ata benzetilir. Ne kadar hızlı hareket ederse etsin hiçbir yere gitmez. Endişe bütünüyle bir zaman israfıdır. Zihinde öylesine bir dağınıklık yaratır ki, hiçbir şeyi açıklıkla düşünemez olursunuz. Endişelenmeyi bırakmayı öğrenmenin yolu, her şeyden önce dikkatinizi odakladığınız şeye güç kazandırdığınızı kavramaktan geçer. Bu nedenle bir konuda ne kadar endişe düşünceleri üretirsek, o şeyin ters gitme olasılığını da yükseltmiş oluruz. “Korktuğum başıma geldi” “Sakınılan göze çöp batar” gibi sözler de bu mesajı insanlara vermek için söylenmiştir. Endişe öyle derinlere işleyen bir alışkanlıktır ki, bundan kurtulmak için kendimizi bilinçli olarak eğitmemiz gerekir. Kendimizi endişe halinde fark ettiğimiz an, durup düşünüp düşünceleri kontrol edip yönünü değiştirme egzersizleri yapmak gerekir. Bu konuda yakınlarımızdan yardım da isteyebiliriz. Endişe ve tasa yaratan şeylerin listeleri çıkartılıp bunlar tek tek çözümlenebilir. Eleştirmeye ve Yargılamaya Son Verin Eleştiri ve yargılama insanda en büyük enerji kayıplarına neden olur. Biraz incelenirse, özellikle başkalarına yönelik eleştirileri ve yargılamalarımızın altında merkez noktamızın kendi zevk ve alışkanlıklarımız, düşünce kalıplarımız olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca kendimizde olup da hoşumuza gitmeyen yönlerimizi değiştirmek yerine bu memnuniyetsizliğimizi başkalarını eleştirerek hafifletmeye çalışırız. Aslına bakacak olursak hiç kimseyi eleştirip yargılayacak durumda değiliz. Çünkü insanların gerçek ihtiyaç ve kapasitelerini bilmediğimiz için yapacağımız değerlendirmeler son derece isabetsiz olacaktır. Dedikoduya Son Vermek Başkalarının yüzlerine söyleyemediğimiz düşünce ve yargılarımızı, onların olmadığı ortamlarda dile getirmek, bundan da bir zevk duymak da zihnimizde fazlasıyla dağınıklık ve enerji kaybı yaratır. Başkalarının yüzüne söyleyemeyeceğimiz hiçbir şeyi onların arkasından da söylememeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Ağlayıp Sızlanmaya, İsyan Etmeye Bir Son Vermeliyiz Ağlayıp sızlamak, her şeyi ve herkesi suçlamak, problemlerin kaynağını ve sorumlusunu daima dışımızda aramak da düşüncelerimizide büyük dağınıklık yaratır. Zihinsel Gevezeliğe Son Vermek Psikologlar ortalama insanın aklından günde altmış bin düşünce geçtiğini tahmin ediyor. Ne yazık ki bu düşüncelerin % 95’i önceki günkü düşüncelerin aynısıdır. Bir önceki günküler ise daha önceki günkü 33 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 34 düşüncelerle aynıdır ve bu şekilde katlanarak sürüp gitmektedir. Kısacası zihinsel faaliyetimizin büyük çoğunluğu verimsiz, tekrara ve alışkanlıklara dayalı, insanı hiçbir yere götürmeyen zihinsel gevezeliklerden ibarettir. En son ne zaman farklı ve özgün bir düşünce ürettik? Bizlere bunlar öğretilmiyor! Genellikle hepimiz belli düşünce kalıplarıyla yaşayıp, zihinlerimizi gündelik yaşamın yüzeysel akımlarıyla doldurmaktayız. Eğer ki gün içerisinde kendimizi tüm düşünce akımlarından uzak tutup çok değil beş on dakika ayırabilirsek, içsel gevezeliği dindirerek, bilincimizi daha yüksek bir bilgeliğe açık hale getirip, yaşamımızda yol gösterici etkileri ayıklayıp seçebiliriz. Yaratıcılığımızı artırabiliriz. Bu Gününün İşini Yarına Bırakmamak “Bu günün işini yarına bırakma” sözünü yaşamımızda hayata geçirmeliyiz. Örneğin size bir telefon numarası verecek arkadaşınızla konuşuyorsunuz. Numara yanındadır ama ertesi gün arayıp vermeyi önerir veya siz onu daha sonra arayıp öğreneceğinizi söyleyebilirsiniz. O an bitmesi gereken bir iş ertesi güne uzamıştır ve başka aksaklıkları da beraberinde getirecektir. Ertesi gün o numarayı aramanız gerektiğinde arkadaşınızı bulamayabilirsiniz ve o numara ile ilgili iş ertesi günlerde unutulur. Zincirleme olarak pek çok problem yaşanabilir. Ertelenen işin akılda tutulması büyük bir enerji kaybıdır. Telefon numarasını hemen orada alın, yaşamınızda yapılacak işler listesi bir madde eksilmiş olsun. Yerine getirilmemiş sözler de büyük bir enerji kaybına ve zihinsel dağınıklığa neden olur. Bir arkadaşımızla hafta sonu için bir program yaparız, fakat günler geçtiğinde o gün bizim için öncelik sırası daha yüksek olan bir durumla karşılaşabiliriz. En doğrusu meseleyi fazla uzatmadan arkadaşımızı aramaktır. Bir bahane bulmak, yalan söylemek ya da isteksizce buluşmak buluşma gününün öncesi ve sonrası ciddi enerji ve zaman kayıplarına neden olacaktır. Ruhsal Dağınıklığı Giderme Fiziksel, duygusal ve zihinsel dağınıklığın varlığın gelişimine en olumsuz etkisi üzerinde durarak konuyu toparlamaya çalışalım. Dağınıklığın yaşamımızdaki farklı görünümlerinin sonucunda varlığımız, yaşam amacının farkındalığını yitirir. Temel yaşam amacımızı yeniden yüzeye çıkıp anlaşılabilmesi için dağınıklıklarımızı temizlemeliyiz. 34 Hemen hemen tüm ruhsal ve felsefi bilgiler, içinde yaşadığımız çağın gezegenimiz tarihinde insan gelişimi bakımından en önemli zaman olduğu konusunda ortak bir noktada birleşmektedir. Dünyanın büyük bilgi kaynakları eskiden pek az insanın elindeydi. Çağımızda ise bu tam tersi durumdadır. İnsan istediği bilgilere küçük bir çaba ile ulaşabilir. Bugün bulunduğumuz noktaya gelene dek her bir insanın sayısız yolları teptiğini ve verdiği büyük mücadeleleri düşündüğümüzde, içinde bulunduğumuz durumun değerini anlayabiliriz. İçsel varlığımızın sesini duyabilecek hale geldiğimizde bütün gereksinimlerimiz karşılanır. Kendimizde, çevremizde ve yaşamımızda daha uyumlu, esnek, huzurlu ve başarılı olmak istiyorsak, basamak basamak dağınıklıklarımızı düzene sokmalıyız. Bunun aslında hareket noktası zihin olmalıdır. Bu nedenle daha fiziksel ve elle tutulur çözümler çağımız insanları tarafından daha fazla ilgi bulabiliyor. Odamızın dağınıklığı zihnimizin dağınıklığının bir yansımasıdır. Fakat yapay bir şekilde sadece odamızı toplayarak veya bir yardımcı tutup temizleterek zihnimizdeki çöplerden, köhne inanç ve alışkanlıklardan kurtulabilir miyiz? Hayır. İçinde bulunduğumuz ikilemlerden, yargılamalardan, şikayetlerden, hoşnutsuzluklardan, güvensizliklerden ve endişelerden kurtulabilir miyiz? Hayır. Eğer bu kadar kolay olsaydı, şeklen uygulanan pek çok