Çevreleşme Sürecinde Yayilmaci Güçlerin Borç Yaratma Politikalari
Transkript
Çevreleşme Sürecinde Yayilmaci Güçlerin Borç Yaratma Politikalari
ÇEVRELEŞME SÜRECİNDE YAYILMACI GÜÇLERİN BORÇ YARATMA POLİTİKALARI Recep KÖK Mehmet ÇETİN Ülkeler açısından dış borçlar, tasarrufların yetersiz kaldığı durumlarda başvurulan bir finansman politikasıdır. Borç veren ülkeler bağlamında söz konusu borçlar borçlu ülke üzerinde bir tür baskı aracı olarak da kullanılabilmektedir. Yayılmacı ülkelerin tarihsel gelişimine baktığımızda uyguladıkları diğer yöntemlerin (askeri vb) yanında bu ülkeler dış borç almayı, hegamonya alanlarını genişletmek için cazip kılmaya çalışmışlardır. Bu tür bir çaba altında borç veren ülkeler, başarılı olmaları durumunda devlet içinde devlet şeklini alan kurumlar oluşturarak borçlu ülke üzerindeki etkinlik ve nüfuzlarını arttırmışlardır. Bu durum klasik kalkınma kuramlarına karşıt görüşler içeren bağımlılık kuramları ve modern dünya sistemi gibi farklı yaklaşımlar tarafından da desteklenmiştir. Hegamonik dünya görüşünü referans alan İmparatorluklar döneminden hatırlanacağı gibi Osmanlı Devleti‟nin 17. yy sonundan itibaren süregelen askeri ve ekonomik alanlardaki zaafiyet (nısbî başarısızlık) ülkeyi bir borç krizi ile karşı karşıya bırakmış ve devletin egemenlik gücünü tahrip etmiştir. Devletin meşruiyetini sorgulanır hale gelmiş ve çözülme sürecini hızlanmıştır. Bu çalışmada Batı merkezli çevreleştirme girişimlerinin Osmanlı Devleti üzerindeki gelişimi tarihsel bir perspektif ile ele alınmakta, günümüzdeki gelişmelere de gönderme yapılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Dış borç, Sömürgecilik, Çevreleşme JEL: N95, O19, P16 Prof. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü Araş. Gör. Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü DEBT CREATION POLICIES OF HEGAMONIC POWER IN THE PERIPHERALIZATON PROCESS Recep KÖK Mehmet ÇETİN Foreign debts, in terms of a country, is a way of financing in cases which the savings are insufficient. In the context of a lender country, these debts can be used as a vehicle to apply pressure to debtor countries. When we look at the historical development process of the expansionist countries, by the other methods they apply (militarist etc.), these countries try to make borrowing seem attractive to expand their scope of hegamony. When, Creditor countries, in a effort of this kind, become succesfull, they increased their efficiency and penetration on debtor countries by establishing corporations that takes the form of state within a state. This situation was supported by different approaches like the dependency hypotesis and modern world system approach that includes opposing views to classical development hypotesis. As it can be remembered from the period of empires that refers to the hegemonic world view, military and economic vulnerability (partial failure) of Ottoman Empire ongoing from the end of 17th century, caused the state face with a debt crisis and destroyed the power of state sovereignty. It caused the states legitimacy to be questioned and accelerated the process of dissolution. In this study the western-centric peripheralization initiatives on the Ottoman Empire is analyzed in an historical perspective reminding the present developments. Key Words: Foreign Debt, Colonialism, Peripheralization Prof. Dr. Dokuz Eylül University FEAS Department of Economics Research Ass. Dokuz Eylül Üniversitesi FEAS Department of Economics 2 1. Giriş Avrupa‟nın denizaşırı genişlemesi temel olarak 1490‟lı yıllarda Colombus ve Vasco de Gama‟nın keşifleri ile başlamıştır. Avrupa, bu süreçte hem batı hem de doğu kartını birlikte kullanmış; bir yandan Amerika kıtasının zengin madeni kaynaklarını Avrupa‟ya taşırken bir yandan da Asya kıtasının zenginliklerini sömürmüştür. 16. Yüzyılda dünya tarihinin merkezi Akdeniz ve Atlantik Okyanusu‟nun doğu kıyıları iken kısa süre sonra Hollanda dünya hegamonyasının sancağını ele geçirmiştir. The Dutch East India Company, Asya‟da uzun süre hüküm sürmüştür. 17. Yüzyılın sonuna doğru İngiltere dünya hegamonyasında önplana çıkmaya başlamış ve konumunu kendi pozisyonu diğer devletler tarafından tehdit edilip deniz aşırı dünyada diğer devletlerin de hak iddia etmeye başladığı 19. Yüzyıla kadar koruyabilmiştir. Bu emperyalist yarışın en görkemli bölümü Afrika‟nın paylaşımı iken en önemli bölümü ise Asya‟dır. Söz konusu emperyalist sürecin ortaya çıkarmış olduğu çevreleştirme sürecinde, merkez ülkeler çevre ülkelerde kendi çıkarlarına uygun politikaların geliştirilmesi yolunda çaba göstermiştir. Bu kapsamda merkez ülkeler işgal, ticaret, dış yatırımlar ve borçlandırma gibi farklı yöntemlere başvurmuştur. Bunun için kimi zaman yerel elitlerle işbirliğine giderken kimi zaman da çevre ülkedeki merkezi bürokrasi ile pazarlığa soyunmuştur. Osmanlı Devleti bu sürece Osmanlı mali yapısının 17. Yüzyıldan beridir yaşadığı bozulma ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yapısal sorunların Avrupa‟nın yükselişi ile kesişimi noktasında dahil olmuştur. 19. yüzyılın ilk çeyreği ile başlayan süreçte Osmanlı devleti var olma mücadelesi içerisinde merkez ülkeler ile imzalamış olduğu ticaret ve işbirliği anlaşmaları ile öncelikli olarak ticari entegrasyon ağına dahil olmuş, yüzyılın ortalarında almak zorunda bırakıldığı dış borçlar ile birlikte ise finans sermayesinin çıkar odağı haline gelmiştir. Sürecin sonunda morotoryum ilan etmek zorunda kalan Osmanlı ekonomisi oluşturulan uluslararası komisyonlar ile emperyalizmin son aşamasına geçmiştir. Bu çalışmada öncelikli olarak Avrupa‟nın 17. Yüzyıldan itibaren yaşadığı büyük dönüşüm kısaca ele alınacak ve kapitalist sistemin emperyalizme evrilmesi üzerinde durulacaktır. Sonrasında sermaye ihracı ve sermaye ihracının önemli bir bileşeni olan dış borçların emperyalist politikalar içerisindeki yerine değinilinecektir. Takip eden bölümde ise öncelikle Osmanlı mali yapısında meydana gelen bozulma ve Osmanlı ekonomisinin kapitalist sisteme eklemlenmesi ele alınacaktır. Son olarak ise Osmanlı devletinin borçlandırılma sistemi içerisine çekilmesi ve borçlanma sonrası süreçte ekonomik anlamda 3 yabancı nüfuz ve egemenliğine girişin yarattığı toplumsal sonuçlar değerlendirilecektir. Çalışma öncüllerinden farklı olarak borçlandır(ıl)ma olgusuna odaklanmakta ve genel çerçeveyi buna bağlı olarak ortaya koymaktadır. 2. Batı Merkezli Borçlandırma Olgusunun Tarihsel Arka Planı Merkez ülkelerin çevre ülkelerdeki hegamonik güçlerini ve nüfuz alanlarını pekiştirmek amacıyla uyguladıkları ve çevre ülkeye uygulaması yönünde empoze ettikleri emperyal politikaların daha net anlaşılabilmesi için öncelikli olarak Avrupa‟nın 17. yy‟dan itibaren yaşadığı kapitalist dönüşümün daha iyi algılanması gereklidir. Bu bölümde tarihsel süreç içerisinde Avrupa‟da meydana gelen ekonomik ve toplumsal gelişmeler ile birlikte kapitalist sistemin geçirdiği dönüşümler ele alınacaktır. 2.1 Avrupa’da İktisadi ve Sosyal Yapının Dönüşümünü Sağlayan Nedenler Kapitalist dönüşüm, sömürgeciliğe bağlı olarak Orta Çağın egemen sosyal yapısının ve üretim tarzlarının değişmesi sonucunda ortaya çıkan bir süreçtir. Sömürgecilik, batılı tüccarların ve yöneticilerin aşırı tamahkârlık ve kazanma hırsları ile Avrupa kıtasından denizlere açılmaları sonucu yeni dünyaların bir kısmının işgal edilmesi yoluyla başlamıştır. Sömürgecilikle birlikte dünyanın dört bir tarafından zenginliklerin Avrupa merkezine akmaya başlaması ile hızlı bir gelişme sürecine giren batı dünyası, dünya üzerinde gittikçe yaygınlaşan bir hegemonya alanı kurmaya girişmiştir. Özellikle merkantilist engellerin kaldırılması, yeni altın yataklarının keşfi, iletişim ve ulaşım ağının genişlemesi, yaygın bir savaş çıkmaması, 19. yüzyılın ikinci yarısında mal, insan ve sermaye akışının hızlanması ve dünya ekonomisinin derinleşip büyümesi için elverişli bir ortam doğmuştur. Dünya ekonomisinin etkileşimi bu şekilde sağlamlaşırken, bir yandan da bu sistemin sınırları büyümüş ve yeni bir işbölümünü biçimlendirmiştir. Bu yeni iş bölümü ile birlikte tarımsal mal ve hammadde üretimi İngiltere ve Avrupa‟nın dışına çıkmış; Avrupa‟nın çevre bölgesine, Amerika‟nın kuzeyine ve Afrika‟ya doğru kaymıştır (Kasaba, 1993; 42 - 43). 18. Yüzyılın ortasında Hindistan alt kıtası, Osmanlı Devleti, Rusya ve Batı Afrika kapitalist dünya ekonomisinin süre gelen bağlantılı üretim süreçleri dizisine katılmıştır. Wallerstein(1977), Rusya ve Osmanlı Devleti‟nin kapitalist dünya ekonomisine çevre bölge olarak dahil olmasını, dünya imparatorluğu – dünya ekonomisi kavramları çerçevesinde incelemiş ve çevreleşmenin bu iki sistemin karşılaşmaları sonucunda birinin diğerini yutması sonucunda ortaya çıktığını ifade etmiştir. Buna göre 18. yy ortası ile birlikte Osmanlı Devleti 4 ve Rusya‟nın üretimleri çevreleşmiş, kapitalist üretim biçiminde belirli bir rol oynamaya başlamıştır. Bu ülke yönetimleri giderek dünya piyasasının arz ve talep dengesine göre ve kendi içlerindeki politik uzlaşıya yansıyan sermaye işgücü ilişkisi çerçevesinde belirlenen sermaye birikimi baskılarıyla yönetilmeye başlanmıştır (Wallerstein, 1979; 390 – 392). Ticari kapitalist sistemin empoze ettiği yeni ihracat – ithalat modeli kapitalist dünya ekonomisinde eksensel işbölümü oluşturan merkez-çevre çatallaşmasını yansıtmaktadır. Bu temelde merkezdeki mamul maddeler ile çevredeki hammaddelerin değişimi anlamına gelmektedir. Merkez ülkeler, çevre ülke imalatçılarını yüksek gümrüklerle kendi pazarından uzak tutmuş buna karşın kendi mamul mallarının çevre ülke pazarlarına girebilmesi için her türlü teşviki vermiştir. Bu durum çevre ülkelerde imalat sanayinin zayıflamasına neden olmuştur (Wallerstein, 2011(a); 152 – 166). Aynı koşul üretim faktörlerinin akışı için de geçerlidir. Merkez ülke kendisi için yararlı ve kârlı üretim faktörlerinin akışı konusunda çevre ülkelere baskı yaparken her türlü mütekabiliyet talebine de direnmiştir. Bunun yanı sıra merkez ülkeler, çevre ülkelerin kendi siyasi ihtiyaçlarına uygun davranmasını sağlayacak bir baskı kurarken uzun vadeli bağlantıyı güçlendirecek kültürel pratikleri kabul etmeleri için de baskı yaparlar (Wallerstein, 2011(b); 103). Bağımlılık kuramları merkez – çevre analizinin kendilerine ait farklı versiyonlarında bu eşitsiz mübadelenin ortadan kalkması için politik devrimleri zorunlu görmektedir. Azgelişmişlik, sorumluluğu az gelişmiş ülkelere ait olan orjinal bir durum değil, tarihsel kapitalizmin öngörülememesinin bir sonucudur (Wallerstein, 2011(b); 32-33). Kapitalist sistem tam anlamıyla serbest pazarlardan ziyade sadece kısmen serbest olan pazarlara ihtiyaç duyar; bunun nedeni tam rekabet benzeri mükemmellikte olan bir pazarda kâr oranları çok küçük bir düzeye inecek ve bu düşük kâr düzeyi bu türden bir sistemin temel toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırarak, kapitalist oyunu üreticiler açısından hiç ilgi çekici olmayan bir şey haline getirecektir (Wallerstein, 2011(b); 55). Kapitalist gelişim sürecinde imalat üretiminden fabrika tipi üretime geçişi belirleyen sanayi devrimi aynı zamanda kapitalist sistemin pazarlarının dünya ölçeğinde genişlemesini ve uluslararası iş bölümünü de zorunlu kılmıştır (Biber, 2009; 31). Merkez -çevre ilişkilerinin niteliğinin belirlenmesinde esas olan işbölümünü örgütleme gücünü elinde bulunduran sınıflar ve onların ihtiyaçlarıdır. Bu sınıflar kendi toplumlarındaki örgütlenme biçimini belirledikleri gibi sisteme entegre etmek istedikleri toplumların ya da bölgelerin işbölümünü de belirlemeye çalışmaktadır. Bu hususta entegre etmeye çalıştıkları toplumların üst sınıflarıyla ve bürokratlarıyla kurdukları ilişkiler sayesinde, mali gücün kullanımı suretiyle yapılacak 5 yatırımları denetleme ve borçlandırma yoluyla diğer toplumların hareket alanını kısıtlamakta ve bunlar da yeterli olmazsa şiddet ve savaş gibi bir çok yönteme başvurmaktadırlar. Kapitalist dünya ekonomisine katılım hiçbir zaman katılanların inisiyatifiyle olmamıştır. Süreç daha ziyade dünya ekonomisinin iç baskılar sonucu olarak sınırlarını genişletme ihtiyacından kaynaklanmıştır. Katılım temelde belirli bir coğrafi bölgede en azından bazı önemli üretim süreçlerinin kapitalist dünya ekonomisinin süregelen işbölümünü oluşturan çeşitli mal zincirleriyle bütünleşmesi anlamına gelmektedir. Belirli bir üretim sürecinin bu iş bölümüyle bütünleşmiş olduğu, bir üretim sürecinin üretimini bu dünya ekonomisinin sürekli değişen pazar şartlarına tepki vermesi durumunda anlaşılabilir. Wallerstein‟a göre yerel bir üretimin bir dünya ekonomisinin sürekli değişen pazar şartlarına tepkide bulunması için merkez ülkenin çok sayıda çevre ülkenin hareketlerini kontrol etme mekanizmasına yani borç yükümlülüğüne sahip olması gereklidir. Bu bakımdan çevre ülkelerin borçlandırılmaları gereklidir (Wallerstein, 2011(a); 143 – 144). Öte yandan sanayileşmeye paralel olarak gerek bankalar gerekse sermaye piyasaları hızla gelişmiş ve uluslararası mali operasyonları etkinlikle gerçekleştirebilecek bir düzeye erişilmiştir. 