Mason Bektaşîler - FarukArslan.com
Transkript
Mason Bektaşîler - FarukArslan.com
Mason Bektaşîler Faruk Arslan 1 2 [Faruk Arslan] 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde ğitim gördü.. Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler Derneği üyesidir. 2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009,dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te, 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. Yayımlanmış Eserleri: • Matrix’in 11 Eylül Kurgusu • Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları • Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu • Petrol Satrancı • Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada • Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi • Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi • September 11 Fiction of Matrix • Vadi’nin Şifresi Çözülüyor • Kurtlar Vadisi Fenomeni • Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney • Mason Bektaşiler 3 Faruk Arslan İçindekiler Giriş ............................................................................................... 400 Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı ............................ 400 Birinci Bölüm ............................................................................... 417 GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ ..................................... 417 İkinci Bölüm ................................................................................. 433 BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI ....................................................................................................... 433 Üçüncü Bölüm ............................................................................. 443 BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR .................................................... 443 Dördüncü Bölüm......................................................................... 467 ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI .......................................... 467 Beşinci Bölüm .............................................................................. 483 HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK .............................. 483 Altıncı Bölüm ............................................................................... 501 BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ ....................................................... 501 Yedinci Bölüm ............................................................................. 531 BEKTAŞİLİK MİTLERİ ............................................................... 531 4 Faruk Arslan Sekizinci Bölüm ........................................................................... 563 OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK ...................... 563 Dokuzuncu Bölüm ...................................................................... 585 SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ585 Onuncu Bölüm ............................................................................ 603 MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ....................................... 603 On Birinci Bölüm ......................................................................... 625 RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP ...... 625 On İkinci Bölüm .......................................................................... 641 MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ...................... 641 On Üçüncü Bölüm....................................................................... 649 MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK ................................. 649 On Dördüncü Bölüm .................................................................. 669 ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? .................................. 669 On Beşinci Bölüm ........................................................................ 685 ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER Mİ ÖLDÜRDÜ? ......... 685 On Altıncı Bölüm ........................................................................ 715 DERSİM’DE NE OLDU? ............................................................ 715 On Yedinci Bölüm ....................................................................... 739 ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI.............................................. 739 On Sekizinci Bölüm..................................................................... 766 5 Faruk Arslan HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI ...................................................... 766 Kaynakça ...................................................................................... 780 Tanıtım ............................................ Error! Bookmark not defined. 6 Faruk Arslan Giriş Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim 2000’de ziyaretimden sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu. Sabahın ilk saatlerinde bir okurun benle görüşmek istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde, 'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini, elbette iltifatlarını duymaya bayılırım. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim 2000'i gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses çok kibardı. Kendisini eski bir MİT mensubu olarak tanıttı ve hayretle sordu: Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum? ‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi haberinizle bugün bozdunuz, sizi tebrik etmek için aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses, kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden sorumlu masada çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine düşürürde öyle yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman olmalıydı, haklarını asla savunmamalı, hep ayrımcılık 7 Faruk Arslan kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini öngörmüşlerdi. 'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği görevleri yerine getirdik ve Alevileri ülkenin başına bela olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri yaptı okurum. Uzun konuştuk, bu haberlere devam etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini, Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı temennisinde bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak ettim ve peşine düşmeye karar verdim. Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek Yürek ve Tek Türkiye’ olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu haber gazeteye nasıl girmişti? Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den Cem evine dönüştürülen mekana götürmüştü. Berlin'de faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve Başkanı Metin Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj yapmak istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin ihlal ettiği haklarını, mücadelelerini, haksızlıklarını anlatan Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme sonrası kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı. Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne! Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir gazeteye mi mülakat verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman rehberimiz, kendisini zor yatıştırdı. Yüzüme nefretle, düşmanca baktı ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla yayınlamaz, siz hiç bir zaman bizi savunmadınız, savunmazsınızda' dedi. Önyargılıydı. ‘Bir takım 8 Faruk Arslan elbisesine bahse girelim mi?’ diye öneride bulundum. Kabul etti. Cem Evi'nden ayrılırken elimi sıkmadı. Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor' başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa, sayfa manşeti ve 1. sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi Almanya'dan göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye sokmanın en iyi yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve Zaman'ın misyonunu bilen Yakup, tüm sorumluluğu üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı. Alevi açılımı artık zaruridir. O günlerde sadece Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi. Bugün dahi halen tartışılan Alevi haklarından ve taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu: İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi ile uzun soluklu bir eylem planı hazırlayan Aleviler, bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını alabilmek için AB'nin Ankara ile oturacağı pazarlığa güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile Berlin'de faaliyet gösteren bin 200 üyeli Anadolu Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın önüne konulması beklenen bir Almanya modeli ortaya çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din eğitimi verme yetkisini alan Dernek Başkanı Metin Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi. Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni bir yorumu 9 Faruk Arslan olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit'in ve bugüne kadar siyasi partilerin Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar açılacağını, sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidilerek inanç hürriyetlerine yönelik hakların alınacağını savundu. Alman Danıştay'ının kendilerini bir dini cemaat olarak kabul ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük, "1949 Alman anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders verebiliyor. Berlin ve Werder Bremen'de 1948'deki eski anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor. Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans göstererek mevcut müfredat içinde ders verilmesine izin veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı oluşturarak hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre devletden maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları, seçmeli Alevi din dersi müfredatı ile ilgili ev ödevlerini çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme yetkisi alan İslam Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı kabul etmemiz mümkün değil. Bunun için yasalar değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine değinen Küçük, sadece Türkiye'den değil Balkanlardan gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını söyledi. 10 Faruk Arslan AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna haklar verilirken asırlardır yaşadıkları Anadolu'da inanç hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille eleştiren Küçük, Tekke ve zaviyeler kanununa göre 1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve yasaklı bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri bütçesinden Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan Alevilerin AB yolunda iken Türkiye'deki hak ve hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye giden AB'li diplomatların ve Alman politikacıların Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden Küçük, ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000 raporunda Alevilerle ilgili bölümünde yer alacağını kaydetti. Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor. Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var. Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din haline getirmeye çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın Alevi vatandaşımızı tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu haberi sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız. Almanya İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken, Ankara seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı Said Yazıcıolu’na göre 7 milyon Alevi yaşıyor. Geçen süre içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar eden Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında birleştiren Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi katıldıkları Cumhuriyet mitingleri ve 9 Kasım 2008 Alevi mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin 11 Faruk Arslan devlet Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi. Almanya’da Almanca verilen Alevi derslerinde Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi nedeniyle gurbetdeki Türkler, ana akımı temsil den Türklerden keskin bir biçimde ayrıldı. Alman İstihbaratının istediğide buydu. Kendi kültürel zenginliğimizi inkar ettiğimiz için Almanlar, başımıza çorap örüyor. Seyredenler kaybediyor. Bu durumun farkında olan Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Yeni Şafak Gazetesi Köşe Yazarı Fehmi Koru, defalarca Alevilere söz konusu hakları hükümetin sunması için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a tavsiyeler yazdılar. 2008’in son aylarında herkes bir öneri getirmeye, her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Alevilere geçmişte çirkince 'Mum Söndü' yakıştırmaları yapanlara, böyle bir uygulamanın Alevilikle olmadığını akil ‘Sünniler’ savundu. Cem Evlerinin Cami'nin yanında açılmasında bir sakınca olmadığı gür bir sesle vurgulandı ve başka bir ezber daha bozuldu. Tarikatlar ibadetini Osmanlıda tekke ve zaviyede yapardı, camiye gitmeleri mecbur değildi. Cem Evi’de nereden çıktı diyenler tarihi bilmiyor. Bu tabir 2005 yılında Türk diline girdi. Tekkeler kapalı olduğu için yeni isim bulundu, yasak delindi. Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf 12 Faruk Arslan değildir. Masonik Bektaşi yapının geçmişte kullandığı İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile bugünde yaşıyor, bu gerçek yadsınamaz. Bu bakış açımız bir komplo değil, tersine bir komplonun deşifrasyonunu sağlayacaktır. Osmanlı ve Türkiye'yi neredeyse 170 yıldır Mason Bektaşilik, gizli kurdukları derin örgütler veya açıktan iktidarları ele geçirerek, satın alarak yönetiyor. Türkiye'nin adı bir türlü konamayan derin kimlik sorunu, tabusu budur. Mason Bektaşiler, Bektaşiliği ve Aleviliği amaçlarına uygun defalarca dönüştürdü, evirip çevirip kullandılar, yine kullanmaya hazırlanıyorlar. Batı modernizmini de ateizmide ülkemize onlar getirdi. Mason Bektaşilerin koordinesinde, Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapıyorlar. Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında kullanmak istemiyoruz. Masonluğu öcü gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele alıyoruz. Tabularını yıkamayan milletlerin önüne yabancı istihbaratların yerli işbirlikçileri kullanarak engeller çıkartması kaçınılmazdır. Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 150 yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler. 1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi 13 Faruk Arslan kimlikleri söylenmez. Osmanlı’da Bektaşilerin masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi ve Cumhuriyet dönemini sorgulayacağız. Mason Bektaşilik ve Geleneksel Bektaşilik arasında savaş, Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca’nın, son dedebaba Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat etmesiyle başladı. Koca'ya göre, gerçek Bektaşi mason olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır. Bektaşilik postunu Koca ve Noyan'ın aniden ölümü üzerine 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Gerçekten öyle midir? Bu iki kritik ölümün ardından yapılan seçimde Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun için 1998'de Ankara darbesiyle mason olmayan kendi ekibinden Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. İkilik çıkartan bu girişimde herşey vardı: masonlar ve oyunlar, Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi, adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin, fitnenin, paranın zirve yapması... Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? "Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işitmişti. Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden 14 Faruk Arslan Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi, Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa Geleneksel Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Yakından tanıdığım ünlü Rum Türkolog Kanadalı Dimitri Kıtsıkıs’e bakacak olursanız, koca Osmanlı devleti bir Rum ile Bektaşi imparatorluğuydu. Türkiye cumhuriyetini kuran kadronun tamamı ya masondu, ya Bektaşi idi veya mason Bektaşiydi. Atatürk’ü Bektaşi veya mason yapma çabaları sonuçsuz kalmıştır. Atatürk’ün mübadeleyle Sebataycıları Selanik’ten getirildiği bilinir, ama aslında Balkan meşrepli mason Bektaşi klanını Türkiye’yi yönetmeleri için transfer ettiği ıskalanır. Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya çalıştığı gizlenir. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre, Atatürk de Bektaşiydi; en yakınlarında tuttukları arasında da epey Bektaşi vardı. Peki o halde Mason Bektaşiler neden Atatürk'ü zehirleyip öldürdüler? Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışıyor. 15 Faruk Arslan Sebataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabala’yı da içine katarak mezcetmekle kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler. 1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Hurufilik akımını ve el kitabı Cavidan'ı yakından inceleyeceğiz. Mason Bektaşiler, namaz kılmayan, içki içen Bektaşi tipini pek sevdiler. Utanıp sıkılmadan Osmanlı’nın mayasını oluşturan alperenleri, Hacı Bektaş Veli’yi, Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Taptuk Emre’yi, Abdal Musa’yı, Ahi Evren’i, Şemsi Tebrizi’yi, Kuran tanımaz, ibadeti önemsemez, işret eden birer Batıni derviş yaptılar. Hacı Bektaş Veli’yi Hoca Ahmet Yesevi’den icazet almış bir Horasan ereni yerine, en sapık Batıni tarikat İsmailli’lerin meşhur suikastcılar gizli örgütünün reisi Hasan Sabbah’a mürid eyleyip bir İsmailli Dai’si saydılar. Yesevi’nin bir alpereni olan Hacı Bektaş’in İslam’ı anlama ve yaşama misyonu ile Mason Bektaşilerin misyonu hiç birbirine benzemiyor. Gerçek Tasavvufi ve Sufi yorumdan, Müslümanlıktan uzaklaştırılan ve geniş meşrepli hale getirilen Bektaşiliği, güya Sünni İslam’ın düşmanı, Alevileri laikliğin teminatı, CHP’nin ‘ oy deposu’ yaptılar. ‘Alisiz Aleviliği’ icat edip, Aleviliği İslam dışına çıkarma gayretleri, son yıllarda su yüzüne çıktı. Bir asırdır orduya, bürokrasiye, yargıya yerleştiler, Türk derin devletinin, istihbaratının, ‘Ergenekon’un gerçek sahipleri oldular. Bu kadar güçlü 16 Faruk Arslan oldukları halde, ‘neden Alevilerin sorunlarını çözmek istemediler’ sorusunu, kimse soramadı. Oysa 85 yıldır ekonomiyi bizzat yönettiler, siyaseti, medyayı istedikleri gibi yönlendirdiler. 170 yıldır elit Bektaşiliği kurarak, kendilerini düz Alevi halktan ayırdılar, Alevilerin kimliklerini yaşamalarına izin vermediler. Tekke ve zaviyeleri, saltanatı kaldırdılar, zira güya Türkiye Cumhuriyeti bir Bektaşi Cumhuriyetiydi. Halkla iç içe bir erenlik yolu olan Bektaşilik, asıl hüviyetinden hızla uzaklaştırıldı. Bırakın Hz. Muhammed’i (SAV) sevmeyi, göstermelik bile olsa Hz. Ali’yi sevmeyi dahi beceremediler. Bu kadar yanlışlık yadırganıyor. Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor. Alevilik son zamanlarda daha yüksek sesle konuşulmaya başlandı. AK Parti'nin Alevi açılımı, Alevi örgütlerin çoğundan destek bulamasa da meseleyi gündeme taşıdı. Türkiye'nin bir Alevi sorunu olduğuna inanıyorum. Bu sorunun bazı boyutlarını Mason Bektaşilik başlığı altında inceleme tercihinde bulundum. Yoksa Alevi meselesi ile ilgili çok sayıda kitap var. Fakat hiçbiri son 170 yılda 'Mason Bektaşi'liğin 'Geleneksel Bektaşilik' ve Alevilik üzerindeki etkisini, Alevilerin bugünkü durumunu ve gidişatını ele alma noktasından hareket eden çalışmalar değil. Aleviler kendilerini sorgulamaya başladılar. Bektaşilikten hele hele Mason Bektaşiliğin uydurduğu alafaranga hurafelerle dolu Bektaşilikten kurtulup, 17 Faruk Arslan Alevilik kültürünü temizleyip aslına döndürmek için çalışmalar yapılıyor. Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet, inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba, ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri, sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir inanç bütünlüğüdür. Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz, Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez. Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez. Aleviler, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor. Peki Bektaşilerin, Alevilerin çoğu neden solcu Kemalist'tir veya kendilerini Kemalist olarak tanımlıyorlar? Çok sayıda Alevi kurumu, Cemevi, cemevi ve kültür derneklerinin yöneticileri var. Bunların birçoğu Kemalist. Mason Bektaşilik, 1960'lardan beri Bektaşi ve Alevi toplumu içerisinde de kayda değer bir çoğunluğun kendisini Atatürkçü ya da Kemalist olarak tarif etmeye zorluyor. Atatürk'ü Bektaşi gösteriyorlar. Cumhuriyet döneminde hiç bir hakları verilmediği halde Alevilerin Atatürk'ü, bir ‘Mehdi’, bir tabu olarak görmesi sağlanmış durumda. Dersimli bir Alevi olan Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun, 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı kitabında 18 Faruk Arslan şu görüşleri savunuyor: Alevilerin Kemalistliği bir takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Kemalizm'i yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok utanç verici bir şeydir. AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır. Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil, doğrudan rejimledir. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor. Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Almanya İstihbaratı ile işbirliği yaparak Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde çalışma yürütüyorlar. Çok açık söylemek gerekir; bu çaba ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir. Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz kalacaktır. Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması, 19 Faruk Arslan Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması, davaların yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. 2009 ve 2010 yılında yapılan 7 Alevi Çalıştayı sorunun çözümünün sanıldığı kadar kolay olmadığını ortaya koydu. Alevilerin talepleri çok çeşitliydi, ortak bir deklarasyona ulaşmak için daha fazla empati yapılmalıydı. Alevilerin beklentilerine cevap verilememiştir. 1937 ve 1938'de Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz doğru cevap, bence özür devletimizi belki de Tuncelili Kürt Alevi vatandaşlarımızla barıştıracaktır. Elbette, hangi Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir sorusuna bu kitabın cevap vermesi mümkün değildir. Bu alanda saha çalışmaları yapılmalıdır. Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz Türkler” de diyebileceğimiz eski elit Mason Alevi Bektaşiler gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı kökenlilerin rolleri önemsizleşiyor. Gerçek Aleviler haklarını aramaya, bastırılmış kimliklerini bulmaya çalışıyor. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 170 yılı artık tamir etmeliyiz. Türkiye’de kaşınmış her sorunun altından Mason Bektaşiler çıkıyor. Gerçek Aleviliğin ortaya çıkması işlerine gelmiyor. 20 Faruk Arslan Bu kitapda görüşlerine yer verdiğimiz merhum Şevki Koca, Bektaşiliğin masonluktan arındırılarak 1876’dan önceki haline döndürülmesini arzuluyordu. Bektaşilerin mason olmasına karşıydı. Şevki Koca, kadim Balım Sultan Erkanı’nın yaşatılması gerektiğini savunuyordu. Bu nedenle, evlenmemeyi esas alan mücerret erkanı ile nasip aldığını belirten Koca, Türkiye’de Cumhuriyet sonrası bu geleneği hayata geçiren belki de ilk Bektaşi olduğunu belirtiyordu. Koca, Bektaşi geleneğine uygun, düşünsel yapısına uygun bir değişime evet derken, bu değişimin Hacı Bektaş Veli ile Ahmed Yesevi ile gelen kültüre, köklerine o ulu çınara uygun ve evrensel açılımı olan bir değişim olmasını savunuyordu. Koca, “ Siyasal iktidarla ilişkilerinde daima sivil bir kimlik. Ama laikliğe, cumhuriyete, demokrasiye, üniter yapıya karşı bir kamp değil. Devletin resmi formatının karşısında kültürel bir rekabetin sürdürülmesinden yana bir kimlik olmalı.” görüşündeydi. (Küçük, 2000). Şevki Koca’nın, şu tespitini unutmayalım: Bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. (Koca, 2003). Bektaşilikte reformun Kanuni devrine Balım Sultan ve Sersem Ali Baba dönemindeki haline döndürülmesi fikrine katılıyorum. Koca’ nın dünya dedebabalığı eskisi gibi Türkiye’ de olmalı görüşü, vizyon sahibi olmanın gereğidir. Dünya Bektaşilerinin tekrar Türkiye’ den yönetilmesi halinde bu tarikatın yeniden İslam’ a hizmet etmesi muhtemeldir. Bu kitapda asla Bektaşiliği kötülemek, karalamak niyetinde değiliz. Gerçek Bektaşiliğin özlemi içindeyiz. 21 Faruk Arslan Mason Bektaşiler, geleneksel Bektaşiler ve Aleviler arasındaki farkları eskiden göremiyordum. Perde gözümden 10 yılda kalktı. Bektaşiliğin masonluk tarafından ele geçirildiğini pek çoğumuz halen farkında değil veya bunun ne denli önemli olduğunu kavrayamıyor. Derin devletin gerçek sahiplerini tanımadan kimse Türkiye’nin geleceğini planlayamaz. Mason Bektaşiler, bu ülkenin 170 yıldır hakim gücüdür, derin devletlerinin gerçek sahibidir. Alevi açılımı kolay olmayacak. Hacıbektaş Anadolu Kültür Vakfı, Türkiye ve bugün Avrupa'daki 495 Alevi örgütünü bünyesinde barındıran Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve Alevi Bektaşi Federasyonu, Almanlarla dirsek temasında Ankara’yı zorlayacak gözüküyor. AKP’nin ‘Alevisiz Ali’lik peşinde olduğu savunuyorlar, kendiler inin ‘ Alisiz Alevilik’ hatta İslam dışı laik bir Alevilik peşinde olduklarını gizliyorlar. Mason Bektaşilere ve derin devlete rağmen Alevi açılımı yapılıp yapılamayacağını göreceğiz. Mason Bektaşiler ile Ergenekon ve kırk kişiden oluşan, “Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in ilişkileri bugüne kadar hep ıskalandı. 1952’den beri ‘Üç Albay Ergenekon’ dönemi yaşandı, eskiden Ergenekon’ın adı kötüye çıkmamıştı. ‘Albay Ergenekon’ lakabını veya kod ismini kullandığı bilinen Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp ve Veli Küçük, operasyonel birimleri yönetti. Asıl liderler, beyin takımı ortada gözükmedi. Nihayet çok önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve diplomatların oluşturduğu bu “Büyük Devlet Jürisi” ortaya çıktı. On beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını tartışıyorlar. Encümen—i Daniş, kimilerine göre devlete 22 Faruk Arslan rota çizmeye çalışan gizli bir “güç odağı”, kimilerine göre hükümetlere yön vermek isteyen bir teşekkül, kimilerine göre ise, asıl derin devletin ‘Akil Adamları’... Bazılarına gore ‘ Dinazorlar Takımı’ bazılarına göre ‘ İhtiyarlar Heyeti’… 2004'den beri üç eski genelkurmay başkanı, bir eski başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı eski kuvvet komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri bakanı, bazı eski bakanlar, politikacılar ve emekli büyükelçilerden oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti, Encümen—i Daniş Grubu veya bir yol olduğu için laik bir Tarikat olarak adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle daha da güçlenen Encümen—i Daniş'in tavrı yeni açılımlarda çok önemlidir. Ergenekon davasının sonuçları Alevilerın kimliklerini bulmalarıyla doğrudan alakalıdır. Bediüzzaman Said Nursi, Alevilerin İslam içinde ehli necat olabileceği içtihatında bulunarak asırlardır süren ikiliğe son verdi. Nursi, Aleviliği Siyasi Şialık ve Vilayet Yolu Alevilik olarak ikiye ayırdı. Hz. Ali’ yi sevenin peygamberimizi seveceğini ve kelimei şehadeti kabul edeceğini varsayarak Alevilerin kurtuluş zümresi içinde sayılmaması için hiçbir neden olmadığını savundu. Üstadın açtığı yolda Alevileri siyasi Şialık olmaması kaydıyla ehli beytin kutsi devamcıları kabul ediyoruz. Bu kitap, Nisan 2009’da Mason Bektaşiler adıyla Karakutu Yayınları tarafından basılan eserin yenilenmiş halidir. Yıllardır beynimize sansür yaptığımız, dile getiremediğimiz sorunun adını koyuyor. Faruk Arslan Toronto 26 Nisan 2011 23 Faruk Arslan Birinci Bölüm GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca’ya göre, gerçek Bektaşi mason olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır. Bektaşilik postunu 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Hangisi doğru? Turgut Koca bir mason muydu?. Dedebaba Bedri Noyan'dan sonra Halifebaba Turgut Koca'nın postnişin olmasına kesin gözüyle bakılıyordu; ancak talihsizlik, Turgut Koca, Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat etti. Hayır sözü, "İki büyüğünü aniden arka arkaya kaybeden Bektaşîler birbirlerine düştüler" meselesine getirmeyeceğiz! Söylemek istediğimiz şu: Bektaşîler aralarındaki masonları isim isim biliyorlardı. Şöyle ki, Halifebaba Turgut Koca vefat edince evrakları arasında, kendisinin yazdığı, "İttihat ve Terakki Azaları" başlıklı bir liste bulundu. Halifebaba Turgut Koca, İttihatçılar; "Bektaşîler", "Masonlar", "Melamiler" ve "Mason-Bektaşîler" başlıkları altında toplamıştı. Bizi ilgilendiren, listenin "Mason-Bektaşîler bölümü; bakın Halifebaba Turgut Koca'ya göre İttihatçıların içinde kimler "Mason-Bektaşî"ydi? 24 Faruk Arslan "Enver Paşa, Ali Fethi (Okyar), Kâzım (Karabekir) Paşa, Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Salah (Cimcoz) Bey, Ethem Ruhi (Balkan), Dr. Miralay Mehmed Ali Bey, İhsan Namık Bey, Ahmed Bedevi (Kuran), Mehmed Cemil Bey, Niğde Mebusu Hayri Efendi, Hakkı Baha Bey, Kara Vâsıf Bey." Turgut Koca, "Namık Kemal, Ziya Paşa" gibi Jön Türkleri de bu listeye eklemişti. Ayrıca İttihatçılardan ayrılan, Prens Sabaheddin ile Rıza Tevfîk de (Bölükbaşı) bu listedeydi. Düne kadar, aralarında kimin mason olup olmadığım önemsemeyen; masonluğa hiç soğuk bakmayan, dışlamayan Bektaşîler, bugün neden yoldaşlarını masonlukla itham ediyordu. İsmail Fazıl Paşa, Enver Paşa'yla arası iyi olmadığı için, savaşın ilk yıllarında emekliye ayrılmıştır. Bu nedenle, o dönemde Saray'a yakındı. Mustafa Kemal'in Enver Paşa karşıtlığı biliniyor. İkiliyi, bu nefretin birleştirdiğini de söyleyebiliriz. Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca ordular arasında cephelerde değil, aynı zamanda çeşitli uluslararası lobiler arasında da geçmiş çetin bir mücadeleydi. Taraflar, Londra, Paris, Roma, Washington gibi önemli metropollerde çeşitli baskı gruplarını etkilemek istiyorlardı. Bu etkili baskı gruplarının başında masonlar geliyordu. Ve hakkını vermek gerekir ki, sol fikirlere yakınlığı olan Fransız Büyük Doğu Locası masonları, zaman zaman Ermenilerin etkisinde kalıp tavır değişikliği gösterseler de, genellikle Ankara Hükümeti lehine propaganda yaptı. Gerçi asıl nedenleri, İngiliz yayılmacılığının önüne geçmekti, ama olsun, destek vermişlerdi işte. (Yalçın, 2006). 25 Faruk Arslan Mason Bektaşiler ile Geleneksel Bektaşilerin savaşını başlatan bu kritik iki ölümdür. Gerçek Bektaşiliği ortaya çıkarmak için ahir ömründe müthiş çabalayan merhum Baba Şevket Koca’ya göre, Soner Yalçın gibilerin Turgut Koca’yı mason gösterme çabasına rağmen o bir mason olamaz. Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun için Ankara darbesiyle mason olmayan Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. Dedebabalıkta ikilik çıkaran masonlar, eskisi gibi Bektaşiliğe hükmedemiyor. Güç kaybetmenin kuyruk acısını yaşıyorlar. Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? Alevilik'ten farklı olarak, Bektaşilik doğumla değil sonradan olunduğu için, bir Dedebaba'dan 'nasip alınması' gerekiyor; ancak yetkili birinin el vermesiyle 'nasip alan' Bektaşi sayılıyor. Bektaşi vefat ettiğinde, "Sırra kavuştu" veya "Hakk'a yürüdü" deniliyor. "Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işittiğini kaydediyor. (Noyan, 2006, s. 301). Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi, Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa geleneksel Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı 26 Faruk Arslan tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Tüm varlığımızı 150 yıldır onlara borçluymuşuz gibi bir hava uyandırıldı, sopa gösterildi. Mason Bektaşilerden, Osmanlı’daki hakim gücü 624 yıl temsil eden, bugün Türkiye’nin gerçek sahibi olmaya başlayan ‘Sünneti Vel Cemaat’ denilen müslümanlar çekinmiyor. Masonlar, derin yapılara hakim olmalarına ve sağlam ekonomik yapılarına rağmen psikolojik ve sosyolojik açısından yakın gelecekte kaybedeceklerini gözlemliyorlar. Gizli olması gereken masonluğun fazla reklam edilmesi, kitaplar yazdırılması, filmler, diziler çekilmesi medyadaki tartışmalar, hatta Türk mason locasına yakın geçmişte medyanın davet edilmesi, bozulan imajlarını kurtarmaktan ziyade son çırpınışlarını simgeliyor. Bu bir ‘Psikolojik Savaş.’tır. En fazla Bektaşinin Türk ordusunun üst rütbelileri içinde olduğu fazla yazılıp çizilemez. Hele kimse mason olanlardan bahsedemez. Oysa ordu mensuplarının bırakın bir tarikata, sivil derneklere bile üye olması yasaktır, izin almak için başvurmayı kimse denemez bile. Taha Kıvanç, 1980’li yıllarda yazdığı bir köşesinde bir izlenimini şöyle anlatıyor: Ankara Palas Devlet Konukevi`nde davet verilmeyi hak edecek bir olayın yıldönümüydü ve Ramazan ayı içerisindeydik. Elinde rakı bardaklarıyla gördüğü iki yakın mesai arkadaşı için, Evren Paşa, `Mazur görmelisiniz` demişti, `Çünkü Bektaşi onlar…` İki üst düzey komutan Bektaşi miydi gerçekten, yoksa Kenan Evren arkadaşlarıyla basın mensupları önünde şakalaşıyor muydu? 27 Faruk Arslan Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 170 yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler. 1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi kimlikleri söylenmez. Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya çalıştığı gizlenir. En büyük hatası belkide Mason Bektaşi doktoru Mim Kemal Öke’yi Bektaşi Dr. Rıza Nur’a yaptığı gibi zamanında yanından tasfiye etmemesidir. Kendiside bir Bektaşi olan, Atatürk yakın dostu, Rakı Masası arkadaşı ünlü yazarımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bektaşiliğin ekstra haklar elde etmesini engellemiştir. Karaosmanoğlu’nun sahte Bektaşileri hicvettiği ‘Nur Baba’ adlı romanı sahneye uyarlandığında tiyatronun Bektaşiler tarafından basıldığı nedense yazılmaz. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre, Atatürk de Bektaşi; en yakınlarında tuttukları arasında da epey Bektaşi bulunuyor.`Erenler Bağından` adıyla da bir eseri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu`nun ünlü `Nur Baba` romanında bir tekke etrafında anlattıkları `gerçek hayat öyküleri`ydi. `Nur Baba`, İstanbul Çamlıca Bektaşi post-nişini Ali Nutki Dedebaba`nın lakabıydı. Kendi isminin önünde 'Doç. Dr.' unvanı bulunsa da tıp adamı bir akademisyen olmaktan öte 'Dedebaba' diye anılacak önemde bir kişi, Bedrettin Noyan, Türk tarihinin 28 Faruk Arslan değişik dönemlerinden bildiğimiz, kitaplarını okuyarak, şarkılarını dinleyerek yetiştiğimiz, siyasî kavgalarından hatırladığımız pek çok ismin 'Bektaşi' olduğunu övünerek söylüyor... Evet Atatürk de, Bayar da, Menderes de, Karabekir de, Yahya Kemal ve Yakup Kadri de meğer birer Bektaşiymiş... (Kıvanç, 2008). Atatürk’ün babası Ali Rıza beyin Bektaşi olması nedeniyle Atatürk Bektaşi sayılıyor, ama annesi Zübeyde Hanımın Bektaşilikle ilgisi olmadığı yine saklanıyor. Noyan, sunduğu listede aşağıdaki isimlerin hepsini 'ortak payda' Bektaşilikte birleştiriyor: Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Saydam, Mithat Paşa, Talat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdullah Cevdet, Muallim Naci, Ahmet Rasim, Kazım Karabekir, Behçet Kemal Çağlar, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Ahmet Refik Altınay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan, Samih Rifat Çağatay, Nuri Halil Poyraz, Şükrü Şenozan, Şemsi Yastıman... Daha eskiler de var: 2. Murat, Kanuni Süleyman, Tepedelenli Ali Paşa, Fuzuli... ( Noyan, 2006). Bu isimlerin başka ortak paydalarıda var; bir kısmı mason, bir kısmı Sabataycı. Sabataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabbala’yı da içine katarak mezcetmekle kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler. Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor. 29 Faruk Arslan Şubat 2002’de yargı organlarımız isminde Alevi ve Bektaşi kelimeleri geçtiği gerekçesiyle bazı Alevi ve Bektaşi kuruluşlarının kapatılmasına karar verdi. Kanunlarımızın gadrine uğradıklarına inanan Alevi ve Bektaşiler, haklarını aramak için AİHM yollarına düştü. Bu oyunun 2002 Martında yapılan Bektaşilik postu seçimi öncesi, masonik Bektaşiliğin geleneksel Bektaşiliğe salvosu olduğu kamuoyunca fark edilemedi. Gerçek Bektaşiler, 150 yıldır sırtlarında kambur olan masonlardan kurtulmaya çalışıyor. Mason Bektaşiler, Almanya Merkezli Alevi Bektaşi Birlikleri Konderasyonu’nun yurt içindeki Alevi Bektaşi Federasyonu gibi militarist Alevileri toplayıp siyasileştirdiği görülmüyor. Özellikle Alman istihbaratı ile koordineli çalışan bazı işbirlikçi derneklerin kışkırtılması için ‘Alisiz Alevilik’ söylemi bir araç, bir maşa olarak kullanılıyor. Bu savaşın karşı tarafında mason olmayan Bektaşiler, Dedebalar, Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan, Ayhan Aydın gibi aydınlar var. AKP’den milletvekili olarak ezberleri bozan Reha Çamuroğlu gibi bir başka aydın siyasetçi. Doğan’ı ‘düşkün’, yani ‘ sapıtmış’ ilan etttirmekle tehdit ediyorlar. Başları sıkıştığında kullandıkları etkili bir şantaj yöntemi bu. Masonlar Bektaşiliğe nasıl eklemlendi? On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları "Masonluk" denilen mahiyeti pek çok insanca meçhul örgütün Osmanlı topraklarında da taraftar bulup faaliyet göstermeye başladığı bir süreçti. Özellikle İttihat ve Terakki’nin iktidarında pek çok kişi Masonluğun yapısı 30 Faruk Arslan içerisinde yer almıştı. Hatta Şeyhülislamların içinde bile Masonların olduğundan söz edilir. 1826’de Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut tarafından fesh edilip, tekkeleri kapatılınca Bektaşiler Mason Locaları ile işbirliği içine girdiler. Pek çok Bektaşi şeyhi Mason oldu. Konunun uzmanı İrene Melikoff'a göre, Bektaşiler kendilerini korumak için masonluğa girdiler. Hatta Bektaşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler, Beşler, Yediler kavramı Masonluktan girmedir. Bektaşiler, sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar, Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar. Ahmet Rıza, Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri, Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Temo, Mithat Şükrü Bleda, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacılar Yakub Cemil, Ömer Naci ve Atatürk'e suikast davasında idam edilen Dr. Nazım Bektaşi'ydi. Kemal Derviş'in amcası Asaf Derviş Paşa ve eski Başbakanlardan Recep Peker Bektaşi idi. Hem Mason hem Bektaşi olan ünlüler arasında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bektaşi Şeyhi Mehmet Ali Erel Baba, Ziya Paşa, Namık Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Prens Sabahattin, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Kara Vasıf da var. (Melikoff, Haziran 2006). 1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Rivayet diyorum, zira "bilim belgedir". Bektaşilik hakkında yazılar ve kitap yazan A. Yılmaz Soyyer, 2008 yazında Osmanlı Arşivi’nde yaptığı araştırmada bir belgeye rast 31 Faruk Arslan geldi. Bu belge, Masonluk-Bektaşilik benzerliği üzerine kurulmuş bir jurnal metniydi. 20 muharrem 1307 / 16 eylül 1889 tarihinde Limni adasındaki devlet görevlileri (muhtemelen istihbarat elemanları) Sadrazamlığa bir jurnelde bulunmaktadır. Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlara göre adada Masonların sistemine (mezhebine) benzeyen yeni bir oluşum ortaya çıkmıştır. Bunların törenleri (ayinleri), bazı dini farzları tamamen inkar eden bir yapıdadır. Jurnale bakılırsa bu oluşumun taraftarları muharremin onunda bir yere toplanıp, Fazlullah Hurufi’nin "Cavidan" adlı eseriyle buna benzer şeyler okumakta ve dinlemektedirler. Bu gizli oluşumun mensupları arasında Ada Mutasarrıfı ve Liva Naibi de bulunmaktadır. Bu topluluğu esas tesis edenler ise Humbaracıoğlu Hüseyin Katporanzade Mehmed Ağa isimli iki Toksa Arnavut’tur. Sadrazamlık gizli bir soruşturma başlatır. Soruşturmanın sonucuna göre Masonlara benzer denilen teşkilatın Bektaşi Tarikatı olduğu apaçık görülmektedir. Devlet jurnali gönderenlerin şikayetine şöyle karşılık vermektedir: "memalik-i şahanede Tarikat-i Bektaşiye’ye mensub bir hayli kesan var iken harsan bunların teb’idi muvafık-ı muadile olamayacağı" yani " Osmanlı topraklarında Bektaşiliğe mensup bir dolu insan varken bunların sürgünü adalete uygun olamayacağından…" diye devam etmektedir. ( Soyyer, 2008). Yukarıdaki metinde en çok dikkatimi Mason ayiniyle Bektaşi ayininin benzetilmesi çekmiştir. Soyyer, bu güne kadar sayısız Bektaşi tanıdığı halde kimliğini bilerek hiçbir Masonla tanışmamış. Mason ayininin nasıl 32 Faruk Arslan olduğunu da gazetelere yansıyan haberlerin dışında bilmiyor. Bu hususta bir Bektaşi’ye danışmaktan başka hiçbir çaresi kalmıyor ve sonunda Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca Babaerenlerin dizinin dibinde yetişmiş bir Bektaşi dervişine durumu soruyor. Onun cevabını aynen aşağıya naklediyorum. "Turgut Baba Erenlerin bir konuşmasında ’Masonluk, bilgi aktarımı üzerinedir, ruhaniyet yoktur. Bu nedenle bilgide belli bir yere gelenler, ruhaniyetin eksikliğini hissederek hayatının belli bir döneminden sonra Bektaşî olmak isterler’ mealinde sözler söylemişti. Fakirin bu konudaki düşüncesini sorarsan; ’Bektaşîlik ulaşılabilecek en üst ve zevkî mertebedir. İnsanın bu kapıya gelinceye kadar bütün kapıları dolaşması gâyet normaldir, fakat bu kapıya geldikten sonra bir veya bir kaç alt sınıftan olan diğer inanç yapılarını veya kulüplerinde huzuru araması, kişinin zevkî eksikliğidir. Bektaşîlik aklı reddetmez, ancak akıl ile bir yere kadar seyir mümkündür. Akıl yetseydi Cebrail’in (A.S.) Sidretü’l-Müntehâ’dan ileri geçmesi gerekirdi. Yücelme ancak aşk makamında seyirle mümkündür. Bektaşîlik Nâzenin yoldur, diğeri pozitif ilimleri kendine rehber edinmeye çalışan ve dönem dönem merdud olanın da âleti olmaya mahkum olabileceği bir yapıdır. Bektaşîlik sîrette (iç dünya, gönül alemi), Masonluk ise surettedir (dış görünüş, kalıp). Sîrette tekâmül (gelişme), mâsivadan (dünya pisliklerinden) el çekme ile olur. Aksi halde hannâsın tuzağından kurtulmak zordur, insanı hubb-ı mâl, hubb-ı câh ve tekebbür ile aldatır. Kemâle ulaşmış Bektaşî fukaraları böyle düşünmüşlerdir. Bazı Masonluğa olan 33 Faruk Arslan yakınlıklar ise, o dönemin özel şartlarından dolayı olduğu sonucuna varılabilir. Bu açıdan meseleye baktığımızda Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır denilebilir. Turgut Baba Erenlerin Divanı’nda Masonluk hakkında yazdığı bir şiir vardır." (Soyyer, Eylül 2008). Şevket Koca’nın Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Dîvânı kitabında yer verdiği şiiri dikkatli okuyalım: Dinle bu fakîri azîz kardeşim Bak bir nokta perkâr Alî değil mi? Terk eyle şu Hıram efsanesini Çâr unsura mi’mâr Alî değil mi? Uhuvvet, müsâvât, adâlet, mîzân İçtimâî yardım, tevhîde nişân Süleyman’ı Kâf’a Süleyman yapan Mühr-i mucizekâr Alî değil mi? Ahd-ı Atik’deki Yehova odur Beliben, Ariyel ve Yaya odur 34 Faruk Arslan Cedid Ahd içinde İliya odur Ahd-ı Âhir Haydar Ali değil mi? Uknûm-ı selâse oldu müselles Alî’dir Eb, İbn, Ruh-ı Mukaddes Bâtını kadîmdir, zuhûru muhdes Âşıklara dîdâr Alî değil mi? Gözü bağlı irfân yolu bulunmaz Işık ver demekle cihân nûr olmaz Taht-ı Muhammedî çerâğsız kalmaz Gönüllerde envâr Alî değil mi? Musevî, Mesihî birdir Müslüman Türlü esmâ ile bölünmez insan İkilikten geçer muvahhid olan Îmân ile ikrâr Alî değil mi? 35 Faruk Arslan Taklidî düzendir Mason Mahfili Mecâz gönyesinde güzâf pergeli Pîrimiz dost Hacı Bektaş Veli Üstâdımız Hünkâr Alî değil mi? Tathîr olmayana böyle söylenir Matrûda dul karı çocuğu denir Allah bir, erkân bir, mezheb bir Hâriciye inkâr Alî değil mi? Hırka nedir, kemer nedir, tığbent ne? Palheng taşı, teslim taşı, cilbent ne? Taç neyi remzeder acep hikmet ne? Keşküldeki Pazar Alî değil mi? Gürûh-ı Nâci’de pâk gönül gerek Seyr-i sülûk, kat-ı merâhil gerek Mürşid gerek, rehber gerek, el gerek 36 Faruk Arslan Yedd-i nûr-ı ahdâr Alî değil mi? Bu masondur diye kayırmak neden? Otuz üç parçaya ayırmak neden? Hakkullaha karşı buyurmak neden? Vicdân şuur etvâr Alî değil mi? Turgut Baba nutkun magz-ı Kur’ân’dır Alî dediğimiz kâmil insandır İnsan-ı kâmilde âlem nihândır Mümkünatta ezkâr Alî değil mi? ( Koca, 1999, s. 199200). Bedri Noyan dedebaba’dan 25 Eylül 1994 yılında babalık icazeti alan, sonra da 11 Nisan 1998’de Haydar Ercan dedebabadan halifelik hilafetnamesi alarak halife, halifebaba ünvanı kazanan Nurettin Ölmez’in beyanına göre, baba sayısının Türkiye ve dış ülkeler olmak üzere 11 halifebaba bir dedebaba olmak üzere 12'yi geçmemesi gerekiyor. Türkiye’de halen 200 Bektaşi babası ve 3 milyon Bektaşi bulunuyor. Bektaşi olmanın yolunu Ölmez şöyle özetliyor: Bir kimsenin Bektaşi olabilmesi için, evvela yolumuza âşık olması; eline, diline, beline 37 Faruk Arslan sadık olması ve onun yolumuza girmesi için kefilinin olması şarttır. Yolumuza bir koç keserek, bir mürşide rehberle beraber gidilir. Nasip alınır. Bütün canlar tebrik ederler ve aralarına kabul ederler. (Aydın, Eylül 1999). Bektaşilerin namaz kılmadığı mitini çürüten Ölmez, Türkiye’nin en köklü Bektaşi silsesini şöyle izah ediyor: Turgutlu Dergâhı postnişini Yunus Ölmez’in oğluyum. Ali Rıza Baba Dergâhı’nda yaşadım. Ali Rıza, Mısır’dan göçme Giritli bir Pirdir. Babamız çocukluğumuzda bizi camiye namaz kılmayı gönderirdi. 17 yaşında iken Nakşiydi, Menemen olayından sonra babamı bir Bektaşi olan Müftü Süleyman Efendi, Bektaşi yapıyor ve yobaz diye asılmaktan kurtarıyor. Bedri Noyan dedebabamız da Yunus Baba’nın dervişidir. Mersin’de Sadık Bektaş Baba vardı, mücerret babaydı kabri halen Mersin mezarlığındadır. O, Bedri Noyan dedebabamız ve Yunus Ölmez baba bir de Ali Naci Baykal, hepsi birden Ankara’da üçünü halife yaptılar. Sadık Baba, Bedri Baba, Yunus Baba halife oldu, Ali Naci Baykal baba da dedebaba vekiliydi zaten. Arnavutluk’taki Salih Niyazi dedebaba, Arnavutluk’a giderken emanetleri Ali Naci Baykal dedebabaya bırakmıştı; onun için o dedebabaydı diğerleri de halife oldular. Sonra Ali Naci Baykal baba göçmek üzereyken, Bedri Noyan babaya dedebabalık ünvanı verdi ve o şekilde oldu. (Aydın, Eylül 1999). Baba Haydar Ölmez, masonların yol’da ikilik çıkarttığını vurguluyor ve şunları anlatıyor: Ankara’dan Teoman Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp 38 Faruk Arslan geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. ( Dinç, Mart 2002). Bu hamur çok su götürür. Geleneksel Bektaşilik masonik Bektaşiliğe karşı savaşını Türkiye’nin selameti adına kazanmak zorunda. Aksi halde masonların manipülasyonu sonucu yanlış biçimde oluşturulan, dindar müslüman ve İslam düşmanı imajından kurtulmaları mümkün görünmüyor. Alevileri kışkırtarak Sünni Alevi çatışması çıkarmaya çalışan Mason Bektaşilerin nereden koştuğunu incelemek zorundayız. Tarihi gerçeklerden önce günümüzdeki liderlik kavgasını ele almakla başlayalım. 39 Faruk Arslan İkinci Bölüm BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI Osmanlı'nın fetihlerini ve tebliğlerini uzun asırlar boyu omuzlarında taşıyan bu büyük tarikat, bugün iki farklı ekolün, geleneksel Bektaşilik ve Masonik Bektaşiliğin çekişmesine sahne oluyor. Bektaşiliğin bugün iki dedebabası var ki, bu durum erkânın ayak altına alınması demek. Bu skandalda herşey var; masonlar ve oyunlar, Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi, adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin, fitnenin, paranın zirve yapması... Heterodoks inançlı vatandaşlarımız vakıf ve derneklerini kurtarma peşinde koşadursunlar, diğer yanda, Bektaşi dünyasını derinden etkileyen ilginç gelişmeler yaşanıyor. Dünya Bektaşiliğinin lideri olan dedebabalık makamı Türkiye’de bulunuyor. Bektaşilik iç çekişmeler ve bazı masonların kronik etkisiyle ikiye bölünmüş durumda. Karizmatik dedebaba Bedri Noyan’ın 1997’de ölümünden sonraki süreç iki tane dedebaba ortaya çıkardı: Biri Noyan’ın vefatının ardından seçilen Haydar Ercan, diğeri de Ankara grubu veya mason grup olarak anılan oluşumun seçtiği Mustafa Eke. Bu 11 yıllık süreç, Osmanlı’nın fetih ve tebliğini omuzlamış, ardından Kurtuluş Savaşı’nı kayıtsız şartsız desteklemiş bir köklü tarikat mensuplarının tabiriyle “ibret verici” olaylarla dolu. 40 Faruk Arslan Amerika’dan Avustralya’ya, Balkanlar’dan İsveç’e kadar çok geniş bir coğrafyada büyük bir kitleyi kapsayan Bektaşilikteki dramatik gelişmelerin pek dikkat çekmemesi, olayın popüler ve magazin yönünün zayıflığından, bir de Hacı Bektaş Veli bağlılarının kol kırılır yen içinde kalır anlayışından olsa gerek. Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında Dedebaba postunda Salih Niyazı Dedebaba bulunmaktaydı. İttihatçı olup, Mustafa Kemâl Paşa ile de bir hayli samimi olan Arnavut Salih Niyâzî Dede-baba'nın I925'te tekkeler kapatılınca Mustafa Kemâl Paşa ile arası bozulur. Bunun üzerine Salih Niyâzî Dedebaba, 17 Ocak 1930 tarihinde Türkiye’yi terk ederek Arnavutluk'a gider. Orada 1941'de Arnavutluğu işgal eden İtalyanlarca öldürülür. Salih Niyazı Dedebaba'dan sonra Ali Nâcî Baykal Baba, dedebaba sıfatını takınır. 1960 yılında vefat eder. Ondan sonra ise, Doç Dr. Bedrî Noyan bu sıfatı taşımaya çalışır. 21 Dedebaba Bedri Noyan, 1912 yılında Serez'de doğdu. Babası İsmail Hakkı'nın Osmanlı ordusunda kolağası (kıdemli yüzbaşı) olması itibariyle Anadolu'nun birçok şehrinde bulundu. İlkokulu Manisa'da okudu; Samsun Lisesi'nden mezun olup, İstanbul Tıp Fakültesi'ne kaydoldu, 1937’de doktor çıktı. Ankara Numune Hastanesi'nde Nazi Almanyası'ndan kaçan Prof. Dr. Max Meyer'in asistanı oldu. Ama onu asıl "yetiştiren" Atatürk'ün ve daha sonra Celal Bayar'ın doktorluğunu yapan, cumhurbaşkanlığında Çankaya Köşkü'nde oturan, "Baba Erenler" lakaplı, Dedebaba Dr. Hasan Ragıp Erensel'di. Dedebabası Dr. Erensel sayesinde, "yola girdiğinden" itibaren hızla yükseldi. Altı ay içinde derviş ve altı ay sonra da baba oldu. Dr. Erensel, hasta yatağında 41 Faruk Arslan Dr. Noyan'a "hilafetname"sinî yazdırdı. Ve 1953 yılında Dr. Erensel'in ölümü üzerine Dr. Noyan "dedebaba" seçildi. (Yalçın, 2006). Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra Bektaşî topluluğu Dedebabalık postu konusunda bölündüler. Arnavutluk Bektâşileri ile Mısır'daki Bektâşiler, Ali Nâcî Baykal Baba'yı Dedebaba olarak tanımamışlardı. Hatta Mısır'daki Kaygusuz Sultan Dergâhı'nın son postnişîni Arnavut Ahmed Sırrı Baba yazışmaları ve kitaplarında Dedebaba sıfatını kullanırken, Arnavutluk'taki Recep Ferdî Baba da aynı sıfatı kullanmaya devam ediyor. (Yüksek, 2002). Bedri Noyan 6 Kasım 1997'de Aydın'da Hakka yürüdü. Doç Dr. Bedri Noyan'ın ölümünden sonra ise, Türkiye Bektâşîleri, Dedebabalık postu konusunda ikiye bölündü. Bir kısım Bektâşiler İzmirli Haydar Ercan Baba'yı Dedebaba olarak tanırken, diğerleri Arnavut Mustafa Eke Baba'yı Dedebaba olarak tanıyor. Alevîlikle Bektaşîliğin aynı anlama geldiği hakkında, günümüz Hacı Bektaş Çelebisi Veliyeddin Ulusoy, Cem Vakfı İnanç Önderleri İkinci Toplantısı'na sunulan yazısında bu konuda şunları söylüyor: "Genel olarak bu iki sözcük ayrı anlarda kullanıldığı gözlenmektedir. Alevîlik; Hz. Ali'yi seven onun İslâm anlayışına ve yorumunu benimseyen bir inanç sistemidir. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Veli'den sonra ortaya çıkmış, Alevîliğin zaman içerisinde yıpranmış ve o gün ki sosyal yapıya uygun hâle getirilmiş şeklidir." Bektaşilik tarikatının Babagan kolu, Dedegan koluna nazaran daha etkin ve çok daha büyük bir kitle. Dedegan kolunu Hacıbektaş’taki Çelebiler babadan oğula temsil ediyor. Babaganlarda ise kayd—ı hayat ile seçilen dedebabalar, demokratik bir seçimle geliyor. Seçilecek dedebaba adayında filancanın oğlu olması değil; 42 Faruk Arslan dürüstlük, ilim, ahlak gibi ulvi özellikler gözetiliyor. Babaganların son büyük dedebabası Bedri (Bedrettin) Noyan’ın vefatının ardından seçilen dedebaba, Ankara ekibi (veya kolu) tarafından bir süre sonra reddedildi ve Ankara kolunun fiili önderi durumundaki, aynı zamanda 33. dereceden mason olduğu iddia edilen Halifebaba İlhami Teoman Güre’nin girişimleriyle başka bir dedebaba seçildi. Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan’ın deyimiyle adeta bir masonik kopuş yaşandı. Bektaşiliğe yaklaşık 170 yıl önce nüfuz etmeye başlayan masonluk, kapalı ve ‘sırlı’ bir yapı olması dolayısıyla tarikat içinde kendine ideal bir kamufle ortamı buldu, zaman zaman kendi adamlarını dedebabalığa kadar çıkarmayı başardı. Ancak son dönemlerde sadece baba ve halife düzeyinde mason vardı. Bektaşi erkânına göre dünya üzerinde aynı anda sadece bir dedebaba, ona bağlı 11 halifebaba ve 40 tane de baba bulunması gerekiyor. Yoksa erkân bozulur. Oysa şimdi bu ölçüler altüst olmuş durumda. Dedebaba Haydar Ercan’ın 6 tane halifebabası var. Dedebaba Mustafa Eke’nin de, kendi ifadesiyle, “7—8 tane var”. İki dedebabanın bulunması hem sebepleri, hem de sonuçları açısından birçok önemli hususu gündeme getiriyor. Tarikat edep ve ahlakının ayaklar altına alınması, kuralların bozulması, işin içine siyaset ve entrikaların karışması, “yol” felsefesine göre asıl yok edilmesi gereken benlik duygusu ve gıybetin alabildiğine büyümesi, tabanın tam anlamıyla şaşkın, kızgın ve sahipsiz görüntüsü, erkânın birçok yerinden hasar görmesi ve Bektaşilikteki etkisi inkar edilemez boyutta olan masonluk faktörü... 43 Faruk Arslan Noyan Dedebaba’dan sonrası tam bir tufan oldu. Bugünkü olayları tetikleyen ikinci bir gelişme, Noyan’ın yerine geçeceğine büyük ihtimal verilen Halifebaba Turgut Koca’nın da Noyan’ın hemen ardından vefat etmesiydi. Arnavut kökenli ve mason olan Koca’nın vefatından birkaç gün sonra, 12 Aralık 1997’de İzmir Yamanlar’da dedebabalık seçimi yapıldı. İkiliğin başlamasının en azından görünürdeki sebebi olan bu seçimin ayrıntılarına girmemiz gerekiyor. Erkana göre halifebaba sayısı 11 olmalı; halifeliği de uhdesinde bulunduran dedebabayla birlikte sayı, Bektaşilikte çok önemli bir rakam olan 12’ye tamamlanıyor. Seçime 11 halifenin katılması gerekiyordu. Fakat Turgut Koca’nın vefat etmesi, Makedonya Halifebabası Ziya Paşo’nun fakirliğinden dolayı yol parası bulup gelememesi, iki halifelik makamının da boş bulunması sebebiyle seçime 7 halife katıldı. Bedri Noyan’ın 1960’da dedebaba seçilmesi, Ankara’da muhip, derviş, baba ve halifebabalardan oluşan çok kalabalık bir kitle halinde kendisine niyaz (biat) edilmesiyle gerçekleşmişti. Aslında tabanın desteğinin görülmesi açısından bu yöntem en arzu edileni idi. Fakat Bedri Noyan, yazdığı ‘Alevilik ve Bektaşilik’ adlı kitapta, büyük kalabalığın her zaman toplanmasının mümkün olmadığından, seçimin, halifebabalar tarafından yapılmasını ve ekseriyet esasını getirdi. Getirilen bu esasa göre yapılacak seçim 12 Aralık 1997’de ilk kez deneniyordu camiada. Bu yüzden detaya ilişkin kurallar adeta el yordamıyla belirlendi. Halifelerin oy birliğiyle tespit ettiği şekle göre, adaylar kendilerine oy verebilecekti ve en çok oyu alan dedebaba seçilecekti. 44 Faruk Arslan Gelemeyen Ziya Paşo’nun, seçime telefonla katılma talebi, “Bedenen burada bulunması gerekir” diye reddedildi. Bu telefonla katılma olayına bir mim koymamız gerekiyor; çünkü daha sonra Ankara ekibinin ayrı dedebaba seçtiği Mustafa Eke’ye bazı halifelerin telefonla oy verdikleri, tutanağı seçimden sonra imzaladıkları iddiası ortaya atıldı. Baştan sona filme alınan seçimi organize etmesi için Birliğe Hizmet Kurulu adında, Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan’ın başkanlık ettiği bir kurul oluşturuldu. Noyan seçim şekli için, “Biz kurul olarak en küçük bir etkide bulunmadık. Fakat halifeler seçim şekliyle ilgili iki önemli hata yaptı. Biri adayın kendine oy vermesi, ikincisi de dedebaba olmak için ekseriyet oyunun, yani yarıdan bir fazlasının gözetilmemiş olmasıydı” diyor. Seçimin son turunda 2’şer oy alan diğer iki aday karşısında 3 oy alan Haydar Ercan, dedebaba seçildi. Haydar Ercan’a, kendisi haricinde oy verenler Hasan Asuman ve Mustafa Eke idi. Ne ilginçtir ki Eke, daha sonra başkaldırıp Ercan’ı reddeden grubun seçtiği dedebaba olmayı kabul edecekti. Seçime ilişkin şöyle bir tutanak yazıldı: “Bağlı bulunduğumuz Hz. Pir Hacı Bektaş Veli yolunun kuralları gereği 12. 12. 1997 tarihinde, 7303—1 sokak, No: 34, kat: 3 Yamanlar—İzmir’de yapılan dedebaba seçimi toplantısı hür iradeyle gerçekleşmiş olup, aşağıda imzaları bulunan icazetli halifebabalar bu toplantıya iştirak etmişler ve oylarını hür iradeleriyle kullanmak suretiyle, Halifebaba Haydar Ercan’ı Dedebaba olarak seçmişlerdir. Seçilen yeni Dedebaba Haydar Ercan Dedebaba 6. 11. 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen Dedebaba Doç. Dr. Bedri Noyan’ın yerine Hacı Bektaş 45 Faruk Arslan Veli Postnişini olarak, bu görevi, 12. 12. 1997 tarihinden itibaren halifebabaların onayları ile yürütmeye başlamışlardır.” Tutanağı, seçime katılan halifeler Ali Doğan, Ali Sümer, Halil Tiryaki, Hasan Asuman, Haydar Ercan, Mustafa Eke ve Teoman İlhami Güre imzaladı. Fakat Güre, tutanağı, adayların kendilerine de oy vermesi usulüne katılmadığı ihtirazi kaydıyla imzaladı. Dışarıda birikmiş olan çok kalabalık gruba sonuç açıklanıp tutanak okunduktan sonra, halifebabalar başta olmak üzere herkes Haydar Ercan’a niyaz etti, yani dedebabalığını kabul etti. Seçimin diğer bir şahidi Halifebaba Nurettin Ölmez, şöyle anlatıyor: Bedri Noyan dedebabamızın vefatından sonra 12.12.1997 tarihinde İzmir Karşıyaka’da bir canın evinde dedebabalık seçimi yapıldı. Biz de oradaydık. Teoman Güre halifebabanın hazırlamış olduğu tüzük üzere, seçime gidildi. Dedebabamızın oğlu Kurtçebe Noyan, Belkıs Temren hanımefendi ve Hüseyin Yaltırık’dan kurulu seçim komisyonu kuruldu. Yedi halifebaba hepsi de resmi kıyafetleri ile bir kapalı odaya geçip, seçimi yapmak için toplandılar. Seçilecek dedebaba geçici olarak mı, kaydı hayat şartı, yani ölene kadar mı diye komisyon soruyor. Kaydı hayat şartı, kabul ediliyor. Ekseriyet mi, en çok rey alan mı diye, soruluyor; en çok rey alan diye, tutanağa geçiriliyor. Herkes kendine rey kullanır mı diye, soruluyor; buna yalnız Teoman Güre baba haricinde, kullanır diyorlar. Bu da tutanağa geçiriliyor. Sonra seçim başlıyor. İlk turda 2 halife baba ikişer rey alıyor. İkinci turda, Haydar Ercan halifebaba 3 oyla dedebabalığa seçiliyor. Bunların hepsi video kasete alınıyor. Orada bulunan dervişler, nefir üfliyerek dedebabamız Haydar Ercan’ı takdim ediyorlar ve Haydar 46 Faruk Arslan Ercan baba postuna oturuyor. Bütün halife babalar kabul edip, niyaz ettikten sonra, canlar da cümlesini niyaz edip, gül şerbeti dağıtıldıktan sonra merasim bitiyor ve dedebabamız Haydar Ercan seçiliyor. (Aydın, Eylül 1999). Masonluğun güya şerefini kurtarmak için masonik Bektaşiliği temsil eden Teoman Güre, çok geçmeden fitne çıkarmaya koyuldu. Aslında sonuç, seçimde hepsi de aday olan halifelerin hiçbirinin içine sinmemişti ama dedebaba kayd—ı hayat şartıyla seçilmişti; ilk günlerde herşey yolunda gibi göründü. Fakat daha ikinci aydan itibaren, beklemeye alınan muhalif tavırlar ortaya sürülmeye başlandı. Zaten Ankara oluşumunun lideri Teoman Güre başından beri tavır almıştı. Turgut Koca’nın seçimden hemen evvel vefat etmesi üzerine Güre, dedebaba olmak için yoğun çaba harcamış, gel gör ki seçimde kendisinin oyuyla sadece 1 oy alabilmiş, ilk turun ardından adaylıktan çekilmek zorunda kalmıştı. Bedri Noyan’ın rehberliğini yapmış olan ünlü halifelerden Yunus Baba’nın oğlu Haydar Ölmez (baba), mason olduğunu iddia ettiği Güre’nin bu yenilgiyi sadece kendi hezimeti değil, masonluk adına da bir fiyasko olarak gördüğünü belirtiyor ve şöyle diyor: “Güre kendisinin ve masonluğun şerefini kurtarmak için çalışmaya, insanları ayartmaya başladı. Nasıl bu işi bozarım diye araştırırken, Dedebaba Haydar Ercan’ın kardeşi avukat Kasım Ercan’dan haberdar oluyor. Dahası, Kasım’ın da kendisi gibi mason olduğunu öğreniyor ve onu ayartıp, abisi hakkında olmadık laflar söyletiyor. Haydar Ercan’ın, annesine bakmadığını falan söylüyor Kasım. Oysa Haydar Ercan annesine çok düşkündür. 47 Faruk Arslan Dahası, babadan kalan malların kontrolü büyük oranda Kasım’da kaldığı için annesine onun bakması gerekirdi.” ( Dinç, 2002). Görünen o ki, Haydar Ercan’a başından beri karşı olan Güre ve onun kontrolündeki Ankara ekibinin çalışmalarına, Haydar Ercan’ın yönetim anlayışından kaynaklanan bazı sorunlar/sıkıntılar da katkı görevi görmüş, yeni Dedebaba’nın karşısındaki cephe Ankara’yla sınırlı olmaktan çıkmış, bazı babaları, halifebabaları ve tabanın bir kısmını içine almıştı. Ankara ekibi Tekirdağ’daki Halifebaba Halil Tiryaki ve Makedonya’daki Halifebaba Ziya Paşo haricinde, seçime katılan diğer halifeleri yanına çekmeyi başarmış, Ercan karşıtı cephede Teoman İlhami Güre, Hasan Asuman, Ali Sümer, Ali Doğan ve Mustafa Eke biraraya gelmişti. 48 Faruk Arslan 49 Faruk Arslan Üçüncü Bölüm BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR Bildiri savaşları, seçimden sonra başladı. Ankara cephesi, dedebaba seçiminden yaklaşık 5 ay sonra 17 Nisan 1998’de Teoman Güre’nin bürosunda toplanıp, başkaldırıyı somutlaştıran bir bildiri yayınladı. Ercan’dan ‘dedebaba’ değil de ‘halifebaba’ olarak bahseden bildirinin rengi daha ilk cümlede belirginleşiyordu: “Hü Dost! Bütün halifebaba erenler ve baba erenlere duyuru. 1.Haydar Ercan Halifebaba, şu ana kadar yapmış olduğu eylemlerinden dolayı yol düşkünüdür. 2. Bu sebeple kendisine dedebaba imiş gibi itibar edenlerce, ondan alınmış olan unvan ve sıfatlar geçerli değildir. 3.Aşağıdaki alfabetik sırada ilk adlarına göre yazılı olan ve imzası, mühürleri bulunan biz halifebabalar olarak, 17.4.1998 tarihte Ankara’da malumu ilam etmekteyiz. Gereği düşünüle ve ona göre hareket edile. Yapılmak istenilen dedebaba seçiminde seçimin ittifak ile sonuçlanması gerekirken, istenilen sonuç alınamamasına rağmen, adı geçen Haydar Ercan 7 halifebaba arasından 3 oy alabilmiş, öyleyken kendini dedebaba kabul etmiş ve bu zannına göre, ekteki yollamış olduğu mektuplarda görüleceği üzre, herkesi kandırma girişiminde bulunmuştur, tutarsız davranmıştır. Bu sebeplerden duyulan rahatsızlıktan bu mektup düzenlenmiş ve yukarıda belirtildiği üzre duyuru yapılmıştır. Hak erenlerin himmeti hepimizin üzerine olmasını niyaz eyler, cümleye aşk—ı cemal eyleriz. Hakk dost!” 50 Faruk Arslan Bildirinin altında Ali Doğan, Ali Sümer, Hasan Asuman, Mustafa Eke ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyordu. Ardından adeta bildiri savaşları kızıştı. Haydar Ercan, dedebaba oluşuna vurgu yaparak işe girişip, karşı taraftan kendisine bağlı kalmalarını istedi. İzmir Gümüldür’deki denize sıfır villasında Aksiyondan Ahmet Dinç’e Ercan, “Bu işin çözümü için, böyle davranmamaları için birkaç kere Ankara’ya ayaklarına kadar gittik. Fakat hepsinde benlik duygusu hakim olmuş, çözüme yanaşmadılar” diyordu. Ankara ekibinin ikinci bildirisi, ilkinden yaklaşık bir ay sonra açıklandı. Bildiri, iplerin, dedebaba olma arzusu ötedenberi bilinen Teoman Güre’nin elinde olduğunu da gösteriyordu. Bildiriye göre, Teoman Güre, yeni dedebaba seçimini organize etmeye ve seçime kadar ‘Sertarik Vekil’ olmaya, yani Bektaşi dünyasının temsilcisi görünmeye yetkili kılınmıştı. Tüm dedebabalık yetkisini kullanacağı bildirilen Güre, böylece çok istediği dedebaba olmaya epeyce yaklaşmıştı. Bildiride Haydar Ercan adeta ‘işgalci’ konumuna indirgeniyor ve “Dedebabalık makamı erkanname ve teamül—ü Bektaşiyan’a uygun olmayan bir seçim ile doldurulmak istenmiştir” deniyor, ardından dedebabalık makamının hâlâ açık bulunduğu belirtiliyordu. Ayrıca bildiride Haydar Ercan kastedilerek, ehil biri olmadığına vurgu yapılıyordu. Son bildiride bir miktar ortaya çıkan tarikat içi çekişme, makam ve benlik hırsı, gerçekleri çarpıtma gibi üzüntü verici olaylar, son dönemde Bektaşi dünyasının adeta rutin olaylarından biri haline gelmiş görünüyordu. Oysa hemen bütün Bektaşi ileri gelenleri, yol’da en önemli 51 Faruk Arslan öğretinin benliği yenme olduğunu dile getiriyordu. Fakat bugünün Bektaşiliğinde görünen manzara, tarikattaki ilkenin benliği yüceltmek mi, yok etmek mi olduğu konusunda insanı tereddüte düşürecek derecede vahim. Halifebabalar arasında çekişme ve sen—ben kavgaları had safhaya ulaşmış durumda. Görüştüğümüz halifebabaların hemen tamamı, kendilerinin diğerlerinden daha önde ve öncelikli olduğunu, gerek hatıralarla, gerekse icazet ve hilafet tarihlerini göstererek ileri sürüyorlar. Dahası, hemen her halifenin literatüründe, diğerleri hakkında anlatacağı bol miktarda prestij kırıcı hatıra var; bunları anlatıyorlar da. Hemen bütün baba ve halifebabalarda alttan alta, ‘bu makama ben layığım’ veya ‘ben herşeye ötekinden daha çok layığım, benim şu üstünlüklerim, ötekinin bu kusurları var’ şeklinde tamamen tarikat öğretisini gözardı eden bir anlayış yerleşmişti. Maalesef bu tür düşünceler eyleme de yansıyordu. Bir araya geldiklerinde, ‘ben öndeyim, sen benden sonrasın, sen cahilsin, ben bilgiliyim’ didişmesine giren halifelerin olduğu, yine kendileri tarafından itiraf ediliyordu. Meselenin en vahim tarafıysa, benlik güdenlerin, kitlelere ‘benliğinizi yok edin, alan değil veren olun’ çağrısı/telkini yapan insanlar olmasıydı. Haydar Ercan’ın dedebabalığına karşı çıkan hareketin yeni bir dedebaba seçilmesiyle sonuçlanacak kadar başarıya ulaşması, büyük oranda Hasan Asuman Halifebaba’nın sayesinde oldu. Haydar Ercan ve Hasan Asuman geçmişten beri birbirlerinden pek hoşlanmıyorlar. Ercan, baba olarak Asuman’ın rehberliğini yaptı, Asuman’sa halife olarak Ercan’ın rehberliğini yaptı. Fakat ikisi arasında “ben daha 52 Faruk Arslan ileriyim” çekişmesi hep varolageldi. Teoman Güre akıllı bir taktikle, taban üzerinde büyük bir etkisi bulunan Asuman’ı, Haydar Ercan’la olan çekişmelerine de denk getirerek yanına çekmeyi, en azından yeni dedebaba seçimine dahil etmeyi başardı. Bu, ikinci dedebaba Eke’nin taban üzerindeki meşruiyeti açısından önemli. Fakat “can”lar üzerinde en az Asuman Halifebaba kadar etkin olan bir başka halifebaba, Halil Tiryaki’nin Ercan tarafını tutmuş olması, tabanın hemen hemen iki eşit parçaya bölünmesine de sebep oldu. Karşı cephenin bildiri ataklarına Haydar Ercan karşılık vermekte epeyce gecikti. İkinci dedebabanın seçiminden sonra, 29 Aralık 1998’de cevap vermesinin sebebi, “isyankârların” gelip kendisine niyaz etmelerini uzun süre beklemesi/ummasıydı. “Hüü Dost!” hitabıyla başlayan Ercan, bildiride şöyle diyordu: “12.12.997 tarihinde İzmir’de Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba’dan hilafetname ile icazetli halifebabaların katıldıkları dedebaba seçimi toplantısı kamuoyunun ve Bektaşi camiamızın yakından bildiği gibi sonuçlanmış ve tutanakla tesbit edilmiş olup, keyfiyet basın ve yayında da yer almıştır. O gün toplantıya katılan halifebabalar da seçim sonunda tarafıma bağlılıklarını teyit etmişler ve nefir üflenmek suretiyle sonuç ilan edilmiştir. Daha sonra bu halifebabaların bazıları hiçbir gerekçe göstermeksizin fakiyre atılmadık taş, söylenmedik laf, edilmedik dedikodu bırakmamışlar ve fakiyri incitecek nitelikte yazılı beyanlarda bulundukları hepimizin malumudur. Dedebaba olarak fakiyr bu tür davranışlara daima sessiz kalmışız, incinsek bile incinmemeye gayret etmişizdir. Ne var ki yolumuzun, 53 Faruk Arslan töremizin bir gereği de her yıl mürşide baş okutma (hizmet görme) erkânı mecburiyetidir. Sözkonusu halifebaba kardeşlerimizin bazıları, seçim tarihinden itibaren geçen bir yıl içinde hizmet görmemişler, buna mukabil yanlış tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Buna göre 12.12 1998 tarihinden itibaren sorumluluğunu yüklendiğimiz, hizmetinde olduğumuz halifebabaların isimleri şöyledir: 1— Ziya Paşo Halifebaba (Makedonya, 2— Halil Tiryaki Halifebaba (Trakya), 3— Ali Rıza Balım Halifebaba (Manisa), 4— Nurettin Ölmez Halifebaba (Antalya). Bu duyurunun yapıldığı andan itibaren, sadece yukarıda isimleri belirtilen halifebaba erenlerin hizmetinde olduğumuz bütün canlara duyurulur. Ayrıca bir tek mekan ve zamanda sadece bir tane dedebaba olur. O da bellidir. Yine de kapımız, gönlümüz ikrarına sadık erenlere açıktır. Hadîm—ül Fukara Ali Haydar Ercan Dedebaba”. Ercan, Zeki Onaran ve Hıdır Çokçeken’e de hilafet beratı vererek halife sayısını 6’ya çıkardı. Sayıyı 11’e tamamlamamasının sebebi, Ankara cephesine geçen 5 halifenin geri dönmesini beklemek olduğu kadar, onları halife yapan Bedri Noyan’ın hatırasına da saygı göstermekti. Ankara ekibinin “huruc” harekatı, Güre’nin organizasyonunda, ikinci bir dedebaba seçilmesiyle noktalandı. Türkiye heterodoksisinin en önemli şenliği sayılan Hacıbektaş Şenlikleri’ne denk getirilen seçim, 15 Ağustos 1998’de yapıldı ve Mustafa Eke dedebaba seçildi. Seçime 5 halife katıldı. Haydar Ölmez’in ifadesiyle “Masonluğun şerefini kurtarmak için” muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre ve Ankara 54 Faruk Arslan kliğinin, neden mason olmayan birini, Eke’yi seçtirmiş olduğunun cevabı, yeni dedebabanın munis kişiliğiyle açıklanıyordu. Seçime dair detayları, bizzat seçime katılmış olan Halifebaba Ali Sümer veriyor: “Teoman Güre, Cem dergisinde Hacıbektaş’taki seçime gelmedim diye yalan söylüyor ama bizzat seçime geldi. Bana, ‘Eke’yi kabul ediyorum, kararı yaz bana gönder, imzalayayım’ dedi. Yazıp gönderdim. Önce imzalamadı. Bunun üzerine telefonda Güre’ye oldukça sert sözler söyledim, bu defa imzaladı. Seçime dört halife; Güre, ben, Ali Doğan ve Mustafa Eke katıldık. Hasan Asuman seçime gelmedi, telefonla katıldı. Kararı Asuman’a gönderdik, imzaladı.” Halifebaba Nurettin Ölmez, seçim kararını Güre’nin de sonradan imzaladığını söylüyordu ki, sözleri Ali Sümer’in anlatımıyla örtüşüyordu: “Ankara ekibinin bu şekilde ayrı bir davranış içine girmesi bencillikten başka bir şey değil. Teoman Güre, Ali Sümer ve Ali Doğan. Bu üçü Mustafa Eke babayı zorla bu hale soktular. O adamcağız iyi bir halifebabaydı. Onu da kandırdılar. Seçim meçim yok ortada. Sümer ve Doğan gidip, ‘biz seni dedebaba seçiyoruz’ demişler Eke’ye, olmuş bir seçim. Güre ve Hasan Asuman’a gidip sonradan imzalatmışlar”. Seçime bizzat gelmeyip telefonla katılma tartışması ilk seçimde de yaşanmış; fakirliği yüzünden yol parasını tedarik edemeyen, dolayısıyla Makedonya’dan gelemeyen Ziya Paşo’nun, “Telefonla reyimi vereyim. Zaten benim reyim, seçimde en çok oyu alan kim ise, onadır” teklifi kabul edilmemişti. Fakat Hacıbektaş’taki seçime Hasan Asuman’ın telefonla katılıp oy vermesine 55 Faruk Arslan ses çıkarılmamıştı. Asuman, seçime katılıp katılmadığı sorumuza, “Katıldım” cevabını verdi. Fakat seçimin otelde mi, Güre’nin evinde mi yapıldığı hususunu karıştırması dikkatimizi çekti. Bu durumda Paşo’nun oyunun da geçerli olduğu/olması gerektiği gibi bir mantıki sonuç çıkıyor. İlk seçimde en çok oyu (3 oy) alan Haydar Ercan’ın toplam oyu böylece 4’e çıkmış oluyor. Oy sayısının 4 olması, daha sonraki tartışmalara temel teşkil eden hususlardan biri olan ‘dedebaba en azından yarıdan bir fazlasının oyunu almalıydı ki, ekseriyetin onu desteklediği anlaşılsın’ şeklindeki itirazı geçersiz kılıyor. Fakat Ercan’ın 3 mü, 4 mü oy aldığı konusu iki tarafın ittifak etmediği bir konu. Ercan 4 oyu olduğunu, karşı tarafsa bu sayının 3 olduğunu iddia ediyor. Hatta Ali Sümer bu sayıyı 2’ye indiriyor: “Aslında seçilmesi için yarıyı geçmesi lazımdı. Seçimde 2—2 berabere kalındı ama Haydar bir hile yaptı, ben 3 oldum dedi.” Sonuçta Ankara grubu seçimi yaptı ve “Tüm Bektaşi Canlara Duyuru” kaleme alındı. İmla hataları bulunan duyuru şöyle: “Biz Bektaşi halifebabalar daha önce Ankara’da bir araya gelerek yeni bir dedebaba seçmek için, 1998 Ağustos anma törenlerinde Hacıbektaş’ta toplanıp yeni bir dedebaba seçmeye karar vermiştik. Şimdi aşağıda isim ve imza möhürleri olan biz halifebabalar, Mustafa Eke Halifebaba’yı dedebaba seçtiğimizi imza ve möhürlerimizle de tasdik ederek siz canlara duyurmayı uygun bulduk. Hak yardımcımız olsun, hü dostlar. 