öğreti dünyayı pozitif bir küreye çevirmeye yeterli olurdu. Şekil değil öz önemlidir. Elbette başlangıç için fizik boyuttan başlayabiliriz, fakat bunu o seviye ile sınırlı tutmamak gerekir. Fizikten başlayıp mental seviyeye doğru hareket edebiliriz. Günlük yaşam dediğimiz, insana sıradan ve anlamsız gibi gelen yaşamlarımızın içinde fark edilip öğrenilmeyi bekleyen sayısız dersler ve deneyimler saklıdır. Yaşamın bu yönlerini görebilmenin yolu ise bakış açımızı değiştirmekten geçmektedir. Aynı şekilde bakıldığında her şey aynı görünür. Bakış açısı değiştiğinde yaşamın muhteşem akışı ve değişkenliği fark edilebilir. Biraz etrafımızı ve kafamızı toparlamaya ne dersiniz? mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 35 DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE BAKIŞ Din istismarı ile ekonomi arasında belki ilk bakışta ilişki kurulamaEnis Musluoğlu - Ekonomist yabilir. Türkiye’nin geri kalmışlığının nedenleri araştırıldığında din istismarının engelleyici etkisi görülür. Türkiye’de her ileri atılım, gelişme din istismarı ile önlenmeye çalışılmıştır. Din istismarı yalnız günümüzün politik, ekonomik sorunu değil; Türkiye’nin Osmanlı döneminden arta kalan tarihsel sorunudur. Din istismarından kişisel, ekonomik, politik çıkar bekleyenler, çeşitli isimler altında örgütlenerek baskı aracı olarak din istismarından yararlanmışlar, halen de yararlanmaktadırlar. Dikkat edilirse Cumhuriyet karşıtlarının en önemli, etkili aracı din istismarıdır. Halka, ülkeye, topluma katkı yapamayan, yarar sağlayamayanların son çare olarak buna sarılmalarını da doğal karşılamak gerekir. Din istismarı bir yerde çaresizliğin, aczin de itirafıdır. Din istismarının arkasında emperyal güçlerin desteği vardır. Bu güçler Türkiye’yi denetim altında tutmak, gelişmesini önlemek için din istismarının bir araç olduğunu görerek din istismarına yatkın siyasal oluşumları, tarikatları, cemaatleri, sivil toplum örgütlerini ya doğrudan ya da Ortadoğu’daki maşaları aracılığı ile dolaylı olarak desteklemektedirler. Ortadoğu coğrafyasından seçim öncesinde ABD dolarını düşük tutabilme kaygısıyla Türkiye’ye kayıt dışı sokulan sekiz milyar ABD doları da AKP’yi kurtaramayacaktır. İllegal yapıların dolarlarını Türkiye’ye getirerek TL’ye çevirmeleri mali bir suç olmakla beraber, seçim sonrası bu paralar tekrar dolara çevrilip yurt dışına çıkarıldığında ABD dolarının ulaştığı yer Türkiye ekonomisi için çok vahim olacaktır. Seçimlere giderken AKP iktidarda olmanın tüm olanaklarını, yasal sınırları tanımaksızın kullanabiliyor. Halen ortalıkta dolaşan kamuoyu yoklamaları, seçimlerden sonra şöyle ya da böyle yeni hükümeti AKP’nin kuracağını söylüyor. Ne var ki seçim meydanlarında AKP liderleri, bu kamuoyu yoklamalarının sonuçlarından haberi olmayan bir yabancıya “bunlar ne kadar da korkuyorlar galiba gidiciler” dedirtecek konuşmalar yapıyorlar. Mısır’da askeri rejimden bozma yönetim eskiye dönerken hızını alamayıp seçilmiş Başkan, Müslüman Kardeşler’in lideri Mursi’yi idama mahkum etti. Başbakan Davutoğlu da bu karara karşı çıkarken hızını alamayıp Türkiye’de devlet başkanlarının ve başbakanların bundan böyle mah- keme önüne çıkarılamayacaklarını açıkladı. Böylece bu ülkede seçilenlerin, yasalardan muaf ve dokunulmaz oldukları bir rejime geçilmiş olduğunu öğrenmiş olduk. Bu sırada, Cumhur-başkanı da bilinçaltından yüzeye çıkan bir şeylerin etkisiyle, Mursi ile kendisini özdeşleştiriyor, bir gün kendisinin de idama mahkum edilebileceğinden söz ediyor. Ya bu iki siyasetçi bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyorlar ya da bir başka nedenden büyük bir korku içindeler. Birinci olasılığı ciddiye alamıyorum. Ortada öyle bilinmeyecek bir şey yok. Kamuoyu yoklamaları AKP açısından en kötü olasılığın, HDP’nin meclise girmesi olduğunu, bu koşullarda AKP’nin tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşamayabileceğini söylüyor. Hiçbir uzman analist, AKP’nin muhalefete düşmesini beklemiyor. Bence korkularının nedeni başka. AKP 13 yıldır politikalarını momentumun korunacağı, Siyasal İslam’ın toplumun üzerindeki denetiminin sürekli artacağı, genişleyeceği, sonunda öteki siyasi-kültürel dünyaların susturulacağı varsayımına, hatta inancına göre inşa ediyordu. AKP’nin böyle bir umuda kapılmasında başlangıçta; onun yükselişini açıklayan, merkez-çevre, askeri vesayetsivil demokrasi, katı laiklik-ılımlı Müslümanlık, inançları yüzünden ezilen çoğunluk-ezen katı laik seçkinler, demokrat seçilmişler-otoriter atanmışlar ikilemleri üzerine kurulu söylem, bu söylemin ürettiği pratik büyük bir rol oynadı. Neticede, bir taraftan AKP birilerini aldatırken, öbür taraftan AKP projesini kurgulayanlar da Siyasal İslam’ın seçkinlerini bu ideolojik ikilemlerle fena halde yanılttı. Birincisi “ülke demokratikleşiyor” rüyasını görürken, öbürü “o ki seçildik, bundan böyle bu toplum bizim her istediğimizi yapar” fantezisini geliştirdi. Bu fantezi, dini bir dünya anlayışıyla birleşince adeta bir inanca dönüştü. Bu inanç, ihtirasın da katkısıyla kaygıyı rüzgara savuran bir siyaset pratiği yarattı. Ancak AKP’nin ve Siyasal İslam’ın geliştirdiği inanç, pratik, kapitalist gerçeklik tarafından sınandıkça sınıfta kaldı. Destekleyen topluma anlatılan söylem giderek istikrarını kaybetti. AKP ve Siyasal İslam’ın seçkinlerinin “bu toplum bundan böyle bizim” inancı sarsılmaya başladı. “Ya tarih bir başka yöne dönüyorsa?” “Ya kader yeni bir sayfa açıyorsa?” “Ya yaptıklarımız yanımıza kalmayacaksa?” Şimdi bu sorular hızla gündeme geliyor. Bunlar varoluşa ilişkin ağır sorular. Korkunun kaynağı da işte bu. Hepimiz biliyoruz ki korkunun ecele faydası yok. Aydınlık bir VATAN dileklerimle. 35 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 36 SIDIKA AVAR ÖĞRETMEN VE ONUN “DAĞ ÇİÇEKLERİ” sokmalıyız” diyordu.(1) 1922 yılında Çapa Kız Öğretmen Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci, Okulu’nu bitiren Sıdıka Sosyolog Avar öğretmenliğinde ve okul yöneticiliğinde çocuklara karşı gösterdiği aşırı duyarlılık ve şefkat ile tanındı. Bunun nedenlerini belki de 12 yaşında babasını, daha sonra annesini kaybetmesi sonucu iki kız kardeşiyle birlikte teyzelerinin yanında kalmaya başlamasında, kendi çocukluğunda doyamadığı aile şefkati yoksunluğunda aramak gerekir. 