adabelentemmuz - (Adabelenliler) Derneği
Transkript
adabelentemmuz - (Adabelenliler) Derneği
ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER Prof. Dr. Cahit Kavcar Prof. Dr. Kemal Arı Bekir Özgen Prof. Dr. Ayhan Çıkın Ali Kaya Faik Ay Abdullah Taşçıoğlu Av. Hüseyin Özbek Osman Gökçe Emin Ugunlu Emine Şimşek Emiral Ahmet Cengiz Tahsin Şimşek Mehmet Genç Bahtiyar Takkalı Prof. Dr. Kemal Kocabaş Şadiye Dönümcü Etem Oruç Nabide Kılınç Eyüp Yılmaz M. Cevat Turan Prof. Dr. Kemal Kocabaş Ömer Değirmenci Mehmet Halil Arık Muammer Özler Rahmi Gür Azmi Ermiş Zekeriya Yavuz Mehmet KARABACAKLAR Hüseyin Yaşar Ahmet M. Egemen Müjgan Tutan Katlan Çetin Arı Osman Öğe Yeliz Sert Mehmet Ali Tıraş Muharrem Karataş Süleyman Akçay Haberler Bir Sempozyumun Ardından ....................................................................................2 Yüz Kızartıcı Sahne ..................................................................................................4 Aklıma Düşte de.......................................................................................................9 Madımak Ateşi .......................................................................................................11 Yanmak mı Acı? Yoksa Unutulmak mı? ..................................................................12 Ağaç Yaş İken ........................................................................................................13 Eğitim Çıkmazı ......................................................................................................14 Bir Kayışın Tesirinden Bir Kğuşun Tesirine .............................................................15 Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk ....................................................18 Şimdiki Zaman Tutanağı ........................................................................................18 Kehribal .................................................................................................................19 Bir Kentin Yağmalanması .......................................................................................19 Hektor....................................................................................................................20 Kadınlarımız Öldürülmesin Ne Olur ......................................................................21 Geceler...................................................................................................................22 Öğretmen Liselerinin Kapatılmasına İtirazım Var ...................................................26 Anadolu Öğretmen Liseleri Kapatılmasın ...............................................................28 Ege’den .................................................................................................................30 Şiir Yağmur Gibiydi, Muğla’da ...............................................................................31 Bunları biliyor musunuz?.......................................................................................32 Madencim Gitti .....................................................................................................33 Soma’da Yürek Yangını ..........................................................................................34 Bir Hazin Durum: Soma-Elmadere Köyü................................................................36 Şam Babası ............................................................................................................38 Kitap Kitap Kitap....................................................................................................40 Emeğin Türküsü.....................................................................................................41 Kör Dünya .............................................................................................................42 Yaşlı Marangoz ......................................................................................................44 En Erdemlisi...........................................................................................................46 Eğitimde İçerik ......................................................................................................47 “F” Klavye ..............................................................................................................48 Dileklerim .............................................................................................................49 Utanç .....................................................................................................................50 Batı Trakya Gezisi ..................................................................................................52 Bir Evlenme Öyküsü ve Salça.................................................................................56 Orhan Hoca............................................................................................................57 “Sen Bene, Ben Sene” ............................................................................................58 15 Mart 2014 Adabelen Buluşması .......................................................................59 ..............................................................................................................................60 GÜNÜMÜZDE BÖYLE… GELECEKTE BÖYLE OLUR MU DERSİNİZ? -1- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Ortaklar Köy Enstitüsü 70 yaşında BİR SEMPOZYUMUN ARDINDAN Prof. Dr. Cahit KAVCAR olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve kültür dünyamıza sunulan, yer yer belgesel özellikler de taşıyan 446 sayfalık anıtsal bir eser bu. Sayın Kocabaş'ı ve çalışma arkadaşlarını içtenlikle kutluyorum. Örneği çok seyrek görülen çağdaş bir uygulamadır bu. 1944 Ağustos ayında başlayan on yıllık Ortaklar Köy Enstitüsü imecesi, 1954-1974 yılları arasındaki yirmi yıllık Ortaklar İlköğretmen Okulu süreci ve 1974 sonrasından günümüze aktarılan Ortaklar Öğretmen Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi dönemleri, Adabelenli yazarlar, akademisyenler ve araştırmacılar tarafından sempozyumda gündeme alındı. Oturumlar çok düzenli ve düzeyli geçti. Hem Köy Enstitüsü, hem öğretmen okulu, hem de öğretmen lisesi dönemlerinden sempozyuma katılan çok sayıda Adabelenli vardı. Farklı dönemlerden ve farklı kuşaklardan katılımcılar arasında çok hoş, çok sıcak kaynaşmalar oldu. Bu arada küçük bir eleştirim var. İzleyici olarak katılımın daha çok olmasını, o güzel salonun tıklım tıklım dolmasını beklerdim ben. Nedense olmadı bu. Çeşitli yemeklere, eğlencelere vb. katılmak elbette önemli. Ama böylesine dolgun, okul tarihi için, çeşitli özellikleri ve güzellikleri için büyük önem taşıyan sempozyumun daha çok ilgi görmesi gerekmez mi? Acaba konular mı önemsiz? Konuşmacılar mı yetersiz? Gece gündüz demeden yoğun olarak çalışan, koşturan düzenleyici arkadaşların emeklerine saygı duymak iyi olmaz mı? Başka bir neden mi var? Bunların iyice düşünülmesi, eleştiri ve özeleştiri yapılması, sağlıklı bir değerlendirme yoluna gidilmesi çok uygun olur bence. Örneğin Aydın'dan 8-10 kişilik bir grup geldi... Sabah açılış konuşmaları ve mini konserden sonra sempozyum oturumlarına geçildi. Birinci oturumun ana konusu “Ortaklar Köy Enstitüsü Kurulurken”, ikinci oturumun ana konusu “Belgelerdeki, Araştırmalardaki Ortaklar Köy Enstitüsü”, üçüncü oturumun ana konusu “Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okuluna”, dördüncü oturumun ana konusu “Tüm Boyutlarıyla 19 Nisan 2014 günü İzmir'de üç kurum ve kuruluşun işbirliği ile önemli ve görkemli bir sempozyum düzenlendi. “Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında” adını taşıyan bu sempozyum, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED), Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği ve İzmir Konak Belediyesinin işbirliği ile gerçekleşti. Bu düzenleme hazırlıklarının bir yıl kadar önce başladığını biliyoruz. YKKED Başkanı Sayın Prof. Dr. Kemal Kocabaş ile Adabelenliler Derneği Başkanı Sayın Mustafa Özmen, sempozyumu ve yakın çevreyi de kapsayan çok yönlü, çok boyutlu programların ve hazırlıkların içine bir yıla yakın zaman önce giriştiler. İşte bu yoğun çalışmaların sonucunda böylesine başarılı bir sempozyum ve aynı adı taşıyan çok değerli bir kitap ortaya çıktı. Bu nedenle iki başkanımızı ve çalışma arkadaşlarını, emeği geçen herkesi gönülden kutlamak gerekir. Bilindiği gibi Adabelen, Ortaklar Köy Enstitüsünün kurulduğu bölgedeki tepenin adıdır. 1944 yılı Ağustos ayından beri Ortaklar'da okuyan Köy Enstitülü, öğretmen okullu, öğretmen liseli tüm öğrenciler okullarını belirtirken, 70 yıllık anılarla dolu bu tepenin adıyla anarlar. Genellikle okullarının adını “Adabelen” ve kendilerini de “Adabelenli” olarak tanımlarlar. İşte bu sempozyum,böylesine ulu bir çınar, Cumhuriyet çınarı olanAdabelen'i çeşitli yönleriyle, tarihi ve özellikleriyle inceledi, irdeledi. Sempozyum beş oturumdan oluşuyordu. Oturumlara, Adabelen tarihinde önemli yerleri olan ünlü eğitimcilerimizin adları verilmiş (Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri Çakaloz, Mualla Eyüboğlu, Mehmet Kahvecioğlu oturumları). Çok hoş bir uygulama oldu bu, çok iyi düşünülmüş. Sempozyumda sunulan bildiriler ve Adabelenlilerin yazdıkları yazılardan oluşan “Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında” adlı çok önemli bir kitap Prof. Kocabaş tarafından daha önceden hazırlandı, YKKED yayını olarak basıldı ve Sempozyum sabahı katılımcılara sunuldu. Bunun da takdire değer bir çalışma, saygıdeğer bir emek -2- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Adabelen”, beşinci ve son oturumun ana konusu “Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okuluna” idi. Bütün konuşmacılar katıldı, hiç eksik yoktu. Konuşmacıların bildirileri sabah katılımcılara sunulan anıtsal kitapta yer alıyor. Ayrıca bu kitapta, 1945-1974 Ortaklar mezunları listesi ile Adabelen'den Yüksek Öğretmen Okullarına giden öğrenciler listesi (1959-1973) de yer almaktadır. Bildiğimiz kadarıyla bu listeler ilk kez yayımlanıyor ve kitabın değeri daha da artıyor. Şimdi, sempozyumda doğrudan ya da dolaylı olarak vurgulanan kimi önemli noktaları belirtelim: Hepimizin Adabelen'e gönül borcumuz var. İşte bu gönül borcunun ve okula bağlılığın göstergeleri olarak her yıl 16 Mart Öğretmen Okulları Günü dolayısıyla Adabelen'de toplanıyor, kuru fasulye pilav yiyoruz. Yine her yıl belli bir yerde, Adabelenliler gecesi düzenliyoruz. Çeşitli sınıf toplantıları düzenleniyor. “Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği”miz var, yıllık toplantıları, çeşitli etkinlikleri dernek düzenliyor. Yine derneğimizce düzenli olarak çıkarılan “Adabelen” adlı çok hoş bir eğitim ve kültür dergimiz var. Ve derneğimizce 2003 yılında çıkarılan “Adabelen Çiçekleri – Adabelen'den Yetişenler” adlı bir kitapçığımız da var. Meğer Adabelen ne kadar gür ve güçlü bir kaynakmış. Meğer ne “çiçekler”, ne yetenekler, ne değerler yetiştirmiş. Kaldı ki o kitapçıkta yer almayan, alamayan, ulaşılamayan daha nice Adabelenli var. Bütün bu etkinlikler, toplantılar, buluşmalar kendiliğinden oluşuyor. Hiçbir zorlama, hiçbir zorlayan olmadan gerçekleşiyor. Eşlerle, çocuklarla, torunlarla geliyor Adabelenliler. Büyük bir canlılık, kaynaşma ve hareketlilik oluyor. İşte bu durum ayrıca gurur veriyor bize, onur veriyor. İnanılmaz güzellikler, doyulmaz anılar yaşanıyor. Gerçi çok doğal olarak hepimiz her etkinliğe katılamıyoruz, ama Adabelen ruhu yaşıyor, yaşatılıyor.Asıl önemli olan da bu değil mi? İşte böylesine gür, verimli bir kaynak olan Adabelen için, tam bir Adabelen çocuğu olan Prof. Kemal Kocabaş'ın hazırladığı ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneğince yayımlanan çok değerli üç de kitap var: İlköğretmen Okulu'na Adabelen Işığı (Hazırlayan Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. • Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007). Köy Enstitülerinden İlköğretmen Okullarına Geçişte Eğitime Adanmış Bir Yaşam: Mehmet Kahvecioğlu (Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. • Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2014). Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında (Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. • YKKED tarafından yayımlanan bu üç kitapla, Adabelenliler Derneğince yayımlanan ve yukarıda belirtilen “Adabelen Çiçekleri – Adabelen'den Yetişenler” kitapçığı, belgesel değer taşıyan çok önemli, değerli ve doyurucu yayınlardır. Bu eserler Adabelen'in değerini, önemini, özelliklerini ve güzelliklerini çarpıcı bir biçimde sergilemektedir. Ve bu dört kitap, benzeri okullar için örneği pek görülmeyen büyük bir zenginliktir Adabelen adına. Adabelen Okulu, yalnızca nitelikli ve çok yönlü binlerce öğretmen değil, güzel sanatların, özellikle edebiyatın ve bilim dünyasının çeşitli dallarında, kamu yönetiminde ve politikada isim yapmış, ün kazanmış pek çok sanatçı, yönetici ve bilim insanı da yetiştirmiştir. Nice şair, yazar, ressam, müzisyen, akademisyen ve yönetici yetiştirdi Adabelen. Bu konuda sadece isimleri ve eserleri saysak bile kocaman bir kitap eder. Ve nice Cumhuriyet aydını, aydınlanmacı, çağdaş öğretmen, Atatürk öğretmeni yetiştirdi. Genel olarak Ortaklar'da çok iyi öğretmenler görev yaptı. Hemen hepsi seçilerek geldi. Bu arada Adabelen 100 öğrencisini seçerek yüksek öğretmen okullarına gönderdi (1959-1973). Bunların içinden çok başarılı lise öğretmenleri, çok sayıda dershane sahibi ve öğretmeni, üniversite öğretim üyesi, öğretim elemanı, bilim insanı, işadamı, siyasetçi, bürokrat, yönetici çıktı. Hepsi de kendilerini her yerde kabul ettirdiler, benimsettiler, kanıtladılar. İşte 19 Nisan Sempozyumunda, Adabelen'in çeşitli yönleri, değinilen özellikleri ve güzellikleri, zenginlikleri, nice anılar dile getirildi, incelendi, irdelendi. Çok başarılı bir şölen oldu. Bundan dolayı, iki dernek başkanımızı (Kocabaş, Özmen) ve çalışma arkadaşlarını, emeği geçen herkesi tekrar içtenlikle kutluyor, Konak Belediyesine de gönülden teşekkürler sunuyoruz. • Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007). Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar -3- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir 30 Ağustos'a daha ulaştık… Kutlu olsun! O günleri anımsayalım. YÜZ KIZARTICI SAHNE: ANCAK, YA ANADOLU'NUN SUÇU NEYDİ? (-Keşke, Ah Keşke!.. Her Yerde Barış Rüzgârları Esseydi!..) Prof. Dr. Kemal ARI *DEÜ Öğretim Üyesi 30 Ağustos 1922 günü, Yunan Ordusu'nun belkemiği Dumlupınar'da kırılmış… On binlerce düşman askeri ölmüş; Mehmetçik şehit düşmüş; ortalık kan gölü… Mustafa Kemal Atatürk, yanında İsmet, Fevzi ve Asım Paşalarla savaş meydanında ilerliyor. Ancak o denli yoğun insan kaybı var ki; yerlerde göllenip kurumuş kanlar; parçalanmış cesetler, sağa sola savrulmuş kollar bacaklar; barut kokusu, ölümün bedenlere çökmüş ağırlığı; yanmış kül haline gelmiş araç gereçler; hala can çekişen bedenlere düşmüş ölüm soğukluğu… Ortalıkta kan, duman, kor, barut ve ölüm kokusu… Bir gün önce, türlü bağırış çağırışların; top ve bataryalardan fırlayan güllelerin çıkardığı kulak zarı yırtan gümbürtülerin yerini almış olan derin sessizlik… Zafer; evet zafer; ancak binlerce, on binlerce genç insanın yaşamına mal olmuş, ölümlerin, acıların, yetim kalmış çocukların, dul kalmış gelinlerin, çocuğunu yitirmiş acılı anaların bağırları üzerinde yükselen bir barış… Evet, gerçekten de savaş, zorunlu olmadıkça, bir ulusun onur ve saygınlığını hedef alan tehlikeleri bertaraf etmemek için yapıldığında bir cinayettir… Her beden, bir can; bir can da bir cihan olduğuna göre; yitip giden her canla bir dünya yıkılmış; genç insanların üzerine ölümün soğukluğu çöreklenmiş; can çıkan nefeslere kan kokusu karışmış. Bu sonuç; uzakta, çok uzaklarda, bu senaryoları kurgulayanların hiç de umurunda değil… Onlar sanki can pazarında tezgâhlarını kurmuşlar; kıran ve kırılan kendileri olmadıktan sonra; ölen her bir can, onlar için kumarda yitirilen basit bir taş parçasından başka bir şey değil… Onların derdi; ölümlerin, kırımların üzerinden kendilerine somut çıkarlar taşıyacak kazançları… Anadolu bozkırı, güneşin altında sanki insanlığın ortak bir acısını, dayanılmaz trajedisini sergiliyor; sağa sola koşturan gölgeler, ölmeyip kalanları, ölülerin arasından seçip bir sahra hastanesine yetiştirme telaşı içinde… Yer yer, Mehmetçik güvenlik noktaları oluşturmuş; bir yandan da sürekli sahra telgraflarının tıkırtılarıyla paşaya ulaştırılan cephelere ilişkin raporlar… Süvariler soluk soluğa dağları vadileri geçiyormuş; piyade, ayakkabıları parçalanmış, yüzü gözü toz bere içinde düşman kovalıyormuş; nereden hangi kıta ileriye atılarak harekete geçmiş; kim ne türlü bir emir bekliyormuş; bir bir bunu paşalara koşturan yaverler… YaAnadolu? O, binlerce yıllık Anadolu'nun ağıtlarıyla beden bulmuş o kutsal topraklar; onun günahı neydi ki? Beldeler yıkılmış; on binlerce kadının, kızın ırzına geçilmiş; on binlerce insan kıyılmış durmuş; evler yakılmış, adalet ayaklar altına alınmış; bir milletin onuruyla oynanmış; bunlara tanıklık eden o kutsal ana; o bu acıları kendi göğsünde hissetmemiş olabilir mi? Ve bozkır; derin bir sessizliğe gömülmüş… Arada bir esen rüzgâr, bozkırın tozunu yerde yatan insan bedenlerinin üzerine doğru savururken, kan ve barut kokusuna taze çiçeklerin kokusunu taşıyor... Anadolu, onun tarihsel kutsallığına bakıldığında elbette bu ölümlerden, yıkımlardan mutluluk duyamazdı. Sonuçta ölen insansa; o ya da bu olsun; onun kutsallığına ancak, ölen insan için ağıtlar yakmak düşerdi. Ve Anadolu'nun her bir -4- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE anası, sinesini döverek yitirdiklerine, başına sarılan belalara “Ah sebep, sebep neydi?..” diyerek ağlar bir haldeydi. Şu sessizlik, arada sırada bozkırda beliren toz yığınları; derken tozlu yüzlere çarpan rüzgârın bıraktığı tatlı serinlik; bir matemin mi, bir coşkunun mu belirtisiydi? miydi? Ancak, ya vicdan? Vicdan, yine de bu durum karşısında rahat olamıyordu. Ve Gazi, ayağa kalktı. Ardından İsmet Paşa da… * Ve ayağa kalkmış olan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde yeniden bir hüzün ve acı belirmişti. Mustafa Kemal Paşa, ölü yığınları arasında ilerlemekte zorluk çekiyordu. Kimi zaman ölüler öyle yumak haline gelmişti ki; Gazi, insan bedenlerinin üzerine basarak ilerlemek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra kırık bir kağnı arabasına çıktı. Hemen yanına çevik bir hareketle, İsmet Paşa da beliriverdi. İki yurtsever komutan, şimdi kutsal yurt topraklarının hazin haline bakarak durumu tam olarak kavramaya, ellerinde dürbün, uzakları gözeterek bir durum tespiti yapmaya çalışıyorlardı. Kağnı arabasının hemen kıyısında, Fevzi Paşa ve Asım Paşa yer alıyordu. Kağnının üzerinde içi dolu birkaç çuval vardı. İki paşa; bu çuvalların üzerine oturdu: Elleriyle çuvallara dokunduğunda Gazi Mustafa Kemal Paşa, çuvallarda kuru üzüm olduğunu fark etti. Bir avuç alıp, yarısını İsmet Paşa'ya uzattı. Yüzlerindeki hüzün o denli belirgindi ki; bir parça üzümün tadı, bu gerginliği hafifletebilirdi. Gazi'nin uzattığı üzümün bir kısmını alan İsmet Paşa ile aynı anda, ağızlarına ikişer üçer üzüm atarak yemeye başladılar. Bir anda Mustafa Kemal'in yüzü yumuşadı ve İsmet Paşa'nın kulağına eğilerek: Sesi titrer bir durumda; şu sözleri mırıldandığı duyuldu: -“Bu görünen manzara, insanlık adına yüz kızartıcı bir sahnedir. Ama bizi buna mecbur ettiler…” Evet; zorunlu durumda kalınca, insan kendi yurdunu savunmak için ölümü göze alır. Bilir ki, yurdunu savunmak, her yurtsever için bir onur ve namus görevidir… Ancak bir yandan da bütün bu olup bitenlere bakınca; insan şöyle mırıldanmaktan da geri kalamaz: -“Keşke, keşke bunların hiç birisi yaşanmasaydı! Keşke, yitirilen bu canlar, daha bu yaşlarında ölümü tatmasalardı! Keşke barış, bu cinnet anına üstün gelebilseydi” Ancak, ah keşke insanlık bunu bir anlayabilse? Ah bir anlayabilse? -“Üzüm çalan farelere döndük İsmet!” dedi… Öyle ya: Gülümsediler; hatta bir ara, üzerlerindeki gerilimin etkisiyle bu gülüşler kontrolsüz bir kahkaha atışına bile dönmüştü. Evet, gülüyorlardı, ama bu gülüş, neşeden çok; içleri yanan iki insanın kontrolsüz reflekslerinden başka bir şey değildi. İşte önlerinde ölen insanlardan oluşan sanki bir koca deniz! Şimdi soralım: Suriye'de tam 6.000 Müslüman kadının ırzına geçilmiş… Kim bunun suçluları, kim? Kim bunu vicdanlarına yakıştırabilenler, kim? Bir, ah bir sorabilse bu soruları insanlık ve buna neden olanlardan daha güçlü bir irade ortaya koyabilse… Kanlar içinde yerlerde kıvrılıp yatan gencecik bedenler… Bir açıdan bakınca; Türk, Yunan; ne fark eder; ölüm her yerde ölüm olduktan sonra! Başka bir açıdan bakınca da; yurdu yakılıp yıkılan Türkler'in günahı neydi? Onca cinayetlerin, ölümlerin, yıkımların nedeni; Anadolu'ya canavarca saldırmış insan sürülerinin eseri değil Umarız, dünya felaketlerden örnek alır da barış için az daha çaba gösterse… Keşke… Ah keşke… -5- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BİLİYOR MUSUNUZ? ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ'NİN HİKÂYESİ! yerli ve yabancı uzmanlar da bu topraklar üzerinde herhangi bir tarım faaliyetinin yapılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta Tarım Bakanlığı uzmanlarından Schmit hazırladığı raporda, "Bu öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya sabır tükenir, yahut ta para" yorumunu yapıyor. Verilen olumsuz raporlar ve yapılan yorumlar onu fikrinden vazgeçirmeye yetmiyor ve Gazi Orman Çiftliği'ni kurmak üzere derhal çalışmalara başlanılması emrini veriyor. “ARAZİYİ KENDİ PARASIYLAALDI” İlk iş olarak da tarım uzmanlarına eliyle işaret ederek gösterdiği batak arazi, çiftlik idare merkezi, parklar ve sebze bahçelerinin üzerine inşa edilmesi için, Merhum Abidin Paşa'nın eşi Faika Hanım'dan yüksek bir fiyatla satın alınıyor. Gerekli para da Atatürk'ün kendi aylığından taksitlerle temin ediliyor. Atatürk'ün ödediği bu yüksek fiyat diğer arazi sahiplerini de teşvik ediyor. Bu şekilde Etimesgut, Balgat, Çakırlar, Güvercinlik, Macun, Tahar ve Yağmur Baba çiftlikleri de satın alınıyor. Hemen çalışmalara başlanıyor. Çiftliğin kurulmasındaki her aşamada Atatürk'ün kendisi de bizzat çalışıyor. Terini toprağa akıtıyor. Çalışmalar normalden çok daha kısa bir süre içinde bitiyor. Atatürk, Bozkırın ortasındaki bir ortaçağ şehrinden modern bir başkent; bataklık, çorak, ot bile yetişmez denilen bir araziden ise insan elinden çıkma bir cennet yaratıyor. Son olarak da diğer çiftlikleri ile birlikte Atatürk Orman Çiftliği'ni çok sevdiği milletine hediye ediyor. Çünkü o milletini çok seviyor ve bu bağış için endişe edilecek herhangi bir konu kalmadığını düşünüyor. Yıl 1925.Birinci Dünya Savaşı'nın arkasından İstiklal Mücadelesini vermiş bir ülke; Türkiye. Bozkırın ortasında bir başkent;Ankara... Oysa Atatürk yeşili o kadar seviyor ki, Afet İnan'ın anlatımıyla; “Köşk için Çankaya'yı seçmesinde etken, birkaç büyük karakavak ve söğüt ağaçlarının bulunması.” Karakavak ve söğütler yetmiyor ona. O istiyor ki, İstiklal mücadelesini yürütülmesine ev sahipliği yapmış bu mağrur kent yemyeşil olsun. Halkın rahatlıkla gezebileceği, nefes alacağı bir cennet yaratılsın. Ülkenin tanınmış tarımcılarını köşke çağırıyor. Amaç; Ankara civarında kurmak istediği cennet için uygun arazinin seçilmesi. Tarımcılara Ankara civarında modern bir çiftlik kurmak istediğini ve buna uygun arazi bulunması gerektiğini söylüyor. Oysa onlar çiftlik yeri için uzun boylu araştırmalar yapmaya gerek görmüyor çünkü Ankara o devirde 'Bozkırın ortasında bir ortaçağ şehri'. Bu kanaatlerini Atatürk'e bildirdikleri zaman ise o eliyle bu günkü Atatürk Orman Çiftliği'nin arazisini gösteriyor ve 'burayı gezdiniz mi?' diye soruyor. Tarımcılar şaşırıyorlar. Gösterilen arazi bataklık, çorak, fakir... Bir çiftlik kurulması için gereken hiçbir özelliği taşımıyor. Atatürk'ün cevabı basit oluyor; "İşte istediğim yer böyle olmalıdır. Burayı biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecek?” Çağırılan tarım uzmanları şaşkınlıkla Atatürk'ün onları aslında en iyi değil en kötü toprak raporunu alabilmek için çağırdığını fark ediyorlar. Şaşıranlar sadece onlar olmuyor. Yer belirlendikten sonra arazinin verim durumu hakkında görüş istenen diğer O günlerden bir görüntü… Günümüzden de bir görüntü… -6- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Tarihçi Sinan Meydan’ın Araştırması’ından Bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz neden değerli ve önemli? Osmanlı, Osmanlı dedikleri… İşte Türkiye Cumhuriyeti'ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı'dan kalan miras: ♦ Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. ♦ Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne postahane, ne de dükkân. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2'si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var. ♦ Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler de var… ♦ Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor. ♦ Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az. ♦ Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor. ♦ 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu'da. Bir m e t r e s i b i l e b i z i m d e ğ i l . Ta m a m e n emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım. ♦ Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz. ♦ Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15'i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde. ♦ Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüş. ♦ Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu'da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var. ♦ Osmanlı'dan bize kalan sadece dört önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları... ♦ Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok. ♦ Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor. ♦ Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. ♦ Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı kentlerde var. ♦ Tüm Türkiye'de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye'deki toplam eczacı sayısı 60. ♦ Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı 400.000'i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor. -7- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ♦ Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya terk edilmiş. ♦ Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7'si, kadınların %04'ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil. ♦ Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var. ♦ Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil. ♦ Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş. ♦ Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın. ♦ 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş. ♦ Halk kitap okumuyor. 