1844‟ten itibaren İngiltere‟nin altın standardı sistemini benimseyerek sağlam para sistemini yerleştirmesi ve bu ülkeyi başta Fransa olmak üzere diğer ülkelerin altın ve gümüşe dayalı sistemleri ile izlemeleri sermayenin uluslararası akışkanlığı için gereken kurumsal çerçeveyi oluşturmuştur (Gürel,1999; 389). Böylelikle merkez-çevre ticaretinin genişlemesine sonradan bir başka boyut olarak merkez ülkelerinden olan sermaye ihracı eklenmiştir. Bu doğrultuda çevre ülkeler büyük miktarlarda borçlandırılmıştır. Bununla birlikte çevre ülkelerinde demiryolları gibi ticareti genişletmeye yönelik alt yapı tesislerine büyük miktarlarda yatırım yapılmış, böylece iç bölgelere olan ulaştırma masrafları büyük ölçüde düşürülerek çevre ülkelerin yer altı kaynakları ve tarımsal açıdan zengin bölgeleri Manchester, Marsilya ve Hamburg‟un nüfuz alanı içine sokulmuştur (Pamuk, 2005; 3-4). Bağımlılık kurmalarına göre her ne kadar merkez ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda çevre ülke ekonomilerinin ihracat kesimini ve kimi altyapı alanlarını kurup geliştirmiş iseler de bu iyileştirmenin yararları daha çok sömürülen ülkeye aktarılmaktadır. Dolayısıyla çevre ülkeler sanayileşme sürecini tamamlayamadıkları için gelişmekte olan ülkeler konumundaki fasitlerini aşamamışlardır. Sanayileşmiş merkez ülkeleriyle kendilerini kıyaslayan çevre ülkeler ileri bir aşamaya varmak için yer altı kaynaklarını kullanma iradesi ve tam bağımsızlık haklarını seslendirdiklerinde de merkez – çevre iktisadi ilişkileri yeniden düzenlenmiş; 6 engelleyici ya da önleyici darbe stratejileri ile çevre ülkelerin azgelişmişliği uluslar arası rasyonellik ilkesi ile kendilerine kabul ettirilmiştir (Kök, İspir ve Arı, 2010; 4). Yeni iş bölümü ile birleşen finans sermayesi, kapitalist genişleme ve emperyalizm halini almıştır. Arrighi, İngiltere‟nin dünya ölçekli bir sermaye birikimi rejiminin kurumsal temellerini oluşturan serbest ticaret emperyalizmi sistemini, öncelikle kolonyal toprak fetihleriyle genişleterek, ardından da Avrupa yüksek finans sistemi üzerinde egemenlik kurarak başardığını belirtmektedir. (Boztemur, 1999; 383). Ticaret ve finans sermayesi, hegamonik güçler tarafından siyasi gücün genişlemesine yönelik araçlar olarak kullanılmıştır. İngiltere‟nin 19. Yüzyılın ortasındaki informal imparatorluğu serbest ticaret emperyalizmi teorisinin öne sürdüğü ekonomik egemenlik kavramına uymaktadır. Dünyanın belirli bölgelerinde finansal çıkarlarla siyasi politikalar içerisinde gelişen özel ilişkiler (bağlantılar) 1914 öncesi dönemde sorumluluk almadan kontrol etme tekniğinin en ilginç örneğidir. Siyasi etki ve ekonomik girişim arasındaki ilişki 1880 sonrasında dış borç verme ve finansal imtiyazlar konusunda Rusya, Fransa ve Almanya‟nın İngiltere‟nin karşısına çıkması ile daha doğrudan bir hal almıştır. Avrupalı güçler arasında büyüyen diplomatik gerginlik geç 19.yy‟da Afrika ve Asya‟nın bölüşümüne yol açmış, ekonomik girişimlerin önemi artmıştır. Dış hükümetlere olan borçların politik kontrol ve iktisadi imtiyazlarca desteklenmesi ve borç veren devletlerdeki finansal grupların baskısı ile merkez ülkelerin bölgesel hakimiyetleri garanti altına alınmıştır. Finansal çıkarların siyasi gücün muhafaza edilmesinde oldukça önemli bir hale gelmiş olması, İngiltere özelinde Osmanlı Devleti, İran ve Çin üzerinde dış borçlardan kaynaklanan imtiyazların politika aracı olarak kullanılmasına imkan vermiştir (McLean, 1976; 291- 292). Tablo 1‟de Dünya ekonomisinde kalkınmanın safhaları hem sistemsel hem de hegamon güçlerin değişimi ve çevre üzerine etkisi ile birlikte ele alınmıştır. Coğrafi keşiflerle başlayan süreçte iktisadi ve siyasi hegemonya gücü İspanya ve Portekiz‟den zaman içinde Kuzey Batı Avrupa, alçak ülkeler ve Fransa‟ya kaymıştır. Gerçekleşen devrimler sonrasında İngiltere tek kutuplu bir dünya hakimiyetini ele geçirmiştir. 20. Yüzyıl başında bu üstünlük ciddi bir karşı koyma ile karşılaşmıştır. Wallerstein‟ın ifade ettiği gibi diğer devletler kendi iktisadi verimliliklerini hegemonik gücün üstünlüğünün epeyce azaldığı ve nihayetinde ortadan kalktığı bir noktaya doğru geliştirmeye başlar. Alan kaybetmeye başlayan hegemonik güç askeri güç kullanma tehdidinin ardından, fiilen bu gücü kullanmaya zorlanır. Askeri gücün kullanılması sadece zayıflığın ilk işaret değil, aynı zamanda ilerideki çöküşün de kaynağıdır. Emperyal güç kullanımı ekonomik ve siyasi açıdan hegemonik gücü zayıflatır ve 7 harici ve dâhili alanlarda gücünün değil zayıflığının işareti olarak algı değişir. Nitekim İngiltere‟nin yaşadığı süreç böyle bir yükseliş ve inişin(zayıflama) örneğini oluşturmaktadır denebilir. 2000 sonrası dönemde gelişen bilgi ekonomisi temelli sömürgeciliğin ortaya çıkarmış olduğu Neocon sömürgecilik anlayışı, merkez - çevre ilişkilerinde terörizmin de aracı rol üstlendiği yeni bir ötekileştirme, kaynaklara el koyma ve transfer etme yöntemi benimsemiştir. Tablo 1: Dünya ekonomisinde Kalkınmanın Safhaları 1400 Feodalizm 1500 Geçiş Dönemi Kısa ya da Kondratieff Dalgalanmaları İBER Hakimiyeti Merkantilist Sömürgecilik Dönem Kapitalizmin Değişen Formlarında Uzun Dönemli Dalgalanmalar 1600 1800 Kaynak: Fransa ve Britanya‟da Devrimler - Güney Asya Sömürgeciliğinin Başlaması Britanya Hakimiyeti Britanya‟nın Göreli Gerileyişi 2000 Almanya ve ABD‟nin Yükselişi, Kuzey Batı Avrupa‟nın Düşüşü, ABD Hakimiyeti Batı Merkezli Ekonomik Hakimiyete Çin ve Hindistan‟ın Dahil Olması Bilgi Ekonomisi Temelli Sömürgecilik 2000 - - Kuzey Amerika Sömürgeciliğinin Başlaması - Kuzey Amerika Sömürgeciliğinin Son Bulması Geçiş Dönemi 1900 Drakakis ve Smith(1996), Eklenmiştir.) 8 Avrupa Dışında Sınırlı Etki Alanı - Latin Amerika Sömürgeciliğinin Başlaması Kuzey Batı Avrupa‟nın Yükselişi: - Hollanda ve Baltık Ülkeleri - Fransa ve İngiltere Endüstriyel Tekel 1700 Çevre Üzerine Etkisi s. 219. - Latin Amerika Sömürgeciliğinin Son Bulması - Asya ve Pasifik Sömürgeciliğinin Hızlanması - Afrika Sömürgeciliğinin Hızlanması - Asya ve Afrika‟da Sömürgeciliğin Son Bulması Neocon Sömürgecilik Anlayışı (2000 Sonrası Tarafımızdan Merkez ülkelerin serbest ticareti benimsemesindeki amaç İngiltere‟nin etkisi altındaki dünya ticaretine daha yoğun biçimde katılarak iktisadi yarar sağlamaktır. Dünya sistemine yeni katılan çevre ülkeler ise ekonomik siyasal ve hatta askeri baskı altında ticari-kapitalist safhaya dahil olmak zorunda bırakılmıştır. İngiltere bu tür müdahaleler sonucunda İran ve Osmanlı devletleri ile serbest ticaret ve dostluk antlaşmaları imzalarken Çin pazarlarını da afyon ithalatına zorla açtırmıştır (1839 – 42) (Kasaba, 1993; 40). Bu dönem esas olarak serbest rekabetçi kapitalizm aşaması olarak ifade edilmektedir. Rekabetçi kapitalizmden emperyalizme geçişi belirleyen koşullar üretimin yoğunlaşması ve sermayenin merkezileşmesidir (Kurmuş,1977; 62). Lakin kapitalist üretim biçiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan tekelci kapitalizm rekabeti ortadan kaldırmamıştır. Kapitalizmin ulaştığı son aşamada merkez ülkelerde bir sermaye fazlası meydana gelmiş, bu ülkelerdeki tekelci yapılar kâr oranlarını arttırmak amacıyla sermayelerini sermayenin kıt olduğu çevre ülkelere yönlendirmişlerdir. Yoğun bir şekilde devlet borçları olarak gerçekleşen sermaye ihracı, elde edilen imtiyazlar vasıtasıyla bu ülkelerdeki hammadde kaynakları üzerinde yoğunlaşmıştır (Kurmuş, 1977; 64-65). 1860 yıllar ile birlikte ise belli belirsiz olarak ortaya çıktığı görülen, 1873 büyük bunalımından sonra belirginleşip, 1900 – 1903 bunalımı ile yaygınlaşan tekelci kapitalizm yani emperyalizm aşaması ortaya çıkmıştır (Kurmuş, 1977; 58). 19. Yüzyıl sonundaki emperyalizmle 20. yüzyıl emperyalizmi arasında fetih, hükmetme ve sömürgeci yayılmacılık açısından farklar vardır. 20. Yüzyıl emperyalizmi daha fazla bir şekilde mali sermayeye bağımlıdır ve sömürgeleştirme ya da feth etme eylemleri var oluşun yegâne ifade biçimleri değildir. Emperyalizm artık siyasal bağımsızlığa uyum gösterebilen eylem araçları oluşturmaya başlamıştır. Mali sermayenin Çin‟e, Osmanlı Devleti‟ne ve Rusya‟ya girmesi bu yeni araçlarla olmuştur (Ferro, 2002; 43). 2.2 Emperyalizm ve Merkez Ülkelerdeki Emperyalist Politikaların İktisadî Rasyoneli Emperyalizm; bir devletin başka ülkelerdeki ulusları, siyasal, ekonomik, kültürel ve ideolojik yollarla etkilemek, sömürmek, bağımlı yapmak, dolaylı veya dolaysız olarak onlara egemen olmak isteğini uygulama alanına koymasıdır (Mumcu, 2000; 74). Emperyalizm sözcüğü 1860‟lardan beridir var olsa da tarihsel bir kavram olarak ilk defa 1902 yılında Hobson‟un “Imperalism: A Study” adlı çalışmasında ele alınmıştır. Hobson, emperyalizmi açıklayabilmek için kapitalist sistemin bir sonucu olarak İngiltere ekonomisinin yetersiz tüketim talebinden zarar gördüğünü, bu durumun sermaye fazlası için İngiltere‟nin kârlı bir yer olmadığı anlamına geldiğini öne sürmektedir. Dolayısıyla kapitalistler içeride 9 satamadıkları mal ve sermaye için pazar arayışına girişmişlerdir. Böylece kapitalist emperyalizm teorisi doğmuştur. Hobson‟un teorisi daha sonra özellikle Hilferding ve Luxemburg tarafından olmak üzere Marxist düşünürlerce ele alınmış ve uyarlanmıştır (Wesseling, 2009; 459 – 460). Hobson – Lenin tezi 19. yüzyılda hegamonik güçlerin hızlı iktisadi ve coğrafi genişlemelerinin temelde politik, kültürel ve psikolojik faktörlerin yanında iktisadi faktörlere dayandığını ifade etmektedir. Tez temelde Batı‟nın sermaye ihraç etme gerekliliğine odaklanmakta ve bunun hegamonik güçlerin imparatorluklarını genişletme güdüsünün arkasındaki temel motor olduğunu ifade etmektedir. Hobson bu tezine dayanak olarak 1884 – 1903 döneminde İngiltere‟nin kolonilerinden elde ettiği gelirlerin ikiye katlanmasını örnek göstermektedir (Eckstein, 1991; 297). Bu bakımdan borçlandırma politikalarının sermaye ihracı baskısından kaynaklanan bir tür baskılama politikası olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte Hobson‟un tezleri ile Lenin‟in tezleri, Lenin emperyalizmi kapitalist tekelci gelişimin nihai aşaması olarak görmekte iken, Hobson‟un rekabete dayalı bir sermaye biriktirme çabasından dolayı merkantilizme dönüş olarak görmesi noktasında ayrışmaktadır. Burada önemli olan nokta Lenin için emperyalizmin birden fazla yüzünün olması ve bunların tarihsel gelişimin değişik aşamalarının ürünü olmasıdır (Ferro, 2002; 42, Wesseling, 2009; 459 – 460). Etherington(1982)‟ye göre emperyalizmin arkasında finansör ve yatırımcıların manipülasyonları da etkin bir rol oynamaktadır. İngiltere‟nin modern dış politikası kârlı piyasalar için vermiş olduğu mücadeleye dayanmaktadır. Yatırımcı sınıfın bu noktada devleti bir vasıta olarak kullandığı İngiltere savaş tarihinde de yer almaktadır (Eckstein, 1991; 303). Bu bakımdan borçlanmalar, piyasalardan yapılsa bile piyasada tahvil satın alan tüccar ve sarraf gibi grupların gelirlerini garanti altına almak ve çevre ülkeye gerektiği durumlarda gerekli baskıyı yapmak amacıyla merkez ülkenin diplomatik, ekonomik ve askeri gücüne dayanmaktadır. İngiltere‟nin deniz aşırı yatırımları ve artan denizaşırı genişlemesi ile ilgili olarak Hobson, zengin kapitalist sınıf ile fakir ve düşük alım gücüne sahip sınıfın kesişiminin neden olduğu tasarruf fazlasının deniz aşırı olarak sağladığı yüksek kârlılığın ve bu kârlılığın devamlılığını sağlayacak suretde söz konusu ülkelere politik ve askeri müdahaleleri peşinden getirmesi üzerine vurgu yapmaktadır. İtalyan iktisatçı Achille Loria‟nın yatırım güdümlü emperyalizm olarak ifade ettiği bu olgu 1860 Fransa - Meksika savaşında olduğu gibi elinde Meksika tahvili tutan Fransız vatandaşlarının kâr ve faiz getirilerini garanti altına almak üzere 10 askerî müdahalede bulunmasına karşılık gelmektedir. Fransa‟nın 1881‟de Tunus‟u işgali ve İngiltere‟nin 1882‟de Mısır‟ı işgali aynı nedenlere dayanmaktadır. Finansal baskı emperyalizmin kökünü oluşturmaktadır. Zira finansörler bu işin hem organizatörü hem de yöneticileri olmuşlardır. Hegamonik güç, varlığını yatırım güdümlü emperyalizm üzerinden sürdürmemiştir. Finans egemen güç, devrin yüksek amaçlarına yönelmiş çevre ülke elitlerini ve devlet adamlarını söz konusu amaçlar için olarak ikna yöntemi olarak kullanmışlardır. Hobson, toplumdaki saldırgan, psikolojik ve politik enerji birikiminin varlığını kabul etmekte ve bu enerjiyi sonuna kadar kullananların finansörler olduğunu iddia etmektedir. Lenin, monopolistik kapitalizm öncesi sınırlara 1860-70‟lerle ulaşılmış olduğunu ve kolonyal harekete temel iktisadi yapıdan ziyade finansal kapitalizmin bünyesinde gerçekleşen ve