1937 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne girdi. Buradan mezun olunca kısa bir süre Bolu Kız Enstitüsü’nde görev yaptıktan sonra 1939’da Elazığ Kız Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. Kısa bir süre sonra müdür yardımcılığı görevine getirildi. Daha sonra 1942’de yeni kurulan Tokat Kız Enstitüsü müdürlüğüne atandı. 16 Haziran 1943’de Elazığ Kız Enstitüsü’ne müdür olarak döndü. Gerek enstitüde uyguladığı eğitim yöntemleri, yönetim anlayışı ve çalışmaları, gerek okulun öğrenci aldığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ün ilçe, bucak, köy ve “köm”lerine öğrenci toplamak ve tatillerde onları evlerine dağıtmak için hayvan sırtlarında, kamyonlarla, yaya olarak yaptığı geziler geniş bir ilgi topladı ve birçok yerli, yabancı ziyaretlere, röportajlara konu oldu. Sıdıka Avar, Eylül 1950’de davetli olarak ABD’ye gitti ve incelemelerde bulundu. Onun bir aydın, bir “eğitim akıncısı” olarak parladığı 1940-60 yıllarının aydınları arasında adını duymayan yoktur. Hele yaya olarak, at sırtında ya da kamyonlarla dolaşıp öğrenci topladığı, öğrenci dağıttığı, biçki-dikiş kursu açtığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ün kasaba ve köylerinde Avar adını duymayan, onu tanımayan insana rastlamak olası değildir. Şimdi Sıdıka Avar’ı bir de kızı Bahu Görk’ün kitabın önsözünde annesi hakkında yazAvar’ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez dığı yazıdan tanımaya çalışalım: kayalarda ‘dağ çiçekleri’ arıyor… (Sıdıka Avar, at sırtında öğrencilerini taşı“…Avar’ı görüyorum; masasının başında yor) yokları var edecek yollar arıyor… 16 Haziran öğretmen Sıdıka Avar’ı yitirişimizin yıldönümü. Sıdıka öğretmeni 16 Haziran 1979’da yani tam otuz altı yıl önce uğurladık. Işıklarda yattığından eminim. Çünkü o çevresine yaydığı aydınlanma ışığıyla bu konumu henüz yaşarken hak etmiş olan ender insanlardan biriydi!.. Peki kimdir Sıdıka Avar öğretmen? Onu “ölümsüz” kılan hangi işleri başarmıştır? Bunu anlamak için; Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren bir takım isyanların yaşandığı Elazığ, Bitlis, Tunceli gibi yerleşim bölgelerine Atamızın bakış açısını gözden geçirmek gerek. Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan nedenlerinden biri olarak gördüğünü ifade etmişti. Bu nedenle Türkçenin bu köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerindeki ilk kız sultanisinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. “Buraya da Türkçe’yi “ana” ile (1) Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim/Anılar, Öğretmen Dünyası Yayınları, Ankara, 2004, s.33. 36 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 37 Avar’ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda ‘dağ çiçekleri’ arıyor… Avar’ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor… Avar’ı görüyorum; okuluna getirebildiği ‘dağ çiçekleri’nin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor… Avar’ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhanede, yatakhanede, tuvalette ‘çiçekleri’ne yaşam yolları öğretiyor… Avar’ı görüyorum; yoksul sınıfında ‘çiçekleri’nin kulaklarına, kalp- Avar’ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor… (Sıdıka Avar öğretmen köylü kadınlarla birlikte) lerine Türk dilinin müziğini işliyor… Avar’ı görüyorum; bir bayram Avar’ın bir eğitimci görüşü ile çok öncelerden ve akşamında, okulun loş koridorlarında, ‘çiçekleri’ ısrarla işaret etmiş olduğunu değerlendiren ve öğretmenleriyle kol kola kenetlenmiş, halay Atatürkçü Düşünce Derneği’miz onun çabalarıçekiyor… nı 1992 yılı 19 Mayıs’ında; Dil, Tarih ve Coğrafya Avar’ı görüyorum; karakışın diz boyu karında, Fakültesi’ndeki Gençlik Töreni’nde övgü dolu odunsuz, aç kalmış, hasta bir köy öğretmeninin konuşmalar ve plaketle onurlandırmıştır. yardımına koşuyor… Sıdıka Avar’ın günlüğüne kırık dökük cümlelerAvar’ı görüyorum; okulunda yoksul bir ‘çiçele not ettiği anıları, kızı Bahu Görk tarafından kenği’nin çeyizini, düğününü yapma telaşının mutludisiyle birlikte yazıya dökülmüş ve “Dağ luğunu yaşıyor… Çiçeklerim” adlı bir kitapta toplanmıştır. Okuyucu Avar’ı görüyorum; ‘dağ çiçekleri’nin özlemiyle onun gerçek yaşamından aktarılan cümlelerde kendopdolu, balkondaki saksılarda emeklilik çiçekdisini sürükleyecek, düşündürecek, bugün ile karşıleri yetiştiriyor, anılarını topluyor…”(2) laştırmalar yapacağı, çok şey bulacaktır. Bu kitapta Avar adeta Doğu Anadolu’nun yirmi yıllık (1939okuyucu aslında içinde taşıdığı “insan-vatan-top1959) bir zaman dilimine tanıklık yapma görevini de rak” sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuraüstlenmiştir. Anılarında bölgenin tarihi, coğrafyası, cak çok şey bulacak, okudukça vatanını, insanını, ekonomisi, bütün özellikleriyle kültürü, neredeyse dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, kömünü, her şeyi vardır. Anılar herkesi, özellikle bu tüyler varlarıyla yoklarıyla daha bir sevecek; Sıdıka ürpertici manzarayı değiştirmekle sorumlu olan herAvar’ın ruhundaki iniş çıkışları, umut ve düş kırıklıkkesi düşündürmelidir. larını, coşkularla dolu yaşantısını ve kendini adadığı Sıdıka Avar, Türkiye’nin çağdaşlaşması amacıytopluma olan sevgisinin derinliğini daha iyi anlayala, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, caktır. zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir Nasıl ki kızı Bahu Görk de bu anlayışla; “Ömrüdirençle didinmiştir. Eğitim; insanın yeniden yaratılmüzün en güzel yıllarını hasret yaşadığım ması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu ANAM ‘Dağ Çiçekleri’ne helal olsun!..” diyerek nitelikleriyle Avar öğretmenlerin önünde parlayan önsözünü sonlandırmışsa… bir yıldızdır. Ölümünün 13. yılında, Doğu ve Güneydoğu illerimizde artık yüzeye çıkan ve binlerce insanımızın girdabına sürüklendiği endişe verici olaylara neden olan siyasal, ekonomik ve psiko-sosyal sorunlara, Sıdıka (2) Sıdıka Avar, a.g.e., s. 14, 15. 