15 Ağustos 1998”. Duyurunun altında Ali Sümer, Ali Doğan, Mustafa Eke, Hasan Asuman ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyor. 56 Faruk Arslan Haydar Ercan karşıtı cephenin oluşumu sürecindeki bütün olaylarının faili olarak sadece Teoman Güre Halifebaba’yı görmek eksik ve haksız bir bakış olur. Bektaşi ileri gelenleri Ercan’ın asabi ve agresif bir kişiliğe sahip olduğundan bahsedip, dedebabalık gibi ağır bir yükü kaldırabilecek donanım ve ehliyete sahip olması noktasında şüphe ve eleştirilerini dile getiriyordu. Kurtcebe Noyan, “Haydar Ercan kimsenin sempatisini kazanamadı” diyor ve devam ediyordu: “Kitleye benlik tasladı, sert davrandı. Camiada antipatik bulunuyor. Dedebaba seçildikten sonra birgün Hasan Asuman Baba’ya öyle sert konuştu, azarladı ki, ben bile dayanamayıp, doğru yapmadığını söyledim”. Ankara ekibinin dedebaba seçtiği fakat masonlukla ilgisi olmayan Mustafa Eke, Ercan’ın dedebaba olmasının hemen ardından, hakkında kendilerine devamlı olarak şikayetler gelmeye başladığını söylüyor. Şikayetlerin nerelerden geldiği sorumuza cevap verirken, “Canlardan, annesi, kardeşinden, çeşitli yerlerden” şeklinde açıklama getiriyor. Eke’nin ‘kardeşinden’ geldiğini söylediği şikayetin arkasında ilginç bağlantılar mevcut. Camianın ileri gelenlerinin anlattığına göre, 33. dereceden üstad mason olan Teoman Güre, Ercan’ı devirmek için, onun kardeşi Avukat Kasım Ercan’ı kullandı. Abisi Baba Haydar Ölmez’in iddialarına benzer ifadeleri Halifebaba Nurettin Ölmez de kullanıyor. “Bektaşiliğin içine bir fitne sokmak istiyor” dediği Teoman Güre’nin mason olduğunu tekrarlayan Ölmez Halifebaba, “Haydar Ercan’ın kardeşi Kasım Ercan da masondur. Onu da bu yola Güre sevketti,dedebaba hakkında sözler söyletti. İstiyor ki 57 Faruk Arslan Bektaşiliğin en büyüğü Teoman Güre olsun, dedebaba olsun” diyor. Haydar Ercan hakkında en ağır konuşanlardan biri, Eke’yi dedebaba seçip biat eden halifelerden Ali Sümer. Hacı Bektaş Veli Müzesi’nin uzun yıllar yöneticiliğini yapan Sümer Halifebaba, sadece Ercan’la sınırlı kalmayıp, mevcut iki dedebabayı da yerden yere vuruyor: “Bana başbakanlık teklif ederlerse kabul etmem. Niye? Çünkü benim başbakanlık yapacak liyakatım, gücüm yok. Şimdi dedebaba geçinen bu iki kişinin doğru düzgün ne ilkokulu var, ne de Türkçeleri var. Bu kişilerin tevazu gösterip dedebabalığı kabul etmemesi, çekilmesi lazım. Biz Haydar Ercan’ı seçtik ama arkadan bize ültimatomlar yağdırmaya başladı. Şunu bunu yapamazsın, benden habersiz derviş yapamazsın demeye başladı. Ben varım sadece dedi, şımardı sonradan. Biz de sen misin, biz de seni tanımıyoruz dedik. Kendisi dil bilmiyor, okuryazarlığı yok sayılır ama bir ay sonra bize kaç dil biliyorsunuz demeye başladı”. Ankara ekibinin verdiği ‘manifestolardan’ birinde Haydar Ercan ‘yol düşkünü’ ilan edilmişti. Alevilik ve Bektaşilikte ‘düşkünlük’ adeta ölüme mahkum edilmekle eşdeğer bir anlam taşıyor. Düşkünle hiç kimse konuşmaz, selam vermez, yardımına gelmez, yalnızca cenazesine gelinir. Halifebaba Nurettin Ölmez, Ankara grubunun Haydar Ercan’ı yol düşkünü yapmasının mümkün olmadığını, çünkü yetkilerinin olmadığını ifade edip bir olayı anlatıyor: “Eke birgün Antalya Elmalı’daki Abdal Musa Dergahı’na gidiyor. Orada buna tepki gösterip, ‘Haydar Ercan Dedebaba yol düşkünü dediniz, onu nasıl 58 Faruk Arslan düşkün yaptınız?’ diye soruyorlar. Eke diyor ki, ‘Hayır, böyle bir şey yok, yapmadık’ diyor. Oysa yol düşkünü yaptıkları kararın altında onun da imzası var. Daha önemlisi, bu kişiyi siz halife yapmadınız ki düşkün yapabilesiniz.” Baba Haydar Ölmez, Ercan’ın yol düşkünü olmasını gerektirecek hiçbir suç işlemediğini belirtiyor ve, “Haydar Ercan’ın hangi suçu işlediğini göstersinler. Aksine kendileri yol düşkünü olmayı gerektirecek hatalar yapıyor” ifadeleriyle yeni bir tartışma başlatıyor. Bedri Noyan dedebaba ile bir toparlanma sürecine giren Bektaşiliğin yine tam bir kaos yaşamaya başladığının en önemli göstergelerinden biri, tarafların birbirinin “adamını” ayartmaya çalışmasıydı. Özellikle Haydar Ercan’ın, “İşin içine siyaset soktular ve canlarımızı ayartmaya çalışıyorlar” şeklinde şikayetleri var. Kurtcebe Noyan, “İş çirkinleşti, işin içine siyaset girdi, entrika girdi” diyor ve benzerlerinin de yaşandığını söylediği bir olaydan bahsediyor: Antalya Tekke’de Haydar Ercan’ın babalık icazeti verdiği bir dervişe, Ankara grubu gidip, “Bizim taraftan ol, seni halife yapalım” demiş. Halife Nurettin Ölmez, “Haydar Ercan Dedebaba’nın baba ve halife yaptığı kişilere, kendilerine geçmesi karşılığında mertebe teklif ediyorlar. Bana da teklif ettiler; ‘Gel bize, senin halifeliğin kabuldür, bizim de halifemizsin’ dediler, kabul etmedim. Böyle rezalet olmaz” diyor. Bektaşilik tarihinde bazı dönemlerde dedebabalık iddiasıyla ortaya çıkan, fakat itibar görmeyen ikinci bir isme rastlanması olağanüstü bir olay değil. Fakat ikinci bir kişinin dedebaba olarak hizmet görmesi ilk kez şimdi oluyor. Tabii, 1980’lerde İzmir’e gelip Bedri Noyan’dan hilafet alan ve sonra da Arnavutluk’un devlet politikası 59 Faruk Arslan gereği dedebaba seçilip postnişinlik iddiasında bulunan Reşat Bardi’nin “özel” durumunu saymıyoruz. Şimdiki durumun nazikliği, Ercan’ın da, Eke’nin de bir şekilde “seçilmiş” olmasından ve tabanın tam bir bölünmeye uğramasından kaynaklanıyor. Koskoca camiada herkesin ikilik girdabı içinde olduğunu söylemek mümkün değil; sorunun çözümü için kafa yoran, iki tarafı da bir araya getirmeye çalışanlar var. Bunların başında eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan geliyor. Önceleri Haydar Ercan’ın yanında olan Noyan, şimdi her iki tarafa da eşit mesafede durmaya özen gösteriyor. Gerek babasından dolayı, gerekse kabiliyetli/kaliteli bir görüntü arzetmesinden, tabandan ve her iki taraftan Noyan’a gelip, “Çözüm ancak seninle olur, başımıza geçmelisin” diyenler var. Fakat hem Noyan’ın baba mertebesinde olması, hem de “Dedebabalık çok büyük bir yük, ben kaldıramam” demesi, tabanın isteklerinin cevapsız kalmasına sebep oluyor. “Niye oturulup konuşulmuyor ve birlik sürmüyor?” diye soran Noyan, halifebaba mertebesine gelmiş kişilerin biraraya gelip konuşamamasının, tabana iyi bir mesaj olmadığını söylüyor. Noyan, çözüm için üzerine ne düşerse yapmaya, taraflarla görüşmeye hazır olduğunu belirtiyor. Bu arada, birinci dedebaba seçiminden ilginç bir anekdotu anlatmakta fayda var. İlk seçilen Dedebaba Haydar Ercan, kendi yolundan gittiğini şöyle savunuyor: Allah’ın ve devletin işine karışılmaz. Allah nasıl dilerse öyle yapar bu işi, bildiği, dilediği gibi noktalandırır. Ben ona teslim olmuşum. Yoldan düşenler olacaktır, yanlış 60 Faruk Arslan yapıp yolda kalanlar olacaktır. Fakat bu yol kendini götürür, yürütür. Ben kendi yoluma gidiyorum şimdi. Benim için değişen hiçbir şey yok. Yine canlara gidiyorum, ilgileniyorum, görevimi yapıyorum. Bektaşilikte yol birdir, erkan birdir. Tabanda pek sevenleri yok onların. Karşı taraf daha önce birer yıl dedebabalık yapalım sırayla diye anlaşmışlar fakat şimdi birbirlerine düştüler, koltuk tatlı geldi, birer yıl anlaşması bozuldu. İkilik olur ama yol kendini düzeltir, kimse merak etmesin. Hak yerini bulur. Haksızlar yolu kötüye kullananlar, suiistimal edenler, benlik taslayanlar elenir, yol akışına devam eder. “Masonların yol’da ikilik çıkarttığını” savunan Baba Haydar Ölmez, şunları anlatıyor: Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. Ankara kolundan Mehmet Temren baba ki kendisi masondur, Güre’nin yanlış davranışlarından dolayı onu evlerine sokmadı. Güre yanlış davranıyor. Ben Haydar Ercan taraftarı değilim, birlik taraftarıyım. Dedebabalık kayd—ı hayat şartıyladır, ancak ve ancak dedebaba çok kötü bir suç işlerse düşürülür. Ali Sümer telefon edip, biz bunu dedebaba olarak tanımak istemiyoruz dedi. Ercan madem ki layık değildi, neden seçildi? Düşürülemez ki. Çünkü bir gerekçesi yok. Çok hırçın ve sinirli davrandı bize 61 Faruk Arslan diyorlar ama Ercan tam tersine hepsine iyi davrandı. Bilgi bakımından hepsini alteder Ercan. Fakat biraz heyecanlı. Eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu, Baba Kurtcebe Noyan, “Görev verilirse yolun selameti için yaparım” görüşünde: Camianın bu durumlara düşmesi beni hem üzüyor, hem endişelendiriyor. Bir çözülmeye doğru gidiyoruz, dahası erkân bozuluyor. Acilen bunun önüne geçmek lazım. Babam öldükten sonra beni baba yaptılar. Bu yola ben bir mertebeye, makama gelmek için değil, edep erkan öğrenmek için girdim. Hiçbir zaman da bir amaç taşımadım. Kalbim istemez kesinlikle ama yolun selameti için, gel sana bir görev verdik derlerse kendim için değil, yol için yaparım. Artık modern çağdayız. Bu çağda, bu yolun modern bir şekilde yeniden organize edilmesi gerekiyor. Erkan yine devam etsin fakat bir gelenek olarak muhafaza edilsin. Bektaşilik çağın gereklerine uygun olarak organize edilmeli, yenilenmeli. Yayın organı, müze, araştırma vakfı oluşturulmalı. Bir dernek veya bir vakıf kurulacaktı, olmadı. Bir müze kurulacaktı. Babamdan kalan eserler hâlâ duruyor, kaybolup gidecek. Seçimden önceki akşam Hasan Asuman halifebabanın evinde kimi seçelim konusu ortaya atıldı. Kimin seçileceği konusunda karar çıkmadı ama kimin seçilmeyeceği konusunda kesin ve ittifak halinde karar çıktı. Teoman İlhami Güre’yi kesinlikle seçmeyeceğiz ve oy vermeyeceğiz kararı alındı akşamdan. Seçimde bir masonun, tarikatın başına geçmesi istenmedi. Ankara kanadının yaptığı ikinci seçimde de aslında halifebabalar mason işgale direndi ve Güre’yi değil, mason olmayan Mustafa Eke’yi seçti. Güre 32 veya 33. derece mason. Ankara grubunun büyük 62 Faruk Arslan bölümü de mason. Eke’yi seçtiler, camiayı ikiye böldüler. Fakat şimdi Eke’yi indirip Güre’yi, o olmazsa masonların arasından bir başkasını dedebaba yapmayı düşünüyorlar. Ben dedim ki, bir damarda iki kan olmaz; ya mason olursunuz, ya da Bektaşi. İkisi birbirine uyan yollar değil dedik. Babam hayatta olduğu sürece, 37 sene süresince de bu mason babaların hepsi vardı ve birşeyler yapmak istediler ama babamın hakimiyeti, sevilmesi, dirayeti ve bilgisi sayesinde sesleri çıkmadı. Uzun süre beklediler. Babamın ölmesinden sonra harekete geçtiler. ( Dinç, Mart 2002). 1998 yılı Ağustos ayı sonlarında Hacı Bektaş ilçesinde, beş Halife Baba’nın toplanması ile yeniden realize olunmuş ve beş Halife Baba’nın oybirliği bir tek tur seçim sonucunda İzmirli Mustafa Eke; Dedebaba seçilmiştir. Bir önceki seçimde yapılan hata ve usulsüzlükler bu seçimde telafi edilmiş ve Bektaşilik müessesesi içine düşebileceği bir büyük kaostan en az zararla kurtulmuştur. Mustafa Eke Dedebaba; Amerika Birleşik Devletleri ve Balkanlar’da dahil birçok dergahı süratle bir araya toplamıştır. Haydar Ercan babanın dedebabalığı Bektaşi camiasının bir kısmında kabul görmeye devam etmiştir. Esasen; söz konusu, deyim yerinde ise, acemiliklerin temel nedeni, Bektaşilerin Salih Niyazi Dedebaba’nın, Dedebaba seçildiği 1922 yılından, bu güne kadar gerçekte Halife Baba’lar eli ile bir gerçek seçim yapmamış olmalarında yatmaktadır. Belki de, tüm Cumhuriyet sürecinde yapılmış olan ilk ve tek seçim, Noyan Dedebaba’dan sonra gerçekleşmiştir. ( Koca, 2002). 63 Faruk Arslan Tarikat içinde, masonik Bektaşîlik eğilimi ile geleneksel Bektaşîlik kanadı arasında şiddetli bir çekişme yaşanıyordu. Kurtcebe Noyan, Ankara kolunun fiilî önderi durumundaki 33. dereceden mason Halifebaba İlhami Teoman Güre'nin mason desteğiyle Mustafa Eke'yi "dedebaba" seçtirdiğini söylüyordu. Halifebaba Haydar ölmez'in ifadesine göre de, "masonluğun şerefini kurtarmak için" muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre, Haydar Ercan'ı yıkmak amacıyla onun ağabeyi mason Kasım Ercan'la ittifak yapmıştı! Teoman Güre'nin mason olduğu bilinmeyen bir sır mıydı? Değildi. Bedri Noyan, dedebabalığının 33. yılında (Bektaşîler için 33 sayısının özel bir yeri vardır) 12 Mart 1992'de düzenlenen törende okuduğu şiirde şunu diyordu: Bir Baba Teoman var, koca üstat, birader, O herkesi, herkes de onu elbette sever!.. Bedri Noyan "üstat" ve "birader" deyimlerinin masonluğun ritüellerinden olduğunu elbette biliyordu. Öyle ki, kendisine el veren Dedebaba Ali Naci Baykal'ın "Bektaşîlik alaturka masonluk; masonluk alafranga Bektaşîlik'tir" dediğini yazıyordu. (Bedri Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301.). Peki Bedri Noyan mason muydu ? Oğlunun masonlara bu kadar karşı çıkmasına bakılırsa herhalde değildi! Ama Rotary Kulübü üyesi olduğu biliniyor. Rakibi bazı halifebabalar tarafından mason olmakla itham edilen Teoman Güre'nin, Sabetayist olduğunu ise, Yarın dergisinden Müfid Yüksel iddia ediyordu. (Yalçın, 2006). “ Geleneksel Bektaşiliği kimden öğrenmeli, Aleviliği nasıl anlamalıyız? Hz. İbrahim’le başlayan tevhit yolculuğu; giderek Horasan ekolü (Maveraünnehir kanalıyla) ve Erdebil ekolü gibi iki temel felsefeye ayrılır. Daha 64 Faruk Arslan sonraları, tarihin sosyolojik performanslarından da beslenen bu iki ekol, Anadolu siyasetlerinin ve demografik basıncın etkisiyle karşımıza, örgütlü ve örgütsüz, inanç ve disiplin alanlarıyla çıkar. Tarik-i Bektaşiyye müntesiblerinin, bu teşkilatsız zümrelere, Sofyan Sürekleri demesinden karine, söz konusu süreklerin bir kısmı kendilerini, doğrudan Ocakzade kabul ederek İmam-ı Ali ve soyuna bağladıklarını, bazılarının da Hacı Bektaş Veli’nin varsayılan üç yüz altmış halifesinin bir çoğunu Pir addederek, ocaklar karşısında güç sağlamaya yöneldiklerini görürüz.” Bu sözlerin sahibi 2003'de vefat eden Şevki Koca önemli eserler verdi. Masonlukla karışmadan 1876 öncesi Bektaşiliğin ortaya çıkartılması ve uygulanmasını savundu. Bir Bektaşinin mason olamayacağını vurguladı. Bu nedenle bu kitapda görüşlerine ve çalışmalarına fazlaca yer vereceğiz. 1997 yılında nasip almıştı. Nasip almakta çok geç kalmıştı, anne ve babasını hayatta iken nasip almadığından dolayı son derece üzülür, hayıflanırdı. Çocukluk ve gençlik yıllarında dedesi Hüseyin Kazım Baba ve babası Halife Turgut Baba’dan annesi Adviye Anabacı’dan çok şey öğrenmişti. Bektaşi dergahlarının tarihçesi, postnişinler silsilesini, babaların hangi dergahların müntesipleri olduğu, nasip, dervişlik, babalıklarını kimden aldıklarını bilen yalnız Türkiye’de değil Dünya’da Koca'dan başka kimse yoktu. Dedesinin babası Şevki dede 3. devre Melami’lerinden Muhammed Nur hazretlerinden intisap görmüş, daha sonra Bektaşi olmuştur. Bu nedenle Turgut baba Bektaşi halife babası olmasına rağmen “Melamiliğin bütün emanetleri de bizdedir” derdi. İşte böyle yoğun bir atmosfer içinde yetişen Şevki Koca hayatı boyunca 65 Faruk Arslan duyduğu çoğu kaleme alınmamış detay bilgilere sahip çok özel bir kişiydi. Ayrıca babasının Hakk’a yürümesinden sonra kendisine kalan pek çok belgeyi toparlamış, bunları eserlerinde yansıtmıştır. Annesi Adviye Anabacı 17 Ekim 1996’da babası Halife Turgut Baba erenler 17 Ekim 1997 tarihinde tam bir sene sonra toprağa verildi. Daha önceleri sadece iyi bir okuyucu ve araştırmacı olan Şevki Koca bildiğim kadarı ile Bektaşilik ile ilgili yazdığı herhangi bir makalesi dahi yoktu. Anne ve babasının ruhunu şad etmek ve insanlığa Alevilik ve Bektaşilik yoluna hizmete soyundu. 6 kitap yazdı. Bunun haricinde Cem Radyo’da pek çok konuşma yapmış, Dedeler, babalar ile ilgili Cem Vakfı’nın 1999 yılındaki toplantılarını yönetmiş ve toplantı tutanaklarını düzenlenmesinde yardımcı olmuştu. Konya Selçuk İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Dr. Hülya Küçük, Trabzon Üniversitesi Araştırma görevlisi Kemal Üçüncü Isparta İlahiyat Fakültesi Doçenti Yılmaz Soyyer gibi pek çok araştırmacıya çalışmalarında çok önemli katkıları oldu. Bektaşi tasavvufuna olan merakı, tarihi konulara olan yeteneği, cansiperane ilahi aşk dolu yaşamı, çok yönlü gerçek araştırmacı kimliği ile istisna bir kişiydi. Şevki Koca’nın Babasının dedesi Şevki Asker kökenliydi ve tasavvufa son derece vakıf bir kişiydi. 1269 Hicri yılında Prizren (Bu günkü Yugoslavya sınırları içinde bir ilçe) doğmuştu. Kıbrıs’ta görev için bulunduğu sırada Kıbrıs Can baba Bektaşi dergahı post-nişini Feyzullah babanın kızı Sadberk hanımla evlenmiştir. Üçüncü derece Melami şeyhlerinden Muhammed Nur hazretlerini çevrenin saldırılarından koruyarak himayesine almıştı. Daha sonra Melamilikte de hilafet mertebesine kadar çıkar. Son 66 Faruk Arslan derece tasavvufi açıdan değerli nutuklar yazar. Yazdığı nutuklar İstanbul Çınar Matbaasında 1967 yılında yayınlanmıştır. Bektaşilik yol evladı olmayı esas alır. Seyyid-i saadattan olmayı bir fark olarak görür, fakat şart olarak görmez. Çünkü hazreti Muhammed’in babası 10 kardeşti. Fakat Peygambere inanan ve yardım eden iki kişi vardı. Yine hazreti Ali’nin kardeşi Akiyl Ali’nin tarafından Muaviye’nin tarafına geçmişti. Şevki Koca’nın soy seceresi İmam Musa-i Kazım’a dayanmaktaydı. Yani seyyid soyundandı. Ne kendisi ne de babası bunu öne çıkartmazdı. Onun için belirleyici olan yol evladı olmaktı. Kimden doğduğu o kadar önemli değildi. Detaylı seceresine Turgut Baba Divanının 4.-5. sayfasından ulaşılabilir. İşte böyle bir kültürden gelen Şevki Koca kısa zaman son derece önemli eserler verdi. 05 Mayıs 2003 tarihinde İzmir Çandarlı’daki evinde rahatsızlanır, hastahaneye götürülürken yolda hayatını kaybeder. Son söylediği söz “hepinizi çok seviyorum, hakkınızı helal edin” olur. 6 Haziran 2003 günü İzmir Şirinyer’de toprağa verildi. 30 Temmuz 1953 yılında İstanbul’da doğan; çok ünlü Bektaşi babalarından Turgut Koca’nın oğlu olan Şevki Koca, İTÜ Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra özel bir şirkette uzun yıllar mühendis olarak görev yaptı. Şevki Koca emekli olduktan sonra da zaman zaman bu alanda da çalışmalara devam ediyordu. Çok geniş bir entelektüel çevresi olan Turgut Koca bugün Bektaşi camiasında çok sevilen bir insan olmanın ötesinde birçok yabancı dil bilen, Bektaşiliğin kurallarını sıkı sıkıya uygulan bir inanç önderi olarak da tanınıyordu. Şevki 67 Faruk Arslan Koca babasından aldığı mirası çok güzel bir şekilde değerlendirerek bu topluma birçok şey verdi, vermeye çalıştı. Şevki Koca bir dönem Nazenin Yayınlarını kurarak büyük özveriyle yayıncılık da yaptı. Fakat toplumun da duyarsızlığı nedeniyle gerekli desteği bulamadı. Değerli yazarın yayınladığı eserler şunlardır; Es Seyyid Halife Turgut Koca Baba Divanı, Melami-Bektaşi Meteforunda İrşad Paradikmaları Mürg-i Dil, Halikasnas Bohem Neyzen Tevfik Külliyatı, Yeniceri Ocağı ve Devşirmeler, Odman Baba Velayetnamesi Velayetname-i Şahi Gö’çek Abdal. Beyin kanaması sonucu hayata gözlerini yuman Şevki Koca, İzmir’de ünlü Bektaşi Babalarının ve sevenlerinin katıldığı bir cenaze töreninden sonra Buca Yeni Mezarlık’ta defnedildi. Cenaze merasiminde aynı zamanda Bektaşi ritüelleri de uygulandı. Cenazeye Mustafa Eke Dedebaba; Teoman Güre, Hasan Asuman, Fikri Öztanır, Nevruz Taci Akpınar Halifebabalar; Muharrem, Aslan, Bahri, Elmas, Tahsin, Haşim, Haydar Babalar; Cem Vakfı, Cem Dergisi, Cem Radyo adına Ayhan Aydın; Araştırmacı/Yazar Dursun Gümüşoğlu , Doğan Derviş, Ali Derviş, Limontepe Cemevi Dedesi Cemal Sevin ve yöneticileri ile birçok derviş; Şevki Koca’nın kardeşleri; Şeref Koca, Av. Nakiye Güre ve eşi Prof. Dr. Ataman Güre ile Şevki Koca’yı seven kadın/erkek birçok insan katıldı. Arnavutça, Sırpça, İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Arapça, Farsça bilen, Türkçe’nin Hakaniye (Çağatayca) lehçelerine vakıf gerçek bir entelektüel idi. Bir zamanlar ünlü şair Can Yücel’den Latince derslerini dahi aldı. Can 68 Faruk Arslan Yücel Bektaşi idi. Hüseyin Erdekut Baba’nın mürşidinden nasib almıştı. Rehberliğini; Atatürk dönemi milletvekillerinden, Denizli Kazak Abdal Dergahı postnişini Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın yaptı. Hasan Ali Yücel, oğlu Can Yücel’i, İngiltere’de rühban okullarından birine, Papaz olması için değil, Latince’yi öğrensin diye yollamıştı! O yıllarda genç bir adam olan Can Yücel’in yanı sıra evine gazeteci İlhan Bardakçı, Ref’i Cevad Ulunay, Burhan Felek, tarihçi Abdülbaki Gölpınarlı, Reşat Ekrem Koçu, Musikişinas Arif Sami Toker yine gazeteci İzmir’li Daniş, Cahid Albayak, Şevket Rado gibi popüler isimlerle, Büyük Nutuk’ta ismi geçen Adanalı Ekrem Ramazanoğlu, Yusuf Fair Ataer gibi ünlü Bektaşi Babalarının gelerek, edebi sohbetler yapardı. Gölpınarlı ve R. Ekrem Koçu Bektaşi olmasalar da, Tasavvufu ve bu çevreyi seven insanlardı. “Anne tarafım Romanya’dan olup, baba tarafım aslen Kosova’dan olmasına rağmen fakir ile birlikte tam altı göbek İstanbul’luyuz” diyen Koca, tarikata geç intisabını şu sözlerle açıklıyor; “Ailemizde Kosova Meydan savaşından bu yana Tarikat-ı Bektaşiye’ye mensubiyet var. Büyük dedem Şevki Bey, Bektaşiliğinin yanı sıra İttihat ve Terakki’nin Manastır Bölge Komutanıydı. Hem dedelerimizden, hem babamdan bize intikal eden büyük bir birikim vardı. Bektaşilikte görenek, bilinen baskıların da etkisiyle çoğu zaman yazılı eserlerle değil sözlü kültürle, şahıslarla temsil edilmiş ve yaşatılmıştır. Korkulur yazı yazmaktan! Ailemizden bize intikal eden bu birikimin ailemizin son büyük ferdi ile gitmemesi gerektiği kanaatindeydim. Şüphesiz Tarikat-ı Bektaşiye, Şevki Koca olsa da yürür, olmasa da! Ama bu bireysel intikallerin yansıması için o 69 Faruk Arslan bireyin kimliği de önemlidir. İçeriden yansıtabilmenin hem güzel hem de olanaklı olacağı kanaatine vardığımdan babamın vefatı sonrası Tarikat-ı Bektaşiye’ye intisap ettim.” Koca'nın anlatımında akım şöyle başlıyor: Selçukluların son döneminde merkezi birlikte kalmamıştı eyalet reisliği yapan Nurettin Caca gibi yada Karamanoğlunun beylikleri gibi parçalanmış bir milli birlik vardı, bir de Moğol saldırıları vardı. Yesevi’ den el alan Hacı Bektaş denen mürşit köklü bir Yesevi ekolünden tasavvuf eğitimi almıştır. Yani bir başka ifade ile anti radikal bir düşünce bir din anlayışı getirmiştir, keskinliklere agresif yapılara karşı mütemeyyin olan daha liberal dini daha objektif tanımlayan ve daima dostluk ve insanlık mesajlarını içeren bir yapı getirmiştir Hz. Pir. 1299 yılında bir kurultay toplanır, Türkmen geleneğine göre bir kurultaydır bu. O kurultayda menakıblara göre Osman Gazi’ nin hanlığa atandığı dönem olarak geçer ve bu atama sırasında Hacı Bektaş Veli’ nin kendisini kutsadığı anlatılır, hatta burada Kumral Baba, Şeyh Süleyman-i Türkmani, Sarı İsmail, Ahi Evran, Taptuk Sultan gibi azizlerinde bulunduğu rivayet edilir. Bu büyük insanlık düşüncesi çok kısa zamanda gerek Hıristiyan dünyasının kendi iç çelişkilerindeki feodal baskılara maruz kalmış halk arasında ve gerekse büyük Moğol baskıları altında kalmış Anadolu halkı arasında bir birleştirici meşale olur, topluma zaten felsefe yapabilme gücü vardır. Anadolu toplumu felsefe yapabilen bir toplumdur, yapabildiği için bugün ayaktayız. Yunus Emre’ yi çıkartabilmiştir, Mevlana Celaleddin’ i çıkarmıştır, Hacı Bayram Veli’ yi çıkarmıştır. ( Koca, 2002). 70 Faruk Arslan Sıra geldi Hacı Bektâş Dergâhında, Hacı Bektâş-ı Velî'nin soyundan geldikleri ifâde edilen Çelebiler de postnişîn meselesine… Bu dergâhta sürekli, Çelebi ve Dedebaba postu olarak iki post bulunmuştur. Bu durum yüzyıllardır, Bektâşiler ve Alevî-Bektâşiler arasında tartışma konusu olmuştur. Dede-babalar, Çelebileri, Hacı Bektâş/ın soy evlâdı olarak kabul etmemişlerdir. Zira, bu babagân koluna göre Hacı Bektâş-ı Velî hiç evlenmemiş olup mücerret kalmıştır. Çelebileri yol evlâdı olarak kabul etmişlerdir. Çelebiler ise; kendilerinin Hacı Bektâşı Velî'nin nesebinden geldiklerini, (Fatma Nuriye ya da Kutlu Melek)'in Hacı Bektâş-ı Velî'nin nikahlı eşi olduğuna inanırlar. Çelebilere bağlı Alevî-Kızılbaş Dede Ocakları da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin evlenmiş olup, Çelebilerin onun neslinden geldiğini kabul etmişlerdir. Bu yüzden Alevî-Kızılbaş Ocakları Hacı Bektâş Çelebilerine bağlı hâle gelmişler. Hatta, bu ocaklar Çelebîler'den sürekli icazetnameler almışlardır. ( Yüksel, 2002). Alevilikte liderlik konusu, aslında fazla karışık bir mesele değil. 33 yıl konuya ilişkin araştırma yapan, master ve doktora tezi yazan Selahattin Tezikoğuna göre, "Bütün tarikatlarda olduğu gibi, Alevîlikte de liderlik sorunu yoktur. Kimin lider olduğu, yapılan tarikat toplantılarında belli odur. Alevî (Kızılbaş) olanlarda, köylülerde Dede; şehirli Alevîler olan Bektaşîlerde de Baba, Halife Baba, Dedebaba adlarını taşıyan insanlardır. Vakıf veya dernek başkanı, resmiyette bu kuruluşların başkanlarıdır. Onlar da tarikat toplantısına, bahsedilen tabiî liderlerin başkanlığında girer ve o kişilere 'niyaz ederler'." (Tezikoğlu, 2006). 71 Faruk Arslan Dedelerin her biri doğrudan Hacıbektaş ilçesinde oturan ve Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından olduğu bilinen ve tarikatın en üst liderliğine getirilmiş Çelebi adı verilen kişiye bağlıdırlar. Bu tarikatların yasak olduğu dönemde de, açık olduğu dönemde de böyle olmuştur. Babası Dede olan ve vefat eden kişi, bu işe devam etmek ve Dedelik yapmak isterse, babasının belgesini alarak Hacıbektaş ilçesine gider, Çelebi Hazretleri'ne durumu arzeder ve elindeki belgeyi sunar. Çelebi, bu belgenin altına "derkenar" şeklinde, oğlunun da adını yazarak, kendisine irşat görevi verildiğini belirtir. Böyle belgesi "icazet" olmayan kimse, "Dede"lik yapamaz. Bu kural hâlen işlemektedir. Millî Mücadele döneminde Çelebi postunda oturan Cemaleddin Çelebi, mücadeleye destek vermiş ve ilk mecliste de Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis Başkan Vekili olarak görev yapmıştır. Aynı şekilde, Mevlevi Çelebisi de aynı görevde bulunmuştur. Tarikatların kapatılmasında, Meclis'teki diğer tarikatçılar gibi, Çelebi Hazretleri de gayret göstermişlerdir. Şehirli Alevîlerin, Bektaşîlerin en üst bağlı oldukları kişi Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin'i olarak Dedebaba unvanı taşır. Dedebaba, Bektaşî Halifebabaları tarafından (toplam 12 Halifebaba vardır) "mücerred" (evli olmayan) Halifebabalar arasından seçilir. Bahsedilen seçim işi, daha çok tarikatların yasaklanması (1925) sonrasında bulunan bir yoldur. Görev ölünceye kadar devam eder. Ancak, Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra, mücerred aday olmadığı için, Dedebaba postuna gelmiş olanların tamamı "müehhü" evli Dede-babalar'dır. Tarikatların açık olduğu Osmanlı döneminde, Çelebi de Dedebaba da usulüne göre 72 Faruk Arslan imtihan veya özel araştırmalar sonunda, Şeyhülislamdın teklifi üzerine Padişah tarafından "Ferman" (kararname) ile atanırlardı. Bu atamalara ilişkin Osmanlıca yayınlanmış kitaplarda pek çok örnek vardır. (Tekizoğlu, 2008). Etnik ve dini yapıyı anlamadan konuyu anlamak kolay değildir, Almanya'nın bile müdahil olmaya çalıştığı bu konuda Türkiye'nin sağlıklı tartışmadan uzak durması akılsızlıktır. 73 Faruk Arslan Dördüncü Bölüm ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI Sosyal bilimler alanında 1970'li yıllardan başlayarak Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, ABD, İngiltere gibi ülkelerde, 1980'li yıllarla birlikte, Türkiye'de, Alevilik ve Bektaşilik üzerine giderek artan şekilde araştırmalar, derlemeler yapılıyor. Halen masonluğun Bektaşilik üzerinde etkisi araştırılmıyor. Yaptıkları tahribata geçmeden önce etnik ve dini altyapısını inceleyelim. Alevilikte ayin-i cemlerdeki "çerağ söndürme"ye yüklenilen ensest ilişkisini içeren etik sorunlu yorum, Aleviler ve Sünniler arasında sorunu, sosyal ve politik bir sorun haline geliyor. Oysa bu uygulamanın Sabataycı masonlardan Bektaşiliğe sonrada Aleviliğe aktarıldığı Sabataycı yazarlar tarafından doğrulanıyor. ( Er, 2003). Bazı politikacıların gaflarını akil aydınlarımız, 'Alevilerde Mum söndü yoktur' açıklamasıyla savuşturdu, hem fitneyi önledi, hemde mükemmel bir açılım sağladı. Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf değildir. Bugünde bu gerçek yadsınamaz. 74 Faruk Arslan İrtibatlı oldukları servislere çalışan sahte Bektaşi ajanlar, çeşitli kiliselerle, yurt dışındaki bazı belediye, mahalli senato ve üniversite gibi kuruluşlar, toplantı, hafta, yıldönümü gibi bahaneler ve mahalli kültürün yaşatılması gibi kılıflarla mezhepci, bölücü ve bozguncu muhtevalı ve istismara yönelik çalışmalara maddi destek sağlıyor. Türkiye ve Orta Doğuda Alevilik ve Batıni Hareketler Enstitüsü gibi bir takım enstitü ve araştırma merkezleri de bulundukları ülkelerin istihbarat teşkilatlarının çizdiği milli politikalar istikametinde faaliyetler yaparak bu bölücü ve bozguncu faaliyetleri kültürel açıdan destekliyorlar. ( Sezgin, 1998). Bu uyarıyı dile getiren kişi Diyanet’in başmüfettişliğini, Bakü’de Dini Ataşelik yapmış Abdülkadir Sezgin’in, doktora tezide Bektaşilik konusundaydı. Yıllardır farklı kesimler konuyu klişeleştirdi, bilgi kirliliği oluşmaya başladı. "Alevilik Türklüktür"( Dikmen, 1951), "Alevilik Kürtlüktür"( Bender, 1990), "Alevilik solculuktur"( Kızılyol, 1995), "Alevilik bir dindir"( Oğuz, 1990), "Alevilik gerçek İslâmiyettirİslâmiyetin özüdür"( Ramazanoglu, 1984), "Alevilik İslâmiyete yabancıdır, sapıklıktır"(Kısakürek, 1990) şeklinde genellemeler yapılıyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes kendi kültür ve anlayışına uydurmaya çalışıyor. "Türkmen Sünniliğidir" ( Fığlalı 1990) diyende var, "bir tür Sünniliktir" ( Temren, Sezgin, 1997,1991) şeklinde yorumlayanda. "Sünnilik ve Alevilik aslında birbirinin aynıdır" ( Arvasi, 1994) şeklindeki genellemelerin uç noktası, "Aleviliği SünnileştirmekHanefileştirmek gerekir"( Kırkıncı, Kısakürek, Arvasî,Türkdoğan, 1987, 1990, 1994, 1995) görüşü. 75 Faruk Arslan Sağ duyulu geleneksel Bektaşi ve Alevilerin çoğu, "bir inanç tarzıdır"(Oğuz, Bozkurt, Birdoğan, 1990,1995), "İslâmi bir inanç tarzıdır", "İslâmi bir mezheptir" (Baltacıoğlu, 1991), "İslâmi bir tarikattır" ( Dikmen, Bender, Sezgin, 1951, 1991) görüşlerini savunuyor. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'nin temsilcileri, "kültürdür", "yaşam tarzıdır", "felsefedir" yaklaşımlarına sıcak bakıyor. Uzun yıllardan beri tarihsel açıdan Alevilik ve Bektaşilik üzerine detaylı çalışmalar yapan Ahmet Yaşar Ocak, Hüseyin Bal, Yılmaz Soyyer ve kısmen Belkız Temren'in çalışmalarından edindiğim sonuç, Alevilik ve Bektaşilik'in etnik ve dini anlamda homojen bir yapıya sahip olmadığıdır. Etnik yapısında Türkmenlerin ve Zazaların büyük bir kısmını, kısmen Kürt gibi değişik etnik toplulukları barındıran Alevilik, farklı ocakları da içeriyor. Bu bağlamda, Tahtacı-Türkmenlerinin bağlı bulunduğu ocaklar ile Zaza Alevilerinin bağlı bulunduğu ocaklar farklıdır. Öte yandan, Türk Bektaşilerin yanı sıra, Arnavut Bektaşiler de vardır. Bektaşiler, bir yandan halife dedebaba, halife baba, baba hiyerarşisi içerisinde örgütlenir ve erkân yürütürken, diğer taraftan Çelebiler, dede-babalar bazında da örgütlenmişlerdir. Bu bağlamda, bir yanda Bedri Noyan dedebaba varken, diğer yanda Ulusoylar Çelebiler kolunu oluşturmaktaydı. Onlardan bağımsız olarak da Eskişehir Sücaettin Veli Dergâhı'nda bulunan Nevzat Demirtaş (dede-baba) Marmara Bölgesi'nde ve özellikle Trakya ile Bulgaristan'da ayin-i cemlere katılmakta ve erkân yürütmekteydi. Günümüzde, dedebaba Bedri Noyan'ın ölümüyle onun ardılının belirlenmesi üzerine ortaya çıkan yeni bir oluşumu daha 76 Faruk Arslan yaşamaktayız. Şu an, bir önceki bölümlerde incelediğimiz gibi Haydar Ercan ve Mustafa Eke olmak üzere, iki dedebaba bulunuyor. Yine kendilerini Alevi olarak kabul eden Türkiye sınırlarında Antakya'dan Tarsus'a kadar olan bölge içerisinde yoğun olarak yaşayan Nusayriler -ki Araptırlar- Türkiye'deki diğer Alevi cemaatlerinden ibadet ve uygulamalar esasına göre, farklıdır. Onlarda, dedelik ve babalık değil, şeyhlik vardır. Sivil toplum kuruluşları açısından Alevi ve Bektaşi örgütlerine baktığımızda, şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor: Alevi örgütleri arasında cemevleri bazında örgütlenmelerin yanı sıra, bir yanda Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri, öte yanda Cem Vakfı'nın yer aldığı; bu arada daha çok Şiiliğe yakınlaşan bir eğilimi temsil eden Ehl-i Beyt İnanç-Eğitim ve Kültür Vakfı'nın ve Demokratik Dayanışma Vakfı'nın bulunduğu; Zaza Alevilerinin oluşturduğu Tunceli Kültür ve Dayanışma Derneği gibi, değişik derneklerin varlığı; Bektaşi örgütlenmesinin ise, şu an için, kısmen Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı etrafında oluştuğu, görülüyor. Diaspora'da da durum farklı değil. Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya'da Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu; Cem Vakfı örgütlenmesi; Dersimliler Dernekleri vb. Sadece 160 bin civarında Türkiyelinin yaşadığı Berlin'de şu an için 11 Alevi ve Bektaşi örgütünün olduğunu belirtelim Bunların yanı sıra, Alevilik ve Bektaşilik arasındaki sınırların bazen bulanıklaştığına, bazen berraklaştığına da bu arada dikkat çekmek gerekir. Örneğin Amasya, Çorum ve Tokat yörelerinde Alevilik ve Bektaşilik içiçe girmiş 77 Faruk Arslan durumdadır. Çelebi kolunun egemenliğini hissettirdiği bu yerlerde, Bektaşiler kendilerini -Kızılbaş değil- Alevi olarak adlandırıyor. Erkânlar, dedeler tarafından yürütülüyor. Özellikle Çorum'da dedeler, Veli dedenin oğlu Hüseyin Solmaz (dede) gibi, Hacı Bektaş Veli Ocağından geldiklerini söylüyor ve kendilerini Hacı Bektaş Veli evlâtları olarak niteliyor. Ancak, hemen burada, günümüzde yaşayan Bektaşi halife babalarından mason Teoman Güre'nin, Mustafa Eke'nin ve Ali Doğan'ın, Alevilikle Bektaşiliği birbirinden ayırmakta olduğunu; özellikle halife baba Teoman Güre'nin Şahkulu, Hüseyin Gazi gibi, Bektaşi dergâhlarının, Bektaşiler tarafından değil, Aleviler tarafından kullanıldığına işaret ettiğini de eklemekte yarar var. ( Engin, Kasım 2002). Mason Bektaşilerin, Aleviliği hep farklı olarak gördüğünü, seçim olmadan babalığın babadan oğula geçmesi nedeniyle küçümsediklerini belirtelim. Mason Bektaşiler, elit Bektaşilikten yanalar, alperen kültüründen uzak duruyorlar. Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapıyorlar. Bu örgütler: 1. TKP/ İşçinin Sesi, 2. Devrimci Yol, 3. TDP Türkiye Devrim Partisi (TKP-B), 4. TKP/ML, 78 Faruk Arslan 5. MLKP-K (Marksist-Leninist Komünist Parti-Kuruluş), 6. PKK, 7. TİKKO, 8. Kürdistan Aleviler Birliği, gibi örgütlerdir. (Sezgin, 1998). Özellikle son yıllarda Karadeniz bölgesine sarkan bu aşırı sol terör örgütlerinin Alevi/Bektaşi vatandaşları kendi yandaşları gibi gösterme çabasında oldukları da gözlemleniyor. Alevî kelimesi bütün İslâm âleminde ve Osmanlı döneminde "Hz. Ali'nin soyuna mensup olanlar" anlamında kullanılmıştır. Hâlen İran, Yemen ve Mısır gibi ülkelerde, "ben Aleviyim" derseniz, kimin çocuklarından olduğunuz sorulur. Medine'de de durum aynıdır. Eğer Azerbaycan'da Alevi olduğunuzu söylerseniz, size hayretle bakarlar ve Hz. Ali'yi Allah kabul ettiğinizi zannederler. Çünkü, orada Alevi sözü "Ali Allahi" ler denilenleri ifade eder. Bektaşilik ise, hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyen açık ve net bir deyimdir. (Sezgin, 1998). 1826'da, önce Yeniçeriler'in imhası ve peşinden de Yeniçeriler'in bağlı olduğu Bektaşî tekkesinin, Bektaşîliğin (1861-62 yılına kadar sürmüş olan) de yasaklanarak kapatılması üzerine bu dönemde "Alevî" kelimesi Bektaşî anlamında kullanılmaya başlandı. Ancak bu kelime tarikat liderliğini "Dede"lerin yaptığı Köy Bektaşîliği ki buna Kızılbaşlık da denir- anlamında meşhur olmuştu. Bugün Alevî, Köy Bektaşî’si veya aynı anlama gelen Kızılbaş anlamında kullanılıyor. Tarikatlarda aslolan Müslüman olmaktır. İslâm mezheplerinden birine mensup olmanın tarikatlar 79 Faruk Arslan açısından bir önemi yoktur. Kelime-i Şahâdet'i söylemek ve inanmak, tarikatlar için yeterlidir. Bir Şafiî, Maliki, Hanbelî veya Hanefî'nin herhangi bir tarikata girmesi mümkündür. Önemli olan Müslüman olmaktır. Ancak, Alevîler açısından bakıldığında, Balkan Bektaşîleri de dahil, Hacı Bektaş bağlılarının tamamının inançta Maturidi ve amelde Hanefî veya Caferi olduğunda kuşku yoktur. Hem Hoca Ahmet Yesevi'nin hem de Hacı Bektaş'ın kitapları incelendiğinde de bu görülür. Alevîlik Bektaşîlik adlı kitabında, "Alevîlik Bektaşîlik Nedir?" başlıklı bölümünde bakınız Kutluay Erdoğan ne diyor: "Bektaşîlik, Anadolu'da gelişerek yayılan Türk tarikatlarındandır. Tasavvuftan etkilenen bu tarikatın felsefesi, örf ve adetleri Türklere yönelik özellikler gösterir." (Erdoğan, 2004). Osmanlı döneminde veya Cumhuriyetin başlangıcında, kitap yazmış Bektaşî büyüklerinin tamamında şu ifâdeler vardır: "Bektaşîler, Cenab-ı Allah'ın şanı büyük Kur'an'ında, Bakara Suresi'nin iki, üç, dört, beşinci ayeti kerimesinde niteliklerini sayıp tanıttığı ehli sünnet, inanmış ve Allah'ı tanıyan kimselerdir. Bektaşîlikte kâlb hazinesinin Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Resulullah'ın Ehlibeyti'nin sevgisi ile dolu olup, başka bir çeşit sevginin o kâlbde girecek yer bulamaması kesinlikle lâzımdır. Bektaşî olmak, övülmeye değer yüksek ahlâk sahibi olmaya dayanıyor. Yoksa kötü ahlâk sahiplerinin 'Ben Bektaşîyim; Eyvallah, Yahu' demeleri kendilerine iftiradır." (Tekizoğlu, 2008). 80 Faruk Arslan Alevîler, Bektaşîler tarikata giriş töreni ki, buna -ikrar merasimi veya ayini denir- sırasında, Allah'ın kulu, Muhammed Mustafa'nın ümmeti, Aliyyel Mür-taza'nın bendesi olduklarını belirttikten sonra da "İmam Cafer Sadık'ın mezhebindenim" derler. Ancak, Osmanlı tarihi ve Cumhuriyet'in başlangıç yıllarında Çelebiler, Dedeler, Babalar ve diğer tarikat büyükleri hep şu iddiada bulundular: "İmam Cafer Sadık Hazretleri'ne mezhep sahibidir demek, büyük bir yanlıştır. Zira zât-ı saadetleri 'Hakiki imam' olduklarından dolayı amel, inanç ve hukuk alanlarında bir mezhep ortaya koymaya ihtiyacı yoktu. Çünkü mezhep ve meslek denilen dinî inançlar, sağlam bir biçimde yeni kurulmuştu. Ve hem de zat-ı saadetleri, Hz. Resulullah'ın Ehlibeyti'nin yâni doğru yol rehberi on iki imam efendilerimizin altıncısı olmalarından dolayı kaynağını Hz. Peygamber'den alan yüce saltanatın vezirlerinden olduğu için, içtihada dayalı bir mezhep ortaya koymanın üstünde idiler. Zira İslâm şeriatının ana esaslarını ve bu esaslardan çıkarılan hükümleri, yüce babaları Hz. Muhammed Bakır'dan ve onlar da muhterem babaları Hz. İmam Zeynelabidin Efendimiz'den ve onlar da ulu babaları, Kerbela'nın şehit Sultanı, himmet sahibi, nur kaynağı İmam Hüseyin Efendimiz Hazretleri'nden ve onlar da şanlı babaları Haydar-ı Kerrar Hazretleri ile yüce dedeleri Şeriat Sahibi Efendimiz Hazretleri'nden öğrenmişler ve ta kendi zamanlarına gelinceye kadar kesintisiz gerçek önder olmuşlardır. Soy şerefi ve kendi faziletleri gereği Müslümanlar arasında aziz ve değerli ve muhterem oldukları gibi, bütün tarikat mensuplarının başkanıdırlar. Zat-ı saadetleri, her hâlde Hz. Peygamber'in izinde yürüdüklerinden, bir mezhep ortaya 81 Faruk Arslan koymaktan, doğal olarak, uzaktırlar." (Yüksek, Rıfat, 2002, s 153). Gerçekten de ameli mezhep imamlarının tamamı onun öğrencisi olmuş kişilerdir ve mezheplerin teşekkülü talebelerince gerçekleştirilmiştir. Yâni ikrarda geçen İmam Cafer Sadık mezhebi, mezhepler kurulmadan önceki bir ifâdedir ve tarikat anlamındadır. Başka bir ifâde ile Anadolu Alevileri, Bektaşîler tarikat lideri, pîri olarak, soy silsilesi olarak İmam Cafer Sadık'a bağlıdırlar. Yoksa, Caferi olduklarını ifâde eden Şia'ya mensup Müslümanlarla aynı inancı ve ibadet şeklini benimsemiş olurlardı. Böyle olmadığı ise, açıktır. Türk Alevileri kendilerine Allah, Muhammet, Ali, Ehlibeyt gibi din ulularından bahseden herkesi kendilerinden sayar, bağırlarına basarlar. Bu insanları korur ve kollarlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bu gün de yoldan çıkmış, düşkün olmuş, hatta dinsizliği seçmiş insanların dillerindeki bu tür sözler sebebiyle sahiplenirler.Yüreklerindeki sevgi, her türlü kiri pası örter. Alevîlerin bu yumuşak karnı, tarihte pek çok sapık fırkanın bu gurup içine sızmasına, saklanmasına neden olmuştur. Günümüz aydınlarından bir kısmının, "bizde şu da vardır, bu da vardır" diye anlatmaya çalıştıkları; Alevîler'in kendi adamları veya düşünceleri değil, onların iyi niyetini istismar etmiş ve aralarına sızmış insanlar ve onların görüşleridir. Bu adamların ve görüşlerin ayrışmaya tâbi tutulması ve Alevîlik'ten ayrı değerlendirilmesi gerekir. Anadolu'da Trakya'da ve Balkanlar'da yaşayan Müslümanlar'ın tamamı (Doğu ve Güneydoğu'daki Şâfiîler hariç) inanç ve amel olarak Hacı Bektaş Veli ve 82 Faruk Arslan Ahmet Yesevi gibi Maturidi ve Hanefi'dir. Yâni aralarında mezhep ayrılığı yoktur. Abdest alan, namaz kılan, gusleden, kız isterken kullanılan lügat, evlenirken nikah kıyan, bayram ve cenaze namazı kılan herkes Alevî'si, Bektaşî'si, Kadiri'si, Nakşi'si, Cerrahi'si, Gülşeni'si, Rufai'si veya hiçbir tarikata mensup olmayan çoğunluğun tamamı; inançta Maturidi mezhebinden, ibadetlerin yapılışı bakımından da Hanefi mezhebindendir. Caferi fıkhıyla haraket edenlerde vardır. Özellikle serbest seçimlere ve çok partili hayata geçtiğimiz 1950 yılından başlayarak siyasetçilerin cahilliği yüzünden ve oy alma kaygısıyla "ülkemizde mezhep ihtilafı var" şeklindeki iddia ve konuşmalar bir tarikat olan Bektaşîlerle, Bektaşî olmayanları ayrı mezheptenmiş gibi bir hâle getirmiştir. Bu vebal siyasetçilerle, bu yanlış beyanları aynen ve ısrarla yayan medyamıza aittir. (Tekizoğlu, 2008). Sünnîliği "İslâm'ın Arap yorumu", Alevîliği de "İslam'ın Türk yorumu" olarak bahseden bu kişilerin biyografilerinde, Dede çocuğu oldukları, dedelerin "seyyid" olduğu, yâni Arap soyuna mensup oldukları özellikle yazılmaktadır. İşin doğrusu, Dedeler'in tamamı, Türk soylu, Oğuz boylu insanlardır. Türbesi güney Horasan olarak bilinen, İran'ın kuzeyinde, Hacı Bektaş Veli'nin doğduğu Nişabur'a yakın, Meşhed şehrinde bulunan 8. İmam, İmam Rıza'ya manen (tarikat silsilesi olarak) bağlı insanlardır. Diğer İmamlar'a bağlı olan, son derece azdır. Dede veya Seyid, Oniki İmam neslinden gelenlere denir. Bunlara Evlâd-i Resul-ü Seyyidi Saadet'te denilir. Dede Alevinin din adamıdır ve üç ayrı sıfatı vardır. Rehber, 83 Faruk Arslan mürşit ve pirdir. Rehber talibe yol açar, mürşit talipleri irşat eder, bilmediğini öğretir. Pir daha da aydınlatmaya çalışır, yetiştirir. Çeşitli bölgelerde bildiğimiz Alevi dedeleri şunlardır: Veliyettin Ulusoy, Mustafa Aklıbaşında, Mahmut Doğanoğlu, İsmail Aslandoğan, Kamber Kutlu, Niyazi Bozdoğan, Haydar Samut ve Şinasi Koç. Elbette başkalarıda var. Sadece Ulusoy’a bağlı 200 Alevi dedesi bulunuyor. İster Çelebi, isterse Dedebaba; geleneklerle, kurallarla işleri idare ederler. Özellikle siyasete bulaşmamak, fraksiyonlar arasında taraf tutmamak ve itidalli davranmak konusunda, bu güne kadar kendilerinden beklenen olgunluğu göstermişlerdir, göstermektedirler. Diğer örgüt lideri/başkanı gibi görülenlerin çiğliklerinin hiç birisi bu gerçek liderlerde görülmez. Çoğu kez medyada bunların adları söylenmez, açıklamaları yer almaz; seçim öncelerinde oy pazarlaması yapmazlar. Kendilerini görmek isteyen ya da kendileriyle görüşmek isteyen herkesle görüşürler, insanlar arasında, çocuk, kadın, erkek gibi ayırımlar yapmazlar. Bir tarikat liderinden beklenen olgun davranışları sergilemek için özel gayretleri yoktur. Davranışları son derece tabiîdir. Bunlar içerisinde Avrupa'da tahsil etmiş, görgüsü, davranışı son derece yüksek olan kişiler de vardır. Ama, ortak davranışları aynıdır. Bu insanlar kendilerini tanıtırken "hümanist, plüralist, aksiyonist ve re-aksiyonist reformist, değişmeye her zaman açık bir bilim adamı-hukukçu ve dini lider" gibi unvanlar kullanmazlar. Son derece mütevazı ve sahavet sahibi, cömert insanlardır. Evleri ve sofraları herkese açıktır. Bu sebeple de, son derece saygıdeğer insanlardır. Ayrıca, bunların dervişleri ve bağlıları arasında siyasî, 84 Faruk Arslan ideolojik taraf olmayışları onları bu kadar itibarlı ve etkin kılmaktadır. Tarikatlar, tekrar, devletin gözetim ve denetiminde açılacak olursa, özellikle Hacı Bektaş Postu'nun bu iki lider kadrosundan da destek görecektir. Özellikle Bektaşîlerde, Salih Niyazi Dedebaba'nın Arnavutluk'a gitmesi ile başlayan sıkıntının devam ettiğini; Arnavutluk'ta ve ülkemizde, birkaç tane Dedebaba olduğunu, Bektaşîlerin daha çok bu iç problemlerle meşgul oldukları için, piyasada görünmediklerini biliyoruz. Bosnalı, Makedonyalı, Tiran'lı Bektaşî büyüklerinin, ülkemizde yapılan toplantılarda da, Balkanlar'da yapılan toplantılarda da "kıblelerinin Hacıbektaş ilçesi olduğunu, Bektaşîliğin tarikat olduğunu" özellikle söylediklerini, ama bizimkilerin, siz bu işlere karışmayın telkininde bulunduklarını da biliyoruz. Bazı Balkanlı tarikat liderlerinin de, ülkemizdeki bazı Alevî vatandaşlara Babalık, Dedelik icazetleri verdiklerinden bilgimiz var. Bütün bu problemler Dedebabalar hakkındaki kanaatimizi değiştirmemizi gerektirmemektedir. Bu iki makam dışındaki örgüt liderliklerine, medyatik olmalarına bağlı olarak liderlik atfetmek, onlara Alevîlerin temsilcisi, lideri gibi davranmak devleti de partileri de sıkıntıya sokmuştur, bundan sonra da sıkıntıya sokacaktır. (Tekizoğlu, 2008). Prof. Dr/ Orhan Türkdoğan, "Alevi-Bektaşi Kimliği" adlı kitabında, 1993-1995 yılları arasında Türkiye genelinde 15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, antropolojinin en yeni yöntemlerine göre gerçekleştirilmiş bir saha araştırması yaptı. Türkdoğan’ın sosyolojik değeri bulunan bu araştırmasına kadar, konu ile ilgili yapılan tüm 85 Faruk Arslan araştırmalar, daha ziyade teorik çerçevede alevi-bektaşi popüler öğretisinin tarihi gelişimi, yapısı ve geleneği hakkındaki masabaşı tahlillere dayanmaktaydı. İlk kez, bu araştırma ile "alevi-bektaşi" toplulukları, dini temsilcileri, ocakları katılımcı-gözlem ve mülakat yoluyla incelendi. Saha araştırması olarak da bilinen bu yöntemle, bir yanda "alevi-bektaşi" insanın konuya bakış açısı (Emik yaklaşım) ile öte yandan araştırmacının yaklaşımı (etik bakışı) tesbit edilmek suretiyle bu inanç sistemi derinliğine yorumlandı. Ayrıca, dört üniversitenin çeşitli fakültelerine mensup 315 öğrencinin alevi-sünni farklılaşmasına yönelik bakış açılan ve algı alanları yanında, çeşitli İslami görüşleri temsil eden odak noktalarının yorumlarına da yer verildi. Altını çizerek okuduğum bu kalın kitapdan çıkardığım özet, gerçek aleviliğin aslında Sufi, insanı merkez alan değerlerinin İslamşyetin yayılmasında, Anadolunun müslümanlaşması ve Türkleşmesinde benzersiz roller oynadığıdır. Olayı siyasi yönden ele alacak olursak karşımıza farklı bit tablo çıkar. Selçuklu ve Osmanlı tarihini Oğuz ve Türkmen çekişmesi şeklinde analiz eden Sosyolog Edward Shils’in ‘merkeze karşı çevre’ teorisi ünlüdür. Buna göre, Sünni Oğuz Boyları Ortodoks İslam’ın Hanifi Mezhebi liberalliğine sahip ana merkezdi; devlet onlarındı. Alevi Türkmenler, Heterodoks İslam’ın kültür zenginliğiydi ama çevreydi; ara sıra merkeze isyan eden ‘İç Proletarya’ idiler. Aşırı Türk milliyetçisi yanlış politikalar sonucu Cumhuriyet tarihinde 19 defa kalkışmış militarist Kürtler de ‘İç Proletarya’dır, merkezi yok etme çabasıyla dış proletaryaya hizmet ederler. Kürt Alevileri simgeleyen 86 Faruk Arslan Dersim, dışlanmış kimliğin ve ırkın çifte sancı yaşayan odağıdır. Sosyolog A. Toynbee’ye göre; merkezî güç zayıfladıkça çevre ‘Dış Proletarya’ tarafından tahrik edilmek suretiyle merkeze yüklenmiştir. Kimdir bu ‘Dış Proletarya’?! Merkezin zayıflamasını fırsat bilen yakın komşular, tarihî düşmanlardır. Çevredeki dışlanmış vatandaşlar, merkeze karşı hesaplı ve planlı biçimde dış proletarya ile iş birliğine giderler. Dış proletarya bazen iç proletarya gibi algılanır, oysa dış proletaryanın tipolojisi bellidir. Dün İran ise bugün İsrail’dir. Örneğin 1240 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı isyan başlatan Baba İlyas, güya çevreyi merkezin baskısından, zulmünden kurtarıyordu. İç proletarya kendi iç yapısıyla hesaplaşıyordu. Oysa Baba İlyas, Baba İshak adlı dış proletaryanın emrindeydi. Baba İshak’ın gerçek adı, İzak’tı, Trabzon’daki Komnenos Hanedanı’na mensup bir Rum’du ve kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Rum imparatorluğu kurma peşindeydi. Çakma bir derviş rolünde, iç proletaryayı istismar ediyordu. Çevrenin dış proletarya ile iş birliğiyle Moğollar kolaylıkla Anadolu’yu istila etti. Benzer bir oyunu da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail hesaplaşmasında görebilirsiniz. Şah Kulu, Antalya’dan başlayarak çevredeki Türkmenleri kullanarak, eşkiyalığa soyunmuş, bugün PKK teröristlerinin yaptığını yapıyordu. Şah İsmail’den ihale almış, kaos çıkartıyordu. Dedesi Şeyh Cüneyid’in çıkardığı Oğuz ile Türkmenleri bölme fitnesini sistemleştiren Şah İsmail’in anası Trabzonlu Rum Pontus’un bir prensesiydi. 87 Faruk Arslan Söylem şuydu: Enderun ve Acemi Ocakları’nda Hristiyan devşirme çocuklar devletin üst noktalarına geliyor, askeriye yabancı unsurların eline geçiyor. Osmanlı’yı kuran çevredeki Türkmenler üvey evlat muamelesi görüyor. Dış proletarya, iç proletarya ile dirsek temasına geçti. Yavuz, hem Halveti hem de sıkı bir Bektaşi olmasına rağmen ‘Alevi düşmanı’ olmakla suçlandı. Bu olaylardan 80 sene önce başlayan Şeyh Bedrettin isyanı vardır. O, Torak Kemal gibi Yahudi dönmeleriyle, Börklüceli Mustafa adlı Rum dönmesi anarşistle iş birliği yapmış bir Balkan çetecisiydi. Şükür ki, 2. Beyazıt, Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Ocağı’nın başına getirerek tarikatı sözlü kültürden yazılı, erkannameli hâle getirmiş ve çevreyi kucaklamıştı. 2. Beyazıd döneminde, Anadolu’da dinî, siyasi ve kültürel kimliğin oturtulması için Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik desteklendi. Osmanlı’nın zirvede olduğu 1592’de başlayan Celali isyanları da çevrenin merkeze başkaldırısıydı. Çare olarak Kanuni Sultan Süleyman, ilk eşi Mal Hatun’un kardeşi Sersem Ali’yi Bektaşi Postnişinliğine getirdi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından kaldırılması ve Bektaşi tekkelerinin Nakşilere devri, çevrenin merkezden yediği en şiddetli kötekti. İç proletarya yerin altına çekilerek iş birliği yapacağı dış proletarya aradı. Selanikli Yahudi dönmelerini ve masonları bulmakta gecikmedi. Aşırı milliyetçilik ve laiklik projeleri, Fransa’dan ithal edildi ve ülke binbir parçaya bölündü. Oğuz ve Türkmen ikiliğini ve Kürt ırkını laiklik ile ortadan kaldırmayı planlayan Ziya Gökalp, Baha Said ve 88 Faruk Arslan Namık Kemal gibi İttihat ve Terakkili düşünürler, bilmeden dış proletaryanın planlarına hizmet ediyorlardı. Koca Osmanlı, on yılda böyle yıkıldı. Çevre, merkezi dış proletaryayı hep üzmüştür (Türtkdoğan, 2004). Cumhuriyet tarihimizde Kürtler iç proletaryaya dönüştürüldü, dış proletaryanın kucağına itildi. Heterodoks inançlı varsayıldığı hâlde çoğu dinsiz, laikliği yahut bilimi din hâline getirenler, ‘Kürt kartı’nı istismar ettiler. Sadece taşeronluk yapan PKK’yı suçlamak ucuzculuktur. Terörün sonlanması için antropolitik kültür kodlarımızı ve sosyolojik gerçeklerimizi masaya yatırmanın tam zamanıdır. Herkesin tarihe bakışı kendi penceresindendir. Bozulan Bektaşilikten samimi Alevilerin neden kurtulmak istediğini anlamamız gerekiyor. Öncelikle neden Anadoluyu Türkleştiren ve müslümanlaştıran ortak atamız Yesevi ile dinsel akrabalık kuruluyor bunu bir inceleyelim. 89 Faruk Arslan Beşinci Bölüm HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir Kalenderi şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca 1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’ sayılması kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile bugünün Bektaşi Alevilerinin dini anlayışları arasında uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski başyazarı İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler, Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına indirgeyip Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki Alevilik ve Bektaşilik ile bugün arasında dağlar kadar fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak safdilliktir. Veya kasıt, bozgunculuktur. Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin bileşimini yaparak Orta Asya’da Müslümanlığı yayan ‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın yayılmasında en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi, Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah diyerek hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye başlıyor. Dür ve gevher dediği Ayetler ve Hadislerdir. Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet Yesevi yolundan yetişen O’nun izbasarlarının en önemlileri Orta Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani, Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus 90 Faruk Arslan Emre’dir. Hakim Ata, Piri’nin yolundan giderek yazdığı hikmetlerde “Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler ve Moğollarla ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında dağıtılan aşı almak için kimseye dini, mezhebi, tarikâtı, milliyeti sorulmazdı. İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı anlayışı Anadolu’ya taşıdı. ‘İncinsen de kimseyi incitme!’ sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre bir Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli şairidir. (Zeybek, 2008). Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün kaldığım Türkistan’da ve türbesini görme imkanı bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen manevi bir hava hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet ' almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir gelenek. Bende öyle yaptım. Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya göre Selman-ı Farisi. Ancak Peygamberimizden 300 yıl önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti seçtiği yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan baba tam 850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey demeyin, Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim rivayet şöyle: '' Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben de bir emanet var, bizden çok sonra yaşayacak birine çocuk yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar. Arslan Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde ağzından bir hurma çıkartarak Arslan Baba'nın dilinin altına koyar. Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder. Diyar diyar dolaşan Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil 91 Faruk Arslan altında saklar. Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken gelir. Arslan Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü ' emanetimi ver ' olur. Baba, emaneti Yeseviye verir. Baba otağını Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın öğrencisi olur. Onun ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba öldüğünde artık Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği, Türklere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu meşhur hikaye, Yesevi’nin peygamberimizin varisi bir alim olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu tarafından 3. defa restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta duruyor. Halk bu iki direğe kutsaliyet izafe ediyor. Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar saygı gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde bıçak ve tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan Timur'a tüm ulu Türk hakanlarının adlarını bir bir sayıyor. Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor. Kırgızıstan'da ki Su nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i, bir evliya olarak kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış, kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara Buğra'da. Arslan Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik bir türbe yaptırmış Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan, tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre, Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı söylemiş ve birden ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir 92 Faruk Arslan ağaç bulunuyor, halk bu agacı da kutsal kabul ediyor. Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı, Sasık, Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen Kyikişi'nin Bursa'da türbesi bulunan meşhur Yesevi müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor. Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap edilen şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar, kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı. Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin Doğan, Fethullah Gülen’i bir ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’ geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen, 10 saniye düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu sosyal bir gerçektir. Türk müslümanlığını Araplardan ayıran bariz farklardandır. Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara savaşında 1402’de yendiği, kafese koyduğu, Türk birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam bir müslüman olan Timur, büyük bir İslam kahramanıdır. Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler, İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini, 93 Faruk Arslan takipçilerini ve öğretilerini kökünden kazıyarak ortadan kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde Timur nefretinin nedeni acaba Mason Bektaşilerin Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin hakanı olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı olduğuna inanılır. Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre, Timur'u Ahmet Yesevi kanatları altına almıştır. Halbuki Timur Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır. Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna inanılır. Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük hürmet gösteren bir hükümdardı. Yesevi'nin kendine öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi kendine, Yesevi'nin türbesinin külliye haline getirme sözü verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı olarak anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini yıkan, Orta Asya'yı hakimiyeti altına alan Emir Timur, rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle Timur-Yesevi arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın sonlarında (1405)'te Yesevi'ye görkemli biçimde yeniden türbe inşa ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin sevgisini ve desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı hiç ihmal etmeyen Timur, bir gün yakın arkadaşına girmiş olduğu bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu ifadelerle açıklar: "Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun mezarını korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da beni hep muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide çok ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı karardan asla dönmemesiyle bilinen Timur, en son Çin'e 94 Faruk Arslan gerçekleştirdiği sefer öncesi Türkistan 'da Sır derya'ya yakın Arıs nehri kenarında konaklar. Çok soğuk olduğu için askerler Çin'e gitmek istememektedir. Askerin bu direnişini kırmak için, o soğuk karlı kış günü Arıs nehrinde çıplak olarak yüzmeye başlar. Kar üstünde iki gün oturarak askerine örnek olmaya çalışır. Ancak o kara soğuğa üç gün dayanabilir. Yakalandığı zatüre sonunda hayata gözlerini kapar. Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek Alevilik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevi Maturidir ve şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. ( Fığlalı, Ocak 1990). 'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına gelenlere herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin hoşgörüsünü gösteriyordu. Hidayet yolunu gösteren Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp tutuşuyordu. Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi anlamak zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış bir İslam, dışı posa, iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi çıkar. ‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta düşmanlık yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı sofrasında alperenlik taslıyorlardı… Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin mimarı olarak kabul edilir Hoca Ahmet Yesevi... Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat etmesi, Türkistan'ın tüm Türk devlet ve toplulukları tarafından manevi başkent olarak görülmesinide beraberinde getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet 95 Faruk Arslan Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi, Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş, müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her dinden, ırkdan insanlara açmış evliya ve alperenlere ufuk, vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi, Budist, Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi ortak ataları olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir kanıtıdır. Peki Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü, Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan, Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul etmesi referansının Türklük olduğunu gösterir mi? Bu profilden yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve yeni bir tarikat neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat üyelerinin bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin Türkistan'daki türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını öğrendim. Türkistan köylülerinin Yesevi halkası oluşturup, zikir yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün Cerrahi, Rufai ve Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir. Semahla alakası yoktur. Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık bir kazan bulunuyor. Kazan’ın Türklerin egemenlik sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve kazanın başına gelenleri şu şekilde dile getirdi: "Sovyet baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan Leningrad'daki Erimtaj müzesine kaldırılmıştı. Daha sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski yerine geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları anlatıyor: " Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu. Dervişlerin yaptığı zikirler sırasında kazanın üzerinde 96 Faruk Arslan nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir sonrasında susayan ve hararet içerisinde bulunan dervişler bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla serinliyordu. Zikir başlamadan önce parola belliydi. Zikir sırasında ya ter, ya kan, yada can çıkması zikirin samimiyeti için çok önemli bir noktaydı. Şu anda kazanı ziyarete her kesimden insan geliyor. Fakat kazana maksadı dışında işlevler yüklenmiş durumda. Ziyarete gelenler kazana para atarak dilekte bulunuyorlar. Bu sonradan çıkan yanlış adeti biz düzelteceğiz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'de ilettim." Zeybek, bugün gerçek alperen kültürünün Orta Asya’da açılmış Türk okullarıyla temsil edildiğini itiraf etmiş bir Yesevi aşığı. Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen "Herse" veya "Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir gelenek. Külliye aynı zamanda eskiden üniversite şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı kütüphanelerinden biride bu kulliye içerisinde mevcuttu. Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş durumda. Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor: ''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk milliyeti olmazdı.'' 1186 yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış öylesine güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra ' Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla yaşamak haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane ' olarak adlandırılan çukurda ölene kadar yaşadı. Koyu bir Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever. Bugünkü müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en büyük Şia, Alevi benim’ söylemini anlayamıyor. Oysa 97 Faruk Arslan geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı cevabı vermişti. Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan alperenler gibi on binlerce öğrenci, Alperen yetiştirdi. Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o cümleten Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta Asya’ya Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi, Türklerin müslümanlığa benimsediği 10. asırda tarihin akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20. yılına yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz konusu misyon birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına, İslam’ın Türkçe anlayışıyla başka dinden olanlara anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik... Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi' dilinde yazıp çizerken, resmi ve edebi dili ' Farsça ' kılmış iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu, müslümanlıkla özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda tufan gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül erlerini halkın içine zamanında yerleştirdi. 40 yıldır görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran görevi gördüğü yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında ezilirken, müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi. Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi, asırları eskiten ulu bir çınar oldu gönüllerde, kalplerde. Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya sempatizanı vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek Türkleşti. 98 Faruk Arslan Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman olarak Türk-İslam sentezini benimsedi, İslamiyete hizmet etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan, Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya Yunus Emre'ye , Hacı Bayram Veli'ye, Geyikli Baba'ya Saltuk Bugra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu Türklerin öncüsü, rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta Babür'ün mirası üzerinde kurulan Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler bıraktı. Yesevi gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği kalp yoktur, yalancı Sufizmin tehlikeleri ise çoktur. Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini derinliğini yok etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş önplanda. Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba türbesini Haziran 2000’de ziyaret ederken, yine Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi olan Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış bir Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok önemli. O, ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı Saltuk. gönüllerin sultanı olmanın dünya saltanatı elde etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide. Saltanat sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi içinde 99 Faruk Arslan kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak paydası mazide olduğu gibi bugünde Ahmet Yesevi... ‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor. Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse, Yesevi'nin İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden yoğurması gerçeği de köklerimize sahip çıkmamız açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi Yesevi yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin referansını sadece Türklük olarak gösterilmesi onun bir kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini görmemezlikten gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın: Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün Anadolu müslüman ve Türk olamazdı, Türk kalamazdı. Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı Saltuk’u kendi kafa yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp, Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına, üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız. Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin sahte Bektaşilikten ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması, kaçınılmaz bir süreçtir. Dinlerarası diyalog süreci başlatıldığı halde, kendi insanımızla bunları rahat bir şekilde konuşamamamız, içimde bir burukluk, üzüntü oluşturuyor. Oysa “Hain” “Düşkün” türü suçlamalara kulak asmadan diyalog kapısını açık tutanlar kazanıyor. Aleviler, farklılıklarını da koruyarak, her alanda haklarını cesurca, kararlılıkla ve 100 Faruk Arslan barışçı yöntemlerle savunarak sonuç alma noktasına geldiler. Bunu, haklar mücadelesi açısından önemli bir kazanım saymak gerekir. (Dündar, 2008). Bu devrede çıkarcı Mason Bektaşi-Ateist ittifakının “Alevilik, İslam dışı ayrı bir din” söylemi ile ayrı bir örgütlenme yaptırması dikkati çekiyor. Alevi kökenli olan ve olmayan mason Bektaşilerden beslenen ateist/sol zihniyete göre, Alevilik İslamın içinde olamaz. Bu görüşte olanların bile kültürel bir sos olarak Yesevi’yi kullanmak istemesi kabul edilemez. 1997 yılının Şubat ayında Faik Bulut’un “Alisiz Alevilik” adlı kitabı yayınlandı. Daha sonra Hacı Bektaş’ı Hasan Sabbah’ın talabesi yapmaya kalkan ve Alevileri sapık birn inanca sürükleme niyetinde olan çevrelere çalışan Bulut, kitabında bunu sözde “İslamda Özgürlük Arayışı ” olarak sunuluyordu. Anadolu’da Alevîlik-Bektaşîlik’in kökenini, Sünnî-Şîi bölünmesine kaynaklık eden olaylarda aramak tarihsel ve sosyolojik olarak hiçbir geçerliliğe sahip bulunmamaktadır. Anadolu’da AlevîlikBektaşîlik konusu ancak, Türk kitlelerin anayurtlarında, göç etmeleri sırasında ve son olarak geldikleri Küçük Asya’da yani Anadolu’da karşılaşmış bulundukları, dinsel ve kültürel akımlar anlaşılmak suretiyle ele alınabilir. Konu üzerinde bilimsel araştırmalar yapan Fuad Köprülü, F.W.Hasluck, Irene Melikoff, Süreya Faruki ve Ahmet Yaşar Ocak gibi araştırmacıların, bugün ulaştığı sonuç budur. Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, Türk kitlelerin yüzyıllara yayılan zaman sürecinde ve farklı coğrafyalarda, farklı inançlara ve kültürlere sahip halklarla ilişkide bulunmaları sonucunda oluşan bu dinsel 101 Faruk Arslan ve kültürel senkretizm denilen bağdaştırmacı Alevîliğin anlaşılabilmesinin yegâne anahtarıdır. (Ocak 1996). Elbette, Alevilik, İslam içidir. Alevilerin tamamına yakını kendilerini İslamın içinde sayarlar, ama burada kastedilen sünni İslam inancı değildir. Mason Bektaşilerin ve bazı radikal müslümanların kasten anlamadıkları gerçek, Anadolu Alevilerinin kendilerine has bir İslam anlayışları olduğudur. İslam denince sadece sünniliği ( 4 mezhebi) anlamak, sonuçta Alevileri de İslamdışı saymaya götürür ki, ne yazıkki birçok kişi bu yanlışa düşüyor. (Yaman, 1998). Alevi Bektaşilerin “Çelebi”lerinden, Postnişin Veliyettin Ulusoy, Milliyet’den Devrim Sevimay’a 2009’un ilk günlerinde şunları söylüyor: Alevilik mezhep değil, asıl İslam’ın özüdür - Ehlibeyt’i nasıl anlatırsınız? Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin… Ehlibeyt deyince bu çekirdek beş kişiyi ve onlardan gelenleri anlarız. Zaten kelime anlamı “ev halkı” demek. Peygamberimiz vedasında “Sizlere Kuranı ve bir de Ehlibeytimi emanet ediyorum” der . Ulusoy ekliyor: Bu “yol” İslam içi midir, İslam dışı mı çok saçma bir tartışma konusudur, çünkü biz “on iki imamları” andığımızda onlar kimdir? Peygamber kimdir? Hacı Bektaş Veli kimdir? Bunların hepsi İslam. O halde kimse Alevilik İslam’ın dışında diyemez. Bunu dediğiniz zaman siz Alevi Bektaşiliğe sadece dışarıdan bakmışsınız demektir. Bugün Alevilerin yüzde 99.9’u da İslam’ın içinde olduğunu bilir, “Elhamdülillah Müslümanız, Aleviyiz, Bektaşiyiz” derler. “Allah Muhammed Ali” diye bir üçleme vardır. ( Sevimay, 2008). Bazı ‘eski solcular’, sağduyulu Aleviler ve AKP, “Alevilik, özgül inanç” veya “kültür” söylemi gibi orta yol bir çözüm önerisi sunuyor. Bu nedenle Alevilerin Diyanet’e değil Kültür Bakanlığı'na bağlanması söz konusu. Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, Kültür Bakanı 102 Faruk Arslan Ertuğrul Günay ve AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu, yeni yapının mimarları. Gelinen aşamada, Diyanet veya buna paralel bir yapı yerine, tamamen ayrı bir yapılanma getirilmesi görüşü ağırlık kazandı. Cemevlerine aktarılacak bütçenin, "inanç kültürlerinin desteklenmesi" çerçevesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verilmesi orta yol aslında. Çünkü gerek Avrupa’daki Alevi Konfederasyonu gerekse Türkiye’deki Alevi-Bektaşi Federasyonu, Diyanet’i kabul etmiyor, hatta Diyanet ile birlikte okullarda zorunlu din ders uygulamasının kaldırılmasını talep ediyorlar. AKP, zorunlu din dersi müfradatı uygulaması engelini, Alevi dersi seçeneği koyarak aşmaya çalışıyor. AB, Alevi ve Kürt sorunlarının çözülmesi için uzun süredir bastırıyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, devrim niteliğinde haklar verilmesi için çözüm paketi hazırlayan Çamuroğlu’nu ve Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ı “düşkün” ilan etmesini Haziran 2007’de Toronto’ya ziyareti sırasında yakından tanıdığım Turgut Öker’in dolmuşuna gelmesine bağlıyorum. Öker’in ipi ile kuyaya inenleri, Mason Bektaşilerin çıkmaz sokakları, Alman İstihbaratının Bizans oyunları, bitmeyen yokuşları, ayrılıklar, savaşlar, kargaşalar bekliyor. Çamuroğlu samimi, bu nedenle daha sonra Ali Balkız ile barıştılar. Doğan, düşkün ilan etmenin kurallarını hatırlattı ve bu yöntemlerle kaçak güreşenlere sert çıkıştı. Alevilerde sağ duyunun hakim olmasını ve uzlaşma için yapılacak zirve ve toplantılardan 85 yılda ilk defa önlerine konan fırsatı tepmeyecekleri bir reformun çıkmasını umuyoruz. Cem Evlerinin resmi olmasada ibadethane yapılması ve buralara bütçe ayrılması, olumlu ama radikal beklentiler 103 Faruk Arslan içinde olanlara göre halen yetersiz bir reform. Devletten maaş alan dede, dedemiz olamaz söylemi başlatanlar Alman İstihbaratından beslenen kesimler. Arkalarında Mason Bektaşiler kapı gibi duruyor. Çamuroğlu ile aynı odayı bile paylaşmak istemiyorlar. İlk adım, 13’ü Sünni 24’ü Alevi 37 aydının yakıldığı Madımak Oteli müzeye dönüştürme jestiyle atılabilir. Buranın kitapçı yapılması ara çözümdür. Bu çerçevede camilerde olduğu gibi cemevlerinin de elektrik, su giderleri karşılanması, Cemevlerinde görev yapan dede, zakir ve hademelerin maaşlarının bütçeden ödenmesi, gecikmiş mükemmel bir yenilik. Maaşın Kültür Bakanlığı bütçesinden karşılanırken, kaç dedeye maaş bağlanacağı Alevi-Bektaşi dernek ve vakıf temsilcileriyle yapılacak görüşmeler sonunda netleşir. Abdal Musa Vakfı'nın 'Alevi Enstitüsü' kurması ve burada sınavdan geçenlere maaş verilmesi alternatifler arasında yer alıyor. AK Partili Reha Çamuroğlu ve Yazıcıolu önderliğindeki Alevi açılımının artık bir hükümet politikası haline geldi. Çamuroğlu, “Çok geniş mutabakat sağlama amacındayız” derken, “Maaş bağlanacak dedelerin tamamı soydan dede olanlar değil, hizmet üretenler olacak" ifadelerini kullanıyor. (Çetin, 2008). Elbette bunlar, özellikle tekke, zaviye ve türbeleri kapatan yasaya aykırı düşmeyecek formüllerle geliştiriliyor. Alevi kesimin temel taleplerini karşılayacak düzenlemede hassas bir denge kurmak kolay değil. Üzerinde çalışılan formülde, bazı tarikat ve cemaatlerin cemevlerine getirilecek hakları örnek göstererek talepte bulunmalarını engelleyecek bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor. 104 Faruk Arslan 22 Temmuz seçiminden sonra Bilkent Otel’de Alevilerin iftarına katılarak "açılım" mesajı veren Erdoğan, Alevi yazar, İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nu da danışmanlık görevine getirdi. Çamuroğlu, bu adımların kesintiye uğraması üzerine danışmanlıktan istifa etmişti. Ancak Erdoğan, Çamuroğlu’nun istifasını işleme koymayıp, makam odasını da boşalttırmadı. 10 Kasım’da ( 2008) yapılan Bakanlar Kurulu’nda AKP’nin programında yer alan Alevi açılımı nihayet başlatıldı. Çamuroğlu’nun danışmanlığa "fiilen dönmesi" olumluydu. 9 Kasım 2008’de Sıhhıye Meydanı'nda gerçekleştirilen, 100 bin kişinin katıldığı Alevi mitingi hakkında en çarpıcı açıklamalar İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce'den geldi. Malatya İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce, Türkiye'deki birçok Alevi olaylarının dış istihbarat örgütlerince çıkartıldığını, Alevi mitinginin de yine istihbarat örgütlerince tertiplendiğini savunuyor. "Kahramanmaraş olaylarını, Çorum olaylarını, Sivas olaylarını çıkaranlar bugün bu Alevileri sokağa döken, yürüten kişilerdir" diyen Prof. Dr. Cöhce, şu değerlendimeyi yapıyor: Bu sorun bizim Alevilerimizin sorunu değil. Bu mesele yıllardır Alman istihbaratının tezgahladığı bir oyunun artık dışa vurulması, açıkça sahneye konulması hadisesidir. Önce ‘Alisiz Alevilik’ icat edilmeye çalışıldı. Sonra Aleviliğin ayrı bir din olduğu yönünde bir kampanya başlatıldı. Sonra Aleviliğin Hititler’den intikal ettiği, işte bir Anadolu dini olduğu yönünde görüşler ifade edildi. Tabi bunların hiç birisinin bizim tabanda, 105 Faruk Arslan tavanda Alevi vatandaşlarımızın üzerinde pek fazla bir etkisi yok. Ancak, Aleviliği kendi gelecekleri için kullanmak isteyen zümreler, gruplar, hatta devletler ve istihbarat birimleri çalışmalarını aralıksız olarak sürdürdüler ve bugünkü bu durum ortaya çıktı." ( Zaman, Yeni Şafak, 2008). Bu doğru bile olsa Ankara’nın yıllardır Alevi vatandaşlarını ihmal ettiği bir gerçek. 150’ye yakın aydın yayınladıkları bildiri ile mitinge destek verdiler. Mitinge katılanları Avrupa’dan gelen, ‘Alevilikle ilgisi olmayan, peygamber, Kuran ve Muhammed’ tanımaz tipler olarak niteleyen Cem vakfı başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ın bu açıklamasıda, onun düşkünlükle suçlanmasıda ağırdı. İki tarafta da sağırlar diyaloğu sürüyor. 21 Alevi derneğini bünyesinde toplayan Alevi Bektaş Federasyonu Başkanı Ali Balkız’ın Diyanet’in ve din derslerinin tamamen kaldırılması gibi aşırı talepleri ortamı geriyor. Oysa AKP, istediklerine yakın, eşit haklar sunuyor. Aleviler ile Bektaşiler, 85 yıldır önlerine konmayan bu fırsatı birbirleriyle uğraşarak kaçırmamalı. Herkesin inandığı gibi insanca yaşamasını, ayrımcılığa tabi tutulmamasını savunuyoruz. Yesevi’nin izlediği çizgi, kanaatımca budur. İnsanları oldukları gibi kabul etme erdemi esastır. Söylemek istediğim, boğazımda düğümlenen gerçekleri, yazılı olarak düşünüyorum. Geleneksel Aleviler ve Bektaşilerin Mason Bektaşilerden boyunduruğu kurtarmaları, Türkiye’de iç savaş çıkartmaya çalışan derin güçlerin ve yabancı istihbaratların oyunlarını bozacaktır. Ülkemizi ve insanımızi Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle ‘ diri, iri ve bir’ yapacaktır. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin 106 Faruk Arslan devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 150 yılı artık tamir etmeliyiz. 1982 Anayasası'na daha fazla dokundurtmaya yanaşmayanlardan bazıları Alevilik konusu açıldığında o kesimden gelen şikâyetlere en fazla kulak verenler; bu hemen fark ediliyor. Oysa Aleviler'in şikâyetlerinin çoğu anayasayla bir biçimde irtibatlı. Anayasanın ülkeye biçtiği elbise Alevi kesimine de dar geliyor. Alevi kesimin talepleri mevcut anayasal dinî yapı içerisinde çözülemez. Sorun, sanıldığı gibi Sünni çoğunluğun geçit vermemesi veya bağnazlığı ile irtibatlı değildir; Alevi kesim sorunun kaynağını siyaseten kendilerine yakın sandıkları çevrelerde aramakla ve onları çözüme ikna etmekle işe başlasın. (Koru, 2008). Yani Mason Bektaşileri ikna etmekle ve yıllardır onları kullanan Kemalistleri yola getirmeliler… Yesevi’yi Mevlana’yı Yunus Emre’yi Mason Bektaşilerin elinden kurtarmak boynumuzun borcudur. Sözün özü, Yesevi’yi kullanmak isteyenler önce referansına baksın. Yesevi’yi Aleviliğe eklemlemeye çalışanlar, önce tarihi okusun. Tarihe göz atmanın sırası şimdi geldi. 107 Faruk Arslan Altıncı Bölüm BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ Geleneksel Aleviler, Aleviliğin masonlardan ve Bektaşilerden özgürleşme sürecinin başladığını, kırılması gereken prangalardan en önemlisinin hurafeleştirilmiş Bektaşilik olduğunu yazıyorlar. Nedeni şöyle açıklanıyor: Bektaşilik içinde çok çeşitli virüsleri barındıran bir organizmadır ve Alevilerin bundan kurtulması zorunludur. Karşımızda bir tarikat olsaydı, bir lideri yada şeyhi olsaydı yada belli ilkeleri olan bir oluşum olsaydı, belki kurtulmak daha kolay olurdu. Ama karşıda zamanla gelişen vücud bulan kültürel bir sentez var ve içinde her türlü negatif unsur bulunuyor. Çok yüzlü bir oluşumla karşı karşıyayız. İçinde her şeyi bulmak mümkün, çünkü sürekli kılık değiştiriyor, fikir geliştiriyor. Hiçbir doğması olmadığı için kılıktan kılığa şekilden şekle girebiliyor. Bu nedenle ıslahı, düzeltilmesi mümkün olmuyor, yok edilmesi de mümkün değil. Çünkü her dönemin hakim ve batıl fikrini savunabiliyor, bünyesinde taşıyabiliyor. Bu nedenle tamamen dışlanması gerekiyor. Batıl yaşadıkça yaşayacağı için dışlanmasından başka çare bulunmuyor. Bunu yapmaya çalışıyoruz, Bektaşiliğin çok yüzünü gösterip bir şeyleri anlatmaya çalışıyoruz. Anlayanlar kurtuluyor, bizzat görüyoruz. Anlamayanlara, anlamak istemeyenlere üzülüyoruz. (Şahin, 2008). Yobaz ve bağnazlıktan uzak, militarist oyunlara gelmeyen Alevilerin yanlışlığın farkında olması sevindirici. Masonik Bektaşilikten rahatsız olan ve Alevi ile Bektaşi kavramlarının birbirinden ayrılmasını talep 108 Faruk Arslan eden Alevilerden Teoman Şahin belki bir otorite değil, ama radikal önerilerini sıraladığı Alevi Sesi’ndeki makalesi, aykırı bir ses olarak bir ilk. Şahin, Bektaşiliğin beş yüzünden bahsediyor. Bu yüzleri tarihi dönemler halinde ele alalım: BİRİNCİ YÜZ; 1200-1500 ARASI Bu dönemin başlarında Hacı Bektaş, Selçuklu sarayının hemen yanıbaşına Sulucakahöyüke gelip yerleşiyor. Herhangi bir tarikat kurmuyor. Çevresinde kendisiyle birlikte hareket eden az sayıda bir kitle var. Bu kitleye liderlik ettiğine ilişkin bir kanıt yok. Kitlenin Bektaş’ın dini bilgisi olduğuna inandığı açık. Bektaş Horasanlı Türk kökenli. Sünni bir mutasavvıf olarak kabul ediliyor. Maturidi ve Hanefi olan Yesevi alperenlerinden, Hoca Ahmet Yesevi’den icazet aldığı söyleniyor. Bektaşiliği çarpıtmak Batini göstermek için uydurma kaynaklar icat edip komplo teorileri yazanlar, Yesevi’den el almasını, yahut talabesi Lokman Perende’den aldığı postu ya kabul etmiyor veya Yesevi’’ bir İsmail Dai’si yaparak ilişkiye kökünden zehir katıyor. Faik Bulut ve İsmail Kaygusuz’un hedef saptırdığı gibi, O, ne Selçuklulara kan kusturmuş Hasan Sabah’ın Alamut Kalesinde 15 yıl eğitim görmüş sapık bir İsmailli Daisi, nede isyancı Baba İshakla ilgisi var. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Çünkü Baba İshak isyanı sırasında henüz 4 yaşında, Anadolu’ya geldiğinde 27 yaşında bir genç alperen. Tüm Sufi İslam alimleri gibi politika ile ilgilenmiyor. ( Ocak, 1990). Onu çevresindeki çok az kişi dışında zamanla bu konuda araştırma yapanlar tanıyabiliyor. O tarihlerdeki Mevlana gibi bazı dini çevrelerde tanıyor. Anadoludaki Hristiyanlarla da bağ kurması kaçınılmaz. Tıpkı Mevlana 109 Faruk Arslan gibi hoşgörü anlayışı nedeniyle pek çok Rumun müslüman olmasına vesile oluyor. Bektaş’ın ölümünden ve Osmanlı kuruluşundan sonra bazı Osmanlı aydınlarının buradaki insanlarla temasa geçmiş olmaları muhtemel. Yeniçeri-Bektaşi bağının ilk nüvelerini bu dönemde görebiliyoruz. Bu dönem Anadolusunda okuma-yazma yok, insanlar ekonomik sorun içindeler. Anadolu ne etnik nede dini kimliğe henüz sahip değil. Herkes iç içe, ekonomik sorun üst düzeyde, siyasal istikrar, birlik zaten yok. Etkiye açık geniş bir toprak parçası döllenmeyi bekliyor. Peki Bektaşilerin içine karışan Kalenderiler kimlerdir?.Saç, sakal, kaş ve bıyıklarını traş eden, başlarına on iki dilimli sivri keçe küllah giyen ve hiçbir şeyle alâkadar olmayan insanlardı. Bunlar kinaye olarak hiçbir şeye aldırış etmeyen, her şeyi hoş gören adama dilimizde ‘Kalender’ derler. Aşırı derecede vahdet-i-vücut'cu olan bu tarikat mensupları 17. asırda ortadan kalkmış olup Bektaşilik bu tarikatı de temsil etmiştir. Hacı Bektaş’ın başında toplanan zümreye ilk defa 13. asırda rastlamaktayız. O sırada Bektaşilere "Abdalân", Hacı Bektaş'a da (Gaziler serdarı) (Erenler Severi), (Kalenderler Piri) deniyor. Bektaşi bir tarikat kültürü olarak Balkanlar ve Doğu Avrupa coğrafyasına difüzyonu ve bu yörelerdeki mutlak (absulute) etkinliğine ulaştığı yıllar incelendiğinde karşımıza Sarı Saltuk mahlaslı Yesevi alpereni bir evliya çıkar. Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin velayetname varyantlarında bu zat Hacı Bektaş Veli’den bizzat el almış bir derviştir. Diğer yandan çeşitli tarihi kaynaklarda bu şahsın Aya Naume, Aya Sprıdone, aya Nicolas, Saint Clause vb. gibi meşhur Ortodoks tandaslı İsevi Azizlerine tahvil edildiği de görülüyor. Merhum Turgut Koca Baba; 110 Faruk Arslan 1991 yılında neşrettiği W. Hasluck’un “Bektaşiliğin Coğrafi Dağılımı” isimli eserinin çevirisinin önsözünde; Sarı Saltuk’un İseviler’ce kutsallık atfedilen ünlü Azizleri Santa Klause’nin Noel Baba adıyla bir değişim geçirerek söylencelerde yer bulduğunu savlamış ve bu mana da oldukça naif bir muhakeme ve mantık içeren deliller arz etmişti. Yine Evliya Çelebi’nin gezi notlarında ve Cem Sultan’ın vakıanüvisti Ebul Hayr Rumi’nin (1473-1480) “Saltukname” isimli eserinde kendisinden çok geniş bir mübahese söz konusu. Ebu’ul Hayr Rumi, Saru Saltuk’tan söz ederken kendisini Horasan’dan Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) yerleşmiş “Şerif Hızır” (Hızır Gazi) isimli ehl-i Sünnet bir evliya olarak yad ediyor. Şevki Koca’ya göre, bu tespit oldukça makul olup bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. Diğer bir başka belge de aslen FasMarakeşli olan ve ünlü bir seyyah olarak bilinen “İbn-i Batuta’nın” gezi notlarıdır. Bu belgede İbn-i Batuta Sarı Saltık’tan “Baba Saltuk” olarak bahsediyor. Evliya Çelebi ise bu azizi Horasan doğumlu olarak tespit edib gerçek adının Muhammed Buhuri olduğunu savlıyor. Evliya Çelebi, Saru Saltuk’un 1263 yılında Romanya, Babadağı’nda bir büyük dergah uyandırdığını belirtmiştir. Çelebi verdiği bilgileri Özi Valisi “Koca Kenan Paşa” tarafından yaklaşık 1611 yıllarında yazılmış “Fütühat-ı Toktamış” adlı eserden ve Gelibolu’lu tarihçi Mehmet Yazıcıoğlu’nun (vefat. 1451) “Muhammediyye” isimli çalışmasından istinsah ettiğini zikrediyor. Saru Saltuk özellikle “Türkapol” adıyla maruf ve Güney Rusya’dan göç ederek Romanya-Dobruca’ya yerleşmiş Hristiyan Türk Tatar’ların müslümanlaşmasında önemli roller 111 Faruk Arslan oynamıştır. Hacı Bektaş Velayetnamelerine göre, Hz. Pir kendisine görev vererek yanına kattığı “Ulu Abdal” ve “Kiçi Abdal” isimli dervişler ile birlikte Balkanların irşadına memur eder. Saru Saltuk Hazretleri tahta (batın) kılıcıyla Kırım başta olmak üzere Azerbaycan, Sinop, Moldavia, Kaligra, Dobruca, Varna, Gerlova, Niş, Lej vs. gibi yöre ve merkezlerde birçok keramet izhar ederek ön Bektaşilik diye adlandırabileceğimiz döneme damgasını vurmuş ve tüm Doğu Avrupa’da irşat merkezleri uyandırmış Abdalan-ı Rum mahlaslı Alperenlerdendir. Saru Saltuk bilinen kayıtlara göre 14’ncü yüzyıl başlarında Hakk’a yürümüş olup, dünya üzerinde tam on yedi ayrı yerde kabir merkaddi (nazarlaması) bulunuyor. Osmanlı’nın devlet durumuna gelişinde İçbatı Anadolu ve Balkanlarda siyasal, yönetsel ve askeri bakımdan yapılanmasında genel Aleviliğin ve Aleviliğin türevlerinden Ahiliğin, Alevi, Bektaşi ve Ahi dervişlerin temel rolü olmuştur. Orhan Bey Rumeli’yi Osmanlı’ya kazandırırken; Halil Ece, Yakup Ece, Akbaş Baba, Gazi Fadıl Bey gibi toplum içinde saygınlığı olan ileri gelen kimseleri görevlendirmiştir. Bunların tümü Alevi ve Ahidirler. Balkanlarda ortak bir “Sarı Saltık kültü” vardır. Bu inanışın izlerine, etkinliğine Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Kırım ve Azerbaycan’ın tümünde rastlanır. Tarihlerin anlatımına göre Sarı Saltık 1263’lerde 12 bin Türkmen ailesiyle Kırım ve Dobruca yörelerine gidip yerleşmiş ve İslamlığı yaymaya çalışmıştır. 14. yüzyılda yöreyi dolaşan ünlü Arap gezgini İbni Batuta bu yıllarda yörede “Ahilik”le birlikte “Sarı Saltık kültü”nün de yaygın olduğunu, Altınordu ülkesinde bayağı 112 Faruk Arslan tutunduğunu yazar. Sarı Saltık, Kırım Hanı’yla birlikte savaşlara katıldığı, savaşçılara coşku aşıladığı, Rumeli ve Kırım Tatarlarını İslamlaştırdığı, en çok Edirne ve İsakça’da yaşadığı, İlhanlı ve Coçı Uluslarının kültür tarihlerine de mal olduğu bilinmektedir. Sarı Saltık’dan sonra gevşeyen bu akımı, özellikle Altınorda ve Tatar yörelerinde Sarı Saltık’ın müridlerinden Tokatlı Barak Baba toparlamıştır. Binlerce müridiyle Sarı Saltık, ardılı (halifesi) Barak Baba, Horasanlı Taptuk Emre ve Azerbaycanlı Geyikli Baba Osmanlı uç bölgelerinde etkili olmuşlardır. Ebusuud Efendi’nin Saru Saltuk ile ilgili fetvası şu şekildedir. “El cevap; Riyazaat ile kadid olmuş bir keşişdir” Mealen (İbadet ile vücudi zevkleri terk etmiş ve dinin şer’i kayıtlarından kurtulmuş bir manastır rahibi gibidir.) Ebusuud Efendinin bu tesbiti son derece yerinde olup, bu fetva’dan sonra Saru Saltuk muhtemel bir takibattan kurtulmuştur. Ebusuud Efendinin fetvasında Bektaşiliğe yergi değil tam tersine bir övgü söz konusudur. Hakikaten Bektaşi evliyaları kendilerini Allah ibadetlerine adamış ve din gibi aidiyetlerin dışına çıkabilmiş ve gerçek anlamda ıtlak mertebesi olan; “Enel Hak” namazını Macaristan’da bizzat kaldırmıştır. ÖnOsmanlı Fatihlerinin fetih ve fütüvvet (feta) amaçlı kıt’a Avrupa’sına geçiş teşebbüsleri 1221-1360 yılları arasında (tam anlamıyla yerleşik bir konuma ulaşılıncaya kadar) tam on sekiz kez yenilenmiştir. Diğer yandan, Seyfiyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum ortak paydasıyla bilinen Alperen dervişlerin gerçek manada Avrupa’da iskanları ancak dokuzuncu sefer ile gerçekleşmiş olup Orhan Gazi döneminin 1337 yılına 113 Faruk Arslan tekabül etmektedir. 1337 yılında gerçekleşen bu geçiş esnasında konumuza mehas teşkil eden ünlü Bektaşi azizi Seyyid Ali Sultanda yer almışlardır. Bu sefere daha önce Saru Saltuk’un geçişi karine alınarak Alperenlerin ikinci Rumeli geçişi veya Kırkların birinci geçişi denilmekte olup Bektaşi sözlü geleneğinde önemli bir yer tutmaktadır. Ancak gerçek anlamda iskan ihtiva eden Rumeli Fütühatı ise on sekizinci geçiş ile sağlanabilmiş olup buna da Kırklar’ın ikinci geçişi denilmektedir. (Kırklareli vilayetinin adı buradan karinedir.) Bu tarihte Doğu Roma (Bizans) İmparatoru “Yuanis Kantakuzinos”tur. 1354 yılında Orhangazi’nin kumandanlarından Süleyman Paşa komutasında bir ordu ile Gelibolu tarikiyle Rumeli’ne (Trakya’ya) ayak basılmıştır. Güzergah takip edilerek; Bolayır (Purgaz), Koşukavak, Edrene, Eceabad, Konurhisar, Tekfurdağı, Rusçuk, Slistire, Şumnu, Niğbolu, İpsala, Malkara, Hayrabolu, Keşan, Çorlu, Dimetoka gibi mekanlar tamamıyla Osmanlıların mutlak denetimi altına girmişlerdir. Bu sefer esnasında bölgenin önemli müstahkemlerinden sayılan Çimpe, Haçie, Mürsed (Mürsad), Baç’in gibi kaleler ele geçirilmiştir. Bu fetihlere ilişkin olay örgüsü (1644-1701) yılları arasında burada postnişinlik yapmış “Cezbi Abdal” tarafından yazılan “Seyyid Ali Sultan” Velayetnamesinin içeriğinde oldukça allegorik bir uslüp ve esatirik mahiyette tespit olunmuştur. Söz konusu Velayetname’de Emir Sultan ( Başbakanlık Arşivi, 1827), Seyyid Rüstem Gazi, Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmed gibi Abdalan-ı Rum mensuplarının isimleri tek, tek zikredilerek bu geçişin Yıldırım Han’ın (1’nci Bayazıd) emir ve önderliğinde yapıldığı tespit olunmuştur. Velayetname burada bir 114 Faruk Arslan çelişki arz etmektedir; zira söz konusu Rumeli Fethinin 1357 yılında olduğuna dair müverrihlerin ittifakı esas alındığında, bu tarihlerde Osmanlı iktidarında Yıldırım Han yani 1’nci Bayazıd değil Orhan Gazi Han bulunmaktadır. Diğer yandan 1’nci Bayazıd’ın 1387’de Karaman Savaşına bizzat katıldığı ve gösterdiği üstün kahramanlıklardan dolayı “Yıldırım” mahlasını aldığı kayıtlarda belirtilmiştir. Esasen Orhan Gazi’nin vefatı 1389 ve 1’nci Bayazıd’ın cülusu ise 1389 tarihlerindedir. Diğer yandan Velayetname’de yer alan Alperenler’in (Hezarfen, 1999) çoğunun Orhan Gazi dönemi yaşadıkları bilinmektedir. Bu zatlar şunlardır; Süleyman Paşa, Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Mürsel, Aykut Alp, Tez Ali, Akbaş Mahmud, Kara Tekin, Gündüz Bey, Hacı İlbey, Lala Şahin, gazi Fazıl, Evrenos Bey, Turgut Alp, Ece Bey, Hızır Bey, Eflegan Bey, Rüstem Gazi, Seyyid Ali Sultan, Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmet, vb. (Noyan, 2003:15) Toplam kırk yiğide atfedilerek mitolojik hüviyet kazanmış olan bu geçiş esnasında şehit düşmüş zatlardan birinin kabri Gelibolu’da medfun olup kumsalda bulunan kabri dolayısıyla bugünün halkı tarafından Kum Baba ismiyle anılarak ziyaret edilmektedir. Bazı kaynaklarda bu sefere Orhan Gazi’nin bizzat katıldığı, ordunun sol tarafında yer aldığı ve ortada Sarıca Paşa ve sağ kanaatta Süleyman Paşa’nın olduğuna dair bilgilerde mahfuzdur. Osmanlılar, 1. Murad döneminde Yunanistan ve Bulgaristan’ın önemli yerlerini almış ve Anadolu’daki Türkmen oymaklarının bir bölümünü buralara yerleştirmiştir. Alevi-Bektaşi topluluklarının Yunanistan ve Bulgaristan yörelerine yerleşmesi genellikle bu yolla 115 Faruk Arslan olmuştur. Daha önceleri Babai (1240) olayı sonrasında kırımdan korkan kimi Batıni- Babai ve Alevi toplulukları da hemen olay sonrası yıllarda bu yörelere göçmüşlerdir. Bugün, bunlar bu yörelerde “Babailer” olarak adlandırılırlar. Alevidirler. 2. Bayezıd kendisine karşı olarak gördüğü kimi Alevi-Bektaşi topluluklarını “Safevi yandaşıdır” suçlamasıyla Yunanistan, Sırbistan, ve Arnavutluk’a sürmesi Balkanlarda Alevi nüfusun artmasında önemli bir etkendir. Bu dönem Yunanistan’ın Modon, Koron gibi adaları Aleviler için sürgün merkezleri olmuştur Seyyid Ali Sultan, 1385 yılında Dimetoka’nın Microdorian (Demirviran) adı verilen köyünde Kızıldeli Çayının bitişiğinde bir Bektaşi Dergahı kurarak ilk postnişini olmuştur. Daha sonraları bu tekkede Balım Sultan, Vahdeti Dede, Seyyid Mustafa Dede, Kara Ali Dede, Sadık Abdullah Baba ve birçok Bektaşi dedesi yetişir ve misyonerlik çalışması yaparak Bektaşiliği tüm Virani, Vahdeti, Ahmet Gurbi, Belgratlı Agâhi Dede, Bosnevi, Muharrem, Mahzeni, Sersem Ali Baba, Lezizi, Aru Baba, Derviş Bekim, Şemimi ozan-derviş kuşakları geliştirirler. Bu tür yoğun çalışmalar sonrası bu tarikata Türk dışı Yunan, Arnavut ve Yugoslav kökenliler de girmişlerdir. Bektaşilik, Arnavutluk halkı arasında da çok yaygındır. Makedonya Cumhuriyeti, Sırbistan Kosava Özerk Bölgesi’nde ve bugünkü Arnavutluk’ta yaşayan toplumların dinsel, siyasal ve kültürel yaşamlarının oluşmasında Bektaşiliğin önemli ölçüde belirleyicidir. 116 Faruk Arslan Yine bu dergahın kuzeyine kalan “Kırca Ali” köyünde bir makam (nazarlaması) mevcud olup, A.B.D. / Detroit Dergahı Postnişini Merhum Recep Ferdi Baba’nın “Bektaşi Mistisizmi” isimli Arnavutça eserinde bir tesbit açısından burasını zikreden Rusçuk’lu Şair Zarifi’nin aşağıda belirttiğimiz dörtlüğüne yer verilmiştir. Hü Dost Aşıklar der sana beli Eyasadık gerçek veli Kırcali’de Kızıldeli Maksuduma ir’gör beni Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkanı yapılabilen beş büyük tekyesinden biridir. Bu nedenle Arnavut muhiblerce “Tegejah Madh” yani Büyük Tekye ismiyle anılır. Dergah 1’nci Bayazıd dönemi vakfıyyeye sayılmıştır. Tekyenin Kızıltepe mezrasında türbesi bulunan Seyyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir meydanevi inşa edilmiş olup Yukarı Dergah ismiyle anılmaktadır. Daha çukurda bulunan bir meydan evi de bulunmakta olup aşağı Dergah denilmektedir. Araştırmacı Ahmet Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergah’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek envanteri “Tarih ve Toplum” Dergisinin 1999 yılı 189’ncu sayısında deklare edilmiştir. Dimetoka Sancağının, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı bir Tekye daha bulunmaktadır. Dimetoka Dergahı 1826 yılında 2’nci Mahmud tarafından başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve 117 Faruk Arslan tahrip edilerek kapatılmış, son postnişini olan İbrahim Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer yandan 1807 yılında Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) Kentindeki Nepravişta kasabasında kurulu “Abdullah Melcan” Dergahının ilk postnişini olan Kemalettin İbrahim Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir meşhuta inşa edilmiş ve yıllar sonra Dimetoka Dergahının şehit edilen son postnişini İbrahim Baba’nın ismi bu meşhutaya izafe edilerek “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekyesi olarak yad edilmiştir. Cefai Baba Tekyesinin son postnişini ise önceleri Bağdat Kazımiye Dergahının postnişinliğini derühte eden ve şehitlik dergahı postnişini Halife Nafi Baba’dan nasipli, mücerret Halife Selman Cemali Baba olup bu zat 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağlı Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle karıştırılır. ( Koca, 2001). İKİNCİ YÜZ; 1500-1826 ARASI Bu dönemi fidana can suyu verilmiş dönem olarak görme eğilimindeyim. Mutasavvıf bir Sufi olan dindar Osmanlı sultanı 2.Bayezid tahta geçiyor ve Anadoludaki tüm dini yapılaşmalara el atıyor. Anadolu Aleviliğinin temellerini atan padişah sıkı bir müslüman. Dimetokadan Balım sultanı Sulucakarahüyüke tayin ediyor. Var olan yapılanmayı tarikat yapılanmasına dönüştürüyor. Bütün gücüyle destekliyor. Bununla da yetinmiyor, tarikat kurucusu ilan ettiği Hacı Bektaşı Anadoluya keramet sahibi bir veli olarak tanıtmak için sarayda Firdevsi Tavile, Menakıbı Hünkar Hacı Bektaş Vilayetnamesi’ni yazdırıyor. Hacı Bektaşın uçtuğunu, kerametler gösterdiğini, büyük bir veli olduğunu bu eserle tüm Anadoluya ilan ediyor. 118 Faruk Arslan Hem 2.Bayezid, hemde Hacı Bektaş bu eser sayesinde Veli kabul ediliyor. Bektaş ‘Seyyid’ ilan edilirken Padişahta ‘Sofu’lakabını kazanıyor. Padişah, Anadolunun Sünnileştirilmesini bu yolla İslamileşmesine yönelik hamleler içinde görüyor. Buraya Türk-Türkmen göçerlerin yönelmesini sağlamaya çalışıyor. Okuma yazması olmayan Anadoluluya, anlatıların devlet eliyle duyulması sağlanmaya çalışılıyor. Bektaşi-Yeniçeri ilişkisi gelişiyor, her iki kurumda yabancı unsurlara açık kurumsallaşmalar Osmanlı eliyle büyüyor. Balkanlarda 15. yüzyıldan sonra yoğun ölçüde Bektaşi tekkeleri kurulmuştur. Bunların en önemlileri Akyazılı Baba tekkesi, Demir Baba tekkesi, Otman Baba tekkesi, Ali Baba tekkesi, Kıdemli Baba tekkesi, Yahya Paşa Bali tekkesi, Hüseyin Baba tekkesi, Genç Baba tekkesi, Kızane tekkesi, Sersem Ali Baba tekkesi, Sarı Saltık tekkesi, Seyyid Ali Sultan tekkesi, Gül Baba tekkesidir. Büyümeye Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de katkılar sağlanıyor. Anadolunun en çok Alevi katledilen bu döneminde Bektaşilik, yeniçeri ilişkisi yoluyla Osmanlı başkentinde kök ve etki salacak boyutta büyüyor. Bu dönemin başlarında Balım sultanın yola bazı şekli unsurları kattığını, sistematize ettiğini görüyoruz, bu sistem zamanla gelişiyor. Bu yüzden o da piri sani (ikinci kurucu) olarak tarihe geçiyor. Osmanlı tarihçileri tarikatı Yesevi –Nakşi çizgisinde kabul ediyorlar. (Şahin, 2008). Bektaşilerin ikinci piri sayılan Pir Balım Sultan da (Hulâsattülbüdalâ) diye tavsif ediliyor. Hacı Bektaş-ı Veliden sonra sırasıyla Seyyid Ali Sultan (mürşidi Hacı 119 Faruk Arslan Bektaş Veli), Yağbali Sultan (Mürşidi Seyyid Ali Sultan) harakatı yönetir. (Koca, 2003). Bektaşilere (Işık taifesi) de denir. Bu tâbirin Hacı Bektaş tarafından vazedildiği rivayet ediliyor. Hakikatten haberdar olmayanlar zulmattadırlar; özlerinde agâh olanlar ise hakikat nuru ile aydınlıkta ve ışıktadırlar. Bursada ışıklar mevkii de orada bulunan ve Ramazan Baba isminde bir Bektaşi azizine ait tekke dolayısıyla bu adı almıştır. Hacı Bektaş zamanında Bektaşiliğin erkânı, kuyudatı yoktu. Hacı Bektaş, kendisine intisap edeceklerin, Kalenderiler de olduğu gibi, başlarını traş eder ve keçe külâh giydirirdi, erkân yalnız bundan ibaretti. Hacı Bektaş'ın güttüğü gaye dahilinde tarikata erkân ve kavait kendisinden sonra, 15. asırda Pir Balım Sultan tarafından vazedilmiş ve çok sonraları bu tarikate (Tariki Nazenin) de denilmiştir. Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş Veli’den sonra akla hemen Balım Sultan gelir. Bektaşiliğin kurumsallaşmasında mühim sofistike roller üstlenmiş olup bu nedenle “Pir-i Sani” yani İkinci Pir olarak anılmaktadır. Tarikat ritüelini tanzim ederek, “Kanun-u Evliya” ismiyle bilinen bir erkanname ve tüzük hazırlamıştır. Bektaşi Kültür kurumu bugün dahi bu erkanname formatının ön gördüğü ilke, disiplin ve muhakemat ile idare olunmaktadır. Babası Kadıncık Ana’nın (Bacıyan-ı Rum’dan İdris Hoca’nın eşleri olup, Bektaşiler arasında çok büyük kutsallık atfedilen Kutlu Melek isimli Azize’dir. Kabri Kırşehir Ahi Evran mezrasındadır. Öte yandan Bacıyan-ı Rum adı verilen konsept ise bilindiği gibi Anadolu Bacılarını kapsayan bir teşkilat olmayıp, Roma Tekfurlarına Bac yani vergi ödemek suretiyle toprak işleyebilme özgürlüğü ve 120 Faruk Arslan özerkliği kazanmış ve ilerleyen dönemlerde Türkler adına istihbarat görevi yapmış olan bir Ahi disiplinidir.) torunlarından Mürsel Gazi (Mürsel Baba) dır. Annesi dönemin Dimetoka Tekfurunun kızı Maria’dır. Mürsel Gazi ile olan evliliklerinin öyküsü oldukça esatirik boyuttadır. Bu kadın evliya “Kızana” mahlasıyla bilinir. Diğer yandan Mürsel Baba adına Ormenion (Çirmen) veyahut bilinen adıyla Harmancık kasabasında bir Bektaşi Dergahı olup, Mürsel Gazi bu Türbede medfundur. Azize Maria ise Bulgaristan’ın Eski Cuma yöresinde medfun olup burada kurulu dergaha Kızane Tekyesi denilmektedir. (Cebeci Halk Kütüphanesi). 1428 yılında doğan Balım Sultan Hazretlerinin asıl ismi Hızır’dır. Annesi doğumundan hemen sonra Hakka yürümüştür. Bu nedenle süt yerine Ballı su ile büyütülmüş ve buradan karine olarak Balım Sultan mahlasıyla anılmıştır. Mürşidi Yağbali Sultan’dır. Balım Sultan Kızıldeli Dergahında 1445-1484 yılları arasında postnişinlik yapmıştır. 1484 yılında Kırşehir pirevi postnişinliğine getirilmişse de 1487 yılında 2’nci Bayazıd’ın kardeşi Cem Sultan ile girdiği iktidar kavgasında Bektaşi-yeniçeri organik bağından ürken padişahın bir tedbir olarak Pirevi faaliyetlerine on iki yıl sürecek bir dönem kapatması üzerine yeniden Dimetoka’ya dönmüş ve 1487 ile 1499 yılları arasında Kızıldeli Dergahında ikamet eylemiştir. 1499 yılında muhtemel bir Safevi saldırısından ürken 2’nci Bayazıd tarafından Pirevi hizmete açılmış ve Balım Sultan İstanbul’a davet edilerek sarayda karşılanmıştır. Aynı yıl Çinili Köşkte Balım Sultan’dan Bektaşi intisabı alan padişah tarafından izzet-i ikram görerek, Pirevi postunda yeniden ikamete başlamıştır. Balım Sultan 1520 yılında 121 Faruk Arslan Hakka yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şahsuvaoğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir. Türbe kapısının revaklarında “inna fetehna leke fethan mubiyna” ayet-i kerimesi işlenmiş olup yan yana üç adet teslim taşı da hak edilmiştir. Bu teslim taşlarından büyük olanı Hace Bektaş Veli’ye, küçük olanlar ise Abdal Musa Sultan ve Balım Sultan’a izafe edilmişlerdir. (Koca, 2003). Bu evrede Türk unsurlar, tasavvufi unsurlar, sistematize edilmiş tarikat kurallarıyla bütünleşiyor. Anadoluya gelen başka yabancı unsurlarda katkılarda bulunuyorlar. Batınılik, Hurufilik, Şiilik gibi unsurlarında Bektaşilik içine, katılanlar tarafından sızdığını görüyoruz. Pir Sultan Abdal’ın öncülüğünü yaptığı düvezi imam türünden deyişlerle Anadoluya 12 imamların isimleri giriyor ve bu isimler Safevi etkisiyle de özellikle Türk-Türkmen kitleler arasında hızla yayılıyor. Bayezıd-Yavuz ve Kanuni, bu etkiyi teorik Sünni açılımlarla kırmaya çalışıyor. Katkılar ve niyetler nedeniyle artık Bektaşilik, Bektaşın kendi fikrinden kopmaya başlıyor. Bu dönemin sonları, Bektaş’ın kendisinin bile tanıyamıyacağı bir tarikat oluşuyor. (Şahin, 2008). Yavuz Sultan Selim’in Alevî katliamı yaptığı iddiası İranlılara aittir. Batılılar da bu propagandaya destek vermektedirler. Yavuz, Bektaşi tekkesine mensuptur, yani bir Bektaşidir. Kulağında da Bektaşi olduğunu gösteren “teslim halkası” vardır. Bektaşi Yavuz, kendisi gibi Bektaşi tekkesi mensubu Yeniçerilerle İran şiileri üzerine yürümüştür. Zafer de Yavuz’a nasip olmuştur. Olay budur ve kesinlikle bir Alevî katliamı söz konusu 122 Faruk Arslan değildir. Var diyenlerin arşiv belgeleri çıkartıp ortaya koyması lâzımdır. (Sezgin, 1997). Balım Sultan’dan sonra ilk ve en önemli Postnişin Sersem Ali Baba Kanuni Sultan Süleyman Han’ın zevcelerinden Mah-ı Devran Sultan’ın ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali Paşa olup Kanuninin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi Balım Sultandır. Muhtemel bir kalender Çelebi isyanında tarafsız kalabilmek amacıyla vezir-i azamlık görevinden sarf-ı nazar ederek Pirevine yerleşmiştir. Bunun üzerine Kanuni kendisine; bundan sonra senin adın Server değil Sersem olsun buyururlar. Bu tarihten itibaren Sersem Ali baba ismi mutahharı ile anılır olur. Hicri 927 (M. 1520) Hacı Bektaş ilçesi Pirevi Postnişinliğine atanır. Bektaşi kültür tarihi boyunca Dedebaba mahlas-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebabadır. Bugünden itibaren tüm Bektaşi kutupları dedebaba mahlası ile anılır olur. Kalender Çelebinin Huruc-u Alel Sultan etmesinden ürken padişah, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşleri Hürrem Sultan’ın önerisi ile (Hürrem Sultan aslen Ukrayna’lı olup asıl adı Raksolandır. Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp, Mah-ı Devran Sultan’ı gözden düşürmüştür.) Pirevini kapatır ve Sersem Ali Dedebabayı dönemin Yunanistan sınırları içinde bulunan Vardar Yenicesine zorunlu ikamete icbar eyler. Burada Hayreti Baba Dergahında (Hayreti Babanın kardeşleri olan ünlü Melami şeyhi Yusuf Sineçak Hazretlerinin kabr-i şerifleri 123 Faruk Arslan Eyüp Kabristanında olup, oldukça bakımlıdır.) Bir süre kalan Sersem Ali Baba daha sonra Tetova Vales’e (Köprülü) geçerek burada bir dergah uyandırır. (H. 933M. 1526) Bu arada 1527 yılında Kalender Çelebi isyanı oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebi’nin kesik başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir. Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgının baş göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni bu defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevinin başına getirir. Hicri 957 (M. 1550) yılında yeniden Pirevi postnişinliğine getirilen Dedebaba hicri 977 (M. 1569) yılında Hakk’a yürür. ( Koca, 2003). Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar. 1664’de Girit’in alınması sırasında orduya “Bektaşi yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/ tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı, Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde yoğunluktadırlar. Kasım Baba adlı bir Bektaşi 2. Mehmed döneminde Arnavutluk’a yerleşmiştir. 17. yüzyılda Arnavutluk’u gezen Evliya Çelebi, Emevi halifeleri, Muaviye ve Yezid’e karşı nefret duyan bir halkla karşılaşır. Bunlar teberra / tevallaya inanan Alevi-Bektaşilerdir. Ergeri’de dinsel uygulamaları arasında Nevruz ve Sarı Saltık bağlılığı olan topluluklar görür. “Abdal” v. b. gibi terimlere ve Alevi-Bektaşi motiflere Arnavut halkı 124 Faruk Arslan arasında rastlar. J. K. Birge Kruje’de Bektaşi izlerinin 1700’lere dek indiğini Tekke ve mezarlıklarda Bektaşi simgelerine rastlandığını yazar. 1789-1822 arası Arnavutluk’ta özerk olan Epir Veziri Tepedelenli Ali Paşa Şemimi Baba’dan “nasip almış” bir Bektaşi’dir ve Bektaşiliği yörede yayıcı misyonerlik çalışmaları yaptırmıştır. Kendisi dahi resimlerinde Bektaşiliğin ritüelinde Oniki İmamların simgesi olan 12 dilimli başlıkla görülür. Bektaşiliğin, Arnavutluk’ta en parlak dönemi Tepedelenli Ali Paşa dönemidir. Arnavutluk’ta ve Balkanlarda Bektaşiliğin yaygınlaşmasında, önemli değerler yetiştirmesinde, kurumlar oluşturmasında; sanat, bilim, düşünce, siyaset ve örgütlenme alanında önemli kimseler yetiştirmesinde Fraşeri ailesinin önemli bir yeri vardır. Balkanlarda Hıristiyan kesimler dahi Sarı Saltık’ın kendi dinlerinin yayıcısı olarak görürler. Balkanların çok yerinde ve Yugoslavya’da; İpek, Kruya, Prielp ve Paştrik Dağı’nda Sarı Saltık’ın mezarı olduğu söylenir. Bu benimsemeye Kafkasya ve Romanya da katılırlar. ÜÇÜNCÜ YÜZ; 1826-1923 ARASI Yeniçeriler yabancı unsurlarında etkisiyle sarayda etkin rol oynuyorlar. Devşirilen Hıristiyan çocukların sünnet olma zorunluluğu kaldırılıyor. Osmanlı yozlaşan bu ordudan kurtulmak istiyor. Yeniçeriler 1826 yılında acımasızca katledilince aradaki ilişki nedeniyle bundan Bektaşi dergahları da etkileniyor. Bu dönemin başını Bektaşiliğin Osmanlı kontrolünden çıkmasının başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Kıyım nedeniyle Bektaşilik 125 Faruk Arslan Balkanlarda ikinci plana düşer. Yalnız, bu durum kısa sürer. Kısa zamanda “geçmiştekinden daha az önemli olmayan bir etkinlik dönemine” girilir. Bektaşilik bu dönemde giderek kitleselleşir ve geniş kamu yığınlarına mal olur. Üst katmanlar ve yönetim makanizması içerisinde yer edinme sürecine girer. 1826 Bektaşilik-Yeniçerilik kırımını Arnavut Bektaşileri bir bakıma ziyansız atlatmışlardır. Arnavutluk’ta yaşayanların dörtte biri Bektaşidir. Bektaşilik, Katolik ve Sünniliğin yanı sıra resmen tanınan bir yoldur. Arnavutlar, Kiga ve Toska olarak iki bölgede oturmaktadırlar. Bu bölgeleri, İşkombi Irmağı ayırmaktadır. Kiga bölgesi kuzeydedir, halkı ise oldukça kavgacıdır. Toska güneydedir ve halkı daha uysaldır. Toskalılar tümüyle Bektaşidir. Arnavutluk’ta özellikle 18. yüzyıldan sonra Bektaşilik propagandası yapılmaktadır. Bölgede Bektaşiliğin yaygınlaşmasında ve etkin bir güç durumuna gelmesinde bir Bektaşi olan Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın büyük rolü vardır. Dierl’in belirttiği gibi Arnavut Bektaşileri Osmanlı Devleti’ne “çok iyi asker, yetenekli devlet adamları ve valiler vermişlerdir”. Balkanlarda Bektaşilik Hıristiyan kesimleri de etkilemiş; Hıristiyanların İslamlığa, özellikle Bektaşiliğe geçişlerine yol açmıştır. Arnavutluk, Girit, Makedonya’nın Kesriye bölgesi, Güney Makedonya’nın Teselya Konyarileri, Rodop Yörükleri, Dobruca Tatarları hep bu türdendir. Hasluck’un deyişiyle bu bölgelerde, “Hıristiyan halklara aşılanmış bir Bektaşilik olayı”na rastlanılmaktadır. “Bektaşiler, Hırıstiyanlar arasında özellikle ermiş kültü 126 Faruk Arslan alanında derin iz bırakmışlardır”. Bektaşi tekkeleri açılmış, bunlar misyonerlik çalışmaları yapmışlardır. Alevi-Bektaşi motifleri, bölge halkının yaşamına girmiştir. Bektaşi aziz ve velilerinin türbeleri yaygındır, sürekli ziyaret edilmektedirler. 20. yüzyılda Arnavutluk’taki Bektaşi bölgesi güneydeki Malakastra’dır. Burası bir Toska bölgesidir. Buradaki Bektaşilik Tepedelenli Ali Paşa’nın etkinliklerinin bir devamıdır. Gerçi Tiranlı Esat Paşa’nın bağnaz Gegalarının kıyım ve yıkımına uğramışlarsa da, ortadan kaldırılamamıştır. Ali Paşa’nın çalışmalarıyla daha kuzeydeki Kroya ve Akçahisar da Bektaşiliğin kaleleri olmuşlardır. Kroya, Sarı Saltık kültü ve söylencelerinin merkezi konumundadır. Bu harekette Tepedelenli’nin çağdaşlarından Beratlı Ömer Viryoni ile Avlonyalı Mahmut Beylerin rolleri küçümsenemez. Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait durumu şöyle değerlendiriyor: “Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır. Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. 127 Faruk Arslan Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur. Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze kadar getirilmesine neden olmuştur (Birdoğan, 1990). Bu dönem, Anadoluya yavaş yavaş hakim olan Sabatayist unsurların egemenliğe üst düzeyde etki ettikleri döneminde başlangıcı oluyor. Sünni Osmanlıdan darbe yiyen Bektaşiler, Sabatayistlerin etki sahasına giriyorlar. Bektaşilerin, özellikle Sünni İslamla hesaplaşmaları, Sünni İslamı yavaş yavaş eleştirmeye başlamaları bu dönemle başlıyor. Bektaşileri, bu dönem Sabatayistler yönlendiriyor. Sünni İslam üzerinden İslam dinine saldırı başlıyor. Bektaşi fıkraları, bu dönemin sonuna doğru bolca kayıtlara geçiyor. Sabatayist Bektaşiler, bu eleştirilere Şii bilgilerini de katıyorlar. Osmanlının barışma ve ilişkiyi eski hale getirme çabalarını Sabatayist etki ve savaşlar kesiyor. Bu dönem, Bektaşiliğin tamamen Osmanlı konrtrolünden çıktığı, boşluğu Sabatayist-Masonik unsurlar ve Yahudi etkisinin doldurduğu yıllar. Onlarda İslama bu dergah vasıtasıyla saldırıyorlar. Tarikatın artık içi boşaltılıyor ve yerine din dışı unsurlar konuluyor. Namaza, oruca, hacca yönelik İslam dışı yorumlar Bektaşiliğin içine Sabatayistler tarafından bu dönemde yerleştiriliyor. Bu süreçte bu etkiyi Osmanlının üst düzey yönetimlerinde de görüyoruz. Aynı etki Jön Türkler, İttihatçılar türünden siyasete ve Nakşilik, Mevlevilik gibi tarikatlarada yansıyor. Bu nedenle bu dönemin sonuna doğru Bektaşileri iktidarda üst düzey makamlara gelebiliyorlar. İttihatçılar içinde, hükümet içinde, 128 Faruk Arslan Osmanlı meclisi içinde yer alabiliyorlar. Cumhuriyet dönemi ilk meclis içinde de yer veriliyor. Bu dönemin sonuna doğru İttihatçılar Baha Sait bey başkanlığında Bektaşiliğe Türk-Türkçü-milliyetçi unsurları ekliyorlar. İttihatçılar bu dönem Bektaşiliğine ilk defa Aleviliği de ekliyorlar. Artık Alevilik Bektaşilik birlikte anılmaya başlanıyor. Bektaşilik tarikatına Tarikatı Aleviyye denilmeye başlanıyor. Alevi –Bektaşi kavramı Türk milliyetçiliği üzerinden geliştiriliyor. Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kuran Sabatayist etki, Bektaşiliğede milliyetçi etkiyi bulaştırıyor. Artık tarikat su katılmamış Türk tarikatı olarak sunuluyor ve bolca milliyetçilik motifiyle milliyetçilik propagandası işleniyor. Dönemin başlarında Bektaşiliğin İslamiliğini ve Sünniliğini kanıtlamaya çalışan Cemalettin Çelebinin Müdafa isimli eseriyle başlattığı yeni hareket bir başka Çelebinin cumhuriyetin kurucusu Atatürkü mehdi ilan etmesi ile kırılıyor. Kırılma, Hacı bektaşın soyu olup olmadığı konusunda tartışmalara yol açıyor. Bu dönemin sonunda Bektaşiliğin içinde artık Sabatayist-Masonik ve Türk milliyetçiliğine yönelik katkılar öne çıkıyor. Hakim oluyor. 1826’daki kırılma Sabatayistlere yarıyor. (Şahin, 2008). Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik bir gizlı güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde 129 Faruk Arslan düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz. Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı” için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908 tarihli notunda; “Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir. Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki “Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete” kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir. Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve güce sahiptirler. Kısaca şunu görüyoruz: İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve 130 Faruk Arslan Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki birlikteliğinin gizi burada yatar. Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik) birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur. DÖRDÜNCÜ YÜZ; 1923-1980 ARASI 20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı? Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar. Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini 1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit, Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde 131 Faruk Arslan Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5 milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon, Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon Alevi-Bektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek sağlıklı değildir. Atatürk, cumhuriyetle birlikte tüm tarikatlarında yanında Bektaşiliğe de acımamıştır ve tarikat ve tekkeler kapatılmıştır. Çoğu artık illegal faaliyet alanlarına kaymıştır. Artık Bektaşilik İslami sınırların dışındadır, çok renkli ve çok yüzlüdür. Bu nedenle artık İslami diğer tarikatlardan kopmuştur. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin baskısı altındadır. Masonik etki hakimiyeti devam etmektedir. Dede baba denilen insanların önemli kısmı masondur, Sabatayisttir. Yeni Cumhuriyetin din ile çatışmasında Bektaşilikte taraftır. Bu dönem Bektaşiliği, artık İslamı açık açık eleştirmektedir. Cumhuriyet tarafından kapatılmış tarikat olmasına rağmen her konuda yeni cumhuriyetin ilkeleriyle müttefiktir. Artık dinsel bir sorun yoktur. Batıcı fikirler çağdaşlık adı altında savunulmaktadır. Bektaşilerin ilkesel ve Sabatayist etkiden dolayı Hacı Bektaş-Balım Sultan çizgisine Mustafa.Kemali de yerleştirdiklerini görebiliyoruz. Atatürkte artık Bektaşilerin kutsallarından birisidir. Sabatayistlerin güçlenmesi Bektaşilerinde güçlenmesi anlamına geliyor. Ancak Ekim devrimiyle gelişen sosyalist- sol etki Bektaşi dedelerinin etkisini kırıyor. 132 Faruk Arslan 1968’den 12 Eylül darbesine kadarki dönemde artık Bektaşi dedeleri topluma hakim değildir. Zira sol sosyalist fikir dedelik düzeninin sömürü düzeninin bir parçası olduğunu keşfetmiş ve dedelik düzenini yok etmeye yakın bir düzeyde baskı altına almıştır. Bu güçlü etki nedeniyle artık dedelerin kendileri bile dedelikten vazgeçmiş sinmiştir. Sabatayist etkiyle Bektaşiler bu dönemi yeniden CHP’li olarak atlatmaya çalışıyorlar. Menderes-Bayar Sabatayist etkiyle DP’ye kayan kitle, bu sefer yine aynı etkiyle CHP’ye kayıyor. Bu dönem Alevi-Bektaşi kavramları artık yerleşmiştir. Herkes bu iki kavramı bir kabul ediyor, kanıksıyor. Bu kabul, İttihatçıların ve Sabatayistlerin çok büyük bir başarısıdır. Kimse fark etmeden çok büyük bir dönüşüm gerçekleşiyorlar. Kendisini Alevi olarak adlandıran Alevi kitle, bu dönüşümle Sabatayist etki alanı içine çekiliyor. Artık Alevi kitle, İslam dışı bir alan içindedir. Eğitimsizlik, cahillik ve sol etkide bu imaja yardım ediyor. Bu imaj Sünnileştirme çalışmalarını da kolaylaştırıyor. Aleviler artık cumhuriyetin din politikasının yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Sosyalist diyalektiğin, Sabatayist etkinin ve Avrupaya göçün yarattığı çelişkilerin içindedir. (Şahin, 2008). BEŞİNCİ YÜZ; 1980 DEN GÜNÜMÜZE 1979 İran İslam devrimi, 12 imamların isimlerini gündeme getirdi ve hemen akabinde civar Müslüman ülkelerde garip darbeler olmaya, iktidarlar değişmeye başladı. Her devrim devirdiği şeyin büyüklüğü oranında etki alanı yarattı. İran İslam devriminde de böyle oldu. 133 Faruk Arslan Binlerce yıllık Şahlık rejimi devrildi ve güya İslam cumhuriyeti kuruldu. Kurucu kadrolar yeni anayasalarına diğer dinsel anlayışların saygıya mahzar olacakları görüşünü koymakla birlikte İslam cumhuriyetinin 12 imamcı, Anadolu tabiriyle Alevi yada Caferi olduğunu açık açık koyuyordu. 12 imamların İslami bilgileri Türkiyede bloke edilmesine rağmen bu etki eninde sonunda yayılacaktı ve öylede oldu. Anadolu Alevileri, unuttukları 12 imamların İslami anlayışını, görüşünü, fıkhını bu etki sayesinde öğrendi ve bunu Aleviyim diyen halkada anlatmaya başladı. Eğer bir insan Aleviyim diyorsa Hz.Alinin yolunu, 12 imamların yolunu takip etmek istiyorsa kurallarını da öğrenmeliydi. Bu uyanıştan ve bu yolun yayılmasından endişe duyanlar, önlemek için yeni Alevi çizgiler ortaya çıkardı. Alevileri, derin devletin sekiz parçaya bölme operasyonu böyle başladı. Onlar Şii, biz Anadolu Alevisiyiz, onlar şeriatçı, biz batıni tarikatçıyız, onlar Fars etkisinde biz İslamın Türk yorumuna inanıyoruz. Onlar sıkı kuralcı, biz Ceme, Semaha, saza, dedeye inanıyoruz diyenler türemeye başladılar. Bektaşilik içindeki her türlü ilkeyi Şiilikle mücadele adı altında piyasaya sundular. Sabatayistler, Batılaştırmacılar ve devletçi Diyanetçilerin hepsi bu konuda birleşiverdiler. Aleviliğin kavram olarak geçtiği her yere Bektaşilik kavramını da sokmaya çalıştılar. Dede okulları açmaya, Cemevleri yapmaya başladılar. Samimi Anadolu Alevileri, arı duru tertemiz bir temel atmaya çalıştıkça, onlarda eskinin tüm çürümüş köhne fikir ve yapılarını çağdaşlaştırarak sunmaya çalıştılar. Bektaşilik kavramı içine soktukları,Batıcılık, çağdaşlık, Kemalistlik, laiklik, sosyal demokratlık kavramlarını Aleviliğinde 134 Faruk Arslan temeli olarak kullanmaya çalıştılar. Velhasıl 12 imamların önüne her türlü kişi ve görüşü getirmeye çalıştılar. Hatta tüm bu numaralarla yetinmeyip,’biz Aleviyiz Müslüman değiliz’ diyenler bile oldu. Alisiz Aleviliği icat ettiler. Gerçek Alevilere karşı Diyaneti, Bektaşi tarikatı, Sabatayisti bilimumu birleştiler. Aleviyim diyen kitlenin en çaresiz kaldığı yada çok çaresiz olduğu dönemler vardı. Yeni Cumhuriyetin, dayatmacı politikalarında, yanlış Diyanet etkisi, Sabatayist etki ve sosyalist etkiden oluşan üçlü kıskaç göze çarpıyor. Günümüz Alevileri, 12 imam yolu, Caferilik yada Şiilik olarak sunulan çizgi ile, Diyanetin sunduğu çizginin ve nihayetinde bunların dışında CemSemah-Saz-Dede olarak sunulan İslam dışı kültürel sentez olarak isimlendirilen Bektaşilik çizgisinin kıskacındadır. Masonik Bektaşiliğin etkisindeki Bektaşiler ve Diyanet, Anadolu Aleviliğine karşı olma noktasında müttefikler. Alevilik ile Bektaşiliğin farklı kavramlar olarak kullanılması, Alevileri dinsizleştirme, Hristiyanlaştırma ve kısmen de olsa Bektaşileşme etkisinden kurtaracaktır. Geleneksel Alevilik bu çaba içine girerken, karşıt cephe Alevilik ve Bektaşilik kavramlarını birleştirerek Alevileri İslam dışı Sabatayist etki alanına hapsediyor. İki kavramı ayırarak Alevileri önce özgürleştirmek ve 12 imam tercihine yönlendirmek Alevilerin önceliği. Alevilikle Bektaşiliğin iç içe girmesi, Alevi halkının Sabatayist etkiye açık, din dışı etkiye açık hedef olması anlamına geliyor. Zira tarihi gelişimi içinde Sabatayistler ilke ve şahıs bazında Bektaşiliğin içinde sıkıca yer 135 Faruk Arslan alıyorlar. İlke bazında İslam dışı unsurlarda yer alıyorlar ve zaten Sünnilikte Bektaşiliğin içinde bulunuyor. Bu nedenle Bektaşiliğin Aleviliğin sırtından atılması tüm bunlardan kurtulmak anlamına da geliyor. Bu doğaldır ki devrimci bir çıkıştır, ama bu tür prangaların kırılması için devrimci çabadan başka bir şey yapmakta mümkün değildir. Alevilere karşı yaratılmak istenilen nefret, aynı karanlık güçler tarafından empoze edilmektedir. Alevi aydını bunun analizini yaptığında, meydana gelecek özgürleşme ortamı 12 imam fikirlerinin de öğrenilmesini kolaylaştıracaktır. Bunu onlarda biliyorlar ve bu nedenle Alevi-Bektaşi kavramını beslemek için birbirinden ayırmamak için ateşe bolca odun atıyorlar. Hz.İbrahimi hiçbir ateşin yakamayacağını görmek istemiyorlar. (Şahin, 2008). Alevilerin masonik Bektaşilikten rahatsız olduğunu belkide ilk defa burada okudunuz. Şimdi sıra bazı yanlış tarihi mitleri, efsane bilgileri düzeltmeye geldi. 136 Faruk Arslan 137 Faruk Arslan Yedinci Bölüm BEKTAŞİLİK MİTLERİ Yeniçeri teşkilatına neden Tâife-i Bektaşiye ve ağalarına da neden Ağayân-ı Bektaşiyân denilmiştir? Osmanlı yeniçeri teşkilatı Bektaşi midir? Ortalıkta dolaşan o kadar çok Bektaşilik miti var ki, hepsini düzeltmemiz mümkün değil. Önce şunu belirtelim ki, bu konuda dillerde dolaşan, Sultan Orhan veya Sultan Murad'ın Hacı Bektâş-ı Velî ile bir araya geldiği, Hıristiyan asıllı gençlerden yeni teşkil olunan askere onun eliyle börk giydirildiği, hayır dua edildiği ve hattâ yeniçeri adının da Hacı Bektaş tarafından verildiği tarzındaki açıklamalar tamamen asılsızdır. Elimizde Hacı Bektaş-ı Veli ile yeniçeri teşkilatının münasebetlerini aydınlatan gayet açık kaynaklar, yani Yeniçeri Kanunnâmesi vardır. Zaten başta Âşıkpaşazâde olmak üzere, ilk dönem Osmanlı kaynakları da, Kanunnâmedeki bilgileri doğrular mahiyettedir. Kanunnâmedeki hükümlerden anladığımıza göre, Hıristiyan gençlerinin dinç olanlarından yeni ve muvazzaf bir ordu teşkili fikri, Bolayır Fatihi Süleyman Paşa'nın fermanıyla başlamış ve Bilecik Kadısı olan Kara Halil ile meşveret neticesi buna karar verilmiştir. Daha sonra Kara Halil'in (Çandarlı Halil Hayreddin Paşa) ilgili devlet erkânı ile görüşüp yeniçeri teşkilâtını düzene 138 Faruk Arslan soktuğu bilinmektedir. Bu erkân arasında Hacı Bektaş Paşa isimli bir devlet adamı da vardır. Bunun, isim benzerliği dışında Hacı Bektaş-ı Veli ile alâkası yoktur. Yeniçerilerin elbisesi ise, o zamanda keşif ve kerametleri bilinen Hacı Bektaş-ı Veli evladından Timurtaş Dede ve Mevlânâ evladından Emir Şah Efendi'ye danışılarak dualar ile giydirilmiştir. Mevlânâ'nın torunlarından olan zat, Mevlânâ elbisesini giydirmeyince, kepenek denilen Hacı Bektaş-ı Veli elbisesi giydirildi. O halde yeniçerilerin giydiği kisveyi Hacı Bektaş-ı Veli giymiş olabilir; ancak, Hacı Bektaş-ı Veli, yeniçeri kurulmadan vefat ettiğinden, o giydirmemiştir. Bu muvazzaf yeni ordu, kul olduğundan dolayı yeniçeri adı verilmiştir; yoksa Hacı Bektaş-ı Veli'nin isimlendirmesi değildir. Nitekim, Âşıkpaşazâde meseleyi şöyle açıklamaktadır: "Bu Bektaşiler ederler kim, 'Yeniçerilerin başındaki tac, Hacı Bektaş'ındır' derler. Cevab: Yalandır ve bu börk, hod Bilecik'de Orhan zamanında zâhir oldu; yukaru bâbda beyân edüb dururun ve illâ Bektaşiler giymeğe sebeb, Abdal Musa, Orhan zamanında gazâya geldi ve bu yeniçerinin arasında bile yürüdü ve bir yeniçeriden bir eski börk diledi. Yeniçeri ana verdi. Yeniçeri üsküfini çıkardı; bunun başına giydirdi. Abdal Musa, Vilâyetine geldi, ol börk bile başında, sordular kim, 'Bu başındaki nedir?' Ol etdi: 'Buna elf derler' dedi. Vallahi bunların taclarının hakikati budur." Sonuç olarak, mesele yukarıda özetlendiği gibidir. Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda emeği geçen maneviyat erlerinden ve Horasan erenlerinden biridir. Kisve olarak da onun elbisesi tercih olunmuş bulunabilir. Bu tercihte onun evladından birinin duası 139 Faruk Arslan bulununca ve yeniçeriler de ocaklarını onun manevi himayesinde görünce, yeniçerilere Tâife-i Bektaşiyân ve ağalarına da Ağayân-ı Bektaşiyân denmiştir. Sonradan bu Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve meseleyi saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman, aldatılan yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celâlî isyanlarında bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hattâ sonradan yeniçerilerin ahlâken bozulmalarında da bu anlayışın etkisi vardır. Bu olumsuz etkilerin izlerini, Yeniçeri Kanunnâmesinde görmek mümkündür. İşte bu olumsuz yansımalarından dolayı, 1826 yılında II. Mahmud, yeniçeri teşkilatı ile beraber, Bektaşi dergâhlarını da kapatmıştır. Hedef, bu suiistimalleri önlemektir. Osmanlı yeniçeri teşkilatı, hele hele halkın anladığı olumsuz anlamda, amelsiz bir Bektaşi grubu asla olmamıştır. Gerçek manada Hacı Bektaş'ın eserleri ve asıl tuttuğu yol ise, İslâmdan başka bir şey değildir. (Akgündüz , 2000). Bektaşilerin Osmanlı’ya büyük hizmetler verdiği ve yeniçeri ocağına asker kazandırdığı doğrudur. Abartılı menkibelerin bazısını, o dönemde bizzat devletin halka yönelik bir Psikolojik Savaşı taktiği olarak algılamakta yarar var. Mesela Alevi / Bektaşilerce makbul sayılan ve Hazreti Pir'in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı Velâyetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani( 1219, Tarihsiz El Yazması)de, Bektaşilerin Osmanlı Devletinin kuruluşunda birinci derece etkili olduklarını, hatta Ertuğrul Beyin ölümünden sonra Osman Beyin Kayı aşiretine Bey olmasını Hacı Bektaş Veli'nin sağladığını gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış Bektaşilerin, en azından 1826 yılına kadar, bu devlet 140 Faruk Arslan bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi, siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmaktadır. Müstakil bir bab (bölüm) halindeki menkıbe şöyle: "Rivayet olunur ki, Kayı Beyi Ertuğrul Hakka yürüyüp, rahmet-i Rahman'a kavuştuktan sonra, aşiretin beyliğine Ertuğrul Beyin büyük oğlu Gündüz Bey geçmiş. Osman yağız mı yağız, deli mi deli, ele avuca sığmaz bir yiğit, bir delikanlıdır. Sergerdelerini toplayarak zaman zaman Bizans üzerine akınlar yapmaktadır. Devletin zayıflığını hisseden Selçuklu Sultanı da Bizans ile hudut güvenliği anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmaya göre her iki taraf da birbirlerinin sınırlarının değişmezliğini kabul ile, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayacaklardır. Osman bu anlaşmalara riayet etmez. Bizanslılar bunun üzerine Selçuklu Hükümdarına bir mektup yazıp göndererek, Osman Bey denilen bu delikanlının yaptıklarını anlatıp şikayet eder ve eğer bunu durdurmazsanız, size karşı daha önce yaptığımız anlaşmalardan vazgeçerek ve biz de sizin topraklarınıza saldıracağız, diyerek bu delikanlının cezalandırılmasını ister. Elçilerin bunu Selçuklu Sarayına, Konya'ya getirmesinden sonra, Selçuklu Sultanı bir müfreze göndererek , bu söz dinlemez, ele avuca sığmaz Osman namındaki kimseyi Konya'ya getirip cezalandırmak ister. Söğüt'e gelen müfreze Osman Beyin elini, kolunu bağlayıp Konya'ya getirir. Konya'da Osman Beyi gören kumandanlarla vezirler, bu yiğide hayran olurlar. Böyle bir yiğidin cezalandırılamayacağı kanaatına varırlar ve bu fikirlerini Sultana arz ederler. Selçuklu Sultanı bunun üzerine: 141 Faruk Arslan Madem öyle dersiniz, o zaman bu Osmanı Sulucakarahöyük'e götürünüz, Hazreti Pir ne derse onu yapalım, diye ferman buyurur. Eli kolu bağlı olarak huzuruna getirilen Osman'ı görür görmez Hazreti Pir heyecanlanır ve derhal çözülüp serbest bırakılmasını ister. Kendisine izzet ve ikramda bulunur. O'nu getiren askerlere dönüp: Ben burada yıllardır Osman'ı beklerdim, deyip sakladığı bir sandıktan bir taç çıkartıp Osman'a giydirir ve : Biz O'na hünkarlık verdik, Selçuklu Sultanına selam idünüz, o da Beylük versün! der. Bunun üzerine Ağabey Gündüz, Kayı Boyu Beyliğinden alınıp, Beylik görevi Osman'a verilir. Osman, Hünkar Hacı Bektaş Veli buyruğu ile Kayı boyuna Bey olur. Sultan Orhan'ın Yeniçeri teşkilatını kurduğunda, Hacıbektaş'a getirilen askerlerle ilgili menkıbeler zikredilir. Bunlar doğru olmasa bile yüzlerce yıl Bektaşi tekke ve dergahlarında okunan bu menkıbeler ve onların meydana getirdiği atmosferin Osmanlı’ya sosyopsikolojik moral sağladığı kesindir. 1362-63 yılında çıkartılan bir kanunname ile esirlerden alınan ve adına "Pencik" denilen "Humus" vergisinin (Pencik, 1971). Gaziler Serdarı Hacı Bektaş Veli'ye ödendiği, daha sonra, bu vergilerin Murat Hüdavendigar zamanında Seyit Ali Sultan, Kara Rüstem ve Çandarlı Kara Halil Paşa'nın da imza koyduğu bir anlaşma ile orduya bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca tekkenin sahip olduğu vakıf gelirleri yanında, başka gelirlerinin de mevcut olduğu bilinmektedir.(Süner, 1990). 1826 yılında tekkenin kapatılması üzerine bu gelirlerin kesildiği, 1862 yılı başında yeniden açılmasına izin verildikten sonra, bu gelirlerin bir kısmının yeniden bağlandığı biliniyor. Hala 142 Faruk Arslan kısmen devam eden ve adına "Hakkullah" denilen para, yasak döneminde, tarikat faaliyetlerini idame ettirebilmek için cemaat ileri gelenlerinin koyduğu özel bir tarikat vergisiydi. Fransız Hasluk'un da kabul ve itiraf ettiği gibi Osmanlı fetihlerinden sonra, fethedilen yere gelen ilk sivil kurum Bektaşi Tekkesidir. ( Hasluk, 1928). Ayrıca, pek çok Bektaşi Şeyhi de Osmanlı'nın askeri harekatına dervişleri ile birlikte katılmışlardır. Budapeşte'de metfun bulunan Gül Baba bu dervişlerin en meşhuruydu. Sefer sırasında vefat eden ve bu sebeple şehit kabul edilen Gül Babanın cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman bizzat katılmış ve defin merasimi sonuna kadar da mezarlıkta cemaatle birlikte bulunmuştu. Bu husus, Gül Babanın Türbesi'ndeki kitabede de kayıtlıdır. 1997 Yılında Hakk'a yürümüş olan Dede- Baba Doç. Dr. Bedri Noyan: "Bektaşilik uzun yıllar Osmanlı Devleti himayesinde Tanrı yolu olarak benimsenmiş ve korunmuştur" (Noyan, 1990) diyor. Osmanlı Döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi'nin topladığı "Mücahidin Alayı" adlı bir gönüllü birliği ile Rus cephesinde savaşa iştirak ettiğini biliyoruz.(Ulusoy, 1986). Bektaşi Tekkelerinin 1862 tarihinde yeniden açılmasından sonra 18 Sefer 1322 (1904) tarihinde Çelebi Cemaleddin Efendi'ye Hacı Bektaş Veli Vakfı Mütevelliliği verildiğini de yine merhum Bedri Noyan Dede Baba'dan öğreniyoruz.(Noyan, 1990). Günümüz "Alevici yazarları"nın aksine Osmanlı döneminde Bektaşiler devletle bütünleşmiş durumda idiler. Sultan Osman, Şeyh Edebalı'nın dervişi ve damadı 143 Faruk Arslan olması sebebiyle Yesevi Tarikatı'na bağlı olduğu gibi, Sultan Orhan, Sarı Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve nihayet Sultan Abdulaziz de Bektaşi Tarikatına ikrar vermiş devlet başkanları olduğu iddia ediliyor. (Sezgin, 1996). Pek çok tarihçiye göre ise, Osmanlı padişahları içinde tek Bektaşi Sultan Abdülazizdir, Yavuz Halveti tarikatına mensuptur. Doğrusu ünlü tarihçimiz Halil İnancık’ın dediği gibi Şeyh Edibali’nin bir Vefayi Şeyhi olması, Osman ve Orhan gazilerin Vefayi tarikatına mensup olmasıdır. Osmanlı’nın ilk yıllarında Bektaşi değil Vefayi tarikatının bayrağı orduda taşınmıştır. Bektaşilik, 2. Beyazıtla birlikte Yesevi’liğin kolu olarak Nakşilikle beraber Osmanlı’nın iki ana Sufi tarikatı haline gelir. İki yüz yıl önce yok olduğu veya Bektaşilik içinde eridiği sanılan Kalenderi tarikatının ABD’de yaşayan Çorumlu lideriyle 2010 yılı Şubat ayında Toronto’da bu konuda tartıştık. 12 Eylül darbesi öncesi Necmeddin Erbakan’ın meşhur olaylı Konya mitingini organize eden şahıs olduğu için ismini yazmıyorum. 30 yıldır zaten ülkeye giremiyor. Osmanlı sülalesinin aslında, Kayı aşiretinden gelen Oğuz boyu olmadığını savundu. Osmanlı soyunun aslında müslümanlaşmış Moğol olduğunu ileri sürdü. Tıpkı Timur, Babürşah ile Altınordularınn Tatarlaşan kurucu önderleri Çağatay ve Öğedey gibi. Delilin nedir? diye sordum. “Biz Osmanlı sülalesini 600 yıldır koruyan özel muhafızların Moğol soyuyuz” demez mi? Osmanlı padişahları saçlarını uzatır, atbaşı gibi kurdele takar ve büyük kavuğun içine saklarmış ki, Moğol oldukları bilinmesin! Güya Bağdat kökenli Moğollarmış. Sufi Vefai tarikatının kurucusu Ebu’l Vefa, 144 Faruk Arslan Kürdi veya Bağdadi şeyhleriymiş. Şeyh Edibali, Ertuğrul, Osman ve Orhan gaziler, Anadolu’da bulunmayan bu tarikata mensuptu bilgimi tekrarladı. Belki bu bilgiden yola çıkarak iz sürülebilir. Bir iddiası da: Mehmet Çelebi, devleti yeniden kurarken, Afşar Türkmen boyu Karamanoğullarına karşı asilzade soy Oğuzlara bağlanma zorunluluğunu keşfetti ve Kayı boyu icat olundu. Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların aldıkları gelinlere göz atacak olursanız, içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye rastlarsınız. Yavuz’un eşi Hafsa Sultan dışında yok denebilir. Yabancı gelinler öncelikle Enderun mektebinde, örfi, dini ve kültürel terbiyeden geçirilirdi. Müslüman olan yükselirdi. Saray ve edebiyat dili Arapça ve Farsçaydı. Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı pek sevdiler. Hun ve Göktürk hakanlarının hepsinin eşi, Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk arasında İran kızı almak modaydı. Osmanlılar da Rum ve Ermeni kızlarını çok sevdi. 2. Abdülhamid’in annesi abdestsiz yere basmayan sağlam bir Ermeni Müslümandı. Ermeniler ve Rumlar, Müslüman olsun veya olmasın medeniyetimizin, devletimizin, kültürümüzün, dilimizin, sanatımızın gelişmesinde önemli roller oynadılar. Bizim atalarımız ırkçı değildi. ‘Halkı yaşat ki, devlet yaşasın’ prensibini kulaklarına küpe ettiler.Irkçılık yapan Karamanoğulları kaybetti. Çok dinli, çok kültürlü, çok hukuklu, adalet, saygı ve hoşgörü ilkelerine sadık kalan 145 Faruk Arslan Osmanoğulları ise Roma’dan sonra en köklü ve 624 yıl yaşayan medeniyeti kurdular. Bektaşi tarikatının son halife dedebabası Bedri Noyan “Bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik kitabının 6.cildinin önsözünde nasib almış Bektaşi padişahlarını şöyle sıralıyor: 1-Otman gazi 2-Orhan gazi 3-Yıldırım Beyazıd 4-2.Beyazıd (veli) 5-Yavuz sultan selim 6-Kanuni Sultan Süleyman 7-Sultan Abdülmecid ( Noyan, 2003). Noyanın bu iddiası abartılıdır. Osman Gazi ile ilgili tüm kaynaklar onun Şeyh Edebaliye bağlı olduğunu bildirmektedirler. Şeyh Edebali ise Ahi geleneğinde Fütüvvet yoluna mensuptur, aynı zamanda Ebu’l Vefa elBağdadî’ye nispet edilen Vefaîyye tarikatına mensup olduğu şüphelidir. Vefaîyye tarikatı, Irak, Suriye ve Türkiye sahası Türkleri arasında oldukça yaygın olan bir tarikattır. Ebu’l-Vefa el-Bağdadî’nin (Ebu’l-Vefâ’Tâcü’lÂrifin Seyyid Muhammed b.Muhammed Arîz elBağdadî) Türk olması, Boğa b. Batu, Muhammed etTürkmanî, Turhan, Tekin gibi halifelerinin bulunması, bu tarikatın Türkler arasında kabul görmesine sebep olmuştur. Tursun Fakih’in, Dede Karkın ve Geyikli Baba gibi Rum abdallarının Vefaîyye tarikatına mensup olmaları, özellikle Şeyh Edebalı’nın Vefaîyye tarikatına mensubiyeti ve Osman Gazi’nin yanında olması, bu 146 Faruk Arslan tarikatın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği fonksiyon açısından önemlidir. Şeyh Edabali ve zümresi Orhan Gazininde şeyhidir. 2. padişahımız Ahi-Vefaiyye Tarikatı mensubudur. Yıldırım Bayezıd, Emir Sultan müntesibidir. Kübreviye yoludur. 2. Bayezıd da Bektaşi değildir, ancak .Balım Sultanı tarikatın başına atayarak tarikatı kontrol altına almaya çalıştı. Bu sebeple onun Bektaşi olduğu söylenmeye çalışılmaktadır. Sultan, sarayda Firdevsiye Hacı Bektaşı keramet sahibi bir veli olarak gösteren vilayetname yazdırdı. Aslında 2.Bayezid dönemine kadar ortada bir tarikat varmıydı belli değildir. Çünkü sözlü kültüre dayanan Alevilik yazılı kültüre yeni geçiyordu. Halvetiyenin Sünbülüye koluna mensup Yavuz Sultan Selim, Sümbül Sinan Efendiden ders almıştır. Kulağına küpe takması ise mücerret Bektaşilerin taktığı mengüştür. Şah İsmaille yaptığı savaş neticesinde hoş görünmek için yapmıştır. Bektaşiliğe -bağlı edilen-Yeniçeriler ordunun % 10 nu oluşturmaktaydı. Bunların tepkisini çekmemek için yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın da Halveti tarikatına mensup olduğu aşikardır. İlk eşi Mal Hatun Bektaşidir. Bedri Noyan “bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik”isimli eserinde onun için şöyle diyor: “Bektaşilik dostu olan nasib alarak törenle Bektaşiliğe giren Kanuni Süleyman ünlü bir hükümdardır.” (Noyan, 2003). 147 Faruk Arslan Gelelim Ebul Vefanın kim olduğuna. Bugüne kadar yayımlanan çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre, dedelerle yönetilen Alevi oymakları içinden en çok talip Ağuiçen Ocağı’na bağlıdır. (Nejat Birdoğan’ın “Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar – Dedeler Soyağaçlar” adlı kitabına bakılabilir.) Bu kaynağa göre Ağuiçenler Ebu’l Vefa'nın soyundan geliyorlar. Birdoğan’ın Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik kitabında da benzer bilgi mevcut: Buna göre: 1) Ebu’l Vefa, babası Muhammet, babası Muhammet Zeyd, babası Ali, babası Hüseyin, babası büyük Zeyd, babası İmam Zeynelabidin. 2) Ebu’l Vefa, babası Şeyh Muhammet Şembeki, babası Hürevli Naci, Babası Tireli Muhammet, babası Genceli Muhammet, babası İbrahim Haşimi, babası Muhammet, babası Abdullah, babası Hasan'ül Basri... İmam Ali ( Birdoğan, 1990) Tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı dedeleri, soy silsilelerini Vefai tarikatının kurucusu kutb’ül arifin Seyyid Ebu’l Vefa’ya çıkartırlar. Elbette tüm Aleviler aynı görüşte değiller. Aykırı görüşe savunanlara göre, Nu Baba İlyas, nede Hünkar bir Vefai idiler, bu yol büyükleri, birer İsmail Dai’ siydiler 1240 yıllarında, Dede Garkın ın Halifesi olan Baba İlyas ve onunda halifesi Hünkardır,Vefai tarikatı sünni tarikat olup, hiç bir dönemde, Alevi erenleri ile bağı olmamıştır. Bektaşiliğin, Yeniçeri Ocağı ile ilişkisi ise, farklı bir durumdur. Bunu desekleyen kol, Babaganlar koludur. Balım Sultan ın Postişinliği sürecinde, Alevi Yol ve 148 Faruk Arslan sürenekleri kurumsallaşmıştır. Kanun, döneminde isyan eden Kalender Çelebi döneminde ise, Osmanlı ile güya Alevilerin ilişkileri kesilmiştir. Başka bir sav ise, hiç bir Bektaşi tekkesi ve Babagan kolu da dahil, Osmanlı ile barışık olmamıştır. Hakim olan inanca bağlı kalmamış, ezoterik öğretinin devamlılığını sağlamışlardır. Bugün Harabi, Hilmi Dedebaba, Virani vs, gibi birçok insani kamil yetişmiştir. Bektaşi Dergahı, tüm Batın öğreti sahiplerini sahiplenmiş ve sinesine, bağrına basmıştır (Kaygusuz, Bulut, 2000). Bazi araştırmacılar,16.ncı yüzyıldan önceki "Alevilere", "Işık taifesi" derler. Işık, bugün "Alevi", veya 16.ncı yüzyıldan beri "Kızılbai"gibi sıkca kullanılan genel bir terim değildi. Işıklar, Kalenderiler için kullanılan isimlerden biridir. Peki Kalenderiler kimdir? Kalenderiler, Cemalüddin Savi, İbrahim-i Ethem, Sihabüddin Sühreverdi, Baba Tahiri Üryan gibi büyük Sufi alimlerini kaynak sayarlar. Bir Bektaii için, Hacı Bektaş-ı Veli neyse, bir Kalenderi için de Cemalüddin Savı odur. Cemalüddin Savi'nin menakibi ve diğer uluların eserleri hala mevcuttur. Bunların Sufi oldukları zaten açık ve nettir. Cemalüddin Savi kimi kaynaklara göre, 11.inci yüzyılın sonunda, kimi kaynaklara göre de 13.üncü yüzyılda vefat etmiştir. Tarikatına Cavlakiyede denir. Kalenderiyye önderleri, ve yazılı kaynaklarının hepsi Kalenderi yolunu ve erkanlarını İslam olarak tanımlarlar. Bunun dıiında, Pre-Alevilik (Alevilik Öncesi) 149 Faruk Arslan diyebildiğimiz diğer tarikatlar vardır. Alevilerin Pir saydıkları Ebu'l Vefa'nın Vefai tarikatının yazılı kaynaklarından, Ebu'l Vefa menakibnamesi mevcut. Bunun dışında, Baba İlyas-ı Horasani ve sülalesinin menkabevi tarihini anlatan Menakibul Kudsiyye elde bulunuyor. Ebu'l Vefa (ö. 1017) açıkca, İslam ve Müslüman olduğunu söylemiştir. Kadın-erkek birlikte ibadet edip, ve semah döndüğü anlaşılıyor. Ve bu yüzden Ortodoks Müslümanlar tarafından hor görüldügünü de yazıyor. "İslam nedir?" sorusuna Ebu'l Vefa böyle cevap veriyor: - Hangi İslam’ı soruyorsun? Senin İslam’ından mı soruyorsun, yoksa benim İslam’ımdan mı? diye söyleyince o zat: - İslam iki türlüdür mü diyorsun? deyince Seyyid Ebül-Vefâ şöyle açıklık getiriyor: - Evet, iki türlüdür. Sizin İslam’ınız, imanınız aynıdır. Sen, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, Muhammed Mustafa Hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Allah’ın ve Resulü’nün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslam’ımız bazı değişiklikler içerir. Şöyle ki: biz imanın yanında, hiçbir zaman Allah Tealâ’dan gafil olmamak islam’dır deriz. Sizin orucunuz ramazanda fecrin ağarmasından güneş batıncaya kadar yemeden içmeden kesilmek ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Bizim için esas önemli olan, bütün ahlak bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekât’a gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve 150 Faruk Arslan davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi verirsiniz. Bizim zekât’ımız, mevcut olan her şeyi fazla fazla vermektir. Allah katında makbul olan nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir. Şeyh Edebali kesin olmamakla beraber 1206 yılında doğmuş, 1326 yılında hakka yürümüştür. Vefai, Ahi ve Kalenderi şeyhidir, Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır. Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır. Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna girdiği, Şii-batıni zümreden olan Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir. Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali 151 Faruk Arslan rüyayı şöyle tabir etmiştir: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir." Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. 1326'da 125 yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının yanında gömülmüştür. Eskişehir’de de adına bir türbe yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir. İlk derslerini bir Hanefi fıkıhçısı olan Necmeddin ezZahidi’nin yanında almıştır daha sonra sufi bir tarikat olan Kalenderiliğe geçmiştir. Kimi kaynaklar onu Mısırda kurulmuş olan bir diğer Sufi tarikat Vefai şeyhliğinede geçtiğini belirtir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük emeği geçer. Şeyh Edebali’nin Babai çevresine bağlı oluşu ve Hacı Bektaş ile bağlantıları, Bektaşi tarikatı ve ilk Osmanlılar arasındaki ilişkilerin incelenişinde mühim öğelerdir. XV. yy. da başlayarak, bilhassa adı Yeniçerilerin piri olduktan sonra Hacı Bektaş ‘in ulaştığı ehemiyete yol açan da şüphesiz onların korumaları olmuştur. İlk Osmanlıların ilgisi dolayısıyladır ki, Bektaşi tarikatı imparatorluk içindeki üstün yerini almış ve üst derece bir halk tarikatı olarak benimsenmiştir (Türkdoğan, 2004). 152 Faruk Arslan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’na göre Kalenderilerin Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmedikleri iddiası asılsızdır. Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan 99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1) Türklerin Hz. Ali ve soyuna bağlılıkları, Kutadgu Bilig tarafından yaptırılan bir Orhun kitabesinde bile mevcuttur. Mağdura sahip çıkan Türklerin Emevilerin kovduğu peygamber soyuna kol kanat germesi, tarihin akışını değiştirmiştir. Mesela Şeyh Hasan Ocağı’nın Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid Garib Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan ereninin akrabalık ilişkisi yoluyla Ehl-i Beytle akraba olduğu kesindir. Bu ilişki ile kendilerini bilgi ve düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları anlaşılmaktadır. Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın temsilcisi olarak kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan 153 Faruk Arslan kervan yollarının en stratejik yerlerine bilerek ve isteyerek yerleşmişlerdir. Böylece, Anadolu’nun kırsal alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin huzurunda veya makam mezarlarının başında toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olayların önlendiği, yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda ocak mensubu oymakların üretimlerinin belirli bir miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu sistemli örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a kadar beylikler vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir. Alaadin Keykubat döneminde verilen belgelerden anlaşıldığına göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı sicilleri, tahrir defterleri, mahkeme kararları ve padişah fermanlarından anlaşılmaktadır. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün önemini göstermektedir. Yapılan bu durum tespiti sonunda devlet adamlarının kırsal alan organizasyonlarına özel bir önem verdikleri görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl büyük bir yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair, 154 Faruk Arslan Bizans İmparatorluğu tarihleri okunduğu zaman sayısız örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207) Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre, ocakların bir kısmı çevresindeki arazi ve köylerle birlikte “Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur. Müstesna vakıflar, her türlü vergiden muaf oldukları gibi yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten yardım da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin yakınlarında ve kentin stratejik bölgelerinde -ki bu genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz gibi kentin güvenliğini ve kervan yollarının korunması görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların bulunduğu topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan ediliyor ve bu bölgede avlanmak, toprakları kullanmak, işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının iznine bağlı oluyordu. Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta Tatarlığı” sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40 km. de bir kurulmuş olan menziller, özellikle hızlı haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy ortalarından sonra) posta arabalarının uğrak yerleriydi. Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip, diğer ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına devam ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı” denilen merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin denetçisi ve yöneticisi bulunurdu. Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği babadan oğula devrederek yürüten oymaklardı. Bunlar 155 Faruk Arslan içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler, Dericiler vb. önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen, Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da demir üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir ocağın temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç Erleri Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla geçinen bazı kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu avcıların hayvan katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir defterleri incelendiği zaman bu ocakların babadan oğula görevleri devrettiklerini görüyoruz. Dede Karkınla ilgili belgelerde de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu Elazığ, Malatya ve Çorum dolaylarında kömür üretme ve kömür taşıma görevini sürdürüyordu. Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta hemen anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz konusuydu. Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey tarafından hazırlanmış olan “Türkiye’de Alevi Zümreleri” isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir: “Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı. Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar, 156 Faruk Arslan Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere, Antalya’da Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.” (Baha Said, Sayı 22) Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş olması ve aralarında bağlantı bulunması sebebiyle 16. yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal örgütlenmesini oluşturuyordu. Osmanlı toprak düzenini araştıran ve inceleyen bütün bilim adamlarının başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin toprakların kullanımına bağlı olarak birbirlerine bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonralarına kadar büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir. Bu tespitleri yapan Prof. Dr.Alemdar Yalçın ve Uzman Hacı Yılmaz, Kargın Türkmenlerin menşeini inceledikleri yazıda, şu bulgulara ulaşmıştı: Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri günümüze kadar gelmiş en önemli en eski ocaklardan biridir. Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun Horasan bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül Arifin Ebul Vefa’nın Dede karkın’la bağlantısının olması Karkın Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti tarafından tescil edilmiş olması kesin olmamakla birlikte EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi olarak düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve 157 Faruk Arslan Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147) Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî tarikatından adeta kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa isimli bir düşünürün Bağdat ve Kuzey Irak civarlarında yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den göçen Ebu’l- Vefa adına, Vefailik adıyla bir tarikat kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir. Fığlalı’nın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de imkansızdır. Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise, adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta yer almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen, Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eşŞenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah b. Ahmedi Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense Kirmanşah bölgesindeki Dinever şehrinde yaşadıklarına dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis ilmiyle uğraşmalarından dolayı burada adı geçen Şenbeki ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç görünmektedir. (Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795) İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi olmayan bir tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve ritüelleri konusunda da elimizde ciddi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak: “İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l 158 Faruk Arslan Vefa Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik tarikatına mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII. Yüzyılda Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın varlığından söz etmezlerse de...” (Ocak,1996:104) diyerek bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bir başka nokta ise, Ebu’l Vefa’ya ait bir çok yazma menakıbdan elimizde bulunan Ayasofya, Samsun, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ndeki nüshalarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Sultan Beyazid döneminde yazılmıştır. Yazmaların girişinde Mısır’dan icazet alan Aşıkpaşa oğlu: “Hazret-i şeyh Ahmed Aşıkı’ye damat olan “ Seyyid Vilayet bin Hazreti seyyid Ahmed el Vefa”dan söz edilmektedir. (Ayasofya Nüshası, Varak 4-5 ve diğer nüshalarda ilgili yerler) yine kayıtlara göre, “Seyyid Vilayet b. Hazret-i Seyyit Ahmet el-Vefa’nın Mısır’da Vefai tarikatına intisap ettiği ve menakıbnameyi oradan getirdiği, Mısır’dan sonra hacca giderek burada Esma-i Hüsna Tilaveti icazeti aldığı” kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtlarla , Mısır’daki Vefai tarikatı arasında bir bağlantının olup olmadığı daha derin bir çalışma sonucunda elbette ortaya çıkacaktır. Ancak menakıbnamenin Ayasofya yazma nüshasında ilerleyen bölümler, doğrudan Ebu’l Vefa Bağdadi ile ilgilidir. Bu menakıbnamede Ebu’l Vefa’nın Vefailik adlı bir tarikat kurduğuna dair kayıt bulunmadığı gibi ölümünden önce müridlerini ve “Sultan” adını verdiği onyedi müridini Rufai tarikatına yönlendirdiğine dair kayıt bulunmaktadır. Zamanımıza kadar bütün belgelerden ortaya çıkan bir başka ihtimal olarak Mısır’daki Vefailik tarikatı ile 15. yüzyılda birbirine karıştırılmış olması ciddi olarak göz önünde bulundurulmalıdır. 159 Faruk Arslan Tekrar Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın çalışmasına dönersek, Ebu’l-Vefa’nın Ebu Muhammed Abdullah eşŞenbaki’ye bağlı olduğu ve bu tarikatında Rufailik’ten ayrı bir hüviyet taşımadığı öne sürülerek varolduğu kabul edilen Vefai tarikatı Rufai tarikatıyla birleştirilmektedir. Yaptığımız araştırmalarda tasavvuf tarihleri, mezhepler ve tarikatlarla ilgili yapılan çalışmaların hiç birinde Anadolu’da bir Vefai tarikatından ve bunun hususiyetlerinden söz edilmediğini bir kere daha vurgulamalıyız. Bu iddia öne sürülen ciddi iddialardan biri olmakla birlikte, başvurulan hiçbir kaynakta kesin bir bilgiye rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Ebu’l-Vefa Bağdadi veya Ebul Vefa Kürdi sanıyla anılan ve ünlü mutasavvıflardan birisi olan bu yüzden “Tacül Arifin” ünvanıyla tanınan kişi adına Vefailik adında bir tarikatın kurulmuş olduğu ve bunun hiç olmazsa 15. yüzyıla kadar sürüp sonra bittiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır. Aşık Paşa’nın 15. yüzyılda öne sürdüğü bir iddiaya dayanaraktan bir Vefai tarikatının olduğu Baba İlyas’ın bu tarikatın halifesi olduğu yolundaki iddialara kesin gözüyle bakmak yanlıştır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi Rufai tarikatı günümüze kadar gelmiş ilke ve disiplini tamamen farklı bir tarikattır. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın da belirttiği gibi gerek Baba İlyas, gerekse Dede Karkın’ın varlığı kuşku götürmeyen ilkeleri ve disiplini çağlar aşarak günümüze gelen Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’na bağlıdır. En azından Dede Karkın’ın Horasan’dan geldiğine dair Aşık Ednâî’nin kasidesinde geçen: “Rah-ı Hüdâ nesl-i Ali’dir ism-i Numanım meded/ Lakab-ı Dede Karkın Sultan şah-ı Horasanım meded” 160 Faruk Arslan mısralarından da anlaşılacağı gibi, Dede Karkın silsilesinin ikinci ismi olan Numan Dede Karkinî’nin Horasan’dan geldiği kaydı bulunmaktadır. Karkın Boyu’nun Anadolu’daki devamı olan silsilesi devam etmektedir. Erzincan’dan ve Gazi Antep’te yeni belgeler bulunmuştur. Bu belge ve bilgilere göre Karkın Boyu’nun Horasan üzerinden Anadolu’ya geldikleri kesinlik kazanmaktadır. Dede Karkın ve Baba İlyas’la ilgili uzun değerlendirmelerden sonra Ahmet Yaşar Ocak şu yorumu yapmaktadır: “Üstelik Harezm’de Yeseviliğin yaygın bulunduğu ve Dede Karkın ile Baba İlyas’ın Harezmli Türklerden oldukları ihtimalinin yüksekliği düşünülürse, Baba İlyas’ın Yesevilikle bağlantısının bulunup bulunmadığı bir mesele olarak gündeme geliyor.” (Ocak: 1996, s.104) Ahmet Yaşar Ocak’ın şu düşünceleri Dede Karkın’ın Yesevi Ocağının devamı olduğu tezini güçlendirmektedir: “Üstelik Baba İlyas’ın fikirlerinden çok şeyler alarak teşekkül eden Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin korunması, bu ihtimali bizce daha da güçlendiriyor.” (Ocak, 1996:105) Dolayısıyla Karkın Ocağının diğer Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen oymaklarda olduğu gibi Yesevi Ocağının devamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla elimizdeki en eski belgelerde EbulVefa’nın şeceresinin bulunması ve iki ismin birlikte anılmaları en azından belgeleri bulununcaya kadar Ebu’l Vefa’nın Kargın Boyu içinde yer aldığını düşünmemiz gerekecektir. Vefai Tarikatı konusuna gelince; bütün tasavvuf tarihlerinde Vefai tarikatının Mağrib-i İskenderi ünvanlı Şeyh Vefa tarafından Mısır’da kurulduğu, iki kola ayrılan bu tarikatın kurucusunun Bingazi’de defnedildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu durumda 161 Faruk Arslan ya Vefai tarikatı Ebu’l-Vefa döneminde anılmış ve fakat ölümünden sonra unutulmuş, 15. yüzyılda yeniden ortaya çıkmış; ya da bu bilgi diğer Vefai tarikatıyla karıştırılmış olmalıdır. Ebu’l Vefa ile ilgili konudaki temel kaynaklardan biri kabul edilen ve değişik Türkçe yazmalarının İstanbul ve Ankara’daki kütüphanelerdeki varlığından söz edilen Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’nin üç ayrı yazması vardır. Bunlardan biri Samsun’da bulunan bir Türkçe yazmadır. Öte yandan Ebu’l Vefa ‘nın Bağdat’ta Mustansıriyye Medresesinde (408 Hicri) 1017 miladi tarihli bilim adamları tarafından onaylanmış bir belgeden de söz edilmektedir. Araştırmacı yazar Nejat Birdoğan bu belgeden söz ederken belgenin tümünü yayınlamadığı için bilgi tam olarak anlaşılamamaktadır. Çalışmasında bazı düzeltme hataları dolayısıyla 1071 miladi, 1017 miladi gibi hatalar yanında belgenin orijinalinin veriliş tarihi, verilen kişinin kimliği ve akrabalık bağlantısı da tam olarak anlaşılamamaktadır. (Birdoğan: 1995, 108109) sayın Birdoğan da bu belgeye diğer belgelere dayandırarak Ebul Vefa ile Baba İlyas arasında bir halifelik bağlantısının olamayacağı yargısını kesinleştirerek bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamaktadır (Yalçın, Yılmaz, 2008). Alevîlerin, Bektaşîlerin İslama gönülden bağlılıklarını ve inançlarını çok açık biçimde göstermesi bakımından on iki yıl Pir Postuna hizmet de etmiş olan ve çok gezdiği için kendisine Seyyar Baba da denilen Filibeli Tatar İbrahim Fevzi Baha'nın Babalık İcazetnamesi (tarikat liderliği) icazet (diploması) nın Osmanlı Türkçesi ile metnini de vermek istiyorum: 162 Faruk Arslan Filibeli Tatar İbrahim Fevzî Baha'nın Babalık İcazetnamesi "Huve'1-Muîn İnnehu Min Suleymane Ve İnnehu Bismillâhirrahmanirrahîm Nasrun Minellah Ve Fathun Karîb Ve Beşşiri'l-Mu'minîn Ya Muhammed Ya Ali Hayru'l-Beşer El-hamdu Lillahi'llezi Nevvere Kulûbe'I-'Arifin Bi Envari'l-'İlmi Ve'l-'İrfâni Ve Zeyyene Sudûre's-Salikîn Bi Ziyne-ti'l-'Aşki Ve'ş-Şevkİ Ve'lİykâni Ve's-Salâtu Ve's-Selâmu 'Ala Seyyidina Ve Nebiyyina Muhammedin Eşrcfi'l-Halki Ve Ekremi'lHalki Vc'1-Vicdân Ve 'Ala Alihi Ve Evlâdihi Ve Eshabihi Ve Ah-bâbihi Ve Ehli Beytihi't-Tayibbîne'tTahirîn Vesellım Teslîmen Kesîren Fi Külli Hînin Ve Anin İla Yevmi Yekû-mu'l-Haşr Ve Yensibu'l-Mîzân. Amma ba'd, işbu icâzet-nâme-i be-dî'u'l-unvânın tahrîrine badi oldur ki; kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn, zübde-tü evlâdi'l-eimmeti'l-ather, kudvetu'l-evliyâi'l-kibâr Hazreti es-Seyyid Muhammed el-mulakkab bi-Hünkâr Hacı Bektaş-i Velî kaddesellâhu sirrehu'l-âlî ve'l-celî efendimizin dergâh-ı feyz-iktinâh-ı âlileri dervişânından hâmili icâzet-nâme tarîkatlu İbrahim Fevzî Baha'nın âlem-i seyâhatde geşt u gü-zâr eylediği bazı mahallerde ehl-i ir-şâd babanın fıkdanına mebni ekser mu-hibbân-ı tarikat ve tâlibân-ı râh-ı Hak ve hakikat, îfâ-yı hizmet ve arz-ı inâ-betden mahrum kalmakta bulunduklarından bahisle dergâh-ı şerâfet-penâh-ı pîr-i müşarünileyh taraf-ı eşrefinden Baba-yı mumaileyhe bir kıt'a icâzet-nâ-menin i'tasıyla kabil-i sülük olan mu-hibbânın hidemât-ı ma'neviyclerinin ifa ve âşıkân-ı sâdıkânın irşad ve ihyası hususu ba'zı zevât-ı kiram ve muhib-bân-ı zevi'l-İhtirâm tarafından iltimas ve istirham kılınmış ve iltimas-ı vâkı-a şâyân-ı kabul olub Baba-yı Mumaileyhin hüsn-ü hâl ve 163 Faruk Arslan hayat sîreti ve bu bâbda kemâl-i liyakat ve ehliyeti derkâr ve aşikâr bulunmuş olmağla salifu'1-Be-yân muhibbân-ı Tarîkat-ı "Aliyye'nin hademât-ı ma'lûmelerini îfâ ve ikmâl ve tâlib-i rah-ı hakikat olan âşıkân-ı sadı-kânı, tarikat-ı bâhiru'1-Hakîkat-ı ehlul-lah-ı 'izama teslîk ve îsâl etmek ve ah-kâm-i Şeriat-ı Garra ve âdâb-ı tarîkat-ı 'ulyadan ser-i mu tehalluf ve inhiraf etmeyerek eser-i eslâf-ı salihîne gitmek üzere tarafımızdan mumaileyh Tarikatlu İbrahim Fevzî Baba'ya, izn u icazet ita ve işbu icâzetnâme-i mahsusa tahrîr ve imlâ kılındı. Tahriren Fi'1-Yevmi'l-Hâdi Min Şehri Rebi'i'1-ûla Sencti İhda ve "İşrîn Ve Selâse Mieti Ve Elfin (1321) Min Hicreti Men Lehu'l-'İzzetu Ve'ş-Şeref. Sene 1321 H." (Yüksel; 2002, s.198-200). Bu belgeden bir Bektaşinin saygı duyduğu değerleri anlamak mümkün. 1826 - 1862 yılları arasında Bektaşiliğin kapalı ve Bektaşi'yim demek dahil, Bektaşiler lehine konuşmanın suç ve karalamanın serbest olduğu dönemdir. İmparatorluk Türkiye'sinin sosyal hayatını günümüze kadar, şiddetle tesir altına alan iki büyük Türk tarikatı Mevlevilik ve Bektaşiliktir. Evliya Çelebi'nin yaşadığı devirde İstanbul'daki tekke sayısı 557'dir ve bunların çoğunluğunu Bektaşi ve peşinden de Mevlevi tekkeleri oluştururdu.(Öztuna, 1978). Köyde tarikat toplantısı olan Cem Ayini, saz veya kopuzla, aşığın okuduğu nefeslerle yapılırken, şehirdeki Bektaşi toplantılarında saz veya kopuzun yanında kudüm, tambur, çalpala gibi aletler de kullanılır ve Cem Ayininin yapılış maksadına uygun bestelenmiş ayinler icra edilirdi. 164 Faruk Arslan Bu besteler arasında da en çok saba, segah, neva, uşşak, hicaz ve hüseyni makamları yer alırdı. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda da, Muharrem ayının ilk on günü öğle ezanları camilerde ağıt havasını andıran “Hüseyni” makamında okunurdu. Bu toplumun bütünü tarafından paylaşılan Kerbela hüznünü hatırlatırdı. Eski toplum yapımız “tarım toplumu” özelliği gösterdiğinden köy Bektaşiliği bu yapıya uygun bir tarzda düzenlenmişti. Tarım düzenimizde işin olmadığı mevsim olan kış günleri tarikat toplantılarının yapıldığı zamanlardı. Şehir hayatında biraz daha farklı yapı vardı. Çok az bulunan memur yanında esnaf ve zanaatkar yılın her mevsiminde çalışırdı. İnsanlar içinde okur yazarlar ve sanatkarlarda bulunurdu. Özellikle İstanbul gibi, pek çok tarikatın olduğu ve devlet başkanlarının oturduğu yerde protokole katılan, Padişahı tahta çıkaran, taç giydiren, kılıç kuşatan törenlerde Mevlevilerle birlikte olan şehir Bektaşileri, Bektaşiliği entelektüel bir boyuta taşımışlardı. Toplum yapısındaki değişiklikler, köyden şehre göç, sanayiin gelişmesi, gecekondulaşma gibi sebeplerle köylülerle birlikte “köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” deyişinde özetlenen bir şaşkınlık dönemi hala yaşanmaya devam edilmektedir. Köyleri şehirleştireceğimize, bu yapı ile şehirleri köyleştirmiş olduk. Köylü Alevi/Bektaşi Dedesi şehirde de evlerde toplantılar düzenleyerek, köy usulü ayinler yapmaya devam etti. 165 Faruk Arslan Bazı yerlerde buna da imkan yoktu. İş hayatı pek çok şeye fırsat vermiyor, ekmek parası insanların bütün vaktini alıyordu. Birdenbire Alevilik gündemi işgale başlayınca, Alevi/Bektaşilerin yaşadıkları mahallelerde dernekler, vakıflar kurulmaya başladı ve çoğunluk köylü olduğu ve bağlı olduğu tarikat adamları da köylü Dedeler olduğu için, şehir Bektaşiliği yerine köylü Bektaşiliği olan Kızılbaşlık şehirleri ve medyayı doldurdu. Şehirlerde azınlığa düşen Şehir Kızılbaşları diyebileceğimiz Bektaşiler ve şehirlilerin tarikat adamı olan Babalar, nerede ise tanınmaz duruma düştüler. Eskiden büyük salonlarda, kalabalık cemaatlerle yapılan Bektaşi ayinleri yerine, yeni icat “Cemevleri”nde, küçük guruplarla, tıpkı köylerde yapılan ayinler icra edilmeye başladı. Dedeler eskiden ezberledikleri ve kendilerinden de cahil olan köylülere hitap eden nasihat, tebliğ ve duaları otantik olarak tekrarlamanın dışında, bu yeni duruma intibakı sağlayamadılar. Alevilik konusunu anlatan günümüz yazarları ayin sırasındaki müziği göstererek Alevilik/Bektaşilikten ayrı olduğunu ileri sürüp, aralarında ayrılık yoksa, Sünniler niçin namazda saz çalmıyorlar gibi bir soru da soruyorlar. Tarikatlarda, tarikatın ibadeti olan zikir ve ayinlerde ritim saz kullanılmaktadır. Sadece “hafi” (sessiz ve gizli) zikri benimsemiş olan Nakşilikte ritim saz yoktur. Onun dışında kalan, Mevlevi, Kadiri, Rufai, Halveti, Gülşeni… tarikatları ve benzerlerinde farklı musiki aletleri ritim saz olarak kullanılır. Tarikat ibadetleri hiç bir zaman, bizim ülkemizde camilerde yapılmamıştır. 166 Faruk Arslan Şeriatın ibadeti olan namaz ise, bütün tarikatlarda olduğu gibi Alevilik/Bektaşilikte de vardır ve bunu inkar, sadece inkar eden kişinin şahsi görüşü olur. ( Mehmet, 1930). Mevlevilerde ve Bektaşilerde, ayin başlangıcında halka veya salonun durumuna göre, salonu çevreleyecek şekilde oturan dervişlerin birbirlerine ve posta niyaz etmelerini, namaz kelimesi ile anlatmak ve buna “halka namazı” gibi isim verme işi yeni icat bir yakıştırmadır. Bu bir niyazdır. Alevilik/Bektaşilerde, Sünnilikten farklıdır, çünkü camiye isteyen herkes girebildiği halde Cem’e herkes giremez, diyenler suç işleyenlerin, günahkarların bu ayine katılamayacaklarını belirterek bunun önemli bir fark olduğunu ifade etmektedirler. Doğrusu bütün tarikatlarda, tarikat ayinine sadece o tarikata daha önce usulüne göre girmiş olanlar katılır; bu genel kuraldır. Diğer muhipler ve seyirciler sahnede okuyan sanatkara tempo tutarak katılmak kabilinden katılırlar ve zikri kendileri de sanki derviş gibi, şeyhin tekrarlarına ve talimatlarına göre gönüllü olarak iştirak ederler. Ancak Ayin-i Cem bir farklılık gösterir ve burada Baba veya Dede’nin “Hakim”lik görevi de vardır. Dar-ı Mansur’a çekilen Can’a işlediği iddia edilen suçu sorulur, gerekirse şahitler dinlenir ve Baba veya Dede kararını açıklar ve infaz eder. (Sezgin, Atalay, 1998). Abdülkadir Sezgin’in çözüm önerisi mantıklı: Bir takım Dede, Baba veya Alevi liderlerinin kendilerini devrimci, Atatürkçü göstermeleri ya bilgisizlikten ya da gösteri türündendir. Hatta bazı tarikat liderlerini halka açık 167 Faruk Arslan gösteri türü “ayin-i Cem”lerde Atatürk’ü de tarikat piri gibi saymaları bir siyasi tavır olarak görülüyor ve sırıtıyor. Tekke ve zaviyeler, Osmanlı’da tarikat ibadetleri için vardı, Cumhuriyet Türkiyesinde kaldırılması, yozlaştıkları için belki kabul edlilebilir. Ancak bugün Alevilerin Cem Evi talebine buda nereden çıktı diye bakılması, tekke ve zaviyelerin eskiden ne işe yaradığını bilmemekten kaynaklanıyor. Bütün tarikatlar için çare, genellikle laiklik, demokrasi ve hukuk devletidir. Tarikatlar dini organizasyonlardır ve yüzlerce yıllık geçmişleri vardır. Bunların laiklik şemsiyesine alınarak, siyaset alanı dışına çekilmesi ve tıpkı din işinin Anayasada ifade edildiği gibi, her türü siyasi görüş ve düşüncenin üstüne oturtulması lazımdır. Tarikatların, yasağın cennetinde yaşamaları yerine, demokrasi bahçesinde; devletin denetim ve gözetimi altında olması lazımdır. Bunun uygulama imkanı bulabilmesi içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na “Tarikatlar Daire Başkanlığı” ilave edilmeli ve kendilerine faaliyet izni verilen tarikatların birinci adamlarından oluşacak ve çalışma usul, adab ve erkanlarını düzenleyecek mevzuatlarla, tarikatlar arası işbirliği, ahenk ve diyalogu sağlayacak hususlarda danışmanlık yapacak bir “Şeyhler Meclisi”nin kurulması yerinde olacaktır. ( Sezgin, 1998). Alevileri bu çözüm önerilerinin tatmin edeceğini sanmıyorum. Diyanet’in kaldırılmasını talep eden Avrupa Alevileri ve onları etkisindeki Alevileri fazlasıyla siyasileşmiş buluyorum. Bu ortamda Alevilerin en ılımlı grubu dahi Diyanet çatısı altına girmeyecektir, girerse, hain, düşkün, işbirlikçi ilan edilir, dışlanır. Dedelere maaş bağlanamına bunlar karşı çıkarlar. Alman 168 Faruk Arslan İstihbaratının en fazla korktuğu konu, Aleviliği çıkarlarına uygun kullanma girişiminin sonuçsuz kalması. Dedelerine maaş bağlayan Ankara, işlerine gelmez. Bazı siyasilesşmiş Alevilere göre, ‘Devlet Dedesi’ tabiri bile ürkütücü. Bunun orta yolu mutlaka vardır. AKP hükümetinin benimsediği Alevi Genel Müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’na bağlı kalacağı için pansuman tedavidir, daha kalıcı ve kapsayıcı bir formül bulunmalıdır. Alevilerin inandıkları gibi yaşamaya hakları var, devletden yardım alarak yapılanmaları, dedelerine maaş bağlanması dış kaynaklı fitneyi önleyecektir. Elbette Alevi köylerindeki camileri kapatın, Diyanet’i kaldırın talepleri saçma olduğu kadar Alevileri haklı davalarında haksız duruma düşürüyor. Caminin işlevi farklıdır, Cem Evi’nin yeri ayrıdır. Biri dini ibadet, diğeri tarikatın zikir yeridir. Yanlış anlaşılmaları önlemek için verdiğimiz bu temel bilgilerden sonra Osmanlı’da Bektaşilerin masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi sorgulayabiliriz. Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında kullanmak istemiyoruz. Masonluğu ve Sabataycıları öcü gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele alıyoruz. 169 Faruk Arslan Sekizinci Bölüm OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK Bektaşî Velayetname ve Menakıpnameleri'nde Osmanlı devletinin kurucusu kabul edilen Osman Bey'e Kayı Boyu Beyliği'nin verilmesinde Hazreti Pir'in himmetleri ve katkısı bulunduğunu bildiren menkıbeler vardır. Ayrıca, Sultan Orhan, I. Murat, II.Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz gibi pek çok padişahın Bektaşîliğe yakınlık duyduğu ve/ya Bektaşîliğe ikrar vermiş derviş oldukları savunuluyor. Peki o halde neden Mason Bektaşiler, Türkiye’yi Osmanlı mirasını ret ve Osmanlı düşmanlığı üzerine kurdular? Yıllardır ecdadımıza küfredenlerin bu kin, nefrete ve intikam çabalarına artık bir son vermesi gerekiyor. Devletin silâhlı kuvvetlerini; Yeniçeriler'i Bektaşî Tekkesi'ne bağlayan ayrıca Turşucuzade Ahmet Muhtar Bey gibi bir takım insanları Bektaşî olduklarını bilerek Şeyhülislamlık makamına getirmiş (111. Şeyhülislam) bir devleti, Alevîlere zulmetti, sıkıntıya soktu gibi iddialarla tahkir etmelerinin, sövüp saymanın mantığını anlayan varsa, beri gelsin. 170 Faruk Arslan Bugün elden ele övünç vesilesi olarak gezen, Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Ankaralı, Balıkesirli, Balkanlar ve muhtelif yerlerinde türbeleri bulunan Alevî Dede ve Seyyidleri'ni Hazreti Peygamberin soyuna mensup kabul ederek, 1911 yılına kadar askere almayan, vergi almayan Osmanlı'ya vefa, minnet ve saygı göstermek; Alevî, Bektaşî vatandaşlara, özellikle de Dedeler'e, Çelebiler'e, Babalara düşen bir görevdir. Sâdece II. Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı imhası sonrasında Bektaşî tekkesini bir süre için kapatmış olması, gelmiş geçmiş 700 yıla sövme sebebi olabilir mi? Bugün, AB ve diğer ülkelerle işbirliği yapan Alevî kökenlilerdeki, Cumhuriyeti sıkıntıya sokan işbirliği ve hukuk dışılıklarda hangi şuuraltı psikolojik sebep var, sorusu gündeme gelmiş durumdadır. (Sezgin, 2008). Bu soruya cevap verebilmek için Osmanlı’da masonluğa ve Bektaşilikle olan irtibatlarına bakmak gerekiyor. Mason Bektaşiler, 1200'lü yıllarda Anadolu toprağında boyveren Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin Bektaşilik yolu ile Mevlâna Celâleddin-i Rumi'nin Mevlevilik tarikatı ve daha sonra oluşan Masonluk inancının, akla, bilime değer veren; din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımı yapmadan kardeşlik bağlamında bütün insanları kucaklayan, barış ve hoşgörü temelinde insanların mutluluğunu isteyen felsefi görüşleriyle benzerlikleri olduğunu savunuyor. Güya masonlukla eşdeğer Bektaşilerin çağrısını, Pir Sultan'ın şu dizeleriyle dile getiriyor: "Şimdi bizim aramıza / Yola boyun veren gelsin / Şeriatı, Tarikatı / Hakikati bilen gelsin... /Kişi halden anlayınca / Hakikati dinleyince / Üstüne yol uğrayınca / Ayrılmayıp duran gelsin... / Talip olunca bir talip / İşini Mevlâ'ya salıp / İzzet ile selâm alıp / Gönüllere veren gelsin... / Koyup dünya davasını / 171 Faruk Arslan Hakk'a verip sedasını / Doğrulayıp öz nefsini / Şeytanı öldüren gelsin... / PİR SULTAN'ım ol çelebiye / Eyvallahım var Veli'ye / Muhiddin'e hal diliyle / Yolun sırrın soran gelsin..." (Odyakmaz, 2006). Mevlevilerin çağrısını, Mevlâna'nın şu dizeleriyle dile getiriyor: "Gel! Yine gel! Ne olursan ol, yine gel! ister kâfir, ister putperest, isterse mecusi olsan da gel! / Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir; / Yüz kez tövbeni bozmuş olsan da yine gel!.." Masonların çağrısını da şöyle dillendiriyor: "Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi! Bu öpüş bütün dünyaya yayılsın. Kardeşler, şu mavi kubbenin sonsuzluğunda bizi koruyan bir ruh vardır... Neş'e, ey Elizium'ın kızı Neş'e! Âdetlerin, nizamların birbirinden mutlak olarak ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinle yine birleştiler. Senin müşfik kanatlarının altında bütün insanlar kardeş olacaklar!.." Zalimler, çıkarları uğruna insanları katlederlerken; 800 yıl öncesinden insanlığın kardeşliğini isteyen, dünyada barış ve hoşgörüyü üstün kılmaya çalışan Hacı Bektaş Veli'nin, Mevlâna Celâleddini Rumi ile Masonların çağrısına kulak verilmeli ve onların istekleri hakim kılınmalıdır diyor yazar Nevzad Odyakmaz. (Odyakmaz, 2006). Spekülatif Masonluğun İngiltere de 1717 yılında kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1721 yılında, İstanbul’da Fransız Masonları tarafından ilk loca kurulmuş olmakla beraber, güya milli bağımsız Türkiye Büyük Locası, 1909 yılında Meşrutiyetin ilanından sonra 172 Faruk Arslan ancak kurulabilmişti. Bu nedenle, bu tarihe kadar olan devirdeki masonluk eylemlerini genellikle dış kaynaklı belgelerden öğreniyoruz. Arşivleri güya yandığı için aslında piyasada dolaşan bilgilerin hemen hepsi manipülasyon kokuyor. Osmanlı toprakları üzerinde adı bilinen ilk loca, 1748 yılında Halep’te kurulan , İskoçya Büyük Locasına bağlı, İskenderun Locasıdır. İlk Türk Masonları ise Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi, İbrahim Müteferrika ve Humbaracı Ahmet Paşa dır. Koca Mustafa Reşit Paşa gibi, önemli devlet adamları ve aydınların bu localara girdiği loca arşivlerinden anlaşılıyor. İstanbul da kurulan localar; 1861 yılında ‘Ser Locası, 1867 yılında Prootos ve ‘l’Etoile du Bosphore’ Localarıdır. Sultan V. Murad, Şehzade Nurettin Efendi, Şehzade Selahattin Efendi, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şeyhülislam İzzettin Efendi, Şeyhülislam Hayri Efendi, Müderris Mahmut Esad Efendi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam Mithat Paşa, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa, Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Büyük Elçisi Sadullah Paşa, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal Prootos üyeleridir. Bu devirde İstanbul da kurulan Mason Locaları, Fransız ihtilalinden sonra yayılan Batı merkezli dini toplumdan dışlayan güya hümanist medeniyetin barınağı olmuş ve buralarda yetişen Masonlar, Meşrutiyetin kurulmasını düşünsel ve eylemsel yönlerden etkilemişlerdir. 1863'te kaleme aldığı yazıda Rum doktor Schinas, 1842'de İstanbul'da hiçbir loca bulunmadığını belirtip eklemektedir: "Bu memlekette masonluğun yalnız adı bile, dehşet, korku ve nefret uyandırıyordu. Mason sözcüğü, Allah tanımaz, ihtilalci, dinsiz anlamına 173 Faruk Arslan geliyordu. Masonları cehennemlik diye adlandırıyorlardı. Rumlar, Ermeniler, Katolikler, Museviler ve Türkler bütün masonları dinsiz, imansız, uğursuz kimseler sayıyorlardı. Bugün bile, aşağı tabaka, kötü bir adamı anlatmak için mason olduğunu söyler." Schinas'ın iddiası, yerli loca bulunmaması ve Avrupalı locaların da yerlileri kolay kabul etmemesi sebebiyle "doğrudur." Buna karşılık Tanzimat'ı din karşıtı ve mason ürünü sayma tutkusu içindeki bir Arap yayınında, 1822'de Türk masonlarının sayısının -aralarında vezirler, paşalar da bulunan- on bini aştığı iddiası edilmiştir. Bu da yerici abartmanın en ilginç örneğidir... ( Koloğlu, 2007). Abdülhamit, Sultan V. Murad'ın mason olması nedeniyle, ilk devirlerinde masonların eylemlerine pek karışamamış, fakat V. Muratın ölümünden sonra tutumunu sertleştirmişti. Bu olaya bağlı olarak 1905 yılından itibaren localar İstanbul dışında ve özellikle Makedonya'da (Selanik) açılmaya başlamıştır. Makedonya'da kurulan locaların en önemlileri İtalyan Obediyansına bağlı ‘Macedonia Risorta’ ve ‘Veritas’ Localarıdır. Bu iki locanın üyeleri arasında önemli siyaset, devlet adamları ve komutanlar vardır. Kazım Özalp Paşa, Sadrazam Mehmet Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Mehmet Cavit Bey, Manyasizade Refik Bey, Kazım Nami Duru, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbulat Bey, Hoca Fehmi Efendi, Osman Adil Bey; Mehmet Servet Bey, Fazlı Necip Bey ve Emanuel Karasu Efendi bu locaların üyelerindendirler. Ortak özellikleri tamamının aynı zamanda Bektaşi olmasıdır. Noyan dedebaba, kitabında bundan gurur duyuyor.(Noyan, 2006). Mustafa Kemal Atatürk’ü mason olmasada Bektaşi olarak listeye ekliyor. 174 Faruk Arslan Bu tarihe kadar ülkede toplam 23 loca kurulmuştur. Aynı zamanda Birinci ve İkinci Meşrutiyetin, Jön Türklerin, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemleri bu kişilerin gayretiyledir. Aynı anda İttihat ve Terakki yöneticileri olan bu kadro, İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, Osmanlı İmparatorluğunda Milli Masonluğu kurmak için harekete geçmişlerdir. Bektaşi ocakları toplantı yerleridir. Türkiye Büyük Locasının kurulması işlemi sırasında İstanbul’daki Selimiye Süvari Fırkası Komutanı Prens Aziz Hasan Paşa, Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey, Mehmet Talat Sai Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Fuat Hulusi Demirelli, Faik Süleyman Paşa, Jandarma Genel Komutanı Galip Bey, Hüseyin Cahit Yalçın kurucular arasındadır. 1 Ağustos 1909 günü ‘Maşrıkı Azamı Osmani’ adı altında ilk Türkiye Büyük Locası kuruldu. Büyük Üstadlığa Mehmet Talat Sait Paşa ve yönetime Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Osman Talat Bey seçildiler. 500 küsur sayfalık 'Atatürk ve Masonluk: Kalbimizde Saklı Kalan' adlı kitap pek çok yönden ilginç. Masonlar ile ilgili yazılmış neredeyse bütün eserleri eleştirel bir gözle okumuş Tamer Ayan; localarda mevcut belgeleri de değerlendirmiş... Ortaya Masonların 'resmi tarihi' kabul edilebilecek bir kitap çıkmış... ( Kıvanç, 2008). O halde Cumhuriyet dönemi öncesindeki çapraz ilişkilere dair satırlarını dikkatle okuyalım: "Özellikle Masonluğun, kendi ilkelerine zahiren taban tabana zıt gibi görünen siyaset ve din erbabı ile aynı amaçta birleşmesinden dolayı; kısaca Cemiyet adı verilen İttihatçılar ve çeşitli 175 Faruk Arslan tarikatların (Bektaşiler, Melâmiler, Mevleviler) mensupları Mason Localarına üye olabilmiş ve serbestçe girebilmişlerdir. Hatta bir Mason, biri İttihatçı ve diğeri Tarikatçı olmak üzere iki ayrı kimliği daha rahatlıkla taşıyabilmiştir. (..) Nitekim İttihat ve Terakki kurucularının tamamı Bektaşi, çoğu Masondur." (s. 11617). Kitabın bence en değerli yönü, yazarın, sözün nereye gideceğini fazla hesaplamadan kendi yaklaşımına destek çıkacağını düşündüğü hemen her ayrıntıyı vermesidir. Devam edelim: "İttihat ve Terakki, daha doğrusu bu cemiyetin özünü teşkil eden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, bazı Mason locaları ile iç içe denilebilecek kadar ilişkili olmuştur. İttihat ve Terakki'nin özümseyip uygulamaya çalıştığı Hürriyet-Eşitlik-Kardeşlik şeklindeki Fransız ihtilâl sloganının konuşulması ve uygulaması için, Batı uygarlığı ürünü Locaların hürriyetçi ve insan haklarını gözeten havası, Cemiyet üyelerine son derece uyumlu geldiği gibi; Masonluğun geneldeki zulme ve monarşlara karşı mücadele ve masum insanları hürriyete kavuşturma ideali; Cemiyet'in İstanbul istibdadına karşı sürdürdüğü benzer eylemle tamamen örtüşmüştür." (s. 122). Mason, Bektaşi ve Melami Jöntürklerin isimlerini merhum Halifebaba Turgut Koca'dan kalan evrak arasında bulunan, kendisinin hazırladığı "İttihat Terakki Üyeleri" başlıklı şu listeden öğreniyoruz: MASONLAR: Ali Fuat (Cebesoy), Ağaoğlu Ahmet Bey, Abdurrahman Şeref, Dr. Akil Muhtar (Özden), Abdullah Cevdet, Dr. Bahattin Şakir, Beşir Fuad (İlk pozitivist), Cavit Bey (Maliye Nazırı), Cevat Abbas (Bey), Eşref 176 Faruk Arslan Sencer Bey (Kuşçubaşı), Edip Servet Bey, Halil (Kut) Paşa (Enver Paşa'nın amcası), Hüseyin Cahit Yalçın, Halil Şerif Bey, İsmail Canpolat Bey (Dahiliye Nazırı), Kara Kemal Bey, Kazım Nabi Bey, Kazım Nami Duru, Mehmet Reşit, Mahmut Şevket Esendal, Nuri (Kıllıgil) Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi), Osmancıklı Nuri, Dr. Nihat Reşat Belgevi, Dr. Rıza Nur, Sait Halim Paşa, Şemsettin Günaltay, Dr. Tevfik Şükrü Bey, Talat Küçük (Muşkara), Prof. Veli Bey, Yusuf Akçura, Hüseyin Kadri Bey, Hüseyin Haşim Sanver, Mithat Paşa, Nuri Bey (Yeni Osmanlıcı). BEKTAŞİLER: Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi), Ahmet İzzet Paşa, Ahmet Nesimi Bey (Hariciye Nazırı), Ali Haydar Mithat, Ali Şefik İzmirli, Ali Rüştü Hersekli, Ali Rıza Kırımi, Asaf Derviş, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İsmet Fazlı Bey, (Debreli) Behçet Efendi, Esat Paşa (Draç mebusu), Eyüp Sabri (Akgöl Bey), Avlonyalı Ferit Paşa, Selanikli Fazlı Necip, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri, Hasan Rıza Paşa (Hudeyce mebusu), Çerkes Hayrettin Paşa (Tunuslu), Hilmi Tunalı Bey, Halil Muvaffak Bey, Şair Hüseyin Sıret, Kimyager Hüseyin, Hasan Tosun Bey, Gümülcineli İsmail Bey, İbrahim Temo, Dr. İsmail İbrahim Efendi (Dobrucalı), Kamil Paşa, Lütfi Fikri Bey (Dersim mebusu), Mahmut Paşa (Çürüksulu), Mithat Şükrü Bey (Bleda), Çorum mebusu Muhiddin Bey, Mahmut Nedim Paşa, Giritli Muharrem, Milaslı Murat Asker, Veteriner Mehmet Bey, Mustafa Ragıp, Mustafa Hayri Ürgüplü, Dr. Nazım Bey, Nabi Bey (Yücekök), Ömer Naci (Muallim Naci), İzmir ValisiMebusu Rahmi Bey), Rauf Ahmet Bey (İstanbul Mebusu), Dr. Rusuhi Bey, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa, 177 Faruk Arslan Refik Bey (Manyasizade Adliye Nazırı), Dr. Rıfat, Eczacı Raşit Tahsin, Reşat Paşa Matlı, Dr. Refik Nevzat Bey, Recep Peker, Binbaşı Sabri Bey, Sezai Bey (Şurayı Ümmet Redaktörü), Bosnalı Veli Bey, Yakub Cemil Bey, Saffet Lütfü Tozan. MELAMİLER: Ahmet Şükrü (Maarif Vekili), Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Cemal Paşa, Fevzi Çakmak, Hafız Hakkı Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Kadir Efendi (Hoca Mehmet Kadir Nasih), Mustafa Asım Efendi, Mehmet Tahir (Bursalı) , Damat Mahmut Paşa, Necmettin Molla (Adliye Nazırı), Naili Efendi (Nakşibendi, Şeyh Abdülkadir'in kardeşi), Ömer Seyfettin, Menemenlizade Rıfat Bey, Miralay Sadık Bey, Sami Paşazade Sezai, Saffet Paşa. MASON + BEKTAŞİLER: Ali Fethi (Okyar), Ahmet Bedevi Kuran (R. K.), Cemal Bardakçı, Enver Paşa, Ethem Ruhi Balkan, Fuat Balkan, Niğde Mebusu Hayri Efendi, İhsan Namık Bey, Kazım Karabekir Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Dr. Miralay Mehmet Ali Baba, Mehmet Cemil, Namık Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Salih Cimcoz (İstanbul Mebusu), Prens Sabahattin Bey, Talat Paşa, Cemal Paşa, Kara Vasıf Bey, Ziya Paşa, Hakkı Baha Bey. (Yalçın, 2006). Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların büyük bölümü Mason Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve devrimlerin gerçekleştirilmesi Masonlara veya Bektaşilere emanet edilmiştir. Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis 178 Faruk Arslan Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka, İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün çevresinde ülkeye hizmet etmiş Masonlardır. İçlerinden 15 tanesi Bektaşidir. Cumhuriyet döneminde Dernekler Kanunu gereği Masonluk kurumları birer dernek statüsüne sokulmuştur. 1927 yılında Türkiye Büyük Locasının resmi statüsünü içeren derneğe ‘Tekamülü Fikri Cemiyeti’ adı verilmiş ve bu ad 1929 yılında ‘Türk Yükseltme Cemiyeti’ şekline değiştirilmiştir. Atatürk’ün kapatılması emriyle, 1935 yılında Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında dernek statüsünde çalışan Türkiye Büyük Locası kendi çalışmalarını bizzat kendisi tatil etmiştir. Ülkede oluşan siyasal ve sosyal ortam göz önüne alınarak, Türk Ocakları, Kadınları Himaye Cemiyeti, Muallimler Derneği, İzcilik Teşkilatı gibi kuruluşlar yasayla kapatılmış ve parti denetimi altına alınmıştır. Atatürk, aynı zamanda Mason olan dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşür ve ondan Masonların üst 179 Faruk Arslan düzey yöneticilerine genel durumu açıklamasını ve yasaya gerek olmadan kendi kendilerini tatil etmeleri mesajını iletmesini ister. Sonunda 10 Ekim 1935 günü Mason yöneticileri tarafından imzalanmış bildirge Anadolu Ajansı tarafından yayınlanır: “Mes’ul ve maruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir. Türk Mason Cemiyeti memleketimizin sosyal tekamülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini dikkate alarak ve Türkiye Cumhuriyetinde hakim olan demokratik ve cidden laik prensiplerin tatbikatından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine, bu hususta hiç bir kanun olmaksızın nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketimizin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.” Ayrıca Şükrü Kaya hükümet adına kamu oyuna yaptığı resmi açıklamada; “Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilatlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiç bir teşebbüsü ve alakası yoktur” diyerek durumu belirtmiştir. 1946 yılında yeni Cemiyetler Kanununun yürürlüğe girmesiyle, masonlar da yeniden faaliyete geçerler ve 1948 yılında İstanbul Vilayetine verilen dilekçeyle Türk Mason Derneğini kurarlar. Aynı yıl İzmir ve Ankara şubeleri açılır. Daha sonra, Ankara’daki localar birleşerek 1955 yılında kendi Büyük Localarını kurarlar, İstanbul ve İzmir’deki locaları bu Büyük Locaya katılmaya davet ederler. Aynı yılın sonunda, Merkez Ankara’da olmak üzere Türkiye Büyük Locası kurulur. Böylece Türk Masonluğu, masonluk ilke ve kurallarına aykırı olmayan bir şekilde, loca üyelerinin özgür 180 Faruk Arslan iradeleriyle, dünyadaki diğer benzerleri gibi kurulmuş olur. Bu tarihten itibaren, Türkiye Büyük Locası kendi obediyansı içinde, kendisine eşit veya üstün bir güç tanımayan tek bir merkezi yönetim şekline gelmiştir Türkiye Büyük Locası’nın tüm dünyadaki Masonluk obediyansları tarafından kabul edilmesi 1970 yılında tamamlanmıştır. Bu tarihten itibaren Türkiye’de Masonluk hızla gelişmeye başlamıştır. 1987’de İsrail’de Türkçe konuşan “Nur" locası, ve 1990’da Almanya-Frankfurt’ta Türkçe konuşan “Türkay” locası açıldı. Washington “Nur”, Bükreş “Işık”, ve ayrıca 1991’de Bodrum, 1993’de Antalya, 1995’de İstanbul-Yakacık, 1995’de Eskişehir, 1996’da Marmaris, 2004’te Adana binaları hizmete sokuldu. Günümüzde Düzenli Türkiye Masonluğunu temsil eden Türkiye Büyük Locası veya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneğidir. İstanbul Kadıköy ve Yakacık, Ankara, İzmir-Alsancak ve Karşıyaka, Bursa, Adana, Antalya , Bodrum, Marmaris ve Eskişehirdeki binalarında çalışan 193 locası ve 13.000 üyesiyle insanlık yolundaki çalışmalarını sürdürmektedir. Masonluk Katolik ve Ortodoks kiliselerince tepkiyle karşılanırken Osmanlı ülkesi kuruma hoşgörülü yaklaştı. V. Murad'ın Mason olması buna örnektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerini sürdürmek için Mason localarını ve Bektaşiliği ‘şemsiye’ olarak kullandı. Ancak bu davranış cemiyetin ‘siyonist’ damgası yemesine yol açtı. Gerçek bir müslüman'ın ve gerçek bir Bektaşinin Mason olması kabul edilebilir mi? İslam bir arada yaşamayı, 181 Faruk Arslan koruyuculuk üstlenmeyi görev kabul etmiştir. 18. yüzyılın başında kuralları kesinleşen Masonluk, Müslümanlar'ı hiç ilgilendirmemesine karşılık, Protestan kökenli olmasının etkisiyle, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri gibi Museviler'den de tepki gördü. Bu ortamda İslam'ın girişime küçümseyerek bakması doğaldı, zira Hıristiyanlar arası çekişmelerde Osmanlı Devleti'nin hakemlik rolü üstlendiği bilinir. Papalığın çıkardığı Masonları Aforoz emrini 18. yüzyılın ortalarında Osmanlı'daki Rum ve Ermeni kiliseleri kendi dillerine çevirip örgütlerine dağıtmışlardı. Buna karşılık o dönemlerde Bektaşi hatta Mevlevi tekkelerinde Masonlar'la sohbetler düzenlenmeye başlandı. 18. yüzyılın sonunda Osmanlı, geri kalmışlığını aşmak için batı modelinden yararlanmaya başlayınca durum değişti. Gavur damgalamalarının yanı sıra Masonluk özentisi iddiaları da gündeme getirildi. 1860'lara gelindiğinde İslam dünyasının Bektaşi ve Mevlevi kökenli yönetici ve düşünürleri arasında kuruma katılanlara rastlanıyordu. Tanzimat'ın iki ünlü devlet adamı Mustafa Reşit ve Fuat Paşalarla Mısır Hıdivliği'nde iddialı Prens Halim Paşa Masondular. Hatta son ikisi Büyük Üstatlığa bile getirilmişlerdi. Cezayir'de bağımsızlık mücadelesi veren Emir Abdülkadir'in de Mason olduğu biliniyor. Pan İslamcı akımın baş savunucusu Afgani başvurusunda "Kutsal Mason derneği üyelerinden, derneğe katılmama izin vermelerini ve şerefli kürsüye dahil olmamı onaylamalarını rica ederim" diye yazmıştı. Sultan Abdülaziz'i etkileyip kendi oğlunu Mısır Hidivliği'nde ön sıraya sokan İsmail Paşa'ya kızan Mısırlı Bektaşi Prens Halim Paşa, siyasette etkinliğini artırmak için Masonluğu kullanmayı denedi. Hem Fransız hem de 182 Faruk Arslan İngiliz üstatlarıyla işbirliği yaparak Mısır Büyük Locası'nın büyük üstatlığına getirilmeyi sağladı. Yerli halktan da buna yeni üyeler katılmasını gerçekleştirdi. Böylece, Osmanlı devlet politikasını etkilemek için Masonluk'tan doğrudan yararlanma girişimleri çağı başlamış oldu. Halim Paşa, Yeni Osmanlıların önderi Bektaşi Namık Kemal ve diğer Bektaşi arkadaşları ile işbirliği yaparak Avrupa'ya çekilmiş olan Mustafa Fazıl Paşa ile de ilişki kurdu. Bu girişimlerin projelerini aksatabileceğini hesaplayan Hidiv İsmail Paşa da Masonluğu kullanarak karşı atağa geçti. 1860 ve 70'li yıllarda, Avrupa'da siyasi açıdan Masonluk işlevini tamamlamış görünüyordu. Buna karşılık Osmanlı toplumu ilk kez açık açık Masonluk'la, daha doğrusu onun özel "koloniyalist" şekliyle karşılaşmaktaydı. 1 Temmuz 1872'de Hasköy'de, Osmanlı ülkesindeki ilk Mason mabedinin temelinin atılması, artık ortada Osmanlı yönetiminden çekinecek bir şey kalmadığını kanıtlıyordu. Ancak Sultan Aziz'in keyfiliklerini frenleyen Ali Paşa'nın 1871 Eylül'ünde ölümü ve yerine yumuşak başlı Mahmut Nedim Paşa'nın sadrazamlığa gelmesi Masonlar'da endişe yarattı. 20 Ekim 1872'de Osmanlı saltanat ve hilafetinin veliahtı Şehzade Murad Proodos (Terakki) locasında tekris edilerek Mason oldu. Abdülhamit'e de Mehmet Reşat'a da, hem de aynı zamanda, Mason olma önerisi yapıldığı hakkında bir iddia vardır. İkisinin de ret ettikler. Abdülaziz' in Mason Bektaşiler darbesiyle tahttan indirilmesi ve Murad'ın padişah halifeliğini ilanı, Mason çevrelerinde İslam ülkelerine yönelik büyük başarı sağlandığı kanısını doğurdu. Yeni hükümdarın istendiği yönde etkilenebileceğine inanılıyordu. Ancak Murad'ın 183 Faruk Arslan üç ay içinde ruhi bir buhran geçirmesi ve yerini Abdülhamid'e bırakması, hesapları boşa çıkardı. Abdülhamid'in daha tahta çıkışının ilk günlerinden itibaren şöyle bir politika izlediği görülüyor: İslam'la Masonluk bir arada olur mu, olmaz mı tartışmasına girişmemiş, emrivakiyi benimsemiş ama kamuoyunda işlenmesini engellemiştir. Farklı ırk ve dindeki cemaatleri kaynaştırdığı tezini daha ciddiye almış fakat asıl önemi bütün Avrupa hükümdarlarının Masonluğun koruyuculuğunu üstlenmiş olmaları hususu üzerine yönelmiştir. Bu davranış şeklini tahta çıkışıyla birlikte başlattığına inanıyoruz. Avrupa'nın desteği olmadan, mali iflasını ilan etmiş "Hasta Adam"ın ayakta kalamayacağını biliyordu. Ahmet Midhat'ın matbaasında basılan "Esrarı Farmason" isimli kitap, kuruma bir hayır cemiyeti niteliğine dönmeyi önermekle, Abdülhamid'in fikrini yansıtıyordu. Abdülhamid'in geçmişte yanlış olarak Masonlar'ı çuvallara koydurup Marmara denizine attırdığı dedikoduları ortalıkta dolaşmıştır. Oysa mabeyincilerini ve yaverlerini Mason balolarına gönderdiğini, 100- 150 altın bağışta bulunduğu ortaya çıktı. Karşılığında törenler "Padişahım çok yaşa" bağırtılarıyla başlıyordu. Açıkça karşıt düşüncelerin "Barış içinde birarada yaşaması" ilkesini başarıyla uygulayan masonlar Bektaşiler, elit Sebataycılardan besleniyordu. Bunun bir diğer iğrenç örneği, donanmasının başına İngiliz ve Mason Hobart ve Woods Paşaları getirmesidir. Özetle, siyasete bulaşmamaları koşuluyla Masonlara tam bir serbesti tanıyordu. Abdülhamid iktidara geldikten sonra Yeni Osmanlılar'ı tasfiye etmekte zorluk çekmedi. Bir belgesi olmadığı 184 Faruk Arslan halde Mason denilen Mithat Paşa'yı anayasal şekilde uzaklaştırdı. Abülhamid'in davranışı locaları yok etmeye yönelik değildi. Amacı ülkeyi dışardan yönetme eğilimlerini frenlemek ve de yerlilerin fazlaca ilgilenmesini önlemekti. Localar daha çok yabancıların kendi aralarında biraraya geldikleri yerler oldu, Türk ve Müslümanlar'ın hatta gayri-Müslim vatandaşların ilgisi de azaldı. Ülke içinde özellikle Balkanlar'daki örgütlenme tamamen masonik Bektaşi yapılanmaydı. 1878 Berlin Anlaşması'ndan sonra Balkanlar'daki reformlar için merkez kabul edilen kentlerin başında Selanik vardı ve ordu merkeziydi. Çeşitli Avrupa uluslarına ait cemaatler de vardı. Tabii örgütleri de. Yabancı işadamlarının çok sayıda bulunduğu kentlerde Mason locasının var olması doğaldı. İttihatçılara, "şemsiyelik" yapacak İtalyan Macedonia Rizorta Locası Üstadı Muhteremliğine Selanik Hukuk Okulu'nda hocalık yapan, avukat Musevi Karasso getirildi. Ülke içindeki Jöntürkler'in Masonluk'la ilişkiye girmeleri, ona güvenlerinin sonucudur. 1903-1908 arasında Macedonia locasına 154 kişinin alındığı biliniyor; bunların 42'si Türk'tür, hepsi Bektaşidir. İlk kaydolanlar arasında İttihat ve Terakki yönetiminde ön planda rol oynayan gazeteci Fazlı Necip'i, Talat Bey (Paşa), Midhat Şükrü'yü görüyoruz. Başka localarda üye olanların diğerlerinin toplantılarına katılması adet olmadığı halde, Bektaşi Cavit Bey'in (Sonrasının Maliye Nazırı) Macedonia'ya muntazam devam etmesi, bambaşka bir çalışmanın varlığını kanıtlıyor. Ancak locada buluşanların hepsi Mason değildi. İttihatçılar'ın Mason bağı ilk kez 25 Temmuz 1908 günü 185 Faruk Arslan Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan sokak gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de katılmasıyla ortaya çıktı. Localar eski ihtiyatlılıklarını bırakıp daha kolay üye almaya, tekris yapmaya yöneldiler. Bu ilgi, İttihatçı liderleri Bağımsız Osmanlı Masonluğu kurma düşüncesine yöneltti. Avrupalılar'ın buna izin vermeyi pek arzulamadıkları kısa zamanda farkedildi. İngiliz ve Fransızlar'a karşılık İtalyanlar bir süre direndikten sonra onay verdiler. Büyük Doğu'nun üstatlığına Bektaşi Talat Bey getirildi. Aynı sırada iki girişim Osmanlı-İngiliz ilişkilerini etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile ilişki kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Aynı anda 1909'un ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci kongresinde anti-Masonluk gündeme geldi. Mustafa Kemal'in teklifi, cemiyetin açık bir siyasi parti haline gelmesinin yanı sıra askerlerin siyasetten çekilmesi ve Masonluk'la ilişkinin kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle "mürteci" diye damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin yönetimiyle ilişkisi tamamen kesilmiştir. Asıl olay yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan Miralay Sadık'ın "Siyonistlik/Farmasonluk aleyhindeki layihası" idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet Rıza'nın cemiyetten atılmalarını istiyordu.. Gerek Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte, bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Bütün politikalarında Siyonizmi destekleyen ve Masonluğu kendi malı sayan İngilizlerin propaganda için, İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde yayın 186 Faruk Arslan yapmaları gerçekten ilginçtir. Bektaşilikleri ise gündeme getirilmemiştir. Libya ve Balkan Savaşları ile 1913 yılı ortasına kadar süren bunalımlar toplum için hiçbir anlam taşımayan Mason tartışmalarını doğal olarak geri plana itti. Mason olmayan ve bu kuruma fazla sempatiyle bakmayan Enver Paşa'nın Harbiye Nazırı olup İttihat ve Terakki'yi yönetir duruma gelmesiyle, esasen durgunlaşmış olan CemiyetMason ilişkisi daha da canlılığını kaybetti. 1914'de Savaş ilan edilince Bektaşi olmayan Enver Paşa locaların faaliyetlerini durdurmalarını emretti. Ancak Bektaşi Talat Paşa'nın müdahalesiyle localar tekrar aktif oldular. Dünya Savaşı'nı kaybedip 1918'in Kasım'ından itibaren her bölgesinin işgal altına girmesiyle, Osmanlı toplumu beş yıllık bir esirlik süreci yaşadı. Galipler her alanda istediklerini benimsettiriyor ve bunları itiraz etmeden uygulayan destekçiler de buluyorlardı. En yoğun kampanya, özellikle İngilizler'in yönlendirişi altında İttihatçılık'tan arındırma idi. 1918 sonunda İttihatçılar'a yöneltilen en büyük suçlama devleti savaşa sokmuş ve yenilgiye uğratmış olmaktı. Savaş kararını kendi başına alan Enver Paşa idi ve hükümetin Mason Bektaşi üyeleri -Sadrazam Said Halim Paşa, Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey, Bahriye Nazırı Cemal Paşa buna karşıydılar ama, hepsini suçlamak İttihatçı karşıtlarının işine geliyordu. Localar içinde fiili temizlemeyi yapan, sabık İttihatçı Rıza Tevfik'tir. Kendisi de Mason olan bu kişi, hayatı boyunca aşırılığını frenleyemediği söylemler arasında zikzak çizmiş biriydi. Osmanlı Büyük Maşrık'ının başına 187 Faruk Arslan getirildi ve temizliğe girişti. Rıza Tevfik İttihat ve Terakki'ye mensup Masonlar'ın listesini basına ve polise verdi, birçok Mason İttihatçılık suçlaması ile sürgün edildi. (Koloğlu, 2006). Devrin en ünlü mason Bektaşisi Mehmed Talat Paşa (1874-1921) İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerindendir. Meclis Vekilliği, Dahiliye Nazırlığı, Posta Vekilliği ve 1912'de Sadrazamlık yapmıştır. Nedense Yahudilerin çalıştığı Alyans mektebinde öğretmenlik yaptığı hep gizlenir, Yahudi olduğu yazılmaz. ( Küçük, 2006). Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının suçlularından birisi olarak görülmeyi gururuna yediremez ve 1918 yılında ülkeden ayrılır. 1921 yılında, yerleştiği Almanya'da bir Ermeni komitacı olan Sogomon Tehliryan tarafından öldürülmüştür. Kemikleri, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri getirilir ve Hürriyet-i Ebediye şehitliğine defnedilir. Türkiye Büyük Locası'nın ilk Büyük Üstadı olan Talat Paşa, Masonluğa, İttihat ve Terakki hareketinin başladığı ve kurucuları ile üyelerinin büyük kısmının bulunduğu Selanik'teki Macedonia Risorta Locası'nda 1903 yılında başlar. Bir sene sonra, Veritas Locası'na geçer ve burada II. Nazırlık görevinde bulunur. Veritas Locası, 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Selanik'te yapılan kutlamalara regalyalarıyla katılmış bir locadır. 1909 yılında, 33.dereceye yükseltilir ve Türkiye Yüksek Şurası'nın başına getirilir. Bu esnada İstanbul'da çalışan Vatan Locası'nın kurucuları arasında yer alır. Aynı yıl içinde kurulan Türkiye Büyük Locası'nın Büyük Üstatlığına da getirilen Talat Paşa, bu görevini artan 188 Faruk Arslan siyasi görevleri ve hazırlandığı Sadrazamlık vazifesi sebebiyle 1910 yılında Faik Süleyman Paşa'ya devreder. Sadrazam olduğu dönemde kendisine Mason olduğu yönünde yapılan sataşmalara, kürsüden şöyle cevap vermiştir: "... Şahsım hakkında bir itham da Mason olduğumdur. Evet, Masonum. Nasıl Bektaşiliği, milli bir tercih yolu olarak kucakladımsa, Masonluğu da alem şümul bir beşeri muhabbet ve uhuvvetin bütün insanlık için saadet ve huzuru temin ve tesis edecek yolun, daha çok fikri irşat membalarından telakki ve kabul ettim. Böylesine alem şümul muhabbet ve uhuvvete milletimi layık ve bu faziletin onun zatında mündemiç olduğuna inanarak, Osmanlı Masonluğu'nun Maşrık-ı Azamlığını kemal-i fahr ile kabul ve ifa ettim..." Tekrar 3 Mart 1909’da İstanbul’da, Tokatlıyan Otel’de yapılan Mason Yüksek Şurası toplantısına dönelim. Toplantıya o anda 33. dereceye ulaşmış 12 mason katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre 1’den 12’ye kadar sıralanıyor. 1 Numara’daki kişinin adı Mehmet Talat Sai, o esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi Reisi ve milletvekili. Ondan önce de Alyans İsrael’de Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zaman bu isimle tanınıyor ve daha sonra tarihe Talat Paşa olarak geçecektir. Bu toplantılardan sonra diğer bazı önemli tarihi şahsiyetlerin de (13. Isim olan İttihatçı Rahmi Bey gibi) 33. dereceye yükseltildiğini görüyoruz. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar’a ait İnternet sitesinde, Meşhur Masonlar olarak gururla ilan edilenlerden birisi de Talat Paşa; aynen şöyle yazılmış: Talât Paşa (18741921) Sadrazam 189 Faruk Arslan Araştırmacı Suat Parlar, Yves Ternon’un "Ermeni Tabusu" kitabından alıntı yaparak bazı bağları irdeliyor: "Talat Paşa, İttihat Terakki’nin sivil kanadının lideridir. Bu örgüt ustası, İttihat Terakki’nin temel yapıtaşlarının oturtulması ve cumhuriyete kadar uzanan tarihsel süreçte devlete katkılarıyla önemli bir konumdadır. Edirne’de bulunduğu sıralarda musevilerle kurduğu ilişkiler ve bu ilşiklerin örgüte taşınması, ideolojik alan başta olma üzere İttihat Terakki’yi derinden etkilemiştir. Etkileri günümüze kadar uzanan, Türkiye-Museviler, siyonist örgütler, İsrail -Türkiye ilişkilerinin temelleri İttihatçıların bu güçlü adamının izlerini taşır. (…) Alyans Israilite Universelle’de Türkçe öğretmenliği yapan bu önemli devlet adamı sadrazamlığa kadar yükselmiştir." Alyans (Aliance, Aliyans ) Israilite Universelle’nin önemi pek bilinmez. Siyonizmin temelleri bu okullarda atılmıştır. Bu okullarda okuyanlara hitap eden, bu okullarda öğrenilen Fransızca nedeniyle, Dinç Bilgin’in babası İzmir’de Fransızca gazete çıkarmıştır. Aliya, Erez İsrael’e yani Nil’den Fırat’a kadar olan, vaadedilmiş Kenan ülkesi topraklarına göç demektir. Bu topraklara gelene "ole" yani yükseğe çıkmış deniyor. Çünkü, bu topraklarda yaşamak bir farz, dini bir vecibe. Talat Paşa hem mason hem de Bektaşi. Halifebaba Turgut Koca’nın geriye bıraktığı önemli belgeden bunu bir kez daha öğreniyoruz. Talat Paşa, Edirneli ancak hiç kuşkusuz Selanik ile çok yakın bağı var. Selanik’te kurulmuş ve bugün İstanbul’da devam eden, Selanik kökenli önemli bir okul olan Şişli Terakki’nin de bağlı olduğu Terakki Vakfı’nın sitesine girip mezunlara baktığımızda, 1998-1999 mezunları arasında Ziya Muzaffer kızı Busitan Senem Talatpaşaoğlu’na rastlarız. 190 Faruk Arslan İslam mistisizmini barındıran Bektaşilik ile Yahudi mistisizmi barındıran Sabataycı tarikatın ilişkilerini inceleyerek devam edelim. 191 Faruk Arslan Dokuzuncu Bölüm SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ 18-19. Yüzyıldaki Sabatayist kimliği anlamada “heterodoks” sufi tarikatlar kilittir. Bunun en önemli nedeni söz konusu tarikatların Sabataycılara daha hoşgörülü bir yaşam biçimi sunmasıdır. Sabataycı kimliğin kendini yeniden nasıl inşa ettiği bu dönemde Sufizmin Bektaşi koluna mason kimlikleriyle girdiler. Sabatayizm mistik ve mesihçi bir hareket. Bektaşi sufizmdeki yanılmaz/kurtarıcı şeyh fikri Sabatayizmdeki mesih fikrine çok benziyor. Bir başka neden de teorik ve pratik olarak İslam sufizmi Yahudi Kabalasından daha zengin. Bunlar Sabatayistlere ilgi çekici geldi. Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora tezini Sabatay Sevi hakkında veren Cengiz Şişman, Sabatay Sevi ve Sabataycılar: Mitler ve Gerçekler isimli kitabında, Sebataycılık tartışmalarının 19. Yüzyılda, Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından ve 90’lardan sonra alevlenmesini maksatlı buluyor. Şişman, Sabataycıların mübadeleden sonra bir birlik oluşturamayarak dağıldığı görüşünü savunuyor. Bu tez, Sabataycıların Mason Bektaşi kimliklerini dışladıkları anlamına gelmiyor. Bu dönemlerin özellikleri neler? Tartışma hiçbir zaman bitmiyor ama bu dönemlerde alevleniyor. İlk dönemde Sabataycılar, aydınlanma ve moderniteyle karşılaşıyor. 192 Faruk Arslan Selanik batılılaşma rüzgarlarının en önce ve en güçlü hissedildiği yer. Bu cereyanların etkisine kapılan Sabataycılar eski geleneklerinden arınmaya çalışıyorlar. Mesih beklentisinin ve diğer doğmalarının Aydınlanmacı fikirlere karşı dayanmasının imkanı yok. Bu dönemin dışsal faktörüne baktığımızda da Osmanlı’nın bir sistem krizi yaşadığı ve Avrupa ile ilişkilerinin çok karmaşık olduğu dönemler. Ve bunun neticesinde de 1908 Devrimi’ne giden süreç. 1923’teki kırılmanın içsel nedeniyse geleneksel cemaatin sona ermesi. Bu dönemde eski fikirlerle geleneksel cemaat korunamıyor. İnsanlar bireyselleşmiş, Aydınlanmış ve artık eski fikirlere inanmıyorlar. Bu insanlar hem kendi geleneksel düşüncelerinin hem de geleneksel İslami toplumun baskısı altındalar. Cumhuriyet onlara iki baskıdan da kurtulma imkânı sağlıyor. Bu yüzden çoğu yeni toplumun modern ve seküler bireyleri olmayı tercih ediyorlar. Hatta büyük çoğunluğu geleneklerini yeni kuşaklara aktarmama kararı alıyor. Kuşkusuz bu karar herkesi bağlamamıştır ve küçük bir kısım insan yoluna devam etmeyi seçmiştir. Ama büyük çoğunluğu bu karara uyuyor. Nitekim günümüzde Sabatayist kökenli insanlar arasında konu hakkındaki bilgisizliğin en önemli nedenlerinden birisi bu karardır. (Şişman, 2006). Bektaşilik kamuflajı zaten Sabataycılara yeterince koruma sağlıyor. Selanik Dönmeleri hakkında ortaya atılan komplo teorileri dört ayrı dönemde ortaya atılmıştır. 1908 Devrimi’nin hemen sonrasına rastlayan birinci dönemde söz konusu iddialar İttihat ve Terakki yönetimini yıpratmak amacıyla ortaya atılmıştı. İngiliz emperyalizminin çıkarlan doğrultusunda hazırlanan “Lowther Raporu” bu iddiaların asıl kaynağıdır. Lowther 193 Faruk Arslan Raporu daha sonraları hakim dinin İslam olduğu sömürgelerde devrimci İttihat ve Terakki yönetimine karşı gelişen sempatiyi yok etmek için kullanılmıştı. İngiltere tarafından sömürgelerde propaganda amacıyla dağıtılan rapor sayesinde, Doğu ilk kez komplo teorileriyle tanışmıştı. Cumhuriyet Devrimi sonrasında devrimi yapan kadrolara karşı muhalefet ve nüfus mübadelesinin yarattığı toplumsal koşullar Selanik Dönmeleri hakkındaki iddiaları tekrar gündeme getirdi. Daha sonra gündemden düşen iddialar İsrail’in kuruluşu esnasında tekrar canlanır gibi oldu. Ama Selanik Dönmeleri hakkındaki komplo teorilerinin dördüncü ve asıl ortaya çıkışı Büyük Ortadoğu Projesi sırasında gerçekleşti. ABD’nin Türkiye için Kemalizm döneminin bittiğini, Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlı olarak “Ilımlı İslam” döneminin başladığını iddia etmesiyle birlikte Selanik Dönmeleri ile ilgili iddialar tekrar piyasaya çıktılar. 1908 Devrimi’ni yapan İttihat ve Terakki’ye karşı mücadele esnasında “imal edilen” söz konusu iddialar, bu kez de Cumhuriyet Devrimi’ni yapan kadrolara karşı kullanılmaya başlanmıştı. Öte yandan BOP’un stratejik bölgelerinde yaşayan neredeyse herkesin Yahudilerle akraba olduğunu ileri süren bu iddialar, bölgede etkisini artırmaya çalışan İsrail’in de işini kolaylaştırmaktadır. İçinde yaşadığımız coğrafyaya geçmişte İngiliz emperyalizmi tarafından Lowther Raporu aracılığıyla sokulan komplo teorileri, günümüzde de ABD’nin önünü açmaktadır. (Günaydın, 2004). Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz 194 Faruk Arslan Türkler” de diyebileceğimiz eski Mason Bektaşi elit gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı kökenlileri insanların rollerinin önemsizleşmesinde bu sürecin de önemli olduğunu düşünüyorum. Soner Yalçın ve Yalçın Küçük Sabataycıların çeşitli İslami tarikatlara sızdıklarını ve buralarda faaliyet gösterdiklerini yazdıkları sansasyonel kitaplarda söylüyorlar. Aslında Bektaşi kaleleride düşmek üzere olduğu için işi “Beyaz Müslüman” avına dönüştürdüler. Soner Yalçın ilk kitabında yaptığı metodolojik ve pratik hataları daha vahimini ikinci kitabında tekrarladı. Bir kere çok ciddi temel İslam ve Sufizm bilgileri eksiği var. Ayrıca bir iki örnekten yola çıkarak genellemeler yapıyor. Osmanlı’nın son döneminde yaklaşık 400 tekke var İstanbul’da. Sabatayist kökenli insanlardan Melami, Bektaşi ya da Mevlevi olanlar var. 19. Yüzyıla kadar bu doğrudur. Ama bu tarihten sonra bu insanların çoğu Aydınlanmadan etkilenmiş ve agnostik ya da ateist olmuştur. Bu nedenle Bektaşiler ve Aleviler solcu kimliği benimsemiştir. Bektaşiliğe geçerek sufileşme 19. Yüzyıldan sonra masonlukla beraber gelişen bir süreç. Elbette burada “İslamın Yahudileştirilmesi”nden bahsedemeyiz. Kaldı ki zaten Sabataycılık teolojik anlamda Yahudilikten, en az Hıristiyanlık kadar farklıdır. Mesela Karakaş grubunun kurucusu Osman Baba, Baruhya Ruso, Yakup Kerido’nun oğludur. 1676 yılında doğmuştur. 1716 yılında Mesihliğini ilan etmiştir. En radikal kol olan Karakaş grubu onu Sabetay’ın tek varisi olarak görmüştü. Onu bu cemaat “Lord”, “Senor Santo” ve aynen Sabetay gibi İsrail’in Tanrısı olarak kabul ettiler. Baruhya, Tevrat’ın 36 yasağının ihtivalarını değiştirdi. Sabetaycılığa yeni bayramlar ekledi. Bektaşiliğin içine 195 Faruk Arslan girerek “Osman Baba” adını aldı. 1721 yılında genç yaşta vefat etti. Türbesi ise, Karakaşlar’ın Hac yeri oldu. Osman Baba Bektaşi tarikatında Dede'lik derecesine kadar yükselmiş olup, mezarı Bulgaristan'ın Khaskovo köyününün güney batısında bulunuyor. Osman Baba’ya bağlı kalan Karakaş’lara, onun ölümünden sonra Polonya’dan gelen ve Jacob Frank’ın Aşkenaz kökenli müridleri olan Lehliler de katıldılar. Karakaşlara Onyollu denmesinin bir sebebi de Osman Baba’nın, HıristiyanMusevi-İslam-Bektaşi-Sufi-Kabalistik bir inanç sistemi yaratmasıydı. Onyollu-Konyosos ismi daha sonraları türeyerek, Kalyoncu-Koyuncu oldu. Osman Baba’nın soyundan gelenlerin bir kısmı, Özmen soyismini aldılar. Osmanlı'nın ünlü maliyecisi Cavit Bey de bu soydan geliyordu. Ona inananlar günümüzde gruplar halinde İstanbul, İzmir, Bursa, Tarsus, Antalya, Tekirdağ, Manisa, Denizli, Uşak, Aydın ve Eskişehir'de yaşamaktadırlar. Kürt Yahudileri'de bu grupla evlenmektedirler. Efendi yazarı Soner Yalçın'ın 600 sayfalık kitabında, 'Gizli dinli’ başbakanlar, bakanlar, bürokratlar, işadamları, medya mensupları, askerler resm-i geçit yapıyorlar... 400 yıl kadar önce “Biz müslüman olduk” yalanını kıvıran Sabetay Zvi ve yakınlarının 200 kadar aileden ibaret olduğu biliniyor; bu süre içerisinde müthiş üretken bir hayat geçirmiş olmalılar... Hep birbirleriyle evlenme zorunluğunu düşünürseniz, karşımıza çıkan kadronun kalabalıklığı gerçekten şaşırtıcı... Evliyazadeler, Uşşakizadeler, Yemişçizadeler ‘Sabetaycı’ olunca, onlarla akrabalık bağı bulunan herkes, “Sabetaycı Sabetaycı olmayanla evlenmez” diye bir kural da olduğu için, aynı kategoriye giriyor çünkü... Yalçın Küçük, bu 196 Faruk Arslan kuralı, “İbraniler Müslüman’la evlenmez” biçiminde yumuşatıyor... İzmir deyip geçmeyin; ülkemizin önemli pek çok şahsiyeti orayla bir biçimde irtibatlı... Selanik’te kurulan İttihat ve Terakki liderlerinin neredeyse tümü, Talat Paşa’dan başlayarak, ‘gizli dinli’ imiş zaten, işin içine İzmir de girince çember genişliyor... ‘Efendi’ kitabının merkezindeki ailelere damat girenler, başta Atatürk ve Menderes olmak üzere, Cumhuriyet tarihimizin en önemli isimleri... İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım da İzmirli; Yalçın Küçük “Çocuklarını Sabetaycı olarak yetiştirdi” diyor onun için... Soner Yalçın’ın kitabında, Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki Aral’ın da adı geçiyor... Celal Bayar ise Yahudi okulu mezunu... ( Kıvanç 2004). İhtida meselesi Osmanlı imparatorluğu döneminde hep olagelen bir şeydir. Pek çok Yahudi müslüman olduğu gibi Polonyalısı, Rum'u, Macar'ı, Sırp'ı da hatta tek tük de olsa Fransız muhtedilerin varlığını biliyoruz, bu kişiler arasında paşa, sadrazam ve vezir olanların sayısı hiç az değil. Öte yandan muhtedilerin müslümanlığı da tartışma konusu edilmemiştir. Bugün bile Türkiye'de en çok okunan Kur'an meallerinden birisi, Yahudi kökenli müslüman bir alim olan Muhammed Esed'in mealidir. Mevlevi dedelerinden Esad Dede, Müslüman-Türk camiasında itibarlı yerleri olan Mehmet Akif ve Tahir'ül Mevlevi başta olmak üzere pek çok isme hocalık etmiştir. Bu nedenle Esad Dede Avdeti olmasına rağmen hayırla yad edilen bir alimdir. Elbette bu gibi şahsiyetlerin konumunu, Soner Yalçın'ın Tempo dergisine verdiği söyleşide olduğu gibi, "Sabetaycılar İslama da sızdı" üst başlığıyla verilmesi doğru değildir. Bu sakat bir bakış açısıdır. 197 Faruk Arslan "Sızma" kelimesi Türkiye Komünist Partisi literatüründe de partiye sızan polis ajanları veya ajan provokatörler için kullanılan, kötü niyetliliği ifade eden bir kavramdır. Bu kavramı insanların inançlarını ve niyetlerini sorgulamaya yönelik olarak kullanmak aşırılıktır. Gerçekten de Avdetilerden müslüman camiada hayırla yadedilenlerin sayısı çok fazladır, bunu bir 'sızma' olarak değil bir 'katılma' olarak anlamak gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı dini çevrelerinde ilimde derinleşen kişiler, kökenlerine bakılmaksızın baştacı edilmişlerdir. Osmanlı döneminde Avdeti kökenli pek çok insan, Avdeti kökenli olmayan binlerce insan gibi, kendilerine en yakın buldukları tasavvufi yapılara mensup olmuşlardır. Bu bağlamda Bektaşilik, Mevlevilik, bazı Kadiri, Rufai, Rıfai, Celveti gibi diğer tarikatlere kıyasla daha serbest, daha geniş, daha hoşgörülü olduğu düşünülen tarikatler, Avdeti müslümanların ilgi gösterdiği tasavvuf grupları içerisinde yer almışlardır. Bunun bir sızma olduğunu iddia etmek için yorumdan çok güçlü kanıtlara ihtiyaç var. Diğer taraftan Avdetiler içinde, kültürel ve etnik kodlara sahip olmak dışında eski inançlarını şu ya da bu şekilde yaşayanlar varsa bile, bu tartışılması yahut itham edilmesi gereken bir şey değil, hoşgörüyle karşılanması gereken bir şeydir. (Muradoğlu, 2007). Devletde bunlar olup biterken Anadolu halkı, bu tartışmalardan habersiz veya ilgisiz yaşamıştır. Ben daha çocukken Çorum'da çok yakın bir arkadaşım bana gelip kendisinin Alevi olduğunu söylediğinde, ben ‘ne farkeder ki?’ demiştim. Çok şaşırmıştı. Belli ki, kendisine öğretilenler benim için güya farkedeceği yönündeydi. Bu memlekette, çok ilginçtir, Türk Sünnilere Alevileri 198 Faruk Arslan sorduğunuzda bir düşmanlık ya da bir art niyetli söz duymazsınız. Laf edenler de zaten kendini din koruyucusu zanneden birkaç kendini bilmezdir. Aynı soruyu Alevilere sorarsanız, Sünnilerin kendilerine düşman olduklarını sanırlar ve daima uzak durmaya çalışırlar. Sünnilerce kesinlikle böyle bir şey yok iken, Alevilerce neden böyle bir his olduğunu uzun yıllar anlayamadım. Bunun sebebi, Sabetaycı Yahudiler, daha doğrusu mason Bektaşilerdi. Alevilerin içine 19.-20. yüzyıldan itibaren sızmış ve maddi zenginliklerinden dolayı yükselmeyi başararak, esas ve gerçek Alevi ailelere sözlerini geçirmiş, ve bu andan itibaren Alevilerin güvenini kazanarak onların temel düşünce öğretilerini değiştirmişlerdi. Kutsal Dedelik ünvanını dahi alarak ve bazıları da kendi geliştirdikleri gelenekler ve Alevilik tarihi kitapları yazarak Alevi insanların doğuştan itibaren, Sabetaycı mahsülü bu doktrinlerle beyinlerini yıkamışlardı. Sabataycılar, Aleviliğin Sarı Keçeli Türkmenleri, Kayalar Bektaşileri, Ali Koçlular ve Babailer (Otman Baba) kollarına girdiler. Özellikle Sarı Keçeli ve Kayalar Bektaşiler Kolu, Yunanistan'ın Selanik iline bağlı Vardar nehri yakınında bulunan Gevgeli ilçesi, Nutya, Kara Sinanlı, Alçaklar, Vodina, Kilkis , Mayadağ, Poroy köylerinden mübadele ile göç ettirilmişlerle doluydu. Bu toplum, Tekirdağ iline bağlı Şarköy ilçesinin, Uçmak dere, Gazi köy, Hasköy, Kirazlı, Çinarlı, Yukarı ve Aşağı Kalamış, Mürefte, İğdelibağlar köylerine yerleşmişti. Bir kısmı ise, İstanbul, Bursa, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Edirne ve Kırklareli'ne yerleştiler. 