1729'dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı'da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000'i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor. ♦ Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda… ♦ Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda. ♦ Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş. ♦ Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak. Sinan MEYDAN ♦ Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış.Antik tarihten veArkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar. Kaynak:http://sinanmeydan.com.tr/ (İnternetten) -8- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 6 Temmuz Aziz Nesin’in ölüm yıldönümü. Onu özlemle anıyoruz AKLIMA DÜŞTÜ DE Bekir ÖZGEN bekirozgen@hotmail.com “Düşüncelerimiz acılar içinde yaşama eşlik ederken, anılar öne çıkar mı? Çıkarsa ne olur?" diye dalmış gitmiştim ki, onun, "Al yalnızlığını gel. Sıkılmayız," sözü geldi oturdu belleğime. Sonra da ona ilişkin unutulmaz yaşanmışlıklarım... o kadarı da ham bir biçimde üzerlerinde çalışmamı bekliyor," deyince aradığım ipucunu yakalamıştım. Söyleşisi bitene kadar şu hesabı yaptım: Yıl, üç yüz altmış beş gün olduğuna göre, bin öykü demek üç yıl demek. Bu adam, bundan sonra da her gün bir öykü yazsa, en az üç yıl daha gerekecek. Demek ki onun sorunu "zaman". Sözlerinin arasına niyetini sıkıştırıp "Beni fazla oyalamayın. Yazacaklarımla baş başa kalayım," demeye getiriyor. Toplumsal belediyeciliğin yaygınlık gösterdiği yıllardaydı. Paneller, açık oturumlar, konferanslar, söyleşiler bir birini izliyordu. Bu tür etkinliklerin gözbebeklerinden biri de Aziz Nesin'di. Hemen her yerel yönetim, ya da sivil toplum kuruluşu peşine düşüyor, çağrı yapıyor, onu, yakın çevresinin aydınlık yüzlü insanlarıyla buluşturmak istiyordu. Anlamıştım düğümün nereye atılması gerektiğini. Söyleşisi bitince yanına vardım. Herkesin duyacağı bir biçimde, "Yol yorgunu olduğunuzu biliyorum. Biraz ateşiniz de çıkmış. Sizi otelinize götüreyim. İlçemizin konuksever insanları bu durumu anlayışla karşılayacaklardır. Buyurun, gidelim," dedim. Yaygın bir söylentiye göre, Aziz Bey nereye gitse, ufak tefek sorunlar çıkıyordu. Kendisini konuk edenlerle istenmeyen pürüzler yaşanıyordu. Onun, "hoşnut edilmesi güç biri" olduğu üzerinde, yaygın bir düşünce oluşmuştu her nasılsa... Bulunduğum ilçenin belediye başkanı da aynı endişeyi duymuş olmalı ki, hazırlıklarını yapmakta oldukları festivale davet ettikten sonra, onu kırıp gücendirmeyecek bir yol izlemeye karar vermiş. Dilinden anlayacak, onu rahat ettirebilecek birini aramaya koyulmuş. Benim adım öne çıkınca da, iki gün için bu görevi üstlenip üstlenemeyeceğimi sordular. "Bundan onur duyarım ancak bir de kendisine sorun, o ne düşünüyor, öğrenin," dedim. Yüzüme baktı. Gözlerinin içi gülüyordu. "Beni benden daha iyi anlayacağınızı biliyordum," diyebildi yumuşak bir sesle. Yol boyunca şakaların bini bir para oldu. "Askerliğinizi yaptığınız nasıl da belli oluyor. Adam kaçırmayı iyi öğrenmişsiniz," diye takıldı. Ben de: "Evet, doğru söylüyorsunuz. Yedek subay okulundayken Keşif İstihbarat Takımındaydım. İz sürmesini iyi öğrettiler," dedim. Çok geçmeden de, oteldeki odasına yerleştirdim onu. Sonra da, "Bak, ağabey!" diye dikildim önüne. "Konuşmanızın satır aralarındaki, 'Ne olur beni bana bırakın. Zamanımı çalmayın,' iletisini aldım. Otelde kaldığınız sürece her türlü gereksinmeniz karşılanacaktır. Benlik bir iş çıkarsa lütfen telefon edin. Ayrıca, bu akşam, otelinizin çatı katındaki lokantada toplu bir yemek verilecek. Sizin de orada olmanız bekleniyor. Saat sekize on kala hazır olabilirseniz, oraya birlikte çıkacağız." Aldıkları yanıtta, "Biz tanışız. Ne iyi olur!" demiş. Aslında tanışıklığımız öyle yüz yüze olmamıştı. Eşimle birlikte, ilkokulun her beş sınıfı için ayrı yazdığımız test kitaplarımızdan üçer set yapmış, Nesin Vakfı'ndaki öğrencilere armağan olarak göndermiştik. Aziz Bey de karşılık olarak bir teşekkür notuyla birlikte, yazdığı son üç kitaptan ikişer tanesini imzalayıp adresime yollamıştı. Bu kadardı hepsi. Festivalimizin başlamasıyla gözümüz Aziz Bey'in yoluna dikildi. Uçağı gecikmeli geldiği için söyleşisine zor yetişti. Konuşmasının bir yerinde, "Şu anda, basılmış bini aşkın öyküm bulunuyor. Bir Keyfi yerine geldi. "Bir de melekleri öte dünyada arıyor aptallar. Seni getirip koymuşlar ya buraya... Yetmiyor mu bu?" diye gönlümü aldı. Lokantaya vardığımızda her yer tıklım tıklım -9- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE doluydu. Bize ayrılan masada karşı karşıya oturduk onunla. Yemek öncesinin açış konuşmasını belediye başkanımız yaptı. Konuklara, "Hoş geldiniz. Bizleri onurlandırdınız. Yarasın," dedi. Bu güzel dileğin yerine getirilmesi de uzun sürmedi. Yendi, içildi. Kafalar tütsülendi. Tütsülendikçe ağızlar açıldı. Açıldıkça da baş konuğumuza sitemler yağmaya başladı. bakalım... Onun bütün sermayesi bizleriz. Biz olmasak, bizim akıllara durgunluk veren yaşam çelişkilerimiz olmasa, suyu çekilmiş değirmene döner. Başka ülkelerin niçin bir Aziz Nesi'ni yok, düşündünüz mü hiç?" deyince bir ok gibi yerinden fırladı. Doğru yanıma seğirdi. Ve bir anda gözler ikimize çevrildi. Ben daha, "Pirzola vezir, rakı padişah..." demeye kalmadan, onun beni haşlayıp doğduğuma pişman edeceğini bekliyordu herkes. Ama öyle olmadı: "Vay biz buraya Aziz Bey için geldik de..." "Vay bize zaman ayırmıyor da." "Arkadaşım yerden göğe haklı. Türkiye'de her üç insandan dördü mizahçı, beşi fıkracıdır. Onlardan biri de benim. Öte yandan -ne olursak olalım- hepimizin içinde küçük bir çocuk var. Ve o ne ölüyor, ne de yerinde duruyor. Zaman zaman da olsa, naz yapmak, şımartılmak gereksinmesi duyuyor. Hatta daha ileri gidip soğuk fırından sıcak ekmek umduğu bile oluyor. O zaman da onu tutup bağlayacak bir uyarıcı aranıyor. Tıpkı şu anda beni kendime getiren can dostum gibi. O nedenle önce onu kucaklayıp öpeceğim. Sonra da, karar verdim, bütün bir gece sizlerle birlikte olacağım," dedi. "Vay bir halk adamının halktan kopukluğu olur mu da." Daha neler, neler... Baktım ki suratı asılıyor Aziz Bey'in, dayanamadım. " Arkadaşlar! " diye söz aldım. "Varı yoğu insan olan biri, sizlere nasıl sırt çevirebilir? Üstelik de yazdıklarının hepsinin öznesi sizlerken... Ancaaak! Her gününe bir öykü sıkıştırmak durumunda olan bir yazarın da, kendine zaman ayırması gerekmez mi? Başka türlü, beğenerek okuduğumuz o güzel mizah öykülerini, yazabilir mi hiç? Kalıbımı basarım ki, şu anda burada kalıp, söyleşiyi sürdürmeyi o bizlerden daha çok istiyordur, " deyip sustum. Kulakları alkış sesleri doldurdu. İkinci günün akşamına doğru Aziz Ağabey'i yolcu etmek için Havaalanına götürecektim. "Ben taksiyle gitmem," diye tutturdu. “Öyleyse Havaş Otobüsünün kalktığı yere kadar taksiyle gidelim," dedim. Ona da, "Olmaz," dedi. Oraya giden bir dolmuşa atladık. Dur kalk, itiş kakış vardık oraya. Aşağı inip THY bilet satış yerine doğru seğirtmiştik ki, "Eyvah! Çantamı dolmuşta unuttum," demesin mi... Donduk kaldık. Elimiz ayağımıza dolandı. Hele ki, yolculardan biri bizi tanımış. Çantayı kaptığı gibi kaşla göz arasında getirdi bize. İşte o zaman takılmadan edemedim: Garip garip gözlerimin içine bakarken, "Doğru mu Aziz Ağabey?" diye sordum. "Doğru," dedi. Hepimizin sağlığına kadeh kaldırdık. Yine de İkircikli görünüyordu Aziz Bey. Bir ayağı gitmek isterken, öteki ayağı geri çekiyordu onu besbelli. Bir jest yapmalıydım. "Arkadaşlar!" diye yükselttim sesimi. Şaka yollu, “ 'VayAziz Nesin şöyle büyük yazar, vay Aziz Bey böyle bulunmaz bir mizah ustası...' diye sıra sıra övgü dağları dikip duruyoruz önüne. Onun da ayağı yerden kesiliyor haliyle. Evet, ünü ülke sınırlarını aşıp dünyayı tuttu tutmasına da, o kadar da şımartmayalım onu. Sonuçta o da bizden biri. Gitsin, başka bir ülkede yaşasın, bugünkü Aziz Nesin olabilsin de, görelim "Bir yaşam boyu yenik düşen insanların ellerini yukarı kaldırıp şampiyon ilan edersen, onların diyet borçlarını ödemeleri de böyle olur işte." -10- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Kendi tümcesi de olsa, gözlerini yaşarttı koca ustanın. 2 Temmuz 1993 Sivas katliamını unutmayacağız! 37 canı özlemle anıyoruz. *** Yıllar sonraydı. Aramızdan ayrılalı çok olmuştu o. Bir pazar günü, Çorlu'dan İstanbul'a gidiyorduk. Kızım arabasının gazını kesip "Baba," dedi. "Yolumuzun üstündeki Nesin Vakfı yerleşkesine uğramaya ne dersin? Hakkında çok olumlu şeyler işittim de..." MADIMAK ATEŞİ "İyi olur," dedim. Ana kapıdan girdiğimizde bizi temiz giyimli gençten biri karşıladı. Arabanın pencere camını açtım. "Kızım, bugün ziyarete kapalı olduğunuzu biliyorum. Vakfınızı görmeyi çok arzu ettik. Umarız, şöyle bir göz ucuyla çevreye göz atmamızda sakınca yoktur," dedim. T. Ayhan ÇIKIN t.ayhan46@gmail.com Madımak, yangına dönüşen bir aş mıdır? Dikkatlice gözüme baktı: Arıtılmış şarkılardan süzülürken duygular "Buyurun. Gezdireyim sizi," dedi. Arabamızdan indik. Ve şu konuşma geçti aramızda: Donmuş gözlerde kirlenmiş bir tarih saklı Irmaklaşan karanlıklar dökülürken yollara “Bağışlayın beni ama, bir dinlence gününde bile, önünüze çıkan herkesi gezdiriyor musunuz burayı?" Meydanlarda çalınırken Pir Sultan sazları Akan sularda yıkanırken evrimin kuralları "Siz sıradan biri değilsiniz?" Kalleş yalanlarla insan insanı yakar mı? "Neyim ya?" Bizi aldı, Aziz Bey'den kalan bütün eşyaların ve kitapların olduğu özel odaya götürdü. Orada, daha dün basılmış gibi korunaklı duran ilkokul test kitaplarımı çıkardı. "Bizler bunlarla yetiştik. Katkılarınızı nasıl unuturuz. Dedemiz sizi nasıl severdi bilemezsiniz," deyince benden çok kızımın gözleri doldu. Argın madımaklarda barınmaz insanın kini Türküleşmez yakan insanın dünü, bugünü Eski bir anıda kaybolurken Sivas'ın öyküsü Şarkılar söyler Akarsu'lar geçmişten yarına İsyanların yangınında Yıldız Dağı türküsü İçimde akan zaman değişmişti sanki. Kendimi özel hissetmemi sağlayan bu gün yüzlü, maviş gözlü kızı sarılıp öptüm. Ve o, boyu küçük, beyni büyük adamı, Pamuk Dede'yi, andık gözlerimiz yaşlı. Acıklı bir romanı bitirmiş gibi içli içli yola düşmüştük ki, kızım, "Baba!" dedi. "Biliyor musun? Bütün bu yaşananlar, masal gibi ama masaldan gerçek." Yakıcı bir acı kapladı içimi. Dayanamadım. Ağıtsı, ağıtsı, "Ah Aziz Ağabey, ah!" diye dertlendim. "Bugünlerde ne denli özlendiğini bir bilsen, yokluğundan utanırdın." -11- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sivas Katliamının Yıldönümünde YANMAK MI ACI? YOKSA UNUTULMAK MI?.. Ali KAYA alikayadikili@yahoo.com Ateşin yalazında kıvranan benliklerimiz, Kavrulan bedenlerimiz, tutuşan saçlarımız, Unutulmanın acısından Daha çok acı çektirmedi bizlere… Bizler kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler… Bizi yakanların karanlıkları yetmedi. Düşüncelerimizdeki, Umutlarımızdaki özgürlük güneşini Karartmaya yetmedi... Ama unutulmuşluk…Unutulup gitmek!? Belleğini yitiren toplum, Belleğini yitiren sizler, Belleğini yitiren tarih!.. Eğer unutursanız bizleri, İşte o gün bütün güneşler kararacaktır. Neden yaktılar bizi? Bizi yakanlar neredeler? Siz neredesiniz? 2 Temmuzun isine bulaşan, Kömürleşmiş ellerimiz Boşlukta salınıyor yapayalnız… İnsanların öldürülmediği, Özgür, sömürüsüz ve mutlu günlere ulaşmak için Kömürleşmiş ellerimiz, ellerinizi Gözlerimiz, gözlerinizi arıyor… Elleriniz nerede, gözleriniz nerede, Siz neredesiniz?.. Bizler, kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler... Unutmamalısınız bizi! * Bizim umutlarımız vardı… Düşlerimiz, gökkuşaklarımız… Sizin unutkanlığınız… Belleksizleştiren toplumunuz ve tarihiniz. 20. yüzyılda insanların yakılışını!.. Aynadaki kendi yüzünüze bakarken Görmez misiniz ateşler arasında Yakılan yüzlerimizi, gözlerimizi, Kavrulan bedenlerimizi… Bizler neden yakıldık ey insanlar? Neden yaktılar bizi? Bizler, kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler… Sizler, yakılışımızı naklen izleyenler… Unutmamalısınız bizleri!.. Neden yakıldığımızı ve neden kurtarılmadığımızı, unutmamalısınız!.. İnsanların yakılmasının utancını Tarihe bırakamazsınız. Bizleri unutmamalısınız! Yanmış, kömürleşmiş gözlerimiz, yüzlerimiz, Ellerimizle, düşlerimizle, umutlarımızla aranızdayız. Bizleri görmelisiniz… Bizleri unutmamalısınız… * Kara topraklar altında kıvranan, acı çeken, Unutulmak istemeyen ak ölüler Bizi yakan ateş, Aydınlığı olsun geleceğimizin, geleceğinizin… …VE BU ACI ÇIĞLIK YANKI BULUYOR… İsimleriniz her anıldığında, İçimizi çekmekten, Yüreklerimizi ve gözlerimizi kısıp Iraklara dalıp gitmekten… Hani bazen de bir iki sitemli ve öfkeli Laf etmekten Alamadık kendimizi, hepsi bu... Sonra unuttuk gittik, Ta ki 2 Temmuz'a kadar… Sizler, onurunuzla bir kez, Yakanlar bin kez öldüler… Seyretme şanssızlığını yaşayanlar Kaç bin kez ölüp ölüp dirildiler! Ama sizi yakarak katleden koşullar Devam ediyor hâlâ. Gericilik, artık çuvala sığmaz bir mızrak gibi, Sokakları, canlarımızı, devlet yapımızı Ve Laik Cumhuriyetimizi Tehdit ediyor hâlâ… Sizler, televizyonlarınızdan naklen izlediniz Belki öfkelendiniz, belki ağladınız, Yanık et kokusu geldi burunlarınıza. Bir çığlığın utancı yankılandı kulaklarınızda. Ya da kanal değiştirdiniz… Ve şimdi de unuttunuz her şeyi… Bu kadar mı unutkan oldunuz? Çocuklarınızın, dostlarınızın, Sevgililerinizin, arkadaşlarınızın yüzlerine bakarken, -12- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İnadına Eğitim AĞAÇ YAŞ İKEN!... Faik AY Eğitim, belli bir konuda(bilgi ve bilim dalında)yetiştirme, geliştirme işi. Öz olarak TERBİYE. Bu eğitim ve öğretimde olduğu gibi yaşamın bütün dalları içinde geçerlidir. Konuşmaya alıştırılan bir muhabbet kuşu, piyanonun tuşuna basmayı beceren sirk fili içinde aynı şey söylenebilir. pisliklerin tamamı insanlara a i t t i r. İ ç t i ğ i s i g a r a n ı n izmaritini, yediği çikolatanın kağıdını, içtiği suyun şişesini, çitlediği çekirdeğin kabuğunu, kullandığı naylon torbayı hiç düşünmeden yola atar. Kül tablasını rahatlıkla sokağa boca eder. Arabası temizlendi ya, bu insanlar kedi ve köpeklerden hiç ders almazlar mı? Onlar kendi pisliklerini görülmeyecek şekilde gömerler. Eğitimin amacı bireyin akla uygun tensel ve tinsel (ruhsal ve bedensel ) gelişmesi üzerine etki ederek, davranış bilgi ve görgüsünü saptanmış amaçlara uygun gelişmesini sağlamak yani terbiye etmektir. Eğitim toplum düzeninin bozulmasına izin vermez. Örneğin dünyanın gelişmiş ülkelerinde kalmış olanlar. Oralarda vatandaşın gürültü etme, çocuğunu dövme, yola tükürme, çöp atma, başkalarını rahatsız etme gibi hakları yoktur. Bu tür davranışlarda bulunanları hemen ilgililere duyururlar. Bu asla onlar için ispiyonculuk değildir. Kişisel haklara saygıya davettir. Diyelim ki yatılı bir okulda yatma saati 22.00 dir. 22.30 da yatakhanelerden gürültü gelmektedir. Görevli öğretmen olarak gürültü edeni sorduğunuzda cevap alamadığınız gibi uyuyormuşçasına battaniyeyi kafalarına çekerler. Ailesi Avrupa'da çalışan bir öğrencimiz gürültü edeni kendi istirahat hakkına tecavüz edenleri söylediğinde ispiyoncu kabul edilir ve toplumdan dışlanır. Hani '' doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar'' atasözümüz eğitilmemiş toplumalar için cuk oturuyor. Eğitim ne zaman başlamalı? Bilim adamlarına göre eğitime anne karnında başlanır. Çocuk ana rahmine düştükten sonra annenin ruhsal ve bedensel durumu doğrudan etkilidir. Sinirlenen bir annenin gerilen karın kasları çocuğun anne karnındaki yaşam alanını daraltacağından sinirlilik hali oluşur. Alınan gıdalar edinilmiş kötü alışkanlıklar( alkol, sigara, asitli içecekler, tıka basa yemeler vs…) çocuk gelişimini olumsuz etkiler. Şimdiki Ürdün Kralı Hasan doğduğunda eğitimi için İngiltere'den (annesi İngiliz) mürebbiye getirtilir. Mürebbiye bakıcılara sorar. Majesteleri doğalı ne kadar oldu? Derler ki efendim 1 hafta oldu. Mürebbiye de '' Kusura bakmayın, çok geç kaldınız. Ben bunu eğitemem.) Çünkü ben onu önce çocuk Hasan olarak, konumunu anlamaya başladığı zaman da Kral Hasan olarak eğiteceğim. Eğitim öğretimin yaptırımıdır. Yaptırımı yoksa eğitim için tüketilen enerji boşuna çabadır. Örneğin trafik kurallarına uymama. Aşağı yukarı herkes kırmızı ışıkta geçilmeyeceğini bilir, ama en küçük fırsatta geçmeye çalışır. Yasak yerlerden geçenler, yaya geçidini kullananlardan fazladır. Bunun yaptırımı mutlaka olmalıdır. Yoksa bedeli çok ağır olur. Oluyor da. Bakanlığımızın adı Milli Eğitim Bakanlığıdır. Eğitim öğrencilerin davranış biçimi olarak topluma yansımasıdır. Söz gelimi derste öğrencilere yola tükürmenin zararlarını öğretiyorsunuz, tükürüğün çeşitli hastalıkların mikroplarını taşıdığını, bunları ağız yoluyla topluma bulaştırdığını veya tükürük kuruduğu zaman mikropların havada uçuştuğunu ve solunum yoluyla hastalıkları yaydığını öğretiyoruz. Ertesi gün yazılı veya sözlü sınavda soru olarak yönelttiğimizde cevapları eksiksiz ve doğru olarak alıyorsunuz. Herkes 10 numara. Ama aynı öğrenciler, öğretmenler, sporcular sokağa çıkar çıkmaz ağız dolusu tükürüğü sokağa boşaltırlar. Bütün emeğiniz boşa gitmiştir. Çünkü eğitemediniz. Eğitimli insan sokağı kirletmez. Yu r t s a v u n m a s ı n ı n v e g e l e c e ğ i n yapılandırmasının en ucuz en güvenli yolu eğitimden geçer. Eğitim uzun solukludur. Meyvesini geç toplarsınız. Buğday ekersiniz, aynı yıl hasadını yaparsınız. Sebze dikseniz 3 ay içinde ürün alırsınız. Eğittiğimiz insandan ise 20 yıl sonra verim alabilirsiniz. Eğitim, yeryüzündeki canlı cansız varlıklardan yararlanmayı kapsar. Yönlendirilme biçimine göre sonuçlar doğurur. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum? Doğadaki -13- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yeni de Eğitim EĞİTİM ÇIKMAZI Abdullah TAŞÇIOĞLU İlkokul öğrencisiyken mutluydum. Anam, babam da mutluydu. İlkokul dönemimde onlara hiç Lacoste, Nike, Adidas giyeceğim demedim. Arkadaşlarım da ana babalarından benzer isteklerde bulunmadılar. Bize siyah önlük ile beyaz bir yaka yetiyordu. Farklı farklı kalem ve silgilerimiz olmadığı gibi, çeşit çeşit yiyeceklerimiz de yoktu. Her yıl kutladığımız yerli malı haftasında da ana babalarımızın kavurdukları mısır ile bahçelerimizde yetişen meyveler yetiyordu. Bir gün geldi emperyalizmin kapıkulları ve işbirlikçileri bu mutluluğumuzu çok gördüler. Bazılarımız farklı farklı giyinmeye, çeşit çeşit kalem, silgi kullanmaya başladı. Ben de farklı farklı giyinmek, çeşit çeşit kalem silgi kullanmak istedim. Ama olmadı. Akranlarımla aynı nitelikteki okullara da gidemez olduk. Bazılarımız özel okullarda 15-20 kişilik sınıflarda, biz ise 50-60 kişilik sınıflarda eğitime başladık. Özel okula gidemediğim gibi benzer isteklerimi karşılayamadıkları için anam babamı da üzmeye başlamıştım. Okumayı çok istiyordum ama aşmam gereken birçok engel vardı. Özel kurslar açılmıştı. Bu kurslara katılan, özel ders alan akranlarımla yarışacaktım. Ne özel bir dershaneye kaydımı yaptırabildim ne de özel ders alabildim. Ülkemde farklı nitelikte okullar da açılmaya başlandı. Bu okullara gidebilmek için de sınava girmek gerekliydi. Yetkililer, eğitimin ücretsiz olduğunu söylüyorlardı ama sınava girebilmek için dahi para talep ediliyordu. Ana ve babamı yine üzmüştüm. Emperyalizmin kapıkulları tüm yolları tutmuştu adeta. Üniversitede okumak ise başlı başına bir sorundu. Okul harcı yanında başka bir şehirde yaşamak gerekiyordu. Özel okul ve özel üniversiteleri az da olsa biliyordum. Bütçelerinin önemli bir bölümü devlet tarafından karşılanan vakıf üniversiteleri de açıldığını da öğrenmiştim. Fakirden alıp zengine vermek bu olsa gerekti. Son yıllarda vakıf üniversitelerinin kurulma hızı ve coğrafi yaygınlığı öyle arttı ki, vakıf üniversitelerinin sayısı 70'i geçti. Devlet okulları yanında vakıf üniversiteleri, özel okullar, dershaneler eğitim ve öğretim ticareti yapmaya başlamışlardı. B i n a l a r ı k u l l a n ı y o r l a r, işletiyorlardı. Eğitim öğretim dernekleri de az değildi artık. Dini eğitim verdiği iddia edilen kurslar ile vakıf ve derneklerinin sayısı da her geçen gün artıyordu. Okullardaki öğrenci kooperatiflerinin de yerini emperyalizmin kapıkulları aldı. Artık okul müdürleri ve/veya yetkilileri de kantin, temizlik işleri, güvenlik işleri gibi okul gelir ve giderlerini yönetmeye başladılar. Eğitim sektörü ekonominin doğrudan içine girdi, İlk ve orta dereceli okullar, üniversiteler ve hatta Kuran kursları iktisadi işletmeler haline dönüştü. Eğitim, artık zengin olmanın bir sahası haline geldi. Parası olan çok iyi okullarda okuyabiliyordu. Bizim çocukluğumuzdaki o mutluluk nasıl yakalanabilir ki? 1950'den önce eğitim tamamen devlet eliyle yürütülüyordu. Köye, köylüye dönük Köy Enstitülerimiz vardı. Emperyalizmin kapıkulları tarafından kapatıldı. Eğitim özelleştirildi. Ortaya çıkan bu paraya dayalı anlayış, eğitim sistemini her türlü kötü kullanıma açık hale getirdi. Siyasi iktidarlar ve özellikle 1980 darbesini yapanlar eğitimi fakirden alıp zengine veren bir düzen haline getirdiler. AKP iktidarı da bu düzeni istediği doğrultuda geliştirdi. Sağlık sektörü gibi eğitim sektörü de emperyalistler ile işbirlikçilerine havale edildi. Yaşanan hızlı değişime uyum sağlayabilmek ve ülke kalkınmasına destek verebilmek için eğitim yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim üretim için yapılmalıdır. Eğitimin üretim için yapılması halinde sadece eğitim değil, ekonomik ve sosyal sorunlarımızın da çözümleneceğine emin olun. İnsan olma onurunun, üretmekle, sanatla, sporla kazanıldığı Köy Enstitülerinin kuruluşunun 74'üncü yılını dün (17 Nisan) kutladık. Kurucularından Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere, yapılarına bir kürek çamur koyan, bir damla ter akıtan, aydınlanma ışığı taşıyanların önünde saygıyla eğiliyorum. http://www.fethiyehaberi.com/index.html -14- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BİR KAYIŞIN TESİRİNDEN BİR KOĞUŞUN TESİRİNE Av. Hüseyin ÖZBEK* ozbekhuseyin2003@yahoo.com Mahmut Bey'dir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir Çerkez kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut Bey bu kayışı beline taktı. “Bir Kayışın Tesiri” Ömer Seyfettin'in Türk'ün aidiyet duygusunun kaybına ilişkin çarpıcı hikâyesinin adıdır. Osmanlı İmparatorluğunun en uzun yüzyılının kısa ömürlü büyük yazarı ( 1886 – 1920 ) çöküş döneminin toplumsal buhranlarını, siyasal çekişmeleri, aymazlıkları kaleme alır. Usta işi kısa hikâyeleri dağılma döneminin ibretlik panoraması gibidir. Yüz yıl sonra yeniden çöküş ve dağılma psikolojisinin toplumsal bilinci tutsak ettiği bir süreçte Ömer Seyfettin'e kulak vermenin zamanıdır. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde sahte tezkere getirterek Karamürsel'den sılaya gitti. Harbiye'ye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe'yi unutmuştu. Ama Çerkezce de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkez şivesiydi. Adını alay için “ Çerkez Mahmut “ takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi.” Sözü fazla uzatmadan belden başlayıp beyini kelepçeleyen kayışın hikâyesine geçelim; Bir subay arkadaşıyla Eminönü'nde Valide Kıraathanesi'nde oturan yazar, komşu masada kalpaklı, bıyıklı dev gibi bir adamın çetin bir Çerkez şivesiyle karşısındakilere bir şeyler anlattığını görünce dikkat kesilir. Arkadaşına kalpaklının Kafkasya'dan yeni gelmiş bir Çerkez olabileceğini söyler. Zabit gülmeye başlar, yazara tahmininin doğru olmadığını, kalpaklının Çerkez taklidi yaptığını söyler. Yazarımız sandalyeye ata biner gibi oturan, elindeki gümüş savatlı kamçısıyla çizmesinin konçlarına vurarak hiç Türkçe bilmez bir Çerkez fesahatiyle takur tukur konuşan adama bu kez dikkatle bakar. İkna o l m a m ı ş t ı r. A r k a d a ş ı n ı n a l a y e t t i ğ i n i düşünmektedir. Zabit yeminle kalpaklının Harbiye'den sınıf arkadaşı olduğunu, Cuma günleri Çerkez gibi giyindiğini anlatır. Yazarın kalpaklının Çerkez değilse bile Gürcü, Çeçen, Lezgi olup olmadığı sorularının hepsine hayır yanıtı veren dostu; taklitçinin ana tarafından Germiyanzade, baba tarafından mirliva olduğu halde hala dilini düzeltememiş bir Kastamonulu o l d u ğ u n u s ö y l e r. G e r i s i n i h i k â y e d e n alıntılayalım; Zabit, Çerkez Mahmut Bey'in meşhur bir Çerkez paşaya intisap ettikten sonra onunla Kafkasya'ya kaçtığını, milliyetiyle ilgisi olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdiğini, 2. Meşrutiyetten sonra İstanbul'a döndüğünü, bütün mesaisini Çerkezlik için çalışmaya verdiğini, garip bir şive ile Adige propagandası yapmaya başladığını, babasından kalan serveti Çerkez Tarihi yazacak muhabire adadığını anlatır. Sözün burasında yine hikâye metnine dönelim; “ Acaba akrabaları içinde Çerkez filan yok mu?“ Arkadaşım: “ Yok be yahu!” diye elini taş masaya vurdu, “Halis muhlis Türk diyorum! Hala bir kelime Çerkezce bilmez. Karamürsel' den getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü.” “O halde bu Türk niçin herkese kendisini Çerkez zannettirmek istiyor?” diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı; “ Bak sana anlatayım niçin “ dedi.” Bu sahte Çerkez'in adı Arkadaşı bir süre daha yazara cesaret abidesi görünümlü kalpaklının geçmişinden gülünç anılar nakleder. O'nun ömründe hiç muharebeye girmediğini, seferberlik zamanını tanıdıklarının -15- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE alamıyor. PKK'lı koğuş arkadaşı Serhildan battaniyesini kesiyor ve onunla paylaşıyor. Deniz'in en son okuduğu kitap Diyarbakır Zindanları. Oradaki halkın işkence gördüğünü okudu. Hadi bu kitaba inanmadı. Deniz 4 ay 6 gün boyunca 13 Kürt kızıyla cezaevinde yattı. Onların hikâyelerini dinledi ve kendisini onların yerine koydu. Onların savaşına göre kendi savaşımını, bizim Türk soyunun, sosyalistlerin yaşandığı savaşı daha basit gördü. Deniz neden bu kararı aldı. Deniz, “Ben özgürlük savaşçısı olacağım.” dedi.” iltimasıyla hep cephe gerisinde geçirdiğini anlatır. Son bölümden alıntıyla bitirelim hikâyeyi: “Biz konuşurken Çerkez Mahmut Bey gülerek, yanındakilerle Çerkezce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek “millettaş” celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığını düşündüm.” İşin romantizm boyutunu, sevda faslını yine anneden dinleyelim: “Yine bir Kürt arkadaşına aşık olduğunu söyledi. Ben kendimi Deniz'in yerine koyuyorum. Eğer Küba'da olsaydım Che' ye aşık olurdum. Gençle tanışmadım. İsmi Memin diye biliyorum. Bir gece ' “Aşık olduğum adam, sevdiğim adam” diye bahsetti. O gerillaya katıldı mı bilmiyorum. Ama Deniz'in PKK'ya katılması ' O giderse ben de giderim” gibi küçük bir şey değil. Deniz aşk için gitmedi.” Yüz yıl öncesinin Türklerinin aidiyet duygusunu yok eden kayışları bırakıp, günümüzdekilerin bilincini buharlaştıran koğuşlara gelelim. Hikâyenin güncelinden açalım sözü: Antalya'daki Gezi Parkı protestoları sürecinde Kırmızı Fularlı Kız olarak ünlenen Ayşe Deniz Karacagil, 2 Ekim 2013' te tutuklandı. 4 ay 6 günü Alanya Mahmutlar L Tipi Kapalı Cezaevinde PKK' lıların koğuşunda geçen tutukluluğun ardından 6 Şubat 2014' te tahliye edildi. Ezilenlerin Sosyalist Partisi ( ESP ) üyesi olmakla suçlanan kırmızı fularlının tahliye edilir edilmez PKK' ya katılıp Rojova' ya ( Kuzey Suriye ) geçtiğine bakılırsa, 4 ay 6 günlük hızlandırılmış koğuş eğitiminden geçirildiği anlaşılıyor! Baba Ömer Faruk Karacagil'e dönelim: “ Hapishane onu iki yönlü etkiledi. Antalya'da tutmadılar kızımı götürdüler. 130 kilometre mesafedeki Alanya hapishanesine tıktılar. Orada da PKK'lı 13 kadın arkadaşla tanışmışlar. Kendisi mecburen orada o güzel insanları tanımış. Benimsemiş herhalde düşüncelerini. Bize açmadı ama benimsemiş olmalı ki böyle bir şey yaşandı.” Yurtdışında yayınlanan Yeniden Özgür Politika gazetesinden, “Kürt özgürlük mücadelesi”ne katılmaya cezaevinde iken karar veren kırmızı fularlının dağdaki adının Destan Yörük olduğunu öğreniyoruz. Son söz savunmanın deyip Av. Hakan Evcin' le bitirelim hikâyeyi; “ Ayşe Antalya'da DHKP-C li bir kişiyle aynı koğuşta kalırken, hiçbir disiplin cezası almaksızın Alanya'ya sürüldü. Alanya'da da tamamı PKK'lılardan oluşan bir koğuşa gönderildi. Biz cezaevi yönetimine itirazda bulunduk, ancak kabul edilmedi. Deniz bu esnada koğuşta Kürtçe öğrendi. Onlarla dertleşti ve en sonunda da isyan etti. Böyle olacağı belliydi.” Özgürlük savaşçılığı narkozuyla tutsaklık tetikçisine dönüştürülen Yörük kızının nasıl bir atmosferde Kürtçüleştiğinin şifreleri koğuş arkadaşlığında gizli. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur demiş Dede Korkut. Biz Türk olarak girdiği mahpus damından Kürtleşerek çıkan Destan Yörük'ün hikâyesini anne, baba ve avukatının ağzından özetleyelim: Buraya kadar özetlediğimiz utanç destanını bırakıp biraz geriye gidelim tekrar günümüze dönmek üzere. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde de Yörükler dağa çıkmıştı. Çukurova' ya Fransız, Ege' ye “Yunan gâvuru” girince Yörük Ali Efe'ler, Demirci Mehmet Efe' ler, Sarı Zeybek' ler mavzeri omuzlayıp Torosları, Aydın Dağlarını mesken tutmuşlardı. Gâvuru denize dökünceye kadar da inmemişlerdi. Çukurova' yı, Ege'yi işgalcilere dar Nuray Erçağan kızının PKK'yı tercihinde Alanya Cezaevi'ndeki ilk gününde yaşadığı bir olayın etkili olduğunu söylüyor: “Alanya Cezaevi o kadar soğuk ki, üşüyor. Sürgün gittiği için üzerinde 150 lirası yok ve kantinden battaniye -16- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE istasyon görevini yapmaktadır. eden Koca Yörüklere gün gelip kimi torunlarının, uğruna kan döküp can verdikleri Cumhuriyet'e silah çekeceklerini söyleselerdi inanırlar mıydı dersiniz? Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş kodlarının karikatürleştirildiği, ülkenin kurucu liderinin model olmaktan çıkarıldığı bir sürecin sonucunu tahmin etmek çok zor değildir. Geçen yüzyıl başlarının zehirli Mütareke atmosferinin toplumu yeniden esir aldığı bir ortamda sivil direniş sanısıyla emperyalizmin Fıratsız, Diclesiz, GAP'sız Türkiye projesinin en son halkası olma görevi verilen Yörük kızı ne yazık ki son örnek olmayacaktır. (29 Haziran 2014) Tekelci sermayenin tekelci medyasının Kandil güzellemelerinin, PKK' lıların gitar çalan romantik çocuklar olarak modelleştirilmesinin kimi gençler üzerinde geçen yüzyılın Çerkez kayışından daha etkili olduğu anlaşılmaktadır. Vatansız sermayenin dolma kalemlerinin, emeğin yanında, mazlumun safında olması gereken solun ulus devlete düşmanlaştırılmasındaki rolü gözden kaçırılmamalıdır. Emek safından koparılıp sömürge soluna dönüştürülen, vatansızlaşan, bayraksızlaşan bir ideolojik iklim, aidiyet bilinci yok edilen Yörükleri terör örgütüne devşiren ---------------------*İstanbul Barosu Genel Sekreteri Erdal ATABEK'ten* Bu yıl LYS'ye (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı) 1 milyon 423 bin 127 aday genç girdi. Ne sonuç aldılar? Şimdi bu sonuçları görelim: 725 bin aday, seçtikleri geometri sınavında 30 sorudan 5.47'sine doğru yanıt verebildi. Fizikte 30 sorudan 5.28 doğru yanıt, Tarihte 44 sorudan 12.78 doğru yanıt, İngilizce 80 sorudan 21.48 doğru yanıt. Bu sonuçlar, bir önceki sınavda seçilmiş öğrencilerin durumunu gösteriyor. Liseyi bitirmiş öğrencilerimizin durumu hiç de iyi değil. Matematiksel düşünme, matematik kurallarının ezberlenmesi değildir. Bu “rasyonel düşünce” demektir ki, akılla düşünmek, neden-sonuç ilişkisi kurabilmek, safsatalara kapılmamak, “özgür akıl, özgür irade” ile yaşamını biçimlendirmek demektir. Bunu yapabilmek de matematiksel düşünme, fen bilgisiyle akıl yürütme, tarih bilinci dünyayı kavrama, coğrafya ile de olan biteni anlama yetisi gerektirir. Böyle yetişenler kendilerine söylenenleri ölçebilir, kimlerin söylediğini kavrayabilir, duygularını yönetebilir, kendi geleceklerini de biçimlendirirler. Böyle yetişenler erişkin oldukları zaman da gerek kişisel, gerekse genel seçimlerini “özgür akıl, özgür irade” ile yapabilirler. Böyle olmadığı zaman, ülkenin çocukları kolay yolları seçer, hep sırtlarını dayayacakları destekler arar, genç olduklarında çaba harcamak yerine önüne çıkanlarla yetinir, seçimlerini de güvenmek istedikleri kişilerin yönlendirmelerine bırakırlar. Böylece “emanete verilmiş akıllar ile ipotek altındaki iradeler” topluma egemen olur, kararları da onlar verdikleri için, “her toplum layık olduğu yönetime kavuşur”. Durum böyle olunca buna teslim olmak mı gerekir? * (7Temmuz2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden) -17- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk ŞİMDİKİ ZAMAN TUTANAĞI Osman GÖKÇE Emin UGUNLU osman.gokce@ege.edu.tr emin.ugunlu@gmail.com Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk Çocuk dürüstlüğüne Ve de çocuk dayatmacılığına Pembe gülüşlü bir çocuk Gölgesinin saçlarıyla oynuyor Düğün kuracaktım doğmamış yetimlere Kınalı keklik gibi sevgililerle Yaşanmamış yaşlarında Yetim kalan Başkalarının kirli savaşlarında Temiz yürekleri ve hilesiz inançlarıyla Babaları can veren Babasızlara Baba kimdir bilmeyenlere Baba nedir görmeyenlere Çifte davullar dövdürtecektim Savaşı silecektim sözlükten Ülkemin bütün yetimlerini kucaklayacaktım Onları yüreğimde saklayacaktım Dokunamayacaklardı teline kan emicileri Işığın aynasında Hüznün ıssızlığında yıkanmış bir yağmur Yağıyor Yalnızlık haritasının ortasında Kız bilerek açmıyor şarkılarının şemsiyesini Düşlerini duruluyor Yağmurun kara sevdasında Unutkanlığı kırgın bir kuş Yumurtasının sancısına basıyor Yüreğim büyürdü onları düşündükçe Değil göğsüme gökyüzüne bile sığmazdı Heyecanlanırdım Sonra ağlardım hırsımdan çaresizce Gücüm yetmedi Kimsesizliğe ağlayan yuvasında Karanlık Gölgenin ağırlığıyla dalga geçiyor İnsafsızlığın kucağında Ömrüm yetmedi Onlara düğün kuramadım Yaslarını tuttum yalnızca Gül yaprağının kıpkızıl yaşlarına Ölmüş masalların düşleri Denizler gibiyim dalgası dinmiş Gökyüzü gibiyim yağıp yorulmuş Kuru yaprak gibi fırtınalarda Düşüp kalkıp bir kenara savrulmuş Düşüyor Benim de İliklerim üşüyor Büyü çocuk Yetiş çocuk Sıra sende Umut sende Sensizliğin ardında -18- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Eleştiri Ozanımızın ilk kitabı: KEHRİBAL Emine Şimşek EMİRAL - kişmiş- kişniş s.92 -çever (?) s.63 -girabolu – gilaburu (Anadolu'da yetişen beyaz çiçekli, küçük kırmızı meyveleri olan bir bitki mi yoksa bir yer adı mı anlayamadım.) -eminen – emilen s.59 Şair:Ahmet Cengiz Basım yılı: 2013 –Kanyılmaz Matbaacılık, Çamdibi/ İzmir Şair Ahmet Cengiz lise yıllarından beri şiir yazdığını, resim yaptığını belirtiyor özgeçmişinde. Okuduğum şiirleri yıllanmış, ballanmış, hatta süzüle demlene kehribarca değerlenmiş. Kehribal ilk şiir kitabı. Şiirler okuyanı hemen sarıyor. Yüz on iki sayfalık kitabın adı, içeriğine uygun, hele koyu mavi kapağın üstündeki resimde kehribar tonların çok katmanlı güzelliği kitabın içeriğine uygun bir seçim. Şair; doğumundan başlamış öykülemeye buram buram Anadolu kokuyor dizeleri, sevgi, aşk, doğa, mevsimler can buluyor öz Türkçe sözcüklerde. İnsanın doğaya, insana acımasızlığı dile geliyor bazı şiirlerinde. Boyacı çocuk için “ver sen boya sandığını çocuk/ git kendine dondurma çikolata al/ sonra otur/ elmalı şeker boya/ gülhatmi günebakan/ bir de narçiçeği” dizeleri (çalışmak zorunda kalan çocuklar için) ne kadar anlamlı. Dünü, bu günüyle İzmir “bu şehir” de can buluyor. “hoş gelir sefa getirir” de doğduğu yer hacılar'a bahar güzellemesi, “marifet” şiirinde; vapurlar, martılar, kadın, kordon can bulmuş dizelerinde. “mayısı yakıştırırım sana”, ve daha pek çok şiiri yaşadığı kent İzmir üstüneAhmet Cengiz'in. Yine “erkekler önce ölür”, “girabolulu aşk”, “git desem” aşk şiirleri. “çiğ cahil ve çakal”, “mezopotamya ciğerlerini tükürüyor” savaşa karşı, “tüm masallar ölüyor”, “ve dayanır direnirim” tutsaklık, direniş şiirleri kitaptan sadece bir kaçı. Yaşadığı zorlu yılları “mayıs mart eylül/12x12 yargı sürgü işsizlik hapis” diyerek birkaç sözcüğe sığdırıveriyor ustalıkla. Şiirlerinde antikçağın mitleri, zenginlikleri gibi günümüz kentleri de yer alıyor. Törelere kurban hoyrat ellerde yok edilmiş kadınların yanında, “ben böyle gürültüyle bakan göz görmedim” dedirtecek bakışlarıyla incitenleri de var, “ağzımla yol açayım sana/ toroslardan akdenize/ istersen erciyesten kar getireyim/öfkeni soğutsun diye/ korkuyorum gözlerinden” dizelerini çok sevdim. “Yazılıyorum” şiiri ile şiir severlere bir örnek verip sözü okuyucusuna bırakmak istiyorum. “şiirini/ çiçekleriyle yazılıyor olmalı/ doğa/ mesela gelinciğin boynu/ gülün yanağıyla/ seni gözlerindeki şelale/ yarılan nar gibi/ gülen ağzınla/ bense/ sana bakıp/ sana/ yazılıyorum”/ (s.110) Şair Ahmet Cengiz'i bu güzel şiirleri; şiir kitabı Kehribal'ı kutlar, yeni şiirlerinde buluşmak üzere “Yolun açık olsun!” derken tüm şiir severlere kitabını öneriyorum. (13.04.2014) bir kentin yağmalanması Ahmet CENGİZ ahmetcengiz1950@yahoo.com.tr mitolojinin sınırlarını aşmış sulara atlayıp gelmiş belli ki onu önce yahya kemal görmü ulaklarla haber salmş bana “körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin” yolculuk göründüğünde bana bir akşamüstü gittim baktım yel yepelek gözleri gözlerime ilişti alevler sarmıştı her yanı “yangından ilk kurtarılacak” yazıyordu boynunda tuttum kendimi boynuna astım suya sabuna dokunmamıştım o güne kadar zaten anforalara yaklaşmamıştım param pulum olmamıştı hiç tadına bakmamıştım şarabın hortum tutmamıştım böyle bir yangının ağzına boşluğa uzanıyordu alevden kolları hani var ya tutsa tüm mavilikleri tutuşturacak önce söndürdüm ateşini sonra yağmaladım upuzun bir kenti körfezinden başlayarak Not: İlk yazdıklarım kitaptaki, ikincisi bildiğim sözcükler. -19 - ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HEKTOR Tahsin ŞİMŞEK tahsin.simsek@mynet.com Homer'den öğrendik Anadolu'nun onurlu çocuğu Hektor'u. Ne demişti Hektor, O savaş söylevinde Troyalılara “Ya ölün bu savaşta, ya kalın” Yoksa Mustafa Kemal miydi konuşan “Ya istiklal, ya ölüm” Hektor'dan öğrendik Yurt savunması için Bütün Aşil'lerle Ve gerektiğinde Savaşmayı tanrılarla Hektor'un ölüsünün Geri alınmasıyla Ve ona yakılan Ağıtlarla biter İlyada. Çünkü Hektor gibi Bir yiğidin ölümünden sonra Tahta atla oynamak Yakışmazdı elbet Homer'e Anımsayın Yağmalanan ve yakılan Troya'yı Kaçırılan bir eşin Yıkılan bir ailenin onuru İçin değildi o savaş Her türlü maldan kadına Sömürünün Azgın çılgınlığıydı sadece Evet, Ölüme yakılır sadece ağıt Andromak'ın da yaptığı Oydu sevgili eşine “Erkeğim benim, Göçüp gittin genç yaşında Gittin Evimizde dul bıraktın beni…” Hektor, Sağduyusunun sesidir Anadoluca Anımsa Paris'e söylediklerini: “Seni ırz düşmanı seni! Hiç doğmaz olsaydın keşke” Evet, “Cinayettir savaş Kaçınılmaz olmadıkça” Söz konusu olduğunda Yurdu savunmak Herkes şunu bilmeli önce Anadolu Hektor'dur Hektor Anadolu İmeceyle taşıdık Onun ateşine odunu Ve unutmadık mezarının üstüne Dolu bir testi koymayı “Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti” O Koca Seyit'i düşün önce Çanakkale'de Bir de Hektor'u. Sonra da şu dizeleri oku Homer'den: “Hektor yakaladı bir taşı kopardı / … / Bugün zor kaldırır o taşı iki yiğit delikanlı /…/ Ama Hektor tek başına kaldırdı” Bir gün eğer Buluşursa İlyada'yla Kuvayı Milliye Destanı Bilin ki işte o gün Gerçek vatan olacaktır Bu topraklar Hepimize. Bütün umarsızlıklara karşın O görevdir Her yurtsevere düşen Bütün gücüyle direnmek, “Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni” Diyen de ilk Hektor olmalı Mayıs 2014 -20- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Kadınlarımız öldürülmesin!.. Ne Olur ! Mehmet GENÇ mrgenc09@hotmail.com Asırlardır çıkan tüm savaşların altında sadece Çingenelerin, bir de kadınların imzası yok! Biz erkeklerin iki eli değilse bile, bir eli kanlı. Çingeneleri hor görmüşüz, kadınları çookkkk sevdiğimiz ve kıskandığımız için öldürme rekoruna doğru dünya rekoru kırmak üzereyiz. karışım pek çok keşfe neden olacaktı… Neden yarın yeni bayram kararının altına imza atmayalım? “Çingenelerden ve Kadınlardan Özür Dileme Günü” . Gününüz kutlu olsun! Stephanie Kwolek: Kurşungeçirmez yelek, “kevlar” adı verilen sert ve dayanıklı materyali buldu. Sarah E. Goode: Katlanabilir yatağı keşfetti. Dr. Maria Telkes: Güneşle ısıtma ve ısıtma sistemi kurucusudur. Ann Moore: Bebek arabasını bulan kadındır. Günün anlamı ve önemi: Marion Donovan: Tek kullanımlık sızdırmaz bebek bezini keşfetti. İlkel toplumlarda kadın doğururken, biz zavallı erkekler çocuğun babası olduğumuzun farkında bile değildik; öyle ya o iş dokuz ay önce olmamış mıydı? Bu yüzden kadınları koca memeli, koca kalçalı şekilde büstlerini diktik; dua ederken erkeklerin yüzü kadın yüzüne dönüktü. Ruth Wakefield: Ev yapımı kurabiye yapayım derken ünlü 'Nestle' çikolatayı buldu. Dr.Grace Murray : İlk büyük ölçekli bilgisayarın anasını bulmuş olarak kabul edilir. Sanatın, estetiğin, güzelliğin sembolüydü onlar. Kadının yaratıcılığını görmezden gelen bizdik. Tarımı keşfeden onlardı… İlkel kumaşı, hayvanları evcilleştiren kadınlardı. İpin, ipliğin, gergefin, yumağın, el sanatlarının, ilk harflerin, çanak, çömlek yapımı hep onların keşfiydi. Besinlerin yazdan kurutulup yok mevsimlere saklanılması; dansın, şematik figürlerin, hatta matematiğin icadı da onların marifetiydi. Onlardı ilkel ilk ipi saçlarından ören. Josephine Cochrane: Bulaşık makinesini buldu. Mary Phelps Jacop: Modern sutyen de onların buluşuydu. Mary Anderson : 1903 yılında arabanın ön cam sileceğini icat etti Erkeklerin bazıları bugünkü gibi askerlikten kaçarken, 1.Dünya Savaşı sırasında canlarını ortaya koyan sanmayın ki kadın efelerimizi unuttum… İpsiz, ne düzgün ibadet duvarı örülüyordu, ne de kuyudan su çekmek mümkündü. İşte bu yüzden biz erkekler, kadının bir tek saç teline kurban oluyorduk.. Hafız Selman İzbeli: Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucusudur. Gördesli Makbule Hanım : Milli Mücadelede çete savaşlarına katıldı. Sanmayın ki kadın keşifleri tarihte kaldı, son asırda daha neler keşfettiler neler? İşte bazıları: Çete Emir Ayşe : Yunan askeri Aydın'a doğru geldiğinde,Çanakkale'de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup,dağa çıkıp Yörük Ali Efe'ye katılan kadındır. Heora Stephens: Saç kıvırma aletini, Tabitha Babbitt: Erkeklerin kullandığı dişli testereyi, Tayyar Rahmiye : Osmaniye civarında 9.Tümene gönüllü katılmıştır. Bette Nesmith Graham: Yazım yanlışlarının neticesinde kâğıtları atıp baştan yazmaktan bıktığı için bir gün mutfak mikseriyle karışımı keşfetti. Bu Kara Fatma'yı aklınızda tutun. Aldırmayın -21- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE adında 'kara' oluşuna. Aydınlığın gerçek yüzüydü onlar. Ozanca “…Ve kadınlar, Bizim kadınlarımız; GECELER Korkunç ve mübarek elleri, İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle, Anamız, avradımız, yârimiz,” Bahtiyar TAKKALI Erkekler, haydi itiraf edelim: bahtiyartakkalı@hotmail.com Sayın başbakanın “Gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar” dediği 'ucube' yaratıklar biz, erkeklerden başkası değildir. Söndü ocak duman tüter “Düşünen Adam” yontusunu tımarhanesinin bahçesine diken dünyada tek ülke , TÜRKİYE.. Bitmez tükenmez geceler Ah çektikçe ömrüm biter Daha ne kaldı geriye? Bitmez tükenmez geceler Biraz devlet gücü, biraz da kas gücü, daha çok dinlerin arkasına sığınarak, kadının özgürlüğünü her gün biraz daha kısıtlayarak, Geçti gitti onca zaman Debreştikçe sızlar yaram Kadını içeriye doğru, hep içeriye… Gece zalım uyky haram Örneğin, kadını özgür dünyasından avluya, mutfağa Bitmez tükenmez geceler Ve kadınlığının ayrımında olmayanlarını Güneş yuvasına batar Yatak odamızı kadınların başkenti olarak ilan ettik Yoksullar erkenden yatar Dertliyi uykumu tutar Düşünün… Bitmez tükenmez geceler Parçalanmış vatanın resimleri çoktan duvarlara asıldı. 'Adalet ' sizlere ömür diyorlar… Bunca çile bunca kahır Bilirsiniz her toplum kendine göre lider çıkarır. Ömür hızla akan nehir Bizim, yani biz, liderler belli… Bitmez tükenmez geceler erkeklerin Sessizce uyuyor şehir çıkardığı “Kadınım” ş a r k ı s ı n ı Ta n j u O k a n sarhoşluğuyla, üstelik sulu gözlerle biz erkeklere söyletin. Baş yastıkta gözüm yolda Gör BAHTİYARı ne halda Unutmayın, umut sizde… Gönlüm yasta kalp hayalda Ne olur! Bitmez tükenmez geceler (09. Temuz2014- Dikili.) Akçakavak yaprağı gibi rüzgârına göre renk veren değil… Adam gibi adamlar doğurun… -22- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Özel Dosya(I): Öğretmen yetiştiren kurumların son kalıntısı Anadolu Öğretmen Liseleri kapatılmasın!.. Nereden nereye! Rumelice delice bir şey yapmak istiyorlardı. Kırk bin köyde bir çağ d e ğ i ş t i r m e k istiyorlardı. Özgürlük tadına yaşamaya yeni bir şey katmak istiyorlardı. HASAN ALİ YÜCEL diyor ki: "Dumandı, dağların başı dumandı. Düzlükte sızlayan Etilerden kalma zamandı. Neydi toprakta sönen, neydi e r i y e n insanda? Karaca'larda gördüğüm, iki yüz dam. İnsanları yoksul, öküzleri yorgun, yıllar kötü, düşler karanlık, can zorda. Sınırlara uzanan gözlerime bütün bunlar, bir harita ç i z i y o r d u toprağa. Sahici v a t a n haritası. Bu vatanın üstünde kımıldayan insanların, kıtlık kıran, beline v u r m u ş t u. Utanıyorlardı, utanıyorlardı kocaman ellerinden. İri kayalara sırtını vermiş bir adam, karanlığa bakıyordu. Yüreği, k im bilir, nelere uzanık? Toplandılar öbek öbek. Vurdular kazmayı yere. Toprağın üstünde Eti vardı, Yunan vardı, Roma vardı. Bu kazmaların altından Türk fışkıracaktı. Koca müdürler, yiğit öğretmenler, Gülzarlar, Ömerler bunalıyordu. Toprak sertti. Dağlar, dereler, düzler daha kurtulamamıştı. Burada da dostluğa, kitaplara, hayata yeniden başlanacaktır. Nice obadan köyden, nice oğlanlar, kızlar; sırasında sabana koşulan, sırasında mermi taşıyan dul Iraz'ın kızları; sırasında ırgat sırasında sancak taşıyan şehit Memedin oğulları. Umutlar arıyordu boşlukta. Tam bu sırada, bağırdı gür sesiyle bekçi: -Haydi kavruk, okula!... Buluttan sıyrılıyorlardı günler. Güzelin, y e n i n i n aşkına, altın yürekli b u insanlar, kendi havasında yaşayan dağları ıssızlıktan, o dağlar gibi kimsesiz gönüllerini bilgisizliğin karanlığından kurtardılar. Türkelinde bir sabah başlamıştı. Derslikte işlikte yan yana. Okudular yaptılar; kurdular, okudular. Olmazı olur ettiler. Kavruk, yalnız o çocuğun adı değildi. Kırk bin köyün çocuklarıydı bu ad. O çağrışı duyanlar, duyabilenler, düştüler yola, havada ıslak toprak kokusu, morca dağlar böğründen diriltici bir serinlik esti. Gülzarlar, Ömerler ırak köylerden, omuzlarında kirli t o r b a l a r ayakları sızılı, yarık, içlerinde işlenmedik kırlar, içlerinde halkın g ö m ü l e r i; b u l u t bulut akın ettiler. Amaçlan, bu ülkeyi y ü c e l t m e k t i . Yalnız o kadar. Bundan artık istekleri yoktu. Saftılar, temizdiler. Ama içleri güç doluydu; v ü c u t l a r ı tunç; bir ışık rüzgarında soylarının öfkesi, sevinci, yiğitliği yere diz vuruyordu. Anadoluca, Sonra köylere, habersiz, parasız gittiler. Işıkları ellerinde, k i t a p l a r ı sırtlarında, umutları g ö n ü l l e r i n d e… -23- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DOSYA: 1 Derneğimizin de içinde yer aldığı İZMİR'deki Köy Ens. ve Öğretmen Ok. Mezunları Derneklerinin Anadolu Öğretmen Lis. Kapatılması ile ilgili BASIN AÇIKLAMASI yönelik bir işleve dönüşmektedir. Bu nedenle akıl dışı, bilim dışı bu karara itirazımız vardır. 3) Ülkenin eğitim politikalarına yön verenler, eğitim ile ilgili çok önemli kararları eğitim bileşenleriyle paylaşmadan, tartışmadan antidemokratik bir yöntemle dayatmaktadırlar. Buna itirazımız var. Mevcut MEB üst yönetimi, Cumhuriyetin en önemli uğraşı olan öğretmen yetiştirme geleneğine yabancı ve yaşanan süreçleri anlayamamaktadırlar. Nitelikli öğretmen yetiştirme ile ilgili, bir arayışları ve anlayışları yoktur. Eğitime sadece İmam Hatip Liseleri penceresinden bakan, rasyonel olmayan bir dünya görüşüne sahiptirler. 4) Tanzimat dönemi öğretmen okulları, Mustafa Necati dönemi Köy Öğretmen Okulları, Eğitmen Kursları, Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları ve Öğretmen Liseleri ülkemizin eğitim tarihinin öğretmen yetiştirme kültürünün önemli kilometre taşlarıdır. 5) 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen Köy Enstitüleri yasasıyla ülkenin 21 farklı köşesinde parasız-yatılı-karma eğitim veren Köy Enstitüleri kurulmuş, bu kurumlar aynı mekanlarda 1954 yılında İlköğretmen Okullarına dönüştürülmüş ve 1974 yılında da Öğretmen Liselerine, 1989 yılında da Anadolu Öğretmen Liselerine dönüştürülmüştür. Şimdi bu tarihsel zincir kırılarak bir gelenek yok edilmek istenmektedir. Buna itirazımız var. 6) Okul çeşitliliği eğitim sisteminin bir zenginliğidir. Okul çeşitliliğini eğitimin niteliğinin arttırılması için bir fırsat olarak görmek yerine, okul türlerini hızla azaltıp, eğitimde "tek tipleşme"yi ön plana alan bir uygulamanın doğrudan bir dayatma şeklinde hayata geçirilmek istenmesi asla kabul edilemez, itirazımız var. 7) Anadolu Öğretmen Liselerinin kapatılma kararı karşısında üniversitelerimizden, eğitim fakültelerinden hiçbir tepkinin çıkmamasını üzüntüyle izlemekteyiz. En önemli ve değerli öğrenci kaynağını kaybedecek eğitim fakültelerinin bu tepkisizliği üniversitelerdeki YÖK baskısı, üniversitelerdeki siyasal iktidar yandaşlığına dönüşen kadrolaşma ve korku kültürü anlamında ürkütücüdür. Üniversitelerimizin, evrensel özerk ve Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ülkemizin 166 yıllık öğretmen yetiştirme geleneğinin günümüzdeki karşılığı olan 299 Anadolu Öğretmen Lisesini kapatıyor. Öğretmenlik mesleğini yok sayarak kapatılan Anadolu Öğretmen Liseleri yerine Anadolu Liseleri, Fen Liseleri ve Sosyal Bilimler Liseleri açıyor. Buna itirazımız var… Bakanlık önce Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencilerinin eğitim fakültesi tercihlerindeki ek puanlarını kaldırdı, ardından eğitim fakültelerinin çok önemli öğrenci kaynağı olan Anadolu Öğretmen Liselerini kapatarak öğretmen yetiştirme sürecine çok olumsuz sonuçlar üretecek bir karara imza atmıştır. Bu karar çok farklı boyutlarıyla rasyonel, gerçekçi değildir ve ülkenin öğretmen yetiştirme geleneklerine uygun değildir, karar gözden geçirilerek iptal edilmelidir. Neden Karşıyız? 1) Öğretmen, eğitimin en önemli öznesidir ve öğretmenlik onurlu bir meslektir. Türkiye, 2014 yılında çok önemli eğitim sorunlarını yaşamaktadır. Bunlardan en önemlisi “ nitelikli öğretmen yetiştirme” sorunsalıdır. Ülkenin 1848 yılında başlayan öğretmen yetiştirme geleneği seçilmiş öğrencilerle parasız-yatılı bir gelenek üzerinde kurulmuştur. Anadolu Öğretmen Liselerinin kapatılışı ile nitelikli öğretmen yetiştirme arayışından tümüyle kopulacak ve eğitimin en önemli öznesi olan nitelikli öğretmen yetiştirilemeyecektir. 2) Ülkenin her köşesinde çokca, abartılı bir şekilde İmam Hatip Ortaokulları kurulurken, Anadolu Öğretmen Liselerini kapatarak öğretmenlik mesleğinin orta öğretimle bağının kopartılma çabası bir akıl tutulması, ülke gerçekleriyle örtüşmeyen bir karardır. Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulları ilköğretim sonrası öğrenci alan parasız yatılı kurumlardı. Anadolu Öğretmen Liseleri de orta öğretim sonrası genellikle orta ve alt gelir gruplarındaki halk çocuklarının yaygın olarak tercih ettikleri ve eğitim fakülteleri için çok önemli öğrenci kaynağı olan okullardı. Bu kararla Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen yetiştirme ile ilgili tüm bağını koparmakta, tüm amacı İmam Hatip Ortaokulu ve Lisesine öğrenci bulmaya -24- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE demokratik üniversite kültüründen uzaklaşarak siyasal iktidarın arka bahçesine dönüşmelerine itirazımız var. 8) Ülkenin öğretmen yetiştirme süreçlerini çok olumsuz etkileyecek olan bu kararın iptalini talep ediyoruz. Tüm öğretmen örgütlerine, Köy Enstitüleri örgütlerine, Öğretmen Okulu derneklerini ve ülkemizin aydınlık insanlarına, ilerici siyaset kurumuna okullarımızı, kültürel mirasımıza sahip çıkmaya davet ediyoruz. Saygılarımızla Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Genel Merkezi ve Şubeleri Gökçeada Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Ortaklar Öğretmen okullular (Adabelenliler) Derneği Hasanoğlan Mezunları Derneği Gönen İlköğretmen Okulu Mezunları Derneği Nazilli Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Arifiye Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Eğitim-Sen Merkez Yürütme Kurulu'nun Anadolu Öğretmen Liselerinin kapatılması ile ilgili olarak yapmış olduğu açıklama metni: Eğitime, çocuklarımıza çok daha fazla önem vermek gerektiğinin sık sık vurgulandığı son yıllarda, öğretmenlik mesleği ve onuru tarihte hiç olmadığı kadar ayaklar altına alınmıştır. Özellikle AKP hükümeti döneminde öğretmenlik mesleği yoğun bir değersizleşme ve itibarsızlaşma yaşaması yetmezmiş gibi, eğitim sistemi içinde tarihsel olarak önemli bir yeri olan ve öğretmen yetiştirme sistemi içinde önemli bir işlev gören öğretmen liselerinin, okul türlerinin azaltılması sürecinde kapatılmak istenmesinin mantığını anlamak mümkün değildir. Mevcut düzenlemede 263 öğretmen lisesinden mezun olanlara, kendi alanlarındaki programları tercih etmeleri halinde ek puan verilmektedir. YÖK`ün yaptığı son katsayı değişikliğinin ardından LYS`deki puanlarına geçmişe göre daha az etki etse de, Anadolu öğretmen lisesi mezunları hâlâ ekstra puan alarak öğretmenlik bölümlerine yerleşebilmektedir. Ancak MEB`in öğretmen liselerini kapatmasıyla öğretmen adaylarına tanınan bu hak da ortadan kaldırılmış olacaktır. Eğitim Sen olarak, 166 yıllık köklü bir geleneğe sahip olan ve öğretmen yetiştirme sisteminde yaşanan bütün eksikliklere rağmen, nitelikli öğretmen yetiştirme sürecinin önemli bir parçası olan öğretmen liselerinin kapatılması kararının yeniden gözden geçirilmesini ve geri alınmasını talep ediyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı okul türlerini azaltarak eğitim sistemi içinde uzmanlaşma açısından önem taşıyan okullar içindeki farklılık ve çeşitlilikten rahatsız olmamalı, eğitimin niteliğine somut katkı yapan okulları kapatma politikasını yeniden gözden geçirmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı`nın (MEB) ortaöğretimin yeniden yapılandırılması çalışmaları kapsamında, geçmişi 166 yıl öncesine, 1838 yılında kurulan Rüştiye mekteplerine dayanan öğretmen okullarını kapatma kararı almıştır. 1989 yılında Anadolu Öğretmen Lisesi adını alan öğretmen okulları normal Anadolu liselerine dönüştürmüştür. MEB adrese dayalı sistemle öğrenci alacağı yeni ortaöğretime geçiş sistemi ile birlikte, Anadolu öğretmen liseleri şartları uygun olan yerlerde Fen Lisesine ya da Anadolu Lisesine dönüştürülecektir. Dünyanın pek çok ülkesinde her biri kendi alanında uzmanlaşmış olan okul türlerine gereken önem verilirken, Türkiye eğitim sistemi içinde her dönem özel bir yeri olmuş olan Anadolu öğretmen liselerinin kapatılmak istenmektedir. Okul çeşitliliğini eğitim sisteminin bir zenginliği ve eğitimin niteliğinin artması için bir fırsat olarak görmek yerine, okul türlerini hızla azaltıp, eğitimde "tek tipleşme"yi ön plana alan bir uygulamanın doğrudan bir dayatma şeklinde hayata geçirilmek istenmesi kabul edilemez. 