iktisadi olmayan altyapı gelişimleri ile politik ve ideolojik yapının neden olduğunu ifade etmektedir. Hobson – Lenin tezine göre finansal kapitalizmin yükselişine neden olduğu sermaye ihracı baskısı Batı genişlemesinin temel nedenini oluşturmaktadır. Monopollere ek olarak sermaye ihracından elde edilen faiz getirisi koloniler konusunda merkez ülkeler için güdüleyici olmaktadır. Lenin, Fransa İmparatorluğu‟nun ortaya çıkışını da Fransa‟da oluşan finans kapitale ve azalan sanayi kapitalizmine bağlamaktadır (Eckstein, 1991; 303 - 311). Emperyalist politikaların iktisadi temellerini açıklamaya çalışan bir diğer önemli tez de Choucri – North tezidir. Chouchi – North, Hobson(1972), Lenin (1969), Meadows vd(1972), Ehrlich ve Ehrlich(1970), Sprout ve Sprout(1968), Morgenthau(1967) ve Organski(1968)‟in analiz ve sentezi ile geliştirdikleri tezlerinde uluslararası siyasi çıktıların ya da sonuçların merkez güçlerin nüfusları, teknoloji ölçekleri, kaynaklara erişimleri ve askeri kapasitelerinin bir fonksiyonu olduğunu öne sürmektedir. Buna göre kaynak kıtlıkları Lenin‟in tersine merkez ülkelerin uluslararası çatışma ve genişlemelerini güdülememekte, tam tersine ulusal büyüme bu tür kıtlıklara neden olarak kaynak ihtiyacının dış kaynaklardan sağlanmasına neden olmaktadır. Tez, emperyalizmin altın çağındaki merkez güçlerin davranışlarıyla uyumlu görünse de, 1870 – 1913 döneminde merkez ülkelerde meydana gelen hızlı sanayileşme, hızlı endüstriyel kaynak üretimi ile eşanlı meydana gelmiş olup bu dönemde uluslararası ticaret, taşımacılık ve lojistik alanındaki gelişmeler hammaddeleri artan oranda ve daha az maliyetle ulaşılabilir kılmıştır (Zuk, 1985; 270 – 276). Bukharin‟e göre ise emperyalizmin arkasındaki kuramsal ekonomik neden pazar sorunu değildir. Bukharin, emperyalizmin tarihsel gerekliliğinden söz ederken Luxemburg gibi kapitalizmin gerçekten de kapitalist olmayan üretim biçimlerine gereksinim duyduğunu vurgulamaktadır. Bukharin‟e göre zaman zaman piyasalarda gerçekten de satılamayan mal 11 yığınları oluşmakta ve bu malları satıp realizasyon sorununa çözüm getirmek için pazar elde etme mücadelesi verilmektedir. Kapitalist üretim kendi gereksinimlerini aşan miktarlarda tüketim malı üretir. Bu aşırı üretim Amerika, Afrika vb kapitalist olmayan katmanlarca üstlenilir. Aynı durum üretim araçları için de geçerlidir (Rose Luxemburg, 2004; 18 – 270). Sonuçta artı değerin realizasyonu rolünü çevre ülkeler üstlenmektedir. Emperyalizm, kapitalist olmayan üretim biçimlerinin sürekliliğini çevre ülkelerdeki halkın cahilleştirilmesi, kavim çatışmaları ve çevre halkın feodalist zihniyetin prangalarında tutulması ile sağlamaktadır. 2.3 Emperyalist Bir Politika Olarak Sermaye İhracı Wallerstein‟ın dünya sistemleri analizine göre merkez-çevre ilişkileri ile kast edilen üretim sürecinin kârlılık derecesidir. Kârlılık doğrudan tekelleşme derecesine bağlı olduğundan merkeze özgü üretim süreçleriyle kast edilen esas olarak kısmî tekeller tarafından kontrol edilen süreçlerdir. Bu görüşle tutarlı bir şekilde Monthly Review Okulu‟nun kuramcılarından Harry Mogdoff‟a göre emperyalizmin ayırt edici özelliği olan sermaye ihracı merkez ülkelerde aşırı sermaye birikimi veya kâr oranlarının düşmesinden değil tekellerin dış kaynaklar ve pazarlar üzerindeki denetim ihtiyacından kaynaklanmaktadır (Mogdoff, 1969; 148). Bukharin‟e göre ise sermaye ihracının gerekçesi çevre ülkeden elde edilebilecek yüksek kâr oranlarıdır. Nikolai Bukharin, ülkenin gelişmişlik düzeyi arttıkça kâr oranlarının düşeceğini ve sermayenin aşırı üretimi artarken talebin azalmasının, sermaye çıkışını daha da hızlandıracağını, bu durumun emperyalizmin temeli olduğunu ifade etmiştir (Oneal ve Oneal, 1988; 3). Sermaye ihracı, temelde faiz ve kâr getiren sermaye ihracı olarak iki ana kategoriye ayrılabilir. Bu ayrımın kendi içerisinde pek çok alt dalı olabilmekle birlikte ilk sırada kamu borçları gelmektedir. Merkez ülkenin, çevre ülkeye sermaye ihraç etmesinin nedeni bu sermayenin ülke içinde kullanımının imkânsızlığı değil, çevre ülkedeki yüksek kâr olanaklarıdır. Sermaye ihracı politik olgularla bağlantı kurulmadan tek başına ele alınamaz. Zira borç veren merkez ülke borcun kendisi ve faizinden çok daha fazlasını elde eder. Bu fazladan kasıt en başta imtiyazlardır. Bu şekilde sermaye ihracı genelde askerî baskı ile desteklenir. Merkez ülkelerin finansal manipülasyonuna maruz kalan çevre ülke genelde askerî yönden en güçlü olan merkez ülkeye teslim olacaktır. Rudolf Hilferding‟e göre finans kapitalin politikası üç ana amacı içerir. Mümkün olan en geniş ekonomik alanın yaratımı, bu alanın dış rekabete karşı korunması ve bu alanların ulusal tekel şirketlerince sömürülecek alan 12 haline getirilmesi. Sistem bir bütün olarak tekelci örgütlerin kâr oranlarını arttırmasını kolay hale getirir. Finans kapitalin bu politikası emperyalizmdir (Bukharin, 2005; 45-110). Rose Luxemburg, sermaye ihracı yoluyla yaratılan dış borçların, merkez ülkelerin, çevre ülkelerin hem dış siyaset hem de gümrük ve ticaret siyasetleri üzerinde mali denetim kurma ve baskı yapmasına imkan veren en güvenilir bağ olduğunu ifade etmektedir. 19. Yüzyılda demiryolu projeleri bunun en tipik örneğidir. 1860‟larda Rus demiryollarının yapımında Avrupa‟dan sağlanan borçların kullanılması, Afrika ve Asya‟daki demiryolu yapımı tümüyle emperyalist siyaset, ekonomik tekelleşme ve yarı çevre ve çevre ülkelerin ekonomik yönden boyunduruk altına alınması amaçlarına hizmet etmiştir. Bu noktada bir önemli örnek de Mısır‟dır. Devletin İngiltere‟den aldığı borç 20 yıl sonrasında İngiltere tarafından işgalinin gerekçesini oluşturmuştur. Devletin iflası ve olumsuz durumu Avrupa sermayesini hiç yıldırmamış ve ülke tekrar tekrar borçlandırılmıştır. Avrupalı alacaklıların temsilcilerinden oluşan bir kontrol komisyonunun kurulmasıyla Avrupa sermayesinin talepleri artık Mısır mali sisteminin tek kaygısı haline getirilmiştir (Luxemburg, 2004; 329 – 337). 2.4. Merkez - Çevre İlişkileri Bağlamında Dış Borçlar Borçlanma hem devlete gelir sağlayan hem de borcun anapara ve faiz ödemeleri ile harcama yaratan çift karakterli bir finansman çeşididir. Borç verenden borçlanana doğru bir satın alma gücü transferidir. Devlet iç borçlanma olayında geniş yetkileri dolayısıyla kendi lehine koşullar geliştirme imkanına sahip iken bu durum dış borçlar için geçerli değildir. Devlet dış borç almasını gerektiren durumun aciliyetine ve ehemmiyetine göre dış ülke ya da piyasalardan farklı faiz oranı ve farklı tavizler karşılığında borçlanabilecektir (Erdem, 1996; 41). Ticari kapitalizmin ileri safhalarında dış borçlar gelişmiş merkez ülkelerden çevre ülkelere doğru bir sermaye akımı olarak kendisini göstermiştir. Çevre ülkeleri genel anlamda borçlanmaya iten sebep; harcamalarının mal ithalatını gerektirmesi ve bu gereksinimin ülkenin ödemeler dengesinde açıklara yol açması ile ülkenin iç kaynaklarının kamu harcamalarını karşılayamamasıdır (Şeker, 2006; 80). Çevre ülkelerin merkez ülkelerin borçlandırma baskısı altında daha fazla direnç gösterememeleri dönem itibari ile çevre ülkelerin bağımsızlık ve savaş durumları gereğince mali açıdan zor durumda bulunmalarından kaynaklanmaktadır. 13 Brewer(1990)‟a göre borçlandırma olgusu mikro düzeyde de gerçekleşebilmektedir. Buna İngiltere‟nin Hindistan‟da güttüğü yerel politikalar gereği, öncelikle kamu arazilerinin özel mülkiyete dönüşümü, ardından üretici sınıfın aşırı vergiler yoluyla iflasa zorlanması ve yerel üreticilerin borçlanmaya zorlanarak ellerindeki arazilere el konulması pre-kapitalist yapıların yıkılması açısından örnek olarak gösterilebilir (Brewer, 1990; 70). Tablo 2, 1873 yılı itibariyle merkez ve çevre ülkelerin taşıdıkları risk faktörüne göre faiz sınıflandırmasını göstermektedir. Tablo 2‟ye göre Osmanlı Devleti %10‟un üzerinde bir borçlanma faiz oranı ile yüksek risk grubu ülkelere dahil iken dönemin hegamonik gücü olarak nitelendirdiğimiz İngiltere düşük faiz grubu ülkelere dahildir. İngiltere, Hollanda, Alman Devletleri ve Birleşik devletler gibi merkez ülkelerin genelinde faiz oranları çevre ülkelere kıyasla oldukça düşüktür. Tablo 2: Risk Derecelerine Göre Ülkeler(1873) Düşük Faiz (%3-4) Faiz Ülke Oranı İngiltere 3,25 Danimarka 3,25 Hollanda 4,0 Belçika Makul Faiz(%5-6,5) Ülke Fas Faiz Oranı Yüksek Faiz(%6,5-10) Ülke Faiz Oranı Aşırı Faiz (> %10) Ülke Faiz Oranı 5,0 Portekiz 6,7 Guatemala 14,5 5,1 Japonya 6,8 Bolivya 15,0 Brezilya 5,1 Macaristan 7,0 İspanya 16,5 4,0 Rusya 5,3 Avusturya 7,5 Meksika 17,5 Alman Devletleri 4,0 Fransa 5,3 Kolombiya 7,4 Kosta Rika 22,0 Hindistan 4,2 5,1 Romanya 7,8 Paraguay 25,0 Kanada 4,6 Şili 5,7 Uruguay 8,0 Venezeula 25,0 Avustr. Grubu 4,6 Arjantin 6,3 İtalya 8,2 Dominikler - İsveç 4,9 Mısır 9,0 Yunanistan 33,0 Peru 9,7 Honduras 66,0 Ekvador 10,0 Osm. Devleti 10,7 Birleşik Devletler Mauritius, Seylan Kaynak: Al(2007), s. 26 Çevre ülkelerinin borçlandırılma deneyimlerine bakıldığında borçların geri ödenmesine tahsis edilen gelir kaynaklarının teslim alınması ile söz konusu gelirlerin bilfiil 14 tahvil sahipleri tarafından toplanması iki uç noktayı ifade etmektedir. Gelir kaynaklarının tahvil sahipleri tarafından toplanmasına yönelik uygulamalar ülkelerin en önemli hakimiyet göstergelerinden biri olup vergi gelirlerinin bir kısmı üzerinde yabancıların finansal kontrolü anlamına geldiğinden borç alırken doğrudan kabul edilen bir şart olarak ortaya çıkmamaktadır. Söz konusu uygulama Osmanlı Devleti‟nin Duyun-u Umumiye örneğinde olduğu gibi daha çok çevre ülkelerin borç yüklerini kaldıramayacak boyuta gelerek iflas etmelerinden sonra görülmektedir (Al, 2007; 91). Az gelişmiş borçluların riskli finansal yapılarını takip etmek amacıyla pek çok kere özel kreditör komiteleri oluşturulmuştur. Bu tür özel finans komiteleri özellikle hükümetlerinin de desteğiyle Mısır, Yunanistan, Fas, İran, Sırbıstan, Tunus ve benzeri yerlerde kurulmuştur. Osmanlı borçlar idaresi de bunun bir örneğidir. İdare 1898 yılı itibariyle devlet gelirlerinin %25‟ini kontrol etmiş, zamanla yetki alanını genişleterek yeni banka borçlanmaları ve demiryolu garantileri üstlenmiştir. Bu bakımdan finansal işbirliği göreli olarak kolay gerçekleşmiş ve merkez ülkelerin borç tahsisi konusunda rekabete girmesini önlemiştir. Mısır‟da ise durum tersine işlemiş hegamon güçlerin Mısır üzerindeki ekonomik ilgisi yayılmacı ve kompleks bir rekabet izlemiş, Mısır‟ın İngiliz ve Fransız kreditörlere olan dış borçları ülkenin merkez ülkelerle olan ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. 1882‟deki İngiliz işgalinden sonra Mısır maliyesi yabancı bono sahipleri çıkarına yeniden şekillendirilmiştir (Frieden, 1994; 587-90). Dış varlıkları çok olan devletler dış borç verme konusunda daha az istekli olacaklardır. Ama bunun tersine 19. yüzyıl geneline bakıldığında İngiltere en çok sermaye ihraç eden ülke olmuştur. Bu sermaye ihracı özellikle diğer devletleri borçlandırmak biçiminde gelişmekle birlikte sonraları demiryolları ve madenler üzerinde elde edilen imtiyazlar ve bu alana yapılan yatırımlar halini almaya başlamıştır. Sonuçta sermaye ihracı yoluyla sömürge ve bağımlı ülkelerde elde edilen kârlar ya sermaye ihraç eden ülkelere transfer edilerek bu ülkelerdeki sermaye birikimini ve dolayısıyla daha fazla sermaye ihracını hızlandırmış ya da sömürge ve bağımlı ülkelerde yeniden üretime katılmıştır. Kâr transferi mekanizması sömürülen ülkelerdeki sermaye birikimini, bu birikim için hazır kârların çok büyük bölümünü dışarıya göndererek engellediği gibi merkez ülkelerdeki birikimi hızlandırarak kendi kendini besleyen bir süreç yaratarak da engellemekte dolayısıyla yapılan kâr transferleri çevre ülkelerdeki girişimlerde kullanılan kârlardan daha büyük olmaktadır. 