199 Faruk Arslan Kayalar Bektaşileri ise, Babagân koluna bağlı olan guruplar içinde yer aldı. Günümüzde; Kırklareli, Keşan, Tekirdağ ve Manisa’da toplu halde mahalleler kurdular. Bu toplum mensuplarının tümü Bektaşi kökenli Yunanistan'ın Kayalar kasabası ve çevre köylerindendir. Özellikle bu iki kol Sabetaycılarla aynı özellikler taşıyordu. Bu yıllarda Sivas’a hükümet göreviyle gelen Man soy isimliler Sabetaycıydı Bektaşi Aleviydi. Bülbülderesi Mezarlığı sadece Sabetaycı Mezarlığı değildir. Mezarlığın aşağı kesimlerinde Aleviler de yatıyor. Bu zatlar Aleviliğe girmiş Sabetaycılardır. Bunlar hangi gurupların mensuplarıdırlar? Rahmetli Bedri Noyan neden Sabetaycılar içinde gösterilir? Halifebaba Turgut Koca’nın Mason, Bektaşi ve Melami İttihat Terakki Üyeleri isimli listesinde (Toplumsal Tarih, Ocak 2002, s.16) Bektaşilerde iki Ürgüplü dikkati çekiyor. Şeyhulislam Ürgüplü Hayri ve Mustafa Hayri Ürgüplü. Şeyhülislam da nasıl Bektaşi oluyor derseniz, oluyor işte… Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin 1832. Sayfasında bir fotoğraf yer var; fotoğrafta İttihat ve Terakki’nin ilk Merkez-i Umumi Üyeleri var. Bu üyelerden birisi de Hayri (Ürgüplü) diye belirtilmiş. Hayri Efendi, İttihat ve Terakki’nin Selanik Şubesi kurucusu aynı zamanda. Larousse’un Hayri Efendi Ürgüplü maddesinde, Hayri Efendi’nin Hukuk Fakültesi mezunu ve 1908 sonrası milltevekili seçildiğini, sırasıyla Evkaf Nazırı, Adliye Nazırı ve Şüreyaı Devlet Reisliği yaptığını, 1914’te de Şeyhülislamlığa getirildiğini, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında ilan edilen "Cihadı Ekber"in da Şeyhülislamlığı dönemine denk geldiğini 200 Faruk Arslan söylüyor. Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya sürülmüş. Turgut Koca, İttihatçılardan iki Bektaşi Ürgüplü yazmış. İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk isimli eserinde şöyle yazmış : "Cumhuriyet dönemi Başbakanlarından da mason olanların sayısı sanıldığınından çok daha fazladır. Süleyman Demirel’e gelinceye kadar Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam, Suat Hayri Ürgüplü ve Naim Talu da mason başbakanlardır." (s.416) İlhami Soysal, şöyle devam ediyor : "… Belkemiğini 1965 seçimlerini kazanacak olan AP’lierin oluşturduğu hükümette Başbakan Suat Hayri Ürgüplü masonluğu babası Evkaf Nazırı Hayri Efendi’den tevarüs etmiştir. Başbakan Yardımcısı olan o sırada Meclis dışında bulunan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel masondur.(s.425) Suat Hayri Ürgüplü, 1903 Şam doğumlu. Galatasaray Lisesi mezunu, ticaret yargıçlığı yaparken milltevekili seçilmiş. İkinci Saraçoğlu Hükümeti’nde Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış. Kahve yolsuzluğuna karıştığı için Yüce Divan’da yargılanmış. TBMM Başkanlığı da yaptıktan sonra önemli ülkelerde (Almanya, İngiltere, ABD) büyükelçilik yapmış. 1961’de Kayseri’den bağımsız senatör sonra da Senato Başkanı olmuş. 1963’te de AP, CMKP (MHP’nin temeli olan parti) ve YTP’nin oluşturduğu koalisyonda bağımsız olarak Başbakan olmuş. "Tanrı" yürü ya kulum dediği için bundan sonra da Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü olmuş. (Larousse) Suat Hayri Ürgüplü Başbakan iken Ticaret Bakanı da Turan Kapanlı’dır. Yesevizade’den Turan Kapanlı’nın Selanik doğumlu, İlhami Soysal’dan da mason olduğunu 201 Faruk Arslan öğreniyoruz. Bu hükümetin mason bakanları elbette sadece bu isimler değil. Şu satırlar John Freely'nin Kayıp Mesih adlı kitabından: "(Sabatay) O sırada orada bulunan ve kendisine karşı oldukları bilinen başhahamla beraberindeki üç hahamı, Kutsal Kitap'ta sözü geçen "eti yenmeyen pis hayvanlara", (...) Benveniste'yi bir deveye, diğer üç hahamı da sırasıyla bir yaban tavşanına, domuza ve tavşana benzetmiştir." Bildiğiniz ve yukarıdaki pasajlarda görüldüğü gibi museviler domuz eti yemezler. İslâm'da da domuz murdar bir hayvandır ve eti haramdır. Ancak tavşanla ilgili bir yasak yoktur. Böyle bir yasağa alevilerde tesadüf edilir. Alevilerin tavşan eti yememeleri hangi sebeptendir, doğrusu tam bilmiyorum. Onlardaki bu uygulamada yahudilerin, dolayısiyle sabataycıların tesiri var mıdır, yoksa bu bir rastlantıdan mı ibarettir, sadece merak ediyorum. "Sabetay mektubunu her zamanki gösterişli sözleriyle bitiriyordu: "Baba'nın katına yükseltilmiş adam, Kutsal Aslan, Kutsal Geyik, İsrail'in ve Yahuda'nın Tanrısı'nın Kutsanmışı olan Sabetay Mehmet Sevi böyle buyurdu." Bu satırlar da aynı kitaptan. Demek ki Yahudilikte aslan ve geyik, ama ikisi bir arada kutsal sayılıyor. Zaten Zwi(Sevi) geyik demek. Aslan aynı zamanda Yeruşalayim'in (Kudüs) de sembolü. Aslanın her kültürde ve bu arada Türklerde de bir yeri var. Türklerin tarihinde pek çok Arslan ismi taşıyan şahsiyet mevcut. Kuvveti ve heybeti sebebiyle insanlarımız onu severler. Müslümanlıkta ise ne aslana ne başka bir hayvana kudsiyet izafe edilmez. Evet Hz. Ali için "Allah'ın Aslanı" tanımlaması yapılır, o kadar. Ancak şiilerde, 202 Faruk Arslan Alevi ve Bektaşilerde Hz. Ali'yi temsilen aslan figurları kullanılır. Bektaşiler ise Hacı Bektaş'ın hayâli resimlerinde bir kucağında aslanı öteki yanında geyiği tasvir ederler. Her ne kadar Türklerde hep kurtla kuzu karşılaştırması yapılarak misal getirilse de, bu motif avcıyla kurbanı dostane bir şekilde yanyana getirmek felsefesi olarak anlaşılabilir. Şimdi akla gelen soru şu; Geçmişte Bektaşi Tarikatı içinde yer almış Sabataycılar kutsal aslanla, kutsal geyiği bu inanç sistemine taşımışlar mıdır? Bunlar tesadüfi benzerlikler mi? Bu soruları soran uzun zamandır Sabataycılığın reklamını Gökyüzü ve Sandalcı kod adlarıyla yapan Sabataycı Tayfun Er. Gerçek ismini ilk defa burada okuyorsunuz. Dönmeler, Sabatay Sevi zamanından beri Balkanlarda, Edirne’de, İstanbul ve İzmir’de bazı Bektaşi, Mevlevi, Melaimi, Halveti ve hatta bazı Nakşi tarikatlarına sirayet etmişler. Onların bugünkü çeşitleri adetlerinin mimarı olmuşlardır. Mesela; Bektaşilik’teki ”mum söndü” olayı, Mevlevi’deki çeşitli inanış ve adetler gibi. Cumhuriyetten sonra da genelde tarikat, tekkeler, zaviyeler yasaklandığı halde bu üç tarikata dokunulmamıştır. Ve bazı tarikat şeyhlerine de dokunulmamıştır. Bu tür sirayetler onları bu toplum içinde çok iyi kamufle etmiş toplum onları pek fark edememiştir. Onları kendilerinden sanmışlardır. Mesela, şu anda Ankara’da Bektaşi tarikatının iki önemli dede-babası dönmedir. Mevlevi tarikatı şeyhi dönmedir. (Er, 2003). Sabataycılar, tarihi süreç içinde bunlar üç gruba ayrılırlar. Kapaniler, Karakaşlar, Yakubiler. Daha çok Selanik, İzmir, Edirne ve İstanbul’da yoğunlaşmışlardır. 1900’li yıllarda Selanik’in nüfusu 150 bin civarındadır. Bunun 60 bini yahudi kimlikli 20 bini dönme olmak üzere 80 bini 203 Faruk Arslan yahudidir. Bugün Türkiye’de takriben 200 bin dönme 100 bin yahudi azınlık kimlikli olmak üzere 300 bin civarında yahudi vardır. Selanik’in, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye Devleti’nin kuruluşunda büyük rolü olmuştur. Osmanlı’nın yıkılması için çalışan Jön Türkler ve İttihat terakki Partisi, çeşitli mason lojaları, Abdulhamid II’yi 1908’de görevden indiren Hareket Ordusu Selanik’te kurulmuştur. Ayrıca Jön Türkler’in liderlerinin hemen hemen tamamı İttihat Terakki Partisi’nin liderlerinin önemli bir kesimi dönmedir. Pek çoğu mason Bektaşidir. Sabetaycılar en çok Bektaşilik içinde daha sonra da Hurufilik, Mevlevilik, Melamilik içinde görülüyor. Hatta Nakşibendi Sabetaycılar da vardır. İslam mistisizmi ile Yahudi mistisizmi bu tarikatlarda buluşuyor. Sabetaycılığa en yakın öğreti Hurufiliktir. Bektaşi denilen tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve hizmetlerde bulundular. Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı. Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bir müddet sonra da hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı. Bugün Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılır: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz Müslümanlardır. İkincisi sahte, yalancı bektaşilerdir. Bunlar bozuk yolda olan hurufiler olup “batıla” ismi ile anılırlar. Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik” nedir, ilerideki bölümde bunun üzerinde duracağız. 204 Faruk Arslan Aşağıdaki belge Sabataycılığın reklamını yapan web sayfalarında dolaşıyor. Doğruluğundan kuşku duysamda Yahudi Bektaşileri deşifre ettiği için yer veriyorum: BİR BELGE: "PROCURATOR AMPLUS"- İMTİYAZLI İDARECİ Belgenin aslı Fransızca. Sarah Aliye Rana tarafından elde edilen bu belge İtalya'da Vino Ponti'nin özel kütüphanesinde 268 no. ile bulunmaktadır. PROCURATOR AMPLUS CASTELLUM DuoEt Vıgıntı Excellence, La règion du Castellum-Aegis Centrum, comprenant le prèfecture de Smyrne et une partie du prefecture de Magnèsie, est habitèe par une population de plus de 10.000 Juif-Bakhtasis auxquels il faut ajouter 3.000 JuifBakhtashis du prèfecture de Palèo-Castro. Ils y ont èmigrè depuis 1910; ils attendent anxieusement la libèration de leur Patrie pour regagner leurs foyers.Le gouvernement de Kemal Pacha, après entente apocryphe avec Thalamus, a accordè 15 sièges aux Juif-Bakhtasis dans l'Assemblè National.Les Juif-Bakhtasis ont ètè convertis à l'Islamisme, il y a environ 150 ans: ils gardent encore les pratiques juives, ils conservent le Torah et les livres de prière comme de prècieuses reliques et ils parlent entre eux la langue juive.Les ayant pris sous ma protection sur la demande, on aurait pu supposer que c'etait un but de prosèlytisme que j'avais accèdè à cette demande.L'Excellence Bozkurt Beg m'adressa une lettre pour me confier le pouvoir:'C'est des Juifs nous avons 205 Faruk Arslan pris cette contrèe, c'est à eux que nous la remettons aujourd'hui. Nous allons vous livrer aussi les synagogues que nous avons transformèes en mosquèes, transformezles de nouveau en synagogues, si vous les croyez bon'Mais dans un esprit d'apaisement des passions j'ai cru bon de ne pas y toucher, de les èvaluer après.Par ordre du gouvernement Turc, aucune mesure concernant la population Juif-Bakhtasis n'a ètè prise par les autoritès sans que je sois consultè. Lorsque la bureaucratie Turc s'est dèsagrègèe en Musulmans, ils ont continuè à reconnaitre mon autoritè et à montrer leur confiance à l'èlèment Juif-Bakhtasi.Ils m'ont instamment priè de faire partie du Grand Autoritè de sauver la règion des excès Musulmans.En meme temps l'Excellence le chef d'EtatMajeur m'ècrivit une lettre me demandant d'organiser un règiment des Juif-Bakhtasis, reconnaissant par la- meme l'influence et l'importance de l'èlèment Juif-Bakhtasi de la règion. Les officiers et les autoritès lègales continuent de nous tèmoigner la confiance la plus absolue.Les JuifBakhtasis se sont montrès dignes de cette confiance; ils ont pu assurer la vie et les biens des officiers et des autoritès lègales. Malgrè le trouble des consciences et les difficultès exceptionels qui se sont prèsentèes, il n'y eut aucune perturbation.Ces faits dèmontrent que le gouvernement de l'Excellence Moustapha Kemal Ataturk a reconnu que les Juif-Bakhtasis ètaient leurs seuls succeurs et les seuls capables de gouverner le pays, une fois l'idèologie musulmane abolie. En tout cas il a reconnu l'influence prèpondèrante de l'èlèment JuifBakhtasi.Dans les circonstances les plus difficiles, les Juif-Bakhtasis ont pu assurer un ordre parfait. Avec mes 206 Faruk Arslan remerciements anticipès, veuillez agrèer, Excellence, l'assurance de ma parfaite considèration. Farhi Gollanzo PROCURATORS myrne, le 16 Mars 1937 Türkçe çevirisi İMTİYAZLI İDARECİ 22 No.lu KALE Hazretleri İzmir vilayetiyle, Manisa vilâyetinin bir kısmını ihtiva eden Kale-Merkez Ege bölgesinde 10.000'den fazla Yahudi-Bektaşi nüfusu ikâmet etmektedir ve bunlara Paleo-Castro (Balıkesir) vilâyetindeki 3.000 YahudîBektaşi'yi de ilâve etmek lüzum eder. (Onlar) Oraya 1910 yılından itibaren hicret ettiler; Vatanlarının hürriyete kavuşmasını ve ocaklarına (ortamlarına) geri dönmeyi sıkıntı içinde bekliyorlar.İç Oda ile (varılan) hafî (gizli) mutabakattan sonra Kemal Paşa idaresi YahudiBektaşiler'e Milli Meclis'te 15 adet sandalye (koltuk) tahsis etti.Yahudi-Bektaşiler yaklaşık 150 yıl evvel İslâm'a ihtida ettiler: Yahudi pratiklerini hâlâ muhafaza ediyorlar, Torah'ı ve dua kitablarını değerli kalıntılar gibi koruyorlar ve aralarında İbranî lisanıyla konuşuyorlar.Taleb üzerine onları himâyeme almam suretiyle, bu talebe iştirak etmiş olmam bir dönmelik gayesi olarak kabul edilebilirdi. Bozkurt Bey hazretleri iktidarı (salâhiyyeti) bana emanet (ettiğini gösteren) bir mektub gönderdi:'Biz bu emaneti Yahudiler'den aldık, 207 Faruk Arslan bugün onu yerine iade ediyoruz (onlara geri veriyoruz). Camilere çevirdiğimiz sinagogları da size vereceğiz, eğer iyi olacağına inanıyorsanız onları yeniden sinagoglara çevirin. 'Fakat ihtirasların ağırlığı (baskısı) esprisi dahilinde, onlara dokunmamanın, daha sonra değerlendirmenin iyi olacağına inandım.Türk hükümetinin tâlimatı gereği, benim değerlendirmem (tavsiyem) olmaksızın, yetkililer tarafından YahudiBektaşi toplumunu alâkadar eden hiçbir ölçü ortaya konmadı (karar alınmadı).Türk bürokrasisi Müslümanlar'la mutabık olmadığı zaman (olmadığı müddetçe), benim yetkimi tanımaya ve Yahudi-Bektaşi unsuruna itimad etmeye devam ettiler.Benden mütemadiyen, bölgeyi Müslüman artıklarından kurtarmak için Büyük Otorite'nin bir parçası olmayı rica ettiler.Aynı zamanda genelkurmay başkanı hazretleri, bölgedeki Yahudi-Bektaşi unsurunun ehemmiyetini ve tesirini tanıyan (ona minnet duyan) ve benden bir Yahudi-Bektaşi (sistemli) birliğini organize etmemi taleb eden bir mektub yazdı.Yahudi-Bektaşiler bu itimaddan gurur duydular; Kanunî yetkililerin ve subayların iyiliğini (huzurunu) ve hayatını garanti edebildiler. Sergilenen şuur bulanıklıklarına ve istisnai zorluklara rağmen hiçbir karmaşa olmadı. Bu olup bitenler gösteriyor ki, Mustafa Kemal Atatürk hazretleri, bir kere Müslümanlık ideolojisi bitip tükenmeye görsün, Yahudî-Bektaşiler'in kendilerinin tek halefi olduklarını ve ülkeyi idare etmeye kabiliyetli yegâne (toplum) olduklarını gördü (bildi, farketti). Her hâl-u kârda, Yahudî-Bektaşî unsurunun ağır (câlib-i dikkat) tesirini gördü (bildi, tanıdı).En zor şartlarda, Yahudî-Bektaşiler mükemmel bir nizamı kesinleştirebildiler. Hazretleri, mükemmel niyetimin 208 Faruk Arslan kat'iyetini öncelikli teşekkürlerimle beraber (lûtfen) kabul buyurunuz. Farhi Gollanzo IDARECI İzmir, 16 Mart 1937 Yahudi Bektaşi unsurların varlığını gösteren, http://www.sabetay.50g.com adlı web sayfasından aldığım bu belgede tercüman şu notu düşmüş: 1- 1. paragrafta geçen 'vatan'dan kasıt 'Arz-ı Mev'ud'dur. 2- İç Oda (Thalamus), KALE'nin idari kadrosudur. 3- Bu mektubda, kaleme alanın hitab ettiğinin kim olduğu belli değil fakat muhtemelen Dünya Siyonizm Kongresi'ne veya onun birimlerinden birine hitab ediliyor. 4- Çok değerli bir belge olduğuna şübhe yok. 5- Vino Ponti kütübhanesi Vatikan içindedir. 6- Kale'den kasıt gizli bir teşkilâttır, daha üst teşkilâtlara Kule denir ve merkezidir. 7- Gollanzo ailesinin bir kolu Almanya diğer kolu İspanya mahreçli olub katışıksız Yahudidir 8- 'Procurator' kelimesi Latince olub aynı zamanda 'ajan' mânâsına da gelmektedir. Şimdi sıra asıl vurgulamak istediğimiz Mason Bektaşi derin devletini irdeleyebiliriz. 209 Faruk Arslan Onuncu Bölüm MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ Yazar Reha Çamuroğlu, Bektaşiliğin son dönemlerine doğru bölündüğünü savunuyor. Havas ve avam gibi iki ayrımın çıktığını belirten Çamuroğlu şu görüşte: O zamandan bu yana bir yere evrildiğini söylemek zordur. Avami kesim ve Havas ayrımı çıkmıştır daha çok ortaya. Avamiler otantik olduğunu düşündükleri Bektaşiliği sürdürürken Havas arasında masonik eğilimler revaç bulmuştur’. Maalesef; Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi meşrep ve mezheplerde, masonların kılıfı ve din düşmanlarının karargâhı yapılmaya alet edilmiştir. Özellikle XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak serkeşliği, yağmacılığı, yol kesiciliği ve eşkiyâlığı Osmanlı İmparatorluğu'nun başına büyük gāileler açmış olan Yeniçeri Ocağı'nın lâğvedilmesi daha XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde düşünülmüşse de bunu 15 Haziran 1826'daki dirâyetli operasyonuyla başaran Sultan II. Mahmud olmuştur. Vak'a-i Hayriyye (Hayırlı Olay) diye anılmakta olan bu operasyonda yalnızca İstanbul'da bir günde 10.000 ve bunu izleyen iki ay zarfında da taşrada bir o kadar yeniçeri ortadan kaldırılmıştır. Yeniçeriler Hacı Bektâş-ı Velî'yi ocaklarının pîri ve mânevî efendisi olarak saydıklarından her yençeri ocağında bir Bektâşî Babası bulunurdu. Pâdişâh, Bektâşîler'in yeniçerilerin serkeşliklerini önleyecek yerde 210 Faruk Arslan onları kışkırttıklarını da çeşitli vesîlelerle tesbit ettirdiğinden 8 Temmuz 1826 günü bütün Bektâşî tekkelerinin kapatılıp bunların başka tarîkatlara (ve özellikle de Nakşîliğe) tahsisine ve Bektâşîler'den de suçlu bulunanların îdamına ve diğerlerinin de çeşitli yerlere sürülmesine karar verir. Bu yüzden Bektâşîler'in büyük bir bölümü takıyye uygulayarak başka tarîkatlara intisâb etmişlerdir. Bu târihden başlayarak Bektâşîler de onlara îtikad açısından yakın olan Anadolu Alevîleri'nin bir bölümü de Osmanlı Hânedânı'na karşı, tıpkı Mâbed Şövalyeleri'nin Fransa Hânedânı'na besledikleri gibi, bir hınç ve kin beslemeğe başlamışlardır. Hınç ve kinin Sultan Abdülaziz'in şehâdetinde de rol oynamış olduğuna dair târihçilerimiz tarafından iddialar ileri sürülmüştür. Bunların ispat edilebilmiş iddialar olmamasına rağmen, bu meş'um hâdisenin hazırlayıcıları ve baş aktörleri olarak ithâm edilenlerin hem Bektâşî ve hem de (meselâ Mithat Paşa gibilerinin) mason olmaları acabâ yalnızca bir tesâdüf müdür? XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekteb-i Tıbbîye'de Sultan II. Abdülhamid'in idâresinden rahatsızlık duyan mûteriz bir grup öğrenci 1889 yılında, adı bir takım değişiklikler geçirdikten sonra 1908 yılında İttihad Ve Terakkî Cemiyeti'nde karar kılacak olan İttihad-ı Osmânî Cemiyeti'ni kurmuş; ve aynı yıl içinde Fransa'da yaşamakta olan ve Jön Türkler diye tanınan ve Pâdişâh'a karşı olan bir grupla temasa geçmişti. Jön Türkler'in hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından paraca desteklendiği ve Fransız Mason Locaları'nda tekrîs edilmiş, Fransız İhtilâli'nin hayrânı 211 Faruk Arslan kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Masonluk İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç ve İsveç krallarının zâten mason olmaları hasebiyle orada ihtilâlci uygulama bulamayacağını bildiğinden Jön Türkleri kendisi için nîmet bilip onlara Osmanlı'yı yıkmak üzere gerekli desteği sevinçle sağlamıştır. Bu bakımdan Jön Türkler hem İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve hem de Türkiye'deki Mason Locaları için verimli bir fidelik görevi ifâ etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid'in affıyla Türkiye'ye döndükleri zaman Jön Türklerin, Osmanlı Hânedânı'na karşı duydukları hınç ve kin bakımından aralarında hemen bir sempatinin oluştuğu bir topluluk ise Bektâşîler olmuştur. Bektâşîlerin önde gelenleri zâten 1867 yılından başlayarak Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa sâyesinde Mason Locaları'nda tekrîs edilip mason olmuş bulunmaktaydılar. Bu arada şair Nâmık Kemâl'in, Talât Paşa'nın ve Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım'ın da hem mason ve hem de Bektâşî olmaları ibretle kaydedilmesi gereken bir husustur. Cumhûriyet'in kuruluşunu izleyen yıllarda, Hilâfet'in ilgāsında ve ayrıca harf, takvim, şapka inkılâblarında, ezânın ve Kur'ân'ın Türkçe tilâvet edilmesi uygulamalarında ve diğerlerinde Türkiye'den yükselmiş olan gizli-kapaklı ya da âşikâr itirazlar arasında tek bir Bektâşî ya da Alevî yer almamış olduğu gibi Fransız İhtilâli'nin akabinde kurulmuş olan ihtilâl mahkemelerinin hukuk, usûl ve uslûb bakımınan birer kopyası olduğu izlenimini veren İstiklâl Mahkemeleri esnâsında da mahkûm olan Bektâşî ya da Alevîye rastlanmamaktadır. 212 Faruk Arslan Sultan II. Mahmud'dan sonra sessiz kalan Bektaşiler, 19. Yüzyıl Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türk Hareketi'nde büyük rol oynadı. Hacı Bektaş'tan sonra kimlik değiştiren ve hayli karışan Bektaşilik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurufilik, Babailik, Batınilik, hulul ve tenasuh, Caferilik, Şiilik, İmamilik, Şamanilik, Lamalık gibi eski ve yeni birçok unsurlar vardır. Bu yüzden içinden çıkılmaz bir şekil almıştır. Sultan II. Mahmud'un yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de büyük bir darbe vurmasından sonra bir müddet sessiz kalan Bektaşiler, daha sonra bazı siyasi faaliyetlere girişmişlerdir. 19. Yüzyıl, Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türkler hareketinde Bektaşi dervişlerinin rolü olduğunu, Ernest Ramsaur 'The Bektashi Dervishes and the Young Turks' (Moslem World dergisi 1942) makalesinde incelemiş ve ilginç neticelere varmıştır. Bektaşiler'in Masonlar'la da ilişkileri olmuştur. Önemine binaen Ernest Ramsaur'un makalesinin bir bölümünü aşağıya alıyoruz: 'Richard Davey, 1897'de bu tarikatın Fransız mason locaları ile ilişkisi olduğunun söylendiğini duyduğunu yazar. 1867'lerde bazı Müslüman arkadaşlarının Avrupa'ya gittiklerinde mason localarına girdiklerini yazan Brown, Bektaşiler konusunda şunları söylemektedir: Bektaşi tarikatından dervişlerin kendilerini mason gibi görmelerini ve onlarla kardeş olduklarını iddia etmelerini garipsedim. Masonluğun Türkçe karşılığı Farmason'dur ve (dindar Türkler arasında) birine hakaret etmek için kullanılır. Fakat Bektaşi kelimesi için de aynı şey söz konusudur. Zira Bektaşiler, benim anlayamadığım bir sebepten ötürü Müslümanlar, hatta diğer derviş tarikatları 213 Faruk Arslan arasında bile saygın bir yere sahip değildirler.' Aynı şekilde diğer bir yazar da, Bektaşiler konusunda şöyle der: 'Onlar 18. ve 19. Yüzyıl başlarında yeniçerilerle birlikte Osmanlı ıslahat hareketlerinde masonların Avrupa'daki ıslahat hareketlerinde oynadıklarına benzer. Voltaire'in taraftarlarından Fazıl Bey'in yeniden düzenlediği bu tarikat, 100 yıl kadar bir süre Genç Türk Hareketi'nin teşkilatı olarak kaldı. Faaliyetleri, başka maksatlar içinde felsefi, edebi, ilmi ve siyasi idi. Richard Davey de bazen Fazıl Bey, bazen İzzettin Bey olarak söz ettiği tarikata mensup birinin Voltaire'in etkisinde kaldığından söz eder ve 'İstanbul'a döndüğünde, zaten gizli bir cemiyet niteliğinde olan tarikata, zamanla büyük etki yapacak bazı felsefi ve özgür düşünce ile ilgili görüşler getirmişti' der. Şu halde denilebilir ki, Türkiye'deki Bektaşiler, milliyetçilik duygusuna, bir yere kadar da olsa sahiptiler ve çeşitli davalar peşinde koşan kimseleri çevrelerinde toplayacak kadar liberal görüşlüydüler. Kadınlara bile tarikat içinde eşit haklar tanınmıştı. Tarikat mensuplarının halifelik konusunda Şiiler'in imamlık ilkesine daha yakın olmaları dolayısıyla, Osmanlı padişahlarının halifelikle ilgili iddialarını olumlu karşılamamaları, Bektaşiler'in Jön Türk Hareketi'ni desteklemeleri için bir diğer sebep olarak gösterilebilir. Birge, Bektaşiler'in Yavuz Sultan Selim'in 1514'te Şah İsmail'e karşı açtığı savaşı, Şii İranlılar'a yakınlık duyduklarından ötürü engellemeye çalıştıklarını söyler. Bu sebeple Abdülhamid'in halifeliğin etkinliğini yeniden canlandırma konusundaki gayretleri, Bektaşiler'in karşı bir tutum benimsemelerine önayak olmuş olabilir. 214 Faruk Arslan 1931'de, Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün derviş tarikatlarının kaldırılmasından altı yıl sonra, kendisi de Bektaşi olan Ziya Bey, Bektaşilik üzerine bir seri yazı yayınlamıştı. Vardığı netice, Cumhuriyet'in Bektaşi tarikatının uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı ıslahatları tamamladığı, dolayısıyla bu tarikatın artık gereğinin kalmadığıydı. Öngördükleri ıslahatlar arasında hilafetin kaldırılması, kadınlara eşitlik tanınması ve dini taassubun azaltılması da vardı. Ancak Bektaşilerin her zaman diğergamlıkla hareket ettiğini de söyleyemeyiz. Hasluck, Bektaşilerin propaganda yaptıkları ülkelerde, dini üstünlük kazanmak emelinde olduklarını, 1908 ihtilali sıralarında bile Arnavutluk'ta bir Bektaşi devleti kurmayı umut ettiklerini yazar. Ayrıca, 1880-1881 Arnavut Milli Hareketi sırasında Güney Arnavutluk'un bir kısmının Yunanistan'a verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamid'in Bektaşiler'den şüphelendiğini de söylemektedir. Hasluck, 'Bu sıralarda Güney Arnavutluk halkı, Abdul Bey Frasheri kumandasında görünüşte Türk bölgesine gelebilecek herhangi bir tehlikeyi savunmak için ayaklandı. Fakat gerçekte amaç, Arnavutluk'un bağımsız bir devlet olmasıydı' diyerek konuya açıklık kazandırmaktadır. Bektaşi tarihi uzmanlığıyla tanınan yazar Melikoff, Namık Kemal’i incelediği araştırmasında mason bektaşilerin kılcal damarlarını gösteriyor: Sufîliğe doğru eğilimleri olan Namık Kemal, bir Bektaşi ailede dünyaya geldi. Bektaşiliğini, büyük bir olasılıkla ailesine, ana tarafından borçlu; çünkü, Namık Kemal, hayatının ilk 19 yılını -böylece yetişme döneminiannesininbabası Abdûllâtif Paşa'nın yanında geçirdi. 215 Faruk Arslan Abdûllâtif Paşa, valiydi. Namık Kemal'in soylu, ama varını-yoğunu yitirmiş bir aileden olan babası Mustafa Âsim Bey, kayınpederine bağımlı bir halde yaşıyordu. Böylece, genç Namık Kemal'in eğitimini yönlendiren Abdûllâtif Paşa olmuştur. Namık Kemal, ilk şiir deneyimlerini bu dönemde yaptı. Abdûllâtif Paşa'nm yönetiminde Farsça ve Arapça öğrendi ve Osmanlı tarihi ile tanıştı. Bundan şu sonuca varabiliriz: Kemal, genç yaşından başlayarak entelektüel gelişmesine damgasını vurmuş olan Bektaşi etkisini ailesinde ana tarafına borçludur. 1885'te, Namık Kemal henüz 15 yaşındayken, Abdûllâtif Paşa, Kars'tan sonra Sofya'ya kaymakam tâyin edildi. Namık Kemal, ilk şiir denemelerine işte bu Sofya'da başladı. Gençliğinin şiir defterlerinde, Klasik Iran ve Arap yazarlarının etkisinde yazılmış gazeller ve nazireler bulunuyor; bunlar arasında, özellikle hayli çok sayıda Kerbelâ mersiyesi, yani Kerbelâ şehitlerine dökülen gözyaşlarını dile getiren şiirler de var. Bu bir şiir türüdür ki, İran edebiyatında pek gelişmiştir; ancak, Türk edebiyatı da ondan geri kalmış değildir; nitekim, en güzel Kerbelâ mersiyeleri Fuzulî'nindir, onun şaheserlerinden biri olan Hadikatüssuada (Mutluluğa Ermişlerin Bahçesi), haksız ve zalimce öldürülmüş Kerbelâ şehitlerine duyulan acıları dile getirir. Kerbelâ mersiyelerinin dışında, Namık Kemal'in şiir defterlerinde, Ali aşkıyla dolup taşan mısralar görülüyor: Örneğin, Şahımdır Ali; ayrıca Eşref Paşa'nın Aleviyiz diye başlayan bir gazeline nazire. Liberal, hoşgörürcü ve herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında bağımsız düşünceleriyle tanınmış olan Bektaşi tarikatı, ezilmişleri desteklemesi dolayısıyla, Osmanlı împaratorluğu'nda entelektüel yaşamı 216 Faruk Arslan etkilemiştir; ve bu destek, şiir ve müzik olarak, sanatsal biçimlerde kendini göstermiştir. Bu ezilmişler topluluğunun, her şeyden önce mistik ve dinsel bir niteliği vardı; çünkü bu topluluk, vaktiyle Kerbelâ ovasında katledilmiş olan şehitlere dökülen gözyaşlarından doğmuştu; ancak, daha sonraları, bu dinsel hak davası siyasal bir renk kazandı ve şehitler, her türden adaletsizlik ve baskıyla karşılaşan herkes için bir simge haline geldi. Namık Kemal, böylece, çocukluğundan başlayarak, bu düşüncelere hazırlanmıştı. Avrupa'nın etkisi altında tanımayı öğrendiği liberal, hoşgörürlükçü, çeşitli ırk ve sosyal sınıflar arasında eşitliği dile getiren ülküler, böylece onda yalnız uygun değil, aynı zamanda daha önceden iyice hazırlanmış bir zemin buldu. Öte yandan, Bektaşiler, 1826'dan beri gizliliğe itildikleri için, Masonlar nezdinde bir destek buldular. Masonlarla aynı ülküyü paylaşıyorlardı: Yani liberalizm, hoşgörürlük, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında bağımsızlık (non-conformisme) ve ruhbana karşı oluş. Bektaşi tarikatı, öteki Türk tarikatları içinde, halka en yakın olanıydı; çünkü, mensuplarının büyük çoğunluğu, okur-yazarlığı olmayan halk kitlelerinden geliyordu. Aynı zamanda, bütün tarikatlar içinde en fazla "Türk" olanıydı; çünkü, törenleri sırasında yalnız Türkçe kullanılıyordu. Öte yandan, pek zengin şiiri, müziği ve şarkılarıyla, kültürel yaşama da katılıyordu özellikle. Bektaşi edebiyatı, halk edebiyatının önemli bir dalını oluşturur ve bu yanıyla da, Türk edebiyatının yenileşmesinde büyük rol oynamıştır, inanışlarının hak mezhep dışı (hètèrodoxe) bir nitelik taşımasından dolayı koğuşturulup zulme 217 Faruk Arslan uğrayan Bektaşiler, bunun da etkisiyle, temelde liberal düşüncelere yatkın idiler. Kentsel merkezlerin Bektaşi tentelerinin, bu öncü düşünceleri, müzikte, şarkıda ve şiirdeki kültürel zenginliklerinden dolayı, mensupları arasında liberal aydınlar vardı; bu aydınlar, Osmanlı reform hareketlerinde, Masonluğun Avrupa'da aydınlıklar yüzyılında oynadığı role benzer bir rol oynadılar. Masonluk, Türkiye'de XVIII. yüzyıldan başlayarak, Avrupa'da ortaya çıkışından pek az sonra biliniyordu; hareket, özellikle Mustafa Reşit Paşa döneminde önem kazanır. Fransa'da birçok kez elçi olarak görev yapmış olan Mustafa Reşit Paşa, ingiltere'de, yakın dostu ve daha sonra Babıâli nezdinde elçi olacak olan Lord Stratford Canning ile beraber Mason olmuştu. Kırım Savaşı sıralarında, Masonluk Türkiye'de genişleyip yaygınlaştı, ingiliz ve Fransız localarının arttığını görüyoruz, istanbul masonları, bir Fransız locası kurmak için, Fransa Maşrık-ı Âzâm'ı (Büyük Doğu/Grand Orient) ile temas kurarlar; loca, bu kuruluşa bağlı olacaktı. Böylece, 1858'de Boğaziçi 'Yıldızı doğar; arkasından da, 23 Mart 1863'te Doğu Birliği. 1865'te bu loca, kapılarını Müslümanlara da açar ve Türkçe toplantılar yapar. Üyeleri arasında, siyasal ve dinsel birinci derecede şahsiyetler görüyoruz; seçkin Osmanlı aydınları, bu locada alabildiğine temsil edilmektedir. Bektaşilerin Masonlukla yakınlık kurmaları da -bir olasılıkla- bu sıralardadır; ancak, bu konuda eğilim, bu tarihten çok daha önce, kuşkusuz 1839'da Tanzimat'ın ilanından sonra başlamış görünüyor; ya da bu eğilim belki- daha da önce, Bektaşiler koğuşturulup zulme uğradıkları ve kendilerine kapılarını açacak bir ocak bekledikleri günlerde başlamıştır. Üyeleri, entelektüel ve 218 Faruk Arslan liberal seçkinler arasından gelen Bektaşilik, Osmanlı İmparatorluğu'nda, vaktiyle Masonluğun XVIII. yüzyılda Avrupa'da oynadığı role benzer bir rol oynamıştır. Ancak, burada sözkonusu olan Bektaşiler, doğaldır ki, kentlerdeki Bektaşiler olup, köylerde Alevî adıyla anılan Bektaşiler değildir. Her iki grup arasında, gitgide derinleşecek ve kaynağı da sosyal olan bir bölünme olacaktır. 1867'den 1869'a kadar, Müslümanların, gitgide artan sayıda Doğu Birliği'ne girdiğini görüyoruz; o sıralarda loca başkanı üstad Louis Amiable'dır ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa tarafından da desteklenmektedir. Bir başka Mısırlı prens, Mustafa Fazıl Paşa'-nın akrabası Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Âl-i Osmanî adıyla Osmanlı locasını kurdu; bu loca, Maşrık-ı Âzâm'a bağlıydı. Prens Mustafa Fazıl Paşa, Doğu Birliği'ni terkederek Şûrâ-yı Âl-i Osmani'ye girdi ve arkasından da önemli sayıda Mısırlı bir üye grubunu sürükledi. Prens Said Halim Paşa, bu locanın birinci başkanı oldu ve aynı locada, Mustafa Fazıl Paşa da önde gelen bir rol oynadı. Öte yandan, Mustafa Fazıl Paşa, Namık Kemal'e pek bağlıydı ve ona Avrupa'da bulunduğu sırada yardım etmişti. Bununla beraber, Namık Kemal'e, bu locada değil, I Proodos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan locasında rastlıyoruz. Bu Yunan locası, Maşrık-ı Âzâm'ın Yüksek Kurulunun verdiği yetki sayesinde, 28 Ocak 1868'de İstanbul'da kurulmuştu. Birinci başkanı Ale-xandre Isınyrides oldu; ancak, 31 Aralık 1870'te başkanlık Cleanthi Scalieri'-ye geçti ve onun zamanındadır ki, loca büyük bir gelişme içine girdi. Çoğu Yunanlı olan Hıristiyanların yanı sıra, Sarayda ve devlette büyük 219 Faruk Arslan makam sahibi pek önemli Müslüman şahsiyetler de görüyoruz bu locada. Locanın yerleşmesine göz kulak olan Louis Amiable gibi, Cleanthi Scalieri de, imparatorlukta çeşitli milletlerin aynı çatı altında kardeşçe bir arada yaşamalarından yanaydı; Doğu Birliği'nde olduğu gibi, toplantılara Türkçeyi o da soktu. 1872 Ekim'inde, bu locada, 19'u Türk olan 68 üye bulunuyordu. Bu Türkler arasında okuduğumuz bir ad da şu: "Kemal, Mehmed Namık, edebiyatçı." Ne var ki, 20 Ekim 1872'de, bu listeye, pek önemli bir yeni üye eklenir: Sultan Abdülmecid'in büyük oğlu Prens Murat'tır bu ve Louis Amiable'-ın evinde, alabildiğine gizlilik içinde masonluğa girmiştir. Aynı yılın 8 Aralık toplantısında, Prens 2 ve 3'üncü sembolik dereceleri aldı. Kısa bir süre sonra, kardeşleri Nureddin ve Kemalettin Efendiler de bu locaya kabul edildiler. Prens Murad'ın, Scalieri ile dostluk ilişkileri vardı. Üye olduğu içindir ki, 1876'da, V. Murat, akıl hastalığı gerekçesiyle tahttan uzaklaştırılıp da II. Abdülhamit mutlakiyetini kurmaya başladığında, bu dostluk ilişkisi Scalieri'nin düşüşüne yol açtı. Masonluk gibi liberal bir kuruluşa bağlı olmak, otoriter ve otokrat bir rejimde, hem tahttan düşen sultan, hem de Cleanthi Scalieri, nede her ikisiyle dostluk ilişkisi olan Namık Kemal için tehlikeli bulunuyordu. Masonluğa girdiği aynı yıl, Prens Murat, Namık Kemal'in girişimi üzerine, Midhat Paşa'yla temas kurdu. Prens, böylece locadaki üyeler arasında en samimi yardımcılarından kimi insanları buluyordu. Daha sonra, 220 Faruk Arslan Abdülhamid, Murad'ı, Scalieri ve onun, aralarında Namık Kemal'in de bulunduğu yakın arkadaşlarıyla birlikte hükümete karşı komplo kurmakla itham edecektir. Masonluğun güttüğü ülkü, insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde tanımlanandı: Yani, ırkı ya da dini ne olursa olsun, bütün insanların özgürlüğü ve hukuk bakımından eşitliği. Mason locaları, görünürde bu hakların korunmasına çalışıyor ve imparatorluğun çeşitli milletleri arasında anlaşmanın sürdürülmesine gayret ediyorlardı. İşte, I Proodos'un 28 Mart 1868'de kuruluş toplantısı tutanağının bize öğrettiği; o tutanakta şöyle deniyor: "Bâtıl itikatlarla mücadele, sayısal ve dinsel görüş farklılıklarından doğan kinlerin yatıştırılması, insanları kardeşliğin çözülmez bağlarıyla birleştirmek; önerdiğimiz amaç budur." (Melikoff, 2006). Namık Kemal'in, uğrunda bütün yaşamını feda ettiği özlem ve ülkülere öylesine uygun bir amaç taşıyan bir harekete katılmasında, şaşılacak bir şey yoktur. Bununla beraber, şu noktayı saptamak da ilginç: Namık Kemal, masonluğa hiç kuşkusuz Avrupa'da bulunduğu sırada girmişti; ancak, bir Fransız locası değil, Maşrık-ı Âzâm'a bağlı bir Yunan locası idi bu. Göze ilk çarpan nokta da şu: İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit Paşa, Midhat Paşa ya da Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi ünlü Türk masonlarının tersine, Namık Kemal Fransız Maşrık-ı Âzâm'ına bağlı bir locaya girdi. Bu bizi şu varsayıma götürüyor: Namık Kemal, Fransa'da bulunduğu sırada masonluğa girmiş olmalı. 221 Faruk Arslan Dikkati çeken bir ikinci nokta da şu: Namık Kemal, İstanbul'a döndükten sonra, bir Yunan locasında yeniden gözüküyor. Belki, Cleanthi Scalieri ile olan dostluk ilişkileri, bunda rol oynamıştır; bununla beraber, bu seçim, Namık Kemal'in düşüncelerine uygun görünüyor. Gerçekten, Batı'ya olan hayranlığına ve Osmanlı İmparatorluğu'-nu modernleştirmeye çalışanlara sağladığı desteğe rağmen, şunun farkındaydı: Batı'nın girişi, imparatorluğu Avrupa'ya bağımlı bir devlet haline düşürecekti. İlerleme ve reform arzusuna rağmen, Namık Kemal, bir bütün olarak Osmanlı yurduna derinden derine bağlı idi. Ülküsü, bir modern devletti; ama bu devlet, İslâm gelenekleri içinde olumlu ne varsa koruyacaktı; Doğulu kalacaktı bu devlet; Müslümanları olduğu kadar Hıristiyanları da içine alan bir Osmanlı yurdu olacaktı ve bütün bunlardan dolayı, istilacı Batı'ya karşı bir denge sağlayabilecekti. Böylece, eğitiminin bir parçası olan dinsel ve sufî temel, Namık Kemal'in bütün yaşamı boyunca kendini hissettirmiştir. Gençlik mısralarında dile getirdiği ilk Bektaşi heyecanlan, ruhunun derinliğinde, atalarının dinine kendini hep bağlı yapıp çıkmıştır. Namık Kemal'in ülküsü, Bektaşi geleneğinin öğrettiği hemcinsine sevgi, hoşgörü ve gönül yüceliği idi; ilerleme ve modernizm arzusuna rağmen, kökenine hep bağlı kaldı o. ( Melikoff, 2006). Namık Kemalden asıl ana sorun, Balkan çetecilerin mason Bektaşiliğine geçiyoruz. Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait 222 Faruk Arslan durumu şöyle değerlendiriyor: “Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır. Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. (Koloğlu, 1991). Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur. Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze kadar getirilmesine neden olmuştur. ( Hasluck, 1991). 20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı? Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar. Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini 1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit, Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5 milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon, Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. ( Birge, 1991). TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon AleviBektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek 223 Faruk Arslan sağlıklı değildir. Bir kanı oluşturmak için vermek gereğini duyduk. Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik bir gizli güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz. Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı” için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908 tarihli notunda; “Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir. Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki “Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete” kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir. Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve güce sahiptirler. Düşünce olarak da yakındırlar. Bu kesimle birliktelik “cemiyet” için bir kazanımdır. Resneli Niyazi Bey anılarında bu ilişki arayışını şöyle anlatır: 224 Faruk Arslan “…Hüsrev Bey Görüce bölgesinde Melmepan Bektaşi tekkesi babalarından Şeyh Hüseyin Baba ile özel görüşme yaparak bölgede çalışmalar için gerekli bir yol sağlamıştı. Baba, Cemiyeti ve amacını kutsal bilmiş ve büyüklüğüne inandığı bu yoldan ayrılmamalarını ve kendi müritlerine gerekirse bu uğurda kanlarını akıttırabileceğini söylemişti. Bu Bektaşi babasının bölgede ve tüm Toskalılar arasında bir büyük etkisi vardı. Ayrıca Çerçiş’i koruyan ve ona yardım eden de oydu. İşte ben Hüsrev Bey üzerinde durmamın neden doğru olduğunu böylece kanıtlamış oluyordum.” (Niyazi, 1975). İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki birlikteliğinin gizi burada yatar. Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki 225 Faruk Arslan Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik) birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur. (Niyazi, 1975). Osmanlı, Anadolu coğrafyasında neşvünema bulmaya başladıktan hemen sonra güçlü bir askeri sistem kurmayı başarmıştı. Burada hemen bir parantez açıp gözden kaçırılan ve anakronik bir yanılsamayla ezeli bir sıfat atfettiğimiz “Anadolu” olgusuna kısaca değinmekte fayda görüyoruz. Anadolu kavramı bugünkü anlamına İttihatçıların millileşme ve sonrasında hızlanan söylemin etkisiyle kavuşmuştur. Yoksa ilk başlarda Orta Asya’dan gelen Türk boyları açısından Anadolu’nun herhangi bir yeri, yabancı ve yeni bir yerleşim alanıdır. Ve buralar boş değil, tersine Bizans’ın o günkü halklarının yaşadığı yerlerdi. Bu nedenle, Osmanlı, efsaneye bakarsak 400 çadırla kurulan ve hızla büyük bir devlet olmaya evrilen faal bir Türk beyliği olarak kendisine devlet teşkil etmek amacıyla dışarıdan “ordu” ve “bürokrat” ithal etmek zorunda kalmıştı. Daha doğru bir ifadeyle, toprak ve aile bağı olmayan, sadece Padişaha tâbi ve bağlı bir kapıkulu sistemini benimsemek durumunda kalmıştı. Bu insanları Anadolu’dan seçemezdi zira o günkü Anadolu bugünkü Anadolu değildi. Üstelik toprağı ve ailesi belli olan 226 Faruk Arslan insanlar durumundaydı bunlar. Bu nedenle, dışarıya yönelmiş ve devşirme usulüyle asker ve sivil bürokrasinin temelini kurmuştu. Elbette bu sistemin kurulmasında Selçuklu ve Bizans gelenekleri de referans alınmıştı. Osmanlı’nın son döneminde ise yine Selanik, Manastır, Makedonya, İzmir ve İstanbul menşeli çoğunluğu sabetayist ve kripto olan gençler, eskinin Enderun ve Yeniçeri ocağı niteliğindeki Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye’nin ağırlıklı unsurları olmuşlardı. Jöntürk ve İttihatçı hareketin başta Tıbbiye olmak üzere bu okullardan örgütlenmesi kuşkusuz rastlantı değildi Osmanlı sarayındaki hekimbaşılık kurumunun etkinliği ayrıca irdelenmeye değer. Özellikle tek işi insan sağlığının tedavisi olması gereken Tıbbiye öğrencilerinin “carbonari” hareketin merkezinde yer almaları zannediyorum ayrı bir analizi hak etmektedir. Dünya tarihinin en büyük komitacıları Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım’ın (ikinci sınıf komitacılar Dr. Adnan Adıvar, Dr. Tevfik Sağlam, Dr. Rıza Nur, Dr. Refik Saydam vs de düşünün) hekim olmaları çok ilginçtir. Acaba örneğin Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu, Nurettin Sözen gibileri de bu çizgide sayılabilir mi? Dilerseniz Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nı bir de bu gözle okuyun. Carbonari-jöntürk-ittihatçı hareket bazılarının sandığı gibi 19. asrın ikinci yarısından itibaren sisteme hakim olmuş görünse de köken olarak ucu çok daha derinlerdeydi. Yukarıda da denildiği gibi, “ithal” edilen ve daha doğrusu “sentetik” olarak oluşturulan bu devlet gücü gayrimüslimlere dayandırıldığından Rumeli eksenli bir yapı kurulmuş oluyordu. Sonradan devşirme sisteminin çözülmeye başlamış olması bile sistemin kılcal 227 Faruk Arslan damarlarına kadar bu unsurların sızmış olduğu gerçeğini değiştirememiştir. Yine örneğin bazılarının “reformist” diye sunmaya çalıştığı Katip Çelebi’nin tek derdi “devşirme tekeli”nin ilanihaye korunmasını sağlamaktır. Sonuçta, söz konusu “azınlık köken” sistemi hep varolagelmiş görünmektedir. Konuyu biraz açalım. Yeniçeri Ocağı, bir yandan devşirme çocuklarından teşkil edilirken manen “Bektaşi” dergâhına bağlanmıştı. Yeniçeriliğin, doğudaki Celali isyanlarının adeta İstanbul merkezli iç isyan izdüşümü niteliğini alması, yeniçerilerin aldıkları ganimet, ulufe vs.yi nemalandırmak için Yahudi sermayesiyle kurdukları yakın ilişki, Osmanlı “derin devleti”nin giderek daha da derinleşmesine ve Padişah ve yakın çevresine rağmen karşı konulmaz bir güce kavuşmasına yol açmıştı. Yeniçerilerin, Genç Osman’a defalarca tecavüz ederek öldürmeleri bu bakımdan sembolik bir önem taşımaktadır. Sabetay Sevi’nin, “Aziz Mehmet” olarak Saray’a taşınması da öyle…fakat burada şunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’daki derin yapı da yekpare değildi: Balkanlı Hıristiyan kökenlilerle Balkanlı Yahudi (yani sabetayist ağırlıklı) ve Seferad lar arasında yoğun bir mücadele vardı. Özetle, yeniçeri-yahudi sermayesi-saray içi bürokratik gruplar-devşirme geleneği, sistemin temeline oturmuştu. II. Mahmud’un yeniçeriliği ve Bektaşiliği tasfiye etme girişimi esasen kısmen başarılı olmuştur. Sonuçta, Osmanlı ve Türkiye derin devletini oluşturan ana güç ve felsefe başka yapılanmalarla gerek yüzeyde gerekse yeraltında faaliyetlerine aksamadan devam etmiştir. Bu bağlamda söz konusu derin yapılanma, önemli bir katkıyı İtalya’daki “carbonari” hareketten devşirmiştir: rafine gizlenme, hücre tipi örgütlenme ve perdeleyici 228 Faruk Arslan yüzey örgütleri kurma bu aşamada kendini göstermiştir. Sabetayist ağırlıklı kriptoların Osmanlı masonluğunu kurup geliştirmeleri de perdeleyici (yarı) yüzey örgütleri kurmalarının önemli örneklerinden biridir. Demografik olarak İstanbul, İzmir, Selanik, Makedonya, Manastır vs. kökenli insanların (çünkü sabetayistler ve kriptolar ağırlıklı olarak buralarda yaşıyorlardı) ağırlıkta olduğu bu yapılanmanın en önemli temsilcisi İttihatçılar’dır. Bu noktada bir parantez daha açalım. Carbonariliğin masonluğun daha örtülü ve gizli bir biçimi olarak devamı sürerken, kendi menşeinde olduğu gibi bu topraklardaki politikasının bir gereği olarak yani perdeleyici “yarı” yüzey örgütleri şeklinde örgütlenmesi sonucunda Makedonya Risorta Locası kurulmuştu, dikkat isterim Makedonya!. Osmanlı’nın Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nın başkanı kimdi peki: Talat Paşa. Ne tuhaf, ittihatçıların (hayır, Almancı İttihatçıların!) tasfiyesinden sonra Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidarı ile birlikte Filozof Rıza Tevfik Loca’nın başkanlığına gelecekti. Burada bir not daha düşelim. Masonluk sanıldığı gibi tam anlamıyla gizli bir yapılanma değildir. Asıl gizli yapılanmaların perdeleyici yarı yüzey örgütü, daha doğrusu derneğidir. Belirtilmesi gereken önemli bir husus daha var: Bu tür gizli hareketler her zaman manevi bir önderin liderliğinde yürütülmüştür (örneğin, Tapınak Şövalyeleri Aziz Bernard’a bağlıydılar, annesi bir Yahudi olan Mithat Paşa Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Dede’ye bağlıydı). Peki bu carbonari-jöntürk-ittihatçı örgütlenmenin o dönemdeki manevi önderleri, “bilge”leri kimdi? Bunlardan biri Osman Dede idi. II. Abdulhamid bile ondan çekiniyordu. Peki ya diğerleri? Parvus Efendi’nin 229 Faruk Arslan konumunu ayrıca tartışacağız ama biz şimdilik bilinen en ünlü ve etkili manevi lidere kısaca temas edelim: Haham Haim Naum. Hareket Ordusu, isyanı bastırdıktan sonra ordunun Komutanı Mahmut Şevket Paşa (İhsan Doğramacı Paşa’nın kardeş damadıdır) ve Hüseyin Hüsnü Paşa (“Güler yüzlü sosyalizm”in temsilcisi TİP başkanı ünlü Mehmet Ali Aybar’ın babasının dedesidir. Ayrıca ünlü ittihatçı Rahmi’nin de kayınpederidir) ilk iş olarak ne yapmışlardı? Haim Naum’a ziyarete gitmiş ve Selanik Yahudilerinin katkılarından dolayı şükranlarını sunmuşlardı. İlginç değil mi? Mesela, Konya’da MSP mitinginin ardından irtica korkusuyla darbe yapmak zorunda kalan K.Evren diyelim ki David Aseo’ya böyle bir ziyaret yapmış olsaydı bu ne anlama gelirdi? Peki Bernar Nahum-Vehbi Koç ilişkisinin mahiyeti neydi? Koçzade Vehbi’nin sürekli desteklenmesinde Naum ailesinin bir rolü var mıydı? Cevap evet ise neden? Tarihin ayrıntılarla okunması ve buradan olayların anlamlandırılması daha sağlıklı olacaktır. Bu biraz soykütüğü analizi biraz da ilişki bazlı incelemeyi gerektirmektedir. Bugün olup bitenleri anlamaya çalışırken uzun soluklu bir tarih okuması da yapmak zorundayız. Biz istemesek de gizli yapılanmalarla dolu bir tarihimiz var. Ne yapalım, tarihin bize dayattığı gerçek bu. Selanik’te Şimon Zivi (Şemsi Efendi) Karakaşlar’la Kapanileri uzlaştırmak amaçlı bir okul kurarken, Anadolu köylüsünün tarlasını harmanlayıp oğlunu savaşlara nefer olarak göndermekten başka bir lüksü yoktu. Feyziye Mekteplerinde, Trakki okullarında, Fransız kolejlerinde çocuklarını okutanlar taşralılar değildi, zaten giremezlerdi de. Haliyle buradan çıkanlar mülki ve askeri makamlara geliyorlardı. Dolayısıyla bu 230 Faruk Arslan bakış açısı bir komplo değil, tersine bir komplonun deşifrasyonunu sağlamaktadır. ( Berk, 2007). Atatürk’ü fikri açıdan derinden etkileyen iki mason Bektaşi Namık Kemal ve Ziya Gökalp’tir. Ancak derin Türk devletinin kurucusu Osmanlı Mason Bektaşisi Alman kökenli Baron Rudolf von Sebottendorf’dur. Nazilerin derin devleti Thule’yi kuran Baron Rudolf von Sebottendorf, 1933-1945 yılları arasında Türkiye’de bulundu. Almanya’da Thule olarak bilinen bu örgütün, Türkiye’deki adı Ergenekon olarak biliniyor. Almanya’da Alman milliyetçiliğini yönlendirmeye çalışan örgüt, Baronun girişimleriyle, Türkiye’de de Türkçülüğü yönlendirmeye çalıştı. Almanya’nın pagan köklerine dönmesine çabalayan örgüt, Türkiye’de ‘Şamanizmi’ canlandırmaya çalıştı. Her iki örgüt de komünizme karşıydı. Baron, Mısır ve İstanbul’da da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala ve İslam sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı. Baron ve adamları, bir müddet sonra zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bugünkü ismi ile MİT’le bağlantıya geçti. Mason Bektaşi Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun olduğu dönemdir. Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllar. Nazi etkisi açıktır. Şimdi baronu ve Gökalp’i yaşadıkları muhitle birlikte daha ayrıntılı masaya yatıralım. 231 Faruk Arslan On Birinci Bölüm RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP Thule Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf olarak tarihe geçen şahıs, 9 Kasım 1875’de Dresden’de Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya geldi. Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün oğlu idi. Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl süre ile Avustralya dahil, bir çok ülkeyi dolaştı. Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak ağası olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi. Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki çiftliklerinde çalıştı. İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı. Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın has adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraşları Kabbalizm ve okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler, 232 Faruk Arslan Glauer’de ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir mason locasına soktu. Ayrıca kıymetli kitapçılığını ve okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı. 1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu Glauer, İttihatçılarla iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca, devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal düşüncenin propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler kurdu. O günlerin Türkisyesi’nde çok yaygın olan tarikat, Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren İstanbul’da simyacılık ve bağlantılı okültizm konularında konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye başlamıştı. 1911’de Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların en köklü ve soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar tarafından evlat edinilmişti. Böylelikle Sebottendorf, hem Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf von Rose (1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de tekrarlanmıştı. Glauer’in Türkiye’deki ikameti 4 yıl sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü olarak Türk ordusu saflarında savaşmış ve ağır yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada kendine 50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz 233 Faruk Arslan 1915’de ise Berlin’li zengin tüccar Friedrich Müller’in kızı Berta Anna Ifland ile evlendi. Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve Türk vatandaşı olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşında bir süre Kızılay'ın başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de Bektaşiliğe, Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934 yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti ve burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü kaydedilir. Ancak ölmediğini iddia edenler vardır. Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın, yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule, 1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf, monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda “Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu. Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı. Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. Sebottendorf, 1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti. 234 Faruk Arslan Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında “SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD” (Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti. Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Gizli Servisi için önce P. Leverkuehn (I. Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger, Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta onun bir İngiliz ajanı olduğundan şüphelenmişti. Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9 Mayıs 1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için öldü gösterildi, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı. Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında birinci derece rol oynamışlardı. Hitleri ajan olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile gizli polis tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule, Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu bir kuruluştu. Neo-Nazilerin Thule’ si Manevi Cihazlanma Derneği adıyla Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok 235 Faruk Arslan ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi. ( Altındal, 1995). Altındal'a göre, "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!" Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu 236 Faruk Arslan vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal’ un bahsettiği Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndaki kayıtlara göre, 1967'de feshedilmiş, evrakları da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi. İsim listesini merak edenler Kara Kutu: Ergenekon’ un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir. Kurucuların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..." 237 Faruk Arslan Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekliyor: "2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır." Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu. İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..." ( Aktüel, 1995). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’ adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un, Mason ve Bektaşilerle bağlantısını, 2. dünya savaşı sırasında Türkiye’de bulunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2. dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt 238 Faruk Arslan üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı: ‘Hitler'e ve Nazilere iktidar yolunu açan esrarengiz bir okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'. İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu. Aynı zamanda Bektaşi ve Mason olan bu Baron Von Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında bu tür bağlantılar ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar. Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok açıklanamayan nokta ortada kalıyor. Atatürk’ün bu baronla ve Ziya Gökalp ile mesaisi pek bilinmiyor. Örneğin Atatürk’ün Türkçülük ideoloji konusunda en fazla etkilendiği diğer isim Azeri kökenli Ahmet Ağaoğludur. Berin Nadi’nin çocukluğundan bahsederken zikrettiği Ahmet Ağaoğlu (Agayef)’dan bahsetmek gerekiyor. Tarih tünelinde hızla yol alıp, bağların sürekliliğini göstermek açısından gerekiyor, Kemal Derviş’e geleyim. Bugün bir başka eupatrid Kemal Derviş Eylül 2001 tarihinde Londra’da çocukluk 239 Faruk Arslan arkadaşım dediği bir başka eupatrid Kemal Nebioğlu’nun evinde kalmıştı. Ünlü Mocan Yalısı, Pembe Yalı’nın sahibi Şevket Mocan, ünlü bir sağcı, ünlü bir mason ve DP milletvekili Şevket Mocan’ın karısı Sara Hanım, Bektaşi Nazım Hikmet’in teyzesi. Şevket Mocan’ın çocukları Ayşe, Dündar Baştımar’la evleniyor, diğer çocuk Rüya da Samet Ağaoğlu’nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu’yla. Daha sonra da Rüya Hanım bir evlilik daha yapıyor İlhan Nebioğlu’yla evleniyor ve Londra’da oturuyorlar. Şevket Mocan’ın Nazım Hikmet’in teyzesi.olan Sara Hanım’la evlenmeden önceki eşi olan Nihal Hanım’ın babası eski milletvekili Ahmet Refik Uluçay; Nihal Hanım, Necmettin Sadak’ın da baldızı. Sedef Adası’nın eski sahibi Rüyap Şehsuvaroğlu, Şevket Mocan’ın kuzeni. Necmettin Sadak, eski Dışişleri Bakanı, mason ve Ali Naci Karacan’ın da ortağı, Akşam Gazetesi’nin eski sahibi. Şevket Mocan’ın çocuklarından Ayşe, Dündar Baştımar’la evleniyor. (Şevket Mocan’ın babası Deli Remzi Paşa, annesi ise Ayşegül Mediha ve Ayşegül Mediha Hanım’ın babası da İngiliz Sait Paşa. İngiliz Mehmet Sait Paşa, İngiltere’de okuduğu için İngiliz deniyor. Müşir, Vali, Rasathane Müdürü; Divanyolu 2. Ada’da gömülü. Şevket Mocan’ın baba dedesi de Fethi Ahmet Paşa, Pembe Yalı’yı yani Mocan Yalısı’nı da yaptıran o zaten ve ilk Viyana Sefiri. ( Er, 2003). Türkçülüğüyle tanınan Ahmet Ağaoğlu’nun Demokrat Parti’nin ağır toplarından olan oğlu Samet Ağaoğlu da babası gibi mason. Samet Ağaoğlu, tıpkı Berin Nadi gibi ülkenin eupatrid olmanın göstergelerinden birisi olan Işık Lisesi mezunu. Dündar Baştımar, Sürmene doğumlu, bir başka çok önemli okul olan Şişli Terakki Lisesi 1937240 Faruk Arslan 1938 mezunu. (www.terakki.org.tr) Dündar Baştımar, TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın amcasının oğlu. TBKP’den ve TİP’ten tanıdığımız Nihat Sargın’ın eşi Yıldız Hanım, Dündar Baştımar’ın kardeşi. Baştımar Kardeşler, Baştımar’ın komşu köyü olan Kastel Köyü’nün yetiştirdiği memleket "büyüğü" Banker Kastelli’nin yani Abidin Cevher Özden ile kardeş torunları. (Dündar Kılıç da Baştımar’ın ünlülerinden. Sürmene’nin diğer ünlü sol ismi Sevim Tarı Belli’dir.) Samet Ağaoğlu’nun oğullarından Tektaş Ağaoğlu ise Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kurucularından ve önemli isimlerinden birisi. Yukarıda Doğan Avcıoğlu’ndan yaptığımız alıntı aklıma Munis Tekinalp ya da Tekin Alp olarak da bilinen, Siyonizm Kongresi’ne Selanik Delegesi olarak katılan gerçek ismiyle Moiz Kohen’i çağrıştırdı. Türk Milliyetçiliğinin en önemli savunucularından olan Moiz Kohen’e en yakın isimlerden birisi de Ziya Gökalp. Türk Milliyetçiliğinin ideologlarından olan Ziya Gökalp’e de, ideolojisi ve bağları dolayısıyla değinmeden geçmemiz mümkün değil. Çünkü Atatürk’ün ulus milliyetçilik öğretisini Gökalp’den esinlenerek oluşturduğunu biliyoruz. Dört bine yakın Fransızca kitap okuyan Atatürk, fazlasıyla Fransız etkisindedir. Devrine göre haraket etmiştir. Osmanlı, son 50 senesinde Fransa etkisindedir, Harp Okulu’nda yabancı dil olarak Fransızca okutulmaktadır. Jön Türkler üzerinden gelen dinsizlik akımı Osmanlı aydınını kuşatır. Şinasi’nin dostu Auguste Comte "alemişul din"e davet için dönemin Paris ortaelçisi olan Mustafa Reşit Paşa’ya uzun bir mektup yazmış, "Tanrı’nın yerine ilmi ve beşeriyeti ikame eden yeni dinin peygamberi sıfatıyla Reşit Paşa’ya müracat ediyor ve 241 Faruk Arslan ondan yeni bir hatla Doğu’da bu yeni dini yaymasını istiyordu." Osmanlı aydınlarını ateist yapan, masonluğun kucağına atan süreç böyle gelişmiştir. Tarihteki önemi bazen önüne gelen "Büyük" sıfatı kadar önemli olan, aynı zamanda çok da önemli bir mason Mustafa Reşit Paşa’nın koruyuculuğunda Paris’e giden Şinasi, Pozitivist düşünürlerle temasa geçiyor ve "M. Kaya Bilgegil’e göre "Şinasi Efendi değil naat yazmak hiçbir şiirinde Hz. Peygamberden bile bahsetmez." İlk gazete Tercümanı Ahvalı çıkartan Şinasi, dinden kaçışı mason Bektaşilikte bulur. Modernleşmenin siyasal ve ideolojik alanda ilk sistematik uygulamaları baktığımızda Tanzimat’la karşılaşırız. Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında, pozitvizm ile modernleşme arasında bire bir örtüşme görüyoruz; bu da modernleşmenin doğası gereği hele de ithal olunca doğal. Modernleştiriciler aynı zamanda, ilk pozitivistler olarak da karşımıza çıkıyor. Pozitivizmin kurumsal olarak baş tacı edildiği, yeni din olarak hayata sokulduğu oluşum ise İttihat ve Terakki olmuştur. A. Comte tarafından vazedilen "ordre et progrés" yani Nizam ve Terakki, İttihat ve Terakki için önerilen ilk isimlerdendir; nizam sözcüğü yerine dönemin şiarı olan ittihat sözcüğü seçilmiştir. Pozitivizmin bir düşünce olarak yaygınlaşması da İTC’nin yayın organı olan Meşveret önemli bir rol oynamıştır. Modern Sosyolojinin kurucusu da sayılan Auguste Comte, toplumların değişim teorisi olarak, bir tarih felsefesi olarak meşhur üç hal yasasını formüle etmiştir; üç hal yani sırasıyla teolojik-metafizik-bilimsel olarak adlandırdığı aşamaları, toplumların halleri olarak belirtmiştir. Bu üç hal yasasının kuşkusuz karşılığı metafizik karşıtlığı ve onun da pratik de laiklik olmuştur. 242 Faruk Arslan Pozitivizmin İTC içinde en önemli temsilcilerinden birisi de Cemiyet’in ideologlugunu üstlenmiş olan Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’i pozitivizmle ve masonlukla tanıştıran aynı isimdir : Abdullah Cevdet. Abdullah Cevdet keskin bir din düşmanlığını en radikal bir biçimde sergileyerek, ölümünden sonra cenaze namazının kılınıp kılınması sorun olan birisidir. Ziya Gökalp’in intihar girişimiyle, Beşir Fuad’ın (o da masondur) intihar girişimi arasında inanç sistemleri bakımından bir paralellik bulunabilir. Bileklerini kestikten sonra son ana kadar hissetiklerini yazıya döken Beşir Fuad, veda mektubunu da, "Ey Hakim" diye hitapla başlayacak kadar saygı duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye (masondur) yazmıştır. Ziya Gökalp’in, Cemil Meriç’in deyişiyle kırıntılarını ithal ettiği asıl isim de Emil Galip Sandalcı’nın adaşı Emile Durkheim olmuştur. "En büyük özelliği çok az konuşması… Her toplantıda hiç kımıldamadan oturur, dinlermiş. Ağzını açmazmış. Sonra ve bazan bir terleme başlarmış. Terleme, Ziya Gökalp’in konuşacağının işareti olurmuş. Ziya Gökalp, her zaman, konuşmadan önce sıkıntıdan terlermiş. Ziya Gökalp az konuşmasıyla ve teorisyeni olduğu İttihat ve Terakki’nin zilediği politikaya hiç karışamadan büyük düşünür koltuğunu korumuş."(Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, s.186) Gençliğindeki intihar girişimin izini ömür boyu taşıyacak olan M. Ziya Gökalp, Diyarbakırlı. Dedesi yörenin ünlü fikir insanlarından birisi. Gökalp’i çok etkileyen babası Tevfik Efendi, memur; vilayetin resmi gazetesinin müdürlüğünü yapmış, istatistiki salname yazmış, Diyarbekir Tarihi isimli bir kitabı var; en son görevi de nüfus işlerini idare etmek. Annesi Zeliha Hanım da 243 Faruk Arslan eşraftan bir ailenin kızı. (Ali N. Göksel, Ziya Gökalp : Hayatı-Eserleri, Aktaran: Mehmet Karakaş, Türk Ulusçuluğunun İnşası, s.166) "Bir akşam eve geldiğimde babamı çok üzgün buldum. Beni görünce ‘Gel dedi. Sana çok kederli bir haber vereceğim. Çok ağlayacaksın!… Çünkü sizin en büyük hocanız ve ulusun da en büyük adamı olan Namık Kemal vefat etti’… ‘İşte sen bu adamın arkasından gideceksin ! Onun gibi vatanperver onun kadar hürriyetperver olacaksın !… Bu sözler bende o kadar etkili oldu ki, o zamana kadar bende olmayan yeni bir mefkure melekesi yarattı. Çünkü bu andan itibaren şuurlu bir hürriyetperver, uyanık bir vatansever gibi düşünmeğe; hürriyet, vatan, ulus mefkurelerini her şeyin üstünde görmeye başladım."(Ziya Gökalp, Felsefi Vasiyetler; Aktaran : Mehmet Karakaş, s.167) Namık Kemal ile Nazım Hikmet akrabadır. Ahmet Mithat, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in ortak bir paydaları hepsinin mason Bektaşi olmasıdır. Ahmet Mithat Efendi’nin bir de Melami olduğunu biliyoruz. (Toplumsal Tarih, Ocak 2002) Gökalp’in Diyarbakır’ı dönemin sürgün yerlerinden birisi olduğu için, dönemin pek çok muhalifi de burada toplanmış durumda. İstanbul’dan, merkezden uzak bu şehir adeta Doğu’nun Selanik’i durumunda ve etnisite olarak da heterojen bir yer. Gökalp, Diyarbakır Vilayeti Maarif müfettişliği yapıyor, İttihat ve Terakki Diyarbakır Şubesi’ni kuruyor, Peyman gazetesinde yazıyor, 1909’da Selanik’te yapılan İTC kongresine üye olarak katılıyor, 1910’da İTC’nin Selanik İdadisi’nde sosyoloji dersleri vermeye başlıyor, 1911’de Gökalp ismini kullanmaya ve 244 Faruk Arslan Türk Yurdu’nda yazmaya başlıyor ve 1912’de İstanbul’a yerleşiyor. 1919’da Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya sürgün gönderiliyor. Mustafa Kemal’e dilekçeler veriyor, 1923’te milletvekili yapılıyor, CHP’nin dokuz umdesinin hazırlanmasında çalışıyor. (Hamit Bozarslan, M. Ziya Gökalp, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi) Ziya Gökalp, kendisini Emile Durkheim’in şakirdi olarak tanımlıyor. İlk sosyoloji çevirisi kitap 1912’de yayınlanan Emile Bougle’nin kitabı ve İlm-i İçtihad nedir ismini taşıyor. Kitabın çevirmeni de tanıdık bir isim : Mustafa Suphi. Kitap, Durheim’in sosyolojisin tanıtan ilk kitap. (Zafer Toprak, Osmanlıda Toplumbilimin Doğuşu, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, s.312) İlk "telif" sosyoloji kitabı da Ziya Gökalp’in ders notları; bu da tamamen Durkheim’in sosyolojisi ve Durkheim’in sosyolojisinin temel kavramı, opus magnumu olan "toplumsal işbölümü" (aynı zamanda doktora tezi) de Dr. Abdullah Cevdet tarafından çevrilmiş. Durkheim, toplumu anlamak için üretim ilişkilerini merkeze alan Marx’a karşı toplumsal bilinci öne çıkarır. Durkheim’e göre, toplumsal bilinç, bireylerin inanç ve duygularının bütünüdür; ancak toplumsal bilinç bireylerin geçiciliğinden bağımsız olarak kalıcıdır, bu bilinç toplumda kendiliğinden vardır. Herkes toplumsal görev ve sorumluluklar yüklüdür, aksi takdirde toplumsal bilinç zayıflar Durkheim’e göre.Ziya Gökalp’te bu toplumsal bilinç, şuur olarak bir ülküdür ve millet oluşmasının da temel dayanağıdır. Dönemin etkin dergisi Yeni Mecmua’da Moiz Kohen’le (Tekin Alp) birlikte yazan Ziya Gökalp, dönemin 245 Faruk Arslan ideolojisini yansıtan solidarizmin (dayanışmacılık, bağlılık) de yine Moiz Kohen’le birlikte yerli versiyonunun da en büyük teorisyenleri. Solidarizm; sınıf çatışmalarına yer vermeyen, özel mülkiyetin ve hür teşebbüsün önemine inanan ama ekonomiye devletin müdahalesinin de gerekli olduğunu savunan, laikliği düstur olarak kabul eden bir öğreti. Cumhuriyet’in "imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz" vecizesi solidarizmin şiar haline gelmiş, formüle edilmiş hali. Toplumsal işbölümü, meslek farklılıkları var, bu başta yazdığımız organik bir dayanışma, "sınıf yok meslek var , hak yok vazife var, fert yok cemiyet var. Durkheim’in bireyi de Gökalp’te kayboluyor ve tam anlamıyla totaliter bir yapı tasavvuru var. Söylediği söz aynen şöyle: "Dahiler ve kahramanlar dışındaki fertler büyük bir kıymeti hazi değildir." Ziya Gökalp’in kıymeti haiz olarak gördüğü ve en çok methiyeler düzdüğü kişiler de Talat Paşa ve Mustafa Kemal. Gökalp’in birinci şiarı olan Türkleşmek, ırk temeline dayanmayan ama Durkheim’in söylediği tarzda, toplumsal bilincin unsuru olarak, bireylerden bağımsız bir "hars" olarak, toplumun değişmez ortak bilinciydi. Bu bilince sahip olmayan örneğin Ermenilerin kırılmasını da bu yüzden canı gönülden desteklemiştir. Gökalp’in modelinde kavimler ve etnik unsurlar millet sayılamayacağı ve bu ayrılık toplumsal bilinç modeline göre Kürtler de asimile edilmeliydi. Durkheim’de toplumsal bilinç için antik çağa gidiş varsa, Ziya Gökalp’te de Orta Asya Türklerine gidiş vardı. Gökalp’in bu geri gidişinin bir modelini de Mussolini, Roma’ya dönerek gerçekleştirmiştir. Ziya Gökalp’in fikirleri, aynı zamanda kitabının da adı olan Türkleşmek, İslamlaşmak 246 Faruk Arslan ve Muasırlaşmak olarak özetlenebilir. İslamlaşmaktan kastedilen ise şuydu : Toplumsal bilincin unsurlarından biri olan din devlete itaati gerektiriyordu ve din avam tabakanın unsuru olarak işlevsel bir araçtı, denge unsuruydu, dolayısıyla gerekliydi; bu yüzden bugün örneğini yaşadığımız bir din yaklaşımı vardı. Gavura karşı dini kullanmak gerektiğinde en dindar müslüman gibi davranmak. Devletin belirlediği tek bir din modeli dışında kalanlara, örneğin Aleviliğe yer vermemek. Gökalp’in tasavvuru olan ulus-devlet adım adım gerçekleşti; sınıf değil meslek ayrımı, dinler değil din, laikçi-inanç hürriyeti olmayan, milletler değil-Türk Milleti, Batılı değil-Batıcı, vatandaşın devlet için varolduğu, hak değil vazifenin olduğu, bireyin bir değerinin/hakkının olmadığı… Platon’un modelindeki üstün insan olan filozof-kral (Osmanlıda Allahın yeryüzündeki gölgesi Padişah) bu modelde "dahi ve/veya" kahraman olarak yine hikmetinden sual olunmayan ama bu kez gücünü dünyevi meziyetlerinden alan bir tiran olmuştur. ( Er, 2003). Mason Bektaşilerin, Türk milliyetçiliğine dayalı ulus devleti nasıl kurdurdukları şimdi daha iyi anlaşılabilir. Türkçülüğün ideoloğu Kürt kökenli Bektaşi Türkcü ve mason Ziya Gökalptir. Şimdide Sabataycı Bektaşi masonik yapılanmanın çok övündükleri, derin devletin kurulmasına beşiklik eden, gizli toplantıların yapıldığı Bektaşi dergahı Şehitlik Tekkesine göz atalım. 247 Faruk Arslan On İkinci Bölüm MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ 1666'dan sonra Sabetayistlik; 1738'de Papa XII. Clemens'in yasaklamasıyla masonluk ve 1826'dan sonra Bektaşîlik varlıklarını hep "gizli cemiyet" olarak sürdürmek zorunda kaldılar. Toplanmaları, törenleri, simgeleri hep bir sır barındırıyordu. Sabetayistler, Müslüman olup tekke-dergâhlara girdiklerinde Yahudi inancının bazı ritüllerini beraberlerinde getirdiler. Reha Çamuroğlu, Balkanlar'da birçok Hıristiyan'ın, "On İki Havari" ile "On İki İmam" arasında kavramsal akrabalık kurduklarını; "Mehdi"yi, "Mesih" olarak bağırlarına bastıklarını belirtiyor. {Değişen Koşullarda Alevîlik, 2000, s. 55.) Bezmiâlem Sultan ve Pertevniyal Sultan'ın da desteğiyle 1846’da sonra Bektaşîler yavaş yavaş sürgünden dönüp, tekkelerini yeniden sessizce kurmaya başladılar. Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tekkesi kısa sürede eski günlerine dönmeyi Büyük Mahmud Cevad Baba'nın oğlu Mehmed Abdünnafî Baba döneminde başardı. Tekke onun döneminde "Nafi Baba Tekkesi" olarak tanınmaya başladı. Hoşgörülü, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında, kendi özgün fikirleri ve ritüelleriyle bilinen Bektaşîlerin, hemen hemen aynı ülküyü paylaşan masonlarla yan yana gelmesi doğaldı. Tıpkı gizlenen Sabetayistler mason localarına girebilmek için ne kadar hevesli ise, sadece felsefî yakınlık değil, tarihî şartların da 248 Faruk Arslan dayatması sonucu Bektaşîler de mason oldular. Bektaşî tekkelerinin başına gelenler, kendisi de bir Bektaşî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı çok kızdırdı. Osmanlı'yla savaş noktasına gelecek kadar Bektaşî'ydi. Bektaşîler üzerindeki Saray baskısının kalkmasında Kavalalı ordusunun Kütahya'ya kadar gelmesinin de etkisi vardı. İttihat ve Terakki'nin sadrazamı Said Halim Paşa, ailece masondu. Babası Prens Abdülhalim Paşa da masondu, üstelik Fransız Yüksek Şûra üyeliğine kadar yükselmiş önemli bir masondu. Osmanlı'da mason locası kurmaya yetkili görülecek kadar Fransız masonlarının güvenini kazanmıştı. Bektaşî-mason ilişkisinin temellerini Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın çocukları ile torunlarının atmış olması tesadüf değildir. Entelektüel gelişmesine büyük katkısı olan Bektaşî dedesi Vali Abdüllatif Paşa'nın etkisinde büyüyen, bu tesirle Hz. Ali aşkıyla dolup taşan mısralar kaleme alan, Kerbela mersiyeleri yazan; Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu Mustafa Fazıl Paşa ilişkisi nedeniyle Avrupa'ya gidip Jön Türk hareketini başlatan Namık Kemal gibi Osmanlı münevverleri Bektaşî-mason ilişkisinde köprü görevi yaptılar. O baskıcı günlerde birçok Bektaşî'nin mason olduğu artık bilinen bir gerçek. Şehirli insanın tarikatı Bektaşîlik, liberaldi, katı kuralcı, tutucu değildi. Bu nedenle, dinler ve mezhepler üstünde gördüğü masonlukla hemen kaynaşması normaldi. İslam’ı sıkı bir müslüman olarak yaşamaktan kaçanlar için barınaktı. Üstelik ortak siyasî çıkarları vardı: Bektaşîler ve masonlar Jön (Genç) Türklerin örgütlenmesinde, İttihat ve Terakki'nin kurulmasında hep ittifak yaptılar. Bu birlikteliğin itici gücü Sabetayistlerdi. Bektaşî, mason ve Sabetayistlerin 249 Faruk Arslan ortak noktası, değişmez ritüeli "sır" saklamak, sırla dolu hayatı sürdürmekti. Bektaşîlik, Sabetayistlik ve masonluk; üçü de "sırlar cemiyeti"ydi; gizliliği kurumsallaştırmışlardı. (Yalçın, 2006). Bektaşî Şehitlik Tekkesi yönetiminde "erbabiye"lik göz önüne alınarak "evladiyelik ilkesi uygulanıyordu, yani "baba"lık babadan oğula geçiyordu. Büyük Mahmud Cevad Baba'dan sonra postnişinliğe kısaca "Nafi Baba" denen Mehmed Abdünnafi Baba'nın oturuyordu. Tekkenin adının duyulması da Nafi Baba döneminde oldu. Şehitlik Tekkesi, "Nafi Baba Tekkesi" olarak bilinmeye başlandı. Nafi Baba kimdi ? Şeyhülislamlıktan kalma binlerce belgeyi, Diyanet İşleri Başkanlığı "Şer'iye Sicilleri Arşivi"nde sekiz yıllık bir çalışma sonucu tasnif edip, Son Devir Osmanlı Uleması kitabını yazan Sadık Albayrak, Şeyh Abdünnafi Efendi (İstanbullu) biyografisi hakkında şu bilgileri veriyor. Şehitlik Dergâhı postnişini ve Şeyh Bedreddin'in hafidi Mahmud Cevad Efendi'nin oğlu olup hicrî 1251 senesinde İstanbul'da doğmuştur. Dinî ilimleri Silivri Müftüsü Sadık Efendi ile Adanalı İsmail Efendi'den ve Fatih Camii dersiâmlarından Musa Kâzım Efendi'den tahsil eylemiştir. 