166 yıl önce medreselere alternatif olarak kurulan Rüştiye mekteplerine Batılı anlamda öğretmen yetiştirmek için açılan Darülmuallimin`in, aradan 166 yıl geçmiş olmasına karşın, öğretmen okullarının Türkiye eğitim sistemi içindeki yeri, bugün geçmişe göre çok daha fazla imkan olmasına rağmen hala doldurulamamıştır. Öğretmen okulları sayesinde öğretmenlik ülkemizde uzun yıllar cazip ve saygı duyulan bir meslek hale gelmiştir. Benzer bir durum bugün Anadolu Öğretmen Liseleri açısından da geçerlidir. -25- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DOSYA: 1 ÖĞRETMEN LİSELERİNİN KAPATILMASINA İTİRAZIMIZ VAR… Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ kemal.kocabas@deu.edu.tr Güncel acil bir sorumuz var… Toplumun %4849'nun oyu ile iktidar olan bir siyasal hareket her istediği kararı alabilir mi? Öğretmen Liselerinin kapatılma kararını tartışmadan, eğitim örgütlerinin, üniversitelerin görüşünü almadan, konuyla ilgili bilimsel çalışmaları irdelemeden ve öğretmen yetiştirme geleneğini temel almadan… Demokratik ülkelerde asla görülmeyen siyasal iktidar dayatması Türkiye'de geleneksel devlet politikalarına dönüşüyor. Tıpkı 4+4+4 yasasında olduğu gibi… Cumhuriyetin temel laik-demokratik eğitim sistemini yok etmek adına her şey yapılıyor. Bunu yapan bakan da ODTÜ'de öğretim üyeliği, UNESCO üyeliği yapan bir akademisyen… Öğretmen kimliğine, meslek onuruna ve öğretmen yetiştirme geleneğine çok uzak bir Milli Eğitim Bakanı… Tüm enerjisini tüm okulları İmam Hatip Lisesine dönüştürmeye harcayan, “laik eğitim” anlayışının evrenselliğini kavrayamamış bir bakan… Türkiye'nin öğretmen yetiştirme tarihi 16 Mart 1848'te Tanzimat ile başlar… Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşanan bu aydınlık dönüşümde eğitim gören aydınlar daha sonra Cumhuriyetin kurucu kadroları arasında onurla yer almışlardır. Tanzimatla başlayan ülke gerçeklerine uygun öğretmen yetiştirme arayışında İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Emrullah Efendi, Satı Bey, Ethem Nejat, İsmail Hakkı Tonguç, Nafi Atuf Kansu adları öne çıkar. Yahya Akyüz Hoca çağdaş öğretmen yetiştirme sürecini, “Sadece öğreteceği konuları bilen değil, onları nasıl etkili biçimde öğreteceğinin bilimsel yöntemleri ve bazı meslek dersleri de kendisine öğretilmeye çalışılmış öğretmen. İşte böyle bir öğretmene ihtiyaç olduğu bizde ilk kez Tanzimat döneminde anlaşılmaya başlanmıştır” diyerek özetler. 1923, Devrimci Cumhuriyetin en önemli uğraş alanı, Osmanlıdan miras aldığı %85 nüfusun köylerde yaşadığı ve okuma yazma oranının yaklaşık %10 olduğu köy toplumunda, “eğitim ve kültür” dünyasında yaptığı aydınlık atılımlardır. Mustafa Necati döneminde açılan Denizli ve Zencidere Köy Öğretmen Okulu deneyimi, ülkenin 1926-1929 yılları arasında ülke koşullarına uygun öğretmen yetiştirme arayışlarıdır. Yıl 1936 Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'dır. Arıkan ve Tonguç'un, Mustafa Kemal'in önerisiyle “Eğitmen Kursları” ve ilk üç sınıflı okullarla, Canlandırılacak Köy'e öğretmen arayışı heyecanı devam eder. Cumhuriyetin ilk kuşak aydınları, inanç ve tutkuyla ülkenin değişim ve dönüşüm imecesindedirler. Can Yücel, “Babalarımızın çocukları yoktu bizim. Onların Cumhuriyeti vardı” sözleriyle o yılların tutkulu-yurtsever çabalarını bize aktarır. Öğretmen yetiştirme arayışı sürmektedir. Tonguç, 1937'de Mahmudiye ve Kızılçullu Köy Öğretmen Okullarıyla Köy Enstitülerine giden aydınlık yolculukta çok önemli bir adımı atar. Tüm bu deneyimler üzerinden Türkiye, 17 Nisan 1940 tarihinde evrensel eğitbilim zenginliğine Köy Enstitüleri kazanımını armağan ediyordu. Ülkenin her bir köşesinde eşitlikçi bir anlayışla ışıyan 21 Köy Enstitüsünde özgün laik-demokratik-üretici eğitim dizgesinden geçen 18 bin halk çocuğu öğretmen ve sağlıkçı olarak aydınlanmayı, aklı ve bilimi Canlandırılacak Köy'e taşıdılar, öğretmenlik meslek onuruna değer ve anlam kattılar. Ve sonra… Bu aydınlanmayı, insan olma, birey olma kavgasını içselleştiremeyen tutucular ve gericilerin saldırısı başladı. Önce Tonguç ve Yücel'i görevden aldılar, enstitü programlarını değiştirdiler. DP iktidarı 1950 yılında karma eğitime son verdi ve enstitüler 1954 yılında da öğretmen okullarına dönüştürüldü. Muhafazakar Türkiye sağı, Cumhuriyet fikrini hiç içselleştirememişti ve bu nedenle aydınlanmaya ve kadının özgürleşmesine hep karşı oldu. Cumhuriyetin aydınlık felsefesine karşı ilk hamlelerini kazanmışlardı… 21 Köy Enstitüsü mekanında açılan “İlköğretmen Okulları” enstitüyü kapatanlara rağmen, emekle üretilmiş enstitü mekanlarında özgün öğretmen yetiştirme geleneğini, kültürünü 1954-1974 yılları arasında onurla sürdürdü. Yıl 1974, bu kez İlköğretmen Okulları kapatılarak Öğretmen Lisesine dönüştürüldü. Öğretmen Okulu öğrencileri 1974 sonunda alınan bu karara karşı boykot yaptılar, direndiler, öğretmenlik haklarının tepede alınan bir -26- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE gözlerini kapatan tek tip insan… Köktenci tek tip insan... Laik-demokratik eğitimden geçmeyen hiçbir insan, insanlığın “ortak evrensel vicdan” değerlerine, hümanist kültürüne sahip olamaz. Siyasal iktidar bunu algılamaktan maalesef çok ötede… Tüm Köy Enstitüleri örgütlerini, Öğretmen Okulu derneklerini, eğitim sendikalarını, muhalefet partilerini, “Öğretmen Liselerinin kapatılması” kararına karşı demokratik itiraza davet ediyorum. Zira burada yapılmak istenen Köy Enstitüleri aydınlık düşüncesini tümüyle silmek, öğretmenlik mesleği kaynağını yok etme düşüncesidir. Enstitü mekanlarının öğrencilere aktardığı öğretmenlik kültürünü yok etme çabasıdır. Ülkenin aydınlık bir geleneğini silmekle ilintili akıl dışı, bilim dışı bir karardır. Nitelikli öğretmenin yetiştirilemediği, eğitimin niteliğini tümüyle kaybettiği, akıl ve bilimden-laik-demokratik değerlerden uzaklaşıldığı Türkiye koşullarında, UNESCO üyeliği yapan bir bakanın aldığı bu siyasal kararı kınıyoruz. Sayın bakana aynı UNESCO'nun Türkiye'de Köy Enstitülerini kurduğu için, 1997 yılını tüm dünyada “ Hasan-Ali Yücel Yılı” olarak ilan ettiğini hatırlatmayı da görev sayıyoruz. ---------------------- kararla gasp edildiğini öne sürdüler. Pek çok öğrenci sürüldü, okuldan ayrıldı, acılar yaşadılar… 1974-2014 arası geçen 40 yıl boyunca bu okullar orta okul sonrası sınavla öğrenci alarak “Öğretmen Lisesi-Anadolu Öğretmen Lisesi” olarak öğretmenlik mesleğine çok önemli katkılar sağladı. Parasız-yatılı eğitim gören ve genellikle orta ve alt gelir düzeyindeki ailelerin çocukları bu okulları tercih ettiler. Bu okullarda eğitim gören öğrenciler, verilen ek puanlarla çoğunlukla eğitim fakültelerini tercih ettiler. Eğitim fakültelerinin puanları bu nedenle hep yüksek oldu. Yıl 2014, Milli Eğitim Bakanlığı verdiği bir kararla Öğretmen Liselerini kaldırıyor. Eğitim Fakültelerinin çok önemli bir kaynağını kurutuyor. Bunu bilinçli olarak yapıyor. Çünkü kafalarında “aydınlık-nitelikli öğretmen” kimliğine karşıtlık var. Siyasal iktidar, İmam-öğretmen çatışmasında imamdan yana, öğretmenden yana değil. Cumhuriyet ise öğretmenden yanaydı. Siyasal iktidar, genel liseleri, öğretmen liselerini kaldırarak ülkenin çocuklarına sadece İmam Hatip Lisesi seçeneği sunuyor… Buna itirazımız var. Siyasal iktidar, İmam Hatip Liselerini çoğaltarak toplum mühendisliği yapıyor, tek tip insan yaratmayı planlıyor. Bu tek tip insan, itiraz etmeyen-biat eden insandır. Doğa-çevre duyarlılığı olmayan, kadınçocuk cinayetlerine itiraz etmeyen, Soma faciasına *Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı ve DEÜ Öğretim Üyesi “HAYDİ DAYANIŞMAYA!..” 3)Ülkenin aydınlık geleceği adına eğitimin piyasalaştırılması ve dinselleştirilmesi çabalarına karşı, kitlesel direnç merkezleri oluşturulmasına, 4)Öğretmen Liselerinin kapatılma sürecinde en önemli öğrenci kaynağını kaybeden eğitim fakültelerinin ve üniversitelerin tepkisizliğinin kamuoyu ile paylaşılmasına ve her tür erkten bağımsız özerk-demokratik üniversite talebinin her platfomda dile getirilmesi, 5)Siyaset kurumunun eğitimde yaratılan tahribat konusunda daha dinamik, daha duyarlı olmaları konusunda uyarılmasına, tüm öğretmen okulu-öğretmen lisesi çıkışlı aydınlık eğitimcileri öğretmen yetiştirme kültürel mirasına sahip çıkma konusunda dayanışmaya davet etmeye karar verildi... 28 Haziran 2014 günü İzmir'de yan yana gelen eğitim örgütleri, öğretmen liselerinin kapatılması girişimini basın açıklaması ve düzenledikleri bir forumla değerlendirdiler. Forum sonunda: 1)Tüm illerde, ülke düzeyinde eğitim örgütlerinin tüm ayrılıkları askıya alarak "eğitim platformu" oluşturarak, "laik, demokratik, bilimsel eğitim" istenci üzerinden yan yana gelmeleri, bu platformun bir çalışma programı üretmesini 2) Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği ve Öğretmen Okulu Derneklerinin ayrı ayrı öğretmen liselerinin kapatılmasını yargıya taşıyarak dava açmaları...Öğretmen Liselerinin kapatılması olayını her bir süreçte kamuoyonu ve basına taşıma ve Milli Eğitim Bakanının istifasının istenmesi “Haydi dayanışmaya!..” -27- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DOSYA: 1 Anadolu Öğretmen Liseleri Kapatılmasın! Şadiye DÖNÜMCÜ* dosadoster@gmail.com Anadolu Öğretmen Liselilerin ders gördüğü sınıflara, yatakhanelere, yemekhanelere, avaz avaz şarkılar söyledikleri yollarına, top koşturdukları sahaya, gölgesinde tarım çalıştıkları ağaçlara sinen ruh yok edilmesin. Öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarının son halkası olan Anadolu Öğretmen Liselerinin de kapatılacağına ilişkin haberi okuduğumda içim cız etti. Önce Muallim Mektepleri vardı. Kapatıldı... Köy Enstitüleri açıldı. Kapatıldı; İlk Öğretmen Okulları açıldı. Kapatıldı; Öğretmen Liseleri açıldı. Kapatıldı; Anadolu Öğretmen Liseleri açıldı. Şimdi sıra onlara geldi demek. lkokulu bitirdiğim yıl öğretmen olma amacıyla sınav kazanarak girdiğim ve yatılı okuduğum Ortaklar Öğretmen Okulu'ndan, Ortaklar Öğretmen Lisesi diplomasıyla mezun oldum. 1945-1946 öğretim yılında açılan Ortaklar Köy Enstitüsü; 1954'de 7 yıllık 'İlk Öğretmen Okulu Programı'nın uygulandığı Ortaklar İlk Öğretmen Okulu'na dönüşmüş, tam 20 yıl sonra ise Öğretmen Lisesi'ne dönüştürülmüştü. 1975-1976 öğretim yılında bu dönüşümün ilk kurbanı olan bizler öğretmen olamadan mezun olduk. 1990'dan bu yana orada Anadolu Öğretmen Lisesi statüsünde eğitim veriliyor. Ot bile yetişmeyen bataklık Aydın-Ortaklar Beldesi'ne iki km. uzaklıktaki 2000 dönümlük bataklık arazide, Adabelen tepesinin iki yanına ve karşısına 18 hizmet binası ve 15 öğretmen lojmanı yapan, süreç içerisinde ot bile yetişmeyen bataklığı buğday-arpa-pamuk yetiştirilebilen tarım arazisine dönüştüren, 100'er dönümlük incirlik ve zeytinlik ile 50 dönümlük sebze bahçesi olan, dağı taşı ağaçlandıran, ahırlar ve kümesler inşa eden Kızılçullu Köy Enstitüsü'nden gelen abi ve ablalarımızın eseriydi bu okul. İnşaata başlanılan tarih (1944 Ağustos) ile Kızılçullu Köy Enstitüsü'nden son sınıf öğrencilerinin mezun edildiği tarih arasında geçen süre sadece 22 aydı. Sorgulatan, araştırtan eğitim Ezbercilikten uzak; düşünmeye, soruşturmaya, doğruları ve gerçekleri akılcı yollardan araştırmaya özendirici; gözlem, deney, araştırma, inceleme ve tartışma gibi tekniklerin kullanıldığı bir eğitim aldık orada. Birlikte yaşama, çalışma ve öğrenmenin temel alındığı; etkili ders çalışma yollarının öğretildiği; bireysel sorumluluk duygusunun pekiştirildiği; başarı/başarısızlıkların birlikte değerlendirildiği; toplumsal değer, tutum ve alışkanlıkların kazandırıldığı bir eğitim anlayışı vardı okulda. Korkak, mütereddit değil… Enstitülerden, normal liselerden farklıydı, müfredat. Meslek dersleri 5-6-7 sınıflar da okutulurdu. Köy Enstitülerindeki "üretim içinde eğitim-öğretim" felsefesi, eğitim-öğretimdeki ruha hakimdi. Öğrencilerin korkak, mütereddit, iradesiz değil; mücadeleci, kendini ifade eden, kendinden küçükleri ve aciz insanları kollayan, başkalarının haklarına saygı gösteren, doğayı koruyan, hayatın her alanında israftan kaçınan, sağlığını koruyan, dayanışmacı, paylaşımcı, sosyal-kültürel beceri ve alışkanlıklara sahip bireyler olması amaçtı. Türkçe dersinde doğru okuma-yazma-konuşma öğretiliyor, anla(t)ma yeteneğimiz geliştiriliyor, 'insanın yaşadığını anlatması'nın öneminden hareketle hayatımızı günlük tutarak ve mektup yazarak ifade a l ı ş k a n l ı ğ ı k a z a n d ı r ı l ı y o r, h i t a b e t i m i z güçlendiriliyordu. Ekilen tohumların genetiği: 11 yaşında başladığımız yatılı ve gündüzlü, kız ve erkek karma, parasız eğitim gördüğümüz okulda her ders farklı mahalde yapılırdı. Teneffüste laboratuara, müzik salonuna, atölyelere, spor sahasına, kapalı spor salonuna, sebze bahçesine giderdik, koşarak. Öğretmenlerimizin ektiği ve arkadaşlarımızla yeşerttiğimiz dayanışma, birlikte iş yapma, karşılıklı sevgi ve saygı, paylaşma duygusu tohumlarının genetiğinde vardı. Demokratik bir ortamda yapılan öğrenci örgütü seçimlerinde, örgütün yaptığı her tür etkinlikte ve okul yönetimine temsilciler aracılığıyla katılımında da aynı etki vardı kanımca. Akvaryumda obez balıklar Bir dolabı üç kişi paylaşır, sabahları her nöbetçi öğretmene göre değişen şekilde uyandırılır, 50-100 -28- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE kişilik yatakhanelerde "sa-aaaat on, yat-ta-ğaaa konnnnn" dendiğinde uyur, 'yüksek yüksek tepelere' türküsüyle ağlardık. Çiğdem çitleyerek açık havakapalı sinemada vizyon filmlerini izler, etüt aralarında teknik odadan yayımlanan müzik eşliğinde volta atar, hafta sonlarında radyodan maç dinlerdik. Kahvaltıda çorba çıktığında kantine kaçar, çay eşliğinde boyoz yerken akvaryumdaki obezleşen Japon balıklarını da besler, yemekhane kuyruğunda kaynak yapardık. Amerikan yardımı peynir, gül reçelli ve sana yağlı nevaleyi, tencerelerde pişirilen şekeri kendinden menkul çayımtrak su eşliğinde kahvaltı yapardık. Her şey öğrenci için: Piyano eşliğinde müzik dersi yapar, tümümüz mandolin ve flüt çalabilir, eğlence ve heyecan dolu Beden Eğitimi dersinde gülle, cirit, sırık atlama, yakan top dahil otuzun üstünde not alır, duygu-hareket-ritim estetiği kazandırılırdı. Her sınıfın orkestrası, tiyatro ve folklor topluluğu vardı. Okul tiyatrosu, koro ve orkestrası turneye çıkardı. 19 Mayıs törenleri için trenle Aydın'a giderdik. 16 Mart Öğretmen okullarının kuruluş yıldönümü bayram havasında kutlanırdı. Tarım dersinde meyve ağaçlarını aşılardık. İnceleme ve kültür amaçlı köy gezileri ve turistik gezilere giderdik. Okulda çok çeşitli sosyal, kültürel, sportif ve bilimsel etkinlikler ve yarışmalar düzenlenirdi. Enstitülerdeki gibi öğrenim süremizin yarısı kültür-ziraat ağırlıklı değildi ama gerektiğinde ekin yapar, hasat kaldırırdık. Açık havada resim yapar, Ev İşi dersinde yemek-nakış-dikiş öğrenir, El İşi dersinde tahta oyuncaklar yapar, kitap-defter ciltler, laboratuarlarda çocukça ama tehlikeli şakalar yapardık. Okul başarısı ve disiplin önemli, öğretmenlerimiz çok kaliteli, öğretmen-öğrenci ilişkisi yoğundu. Öğrencinin söz hakkı vardı; sorumlulukları da. Temizlik dahil her işi öğrenci yapardı. Flörtün adı 'tarım çalışma'ydı. Takım ruhu aşılandı bize, galiba biraz da hırs. Günlük zaman çizelgesi enstitü benzeriydi. Etütlerde ders çalışır, tuvaletlerde, metruk yerlerde sigara içerdik. Özel bir eğitimdi gerçekten Yazıyı daha da uzatmadan özet bir cümleyle; Köy Enstitülülerinden bizlere yansıyan ruh az soluk olsa da; dönemin koşullarında bizlere verilen eğitimi özel kılıyordu. İlk Milliyetçi Cephe Hükümetinin iş başında olduğu dönemde, Öğretmen Okulundan Öğretmen Lisesine dönüşümün yaşandığı 1975-1976 öğrenim yılında Ortaklar; öğretmenlik hakkının geri alınması için yapılan protesto eylemlerinin merkezi oldu. Okula belli amaçlarla tayin edilen bazı öğretmenlerin foyası çıktı bu dönemde. Bizlere kol kanat geren hocalarımızın çoğu sürüldü. Ülke çapına yayılan eylemler, sürgün, tart ve yargılanmaları getirdi. Öğretmen olamama yüzünden birçok Adabelenlinin yaşamı makas değiştirdi. Eylemlerin sonucunda 2 yıllık eğitim enstitülerine sınavlı giriş hakkı tanındı ama 'gayri resmi giriş koşulları'nı taşımayanlar alınmadı bu okullara. Lise çağında sinmeli; öğretmenlik ruhu kişiye Öğretmen okulları en son 1976'da mezun vermişti. Artık oraların ruhunu içine sindirmiş öğretmenlerin hemen hepsi emekli. Eğitim sisteminde eksikliklerinin ciddi fark edildiğini söylerim hep. Anadolu Öğretmen Liseleri –sadecekapatılacakmış; sağlık meslek liseleri, imam hatip liseleri ve sair meslek liseleri duracakmış. Bu memlekette bir türlü nasıl öğretmen yetiştirileceğine karar verilemedi zaten. Mevcut eğitim sisteminin eksiklikleri saptanıp giderilebileceğine sorunu yok sayıp kestirip at. Geleneği var bu okulların Bu okullar geleneği ve ruhu olan okullar. Muallim mektepleriyle başlayan, köy enstitüleriyle taçlanan, öğretmen okullarıyla farklı anlamlandırılan ve sonra süreç içerisinde yok edilmeye çalışılan -ve giderek soluklaştırılan- bu gelenek ve ruh –bir şekilde- korunmalı bence. Çünkü bu okullarda hala –göreli olarak- eğitim kalitesi yüksek. Ek puan sorunu çözümlemenin mümkün olduğunu biliyoruz; örneklerini gördük zamanında, malum. 'YÖKün aldığı Anadolu Öğretmen Liselilere artık ek puan verilmemesi kararı, süreç içerisinde -iddia edildiği gibi- bu okulları olumsuz etkileyebilir ama MEB sair önlemlerle bu durumun önüne geçebilir; o müfredata ve amaca sahip çıkarak. Sahip çıkalım bu okullara! Anadolu Öğretmen Liselerindeki öğrencilerin ders gördüğü sınıflara, uyudukları yatakhanelere, yemek yedikleri yemekhanelere, avaz avaz şarkılar söyledikleri yollarına, top koşturdukları sahaya, gölgesinde tarım çalıştıkları ağaçlara sinen o ruh yok edilmesin. Uzun uzun anlattım yukarıda kendimi tutamayıp ama inan olsun yılda bir kez 16 Martlarda gidip, eski günleri yad ettiğimiz Ortaklar'da hala var o ruh; az soluk olsa da. Sahip çıkalım bu okullara! ----*Şadiye Dönümcü. 1976 Adabelenli. -29- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DOSYA: 1 Milli Eğitim Bakanlığı'na 20 Haziran 2014 günü verilen soru önergesidir: TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA Aşağıdaki sorularımın Anayasa'nın 98, TBMM İçtüzüğü' nün 96. maddeleri uyarınca Milli Eğitim Bakanı Sayın Nabi AVCI tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını arz ederim. Engin ALTAY Sinop Milletvekili, CHP Grup Başkanvekili 16 Mart 1848 tarihinde Orta Öğretmen Okulu ile başlayan öğretmen yetiştirme sürecimiz Muallim mektebi, Köy Enstitüsü, Öğretmen Okulu, Öğretmen Lisesi ve Anadolu öğretmen lisesine evrilerek günümüze kadar ulaşan bir öğretmen yetiştirme geleneğimiz olmuştur. Ancak YÖK'ün kurulması ile birlikte yükseköğretim aracılığıyla öğretmen yetiştirme sistemine geçilmesiyle birlikte öğretmen liselerinin işlevi her geçen gün azalmış ve beklenen öğretmen yetiştirme modelinin bir parçası olmaktan uzaklaştırılmıştır. Türk eğitim sisteminin en önemli sorun alanlarından biri öğretmen yetiştirme sorunudur. Üniversite eğitimiyle de istenilen başarı yakalanamamıştır. 2013 KPSS Öğretmenlik alan bilgisi testinde hiçbir alanda adayların 50 üzerinden ortalama 30 net doğruya ulaşamaması sistemin tekrar sorgulanmasını gerektirmektedir. Ortaöğretimde okul türlerinin azaltılması çalışmaları kapsamına Anadolu öğretmen liselerinin kapatılarak eğitim fakültelerine kaynaklık edecek bu okullarında kapatılması ile öğretmen yetiştirme sistemimiz yara alacaktır. Ayrıca eğitim tarihinde önemli yere sahip başta Hasanoğlan Öğretmen Lisesi ( köy enstitüsü) ve diğer enstitü devamı öğretmen liselerinin binalarının ve işliklerinin tarihsel dokusu ve kimlikleri ile korunması kültürel mirasımız açısından da doğru olacaktır. 1. Anadolu öğretmen liseleri başarısız eğitim kurumları mıdır? Kapatılma gerekçesi nedir? Bu liselerden eğitim fakültelerine geçen öğrenci sayısı kaçtır? 2. Sınavla öğrenci alan bu okullara talep bitmiş midir? Son 10 yılda lise giriş sınavlarında (LGS-OKS-SBS ) bu okul türüne talep ne şekilde olmuştur? Öğrencilerin tercihlerinde bu okul türleri yer almamakta mıdır? 3. Kapatmayı planlandığınız tarihi öneme sahip ( Köy Enstitüsü olarak faaliyet yapmış) Anadolu Öğretmen Liselerini mahallin ihtiyaçlarına göre Sosyal bilimler, Fen, ve Güzel sanatlar liselerine dönüştürme çalışmanız olacak mıdır? 4. Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürlüğü işlevsiz bir birim midir? Anadolu öğretmen liselerinin kapatılmasıyla bu birimi de teşkilat yapınızdan kaldıracak mısınız? 5. Mevcut öğretmen yetiştirme sisteminin başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? 166 yıllık bir öğretmen yetiştirme geleneğine sahip bu okulları kapatarak öğretmen yetiştirme hafızamızı silmiş olmuyor musunuz? Böyle bir coşkuyu hangi okul verebilirdi ki… Anadolu Öğretmen Liseleri kapatılmasın!.. EGE'DEN Bir rüzgâr esse Ege'den Yücel kokan, Tonguç kokan Emek kokan, ter kokan Kır çiçekleri burcu burcu Adabelen canlanır gözlerimde Bir rüzgar esse Ege'den Çapa sesleri, çekiç sesleri Türkü sesleri, keman sesleri Boz giysili halay sesleri Ve efelerinin kükreyişleri Hey! Heyyy!.. Ortaklar çiçekleri düşlerimde Bir rüzgar esse Ege'den Kar düşse Kaplan Dağı'na Duman duman Çiy düşse incire, nara Ben oralardayım Bir rüzgar esse Ege'den Bir bayrak görsem, dalga dalga Çocukları, gençleri görsem Cıvıl cıvıl eli kitaplı Bir ateş düşer yüreğime Sevdalanırım… Bir meltem esse Ege'den Duygu yüklü şiirleri Tarcan'ın Dalga dalga… Depreşir yaralarım Bir kav gibi için için yanarım. -30 Etem ORUÇ orucetem@hotmail.com ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Esintiler : ŞİİR YAĞMUR GİBİYDİ, MUĞLA'DA… Nabide KILINÇ nabidekilinc@hotmail.com kimisi heyecanlı, kimisi ağlamaklı, kimisi ezgili okudu şiirlerini. Kutluyorum Muğla şiir duygularını, dostlarını, sevenlerini, katılanlarını. Sazda Hüsnü Özbilgi eşlik etti vakte. Sanatseverler derneğine büyük katkılar koymakta kendisi. Güzel, sade içten bir akşam vaktiydi. Sadettin Özbek beyefendiye teşekkür etmek gerekir. Şiir biraz söyleşilmeli. Şiir biraz can kulağıyla dinlenmeli. Şiir Muğla'nın kalbini tutar. Resmetsen gönlüne, yaksan parçaları, kor vakti gelmeli şiirin. Şairin yüreği kor parçası. Şiir ırmaklarında kayboldu mor akşamlar, ahşap işlemeli evlerin sandık kokusunda saklandı, Muğla'nın kalbi, heyecanı. Ahh bir de duysa şair, dinlese dese ki, “Sana aşığım Muğla.” Kulaklarınıza geldi mi o şairlerin duyguları, ateşleri? Sokaklarında dolaşmalı şiir. Bir kez Saburhaneye doğru bir güzel içli sokağında beyaz badanalı dar duvarlarının arasında tüm mahallenin yüreği ve gözleriyle, gülümseyen bakışları arasında yapmak isteyelim şiir gibi vakitleri, programı. Bir tadalım kırmızı nar vakitlerini. Ne çok heyecan dalgalanır, uçar bulut, Saburhane eski günlerine. Muğla'yı hisseder koyu gölgeli avlusundan. Şairini tanıyacaktır, içindedir artık, sevip bağrına basacaktır, tam da zamanıdır yeni şiir sokaklarını açmanın. Şair yanıksa, şiir bulutlanıyorsa, mavi gökyüzü alabildiğince sevinçli. Uçan kuşlar kanatlarına takmış şiiri. Bir mutlu uçuyor ki özgürlüklere, mavi gökyüzüne, Anadolu'ma, Muğla'ya… Hoş geldin şiir, can parçaları duyurdun. Arıttın imbik sularında. Yüreklere aşk döktün… (30 Mayıs 2014) Şiirde heyecan vardı o günün akşamında. Öyle ya vakit akşamüstü. Kültür Evi dolar taşar her gün. O vakitte şiir için duruyor, o güzel insanlar. Şiirseverler. Muğla'nın kalbini kim tutar? Şairler, duygularını sokaklarına, ovalarına, evlerine dek. Ressamlar dolaşır kuzulu kapılarında, avlularında. Kahvelerinde, meydanlarında. Sanatçılar şarkılarını, bestekârlar bir müzik duygusu çalınır seslere, dinleyin burası MUĞLA. O gün güneş vardı sanırım. Şiir vardı. Dostlar vardı Kültür Evi'nde. Muğla Sanatseverler Derneği şairleri tuttu, o özgün odada. Bir bir çıkartmak için şiirleri. Hani istiridyenin içindeki incileri çıkartır gibi. Kendimi özgürlüğüm tutulmuş gibi hissetsem de içeride, sonra o koyu kokulu bahçenin gülleri arasında objektifime aldım, günün anısını. Yeri gelmişken söylemek gerek. Muğla Menteşe Belediye Başkanlığı'ndan bir istekte bulunalım, değerlendirsinler. Muğla sokaklarında bir şairler ve ressamlar sokağı olmalı, asmalı adlar verilmeli değil mi? O akşam ben de Akyaka şiir parçamı okudum. Akyaka'nın dağlarından yıldızlar denize düştü, ışıl ışıl... Dağlarına yıldızlar konuyor geceleyin. Işıklarını dalgaların seslerine yayarken. Irmaklarında bir melodi, bir gevezelik. Denize iner tüm sokaklar. Adları asmalı. Koyları yalarken gövdeni, bir serinlik. Eser aşklar, denizler boyu. Gümüşsü sular. Gümüşsü aşklar, Çekilir gecenin koynuna. Şiir parçalarını seviyorum. Kısa parçalar daha çok dinleniyor. Uzun şiirlerde duygular dağılıyor. Şiir Melih Cevdet Anday'ın dilinden tadılmalı, anlaşılmalı, tanınmalıdır. O gün vakitte mor akşam, şiirde imgeler, duygular vardı. Şairleri çıkıp kimisi yangın, kimisi çekingen, -31- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Eyüp YILMAZ Adabelen 1960 Mezunu Halk kültüründe pek çok şey kutsallara, efsanelere, masallara, halkın kendi kafasında olayı görmek istediği şekillere sokulur. Bu bir tür yaratıcılıktır, olayı idealize etmektir. Destanlar, efsaneler, masallar, türküler, maniler, halk hikâyeleri yüz yıllar, bin yıllarda böyle oluşmuştur. Aşağıda bazı olaylara halk gözü ile bakalım: Ekmek Pişiren Kadın / Kaplumbağa Kadının biri evinin bahçesindeki tandırın yanına ununu, eleğini, hamur teknesini getirmiş, tandırda ekmek pişirecekmiş. İse koyulmuş. Epey ekmek pişirdikten sonra çocuğunun ağlama sesi ile kendine gelmiş. Kundaktaki bebesi uyanmış. Hemen yanındaki ağacın altındaki beşiğe koşmuş. Bebesini kucağına alınca, duyduğu kokudan bebesinin altını kirlettiğini anlamış. Temizlemek için altını açmış. Açtığı yufkalardan biri ile dalgınlıkla bebeğinin poposunu silmiş. Oracıkta üzerinde yufka açtığı yastaç(yassı ağaç/ tahta sini) altına, hamur teknesi üstüne kapanmış. Ne oluyor, demeye kalmadan, kadıncağız ellerini, ayaklarını yastaç ile hamur teknesinin arasından çıkarmış ki tam bir kaplumbağa olmuş. (Deliorman Halk Kültürü/ Bulgaristan) Turfanda Kızılcık / Şeytan: Deliorman'da en erken kızılcık çiçek açar. Bunu gören şeytan, kızılcığın dalına asma teraziyi asar “İlk meyveyi, ben satacağım.” der. Bu Tanrı'nın gücüne gider. Kızılcığın meyvesini en geç olgunlaştırır. Eylül, ekim aylarına kalır kızılcığın olgunlaşması. Veysel Karani /Aşıcıların Piri: Anne sevgisi ile özdeşleştirilmiş bir İslam büyüğüdür. Dört yaşında babasını kaybettiğinden deve çobanlığı ile geçimini sağlamıştır. Yaşlı, kör ve kötürüm olan anasını sırtında “hac”a götürdüğü anlatılır. Yemen ve Şam'da türbeleri bulunur. Ama, O, Siirt ili, Baykam ilçesindendir. Siirt nire, Deliorman nire demeyin. Halk Kültüründe olmaz, olmaz. Bir gün develerini güderken, uyur kalır. Develer bir meyve bahçesine girer,ortalığı kırar geçirirler.Uyandığında durumu gören Veysel Karani, korkudan ne yapacağını bilemez.Dalları gelişi güzel toplar,ağaçlara delişi güzel bağlar.Bahçe sahibi bir de bakar ki erik ağacında kayısı,kayısı ağacında erik,armut ağacında ayva,ayva ağacında armut birlikte dallarda sallanmaktadır.Bahçe sahibi bu duruma bir anlam veremez.Durumu oralarda deve güden Veysel Karani'ye sorar.O da durumu olduğu gibi anlatır. O gün,bu gündür aşıcılar,Veysel Karani'yi “pir”leri kabul eder. Selman-ı Pak / Berberlerin Piri “Hamd ü minnet Hüda'ya, bize verdi devleti Hazreti Selman-ı Pak'tır pirimizin şöhreti Hem Resul'ün berberidir ol kemal-i zat-i Pak Gafil olma gel tıraş ol, eyle icra sünneti Her sabah besmele ile açılır dükkânımız Hazret-i Selman-ı Pak'tır pirimiz, üstadımız. İdris Peygamber/Terzilerin Piri İdris Peygamber, insanlığa terziliği yani dikiş dikmeyi öğreten kişi olarak kabul edilir.O nedenle Osmanlı'da terzilerin piri olarak kabul edilir. Asıl adı, Hanuh'tur. Çok okuduğu(72 dil bildiği söylenir.)için Kur'an'da O'na “İdris” denmiştir. Yunus Emre “Allah deyü, deyü” şiirinde O'ndan söz eder: Kimi yiyip kimi içer Hep melekler rahmet saçar İdris Nebi hulle biçer DikerAllah deyü deyü Rıdvan dürür kapı açan İdris dürür hulle biçen Kevser şarabını içen KanarAllah deyü deyü (Hulle:Cennet