37 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 38 SAMSUN’DAN ÖNCE BİLİNMEYEN 6 AY, İŞGAL, HÜZÜN, HAZIRLIK Tuna ARSLAN Atatürk Söylev’e “1919 yılı Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlar. Oysa Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gitmeden önce kaldığı mütareke İstanbul’undaki yaşamı çok önemlidir. Yazık ki bu konuda incelediğimiz bu eser dışında ciddiye alınacak bir yapıt yoktur ve konu çok da iyi bilinmemektedir. Alev Coşkun, bu kitabı yazmakla çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Yazar her olayda belgelere dayanmaya özen göstermiştir. Çelişkili ya da kesin olmayan bilgilere yer vermemiş, zaman ve mekân konularındaki tereddütleri en aza indirmek için çaba harcamıştır. Ancak, kullandığı dil ve olayları aktarış biçimi kitabın duygu ve coşkudan uzak bir belgesel olmasının da önüne geçmiş, akıcı bir roman tadında okunan bir eser ortaya çıkmıştır. Adana’daki Yıldırım Orduları komutanlığından alınarak İstanbul’a çağırılan Mustafa Kemal 13 Kasım 1918 günü İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin işgali altındaki İstanbul’a geldi. Kaderin bir cilvesi olmalı ki aralarında Yunan zırhlısı Averof’un da bulunduğu 55 parçalık müttefik işgal donanması gövde gösterisi yaparak Haydarpaşa’dan Boğaz’a doğru ilerliyordu. Deniz ulaşımı durdurulmuştu. Mustafa Kemal, bir süre bu geçit törenini izlemek zorunda kaldı ve daha sonra bulunabilen bir askeri tekne ile Sirkeci’ye geçti. O ünlü “Geldikleri gibi Giderler” sözünü bu kısa deniz yolculuğu sırasında toplarını Dolmabahçe Sarayına çevirmiş olan düşman gemilerinin arasından geçerken söylemiştir. O dönemde İstanbul’un en gözde oteli olan Pera Palas’a yerleşen Mustafa Kemal, vakit geçirmeksizin çalışmalarına başladı. Aslında, İstanbul’daki çalışmaları daha Halep’te 7. Ordu Komutanı iken başladıklarının bir devamıdır. Çünki, Ekim 1918 de siyasal bir girişim yaparak kurulacak olan hükümette bulunması gereken isimlerin, bu arada kendisinin de, yer aldığı bir telgrafı padişahın başyaverine göndermiştir. Kurtuluş Savaşımız bize salt bir masal, bir kahramanlık destanı olarak anlatılmıştır hep. Oysa Nazım’ın dediği gibi “ateşi ve ihaneti” görmüşüzdür. Hayal kırıklıkları, yalpalamalar, bocalamalar, yılgınlıklar, yenilgiler olmuştur. Bu anlamda “Mustafa Kemal, altı ay boyunca Samsun’a çıkmamak için çaba gösterdi” dersek belki şaşırtıcı bulunacaktır, ancak gerçek budur. Yazar, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da geçirdiği altı ay süresince yürüttüğü çalışmaları üç ana aşamada ele almıştır: Siyasal girişimler, ihtilalci darbe girişimleri ve Anadolu’ya geçiş kararı. 38 Mustafa Kemal bu süreçte padişah, İngilizler, İtalyanlar, eski politikacılar, gazeteciler, eski komutanlar ve genç subaylarla ilişkisini hep canlı tutmuştur. Savaş Bakanı olmak için uğraşmış, sivil giysiler ile Meclis’e gitmiş, milletvekilleri ile, dahası padişah Vahdettin ile yüzyüze görüşmeler yapmıştır. Bu yollardan bir sonuç elde edemeyince kısa bir süre için arkadaşları ile hükümeti bir darbe ile devirmenin yollarını aramışlar, bir ihtilal komitesi bile kurmuşlardır. Bu iki aşamadan sonra, başka bir deyişle düşman işgali altındaki İstanbul’da barışçı ve ihtilalci yolların kapalı olduğunun anlaşılmasından sonra, Anadolu’ya geçme planları yapılmaya başlanmıştır. Bu düşüncenin benimsenmesi ile de vakit kaybetmeden bağımsızlık savaşını verecek kadro üzerinde çalışmalara başlanılmıştır. Alev Coşkun, Mustafa Kemal’in bu süreçteki çalışmalarını ipekböceğinin sabır ve özenle koza örmesine benzetmektedir. Bir kurmay titizliği ve eşsiz bir öngörü ile, hiç de uygun olmayan, düşmanlarla çevrili bir ortamda, örülen bir koza. “İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temaslara devam ettim. Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları seferberlikte asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında alçakgönüllükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakine içtenlikli bir kanı yaratmak lazımdır.” Mustafa Kemal’in İstanbul’da bir de gazete serüveni vardır. Yakın arkadaşları Fethi Okyar, Dr. Rasim Ferit ile birlikte sermayesini kendilerinin koyduğu “Minber” isimli bir gazete çıkarma girişiminde bulunmuşlar ve 1 Kasım 1918 günü yayımlanmaya başlayan ve milli bir yayın çizgisi izleyen gazete, mali durumunun bozulması ve sansürün baskıları nedeniyle 20 Aralık tarihinde yayın yaşamına son vermek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal İstanbul’da geçirdiği süre boyunca özellikle İngilizler ile çok dikkatli bir ilişki yürütmek mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 39 zorunda kalmıştır. Herkese kuşkuyla yaklaşan İngilizler için kabul edilemez üç husus vardı: İttihat Terakki üyesi olmak, Almanlara yakın olmak ve Ermeni tehcirine karışmış olmak. Mustafa Kemal’in İttihak Terakki liderlerinden Enver Paşa’ya ve Almanlara karşı olduğu biliniyordu. Ermeni tehciri olaylarına da hiç karışmamıştı. Üstelik Çanakkale kahramanı olarak tanınan ve Suriye cephesinde ordusunu düşmandan kurtarması nedeniyle padişahtan onursal başyaverlik ünvanı almış itibarlı genç general padişah katında da kabul gören birisiydi. Mustafa Kemal’in bir girişimi de Harbiye (Savaş) bakanı olma yolundadır. Doğaldı ki unvan, mevki peşinde değildi. Bu yolla ordunun bir kısmını kurtarılabileceğini ve olumlu işler yapabileceğini düşünüyordu. Dahası Anadolu’ya padişah ile birlikte geçip onu da milli mücadeleye katmayı bile düşündü ancak başarılı olamadı. Mustafa Kemal altı ay boyunca padişah ile altı kez görüşmüştür. Son görüşmesi Samsun’a hareketinden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihindedir. İşgal altındaki İstanbul’da birçok gazete yayımlanıyordu. Alemdar, Peyam-ı Sabah, Türkçe İstanbul, Vakit, İkdam gibi gazeteler işgalcilere sevgi ile yaklaşırken ulusalcılara sövgü yağdırıyorlardı. O günün yandaş gazetecileri arasında en ünlüleri Ali Kemal, Refi Cevat ve Refik Halit Karay’dır. Son ikisi çeşitli hükümetlerde bakanlık da yapmışlardır. İşbirlikçi basının o günlerde yazdıkları, arşivlerde utanç belgeleri olarak durmaktadır. Yeni Gün, İleri, Akşam ve Vakit gibi vatansever gazeteler ve Yunus Nadi, Celal Nuri İleri, Necmettin Sadak ve Ahmet Emin Yalman gibi vatansever gazeteciler de yok