15 Tablo 3‟te görüldüğü üzere İngiltere‟nin 1865 – 1914 yılları arasındaki dış yatırımları göz önüne alındığında hükümet borçlarının toplam yatırımlar içindeki payının %54,4 olduğu görülmektedir. İkinci en büyük yatırım kalemini ise ulaşım kalemi oluşturmaktadır. Merkez ülkeler sermaye ihracı sonucunda çevre ülkelerde elde ettikleri büyük imtiyazlar ile ulaşım, haberleşme, madencilik vb. gibi oldukça yüksek kâr getiren alanlara yatırım yapmışlardır. Tablo 3: Sektörlere Göre İngiltere‟nin Denizaşırı Yatırımları Sektör Hükümet borçları Ulaşım Birincil Sektörler İmalat Kamu Dışsallıkları Ticaret ve Hizmetler Toplam Toplam yatırım Oran Yabancı yatırım Oran İmparatorluk yatırımları Toplam yatırımlara oranı 1,320.6 41,9 656,3 33,9 664,3 54,4 1,199.3 38,0 904,2 46,8 295,1 24,2 431,2 13,7 230,2 11,9 201,2 16,5 84,0 2,7 61,1 3,2 22,9 1,9 93,3 3,0 67,1 3,5 26,2 2,1 26,7 0,9 15,1 0,8 11,6 0,9 3,155.3 100,0 1,934.0 100,0 1,221.3 100,0 Kaynak: Frieden(1994), s. 576. Merkez ülkelere yapılan kâr transferlerinin büyüklüğü merkez ile çevre arasındaki eşitsiz ilişkilerin sonucu olarak merkeze artı değer aktarımı olarak adlandırabileceğimiz sermayesizleştirme sürecinin de işlemesine neden olmuştur. Bazı azgelişmişlik kuramcıları tezlerinde dünya kapitalist sistemine katılmanın çevre ülkeler üzerindeki en önemli etkisinin borçlandırılma süreci içerisinde ortaya çıkan faiz ve kâr transferlerinin neden olduğu sermayesizleştirme sürecinin olduğunu, bu artı-değer aktarımının olmaması durumunda çevre ülkelerin kendi artı değerini yatırıma dönüştürerek bağımsız gelişme yoluna girebileceğini öne sürmektedir (Pamuk, 2005; 5-6). Ancak 19. yüzyılda çevre ülkelerinin tarihi sadece dış etkenlerle açıklanamaz. İç toplumsal yapıların kapitalizme karşı göstermiş olduğu tepkiler de biçimlendirici bir rol oynamıştır. Bu durum bir sonraki bölümde ele alacağımız Osmanlı Devleti ve Osmanlı 16 Devleti ile benzer bir borçlandırılma süreci yaşamış olan Mısır ve Tunus için de geçerlidir. Merkez ülkelerin Kuzey Afrika ve Orta Doğu‟ya yönelik olarak izlemiş oldukları oryantalist tavır ve politikalar emperyalizm olarak devam eden sömürgeciliğin bir başka yüzünü oluşturmaktadır. Sömürgeciliğin gelişimi, Avrupa dışında kapitalizmin gelişimini engellemiştir. Avrupa kapitalizmi, dünya çapında bir bağımlılık sistemi yaratarak, başka yerlerde bağımsız bir kapitalizmin doğmasını sağlayabilecek ortamı deforme etmiştir. Bunda borçlandırma yolu ile sermaye birikiminin oluşumunun engellenmesi ve mevcut sermayenin dış ticaret, kâr ve faiz transferleri ya da doğrudan zor alım yolu ile taşınması etkili olmuştur. 3. Literatür Taraması Borçlandırma veyahut borç yaratma olgusunu doğrudan ele alan çalışma bulunmamakla birlikte dış borçlar genelde yabancı sermaye içerisinde ve yabancı sermaye nüfuzu şeklinde ele alınmıştır. Yabancı sermaye nüfuzu en geniş anlamda çalışılan bağımlılık türüdür. Bu tür bir bağımlılık uluslarüstü şirketlerin çevre ülke ekonomisine egemen olduğu durumu referans alır. Chase-Dunn (1975), bu faktöre ilk dikkat çeken çalışma olarak merkez ülkelerin çevre ülkelerde yaratmış olduğu yabancı sermaye bağımlılığının ekonomik kalkınma üzerinde olumsuz etkileri olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Chase-Dunn (1975), 1965 – 1975 dönemi için 1955 yılı itibariyle kişi başına gelir düzeyi 406$‟dan düşük olan ülkeler için panel regresyon uyguladıkları ampirik çalışmalarında yabancı sermaye nüfuzunu, yabancı sermaye yatırımlarının toplam sermaye stokuna oranı olarak el almışlar ve kişi başına düşen milli hasıla üzerinde olumsuz bir etkisi olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Çalışmada bağımlılığın gelir dağılımı üzerindeki etkisi de ele alınmış ve yabancı sermaye nüfuzunun çevre ülkedeki elitler lehine bir gelir dağılımı yarattığı sonucuna ulaşılmıştır. Rapkin(1976), Chase – Dunn (1975) ile benzer şekilde 1950 – 1970 dönem aralığını panel regresyon tekniği ile analiz etmiş ve Chase – Dunn (1975)‟ı tamamlayıcı sonuçlara ulaşmıştır. Elde edilen sonuçlar bağımlılık kuramlarını destekler şekilde ticari bağımlılık ile ekonomik büyüme arasında negatif bir ilişki olduğu şeklindedir. Dixon ve Boswell (1996), öncülleri ile aynı sonuca ulaşmış olmakla birlikte daha çok yerli ve yabancı yatırımların verimlilik farkları ve yabancı sermaye egemenliğinin yarattığı 17 olumsuz dışsallıklar üzerine odaklanmıştır. Yabancı sermaye egemenliği yerli yatırımları dışlayarak ekonomide çözülmeyi hızlandırmakta ve böylelikle iktisadi büyümeyi yavaşlatmaktadır. Dışsallıklar üzerine odaklanan bir diğer çalışma olan Kök ve Kara (2011), özelleştirmeye konu olan bir endüstri/işletmenin yarattığı katma değer, kontrol edilemeyen faktörlerin etkisiyle (çok uluslu şirketler aracılığıyla yapılan kar transferleri veya ülke özelinde ekonomik istikrarsızlığa neden olan birçok değişkenin etkisi) ülke ekonomisine yönelik net sosyal maliyet (refah kaybı) doğurur hipotezinden hareket ederek (Kök – Kara yaklaşımı) merkez ülkelerden çevre ülkelere olan kâr transferi olgusunu farklı endüstrilerde değerlendirmiş ve özelleştirmenin ölçülebilir net sosyal fayda-alternatif maliyet(NSF) büyüklüğünü, ilk kez Türkiye örneğinden hareketle hesaplamıştır. Özelleştirme olgusunun, uluslararası kaynak transferine neden olduğu görülmüş dolayısıyla özelleştirmenin, ülke ekonomileri açısından toplumsal refah kaybına yol açan bir deregülasyon politika sonuçları doğurduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kentor (1998) yabancı sermaye bağımlılığının çevre ülke makroekoomik göstergeleri üzerine olan etkisini 1940 – 1990 gibi daha uzun bir dönem aralığı için ele almış ve milli gelir içerisindeki yabancı sermaye stokunda meydana gelen artışların 5 yıl gibi kısa vadede pozitif etki yaratmakta iken 20 ve 30 yıl gibi orta ve uzun vadede negatif etkiler yarattığı sonucuna ulaşmıştır. Yüksek oranda yabancı sermayeye bağımlı olan çevre ülkeler, daha az oranda bağımlı olanlara göre daha düşük büyüme hızları yakalamışlardır. Kısaca özetlemek gerekirse araştırmaların geneli merkez ülkelerce empoze edilen yabancı sermaye egemenliğinin ve nüfuzunun çevre ülkelerde gelir adaletsizliği ve iktisadi büyümenin yavaşlaması gibi olumsuz sonuçlar yarattığı sonucuna ulaşmıştır. 4. 19. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nin Mali Yapısı 19. yüzyılın başlarında üretim düzeyleri, sermaye birikimi ve teknolojik değişme açısından Osmanlı ekonomisinin durumunu en iyi yansıtacak kavram durgunluk olacaktır (Pamuk, 2005; 12). Osmanlı Devleti bu dönemde mali reformları gerçekleştiremediğinden, eski vergi kaynaklarını ıslah edemediğinden ve hem dış hem de iç ticarette yabancıların hakimiyeti arttığından dolayı mali yönden darboğaza sürüklenmiş, devlet gelirleri masrafları 18 karşılayacak düzeye çıkamamıştır (Açba, 1995; 17). Osmanlı ekonomisinin yarı-çevre statüsü edinmesinde konuyla ilgili literatürde sık sık dile getirildiği gibi 1838 Balta Limanı anlaşması en önemli referans noktasını oluşturmaktadır. 1838 Anlaşması ile Osmanlı Devleti bağımsız dış ticaret politikasından bir daha geri dönmeyecek şekilde vazgeçirilmiştir. Bu anlaşma sonrasında gümrük gelirlerinde önemli düşüşlerin ortaya çıkması ve daha da önemlisi olağanüstü gümrük vergileri uygulama hakkının Osmanlı Devleti‟nden alınmış olması devletin mali buhrana sürüklenişi daha da hızlanmıştır (Açba, 1995; 25). Devlet bu sorunların üstesinden gelebilmek için dolaysız vergileme, padişahın kişisel masraflarının kısılması, iltizamın genişletilmesi ve ömür boyu verilmesi ve müsadere gibi yöntemler denemiş olsa da bunlar geçici birer çözümden öteye gidememiştir. Bunlar tam tersine bürokrasi karşısında taşra liderlerinin yükselmesine de neden olmuştur. Bütçe baskılarının neden olduğu ortam devleti katî çözümler üretmekten alıkoymuştur. Sonuçta 18. yüzyıldan itibaren tağşiş yöntemi benimsenmek zorunda kalınmıştır (Kasaba, 2005; 26). Lakin devletin topladığı vergiler içinde miktarları para birimi cinsinden sabitlenmiş olanlar, tağşiş sonrasında fiyatların artmasıyla reel olarak azalmıştır. Başka bir deyişle tağşişler devletin gelirlerini önce arttırırken yarattıkları enflasyon nedeniyle zaman içinde bu gelirlerin azalmasına neden olmuştur. Tağşişler aynı zamanda kalpazanlığın yayılmasına neden olmakta iken devletin tağşişleri sıklaştırması halk üzerinde yarattığı süreklilik beklentisi ile iç borçlanmayı da güçleştirmiştir (Pamuk, 1999; 202-204). Tanzimat ve devamında uygulanan reform hareketleri ve ıslahatlar Batı kapitalizminin Osmanlı ekonomisinde daha fazla nüfuz sahibi olmasını sağlamıştır. İngiltere, Osmanlı ekonomisinde öncelikli bir nüfuza sahip iken kızışan uluslararası rekabetin neden olduğu tehdit algılaması nedeniyle zamanla yerini Fransa‟ya bırakmıştır. Fransa ise yerini uluslararası çıkarlarının Rusya ile Osmanlı Devleti arasında tercih yapmak zorunda kalması ve yükselen Alman ekonomik genişlemesi ile 20. yüzyılın başında Almanya‟ya bırakmıştır. 4.1 Osmanlı Devletinin Kapitalist Sisteme Eklemlenmesi Napolyon savaşlarından sonra uzun süren çatışmalara maruz kalmış olan Batı Avrupa pazarları İngiltere‟nin sanayi ürünlerini daha az talep etmek durumunda kalmıştır. Avrupa devletleri tarafından uygulanan koruyucu engeller söz konusu talebi daha da kısmıştır. İngiltere benzeri güçlükleri Kuzey Amerika pazarında da yaşamıştır. Bu baskılar İngiltere‟yi yoğun bir pazar arayışına itmiştir. Osmanlı Devleti‟nin klasik sistemin mirasının devamı 19 olarak izlediği liberal ithalat politikaları ve Fransa‟nın Osmanlı pazarlarından çekilmesi sonrasında doğan boşluğun İngiltere tarafından doldurulabileceği fikri İngiltere açısından Osmanlı Devleti‟ni daha cazip kılmıştır. Osmanlı Devleti aynı zamanda İngiltere‟nin Avrupa‟daki statükoyu bozmadan ulaşabileceği tek pazar durumundadır. 1833 Hünkar İskelesi anlaşması sonrasında İngiltere‟nin Osmanlı Devleti‟ne olan ilgisindeki artışın en önemli kaynağı bu olmakla birlikte İngiltere‟nin dünya sistemindeki hegamonyasının sarsılmakta oluşu da önemli bir nedendir (Kasaba, 2005; 40). Bu durum İngiltere‟yi hegamonyasını koruyabilmek için siyasi ve askeri bir rol üstlenmeye yönlendirmiştir. İngiltere‟nin Osmanlı Devleti üzerindeki giderek artan siyasi ve iktisadi etkinliği, Rusya‟nın Akdeniz‟e inmesini ve İran üzerinden Hindistan‟a ulaşmasını engellemek için verdiği mücadele, Fransa‟nın Hindistan‟a giden yola egemen olmaması için Mısır üzerinden Fransa ile giriştiği çatışma, Süveyş Kanalı‟nın açılmasına engel olma çabaları ve 19.yüzyılın son çeyreğinde Mısır‟ı ve Kıbrıs‟ı işgal etmesi bu açıdan değerlendirilebilir. Osmanlı Devleti‟nin özellikle liman bölgeleri olmak üzere çeşitli bölgeleriyle Avrupa arasında kurulmuş olan ekonomik ilişkilerin niteliği nedeniyle dünya iş bölümü içindeki konumunun açık bir biçimde belirlenmesi kolay görünmemektedir (Kasaba, 2005; 37). Zira emperyalist devletlerin özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için giriştikleri rekabet bürokrasiye daha geniş bir manevra alanı sağlamış ve toplumsal yapının kolonileşmesine karşı olan direncini arttırmıştır. Bu nedenle bürokratik yapı bir yandan devletin tam sömürgeleşmesi önünde bir engel olurken diğer yandan toplumsal artığın ticari sermayenin eline geçmesinde aracı olarak İmparatorluğun çevreleşmesine katkı sağlamıştır (Keyder, 2000; 54-55). Bununla birlikte Avrupa devletleri belki bilinçaltından olsa bile Osmanlı Devleti‟nin ekonomik durumunun olduğu gibi kalmasını kendi çıkarları yönünden arzu etmektedir böylelikle genellikle bir tarım ülkesi olan ve sınırlı bir sermayeye sahip olan Osmanlı Devleti daima tüketici bir ülke olacaktır. Avrupa sanayi ve ticareti 19. yüzyılda büyük bir hızla gelişmektedir. Dolayısıyla tüketici bir Osmanlı Devleti Avrupa‟nın üretim fazlası için iyi pazar durumundadır (Blaisdell, 1979; 24). Emperyalizmin en belirgin özelliği nasıl sermaye ihracı ise; rekabetçi kapitalizmin en belirgin özelliğini de mal ihracı oluşturmaktadır. Sermayenin henüz tekelleşmeye başlamadığı dönemde İngiliz sanayisinin çıkarlarını korumanın en temel yolu mamul mallarının ihraç edildiği ülkelerdeki engelleri ortadan kaldırmaktan geçmiştir. Ama bu yalnız başına yeterli 20 olmamış aynı zamanda İngiliz sanayisinin muhtaç olduğu hammaddelerin İngiltere‟ye akışının da kolaylaştırılması gerekmiştir (Kurmuş, 1977, 92). 1838 Ticaret Anlaşması bu anlamda söz konusu amaçları gerçekleştirmek için çok uygun bir tedbir olup Osmanlı Devleti‟nin rekabetçi kapitalizm sürecinde merkez-çevre ilişkilerinde oynayacağı rolün belirlenmesinde oldukça etkili olmuştur. Daha geniş bir açıdan bakıldığında ticari ve siyasi anlaşmalar ile yarı resmi araçlar ve konsoloslar aracılığı ile uygulanan gayrı resmi baskılarla Avrupalılar en azından resmi olarak sömürge olmayan bir ülkenin ticaretine kendi oyun kurallarını yerleştirmeyi başarmışlardır. Merkez ülkenin çevre ülkedeki işbirlikçileri rolünü oynayan kesim ise bu sayede pek çok vergiden muaf tutulmuş ve adlî reformların bir sonucu olarak diğer Osmanlı tebeasına göre ayrıcalıklı bir konum elde etmiştir. Sonuç; elde edilen güzel kârlar ve özellikle de fiyat denetiminin kalkması ile yerel el sanatlarınn çöküşü olmuştur. Devlet ise tek gelir kaynağı olan toprağı ve toprağa bağlı iş kollarını korumak için bu sektörde radikal yapısal reformlar yapmaktan kaçınmıştır (Kıray, 2008; 138). Bu durumun tersi Hindistan‟da pre kapitalist yapıların yıkılması örneğinde görülebilmektedir. Grafik 1; İngiltere‟nin Osmanlı dış ticareti içindeki payı yansıtmaktadır. Buna göre özellikle 1838 yılı sonrasında İngiltere‟nin Osmanlı dış ticareti üzerindeki etkinliği belirgin bir şekilde görünebilmektedir. Balta Limanı anlaşması sonrası dönemde veriler Osmanlı Devleti‟nin merkez – çevre ilişkileri bağlamında ticari kapitalist sistem içerisinde edindiği rolü net bir şekilde ifade etmektedir. Grafik 1: İngiltere‟nin Osmanlı Dış Ticareti İçindeki Payı 0.07 0.06 0.05 0.04 0.03 0.02 0.01 1827 1828 1829 1830 1831 1832 1833 1834 1835 1836 1837 1838 1839 1840 1841 1842 1843 1844 1845 1846 1847 1848 1849 1850 0 Kaynak: Kurmuş(1977), s. 95. 