elbisesi,bir kısmı belden aşağı,bir kısmı belden yukarı olan elbise.) (Deliorman: Bulgaristan'ın Aşağı Tuna Ovası'nda yer alan; Rusçuk, Razgrad, Silistre, Dobriç ve Şumnu kentlerini içine alan bölge.) -32- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Özel Dosya(II): Soma faciası. Adabelenlilerden Soma ziyareti ve yardım eli Urla Belediyesi'nin katkılarıyla Urla Bademler Köyü sakinleri ve Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği Soma' da yaşanan maden faciasından dolayı acılı aileleri ziyaret ettiler. Geçtiğimiz ay Soma'da yaşanan ve yüzlerce vatandaşımızın yaşamını yitirmesine neden olan acı olaydan dolayı eşlerini, oğullarını, babalarını kaybeden ve kazadan kurtulanların ailelerine destek olmak amacıyla Urla Bademler Köyü sakinleri veAdabelenliler Derneği üyeleri ziyarette bulundular. Ziyaretleri ile kısa bir anlığına da olsa ailelerin acılarını paylaşan Dernek üyeleri ve Bademler Köyü sakinleri ailelere erzak yardımında bulunarak öncelikli ihtiyaçları hakkında bilgi aldılar. Yardımda bulunulan aileler Dernek üyeleri, Bademler Köyü sakinleri ve Urla Belediyesi'ne bu zor günlerinde kendilerini unutmadıkları için teşekkür ederek “Bu destekler bizlere güç veriyor” dediler. Ziyaretçiler Soma faciasında şehit olan madencilerin mezarlarınıi ziyaret ederek çiçek dikip dua ettiler. Sonrasında Kınık'ın 11 şehit veren Elmadere Köyü'ne gidildi. Orada da şehit ailelerinin acıları paylaşıldı. Ayrıca Soma'da şehit madencilerin mezarları başında Cevat Turan'ın aşağıdaki şiirini Fatma Kaya okudu ve Dergi sorumlumuz İsmail Tuna da kısa bir konuşma yaptı. MADENCİM GİTTİ!..” (Madenci eşleri çığlığı) Yastığımda erim, bir başım gitti Gönlümde gönüldaşım, Dertleşecek dertdaşım gitti, Yollarını gözlediğim aşkdaşım, Ekmeğini bölüştüğüm sofradaşım Adını taşıdığım soydaşım Fikrini paylaştığım yoldaşım gitti. Elini tutacak arkadaşım Anam, babam, kardaşım Çocuklarımın babası Gönlümün yuvası Evimzin direği Sevimizin yüreği gitti. Erim gitti, beyim gitti, eşim gitti. Gelmişim, geçmişim, geleceğim gitti. Bir pazar günü birlikte gezebileceğim Soma'daşım gitti… Cevat TURAN cevatturan1@gmail.com -33- ADABELEN Dosya: 2 EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Soma'dan başka izlenimlerle yazı ve gözlemler: SOMA'DA YÜREK YANGINI… Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ kemal.kocabas@deu.edu.tr hareketinin önemli ismi Dr. Engin Tonguç, arkadaşımız-dostumuz Av. Özgür Aydın ve Yeniden İmece dergisinin Soma temsilcisi Dr. Selma Tosun Bağcıoğlu yurtta bizi bekliyorlardı. Yaklaşık iki saat boyunca dostlarımızın Soma açıklamalarını dinledik. Sorular sorduk. Siyasal iktidarın izlediği sendikasızlaştırma üreten din soslu özelleştirmecitaşeron sistemi Soma'da iflas etmişti. Kapitalizmin insanlık dışı tüm çirkinliği Soma'da ortaya çıkmıştı. Ya p ı l a n a ç ı k l a m a l a r d a S o m a ' y a y ö n e l i k üniversitelerin ekonomi, sosyoloji, sosyal psikoloji alanında çalışmalar yapan birimlerin bu bölgeye yönelik araştırmalar ve öneriler sunması gerektiği düşüncesi öne çıktı. Somalı dostlarım, Soma'da dinci çevrelerin tüm evlere “Müslüman Olmak Neyi Gerektirir” şeklinde bildiriler dağıttığını, dini telkinlerle kazanın bir kader–alın yazısı olduğu şeklinde bir anlayışın yayılmak istendiğini ancak bunda başarılı olamadıklarını ifade ettiler… Soma'nın 110 bin nüfusunun yarısının bu kömür ocaklarına dayalı bir yaşam sürdürdüğü, bu ocakları kamunun her tür önlemi alarak işletmesinin en akılcı çözüm olacağının altı çizildi Özel sektörün kar hırsı nedeniyle bundan böyle aynı bakışla madenlerin işletilemeyeceği söylenerek bu konuda kısa sürede kararlar alınarak Soma'nın toplumsal bir kaosa girmemesi düşüncesi dillendirildi. Arkadaşlarımızla Soma'nın tek aydınlık yurdunu gezdik, hep beraber öğle yemeği yedik ve Turgutalp'ten ayrıldık. Sevgili Selma Tosun bizi ADD'nin bulunduğu Soma parkına götürdü. Soma'daki demokratik kuruluşlar toplantı halindeydi. Soma'ya yönelik ne yapabileceklerini konuşuyorlardı. Çaylarımızı içtik ve onlara başarılar dileyerek sevgiyle oradan ayrıldık. Zaman daralıyordu. Hedefimiz KınıkElmalıdere köyü idi. Soma'dan yaklaşık 60 kilometre ötedeki bu dağ köyünde, madende çalışan 16 işçiden 11'ini kazada kaybetmişlerdi. Dar, yeşillik, doğanın tüm güzelliklerini bahşettiği yollardan geçerek Kınık'ın arkalarındaki yoksul Alevi Elmalıdere köyüne ulaştık. Köy 80 hane idi. Nüfusu ise 800 idi. Köye vardığımızda rengarenk giysileriyle 30-40 çocuk bizi karşıladı. Onlara hediyelerini verdik. 13 Mayıs 2014 günü gündemimize acıyla giren ve 301 emekçiyi yitirmemize neden olan Soma faciasının sekizinci gününde kazayı yerinde görmek ve acıyı paylaşmak istedik. Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneğinden (YKKED) 16 arkadaş, 21 Mayıs 2014 günü sabah saat 9.00'da İzmir'den yola çıktık. Yolda kömür madenlerini, kapitalizmi, özelleştirmeyi taşeronlaştırmayı, parti devletinden demokratik devlete nasıl dönüşeceğimizi, sarı sendikacılığı ve Soma'yı konuşarak Kırkağaç'a geldik. Geziyi rehberlik yapan Somalı genç üyemizin Soma, Termik santralı, çocukluk yılları ve hatıralarını anlatan kısa konuşması ve önerisiyle Kırkağaçta'ki “Ege Seracılık” işletmesine uğramaya karar verdik. Aydınlık bir kadın işletmeci ve yanında evden, köyden kurtardığı 60 kadının çalıştığı dünya güzeli çiçeklerin üretildiği bir sera. Burada çalışan kadınların çoğunun yakınları Soma felaketinde vefat etmişti. Onlara başsağlığı diledik, işlerinde başarılar diledik, kadın örgütlenmesini selamladık ve oradan da Soma'ya vardık. İlk durağımız Soma Mezarlığı idi. Tüm yüzlerde yoğun bir acı hemen fark ediliyordu. Mezarlığın bir bölümü düzenlenerek bir alan yaratılmış ve 38 genç madenci yan yana yatıyor. Her mezarın başında kimlikler için plakalar asılmış, bayraklar dikilmiş. Gelenler duygu ve düşüncelerini yazılara dökmüşler mezarın üzerine iliştirmişler. Ailelerin büyük bir kısmı mezarların başında acıyla çocuklarını, yakınlarını bekliyor. Ziyaretçiler geliyor, kayıp yakınlarına başsağlığı diliyor, sabır diliyor, acılar paylaşılıyordu… Madenci mezarlarının başında maden mühendisi Koray Karadağ'ın mezarı var. Başında eşi Seda, kardeşleri ve babası var. Sevgili Seda ve Koray bizim üniversite; Dokuz Eylül Üniversitesi mezunları. Hazırlık sınıfında tanışmışlar. Seda; “Hazırlık sınıfından beri beraberiz hocam” dediğinde boğazım düğümlendi, içim yandı. Onlarla kucaklaştık, sarıldık, tek tek tüm mezarları ziyaret ettik. Kızılay da gelenlere ikramda bulunuyordu. Sarsılmıştık, arabaya bindik ve biraz sonra Turgutalp beldesindeki “Müstesna Tonguç Kız Öğrenci Yurdu” ndaydık. Köy Enstitüleri -34- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 4 sınıflı bir ilkokul var. Okulun 3 öğretmeni de Kınık'tan servisle geliyor ve gidiyordu. Elmalıdere köyünün çok acil desteklere ihtiyacı olduğu çok açık. Büyük bir travma yaşanıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi ve demokratik kuruluşlar bir “insanlık imecesi” üreterek Elmalıdere köyüne el uzatmalıdır. Travmaların atlatılması için psikolojik yardım, her türlü maddi-manevi yardım ve Elmalıdere'nin güzel çocuklarına yönelik destekler, acil sosyal politikalar yaşamsal önemde… YKKED olarak bu köye yönelik yaz okulu-toplu müzik-resim etkinlikleri üreterek çocukların yaşadıkları travmadan uzaklaşmasını, kendilerini ifade edebilmelerini sağlamak önemli olacaktır. Elmalıdere köyünün çocuklarına destek projeleri üretmek boynumuzun borcu olarak kabul ediyoruz. Soma izlenimlerimiz kısaca böyle. Hepimiz çok sarsıldık. Kapitalizmi lanetledik. 2014 yılında çok yoksul bir Ege köyü görmek de bizleri çok üzdü. Kapital'in yazarı “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır” diyor. Bunun için yazıyı önerilerle tamamlamak istiyorum. Somada bulunan Müstesna Tonguç Kız Öğrenci Yurduna destek vererek yoksul ailelerin, can yitiren ailelerin kızlarının eğitim hakkına destek sağlamak birinci önerim. Kınık-Elmalıdere, Kınık-Köseler köylerine her tür insani-psikolojik-maddi-manevi destek sağlamak da ikinci önerim olacaktır. İzmir'e döndüğümüzde yüreğimiz yanıyordu… Çocuklarını kaybeden ailelere uğradık. Köyden 3 kilometre ötede kaybedilen canlar için yapılan “Maden Şehitleri” mezarlığında 10 işçi koyun koyuna yatıyorlardı. Büyük bir yürek ağrısı yaşadık. Yoksulluk ve ölüm yan yanaydı. Bize eşlik eden Elmalıdere köyünden bir arkadaş, ölenlerin 30 yaş grubundan olduğunu, 11 kaybın geride 23 çocuk ve eşlerini bıraktığını acıyla anlattı. Çok eski bir yerleşim yeri olan köyün daha önceleri tarım ve hayvancılık yaptığını, son 10 yılda siyasal iktidarın köylüleri yok eden politikalarıyla tarım ve hayvancılığı terk ettiklerini, aç kalmamak için madene mahkum olduklarını ifade ettiler. Meydanda yapılan görüşmelerde son 10 günde madende sıcaklığın arttığını, yani kömürün yandığını hissettiklerini ama bir türlü yönetime anlatamadıklarını acıyla anlattılar. Bağlı bulundukları sendikanın patron kontrolunda sarı sendika olduğunu, bu sendikaya üye olmaya zorlandıklarını, bu kaza çok dikkatli, ilerici, sınıf sendikacılığı yapan bir sendika olsaydı önlenebilirdi, ifadeleri öne çıktı. Elmalıdere köyünde bir başka gerçek de karşımıza çıktı. Bir maden firması bu köyden kömür çıkarabilmek için köylülerin yerlerini satın alıyordu. Yani beş yıl sonra bu köy yok olacak ve bir maden işletmesine dönecekti. Köylüler yoksulluk, kredi borcu sarmalında topraklarını, köylerini terk etmenin acısını şimdiden yaşıyorlardı. Elmalıdere köyünde ilk çocuk (0-12 yaş) kalmıştı... Onlara armağanlar bıraktık... Elmalıdere köyünde ilkokul var. Köyde büyük bir travma yaşanıyor derin yoksullukla beraber... İzmir büyükşehir Belediyesini ve tüm ilerici kuruluşları bu köyün ayağa kaldırılması ile ilgili insanlık imecesine davet ediyoruz. Bu köydeki çocuklar için çok acil sosyal politikalara gereksinim var. Psikolojik desteğe ihtiyaç var... YKKED olarak bu köye yönelik yaz okulu-toplu müzik-resim etkinlikleri ve okullar açılınca bu çocuklara tüm boyutlarıyla sahiplenmek adına projelerimiz olacak. Soma izlenimlerimiz kısaca böyle. Hepimiz çok sarsıldık.2014 yılında çok yoksul bir Ege köyü görmek bizi çok üzdü. Sevgiler Merhabalar, Bugün 16 kişilik YKKED ekibiyle Somadaydık...Yüreklerimiz acılarla doldu...Din soslu özelleştirmeci-taşeron sistemine yönelik itirazlarımız daha da da güçlendi...Kaybettiğimiz emekçilerin mezarlarına kırmızı karanfiller bıraktık, onları saygıylasevgiyle selamladık... Hesabınız sorulacak dedik... Önce Somadaydık...Soma mezarlığında yatan 38 cana canlarımızı kattıktan sonra Müstesna Tonguç Kız Öğrenci yurdunda dostlarımız Av.Özgür Aydın, Dr.Engin Tonguç ve Dr. Selma Bağcıoğlu Tosun'un Soma izlenimleriniyardımları dinledik konuştuk. Sonra... Kınık -Elmalıdere köyündeydik. Bu çok yoksul Alevi köyünde 11 emekçi can Soma faciasında kaybedilmişti. Onların omuz omuza yattığı Maden Şehitleri mezarlığına ziyaret ettik. 11 candan 21 Semra YILMAZ -35- ADABELEN Dosya: 2 EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir hazin durum: Soma-Elmadere Köyü Ömer DEĞİRMENCİ Köye çok sayıda ziyaretçi geldiğini öğrendik. Sivil toplum örgütlerinin önemini bir kez daha orada anlamış olduk. Yine anladık ki bu ve maden kazasına şehit veren diğer yerlerde halkın gerçek anlamda ilgiye ve kucaklanmaya ihtiyacı var. Aslında bunu en güzel devlet yapabilir, fakat gelin görün ki üzerinden neredeyse bir ay geçmiş olmasına karşın ne devlet babadan ne de madenin işletmecisi olan şirketten kimse gelip de haliniz nicedir, diye sormamış. Bu memlekette kaymakam, vali, belediye başkanı, genel müdür, bakan, başbakan kıtlığı var sanırsınız. Haydi diğerlerini bir kenara koyalım; 7 Haziran 2014 Cumartesi günü Kınık ilçemizin Elmadere Köyü'ne ziyarette bulunduk. Organizasyonu Eğitim-İş Kemalpaşa temsilciliği yaptı. Elmadere Köyü'nün özelliği 13 Mayıs 2014 günü Soma'da meydana gelen maden kazasına 11 şehit vermiş olmasıdır. Bu nedenle bu köye yaptığımız ziyaret bir baş sağlığı niteliğinde idi. Köyün genel havasına acı ve üzüntü hakimdi. Anaların, eşlerin yüzlerine baktığınızda yaşadıkları acı ve üzüntüyü derhal fark ediyorsunuz. Erkekler biraz daha mağrur ve biraz daha soğuk kanlı gözükseler de onların da yüzlerinde mahzun bir ifade hakimdi. Ey kaymakam bey, ey belediye başkanı siz hangi günler için varsınız? Niçin aramaz, sormazsınız bu insanları? Niçin psikolojik destek sağlamazsınız bu insanlara? Dinine, mezhebine bakılmaksızın maden felaketinden etkilenen bütün bu insanlara derhal koşmalı ve onların dertlerini samimiyetle paylaşmalısınız. Giden canları getiremezsiniz, fakat çaresiz kalmış bu insanlar için yapabileceğiniz çok şey olduğunu göreceksiniz. Yeter ki o köylere bir gidin. “OĞLUM HAKKINI HELAL ET!” Manisa'nın Soma ilçesinde ölü sayısı sabah saatlerinde 282'ye ulaşmıştı (Asıl sayı301). Ekipler kurtarma çalışmalarını sürdürürken, mahsur kalan madenciler için umutlar giderek azalıyordu. Öte yandan, Soma'dan yürek burkan haberler gelmeye devam ediyordu. Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) Teşkilatlandırma ve Eğitim Sekreteri Osman Tutkun, cenazelerin teslim alındığı sırasında gördüğü bir manzarayı paylaştı. Tutkun, " Orada çıkartılan bir cenazede, şehidin avucunun içinde ki kâğıtta 'Oğlum, hakkını helal et' yazıyordu. Biz bu kadar onurlu maden işçileriyiz." dedi. -36- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Dosya: 2 Prof Dr Nurettin Demir CHP Muğla Milletvekili: SOMA KAT LİAMINI UNUTMAYALIM!.. UNUTTURMAYALIM!.. Öncelikle şu konuyu bir insanlık sorumluluğu olarak önemle belirtiyorum: Soma katliamı ve katilleri unutulmamalı ve unutturulmasına izin verilmemelidir. Kapitalizmin, para hırsının, özelleştirmenin ve taşeronlaşmanın kurbanıdır ölen canlarımız... Gözü doymazlığın ve para hırsızın azgınlaştığı zihniyet, işçi sağlığı ve iş güvenliğini yok saymıştır. İşçilerimiz göz göre göre maden ocağına ölüme indirilmiştir. kapitalizmin azgınlığı emrinde. Zulüm, sömürü, ihmal, katliam... Yalan dolan iftirayla gerçeklerin üstünü örtme telaşındalar. Bu zulüm ve acı günlerimizde kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmek istiyorum. Bu zihniyeti iyi izlemeliyiz, iyi tanımalıyız ve teşhir etmeliyiz. Bir yanda, ölüm kalım anında, belki bir başkası da kullanır diye, "çizmelerimi çıkarayım mı?" diyen insan yüreğine bakın, diğer yandan da 300'e yakın Maden şehidinin ölümüne ses çıkarmayan vicdan kirliliğine bakın. Bu acı, haksızlık ve zulüm ortamında iki büyük etkin çevreden hiç ses çıkmamıştır. Vicdanlar susmuş, yüreklerin kulakları sağır kalmıştır. Bu iki çevreyi teşhir etmek istiyorum. 1.Dinci çevreler 2.Üniversite Yöneticileri, Senatörler ve çok önemli sayıda akademisyenler... Bu iki çevre insafsızca, onursuzca susmaktadır. Sorumsuzca susan üniversiteler. DİNCİ ÇEVRELER Üniversiteler, Senatolar ve önemli sayıda akademisyen suskun. Onları derdi akademik lafazanlık ve ağız kalabalığı ile hükümetin bu olaydan zarar görmesini önlemek... Kafa karıştırmak, gerçeklerin üstünü örtmek, sözde bilim adına zalim ile birlikte olmak. Sözde bilimlerini pazarlamak, siyasette aldatma aracı olarak kullanmak.Paranın, gerçekleri örtmeyi iş edinmiş akademik çevrelerin, dinci çevrelerin işgali altındayız. Tam bir diktatörlük yaşıyoruz. Mısır'da, Yemen'de, Sudan'da Amerika'nın politikalarına uygun bir olay olduğunda bu iki çevreyi tutamazsınız. Televizyonlarda bangır bangır bağırırlar, camilerin önünde mitingler, toplu cenaze namazları, tekbir sesleri... Ama Soma Şehitleri umurlarında değil. Başbakanın dediği gibi doğal bir durum, sıradan bir olay. Soma işçilerini yok sayıyorlar adeta... Halbuki Kuranda İslam, haksızlığa ve zulme karşı susmayı ve gerçeği saklamayı en büyük günah, en aşağılık suç saymaktadır. Kur'an mazlumlardan yana... Kapitalizmin ve sömürünün soygun aracı olan bir diktatörlüğün işgalinde yaşıyoruz. Bu zalim ve karanlık güçlere karşı dikkat çekmek istiyorum. Bu konular üzerinde düşünülmesini, etkin çalışmalar yapılmasını istiyorum. Gerçek iman sahipleri mazlumlardan yana... Dinciler (yani dini siyasette ve ticarette kullananlar) zalimden yana... Büyün yurttaşlarımı etkin olmaya ve demokratik bir biçimde tepkilerini ortaya koymak için eyleme çağırıyorum. Soma'da yaşanan katliam gerçeğini örtmeye çalışıyorlar. İnsanlıkları da vicdanları da -37- ADABELEN Dosya: 2 EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ŞAM BABASI Mehmet Halil ARIK* mehmethalilarik@gmail.com Zira; sanır mısın ki tutar; Şam Babası; gerçek babaların, evlatları için tuttuğu yası!.?.. Babasız kalmışlarsa; bırakın, Şam Baba'sız da kalsınlar!.. “Aslolan; şambabası olmak değil; babasız bırakmamaktı!” İki olay!. İki çocuk!.. Tümüyle gerçek!... Kurgusuz!.. İki bakan… İki telefon numarası.. Acı ortak!... Ölüm!.. Gidenler: Şehit babalar!... Kalanlar: Yetim çocuklar!.. Birincide: Yan yana 12 tabut!... İkincide: Yan yana bile getirilmeyen tam 301 tabut!..(Resmi rakam) Hafızalarınızı yoklarsanız bulacaksınız birincisini… Hani o terör örgütünün işlediği bir cinayet.. yan yana dizilen 12 tabut vardı ya… Hani şehidin 8 yaşlarındaki oğluna bir bakan kartını vermişti ya… “ne zaman baban düşerse aklına; beni ara… baban benim bundan sonra!...” demişti ya!.. Birincisi işte o!... İkincisi; henüz taze… taptaze!... Resmi rakamlara göre 301 maden emekçisine mezar olan o Soma faciası var ya… Hani radyasyonlu bakan; bir köye taziyeye gitmişti 5 gün sonra ya.. Kınık ilçesi; Köseler Köyü… Hani; şehidin 8 yaşındaki kızına telefon numarasını verip… “ne zaman baban düşerse aklına, beni ara…baban benim bundan sonra!..” demişti ya… İkincisi işte o!... Ne kadarda benzeşiyor değil mi!..? Ne kadar da belli; kader diye başlayan takdiri ilahi diye biten senaryonun tek elden çıktığı… Ne kadar da benzeşim içinde kahrolası ölümün geride bıraktıklarının, çocuk yaşta belleklerine kazıdığı acı!... Acı ortak ise… acının dili de ortak!... * Çocuk yaşta belleklere kazınmış acıların tesellisi, kader ve takdiri ilahi mazeretleri ile kirli siyasetin insafına terk edilmişse… Ve gerçekten takdiri ilahi onları babasızlığa mahkûm etmişse… Niye gereksin ki Şam Babası!... ŞAM BABASI!.. Çocuk; Sekiz yaşlarında; Mezarlıkta!.. Belli ki; dolaşmışlığı çok buralarda.. Tanışı mezarlıkta gördüklerinin.. acı ortak olunca.. Farklı bir gün; bugün... Şaşırdı önce; Mezarlıkta; Bakan Amca'yı görünce… Çocuk bu; ne bilsin; atlamak geldi içinden kucağına.. Önce; Sokuldu yanına; Usulca!... Haykırır gibi, fısıldadı; bakan'ın kulağına… “Ben” dedi; “babamı hiç görmedim!…” Okşamadı saçlarımı, koklamadı beni, kucaklamadı; doyunca... Tutmadı hiç elimi; Ben de tutmadım hiç onun elini!.. Sekiz sene önce şehit olmuş, Ben annemin karnındayken; babam nöbetçi kulübesinde vurulmuş!... Suçlandı bakan!.. Utandı; Yere baktı !.. Ürktü görüntüsünden… Yer yarılsa, yedi kat yere batacaktı; Kızardı, yandı; ekşidi suratı; Bulsaydı fırsatını; tören-mören demeyip bırakıp kaçacaktı!..; Nasıl özür diler ki bir bakan; sekizinde bir çocuktan; -38- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öfkeyle yırttı!.. Attı!.. Aslolan “şambabası!” olmak değil; babasız bırakmamaktı!.. Yer sağır, gök dilsiz kesildi; Lahavle çeker gibi; kurtulmak için sıkıştığı durumdan; Sabır ve metanet diledi kendine; dualar etti; bir hızır göndersin diye Tanrıdan!.. Bir film gibi aktı gözlerinin önünden çocukluğu; Çınladı kulağında o ses; eski Türk filmlerinden defalarca duyduğu: “Size baba diyebilir miyim!?” Küçücük bir tornistanla kurtarıldı durum;; “Baban benim bundan böyle yavrum!..” Duygulandı; eline cebine attı; kartını uzattı!.. Ne zaman düşerse baban aklına, Unutma; Baban benim bundan sonra; beni ara!.. *** Birkaç gün sonra!. 12 Tabut gördü çocuk; Al bayraklara sarılı!... Sıra sıra… Ve tabutların arkasından koşan çocuklar gördü; Bitkin… ve ağlamaklı… Birinin elinde bir yeşil yaprak; albayraklı tabuta yetişmeye çalışmakta koşarak!.. Betül'müş adı… Daha öncekiler de Ayşe'ydi; Zeynep'ti; Zeliş'ti; Elif'ti… Yoktu ki Betül'den hiçbirinin farkı!..; Baktı; baktı.. Önde o albayraklı tabut olmasaydı; Ve bir de Betül koşarken ağlamasaydı; O yeşil yaprakla Betül'ü bayrama koşuyor sanacaktı!.. *** Yine oradaydı!.. Bakan; Hem de ön saftaydı!.. Bir resim çizdi zihninde çocuk; Ögesi; Bayrak!.., kalabalık!.. Tabut!.. Yerlerine yerleştirdi!.. evimizdeki resmin aynısı dedi!.. *** Düşündü çocuk; Farkı yok bugünün dünden!.. Kim beslenir; bunca kinden, nefretten!..., Kim tutar çanağı.. ölüme!.. Bir resme baktı; bir de Bakana; Yakınında olsa; haykıracaktı!.. Bir tek baba yeter mi bunca yetime!.. Bakan'ın verdiği kartı çıkarttı; *Emekli eğitimci – DENİZLİ Soma'da babasının mezarı başındaki bu çocuk nasıl bir duygu içinde acaba? Buna neden olanlar ne diyecekler?.. Adabelen 1962'li Süleyman Özdemir ABD'de dergimizle… Böylece dergimiz Beyaz Saray'ın önüne kadar ulaştı. Dileriz içine de girer. Belki o zaman dünyada barış da olur(!). -39- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KİTAP... KİTAP... KİTAP Muammer ÖZLER muammerozler@yahoo.com “Tanrım! Bana kitap dolu bir ev ile çiçek doku bir bahçe ver.” -Konfüçyüs- çıkan kitaplardan, birbirimize haberdar ederdik. Peki şimdi ne oldu bize? Okumak, eğitim süresinde ve yaşamımız boyunca, başarının en önde gelen öğelerinden birisidir. Kitap sevgisi, her aydının, her okumuşun ve her uygar kişinin, yaşamsal zorunluluğu olmalıdır. Kitaplar, bir bakıma aydınlık yarınlara ulaşmamıza sağlayan köprü gibidirler. insanlık için, uygarlık için, gelecek için gereken bütün bilgileri, ancak kitaplarda bulabiliriz. Adabelenli dostum, sınıf ve sıra arkadaşım Çetin ARDIÇ'ın, Aydın'da bir-kaç yıl öncesine kadar, çok mütevazi bir kitap ve kırtasiye dükkanı vardı. Okulların açılış zamanı olan her eylül ayında, camekanına şu ilginç duyuruyu asardı arkadaşım.”EZBERDEN 3 ŞİİR OKUYAN LİSE ÖĞRENCİLERİNE %10 İNDİRİM YAPILIR.”vs. Ne denli güzel bir teşvik örneği değil mi? Dünya kültürü verilerine baktığımız zaman, dünyada hızla artan kitap retiminin;%75'ini uygar ülkeler, %25'ini ise geri kalmış ülkeler elinde tutuyor. Türkiye nüfusumuzu dikkate alırsak, bu sayılar düşündürücü ve üzücüdür. Demek ki Türk Ulusu, her düzeydeki bireyleri ile, genelde okumuyor, ya da çeşitli nedenlerle okuyamıyor. Oysa okumak bir gereksinimdir ve bir alışkanlıktır. Bu alışkanlık, ailede başlatılır, okulda geliştirilir ve yaşam boyunca da sürdürülür. Keşke hepimiz de, çocuklarımıza her zaman böyle okumalara teşvik edebilsek. Keşke her akşam evimize giderken, çocuklarımıza o sağlıksız bir sürü şekerleme ürünleri yerine birer kitap alabilsek. Keşke, o okey taşlarından birazcık olsun uzak durabilsek de, ellerimizi kitaplara uzatabilsek. Keşke, Maksim GORKİ'nin dediği gibi: “Her kitap; beni, kalabalıktan, düzeysizlikten insanlığa, insancıllığa yükselten, yaşamı daha iyi anlamama ve ona karşı derin bir susuzluk duymama neden olan bir basamaktır.” diyebilsek. Keşke, evde, okulda, iş yerinde, deniz kenarında ve akla gelebilecek her yerde ve her koşulda kitaplarla sevişebilsek. Ne yazık ki, son yıllarda kitaplara sanki küsmüş gibiyiz. Gün geçtikçe de, bu küskünlüğümüz daha da çoğalmaktadır. N'olur, kitaplara daha yakın olalım. Emekliye ayrıldığım yıllardaydı. Çocuklarıma ziyaret için, İstanbul'a gitmiştim. TÜYAP Kitap Fuarı da o günlerde açılmıştı. Çocuklarımın bana sundukları en değerli İstanbul armağanı, bu kitap fuarına gezdirmeleri oldu. Böyle bir fuara ilk kez geziyordum. Öylesine çok coşkulanmıştım ki, ilk kez tanıdığım yazarlarla, şairlerle yapılan söyleşiler, anlatılan anılar, imza günleri ve daha pek çok etkinlikleri hala unutamıyorum. Bu umutlarla, haydi!... Kitaplara...Kitaplara... Kitaplara. Yaşıtlarım ve büyüklerim anımsarlar. Eskiden ya bir gazete, ya bir dergi, ya da bir kitap taşırdık ceplerimizde. Özellikle Varlık Yayınevi'nin yayımladığı cep kitapları serisi, tam ceplerimize göreydi. Sohbetlerimiz hep okuduğumuz kitaplar üzerine olurdu. Kitap edindirme kulüplerimiz vardı. Ayda en az bir kitap edinir, iki kitap okurduk. Yeni -40- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Şiir Kokusu: EMEĞİN TÜRKÜSÜ* Rahmi GÜR Elimizde gösterişten uzak, ama özgün tasarımla, özenli basımla oluşturulmuş şiir kitabını tutuyorum. Sadeliğine, basım özenine, yazı karakterinin seçimine, iç düzenlemelerine de övgümü eksik etmek istemem. İmren uyandıracak bir çalışmanın kokusunu duyuyorum. Aydın dağlarının öte yakasından BozdoğanKavaklı köyünden Ortaklar İlköğretmen Okulu çıkışlı. Yaşamı sınıflarda insan kokusuyla yoğrulmuş şiire dönüşmüş belikli. Ah o Köy Enstitüleri, Öğretmen okulları, Eğitim Enstitüleri! İnsan sevgisi, arkadaşlık bağı, çocuk kokusuyla, gözlerin ışığını yazına geçirme becerisi de verirdi. Ne denli ozan, yazar kazandırdı yazınımıza. Anmadan, saygı sevgi göndermeden girilmiyor sanat kapılarından. Tarık Akan “ Maden filmini yaptım.” deyince televizyonu kapatıp '…Emeğin Türküsünü yazdım…' diyor Veysel İzmir (Giriş Yazısı).. İnsanın var olduğu günden bu yana yaşamsal varlığını sürdürmek için emeğin gerekliliğinin bilinmesi gerekirken, geç kalmış ayrımsamaların sonunda şiire durmak da ayrı bir güzelliktir. Dahası, “ Eyleme geçmeyen akıl, akıl değildir.” demek için de bir olgunlaşma emeği gerekir. Daha önce yayımlanan kitaplarından edindiğim izlenimlerle birleşerek “Kuvayı Milliye Atı” kitabına yazdığım yazıda (2); gelecek kitaplarından daha umutlu olduğumu yazmıştım. İki kitap arasında geçen süreci de yakından biliyorum. Veysel İzmir'in bir ayrıcalığı vardır. Yazdığı dizeleri ezberine de yazar. Yazına yakın arkadaşlarını yakaladığında da bir iki şiirini dinletmeden bırakmaz. İmrenirim ezberden okuma yeteneğine. Yazdığım hiçbir şiiri ezberleyemediğimden de gizli bir eziklik duyarım yanında. Ezberlemek, okumak, y a z m a n ı n d e s t e k l e y e n l e r i d i r, h e r i n s a n d a bulunmayabilir. Biraz halk şiiri geleneğine yatkınlıktır sanıyorum. “Emeğin Türküsü”, evrensel bir gerçeklik olan emek olgusunu özek olarak alır. Gücünü, tansıklığını, saygınlığını, yaşamsallığını bilmenin yetmediğini söyler. V. İzmir bu şiirleriyle Emeğin anlamını, önemini yaşamın her alanında, her ortam insanının tanımasını, yanında yer almasını anlatmaya çalışıyor.. Emeğin yanında yer aldığında varılacak erimlerin duyumsanmasını da bekliyor şiir severlerden: “ Bu yol uzun / Dik yokuş uçurum / Bu yol kısa / Düz dar irim / Yolunu bulamazsan / Kendine yol ara ( Yol. 107.y)” uyarısını yaparken çağrısını da yapmayı unutmaz. “ “Uyan / Uyandır / Hayır demeyi öğren / Haksızlığa adaletsizliğe / Sessiz kalma / Baş kaldır. ( Sessiz kalma. 81.y)”. Salt emek kavramına özekleşmiş sav sözlerden kurgulanmaz şiirleri. Aşkın, sevmenin, aşka bağlılığın da emek işi olduğunu, sevginin de sevme emeği istediğini duyumsarsınız. “ Sen içindeki aşkı söylersin / Ben içimdeki aşkı dinlerim.