9 Temmuz 1262'de (3 şaban 1264) uhdesine İbtidaî Hariç İstanbul Müderrisliği payesi tevcih buyurulup 1 Mart 1271'de müderrislik maaşı tahsis edilmiştir. 25 recep 1288'de Musıla-i Süleymaniye'ye vâsıl olan müderrisliği muharrem 1326'da (22 kânunuisanî 1323) Bilad-ı Mahreçten Halep Mevlevîyeti'ne terfi olunup 11 kânunusani 1324'te Mevlevîyetten infîkak etmiştir. Bu tarih İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği tarihti; demek ki Nafi Baba "özgürlüğünü" 1908'de ilan etmişti! 250 Faruk Arslan Nafi Baba, o tarihe kadar, "takiye" yaparak Bektaşîliğini hep saklamış; Nakşibendî hocalardan dersler almış; Osmanlı Sarayı'yla ilişkilerini düzeltmişti, ilmiye payesi alarak kendisine Saray’dan maaş bağlatmıştı. Ahmed Vefik Paşa Eyüp'e gömülmeyi vasiyet etmişti. Ancak Sultan II. Abdülhamid buna izin vermemiş ve, "Protestanlara arsa satan adam, kıyamete dek, onların çan sesini dinlesin" diyerek Rumelihisarı mezarlığına gömülmesini emretmişti. (Mustafa Müftüoğlu, Târihî Gerçekler, s. 47.) Cenazenin kaldırılışının gecikmesi dönemin gazetelerinde de benzer yorumlara neden olmuştu. 1 Nisan 1891 tarihi açıklanmıştı, 4 nisanda defnedildi. Nafi Baba, "el altından" İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne yardımlarda bulunuyordu. İttihatçıların İstanbul'daki gizli buluşma yerlerinden biri de Nafi Baba Dergâhı'ydı. İttihatçılar iktidar olunca Nafi Baba da kendi iktidarını kurdu. Tıpkı diğer Bektaşîler gibi... İttihatçılar iktidar olunca Bektaşîler, 1826'dan beri süren uzaklaşmadan sonra yine merkezî hükümetle yakın ilişki içine girdiler, örneğin, Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münir Baba’nın oğlu Hüseyin Avni Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin mesul kâtip muaviniydi. Onun nüfuzu ve aracılığıyla Merdibanköy/Merdivenköy (Şahkulu) Tekkesi şeyhliğini Filibeli İbrahim Fevzi Baba'ya verdiler. Muhibben adlı dergiyi çıkarmaya başladılar. Ancak İttihatçı-Bektaşî ilişkisi zamanla sorun da getirecekti. İttihatçıların "Türkçü-milliyetçi" çizgileri, Arnavut Bektaşîler ile Rumeli ağırlıklı İstanbul Bektaşîlerini karşı karşıya getirdi. İttihatçıların "İttihad-ı Anasır" politikası, Türkler ile Arnavut Bektaşîlerin yollarını ayırdı. Türk Bektaşîler, Bektaşîliğin İttihat ve Terakki Cemiyeti 251 Faruk Arslan tarafından resmen tanınacağım düşündüler. Ama Bektaşîlere "resmî hüviyet”i İttihatçılar da veremedi! "Resmî hüviyet" yoktu ama, geniş bir serbestlik vardı. Bektaşîler artık kimliklerini saklamıyorlardı. Birçok Bektaşî devlet bürokrasisinde önemli görevlere gelmişti. (Yalçın, 2006). Nafi Baba, sıradan bir "baba" değildi; Arapça, Farsça dışında İngilizce ve Fransızca biliyordu. İyi bir eğitim gördüğü belliydi. Nafi Baba Tekkesi, bugün Robert Kolej toprakları içinde. New Yorklu zengin bir tüccar olan Christopher Rheinlander Robert, 1856'da İstanbul'u ziyareti sırasında, Kırım Savaşı'ndan yaralı dönen askerlere, Selimiye Kışlası'nda yardım eden Protestan papaz Dr. Cyrus Hamlin'le tanıştı, ikisi de Protestan Metodist mezhebine mensup misyonerlerdi. Metodist mezhebi daha çok sağlık alanında misyonerlik çalışması yapıyordu. Tüccar Robert ile papaz Hamlin, İngilizce eğitim veren bir okul açmaya karar verdiler. C. R. Robert finans yükünü omuzlarken, Dr. Hamlin de kolejin kuruluş sorumluluğunu üzerine aldı. Yer olarak beğendikleri, Şehitlik Tekkesi yanındaki Ahmed Vefik Paşa'ya ait taşocağı arsasıydı. Önceleri paşa arsasını satmak istemiyordu ama devreye kendini yetiştiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa girince satmak zorunda kaldı. Ahmed Vefik Paşa masondu; "üstatlarının", en çok da, hep yanında olduğu Mustafa Reşid Paşa'nın bu arsa satış işinde devrede olduğu düşünülebilir. "Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi dönme"ydi. (Mehmet Şevket Eygi, Yahudi Türkler yahut Sabetaycılar, 2000, s. 22.). Nafi Baba ailesi soyadı yasası çıktığında "Pektaş" soyadını aldılar. Damadı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın 252 Faruk Arslan istihbarat şefi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in kayınbabası Hacıbeyzade Ahmed Muhtar "Yeytaş" soyadını aldı. Bilinen Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi Yahya Naci Efendi'nin, Bulgar mühendisiyken Müslüman olduğuydu. Padişah fermanı olmadan inşaata başlanmayacağını bilen Amerikalılar, izni beklemeden, önce kiralama yoluyla bir bina bularak öğrenime başladılar. Eylül 1863'te Robert Kolej öğrencilere kapısını açtı.. 4 Haziran 1869'da padişahtan izin çıktı. Okulun yapımı 1871'de tamamlandı. On yıl sürdü. Sonra ikinci bina yapıldı. Kolej bina ve öğrenci olarak her yıl büyüdü. Okula her din ve dilden öğrenci kabul ediliyordu. Robert Kolej'in, Bektaşî Şehitlik Tekkesi yanında kurulması tesadüf olamazdı. O yıllarda Anadolu'yu dolaşan Protestan misyonerlerin en önemli üç hedefi vardı: Ermeniler, Kürtler ve Alevîler! Yıllardır, kendilerini ifade etme olanağı bulamayan, kimlikleri nedeniyle ezilen, ümmetin parçası kabul edilmeyenleri Protestanlar "dönüştürmek" istiyorlardı. Ancak bu olumsuz koşullara rağmen Müslümanlar misyonerleri pek sevindirmiyorlardı. Ama sayıları çok az olsa da Protestan olanlar vardı. Protestanlığı kabul etmiş Müslümanlar, Amerikan misyonerlerinin İstanbul Bebek'te kurduğu Bebek İlahiyat Okulu'nda eğitimden geçiriliyordu. (Lukas Hans Kieser, Iskalanmış Barış, 2005, s. 112.) Komşuları Amerikan misyonerleri o günlerde harıl harıl çalışırken Nafi Baba, 1908'de vefat etti. Tekkenin başına oğlu (Neşet Hanım'dan olan) Küçük Mahmud Baba geldi. Küçük Mahmud Baba hep devlet görevinde çalışmıştı: Dahiliye Nazırlığı Özel Kalemi'nde; Gümrük Müdürlüğü'nde; Maarif Nazırlığında; İngilizce öğretmeni olarak Darülfünun'da vb... Tekkeler 1925'te kapatılırken, 253 Faruk Arslan Nafi Baba Tekkesi'nin postnişini Küçük Mahmud Baba’nın oğlu (Cemile Sabiha Hanım'dan olma) Abbas Nusret Baba'ydı (1898-1975). Abbas Nusret Baba, postnişin olmak için Londra Büyükelçiliği'ndeki görevini bırakıp İstanbul'a gelmişti. Abbas Nusret Baba aynı zamanda, İngilizlerin "ata sporlarından" kriketi Osmanlı'da ilk oynayan sporculardan biriydi. Nafi Baba Tekkesi'ne postnişin olarak sonra, İstanbul edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı Nafi Baba’nın kızı Fatma Hayriye'den torunu Hüseyin Pektaş oturdu. Robert Kolej'den sonra öğrenimine Sorbonne'da devam etti. Robert Kolej'de öğretmen oldu. O yıllarda kolejde, "Türk Öğretmen Grubu"nu kurdular. Grupta kendisiyle birlikte, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Feridun Nigâr ve İsmail Hikmet Ertaylan vardı. Hüseyin Pektaş, Mudanya ve Lozan görüşmelerinde sekreter ve çevirmen olarak görev yaptı. 1935'te Robert Kolej'e yönetici oldu. Eşi, Mihri Pektaş, Cumhuriyet'in ilk kadın milletvekillerinden biriydi. (Yalçın, 2006). Nafi Baba Türbesi, Boğaziçi Üniversitesi'nin kampusu içerisinde, Boğaz'ın ayaklar altında kaldığı bir yamaçta bulunuyor. Küçük ama oldukça bakımlı bir türbe. Bu türbenin etrafında irili ufaklı birçok mezar taşı da bulunuyor; bu mezar taşlarından Latin harfleriyle yazılmış olanlar sadece iki adet: Edirneli Hayriye Bacıoğlu ve Ömer Lütfü Erselçuk. Üniversite kampusu içerisinde bulunan bu türbenin bir başka özelliği de, türbeden haberdar olan Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının evlendikten sonra burayı ziyaret edip dua etmeleri. Nafi Baba'nın soyu, Yener, Yeşim, Atayolu, Eren, Soyak, İpekçi soyadlarıyla sürüyor… 254 Faruk Arslan Tarikatların özel mezarlıkları vardı. Örneğin, Selanik'teki Mevlevihane'nin hemen yanında dergâhın mezarlığı bulunuyordu. Sabetayist Mevlevî Mehmed Esad Efendi, Kasımpaşa Mevlevîhanesi naziresine defnedilmişti. Bülbülderesi Mezarlığı'nın, Osmanlı döneminde bir dergâh mezarlığı olması büyük ihtimal. Mezarlık büyük olduğundan mı, yoksa araya hatırlı isimlerin girdiğinden mi bilinmez, Cumhuriyet özellikle tekke ve zaviyeleri kapattıktan sonra, dergâhlara defin işlemleri durdu. Bülbülderesi Mezarlığı'nı "dergâh mezarlığı" statüsünden çıkardı. Bülbülderesi, genel Müslüman mezarlığı sınıfına sokuldu. Bülbülderesi Mezarlığı Sabetayist Karakaşî grubunun mezarlığıydı. Fevziye Mektepleri de aynı grubun okuludur. Dolayısıyla mezarlarının bulunduğu yere yaptırdıkları caminin adı da Fevziye Camii olacaktı! Sabetayistlerin cami yaptırma "geleneğinin" vardı. (Yalçın, 2006). Soner Yalçın, Efendi kitabında Selanik'in en büyük camii, Yeni Cami'den bahsediyor. (s. 58.) 1899'da ölen Rabia Adviye adlı Sabetayist bir hanımın "Bedevî Dergâhı" yaptırdığı da biliniyor. (Ilgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, 1998, s. 42. Türkiye'de milliyetçi hareketin önde gelen isimlerinden M. Raif Ogan’ın Masonluk, içyüzü, Sırları adlı kitabı 1950'li yıllarda hayli ses getirmişti. İslam Dünyası adlı bir dergi çıkarmıştı; Fahrettin Kerim Gökay gibi birçok öğrenci yetiştirmişti. İlahiyatçı Ogan'ın Sebatayist olması düşünülemez herhalde! (Yalçın, 2006). Soner Yalçın, söz konusu kitabında kasıtlı olarak üç yerde Fethullah Gülen’i Huruficilikle suçluyor, masonik Bektaşiliğin beslendiği kaynağı gizlemek için müthiş bir gözbağcılığı yapıyor. Buna ters köşeye yatırma denir. Bu nedenle Hurufilik konusuna geniş yer vereceğiz. 255 Faruk Arslan On Üçüncü Bölüm MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK Osmanlının temelinde yer alan Bektaşi tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve hizmetlerde bulundular. Alperen kültürünü Anadoluya getiren Yesevilik, Nakşilik, Mevlevilik ve Melamilikle birlikte Osmanlı’yı kurdular. Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı. Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bu fikirleri yayanları, 16. yüzyıldan itibaren Bektaşi olmuş Avdeti Mehmet Efendi ve çevresindeki 200 Sabataycı aile destekledi. Bu dönemde Bektaşi görünen Sabetaycılarda, kendilerine en yakın gördükleri Hurufilik öğretisini gizlice hortlattı. Bir müddet sonra da hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı. 1900 başlarında Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılırdı: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz Müslümanlardı. İkincisi sahte, Sabataycıların kurguladığı yalancı masonik Bektaşilerdi. 1826'da Yeniçeriler ortadan kaldırılıp Bektaşi tekkeleri kapatılınca, sürgün edilen Bektaşiler, kendilerini korumak için Masonluğa girmeye başladılar. 256 Faruk Arslan Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik” nedir, bunun üzerinde durmak istiyorum. Hurufilik, İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biridir. Kurucusu bir Acem (İran) Yahûdîsi olan Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizî’dir. Hurufilik, Allahı ve genel olarak da alemi sayılar ve harflerle açıklayan Kabbala tarzı bir öğreti. Mason Bektaşiliğin Bektaşiliği ele geçirmesinden sonra Alevilik üzerinde Hurufi’liğin çok etkisi oldu. Sabetaycılıkta Tanrı'nın söylenmesi yasak olan adının harflerinin sayısal değerlerinin toplamı 26, o yüzden 26 kutsal sayıdır. Hurufilikte de bu sayı 28. Kuranı meydana getiren harflerin toplam sayısı 28. Huruf, harfin çoğulu oluyor, harfler demek. Huruf ilmi ya da ilm-i huruf harflerden anlam çıkarıp yorumlamak oluyor. Hurufilere göre insan yüzünde de 28 harf var, dolayısıyla insan yüzü Tanrı'yı gösterir. Örneğin, ağız ayın harfine, burun lam harfine, çene ye harfine benzetilerek insan yüzünde Ali okunuyor derler. Azerbaycan'da Fazlullah Timurlenk tarafından asılınca müritleri Anadolu'ya kaçtı. Şeyh Nesimi onlardandı. Hurufiler, Bektaşiler'in arasına gizlendi. Hurufi inanışına göre, insanda Tanrı mayası, nüvesi vardı. İnsanın yüz hatlarında harflerden oluşan alfabenin varlığı inancı Aleviliğe Hurufilikten gelmiştir. Kaşlar, burun Ali'nin adını tanımlayan harflerdir. Bıyık da bu adı tamamlar. Bunun için Aleviler bıyığa önem verirler. Bektaşilik ile Alevilik zamanla farklılaşsada, felsefi kökleri ve etkileşim sahaları aynıydı. Bektaşiler, Balkan ve Trakya'ya yerleşimişlerdi. Aleviler, Anadolu köylerinde yaşayıp hep göçebe oldular, cahil kaldılar. Osmanlı, Bektaşiliği yasakladıktan sonra Balkan 257 Faruk Arslan topraklarını kaybedince Bektaşilik çok zayıfladı, Alevilik canlandı. Bektaşilerin marifetleri, Alevilere geçti. Aleviler ilim yuvalarına sığındılar, yüksek okullara başladılar. Kültür seviyeleri yükseldi, 21’inci asrın en laik fikirlileri oldular Türkiye’de. Yüzlerce Cem evi açtılar, vakıflar kurdular. Bektaşiler, Alevilerden kendilerini sakındılar. Önemli Bektaşi babaları, "biz Alevi değiliz" diyordu. Esasta aynı olmalarına rağmen masonlukla Bektaşiliğin içiçe geçmesiyle birlikte ayinlerde bazı farklar oluştu. Bektaşilikte, Semah ve musahiplik yoktur. Osmanlıda Yeniçeriler ile Bektaşiler arasında sıkkı ilişkiler vardı. Orduyu elde tutma alışkanlıkları Türkiye Cumhuriyeti döneminde de sürdü. Bektaşiler ve Aleviler, çocuklarını sürekli askeri okullara gönderdi. Bektaşi Tekke’lerinde ayın törenlerinde, Alevilerle zamanla farklılıklar doğdu. Ama Masonlar’ın ayinleriyle Bektaşiler arasında benzerlikler başladı. Üçler, beşler, yediler kavramı örneğin Masonluktada vardır. Birinci derece üçler, ikinci derece beşler, üçüncü derece yediler olarak. Bektaşiler ise, üç ( Allah, Muhammed, Ali) diyorlar farklı görülmek için. Temelinde ise, masonlar Bektaşileri İslam karşıtı olarak piyasaya çıkardı. Bu nedenle Alevileri hem dışladılar, hemde Sünni karşıtlığı için laikliki koruma bahanesiyle maşa olarak kullandılar. Masonlar, kuruluş sembollerini Hz. Süleyman’nın Tapınağından (Mimari yapısından)’dan alırlar. Özgür insanı savunurlar, din otoriteyi tanımazlar. Boyun eğmezler. Güya kin ve nefrette girmezler, ırkçı değiller. Tüm bu özellikler zaten Alevilikte de var. Alevilik, bu nedenle masonluğu Bektaşilik gibi önceleri ayrı gayri görmedi. 258 Faruk Arslan Masonların, Bektaşiliği nasıl bu denli bozabildiğini kavramak için Hurufiliğe dönelim. Kurduğu bozuk yolun esaslarını anlatmak için Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizî, Câvidân adında Farsça büyük bir kitap yazdı. Kitabında, Kur’ân-ı kerîmdeki harflere mânâlar vererek, kendisinin “tanrı” olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâra kalkıştı ve İslâmiyetle alay etti. Kurduğu bu bozuk yola, Yahûdîlik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi inançları da karıştırdı. Bunlarla iç içe oldu. Nitekim, Yahudi Sabataist İlgaz Zorlu, Bektaşiliğin içine nasıl sızdıklarını şöyle ifade ediyor: “Sabetaycılar kendi din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç; adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde din adamı gibi görünür.” ( Eğitim-Bilim dergisi, Kasım 2000) Hurûfîliğin bu bozuk inanışları İslâm ülkelerinde câhil halktan bazı kimseler arasında yayılmaya başlayınca Tîmûr Hanın oğlu Miran Şah, babasının emri ile 1393 senesinde Fadlullah-ı Hurûfî’yi öldürdü. Bacağına ip takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Tîmûr Han, İslâmiyet için çok tehlikeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önledi. Bunun için Bektâşî ismi altında kendini gizleyen Hurûfiler, Tîmûr Hanı sevmezler, hep kötülerler. 1393’de Fadlullah-ı Hurûfi öldürülüp, Esterâbâd şehri yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Hurufilik, Fazlullah’ın baş halifesi Nesimi ve diğer halifelerin çabalarıyla Irak, Azerbaycan ve Anadolu’da yayıldı. Bu halifelerden Aliül-Ala Fazlullah’ın ölümü sonrası Anadolu’ya geçerek Bektaşi dervişleri arasına girdi. Bazı kaynaklara göre, Ali-ûl-Ala Hacı Bektaş tekkesinde bulunuyor, Bektaşilere 259 Faruk Arslan Hurufiliği telkin ediyordu. Aliyyül-a’lâ adındaki derviş, Anadolu’da Bektâşî tekkesinde Câvidân’ı gizlice yaymaya ve câhilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolu budur” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî’in yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamamen ayrıldılar. Bektâşî tarîkatı adı altında saklanan Hurûfîlere göre, namazı bir kere kılmak, orucu bir kere tutmak, guslü de ömründe bir kere almak farzdır. “Gusül edip vücudunuzu hırpalamayın” derler. Hurufilik XV.yüzyılda Osmanlı sarayına kadar sızmış hatta Fatih Sultan Mehmed’i bile etkilemişti. Ancak ulemanın şiddetli tepkisi sonucu genç şehzadeye hurufi fikirleri aşılayan kişi yakılarak öldürüldü. Bundan sonra Osmanlı Devleti hurufiliğin kökünü kazımaya, Kanuni Sultan Süleyman zamanında da devam etti. Bu durum, hurufilerin Bektaşilerin arasına sızmalarıyla, fikirlerini Bektaşilik perdesi altında yaymaya çalışmalarıyla sonuçlanmış, propagandalarını ancak bu yolla sürdürebilmişlerdir. Hurufilik esas olarak harflerden dinsel anlamlar çıkarmaya dayanır. Hurufilik’te varlığın özü sesten oluşur ve Tanrı harfler aracılığıyla insanda tecelli eder. İnsan, tanrısallaştırılır. Hurufiliğin temeli, Tanrı’nın insanda tecelli ettiği düşüncesine dayanır. Hurufiliğin Alevi-Bektaşi inancına etkilerini edebiyat alanındaki örneklerde mesela Virani Baba’nın şiirlerinde olduğu gibi açıkça görmek mümkündür. Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanarak ortaya çıkan Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi, kendisinin İsa ve Mehdi olduğunu iddia etmiş, yeni bir din kuran bir peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Hurufiler 16. yüzyıldan itibaren Bektaşilik tarikatının içine sızmaya başladı Bektaşiliğe daha sonra intisap edenlerin içinde 260 Faruk Arslan ağırlığını Yahudiler ve Sebataistler oluşturuyordu. Sabatay Sevi’nin Bektaşi tekkelerine gittiği biliniyor. Hurufi müritleri Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş tekkesi mensuplarına Hurufi doktrinlerini Hacı Bektaş’ın gizli fikirleri diye tanıtmıştı. Sapkınlık ve zındıklık derecesindeki kendi fikirlerini Hacı Bektaş’ın adının korunması altında yaymışlardı. Hurufilik, Bektaşi tarikatının içine girince hemen her türlü hurafeyi yaymakta çekince görmedi. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında çeşitli yalanlar üretildi. Bugün Hacı Bektaş’la ilgili çeşitli rivayetler de bu yalanlardan kaynaklanıyor. Günümüz Aleviliğinin temeli olan Safevi tarikatının kurucusu Şeyh Safiyüddin’e büyük destek veren İlhanlı Veziri Reşideddin de bir Yahudiydi. Aleviler, İslam dininde yasak olmamasına rağmen tavşan eti yemezler. O zaman bu inanış nereden gelmekteydi? Kuran’ı Kerim’de tavşan eti ile ilgili bir yasaklama olmamasına rağmen Tevrat’da tavşan etini yenmesi yasaktır. Bir Yahudi olan Reşideddin, Kabalist inançların Aleviliğin esasları arasında yer almasında büyük rol oynadı. Reşideddin’in kaleme aldığı Oğuzname eseri ile Oğuz Kağan Destanı’nın orijinalini bozmuş; eserine tamamen Tevrat ve Kabala kaynaklı rivayetler eklemiştir. Oğuz Kağan Destanı’nın orijinali ile Reşideddin’in kaleme aldığı Oğuzname karşılaştırıldığında iki olayın tamamen farklı olduğu görülmektedir. Bektaşiliğin temellerini atan Şeyh Bedrettin’in babası olan Simavna kadısının ismi İsrail’dir. Şeyh Bedrettin’in tarikatının yayıldığı bölgelerde iki sapkın Hristiyan mezhebi Bogolizm ve Katharizm ön plana çıkmaktadır ve ilginçtir ki bu iki mezhepte Kabalist kaynaklıdır. Bugün 261 Faruk Arslan ‘Mum söndü’ olarak bilinen olay da Katharizm kaynaklı olup buradan Bektaşiliğe geçmiştir. Mum söndü olayı Türkiye’de yaşayan Yahudi dönmesi Sebataistlere ait dini bir ritüeldir. (Yangın, 2006). Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur. Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir. Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir 262 Faruk Arslan uğraştır. Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir. Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır. Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Hurufu Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır. Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, 263 Faruk Arslan Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.” İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir. İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir. Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin 264 Faruk Arslan çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır. Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir. Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır. Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır. Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar. Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastırılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir 265 Faruk Arslan çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir. Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar. Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir. Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. 266 Faruk Arslan Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır. Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir. Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir. İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın 267 Faruk Arslan başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır. Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle AleviBektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır. Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar. Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar. 268 Faruk Arslan Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır. Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin 269 Faruk Arslan bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır. Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler. Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır. Fazlullah Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın 270 Faruk Arslan yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır. Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları belirtmektedir: Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana, insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük tanımaktır. İnsan “Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık), kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, “Zamanın Çocuğu”dur (İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından biri olarak görülebilir. Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur. Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı 271 Faruk Arslan Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur. Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur. 1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır. Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla 272 Faruk Arslan kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir. Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur. Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir. Mason Bektaşilerin Hurufiliği benimsediğini ifade etmekten kaçınan, Bektaşilikle ilgili her değere aşırı sahip 273 Faruk Arslan çıkan Şevki Koca’nın görüşlerini aktaralım: Fazlullah Hurüfi Hazretleri Timur-u Gürkan tarafından Azerbaycan’da öldürülmüştür. Yine halifelerinden ünlü Nesimi Hazretleri ise Halep’te derisi yüzülerek katledilmiştir. Seyyid Aliy’yül a’la olarak bilinen Seyyid Ali Sultan ve yine ünlü Hurüfilerden Feriştehzede Hazretleri, Fazlullah Hurüfi’nin katli üzerine Kırşehir’e gelerek Hünkar Hace Bektaş-ı Veli’ye intisab etmişlerdir. Bazı müverrihler bu teze takılmayarak Bektaşilik içinde Hurüfiliğe yönelik müstakil bir teknik meylin olmadığı iddiası ile Seyyid Aliyyüy a’la ile Seyyid Ali Sultan’ın ayrı, ayrı şahıslar olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu görüş nesnel realite ihtiva etmez; zira özellikle 14’ncü Yüzyıldan itibaren Bektaşi Tarikat metaforuna dahil kesif miktarda eser üreten (nesir yada manzum) şair ve yazar görülmüştür. Hatta zaman zaman “Işıklar” adıyla nitelenen bu zümre hukuken, siyaseten ve hatta şeriaten takibata maruz kalmışlardır. Diğer yandan Bursa ilinin Işıklar semtinde bulunan “Ramazan Baba” Dergahının müntesiplerinin Hurüfilik yaptığına dair Osmanlı kovuşturmalarına haiz fetva ve fermanlar arşivlerde mebzul miktarda mevcuttur. Öte yandan adı geçen Ramazan Baba Dergahı 1826 yılından sonra Nakşibendi Dergahına çevrilmişse de 1911 yılında İttihat ve Terakki idaresince el konularak uzun yıllar “Işıklar Askeri Mektebi” olarak hizmet vermiştir. Yine Od’man Baba Velayetnamesinde Hurüfi enstrümanlara rastlanıldığı gibi, Faziletname adlı eserinde yazarı “Yemini” ve Virani Abdal’ın Divanında oldukça mufassal ve geniş olarak yer almaktadır. Tescilli bir Bektaşi düşmanı olarak tanınan “Harput’lu İshak Efendi” tarafından 1873 yılında yazılan “Kaşif’ül Esrar ve Da’fiül Eşrar” isimli eserde, Seyyid 274 Faruk Arslan Ali Sultan’ın, Seyyid Aliy’yül A’la olduğuna dair somut beyyine bulunmaktadır. Yine bir yöntem olarak Hurüfi tandanslı nefesler üreten Bektaşiler gizemil bir takiyye şablonu altına girerek özellikle Mehmed Ali Perişan Dedebaba’nın kadim Bektaşilik anlayışını benimsemişler ve bunlara “Harabatiler” denilmiştir. Diğer yandan 1907 yılında Hakk’a yürüyen Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın izleyicilerinin çizgisinde ise Hurüfilik müstakilen pek yer bulmamış, ancak edebi ve sanatsal bir telakki olarak algılanmıştır. Bunlara da “Müteşerri” denilmiştir. Bu ciddi ve teknik ayrılım günümüzde dahi Bektaşilik yortusunda daha değişik bir formata bürünerek zımnen devam etmektedir. ( Koca, 2003). Kimin Hurufilikle Bektaşiliğin ayarını bozduğunu kimin ise sapık Hurufilikle değil Türk İslam'ındaki gerçek Sufizm ile İslam'a hizmet ettiğini, insaf sahibi gerçek Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız elbette takdir edecektir. Umarım Bektaşiliği masonluktan temizleyip aslına döndüreceklerdir. Buradan çok çetrefilli bir konuya, Atatürk'ün Bektaşi olup olmadığını sorgulamaya geçmek istiyorum. 275 Faruk Arslan On Dördüncü Bölüm ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışırken, kimileri de onun dinle, diyanetle ve İslamiyet'le hiçbir alakası olmadığı halde, özellikle Kurtuluş Savaşı öncesinde ve devrimler sürecinde, halkı aldatmak ve kendisine inandırıp peşine takmak için müslüman dindar rolü oynadığını ileri sürüyor. Aslında bu iddialar, Atatürk'ü, sahtekârlık, riyakârlık ve din istismarcılığıyla suçlamakla aynı anlama geliyor. Atatürk’ün baba tarafından bir Bektaşi olduğu söylenebilir, ancak mason ve Sabataycı çevrelerde yaşasada onlardan olmadığı kesindir. Tekke ve zaviyeleri kapatmasındaki temel sebeplerden biri tüm tarikatlar gibi Bektaşiliğinde aslından uzaklaşıp hurafelerle doldurulduğunu görmesidir. Bu yuvalar ilim üreten, dinin yaşandığı yerlerden ziyade yobaz yetiştiren merkezlerdi. Kokuşmuştu, yozlaşmıştı. Hepsinin kapatılması hayırlı olmuştur. Atatürk, içlerinden geliyordu. Atatürk’ün Çankaya Köşkünden Rakı Masası yoldaşı yazar Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" Kitabında; Atatürk'ün çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı Beyin kendisine yazmış olduğu bir mektuptan şu alıntıyı yapıyor: 276 Faruk Arslan "Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi'dir. Mustafa Kemal tatillerde Selanik'te sılaya geldiği vakit, büyük kaynatamın tekkesine giderdi. Aynı günlerinde dervişler halkasına katılarak "Hu, Hu!", diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş" demektedir. (Atay, 1968 ). Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a, daha doğrusu Havza’ya gittiğinde, Ali Baba adlı nüfuzlu bir Bektaşi şeyhinin Mesudiye adlı otelinde (kiracı) olarak kalmış, kendisini halka Ali Baba takdim etmişti. Milli Mücadele’nin en önemli belgelerinden olan Amasya Tamimi’ni imzalayanlar arasında Bektaşi Şeyhi Cemaleddin Çelebi de vardı. Mustafa Kemal, 5 Mayıs 1920’de ülkedeki tüm sufi şeyhlerine bir çağrı yapmıştı. Ardından bazı şeyhlere özel mektuplar yazdı. Bunlarda ‘zat-ı alinize kalben pek büyük hürmetim var’, ‘muhabbet ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim’ gibi son derece nazik ve saygılı bir dil kullanmıştı. Bu arada Kuzey Afrika’da yaygın olan Senusiyye tarikatının şeyhi Ahmed Şerif Senûsi de ülkedeydi ve Milli Mücadele’yi destekleyenler arasındaydı. Esas derdinin Halifelik beklentisi olduğu anlaşılan şeyhten Ankara’nın da bir beklentisi olduğu, kendisine ödenen 800.000 kuruş toplu para, kendisine bağlanan 1.000 lira aylık ile maiyetine bağlanan 300 lira aylıktan anlaşılıyor. Aynı şekilde Hacıbektaş’taki ana tekkenin Nakşi şeyhi Hacı Hasan Efendi’ye de aylık 500 kuruş ‘mükafat’ maaşı bağlanmıştı. Böylece bir çok Sünni ve Alevi/Bektaşi Milli Mücadele’de görev almaya başladı. İstanbul’daki Gülşeniyye tarikatının Şeyh Visali Dergâhı, Milli Mücadele kadrolarının toplantı yeriydi. Sıklıkta 277 Faruk Arslan Bektaşi dergahı olarak sunulan ancak Nakşibendiyye’ye bağlı olan Özbekler Tekkesi, Anadolu’ya silah ve adam geçirmeye yardım ediyordu. Tekkenin şeyhi Atâ Efendi Kazım Karabekir tarafından gönderildiği Türkistan’da üç yıl boyunca hem Anadolu’ya para yardımı topladı, hem Enver Paşa’yı oyalama görevini yaptı. Yine Nakşibendi şeyhleri olan Hacı Hasan Efendi ile Servet (Akdağ) vaazlarıyla katkıda bulundular. Melami şeyhlerinden Müslüm Penahi Anadolu’ya silah kaçırırken Fransızlara yakalanmış ve ağır işkence sonucu felç olmuştu. Ankara’daki Celveti Taceddin Dergahı milli mücadele kadrolarının uğrak yeriydi. Konya’daki Mevlevi Söylemez Tekkesi matbaa olarak kullanıldı. Bektaşi tarikatının Merdivenköy (Nerdübenköy), Karyağdı Baba ve Erikli/Eryek Baba tekkeleri silah saklayan tekkelerdi. Bektaşi Selman Baba adlı Bektaşi babası Denizli’de cephede savaşmıştı. Tarikatların Mustafa Kemal’e verdiği desteğin en gösterişli örneği, Mustafa Kemal’in Ankara’ya girdiği gün olan 27 Aralık 1919’da yapılan Seymen Alayı’dır. Oğuz boylarının Orta Asya’dan getirdiği geleneklerden biri olan Seymen Alayı’na, özel giysileri ile Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler, Bayramiler, Bektaşiler gibi pek çok tarikatın temsilcileri ve esnaf örgütleri katılmıştı. Alayı, o sıralarda halk tarafından pek tanınmayan Mustafa Kemal’e prestij kazandırmak için Halvetiyye tarikatının Sinaniyye koluna bağlı bir şeyh olan Yahya Galip (Kargı) düzenlemişti. Hemen hemen bugün dindar her Alevi / Bektaşinin evinde üç resim yanyanadır. Hazreti Ali, HacıBektaş Veli ve Mustafa Kemal Atatürk… Bu durum Alevi / Bektaşilerin Atatürk’e olan sevgilerinin bir yansımasıdır. 278 Faruk Arslan Alevilerdeki Atatürk sevgisi bir devlet büyüğüne duyulan sevginin ötesinde bir derinliğine ve ruhaniyete sahip bir sevgidir. Öyleki pek çok Alevi için o, onikinci İmam Muhammed Mehdi’dir. Bazı sapık görüştekiler ileriye gidip Hz. Ali’nin ruhunun Atatürk’e geçtiğini dahi iddia edebilmiştir. Mustafa Kemal’in Alevi / Bektaşilere ilgisinin, Alevi / Bektaşilerin de ona olan derin sevgi ve bağlılıklarının nedenlerinden biri de babasının Alevi / Bektaşi kökenli olmasıdır. Nedense tarih kitaplarımızda Mustafa Kemal’in babasından, dedesinden, soylarının Anadolu’ya dayandığından yazılmaz. Annesinin Bektaşilikle hiç ilgisi olmadığını, dindar bir Sünni olduğunu biliyoruz. İnkilap tarihi kitaplarımıza konmayan, hayatı saklanan babasını inceleyelim. Yörük Türkmen kökenli olan Mustafa Kemal’in mensup olduğu soya Kızılcalı Türkleri denir. Oğuzların kızıl oğuz boyundandır. Kızılca bölüklü, Kızılcaörenli adı da verilir. Selanik’teki kayıtlarındaysa ”Karakocalılar” olarak geçmektedir. Mustafa Kemal’in sülalesi olan Kızılcaoğulları, Rumeli Aleviliğinin Anadolu koludur. Bu kolun anayurdu Tokat –Almus Tozanlı vadisidir. Bugün burada yaşayanların tümü de Alevidir. Bu bölgeye yerleştirilen Yörük Türkmen boyları 1410 yıllarında Tokat, Çorum, Amasya, Sivas ve Reşadiye dolaylarındaki Kızıl Özenliler yurdu olarak bilinen bölgede “Kızıl Ahmetliler Beyliği” adıyla bir beylik kurmuşlardır. Osmanlı Hükümdarlarından II. Murat’ın Amasya Valisi Yörgüç Paşa’nın bu beylik üzerine düzenlediği sefer sonucunda beylik ortadan kaldırıldı. Kızıl Ahmetliler beyliği Anadolu’ nun çeşitli yerlerine dağıtılmıştır. Osmanlı Padişahı Fatih Sulatn Mehmet’in 279 Faruk Arslan Karamanoğlu beyliğinin 1460’da ortadan kaldırılması üzerine Rumeli’ye yerleştirilen Anadolu halkı Karaman beyliğine mensuptu. Oğuzların Avşar boyundan olan Karaman Beyliği’nin kurucusu Nure Sofi, Babai tarikatına mensuptu. Fatih Sultan Mehmet Yörük Türkmen kökenli bu boyları Balkanlara İslamlaştırmak için iskana tabi tutmuştur. Mustafa Kemal’in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet’tir. Mustafa Kemal’in Nüfus kayıdı “Yörük tayifesinden “ diye geçmektedir. Mustafa Kemal’in babası da nüfus kütüğünde Kızılhafız oğlu Ali Rıza diye yazılmaktadır. Mustafa Kemal, on yaşlarında Selanik’teki Kızılbey sokakta bulunan ilkokula yazılmıştır. Kızıl sözcüğü genellikle Alevi Bektaşilere takılan bir addır. Mustafa Kemal’in babasının ismi Ali Rızadır. Ali Rıza, Ehli beyt soyunun Sekizinci İmam’ın ismidir. Mustafa Kemal’in doğal, toplumsal, düşünsel ve inançsal çevresi Bektaşiydi.. Babası Ali Rıza Beyin de Bektaşi olduğu söylenmektedir. Mustafa Kemal’in yaşadığı Selanik, Bektaşilerin etkin olduğu bir çevre idi. Mustafa Kemal’in duygu ve düşüncelerinde Namık Kemal’in büyük tesiri söz konusudur. Namık Kemal de bir Bektaşi idi. Yine Bektaşi olan Abdulkerim Paşa’nın Mustafa Kemal’le özel Bektaşi şifreleri kullanmaları onun Bektaşiliğine dair bir kanıt olarak ileri sürülüyor. (Bkz. Mete Tuncay , Milliyet sanat sayı:246.s:25) Mustafa Kemal Paşa’nın Bektaşi olduğunun kanıtlarından biri de Nutuk’tur. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bir Alevi dededen bahsederken ( Kazım Dede ) onu çok saydığını ve asla kırmayacağını söylemektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıkları dikkate alındığında onun Alevi 280 Faruk Arslan / Bektaşi olduğu yönündeki görüş güç kazanıyor. Gerçekten Alevi / Bektaşi olmasa bile yaptıkları ile aslında tam bir Alevi / Bektaşi gibi davrandı. Nitekim Alevi / Bektaşiler Atatürk’ten bahsederken “ O da bizdendir. “ diyor. Bu konuda daha detaylı bilgi için Cemal Şener’in “ Atatürk ve Aleviler “ adlı kitabına başvurulabilir. Araştırmacı Şener, Balkanların bu özgün kimliğini dile getirirken gerçekten çok orijinal ve dikkat çekici bir özelliğe temas ediyor: “…Sarı Saltuk’tan Balım Sultan’a, Şeyh Bedrettin’den Namık Kemal’e, Resneli Niyazi’den Mustafa Kemal’e uzanan bir yol.” İbrahim Tozkoparan, Atatürk’ün içinde yaşadığı toplumun psikolojini şöyle aktarıyor: Vaka-yı Hayriye'yle beraber pek çok yoldaşını kaybetmiş, dergahları kapatılmış ve Nakşilik karşısında mağlup düşmüş Bektaşiler, kendileri için melun o günleri milat kabul ettiler ve o günden sonra için için teşkilatlanarak intikam saatini beklemeye koyuldular. Osmanlı'ya karşı, "Hünkar Hacı Bektaş Ocağının gücünü gösterelim" haykırışlarıyla karşı koyan Yeniçerilerin intikamını onlar alacaklardı. Alevilerle ittifak halinde Osmanlı'yı içten yıkmak için akla gelmedik her yolu deneyen Bektaşilerin Cumhuriyet öncesi en göze çarpan faaliyetleri pek çoğunun Mason localarına kaydolarak girdikleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde gerçekleştirdikleri icraatlardır. Baştan sonra Yahudi elinde, Osmanlı aleyhine bir maşa olarak kullanılan Genç Türkler ve İttihat ve Terakki; Yahudilere Filistin'de bir karış toprak vermeyen ve tahtta kaldığı süre boyunca -Siyonistlerin kendi itiraflarıyla- İsrail devletinin kuruluşunu 33 yıl geciktiren II. Abdülhamit Han'ın tahttan indirilmesinde yüklendikleri misyonla tarihe geçti. Siyonistlerin tarihî emellerinin tahakkuku için Osmanlı 281 Faruk Arslan Hakanı'na kasteden Bektaşileri, yine bir Bektaşi olan Rıza Tevfik Bölükbaşı'dan dinleyelim: "Genç Türkler ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri arasında devrim eylemi içerisinde yer alan hayli Bektaşi vardır... İstanbul'da ve öteki kültür merkezlerinde yüksek makamlarda görevli kültürlü Bektaşiler vardır. Ben şahsen birkaç vezir, bir elçi ve birçok hakim, şair vb. tanıyorum. En az iki Bektaşi Şeyhülislam vardır, birisi Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri Talat Paşa gibi, benim gibi... İhtilalci komitenin İstanbul'daki üyeleri arasında hayli Bektaşi vardı. Hemen hemen bütün Bektaşiler, komiteye amacını gerçekleştirmesi için yardımcı oldular." (Çamuroğlu, 2006). "İhtilal" ve "devrim" ifadeleriyle hedef alınan kişinin II. Abdülhamit Han olduğu malum. Bir tanesinin ismi geçen iki şeyhülislama gelince... Bu hainlerin hikâyesini de Mim-Şın'dan dinleyelim: "Dini mübîni İslam'ın taarruza uğraması Tanzimatla başlasa da, sistemli olarak İT devresine rastlar... İT Fırkası, 1910'da kendileri gibi Yahudi köpeği bir mason ve kızılbaş olan Musa Kazım'ı bab-ı meşîhata (eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden, Devleti Âliyenin Diyanet İşleri Reisi) tayin eder. Aynı partinin önde gelen isimlerinden, zamanın gazinocularından pezevenkler kralı namıyla anılan Giritli Necati isimli dönme bu Şeyhülislam (!) Musa Kazım'dan bir fetva koparır. Fetva (!) şöyle: "Müslümanlar, üzümlerini şarapçılara satabilir, kendileri şarap imal edebilir, içebilir ve meyhane açabilir." Medrese-i ulűmun Ehl-i Sünnet talebeleri, bu mason şeyhülislam (!) makamından çıkıp evine gitmek için 282 Faruk Arslan arabasına binerken ve evi önünde arabasından inerken "meyhaneci meyhaneci" diye tempo tutarlar (...) Meyhaneci 1914'de bab-ı meşîhattan ayrıldı. Yerine kim geldi dersiniz? Ürgüplü Hayri isimli daha alçak birisi. (...) Ürgüplü Hayri'nin ilk fetvası (!): "Müslüman kadınlar kerhanede çalışabilir." Müslüman halk ona da kerhaneci lakabını taktı. Öldüğünde cenazesi Cumhuriyet döneminde Ürgüp'e götürüldü. Mezarı çok şatafatlı olup Fener Patrikhanesi yaptırmıştı. İşte bu Ürgüplü Hayri'nin oğlu bir zamanlar Amerika'da elçiyken Türkiye'ye getirilip başbakan yapılan Suat Hayri Ürgüplü'dür. Amerika'da çeşitli gazetelere lűtiliği övücü beyanatlar vermesiyle tanınmıştır ve bizzat lűti olmasıyla nam salmıştır. Yine bir İttihat ve Terakki mensubu olan ve Osmanlı Mebusan Meclisi'nde üye bulunan Numan Usta adlı bir Alevi, ilk komünist parti "İştirakiyyun"un kurucu üyesidir. II. Abdülhamit Han'a karşı darbeye kalkışan Hareket Ordusu isimli çapulcu sürüsünün önemli isimlerinden Resneli Niyazi de bir Bektaşiydi. Genç Türkler ve İttihat ve Terakki devrinde İslam alfabesinin iptal edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda yoğun gayretler sarfedildiği malum. İşte bu hareketin tohumlarını atan adam Ahundzâde ( Ahmet Ağaoğlu) isimli bir Azeri Alevisidir ve Ruslar'a bağlı resmi bir görevli sıfatıyla İstanbul'a gelerek sadrazamla görüşmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu görüşmeye muvaffak olamasa da, devrin fikrî (!) ve edebî (!) iklimi üzerinde istediği tesirleri bırakmayı başarmıştır. Onun alfabe değişimi fikrinin en ateşli taraftarları, birer Bektaşi olan Namık Kemal ve Mithat Paşa'dır. Özellikle Mithat Paşa'nın ihanette çok ileri gittiği, Osmanlı bayrağındaki "hilal"in yanına haç koymayı bile denediği ve "bugüne 283 Faruk Arslan dek: Âl-i Osman dediler. Bundan sonra da Âl-i Mithat desinler" diyecek kadar işi azıttığı malum." (Tozkoparan, Şener, 2006). Sultan Vahidüddin Han mason Bektaşiler tarafından güçlükle ikna edilerek Anadolu'ya yollanan Mustafa Kemal, Samsun Havza'da bazı İngiliz subaylarla görüşür. Mustafa Kemal'in, aynı günlerde bir Rus heyetiyle görüşmesi ve bu esnada, Stalin ve Troçki'ye yakın bir isim olan, heyet başkanı Budiyeni'yle konuştukları, Mustafa Kemal'in amacına ulaşmak için her yolu mubah gördüğünün göstergesidir: "Miralay Budiyeni: "Rusya'nın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır bulunduğunu size arzetmek vazifesini üzerime almış bulunuyorum. Yeter ki siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı ve Halifeliği kaldırınız!" Mustafa Kemal'in cevabı oldukça politiktir: "Aziz Miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık meselesi esasen zayıflamıştır. Yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lazımdır. Arkamızda bir İslam âlemi kalmıştır, bunu da hesaba katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir. İngilizler'i ancak bu sayede yerinde tutacağız. Zaferi kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir ruh haleti içinde düşüneceğiz!" (Şener, 2006). Sürekli Halife'ye bağlı olduğunu söyleyen, ama gönlünde Hilafeti ortadan kaldırma emelini besleyen Mustafa Kemal'in, Hilafete düşman mihraklarla temasa geçeceği muhakkaktı. Diğer bir deyişle "Mustafa Kemal ve 284 Faruk Arslan kadrosu gibi teokratik Osmanlı Devleti'ne ve emperyalist işgale karşı silah çeken yönetimin, bu gidişe karşı 700 yıldır Anadolu ve Rumeli'de muhalif olan bir güce elbette gereksinimi vardı." (Şener, 2006). Mustafa Kemal'in bu güçle ilişkiye girmesi ve ittifak kurması hadisesini Alevi yazar Cemal Şener'den aynen naklediyoruz: "Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu, Hacı Bektaş kasabasına gelmeden önce karşılanır. Baba ve Çelebi bizzat heyeti karşılar. Bu karşılanışa, Mucur Kaymakamı Nihat Bey de çok şaşırır ve Mustafa Kemal'e, "Paşam, Çelebi'nin bu hareketi davamız için olumluluk belirtisidir," der. Bu karşılanma gerçekten çok önemli bir olaydır. Çünkü, daha önceleri bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa, Hacı Bektaş'ı ziyarete geldiğinde, Beş Taşlar mevkiine kadar arabası ile gelir, orda arabasından iner, yeri niyaz ettikten sonra yürüyerek Hacı Bektaş Dergahı'na ulaşırmış. Gene iktidara geldikten sonra Sadrazam Talat Paşa ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Hacı Baktaş Dergahı'nı ziyaret ettikleri zaman, Çelebi bu iki devlet adamını ancak Dergah'ın selamlığında karşılamıştır. Mazhar Müfit Kansu devam ediyor: "Hacı Bektaş'ta karşılandık. Bir odaya aldılar. Alçakgönüllüce düzenlenmiş bu oda Çelebi'nin kabul odasıymış. Beş-altı dakika sonra Çelebi Efendi geldi. Ortalık kararınca odaya bir masa getirilerek rakı takımları kondu." Bu ara, Cemalettin Çelebi kalp hastası olduğu için içki içmek istememiş. Ama o sırada Mustafa Kemal; "O zaman biz de içmeyelim" deyince Çelebi Efendi hastalığına rağmen kararından vazgeçmiş ve Mustafa 285 Faruk Arslan Kemal ve Temsil Kurulu ile aşk ve şevk ile Kurtuluş Savaşı'nın başarısına kadeh kaldırmış." (Şener, 2006). "Bu ziyaretlerin çeşitli yanlarını anlatan görgü tanıklarına göre; Çelebi'nin oğlu Hamdullah Efendi'nin odasında "Ayin-i Cem" düzenlendiği, Cem'e, Mustafa Kemal'in de katıldığı, burada "ikrar töreni" ile "kılıç kuşatıldığı" ve "yola kabul" edildiği anlatılır. Çelebilerden Cemalettin Ulusoy'un yazdığına göre, görüşmeye ait Cemalettin Çelebi'nin oğlu Veliyettin Çelebi, Mustafa Kemal'le ilgili şunları anlatmış: "Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal Paşa'ya, "Paşa Hazretleri", diyor, "cesaretli ve öngörüşlü yönetiminizde Türk ulusunun düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz. Ulu Tanrının ulusumuza bağışlayacağı zaferden sonra cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?" Çelebi'nin cumhuriyet sözcüğünü böylesine açık yüreklilikle söylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, heyecan ve dikkatle Çelebi Cemalettin'in gözlerine bakıyor, biraz daha yaklaşıyor, onun elini avucunun içine alıyor, kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle: "O mutlu günün ilanına kadar aramızda kalmak şartıyla evet, Çelebi Hazretleri." (Ulusoy, 2008) Osmanlı saltanatının ve hilafetin yıkılıp yerine Cumhuriyetin ikame edilmesi gayesi etrafında M. Kemal, Alevi-Bektaşi güruhu için "1000 yıllık mücadeleyi zafere ulaştıracak adam" olarak görülüyor ve kendisine beklenen 12. İmam-Mehdî gözüyle bakılıyordu. Böylesi bir bağlılıkla M.Kemal'e tabi olan Alevi Bektaşi kesimi artık onun emri altında herşeyi yapmaya hazırdı. Mustafa Kemal ve Alevi-Bektaşi ittifakının ilk tezahürlerine ilk meclisteki gruplaşmalarda rastlıyoruz. Bu gruplaşma, Mustafa Kemal ve onun çevresindeki gruba karşı sert bir muhalefet gösteren ikinci bir hizbin oluşması şeklinde 286 Faruk Arslan ortaya çıkmıştı. Şahsî gücünü sağlamlaştırmak için kendi kadrosunu oluşturmaya çalışan Mustafa Kemal ilk iş olarak, meclis başkan yardımcılığına cümle AleviBektaşilerin dedebabası Cemalettin Çelebi'yi getirdi. Mustafa Kemal ve taraftarlarının oluşturduğu 1. grubun meşhur simaları şunlardı: Şeref Bey (Edirne), Şevket Bey (Edirne), Mahmut Esat Bey (İzmir), Emin Bey (Samsun), Mustafa Necati (Saruhan), Vehbi Bey (Karesi), Kılıç Ali (Antep), vs. Diğer taraftan, başını Ali Şükrü Bey'in çektiği 2. grup da kararlar üzerindeki etkisiyle Mustafa Kemal'i korkutuyordu. Muhafazakar olarak tanınan bu grubun önde gelen isimleri ise şunlardı: Hüseyin Avni Bey (Erzurum), Albay Selahattin (Mersin), Müfit Hoca (Kırşehir), Mehmet Şükrü Bey (Afyon). II. grubun tehlikeli bir mahiyet arzetmesi ve Lozan görüşmeleri esnasında teslimiyetçi şartları reddederek Mustafa Kemal'in niyetlerini engellemeleri karşısında I. grup işi şiddete dökmeye başlar ve bizzat M. Kemal'in emriyle II. grubun lideri Ali Şükrü Bey öldürülür. Lozan anlaşmasının imzalanamamasının baş sebebi olan muhalif grup, Ali Şükrü Bey'in öldürülmesinin ardından, 1 Nisan 1923'de meclisin feshedilmesiyle dağıtılır. Meclisin yeniden teşkil edilmesi için yapılan seçimlerde binbir hile ve desise ile muhaliflerin önü kesilir ve çoğunun meclise girmesi engellenir. Bir taraftan da M. Kemal taraftarları yoğun bir propaganda kampanyası başlatır. Bu kampanyanın baş aktörleri yine o mason Alevi-Bektaşi kesimdir. Çelebi Cemalettin'in ölümü üzerine onun yerine posta oturan Veliyettin Çelebi'nin imzasını taşıyan ve bütün 287 Faruk Arslan ülkeye dağıtılan şu bildiri son derece dikkat çekici: "Anadolu'da bulunan Ceddim Hacı Bektaş Veli Hz.'ne samimi muhabbeti bulunan bilcümle muhabbân ve Hânedân tarafı hâlisânelerine; Bu milleti ihya ile istiklalimizi temin eden ve vücud-u âlileri kâffe-i İslâmiyân'e bais-i şerif olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Gâzi nâmıdâr Mustafa Kemal Paşa Hz.'nin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin malûmudur. Gâzi Paşa müşârun ileyhin, terakki ve teâli-i vatan hakkındaki her bir arzularını yerine getirmek bizlere farz-ı ayndır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi temin edecek, onun efkâr-ı sâibâneleridir. Bunu inkâr edenlerin bizimle katiyen münasebeti yoktur. Tarikât-ı âliyemizin bütün mensûbînine müşârunileyh Hz.'nin gösterdiği namzetlerden maadasına rey vermemelerini, vatanımızın kurtulması bu veçhile kâbil olduğunu sizlere kemâl-i ehemmiyetle tavsiye ederim. Hacıbektaş Çelebi'yi Veliyettin" (Cem, 1991) Tekrar toplanan meclis, bu defa muhaliflerden arındırılmış ve M. Kemal'e râm olmuş kuklalardan kuruluydu. Artık M. Kemal her sözünü kanun hâline getirebilecek ve yıllardır rüyasını gördüğü devrimleri gerçekleştirebilecektir. Nitekim bu meclis, ilk iş olarak Lozan satış sözleşmesini kabul etti ve Osmanlı'nın tasfiyesine imzayı attı. Hilafet ve saltanatın kaldırılmasından, şapka devrimine, medreselerin kapatılmasından, İslam harflerinin iptaline kadar bütün kemalist devrimler ve devrimlerin korkunç silahı İstiklal Mahkemeleri vahşeti, bilcümle bu mason Bektaşilerin eseridir. Alevi yazar Cemal Şener'in tabiriyle "dişediş mücadele etmişlerdir." (Şener, 2006). 288 Faruk Arslan Kemalist devrimler için "dişediş mücadele eden" AleviBektaşi fedailerinden birkaç önde gelen ismi sayalım: Gizli Milli İstihbarat Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk, PTT. Gizli Şifre Müdürü A. Naci Baykal, M. Kemal'in özel doktoru Ragıp Erensel, M. Kemal'in Milli Eğitim Bakanı H.Suphi Tanrıöver, Kars Garip Musa Ocağı'ndan Pirzade Fahrettin Erdoğan (mebus), Feyzullah Efendi (mebus), Süleyman Efendi (mebus), Dersim Ferhatuşağı Aşireti Reisi Diyap Ağa (mebus), Şeyh Hasan Aşireti Reisi Hasan Hayri (mebus), Sarı Saltuk Ocağı'ndan Mustafa Zeki (mebus), Erzincan Abbasuşağı Aşireti Reisi Girlevikli Hüseyin (mebus), Denizlili Bektaşi babası Hüseyin Mazlum Baba (mebus). Bu isimler arasında, Diyap Ağa'nın macerası dikkat çekicidir. 1916 yılında Osmanlı'ya karşı isyana girişen Ferhatuşağı Aşireti'nin Reisi olan Diyap Ağa, mecliste Osmanlı ve İslam düşmanlığı istikametinde girişilen her türlü teşebbüs ve icraat üzerinde muazzam gayretler sarfetmesiyle temayüz etmişti. Çünkü 1916'daki ayaklanma hadisesinde, çok süratle isyanın üzerine giden Osmanlı karşısında ağır bir mağlubiyete uğramıştı ve öç almak için yanıp tutuşmaktaydı. Alevi-Bektaşi topluluklarının Kemalist devrimlerin gerçekleşmesi uğruna yaptıkları fedâkarlıkların en güzel örneklerinden biri de, Şeyh Sait isyanında, devletin gönüllü muhbiri ve milis gücü olarak gösterdikleri yiğitliklerdir. Şeyh Said'i ihbar eden ve ona karşı devlet güçleriyle birlikte savaşan Dersimli "Hormek" Aşireti mensuplarından Atilla Fırat'a ait şu satırlar, hadiseyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor: "Şeyh Sait 13 Şubat 1925 tarihinde Piran Köyü'nde kardeşi 289 Faruk Arslan Abdürrahim'in evine gelmişti. Daha önce Şeyh Abdürrahim, on arkadaşı ile bir araya gelerek "müstakil bir İslam Devleti" kurmaya karar vermişlerdi. Hormek ağalarına mektup yazılıp, bundan sonra ikinci toplantı yapılınca, Hormek ağaları ayaklanmanın başlayacağına tam kanaat getirmişler; bunun üzerine Ali Haydar, Veli Ağa, Mehmet Halit ve aşiretin diğer ileri gelenleriyle, Cenaseranlı Seyit Ali Efendi'nin emriyle, 17-2-1925 tarihinde Üstükran (Çaylar) Köyü'nde toplanmış ve konuyu görüşmüşler. Bu toplantıda, her neye mâl olursa olsun, hükümete yardım etmeye ve isyan çıkaranlara karşı koymaya karar verdiler. Hormek Aşireti'nin diğer ileri gelenlerinin hepsi Kovik Köyü çarpışmalarından sonra, Halit Bey'in "İsyan ettiler!" ve "Adam öldürdüler!" şeklindeki ihbarı üzerine mahkűm edilmiş olduklarından, cezası bulunmayan tek kişi olan rahmetli babam M. Şerif Fırat Varto'ya giderek, kaymakamlık vasıtasıyla durumu Muş Vilayetine bildirmişti. (Cem, 1992). Yeniçeri Ocağı'nın lağvı ve akabinde gelişen hadiselerle beraber, Bektaşiliğin Nakşiliğe karşı ezik ve mağlup duruma düşmesinin intikamı alınmıştır. Bu kinin, işi cinayete vardırdığı en önemli hedeflerinden biri, Nakşi Şeyhi Esad Efendi'dir. Derin Devletin bizzat tezgahladığı bir provokasyona kurban edilen Esad Efendi'nin başına gelenler ve nasıl şehid edildiği mâlum. Biz, hadisenin arkasındaki intikam faktörü üzerinde duralım. Mustafa Müftüoğlu Menemen Vakası ile ilgili olarak görüşlerine başvurulan Emekli Müftü Nail Papatya'dan, aynen şu sözleri naklediyor: "Nakşi ileri gelenlerinin mutlaka bertaraf edilmesi isteniyor. Bunun özel bir sebebi var 290 Faruk Arslan mı?.. Var. Maziye baktığımızda şöyle bir durum görüyoruz: Osmanlı döneminde tarikatlar serbest, dergâh ve ünvanları mevcut idi. Bektaşiler de bunlardan biri olarak devam ederken Sultan II. Mahmut döneminde bir Bektaşi şeyhi "sır" dedikleri şeyi kısmen ve rumuzlu olarak ifşa eden bir kitap yazıyor. Bu kitapla Bektaşiliğin saptırılarak kişiye tapan bir tarikat haline getirilmesi üzerine, ileri gelenleri cezalandırılmış, mal varlıkları da Nakşilere bağışlanmıştır. Bu durum Bektaşiler arasında Nakşilere karşı bir intikam duygusu oluşturmuştur. İttihat ve Terakki içinde olduğu gibi Cumhuriyetin ilk devir devlet adamları arasında Rumeli Bektaşileri, Melâmî ve masonlar müessir durumdadırlar. Nakşiler üzerinde ısrarla durulup bertaraf edilme isteğinin yukarıdaki tarihî intikam duygusundan kaynaklandığı kuvvetle muhtemeldir." (Müftüoğlu, 1988). Aslında Sabataycı ve dış güçlerin kontrolüne girmiş mason Alevi Bektaşi cereyanının işlediği cürümleri tek tek saymak değildi niyetimiz. Bunları sırf 19. asırdan beri süregelen "batılılaşma" cereyanının tabiî neticesi olan Türkiye Devletinin, resmi tarihlerde hiç adı geçmeyen gizli müttefikini tespit etmek amacıyla derledik. Şüphesiz ki, Alevi-Bektaşi olmayanlar da vardı M. Kemal'in kadrosunda. Yahudi dönmeleri ve masonların rolünü kim inkâr edebilir? Ama dikkate şâyan bir kanaat olarak şunu tekrar ediyoruz: M. Kemal gönüllü AleviBektaşi kitlelerini arkasına almış olmasaydı, devrimlerine belki de çok zor teşebbüs eder ve herhalde başarıya ulaşma şansı pek fazla olmazdı. Atatürk'ün mason Bektaşilerle yollarını ayırmasının ardından öldürülmesini, bilmiyorum resmi tarih ne zamana kadar gizlemeyi 291 Faruk Arslan sürdürecek? Bir sonraki bölümde ele alacağız, gizlemeye hiç niyetimiz yok... On Beşinci Bölüm ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER Mİ ÖLDÜRDÜ? ”Yıl 1948, Ağustos"un 1"i. Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti (ELD)"nin “Laiki foni” yani “Halkın sesi” isimli gazetesinin 685"inci nüshasında, Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli farmason Avram Beneraoysan şunları yazar:” Mefkûremizi imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!..” 33 dereceli komünist mason hangi darbeden bahsetmektedir ve “akıbeti feci şartlar altında ölüm” olan kimdir? Bırakalım onu da kendi söylesin: “(..) Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara"da Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke"ye hitaben, "Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz" demişti.. (...) O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Türkiye"deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova"da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, 292 Faruk Arslan beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım: "O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!" İşte böyle.. 1948 yılı Ağustos ayının 1"inde Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti örgütünün yayın organı “Laiki Foni”nin 685 sayılı nüshasında Ege ve Balkanların kıdemli komünistlerinden 33 derece mason Bulgar Yahudi Avram Benaroyas"ın itirafları.” ( Deli, 2004). Emekli Subaylar Derneği'nin (TESUD) 1999 yılında çıkarmış olduğu 'Birlik' dergisinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Sağlık Dairesi eski başkanlarından Emekli Deniz Kıdemli Albay Aytekin Ertuğrul'un, Atatürk'ün ölüm nedeninin, 'Alkolik Siroz' değil, sıtma olduğunu açıklamasının ardından o günlerde kamuoyunda ses getiren bu açıklama kısa zamanda unutulup hafızalardan silinmişti. Aradan geçen yıllar boyunca araştırmalar yapan Ogün Deli, 'Agoni' isimli kitabıyla kamuoyuna yeni bilgiler sundu. Timuçin Mert’de benzer alıntılarla iddiayı kitaplaştıranlardan. Ogün Deli, Atatürk'ün ölümünün 66 sene (şimdi 70 oldu) boyunca Türk halkından sorumsuzca saklandığını vurguladığı kitabında, Atatürk'ün tedavisinde kullanılan ilâçlarla, majistral olarak yapılan reçetelerin tarihsel ve parasal değerlerini de belirterek büyük önderin tedavisinde kullanılmak üzere sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesinden 43 kutu kinin alındığını ortaya koyuyor. Yazar, kitabında belgelere yer verdiğini, yorumu ise Türk halkına bıraktığını belirtiyor. Büyük önderin tedavisinde kinin ile beraber Salygran (civalı diüretikler)'ün de kullanıldığı belgelenen kitapta, bu ilâcın 293 Faruk Arslan kullanıldığı zamanlarda; kronik zehirlenmelere neden olabileceği belgelerle ortaya konuluyor. Ogün Deli'nin kitabında yer verdiği 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan 'Halkın Sesi' gazetesinde Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas'ın Atatürk'ün ölümü ile ilgili yukarıdaki açıklamasını okuduğunuz Avram Benaroyas'ın dehşet verici itirafları şöyle devam ediyor: "Türkiye'deki mason cemiyetinin Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetlerinin durdurulduğunu, Moskova'da tarihî bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir hâlde oradakilere şaşkınlık içinde, bu nasıl olur? Neden kapatılırmış! Buna imkân yoktur! Kapatıldığı da bir gerçek ha! Bu böyle olduğuna göre, o sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır diye haykırıyordum. Atatürk'ün mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk'ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü, o, felsefemizin Türkiye'de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi. Nihayet bir gün Kremlin kat'i kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz edecekti." (Deli, 2004). Avram Benaroyas'ın açıklamalarında mason cemiyeti kapatıldıktan sonra mason biraderlerin, cemiyet sanki hiç kapatılmamış ve Atatürk'le aralarında hiçbir ihtilâf yokmuş gibi vaziyet aldıklarını ifade ettiği açıklamasında, "İmkân buldukça, onun her hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki, sarı lider kendiliğinden bu çemberin içine girip bize hayatını teslim etti. Doktorlarımız Atatürk'ün ölümünün 294 Faruk Arslan ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, 1937 yılı ortalarında ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk'e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk'ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk'te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanıyamazlıklar kendini göstermeye başladı. Onun pek elim bir vaziyette olduğunu, beşinci kollarımızın ajanları, gizliden gizliye yaymağa ve hastalığın öldürücü olduğunu efkârı umumiyeye duyurarak millî hislerde zaaf hâsıl etmeye çalıştılar. Atatürk'ün hastalığı efkârı umumiyede şüyû bulunca vazifemizin birinci faslı muvaffak oldu" (Deli, 2004). Kitapta bundan sonraki aşamalara ise yine Yunan Halk cephesi gazetesinden alınan Farmason Apostolos Grazos'un açıklamalarında yer verilmiş. Apostopolos'un açıklamalarında, "Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan, ikinci, üçüncü ve dördüncü vazifeler geliyor ve bunları seri olarak tatbik etmek isteniyordu ki ; Doktor Abravaya ve Fissenger cidden bu işte fedakarâne çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, sarı liderin hastalığı ile meşgul olmak istediklerini bildirmişlerse de; Türkiye'deki mukaddes üçgenimizin meydana getirdiği muhkem mevki ve selâhiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara sarı liderin tedavisinde vazife vermemekle bize pek âlâ ispat ettiler. Sarı liderin ölümü bir gün meselesi hâline gelmişti. Onun ölümünden her suretle istifade etmeliydik. Türkiye'nin ikinci Mason lideri kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, bunun üzerine Kremlin'e davet edildi. Üstad Moskova'ya vardığında yüzü sararmış ve korkak, ürkek 295 Faruk Arslan bir hâle bürünmüştü. Sovyet Hariciye Komiserliği, Nalçacı biraderimize samimi alâka göstererek kendisini hoşnut etmek için bütün imkânlarını seferber etmişti" deniliyor. Masonların Türkiye'nin ikinci mason lideri Mustafa Hakkı Nalçacı'yı Kremlin'e davet etmesinin ardından Apostolos Grazos'un açıklamaları kitapta şu şekilde devam ediyor: "Moskova'ya ulaşmasının hemen akabinde, büyük ve şahane bir yerde ilk toplantı yapıldı. Ben, Laurenti Beria ile yan odada ses alma cihazıyla içeride cereyan eden muhavere ve müzakereyi takip ediyorum. Nalçacı, Türkiye'nin siyasî ve askerî icraatına ve kuvvetine dair etraflı malûmat taşıyan, bir dosyayı tevdi etti. Birkaç gün sonra anladım ki, Nalçacı'nın tevdi ettiği bu dosyadan Kremlin çok memnun kalmıştı. Nalçacı, Atatürk'ün mason doktorlar tarafından yanlış teşhis ve tedavi neticesinde öldürüldüğü, Türkiye Genel Kurmayı tarafından öğrenilirse, gayet müşkül vaziyete düşeceklerini ve eğer bu âkıbete maruz kalırlarsa, Kremlin'in Çankaya nezdinde siyasî bir tazyik yaparak serbest bırakılmalarının temini hususunda ısrar ediyordu. Yoldaşlar, her vesile ile Türkiye'deki mukaddes üçgenimizi müdafaa etmenin kendi menfaatimiz icabı olduğunu izah ettiklerinde, Nalçacı bundan memnun olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Nalçacı'nın Atatürk'ün ölümünü müteakip, Nazım Hikmet'in riyaseti altında bir hükûmetin teşekkülü, gayri ihtiyarî bazı dedikoduların ve tereddütlü düşüncelerin çıkmasına yol açacağı, ölümü tabiî sebeplerden olmayıp, kasıt olduğu öğrenilirse mürteci Mareşal Çakmak'ın tabancasına hedef olunacağı itirazıyla karşılaştı, denilmekteydi." 296 Faruk Arslan Atatürk"ü de masonların öldürttüğü artık ortaya çıktı. Nedense yine Mason Bektaşilerden bahsedilmiyor. Yurt Partisi Genel Başkanı Saadettin Tantan, Milli Kuvvaiye adlı web sayfasına ve Yeni Çağ gazetesine yaptığı açıklamada, ‘masonların öldürdüğü kesin’ diyordu. Peki Komünist veya solcu oldukları bilinen Bektaşi masonları devletin tüm imkanlarından Atatürk sayesinde yararlanmasına rağmen neden ondan kurtulmak istemişlerdi? Atatürk, yeni bir cumhuriyeti kurarken, 13 milyonluk ülkede yetişmiş insan gücü ve bilgi eksikliği vardı. Mason Bektaşileri Selanik’ten ithal etmesi zorunluydu. Atatürk, masonik kuşatma altında olduğunun farkındaydı. O çevrelerden geldiği için adamlarının mayasını biliyordu. Atatürk’ün çok gençken Masonluğa girdiğini ve çıktığını bir tanıktan öğrenebiliyoruz. ‘Atatürk’ün Uşağı İdim’ adlı hatıratında Cemal Granda’ya göre Atatürk, bir İzmir gezisinde söz Masonluktan açılınca herkesi şaşkına çeviren bir hatırasını anlatmıştır. Aktarıyorum: “Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini 297 Faruk Arslan anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…” İttihat ve Terakki'nin Mason bağlantısı Talat Paşa'nın Osmanlı Büyük Doğu Locası'nın Büyük Üstadı olmasıyla belirginleşirken, Mustafa Kemal'in örgütle ilişkisinin kesilmesi de böyle oldu. Çünkü o asker-siyaset ilişkisine ve Masonluk bağlantısına karşıydı. Osmanlı medyasında Sabataycı ve mason tartışmalarını yakından takip etmişti. Siyonizm damgası İttihatçı olan ama yönetici kademede yer alamayanlar kızgınlıklarını siyonizm suçlamasıyla tatmine çalıştılar. Mısırlılar'ın Osmanlı büyük locasına ilgi göstermesinden rahatsız olan İngilizler de onlara destek verdi. İttihatçıların Mason bağı ilk kez 25 Temmuz 1908 günü Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan sokak gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de katılmasıyla ortaya çıktı. Bayraklarıyla yürüyüşe katılmış ve vatanın kurtarıcıları arasında alkışlanmışlardır. Ancak bütün ülkede yaşanan ilk coşku içinde Mason öğesine özel bir ilgi gösterildiğini söylemek güçtür. İtalyanlar bile rolleri bulunan oluşumu ancak üç hafta sonra öğrenebildi. Osmanlı ülkesinde ise hem localar hem de Masonluğa aday olanlar arasında yepyeni bir canlanma belirdi. Localar eski ihtiyatlılıklarını bırakıp daha kolay üye almaya, tekris yapmaya yöneldiler. Eskiden hafiyelerin izlemesi korkusunu taşıyan sade vatandaşlar ise, bu üyeliğin İttihat ve Terakki ile ilişki kurmayı kolaylaştıracağı kanısıyla ilgiyi artırdılar. Ortada bir Türk obediyansı bulunmadığı için yabancı kurumlar, özellikle 298 Faruk Arslan Fransız, İngiliz, İtalyan locaları daha çok çalışmak ihtiyacını duydular. İttihat ve Terakki'nin Cemiyet gizliliğini 1908 Kasım ayındaki birinci kongresinde de devam ettirmesi ve bir fırka (parti) niteliğine tam bürünememesi bu ilgiyi teşvik ediyordu. Bu ilgi, İttihatçı liderleri Bağımsız Osmanlı Masonluğu kurma düşüncesine yöneltti. Yabancı güdümünde kalmak istemiyorlardı. Öncelikle Eski ve Kabul edilmiş İskoç Riti üzerine bir yüksek şura kurmak gerekiyordu. Bunun için de mevcut ve muntazam bir Yüksek Şura tarafından doğurulmak, sonra da diğer Şura'lardan onay almak şarttı. Avrupalılar'ın böyle bir izni vermeyi pek arzulamadıkları kısa zamanda fark edildi. Türk piyasasını ellerinden kaçırmak istemiyorlardı. Karşı olan İngiliz ve Fransızlar'a karşılık İtalyanlar bir süre direndikten sonra onay verdiler. Macaristan, Belçika ve İsviçre'nin de onayıyla Yüksek Şura kuruldu. 31 Mart ayaklanması hazırlıkları bir süre durdurduktan sonra Haziran 1909'da Osmanlı Büyük Doğusu'nun kurulma hazırlıkları tamamlandı. Buna da Avrupalılar karşıydı. Bunun kendi localarını ellerinden kaçırmak sonucunu vereceğini düşünüyorlardı. Büyük Doğu'nun üstatlığına da Talat Bey getirildi. Yüksek Şura ile Büyük Doğu arasındaki ilişkileri düzenleyen konkordato da 1 Kasım 1909 da düzenlendi. Aynı sırada iki girişim uzun süreli olarak Osmanlı-İngiliz ilişkilerini etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile ilişki kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Mısır'daki Mason örgütünde operasyonla kendi yandaşlarını üstatlıklara getirdiler. Diğer yandan da, İttihatçı heyetin Paris'ten sonra Londra'ya giderek uzlaşma yolunda yaptığı önerileri reddettiler. Anglo- Amerikan alemince 299 Faruk Arslan tanınmamış localardaki dogmaları Masonluk dışı girişim sayıyorlardı. Açıkçası onların onayladıkları bir Masonluğun dışındakileri kabul edemiyorlardı. Aynı anda 1909'un ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci kongresinde anti-Masonluk gündeme geldi. Mustafa Kemal'in teklifi, cemiyetin açık bir siyasi parti haline gelmesinin yanı sıra askerlerin siyasetten çekilmesi ve Masonluk'la ilişkinin kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle "mürteci" diye damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin yönetimiyle ilişkisi tamamen kesilmiştir. Asıl olay yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan Miralay Sadık'ın "Siyonistlik/ Farmasonluk aleyhindeki layihası" idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet Rıza'yı bu şekilde damgalıyor ve cemiyetten atılmalarını istiyordu.. Gerek Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte, bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Durup dururken bütün 1908 devrimi, Abdülhamit'in Yahudilere vermek istemediği Filistin topraklarını Yahudilere teslim etmek için Mason ve Siyonistler'le anlaşma kalıbına dönüştürülmüştü. Arkasından Mecliste kurulan muhalefet partisi Ahali Fırkası gündeme ana konu olarak Maliye Nazırı Cavit Bey'i getirdi. "Masonluk" ve "Dönme" başlıca suçlamaydı. Bu sırada 1910 yılı ortalarında Osmanlı Büyük Doğusu ardı ardına İskenderiye'de dört loca açınca Mısır'ın elden gitmekte olduğu korkusu İngilizleri sardı. Bütün politikalarında Siyonizmi destekleyen ve Masonluğu kendi malı sayan İngilizler'in propaganda için, İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde yayın yapmaları gerçekten ilginçtir. Cavit, 1912 başında 300 Faruk Arslan İngiliz Morning Post gazetesine verdiği demeçte bu iddiayı şöyle yalanlar: "Komitemizin hepsinin ya da bir kısmının Siyonist oldukları ya da etkisinde kaldıkları yanlıştır. Kanımca Siyonist ideal Türkiye'de asla gerçekleşir şey değildir. İtalyan hariciyesinin çok güvendiği Selanik Konsolosu Musevi Primo Levi de verdiği raporda, Osmanlı parlamentosundaki aralarında Karasso da bulunan- dört Musevi milletvekilinin hiçbirinin Siyonist olmadığını belirtmiştir. Bu kampanya, o güne kadar dindar çevrelerce de yerilmekte olan Abdülhamit'in övülmesi ve İttihatçıların her şeyden suçlu bulunması kampanyasının başlamasına sebep oldu. Özellikle eski sultanın Mason localarını kontrolde tutması onlara eylem alanı bırakmaması vurgulanıyordu. Buna karşılık İttihatçılar'ın lideri Talat Bey'in Büyük Üstat atanması geçerli bir sebep oluyordu. İşin ilginci, İngiliz esinli kampanyada Siyonizmin Alman yanlısı bir akım olduğu bile ileri sürülüverdi. İttihat ve Terakki, Siyonizmle ilişkisi olmadığını açıklamakla birlikte kampanyayı durdurmayı beceremiyordu. İşin ilginci, İttihatçı iken muhalefete geçen ve Mason olduğu bilinen Rıza Tevfik bile, yeni yandaşlarının sürdüğü anti-Mason kampanya kadar karşı tarafın da kendilerini mürtecilikle suçlamasından da rahatsızdı: "Bazı kişiler diğerlerini Mason diye itham edip halk nazarında düşürmeye ve sonra tahakküm etmeye çalışıyorlar. Buna uğrayanlar da karşılarındakileri Melamilik ile suçlamak istiyorlar. Halbuki düşünmüyorlar ki asıl irticailiğin kullandığı silah budur... Yeter artık bu günahtır." Ona yanıt olarak sunulan bir yazıda ise şöyle söyleniyordu: "Konuşmalarında saçmalıyorsun. Farmasonlar'a yöneltilen eleştirilerin sebebi, İttihat ve 301 Faruk Arslan Terakki'nin cemiyetini bir bölge hükmünde bırakacak yolu tuttuğu, cemiyet içinde cemiyet şekline girmek istidadını gösterdiği ve kökü dışarıda olan siyasi ve dini cemiyetin mukadderatı milliyemize tesirinin kabul edilemeyeceği içindir. Eğer aynı hedefi izleyen cemiyetler varsa, bütün millet onlara da aynı gözle bakacaktır. Lakin 5-10 asude dervişle, beş on milyon efrada malik ve dünyanın en muktedir maliyeci ve siyasileri tarafından idare edilen bir cemiyeti karşı tutmak için tamamiyle cahil olmak lazım gelir." Şeyhülislam Mason muydu? Tartışmaları çok kızıştıran, Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi'nin Masonluğunun gündeme getirilmesi oldu. Tekrisinin yapıldığı loca konusunda tam bir fikir birliği yoktur, değişik isimler veriliyor. Ayrıca bu konuda araştırma yapan tarihçiler arasında olayın doğru olup olmadığını hiç tartışmayanlara da rastlanıyor. Musa Kâzım, 28 Kasım 1911'de yayınladığı ve Tanin'in yanısıra dinci kesimin sözcüsü Sıratı Müstakim'de de yayınlanan savunmasında iddiayı şöyle reddeder: "Dini İslama karşı olup da bana isnat edilen her bir mezhep veya mesleki kemali şiddetle reddeder ve selameti memleket ve dinin korunması adına bu gibi aldatmalara asla önem vermemelerini ve o gibi boş sözleri bütün kalpleriyle, dilleriyle red eylemlerini bütün İslam ahalisine tavsiye ederim (...) Çünkü selameti din ve diyanetin ancak bu noktada bulunduğunu halisane ihtar ederim." Kimse ortaya tam bir belge koyamadı ama "şüyuu vukuundan beterdir" kuralınca, iddianın yayılması tartışmanın olağanüstü bir boyuta varmasına sebep oldu. Musa Kâzım hükümet değişikliği ile görevinden ayrılacak ama Dünya Savaşı sırasında tekrar aynı makama atanacaktır. 302 Faruk Arslan Masonluğun gizli bir topluluk sanılmasının nedenlerinden biri, üyelerinin çok eski zamanlardan bu yana kullandıkları sembolik işaret ve sözlerdir ve bir Mason camiaya girerken bunları açıklamayacağına dair yemin eder. Eski dönemlerde masonların meslek/ derece ayırımlarını göstermeye yarayan bu gibi işaretler, günümüz Masonluğunda sembolik olarak aynı amaçlar için kullanılmaktadır. Aslında gerek Masonluk'tan ayrılanların, gerekse ketum olmayan üyelerin açıklamalarıyla bütün bu işaretler ve kelimeler değişik zamanlarda kamuoyuna yansımıştır. Ancak bir Mason, kimseye açıklamayacağına dair yemin ettiği şeyleri anlatması yeminini bozmak anlamına geleceği için, bunları kendine saklar. Bu, günümüz Masonlarınca bir öz disiplin, ketumiyet sembolü olarak da değerlendirilir. Öte yandan, Masonluk, üyelerine Mason olduklarını açıklamaları ya da gizlemeleri için baskı yapmaz. Her üyenin kendince gerekli bulduğu hallerde sadece kendisinin Mason olduğunu açıklama hürriyeti ve yetkisi vardır. Ancak bir Mason, başka bir üyenin Mason olduğunu açıklamak yetkisini kendinde göremez. ( Koloğlu, 1995). Atatürk, masonların gücünü ve bağlantılarını en iyi bilen isimdi. Buna rağmen öldürülme riskini göze alarak Mason Localarını 1935’de kapatması, ucu dışarıda oluşumlara nasıl nefret duyduğunu, millici olduğunu gösterir. Masonlarla savaş başladı, ama dost olarak gördüğü bizzat Mason Bektaşi doktorları tarafından yavaş yavaş zehirlenerek öldürüldüğünü anlayamadı. ( Mert, 2006). Atatürk öldükten sonra Mason Locaları 1948’e kadar kapalı kaldı. Bu aşamadan sonra dikkat ederseniz, Atatürk"ü kendi halkından soğutma çabalarının ağırlık 303 Faruk Arslan kazandığı görülüyor. Masonlar, kendilerini lağveden Atatürk"ten intikam alıyorlar. Atatürk"ü manen de yok etmek için çalışıyorlar. İnönü devrinde paradan resmi çıkartılıyor. Ancak Adnan Menderes geldikten sonra onu koruma kanunu çıkartılıyor. Mason Bektaşiler, bu sefer onu aşırı putlaştırarak dindar müslümanlara taşlatıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti o yıllarda İttihat ve Terakki"nin kuruluşundaki mason hakimiyetini temizleyememişti. Yani Mahmut Esat Bozkurt"un 1930"da Bakanken Meclis"te istifa etmesindeki verdiği mesaj da çok önemlidir. Atatürk dahi bir şey yapamamıştır. Atatürk"ün Mahmut Esat Bozkurt"u çağırtıp bu Mason Locaları ile ilgili gündem dışı konuşma yapıp “hemen bunu kapatmamız lazım” demesinden sonra Atatürk"ün sonu gelmiştir. Peki bu masonlar ne yaptı? Atatürk"ü din düşmanı yaptılar. Oysa Atatürk, parçalanmaya karşı milletin itikatta ve amelde birleşmesi için o günkü alimlere kitaplar yazdırtmıştır. Ondan sonra gelenler dini bir yaşam tarzı gibi göstermemiştir. Dinin babadan dededen gelme batılın da içine karışması ile yozlaşmış bir şekilde devam etmesini istemişlerdir. Bu, Türkiye"yi kullanmak isteyenlerin işine gelmiştir. Oysa bizim bu gücün empoze etmeye çalıştığı dine karşı geleneksel İslam"ı savunmamız gerekirdi. Hem aydınlanma çağında, hem de hızlı okullaşma döneminde, açılan okullara hep masonların sızdığını görüyorsunuz. Türkiye"deki Mason Locaları"nın bağlı olduğu mason mahfilleri, Türk biraderlerine desteği eksik etmiyorlar. Türk masonlarına övgü yağdırıyorlar. Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locaları"nın yeni büyük üstadını 304 Faruk Arslan seçmesinden sonra Fransız masonların büyük üstadı Quillardet"in övgüsü basında yer almakta gecikmedi. Fransız mason, Türk biraderlerinin Türkiye"de Cumhuriyet"in ve laikliğin kuruluşunda büyük rolü olduğunu iddia etti. Türk masonlarının güçlü bir geleneği olduğunu da öne süren Fransız mason, başörtüsü sorunu konusunda da Türkiye"de yapılanlara destek verdi, "Biz de Fransa"da yasaklanmasına çalışıyoruz" dedi. Milli Mücadele’yi zaferle taçlandıran ve Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk, tarih sahnesine çıkınca, 1919’dan 1938’e kadar, yaklaşık 20 yıllık sürede, her dönemde belli bir ekiple hareket etti. Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların büyük bölümü Mason Bektaşi yada Mason veya Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve devrimlerin gerçekleştirilmesi Masonlara ve Bektaşilere emanet edilmiştir. Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka, İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip 305 Faruk Arslan Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün çevresinde ülkeye hizmet etmiş Masonlardır. İçlerinden 15 tanesi Bektaşidir. ( Noyan, 2006). Atatürk’ün çok geniş bir çevresinin olduğu; sivil asker bürokraside, politikada, iş dünyasında, kültür sanat alanında, üniversitelerde ve vatandaşlar arasında pek çok dostunun bulunduğunu biliyoruz. Bu yüzden Atatürk’ü kuşatan insanları, yakın çevresi, iş çevresi ve uzak çevresi diye gruplandırabiliriz diye düşünüyorum. Şüphesiz bu guruplar arasında geçişkenlik var. Atatürk’ün yakın çevresine, Çankaya sofralarının vazgeçilmez simaları olarak “Zevat-ı Mutade” denildiğini biliyoruz. Asıl incelenmesi gereken de, bu “Zevat-ı Mutade” olsa gerek. Yakın tarih okumalarımdan bende oluşan izlenimi açık yüreklilikle ifade etmeliyim ki “Zevat-ı Mutade” incelendiğinde, Atatürk’ün Yahudi, Dönme ve masonlar tarafından kuşatıldığı net bir şekilde görülecektir.. “Zevat-ı Mutade” arasına gidip gelelerin kontrol edildiğini, görüşmesi istenmeyen kişilerin çeşitli düzenlerle uzaklaştırıldığı, Atatürk’ün de bunun farkında olduğu da kolayca tespit edilecektir. Ne demek istediğimi sanırım, Atatürk’ün Masonluğu yasakladıktan sonra, bunun genelde Türk siyasetine, özelde “Zevat-ı Mutade”ye etkisini tespit edenler, rahatça anlayacaklardır. Atatürk’ün müdahalesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Ekim 1935 tarihinde masonluk yasak haline geldikten kısa bir süre sonra İsmet Paşa hükümeti devrilmiş ve masonlar “Zevat-ı Mutade”den başlayarak, hükümetten, devlet kademelerinden uzaklaştırılmaya başlanmıştır.. Masonluk ancak 1948 yılında, İsmet İnönü döneminde yeniden serbest haline gelecektir.. 306 Faruk Arslan Burada, masonların “Zevat-ı Mutade”den uzaklaştırılışına bir örnek vermek isterim: Atatürk’ün kız kardeşi Makbule hanımın tanıklığına başvuracağım. Makbule hanım, Cevat Abbas Gürer’in “Zevat-ı Mutade”den çıkarılıp uzaklaştırıldığına tanık olmuştur. Bilindiği gibi Cevat Abbas Gürer yıllarca Atatürk’e yaverlik etmiştir, hatta ondan Bolu Milletvekiliğini koparmıştır.. Dolayısıyla masonlar, Atatürk’e yakın bir üyeleri olması nedeniyle Cevat Abbas Gürer’le övünürler. “Zevat-ı Mutade”de yer alan masonlar tespit edilebilir. Böylece masonların Atatürk üzerindeki etkisi de açığa çıkacaktır.. “Hangi dönemde, ne oranda etkiliydiler?” sorusunu da cevaplamak mümkün olacaktır böylece. Makbule hanım,“Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal” isimli kitapta Şemsi Belli’ye bir gece Savarona yatında Atatürk’le aralarında geçen bir konuşmayı aktarır. Makbule hanımın ağabeyi Atatürk’e “İsmet Paşa nerelerde? Epey zamandan beri gördüğüm yok..” diye sorduğunda Atatürk’ün de “Bilmem!” cevabı verdiği göz önüne alınınca, bu konuşmanın, Atatürk’ün İsmet İnönü’yü iktidardan ve “Zevat-ı Mutade”den uzaklaştırdığı dönemde, yani masonluğun yasaklandığı 1935 sonrasında gerçekleştiği hemen anlaşılır. Çünkü Atatürk, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan almış, yerine Celal Bayar’ı geçirmiş ve daha sonra da görüşmemiştir. Makbule hanım, “Zevat-ı Mutade”den çıkarılan Cevad Abbas’ı sorar. “Peki ya Cevad Abbas? O da ortalarda yok…” der. Atatürk, “İzinli; iki aydan beri izinli Cevad Abbas!” cevabını verir. Makbule hanım, “Mühim bir işi mi vardı?” diye sormaya devam eder. Atatürk, “Kızını evlendirecekmiş!” diyerek geçiştirmek ister. “Peki bu düğünü niçin sizinle yapmadı?” diye soru sormayı ısrarla 307 Faruk Arslan sürdüren Makbule hanım, Atatürk’ün tavrını “Atatürk sustu…Cevap vermedi…üzgün olduğu belliydi…” sözleriyle anlatır. Makbule hanım, bu olay üzerine Cevad Abbas’a gider: “Kalktım, hazırlandım…Doğru Cevad Abbas’ın evine gittim…Hakikaten Cevad Abbas kızının düğün hazırlığı ile meşguldü…Fakat ağabeyimle aralarında bağzı bilmediğim şeylerin cereyan ettiği belliydi. “Niçin ağabeyimi üzüyorsun?”dedim.” Cevad Abbas’ın Makbul’e hanıma cevabı ilginçtir: ” Kılıç Ali, Salih Bozok ve birkaç arkadaşı vardı sarayda…Bana aynen şöyle dediler: “Sakın ha Atatürk’ün karşısına çıkma! Gözüne görünme!..Sana fena muamele yapar!.. Hatta kolundan tutup dışarı bile attırabilir.. Kovabilir seni huzurundan!. Bunları işittikten sonra Atatürk’ü rahatsız etmek cesaretini kendimde bulamadım.” Makbule hanım, Cevat Abbas ziyaretini anlatmaya devam eder: “Cevad Abbas’ın bu korkusu ve endişesi yersizdi… ‘Yanılıyorsunuz’ dedim, ‘ağabeyim sizi çok sever’” Ne var ki Cevad Abbas’ın endişesi vardır: ’Biliyorum, fakat kızgınsa?’ Makbule hanım, “Vallahi yalan söylemişler size.. Atatürk’ün böyle bir kızgınlığı yok sizin için.. İtimad edin bana…” der. Olayların arka planını bilmediği için Makbule hanımın Cevat Abbas ile Atatürk’ü barıştırma girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Dolayısıyla “Cevad Abbas’ı, arkadaşları bir hayli zehirlemişlerdi..” diyor. Cevad Abbas, Makbul’e hanımın ısrarı karşısında “Gelmekten çekiniyorum hanımefendi, dedi. Israr etmeyin.. Belki çok fena bir muameleye maruz kalırım.” demek zorunda kalır.. 308 Faruk Arslan Atatürk’ün ünlü mason Cevad Abbas’ı nasıl uzaklaştırdığını anlatan Makbule hanım, “Cevad Abbas gelmedi..” diyerek safça üzüntüsünü belirtmekle kalmaz, “Zevat-ı Mutade”ye ilişkin olarak yaptığı “Atatürk’ün sofrasında sık sık yer alan bazı yakınları şu veya bu hissin tesiriyle onunla ağabeyimin arasını soğutmaya muvaffak oldular…” genel değerlendirmesiyle, bilmeden, Atatürk’ün çevresini belli bir dönem masonların kuşattığına da tanıklık eder. Atatürk’ü kuşatan Yahudi, Dönme ve masonik çember, Atatürk’ü koruma görüntüsü altında, aynı zamanda bir yalnızlaştırma, hatta kontrol yoluyla etkileme ve yönlendirme operasyonu olarak yürütüldü. Bu her liderin çevresinde görülen sıradan “daha çok yakınlaşmak için başkalarının ayağını kaydırma” tavrı değildi. Apaçık belliydi ki Atatürk’ün çevresindeki masonların bilinçli yürüttükleri “Zevat-ı Mutade”yi kontrol etmeye dönük bir operasyondu. Atatürk hiç kuşkusuz masonik kuşatma altında olduğunu biliyordu ve zamanı gelince de bu kuşatmayı yarmayı başardı. Masonlar kuşatmaya alarak Atatürk’ün halkla ve farklı çevrelerle temasını uzun süre önlendiler. Dolayısıyla yurt gezilerine çıkan Atatürk, halkın içine karışarak toplumun içinde bulunduğu perişanlığı gördüğünde, derin üzüntü duyuyordu. ( Yürekli, 2008). Newweek'in 26 Haziran 1937 tarihli nüshasında Atatürk'ün Arnavut baba ve Makedonyalı bir anneden olduğunu, kanında 'Türk-Ermeni-Yahudi' kanı bulunduğunu yazıyordu. Nereden uydurdularsa bu karışımı? Halen Arnavutlar, Atatürk'ü ' Son Büyük Makedonyalı' diye Arnavut sayar ve Makedonyalı İskender ile özdeşleştirirler. Yabancılar, Mustafa Kemal'i 309 Faruk Arslan dönme olduğunu kanıtlamak için Osmanlı sultanı kızlarından yazar Kenize Murad'ın anılarını delil gösteriyorlar. Atatürk, Selanikten en çok ne çıkar sorusunu bir gün çocukluk arkadaşı Nuri Conker'e sormuştu. Verdiği cevabı ve Atatürk'ün tepkisini aktarmadan önce olayı anlatan 12 yıllık hizmetkarı Cemal Granda'dan bu sorunun neden sorulduğunu anlattığı anısına göz atalım: Çankaya'da eski köşkte Selanikli berber Mehmet ve berberber Rıdvan ile antrede konuşuyorduk. İkiside Atatürkle hemşehri oldukları için kendilerini imtiyazlı hissederler ve yüksekten konuşurlardı. O gün yine beni ' Biz Selanikliler olmasa kurtulamazdınız' diye kızdırınca cevaben ' Biz kendimiz kurtulduk. Selanik'ten çıksa çıksa Yahudi çıkar' dedim. O sırada merdivenlerden ağır ağır inen Atatürk'ü görmemiştik. Konuştuklarımıza kulak misafiri olmuştu. O akşam köşkün misafiri bir Selanikli olan Nuri Conkerdi. Atatürk'e ara sıra cumhurbaşkanlığını bana bırak diye takılacak kadar senli benli, şakacı, Atatürk'ün nazına, kaprislerine dayandığı biriydi. Atatürk, birden damdan düşer gibi ' Nuri bey söylesene Selanik'ten ne çıkar? diye bir soru yöneltti. Bu defa konu ciddiydi. Ama Conker yine dobra dobra cevap verdi: Bol Yahudi çıkar Paşam! Atatürk, gülümseyerek alaycı bir ifadeyle kökeni, nesebi konusunda ileri geri konuşanlara tarihi cevabını verdi: Benim içinde bazı kimseler Selanik'te doğduğumdan Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyandı. Ana Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışması 310 Faruk Arslan lazımdır. Yahudiler, Sebataycılar Mustafa Kemal'i Mason localarını ucu dışarıda zararlı kurumlar diye kapatmasına karşışılık elbette çok seviyorlar. Bunun sebebi Atatürk'ün Sebataycı bir kültür çevresinde büyümesi, Selaniklileri mübahide ile ülkeye getirmesi ve Hitler'in zulmünden kaçan Yahudilerin Türkiye'ye sığınmasına izin vermesinden kaynaklanıyor. Amerikan Forward gazetesinde Atatürk ile ilgili bir yazı kaleme alan Hillel Halkın adlı Amerikan asıllı bir İsrailli Yahudi gazeteci, referans olarak Atatürk'le henüz 30 yaşında iken röportaj yapan başka bir Yahudi gazeteci Itamar Ben-Avi'nin anı kitabını kullanmış. 1940'da basılan anı kitabı henüz İsrail kurulmadan yayımlandığı için burada yazılanlara 'İslamcıların komplo teorisi' olarak bakılamaz. Bir anısında 1911'de Mustafa Kemal'le yaptığı sohbetlere değiniyor. Mustafa Kemal, Trablusgarp cephesine geçmek için Filistin topraklarındadır. Kudüs'te Kamenitz Otel'ine giderek tesadüfen Osmanlı subayı Mustafa Kemal'li bulur. Savaşın nasıl sona ereceği konusunda memleket meselelerini konuşurlar. Genç subay, Enver ve Cemal Paşalara olan güvensizliğinden bahseder. Bir kaç defa daha ziyaretine gider. Toplantılarının birinde Mustafa Kemal, Sabetay Sevi'nin soyundan geldiğini, ancak Yahudi olmadığını, çocuk iken babasının kendisine Venedik'ye basılmış eski bir Tevrat'ı okuyabilmesi için bir Karaim Yahudisi öğretmen tuttuğunu anlatır. Öğrendiği tek şey şu duadır: Shema Yısrael Adonai Eloheıhu ve Adonai Ehad. Yani; Dinle ey İsrail Rabbimiz olan Allah tektir. Itamar Ben-Avi'nin anıları İbranice basılmış ve hemen tükenmiş. Bu anıyı yazısında referans olarak kullanan 311 Faruk Arslan Hillel Halkın, 1994'de İsrail Cumhurbaşkanının Ankara ziyareti öncesi cumhurbaşkanı danışmanına Atatürk'ün bu sözlerini iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde kullanmayı önerir, ancak bu konunun Türkiye'de hiç bilinmediğini ve bilinmek istenmediğini öğrenerek hayrete düşer. Bunun üzerine New York'ta 103 yıldır basılan Yahudi gazetesine konuyla ilgili bir makale yazarak, aslen haham olan Şemsi Efendi'nin yönetimindeki Fevziye Mektebi yıllarında gördüğü eğitiminden başlar, Selanik'ten kaçan Yahudilerin kendi içlerinden böyle bir lider çıktığı için gurur duymalarına kadar her ayrıntıyı kaleme alır. Yazar Abdurrahman Küçük'e göre, Atatürk'ün ailesi Konya'dan Makedonya'ya göç eden Kocacık Yörüklerinden. Bir iddia ise, Aydın Söke'den göç eden Kocacık Koca Hamza Yörüklerinden oluşu yönünde. Atatürk'ün seceresini araştıran Avni Altıner'e göre Arnavut diye çağrılan babası Ali Rıza efendinin amcasının adı Hafız Kırmızı Mehmet ve nüfus kaydı Söke'de bulunuyor. Enver Behnan'ın Kemal Atatürk ve Milli Mücadele kitabına göre, babası Ali Rıza Efendi, Manastır'ın Debre-i Bala Sancağı'nda doğdu. Onun babası, yani bize hiç anlatılmayan Atatürk'ün dedesi ilkokul öğretmeni Kızl Hafız Ahmet Efendidir. Belki de hafız olduğu için resmi kitaplarımız hiç bahsetmedi. N. Nazif Tepedelenlioğlu'na göre Atatürk'ün doğum yeri, tarihi hepsi yanlış. Atatürk'ün Selanik değil bugünkü Makedonya'da olan Tırnova'da doğması daha akla yatkın. Aile 93 harbinin neticesi olarak 1884'de, yani Atatürk 3 yaşında iken Selanik'e göç etmiş. 1990'lı yılların başında Ankara'ya gelen Makedon Eğitim Bakanı Dr. Dimitar Bajaldziev, dönemim Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz'a Atatürk'ün doğduğu evi halen koruduklarını söylemiştir. 312 Faruk Arslan Konuyu duygusal evhama kapılmadan değerlendirmek lazım. Atatürk, İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif gibi babası Arnavut olsa da kendini Türk hissettiği için Türk'tür ve bu millete en büyük hizmetleri yapmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda ünlü Türkoloğumuz Ziya Gökalp, Azerbaycan'dan gelmiş Türkçüler Mehmet Emin Resulzade ve Ahmet Ağaoğlu, Tataristan'dan gelmiş Yusuf Akçura gibi aydınların etkisinde kalarak ulus devlet anlayışında Türkçülük üst kimliğine dayalı bir devlet kurmuştur. Kütüphanesinde Fransızcayı iyi derecede bildiği için çoğu Fransızca 6 bine yakın kitap vardır. Bu nedenle Fransa'nın kabul ettiği milliyetçilik ve ulus-devlet yapısını benimsemiştir. İngilizlerin dayattığı etnik milliyetçiliği reddetmiştir. Atatürk hakkında resmi tarihimiz dışında konuşmanın tabu olduğunu biliyorum.Yahudi ve Sebataycılar, tabi mason Bektaşiler ve Aleviler Atatürk'ü kendi malları görerek sinsi bir benimseme politikası izliyor. Atatürk sağ iken İsrail yoktu. Dolayısıyla İsrail politikasıda yoktu. Sebataycıları bu ülkeye getirmesi, hem onların ticari tecrübelerinden yararlanma, hemde memleketine vefasından dolayıydı. Masonların gizli dış örgütlere bağlı olduğunu biliyordu. Bu konuda okuduğu kitap ve yakın çevresindeki masonlardan edindiği izlenim üzerine Atatürk, mason localarını kapatarak dış mihrakların bu ülkenin işlerine karışmasını engellemişti. Belki doğma değil sonradan olma Selanikliydi. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Sebataycıların yoğun bulunduğu bir zeminde geçen çocukluğunda ortama uyum sağlamak zorundaydı. Kendini İttihat ve Terakki'yi kuran, örgütleyen Sebataycılar içinde göstererek zirveye tırmanmasını bilmişti. Unutulmamalı ki, ortaokuldan itibaren Atatürk'ü 313 Faruk Arslan asıl yetiştiren Osmanlı ordusudur. Selanik'ten en çok ne çıkar sorusunu sormaktan çekinmeyen Atatürk kadar cesaretli olamıyoruz. Arşivlerimiz açılır ve Cumhuriyetin ilk yılları didik didik araştırılırsa yakın tarihimizi yabancılardan taraflı öğrenmek zorunda kalmayız. Neden çekiniyoruz? İnkilap tarihi öğretmenlerinin işsiz kalacağından veya yeniden tarih öğrenmek zorunda kalacağından mı korkuyoruz? Komplo teorilerine fırsat vermek istemiyorsak, açık olmalıyız. Mustafa Kemal ile Mason Bektaşi Osmanlı’nın son Maliye Bakanlarından Cavid arasındaki sorunlu ilişki, Atatürk’ün neden mason Bektaşileri hem kullanmaya çalışıp hemde çekindiğini, hemde zamanı gelince temizlediğini ispatlar mahiyetde. Cavid Bey, Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde Ankara'nın "gel" çağrısına olumsuz yanıt vermişti. Ama Halide Edip Adıvar'ı gönderdi. Bu nedenle savaştan sonra Ankara Hükümeti adına diplomatik girişimlerde bulundu. Fakat, danışman sıfatıyla katıldığı Lozan görüşmelerinde Ankara'yı dinlemeden, bazı kulis faaliyetlerine girdi. İsmet Paşa'yla çatıştı. Cavid Bey, Mustafa Kemal'i küçümsüyordu. Peki neden küçümsüyordu ? Cavid Bey, bu gücü nereden buluyordu ? (Yalçın, 2006). 1926’da Atatürk’e İzmir Suikastı planı ortaya çıktığında, soruşturmanın çerçevesi çok genişletildi ve İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti tarihe gömüldü. İdam edilen İttihatçılar arasında Sabetayist/Karakaşî grubunun "ruhanî lideri" eski Maliye Nazırı Cavid Bey de vardı. Aynı dönemde Sabetayist/Yakubî grubun önde gelen ismi Ahmet Emin Yalman da İstiklal Mahkemesi huzuruna çıkarıldı. O da 314 Faruk Arslan idamla yargılandı. Son anda affedildi. Uzun süre gazetecilik yapmasına izin verilmedi. Sabetaycılar, üç-dört örgütte etkinlik gösterdi: Mason locaları, İttihat ve Terakki, Melami ve Bektaşi tarikatı ve ordu. Bugün de orduda Sabetaycılar, mason Bektaşiler ve Sabetaycı mason Bektaşi generaller, pek çok subay, kurmay subay var. Yeminli din düşmanları, halkının inancına saygı göstermeyenler genelde bu kesimden çıkar. Oysa gerçek Bektaşiliğin temeli hoşgörüdür. CHP, kendisini İttihat ve Terakki'nin devamı olarak görüp, devrimci bir kimlik edindiğini söylüyor. Devrimci kimliği Sabetaycılar mason Bektaşilerle ortaya çıkardı ve Türk siyasetini şekillendiren önemli bir faktör oldu. Türkiye'deki sol hareketi kuranlar mason Bektaşi Sabetaycılardır. Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü Sabetaycıdır. Yıldız Sertel'in ‘Annem İçin’ isimli kitabında uzun uzun Sabetaycıların Türk solunu nasıl kurdukları açıkça yazılıdır. Yıldız Sertel'in annesi Sabiha Sertel Sabetaycıydı, zaten kızı anılarında bunu anlatıyor. Derviş ailesinden gelen önemli insanlar var ve bunlar Yıldız Sertel'le akrabalar. İttihat terakkinin beyin takımından iki kişi, Maliye Nazırı Cavit ve Doktor Nazım Sabetaycıydılar hemde mason Bektaşi. Ve bunlar örgütlendiler. İttihat ve Terakki içindeki Sabetaycıların toplanması ve bunlar arasından bazı kişilerin devlet mekanizmalarına getirilmesi için çalışıldı. İttihat ve Terakki yönetimine baktığımızda Emanuel Karasu'nun, ki Yahudidir, Cavit'in ve Nazım'ın çok önemli olduğunu görüyoruz. İzmir Suikastı'nın, iki sanığı olarak yargılanan Cavit ve Nazım asıldı. Bu adamların suikastla ilgisi olmadığına dair ciddi iddialar var. Peki o halde niye asıldılar? Hiç araştırılmadı. Cavit 315 Faruk Arslan ve Nazım, aslında cumhuriyetin karakterine karşıydılar. Onlar, Cumhuriyet Türkiye'sinin ittihatçı bir karater taşımasını arzu ediyorlardı ve Atatürk iktidara geldikten sonra ittihatçıları planlı ve sistemli bir biçimde temizledi Atatürk'ün Sabetaycı olup olmaması önemli değil, ama şu bir gerçek ki Atatürk, Sabetaycı kültürün içinde yer almış bir insandı. Bir Atatürk ailesi var. Bu ailenin Bülbülderesi Mezarlığı'nda Karakaş'lar bölümünde mezarları, mezar taşları var. Ahmet Emin Yalman'ın Mustafa Kemal'le 1927'de yaptığı röportajda, Yalman şunu söylüyordu Sizin hayatınızı etkileyen iki öğretmen var. Biri benim babam, öteki de Şemsi Efendi'ydi. Şemsi Efendi, benim büyükbabamın büyükbabasıdır. 17. kuşak Yahudi olarak gelmiştir. Atatürk'ün ilk öğretmeni Şemsi efendi bir hahamdır. Ahmet Emin Yalman da mason Bektaşi Sabetaycıdır. En iyisi Eski Van milletvekili İbrahim Arvas'in kaleminden Atatürt’ün mason localarını neden kapatttığına ve neden atamızı öldürmüş olabileceklerine yeniden bir göz atalım: 'Hatıratım sona yaklaşırken memleketimizde locaları bulunan Masonlardan biraz bahs etmek isterim. Masonların İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara'da bir çok locaları vardır. Mustafa Kemal Paşa'nın sevmediği iki zümre vardı. Birincisi Dönmeler, ikincisi de Masonlardı. Bir gün eski adliye vekili Mahmut Esat Bozkurd'u çağırdı. Kendisine Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitab verdi. 'Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap 316 Faruk Arslan ve gurupça kapanmasına delalet et. Seninde bu işde büyük şeref payın olacaktır.' dedi. Gurup günü Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir takrir verdi ve takririn okunmasını reisten rica etti. Katip takriri okudu. Gurup dinledi. Hülasası şöyle idi: 'Bizim Eba ancet gelen atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık, Masonluk ta kökü dışarda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır? Bunu da gurup kararıyla kapatalım.' Ve söz istedi, kürsüye gelerek takririni gayet veciz olarak izah etti. Meclisteki Masonları bir telaşdır aldı. Hele sözcüleri Şükrü Kaya'yı görse idiniz, başından süt dökülmüş kediye benziyordu. Meşhur hatib Mahmut Esat Beye söz yetişebilir mi idi. Şükrü Kaya Masonluğun bir hayir (!) müessesesi olduğunu kürsüden söylediği zaman gurubun hemen bütün azası yüzüne haykırdılar. Hayır eserleri dediğiniz nedir, birisini gösterebilir misiniz? Yalan söylüyorsun, in aşağı! dediler. Mahmut Esat ise Masonluğun kökü dışarda, gizli, memleket ve millet için muzur bir tarikat olduğunu ve her yerde umumi reislerinin yani meşrik-i azamlarının Yahudi olduğunu bir çok vesikalarla ispat etti. Şükrü Kaya, Kazım Özalp, Mazhar Germen son çareyi Katib-i umumi Recep Peker'e iltica etmekte buldular. Ve salonda oturan Recep Peker'in etrafını alarak yalvarmağa başladılar. Guruptaki hava çok elektrikli idi. Heyecan son haddini bulmuş, her taraftan 'Kapatalım!' sesleri yükseliyordu. O esnada Recep Peker 317 Faruk Arslan söz istedi ve kürsüye gelerek: 'Arkadaşlar, çok mühim bir işin üstündeyiz, müsaade buyurun, bu işi bir defa da devlet reisine götürelim, onun da reyini alalım, gelecek hafta bugün tekrar huzurunuza getireceğim’ dedi. Bu söz gurubun tasvibine mazhar oldu ve mesele gelecek haftaya kaldı. Bir hafta sonra olsun, biz herhalde bütün locaları kapatırız dediler. Ertesi hafta Recep Peker geldi ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi: -Arkadaşlar; bugünden itibaren Türkiye'de Masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır. Salonda bir kıyamettir koptu, alkışlar, bağırmalar ve Kahrolsun Yahudi Uşakları! sesleri tavanları çınlatıyordu. Şükrü Kaya ile arkadaşları ortadan sırra kadem basmışlardı. Gurup dağıldıktan sonra doktor Mim Kemal'i öne katarak meclisteki Masonlar toplu olarak Reisicumhura gitmişlerdi. Mim Kemal, Reisicumhura hitaben: -Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız, demiş. Reisicumhur, -Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra... Siz Avrupada hangi locaya bağlısınız ve metbuunuzun ismi nedir? -Biz Cenova'ya tabiiz ve reisimiz de Barca Mıson Cenaplarıdır, demişler. Bunun üzerine küplere binen Mustafa Kemal Paşa onlara hitaben: -Haydi defolun buradan, Cehennem olun gidin, Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, 318 Faruk Arslan ben sizin gibi, bir çıfıt yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye'deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi'ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan! diyerek onları kovmuş, onlar da yıldırım telgraf ve telefonlarla vaziyeti İstanbul, İzmir ve Adana'ya bildirdiler ve sabah olmadan hepsinin kapanma kararlarını getirip henüz sofrasından kalkamayan reisicumhura verdiler ve derin bir nefes aldılar. Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa bu suretle bütün Mason localarını kapattı. İsmet Paşa'nın reisicumhurluğu sırasında kanun-u mahsusla localar kapanmadı diye Masonların müracaatı üzerine tekrar localar açılıp faaliyete başladılar. Ve 1952 de ise Atatürkçü geçinen ve onunla iftihar eden Celal Bayar da, Ahmet Gürkan'ın teklif ettiği ve Masonların loacalarını kapatmak istediği kanun teklifini red ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Tabii bu ameliyeyi Meclis yaptı, fakat bu müzakerelerin devam ettiği üç celse zarfında Celal Bayar reisicumhur locasına gelerek kanunun müzakerelerini sonuna kadar takip etmiştir. Bu tarihi müzakereleri ben de basın locasından takip ediyordum. Yanımda Burla'nın Ankara Müdürü Alaeddin Mizanoğlu vardı. Milyonluk müessesini kapatıp gelmiş, heyecan içinde müzakereleri takip ediyordu. Celal Bayar da olanca heyecanıyle hatipleri dinliyor fakat gözlerini benden ayıramıyordu. Haklı idi, onu bir hiçlikten o 319 Faruk Arslan mevkiiye dünya masonluğu getirmişti. Bir süre önce, Komünistlerin (sosyalistlerin) faaliyetlerine dair aldıkları kararları madde madde sıralamıştık. İçlerinden biri şöyle idi: 'Hangi ülkede faaliyet gösteriyor iseniz, o ülkenin ölmüş devlet adamlarını sahiplenecek, yapacağınız propaganda ile onu ve dediklerini çizgimize çekeceksiniz. Aradan yıllar geçtikten sonra herkes onu 'devrimci (solcu)' bilecek.' Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmada 'Sosyalizmanın anası masonluktur!' diyor. Öyle oldugunu da madde madde elindeki delillerle ispat ediyor. Siz yaşadığınız süre içinde; okulda, işte, işyerinde, çarşıda, pazarda her yerde karşılaştığınız insanlardan, tanıdıklarınız veya değil hangisinden duydunuz birinin çıkıp da 'Masonum' dediğini? Duymadınız, duyamazsınız... Ama onlar '-solcuyum, sosyalistim, devrimciyim, ateistim, Komünistim' derler. Kılıktan kılığa girerler. Peki Bektaşiyim, mason Bektaşiyim diyeni hiç duydunuz mu? Türkiye Devleti, geçmişte yaptığı hatalardan dolayı özür dilemedi, dilemezde. Sevmeyiz özür dilemeyi. Mason Bektaşi İttihatcı çeteciler yüzünden Ermeni ve Rumların başlarına gelenlerden hadi özür dilemeyelim, Osmanlı ayrı bir devletti diyelim. Cumhuriyet döneminde yaşanan 19 Kürt isyanının nedenleri ve bastırılma biçimleri de konumuz değil. Konumuz Bektaşiler ve Aleviler olduğu için Dersim'de ne olduğunu masaya yatıralım. 320 Faruk Arslan 321 Faruk Arslan On Altıncı Bölüm DERSİM’DE NE OLDU? Gelelim Dersim meselesine… Dersim bir soykırım, bir katliam mıydı?. Resmi söyleme göre Dersim, Kürt ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin, ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı. Üstelik dış destekli hain bir isyandı!. Tunceli, en fazla Alevi vatandaşımızın yaşadığı il, bir de buna Kürt kimliği eklenince sorun katlanıyor. Gelişmesi yasaklanan kent Dersim, Mason Bektaşilerin hiç hoşlanmadığı bir etnik grubu temsil ediyor: Hem Alevi, hem Kürt. Mason Bektaşilerin, bu nedenle Almanya üzerinden yürüttükleri ‘Alisiz Alevilik’ bölücülüğü arkasında kullandıkları isimlerin çoğu Tunceli Kürt Alevisi vatandaşlarımız. İntikam peşindeler, kinlerini kusmak istiyorlar. Yavuzda hırsızda haksız aslında. Ama Tuncelilerin damarına fazla basıldığı için sorunu kaşıyorlar, kullanıldıklarını kabul etmiyorlar. Bundan dolayı Dersim’de ne olduğunu bilmek zorundayız. İsyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı’na gönderdiği “Dersim Generali Seyid Rıza” imzalı mektubu buyurun okuyun: Üç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve 322 Faruk Arslan hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor… ( Zileli, 2008). Bu mektubu, 1987 yılında Londra Public Record ofisinde Cumhuriyet yazarı Ümit Zileli buldu ve Nokta dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli sayısına kapak oldu. Avrupa Parlamentosu'nda, 'Kürt soykırımının' anlatıldığı “Dersim 38” konulu konferansı Kasım 2008’de düzenlendikten sonra geçmişteki iddialar günümüzde tekrar tartışılmaya başlandı. Taraf Gazetesi yazarı Ayşe Hür, köşesinde geçmişe kısa bir yolculuk yaptı ve 19371938'de O dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarından bir dönemin ayrıntılarını aktardı: O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan vermemek’ için, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden imzalamıştı. Çağlayangil şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa 323 Faruk Arslan bağırdı: ‘Evladı kerbelayı. Bihatayı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990, s. 45-55.) Bir iddiaya göre ise, Seyit Rıza’nın bedeni yakılmamış, gizli bir yere gömülmüştür. Seyit Rıza’nın varisleri devletten bugüne dek bu konuda bir bilgi alamamışlardır. Ancak idamlardan sadece 1,5 ay sonra Dersim’de ilkinden de kapsamlı bir harekata başlandı. Genelkurmay kitabına göre, Ovacık ilçesi adliyesi ve asker alma şubesinin istediği 1.149 kişi hakkında kanunu takibat yapan müfrezeye Kaçkerek köyünde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam 9 jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kişi, Demananlı 50 haydut, Keçel haydutlarından 100 kişi, Abbas Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 kadar silahlı kişiyle bunların 5-6 bin tahmin edilen aile efradını temizlenecekti. (Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 432 ve devamı) Amacın bu olmadığı belliydi. Çünkü operasyonlar yalnız isyan bölgesi denilen yerlerle sınırlı kalmamış, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da içine almıştı. 31 Ağustos’a kadar süren ikinci ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtında, Genelkurmay 324 Faruk Arslan kaynağı tarafından ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen ve bu gruplar yine kitabın diliyle ‘imha edilmiş’, ‘temizlenmiş’, ‘köyleri yakılmış’tı. 6-16 Eylül 1938 arasındaki harekâtın bilançosu ise şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.” (Reşat Hallı, s. 478) Gayri resmi kaynaklara göre ise ölü sayısı bunun kat kat üstündedir. ‘Tarama’nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirilirler. Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı’ dile getirmiş, İsmet İnönü ‘Dersim müşkilesinden kurtulduk’ demiştir. Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecektir. Dersim müşkilesine son verirken kullanılan araçların neler olduğunu geçtiğimiz aylarda bana posta ile ulaştırılan bir ses kaydından öğrendim. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil’i yakından tanıyan birkaç kişiye kaydı dinlettikten sonra, sesin kendisine ait olduğundan emin oldum. Röportaj Çağlayangil’in evinde yapılmışa benziyordu, çünkü arada Çağlayangil’in eşinin sesi de duyuluyordu. Özellikle son 325 Faruk Arslan cümleleri tüyler ürpertici olan bantın dökümünü kelimesi kelimesine aktarıyorum: ( Hür, 2008). “.....Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. [Kürt adam şöyle dedi] ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar verdik.’ Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: ‘Bir adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.’ Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük. Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. 326 Faruk Arslan Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da....” Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen “Dersim Soykırımı” konferansında Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de (Tunceli) yaşananların insanlık suçu olduğunu vurguladı ve şu sözleri söyledi: Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkilileri yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!.. O günün gazetelerine bakan herkes rahatça görebilir ki, Bayar Hükümeti’nin Dersim’de yürüttüğü harekâtı, dünya ve Türkiye kamuoyunun gözünden kaçırmak için olay gazetelere ‘Fırat ve Murat kıyılarında yapılan manevralar’ olarak aksettirilmişti. Birinci Dersim Harekâtı’na katılan Sabiha Gökçen’e verilen madalya bile gazetelerde “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında [gösterdiği] büyük muvaffakıyetler ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” yüzünden verilmiş gibi sunulmuştu. (Havacılık ve Spor, 15 Haziran 1937, S.193) Yani o yıllarda, ‘manevra’, ‘tatbikat’ gibi terimler, kanlı 327 Faruk Arslan bir askerî harekâtın kod adıydı. Dersim’de olanlara dair resmi anlatıyı öğrenmek bile, ancak 1972 yılında Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı’nın Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitabının yayımlanmasıyla mümkün olmuştu. Ama işin ‘gayri resmi’ yanını hâlâ tam bilmiyoruz. Bu ‘manevra’lardan birinde Dersim’in kaderi belirlemişti. (Hür, 2008). Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.) Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima 328 Faruk Arslan ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor. Dersim’i bir soykırım olarak gündeme getirmek isteyen Avrupalının düzenlediği toplantıda Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da bir konuşma yapmıştı. İşte söyledikleri: Dersim Kızılbaşlığı, paganlık, Hristiyanlık ve Alevilik karışımıdır… Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni Dersim’e gelip din değiştirdi. Şunu demek istiyorlar: Dersim Türkiye’ye ait değildir, üstelik Müslümanlıkla da ilgisi yoktur. Ermeni yoğunluğu fazladır. Öyleyse Atatürk’ün yaptığı hem soykırım hem de savaş suçudur. Konferansta Türkiye Cumhuriyeti’nin iki milletvekili ile bir belediye başkanı da vardı. DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk fazla konuşmadı, yalnızca “Üstümüzden ordular geçti” dedi.. DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ise Dersim isyanında Türk askerlerinin hamile Kürt kadınlarının karınlarını deşerek cinsiyet tespiti yaptıklarını anlattı… Halis, kendi sözlerinden heyecana kapılmış olsa gerek ki, soykırım değil isyan sözcüğünü kullandı!.. Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil de Tunceli’deki yol yapım çalışmalarını şu sözlerle Dersim katliamına bağladı: 1930’lu yıllarda yapılan Dersim Harekâtı tekrarlanmak isteniyor!.. ani başkana göre, devlet yeniden katliam yapmak için öncelikle Tunceli’nin yollarını yapıyor!.Şu hastalıklı kafaya bakın. Sonra ne 329 Faruk Arslan oldu?.. Hepsi el ele verdi, Dersim olaylarının “soykırım” olduğu bir güzel karara bağlandı ve Türkiye’nin soykırım mağdurlarına tazminat ödemesi talep edildi. Tıpkı Ermeni talepleri gibi!. (Zileli, 2006). Unutmak istesekte Koçkiri ve Dersim kıyımları Aleviler açısından yeni rejimde yaşanan ve adeta unutulmak istenilen iki büyük trajedidir. Koçgiri kıyımı daha yeni rejim temellerini henüz atarken Mart/Nisan 1921 gerçekleşir. Dersim'in yazgısı ise Mart/Kasım 1937 tarihine yeniden yazılır. Koçgiri ve Dersim'deki insanların Alevi oldukları için mi katledildikleri tartışılan ve yanıtı henüz bulunmayan bir sorudur. Fakat çok açık ve tartışmasız bir gerçek vardır ki bu da o insanların Alevi olduklarıdır. Hangi nedenle, hengi gerekçeyle olursa olsun binlerce insanın kanı akmıştır ve bu insanlar Alevilerdir. Bu gerçeğin üzerini hiç bir şey kapatamaz. Yeni rejim Aleviliği bir kimlik olarak tanımazken İttihat ve Terakki'den gelen bir çizginin devamı olarak Bektaşiliğe yönelik bir ilgi, mason Bektaşi kültürünün araştırılması çalışmaları gündeme gelir. Devlet ideolojisinin Türk unsuru etrafında şekillenmesinde bir öz Türk inancı olarak görülen Bektaşilikten yararlanmak istenilmesidir söz konusu olan. Çünkü içinde masonik inançlar katılmıştır. Alevilik Türklük Şamanlık zemininde ortaya konulmaktadır. Güneş Dil Teorisi örneğinde olduğu gibi bir Bektaşi-Türk kültür teorisi üretilmek istenilmektedir. Dinsel alana hakim olunacak, din denetim altına alınacak ve din, devlet ve toplum yaşamından tasfiye edilerek vicdanlara hapsedilecektir. Bu mücadele sistemli bir şekilde gerçekleştirilmeye 330 Faruk Arslan çalışılır. Kuşkusuz burada tasfiyesine yönelinen yaşadığımız dünyayı ve hayatı düzenleme iddiasındaki İslamiyet’tir. Zaten Aleviliğin adı yoktur. Zaten Aleviliğin bütünsel anlamda devlet ve toplum hayatına müdahalesi de sözkonusu değildir. Baha Sait Bey Türk Yurdu dergisinde 1926 yılında yayınladığı bir dizi makale Alevi-Bektaşiliği bir Türk kültürü olarak tanıtır. (Baha Sait Bey, İttihat-Terakki'nin Alevilik Bektaşilik Araştırması, İst. 1994) Darülfünun İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Yusuf Ziya ise, 1928-1929 yıllarında yayınladığı makalelerde Tahtacıları ve Alevi inançlarını ele alır. Bektaşi Babalarından Galip Baba Yarın Gazetesinde Eylül 1930 tarihinde başlayan tefrikasında "Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik" konusunu işler.1930 yılında Milli Eğitim Vekaleti Sadettin Nüzhet tarafından hazırlanan "Bektaşi Şairleri” adlı antolojiyi devlet matbasında 5 bin adet bastırarak tüm okul kütüphanelerine gönderir. Resmi anlayışı şekillendirme yolundaki bu yaklaşım fazla uzun ömürlü olamaz. Bu ilgi 1930'lu yıllarda kaybolur ve ancak özellikle de Dersim dolayısıyla resmi raporlara yansıyan gizli kayıtlar olarak arşivlerde yerini alır. Bu gizli raporlar güvenlik amacıyla hazırlanmıştır. Alevilik bir güvenlik sorunu olarak değerlendirilmektedir. Raporlarda Alevilere yönelik bir çok karalama, suçlama, geleneksel olarak yinelenen iftiralar da yer alır. Fakat bu raporlardaki çapıtma ve karalamalar ayıklanırsa gözleme dayalı doğruya yakın bilgilerin elde edilmesi mümkün olur. Sözgelimi Mazgirt, 331 Faruk Arslan Ovacık ve Kozan'da yaşayan Alevilere ilişkin bir saptama: "Bu insanların ehli sünnetten ve daha doğrusu İslamiyetten ayrı bir mezhebe salik olduklarını gördüm" şeklindedir. (Mehmet Alli Ayni, Milliyetçilik, İst. 1994, Sf: 227) E. Jandarma Yarbay Nazmi Sevgen de 1930'ların sonunda hazırladığı raporunda Zazaların Aleviliğine değindikten sonra konuyu Aleviliğe bağlayarak şu saptamada bulunur: "Allaha, peygambere inanmalarına rağmen Alevilik Müslümanlık değildir. Onu Şiilik ile karıştırmak da hatalı olur. Alevi Kızılbaşlık Müslümanlıktan başka bir şeydir" (Nazmi Sevgen, Zazalar, Alevilik Araştırmaları, Sayı:1, Sf: 234, 239) 1940'lı yıllarda yine Alevi-Bektaşiliğe ilişkin kitap ve makale şeklindeki yayınlarda bir canlanma göze çarpar. Bu yayınlar bazen resmi çevrelerin direktifleri doğrultusuda bazen de Alevi kökenli yazarların kişisel girişimleri sonucu gerçekleşir. Bu yayınlardan bazıları şunlardır: Hasan Reşit Tankut, Aleviliğin Menşei (1938), Naci Kum, Antalya Tahtacılarına Dair Notlar (1944), Vahit Lütfi Salcı, Gizli Türk Dini Musikisi/Nefesler (1940), Gizli Türk Dini Oyunları/Semahlar (1941), Abdülkadir İnan, Gaziantep'te Aleviler (1941) Enver Beşe, Anadolu Bektaşi Köylerinde Muharrem Ayini (1941), Niyazi Ahmet, Bektaşi Hikayeleri (1943), Tevfik Zarakol, Kızılbaşlar Hakkında Müşahade (1943), Cemal Bardakçı, Kızılbaşlık Nedir (1947), Abdurrahman Yılmaz, Tahtacılarda Gelenekler (1948), Osman Bayatlı, Alevilikte Sayılar (1948). 332 Faruk Arslan 2. Dünya Savaşının bitimiyle birlikte Türk devletinin geleneksel ideolojisinde bazı temel değişikliklerin ip içları görülmeye başlanır. Özellikle Amerika ile geliştirilen dostluk ilişkileri devletin radikal laiklik uygulamasına son vererek dine siyasal ve toplumsal alanda hayat hakkı kazandırıcı bir sonuç doğurur. Dini yani İslamiyeti toplumsal yaşamın dışına süren anlayışın Alevilir açısından olumsuz bir yönünün olduğunu söylemek doğru olmaz. Dinin yeniden toplumsal alana "buyur" edilmesi, yeniden İslamiyetin bir ayrıcalıklı unsur olarak tanınması Aleviliğin yok sayılmasının da ötesine geçilerek, Aleviliğe yönelik bir asimilasyon sürecinin başlatılması anlamına da gelmektedir. Devlet İslamiyete itibar ettiği an ya Aleviliğin kökünü kazıyacak ya da Aleviliği onun içinde eritip ortadan kaldıracaktır. Bu açık bir saldırı şeklinde değil ince politikalarla işletilen uzun bir zaman diliminde söz konusu olacaktır.DP'nin özgürlükçü söyleminden bir kısım Aleviler de etkilenirler. Aleviler arasında cılız da olsa DP'ye bir yönelim olur. Milli şef döneminin baskıcı politikaları, Alevilerin kendilerini ifade etme istekleri lie birleşince DP nazarında bir yanılsama yaşanır.Tek parti yöntemine karşı, demokrasi, söz milletin, özgürlük sloganlarıyla halka giden Demokrat Parti bu tutumu ile Alevilerden de ilgi görmüştür.1950 yılında yapılan genel seçimlerde Aleviler kısmen de olsa DP'yi desteklemiştir. DP'de Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Sivas, Yozgat, Çorum, Malatya gibi illerde Alevileri milletvekili adayı olarak göstermiştir. Alevilerin DP'nin özgürlükçü 333 Faruk Arslan söylemine aldanmasını olağan görmek gerekir. Tek parti yönetimi altında, üzerinden baskı hiç eksik olmayan Alevilerin ilk özgürlük işaretine koşmaları çok da yadırganacak bir tutum değildir. Çünkü 1950 seçimlerinde CHP karşısında DP özgürlüğün, hürriyetin simgesi olarak görülmüştür. Alevilerin DP'yi destekleme tutumu 1954 genel seçimlerinde de bir ölçüde devam etmiştir. Fakat DP iktidarının niteliğinin netleşmesi, sağ, sermaye egemenliğini kalıcı kılıp devam ettirmek isteyen bir parti oluşu, geri değerleri savunması Alevilerin bu parti ile iplerinin kopmasına neden olmuştur. 1957 genel seçimlerinde Alevilerin yeniden CHP'ye yöneldiği görülür. Demokrat Partiye yönelim hüsranla sonuçlanıyor. 1947’de CHP Kurultayında okullara din dersi konulması kararı alınıp Köy Enstitüleri kapatılmış, İlahiyat Fakülteleri yeniden açılmıştı. Çok partili siyasal yaşama geçilmesinden sonra adeta bir karşı devrim yaşanmıştır, Ezan yeniden Arapça okunmaya başlanmış, dinsel eğitim tümüyle geri gelmiş, DP iktidarı, “ isterse hilafeti bile getirebileceğini” söyleyebilmiştir, İnönü devrinde tek parti iktidarının halka yaptığı zulümden maalesef Aleviler de paylarına düşeni almışlardır, Bu nedenle Alevilerin büyük bölümü DP’yi desteklemiş fakat bu desteğin yanlışlığını çok geçmeden kavramışlardı, Aleviler DP zulmüne karşı 27 Mayıs’ı, DP’nin mirasçısı olan AP’ye karşı da yeniden CHP’yi ve TİP’i desteklemişlerdi. BP deneyiminden sonra Aleviler tekrar kitlesel olarak CHP’ye yönelmişlerdi. 334 Faruk Arslan 1980 ihtilali ile birlikte “ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi “ derslerinin zorunlu dersler kapsamına alınması ve müfredatın tamamen sünni İslam anlayışına göre düzenlenmesi, Alevi / Bektaşi çocuklarının asimilasyonunu amaçlayan bir uygulama olarak algılandı Ayrıca ihtilal sonrası dönemde Alevi köylerine zorla cami yapılmaya ve imam atanmaya başlanması Alevilere yönelik yürütülen baskı, sindirme ve asimilasyon çabalarının ulaştığı yeni bir boyut olmuştu. (Yıldırım, 2006). Halen CHP’nin oy deposu olarak görüldükleri halde hiç bir hakları verilmeyen, aldatılan Alevilerin AKP döneminde haklarını alması mason Bektaşilerin bir oyununu daha bozacaktır. Alevi ozanlarından Aşık Ali İzzet'in DP'ye yönelim ve hüsranı anlatan çok güzel bir şiiri var: "DP'yi gelinlik kız sandık/Oysa yosma çıktı" diye. Buraya alıyorum! Demokrat Parti'yi gözel kız sandık Çirkin çıktı, kahpe çıktı, dul çıktı Alnım açık yüzüm ağ dedi kandık Yüzü kara çıktı, başı kel çıktı. Hırsızı vatandan sürek dediler Köylünün dileğin verek dediler Son zamanda bir gün görek dediler Afat çıktı, tufan çıktı, yel çıktı. Bakın hallarıma şu milletlerin Açın kapısını adaletlerin Mehdi diye gözlediğimiz zatların 335 Faruk Arslan Koltuğundan haç, put çıktı, nal çıktı Bunların mevki kazanmak fikiri Düşünen kim bizim gibi fakiri Has kumaşık dedi bize her biri Kendir çıktı, keten çıktı, çul çıktı Söz milletin dedi kendi söyledi Hürriyet var dedi zulüm eyledi Altın paraları n’etti neyledi Hazineden bakır çıktı, pul çıktı. Ali İzzet ne dersin git sazını çal Hikmete karışma tez gelir zeval Bozuldu adalet düzelmez herhal Fitne çıktı, Deccal çıktı, mal çıktı. "Alevilerin laiklik hassasiyeti kullanılıyor, Alevilerin meselesi hükümetlerle değil, rejimle. Cemevlerinde Atatürk posterlerinin işi ne..." Bu tespitler, araştırmacıyazar Cafer Solgun'a ait. Solgun, Dersimli bir Alevi. Yüzleşme Derneği'nin de başkanı. 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı bir kitap yazan Solgun, Aleviliğe içeriden bakıyor. 'Aleviler neden Kemalist?' sorusuna cevap arıyor. Solgun'a göre Alevilerin Kemalistliği takiye ile başladı; çünkü "Aleviler, kendilerine uygulanan baskının sorumlusu olan güce yaslanarak kendilerini yaşatma çabasına girdiler" Ancak bu durum zamanla içselleştirildi. Cafer Solgun, 28 Şubat döneminde Alevilerin bazı hassasiyetlerinin istismar edilerek onlara yeni bir rol 336 Faruk Arslan biçildiğini söylüyor. Bu dönemde irticanın birinci tehdit olarak görülmeye başlandığına dikkat çeken Solgun, "Rejimin, laikliğin teminatı oldukları yönünde onlara bir rol atfedildi. Aleviler nezdinde yakın tarihte yaşanan bazı acı olayların da doğrudan etkisiyle Sünni çoğunluğa karşı temkinli, tereddütlü bir bakış açısı vardır. Bu ruh hali istismar edilmektedir." diyor. ( Tokay, 2008). Solgun’un şu ifadeleri göz açıcı: Alevi derneklerinden ziyade cemevleri. Alevilerin ibadethane olarak gördüğü ve ibadethane olarak gidip geldiği bu mekânlarda kocaman Atatürk portrelerinin asılı olması çok çarpıktır. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk sonuç itibarıyla politik bir figür. Atatürk'ün resmini siz işyerinize, evinize asabilirsiniz. Fakat bir ibadethanede de bir politik figürün ne işi var? Cemevlerimizin maalesef neredeyse tamamında 12 imamı temsil eden resimlerin yanında Atatürk portresi var. Bu durum sadece benim açımdan değil, birçok Alevi açısından son derece rahatsız edici bir durumdur. Adeta "13. imam da Atatürk'tür" dercesine bu portrelerin olmasının kabul edilir bir tarafı yok. İkinci boyutu ise biraz daha somut bir nedendir. Atatürk döneminde Kürt Alevileri büyük acılar yaşamıştır. Bu uygulamaların sorumlusu bir sembol ismin sizin dua etmek, ibadet için gittiğiniz bir mekânda resimleriyle karşılaşırsanız ne hissedersiniz. Peki Alevi derneklerinin Kemalist çizgisi karmaşık gibi görünen bir meseledir. Ama bu çarpık sonucu anlamamıza yardımcı olabilecek birkaç kavram var. Bunlardan biri korkudur. Doğrudan ölüm, katliam, yok edilme korkusu. Bu korku nedeniyle zaman içerisinde Aleviler kendilerine uygulanan baskının sorumlusu olan, o sorumluyu sembolize eden güce 337 Faruk Arslan yaslanarak kendilerini yaşatma çabasına girmek durumunda kaldılar. Örneğin kurucu parti CHP kayda değer bir oranda Aleviler tarafından desteklenmektedir. Yine Alevi camiası içerisinde orduya yönelik bir sempati olduğunu gözlemliyorum. Bu sempatinin temelinde de bu korku yatıyor. Bu, tipik bir takiyyedir. ( Tokay, 2008). Solgun şöyle devam ediyor: Alevilerin Kemalistliği bir takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Bende sendenim kafama daha fazla sopa vurma dercesine bir ilişkiye girilmiştir. Buraya kadar anlaşılır diye düşünüyorum. Ama buradaki sorunun en önemli tarafı bir takiye olarak başlayan bu ilişkinin zaman içerisinde gerçeğe dönüşme temayülü göstermesidir. O takiyenin giderek içselleşmesi sonuç itibarıyla böylesine çarpık bir durum yarattı. Bu manipülasyon ve bu çarpıklığı yaratma konusunda Alevi camiası içerisinde de bazılarının bir misyoner gibi çalışmalarının hiçbir anlaşılır tarafı yoktur. Kemalizm'i yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok utanç verici bir şeydir. Şeriat tehlikesi meselesine gelecek olursak Solgun’un görüşleri daha çarpıcı: Alevilerin rejimin teminatı oldukları, Atatürkçü oldukları, laik oldukları yönündeki temelsiz rol atfetme siyasetinin gündeme geldiği yıllar 90'lı yıllardır. Aynı yıllar irtica tehlikesinin birinci sıraya konulduğu yıllardır. Bunun dönüm noktası da 28 Şubat sürecidir. Bu konsepti sokaklarda dillendirecek kitlesel bir potansiyele ihtiyaç vardı. İşte bu mantıkla Aleviler 338 Faruk Arslan keşfedildi. Rejimin teminatı oldukları yönünde onlara bir rol atfedildi. Türkiye'de bize dayatılan manada bir şeriat tehlikesi olduğuna ben inanmıyorum. Fakat Aleviler nezdinde yaşanan bazı acı olayların da doğrudan etkisiyle Sünni çoğunluğa karşı temkinli, tereddütlü bir bakış acısı vardır. Alevilerde de temkinlilik bu ruh hali istismar edilmektedir. Çünkü şeriatçılar iktidara gelirlerse ilk yapacakları şey Alevileri kesmektir şayiası Aleviler içinde yayılmaktadır. Alevilerin bu rolü oynamaları için istismar edilecek bir potansiyelleri vardır. ( Solgun, 2008). Alevilerde bu tereddüdü doğuran; Çorum, Maraş, Sivas olaylarıdır. Alevi toplumunda mevcut travma türden bir ruh halinin olmasının en büyük nedenleri bu acılı olaylardır. Gelişen süreç içerisinde bu olayların kimler tarafından kimler kullanılarak ve ne amaçla tezgâhlandığı çok büyük oranda açığa çıkmış durumdadır. Türkiye toplumunun bütünlüğünü oluşturan çeşitlilik içerisinde birbirimize karşı konumlanmamızı isteyen karanlık güç odaklarının bu senaryolarını uygulamalarına zemin teşkil eden bazı önyargılarımız da vardır. AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır. Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil, doğrudan rejimledir. Bu arada Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor. Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o 339 Faruk Arslan görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde çalışma yürütüyorlar. Çok açık söylemek gerekir; bu çaba ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir. Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz kalacaktır. Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması, Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması, davanın yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. ( Tokay, 2008). Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz doğru cevap, bence özür devletimizi belki de Tuncelili Kürt Alevi vatandaşlarımızla barıştıracaktır. Cumhuriyet döneminde Sabetaycılar ve masonlar, Melamilik ve Mevlevilik dışında en güçlü bir şekilde Bektaşilik tarikatında yer alırlar. Başta, Selanik, Serez, Drama, Üsküp, Teselya, Batı Trakya ve Edirne olmak 340 Faruk Arslan üzere İzmir ve Manisa’da yoğun bir biçimde Bektaşilik tarikatına nüfuz ederler. Bektaşilğin geniş meşrepliliği onların nüfuzunu çok daha kolaylaştırır. Sonradan İstanbul’daki bazı Bektaşi tekkelerine de ciddi bir şekilde nüfuz ederler. Bugün bile gerek Rumeli’de gerekse İzmir, Aydın ve İstanbul’da, hatta Ankara’da Bektaşilerin önde gelenlerinin önemli bir bölümü Sabetaycılardan oluşmaktadır. Bektaşilikte yer alan Sabetaycıların bir bölümünü şu şekilde sıralaya biliriz. Sabetaycı ve Mason Mesut Koman Baba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesi son postnişîni Sabetaycı Küçük Abdullah Baba, Sabetaycı ve Mason üstadı Teoman Güre (İlhâmî )Halifebaba, İzmir’de hazine avukatlığı yapmış olan Sabetaycı Feyzi Akeren Baba, Selânikli Ali Aydın Baba, Mason ve Sabetaycı Yenişehirli Hüseyin Hüsnü (Erdikut)Baba, Sabetaycı Hüseyin Coşkun Eren, Sabetaycı Prof. Ragıp Üner, Mustafa Kemal Atatürk’ün başhekimi Sabetaycı Dr. Hasan Ragıp Erensel Halifebaba, Sabetaycı Ali Gâlip Eren Halifebaba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesinin haziresinde medfun olan Tabip Binbaşı Sabetaycı Haydar Bey .Emekli Albay Sabetaycı Cavid Aker Baba, Emin Uras Baba, Eski Ziraat vekili Sabetaycı Nedim Ökmen, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Loca üstadı Ali Oktay Cever, Besim Berkmen, Cevdet İşçimen. ( Yüksel, 2007). CHP, Büyük Klüp ve TÜSİAD, bugün mason Bektaşilerin en fazla bulunduğu mekanlardır. Elit, diğer tabirle ‘Beyaz Türkler’dir. Aleviler kime oy verirler? Ali Balkız, 1999 yılında Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisinin 30.cu sayısına yazdığı "Dede, Baba-Çelebi, Seyit, Nakıp ve Cumhuriyet" başlıklı yazısında:"Aleviler Osmanlıya karşı 341 Faruk Arslan Cumhuriyeti, DP'ye karşı 27 Mayıs'ı, 12 Mart ve CHP'ye karşı 68'i ve Sosyalizmi destekledi. Ama CHP Alevileri sadece seçmen, kimi Sosyalist yapılar da Alevi toplumunu sadece militan kaynağı gördü ve onların tarihsel süreçten taşıyıp getirdikleri sorunlarına eğilen olmadı" diyor. ( Balkız, 1999). Ali Balkız, bugün Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Genel Başkanı. ABF Türkiye’deki Alevi örgütlerinin çatı örgütü. Federasyona bağlı 21 merkezi örgüt bulunuyor. Bu merkezi örgütlerin de 150’ye yakın şubesi var. Bu örgütlerde 200 bin civarında üyeden söz ediliyor. Alevilerde ilk örgütlenme yurtdışında başladı, daha sonra yurt içine sıçradı. 25 yıldır örgütlenme sürüyor. Dernekler ve federasyonlar biçiminde örgütleniyorlar. 1993 Sivas katliamı bir sıçrama etkisi yaptı. 1963'te Hacı Bektaş Turizm Derneği kuruldu. 12 Eylül öncesi Sivas’ın Banaz köyünde Pir Sultan Abdal Derneği vardı. Dernekler, önce Alevilerce önemli sayılan kişilerin adlarıyla kuruldu. Yasalar nedeniyle alevi ismini kullanadılar. Bu yasakla mücadele amacıyla 2000 yılında Alevi Bektaşi Kuruluşlar Birliği Derneği’ni kuruldu. Dernek 11 kurucunun hazırladığı tüzükle kuruldu. İçişleri Bakanlığı kapatma davası açtı. Sonunda karar Yargıtay’a kadar gitti. İsmi savundular ve bu nedenle 2 sene yargılandılar. Bölücülük suçundan kapatma davası açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı olumsuz, dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay olumlu görüş bildirdi. Yargıtay Alevi adının kullanabileceğine karar verdi. 2002'den itibaren Alevi ismi kullanılmaya başlandı. Avrupa Birliği yasalarıyla artık problem kalmadı. ( Çalışlar, 2008). 342 Faruk Arslan Aleviler, 1970’lerde yükselen ve gelişen sol hareketin önemli dayanaklarından birisi haline gelmişti. Alevilerle sol arasındaki ilişki, daha çok sol örgütlerin lehine, onlara destek vermek şeklinde sürdü. 12 Eylül sonrası ise bu ilişki biçim değiştirdi. Alevilerin kimlik talebiyle ortaya çıkmaları, artık yeni bir durumu ifade ediyordu. Ülkemizdeki toplumsal değişim ve dönüşümün en önemli göstergelerinden birisi toplumsal grupların ‘kimlik’ talepleri. Kürtler, Aleviler, İslamcılar, Ermeniler, Süryaniler, son 20 yılımıza damgasını vuran sözcükler... Bu kimliklerin hepsi bu toplumun içinde yaşıyorlardı, ancak kimliklerini öne sürerek ortaya çıkmıyorlardı. Onlar ya görünmüyorlardı, ya da görmezden geliniyorlardı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, solu ve özgürlük taleplerini silindir gibi ezerken, aynı zamanda yeni filizlenen kimlik talepli tepkilerin de tohumlarını ekiyordu. Bu yeni dönemin ilk sert rüzgârı Güneydoğu’dan esti. Son 25 yılımıza damgasını vuran PKK odaklı çatışmalar hâlâ bir çözüme ulaşmış değil. ‘Kürt kimliği’ talebi ise orta yerde duruyor. İkinci ve dikkat çekici atak ise Alevilerden geldi. 1980’li yılların ortasından itibaren ‘Pir Sultan’, ‘Abdal Musa’, ‘Hacıbektaş’ adıyla Türkiye’nin dört bir yanında dernekler kurulmaya başlandı. Örgütlenmeye paralel olarak Aleviliği anlatan, değerlendiren kitaplar yayımlandı. İlk kez adını duyduğumuz ‘Alevi kökenli’ yazarlar, çok satan kitaplar yazdılar. Yurtdışında yaşayan Aleviler, Alevi ismini kullanarak örgütler kurdular. ‘Alevi’ sözcüğü artık sakınmadan söyleniyordu. “Ben Aleviyim” diyen insanlar, kendi 343 Faruk Arslan kimlikleriyle ortaya çıkarak, konuyu kamuoyunun önüne getiriyorlardı. Kendilerine yönelik önyargıları kırmak için seslerini yükseltiyorlardı. Alevilerin kim olduklarını, hangi taleplerle ortaya çıktıklarını, nereden gelip nereye gittiklerini bizler de yeniden keşfediyorduk. Kapı komşumuz, sıra arkadaşımızdı onlar. Ancak neden bugüne kadar kendilerini gizlemek durumunda kalmışlardı? Neden ‘onların kestiği yenmez’, ‘onlarla evlenilemez’di? Son 20 yıl içinde Alevilere ilişkin çok şeyler öğrendik. Ön yargılarımız bir ölçüde kırıldı. Onların çektiği acıların, yaşadıkları dışlanmışlığın ne anlama geldiğini kavramaya başladık. Onların istek ve taleplerinin temel insani haklı talepler olduğunu gördükçe, geçmişteki yasakçılığı, baskıları sorgulamaya başladık. Artık Aleviler sahnedeydiler. Alevi Rönesans’ının son yirmi yıl içinde daha da derinleştiğini ve yeni boyutlar kazandığını düşünüyorum. Artık Aleviler var. Ancak devlet onları nereye koyacak, hangi kimlik altında taleplerini yerine getirecek, şimdi bunlar tartışılıyor. ( Çalışlar, 2008). Tam Alevi açılımları tartışılırken 10.Ergenekon operasyonunda İbrahim Şahin'in evinden ortaya çıkan krokiler, agendalar gösterdiki, Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız'a yönelik suikast planı hazırlandı. Belgelere dayandırılan iddiaya göre, muvazzaf subay M.S. (halen tutuklu) liderliğinde 9 kişilik bir suikast hücresi kuruldu. "Çankaya 4 numaralı hücre" olarak adlandırılanekibin görevi, bombalı araçla Ali Balkız'ı öldürmekti. Ekip şefi M. S.'nin kodadı "A" idi. "B" eylem için çalıntı araçtemin edip şoförlük yapacak, 344 Faruk Arslan "C" patlayıcı düzeneğini hazırlayacak. "D"patlayıcı maddeyi temin edecek. "E"cep telefonlarını dağıtacak. "F ve G"sokak başlarında emniyeti sağlayacak. "H" evin karşısındaki parkta bölgeyi kolaçan edecek. "I" ise tetikçi olarak eylemi gerçekleştirecekti. 9 kişilikhücre eylemden önce alınan sıfır ceptelefonunu bir gün öncesine kadarkesinlikle kullanmayacak. Sarıkaya'nın göndereceği (ESI TILI GÜ LER)mesajını alan üyeler ertesi gün eylem olacağını anlayacaktı. Alevi-Sünni çatışması çıkarmak amacıyla hazırlandığı ileri sürülen plana göre, AleviBektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Kazım Genç'e bombalı bir paket gönderilecekti. Bombalı paketi kargo şirketi elemanı, kimlik ve kıyafetiyle Kazım Genç'in evine ulaştırılacaktı. Şüphe çekmemesi için, paketin üzerine gönderenin kimliği olarak Kazım Genç'in yakınlarından birinin ismi veya Alevi vatandaşların yoğun olarak yaşadığı Hacıbektaş, Tunceli gibi il veya ilçelerinden birinden rastgele adres yazılacaktı. Bu eylem planında da güvenlik güçlerinin konumları en yakın kamera kayıtları da plana detaylı olarak işlendi. Ergenekon’un üst yönetim kurulu, akıl hocası olduğu iddia edilen Encümen-i Daniş’e değinmeden geçemeyiz. Ergenekon’un derin devleti temsil ettiği henüz bir iddia. İhtiyarlar heyeti ile ilişkileride ispatlanması çok zor, tam bir muamma. Yine de 170 yıllık derin devlet geleneğinde Mason Bektaşiler ile aralarında ilişkiler olduğu kanıksanamaz. En azından Ergenekon’u bilmedikleri, duymadıkları söylenemez. 345 Faruk Arslan On Yedinci Bölüm ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI Encümen-i Daniş, 1851 yılından beri var olan bir Osmanlı geleneğidir. Tanzimat'tan sonra, Fransız Akademisi örnek alınarak kurulan ilk Osmanlı Akademisidir. Tanzimat, Batı kurumlarının Osmanlı topraklarına sokulmasını istiyordu. Bu yolda bilim ve eğitim alanındaki çalışmaları bir düzene sokmak için, 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Fikir ve bilim adamlarını içine alan bu kuruluş, Encümen-i Daniş isimli bir akademinin kurulmasını kararlaştırdı. Meclis-i Maarif adına Ahmed Cevdet Paşa tarafından hazırlanan ve Encümen-i Daniş'in kurulma sebeplerini anlatan bir yazı, Sultan Abdülmecid'e sunuldu (26 Mayıs 1851). Kuruluşunda Fransız Akademisi örnek alınan Encümen-i Daniş'in amacı; ilmi ve teknik eserleri telif ve tercüme ederek, Darülfünun'da izlenecek ders kitaplarını hazırlamaktı. Encümenin iç ve dış olmak üzere iki çeşit üyesi vardı. İç üyelerin sayısı 40 kişiydi, bunların bir ilim dalında uzman olması, bir yabancı dil bilmesi; yani telif ve tercümesini yapacak nitelikte bulunması şarttı. Dış üyelerin Osmanlıca bilmesi şart değildi. Hangi dilde olursa olsun encümene bir konuda bilgi verecek uzmanlık üye olmak 346 Faruk Arslan için yeterli sayılıyordu. Bunların üye sayıları da 30 olarak belirlenmişti. Kuruluşun başkanlığına Şerif Mehmed getirildi. İç üyeliklere Sadrazam Reşid Paşa, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, Erkan-ı Harbiye Başkanı Mehmed Paşa, Hariciye Nazırı Ali Paşa, Ticaret Nazırı İsmail Paşa gibi devlet adamlarıyla beraber; Ahmed Vefik Paşa, Cevdet Paşa, Osman Saip, Ali Fetih, Recai Efendi gibi kişiler de üye oldular. Dış üyeliklere devletin tanınmış Rum, Ermeni bilginleriyle; İngiliz Şarkiyatçısı James W. Redhouse, tarihçi Hammer, Fransız doğu bilimcisi Bianchi gibi bilginler alındı. Encümen-i Daniş teşkilatı, devlet salnamelerini de (yıllıkları) 1862'ye kadar yazdı. O zamanlar (yani Tanzimat) henüz “devlet” ile “hükümet” arasında kan davası olmadığı için, bu “bilginler kurulu”nda Sadrazam vb. doğal üye sayılırdı. İlk toplantıda (1851) padişah Abdülmecid de hazır bulunmuştu, sadrazam Mustafa Reşid Paşa da. Ama dönem değişti, koşullar değişti, “seçim” diye, “demokrasi” diye, olur olmaz “bi’dat”lar Cumhuriyet döneminde çıktı. Onun için 1950’li yıllardan itibaren yeniden tesisi edilen “Encümen-i Daniş” (Kâmuran İnan’ın söylediğine göre) hükümeti devirmeyi konuşmak üzere toplanır hale geldi. Yani artık “devlet”in encümeni oldu. Bu konumuyla tamamen Cumhuriyet kurumuydu. ( Belge, 2009). Masonlar ve Bektaşiler, Batı ilminin, modernizmin Türkiye'ye gelmesinde öncülük ettiler. Bu gelenek, Cumhuriyet döneminde de sürdürüldü. İki kurum arasında derin farklar olsada, iki dönem arasında bağlantıyı kuran Mason Bektaşilerdi. Bu üst heyete katılanlar ya mason ya Bektaşi veya her ikisiydi. Kimse üzerine alınmasın. Mason Bektaşi olmak hakaret değildir, iltifattır, bir sosyolojik gerçektir. Elbette farklı meşrepte 347 Faruk Arslan olanlarda ülke yönetimine tavsiyelerde bulunan bu heyetde yer alıyordu. Atatürk'ün partisi olduğu için hep CHP'ye oy veren, TÜSİAD ve Büyük Kulüb etrafında toplanan seçkinlerden oluşuyorlardı. Cumhuriyetin sahipleriydiler. 2. Cumhuriyete karşı olmaları doğaldır. Üye olarak çağrılmanız için devlette üst düzey yönetici olmanız, emekli olmanız, galiba saçınızda akların sayısının karalardan da çok olması gerekiyor. Çünkü üyelerin yaş ortalaması 80’in üstünde. Toplantılarda 70 yaşındakilere “Sen daha çok gençsin, bilmezsin” muamelesi yapılıyor. Buraya kadar olan kısmını artık biliyoruz. Bundan sonrakiler ise bilmediklerimiz ya da bize yanlış anlatılanlar hakkında. Öncelikle Encümen-i Daniş’in üyelerinin birçoğunun darbeci, darbe dönemi bakanı, darbeye heves etmiş paşa, darbeyi becerememiş paşalardan oluşması sizi yanıltmasın. İlter Türkmen, Temel İskit, Sönmez Köksal, Özdem Sanberk gibi daha liberal isimler de toplantılara düzenli katılıyor. Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde 'İhtiyarlar Heyeti' olarak lanse edilen yaşı oldukca ilerlemişler grubundan kastın bu olduğu anlaşılıyor. Mazide destek verselerde, deşifre edilen ve kirlenen bugünkü Ergenekon yapısını tasfiyeyi tavsiye etmeleri, sürpriz değildir. Bu emekli kahvehanesinden Ergenekon’un üst düzey yöneticilerinden ziyade, ancak Ergenekon’un tarihi çıkar. Ergenekon ile tarih yazmaya çalışanlar ise hâlâ görev başındalar. ( Oğur, 2009). 80’lik ihtiyarları yinede küçümsemeyelim. Şener Eruygur iki toplantılarına katılmış ve bigi vermiş. Türk Ordusunun tespit edilen Ergenekon ve diğer çete üyelerini cezalandırıp ordudan atması, Genelkurmay'ın bundan sonra suçluya sahip çıkmayacağını gösteriyor. Orduyu yıpratmamak böyle olur. Dernek statüsünde olmadığı için kaydı bulunmayan kuruluşun orduyu temsil etmediği açık. Ancak Ergenekon'un üst danışma heyeti olduğu iddiası, heyetin içindeki eski genelkurmay başkanlarını gerdi. Bu alınganlık anlaşılamadı. Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, gibi bir komutan ilk defa resmen bu kurumun varlığını 16 348 Faruk Arslan Ocak 2008'de Milliyet'den Fikret Bila'ya yaptığı açıklamada kabul etti ve şunları söyledi: 15 günde bir araya gelip konuşuyoruz. Sonra yapılan tespitleri, varılan sonuçları yazılı hale getirip Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a gönderiyoruz. Belki ülkeye bir hizmet olur diye. Bugünkü Encümen-i Daniş'te üst düzeyde görev yapmış, devlet tecrübesi olan emekli insanlar var. Başkanımız, eski Meclis Başkanı Necmettin Karaduman’dı. Ondan sonra Prof. Dr. Sefa Reisoğlu başkan oldu. Bülend Ulusu var, ben varım, Sayın Kıvrıkoğlu var, Mustafa Aysan var, İlter Türkmen var. Necdet Üruğ var. Özden Sanberk, Köksal Sönmez gibi isimler var. Bu gibi devlet tecrübesi olan, üst düzey görevler yapmış isimler var. Biz bir araya gelip ülke meseleleri üzerine sohbet ediyoruz. Sonra başkan olarak Sayın Reisoğlu bunları kaleme alıyor ve Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a gönderiyor. Mesela Sayın Ahmet Necdet Sezer, bunları çok faydalı bulurdu. Yararlandığını söylerdi. Göndermemizi isterdi. Encümeni Daniş’in ebediyete intikal etmiş üyelerinden bazılarını da zikredeyim ki bu heyetin nasıl bir heyet olduğunu kamuoyumuz da öğrensin. İşte bu gibi devlet tecrübesi olan isimlerin bir araya geldiği heyet, ülke meseleleri üzerine sohbet ediyor. Görüşler tespit ediyorlar. Bu tür insanlardan bu ülkeye zarar gelir mi? Herkes kendi uzmanı olduğu konuyu izliyor, anlatıyor. Bu heyette 1959-60 Zürich, Londra antlaşmalarına imza atmış insanlar var. Memleketine faydalı olmaya çalışıyor. Böyle bir heyetin ortaya atılan saçma sapan iddialarla bir ilgisi olabilir mi? (Bila, 2009). Karadayı'nın övünerek geçmişte bu kuruma üye olduğunu itiraf ettiği isimlerin hemen hepsi Mason veya Bektaşiydi. 349 Faruk Arslan Mesela şu isimler var: Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele, Hasan Saka, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın, Tayfur Sökmen, Feridun Cemal Erkin, Kazım Orbay, Memduh Tağmaç, Cihat Baban, Sadi Irmak, Kemal Kayacan, Celal Eyiceoğlu, Asım Gürbüz, Fahrettin Altay, İrfan Özaydınlı. Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınarak ifadesine başvurulan Eski MGK Genel Sekteri Tuncer Kılınç’a da sorulan Encüman-i Daniş sorusu, acaba Ergenekon ile bir ilişkisi var mı söylentilerine neden oldu. Kurumun ne işe yaradığı merakn edildi. Faaliyetleri ve görevi, üyelerini nasıl seçtiği ve kimlerden oluştuğu araştırıldı. Yine bu grub ile Mason Bektaşiler arasındaki ilişki ıskalandı. 2004'den beri üç eski genelkurmay başkanı, bir eski başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı eski kuvvet komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri bakanı, bazı eski bakanlar, politikacılar ve emekli büyükelçilerden oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti, Encümen—i Daniş Grubu veya bir yol olduğu için laik bir Tarikat olarak adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle daha da güçlenen Encümen—i Daniş'da kimlerin olduğuna bir göz atalım: Eski genelkurmay başkanları Necdet Üruğ, İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, 12 Eylül 1980’den sonra başbakan olan Bülent Ulusu, Turgut Özal döneminin Meclis Başkanı Necmettin Karaduman, eski dışişleri bakanları Emre Gönensay ve İlter Türkmen, emekli orgeneraller Atilla Ateş, Ahmet Çörekçi, Necdet Öztorun, Süreyya Yüksel, Tuncer Kılınç Nahit Özgür, İbrahim Şenocak, eski bakanlar Fethi Çelikbaş, Cahit Aral, Mustafa Aysan, Safa Reisoğlu, emekli büyükelçiler Oğuz Gökmen, Temel İskit, Fahir Alaçam, Oktay İşcen... 350 Faruk Arslan Listenin tamamı kırk kişiden oluşuyor. Bunlar, “Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in şimdiki üyeleri.Şimdiki genel başkan, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel hükümetlerinde sanayi ve ticaret bakanlığı yapmış olan 92 yaşındaki Fethi Çelikbaş, genel sekreter ise ANAP’lı eski bakan Cahit Aral. öteki bazı Encümen—i Daniş üyeleri şöyle: Emekli Korgeneral Hasan Sağlam, Hukuk Profesörü Şener Akyol, eski bakanlar Mehmet Sağlam, Orhan Dikmen, İlhan Evliyaoğlu, eski İstanbul Belediye Başkanı Faruk Ilgaz, emekli tümgeneral Ahmet Serter, emekli vali ve senatör Cemal Tarlan. Son yıllarda ölen eski bazı Encümen—i Daniş üyeleri ise şöyle: Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan, emekli orgeneraller Kemal Atalay, Fikret Esen, Adnan Ersöz, Ragıp Uluğbay, İrfan Özaydınlı, emekli oramiral Haydar Olcaynoyan, emekli korgeneral Faruk Güventürk, emekli tümamiral Sezai Orkunt, eski bakanlar Hıfzı Oğuz Bekata, İlyas Seçkin, Tıp Profesörü Hikmet Altuğ, emekli büyükelçi Necdet Özmen. Ölen bu üyelerin yerine, aralarında Hüseyin Kıvrıkoğlu, Atilla Ateş, İlter Türkmen, Emre Gönensay’ın bulunduğu yenileri seçildi. Listenin tamamı kırk kişiden oluşuyor. Bunlar, “Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in şimdiki üyeleri. Devlette çok önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve diplomatların oluşturduğu bu “Büyük Devlet Jürisi”, on beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını tartışıyor. Geçmişte çok etkili görevlerde bulunmuş bu kadar insan ayda iki defa düzenli olarak bir araya gelince, doğal olarak ne konuştukları ve oradaki konuşmaların ne 351 Faruk Arslan tür sonuçlar doğurduğu merak ediliyor. Encümen—i Daniş, kimilerine göre devlete rota çizmeye çalışan gizli bir “güç odağı”, kimilerine göre hükümetlere yön vermek isteyen bir teşekkül, kimilerine göre ise, yalnızca emektar eski devlet görevlilerinden oluşan normal bir sohbet grubu. Yeni üyelerin ancak oy birliğiyle dahil olabildiği Encümen—i Daniş’te dönem başkanlığını en yaşlı üye üstleniyor. Toplantılarda en çok tartışılan konular AB, AKP, başörtüsüymüş. Özellikle AKP iktidara geldiğinden beri toplantılar bir tür ağlama duvarına dönmüş. “Ah tüm kötülüklerin anası AKP” diye başlayan konuşmalar, gerektiğinde balans ayarı verecek bir iradeden çok “Elimizden ne gelir, ağlamaktan başka” gibi bir çaresizliğe işaret aslında. Hatta bir seferinde yine AKP hakkında atıp kesmeye başlayan çok yaşlı bir emekli paşa ‘çuş-u huruş’a gelip “Asker müdahale etmeli” diye bağırınca toplantıda gülüşmelere neden olmuş. Yani eski bir darbecinin darbe çağrısının ütopik kaçtığı bir ortamdan bahsediyoruz. (Oğur, 2009). Gazeteci Faruk Mercan, konuyla ilgili 19.07.2004 tarihli Aksiyon dergisindeki haberinde ilginç detaylar veriyordu: Şimdiki genel başkan, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel hükümetlerinde sanayi ve ticaret bakanlığı yapmış olan 92 yaşındaki Fethi Çelikbaş, genel sekreter ise ANAP’lı eski bakan Cahit Aral. Demirel ve Çiller’e gönderilen mektup Fethi Çelikbaş ve Cahit Aral, Encümen—i Daniş’ten önce Anavatan Partisi’nde (ANAP) buluşmuş olan iki politikacı. 1989’da ANAP Burdur Milletvekili olarak Meclis’te iken Turgut Özal’a karşı cumhurbaşkanı adayı olan Çelikbaş’a verilen 18 oydan biri de Cahit Aral’a aitti. Çünkü Aral, Necmettin Karaduman ve Kaya Erdem gibi isimlerle birlikte ANAP’ta Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkan ‘ak saçlılar’ın içindeydi ve Özal’a karşı oy verdikleri kişi Fethi Çelikbaş’tı. Cahit Aral’ın bir diğer özelliği, 1986’da Sanayi Bakanı iken “Çernobil kazası” 352 Faruk Arslan meydana geldiğinde, Karadeniz bölgesindeki çayın radyasyondan etkilenmediğini göstermek için kamera karşısında çay içmesiydi. Faaliyetleri 1980’lerin sonunda kamuoyuna yansıyan Encümen—i Daniş, özellikle 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’e gönderdiği bir mektupla dikkat çekti. Encümen—i Daniş’in o zamanki üyeleri mektupta, “Uzun zamandan beri açıkça ve pervasızca, anayasaya dayalı demokratik ve laik düzenimizi kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan beyan, eylem ve davranışlara girildiği görülmektedir. Türkiye’yi temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek isteyen sorumsuz kurum ve kişilere karşı şu yasal, idari ve yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz” demekteydi. Cumhurbaşkanı ve Başbakana önerilen tedbirler şöyleydi: “Cumhuriyetin temel nitelikleri ve laikliğin korunması, Tevhid—i Tedrisat Kanunu’nun tavizsiz uygulanması, Kur’an Kursları ve İmam Hatip liselerinin sayılarının azaltılarak sıkı denetime alınması, bu amaçlarla çağdaş ve laik her türlü önlemin alınması.” Yüksek İstişare Heyeti Projesi Mektubun basına sızdırıldığı 1995 başlarında Türkiye’de ilginç bir tartışma vardı. Başbakan Tansu Çiller; eski başbakanlar, genelkurmay başkanları ve dışişleri bakanlarından oluşacak bir “Yüksek İstişare Heyeti” (YİH) kurulması projesini ortaya atmıştı. Nitekim bu heyet Doğan Güreş, Yıldırım Akbulut ve Murat Karayalçın gibi isimlerin katılımıyla ilk toplantısını yaptı; ama devamı gelmedi. Bir teze göre, Encümen—i Daniş’in mektubundan rahatsızlık duyan Çiller, hem bu mektubu basına sızdırmış, hem de onlara 353 Faruk Arslan alternatif bir yapı olarak YİH’i düşünmüştü. Ama YİH, varlık kazanıp Encümen—i Daniş’in yerini alamadı. Peki yarım yüzyıldan fazla bir süredir varlığını sürdüren, her dönemde etkili isimlerin katılımıyla güçlenebilen, zaman zaman devlete ve hükümetlere yön verdiği söylenen Encümen—i Daniş’in sırrı neydi? Her dönemde Silahlı Kuvvetler komuta kademesine yakın olması ve askeri konulardaki yazılarıyla tanınan Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı, bir süre önce “Encümen—i Daniş” başlığını taşıyan yazısıyla bu grubu yeniden gündeme getirdi. Grup üyelerinin “titizlikle” seçildiğini belirten Kışlalı, yıllardır muntazam bir şekilde yapılan toplantılarda ülkenin en önemli konularını ele alan konuşmaların her zaman “ilgi çekici” ve “önemli” olduğunun altını çizdi. Geçmiş dönemde, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay ve Yusuf Ziya Ortaç gibi gazeteciler de Encümen—i Daniş üyesi olduğundan; bu yazısı sebebiyle “Kışlalı da mı Encümen—i Daniş üyesi?” sorusu merak konusu oldu. Ancak Kışlalı, “Öyle bir şansım yok. Devlete en üst kademede hizmet etmiş çok önemli şahsiyetleri alıyorlar. Bizim orada yerimiz yok” diyor. Köşe yazarı üyeler Halen köşe yazarlığı yaptığı halde Encümen—i Daniş üyesi olan iki kişi var: Hürriyet gazetesi yazarı İlter Türkmen ve Radikal gazetesi yazarı Profesör Mustafa Aysan. Ancak İlter Türkmen eski dışişleri bakanı, Mustafa Aysan ise eski ulaştırma bakanı sıfatını taşıyor. Üst düzey devlet görevinde bulunmuş herkesin Encümen—i Daniş üyesi olamadığını belirten Mehmet Ali Kışlalı, ölçülere uyan kişinin, bir üyenin teklifi üzerine oy birliğiyle gruba alındığını belirtip şöyle devam ediyor: “Üyelerle eskiden beri dostluklarım var. Burada 354 Faruk Arslan parti falan yok, tarafsız insanlar grubu. Hepsi, üzerinde tartışma yapılmayacak ve değerli görevler yapmış insanlar. İşleri de gidip kahvede dedikodu yapmak değil, ülkenin önemli meseleleri hakkında görüş teatisi. Orada yapılan şeyleri dışarıda kullanmak gelenekleri yok. Biz şunu konuştuk, şu karara vardık diye dışarıda konuşulmaz. Encümen—i Daniş, yazılı kuralları olan çok disiplinli bir yapı değil, araştırmacı bir grup da değil. Herkes birikiminden dolayı gündeme gelen konular üzerindeki fikrini söylüyor. Bu isim tarihten geliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda Encümen—i Daniş, Danışma Kurulu diye bir şey var. Bu isimle, eskiden var olan bir şey canlandırılmış.” Grubun ismi nasıl Encümen—i Daniş oldu? Grubun “Encümen—i Daniş” ismini nasıl aldığını, babası Tayfur Sökmenoğlu gibi bir Encümen—i Daniş üyesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanvekili Murat Sökmenoğlu şöyle anlatıyor: “Adı Encümen—i Daniş değildi. 