21 Tablo 4‟teki verileri destekler şekilde Osmanlı Devleti‟nin bu dönemde dış ticaretinde merkez ülkeler ile olan dış ticareti toplam dış ticaretinden daha hızlı bir büyüme sergilemiştir. İthalat ve ihracattaki artışlar 1873 yılında yaşanan krize değin devam etmiş, yüzyılın sonunda krizden çıkışlar birlikte tekrar artış göstermiştir. Her alt dönemde ithalatta meydana gelen artış ihracatta meydana gelen artıştan daha yüksek olmuştur. Bu durum hem sabit hem de cari fiyatlar için geçerlidir. Tablo 4: Osmanlı Devleti‟nde Dış Ticaretin Alt Dönemleri İtibariyle Büyüme Hızları Osmanlı‟nın Merkez Ülkeleri ile Olan Dış Ticaretinin Büyüme Hızları Cari Fiyatlarla Sabit Fiyatlarla(1880) İhracat İthalat İhracat İthalat Alt dönemler 6.4 7.1 6.5 8.3 1839-41/1852-54 4.1 4.6 5.6 4.9 1857-59/1871-73 2 0.6 3.5 2.5 1879-81/1897-99 4.2 6.2 3.4 4.8 1897-99/1905-07 Osmanlı'nın Dış Ticaretinin Büyüme Hızları Cari Fiyatlarla Sabit Fiyatlarla(1880) İhracat İthalat İhracat Alt dönemler 5.3 5.5 5.3 1839-41/1852-54 5 4.9 6.2 1857-59/1871-73 1.2 0.6 2.7 1879-81/1897-99 4.3 6 3.4 1897-99/1905-07 İthalat 6.4 5.2 2.5 4.6 Kaynak: Pamuk(2005), s.29 Osmanlı Devleti‟nin kapitalist dünya ekonomisine katılımı İmparatorluğun toprak bütünlüğünü tehlikeye atan, yöneticilerin siyasal egemenliğini zayıflatan ve uzun dönemde Osmanlı varlığının devamına kuşku düşüren süreçlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu süreçlerinden ilki daha çok askerî özellikler taşımakta iken ikincisi devlet aygıtını ve özellikle hazineyi devre dışı bırakarak dünya ekonomisi ile girişilen ilişkilerin çerçevesinde çeşitli bölgelerdeki toplumsal ve ekonomik yapıların yeniden düzenlenmesi olmuştur (Kasaba, 2005; 46). Bu bakımdan Osmanlı bürokratları devletin bekâsı için çözüm olarak gördükleri Tanzimat reformlarını ve bu reformların iktisadi yönünü oluşturan mali çözümleri Avrupa‟dan borç almak ve bu borçtan dolayı siyasal bağlılık içine düşmeden gerçekleştirme politikası izlemişlerdir (Kasaba, 2005; 49). Zira Osmanlı yönetimi geleneksel olarak kendisi için bir tehdit olarak gördüğü dış ülkelerden borçlanmanın siyasi bir faturası olacağını tahmin etmiştir. Padişahın kendi tebeasından kısa vadeli borç alması mutâd iken güçlü ve rakip 22 hristiyan devletlerin vatandaşlarından borç alınması hem bir gurur meselesi hem de edilgen bir konumun habercisi olarak algılanmıştır (Gürel, 1999; 393). 4.2 Osmanlı Devleti’nin Dış Borçlan(dırıl)ma Süreci Merkez – çevre işbölümünü oluşturan süreç Osmanlı Devleti‟ndeki vergi kaynaklarını kurutarak azaltmış ve iç borçlanmanın sürdürülebilirliğini yok ederek devletin Tanzimat sonrası giriştiği her reformda dış borçlanma düşüncesini tekrar tekrar gündeme getirmiştir. Nihayetinde devlet açısından dış borçlanma 1853 Kırım savaşı ile birlikte kaçınılmaz bir hal almıştır. Osmanlı hükümetinin dış borçlanma girişimlerine bakıldığında bu fikrin ilk olarak 1780 yıllarda ortaya çıktığı bunda özellikle Rusya‟nın 1783‟te Kırım‟ı işgalinin etkili olduğu görülmektedir. Defter emini Hasan Efendi raporunda dış borçlanmanın zorunlu olduğunu ifade etmiş bunun üzerine Fransa, Hollanda, Felemenk ve İspanya gibi yabancı devletlerin yanı sıra yabancı devletlerden borç almanın dinen uygun olmayacağı düşüncesi çerçevesinde Fas Sultanlığı‟ndan borç alınması düşüncesi ileri sürülmüştür. Buna karşın bir borçlanma işlemi gerçekleşmemiştir. 1787 – 1792 savaşlarının finansmanı için de dış borç alma teşebbüsleri olmuştur. 1788‟de Cezayir‟den 1 milyon kuruş borç istenmiş ancak teşebbüs sonuçsuz kalmıştır. 1789 yılında Flemenk ve İspanya‟dan da borç alma yolları aranmış fakat bu ülkeler Osmanlı Devleti taraftarı görünmekten rahatsız oldukları için olumsuz yanıt vermişlerdir (Açba, 1995; 6). Merkezi bürokrasi açısından 19. Yüzyıl bir reform ve yeni dünya sistemine uyum sağlama dönemi olarak algılanmış ve reformlar sayesinde değişimin yönünün denetlenebileceği, ekonomik fazlanın kontrol altına alınıp merkezileştirilebileceği ve devletin yabancı devletler ile olan ilişkilerini daha eşit şartlarda sürdürebileceği düşünülmüştür. Ancak vergi gelirlerinin yetersizliği bu reformların nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda endişe yaratmıştır. Devlet tarafından bu durumda başvurulan yöntem tedavüldeki sikkelerin tağşişi ve Galata bankerlerinden %12 faizle borç almaktı. Avrupalı devletlerce bu endişenin çözümü ise devletin Avrupa borsalarından borçlanması olarak görülmektedir (Kıray, 2008; 15-26). Daha 1840‟lı yıllardan itibaren Avrupalı sermayedarlar ve Avrupa devletlerinin temsilcileri mali sorunlara çözüm olarak dış borçlanmaya girişilmesi konusunda merkezi bürokrasiye baskı yapmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti‟nin Avrupa para piyasalarından tahvil satarak borçlanmaya başlaması Avrupa sermayesinin çeşitli kesimlerine yararlar sağlayacaktır. 23 Tahvillerin Avrupa‟nın belli başlı finans merkezlerinde satışını düzenleyecek olan bankerler büyük komisyonlar elde edecekler, Osmanlı tahvillerini satın alan küçük ölçekli tasarruf sahipleri ise faiz geliri sağlayacaktır. Blaisdell(1979)‟un da ifade ettiği üzere Osmanlı Devleti‟nin borçlandırılması spekülasyoncular ve bankacılar için kolay ve çabuk kar sağlamak anlamına gelmektedir. Öte yandan devletin eline geçen fonların bir bölümü çeşitli sanayi malları ve özellikle askeri araç ve gereç ithalinde kullanacağı için Avrupa sanayisine ek talep yaratılacaktır (Pamuk, 2005; 63). Böylece 1838 sonrası dönemde Avrupa ticaret sermayesinden sonra Avrupa finans sermayesinin de kontrol alanı oluşturma dönemi başlamıştır (Kıray, 2008; 15-26). Dış borçlanma konusu 1850 yılında İngiliz büyükelçisi Redcliffe‟in çabaları sonucunda tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Redcliffe, 1842 yılında İngiltere büyükelçisi olarak İstanbul‟a gönderildiği zaman asıl görevi bir reform hareketi başlatmaktır. İngiltere‟nin varsayımı yönetsel ve parasal olarak İngiltere‟nin istediği kadar ve İngiltere‟nin kontrolünde olan bir Osmanlı Devleti‟nin içten ve dıştan gelen tehlikelere karşı kendisini daha iyi koruyabileceği şeklindedir. Bu da ancak Osmanlı mali sisteminde yapılması düşünülen reformlar, mülkiyet hakkının garanti edilmesi, yabancılara taşınmaz satın alabilme hakkı sağlayan yasalar ve ulaşım olanaklarının arttırılması ile mümkün olabilir (Kurmuş, 1977; 71). Redcliff hazırladığı memorandumda dış borç almanın zorunlu olduğu yönünde Mustafa Reşit Paşa hükümetini ikna etmesine karşın padişahın onayı alınamamıştır. Lakin içinde bulunulan mali durum bu karşı koymayı imkânsız kılmış ve hükümet padişahın onayı beklenmeksizin komisyonlar dâhil yıllık %8,5 – 9 faiz oranı ile 27 yıl vadeli 55 milyon franklık kredi için talep toplamaya başlamıştır. Fakat padişahın krediyi onaylamaması finansal piyasalarda şok etkisi yaratmış ve Osmanlı Devleti 2.200.000 franklık bir tazminatla itibarını kurtarma çabasına girişmiştir (Akar ve Al, 2003; 3-4). Bu noktada Redcliffe‟in Sultan‟a İngiliz ve Fransız çıkarlarının hafife alınmasının Osmanlı devletinin bizzat varlığını tehlikeye atabileceği yönündeki tehdidi dikkat çekicidir (Kıray, 2008; 28). Bununla birlikte mali piyasaların büyüklüğünün devletin borçlanma gereksinimlerinin çok altında kalması ve sikke tağşişinin ek malî gelir sağlamak için uygulanabilir bir yöntem olmaktan çıkması devleti bütçe açıklarını kapatmak ve yeni dünya sistemine uyum sağlamak üzere gerçekleştirmeyi planladığı reformları finanse etmek açısından dış borç kullanmaya itmiştir (Pamuk, 1999; 232). 24 Osmanlı Devleti‟nin borçlanma nedenleri arasında şüphesiz dış etkenler öne çıkmıştır. Özellikle 19. yüzyılın ortalarına doğru gelişen Batı kapitalizmi emperyalist bir süreçte yeni sömürü alanları yaratma arzusundadır. Sömürü aracı olarak ise ekonomileri derinden etkileyen dış borçlandırma yolu tercih edilmiştir. Osmanlı ekonomisinde dış tehditlerin etkisi kapitülasyonlarla başlamış ve 19. yüzyılda yapılan ticari anlaşmalarla devam etmiştir. Gelişen Batı kapitalizmi çevre ülkelere ilk zamanda ticaret yolu ile yayılmış, ancak zamanla ticaretin yanı sıra sermaye ihracı da önem kazanmıştır. Bu dönemdeki sermaye ihraçlarının %40‟ını çevre ülkelere verilen borçlar oluşturmuştur. Avrupa‟da meydana gelen aşırı sermaye birikimi sonucu Fransız ve İngiliz yatırımcılar fazla paralarını yatıracak kârlı alanlar aramaktaydılar. Osmanlı ekonomisinin içinde bulunduğu çıkmaz da buna elverişli bir ortam hazırlamıştır. Sonuçta Batı kapitalizminin temsilcisi olan Avrupalı ülkeler Osmanlı Devleti üzerinde kendi ekonomik ve malî yapılarını kolay bir şekilde nüfuz ettirerek hem ürettikleri malları hem de nakdî sermayelerini Osmanlı‟da değerlendirme fırsatını bulmuşlardır (Şeker, 2007; 123). İlk dış borçlanmada Fransa ve İngiltere tarafından verilen desteğin büyük oranda konjonktürel nedenlere bağlı olduğu görülmektedir. Görünüşte kutsal mekânlar nedeniyle ortaya çıkan Kırım Savaşı‟nın esas nedenlerine bakıldığında Avrupa‟nın büyük güçleri olan İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya gibi ülkeler arasındaki politik dengelerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (Akar ve Al, 2003; 9). Söz konusu stratejik dengelerin önceliğine rağmen yabancı devletler Osmanlı Devleti‟ne verdikleri borçların harcanma kalemlerini kontrol amacıyla gözetim komisyonları oluşturmuşlardır. Bu durumun bir nedeni Osmanlı Devleti‟nin dış güçlerin garantörlüğünün olmaması durumunda dış borçlanma konusunda yaşadığı başarısızlıklardır. Bununla birlikte Kırım Savaşı nedeniyle yapılan ilk iki borçlanmada devlet yabancılara yeni bir reform programı ve Osmanlı Bankası taahhüdünün yanında toprak edinme hakkını da vaat etmek zorunda kalmıştır (Kıray, 2008; 30). Diğer ülkelerin borçlanma örnekleri incelendiğinde alınan borçların harcanma yerlerinin tahvil sahipleri tarafından kontrol edilmesine yönelik uygulamalar oldukça nadir görülmektedir. Osmanlı Devleti dışarıda bırakıldığında bu duruma ilişkin tek örnek Yunanistan‟ın 1825 yılında aldığı borçta görülmektedir (Al, 2007; 63). Benzeri bir çifte standart Sardinya‟nın Kırım Savaşı‟na katılması karşılığında İngiltere‟den aldığı borcun koşullarında kendisini göstermektedir. Bu bakımdan Sardinya‟nın borçlandırılması borçtan ziyade Kırım Savaşı‟na katılması karşılığında verilmiş bir tür rüşveti andırmaktadır. Osmanlı Devleti‟nin tersine Sardinya Krallığı, Londra finans piyasasından 25 değil doğrudan İngiliz hükümetinden borçlanmış dolayısıyla tahvillerinin borsaya kote edilmesi gibi bir durum oluşmadığından sermaye arz fiyatının %100‟ün altında kalmasından doğabilecek bir zarar oluşmamıştır. Bununla birlikte Sardinya Krallığı‟ndan borçlarına karşılık bir garanti göstermesi de istenilmemiş, aldığı borcu nereye harcadığına ilişkin bir komisyon da teşkil edilmemiştir. Üstelik Sardinya Krallığı borçlanmasını Osmanlı Devleti‟nden daha düşük bir faiz oranıyla %4 üzerinden gerçekleştirmiştir (Al, 2007; 64). Osmanlı Devleti açısından dış borçlanmanın faizi görünüşte düşük ve %5-6 civarlarında olduğu halde tahvillerin ihraç fiyatları düşük olduğu için reel faizler %12‟lere kadar yükselmiştir (Yılmaz, 1999; 415). Osmanlı Devleti istikrazlarından satın almak yabancı vatandaşlar açısından oldukça çekici olmuştur. Zira İngiltere ve Fransa‟da yıllık ortalama faiz oranı %3,5 – 4,5 dolaylarında iken Osmanlı„da bu oran %11 ila %20 arasında değişmektedir. Reform çabalarını çok yakından takip eden diplomatlar açısındansa dış borçlanma rakipleriyle yarışabilecekleri ve Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzların arttırabilecekleri bir başka alandır (Kıray, 2008; 26). Büyükelçi Redcliffe dış borçlandırma işini Osmanlı Devleti açısından devletin mali etkinliğini ve ününü arttıracağı söylemiyle reformları dayatmanın bir aracı olarak görmüştür. Keza büyükelçi savaş borçlanmalarının ardından Sultana bir dizi reformu dayatmayı da başarmıştır (Kıray, 2008; 94). İngiltere büyükelçisinin dış borçlanma konusundaki ısrarından da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti‟nin borçlandırılması ile İngiltere‟nin dış politik çıkarları arasında bir paralellik söz konusudur. Söz konusu paralellik Osmanlı Devleti lehine sonuçlar türetmemiştir. İngiltere‟nin Osmanlı Devleti‟ne yönelik dış politikası Bâb-ı Âli‟nin sadece Londra piyasasına girmesini sağlamış, 1855 kredisi dışında finansal anlamda kayda değer bir avantaj da sağlamamıştır. Bilakis ilerleyen dönemde mütareke basını adı verilen bir zümrenin oluşumuna da kaynaklık etmiştir. Politik çıkar nedeniyle önem atfedilen Osmanlı Devleti Londra piyasasında aynı önemi haiz olmayan Latin Amerika ülkeleriyle aynı risk grubunda yer almış hatta daha ağır koşullarla borçlandırılmıştır. İlk dört borçlanmada kredinin amaçlarına uygun harcandığının kontrol edilmesi, 1854 ve 1855 kredisine karşılık olarak gösterilen Mısır vergisinin hazineye girmeyerek doğrudan Londra‟ya transfer edilmesi ve 1858 ve 1862 kredileri için ayrılan karşılıkların İstanbul‟da teslim alınması için komisyon tayin edilmesi diğer ülke örnekleri ile karşılaştırıldığında Osmanlı Devleti‟nin borçlanma koşullarının daha ağır olduğunu göstermektedir. Bu açıdan Rusya‟nın Akdeniz‟e inişini 26 engellemeyi amaçlayan İngiliz dış politikasının maliyeti bir anlamda Osmanlı Devleti‟ne yüklenmiştir. İngiltere, Osmanlı Devleti‟nin ilk dış borçlanmasında olduğu gibi diğer borçlanmalarında da herhangi bir destekte bulunmaktan kaçınmış ve hatta Osmanlı devleti tarafından yapılan garanti taleplerini de geri çevirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti‟nin İngiliz dış politikasının gerekleri sonucunda borçlandırıldığı ve yapılan finansal reformlar nedeniyle iç borçlarının büyük oranda dış borca dönüşmesi sonucunda uluslararası piyasalarla tamamen bütünleştiği ve bu piyasalara iyice bağımlı hale geldiği anlaşılmaktadır (Al, 2007; 147). 