( Sanatçıya, 54.y)” Kuşkusuz üretim tüketim ilişkileri ile bitmiyor insanın varlık sorunu. İnsanın insanla, çevresiyle, geçmişiyle de savaşım vermesinin, iyi – kötü kişilik savaşının da bu bağlamla yüzleşmesi gerektiğini söyler. “ Fırsat bu fırsat / herkes sıraya geçer / Beni kullanmak için. (Alet, 52.y)”. Yukarıda da söyledim halk şiiri yatkınlığını, doğaçlama söyleme yeteneğini. Bu özgünlüğünü belirttikten sonra yazdıklarında imge, simge, soyutlama, anlam kaymaları, değişik anlam kaymaları beklenemez. Derinlemesine anlam arama yerine duygusunu kolayca söyleyerek, her kesim insanın yazdıklarından kendine pay çıkarmasını önemsediğini düşünüyorum. “Bu ilk aşk / Ne yaparsan yap / unutulmaz / Bu son tango / Ne çalarsan çal / Ne oynarsan oyna / İlk aşk gibi olamaz ( İlkAşk, 38.y)”. Biçem olarak baktığımızda da bir yalınlık görürüz. Uzun dizelerden uzak durur. Tek sözcükten dize de yapar, üç beş sözcükten de. Dize sayıp bir biçim de yaratmaz. İç uyağı yakalar, biçemi sözün gelişinden kurar. Kendine özgü, sanat kaygılarından uzak biçemi vardır. Hoşça okunacak şiirlerden oluşan Emeğin Türküsü'dür size söylenen. Ozanın önceki yazdıklarından son yazdıklarına aktardığı bir gelişme var mı yok mu? Bütün sorun buradadır. Sav sözlerin azalıp şiir dilinin yakalanması için çok emek çekildiğini söylüyor kitap. Kırılmış yumurtadan güzel civciv çıkacağına inanıyorum. İnanmak beklemek oluyor benim için. Emek çekildikçe şiirde dile takılan( mübarek, kasılmak parazit, enayi, miğdem,meşhur, menfaat,mutlaka, tehlikelidir, affetmez, nasip, ser…) gibi çakıl sözler, şiirin güzelliğinde eriyecektir. Emek çekilmiş kitaba saygımız vardır. Başarılarının sürmesini dilerken kalıcılık ve okunurluk dileklerimizi de taşısın diyorum. *Veysel İZMİR. Emeğin Türküsü. Şiir. Kendi yayını. Efe Ofset Basımı-2013- Ödemiş. Edinme: 0 232 544 00 13 ve 0 505 279 95 61. (2). Gür Rahim. Kitap Kokusu. Küçükmenderes Yayınları2011, Sa:257,258 -41- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İzlenimler KÖR DÜNYA Azmi ERMİŞ azmiermiş@hotmail.com Baharın tatlı serinliği kaplamış dört bir yanı. Çiçek kokuları sarmış çevreyi. Kuşlar cıvıl cıvıl oynaşmakta ağaçlarda. Güneş, birazdan gösterecek aydınlık yüzünü. İşe gitmek, iş sahibi olabilmek ne güzel. Birçok yüksekokul bitirmiş insanlar işsiz güçsüz. Çay parası yok ceplerinde. On adım sonra sokağa girdiler. Çiçekçi, kahveci derken derneğin yerini tarif etti bayana. “Çok iyi öğrenmişsiniz.” “Öğrenmek zorundayız.” Teşekkür etti, bayan ayrıldı. Dernekten aldığı kitaplarla yeniden kaldırıma yöneldi. Önünde kocaman bir araba. Dolmuş gibi bir şey. Sola kaydı orada bir başka araba, sağa kaydı orada da bir taksi. Aradan sıyrılıp geçmek istedi. Taksinin aynası yamuldu. O zaman bir ses gürledi ardında: “Hafıııız, hafız! Dikkatli geç… Sen o araba kaç para biliyor musun? Boyasını yaptırmaya gücün yetmez senin. Bastonunu sağa sola çarpma dikkatli geç.” “Anladım.” dedi başını sallayarak. “Arabanın fiyatı sizden pahalı. Sakin olmaya çalış, sinirlenme.” Mutlulukla gülümsedi. “Gözüm görmese de sağlığım yerinde. Bir işim var. İnsanlara yararlı olmak çabası çok güzel bir duygu.” Otobüs geldi. “Günaydın Şoför Bey.” “Günaydın Hocam. Kartı biraz daha sağa doğru kaydırın. Benim arkam boş, oturabilirsiniz.” Kulaklıklarını taktı. İş yerine gidiş, bir saati buluyordu. Yol boyunca zamanı kitap dinleyerek değerlendirirdi. Bir el dayandı omzuna, ittirdi: “Öteye doğru gitsene…” Sola kaydı, “İttirmeden konuşabilirseniz daha iyi olur. Buyurun, günaydın.” Çınar Durağında indi. İkinci otobüsüne henüz zaman vardı. Yürüyerek üç durak öteden binerdi her gün. Burası şehir merkezi. Kuş sesleri yerine arabaların uğultusu, yoğun kömür kokusu, genellikle koşuşturan telaşlı insanlar. Bir şarkı mırıldanmaya başladı. “Günaydın sevgiliye günaydın!” Al sana bir tabela. Etrafından dolandı, üç adım sonra bir tabela daha. Sinirlendi, dirseğiyle devirdi tabelayı. Öteden bir ses: “Dikkat etsene abi giderken!” Cevap vermedi. İşte burada fotoğrafçının motoru, dönercinin masa ve sandalyeleri. Kafasını salladı. Kaç kez aramıştı belediye 153 numarayı. Karşısına her keresinde bir bilgisayar kaydı çıkıyordu. “Yapacağınız konuşmalar güvenliğiniz açısından kayıt altına alınmaktadır.” Defalarca konuştu, kayıt altına aldırdı. Üstelik trafiğe kapalı bir sokak ve körler gelip geçiyor yoğun olarak. Ne zabıta geldi, ne belediyeden ses çıktı. Herkes bildiği gibi kullanmaya devam etti sokağı körü körüne. Kaldırımdan spor salonuna doğru yürüdü. Geçen hafta burada bastonu bir beyin ayağına takılmış, bey bütün sülalesine selam yollamıştı. “Kardeşim memlekette ayak altında dolaşacak körler mi kaldı? Oturtacaksın evlerine, al diyeceksin kuru fasülyeyi, ayak bağı bari olmayın.” Bastonunu ararken söylendi: “Sen kör olmasan çarpışmayacaktık.” Gülümsedi. “Hooop hoop dayı dayı! Şöyle gi,t şöyle giit!” Kendisine söylendiğinin ayırdındaydı. “Nasıl gideyim?” “Şöyle şöyle dimdirek.” Caddeyi gösterdi bastonuyla: “Bu tarafa değil mi?” “ Hayır hayır. Dimdirek dimdirek.” Gülümsedi, yoluna devam etti. Yollar kazık; her an bir çukur çıkabilirdi önüne. Üç yıldır bitememişti bu kaldırımların tamiri. Derneğin sokağına yaklaştı. İzz yok. Yanından geçen ayak sesine sesledi: “Günaydın. Çınar PTT'ye ne kadar var?” “En az yüz elli metre gideceksin dayı.” Sağa sola bakınırken bir bayan: “Günaydın. Yardımcı olabilir miyim? Nereye gidecekseniz söyleyin.” “Sağ olun. PTT sokağına gideceğim.” Kız Meslek Lisesi'nin önü. Bir zamanlar cıvıl -42- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Konuşmacı söyleniyor: “Arkadaşlar, dinlemek istemeyen çıkabilir. Bakıyorum konuşmanın başından beri bir arkadaşımız kafasını duvara çevirmiş, hiç bu yana bakmıyor.” Herkes birbirine bakıyor. Sonunda gözler hocaya çevriliyor. Yanındaki arkadaşı: “Seni kast ediyor hocam.” “Kör olduğumu anlayamamış mı? Bak kara gözlüklerim var gözümde.” Gülüşüyorlar. cıvıl öğrenci sesleriyle çınlayan okulun yerinde yeller esmekte. 60 yıllık tarihi okul yıkılmış. Önü ıpıssız. İçi acıdı. Geçmişimizi hoyratça yok ediyoruz, diye düşündü. İki baston çarpıştı. “Önüne baksana yavrum, kör müsün?” “Sen bak önüne.” Gülüştüler. Çarpıştığı, kendi gibi görmeyen Muzaffer'di. Su sesinin yanı sıra taze çimen kokusu doldu ciğerlerine. Valilik binası. Önüne geçip elini tuttu birileri. Elini sallıyor, ses yok. Öbür eli de bir omzunda. Mutlaka samimi bir arkadaşı olmalı. Hoşlanmazdı bu tip davranışlardan. Ama kırmak da istemedi onu. Elini biraz daha salladı karşıdaki. “Hoca bir beni bilemedin be! Halbuki sen akıllı adamsın, unutmazsın.” “Vallahi eskiden akıllıydım da…” “Ben yemekhane'deki Memet. Hani Çallı Memet. 20 yıl önce hastanede beraber çalıştıydık hani… Ne de çabuk unuttun yahu?” “Memet, elinin kalıbı değişmiş senin. Maşallah kilo da almışsın. Elmayı armudu çok yiyorsun galiba.” “Yardım edeyim mi?” “Sağ ol durak yakın.” Tam durakta dikildi. Durakta insanlar… “7 numara geldiğinde bana söyler misiniz?” “Söylerim.” İki otobüs gelip gitti. Kendi otobüsünün saati gelmişti. “Pardon” dedi sıkılarak yanındakine: “Bu gelen kaç numara?” Yanında yeller esiyor. Artık dönüş için otobüs beklemekte. Yanındakilerden kendi otobüsünün gelip gelmediği ile ilgili bilgi almaya çalışıyor. Tedirgin biraz. Şoför seslendi: “Hoca gidiyor muyuz?” Arabayı göz göre göre(!) kaçırmadığı için sevindi. “Arkam boş hoca. Oturabilirsin.” Yanı dolu. “İyi günler.” Yanındakinden ses yok. Belki dalgındır, belki de körü adam yerine koymamıştır, selam vermek istememiştir canı. Gene de bir kez daha kadın veya erkek olduğunu bilmediği yanındakine: “İyi günler efendim.” dedi. Yine ses yok. Hafiften bozuldu. “Olsun varsın. Bu ülkede ayrımcılık çok yaygın zaten. Yaşayarak öğrenceğiz birbirimizi sevmeyi, değer vermeyi.” Şoför, “Hocam, akşam televizyonda izledim sizi. Çok güzel konuştunuz. Asıl körler biziz vallahi. Utandım insanlığımdan.” “İnsan kendi derdini bilir. Önemli olan birbirimizi sevebilmektir.” Yanındaki kişinin dirseği ittiriyor. İnmek istediği belli. Oralı olmuyor. İzin istemesini, konuşmasını bekliyor. Dirsek daha hızlı ittirmekte. “Erkekten ürken bir kadın galiba” diye geçiriyor içinden. Gene de “Konuşsana be insan, dilin yok mu senin?” diye sesleniyor. Ayağa kalkıyor. Şoför, patlatıyor kahkahayı. “Hocam, yanınızdaki dilsiz. Konuşamıyor.” Yanındaki inince birlikte gülümsüyorlar şoförle. İki elini kaldırdı, yedi parmağını havada tutmaya başladı. Bir araba sesi. “Amca nereye gidiyorsun?” “Korucuk tarafına. 7 numara mı?” “Evet. Gel…” O tarafta meslek liseleri vardı. Arabanın içi dolu. “Gençler, engelli amcaya yer verin.” Tık yok. “Arkadaşlar ön koltuklar engellilere aittir.” Kalkan yok. “Söylediklerini duymuşlardır sanırım. Arkandaki oturan çok mu yaşlı?” “Hayır hayır. Çok genç.” Şoförün arkasındaki koltuğa yöneldi, gencin kucağına oturdu. Yay gibi zıpladı yolcu. Ondan sonra “Genç arkadaşım. Sen bana yerini verdğin, çantanı ya da paketini de bana ver…” Mahallesine kuş seslerinin ve güzel çiçek kokularının arasına gelme keyfini yaşıyor. İniyor otobüsten… *Azmi Ermiş bir Adabelenli. 26 yaşında bir göz hastalığı nedeniyle görme duyularını yitirmiş. Ancak yaşama küsmeden hatta birçoğumuzdan daha iyi gören bir dost. Yazısını özümleyerek okuduğunuzda ne denli savaşımcı bir insan olduğunu anlayacaksınız. (Adabelen) * İş yerinde öğrencileriyle mutlu ve güzel saatler geçirdi. Öğleden sonra Ankara'dan gelen bir büyük, konferans veriyor. Hoca pür dikkat dinliyor konuşmayı. Hoparlörden sesin geldiği yöne kenetlenmiş, nefes almıyor sanki. -43- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü YAŞLI MARANGOZ Zekeriya YAVUZ zekeriyayavuz@gmail.com (Bu öykü, 2014 yılında, İzmir Seyrek Anam Evi Çalışma Gurubu tarafından düzenlenen "beklenti" konulu öykü yarışmasında "BİRİNCİLİK" ödülünü almıştır. “Beklentilerim!” diye fısıldadı yaşlı marangoz. “Onlar da yaşamımın değişik anlarında hep değişti. Değişimin kendisi, değişmeyen tek doğa yasası değil midir? Dünya değişiyor, toplum değişiyor, insan kendisi değişiyor, tabii ki beklentiler de değişiyor biteviye…” 15. Haziran "Babalar Günü"ydü. Aşağıdaki öykü, tanımlanamaz boyutlardaki evlât sevgisini yüreklerinde taşıyan, onlar için koskoca bir yaşamı feda etmekten çekinmeyen, özverili tüm babalara ithaf olunur.) Bu zorunlu dinlenme süresince gözlerini yumdu ve hayallere daldı. Yıllar önceki sağlıklı günleri geldi geçti gözlerinin önünden. Yüzünde huzurlu, mutlu bir gülümseme belirdi. Mahallenin en büyük marangozhanesinde en deneyimli usta olarak çalıştığı günlere döndü bir anda. İşyeri sahibinin övgülerini anımsayınca, gururla kabardı göğsü. “Ne günlerdi be!” diye fısıldadı özlemle… İş arkadaşı diğer iki ustanın yaptıklarından daha fazla iş üretirdi tek başına; dolgun haftalıklar kazanırdı. Öğrenimlerini çok başarılı bir şekilde sürdüren oğlu ve kızı için çok çalışmak zorunda olduğunu duyumsardı. Evlâtlarının yüksek öğrenimlerini tamamlamalarını ve saygın bir meslek sahibi olmalarını görebilmek, mahallede herkesin takdirini kazanabilmek tek beklentisiydi o yıllarda. * İlkbaharın, yazı anımsatan, ilerleyen günleriydi. Sıcaktan bunalan, kan ter içinde kalan, elindeki el planyasıyla, el rendesiyle tezgâhındaki pencere üzerinde son düzeltmeleri yapmak için tüm gücünü kullanan Marangoz Recep, bir anda yakalandığı öksürük nöbetiyle boğulur gibi oldu; yavaşça tahta iskemleye çöktü. Uzunca bir süre kıpırtısız, sakin öylece kalakaldı. Titreyen sıska bacakları, giderek güçsüzleşen ince kolları, biteviye hızla inip kalkan, hırıldayan göğsü, zayıflayan bedeni bir nebze de olsa dinlendi. Allah'ın izniyle son didinişleri, son yorgunlukları olacaktı bunlar. Özlemini çektiği o gün çok yakındı artık. Aslında pek büyük beklentileri de yoktu öyle. Evlâtları, her ikisi birden okullarını bitirecek, çalışmaya başlayacak, kendisi de rahata erecek, onların sayesinde bu ilerlemiş yaşlarda çalışmadan yaşamını sürdürecek, Allah'ın yardımıyla da tekrar eski sağlığına kavuşacaktı. Ama ya daha sonraları? Özellikle planyada düzlediği keresteye istenilen ölçüyü, standardı vermek üzere kalınlık makinesinin başına geçtiğinde oluşan talaş yığınları ve yoğun toz bulutu içinde boğulurcasına nefes alamaz olur ve bir anda beliriveren, nedenini bilmediği öksürük nöbetlerine tutulurdu! Ardından çıkardığı balgamlar ve de balgamlardaki kızıllıklar… “Evlâtlarım!” diye iç geçirdi marangoz Recep. “Sizi öylesine çok seviyorum ki… Yuvamızı dolduran sevgi deryasında beslenin, gelişin! Yüzlerinizde mutluluğun tebessümü, gözlerinizde sevgi kıvılcımları hiç eksilmesin!..” Üvey baba sultasında geçip giden kendi çocukluğu canlandı gözlerinin önünde. Anımsayabildikleri yalnızca acımasızlık, hoşgörüsüzlük, anlayışsızlık, yoksulluk, illâ da sevgisizlik… Kaskatı yüreklere hapsedilmiş sevgiler! Gün ışığına kavuşamadan solan sevgi çiçekleri… Daha sonra gönyeleme makinesinin başında keresteyi istenen boyda keser, tezgâhta da ek yerlerin çizimini yapar, planyada çizim yerlerinden oyma işlerini gerçekleştirir ve hızar makinesinde geçmeli yerleri, bağlantıları ayarlar, düzenlerdi. Tekrar geçtiği tezgâhta tüm parçaları toplar, birleştirir, tutkallar ve sıkıştırıp ağaç çivilerle çakardı. Talaşın, tozun pek ortaya çıkmadığı bu işler süresince nispeten rahat bir nefes alırdı. Ama tezgâhtaki bitmiş durumdaki bu “kapı, -44- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE pencere, dolap” gibi eşyaları zımparalamak, temizlemek için zımpara makinesini eline alıp da çalıştırdığında ortalığı öylesine yoğun bir toz bulutu kaplardı ki soluk almak ne mümkün, boğulur kalır, öksürük nöbetiyle sarsılır, güçten kesilir, ayakta durmakta dahi zorlanırdı. Hekimi olmuştu, oğlu daAvukat. Bilge, deneyimli bir diş hekiminin, Gürhan da tanınmış bir avukatın yanında yardımcı olarak işe başlamışlardı hemen. Bir anda huzur ve mutluluk dolmuştu evlerine, yüreklerine. Doyasıya dinlenen, iyi beslenen, giderek kilo almaya başlayan Marangoz Recep'in beklentisi; bu güzel günlerin ilelebet sürüp gitmesiydi artık. Aylar boyu canını dişine takıp çalışmıştı yaşlı marangoz, tüm bedeninde giderek artan hâlsizlik ve kilo kaybına rağmen. Gece boyu yatağında hiç alışık olmadığı yoğun terlemeler ve de sonu hiç gelmeyen öksürükler… Ne yazık ki Recep'in rahatı, mutluluğu ancak birkaç ay sürdü. Yaz bitiminde kızı da oğlu da işsiz kalakalmışlardı orta yerde. Hâkimlik ve Savcılık sınavları henüz açılmadığından işsiz ve çaresizdi oğlu. Diş hekimi Kızının da hastanelere ataması yapılmamıştı. Üniversite öğrenimlerini sürdürmekte olan Bilge ve Gürhan'ın tek beklentileri ise babaları Marangoz Recep'in sağlıklı olması, çalışabilmesi, ailenin gereksinmelerini ve kendilerinin öğrenim giderlerini karşılayabilmesiydi. Son günlerde babalarının giderek bozulan sağlığı karşısında büyük endişeye kapılmışlardı. Tanrı'dan tek dilekleri, öğrenimlerini tamamlayıncaya kadar babalarının sağlıklı olması, ayakta kalabilmesiydi. Ondan sonrası kolaydı. Bilge: “Özel bir muayenehane açabilmem için biraz paramız olsaydı keşke! Gerisini de taksitle falan ayarlayabilirdim.” Recep: “Dişçilik için eline bir diş çekme aleti aldın mı, küçücük bir dükkânda da bu işi yapabilirsin be kızım.” Bilge: “O, eskidendi baba. Diş Hekimleri odasının izin belgesi vermesi için en az 25 m.karelik tabanı fayansla kaplı, hijyenik bir yer olması gerekiyor. Davyeler (çekim) ve muayene aletleri, röntgen cihazı, unit fotöy (lâmbalı dişçi koltuğu), sterilizatör (alet temizleyici), amalgamatör (dolgu hazırlayıcı), ışın tabancası (dolgu dondurucu ve diş beyazlatıcı) almak zorundayım. Yoksulluğun, çaresizliğin gözü çıksın!” Bilge: “Sağlığına dikkat et baba! Hastaneye gidip kontrolden geçmeyi unutma! Hekimin uyarılarına kulak ver, verilen ilâçları düzenli kullan! Biraz daha sık dişini bakalım, senin için rahat ve huzurlu günlere çok az kaldı!” Gürhan: “Biz ikimiz de birkaç ay sonra öğrenimimizi tamamlamış olacağız. Her ikimiz de derhal işe başlayacağız. Bence sen artık işi bırak ve iyice dinlen! Kısa sürede de eski sağlıklı günlerine yeniden kavuşacaksın inşallah!” Recep, oğlu Gürhan'a döndü: “Ya senin durumun nedir oğlum?” Gürhan: “Benim de bir avukatlık bürosu açabilmem için bir miktar paraya gereksinmem var baba. İl Barosuna müracaat edip, avukatlık belgesi için gerekli parayı yatıracağım. Uygun bir yer kiralayıp, dayayıp döşeyeceğim. Bir kütüphane düzenleyip, beş altı ciltlik Türk Ceza Kanunu ile diğer yasalarla ilgili kitapları temin edeceğim. Orayı devamlı açık tutacak, yokluğumda müşterilerle Eşinin de ısrarlarıyla işi bıraktı yaşlı marangoz; dinlenmeye çekildi. Kara günler için sakladığı paralarla idare ettiler bir süre. Birikimleri tükenmeden evlâtlarının okullarını bitirmeleriydi Recep'in tek beklentisi. Yaz geldi. Kızı da oğlu da başarıyla tamamlamıştı öğrenimini. Kızı, Diş -45- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE muhatap olacak bir sekreter bulacağım. Boş elle bunları gerçekleştiremem ki!” başlamışlardı. Beklentileri yerine gelmiş, her şey yoluna girmişti.Ama ya babaları? Marangoz Recep, ertesi gün erkenden evinin daracık bodrum katına indi. Tezgâhının üzerine eski el testeresini, el planyasını, el rendesini, düztaban rendesini, keserini, ağaç keskisini, iskarpelasını sıraladı; bu eski vefalı dost aletlerini şefkatle okşadı. Sonra da yakınındaki eski çalıştığı marangozhaneye gitti. Sabahın bu erken saatinde henüz açılmamıştı. Biraz ilerideki sahile doğru yürüdü. Denizin dinlendirici, serinletici, iyotlu havasını soludu ve ufuklara değin denizin üzerinde gezdirdi bakışlarını. Deniz; kendi bestelediği melodiyi söyletiyordu minik dalgalarına… Yosun kokan sabah yeli ile doğayı okşayan sabah güneşi, dalgalarla birlikte raks ediyorlardı. Kendilerinin de yakında tüm güçlükleri aşarak rahata ereceklerini ve ailece böyle birbirleriyle sarmaş dolaş, mutlulukla raks edeceklerini düşledi… Akciğerinde oluşan büyük hasar nedeniyle nefes almakta zorlanan, ateşi yükselen Recep'in sağlığı tamamen bozuldu, hastalığı alabildiğine ilerledi ne yazık ki! Oğlu ve kızı, annelerinin de onayını alarak babalarını kent dışında, orman içindeki bir sanatoryuma yatırdılar. Kuş seslerinin ulaştığı, bol oksijenli, temiz havanın doldurduğu odasındaki yorgun, bitkin, ağır hasta Recep'in tek beklentisi, evlâtlarının anneleriyle birlikte bol kazançlı, rahat, mutlu ve sevgi dolu bir yaşam sürdürmeleriydi. Marangoz Recep, acısız ve bir kuş gibi sessizce, o bilinmeyene uçmayı ve yoksullara hep vaat edile gelen o bolluklarla ve güzelliklerle bezenmiş cennete konmayı düşleyerek tamamladı geçip giden yaşamının son günlerini… Ağzından dökülen son sözcükler şunlar oldu: “Tüm emeklerim, yaptıklarım, hakkım sizlere helâl olsun benim canım çocuklarım! Sizleri böyle başarılı ve mutlu gördüm ya ben de çok ama çok mutluyum. Çok seviyorum sizi canlarım benim! Sizin de yüreğinizdeki sevgi çiçekleri hiç solmasın, yüzünüzdeki sevgi gülümsemeleri hiç eksilmesin…” Marangozhaneden bir pencere yapabilecek kadar kereste, tutkal, menteşe, pencere kolu ve çivi satın aldı; evine döndü. Saatlerce çalışarak standart ölçüdeki pencereyi tamamladı. Ardından da sırtlayıp ilerideki hazır kapı, pencere, dolap satılan pazara vardı. Çarçabuk da sattı; parayı cebine koyup yeniden marangozhanede aldı soluğu. Yeniden kereste v.s. satın alıp evinin yolunu tuttu. İşte böyle, günlerce, aylarca yalnızca çalıştı durdu. Tabii öksürükleri, gece terlemeleri, iştahsızlığı, halsizliği, kilo kaybı da giderek arttı. Beklentisi, evlâtlarına başlangıç için yeterli parayı kazanabilecek sağlıkta olabilmekti yalnızca. EN ERDEMLİSİ Evinin bodrumunda, tezgâhının başında, tahta sandalyesinde otururken daldığı düşlerden sıyrılan Marangoz Recep: “Sizin için yaptığım her şey helâl olsun evlâtlarım benim, sizleri öylesine seviyorum ki; canımı bile feda ederim sizin yolunuza…” dedi ve silkinerek ayağa kalktı; yeniden şevkle işe koyuldu. Terleyerek, ayakları titreyerek, öksürerek, bitkinleşerek aylarca çalıştı, kazandıklarını ve bütün birikimlerini çıkarıp verdi çocuklarına. Her ikisi de gözyaşlarıyla, minnet duygularıyla sarılıp öpücüklere boğdular, beklentilerini karşılayan özverili babalarını. Mehmet KARABACAKLAR Dünyanın en güzel Üç sesi... Kadın sesi, Para sesi, Su sesi... Ama dersem ki En erdemlisi O da Vicdanının sesi Kısa sürede muayenehanesini açan Diş Hekimi Bilge ile bürosunu açan Avukat Gürhan muratlarına ermişler, kendi işyerlerinin sahibi o l m u ş l a r, ç a l ı ş m a y a , p a r a k a z a n m a y a -46- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İlla da Eğitim: Eğitimde İçerik Hüseyin YAŞAR* huseyinnyasar@hotmail.com Eğitimde en önemli bileşenlerden biri içeriktir. İçerik müfredat, öğretmen ve veli söylemlerinden oluşur. Bizdeki içerik tek ve yalın değildir. Niyet olarak iki bölüme ayırabiliriz: Resmi ve örtülü(sinsi) içerik olmak üzere. Resmi içerik, büyük ölçüde bir çeşit konular dizini olan müfredattan oluşur. Bu, doğruyu-yanlışı, güzeli- çirkini ve iyiyi-kötüyü birbirinden ayıran şaşmaz bir yol göstericidir. Bakanlığın üst katlarında, okutulacak konular, bunların süresi ve büyüklüğü ''bilenler tarafından'' belirlenir. Bu belirlemede öğretmen ve öğrencinin yeri yoktur. Hazırlanan ve müfredat adı verilen bu paket '' yıllık plana'' göre, öğretmenlerce öğrenciye aktarılır (tebliğ edilir). Öğrenci de bu bilgileri kuşku duyup sorgulamaksızın benimser(ezberler). * Oysa, Köy Enstitülerinde olduğu gibi, her okul müfredatını, kendi öğretmen kurullarınca, çevresel gereksinimler göz önüne alınarak, hazırlayıp bakanlık onayından geçirildikten sonra pekala uygulamaya konulabilir. Acaba resmi mevcut içerik, çocuk ve gençlerin bilgi, beceri, tutum ve davranışlarına ne derece yansımaktadır? Sorulması gereken soru budur. Yansımadığı aşikârdır. Çünkü yansımadığını bu soruyu sorabilen herkes kolayca görebilir. Bu noktada, ortaya resmi içeriğin dolduramadığı bir boşluk çıkar; oluşan bu boşluk, saklı(örtülü) içerikle doldurulur, tutum ve davranışlar bu örtülü içeriğe göre şekillenir. Mevcut içerikle ilgili yaygın eleştiri ise resmi içeriğin tutum ve davranışlara ne yansıyıp yansımadığı değil, müfredatta akıl, estetik ve ahlaki değerlere ne derece yer verildiğidir. Örtülü içerik doğrudan bilinçaltına hitap eder. Onun için daha etkili ve daha kalıcıdır. Bu içeriğin sınavlar yoluyla ölçülmesi de olanaksızdır. Örtülü içeriğin(sinsi, sessiz) bize verdiği mesajları şu şekilde sıralayabiliriz: ''Biz, öğreneceklerimizin miktarını bilemeyiz. Ayrıca, bir bilgiyi ya da davranışı kendiliğimizden öğrenemeyiz, ancak biri tarafından öğretilebiliriz. Bizim görevimiz, verilen bilgileri olduğu gibi bellemektir(kuşku yok).Verilen bilgiler mutlak doğrular olduğu için doğruluğunu tahkik etmemize, sorgulamamıza gerek yoktur (tebliğ ve biat).'' Yaşar Kemal, öğretmen anlatıyor, çocuklar ezberliyor. Bu köleleştirme eğitimidir. Köle özgür insan yetiştirmez; kendine benzeyeni yetiştirir, demektedir Sorgulamasızlığın olduğu yerde bilim ve teknoloji gelişmez.Birey olmaz.Kişisel ve ulusal gelir düşük olur.Teknoloji ithal edilir.Dışalım dışsatımdan fazla olur.Borç alınır.Borç alan emir almak ve ödün vermek durumunda kalır.Teknolojik dil, dilimize egemen olur. ''Sınavlarda sorulanlara yanıt vermezsek, başarısızlıkla cezalandırılırız. Merak edip ve sorgulamadan / anlamadan bellemenin ise hiçbir yaptırımı yoktur. Dersler yalnız sınıf adı verilen beton kutularda yapılabilir. Örneğin, doğal ortamda ders yapmak son derce risklidir. Çünkü üşüyebilir, ıslanabilir,arı sokabilir,çiçek tozları alerji yapabilir veya yolumuzu kaybedebiliriz.Yaşam dediğin sorunsuz olmalı.Sorun varsa bile sorunların bizleri yönetenlerce çözülmüş olması gerekir. Örneğin,''kar tatilleri'' de yerinde bir uygulamadır. Çünkü o da tehlikeler barındıran bir olaydır. Büyükler bizleri düşündükleri için okullar tatil ediliyor.'’ Doğanın doğasında yokluk yoktur. Toprak ile, su ile ve gökyüzü ile bütünleşen insan, toplumun ve doğanın beklediği ideal insan olur. Nitekim K.E.' de doğa ile çocuk iç içe- bütünleşik değil miydi? Köy Enst. çorak ve sapa yerlerde kurulurdu. Amaç, çocuk ve gençleri daha çok sorunla tanıştırmak ve bu sorunlara çözüm yolları aramaya yöneltmekti. ''Ayrıca, bizler güvenilecek kişiler değiliz. Potansiyel suçlularız. Fırsatını bulduğumuz anda çalarız.Böyle olmasaydı, sınavlar sırasında başımızda gözetmen bulunur muydu? Test sınavlarında, doğru yanıtı, verilen dört veya beş seçenek içinden seçmek durumundayız. Verilenlerin dışında başka bir yanıt düşünmemize gerek yoktur. Test yöntemi sayesinde, soruların yanıtlarını güzel bir yazı ile kompoze etmek gibi yorucu bir işe girişmekten de kurtulmuş oluyoruz. Dünya bir bal çanağı, bize ise onu kaşıklamak düşüyor'’ *Em. Coğ. Öğrt. (B.A.L.) -47- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “F” KLAVYE Ahmet M. EGEMEN ahmetegemen@hotmail.com “ TÜRKÜ YİNE O TÜRKÜ, SAZLARDA TEL DEĞİŞTİ… müziği türüdür. “Kader ve alın yazısı “ anlamındadır. Derin acıların, hüzünlerin, özlemin, nostaljinin, aşkın ve özlemin ifade edildiği ,ajitasyon nitelikli bir müzik tarzıdır. Bizdeki karşılığı “ ARABESK “ gibidir aynı. FADO'nun en bilinen ismi ve kraliçesi olarakAMALİARODRİGUES tanınır. YUMRUK YİNE O YUMRUK, BİR VARSA VURAN EL DEĞİŞTİ! ” NEYZEN TEVFİK FİESTA; eğlence ve festivalleri kapsar. Her şehrin ve kasabanın kendi festivali vardır. Her kent için bir festival oluşturulmuştur. Haziran ayının festivalleri ise çok popülarite kazanmıştır. Geçmişte Romalılar, Portekiz'i Şarap ve Eğlence Tanrısı BAKÜS ile özdeş tutarlarmış. Bir görüşe göre; Portekiz'in faşist diktatörü insanı SALAZAR: “ Bana on binlerce uyutabileceğim bir beşik yapın…” diyerek, Lizbon Stadyumu'nu yaptırmış ve sonraları da: “Futbol olmasaydı, bu ülkeyi yarım saat bile idare edemezdim !