değildi. Üçüncü aşamadan söz etmiştik, artık mücadelenin ancak Anadolu’da yürütülebileceği düşüncesi kesindi ve bu duruma uygun bir örgütlenme yürütülmeliydi. Öyle de yapıldı. Ayrıntıları kitapta bulacaksınız, belirtmemiz gereken Mustafa Kemal’in zaman zaman üzüldüğü, öfkelendiği hatta düş kırıklığına uğradığı ancak hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadığıdır. Hep bir çare ve çıkış yolu aramış ve bulmuştur. İngilizler Osmanlı devlet aygıtını tamamen ele geçirmişlerdi ve bütün önemli mevkileri denetliyorlardı. Ancak millicileri kazıyıp atmaları mümkün değildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu durumdan fazlasıyla yararlanmasını bilmiştir. Üzerinde durulması gereken bir konu da bu koşullarda Mustafa Kemal’in nasıl olup da İngilizlerin kuşkusunu çekmediği, dahası ordu müfettişliği gibi önemli bir görevle Anadolu’ya geçebildiğidir. Aslında İngiliz gizli servisi 28 Şubat 1919 tarihli bir yazı ile Mustafa Kemal’in de aralarında bulunduğu 34 kişinin tutuklanmasını istemişti. Ancak 12 Nisan’da Londra’ya onaya gönderilen bu yazının gereği yerine getirilemeden 16 Mayıs tarihi yetişmiştir. Mustafa Kemal Anadolu’ya hiçbir sıfat ve yetkisi olmadan kara yoluyla geçmeyi bile düşünmekteyken ortaya çıkan bu durum önemli bir fırsat olmuştur. Bunun üzerinde biraz duralım: 21 Nisan 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe Osmanlı hükümetine Karadeniz’deki Türk çeteleriyle ilgili bir nota verdi. Karadeniz bölgesini kasıp kavuran, Türklere zulmeden Pontus-Rum çetelerine karşı Türkler de çeteler kurarak kendilerini savunuyorlardı. İşte İngilizler bu direnişin ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. Aslında İngilizlerin görüşü, İstanbul hükümetinin sözünden çıkmayacak uysal ve işbirlikçi bir komutanın görevlendirilmesi yönündeydi. Ancak sonunda görev Mustafa Kemal’e verildi. Bunun nasıl olduğu çok tartışılmıştır. Bir görüş, Vahdettin’in kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak için gönderdiğidir. Bir başka görüş hükümetin gaflete düştüğü şeklindedir. Anadolu’ya İngiliz casusu olarak gönderildiğini söyleyen vicdansızlar da vardır. Bu noktada kökü kazınamamış millicilerin rolü önemlidir. Mustafa Kemal’in ilişkileri, ikna gücü, milletin mücadele azminin sürüyor olması, bu görevlendirmede belirleyici olmuştur. O kadar ki müfettişlik yetkilerini belirleyen kararnameyi vatansever bir komutanın, Genelkurmay İkinci Başkanı Kâzım İnanç Paşa’nın, yardımı ile adeta Mustafa Kemal kendisi kaleme almıştır. Alev Coşkun, bu çok önemli konuyu titizlikle ve her açıdan, nesnellikten en ufak bir ödün vermeden sayfalar boyunca inceliyor ve mantıklı çıkarımlarda bulunuyor. Sonuçta ipekböceği kozasını örmüştür. İstanbul’da geçirilen altı ay, aslında çok güç koşullar altında her adımı dikkatle atılmış bir çalışmanın güncesidir. Mustafa Kemal’in askeri dehasına siyasi becerisini eklediği, kişiliğinden, ilke ve düşüncelerinden ödün vermeden düşmanlarla kuşatılmış bir ortamda nasıl mücadele edilebileceğinin örneğidir. “Hainler ahmak olur” diye bir söz vardır. İngiliz casusluğu iftirasının tutmayacağı bellidir de, Mustafa Kemal’in Vahdettin’in özel görevlisi olarak para desteği ile Anadolu’ya geçtiği de söylenir. İddiaya göre Vahdettin, Mustafa Kemal’e, değerli yarış atlarını satarak elde ettiği 40.000 altın vermiş, (866.000 altın diyenler de var); bu kadar altın için o günün piyasasına göre15 yarış atı satmak gerekmektedir, Vahdettin’in yarış atı beslediğine ilişkin hiçbir bilgi olmadığı gibi, herbiri 7,6 gr olan 40.000 altın 304 kg. ağırlığında yani 50 kiloluk 6 sandık eder. Bunlar İngilizler farketmeden İstanbul’dan nasıl çıkarıldı, Anadolu’da (Samsun-Havza-Amasya-ErzincanErzurum…) nasıl korundu? Belgelere dayanan bilgi ise Mustafa Kemal ve yanındaki 23 subay için yolluk, maaş vb. toplamı 1.000 altın ödenek verildiğidir. Çanakkale savaşlarını evliyalara kazandıranların Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcını, sonunda İngiliz zırhlısına sığınarak kaçan Vahdettin’e maletmelerinde şaşılacak bir şey yoktur. Doğrudur, hainler ahmak olur! 39 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 40 SANATIN GEREKLİLİĞİ VE GEREKSİZLİĞİ "İki temel sorunu var insanlığın; Adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuk'u bulduk, diğerine karşı sanatı. Ama insanlar hukuk'a ulaşamadı... Ve sanat insanlara..." Nietzche. Günümüzden çok çok önce söylenmiş bu söz. Ne yazık ki hala aynı anı yaşıyoruz. Hani şu eski şarkıdaki gibi; Sen bensiz, ben sensiz.... Kimine göre sanatın altın çağı 1960'larda, kimine göre modern sanatın başlamasıyla sona erdi. Bazıları ise antik çağları tekrar etmekten başka birşey yapmadığımızı düşünüyor, kendince haklı nedenlere dayanarak. Sanat; ilkel insandan bu yana içimizde hep dışarı çıkmak, kendini göstermek isteyen bir dürtü olmuş. Kimi zaman güzellik için, bazen din ve büyü için kullanılmış. İnsanın çevresinden ve yaratıcısından aldığı ilhamla yarattığı eserler diğer insanları ya hayran bırakmış, ya kızdırmış, ya da şaşırtmış. Ama bu yazının konusu bambaşka... Giderek kültürsüzleşen, değil sanatçıyı, doktoru, öğretmeni, mühendisi, kitap okuyan, eğitim alan herkesi kendine düşman gören, bilen kişiye katlanamayan, gözlük takmanın bile neredeyse suç kabul edildiği bir toplumda aynı zamanda sanatın sahip olunması gereken bir meta haline gelmesi şaşırtıcı bir durum. Hemen hemen herkesin birazcık ünlü olabilmek veya kendini önemli gösterebilmek için kullandığı en popüler araç oldu sanat. Şiir okumadan şair, sergi gezmeden ressam, müziğe gönül vermeden müzisyen olan bu kişiler nedense okumaktan, araştırmaktan uzak durdular. Onlar kendilerini sahte maskelerle süslerken ve benzerleri tarafından çılgınca alkışlanırken sanat okulları ve astığı astık, kestiği kestik sanat çevreleri ise zaten zorlu bir süreç yaşayan sanatı, matematikteki çok bilinmeyenli denklemler gibi soyut, bilinemez alanlara sürüklediler. Kimbilir, belki de sanat tüm bu karmaşadan ve kendisine uzanan kirli ellerden kaçmak, son hızla uçarak uzaklaşmak istedi. Ama bunu yaparken bu zorlu yolda yürümeye, sanata, hayata kendi dokunuşunu katmaya çalışan