1860 yılında malî yönden oldukça zor durumda kalan Bâb-ı Âli borç bulunması için Londra ve Paris‟e başvurmuş, İngiliz hükümetinin garantisini talep etmiş, ancak söz konusu talebe olumsuz karşılık verildiğinden Paris‟teki bankalarla görüşmeye başlamıştır (Al, 2007; 137). İngiltere büyükelçisi Bulwer imtiyaz olarak yabancılara yerli halk ile aynı vergilere tabi olmaksızın devlet topraklarını kiralama ve satın alma hakkı verilmesini istemiş fakat Osmanlı Devleti karşı çıkmıştır (Açba, 1995; 49). Fransız hükümetinin borçlanma tahvillerinin Paris borsasında resmi kotasyona alınması yönündeki talebe net bir cevap verilmemiş buna karşın Suriye bölgesinde Fransa‟ya bazı imtiyazların tanınması halinde kolaylık sağlanabileceği ifade edilmiştir (Al, 2007; 138). Osmanlı borç tarihinde yeni bir dönüm noktası sayılabilecek yıl 1865‟tir. Bu tarihte ilk kez 2,500,000 OL‟e yükselmiş olan dış borç taksitlerini ödeyebilmek için borç alınmıştır. Bir bakıma bu dönemeç sonun başlangıcı olarak da görülebilir. Çünkü bundan böyle Osmanlı Devleti iflas etmemek için sürekli borçlanmak, Batı malî sistemi de muhtemel bir krizi önlemek için Osmanlı borçlanmasına yeşil ışık yakmak zorundadır. Ancak piyasalar giderek düşen ihraç fiyatları dolayısıyla artan risk primleri ile borç vermeye razı olmuşlar bu durum ise iflas sürecini hızlandırmaktan başka bir etkisi yaratmamıştır (Gürsel, 1999; 395). Grafik 2‟den de görüldüğü üzere özellikle 1860‟lı yılların sonuna doğru dış borçların toplam harcamalar içindeki payı keskin bir artış göstermiş, ilk borçlanma döneminde %10‟dan daha düşük bir seviyede olan dış borç oranı moratoryumun ilan edildiği 1875 yılına gelindiğinde %35‟lere ulaşmıştır. Bu durumun temel gerekçesi borcun borç ile finanse edilmeye çalışılması olmuştur. 27 Grafik 2: Dış Borçların Toplam Harcamalar İçindeki Yeri Dış Borç/Toplam Harcamalar 0.4 0.35 0.3 0.25 0.2 0.15 0.1 0.05 0 Yıllar 1860-1 1862-3 1866-7 1868-9 1869-70 1870-1 1872-3 Kaynak: Kıray(2008), s.85 2.3 Duyun-u Umumiye İdaresi’nin Kurulması ve Osmanlı Ekonomisi’ndeki Yabancı Nüfuzunun Derinleşmesi Kırım Savaşı‟nın akabinde imzalanan Paris Anlaşması ve Batılı devletlerin baskılarıyla ilan edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğu devlet tahvillerine yatırılmak istenen her türlü sermayeye teminat verilmiştir. 12 Şubat 1856 sayılı Times gazetesi verilen teminatların büyük bir diplomatik başarı olduğunu, işlenmemiş ve zengin toprakların Batı sanayii için önemli bir nüfuz alanı olduğunu ifade etmiştir (Yerasimos 1977, 703). Ferman 1858 Arazi Kanunnamesi‟nde olduğu gibi hem azınlıklara bazı hak ve ayrıcalıklar tanımakta hem de yabancılara mali imtiyazlar sağlamaktadır. Fermanın ilgili maddelerinde malî ve parasal sistemde reforma dönük banka ve benzeri mali kuruluşların oluşturulması ve Osmanlı Devleti‟nin maddi ve kamusal gelirlerini arttırmaya yönelik bir fon oluşturulması gerekliliği ifade edilmiştir. Bununla birlikte devletin kredibilitesinin arttırılması, yer altı ve yer üstü maddi zenginliklerinin işletilmesinin sağlanması, hammaddelerin nakli için demiryolları yapımı, ziraat ve ticaretin geliştirilmesi için Avrupa sermayesinden yararlanmak gibi yapılması gereken işler sıralanmıştır. Bu şekliyle ferman devletin yarı sömürge oluşunun bir nevi ilanı gibidir (Biber, 2009; 37). Bürokratların korktuğu gibi ilk ve izleyen borçlar yabancı kredi sahiplerine hükümetin siyasetini doğrudan etki altına alabilme yollarını açmıştır. İlk borçtan kısa bir süre sonra yabancı sermaye ile Osmanlı Emperyal Bankası kurulmuş, İngiliz ve Fransız iştirakli Hazine 28 Yüksek Kurulu oluşturulmuş ve bu kurul daha sonra Osmanlı mali reformlarının gözetleyicisi görevini üstlenmiştir. 1860‟lardan sonra bu kurum hükümetin artan borçlarına karşılık gösterdiği gelirler üzerinde doğrudan söz sahibi olmuştur (Kasaba, 2005; 49). 1873 yılında Avrupa ve Kuzey Amerika‟da ortaya çıkan büyük bunalım borsalarda yarattığı krizler ile Avrupa‟dan sermaye ihracının ve bu arada Osmanlı dış borçlarına yatırılan fonların tümüyle kesilmesine yol açmıştı. Oysa daha ilk borçlanmadan beri Osmanlı Devleti ödeme gücüne sahip olduğundan değil, giderek ağırlaşan koşullarda borçlandırılmayı kabul etmek zorunda kaldığından dolayı giderek artan miktarlarda borçlanabilmiş, iflasını ancak böyle erteleyebilmiştir. Borsalarda yüzen fonların kriz ortamında geri çekilmesinden sonra 1875-76‟da devlet iflasını ilan etmiştir (Pamuk, 2005; 35). Sonraki yıllarda devletin malî konulardaki iyi niyetinden şüphe edilmeye başlandığı zaman bile isminin yanıltıcı niteliğine rağmen Fransız ve İngiliz sermayesinin ürünü olan Osmanlı Bankası sermaye sahiplerini Osmanlı Devleti‟ne borç para vermeye teşvik etmiştir. Bu kurum yayınladığı bültenlerde Osmanlı Devleti‟nin ne denli zengin doğal kaynaklara sahip olduğunu ısrarla tekrar etmiştir. Paris ve Londra bankalarının temsilcileri Osmanlı devlet adamlarını hızla yükselen bir borcu ödemek için en iyi yolun yeni bir borçlanmayla eski borcu çoğaltmak olduğuna ikna ederek kendi açılarından büyük bir başarı kaydetmişlerdir. Nihayet bu süreç 1875 yılında kendi yükü altında çökmüştür (Blaisdell, 1979; 10). İflasın nedenleri arasında ön plana çıkan bir faktör kendisine biçilen çevre rolü gereğince devletin borçlandırılmasını takip eden süreçte sosyoekonomik sistemin bir bütçe ve dış ticaret fazlası yaratamaması olmuştur (Kıray, 2008; 149). Borçlanma sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan iktisadi yapılar içinde ihracat artışı vasıtası ile dünya ekonomisine bütünleşme sadece daha çok borçlanmaya neden olmamış aynı zamanda düşük bir büyüme oranına ve iflasa yol açmıştır (Kıray, 2008; 195). Tablo 5‟te Osmanlı Devleti‟nin moratoryum ilan ettiği 1875 yılı öncesine kadar olan borçlarının anapara, ihraç bedeli ve faiz oranları listelenmiştir. İhraç bedelinin düşük olması borçlanmanın reel faiz oranlarını %9-10‟a çıkarmaktadır. Bununla birlikte anapara borçlanmasının yaklaşık yarısı hazineye intikal etmiştir. Borç ödemelerinin anapara üzerinden yapıldığını dikkate aldığımızda bu durum yapılan borçlanmaların ağırlığı konusunda dikkat çekicidir. 29 Tablo 5: Moratoryum Öncesi Osmanlı Dış Borçları Yıl Anapara (OL) İhraç Bedeli Safi Gelir Faiz 1854 3,300,000 80 2,640,000 6 1855 5,500,000 102 5,644,375 4 1858 5,500,000 76 4,180,000 6 1860 2,240,942 63,5 1,400,588 6 1862 8,800,000 68 5,948,000 6 1863 8,800,000 72 6,248,000 6 1865 6,600,000 66 4,356,000 6 1865 40,000,000 50 20,000,000 5 1869 24,444,442 61 13,200,000 6 1870 34,848,000 32,12 11,194,920 3 1871 6,270,000 73 4,577,100 6 1872 5,302,220 98,5 5,222,686 9 1873 12,612,110 59,5 6,832,551 5 1873 30,555,558 42 16,500,000 6 1874 44,000,000 43,5 19,140,000 6 TOPLAM 238,773,272 127,120,220 Kaynak: Açba(1995), s. 76 Osmanlı Devleti‟nin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi Avrupa mali sermayesine borçların ödenmesini güvence altına alacak kontrol mekanizmalarını devreye sokma fırsatı vermiş ve çok geçmeden devletin en zengin kaynaklarının kontrolü yabancı alacaklılardan oluşan bir konsorsiyuma devredilmiştir. Bu gelişme Osmanlı Devleti‟nin siyasi bağımsızlığını ciddi anlamda kısıtlamıştır (Kasaba, 2005; 43 - 44). Osmanlı Devleti Duyun-u Umumiye‟nin kurulmasından 1908 yılında Meşrutiyet‟in ilanına kadar 17 kere daha borçlanmıştır. Bu dönemde ortalama ihraç fiyatı %83 ortalama faiz oranı da %4,2 ve efektif faiz oranı da %5 civarındadır. Duyun-u Umumiye öncesi döneme kıyasla borçlanmanın maliyeti daha düşük olmuştur. Bunun nedeni bir yandan daha olumlu borçlanma koşullarının bütçe açıklarında düşüşe neden olması ve diğer yandan da Duyun-u Umumiye‟nin dış piyasalar açısından yaratmış olduğu güven ortamıdır. Ayrıca 1873- 1896 döneminin dünya ekonomisinde durgunluk ve deflasyon yılları olduğu da gözden kaçırılmamalıdır (Gürsel, 1999; 396). Duyun-u Umumiye idaresinin kurulduğu 1881 yılından 1914‟e kadar olan dönemde gelişip güçlenmesinde iki dış etken önemli rol oynamıştır. Bunlardan birincisi Osmanlı Devleti‟nin vadesi gelen borçlarını ödemek için yaptığı yeni borçlanmalarla beslenen mali bağımlılığının 30 İdare‟ye para borsası üzerinde denetim kurma imkanı vermesi, ikincisi ise idarenin eline geçen devlet gelirleridir (Giray, 2010; 205). Tablo 6; Osmanlı‟nın ilk defa borçlandığı 1854 yılından itibaren 1. Dünya Savaşı‟na kadar olan süre içerisinde aldığı borçları hangi alanlarda kullandığı gösterilmektedir. Tablo‟ya göre alınan borçların %44,6‟sı tekrar eski borçların ödenmesinde, sadece %7,6‟sı yatırımların finansmanında kullanılmıştır. 19. Yüzyılın ikinci yarısında devletin ağır savaş koşulları ile baş başa kaldığını düşünürsek askeri harcamalara ayrılan %4,8‟lik payın oldukça düşük olduğu düşünülebilir. Tablo 6: Osmanlı Borçlarının Kullanım Yerleri Toplam Borçların Kullanım Yerleri 1854 - 74 1886 - 1903 1903- 1914 Eski Borçların Ödenmesi %41,6 %67,6 %36,6 %44,6 Askeri Harcamalar %4,4 %3,5 %7,0 %4,8 Hazine Harcamaları %2,7 %3,0 %1,2 %2,4 Bütçe Açığı - %4,7 %22,7 %5,3 Yatırımlar %4,4 %5,5 %19,5 %7,6 Diğer Harcamalar %0,6 %1,7 %0,2 %0,7 (1854 – 1914) Kaynak: Giray(2010), s. 201. Bununla birlikte Duyun-u Umumiye‟nin kurulması devletin ekonomideki yapısal sorunları ortadan kaldırmamış sadece devletin maliyesinin yabancılar tarafından denetlenmesine ön ayak olmuştur. Avrupa sanayi sermayesi Osmanlı Devleti‟nden elde ettiği büyük imtiyazlarla ülkeye girmiş ve dünya ekonomisi ile bütünleşme sürecini iç bölgelere yaymıştır (Kıray, 2008; 199-200). Osmanlı Maliye Nezareti‟ne bağlı bir kuruluş olmasına rağmen Duyunu-u Umumiye İdaresi kendisini yabancı alacaklıların temsilcisi olarak görmüş ve dış ülkelerin talimatıyla hareket etmiş, zaman zaman yasadışı faaliyetlerde bulunmuş, halka baskı yapmış ve çiftçiyi ürününü satmaya zorlamıştır (Önsoy, 1999; 412). İdare, aynı zamanda net fon akımlarının yönünü değiştirerek yabancı sermayenin 1854-1875 dönemindekinin tersine getirdiğinden daha fazlasını götürmesini sağlamıştır (Pamuk, 2005; 72). Sermayenin dünya ölçeğinde birikimi açısından çevre ülkelerdeki yönetimlerin merkez ülkelerden aldıkları borçları geri ödemesi vergi olarak topladıkları tarımsal artığın Avrupa kökenli finans sermayesinin elde ettiği faize dönüştürülmesi sürecidir. Bu süreç başlarda 31 Avrupa pazarı ile köylü üretici arasındaki bağlantıyı oluşturan ticaret sermayesi ile gerçekleştirilirken 1876‟da Osmanlı Devleti‟nin borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi ile birlikte bu aracılık ilişkisinin yerine oluşturulan Duyun-u Umumiye idaresi bu tarımsal artığın para sermayeye yapılacak faiz ödemelerine çevrilmesinde uygun bir araç olmuştur (Keyder, 2000; 55-60). Bu dönem dünya ekonomik sisteminde genel olarak merkez ülkelerin çevre ülkelere yaptıkları dış borçlandırma ve dolaysız yatırımlar kaynaklı yabancı sermayenin meyvelerini toplama dönemidir. Tablo 7: Duyun-u Umumiye Döneminde Devlet Harcamaları Devlet Masrafları Mali Yıl 1887 1897 1909 1911 1887 1897 1909 Milyon Kuruş % Nispeti Duyun-u Umumiye 575 646 866 558 30,1 32,6 31,2 Hazine-i Hassa 93 62 46 50 5 3,1 1,7 Harbiye, Bahriye ve İmalat-ı Harbiye 844 760 965 1146 44,2 38,5 34,7 Dahiliye, Emniyet, Jandarma 199 195 256 381 10,4 9,8 9,2 Adliye ve İlmiye 63 65 81 127 3,3 3,3 3 Sair 36 84 206 258 1,8 4,3 7,4 Cari Masraflar 1867 1909 2604 2762 97,8 96,5 93,8 Yatırım 42 70 171 229 2,2 3,5 6,2 Umumi Yekün 1909 1979 2775 2991 100 100 100 Kaynak: Eldem(1994), s. 170. 