…” söylemiyle, kırk yıl kadar sürdürdüğü diktasının gerçek dayanak noktasını belirtmiştir. FUTBOLda ise ; Portekiz Diktatörü Salazar'ın söylediği gibi İspanyol Diktacı Franco 'nun da ; “Bana yüz bin kişilik bir uyku tulumu yapın !..” emrinden sonra, Real Madrid takımı için SANTİAGO BERNABEU STADYUMU inşa edilmiştir. Başka bir görüşe göre ise; Portekiz Diktatörü SALAZAR'ın, halkı daha kolay ve tepki çekmeden yönetebilmek için uyguladığı “ ÜÇ F “ yöntemi ve kurallarını, çağdaşı olan İspanya'nın faşist diktatörü FRANCO ile ilişkilendirenler de çoğunluktadır. Hatta bu yöntem, ona daha çok yakıştırılmıştır. Geçirdiği Difteri hastalığı sonucunda, üç yaşında iken görme yeteneğini yitiren RODRİGO kendisi İspanyol gitarını çok iyi çalamadığı halde, bestelerini eşine seslendirtmiş ve baskılara, diktaya, faşizme karşı dünyaca ünlü “GİTAR KONÇERTOSU “ (CONCİERTO DE ARANJUEZ) ile tepkisini gösterebilmiştir. İspanyol besteci ünlü RODRİGO'nun “ GİTAR KONÇERTOSU “ ; İspanya iç savaşı üzerine yazılmış, faşist diktatör Franco'nun halk üzerinde acımasızca estirdiği terörün yarattığı yıkımı, acıya ve faşizme karşı direnen devrimciler ile milislerin coşkusunu anlatır. İster Portekiz, ister İspanya olsun ne fark eder ki? İster SALAZAR, ister FRANCO ne değişir?.. “ AYVAZ KASAP, HEP BİR HESAP !..” NEYZEN TEVFİK'in dediği gibi “Türkü yine o türkü, sadece sazlarda tel değişmiş… Yumruk yine o yumruk, bir varsa vuran el değişmiş…” Çünkü Salazar ya da Franco'nun uyguladıkları yöntem ve kurallar ile kullandıkları klavye (!) aynıdır. “ Sadece sazlardaki telleri (!) değiştirmişler, yine aynı türküyü (!) söyleyip, “F” KLAVYE'yi (!) kullanarak, yine O YUMRUĞU (!) vurmuşlardır…” PİCASSO'nun “ GUERNİCA “adlı tablosu ise, o yıllarda Franco'nun yandaşı Almanya'dan yardım istemesi üzerine, Alman uçaklarının ” Guernica şehrini ” bombalamasıyla binlerce insanın katliama uğramasını simgeler… Franco'nun, bu tablodan haberi olduğunda görür-görmez ; “Kim yaptı bu tabloyu ?..” sorusu üzerine PİCASSO, tarihe geçen o ünlü sözüyle yanıt vermiştir: “SEN YAPTIN !..” Böylece, PİCASSO “GUERNİCA” tablosunun “ ÜÇ F ” yönteminin açılımı ; FADO , FİESTA ve FUTBOL 'dur. FADO (Sadness Songs) ; 19. yüzyıldan bu yana, günümüze kadar uzanan bir Portekiz halk -48- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE yapılmasındaki duygunun kaynağını, bizzat diktatörün yüzüne söyleyebilmiştir. KİMSE KALMAMIŞTI…” Ayrıca PİCASSO'nun GUERNİCA tablosu , RODRİGO'nun GİTAR KONÇERTOSU, Sinoplu Filozof DİYOJEN'nin Büyük İskender'e meydan okuması gibi “NAMUSLULARIN da CESURCA” “KRAL ÇIPLAK !..” diyebildikleri sürece “ F” KLAVYECİLERİN sonu hüsran olacaktır. Görülüyor ki , bir ülkede RODRİGO ve PİCASSO'ların yetişebilmesi; aydınları, bilim adamları ve sanatçılarının nitelikleriyle ilgili olup , o ülkede “…KRAL ÇIPLAK !..” diyebilenlerin ve “ NAMUSLULAR'ın da CESUR “ olabilmeleri ile doğrudan ilgilidir…Tarihte, bunun birçok örnekleri vardır : Sinoplu Diogenes'in, Büyük İskender'e: “Gölge etme, başka ihsan istemem…” sözünden tutun da, Alman papaz Martin Niemöller'in özeleştiri ve keşkeler ile dopdolu şiirsel duygularına kadar. …Tüm zamanların en ünlü Holokost şiiri, " İLK ONLAR YAHUDİLER İÇİN GELDİ " Alman İlahiyatçı MARTİN NİEMÖLLER tarafından yazılmıştır. Martin Niemöller tarafından yazılan Holokost Müzesinin en ünlü bu şiiri, müzenin yayıncı ve editörü Michael R. Burch, tarafından düzenlenmiştir. Lutheran Kilisesi'nde papaz ve ilahiyatçı olan Martin Niemöller 1892 yılında doğmuş, bir zamanlar Hitler'in politikalarının destekçisi olmuş, daha sonra karşı gelmiş ve bunun sonucu tutuklanmıştır. Sachsenhausen ile Dachau toplama kamplarında 1938-1945 yılları arasında tutuklu kalmış ve 1945 yılında Müttefikler tarafından serbest bırakılmıştır. Martin Niemöller, bundan sonraki yaşamında bir papaz, pasifist ve savaş karşıtı aktivist olarak Almanya'da kariyerine devam etmiştir…” Dergimizde daha önce de sözü edilen Martin Niemöller'in bu şiirini günümüz için bir kez daha okumakta yarar var: DİLEKLERİM Müjgan Tutan KATLAN Martıların son çırpınışları yerleşti gözlerime Hüzün bulutları kümeleşmiş Bakışlarımın derinliğinde Ah ulan aşk bir çırpınışta uçup gitsen Bensizliğe… Kumsalda dolaşan çocuk yerleşse gözlerime Umursamadan yaşayabileceğim bir yer söyle İki yakası düğmelenmesin elimde elimdeki hayatın “ ONLAR, İLK OLARAK YAHUDİLER İÇİN GELDİ, BEN SESİMİ ÇIKARMADIM. Çünkü, ben bir Yahudi değildim… İçimdeki tutsak martıların çığlıkları Daha sonra onlar, komünistler için geldiler, Ben yine SESİMİ ÇIKARMADIM. Gökyüzümü karartmasın Ellerim hüzün yerine papatyalar toplasın Çünkü, ben bir komünist değildim… Daha sonra onlar, sendika işçileri için geldiler, Ben yine SESİMİ ÇIKARMADIM. Çünkü, ben bir sendika işçisi değildim… Gamzem gülsün, gözlerim gülsün Bu kasvetli hayat artık son bulsun… Sonra, BENİM İÇİN GELDİLER, Ve, BENİM İÇİN SESİNİ ÇIKARACAK -49- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü UTANÇ Çetin TARI chatintari@windowslive.com şehirlerde ödül geceleri, velhasıl zamanın nasıl geçtiğini anlamak ya da onu kontrol edebilmek gerçekten zordu. Söyle bana böyle talihli biri neden getirsin ki ölümü aklına? ‘'Sırrımın ne olduğunu mu soruyorsun? Karşılığında şu telefonu uzatmanı istesem? Yapmazsın değil mi? İşte tam olarak bununla ilgiliydi sırrım; ikna etmek…'’ Çözemeyeceğim hiç bir sorun olamaz inan bana, hele ki söz konusu olan insan ilişkileri ya da iletişim ise. İşte budur diğerlerinden farkım. Her seminerimde, tüm ayrıntıları ile binlerce kere tekrarlanır; empati, hoş görü, dönüt, duygusal zeka, beden dili… Tek sorun ki aslında sen gelene kadar bunun bir sorun olduğunu dahi fark edememişim; taşındığım ilk gündü belki de, ya da yanlış hamlelerimle kaderi sürüklediğim, bu sabah… “Neredeyse görmek üzereyim seni. Bulunduğun yer serabın havayı bükmesi gibi yoğunlaşmaya başladı. Zaman az belli ki, ama gitmeden önce bitirmeme izin ver…'’ Apartmanın aşırı titiz, yalnız ve mutsuz Rum sahibesi bir türlü hazzetmedi benden. Evimde geçirdiğim nadir zamanlardaki en ufak gürültü, müziğin yüksek titreşimi ya da ana yadigârı kösele tabanlı terliklerim bile stres konusu oldu, önce onun ve sonra sayesinde benim için. Ufacık sorunlar için kapıma dayanmaktan çekinmediği boğucu iletişimimiz, evin hayallerime olan yakınlığı dolayısıyla onu alttan almalarım ve her defasında daha çok zorlandığım 'özürlerimle yolcu etmem' şeklinde sonuçlanıyor fakat asla düzene giremiyordu. Benim gibi hayatın kontrolü konusunda eğitimli biri için dahi çözülemez bir durum ise kim bilir diğer kiracılara nasıl eziyetler ediyordu? Ve onu izlemeye başladım… Kimi kiracıyı yan bahçedeki kedileri beslediği için haşlıyor, kiminin kapıya fazla yakın olan arabasını polise şikâyet ediyor ya da gizlice çiziyor ve diğer herkesi de aslında makul sayılabilecek bir saatte arkadaşlarıyla merdivenlerde biraz takırtı yaptıkları için kibar aksanıyla yerin dibine geçiriyordu. Ha, bir de sürekli söyleniyordu ki uzun bir süre “Mutlu sonlar bitmemiş hikâyelerdir…” Düzenli ve zevkli döşenmiş bir salon; maun kaplama antika bir çalışma masası; ünlü tasarımcılara ait mobilyalar ve uzanamadığım, hemen bir adım ötemde duran telefonum… Böyle bir şeymiş demek olan; kaderin kontrolü kaosa geçtiği anda vuku bulan bir muhasebe anı… Varlığını ya da sesini duyumsayabildiğin ama gerçekliğinden emin olamadığın bir ziyaretçi ile baş başa kalmak… Henüz birkaç hafta oldu İstanbul'a gelişim ve dünyanın en güzel caddesi İstiklal'e yakın olsun diye, İnönü Caddesi'nde tuttuğum bu melek oymalarıyla göz kamaştıran apartmana taşınmam. “Tedirgin edici sabrın ve çıldırtan sessizliğinden kurtulabilmek için anlatacağım, dinle…'’ Başarılıydım evet, hem de öyle böyle değil; her yazdığım liste başı oluyor; gazetedeki köşeme her gün binlerce mektup geliyor ve ben, tüm o seminer ve acil toplantılar arasında adeta bir pop yıldızı muamelesi görüyordum. ‘'Ey tarihten de yaşlı dostum, senin anlayacağın; yaşam pınarının en taze soluğundan nasiplenen, kısaca Allah'ın 'yürü ya kulum' dediklerindendim ben...'’ Bu öyle kolay bir şey değildir elbet, inan bana. Tembeller buna talih der, ama alın teridir düpedüz; onların yapmaktan imtina ettikleri ne varsa başarı uğrunda, tırnaklarımla kazıyarak çizmiştim bu günün resmini. Her gün saat dörtte uyanmış, çalışmış, okumuş, araştırmış ve en önemlisi de; inanmıştım… “Neye mi?'’ Bu kez duyuyorum sesini eğer bir hayal değilsen? "İnandığım, bugünün asla gelmeyeceği idi…'' Ölüm korkuma ve hatta zayıf inancıma en iyi ilaçtı kişisel gelişim furyası. Herkese akıl verebiliyordum ve elbet huşu ile dinleniyordu sözlerim. Zeki olduğumu düşünüyordu herkes; belki de gerçekten öyleydim… İşin aslı beni almaya geldiğin bu daireye bile uğramak mucize oluyordu çoğu zaman. Zira kitap imza günleri, üniversitelere davetler, başka ülke ve -50- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE internetten biraz araştırma yaptıktan sonra stratejimi belirlemiştim ve bu sabah merdivenlerde karşılaştığımızda olabilecek en etkileyici tavrımla konuşmaya başladım. ‘'…Velhasıl insanlara kötü davranıyorsunuz sevgili ev sahibem ve onlar, ola ki bunu hak ediyor olsalar dahi; inancınız müsaade ediyor mu ettiğiniz bu zulme? Cemaatinizdekiler bunu duyacak olsalar… Hem, Kutsal kitabınız 'Tanrı sevgidir.' dememiş midir?'’ ‘'Ve sözlerin ağlattı onu...'’ Ağlamaya başladı evet, hem de hıçkıra hıçkıra ve sağalttı tüm zehrini, yani öyle olmalıydı. ‘'Tüm kiracılarım sizin gibi mi düşünüyorlar sevgili beyefendiciğim?'' dedi, ''…yani çekilmez ve belki de inançsız bir ihtiyar olduğumu?'’ Yine başarmıştım. Yumuşak karnını keşfetmiş ve derinlerde bir yerde kaybolmuş iyi insanı ellerinden tutup yüzeye çekivermiştim. Hüzünle gözlerimin içine baktıktan sonra düşünceler içinde ve ilk kez, hem de sevgiyle gülümseyerek bana, dairesine çıktı. ‘'Ve bu akşam apartmandaki tüm kiracılarına kek yaptı, sizinle barışmak için…'’ Evet, bu zaferimin kesin ispatı idi. Sorunu belirlemiş ve her zaman olduğu gibi mantık oyunları ile rakibimi yerle bir etmiştim. Bam! İşte bu kadar basit... ‘'İnandığı ilahi gücün önünde, utandırdın onu…'’ Ama apartmandaki sessizlik ve sonrasındaki mutlu fısıltılar? Başarmıştım evet, derinlerinde yaralı bir insandı sonuçta ve ona ulaşabilmiştim. Gözyaşları bir teşekkür ifadesi olmalıydı. Ve sıklaşan öksürüklerim içinde ağzımdan sızan kan, duyularımı darmadağın eden bilinçaltım ya da gerçek ziyaretçimin görüntüsünü yansıtıyor artık… ''Ona kavuşmak üzere kendi doğruları ile yaşayan yalnız bir kadının tek dayanağını elinden aldın sen… Ve şüphesiz sağlıklı bir insan bile değildi belki de formüllerinle çözmeye çalıştığın…'' ''Mutlu sonlar b i t m e m i ş h i k â y e l e r d i r, d e m i ş t i n b e n i karşıladığında…'' '' Bilinci açık ama tüm vücudu felç ve kan kusar bir halde olduğuna göre haklı olduğun ortada...'’ “Durum şu ki; zehirledi seni ve senin yüzünden tüm kiracılarını da…'’ ‘'Artık bitti... Bu, hikâyenin asıl sonudur…'' buna maruz kalınca, kelimeler beyninden uzaklaştıramadığın kan emici sivrisineklere dönüşüyordu… Hatanı acımasızca yüzünüze vurması bir yana en yaralayıcı kısmı da buydu galiba. Kapıyı kapadıktan sonra kulağını dayayıp, giderken neler saydırıyor diye duymaya çalışmak. Durum tahminimden de fazla yıpratıcı olmaya başlamıştı… ‘'Senin gibi bir adam ihtiyar bir kadını yola getiremedi öyle mi? Hiç güleceğim yoktu doğrusu…'’ ''Senin asla gülmediğini okumuştum bir yerlerde ve sesini daha ürkütücü diye tahmin ediyordum. Tabii tüm bunlar, yetilerini yitirmekte olan beyin zarımın aldatıcı oyunları da olabilir. Yine de sözümü kesmemeni rica edeceğim senden, zamanım azalmakta…'’ Tabi ki başa çıkabilirdim onunla, pek çok donanımım ve insan kavramını çözebilecek stratejim vardı şüphesiz. Sonuçta bu haksızlıklarla dolu dünyada bir başına kalmış zavallı bir ihtiyardı o ve görebildiğim kadarıyla hiçbir ziyaretçisi de olmuyordu. Çözüm basitti; sorunu tam olarak belirle, derin bir empati kur ve zayıf noktasını bulduğunda… ‘'Ve sen, zayıf noktasının 'inancı' olduğunu keşfettin?'’ Evet, fazlasıyla inançlı biriydi ve stratejimi bu temel üzerine kurmak üzere onu takibe başladım. İstisnasız olarak her sabah ve her akşam aynı saatlerde, şu Katip Çelebi Mahallesi'ndeki kiliseye gidiyordu... Sonuçta hangi semavi dine inanırsa inansın, inanmak vicdan belirtisi değil midir? Yani, dinlerine dair doğru nüanslar kalplerine giden paslı kapıyı açmaya muktedir olamaz mı? Dün cemaatinin dini lideriyle bir randevu ayarladım ve laf arasında konuyu ona getirdim. Adam bizimkini öve öve bitiremedi, inanılmazdı? Doğru kişiden bahsettiği konusunda bir an şüpheye düştüm ama bu apartmanı tarif etti. Ev sahibimin kanatsız bir melek olduğundan ve ne kadar şanslı olduğumdan bahsetti tüm sohbet boyunca… ‘'Ve bu sabah ihtiyarla konuştun…'’ ‘'İyice belirginleştin. Hissedebiliyorum kafamı çeviremesem de? Yani işini bitirmen yakındır. Apartmanda hiç ses olmadığını fark ettin mi? Neyse, son bir şans tanı bana ve anlatacaklarımdan geriye kalan bir öykü kadar kısa zaten: dinle…'’ Ortodoks Rumlar ile ilgili tanıdık dostlar ve -51- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Gezi İzlenimleri BATI TRAKYA GEZİSİ (2.Bölüm) Osman ÖĞE “On altı kişiydik, on altımız da aynı amaçla, aynı yerleri görmeye gidiyorduk. Rüyalarımızı süslüyor, atalarımızın anlattıklarını bir an önce görme isteklerimizin en nihayet gerçekleşecek olması, heyecanımızı daha da arttırıyordu.” diye başlayan O. Öge'nin yazısının devamını sunuyoruz. çok yüksek ve sarmaşıklarla kaplı. Her ne kadar etrafında yollar da olsa apartmanların arasında sıkışmış bir durumda… Akşam yemeği için Selanik meydanının yakınında içkili bir gazinoya gittik. Bir sundurmanın etrafını naylonla kapatmışlar. İçeride canlı müzik, çok kalabalık, sigara da serbest olunca insan bunalıyor. Pazarlık yapıldı, içki hariç 11 eura'ya anlaştık. İçki içenler ekstradan para verdiler. Bir ara canlı müzik çalanlar Türkçe şarkı söylemeye başladı. Hoşumuza gitti, bizim masada onlara eşlik etti. Yanımda oturan Yunanlı gence, sen de el çırp dedim. O da el çırpmaya başladı. Onun karşısında oturan ona işaretle bir şeyler yaptı, o da bizi göstererek Türkler dedi. Öteki şöyle kaşlarını çattı, el çırpan da çırpmaz oldu. Kendi kendime 20-25 yaşlarındaki durumum olsa burada olay çıkarırdım dedim. Çünkü benim o yaşlarımda Kıbrıs olayları falan vardı. Müthiş bir Rum düşmanlığı taşıyordum. Neyse yemeğimizi yedik. Birkaç kişi dışında devam ettik. Selanik meydanına oturduk, birbirimizle şakalaşarak vakit geçiriyorduk. Rehberimiz otele gitti. ………. SELANİK: Didim'de kime sorsanız “Atalarımız Selanik'ten gelmiş.” derler. Herkes de çok merak eder bu şehri. Çok büyük bir şehir. Büyük binalarıyla adeta bunalmış gibi. Caddelerin iki tarafında bu büyük apartmanlar şehri adeta kale surları gibi kuşatmışlar. Atamızın evi; köşe başında bahçeli bir evmiş. Bahçesinin köşesine Türk Konsolosluğu binası yapılmış. Dolayısıyla bahçe küçülmüş. Cadde tarafına bakan kısmı cumbalı çıkıntılı bir bina, bodrumuyla beraber üç katlı. Birinci katta mutfak, salon ve yatak odası, ikinci katta bir yatak odası ve çalışma odası var. Bodrumda bir giriş odası ve fotoğraflar var. Atatürk askeri okullara gidinceye kadar burada oturmuş. Bahçeye bakan kısımdan merdivenle birinci kata çıkıyor. Merdiven sahanlığında fotoğraflar çekildik. Bakımlı bir bahçe ve kamelyası vardı. Dikkatimi çeken bahçe duvarları Biz arkadaşları bekledik, gelmeyince çağırmaya gittim. İçerideki dumandan birbirimizi göremeyecek duruma gelmiştik. Arkadaşların keyfi yerindeydi, ama içkili alemlerin sonunu iyi bildiğim için oradan salimen otele götürdüm. Ertesi gün Osmanlı'dan kalan kale surları, Beyaz Kule, Aya Dimitri Kilisesi, Kordon, İskender'in heykelini gördük ve Edere, Yanıtsa üzerinden Florina'ya geldik. Ortasından bir ırmak akıyor, iki tarafta ikişer katlı güzel evler var. Zengin evleriymiş. Irmağın kenarında yıkılmaya yüz tutmuş boş çöp dolu bir ev. Rehberimiz bu ev Necati Cumalı'nın evi dedi. Üzülerek eve baktım. Bu evi tamir etmenin bir yolu yok mu diye düşündüm. Acaba resmi makamlarımız bu evi tamir ettiremez mi? Çok ayıp oluyor o kadar güzel evin arasında böyle yıkılmaya Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev -52- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE yüz tutmuş bir Türk evi. bekledim. Eğer sen evlendiysen bu mektubu oku ve yok et. Evlenmediysen seni seven bir kalbin olduğunu bilmeni isterim.” Bu mektubun Atatürk'e cumhurbaşkanı olduğu zaman geldiğini ve özel eşyalarının arasından çıktığını ve şimdi Genel Kurmay Başkanlığı'nda olduğunu rehberimiz NafiyeAysun söyledi. Bu arada Musa Kamacı'nın telefonu çaldı. Çünkü Türkiye'yle konuşamıyorduk. Çocukları telefonu milletlerarası bağlantılara açmışlar. Konuşmalarının sonunda İbrahim Dayı'ya söyleyin, atı doğurdu dediler. İbrahim dayı haberi duyunca çok sevindi. Dişi mi erkek mi diye sordu. Dişiymiş hep beraber sevindik. Şirok caddesinde o güzel evlerin aralarında geziyoruz. O evlerde yaşayan paşaları ve zenginleri düşünüyorum. Bu güzel evleri ve çok muhteşem bir bina olan ordu evini maalesef Osmanlılar burada bırakmışlar. Tito'ya teşekkür ediyorum hiç olmazsa atalarımızın yaptığı bu binaları yıkmamışlar. Florina'dan ayrılıp Nike sınır kapısına varıyoruz. Makedonya sınır işlemlerimizden sonra Manastır'a geliyoruz. Manastır düz bir zeminde kurulmuş, otelimize yerleşiyoruz. Otelimiz Eleni'nin evinin karşısında. Eleni Mustafa Kemal'in lisede okurken aşık olduğu gayri müslim bir kız. Askeri lisenin önünden başlayan ve Eleni'nin evinin önünden geçen Şırok Caddesi var. Bu caddenin iki yönünde çok güzel binalar var. Her bina bir mimarlık şaheseri. Makedonlar bu evlere hiç dokunmamışlar. Bu binaların arkalarında TİTO zamanında yapılmış yüksek apartmanlar var. Eleni'nin evi de bu binalardan biri. Şirok caddesinde köşe başında bir ev. Mustafa Kemal okuldan çıktığında Şirok caddesinden arkadaşlarıyla yürürken Eleni ile göz göze geliyor ve ikisi de birbirlerini seviyorlar. Musataf kemal belli saatlerde oradan geçerken Eleni de balkona çıkıyor ve bakışıyorlar. Mustafa Kemal o aileyi tanıyan bir arkadaşının vasıtasıyla eve girip o aile ile tanışıyor. Eleni ailesinden istiyor. Gerek Eleni'nin ailesi gerekse Mustafa Kemal'in ailesi bu evliliğe karşı çıkıyor. Musataf Kemal Eleni'yi kaçırıp büyük amcasının çiftliğine götürüyor. Eleni'nin babası nüfuslu bir adammış. Adamları ile çiftliği basıyor ve Eleni'yi oradan alıp eve hapsediyor. Bu olayı Eleni'nin yıllar yıllar sonra Mustafa Kemal'e yazdığı mektuptan anlıyoruz. Mektubun bir kopyası askeri lisenin Mustafa Kemal'e ayrılmış ve müze yapılmış bir bölümünün duvarında asılı. Rehberimizin onların dilini iyi bilmesi o mektubu tercüme etmesi ilgi çekiciydi. Mektupta Mustafa Kemal'e şöyle diyor: “O geceden sonra babam beni bir ay odaya hapsetti ve beni sevmediğim biriyle evlendirecekti. Ben o kişiye açık açık kendisini sevmeyeceğimi, benim ruhum başkasına ait sen bir cesetle evlenmek istiyor musun dedim. Adam beni anlayışla karşıladı ve evlenmedik. Bir yıl sonra babam öldü. Ben hayatım boyunca seni Yunanistan'daki köyümüzün durumunu düşündükçe Tito'yu takdir ediyorum. Ordu evini yine aynı amaçlar için kullanmışlar. Buradaki askeri kışlalarda 25000 asker eğitiliyormuş. Yürüyüşümüze devamla türkülere konu olan Havuz'u görüyoruz. İshakiye Camisi'nin önünde bakımsız, suyu olmayan bir havuz. Caminin etrafı pek temiz değil ve de kilitliydi. Dikkatimizi çeken etraftaki dilenciler, aralarında Türkçe konuşanlar da vardı. Saat kulesini, bedesteni geziyoruz. Aynı Tire'deki bedesten gibi yuvarlak tavanlı. Otelden ayrılıp Resne yolu ile OHRİ'ye geliyoruz. Yolda çok güzel meyve bahçeleri, köylüler yol kenarlarına satmak için kasalarla elma çıkarmışlar. Kasalarla elma aldık. Çok güzel pembe renkli hafifi mayhoş elmalar. Yola devamla gitmemizden midir bilmem oraları belki de İzmir'den daha iyi biliyorum. Bizi bir kafeye götürdü, eşyalarımızı oraya koyduk ve birer kahve içtik soluklandık. Hafiften yağmur çiselemeye başladı. Çarşı gerisine ve de sedef ile süslenmiş takılar alındı. Şemsiyesi olmayanlar şemsiye aldı. Fiyatlar İzmir'deki gibi dediler, 2 euro kadar şemsiye fiyatı. Düştük rehberimizin peşine, ne mümkün yetişmek maşallah dinç bir sporcu gibi gidiyor. Osmanlı evleri restore edilmiş, pek de güzel olmuş, hiç yabancılık çekmeden Safranbolu'da gibi geziyoruz. Sokaklar çok sakin, pencerenin birinden hoş geldiniz diye yaşlı bir hanım seslendi. Hep beraber, hoşbulduk diye seslendik ve çok duygulandık. Bu kadar uzak yabancı bir yerde kendi dilimizle bize hitap edilmesi hoşumuza gitti. Neziye Türkiye'den getirdiği yemenileri o kadına verdi. Devamla -53- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE altında yollar olan evler gördük, bu yollardan geçtik, antik tiyatroyu gördük. Türkiye'de en ufak eski yerleşim yerlerinde olan tipten. Ve yürüyüşümüze devamla kaleye çıktık. Orjinal olmasa da orjinale yakın bir kapı hala sağlamdı. Yine kapıya yakın, Elveda Rumeli dizisindeki hükümet konağını Pazar olduğu için, içine giremeden etrafında gezindik. Osmanlı zamanında kız okulu olarak yapılmış ve kullanılmış. Kalenin içinde kalanlar bizdeki gibi elde yapılmış takılar satıyorlardı. Alanlar oldu. Yine aşağıya kafeye geldik. Biz çay, kahve içerken rehberimiz Nafiye Hanım bir tekne ayarladı ve tekne gezisi yapmak isteyenler iskeleye geçsin dedi. Yağmur hafiften çiseliyor, bulutlar gölün üzerine çökmüş karşı dağların eteklerinden sanki kazan kaynıyormuşçasına buharlar yükseliyor, Otri Gölü'nden akan nehrin kaynağı olsa gerek. Çünkü dünyada gölden çıkan tek nehir bu nehirmiş. Bazı arkadaşlar yat gezisine katılmak istemedi. Biz de biz katılıyoruz. Eğer yat batarsa siz burada ne yapacaksınız. Batarsak hep beraber batarız dedik ve onlar da geldi.Adam başı 5 euroya pazarlık edilmiş. 30 kişilik tekneye 17 kişi bindik. Bulutların arasında geziniyormuş gibi gölün üzerinde gezmeye başladık. Kaptanımız hareketli Makedon müziği olabilir kaset koydu. Hepimiz coştuk oynamaya başladık. Bu coşku gezi bitinceye kadar sürdü. O müziğin CD'sini hepimiz aldık. Çektiğimiz fotoğrafların DVD'sine fon müziği yaptık. Tekneden gölün kenarındaki muhteşem otelimize geliyoruz. Otel bakımda olduğu için pek müşteri yok gibiydi. Manzara mükemmel TİTO bile evi olduğu halde Ohri'ye geldiği zaman bu otelde kalıyormuş. Yemeklerdeki etlerden şüphe ettik. Nafiye Hanım, otelin sahibi Müslüman olduğu için hiç şüphelenmeyin dedi ve gönül rahatladığı ile yiyin dedi. Çok lezzetli yemekleri yedik. Dsabah kahvaltımızdan sonra Ohri Nehri'nin gölden çıktığı ve şelalaeri yaparak aktığı yeri gördük. Bizdeki Manavgat Şelalesi'ni hatırlatıyor. Nehrin iki kenarında gezinti yerleri var, aktığı yatak betonlarla kaplanmış ve üzerinde aralıklarla köprüler yapılmış. Gezinti yolu üzerinde ağaçlar çok güzel manzara oluşturmuş. Hayranlıkla etrafı seyrederken Manastır yoluyla Niki sınır kapısına geldik. İşlemlerden sonra Yunanistan'a girdik. Yolumuzun iki yanı çiçek açmış kiraz ve erik ağaçlarıyla sanki özel olarak donatılmış. Bu güzel manzaralar arasında neşe ile yolumuza devam ederken Nafiye Hanım'dan bir anons “size bir sürprizim var” dedi ve arabanın yönü değişti. Vodina'ya geldik. Vodina, sulak yer demekmiş. Vodi, su imiş. Hakikaten her taraftan su fışkırıyor. Kademe kademe parklar ve bu parklar arasındaki şelaleler düştüğü yerlerde köpükler oluşturuyor. Etrafta ulu ağaçlar, ağaçlarda yeşil sarmaşıklar sanki doğayı yeşile ve yeşilin tonlarıyla boyamış gibi. Etrafa şaşkın ve hayretler içinde bakınıyoruz. Şelaleler o kadar sesler çıkartıyor ki, oradaki evler, her çıkan seslerden rahatsız olmuyor mu diye düşündüm. Ama şu da aklıma geldi “kulağa en hoş gelen sesler su sesi, pınar sesi, kadın sesi”. Fotoğraflar çekildi, derin nefeslerle ciğerlerimizi oksijenle doldurarak buradan ayrıldık. Yine geldiğimiz yerden geri dönüşümüz sürüyor, otobandan Devekıran, İsirli köylerimize hasret ve şaşkınlıkla bakarak ilerliyoruz. Yeşillikler arasındaki mezarlarında yatan dede ve ninelerimize rahmet dileyerek dualar okuyarak ve de en kısa zamanda tekrar gelmek umuduyla uzaklaştık. Akşam saat on sularında Kavala'ya geldik, otelimize yerleştik. Todor'un lokantasına gittik. Israrla kuru fasulye istedik, ama orası soğuk yemek ve ızgara yeriydi, biz yine balık ve piyaz olarak da olsa kuru fasulye yedik ve arkadaşlar aralarında içki içenler oldu. Kuru fasulye iri taneliydi, bakla tanesi kadardı, lezzetliydi. Yemekten sonra Kavala sahilinde yürüyüş yaptık. Ertesi gün Kavala'nın tütün mağazaları ve tütün fabrikasının olduğu bölümleri gezdik. O binaların önünde durdum ve gözlerimi kapadım. O binaların önünde telaşla konuşan köylüleri ve kimisi kız kimizis erkek gençler sevinçle dolaşıp duruyorlar. Katırlarını ve eşeklerini şu meydana bağlamışlar. Dartamakları boyunlarında, kara çizgili dolamalarının yakasından ve sakalından terler aka aka dolaşmalarını görür gibiyim. Senede bir defa hanelerine tütün parası giren bu adamlar, oğlu veya kızını evlendirmek için ancak bu mevsime umut bağlayan insanları düşünüyorum. Arkadaşların uyarısıyla kendime geldim. “Osman Bey haydi” diyordu Nafiye Hanım gezilecek başka yerler var. Bir büyük tütün mağazası dış yapısı korunmuş. Etrafta çeşitli alışveriş dükkanları var. Ayakkabıcısından sarrafına kadar. Yine aynı -54- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE duygularla etrafa bakıyorum. “Ula Osman ne alcan şurda o var alcasan bak, ben gitçem çabuk ol” gibi sözleri duyar gibiyim. 1961'den 2009 yılına kadar, 48 yıl çalışmış. Onlar da yıl değil, yaş önemliymiş. Türk oranı rehberimizin dediğine göre % 60 Türk, % 40 Yunanlıymış. Şimdi tam tersi olmuş, %60 Yunan, %40 Türk kalmış. Vedalaşıyoruz. Arabamızdan inmeden de İpsala kapısına geliyoruz. Alışveriş için markete giriyoruz. Malborra ve viski gibi mallar indirimde imiş, arkadaşlar aldılar. Şaşkın ördekler gibi dolaşıyoruz. Sevineyim mi? Dedemin gezdiği, yaşadığı, üzüldüğü, sevindiği yerleri gördüğüm için, üzüleyim mi? Böyle güzel yerlerde 420 yıl yaşadıktan sonra kahrolası politikacıların emelleri yüzünden terk ettikleri yerleri gördüğüm için. İki devletin insanları arasında hiçbir husumet yok. Sanki daha dün burada yaşamışız hep birlikte neşe ve hüzünden duygulanmışız, anane ve geleneklerimize saygılı olmuşuz, ama sonunda olanlar olmuş... Gerekli işlemlerden sonra gümrükten çıkıyoruz. Yine geldiğimiz yoldan Çanakkale'ye geliyoruz. Çok yorgun ve geç olduğu için bir gece de burada kalalım dedik ve kaldık. Sabah yine kahvaltıdan sonra nazar değmesin yine o bütün enerjik haliyle Nafiye Hanım bizi peşine takarak Çanakkale'yi gezdirmeye başladı. Kavala'dan ayrılıyoruz bu düşüncelerle. Yolumuza devamla İskeçe'ye varıyoruz. Yine tipik bir Anadolu kasabası. Şimdi il olmuş. Burada yaşayan Türklerin oranı çok düşmüş. Otobüsten inmeden dolaşıyorum. Kentin arkasında saat kulesi var. Yunanlılar kalenin üstüne haç koyacak olmuşlar, İskeçe Müslümanları direnmiş ve haç koydurmamışlar. İskeçe'den sonra Gümülcine'ye geliyoruz. Gümülcine tam anlamı ile Osmanlı kasabası, çarşısında tek katlı dükkânlar ve önlerinde sattıkları malların teşhir edildiği tezgahları dolaşıyoruz. Beyaz eşya ve inşaat malzemesi v.s satan bir dükkanın önünden geçerken orta yaşlı birisi içeriye davet etti ve adamın Mehmet Ahmet Öz olduğunu ve damadının milletvekili olduğunu söyledi. Hoşbeş ederken rehberimizin yine arkadaşlar diye sesi geldi ve dükkandan çıkarken Mehmet bey bana bir hediye paketi verdi. Rehberimiz Nafiye Hanım hepimize ekmek arası köfte yaptırmış öğle yemeği olarak. Türk evine gidiyoruz. Sokaktan 4-5 basamakla çıkılan yüksekçe bir çay bahçesi ve kapalı kısmı da bulunan bir yer. Orada bulunanlar etrafımızı çevirdiler. Aralarında öğretmenler olanlar da vardı. Türkiye'de öğretmen okullarında okuyup öğretmen çıktıktan sonra yine Batı Trakya'ya geliyorlardı. Bizimle beraber Ortaklar Öğretmen Okulu'nda okuduktan sonra tekrar batı Trakya'ya dönen arkadaşlarımız da vardı. Onları sordum tanıyor musunuz diye. (Ali Baba, Mümin Şentürk, Şevket ....) Mümin Şentürk Türkiye'ye iltica etmiş, Şevket'i tanıyamadılar. Ali Baba daha geçen sene (2009'da) emekli oldu, maalesef çok ağır hasta, yataktan çıkamıyor dediler. Düşündüm, Hamidiye tapyası, Askeri Müzeler gezildi. Eskiye göre iyi düzenleme yapmışlar. Öğleden sonra Çanakkale'den ayrılıyoruz. Yolda Tahta Kuşları Müzesi, Cunda Adası, Yeşilyurt Köyü, sokakları bayraklarla söylenmiş Atatürk'ün Çanakkale Harbini idare ettiği Bigalı Köyü'ndeki evini de gezdik. Akşam üzeri İzmir'e geldik. Rehberimiz Nafiye Hanım ve şoförümüz Hüseyin'i İzmir'de bırakarak Didim'e saat 24.00 gibi geldik. Bir hülyamız, bir rüyamız mı desem gerçekleşti. Yıllarca buraların lafları ile büyüdüğümüz memleketimizi görmüş ve çok mutlu olmuştuk. İskeçe'den bir görünüş -55- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Avustralya'dan Bir Evlenme Öyküsü ve Salça Yeliz SERT Babam ve annem, birbirlerini hem babamın hem de annemin yakınları olan bir çiftin düğünlerinde görüyorlar... Aslında babam genelde düğünlerden haz almamasına rağmen, damat tarafı çok yakınımız olduğu için gitmek zorunda kalmış... Keza annem de gelin tarafının çok yakınıymış. Bu nedenle annem gelin tarafına bir gün öncesinden gidip düğün sahiplerine yardım etmeye başlamış. O gün babam annemi, düğün sahiplerine yardım ederken görmüş ve annemin hamaratlığı, fiziki güzelliği ve güler yüzlülüğü dikkatini çekmiş. Daha dikkatli izlemeye başlamış. Babam oldukça seçici ve öyle herkesi beğenecek bir yapıda olmayan birisi, ama annemin tavır ve davranışları onun yüreğinde fırtınalar estirmiş olacak ki, yıldırım çarpmış gibi anneme karşı yüreğinde ılık ılık bir şeyler akmış anneme karşı… Daha sonraki günlerde araya adamlar koyarak anneme ulaşmaya çalışmış... Bu arada annem de babama karşı boş değilmiş. O da babamı çok beğenmiş ve onun da yüreğini sevgi alevleri sarmaya başlamış. Sonuç da annemin yakını olan bir bayan aracılığı ile bir araya gelmişler ve on dakikalık bir beraberlikten sonra evlenmeye karar