sanatçı ve sanatseverlerin bir kısmını da şaşkın ve yalnız bıraktı. Çoğu kişi “ben yaptım oldu” mantığıyla aklına esen rüzgarın arkasından giderken, bir bardak çayın buharında düşünceye dalan, merak ve tut40 kuyla yollarına devam etmeye çalışanlar da etrafı kara bir duman gibi Evrim GÖKÇELİK saran bu yozlaşma kültürüyle yalnız kaldı. Picasso; "Herkes resmi anlamaya çalışıyor. Neden bir kuşun cıvıltısını anlamaya çalışmayız? Neden geceyi, çiçekleri, çevremizdeki her şeyi, onları anlamaya çalışmadan severiz? Nedense, konu resim olunca, insanlar onu anlamaları gerektiğini düşünüyor. Her şeyden önce, sanatçının zorunluluktan yarattığını, kendi başına dünyanın önemsiz bir parçasından başka birşey olmadığını ve ona da dünyada bize zevk veren; ama anlamlandırmaya çalışmadığımız öteki şeylerden biri gibi bakılması gerektiğini, ah bir anlasalar… Ama anlatamıyoruz. Resmi anlatmaya çalışanlar, genellikle yanlış ağaca havlıyor" derken, kuşkusuz sanatın anlamdan kopuk olması gerektiğini söylemek istememiştir; ama sanatın bir bilim nesnesi gibi incelenmesine, keskin sınırlarla tanımlanmasına karşı çıkmıştır. İster istemez gerçekten çok yönlü bir yazar ve seslendirme sanatçısı olan Yekta Kopan'ın bir söyleşide söylediği sözleri anımsayıp gülüyorum. "Türk insanı her şeyi bilerek doğar, öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Hemen hemen her konuda doğuştan bilgilidir. Futbol yorumcusu, doktor, beslenme uzmanı ve politikacıdır..." Bu durumda sanatı da başkasından öğrenecek değil ya. Ne diyelim? "En güzel resmi sen çizdin, en güzel şarkıyı sen çaldın, en uzağa sen gittin. " deyip Mazhar Fuat Özkan'ın kulaklarını çınlatalım. Çelişkilerle dolu bir toplumda sanat ve kültür aşağılanır ve elden ele garip biçimlere girerken dünyada bambaşka şeyler oluyor. Artık çağdaş ve kavramsal sözcükleri neredeyse hep birlikte anılır oldu. Paris'te Akademi; desen derslerini kaldırıp yerine kavramsal sanat dersi koydu. Moloz parçalarını toplayan bazı meşhur isimler bunları yüksek fiyatlara satıyor, müzayedelerde eser değil isimler satılıyor. Belli bir konuyla ilgili olduğu halde cümleleri olmayan, kelimelerden ibaret şarkı sözleri yazılıyor. Kitapların son işlevi kahve fincanıyla beraber fotograf modeli olmak. Biz de bu arada uçup giden sanatın bir köşesini, kendimize övgüler düzerek, bazen de rakipler, düşmanlar ilan ederek veya dostlarımızın bize olan sempatisini kullanarak yakalamaya çalışıyoruz. Acaba Atatürk "Cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz; ama sanatçı olamazsınız." sözü ile ne demek istemişti? Sanat mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 41 imkansızı kovalamak mı yoksa? Gerçeği söylemek gerekirse, en büyük dehalar bile asla tatmin olmamışlar, hep bir sonraki adımı, bir fazlasını aramışlardır. 1960’ta Fransız Kültür Bakanlığı resim müzelerine bir emir gönderir ve Pierre Bonnard’ın görüldüğü yerde yetkililere haber verilmesini ister. Çünkü Bonnard, pardösüsünün içine sakladığı ufak paleti ile gizlice resimlerinin beğenmediği yerlerini değiştirmektedir. Michelangelo ölürken çalışacak on yılı daha olmadığı için hayıflanmıştır. Resim, yazı, müzik, yontu, fotoğraf, tiyatro ve sinema... Aslında hepsi birbirini besler, insanın her şeyden haberdar olması ve hissetmesi, hissetiklerini de sanat eserinde gözlemlemesi zor bir iştir. Kolaylaştırmak isteyen, kullanmak isteyen vardır, böylece kendine pay biçmek, toplum içinde özel bir yer tutmak isteyen vardır. Peki tüm bunlardan yola çıkıp bir sonuca varmak istersek; sanatı anlamadığı veya beceremediği için kendi anlayışını dayatan, kültürden ve çeşitlilikten ölesiye korkan zevksizliği kabullenmek zorunda mıyız? Bir milletin kültürünü ve değerlerini yok ederek onların kendi geçmişleriyle ve dünyayla bağlarını koparmak, onları daha kolay hedefler ve ucuz tüketiciler haline getirir. Şu an dünyada ve ülkemizde olan bitense bundan çok farklı değil. İnsanlar ya kendilerince kılıflar uyduruyorlar, ya da yerel kabul ettikleri kültürün içine o kültürün köklerini bilmeden sıkışmaya çalışıyorlar. Örneğin, Fazıl Say'ın arabesk ile ilgili sözlerine ağır tepkiler gelmesinin bir nedeni de budur. Değişim zordur, gökkuşağının tüm renklerine açılırsa kendi rengini kaybedeceğini zanneder insan. Bir de içinde bulunduğu toplum O'na kendisinden ileride olanı taşlamayı, kıskanmayı ve aşağılamayı öğretmiştir. Hal böyleyken bir kavram karmaşası içinde gidip geliyor insan. İyisi mi ben sözlerimi güzel bir Bülent Ortaçgil şarkısıyla noktalayayım ve soruların cevabını da zamana bırakayım. YORUMSUZ... Olmalı mı olmamalı mı? Yoksa hiç değişmemeli mi? Ama ben değişmezsem ben olamam ki... Görmeli mi görmemeli mi ? Yoksa hiç bakınmamalı mı ? Ama ben bakınmazsam hiç göremem ki... Sevmeli mi sevmemeli mi? Yoksa hiç beğenmemeli mi? Ama ben beğenmezsem hiç konuşmam ki... Bilmeli mi bilmemeli mi? Yoksa hiç öğrenmemeli mi? Ama ben öğrenmezsem hiç olamam ki... 41 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 42 BAHARDA KÜLTÜR SANAT ETKİNLİKLERİ 19 Mart 2015 günü yeni adıyla Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’ndeki “Tanini Trio” Konseri piyano, ney ve kanun birlikteliğiyle tam bir merak ve heyecanla dinlendi. Repertuar; Türk motifleriyle işlenmiş Batı eserleri ve Batı üsluplarıyla işlenmiş Türk eserlerinden oluşmuştu. Konser doğu-batı sentezinde doğaçlamalarla varsıllaştırılan bir piyano solosu ile başladı. Buna bir çeşit Segah Blues denebilir. İkinci parça birliktelikler ve kanonlarla süslenmiş piyanokanun ikilisinin çalışmasıydı. Üçüncü parçada Astor Piazzola’nın Oblivion’u ile üçlü çalışmalara geçildi. Tanburi Cemil Bey’in Çeçen Kızı, ney ustasının “Meleklerin Hüznü” adlı bestesi, Astor Piazzola’nın Libertango’su, Bach-Gounold ürünü Ave Maria, aralarında Kalinka, Habenera, Türk Marşı, Bella Çav, Çanakkale Türküsü’nün bulunduğu potburi öteki yapıtlardı. Ayrıca piyanistin bir izleyicinin cep telefon numarasından her rakama bir nota değeri vererek doğaçlama yapması heyecanı doruklara taşıdı…27 Mart 2015-5 Nisan 2015 günleri arasında gerçekleştirilen 33. Uluslararası İzmir Tiyatro Günleri, tiyatro severler ve özellikle tiyatro öğrencileri