1911 18,6 1,7 38,4 12,8 4,2 8,6 92,4 7,6 100 Tablo 7; Duyun-u Umumiye‟nin Osmanlı ekonomisi içerisindeki ağırlığını ifade etmesi bakımından önemlidir. Duyun-u Umumiye‟nin kontrol ettiği gelir akımı 1911 yılına değin toplam harcamaların 1/3‟ü civarındadır. Devletin borçlanma dışı gelirlerinin en büyük harcama kalemi ise Harbiye, Bahriye ve İmalat-ı Harbiye masraflarıdır. Duyun-u Umumiye idaresinin teşkiliyle merkez ülkelerce yürütülen nüfuz politikası yeni bir canlılık kazanmıştır. Yabancılar; Anadolu, Rumeli, Suriye ve Lübnan‟da imtiyazlar alarak, demiryolları, limanlar, bankalar, sigorta şirketleri, telefon ve elektrik santralleri ve maden işletmeciliği gibi büyük kar getiren tesisler kurmuşlardır. Bu kazançtan en büyük payı yatırımlarda ilk sırayı elinde bulunduran Fransa almıştır (Önsoy, 1999; 412). Fransızların günümüzde özellikle Suriye olmak üzere Orta Doğu üzerindeki hak iddiaları da bu dönemden kaynaklanmaktadır. Osmanlı Devleti‟nin doğu vilayetlerinde Fransız sermayesiyle yapılan demiryolu projesi en önemli öğeyi teşkil etmiştir. Duyun-u Umumiye konseyince üstlenilmiş olan görevlerin yerine getirilmesi bu girişimlerin mali başarısını belirlemiştir. Bununla birlikte 32 Osmanlı tahvillerinin büyük bir kısmı da Fransız uyruklular tarafından satın alınmıştır (Blaisdell, 1979; 12). Ekonomik ve siyasal göstergelerin uzun dönemli incelenmesi 19. Yüzyılın ilk üç çeyreğinde Osmanlı Devleti‟nin dünya kapitalist sistemi içerisinde edindiği çevre konumunu pekiştirmektedir. Zira devlete akan yabancı sermayenin %90‟ı hükümet borçlarıdır, geri kalanı ise demir yolu ve benzeri ticaret bağlarını güçlendiren alt yapı yatırımlarına aktarılmıştır (Kasaba, 1993; 45). Bununla birlikte yabancı sermayenin ülkeye girişinde özellikle Rumlar ve Ermeniler olmak üzere azınlıkların da önemli bir rolü vardır. Bunlar, iki taraf arasında bir tür aracı vazifesini üstlenmişlerdir (Kurmuş, 1977; 77). Söz konusu vazife çerçevesinde kapitalist kârın, malların alım-satımında ve paranın dolaşımında ortaya çıkması yabancı sermayenin üretken girişimlerde kullanılmasını da engellemiştir (Kurmuş, 1977; 234). Devletin iflasından sonra kurulan Duyun-u Umumiye İdaresi aynı zamanda Avrupa sanayi sermayesinin Osmanlı Devleti‟ne aktığı kurumsal ve kişisel kanalları sağlamıştır. Avrupa ülkelerinin büyükelçilikleriyle ve Bank-ı Osmanî Şahane, Deutche Bank ve National Bank ile sıkı bir işbirliği içerisinde olan Duyun-u Umumiye Avrupa kaynaklı dolaysız yatırımların eşgüdümünü sağlamıştır (Kıray, 2008; 174). Komisyon başta sadece kendisine ait vergileri toplamakta iken daha sonra bir takım ticari ve sınai yatırımlara da girişmeye başlamıştır. Bu idarenin kuruluşundan sonra Avrupa kapitalistleri İstanbul‟a kurdukları yabancı şirketlerle faaliyete geçmiş, Bursa‟da ipek sanayini Zonguldak‟ta kömür madenlerini işletmeye başlamış, İstanbul‟da elektrik, havagazı, su işletmelerini kurmuş, hatta tütün üretimine bile el atmışlardır. Böylelikle Osmanlı Devleti‟nin iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmıştır (Yılmaz, 1999; 419). Tablo 8; Osmanlı Devleti‟ne yapılan yabancı sermaye yatırımlarını daha detaylı bir şekilde göstermektedir. Buna göre toplam yabancı sermaye yatırımları içerisinde en çok yatırımın demiryollarına yapıldığı görülmektedir. Tablo 8: Yabancı Sermayenin Alacaklı Memleketler İtibariyle Taksimi (1914 – 1916) Fransa Demiryolları 2.369 Madenler 285 Bankalar 320 Sanayi 200 Sair 507 Ara Toplam 3.681 Duyun-u Umumiye 5.210 Toplam 8.891 Kaynak: Eldem(1994), s. 128. Yabancı Sermaye Yatırımları (Fransız Frankı) Almanya İngiltere Sair Yekün 2.273 579 110 5331 21 45 7 358 125 285 90 820 100 250 100 650 350 250 200 1.307 2.869 1.409 507 8.466 1.010 1.090 2.370 9.680 3.879 2.499 2.877 18.146 33 1881 yılı sonrasında Osmanlı Devleti‟nin yabancı sermayeye açılışı çok hızlı olmuştur. 1870 – 1911 yılları arasında 238 maden imtiyazı verilmiş ve imtiyazlarda yabancıların payı %39 azınlıkların payı %23 olmuştur. Alt yapı yatırımları ve kamu işletmeciliği tamamen yabancıların denetimine geçmiş ve özellikle demiryolu yapımı için tanınan km garantileri ile yabancı şirketler tarafından büyük kârlar transfer edilmiş ve yatırımların aşırı kazançlı olması nedeniyle yoğun bir rekabete girişilmiştir. Bir taraftan borç servisleri şeklinde sermaye transferi diğer taraftan yabancı şirketlerin kâr transferleri sonucu Osmanlı devleti 1881 sonrası net sermaye transfer eder hale getirilmiştir (Açba, 1995; 132). Bununla birlikte demiryolları bir yandan özellikle Osmanlı Devleti‟nin km garantisi uygulaması sonucu Avrupa sermayesi için kendi başlarına birer yatırım durumuna gelirken diğer yandan da sermayeyi ihraç eden ülke ekonomisi için ucuz hammadde ve gıda maddeleri temini ve mamul maddelere pazar yaratmak işlevini yüklenmiştir. Yabancı sermaye denetimindeki demiryolları Osmanlı Devleti‟nin merkez ülkeler arasında çeşitli nüfuz bölgelerine ayrılmasını da beraberinde getirmiştir (Pamuk, 2005; 77). Tanzimat ve diğer ıslahatlarla başlayan borçlandırma süreci Osmanlı Devleti‟nin dünya sistemine eklemlenme sürecinde ekonomik köleliğin tesisini sağlamıştır. Kapitülasyonlar ve ticari imtiyazlar bu sürecin kapısını aralamıştır. Ancak bundan daha etkili olan başka bir yol devletin ekonomik kararları üzerinde kurulacak olan bir kontrol mekanizmasıdır ki bu kontrol mekanizmasının tek yolu da borçlandırmadır (Çavdar, 1970; 37). Borçlandırma politikasından sonra merkez-çevre ilişkileri bağlamında Osmanlı Devleti‟ne öncelikli olarak dayatılan yabancılara toprak satışı, yabancılar açısından bir hak olarak temin edilmiş sonrasında ise bu hakkın sağladığı imtiyazlar çerçevesinde kapitalist ekonomiye eklemlenmeyi kolaylaştıracak şekilde alt yapı yatırımlarına girişilmiştir. 1867 yılında yabancılar Hicaz Vilayeti dışında her yerde taşınmaz mal edinme hakkını kazanmışlardır. 1869 yılında yeni maden yönetmeliği ile yabancılar, maden arama ve çıkarma konularında Osmanlı vatandaşları ile aynı haklara sahip olmuşlardır (Kurmuş, 1977; 206). Tablo 9, bu duruma ilişkin veriler sunmaktadır. 1870 – 1911 dönemi için toplam 283 maden imtiyazının 109‟u yabancılara verilmiştir. Bu rakam Türk tebea‟ya verilen imtiyaz sayısı ile çok yakındır. 34 Tablo 9: Maden İmtiyazlarının Dağılımı Yıllar 1870 - 1881 1882 - 1891 1892 - 1901 1902 - 1911 Toplam Türkler Azınlıklar 8 18 9 7 14 13 76 29 107 67 Yabancılar 25 34 18 32 109 Toplam 51 50 45 137 283 Kaynak: Kurmuş(1977),s. 206. 1860‟ların sonuna kadar İngiltere‟nin politikası Osmanlı Devleti‟nin toprak bütünlüğünden yana iken, Mısır ve Kıbrıs‟ın işgali, Süveyş Kanalı‟nın açılması ve bununla birlikte Amerikan iç savaşının sona ermesi ile Amerika‟dan İngiltere‟ye olan pamuk ve buğday ihracatının yeniden başlaması sonrasında İngiltere‟nin Osmanlı Devleti‟ne ilişkin koruyucu politikası son bulmuştur. Osmanlı Devleti‟ne yönelik İngiliz dış politikasındaki keskin değişimin en önemli nedenini dönemin İngiltere başbakanı Gladstone‟un Evanjelist inanışlarının şekillendirdiği ve Türkleri medenileşmenin önünde bir engel olarak gören emperyalist algısı oluşturmaktadır. Gladstone‟a göre İngiltere‟nin asli görevi Osmanlı tebeası olan milyonlarca hristiyanı Sultan‟ın elinden kurtarmak olmalıdır (Karaca, 2011; 100-117). Bir diğer neden ise İngiliz hegamonyasının 1880‟lerden itibaren Fransa ve Almanya rekabeti karşısında dünya ölçeğinde gerilemesi sonucunda İngiltere‟nin tüm dikkatini kendi sömürge imparatorluğunda ve nüfuzunun güçlü olduğu yerlerde toplaması olmuştur. Fransa açısından ise devletin yabancı sermaye yatırımlarının çok daha büyük bir bölümünün Rusya‟da olması nedeniyle Osmanlı Devleti‟ne ilişkin politikalarında çekimser kalmasına neden olmuştur. Bu durum Fransa‟nın Almanya ile olan rekabetinde geri kalmasına Osmanlı Devleti‟nin borçlanmasına ilişkin her girişiminde Rusya‟nın baskısı nedeniyle koşullu davranışlar sergilemesine neden olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı Devleti merkez-çevre ilişkilerinin en şiddetli noktasına ulaştığı 19.yüzyıl ortasından 1.dünya savaşına kadar geçen sürede merkez ülkeler arasındaki rekabetten faydalanabilmiş ve hiçbir ülke Osmanlı Devleti‟ni tümüyle nüfuz alanına dâhil etmeyi başaramamıştır (Pamuk, 2005; 87 – 91). Tablo 10; Duyun-u Umumiye‟nin kurulmasından sonra 1. Dünya Savaşı‟na kadar geçen sürede Osmanlı Devleti‟nin sahip olduğu borçların alacaklı ülkeler arasındaki dağılımı gösterilmektedir. İngiltere‟nin payı giderek azalırken, özellikle Almanya olmak üzere Fransa‟nın payının da arttığı görülebilmektedir. 1881 yılından 1913‟a kadar Almanya‟nın payı 5 katına kadar çıkmıştır. Osmanlı ekonomisinde artan Alman etkinliği bu durumun bir gerekçesi olarak düşünülebilir. 35 Tablo 10: Osmanlı Borçlarının Alacaklı ülkelere göre dağılımı Ülke 1881 1898 1913 Fransa %40,0 %44,9 %49,5 İngiltere %29,0 %10,9 %6,9 Almanya %4,7 %12,2 %20,1 Belçika %7,2 %17,9 %11,0 Hollanda %7,6 %4,5 %3,0 İtalya %2,6 %1,3 %1,0 Avusturya-Macaristan %1,0 %1,9 %1,3 İmparatorluk İçinde %7,9 %6,4 %7,2 Kaynak: Giray(2010), s.208 4.3 Dış Borçlanmanın Yarattığı Toplumsal Sonuçları Avrupalı tüccarların devletin iç kesimlerinde ticaret yapmasına ve Osmanlı tüccarlarının yerini almasına izin veren 1838 Balta Limanı anlaşması kısmen Osmanlı tüccarlarının gücünü kırma amacına yöneliktir, Benzer biçimde devletin dış borçlanma için Avrupa devletlerinin baskılarına boyun eğişi de kısmen merkezi reformların finansmanına ve Galata bankerlerine bağımlılığın azaltılmasına yöneliktir (Kıray, 2008; 197). Osmanlı Devleti‟nin kapitalist sistemle bütünleşme sürecinde bazı grupların etkinliklerini genişletmeleri Osmanlı devlet örgütünü artık Osmanlı toplumunun tek iktidar kaynağı olmaktan çıkarmıştır (Kasaba, 1993; 53). Bu durum toplumsal bir çözülmenin dinamiklerini oluşturmuştur. Buna daha önceki yüz yıldan itibaren özellikle gayrimüslim aracılar olmak üzere büyük ölçekte ticaret yapan kesimlerin elde ettikleri büyük kârların devamlılığı için merkezi devletin zayıf kalması konusunda gösterdikleri çaba da örnek gösterilebilir. Borçlanma sonrası dönemde yabancı ülkeler Osmanlı devlet kademelerine kendi istedikleri atamaları yaptırma konusunda daha da başarılı olmuşlar. Bu durum taşrada bulunan konsoloshaneler için de geçerlidir. Taşrada ticaret yapanlar ve hükümetle bir işi olup da hakkını alamayanlar bu konsoloshaneler vasıtasıyla yabancı ülkelerin tabiiyetine geçmiş ve böylelikle yerli halkın ödediği bazı vergilerden muafiyet kazanmışlardır. Bunlar yerli halk ve devlet üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Halkın vergi yükü artarken devletin de gelirlerinde azalma meydana gelmiştir (Çakır, 2001; 184). 36 Avrupa‟dan gelen dolaysız sermaye yatırımları ekonomide yabancı egemenliğini giderek arttırmıştır, iç çatışmalarla birlikte çok önemli bir yabancı sermaye karşıtı ittifakı da doğurmuştur (Kıray, 2008; 144). Bu açıdan devletin izlediği borçlanma politikası konusunda aydın kesimden de yoğun tepkiler gelmiş, 1868 yılında yapılan borçlanma 27 Ağustos 1868 tarihli hürriyet gazetesine verilen ilanlarla protesto edilmiştir. Buna göre hükümet daha önce söz verdiğinin aksine 40 milyon lira borç limitini doldurduğu halde borçlanmaya devam etmiş, bu durum ise aydınlara göre devletin vaadine aykırı olup milletin namusu ile oynamak anlamına gelmiştir. Avrupalı bankerler devletin borçlanma ile sağlanan kaynakları etkin olarak değerlendirmediğini görmelerine rağmen elde ettikleri yüksek faiz ve komisyonlar gereğince devleti borçlandırma konusunda çaba göstermeye devam etmişlerdir (Çakır, 2001; 198-199). Dönemin aydınlarından Ziya Paşa‟ya göre devlet kurulduğu tarihten itibaren 1854 yılına değin özellikle duraklama dönemi sonrasında bir sürü iç karışıklık ve savaşa, olumsuz neticelenen anlaşmaların doğurduğu onca sıkıntıya rağmen dışarıya tek akçe borç yapmamış fakat Avrupa‟yı taklit etme modası ile birlikte sarayın ve yöneticilerin masrafları ve maaşlar olağanüstü artmış, devletin gelirleri bu fazlayı karşılamaya yetmemiştir. Bunun üzerine başlatılan kağıt para basımı bitmek bilmeyen bir kaynak gibi algılanarak savurganlık ve sefahat had safhaya ulaşmıştır (Çakır, 2001; 200). 