vermişler. Gelin görün ki babam bu durumu ailesine açıkladığında babamın ailesi bu evliliği onaylamamış. Çünkü babamın ailesi Tunceli Alevisi ve gençlerin akraba dışında bir başkasıyla evlenmesine izin verilmiyormuş. Annem de Türkmen Alevisi. Bu durumu annemin ailesi de duyuyor ve onlar da bu karara onay vermeyerek, annemi babama vermek istemiyorlar. Ailelerin karşılıklı bu tutumları karşısında annem ve babamın dünya başlarına yıkılıyor ve çok üzülmüşler... O tarihlerde, annemin üniversitede okumuş, yüksek bir mevkide görevli dayısının bir oğlu varmış... Bu dayıoğlu gençlerin bu durumunu öğrenir ve gençlere yardımcı olmaya karar verir. Annemle babamı bir araya getirir ve onlara der ki; bakın siz burada evlenseniz bile, size her iki aile de rahat vermez. Sizi evlendirip buralardan uzak bir yerlere göndereyim. Zaman içinde barışırsınız. Annem ve babam bu teklifi sevinçle karşılar ve evlenirler... Evlendikten çok kısa bir süre sonrada Avustralya'ya gelip çalışmaya başlarlar. Aradan geçen zaman içinde her iki aile de bu evliliği benimseyip eskileri unuturlar... Evliliklerinin üzerinden bayağı zaman geçtikten sonra annem ailesini ve yakınlarını özlemeye başlar. Bunu fark eden babam annemi memlekete yollar. “Git, anneni babanı gör özlemlerini gider... Ye, iç, gez-toz... Özlemin geçtikten sonra da kalk gel.” der. Annem de, babamın dediği gibi yiyip içip gezer, tozar. Özlediği ve burnunda buram buram tüten yemeklerin kendine has “açma” ekmekleri ve yöreye özgü yemekleri bol bol yer... Ama annemin aklı babamda kalır ve onun kendisini ikinci plan iterek, anneme öncelik sağlaması annemi çok etkilemiştir. Babamın hasret kaldığı o salçalı yemekleri yerken, babam aklına gelir. Salçadan babama da götürmek ister. Döneceğine yakın akrabalar ona çeşit çeşit yiyeceklerden hazırlayıp götürmesini isterler. Annem, bütün bu hediyeleri bir kenara iterek, hepsinden daha çok makbule geçecek, sadece salça götürmek ister ve 15 kilo salça ile yola çıkar... İstanbul hava alanından uçağa binip Avustralya'ya doğru yola koyulur. Salçayla birlikte uçakta yolculuk başlar. Uçaktan iner, ama ne alaka… Hep zenci insanlar görünür ortalıkta. Baya şok oluyor ve elinde salçayla kala kalır ortalık yerde. Oradaki polisler gelip anneme “neden bekliyorsun?” diye sorar. Ama tabii ki annem İngilizce bilmiyor diye hemen tercüman getirip anneme, “ nedir sorun?” diye sorar. Annem, tabii ki açıklamış sorunu. Sonra demişler ki “sizi yanlış ülkeye getirmişler.” demiş. Ancak tercüman anneme buradan bir hafta sonar uçak var Avustralya' ya bu bir hafta içinde sen Amerika'ya misafir olacaksın, yalnız bu salçayı bir yerde muhafaza edelim giderken alırsınız” demişler. Ama annem kabul etmemiş bu öneriyi. “Ben nerdeysem salçam da orada olacak. Kesinlikle onu bir yerde bırakmam” diyor ve salça ile birlikte oldukça lüks bir otele yerleşir. Bu arada anneme, Avustralya konsolosluğuna bildirip eşinize haber verilecektir diyor. Annem de gönül rahatlığıyla koruması tercümanı ve kendi salçasıyla bir -56- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE hafta gezer. Babam artık ne yapacağının şaşkınlığıyla “kesin kaçırıldı” diyerek polise giderek yardım ister. Türkiye'de bu olayı duyan herkes üzüntüden kahrolmuş ve yanık ağıtlar başlamış... Annemin haftası bitmiş ve uçağa bindirmişler ve Avustralya topraklarına inmiş. Evinin anahtarı yanında olduğu için içeriye girip başlamış evi temizlemeye ve yemek yapmaya başlamış. Babam işteymiş o saatte. Babam isten gelmiş. Bir koku sarmış her yeri. Mis gibi salça kokuyormuş ortalık. Kapıyı açmış, annemi karşısında görünce sarılırlar. Olup bitenleri annemden öğrenir ve en çok da annemin kendisini mutlu etmek için getirdiği salçaya çok sevinir babam. Bu ÖYKÜYÜ şunun için anlattım siz sevgili dostlarıma. Eskiden sevgide, saygıda katkısız ve gerçekti. ANNEMLE BABAM EVLENDİKLERİ GÜNDEN BERİ BİRBİRLERİNE OLAN sevgi ve saygılarını hep sürdürmüşlerdir. Ben böyle bir çiftin evladı olmaktan hep GURUR duymuşumdur... İyi ki onların çocuklarıyım ve onları ÇOK ÇOK SEVİYORUM... Sevgi ve saygılarımla... ORHAN HOCA Mehmet Ali TIRAŞ mehmetalitiras@hotmail.com Dergimizin geçen sayısında böyle bir yazı yazmak istemiştim. Ancak, benden başka biri daha Orhan Hocamız ile ilgili yazar diye yazmamıştım. Ancak gördüm ki hocamızla ilgili bir gazeteci dostumuz yazı yazmış. Gerçekten üzüldüm. Hiçbir öğrencisi ilgilenmemiş. O nedenle şimdi yazıyorum. Yeni Asır Gazetesi'nin 14.04.2014 tarihli sayısında Sayın Mehmet Demirci tarafından kaleme alınan yazıda, rahmetli hocamız Orhan Seyfi Yücetürk'ün biyografik yönü ele alınmış. Böylece rahmetli hocamız hakkında daha geniş bilgi sahibi olduk. Öğretmen okulundaki her öğretmenimizin ayrı bir yeri var içimizde: Kahvecioğlu, Atakan, Nurettin Ergen, Esat İçöz, Ali Oğuz, Mesut ve İsmet Tarcan, Zülfikar Bey, Hüsnü Karacan, Selami Bey, İsa Ayhan Ayten Hanım. Her birinin özellikleri farklı. Ölenleri rahmetle anıyor ve yaşayanlara da sağlıklı yıllar diliyorum. Elbette Orhan Hocamın, öğrencileri nezdinde ayrı bir yeri var. Çok iyi kalpli ve sevecen bir öğretmen olmanın yanında sağlam bir inanç sahibi insandı. Zaten mesleği Din Dersleri öğretmenliği idi, ama onun İslam'a bakışı çağdaştı. Hurafelere asla inanmaz ve inandırmazdı. Hemen hemen her dersinin içinde “Allah “ sevgisini vurgulardı. “Çocuklar; Allahtan korkmayın, onu sevin. Korku, inancı zayıflatır. Sevgi ise, her şeyin başıdır.” derdi. Okulumuza atandığı 60'lı yılların başında, eğitim şefliği de yapmıştı. Ramazan ayı geldiğinde ise; oruç ibadetini yapmak isteyenlere olanaklar sağlamıştı. Oruç tutan –geçmiş gün pek kesin hatırlamıyorum ama- 30-40 kişi vardık. Bize bir oda tahsis etmiş ve orada teravih namazını da kılmıştık. Kim kıldırırdı? Kulakları çınlasın Alaşehirli sınıf arkadaşımız Hasan Tahsin Üner. (Son sınıfa geçince Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderildi.) İftar vaktinde ise, yemekhanede bize ait yemek verilirdi. Gece sahur vaktinde ise yemekhaneye gider yemeğimizi yerdik. Kandil günlerinde ise; cumartesi günü bayrak töreninde önce konu ile ilgili kısa açıklamalarda bulunurdu. Hiç unutmam bir defasında kandil açıklaması esnasında Müdür Başyardımcısı Cahit Akgünlü: “Yeter efendim yeter. Tekkeye çevirdin burayı! “ diye seslenmiş ve Orhan Bey de ;”Peki, Cahit Bey peki.” diyerek kürsüden inmişti. Aslında o iyi bir din adamıydı. Her şeyi öğrenmemizi arzulardı. Son sınıfa geldiğimizde bizlere öğütler verirdi. “Çocuklar, bu yıl mezun oluyorsunuz. Genç öğretmenler olarak köylere atanacaksınız. Pek çok güçlüklerle karşılaşacaksınız. Bunlardan biri; rakibiniz köy imamı görevinde bulunan kişi olacak. Sizi sınamak için dini konular açacak. Bilmediğiniz konu hakkında düşüncenizi söylemeyin. Bir iki gün süre isteyin. Araştırın ve yanıtı verin. Eğer yine bilemediğiniz konu olursa bilginizi ve mantığınızı kullanın. Eğer mantığınıza ters geliyorsa cevabınızı ona göre verin.” derdi. Okul gecelerine katılır ve içki içilen masalarda bizlerle otururdu. Böyle davranışıyla iradesinin ne denli sağlam olduğunu bize örneklerdi. Sevgili hocam! Nur içinde yat. Mekânın cennet olsun. Bize verdiğin emekler için sana her zaman minnettar kalacağız. -57- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Anı “SEN BENE, BEN SENE” Muharrem KARATAŞ* Çine' de oturuyoruz. Ben İlçe Tarım Teşkilatında, eşim Atatürk İlkokulunda çalışıyoruz. İki kız çocuğumuz var, ilkokulda okuyorlar. Annesiyle birlikte aynı okula gidip geliyorlar. Evimiz hem okula, hem benim iş yerime yakın sayılır. Yeri geldiğinde hep söylerim; çocuklar küçükken, küçük yerlerde oturmak yaşamı kolaylaştırıyor. Dolmuş yok, servis yok. İş yerlerimize yaya gidip geliyoruz. Öğle yemeklerine bile evimize gidiyoruz. Çine' deki ilkokullar arasında ölçülü ve tatlı bir rekabet de sürdürülüyor. O yüzden, çocuklarımızın eğitimleri konusunda sıkıntı da yaşamıyoruz. Tek hedefimiz çocuklarımızın iyi yetişmesi. 1986-87 yıllarını yaşıyoruz. 1968 yılında kurulan Çine'nin ilk yapı kooperatifiydi. İlk kurucuları olan öğretmenleri hatırlıyorum, çoğu Çine' de bile değillerdi artık. Yıllardır sürüncemede, bilemediğimiz nedenlerden inşaatlar yapılamıyor, kooperatif bir türlü yürümüyordu. Umutsuz geçen yıllardan sonra, nasıl olduysa kooperatif belini doğrultmuş, evlerin kabası bitmişti. Kuralar o şekilde çekilince, bazı ortaklar hisselerini satılığa çıkarmışlardı. Başkanları, ADABELEN '60 mezunu Ertuğrul SARIBİLGE'ymiş. Ertuğrul Ağabey, benim bacanağım Mehmet KAPAKLI'nın sınıf arkadaşı, benim de eskiden beri tanıdığım birisiydi. Kooperatif ortakları çoğunlukla öğretmen kesimi. Onun önerisiyle ve orada hisse sahibi olan dostlarımızın da teşvikiyle bir hisse devralarak, iç işçiliğini yaptırıp, oraya taşındık ve kiradan kurtulduk. Sitemiz sakinleri, genelde bizim yaşımızda aileler ve küçük yerlerin avantajı, bir şekilde bildik kişiler. Çocuklarımız da birbirlerine yaşıt ve ilkokulda ya denk sınıflarda ya da bir alt, bir üst sınıflarda okumakta olan arkadaşlardı. Sabahleyin okula giderken, sitenin bayan öğretmenleri kendi çocuklarının yanında, sitenin çocuklarını da önlerine katarlar, hep birlikte gider gelirlerdi. Böylelikle, veliler de çocuklarının dönüşlerini huzur içinde beklerlerdi. İyi komşuluk ilişkilerinin ürettiği bir dayanışmayı da beraberinde taşıyan bir yaşam şeklini doyasıya solumaktaydık. İşte o zamanlardaydı. İlkokul öğretmenlerine açık öğretim –ön lisans- şansı verilmiş ve bir koltukta taşınmakta olan iki karpuza bir karpuz daha eklenmişti. Bilmiyorum, başka yerlerde nasıldı ama, bizim oralarda derslere bayan öğretmenler çalışırlardı. Bizim sitedeki bayan öğretmenler sırayla değişik evlerde toplanırlar, sınavlara birlikte hazırlanırlardı. Tabi ki, yanı sıra ev işleri ve çocuklar.. Gayretlerini takdir etmemek olası değildi. Yansıtmak istemeseler de, sıkıntıları gözle görülür bir olgu. Böyle bir süreci hep birlikte atlatmaya çalışıyorduk. Ders kitaplarını poşetinden çıkarmayan ve hiç açmadan sınava giren erkek öğretmen arkadaşlarımızın olduğu söylenirdi. Yanlış ya da doğru, öyle bir duyum sonucu ortalığa serpiliveren bir algı vardı. Ya da kendilerinin yarattığı bir algıydı. Bildiğimiz gibi, ne iş olursa olsun, bayanlar işlerine daha sıkı sarılırlar ve daha başarılı olmaya çalışırlar. Bu da yadsınamaz bir gerçeklikti. Birinci yıl sınavlarını vermişlerdi. Sınav sonrası aralarında geçen, gözcü öğretmenlere ilişkin değerlendirmelerine tanık olmuştum. Kimilerinin “Herhalde öğretmen okulu çıkışlı ki, arkadaşlarının halinden anlıyor. Çok yardımcı oldu. Resmen cevapları okumadığı kaldı. İşte insanlık budur.” Kimilerinin ise,” Yazıklar olsun. Öğretmen öğretmene böyle mi davranır? Sınıfta kuş uçurtmadı. İnsan biraz toleranslı olamaz mı?” gibi yorumları, sınav sonrası ruh hallerinin yansıması olmalıydı. İkinci yıl, sınava yine beraber gittik eşimle. Sınav Aydın Cumhuriyet Lisesindeydi. Tabi buralara biraz erken gidilir. Okul arkadaşları etrafa bakınırlar, göz gezdirirler tanıdık var mı diye. Aynısı oldu. Tanıdıklar bir araya geldiler. Birbirlerine sordular; filancalar nerede, falancaları hiç gördünüz mü? diye. Bildiklerini anlattılar birbirlerine. Bu arada okuldaki fiziki yapılarıyla o günkü fiziki durumlarının karşılaştırmalarını yaptılar. Birilerinin, “ Hiç değişmemişsin, aynı duruyorsun. Bunu nasıl beceriyorsun?” sorusuna, diğerlerinin “sen de öyle, inan ki, aynı okuldaki gibisin, seni tanımakta hiç zorlanmadım” türünden yanıtları, hoş bir yaklaşım tarzı olarak, güzel bir iklim yaşatıyordu onlara. Bu arada oturdukları, çalıştıkları yerlerin adresleri, telefonları alındı verildi. O gün aramızda, benim yıllardır tanıdığım, iyi görüştüğüm ve çok sevdiğim bir ağabeyim de vardı. O da ADABELEN' 6O mezunlarından. Kendisi tipik bir Çine' li. Hatta, tam Çine' li. Benim gibi, bizim gibi.. Biz kendi aramızda Çine ağzıyla konuşmayı çok severiz. -58- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Hatta şivemize sahip çıkar, onun yaşatılması yönünde, özellikle gündemden düşürmemeye çalışırız. Haaa…. Bu demek değildir ki, İstanbul şivesini konuşamıyoruz. Hepsinin hakkından geliriz evvel Allah. Biz elma demesini de biliriz, alma demesini de. Bu bağlamda, yerel kültürümüzü cevher bilir, bu cevheri çöpe atmak istemeyiz. İşte o ağabeyim de sınava girecekler içindeydi o gün. Sınava girecek eşim ve diğer arkadaşlara güzel bir teklif sunarak şöyle demişti ; sanki kitapları poşetinden çıkarmış da, bakmış gibi: “ AKIDEŞLEE, BİRBİRİMİZİ YAADIM ETCEEZZ TABİ. SEN BİLDİĞİNİ BENE, BEN BİLDİĞİMİ SENE .” Bunları Ali Rıza FAKABASMAZ ağabeyimin hoşgörüsüne sığınarak yazıyorum. Biliyorum ki, O da beni çok sever ve hoşgörüsünü esirgemez. Ali Rıza ağabeyimi çoktandır göremiyorum. Gerçi, biz yirmi yıldır Aydın' da oturuyoruz ama, Çine' ye gidip gelmemiz eksik olmuyor. Duydum ki, Ali Rıza ağabeyim Muğla Pisi' ye taşınmış.(Şimdi Yeşilyurt) Yengemin oralı olduğunu biliyorum. Herhalde şartlar oraya zorladı. Kendisine saygılarımı sunuyorum ve özlemle kucaklıyorum. *Emekli Ziraat Teknisyeni İletişim: 0535 393 35 48 Bir Köy Enstitülüden 15 Mart 2014 ADABELEN BULUŞMASI Süleyman AKÇAY 14 Mart 2014 günü öğleye doğru hemşehrim aynı zamanda devre arkadaşım Halil İbrahim Turgut Muğla'dan telefon ederek seni ve bir çok arkadaşımı özledim. Yarın ortaklarda buluşalım oldu mu? dedi. Bende kendisine tabi ki olur, hem de çok sevineceğimi söyledim. Hemen ardından Süleyman Bey, Eylül 2013'te '' Yeniden İmece'' dergisinde yayımlanan '' TA Kİ ÖLENE KADAR'' başlıklı şiirin okudum çok beğendim, bundan dolayı seni tebrik ederim dedi. Ben de kendisine teşekkürleri sundum. Dedi ki , sen o şiirinde kendinden başka bir çok öğretmenin de kısa hayat özetini ayrıntılarıyla dile getirmişsin ağzına sağlık diyerek yarın Adabelen'de buluşacağımızı yineledi. Ayni gün akşama doğru Halil İbrahim Turgut'tan ikinci bir telefon aldım. Diyordu ki arkadaşım beni bağışla maalesef bir aksilik zuhur etti bundan böyle gelemeyeceğini söylediğinde eh ne yapalım hayırlısı olsun demek ki kısmet olmayacakmış diyerek konuşmayı bitirdik. Nihayet ertesi günü 15 Mart sabahı kızın Gülşen'in kullandığı arabayla iki emekli müfettiş arkadaşla Aydın'dan hareketle 10 1/5 te Adabelen'deydik. Tören yerine 35 metre kadar beride yolun sağındaki 69 yıl önce 1945 yılında kendi elimle diktiğim çam ağacın ilişti gözüm. 40 kuturlarında kocaman ağaç olmuştu. İrkildim, heyecanlandım, ama bir yandan da gururlandım hani. Tören alanı oldukça kalabalıklaşmıştı. Acaba devre arkadaşlarımla veya bizlerden evvel ve sonrası tanıdığım simalarla buluşabilmek zannıyla dolaşmak geldi içimden. Ne gezer, ancak Sayın Muammer Özlerle ve Sayın Cevat Gülmezle kucaklaşabildik. Dedim ki kendi kendime, 1927 doğumlusun, 87 yaşındasın 66 yıl su gibi akıp gitmiş. Elbette ki bir çok arkadaş belki de hayatta değillerdir, belki sağlık durumlarının el vermediğinden gelememişlerdir, belki de kimileri çeşitli mazeretlerinden dolayı gelememişlerdir varsayımını taşıdım hep. Bizleri hitaben töreni maharetle yöneten değerli arkadaşımın çok çok güzel anlatımlarını dinledim. Biraz da sevgili Makbule Kayanın güzel yöre türkülerini dinleyerek bir nebze olsun üzüntülerimi gidermiş oldum. Şunu bir kez daha anladım ki, Köy Enstitüsü mezunlarının İstiklal Savaşı gazileri misali git gide artık tükenmekte olduklarının kanaatine varmış olmamdır. Bu üzüntüyü ne yazık ki gün ve gün yaşamaktayız. Tabii ki amaç sadece pilav yemek, kuru fasulye kaşıklamak değil. Asıl amaç, kucaklaşmak, kaynaşmak, anıları paylaşmak, geçip giden yılların hasretini gidermekti. Eğitim ordusunun bir parçası olan bu güzide topluluğu ADABELENDE görmek unutulmayacak keyfiyet değil mi? Burada tüm Adabelenlilere, ADABELEN dergisini çıkaranlara, emeği geçenlere, çalışanlarına, dergiye yazılarıyla, şiirleriyle, anılarıyla güç katanlara, abone ve bağışta bulunarak aydınlanma sürecinin idamesi için katkıda bulunanlara yürekten kutlayarak sevgi ve selamlarımı sunarım. -59- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... ADABELENLİLER BÜYÜK BALKAN TURU Adabelenliler balkan turu Mika –Tur organizasyonuyla 5-12 ekim tarihleri arasında yapılacak. Belli sayıda adabelenli ve adabelen dostlarından oluşan bu grup için THY ile İzmiristanbul ve istanbul – piriştina gidiş dönüş rezervasyonları yapılmıştır. SOMA ZİYARETİMİZ: 18 Haziran Çarşamba günü Urla Belediye Başkanı Sibel Uyar'ın tahsis ettiği bir otobüs ile Urla-Bademler köylüleri ile Adabelenliler Derneği olarak Soma, Kınık ve Elmalıdere köyündeki şehit madenci ailelerinin bir kısmını ziyaret ederek taziyelerimizi ilettik. Birbirine kardeşlik ve arkadaşlık duyguları ile bağlı kişilerin tur boyunca gerek otel konaklamalarında gerekse uçak ve otobüs yolculuklarında bir arada olmaları derneğimiz tarafından özellikle hedeflenmiştir. Turla ilgiil ayrıntılı bilgiler www.adabelenlilerdernegi.com ,web sayfamızda ve facebook sayfamızdadır. İlk önce Soma'daki mezarlığa giderek maden şehitlerimizi ziyaret ettik. Bademler Köyü Kalkınma Kooperatifinin gönderdiği çiçekleri hep birlikte mezarlara diktik. Orada ziyarette bulunan şehit madenci aileleri ile söyleştik. Babalar gününde ve okulların kapanmasıyla birlikte yapılan ziyaretlerde mezarlara bırakılan karneleri, babalara yazılmış mektupları ve oyuncakları görünce duygulanmamak elde değildi. Daha sonra iki madenci ailesini ziyaret ettik, acılarını paylaşmaya çalıştık. Çam sakızı yardımlarımızı ilettik. Tur kayıtları ve iletişim için : İDİL ZENGİN -(mika –tur sorumlusu) gaziosmanpaşa bulvarı no:4/a alsancak/izmir(swiss hotel giriş kapısı karşısı) Tel: 0 (232) 4460522- 215 0 215 Fax: 0 (232) 446 05 38 İkinci durağımız Kınık oldu ve burada da eşlerini kaybetmiş madenci ailelerini ziyaret ederek yardımlarımızı ve taziyelerimizi ilettik. Oradan 11 şehit veren Elmadere Köyü'ne gittik. Gruplara bölünerek buradaki şehit madenci ailelerini ziyaret ettik. Çocukları sevindirdik. Ailelere elimizden geldiğince yardım ederek taziyelerimizi sunduk. Duyarlı yurttaşlar ve STK'ların dışında madenci Cep: 0 (530) 975 67 06 e-mail : idil.zengin@mikatur.com www.tatilbudur.com ADABELENLİLER DERNEK :0505 497 04 93 -60- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... aileleri ile ilgilenen yoktu. Köyler gerçek anlamda yoksulluk içinde. 4 yıllık okul ve iki öğretmen var. Sağlık hizmeti yok. Ziyaret etiğimiz ailelerden öğrendiğimize göre devletçe yardım da yapılmamıştı. HABERLER... ardından Okul Müdürümüz Sayın Cafer ÖLGÜN mezun öğrencilerimize ve velilerimize seslendi. Yapılan Bayrak Flama devir-teslim törenininden sonra 2013-2014 Eğitim-Öğretim Yılı Dönem 1.si Ufuk ERGÜNEY, Dönem 2.si Servet DÖNMEZER ve Dönem 3.sü Sevda AZGIN´ın isimleri anons edilerek sahneye davet edildi. Dönem Birincimiz 12-D sınıfı öğrencilerimizden Ufuk ERGÜNEY "Dönem Kütüğü"ne isminin yazılı olduğu plaketi çaktı. Sonrasında dönem 2.si ve 3.sü öğrencilerimizle beraber plaketlerini okul müdürümüzden aldılar. Bu taziye ziyaretinin yapılmasında çaba gösteren Bademler Köyü dernek temsilcimiz Fatma Kaya ve köylülerine, Urla Belediye Başkanı Sibel Uyar'a, Derneğimiz yöneticileri Mustafa Özmen, Cezmi Dikmen, Ömer Lütfi Çakır, Ahmet Özden İle bizleri yalnız bırakmayan Vildan Uyar ile İsmail Tuna ve Cevat Turan'a teşekkür ederiz. Okul müdürümüz ve sınıf başkanları Cavitcan ÖZDEN, Penagah Başak HASYİĞİT, Berfin YİĞİT, Gülbahar AYDOĞDU, Selin CEYLAN ve Nurşen SAHRANÇ´ın katılımıyla gerçekleşen pasta kesiminin ardından son sınıf öğrencilerimizden Elvan DAĞLIOĞLU ve Ahmet Mustafa YANAR "Arkadaş" adlı şarkıya, Penagah Başak HASYİĞİT ve Merve Beyza YENİLMEZ de "Bu Gece Son" adlı şarkıya düet yaptılar. OKULUMUZ ADABELENDEN MEZUNİYET HABERİ VAR. Diyorlar ki: “Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi olarak bu yıl 22.sini gerçekleştirdiğimiz mezuniyet törenimiz, velilerimizin katılımlarıyla 28.05.2014 Çarşamba günü okul bahçemizde yapıldı. Öğrencilerimizin sınıf öğretmenleri eşliğinde gerçekleştirdikleri temsili diploma töreninin ardından heyecanla beklenen, keplerin havaya atılacağı okul ön binasının merdivenlerine geçen mezunlarımız, şarkılarını hep bir ağızdan söylerken geri sayımın bitmesiyle mutlu sona ulaştılar. Sizleri Özleyeceğiz, Yolunuz Açık Olsun. HOŞÇAKALIN 2014 MEZUNLARI...” ANADOLU ÖĞRETMEN LİSELERİNİN KAPATILMASINA TEPKİLER: 28 Haziran 2014 günü İzmir'de yan yana gelen içlerinde derneğimizin de bulunduğu eğitim örgütleri, öğretmen liselerinin kapatılması girişiminin basın açıklaması ve düzenledikleri bir forumla değerlendirdiler. Forum sonunda: 1)Tüm illerde, ülke düzeyinde eğitim örgütlerinin tüm ayrılıkları askıya alarak "eğitim platformu" oluşturarak, "laik, demokratik, bilimsel eğitim" istenci üzerinden yan yana gelmeleri, bu platformun bir çalışma programı üretmesini 2) Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği ve Okul Müdür Yardımcılarımızdan Fatma SARUHAN ve İngilizce Öğretmenlerimizden Asil Andaç KIZILDOĞAN´ın sunuculuğunu yaptığı tören Saygı Duruşu ve İstiklal Marşımızın okunmasıyla başladı. 12-E sınıfı öğrencilerimizden Selin CEYLAN´ın duygu dolu veda konuşmasının -61- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... Öğretmen Okulu Derneklerinin ayrı ayrı öğretmen liselerinin kapatılmasını yargıya taşıyarak dava açmaları...Öğretmen Liselerinin kapatılması olayını her bir süreçte kamuoyonu ve basına taşıma ve Milli Eğitim Bakanının istifasının istenmesi 3)Ülkenin aydınlık geleceği adına eğitimin piyasalaştırılması ve dinselleştirilmesi çabalarına karşı, kitlesel direnç merkezleri oluşturulmasına 4)Öğretmen Liselerinin kapatılma sürecinde en önemli öğrenci kaynağını kaybeden eğitim fakültelerinin ve üniversitelerin tepkisizliğinin kamuoyu ile paylaşılmasına ve her tür erkten bağımsız özerk-demokratik üniversite talebinin her platformda dile getirilmesi 5)Siyaset kurumunun eğitimde yaratılan tahribat konusunda daha dinamik, daha duyarlı olmaları konusunda uyarılmasına, tüm öğretmen okulu-öğretmen lisesi çıkışlı aydınlık eğitimcileri öğretmen yetiştirme kültürel mirasına sahip çıkma konusunda dayanışmaya davet etmeye karar verildi... HABERLER... ADABELENLİ TİYATRO SANATÇIMIZ HÜLYA SAVAŞ'A BİR ÖDÜL DAHA: Tiyatromuzun usta isimleri 5.Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri gecesinde bir araya geldi. Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri Kurucusu M. Çağlar İşgören ve Arma Katre A.Ş'nin düzenlediği ödül töreni Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi'nde gerçekleşti. Arda Esen'in ETEM ORUÇ KİTAPLARINI İMZALADI: Efeyi, Efeliği en iyi yazan Adabelenli yazarımız Etem Oruç ve yazdığı kitapların kapaklarını resimleyen Ressam Mustafa Ali Kasap ile yaşama coşkusunu hissedenler, çalanlar, oynayanlar, söyleyenler, 7-12 Temmuz tarihleri arasında Kuşadası İbramaki Sanat Galerisinde sanatseverlerle buluştular. Yazarımız Etem Oruç sergi süresince okurlarına kitaplarını imzaladı. Emeği geçenleri kutlarız. -62- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... ADABELENLİLER FOÇA'DA BULUŞTULAR: sunuculuğunu yaptığı ödül gecesine Haldun Dormen, Göksel Kortay, Engin Altan Düzyatan, Hıncal Uluç, Şencan Güleryüz ve daha birçok ünlü isim katıldı. Bu görkemli gecede en başarılı prodüksiyondan, en başarılı giysi tasarımcısına, en başarılı erkek oyuncudan, en başarılı komedi kadın oyuncusuna kadar 13 ayrı kategoride adaylar ödüllendirildi. İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncularından, aynı zamanda Artistik İşler'in Genel Sanat Yönetmenliğini yapan Hülya Savaş, "Son Çığlık" oyunundaki rolü ile en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldü. Kendisini yürekten kutluyoruz. "KORKMUYORUM KARANLIKTAN ESKİSİ GİBİ": Birkaç yıldır gelenekselleşen Foça buluşmalarının bu yılki günü 2 Hazirandı. Foçalı Adabelenli arkadaşımız Ayla Aksoy'un eşgüdümüyle gerçekleşen buluşmaya yakın dönem sınıf arkadaşlarından 40 Adabelenli katıldı. Dernek başkanımızın da katıldığı yemekli buluşmada Adabelenliler, Hasan Erdoğan arkadaşımızın sazıyla çoştular ve eğlendiler. Geceye Ayhan Keskin arkadaşımız, okuduğu “Sevgi Olsun” şiiriyle damgasını vurdu. Denizli'li Koruyucu Aile Derneği ve Aydem işbirliği ile Fethiye Belediyesi Kültür Sanat Merkezinde düzenlenen ”Korkmuyorum karanlıktan eskisi gibi” fotoğraf sergisine katılan Fethiyeli Adabelenliler ve Fethiye Belediyesi meclis üyemiz Adabelenli arkadaşımız Fercan Akçin, koruyucu ailelerin yanındaydılar. Adabelenli koruyucu anne arkadaşımız Şefika Pullukçu'ya desteklerini gösterdiler. ADABELENLİLERİN İSTANBUL'DA PİKNİK BULUŞMASI: HOMEROS VADİSİNDE EĞİTİM GEZİMİZ Derneğimiz adına Mustafa Özmen ve Hüseyin Yaşar arkadaşlarımızın projelerinden olan doğal ortamda bütünsel eğitimle ilgili tanıtım gezisi 11 Haziran günü yapıldı. İzmir Büyükşehir Belediyesinin ulaşım desteğiyle İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Konseyi kadın meclisindeki çeşitli çalışma gruplarına Homeros vadisini gezdiren arkadaşlarımız, oluşturdukları projenin nasıl uygulanacağını Homeros vadisindeki öğrenme noktalarında geziye katılanlara anlattılar. -63- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... Derneğimizin İstanbul temsilcisi Olcay Gülşen arkadaşımızın organize ettiği geleneksel adabelenliler piknik buluşması 3 Mayıs Cumartesi günü İstanbul Çatalca'da Aziz Nesin Vakfı Piknik alanında gerçekleşti. Buluşmaya İstanbul'da yaşayan Adabelenliler katıldılar.1963 mezunu Koray Kutlu'nun katılımı Adabelenlilerin yaş farkı gözetmeksizin kardeşliğinin önemli bir göstergesiydi. İsanbul temsilciliğimizi ve tüm katılımcıları yürekten kutluyoruz.. HABERLER... organizasyonlarda buluşmak üzere vedalaşarak etkinliğimizi tamamladık. Etkinliğimizden haberdar olmamızı sağlayan Mustafa Rauf Yavuz'a ve bu buluşmanın gerçekleşmesinde başından sonuna değin emeğini ortaya koyan Ali Keçebaş'a teşekkürlerimizi sunuyoruz. DHA SELÇUK MUHABİRİ ADABELENLİ ARKADAŞIMIZ VEYSEL EROL'U YİTİRDİK: ADABELENLİLER FETHİYE YAZ BULUŞMASI: DOĞAN Haber Ajansı'nın Selçuk muhabirliğini uzun yıllardır sürdüren 64 yaşındaki Veysel Erol, mide fıtığı ameliyatı olmak için yürüyerek gittiği hastanede endoskopi sırasında fenalaşıp hayatını kaybetti. “Adabelenliler Fethiye Yaz Buluşması” (1982 ve yakın dönemler) 12-13 Temmuz tarihlerinde Fethiye-Çalış'ta Kerim Otel'de gerçekleşti. Etkinliğe 50 civarında Adabelenli arkadaşımız ve derneğimizin Fethiye temsilcisi Abdullah Taşçıoğlu katıldılar. Ayrıca Esma Öğretmenimizin katılması da bizleri onurlandırdı. Yaz dönemi olması nedeniyle arkadaşlarımızın çocuklarından da bize eşlik edenler oldu. Gençlerimiz kendi aralarında da kaynaşırken; biz Adabelenliler hem özlem giderdik, hem de eğlendik. Ali Keçebaş arkadaşımızın kızı Pınar da güzel sesiyle gecemize renk kattı. Emekli öğretmen Veysel Erol, Selçuk'un en önemli değeri Efes Antik Kenti ve Bülbül Dağı'ndaki Meryemana Evi'nin, Türkiye ve yurt dışında daha iyi tanınması için sayısız haber ve araştırmaya imza attı. Son yıllarda Selçuk'un öne çıkan bir başka değeri Şirince'nin adının duyulmasına katkı veren Veysel Erol, basın camiasında da çok sevilen bir gazeteciydi. Üzüntümüz sonsuzdur. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. YİTİRDİKLERİMİZ Oteldeki eğlenceli toplantımızdan sonra dileyen arkadaşlarımızla civardaki bir türkü barda gecemizi noktaladık. Ertesi gün ise 25 Adabelenli ile Fethiye'nin güzel koylarını tekne turu ile gezip görme olanağı bulduk ve eğlenceli bir gün geçirdik. Günün sonunda ise başka 1969 Mezunumuz Veysel EROL 1976 Mezunumuz Meral ÖZDEMİR Ailelerine ve Adabelenlilere başsağlığı diliyoruz... -64-