için büyük sevinç kaynağıydı. Oyunların kiminin ücretsiz kiminin öğrenciler için çok düşük ederlerde olması ilgiyi daha da arttırdı. Ücretsiz oyunlardan biri olup İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde Tiyatrohane tarafından sahnelenen “Veresiye Teklif Etmeyin Lütfen” tek perdelik bir kara komediydi. Olay intihar malzemeleri satan bir dükkanda geçiyordu. Evet, dünya gelecekte öylesine kötü olacak ki, insanların intihar etmesinde bir çeşit yardımcı olacak ürünler satılıp hizmet verilmekteydi. Ailesinde 100 yıldır gülen olmaması, kadınsı zehir salıklamaları, yakınının ölümünü unutmak için tek çarenin intihar olduğu düşüncesi, doğum gününde 81 yaşında olmayı özleyen genç kız, 15 yaşındaki genç kız için zehirli şeker, son yasalara göre 15 yaşındakilere yaşamak için bir şans daha tanınması, istatistiklere göre 150.000 intiharının 138.000’inin başarısız olması haberleri, gibi şok edici, kara şaka bombardımanına tutuluyor izleyiciler. Ancak ailede bir aykırı genç var; neşeli şarkılar dinleyen, iyimserlik çölde çiçek açtırır, diyen. Son çare olarak mutlu çocuğu Monaco’da İntihar Komandosu eğitimine gönderirler. Ancak olumlu bir sonuç alamazlar. Ve sonunda mutlu çocuk, mutluluğu aşkla, sevgiyle öteki aile üyelerine de bulaştırır. İntihar Dükkanı 42 kapatılır. Hükümet Toplu İntihar kararı alır ve dükkan Mutluluk Nüket HÜRMERİÇ Dükkanı’na dönüştürülür. Herkes “sevmek ne güzel şey” diyerek umut dolu bir geleceğe doğru ilerler. Bir diğer ücretsiz oyun, Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu’nda sahnelenen “Ben Feuerbach” adlı oyun ki, 7 yıl aradan sonra yaşlı bir oyuncunun tiyatroya gelmesiyle başlıyor. Büyük yetenek başrol oyuncusu Kağan Uluca’yı izleyince; sanatın, tiyatronun hiç ölmeyeceğine, ruhumuza şifa, usumuza enerji vermeyi sürdüreceğine inancımız pekişiyor. Bulgaristan’dan gelen topluluk ise “Golemanos” adlı oyunuyla dikkat çekti. Bir avukatın hükümete bakan olma girişimleri, bu sırada ailesi ve çevresindeki değişiklikler, sonunda bakan olsa da hükümetin düşmesiyle bunun çok kısa sürmesi ama bu durumu kabullenememesi, oyunun genel izleği. Oyunun güncelliği ile ilgi görmesinin yanı sıra dil sorununa getirdikleri çözüm ise kayda değer. Sade bir dekor oluşturularak konuşmaların Türkçesinin hem oyuncuları izleyecek hem diyalogları okuyabilecek şekilde karşı perdeye aksettirilmesiydi. Yazılar; ne operadaki gibi tavana yakın üstyazı şeklinde ne de yabancı filmlerde olduğu sinema perdesindeki altyazı şeklinde. Tam karşıda. Öyle ki hem oyuncuları rahat izleyebilmek hem de aynı zamanda Türkçe yazıyı okuyabilmek için- perspektif gereği- izleyicilerin dördüncü sıra ve daha arka sıralara oturtulması. İşte buna çözüm üretme derler. Zaman zaman çalınan Balkan müziğiyle de oyuna dinamizm kazandırılmıştır…Bir öteki etkinlikse Nisan’ın 13., 16. ve 18. günlerinde gerçekleştirilen Gitar Günleriydi. Birincisi Bodrum Oda Orkestrası’nın eşlik ettiği Ezgi Anıl’ın beste ve Türk parçalarına gitarıyla Flamenko tatlar kattığı konserdi. İkincisinde Oğuz Öz tek başına klasik gitar için bestelenmiş yapıtları büyük bir ustalıkla çaldı. Sonuncu konser ise Karşıyaka Oda Orkestrası KODA’nın eşlik ettiği, gitarın anayurdu İspanya’dan gelen Jose Luiz Martinez’in konseriydi. Sanatçı müzik ziyafetini en son çaldığı J. Rodrigo’nın ünlü Aranjuez, gitar konçertosu ile tamamladı… Nisan’nın ortaları, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın İstanbul Film Festivali ve Ankara Film Festivali’ndeki kısa ve belgesel filmler için de “kayıttescil” belgesi istemesiyle çalkalandı. Olay mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 43 Bakur/Kuzey adlı film için uygulanan sansür gerekçesiyle başladı… 20. İzmir Kitap Fuarı ise 18 Nisan – 26 Nisan günleri arasında kitapseverlere yazarlarıyla mutluluk dolu saatler yaşattı. Politik konferanslardan imza günlerine, şiir dinletilerinden %25 indirimli kitap satışlarına, gelenekselleşmiş etkinliklerdendi. Etkinliklerden birkaç izlenim: 20.4.2015’de Şiirden Yayıncılık’ın “Genç Şairler Şiirin Bugününü Konuşuyor ve Şiirlerini Okuyor” başlıklı sunumda; ideolojisiz bir yazın olduğundan yakınılarak sanatın yeniyi aramak olduğu, görüntü ve gösteriye yönelik şiir oluştuğu, varoşlarda da şiir okunabileceği, çok yönlü olunması ve sınıf perspektifi gerektiği belirtilerek gelecek adına umutlu olunduğu vurgulandı. 23.4.2015’de Ayrıntı Yayınları’nın “Türkiye’de Rejim Tartışmaları” başlıklı sunumunda; felsefe tarihi açısından yönetim çeşitlerinden söz ettikten sonra genlerimizde otoriterlik olduğu, aşılanan iki önemli duygu olan korku ve umut duygusunun asırlarca sömürülerek halkın kendi kendini yönetmesinin engellendiği vurgulandı. 25.4.2015’de Aziz Nesin Vakfı’nın düzenlediği etkinlik Aziz Nesin’i tanıtmaya yönelikti. Feridun Andaç konuşmasında; ülkemizde dört kuşağın Aziz Nesin’i okuduğu, onun esas gülmece yazarı olmasına karşın oyunlarına da çok güvendiği, çıkardığı Markopaşa Dergisi’nin gazetelerden daha çok sayıda (60.000 tane) çıktığı zamanlar olduğu, kimsesiz çocuklara çok fazla önem vermesiyle örnek olduğu, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucusu olup Yaşar Kemal ile uzun süre yönettiği, ihtiyaçtan çok yazdığını açıkladığı, konuşma dilini yazı diline dönüştürdüğü gibi daha birçok özelliğini sıraladı. Bir toplumun en iyi mizah dergilerinden anlaşılacağını belirterek sözlerine son verdi. Aynı gün Tekin Yayınevi; “Ataol Behramoğlu-Nihat Behram Mektuplaşmalar” başlıklı kitabının tanıtımını yaptı. İki kardeşin hazır bulunduğu toplantıda yeğen Onur Behramoğlu da yer aldı. Yazarlar mektuplarını bir ülkenin duygusal tarihi olarak tanımladı. Mektupların emanet edildiği yeğen Onur; hapse girersen yabancı dil öğren, gibi salıklamalarla aydınlanmacı tavırlarının her koşulda sürdüğüne tanık olduğunu açıkladı. Nihat Behram Kasım 2014 İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda bir öğretmenin öğrencilerini apdestliler ve apdestsizler olarak ikiye ayırdığına tanık olduğuna dikkat çekip geleceği karamsar bir tablo beklediğini belirtti. Ataol Behramoğlu ise umut dolu olup “bu millet yenilmez,” diyerek konuşmasını bitirdi… Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın deyişiyle “Yeni Türkiye’nin Önsözü” Çanakkale Savaşı’nda şehit düşen bir Anadolu çocuğunun torunu olan şair, yazar Hüseyin Yurttaş, “Çanakkale İçinde” adlı şiir kitabıyla Kitap Fuarı’nda ayrı bir yer almıştı. Şair şiir bölümüne “Çanakkale Kasidesi” ile ve “Çatışıp vurulur efeleri, davranıp kızanlar gelir/ karanlık basmasın yurdu, en arkada kalanlar gelir… Anlatmak gerekmez, o bilir halden/ bakmadan görür, görmeden anlar gelir” den oluşan iki beyitiyle başlangıç yapmış. Havranlı Koca Seyit, Üsteğmen Hasan Hulusi, Bigalı Mehmet Çavuş, Yahya Çavuş, İbradılı İbrahim şiirleştirilen kahramanlarımızdan sadece birkaçı…Başka dize örnekleri: Aşkları kaldı “söylenmemiş güzellikleriyle”/ Kanlarını kamaştıran coşkularıyla/ Orda, uzakta, anılar arasında…İnsanların ağlamaya bile vakti yoktu/ Üstlerindeki yeşil sinekler mi/ Uçuracaktı haberi?...