5. Sonuç Avrupa ekonomik sistemi 16. yüzyılda başlayan coğrafi keşifler ile birlikte uzun süren bir dönüşüm ve gelişim sürecine girmiştir. Bu süreç içerisinde öncelikli olarak üretim süreci kapitalistleşmiş ve eksik talep nedeniyle bir üretim fazlası ortaya çıkmıştır. Merkez ülkelerin merkantilist politika ve hegamonik güçlerini yayma ideolojileriyle desteklenmiş dış pazar arayışları çevre ülkeler üzerinde farklı bağımlılık türlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Merkez ve çevre ülkelerdeki üretim süreçlerini birbirine bağlayan ticari kapitalizm safhası çevre ülkelerde elde edilen kârların merkez ülkelere taşınması ve bunun sonucunda ortaya bir sermaye fazlasının çıkması ile yerini tekelci kapitalizme ve bunun ideolojisi olan emperyalizme bırakmıştır. Bu durumun oluşmasında merkez ülkeler arasında başlayan hükümran olma yarışı etkili olmuştur. Gelişmiş merkez ülkelerin bu dönemdeki çıkarları; hem kârlı sermaye yatırımları yapacak yeni yer ihtiyacını hem de borçlanmanın sağlayacağı faiz şeklinde bir kaynak aktarım mekanizması yoluyla kendi gelişmiş ekonomilerine bağımlılaştırma ihtiyacını gerektirmiştir. Bu ihtiyaca yönelik olarak merkez ülkeler çevre 37 ülkeler üzerinde ticari ayrıcalıklar kazanma, borçlandırma, imtiyaz elde etme ve nihayetinde işgale varan çok sayıda yöntem denemişlerdir. Eski dönemin büyük imparatorlukları ve medeniyetleri bu çevreleşme sürecine kimi zaman bürokratik kimi zamansa toplumsal direnç göstermeyi başarmışlar ve söz konusu sürecin kısmen dışarısında kalarak yarı-çevre pozisyonuna indirgenmişlerdir. Yüzyıl itibariyle Londra veya diğer uluslararası piyasalardan borçlanan ülkelerden çok azı bugün borç veren sermayedar ülke konumuna yükselebilmiş, diğerleri için finansal bağımlılık şekline dönüşen bir ilişki devam etmiştir. Türkiye‟nin emperyalizm yörüngesinde bağımlı ve tek yönlü gelişmesi de 19. yüzyıldan merkez-çevre ilişkilerinde edindiği rolün izlerini taşımaktadır. O günün sermaye ihracı, ticari bağımlılık yaratma ve gerekirse işgale dayalı çevreleştirme politikaları bütün çevre ülkelerde olduğu gibi 20. yüzyılda farklı biçimlere bürünerek devam etmiştir. Konjonktürel olarak bakıldığında 1838 yılında dış ticarete korunmasız bir şekilde açılan Osmanlı ekonomisi gibi pek çok çevre ekonomi benzer süreçleri 1. Dünya Savaşı sonrasında Dünya Ticaret Örgütü‟nün baskılarıyla yaşamıştır. Osmanlı Devleti‟nin ilk defa dış borç almak zorunda bırakıldığı 1854 senesi ve akabinde dış borç baskısı ile elde edilen imtiyazlar ve çevre ekonomilerdeki yabancı egemenliği yine 1974 krizi sonrasında merkez ülkelerdeki sermaye grupları tarafından kontrol edilen uluslararası kuruluşların baskı ve yönlendirmeleri ile dünya genelinde liberalizasyon politikalarının dayatılması ile benzerlik taşımaktadır. Özellikle 1980 sonrası kapitalizmin ideolojik aracı olan Neo-liberal politikalar hem krizi aşmanın bir yolu olmuş, hem de sermayenin çıkarlarına uygun bir dönüşümü mümkün kılmıştır. Neo-liberal politikalar kabaca; devletin ekonomiden elini çekerek özelleştirme yolunun açılması, sosyal harcamaların kısılması, piyasaya sunulması ve yabancı sermayeye olanaklar yaratılması olarak sıralanabilir. IMF ve Dünya Bankası Neo-liberal politikaların işlemesini kolaylaştıran kurumlar olarak önemli işleve sahiptirler. 1980‟lerde ekonomik kalkınma ve gelişme için bir önkoşul olarak gösterilen özelleştirme politikaları ile 19. yüzyılın yabancılara mülkiyet edinme hakkı tanıyan imtiyazları eş amaca yönelik bir uygulamadır. Bugün pek çok çevre ülke 19. yüzyılda olduğu gibi aşırı derecede borçlandırılmış durumdadır. Değişen tek şey ise alacaklı konumundaki muhattaplardır. Finansal sermaye gruplarının ulus devletleri aradan çıkarıp çevre ülkelerde oluşan artığa doğrudan el koyma çabaları merkezi bir hükümet tarafından değil doğrudan kendilerinin kontrol ettiği, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarca sağlanmaktadır. Bu bakımdan sermayeyi elinde bulunduran grupların artık merkez ülkenin askeri korumalığına da gereksinimleri kalmamıştır. Artığa el koyma eylemi ulusaldan ve ulus 38 bazlı hegamonik rekabetten ulus üstü bir konuma yükselmiştir. Borçları öne sürülerek işgal edilen çevre ülkeler artık merkezi devletin ordusu ile değil ya uluslararası bir askeri oluşum olan NATO ve BM benzeri yapılarla ya da daha doğrudan ve masrafsız şekilde çevre ülkenin kendi işbirlikçi sınıflarının aracılığı ile işgal edilmektedir. Bu bakımdan ulus üstü sermaye gruplarının medyayı yönlendirme ve kontrol gücü de etkili olmakta ve uygulanan dolaylı işgal politikalarına Arap Baharı, Turuncu Devrim, Kurtuluş Ordusu ve Gerilla gibi sempatik adlandırmalar yapılmaktadır. Merkez ülkelerin 19. yüzyıl başında oluşturdukları ulus-devlet yapıları şimdi ihtiyaçlarını görmede yetersiz kalmış daha büyük entegrasyonlar için farklı siyasi örgütlenmelere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Bu çabaları sonuca ulaşıncaya değin mevcut siyasi yapılar içerisinde kendi programlarını uygulatmaya ve bunun için de ulus-devletin öncelikle hukuksal yapısı ile dayandığı kültürel yapıyı dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Dış dinamik olarak da adlandırabileceğimiz tekelci sermaye grupları bürokrasiyi, finansal gücünü, çevre ülkeyi borçlandırmayı ve kitle üretim araçları ile yapılan yönlendirmeyi araç olarak kullanmaktadır. Siyasal dönüşüm ise daha yavaş gerçekleşmekte, ulus-devlet mekanizmalarının içi yavaş yavaş boşaltılmakta, ekonominin geleceği tamamen piyasa aktörlerine bıraktırılmakta böylece asıl belirleyici ve örgütleyicinin piyasaya egemen olan sermaye grupları olması sağlanmaktadır. Ekonomide yabancı egemenliğinin ve nüfuzunun artması kamu finansman tercihini tayin edebilmekte ve kredi imkanını bu doğrultuda kullanabilmektedir. Tekelci sermaye herhangi ülkeye sadece doğrudan yatırım amacıyla değil sıcak para olarak yani ülkenin kambiyo ve borçlanma işlemlerinde doğrudan söz sahibi olarak girmektedir. Uluslararası finansal kurumların temel kaygısını da söz konusu borçlanma işlemlerinin sürekliliği oluşturmaktadır. Bu durum çevre ülkelerde rezervlerin erimesi, yerli paranın hızla değer kaybetmesi, ekonominin küçülmesi ve borçlanmaların sürekliliği altında giderek ağırlaşan anapara ve faiz ödemeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu borçlandırma politikalarının çevre ülkedeki işbirliği halindeki yönetici sınıf tarafından etkinsiz sektörlerde kullanılması çevre ülkenin borç yükünü arttırmakta ve ekonomiyi küresel sermaye akımına bağımlı kılmaktadır. Sonuç olarak kapitalist sistemin evrildiği süreç sonucunda oluşan küresel işbölümü dünya üzerindeki her noktayı yeni bir entegrasyon yapısı içerisinde birleştirmiştir. Sistem bu 39 yapının devamlılığını sağlayacak şekilde işlerliğini sürdürmekte ve sistem içinden kaynaklanan her krizde bağışıklık göstererek yeni bir forma evrilmektedir. Çevre ülkelerin borçlandırılması, bu yolla sağlanan kaynak transferi ile 3. Dünyanın kontrol edilebilirliği söz konusu yapının devamlılığı için temel dayanak noktasıdır. 40 Kaynakça: Açba, Sait(1995), Osmanlı Devleti‟nin Dış Borçlanması (1854 – 1914), Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları, Afyon. Akar, Şevket Kamil ve Hüseyin Al(2003), Osmanlı Dış Borçları ve Gözetim Komisyonları, Osmanlı Bankası Arşivi ve Araştırma Merkezi, 1. Baskı. Al, Hüseyin(2007), Uluslararası Sermaye ve Osmanlı Maliyesi 1820-1875, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 1. Baskı, İstanbul. Biber, Ahmet Emre(2009),”Osmanlı İmparatorluğu‟nun Dünya Sistemine Eklemlenme Süreci ve Azgelişmişliğinin Evrimi, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1. Blaisdell, Donald C.(1979), Osmanlı İmparatorluğu‟nda Avrupa Mali Denetimi, Duyunu Umumiye, Doğu Batı Yayınları, Çev: Ali İhsan Dalgıç, İstanbul Matbaası. Boztemur, Recep(1999), “XIX. Yüzyılda Kapitalist Dünya Ekonomisi ve Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı Ansikolopedisi, Cilt: 3, Türkiye Yayınları, Ankara. Brewer, Anthony(2002), Marxist Theories of Imperialism A Critical Survey, Routledge, Second Edition. Bukharin, Nikolai(2005), Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Bağlam Yayınları, 1. Basım İstanbul. Chase-Dunn, Christopher(1975), "The Effects of International Economic Dependence on Development and Inequality: A Cross-National Study", American Sociological Review, No: 40. Çakır, Coşkun(2001), Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi, Küre Yayınları, Ekim, İstanbul. Çavdar, Tevfik(1970), Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, Ant Yayınları, İstanbul. Drakakis, David ve Smith(1996), “Less Developped Economics and Dependence”, P. Daniel and W. Lever, der., içinde, The Global Economy in Transition. 41 Dixon, William J. ve Terry Boswell( 1996), “Dependency, Disarticulation, and Denominator Effects: Another Look at Foreign Capital Penetration”, American Journal of Sociology, Vol: 102, No: 2. Eckstein, A. M.(1991), “Is There a Hobson - Lenin Thesis on Late 19th Century Colonial Expansion”, Economic History Review, Volume: XLIV, Issue: 2. Eldem, Vedat(1994), Osmanlı İmparatorluğu‟nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tedkik, Türk Tarih Turumu Basım Evi, Ankara. Erdem, Metin(1996), Devlet Borçları, Ekin Yayınları, Bursa. Etherington, Norman(1982),”'Reconsidering Theories of Imperialism”, History & Theory, No: 21. Ferro, Marc(2002), Sömürgecilik Tarihi, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Kadar 13 – 20. Yüzyıl, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Basım. Frieden, Jeffrey A.(1994), “International Investment and Colonial Control: A New Interpretation”, International Organization, Vol. 48, No. 4. Giray, Filiz(2010), Maliye Tarihi, Ezgi Kitabevi, 3. Baskı, Eylül. Gürel, Seyfettin(1999), “Osmanlı Dış Borçları”, Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt: 3, Türkiye Yayınları, Ankara. Karaca, Niyazi Taha(2011), Büyük Oyun, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. Kasaba, Reşat(1993), Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Ekonomisi: Ondokuzuncu Yüzyıl, Çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları. Kasaba, Reşat(2005), Dünya İmparatorluk ve Toplum, Osmanlı Yazıları, Çev: Banu Büyükkal, Kitap Yayınevi. Kentor, Jeffrey(1998), “The Long‐Term Effects of Foreign Investment Dependence on Economic Growth, 1940–1990”, American Journal of Sociology, Vol. 103, No. 4. 42 Keyder, Çağlar(2000), Türkiye‟de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul. Kıray, Emine(2008), Osmanlı‟da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, İletişim Yayınevi, 3. Basım, Ocak. Kök, Recep ve Oğuz Kara(2011), "Türkiye Ekonomisinde Özelleştirme Yönlü Dışsal Ekonomiler Analizi", Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 10. Ekonometri ve İstatistik Sempozyumu Özel Sayısı, Cilt 25. Kök, Recep, İspir, Serdar ve Aydın Arı, (2010), “Zengin Ülkelerden Azgelişmiş Ülkelere Kaynak Aktarma Mekanizmasının Gerekliliği ve Evrensel Bölüşüm Parametresi Üzerine Bir Deneme”, 2. Uluslararası Ekonomi Konferansı, TEK, Kıbrıs. Kök, Recep ve Ramazan Ekinci(2012), “Bilgi Ekonomisinin Temel Dinamikleri: Çevre ve Üretim Uzayı”, 10th International Conference on Knowledge, Economy and Management , İstanbul. Kurmuş, Orhan(1977), Emperyalizmin Türkiye‟ye Girişi, Yordam Kitap, 2. Basım. Luxemburg, Rose(2004), Sermaye Birikimi, Belge Yayınları, Kuramsal Dizi, 2. Basım, İstanbul. McLean, David(1976), “Finance and Informal Empire Before the First World War”, The Economic History Review, Vol: 29, No.2. Mogdoff, Harry(1969), The Age of Imperialism: The Economics of US Foreign Policy, Monthly Review Press. Mumcu, Ahmet, (2000), Atatürkçülükte Temel İlkeler, İnkılâp Kitabevi, İstanbul. Oneal, John R ve. Frances H. Oneal(1988), “Hegemony, Imperialism and the Profitability of Foreign Investment”, International Organization, Vol. 42, No. 2. Önsoy, Rıfat(1999), "Muharrem Kararnamesi ve Düyun-u Umumiye", Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt: 3, Türkiye Yayınları, Ankara. 43 Pamuk, Şevket (1999), Osmanlı İmparatorluğu‟nda Paranın Tarihi, Tarih Vakfı, Yurt Yayınları, No: 73. Pamuk, Şevket(2005), Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, 1820 – 1913, Tarih Vakfı , 3. Basım, İstanbul. Rapkin, David P.(1976), "Trade, Dependence and Development: A Longitudinal Analysis." Paper read at Southern Political Science Association Meetings, Atlanta, November 4-6. Şeker, Murat(2006), “Dış Borçlanmaya Teorik Bir Bakış ve Dış Borçların Ekonomik Etkileri”, Sosyo Ekonomi Dergisi, 2006-1. Şeker, Murat(2007), “Osmanlı Devleti‟nde Mali Bunalım ve İlk Dış Borçlanma, Celal Bayar Üniversitesi İİBF dergisi, Cilt: 8, Sayı: 2. Wallerstein, Immanuel(1979), The Ottoman Empire and the Capitalist World-Economy: Some Questions for Research, Fernand Braudel Center, Review Vol 2, No3. Wallerstein, Immanuel(2011), Modern Dünya Sistemi, Kapitalist Dünya Ekonomisinin Büyük Yayılımının İkinci Evresi, 1730 – 1840, Çev: Latif Boyacı, İstanbul. Wallerstein, Immanuel(2011), Dünya Sistemleri Analizi, Bir Giriş, BGST Yayınları. Wesseling, Henk L.(2009), “Globalization: A Historical Perspective”, European Review, Volume: 17, Issue: 3-4. Yerasimos, Stefanos(1977), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye: Tanzimattan 1. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları, Cilt: 2. Yılmaz, Faruk(1999), “Sonuçları Açısından Osmanlı Dış Borçları”, Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt: 3, Türkiye Yayınları, Ankara. Zuk, Gary(1985), “National Growth and International Conflict: A Reevaluation of Chouchri and North Thesis”, The Journal of Politics, Vol 47, No 1. 44