İki taraf da istedi ateşkesi/ Toplanırken ölüler, sanki kardeştiler/ Sigara verdiler birbirlerine, yardımlaştılar/ İlk kez düştü belki savaşın anlamsızlığı akıllarına/ Çabuk olmalıydılar fakat/ Gömmeliydiler hemen arkadaşlarını/ Yarın yine kurşun yağacaktı ve şarapnel/ Öyle istiyordu çünkü/ Çok uzaktaki o büyük el… Kitabın sonunda ise şairin yararlandığı yaklaşık 25 kaynak kitap listesi verilmiş. Biz Atatürkçülerin kitaplığında olması gereken bir yapıt…Politik kimliği ile de göz dolduran Fazıl Say, bu zamana dek yapıtlarını seslendiren Devlet Çok Sesli Korosu’nun ilişkisine son vermesi üzerine yeni bir koro kurmaya karar verdiğini açıkladı. Bu arada Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığına da başladı. 17 Mayıs 2015 günlü yazısında; çocukluk arkadaşı, Sivas Katliamı’nda yitirdiğimiz şair Metin Altınok’un kızı Zeynep Altınok Akatlı’nın son yıllarda politikaya soyunduğunu ve İzmir’de 1. sıra adayı olduğunu, Ege köylerini dolaşıp gece gündüz çalıştığını överek anlatmakta, ayrıca solu birlik içinde olmaya çağırmakta. Öte yandan son çıkardığı “yeni şarkılar” adlı albüm, yine şairlerimizden besteler. Ancak bu kez orkestrasyona daha büyük bir önem vermiş. Deneysel, yeni, farklı. Kendisi, yaşamında en çok emek ve vakit harcadığı çalışmalarından biri olduğunu belirtiyor. Hayranlarına duyurulur…Yazımızı politik tiyatronun ustası Alman Berthol Brecht’in bir sözüyle tamamlayalım: Bütün sanatlar, yaşama sanatına hizmet eder. 43 mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 44 CANIM TÜRKÇE’M Sevgili Dostlar, dergimizin bu sayısında da Türkçe’nin başlangıçtan bu güne yolculuğunu anlatmaya devam edeceğiz. Durağımız XIII. yüzyıl sonları Anadolu’nun Eskişehir, Sarıköyü’nde. Konakladığımız yer Yunus Emre’nin şiirleri. Arapça ve Farsça’nın Türk Dili’ni işgal etmeye başladığı (aynı dönemde Mevlana Mesnevi’yi Farsça yazmıştır) bir devirde anadiliyle söylediği ilahiler o günden bugüne hala aynı sevgiyle söyleniyor, beğeniliyor. Ben Yunusu biçareyim Aşk elinden avareyim Baştan ayağa yareyim Gel gör beni aşk neyledi Yunus, şiirlerinde sadece “Allah Aşkı”nı işlememiş; insanın zalim, yok edici, kaba, hoyrat taraflarını da yumuşatmaya, terbiye etmeye çalışmış, yol göstermiştir. Bunu yaparken kullandığı yalın, açık, akıcı diliyle hepimizin bildiği, benimsediği; dünyaya, insana bakışını birer özdeyiş gibi sunmuştur. O’nun dört dizeyle anlattığı “sevmek ve sevilmek” kavramlarını anlatmak için ciltlerle kitap yazılmış, beste yapılmış, resim çizilmiş, film çevrilmiş… Oysa O; “Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Bu dünya kimseye kalmaz” diyerek hayatın özetini çıkarmış; noktayı koymuştur. Yaşadığımız yüzyılda ülkemizi ve dünyayı gözümüzün önünden geçirirsek XIII. yy.da yazılan bu dizelerin bir değeri kalmadığını kimse söyleyebilir mi? Yunus Emre, dünyanın özetini Türkçe düşünmüş, kurmuş ve söylemiştir. mimarıdır. O’nu anlamak için önce Türkçe’ye sahip olmak, sımsıkı sarılmak gerekmektedir. Sarıköy Yunus Emre çeşmesi / Eskişehir. 44 “Yunus Emre, vatan coğrafyasının topraktan yükselen bütün güzel seslerini Türk Halk Dili’yle birleştirmiş, Anadolu Ümran KEBABÇIGİL - Eğitimci Türkçesi’ne o çağlara kadar hiçbir Türkçe’de görülmemiş bir musiki işlemiştir.” diyen Nihat Sami Banarlı’ya katılmamak olası mı… O, bilimden ve okumaktan söz ederken bununla insanın kendini tanıması, bilmesi gerektiğini de vurgulamaktadır. Bugünkü kendini bilmezlere, egosu havada uçanlara baktığımızda O’nun büyüklüğünü dizelerinde apaçık görmekteyiz. “İlim okumaktan gerek, kişi kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsen, bir hayvandan betersin!” diyerek bizlere olağanüstü bir ders de vermektedir. Yunus’un dizeleriyle; en güzel ahlak anlayışı diye baktığımız gönül almak, gönül kırmamaktan da söz etmemek olmaz. “Gönül Çalabın tahtı, Çalab gönüle baktı, İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise” yine; “Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi elin, yüzün yumaz değil.” Sevgili dostlar, özellikle son yıllarda Anadilimizi adeta yok etmek için yapılan hücumları yıkmak; dilimize bütün benliğimizle sarılmak ve mücadele etmekten geçer. Bizim dilimiz Yunus Emreler, Karacaoğlanlar yetiştirmiş bir gelenekten gelip Nazım Hikmetler’e, Yaşar Kemaller’e uzanır… Yunus Emre'yi Sabahattin Eyüboğlu'nun kalemi ile bitirmeden olmaz: 'Yunus nasıl Arapça ve Farsça'ya karşı Türk halkının dilini yüceltmişse Dante'nin Shakespeare'nin Cervantes'in yaptığı da aynı şeydir: Halkın dili ile söylenemez sanılan yüksek duygu ve düşünceleri halkın dili ile bal gibi söylemek... Ne var ki, ah ne yazık ki, biz Yunus'un ardından gitmemişiz, Batılılarsa yalnız Yunus gibilerin ardından gitmişler... Selam olsun, Anadolu'nun orta yerinde Türk halkının bağrından dünyaya seslenmiş olan; halkı seven halkın sevgilisi olmuş Yunus Emre'ye. Türkçe, insanca ve Yunusça olmanın sırrını, yani gerçek şiirin sırrını bulmuş olan, sevgiyi insanlığı yücelten; insanları birliğe, doğruluğa, barışa çağıran; şairler şairi, insanlar insanı, garipler garibi, dostlar dostu, Türkmen Kocası Yunus Emre'ye. Her sayımızda varacağımız duraklar, bize Türkçe’nin büyüklüğünü, bir bilim ve sanat dili olduğunu kanıtlayacaktır. Gelecek sayımızda buluşmak üzere…