1980 öncesinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk bizim Suadiye’deki evimizde yapılan toplantıya gelince, ‘Sizler etkili, yetkili insanlarsınız. Etkili bir kurulsunuz, Encümen—i Daniş’siniz diyor. Böylece ismi Encümen— i Daniş oldu.” Encümen—i Daniş’in eski başkanlarından Hıfzı Oğuz Bekata, grubu tanımlarken “Düşünce üreten, dünya sorunları karşısında Türkiye’nin durumunu irdeleyen bir akademi” deyimini kullanmıştı. Yine eski bir Encümen—i Daniş Başkanı olan Profesör Hikmet Altuğ, “Gün görmüş bir entelijansiyayız” demişti. Yıllar sonra yeni üyelerden İlter Türkmen, “Encümen—i Daniş’in çok parlak bir tarihi var, eski başbakanlar, hayli kıymetli adamlar buradan geçmiş. Şimdi de tamamı devlet kadrosundan, önemli kimseler var” diyor. 355 Faruk Arslan Encümen—i Daniş’in kurucuları arasında Tayfur Sökmenoğlu haricinde, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Şemsettin Günaltay, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refet Bele, Fahrettin Altay, Kazım Orbay, Kazım Özalp gibi isimler var. Sonraki yıllarda gruba Hasan Saka, Nihat Erim, Suat Hayri Ürgüplü gibi başbakanlık yapmış isimler katılıyor. Gruba ismini veren Fahri Korutürk de bir Encümen—i Daniş üyesi. Grubun cumhurbaşkanı ve başbakanlara, zaman zaman da genelkurmay başkanları, Yüksek Askeri Şûra üyeleri ve Meclis başkanlarına mektup göndermesi geleneği Demokrat Parti dönemine kadar uzanıyor. Örneğin, Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasında Encümen—i Daniş’in yaptığı uyarının etkisi olduğu söylenir. Başbakanlara nadiren mektup gönderilir Üç—dört seneden beri Encümen—i Daniş üyesi olduğunu belirten Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen, “Şu ana kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’a hiç mektup gönderildi mi?” sorusuna, “Hayır” cevabını veriyor. 1982—83 arasında Ulaştırma Bakanı olarak görev yapan, yakın zamanda hem Aydın Doğan’a ait Doğan Holding’de hem de Hüsnü Özyeğin’e ait FIBA Holding’de üst düzey görevler üstlenen, halen Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve on yıldan beri Encümen—i Daniş üyesi olan Profesör Mustafa Aysan, cumhurbaşkanı ve başbakanlara mektup gönderilmesinin çok ender olduğunu belirtirken, “Benim on senelik üyeliğim içinde galiba iki defa oldu” diyor. Encümen—i Daniş’e zaman zaman gizli bir güç merkezi gözüyle bakıldığını hatırlattığımız Aysan, bu görüşlere katılmıyor: “Burası fikir alışverişi yapılan bir düşünce grubu. En iyi 356 Faruk Arslan tarifle bir think tank. Bizim fazla bir gücümüz yok. Orada çok güzel bir bilimsel güç, deneyim gücü var. Bunlar bir güçse tamam, ama hiçbirinin yaptırım gücü yok. Daha çok bir deşarj grubuyuz. Çok da gevşek bir grup. On beş günde bir toplanır; ama gelmezseniz şöyle olur diye bir şey yok. Eski dostların gelenek gibi devam ettirdiği gayri resmi bir topluluğuz” diyor. Bugüne kadar yapılan toplantıların düzenli katılımcılarından biri olan Profesör Aysan, “Ayda iki defa bu toplantıya gitmek zahmetli olmuyor mu?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Koşa koşa gidiyoruz. Hepsi çok yakın dostumuz, geçmişte birlikte çalıştığımız insanlar. Toplantıların çoğuna, yüzde doksandan fazlasına katılırım. Birbirimizle memleket meselelerini görüştüğümüz bir yer. Fazla gizliliğimiz yok; ama grubu teşhir etmeyiz, fazla yaymayız. Çünkü serbestçe konuşmak, sohbet etmek istiyoruz. Hiçbir şeyimiz yazılı değil. Orada konuşulanların kendi içimizden kalması çok değerli bir vasfımız. Orada herkes kendisini rahatlıkla ifade etsin diye yazılı olmayan bir kuralımızdır. Bu yüzden Encümen—i Daniş’in içi hakkında en basit bir bilgiyi dahi size vermiş olmak istemem.” Her toplantıda ortalama 20 kişi oluyor İlter Türkmen ise, neler konuştukları sorusuna, “Genellikle o gün gündemde hangi konu öne çıkmışsa o görüşülüyor. Dış politika bol bol görüşülüyor. Kıbrıs ve Irak çok çok görüşülen konular arasında. Laiklik meselesi de görüşülüyor” cevabını veriyor. Üyelerinin hemen hepsi İstanbul’da oturan, yazılı bir tüzüğü veya çalışma yönergesi olmayan grubun yaz aylarındaki toplantılarında katılım biraz düşse bile her toplantı ortalama 20’nin üstünde kişiyle yapılıyor. Uzun askerlik hayatlarının verdiği disiplinle 357 Faruk Arslan olsa gerek, en düzenli katılımcıların komutanlar olduğu söyleniyor. İlter Türkmen, “Askerler muntazamdır. Bir konuyu konuşacakları zaman çalışarak geliyorlar” diyor. Peki “Gündem önceden belli oluyor mu?” Türkmen, “Bunlar çok organize toplantılar değil, ama genellikle gelecek toplantıda ne konuşulacağı görüşülüyor. Biz daha çok dış politikayı, askerler güvenliğe, ekonomi konusundaki arkadaşlar ekonomiyi konuşuruz” diyor. Grubun en belirgin özelliklerinden biri, yaş ortalamasının çok yüksek olması, çünkü üyelik ömür boyu sürüyor. İlter Türkmen bunu, “Son seyahatinize kadar oradan ayrılmazsınız, emeklilik yok. O yüzden çok genç bir kuruluş değiliz. Mesela başkanımız Fethi Çelikbaş üniversitede benim hocamdı” sözleriyle anlatıyor. Bir üyenin gruptan çıkarılması veya ayrılması geleneği yok. Örneğin Encümen—i Daniş’in kurucularından Tayfur Sökmenoğlu, 1980’de öldüğünde 88 yaşındaydı. Fethi Çelikbaş ise bugün 92 yaşında ve gurubun başkanı. Yeni katılımlarla kan tazeledi denecek kadar güç kazanan Encümen—i Daniş’in daha uzun yıllar varlığını sürdüreceği anlaşılıyor. 1989’da ANAP’taki Encümen—i Daniş’çilerin de desteğiyle arkadaşları Fethi Çelikbaş’ı cumhurbaşkanı yapamadılar; ama Türkiye’de cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, birçok eski parlak komutan, politikacı ve diplomattan oluşan bu kadar etkili üyeye sahip ikinci bir “sohbet grubu” olmadığı kesin. Şu anda hepsinin gönlünden geçen temenni ise, eski bir Encümen—i Daniş’çi abileri olan 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu Osman Korutürk’ün Milli Güvenlik Kurulu’nun ilk sivil genel sekreteri olmasıydı. Ama olmadı. İkinci sıradaki aday Necdet Pamirdi. 358 Faruk Arslan Önümüzdeki yıllarda gücünden hiçbir şey kaybetmesi beklenmeyen Encümen—i Daniş’te olabilecek tek değişiklik, bu ‘Büyük Devlet Jürisi’nin kendisine yeni bir isim bulması. Ancak Profesör Mustafa Aysan, “İsmini değiştirmeyi hiç düşünmedik. Orijinal olarak öyle bir isim konmuş, Osmanlı’dan geliyor” diyor. Yüksek İstişare Heyeti neden başarılı olamadı? Acaba Encümen—i Daniş bu kadar uzun ömürlü olmasına rağmen, Ankara’da yapacağı toplantılarla görüşlerini düzenli olarak başbakana ve hükümete aktarabilecek olan Yüksek İstişare Heyeti projesi neden başarılı olamadı? Gazeteci—yazar Mehmet Ali Kışlalı, bu soruya şu cevabı veriyor: “Aslında böyle şeyler iktidarların işine gelmez. Ağırlığı olan o insanlardan çıkan fikir sizin için uygun değilse, bu sizi rahatsız eder. Bu görüşler uygulanmazsa, bu sefer onlar kırılır. O sebeple bu iş iktidarla yapılacak bir işbirliği değil. Encümen—i Daniş, gündemde olan konuları özgürce konuşan, irdeleyen ve sivriliği olmayan bir grup. Türkiye’de önerilecek olan şey, iyi eğitim görmüş, birtakım birikimleri olan, ama genç yaşta emekli olmuş generallerden bir grup kurulması. Böyle bir araştırma grubu kurulması birkaç defa düşünüldü. Örneğin, Türkiye’nin savunması ile ilgili şu araştırmanın yapılması gibi. Fakat maalesef, çok iyi yetişmiş ve çok genç yaşta emekli olmuş o kadar general olmasına rağmen, bu düşünce uygulanamadı.” İlter Türkmen’in aynı soruya cevabı ise şöyle: “O heyette (Yüksek İstişare Heyeti) benim de ismim vardı. O sırada dışarıdaydım, Birleşmiş Milletler’de Genel Sekreter Yardımcılığı yapıyordum. Bu sebeple ilk toplantıya katılamadım. Bizde o gelenek yoktur. Devletten emekli oldunuz mu artık emeklisiniz, bitti. Çünkü hükümet olduğunuz zaman 359 Faruk Arslan kimseyi dinlemiyorsunuz. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in meşhur bir lafı var. Cumhurbaşkanı iken 200 danışmanı var. ‘Memnun musunuz?’ diyorlar. ‘Hayır memnun değilim, çünkü benimle hiç danışmıyorlar’ diyor. (Mercan, Aksiyon; Bugün 2004, 2009). Hemen ertesi gün 17 Ocak 2008'de Hürriyet'de patlayan isim heyetin diğer eski genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'ydu. Şunları anlattı: Encümen-i Daniş toplantıları konuşuluyor. Karadayı Paşa da (İsmail Hakkı) açıkladı. Buradaki her kişi, devletin en üst kurumlarında, en üst makamlara yükselmişler. Komutanlar, meclis başkanları, profesörler, bakanlar, v.s. Orada bütün dünya meselelerini konuşuruz. Gürcistan savaşını, Kosova’yı, Gazze’yi, PKK ile mücadeleyi, petrol konusunu da. Bu toplantıların gündemi yok; o gün konuşur, konuyu belirler sonra rapor yapar cumhurbaşkanlarına, başbakanlara göndeririz. Tayyip Bey’e (Erdoğan) göndermedik; ama başbakan olduğu dönemde Abdullah Bey’e (Gül) gönderdik. (Bu iddia Türkmen tarafından yalanlandı.) Kıvrıkoğlunun verdiği şu mesaj alınmıştır: Türkiye’nin tek silahlı kuvvetleri var, onu da yok ederlerse Türkiye, Türkiye olmaktan çıkmış olur. Darbeler dönemi bitmiştir. Buna gerek de yok. Her hafta başbakanlara gidiliyor; sıkıntılı durum varsa başbakan, cumhurbaşkanı ile görüşülüyor. MGK’da gündemi, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı tarafından belirleniyor. Ancak yargılanma sürecine baskı anlamına gelebilecek şu destek mesajı algılanamamıştır: Hurşit Tolon ve Şener 360 Faruk Arslan Eruygur Paşalar’ın eşleri ile görüşüyor, moral veriyoruz. Bu arkadaşlarımın komutanlığını yaptım. Son derece başarılı işler yapmışlar. Böylesi olaylarla bir ilişkileri olacakları kanısında değilim. Tuncer Kılınç Paşa, MGK Genel Sekreteri olarak herkesle görüşmek, her yere gitmek gibi bir özelliğe sahip biri. Açık sözlü biri. Hep en iyi hizmeti verme çabasında oldu. Zaman zaman konuşur, ters düşebilir. Emeklilik sonrası çeşitli konferanslar verdi, rahatsız etmiş olabilir; ama ifade özgürlüğü varsa herkes rahatça konuşmalı. Ben böylesi görevleri üstlenmiş insanların ihanet etmesini asla düşünmem, zaten yargı da her şeyi ortaya koyacaktır. Ergenekon'un adını ilk defa duyduğunu iddia ettiği şu savunması ancak asker mantıksızlığı ile mantıklıdır: Diyor ki ( deli olarak nitelendirdiği Tuncay Güney), Veli Küçük’ü Bilecik’te ilk ben ziyaret etmişim. Veli Küçük ile hiç tanışmadım, hiç karşılaşmadım. Cumhuriyet Gazetesi’nin satışı konusu varmış da, Veli Küçük almak istemiş, ’Yukardan’ demiş. ’Yukarıdan’ dediği kişi de benmişim. Şaşırdım kaldım. ’Ergenekon’un çekirdeğidir, 1 Numarası’dır diyorlar. Ergenekon adını bu operasyonlardan sonra öğrendim. Genelkurmay Başkanı olarak hiç duymadım. Birçok değerli komutan bu işlere bulaştırıldı. İsmail Hakkı Karadayı Paşa, 19 yıl önce emekli olmuş Necip Torumtay Paşa, Teoman Koman, birçok arkadaş. Saçma sapan açıklamalar. (Tuncay Güney'in açıklamaları) ( Küçükşahin, 2009). Aynı mantıksız mantığı Karadayı'da şöyle yaptı: Ben Veli Küçük denen adamı hiç görmedim biliyor musunuz, tanımam. Genelkurmay Başkanı olduğum dönemde Ergenekon diye bir örgüt duymadım. Duysam, böyle bir 361 Faruk Arslan örgüt olduğunu bilsem, zaten müdahale ederdim. Böyle bir şey duymadım. Hatta ben, bu mevzu kamuoyuna yansıyınca Yaşar Paşa’ya (Büyükanıt) sordum. Nedir bu, diye. O da bu soruşturmadan bahsederek buna Ergenekon adını verdiler, diye anlattı. Benim öyle bilgim oldu. Ergenekon’un 28 Şubat’la da ilişkilendirilmesine ve bir darbe için altyapı hazırlanması amacıyla kurulduğunu ve eylemler yaptığını öne sürülmesine Karadayı'nın neden karşı çıktığı şu cümlelerinden anlaşılıyor: 28 Şubat’ın bir ihtilal olduğunu söylüyorlar. Hayır. 28 Şubat bir ihtilal değildi. Meşru zeminlerde yaşanan bir olaydı. Milli Güvenlik Kurulu zemininde alınan kararlarla ilgiliydi. ‘Pişman değilim’ Ergenekon’u 28 Şubat’ın uzantısı örgütlenmelerle hiç ilgisi yok. Ben Çelik harekâtını (Kuzey Irak’a sınır ötesi harekât) yaptık, Kardak’ı yaptık. Belki bunları başarıyla yaptık diye bu olaylar oluyor. Belki Çelik harekâtını, Kardak’ı yapamasaydık, bunlar olmazdı, diye düşünüyorum. Ama biz görevimizi yaptık. Yaptıklarımın hiçbirinden pişman değilim. Ben Genelkurmay Başkanı olarak hep Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le çalıştım. Demirel’in çok güzel bir sözü vardır. Şöyle derdi: “Türkiye’de en önemli kurum, TSK’dır. Allah korusun, TSK bir zaafa uğrar, bölünürse, Türkiye bölünür.” Bu çok doğru bir sözdür. Şimdi bunu yapmaya çalışıyorlar. TSK’yı bölmeye, yıpratmaya uğraşıyorlar. TSK aleyhine bir hava yaratmaya çalışıyorlar, onu hedef alıyorlar. Demirel’in bu sözünün ne kadar doğru olduğu anlaşılıyor. Benim söyleyeceğim budur. (Bila, 2009). Karadayı ve Kıvrıkoğlu'nun Veli Küçük'ü tanımaması ve Ergenekon'dan haberdar olmamaları kamuoyunda pek 362 Faruk Arslan inandırıcı bulunmadı, 15 günde bir boşuna mı toplanıyorlar şüphesine yol açtı. 28 Şubat'da şapkasını 7. defa alıp gitmeyen ve post modern darbeye yardımcı olan Demirel bakın Encümen-i Daniş'i nasıl savunuyor: "Encümeni Daniş bir yarenler topluluğudur. Bu çeşit etkinlikler, Türkiye''nin her yerinde vardır. Bu, yarenliktir. Aynı jenerasyondan gelen, aynı hizmette bulunmuş insanların görüş alışverişinde bulunmasıdır. İstanbul'da böyle bir seçkin arkadaşlar grubu vardır. Ben bunun 50 senesini biliyorum. Vatansever insanlardır." Demirel, Encümen-i Daniş'in Ergenekon'a dahil edilme çabasına sert tepki verdi: "Bu arkadaşlar topluluğuna Türkiye'de bir şeyler denilecekse, bunun anlamı Türkiye'de özgürlüklerin şakadan ibaret olduğudur." Encümen-i Daniş, üst düzey görevlerde bulunmuş isimlerin, ülke sorunlarını tartıştığı fikir komitesi olarak tanımlanıyor Faaliyetleri 1980’lerin sonunda kamuoyuna yansıyan Encümen—i Daniş, özellikle 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’e gönderdiği bir mektupla dikkat çekti. Encümen—i Daniş’in o zamanki üyeleri mektupta, şu satırlar dikkat çekiyordu; “Uzun zamandan beri açıkça ve pervasızca, anayasaya dayalı demokratik ve laik düzenimizi kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan beyan, eylem ve davranışlara girildiği görülmektedir. Türkiye’yi temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek isteyen sorumsuz kurum ve kişilere karşı şu yasal, idari ve yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz” demekteydi. Cumhurbaşkanı ve Başbakana önerilen tedbirler şöyleydi: “Cumhuriyetin temel nitelikleri ve 363 Faruk Arslan laikliğin korunması, Tevhid—i Tedrisat Kanunu’nun tavizsiz uygulanması, Kur’an Kursları ve İmam Hatip liselerinin sayılarının azaltılarak sıkı denetime alınması, bu amaçlarla çağdaş ve laik her türlü önlemin alınması.” 1995'te talep ettiklerinin hayata geçirilmesi için 28 Şubat post-modern darbesinin yaşanması gerekti. Ülkeye 28 Şubat sürecini yaşatan komutanların hepsi, istisnasız hepsi, Encümen-i Daniş'te üye olarak hizmet veriyorlar bugün... Yakın zamanların en önemli -fakat akim kalmışeylemlerinden biri de, Turgut Özal'ı cumhurbaşkanı seçtirmeme girişimiydi. Encümen üyeleri aralarından Fethi Çelikbaş'ı aday göstererek seçimi kilitlemeyi düşündüler; bunu yaptılar da... Özal onlara rağmen seçildi. 2007 yılında yaşanan 367 saçmalığı ile cumhurbaşkanlığı seçiminin kilitlenmesinde oynadıkları rolü bilmiyoruz; ama tahmin edebiliyoruz. 1980 sonrasının bir ürünü Encümen-i Daniş, 1980 sonrası olanların bir bölümü de onların ürünü... Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun görev süresi biterken yerine Org. Hilmi Özkök gelmesin diye katlandığı zahmeti yazmıştı bir meslektaş... Kıvrıkoğlu'nun “Bu açıklamaları yapmaya bir-iki eski bakan da beni teşvik etti” dediğini işitince şunları yazmıştım: “Encümen-i Daniş'ten arkadaşları olmalı o eski bakanlar... Belki de, bu tarzda bir çıkışı Encümen-i Daniş olarak planlamışlardır... ( Kıvanç, 2009). 2008 Şubat ayında 'Dinazorlar Takımı' olarakta nitelenen heyetin başka bir mektubu kamuoyuna yansıdı. Aralarında Necmettin Karaduman, Sabit Osman Avcı ve Fethi Çelikbaş'ın da bulunduğu ve ilk anda 'ahı gitmiş vahı kalmış' denilebilecek isimler, “başörtüsü için TBMM'de kabul edilen anayasa değişiklik kararlarına 364 Faruk Arslan ilişkin tartışmaların çok sert bir çizgide cereyan ettiğini", dolayısıyla kamuoyunda bir tedirginlik oluştuğunu, bunun giderilmesi için de iktidar ve muhalefet yetkililerine “söylemlerini yumuşatmaları” çağrısında bulunmuştu. Peki bu isimler kimlerdi? TBMM eski başkanlarından Necmettin Karaduman, S. Osman Avcı, eski bakanlar Fethi Çelikbaş, Vefa Poyraz, İlhan Evliyaoğlu, Doğancan Akyürek, Mükerrem Taşçıoğlu, Ömer Ucuzal, Sadık Batum, Mete Tan, eski milletvekilleri Hakkı Kurmel, Mehmet Kaşıkçı, Doğan Öztunç, Muammer Alıcı, Salim Erel, Hilmi Çeltikçioğlu, Muhlis Arıkan, Erol Ağagil, Selahattin Güven ve Sami Kumbasar ile eski senatörlerden Osman Çetin... Bu isimlerden Necmettin Karaduman, Fethi Çelikbaş ve İlhan Evliyaoğlu, bir süredir konuşulan ve içinde emekli paşaların da yeraldığı Encümen-i Daniş üyesi... ANAP'ta politika yaparken, Kaya Erdem'le birlikte 'ak saçlılar' grubu diye adlandırılan oluşumun etkili isimlerinden Necmettin Karaduman, başörtüsü imzacılarının başını çekiyor.. Karaduman, Encümen-i Daniş Grubunun etkili üyelerinden... 1989'da merhum Turgut Özal'ın cumhurbaşkanlığı gündeme gelince kendisine etkili muhalefet yapan kesimlerin ileri sürdüığü isim eski Bakan Fethi Çelikbaş'tan başkası değildi..Çelikbaş da Karaduman gibi Encümen-i Daniş üyesi... Genelkurmay'ın bir kısım basına verdiği 'sınırlı' brifinglerin katılımcılarından eski Bakan İlhan Evliyaoğlu da kendine mahsus bir karakter...Evliyaoğlu olmadan Encümen toplanır mı? O da başörtüsü bildirisini imzalayıp Encümen-i Daniş üyesi olan isimlerden... ( Öksüz, 2008). 365 Faruk Arslan Grubun cumhurbaşkanı ve başbakanlara, zaman zaman da genelkurmay başkanları, Yüksek Askeri Şûra üyeleri ve Meclis başkanlarına mektup göndermesi geleneği Demokrat Parti dönemine kadar uzanıyor. Örneğin, Adnan Menderes'in başbakanlığı döneminde Milliyetçiler Derneği'nin kapatılmasında Encümen—i Daniş'in yaptığı uyarının etkisi olduğu söylenir. Dört seneden beri Encümen—i Daniş üyesi olduğunu belirten Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen, “Şu ana kadar Başbakan Tayyip Erdoğan"a hiç mektup gönderildi mi?” sorusuna, “Hayır” cevabını veriyor. Ercümen-i Daniş "in bugünkü başkanı Necmettin Karaduman, AKP"nin kapatılma davası ile ilgili bakın neler söylüyordu ; "Başsavcıya yönelik eleştirileri ağır buluyorum. Ama kapatma davası açıldı diye,ille o partinin kapatılacağı ahkamı kesmek doğru değil! Kanaatim ; Anayasa Mahkemesi AKP"yi kapatmaz ve kapatmaması da uygundur! Lakin, Başbakan'a değil ama partinin bazı önde gelen siyasetçilerine siyaset yasağı uygulanabilir." Her ne kadar Ergenekon ile ilişkileri olmadığını söyleselerde şeytan bazen ayrıntıda gizlidir. Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınıp bırakıldıktan sonra gazeteye verdiği teşekkür ilanında Necmettin Karaduman'ın da adı vardı. Kısaca kurum, bir zamanların kudretlularının ileri yaşlarda da güç politikası oynamalarını sağlayan kuruluşun adı. Bir nevi "Akil Adamlar Kurulu" da denilebilir. Bir dernek, bir kulüp, bir vakıf olmadığı halde varlığını bugüne kadar sürdüren Encümen-i Daniş'in üye seçiyor olması, son derece ilginç. Hiçbir kurumsal varlığı olmadığı halde, 50 yıldır ayda iki kez toplanıp raporlar hazırlaması ve bunun bunca yıl kamuoyunun gözünden kaçması, adeta bir "sivil toplum mucizesi. Her 366 Faruk Arslan konuda fakir jimlastiği yaptıkları ve bunları uygulattıkları biliniyor. Şeffaf bir zemin üzerinde devam eden tartışmaları yakinen izleyen kamuoyu ve vicdanlar, akil adamların Ergenekon Terör Örgütü ile ilgisi olup olmadığına karar verecektir. Elbette yargıda kararını açıklayacaktır. Encümen-i Daniş'in bugüne kadar binden fazla toplantı yapıp, en azından 100'den fazla rapor yazmış olması söz konusu. Bu çok değerli raporları Türk halkı ile paylaşırlarsa, entelektüel çalışmalar için çok büyük kaynak sağlamış olur. Böyle bir şeffaflık, bu kadar değerli ve birikim sahibi "akil adam" hakkında haksız zanların oluşmasını da engeller. Türkiye, şeffaflaştıkça güzelleşiyor. (Başyurt, 2009). Haziran 2007de başlayan Ergenekon operasyonlarının Alevi Bektaşi masonlara gelip dayanması kaçınılmaz sonuçtu. Abdurrahman Dilipak, 27 Mart 2010’de Vakit gazetesinde yazdığı, ‘Ergenekon kesmedi "Mason Bektaşiler" verelim: Haydaaa!’ başlıklı yazıda ortaya çıkan ironic duruma şöyle dikkati çekiyordu: İddiaya bak: İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, Kayseri Yarıaçık Cezaevi’nde bulunan hükümlü H.A.H’nin yapacağı ev ziyareti sırasında bir suikast gerçekleştirileceği ihbarı geldi. Bunun üzerine takip başlatan terör timleri, geçen hafta şüpheli H.A.H.’nin cezaevinden izin alarak Kayseri’den İstanbul’a hareket ettiğini belirledi. Şüpheli H.A.H., İstanbul’daki Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası üyelerinin toplantı yaptığı binanın etrafında dolaşmaya başlayınca gözaltına alındı. 367 Faruk Arslan H.’nin üzerinden Loca’nın eski ve yeni büyük üstadları K.P. ile S.E.’nin fotoğrafları çıktı. Sorgusunda binanın az ilerisinde bıçak sakladığını ve suikast planladığını itiraf eden şüpheli salı günü tutuklandı. H.A.H.’nin Kayseri Belediyesi’nde çalışırken yolsuzluk yaptığı iddiasıyla tutuklandığı, avukatının ise Ergenekon sanıklarının da avukatı olan Yusuf Erikel olduğu belirlendi. Adım adım gidelim. Erikel kimdi? Erikel’in ismi, Ergenekon operasyonları başladığı dönemde bazı bürokrat ve STK temsilcileriyle görüşüp “Yakında darbe olacak. AK Parti düşürülecek. Ben Başbakan olacağım. Duruşunuza dikkat edip, bize yardımcı olursanız, biz de size yardımcı oluruz” dediği iddiasıyla gündeme gelmişti. Ergenekon klasörlerinde yer alan “taslak hükümet SON 4 EN SON İNŞALLAH.doc” adlı belgede, darbe sonrası görev yapacak cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve bürokratların isimlerinin yer aldığı, Erikel’in ‘Başbakan’ olarak gösterildiği belirtilmişti. Tolon bu iddiaları yalanladı.. Bu haberler basında çıktı. Şimdi işin “Ecinniler: Karbonari” ile ilgili kısmına geçelim.. “Erzincan’dan Firar Eden Mahkum. Ortaya Çıkan Suıkast..” başlığı ile adresime gönderilen bir R.A.P imzalı “bilgi notu”na bir göz atalım: “Erzincan Ergenekon’un 1 numaralı sanığı Saldıray Berk Alevi (ne yazık ki, bu da hemşerim), 2 numaralı sanık İlhan Cihaner Alevi, sanık İl Jandarma Komutanı Albay Recep Gençoğlu Alevi, sanık MİT Müdürü Şinasi Demir Alevi, astsubaylardan ikisi Alevi, tanık Munzur Alevi, pastane sahibi Alevi, işadamı Alevi, CHP’li Ahmet Ersin Alevi, (İlhan Cihaner’in 368 Faruk Arslan destekçisi Kadir Özbek de Alevi), Balyoz’un mihmandarı Çetin Doğan Alevi, Doğan’ın altında olan ve içeri alınan üst düzey askerlerden 14 tanesi Alevi (eksik veya fazla olabilir), intihar eden Yarbay Ali Tatar Alevi, Kafes ve Poyrazköy’dekilerin yüzde 47’si Alevi, Karargah evlerinin büyük bir bölümü (3’ü Subay 9 öğrenci vs.. Alevi, son dalgada yakalananlardan iki isim de Alevi”. İlk bakışta Alevi karşıtı bir haber gibi gözüküyor değil mi? Hayır, okumaya devam edelim. İlginç bir iddia sözkonusu.. Bu Alevi gibi görünen ama Alevilikle maskelenmiş yeni bir Masonik örgüt ve hareketten söz ediyor, bilgi notunu gönderen kişi. Hatta bu hareketin Ali Balkız gibi bazı Alevi önderlerini bile hedef aldığını söylüyor.. “Doğu Perinçek’in Yenibosna’daki Cem evinde yapmış olduğu Ergenekon toplantıları”ndan söz ediyor.. Onlar için Özbekler tekkesi, Nakşi dergahı, Mevlevihane ya da cem evi fark etmiyor.. Yani, sağ sol, Kürt Türk, Alevi Sünni herkesi kandırmışlar.. Yani bu durumda bir de Alevi Ergenekonu sözkonusu.. Hatırlasanıza Çevik Bir bile 28 Şubat’ta Alevilere oynamıştı.. 60 darbesinde de birileri Alevi kartına sarılmış.. Alevilere saldırırken de Sünni kartına sarılıyorlar.. “Önemli bir gerçeğin bilinmesinde fayda var. Yukarıdaki isimlerin yüzde 90’ı gerçek aleviler değillerdir. 1948-50-55 doğumlu olan bu generallerin o dönemden başlayarak bu konumlara gelmeleri bir tesadüften ibaret değildir. Çünkü Ergenekon’un arkasında büyük bir gizlilik vardır” diyor, aynı kaynak. “Alevi olarak geçinen bu isimlerin tamamına yakını MASON BEKTAŞİ’lerdir. (Ya da Bektaşi görünümlü Masonlar. Meraklıları, bazı Sabatayların nasıl Bektaşi rolü 369 Faruk Arslan oynadıklarını internetten tarayıp görebilirler. Bazıları da Sünni yapılarda gizlendi.) Yani derin devletin bir kısmının asıl sahipleri. Türkiye’de kurulan ve dünyadaki en büyük derin yapıya sahip bu örgütün, koldan kola bugünlere kadar nasıl geldiği Çetin Doğan ve Saldıray Berk ile önümüzdedir. İttihatçı - Jöntürk - Carbonari ve Bektaşi geleneğinden gelen bu yapı, kendi bünyelerine girmeyen Alevi, Kemalist, laik, Sünni idarecileri anında gözden çıkarmışlardır. En yakın örneklerinden biri onuruyla oynanan bir Yargıtay savcısının anında gözden çıkarılması gerçeğidir. Ali Balkız operasyonu, SünniAlevi kavgası...vs. Özellikle Osmanlı’nın son döneminden başlayarak bugünlere kadar TIP, TSK ve Adliye’de kadrolaşan bu yapıda Tıp dünyasından da tanıdıklar görüyoruz.” Bu işe biraz derinlik katalım. “Karbonari derneği”ni duydunuz mu? Almanların Thulesi, İtalya’nın Gladyosu, yine İtalya’nın P2’si, Tapınak Şövalyeleri, Konstantin Şövalyeleri, Gül ve Haç, Ergenekon’un Aghartası gibi bir şey. Masonların Duvar işçiliği gibi bunlar “kömür işçiliği” kavramını benimsemişti. Ama derneğin bundan daha farklı amaçları vardı kuşkusuz. Dernek üyeleri, önce İtalya’da, ardından da Fransa’da siyasi bir program yürütmeyi, Kilise etkisini yok etmeyi, yeni bir yönetim kurmayı ve tüm toplumsal kurumları sekülerleştirmeyi hedefliyordu. Yer altı ve radikal sekülercilik.. “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” aslında Osmanlı Carbonari Cemiyeti; hücreler şeklinde faaliyetlerde bulunuyordu. Her bir hücre 1 başkan olmak üzere 7 kişiden meydana gelmekte idi. Gruplar birbirlerini tanımıyorlar, ancak hücre başkanları aracılığı ile birbirlerinden haber 370 Faruk Arslan alıyorlardı. Sakın bu Ergenekoncular Bu Karbonari’nin bir devamı olmasın.. Evet, son Erzincan operasyonu bir yönüyle Ergenekon’un görülmeyen yüzünü ortaya çıkarmıştır. Peki şu iddiaya ne dersiniz: “Tıbba en çok ağırlığı da Carbonariler vermektedir. Tarihin en büyük komitacılarından Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Tevfik Sağlam, Dr. Rıza Nur ve Adnan Adıvar gibi isimlerin hekim olmaları bir rastlantı değildir. Aynı kategorideki Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu ve Nurettin Sözen’in isimleri de zannediyorum size yabancı gelmeyecektir. Zaten hücre tipi yapılanma, rafineri gizlenme, kullanılan ve devşirilen örgüt ritüelleri tamamen Carbonari ve Bektaşi geleneğinden gelmektedir.” Ve bu konuda son nokta. Gelen e-maildeki soru şu: “Malum Erzincan olayı, MASON BEKTAŞİLERİN çok önemli bir hamlesiydi. Bu konu üzerinde CHP-Yargı çırpınışı bunun en güzel örneğidir. Nitekim olay açığa çıkınca, diğer hamlelerine geçtiler. İki hafta önce Erzincan Açık Cezaevi’nden bir mahkum firar etti. Adam öldürme konusunda tecrübeli olan bu şahıs, Türk Emniyeti’nin hızlı ve yerinde müdahalesi ile birkaç gün içinde yakalandı. Eeee.. bunda ne var diyebilirsiniz... Çok şey var. Yakalandığında bir projenin içerisinde olduğu ortaya çıkan bu mahkum, bir amaç için firar etmişti. Suikast için içeriden kaçan bu adamın listesinde kim vardı biliyor musunuz? Salih Evcilerli ve Asım Akın. Bunlar kim mi? Hepinizin tanıdığı HÜR VE KABUL EDİLMİŞ MASONLAR LOCASI’NIN eski ve yeni başkanı. Görüyorsunuz değil mi; MASON BEKTAŞİ yapı, yan kuruluşta yer alan yapının liderlerini öldürmeyi 371 Faruk Arslan bile göze almış durumdalar. Okuyucu kızıyor; neden hep soru soruyorsun? Unutmayın beyler. Soru sormak, cevap için ilk adımdır, bazen de cevabın taa kendisidir. Yeter ki, perde arkasını görelim. Ve sorumuzu soralım. Bu mahkum nasıl o cezaevinden kaçtı? Ya da nasıl kaçırıldı? Ve niçin bu haber medyaya yansımadı? Ve neden Mason liderler hedefe konuldu?” Hükümetin Alevi ve Bektaşi açılımında sorun, Mason Bektaşilerin Aleviliği hapsettiği kalıptır. ‘ Hangi Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir, hangisi masonik dogmadır’ sorusuna bu hacimde bir kitabın cevap vermesi mümkün değildir. Alevilerin dedeleri, akil adamları biraraya gelerek bu soruya cevap verecektir. Bu konuda uzun zamandır araştırmalar yapan gazeteci Ayhan Aydın'ın yazı, röportaj ve çalışmalarından edindiğim özet fikri son bölümümüzde okuyacaksınız. On Sekizinci Bölüm HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI Herkes kendi Alevi ve Bektaşiliğini oluşturmaya çalışıyor. Bin sene önceki Alevilik olmasa bile Şevki Koca’nın arzuladığı gibi masonik etkiden uzak, 500 sene önceki Osmanlı Bektaşiliğine dönülmesi elzemdir. 15. ve 16. asırda Balım Sultan ve Sersem Ali dönemi, Bektaşiliğin zirvede olduğu dönemdir. Daha sonraki dönemlerde Bektaşilik aslından uzaklaştırılmıştır. 372 Faruk Arslan Son bölümümüzde, ne olduğunu anlamak için onlarca kitap, makale, röportaj, haber okuduğum Alevi ve Bektaşiliği, ayakları yere basan biçimde ele alan Cem Vakfı’ndan Ayhan Aydın’ın yazılarından özetleyerek sunuyorum: Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet, inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba, ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri, sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir inanç bütünlüğüdür. Alevi İslam anlayışı; çok farklı inançların, kültürlerin etkisi altında çok geniş bir coğrafyada ve biraz da uzun bir zaman diliminde ana yapısını oluştururken, temellerinde Türk/Kürt gibi birbirine oldukça yakın ulus aidiyetleri, Mezopotamya/Anadolu/Balkanlar gibi birbirine çok yakın zengin coğrafi yakınlıkları, yine Türk, Kürt, Ön Asya, Mezopotamya, Balkanlar, Anadolu gibi çok zengin ve derin kültürel platformların yer aldığı geniş sahada oluşmuş bir büyük yapıdır. Elhibeyt’i kendine rehber edinmiş, Hz. Peygamber’i, Kuran’ı, İslam’ın temel inanç, ibadet, iman kaidelerini Sünni İslam anlayışından farklı bir şekilde algılayıp var eden Alevi İslam anlayışının oluşumunu, tümüyle Arap Yarımadası’ndaki tarihi olaylardan soyutlayıp anlamak da olanaklı değildir. Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz, Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez. 373 Faruk Arslan Kerbela’da Yezit orduları karşısında en değerli varlığı olan canını ve tüm ailesini gerçekten de zalimlerin ayakları altında çiğneten Hz. Hüseyin’in verdiği mücadele; sadece bir yiğitlik mücadelesi değil, bir insanlık mücadelesi olarak doğru bildiği inançsal değerleri her şart altında savunma mücadelesidir de. Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez. Türklerin Müslüman olmalarının öyküsünü bilmeden, İranlılar’ın, Araplar’la mücadelesini bilmeden, Şiiliğin ortaya çıkışını bilmeden, Yavuz Sultan Selim’le, Şah İsmail Hatayi’nin mücadelelerini iyi tahlil etmeden de Alevilik tam anlanamaz. Alevi İslam anlayışının olmazsa olmazları göz ardı edilerek bu konuda ahkam kesmek ancak maalesef Türkiye gibi zaman zaman cahilliğin yüceltildiği ve cahillerin el üstünde tutulabildiği ülkelere mahsus bir durum olsa gerektir. Bu konuda Alevililerin/Bektaşilerin bellekleri yok edilmeye çalışıldığı için, Alevilik/Bektaşilik yeryüzünde en büyük baskıya uğrayan inançlardan birisi olduğu için, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor. Bugün on binlerce dize şiire sahip, emsalsiz ezgilere, müziğe sahip; yüzlerce farklı semaha sahip; birbirinden daha az önemli olmayan kültürel ve inançsal ritüellere sahip, elle tutulacakları söylersek; (büyük bir hata sonucu, bir kıyımla yok edilenlerden geriye kalan hala onlarca dergah, tekke, türbe buralardaki emsalsiz işlemeler, şekiller); birbirinden önemli el yazması seçereler, cönkler, defterler, kitaplar... hala ama hala 374 Faruk Arslan sandıklarda gizlenen yine emsalsiz giyitler, el işi aletler, fotoğraflar, hatıralar, mektuplar, mühürler... Bunlar gibi nice zenginliğimizi millet olarak, toplum olarak değerlendirebilsek ortaya neler neler çıkar. Zaten bir açık hava müzesi görünümünde olan güzel Anadolu’muz ve Balkanlar’daki soydaşlarımızın ürünleri gerçekten onlarca çok büyük müze malzemesi sunar. Her yörenin farklı ezgisini, sazını, semahını, her ocağın kendine özgü cemeni, nevruzunu, hıdırellezini, erkanını kameralarla kasetlere çeksek; Erenlerin İzin’de yolculuk yapsak değil bir, yüz belgesel dizisi çıkarırız. Ne çilelere, ne aşklara şahit olmuştur Anadolu ve Balkan toprakları; Civan Alişleri, Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu canlandırsak, daha eskilere Dedem Korkut’a gitsek, soy soylasak, boy boylasak halılarımızı, kilimlerimizi sersek yeter insanlığın önüne, çok yorulmamıza gerek kalmaz Türk topluluklarının büyüklüğünü göstermeye. Ama yok illaki bir Alevi/Sünni sorunu; bir Kürt/Türk ayrımı vb. meseleler olacak!. Birileri herhalde böyle istiyor. Yoksa bunları aklı başında olan devlet yöneticileri eninde sonunda çözerdi. Dedeler ve babalar dediğimiz, Alevi/Bektaşi İslam yolunun inanç önderleri olan insanların temel karakteriksel özelliklerinden birincisi onların Ehlibeyt’e benzersiz bir aşkla bağlı olmalarıdır. Gerek Ehlibeyt soyundan gelsin, gerekse de bu soya gönülden bağlı olsun, tüm Alevi/ Bektaşi İslam İnanç Önderi Dede ve Babalar, Ehlibeyt inanç ve düşüncesinin yaşaması için mücadele vermişlerdir. Yaşamlarının en temel değerleri olarak gördükleri Ehlibeyt ve Alevi/Bektaşi İslam Yolu’nun kurucuları On İki İmamlar başta olmak üzere, Kırklar ve bu soydan, bu 375 Faruk Arslan inançtan gelen, yolun ulularına bağlılık, muhabbet dedeliğin ve babalığın olmazsa olmazlarındandır. İslam dünyası içinde görüş ve düşünceleriyle saygınlık kazanmış büyük mutasavvıfların görüşlerine bağlılık, onları benimseme ve anma da dede ve babaların ayırt edici özelliklerindendir. Elbette istisnasız tüm dede ve babalar, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin yaşamlarını kendilerine örnek alarak, Alevi İslam anlayışıyla onların yolundan gitmişler, kendi inanç yapılarını da zamanla iyice olgunlaştırmışlardır. Alevi/Bektaşi İslam İnanç Önderleri kendi yollarını aydınlatan; Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755), Beyazıd-ı Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910), Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167), Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö. 1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234), Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre, Yunus Emre (1320), Şeyh Edebali (1326), Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah İsmail gibi aynı zamanda bir kısmı için İslam tasavvufunun da temel taşları diyebileceğimiz insanların görüş ve düşüncelerinden de etkilenerek, onların fikirlerini de benimseyerek inanç ve ibadet sistemlerini 376 Faruk Arslan oluşturmuşlardır. Tarihler boyunca dergahlar, tekkeler, ocaklar, cemevleri Alevi/Bektaşi İslam inancının da hem merkezleri, hem de bu inancın yayıldığı mekanlar olmuşlardır. Vahdet-i Vucüt ve Vahdet-i Mevcut felsefi ekollerinin etkisiyle kendi kimliğini bulan büyük Kalenderi okulunun farklı şubeleri diyebileceğimiz ve zaman zaman gerçekten değişik niteliklerde kullanılan Haydarilik, Vefailik, Hurifilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bayramilik, gibi isimlerle anılan bu büyük inanç akımı tabiri caizse dört kıtaya yayılmıştır. Çoğunlukla mülhidlik, zındıklık, rafizilik vb. sıfatlarla nitelendirilen ve dinden imandan çıkmış, sapıtmış olarak telaffuz edilen büyük inanç önderlerini ve bu inanca mensup insanların bu büyük inancının, aynı zamanda Osmanlı Devleti’ni kuran ana güç olması ise çok ilginçtir. Osmanlı’yı kuran, Anadolu’nun ve Balkanlar’ın fethedilmesini sağlayan, bu toprakları Türk yurdu yapan, Hıristiyanlığın hakimiyetindeki bu büyük coğrafyada İslamiyet’i kabul ettiren bu inanç sistemi neden din dışılık suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı? Farklı yüzyıllar içinde farklı farklı isimler alsa da, görüntüsü biraz değişse de hep aynı özde yaşayan bu büyük İslam ekolü yani bugün adına Alevilik, Bektaşilik denen inanç yapısı, çoğunlukla dinin siyasete alet edilmesiyle ve dinin yine çok kaba ve yanlış yorumlanmasıyla resmi çevrelerce hep dışlanmış, yoğun saldırılara maruz kalmıştır. Sarı Saltuk’larla, Abdal Musa’larla, Geyikli Baba’larla, Seyyid Ali Sultan’larla Batı’da Türklerin ilerleyişlerini, Osmanlı’nın yeni topraklar kazanmasını ifade eden bu Abdalların yolundan gidenler, Osmanlı/Safavi ilişkilerinin çatışmaya 377 Faruk Arslan dönüşmesiyle din dışı ilan edilir olmuşlardır. Anadolu’nun ortasında ve Ahmet Yesevi Ocağı’nın/Dergahı’nın Anadolu’daki en büyük ve çatı merkezi olan Hacı Bektaş Ocağı/Dergahı ise Orta Anadolu ve Batı Anadolu’nun yanında Balkanlar’a uzanan Alevi/Bektaşi inanç sistemi ve Batı Ocaklarının/Dergahlarının da bir nevi ana merkezidir. Bu nedenle güvercin donuyla Sulucakarahöyük’e gelmiş, yetmiş iki millete bir nazarla bakan büyük Kalenderi Şeyhi ve adına çok büyük bir inanç sistemi kurulan Hacı Bektaş Veli erenlerin, alp erenlerin, dede ve babaların üzerindeki en önemli nüfus sahibi kişisi olmuştur. Bugün ister soyca Hacı Bektaş’ın soyundan gelenler / geldiği söylenen (buna inanılan) Çelebilere bağlı olan dedeler olsun, ister Hacı Bektaş’ın düşünce sistemini yaşatan ve onun mücerret (evlenmemiş) olduğuna inanan Babagan Bektaşi babaları olsun, büyük doğu ocakları olsun; mürşit olarak, pir kapısı olarak Hacı Bektaş’ın kendisini kendilerine rehber edinmişlerdir. Horasan Erenleri içinde ayrı bir yere sahip Hacı Bektaş’ın Dergahı’nda yetişmiş veya yetiştiği söylenen en azından bu büyük düşünce okulundan etkilenmiş, esinlenmiş, Anadolu/Rum Abdalları, Bacıyanı Rum, Gaziyanı Rum’un temsilcileri binlerce ulu kişi sürekli Batı’ya ilerleyip inançlarını buralarda yaşatma, yayma imkanına kavuşmuşlardır. İster mücerret (bekar) olduğu bilinen (söylenen) Sarı Saltuk, Abdal Musa, Geyikli Baba, Akyazılı Sultan, Otman Baba, Demir Baba, Harabati Baba gibi hem alp eren, hem veli sıfatındaki ulular olsun; ister evlendiğine, soyunun devam ettiğine inanılan Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan), Ali Koç Baba, gibi binlerce ulu kişi Hacı Bektaş 378 Faruk Arslan düşünce temelinde bir inanç sistemiyle Hıristiyanlar’a da yaklaşıp inançlarını onlar içinde de yaymayı başarmışlardır. Sadece soyca kendilerini Ehlibeyt’e, On İki İmamlar’a bağlayan dedeler (seyyidler) değil, aynı zamanda babalar da, rehberler de bu yola dedeler kadar hizmet etmişlerdir. Yanyatır ve Hacı Emirli Ocaklarına bağlı olan Tahtacılar ise ülkemizin özellikle Batısında ve Akdeniz bölgesinde yaşamlarını sürdürürken diğer Alevi guruplarından bazı farklılıklar gösterirler. Aleviler içinde Arapça ve Sünni İslam inanç değerler sistemlerinin hemen hemen en az etkili olduğu guruplardan birisi olan Tahtacılar, aynen Çepniler gibi, öz Türkçe konuşmaya ve Türkçe’yi kullanmaya aşırı bir hassasiyet gösterirler ve bunu kesinlikle ibadette uygularlar. Yani Kuran dahil hiçbir Arapça etkiye rastlanmaz bu gurupta. Yüzyıllar boyu kendi ocaklarını pir ve mürşit kapısı olarak tanıyan bu insanlar geleneklerini cumhuriyet dönemine kadar en iyi muhafaza eden kitlelerden birisi olmuş, “cem çadırlarını” engin dağlarda kurarak dedelerin huzurunda ibadetlerini yapmışlardır. İsmi Ahi Evren’le özdeşleşen Ahilik’teki ahlak prensiplerinin ve “Ahi Şeyhleri”nin seçilme, görev yapma usullerinin ve genel anlamıyla Ahiliğin bazı yönleriyle Alevilik/Bektaşilik’le iç içe geçtiğini, “doğru/dürüst üretimin”, ahlaklı yaşamın, yardımlaşmanın, meslek erbabı olmanın ancak çok çalışmakla olabileceği ve toplum önderi olabilmek için önce o kişinin toplumun temel değerlerini yaşaması gerektiğine inanılan ve topluma zararlı olabilen, hilekar yanı eline sahip olmayan çalışanların “çarıklarının dama atılarak” dışlandıkları, cezalandırıldıkları Ahilik kurumuyla ve onların inanç 379 Faruk Arslan önderleriyle Alevi/Bektaşi İslam inancı arasında yoğun bir etkileşimin olduğunu da belirtmeliyiz. Bu bugüne kadar yaşaman bir birlikteliktir. Daha çok Batı Anadolu’da ve Balkanlar’da hayat alanı bulan, gelişen ve genişleyen Bektaşilik çok önemli bir inanç sistemi olarak çok derin bir felsefi yapı oluşturarak binlerce çok önemli simanın kabul ettiği ve/veya inanç mekanlarından yetiştiği bir İslam yolu olmuştur. Balım Sultan tarafından kurumsallaştırılan Babagan Bektaşi Kolu’nda aslında özde mücerretlik (bekarlık) esastır. Ama zamanla evlilik de bu sistem içinde görülmeye başlanmış, günümüzde ise Arnavultluk dışında Babagan Bektaşi Kolu’ndan olsa bile mücerretlik sistemini uygulayan hemen hiç kimse kalmamıştır. Gerçi bu da gerekçelerden birisi olarak gösterilerek aslında dünyada tek bir Bektaşi Dedebabası olması gerekirken, bugün maalesef çeşitli nedenlerle Türkiye’de iki ve yukarıdaki neden de (mücerretlik) bir ölçüde ileri sürülerek, bir de Arnavultluk’da bir mücerret dedebaba olmak üzere, üç dedebaba bulunmaktadır. Yüzyıllar boyu soya (nesebe) bakmadan Balım Sultan Enkanı’na uyarak yola giren, nasip alan ve hizmet eden Bektaşi İnanç sistemi değerleriyle yaşayıp, bu inancı yaşatan on binlerce derviş, baba, halife baba, dedebaba tüm Batı Anadolu’da, Balkanlar’da Bektaşiliğin yayılmasını, yaşamasını ve bugünlere gelmesini sağlamışlardır. Büyük dergahlar çevresinde, tekkeler içinde gelişen Bektaşilik, aynen tarihsel olarak Çelebiler’de ve Dedelik sisteminde olduğu gibi bir büyük hiyerarşi sistemi geliştirerek varlığını sürdürmüştür. Kimin hangi görevlerinin olduğu, dervişliğin, babalığın, halifebabalığın, dedebabalığın ne olduğu, neler yapmaları 380 Faruk Arslan gerektiği, yola girişlerinden ölünceye kadar nelerle yükümlü olduklarının yazılı kurallara bağlı olduğu bu büyük inanç sisteminde akılcılık esas alınarak, yolun Hacı Bektaş’ın işaret ettiği gibi, ilimle ilerleyebileceği, zorlukların bu şekilde aşılabileceği kabul edilmiştir ve uygulanmıştır. Bektaşilik’te hizmet esastır. Tüm Bektaşi inanç önderleri ölene kadar hizmet ehli olarak insanlara, insanlığa, Türklüğe, Hacı Bektaş’a ve Türkiye’ye hizmet vermek için ettikleri yeminin arkasında durup insan-ı kamil profiline layık olmaya gayret etmişlerdir/etmektedirler. Bu Bektaşiliğin ve Bektaşi inanç önderlerinin olmazsa olmaz özelliklerinden birisidir. Bektaşilik’te tek pir, Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir. Onun öğretileri, görüş ve düşünceleri, ibadet ve ahlak anlayışı bir Bektaşinin ve Bektaşi inanç önderlerinin rehber aldığı ilkelerdir. Bir Bektaşi babası yola giriş töreninde söylediği gibi tüm kötülüklerden arınmış, Hakk’a ve halka hizmet için, Bektaşiliğin erdemlerini yaşamak ve yaşatmak için çalışır. Bektaşi babası geniş kitlelerin mutluluğunu, huzurunu istese de kendisine bağlanan, bent olan, ikrar verip Bektaşi yoluna girmiş insanların ibadeti, özgürleşmeleri, bilinçlenmeleri, yolun kurallarına göre yaşamaları öncelik arz eder. Halkın takdir ettiği, benimsediği, sevdiği kişiler olmak zorundadır dedeler ve babalar. Ama özellikle babalar zaten hizmet yürütme liyakatına sahip insanlar arasından seçilirler. Bu onların inanç önderi olmalarında aranan başlıca özelliklerdendir. Ayrıca bu yolu sürebilecek, Bektaşiliğin inanç – ibadet 381 Faruk Arslan şartlarını yerine getirebilecek, halkı aydınlatacak (irşat edecek) insanlar olmak zorundadırlar, Bektaşi babaları. Aynen dedeler gibi hem inançsal hizmetleri, hem eğitim, örnek ahlaksal yaşam ve toplumun manevi bağlarını ören babalar birer rehber olarak insanlara yol gösteren kişilerdir. Bektaşi babaları içinde sayısız bilge kişi çıkmış, bu manada gerçekten de çok önemli şairler de yetişmiştir, Bektaşilik’te. Kendilerine bağlı dervişlerle gerek dergahlarda, gerek tekkelerde, türbelerde, köylerde her türlü yerleşim biriminde hizmet yürüten babalar geçimlerini de “miskinlik”le değil ellerinin emeğiyle sağlarlar. Sadece ibadette önderlik değil, çalışmada, dergahın, tekkenin hizmetlerini yerine getirmede de önderlik yaparlar. Büyük dergahlarda örneğin Başta Pirevi denilen Hacı Bektaş Dergahı’nda, Antalya Elmalı’daki Abdal Musa Dergahı’nda, Yunanistan’daki Kızıldeli Sultan Dergahı’nda, Bulgaristan’daki Akyazılı Sultan Dergahı’nda vs. olduğu gibi onlarca derviş, babaların kontrolünde kimisi tarlalarla, kimisi korularla, kimisi aş işiyle, kimisi hayvanlarla uğraşır gününü işle geçirirken onların başındaki babalar da bu işlerin düzenli yapılmasını sağlar, örneğin bu manada bizzat kilerbabası kilerle ilgili işleri idare ederdi. Daha sonra işler bitince de ibadetler, kitap okumalar, yazmalar, sohbetler yapılır bu büyük dergah bir eğitiminanç-kültür merkezi olarak varlığını yüzyıllar boyunca sürdürürdü. Nihayetinde Virani gibi büyük bir ozanın da bu dergahtan yetişip ünlendiğini biliyoruz. Aynen Abdal Musa Dergahı’nda yetişen Kaygusuz Abdal gibi nice Alevi-Bektaşi büyük ozanının, düşünürünün, inanç 382 Faruk Arslan önderinin inanç merkezlerinde yetiştiği görülür. Yüzlerce dize şiiri ezbere bilen dervişler, babalar bir edebiyat, sanat aşığı kişilerdir. Çeşitli müzik aletlerinin çalmasını da bilen, birçok yabancı dil öğrenebilen, bunu kullanan babalar bu yönleriyle sıra dışı insanlardır. Bu arada Balkanlar’da, başta Bulgaristan olmak üzere, Alevi/Bektaşi İslam inancının ve kültürünün tüm canlılığıyla yaşadığını söylemek gerek. Burada da yine kendilerine baba ve dede denilen inanç önderleri Türkiye’dekiler gibi benzer görevleri yerine getirmekte, babalık ve dedeliklerini yapmaktadırlar. Balkanlar’daki inanç önderi olan baba ve dedelerin Türkiye’dekilerden bazı farklı uygulamalarının, kavram bakımından da zaman zaman Türkiye’deki tam kapsamayan bir yapılarının olduğunu söylemeliyiz. Balkanlar’da ağırlıklı olarak babalık sistemi yaygındır. Belli bir soydan, ocakzade olarak bu hizmeti yürüten bölgelerdeki dedeler yanında babaların daha ağırlıklı olarak hizmet yürüttüklerini söylemeliyiz. Balkanlar’da inanç önderlerinde hizmet esastır. İnanç önderlerinin soyunun önemi fazla yoktur. Hizmeti yürütmeye kabiliyeti olan, bu konuda istekli ve toplumun beklentilerini yerine getiren kişiler babalığa layık görülür. Balkanlar’da Türkiye’deki Bektaşilik’te olduğu gibi kadının baba adayının baba olmasında birinci derece söz sahibi olması ilginçtir. Eğer eşi razı olmazsa, toplum istese de kişi baba postuna oturmaz/oturamaz. Razılık burada önem kazanır. Balkanlar’da örneğin Bulgaristan’da önemli olan yolun kalmaması, o cemin yürümesi, çerağın yanmasıdır. Buna azami dikkat gösterilir. Klasik manadaki ocaklar/dede/baba hiyerarşisi dışında da 383 Faruk Arslan bazı önemli farklı yapıların zamanla geliştiğini ve yaşayan önemli inanç sistemlerinin oluştuğunu da görüyoruz. Bugün kendilerine Babai-Bektaşi-Alevi diyen/denilen ve Marmara Bölgesi ve Bulgaristan’da olmak üzere ağırlıklı olarak yaşayan bir kesimin inanç önderlerinin durumu bu bakımdan oldukça ilginçtir. Kendisi Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’nın Postnişini (post dedesi) olan Nevzat Demirtaş Dede bir ocakzade olmasına rağmen, bugün yaklaşık elli kadar babanın kendisine bağlı olduğu en önemli inanç önderi pozisyonundadır. Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’na bağlı, bu ocağa gönül vermiş on binlerce talip bugün Başta Marmara Bölgesi’nde Trakya, İstanbul olmak üzere geniş bir coğrafyada yaşamlarını sürdürmektedirler. Zaman içinde gelişen ve olgunlaşan bir sistemle; buralarda bulunan geniş halk kesimine ulaşılması, inanç yönünden bu kitleye önderlik yapacak kişilerin bulunması, yani bu inanç yapısının çok uzun süreden beri devam ediyor olması bir zemin yaratmış ve zamanla bir nevi Süceattin Veli Ocağı dedelerinin ki özellikle Nevzat Demirtaş’ın (ki bu yapı onun zamanında klasikleşti) yardımları manasında inanç önderlerinin, yani babaların doğmasına neden olmuştur. Farklı ocaklara/dergahlara, mürşitlere bağlı kimi babaların da Nevzat Efendi’ye bağlanmalarıyla yeni bir sistem gelişmiştir. Bu bir nevi rehberlik görevidir. Buna göre yıllık görgüleri Nevzat Demirtaş tarafından yapılan ve hem Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’na bağlı olduklarını, hem de mürşit olarak Nevzat Demirtaş’ı (Süceattin Veli Ocağı Dedelerini) tanıdıklarını söyleyen bu babalar, yıllık 384 Faruk Arslan görgülerin yaptıktan sonra taliplerini görüp, cemleri yürütüp diğer hizmetleri de yerine getirmektedirler. ( Aydın, 2008). Şevki Koca’nın, şu tespitini unutmayalım: Bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. (Koca, 2003). 385 Faruk Arslan Kaynakça Ahmed Akgündüz. 2000. Bilinmeyen Osmanlı. Osmanlı Araştırmaları Vakfı. Ahmet Rifat. Mir'atül Makasid, İstanbul. 1293, s.284. Altındal, Aytunç. 1995. 2006. Sabah, Aktüel 229.sayı. Mitler Doğmadan Önce. Atay, Falih Rıfkı.1968. Çankaya. 2 Mart 1968. Aydın, Ayhan. 1999. Halifebaba Nurettin Ölmez ile Söyleşi. İstanbul. Şişli. 13.09.1999. Aydın, Ayhan. 2002. Şevki Koca ile Söyleşi. Cem Radyo. 26.02.2002. Aydın Erdoğan. 1994. Nasıl Müslüman Olduk- Başak Yayınları- 1994. 386 Faruk Arslan Aydın, Ayhan. 1997. "Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak." Alevilik Bektaşilik Söyleşileri. İstanbul: Pencere, 1997: 27-61. Arvasi, S. Ahmed. 1994. Türk-İslâm Ülküsü. 3. Cilt. İstanbul: Burak Yayınevi 1994. Baltacıoğlu 1967; Selçuk ve arkadaşları 1991: 33. Balkız, Ali. 1999. Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi, 30.cu sayı, "Dede, BabaÇelebi, Seyit, Nakıp ve Cumhuriyet". Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı: "Alevilik Nedir, Ne Değildir?-1 / 6." Yeni Adam, 779 (1966): 14-15; 780 (1966): 7; 781 (1966): 7; 783 (1966): 7; 785 (1966): 7; 786 (1967): 7. Belge, Murat. 2009. Encümeni Danişten smz açınca. Taraf. 18.01.2009. Başyurt, Erhan. 2009. Encümeni Daniş ve 50 yıllık sır. Bugün. 18.01.2009. Besim Atalay. Bektaşilik ve Edebiyatı, İstanbul 1340 ve Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik. Birge John Kingsley-. 1991.Bektaşilik Tarihi- Ant Yayınları- 1991. Bulut Faik. 2000. Hasan Sabbah Gerçeği- Berfin Yayınları- 2000. Bal, Hüseyin. 1997. Alevi-Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar (Burdur ve Isparta'nın İki Alevi Köyünde Yapılmış Köy Araştırması). İstanbul: Ant yayınları. Bal, Hüseyin. 1997. Sosyolojik Acıdan Alevi-Sünni Farklılaşması ve Bütünleşmesi. Isparta'nın Alevi-Sünni ortak yaşayan iki köyü üstüne yapılmış karşılaştırmalı bir araştırma. İstanbul: Ant. Bender, Cemşid. 1990. "Anadolu Kültüründe Kürt İzleri." Teori, 10 (1990): 41-47. Bender, Cemşid.1991. "Kürt Uygarlığında Alevilik." Teori, 13 (1991a): 41-47. Bender, Cemşid.1991. "Kürt İnançlarının Alevilikteki Yeri." Teori, 14 (1991b): 60-65. Bender, Cemşid. 1991. "Kürt Uygarlığında Alevilik Patlaması: Babailer İsyanı." Teori, 15 (1991c): 62-69. Bender, Cemşid. 1991. Kürt Uygarlığında Alevilik. İstanbul: Kaynak 1991ç. Bezirci, Asım. 1992. Pir Sultan. Kişiliği, Yaşamı, Sanatı, Etkisi Sözlük, Kaynakça ve Bütün Şiirleri. İstanbul: Say 1992. Birdoğan, Nejat. 1990. Anadolu'nun Gizli Kültür Alevilik. İstanbul: Hamburg Alevi Kültür Merkezi 1990. Birdoğan, Nejat. 1995. Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı (İçerik ve Köken). İstanbul: Mozaik 1995. Bila, Fikret. 2009. Karadayı: Böyle rezalet görmedim. Milliyet. 16.01.2009. Boratav, P. N. / A. Gölpınarlı. 1991. Pir Sultan Abdal. İstanbul: Der 1991. Bozkurt, Fuat. 1990. Aleviliğin Toplumsal Boyutları. İstanbul: Yön 1990. Berk, Tarık. 2007. Bildiğimiz Çoğu Ünlü Neden "Dönme"? Stratejik Boyut. 23.11.2007. 387 Faruk Arslan Cem Dergisi. 1991. Kasım 1991, s. 11. Cem Dergisi. 1992. Şubat 1992 s. 16. Coşan, Esat. 1971. Makalat, Ankara, 1971. Çamuroğlu Reha. 1990. Tarih, Heteredoksi ve Babailer- Metis Yayınları- 1990. Çamuroğlu, Reha. 1990. Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vakayı Şeriyye, Ant Yay. s. 95. Çalışlar, Oral. 2008. Aleviler generalde olmak istiyor, valide. Radikal. 10.11.2008. Çetin, Bilal. 2008. Yeni Şafak. Alevi dedlerine maaş gündemde. 21.11.2008. Çem, Munzur: Alevilik, Kurmanci-Kırmancki (Zazaki) ve Dersim Üzerine Kimi Yanlış Görüşler. İstanbul: Deng 1996. Dikmen 1951; Özbey 1963; Baltacıoğlu 1966-1967; Eröz 1990; "Hz. İmam-ı Hüseyin de Bir Türk'tür." t.y. Dikmen 1951; Bender 1991c; Sezgin 1991:45-96. Deli, Ogün. 2004. Agoni. Atatürk'ün Ölümündeki Sır Perdesi. Lazer Yayınları. Dündar, Can. 2008. Alevi dersleri. Milliyet. 22.11.2008. Dierl Anton Josef. 1991. Anadolu Aleviliği- Ant Yayınları- 1991. Doğrul Ömer Rıza. 1982. Hasan Sabbah'ın Cennet Fedaileri- Can Kitapevi- 1982. Dönmez, Ahmet. 2006. Masonların kavgasına Türk-Yahudi tartışması da eklendi. Zaman Gazetesi. 25 Mart. 2006. Dierl. 1991. ss. 71. Dinç, Ahmet. 2002. Bektaşiler ‘dar’da. Aksiyon Dergisi. Sayı: 379 - 09.03.2002. Er, Tayfun. 2003. Masonluk ve Alevilik İlişkisi. Gökyüzü. Er, Tayfun. 2003. Namık Kemal, Ziya Gökalp. Sandalcı. Engin, İsmail. 2002. Alevilik ve Bektaşilik Araştırmalarında Yöntem, Yaklaşım Sorunu. 15.11.2002. Fığlalı, Ethem Ruhi. 1990. Türkiye'de Alevilik-Bektaşilik. İstanbul: Selçuk 1990. Galip Baba. 1930. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Yarın Gazetesi, 15 Eylül-13 Kasım 1930. 388 Faruk Arslan Günaydın, Eşref. 2004. Yahudi Kürtler Babil’ in Kayıp Çocukları, Karakutu Yayınları, 4. Baskı, Ağustos 2004, s. 66 . Gölpınarlı, Abdülbâki. 1985. 100 Soruda Tasavvuf. İstanbul: Gerçek 1985. İstinsah Sahifeleri, Bektaşilik Zaviye Defterleri Başbakanlık Arşiv Gen. Müd. No: 771-H. 1243 (1827). Haftalık Taraf Dergisi, 2. Dönem, sayı 34, s. 9. Hasluck (Koca-Erginsoy) (1991): 36. Gül Baba, tekkesi ve Macaristan’daki tarih boyu gösterdiği toplumsal, kültürel ve inançsal etkinliği için bkz. Baki Öz (2001): 325 vd. Hasluk, F. W. 1928. Bektaşilik Tetkikleri, Terc. Ragıp Hulusi, 1928 İstanbul. Hezarfen, Ahmet. 1999. Tarih ve Toplum Dergisi, Yıl. 1999 Sayı. 189. Hür, Ayşe. 2008. Dersim'de ne oldu? Taraf gazetesi. 17.11.2008. Hür, Ayşe. 2007. Mustafa Kemal Bektaşi oldu mu? Tarag Gazetesi. 09.12.2007. Kabasakal, Mehmet. 1981. Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi, (1908-1960). İstanbul 1981: 30 vd. Karakaya, Hasan. 2008. Bunlar Alevi ise ben Şimendiferim. 10.11.2008. Küçük, Murat. 2000. Geleneksel Metinler Gün Işığına Çıkıyor! Cem Dergisi, Mayıs 2000. Koca, Şevki. 2002. Cumhuriyet Tarihi Sürecinde Bektaşi Kültüründe Dedebaba’lar (Ülkemizde Ve Dünyada). Cem Dergisi. Eylül 2001. Koca, Şevki. 2003. Cem Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2003. Kıvanç, Taha. 2004. Sağım, Solum Dönme...Yeni Şafak. 9.6.2004. Kıvanç, Taha. 2008. Doğru mu anladım acaba? Yeni Şafak. 12.04.2008. Kırkıncı, Mehmet. 1987. Alevilik Nedir? İstanbul: Cihan Yayınları 1987. Kısakürek 1990: 75-77; Sözengil 1992; krş. Gölpınarlı 1985: 143-144. Kısakürek, Necip Fazıl. 1990. Doğru Yolun Sapık Kolları: Arınma Çağında İslâm. İstanbul. Kızıl Yol 1983; 1984; krş. "Gazi. Gecekondulardan Geliyor Halk." t. y.; Çabuk 1995; "Barikat Günleri." 1995. 389 Faruk Arslan Koru, Fehmi. 2008. Aleviler ve sorunun kaynağı. Yeni Şafak. 15.11.2008. Koca, Şevki. 2002. Bektaşilik ve Bektaşi dergahları. Cem Dergisi, Ağustos-Eylül 2002. Koloğlu, Orhan. 1995. İtthat ve Terakki'de masonlar. Sabah 25.03.2005. Koloğlu, Orhan. 1991. İttihatçılar ve Masonlar. İstanbul 1991: 327. Nikola İvanzj’un “Rivişta Massonica” nın 15-34. Mayıs tarihli sayısında yayınlanan yazısı. Koca, Şevki. 1999. Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Dîvânı, Nazenin Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 199-200. Köprülü Fuad. 1984. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar- Diyanet Yayınları- 1984. Kıvanç, Taha. 2009. Erk arıyorsanız, Encümen-i Daniş'i takdim ederim. Yeni Şafak. 17.01.2009. Küçükşahin, Şükrü. 2009. Encümen-i Daniş raporu Başbakan Gül’e gitmişti. Hürriyet. 17.01.2009. Mercan, Faruk. Aksiyon. Encümen-i Daniş.19.07.2004. Mert, Timuçin. 2008. Mustafa Kemal. Kasım 2008. Karakutu Yayınları. Melikoff, İrene. 2006. Osmanlı'da Masonlar. Yeni Şafak Gazetesi. 23. 06. 2006. Mélikoff, Irène. 1982. "L'Islam heterodoxe en Anatolie." Turcica, xıv (1982): 142154. Mélikoff, Irène. 1983. "L'orde des Bektaşi apres 1826." Turcica, xv (1983): 155-178. Mélikoff, Irène: "Kızılbaşlık Sorunu." (Çev. İlhan Cem Erseven). Muradoğlu, Abdullah. Dönmeler' yahut 'Sabetaycılık' tartışmalarına bir katkı denemesi - I. Yeni Şafak. Müftüoğlu, Mustafa. Menemen Vakası, Risale Yay. s. 70. Niyazi, Resneli. 1975. Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey’in Anıları. İstanbul 1975: 109. Niyazi Bey’in Anıları (1975): 171. Noyan, Bedri Dedebaba. 1995. Seyyid Ali Sultan Velayetnamesi, Cezbi Abdal / 17. Yüzyıl İstinsah: Ali Rıza Kadimi Baba. Noyan, Bedri. 1976. Demir Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301. 390 Faruk Arslan Noyan, Bedri. 1990. Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, 52, 53, Belge no: 2, Ankara 1990. Noyan, Bedri. 1990. Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, s. 22, Ankara 1990. Noyan, a.g.e., 28. Noyan, a.g.e., 27. Pakalın, M. Zeki. 1971. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, C. II, s. 766-769. Ramazanoğlu 1984; Koç 1989; Tanrıkulu 1989; Ateş 1990; Dinçer 1990; Kutlu 1991. Ramazanoğlu, Mustafa. 1984. Hakiki Aleviler Müslümandır. İstanbul: Gümüş Basımevi 1984. Oğur, Yıldıray. 2009. 1 numara bir emekli kahvehanesi. Taraf. 18.01.2009. Ocak, Ahmet Yaşar. 1996. Babailer İsyanı, Alevîliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da. Ocak, Ahmet Yaşar. 1996. İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, ss.80-81. Ocak, Ahmet Yaşar. 1990, 1991. "Alevilik ve Bektaşilik Hakkında Son Yayınlar Üzerinde (1990) Genel Bir Bakış ve Bazı Gerçekler-I / II." Tarih ve Toplum, xvı (1991a) 91: 20-25; xvı (1991) 92: 51-56. Ocak, Ahmet Yaşar. 1993. "Türkiye'de Aleviliğin Sosyo-Kültürel Problemleri Üzerine Bir Yaklaşım Denemesi ve Bazı Düşünceler." Cem, 31 (1993): 19-22. Ocak, Ahmet Yaşar. 1994. "Alevilik Problemi ve Türkiye." Cem, 42 (1994): 10-12. Ocak, Ahmet Yaşar. 1998. "Aleviği Nasıl Anlamalı?" Köprü, 62 (1998): 61-63. Oğuz, Burhan. 1990. "Anadolu Aleviliğinin Kökenleri." C.Şener (Ed.), Alevilik Üzerine Ne Dediler. İstanbul: Ant 1990: 266-308. Odyakmaz, A. Nevzad. 2006. Bektaşilik, Mevlevilik, Masonluk. Nisan 2006. Öksüz, Adnan. 2008. Dinazorların başörtüsü mektubu ve Encümen-i Daniş. Cafe Siyaset. 19.02.2008. Öz, Baki. 2006. Kurtuluş Savaşında Alevi – Bektaşiler, s.12 vd. Öztuna, Yılmaz. 1978. Büyük Türkiye Tarihi, C. 10, s. 367-370, İstanbul 1978. Sabah. 'Encümen-i Daniş yarenler topluluğu'. 16.01.2009. 391 Faruk Arslan Sarıoğlu Bülent, Oğhan, Şehriban. 2008. Cemevlerine ibadethane yolu. Hürriyet. 13.11.2008. Süner, Ali. 1990. Hacı Bektaş Veli, s. 13, Ankara 1990. Sezgin, Abdülkadir Sezgin. 1996. Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik Üzerine Sosyolojik bir Araştırma, İstanbul 1996; Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, 1995 İstanbul, Alevilik Deyince, İstanbul 1996. Sezgin, Abdülkadir Sezgin.1998. Osmanlı ve Cumhuriyetin kuruluşunda Bektaşiler. Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 5. SAYI - Bahar 1998 Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi. Sezgin, Abdülkadir. 1991. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik. İstanbul: Sezgin Neşriyat 1991. Sözengil, Tarık Mümtazç 1992. Tarih Boyunca Alevilik. İstanbul: Çözüm 1992. Sezgin, Abdülkadir. 1997. Sivas, Atatürk Kültür Merkezi’nde verdiği konferans. 09 Mart 1997. Sevimay. Devrim. Velisoy: İsmlam İslam içidir. Milliyet. 06.01.2009. Soyyer, Yılmaz. 1996. Sosyolojik Açıdan Alevi Bektaşi Geleneği. İstanbul: Seyran Kitap 1996. Soyyer, A. Yılmaz. 2008. Bektaşilik ve Masonluk. Haber Akademi. 2 Eylül 2008. Solgun, Cafer. 2008. Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı. Hayy Yayınları. 2008. Şahin, Teoman. 2008. Bektaşiliğin Beş Yüzü. Alevisesi.com. 03.08.2008. Şişman, Cengiz. 2006. “Gonca-ı Edeb’ten İki ‘Söz”, Tarih Toplum, cilt 38, sayı 223, Temmuz. Şener Cemal. 1989. Alevilik Olayı- Yön Yayınları- 1989. Şener, Cemal. Aynı eser, s.14. Şener, Cemal. aynı eser, s. 98. Şener,Cemal. aynı eser, s. 99. Şener, Cemal. aynı eser, s. 59. Şener, Cemal. aynı eser, s. 60-61. Şener, Cemal. aynı eser, s. 64-65. 392 Faruk Arslan Şener, Cemal. aynı eser, s. 78. Şeyyat, Mehmet. Tarikat-i Aliyye-i Bektaşiye, 1338-1340 İstanbul. Tercüme Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gürtaş. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları. Temren, Belkıs. 1995. Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu. Ankara: Kültür Bakanlığı 1995. Temren, Belkıs. 1997. "Türk'e ve Türk Kültürüne Sahip Çıkan Lider Hacı Bektaş Veli." Kadri Eroğan Hacı Bektaş Veli Armağanı. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi, 1997: 101-106. Tekizoğlu, Selahattin. 2006. Türkiye Aleviliği, Alevilerde Liderlik ve Kavram Sorunu. Kişisel web sayfa.10.12.2006. Tunaya, Tarık Zafer Tunaya.1984. Türkiye’de Siyasal Partiler İstanbul 1984, C. I: 21 vd.; C: III (1989): 15, 321 vd.; Kabasakal (1991): 35 vd. Tozkoparan, İbrahim. 2008. Asırdan Cumhuriye Alevi Bektaşi Misyonu. Milli Gazete. Tarikat gerçeği .2006. Yazı Dizisi. Tercuman gazetesi. 9.10.2006. Tokay, Murat. 2008. Alevilerin sorunu hükümetle değil 'rejimle'. Zaman Gazetesi. 23.11.2008. Türkdoğan, Orhan.2004. Alevi ve Bektaşi Kimliği. Timaş Yayınları. 2004. Ulusoy, Celalettin. 1986. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli ve Alevi Bektaşi Yolu, Hacıbektaş 1986. Yakın Tarih Ans. Vakit Yay. cilt I s. 57. Yıldırım, Ali. 2006. Cumhuriyet ve Aleviler. Yalçın, Alemdar; Yılmaz Hacı. Kargın Türkmenlerin Menşei. Tarih dergisi. 25.05.2008 Yaman, Ali. 1998. “Alisiz Alevilik Olur mu?, (Ortak Kitap): Ali AKTAŞ, Nasuh BARIN, Hüseyin BAL, İlhan Cem ERSEVEN, Sadık GÖKSU, Burhan KOCADAĞ, Murat KÜÇÜK, İsmail ONARLI, Baki ÖZ, Cemal ŞENER, Ali YAMAN, Rıza ZELYUT, İstanbul, Ant Yayınları, 1998. Yaman, Ali. 1996. Alevilik’te Dedelik Kurumu ve İşlevleri, Yüksek Lisans Tezi, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyasi Tarih Bölümü, 1996. Yalçın, Soner. 2006. “Beyaz Müslümanları Büyük Sırrı Efendi 2,Doğan Kitap Haziran 2006. Yüksel Özemre, Ahmet. 2005. Masonluğun Kökeni. 17 Ocak 2005. 393 Faruk Arslan Yürekli, Mustafa. 2008. Atatürk Masonik kuşatmayı nasıl yardı? Haber 7. 12.10.2008. Yüksek, Müfit. 2002. Bektaşîlik ve Mehmet Ali Hilmi Dedebaba, İstanbul, 2002, s.221-222. Yüksel; a.g.e., s.198-200. Yüksel; a.g.e., s.153. Velayetname-i Seyyid Ali Sultan, Cezbi Abdal, Cebeci İl Halk Kütüphanesi No: 1189. Velayetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani, tarihsiz el yazması, istinsah tarihi 1219, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesi No: 714. Zeybek, Namık Kemal. 2008. Hoca Ahmet Yesevi ve izbasarlarında hoşgörü. Radikal gazetesi. 3.12.2008. Zileli, Ümit. 2008. İhanetin Adı Dersim!. Cumhuriyet. 21 Kasım 2008. 394 Faruk Arslan Faruk Arslan 395 Faruk Arslan [Faruk Arslan] 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde ğitim gördü.. Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler Derneği üyesidir. 2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009,dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te, 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. Yayımlanmış Eserleri: • Matrix’in 11 Eylül Kurgusu • Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları • Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu • Petrol Satrancı • Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada • Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi • Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi • September 11 Fiction of Matrix • Vadi’nin Şifresi Çözülüyor • Kurtlar Vadisi Fenomeni • Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney • Mason Bektaşiler 396 Faruk Arslan İçindekiler Giriş ............................................................................................... 400 Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı ............................ 400 Birinci Bölüm ............................................................................... 417 GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ ..................................... 417 İkinci Bölüm ................................................................................. 433 BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI ........................................................................................................ 433 Üçüncü Bölüm ............................................................................. 443 BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR..................................................... 443 Dördüncü Bölüm ......................................................................... 467 ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI .......................................... 467 Beşinci Bölüm .............................................................................. 483 HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK .............................. 483 Altıncı Bölüm ............................................................................... 501 BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ ....................................................... 501 Yedinci Bölüm.............................................................................. 531 BEKTAŞİLİK MİTLERİ ............................................................... 531 397 Faruk Arslan Sekizinci Bölüm ........................................................................... 563 OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK ...................... 563 Dokuzuncu Bölüm ...................................................................... 585 SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ585 Onuncu Bölüm............................................................................. 603 MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ ....................................... 603 On Birinci Bölüm ......................................................................... 625 RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP ...... 625 On İkinci Bölüm........................................................................... 641 MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ ...................... 641 On Üçüncü Bölüm ....................................................................... 649 MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK ................................. 649 On Dördüncü Bölüm .................................................................. 669 ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? .................................. 669 On Beşinci Bölüm ........................................................................ 685 ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER Mİ ÖLDÜRDÜ? ......... 685 On Altıncı Bölüm......................................................................... 715 DERSİM’DE NE OLDU? ............................................................ 715 On Yedinci Bölüm ....................................................................... 739 ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI .............................................. 739 On Sekizinci Bölüm ..................................................................... 766 398 Faruk Arslan HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI ...................................................... 766 Kaynakça ...................................................................................... 780 Tanıtım ............................................ Error! Bookmark not defined. 399 Faruk Arslan Giriş Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim 2000’de ziyaretimden sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu. Sabahın ilk saatlerinde bir okurun benle görüşmek istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde, 'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini, elbette iltifatlarını duymaya bayılırım. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim 2000'i gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses çok kibardı. Kendisini eski bir MİT mensubu olarak tanıttı ve hayretle sordu: Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum? ‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi haberinizle bugün bozdunuz, sizi tebrik etmek için aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses, kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden sorumlu masada çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine düşürürde öyle yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman olmalıydı, haklarını asla savunmamalı, hep ayrımcılık kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini öngörmüşlerdi. 400 Faruk Arslan 'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği görevleri yerine getirdik ve Alevileri ülkenin başına bela olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri yaptı okurum. Uzun konuştuk, bu haberlere devam etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini, Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı temennisinde bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak ettim ve peşine düşmeye karar verdim. Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek Yürek ve Tek Türkiye’ olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu haber gazeteye nasıl girmişti? Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den Cem evine dönüştürülen mekana götürmüştü. Berlin'de faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve Başkanı Metin Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj yapmak istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin ihlal ettiği haklarını, mücadelelerini, haksızlıklarını anlatan Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme sonrası kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı. Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne! Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir gazeteye mi mülakat verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman rehberimiz, kendisini zor yatıştırdı. Yüzüme nefretle, düşmanca baktı ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla yayınlamaz, siz hiç bir zaman bizi savunmadınız, savunmazsınızda' dedi. Önyargılıydı. ‘Bir takım elbisesine bahse girelim mi?’ diye öneride bulundum. Kabul etti. Cem Evi'nden ayrılırken elimi sıkmadı. 401 Faruk Arslan Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor' başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa, sayfa manşeti ve 1. sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi Almanya'dan göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye sokmanın en iyi yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve Zaman'ın misyonunu bilen Yakup, tüm sorumluluğu üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı. Alevi açılımı artık zaruridir. O günlerde sadece Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi. Bugün dahi halen tartışılan Alevi haklarından ve taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu: İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi ile uzun soluklu bir eylem planı hazırlayan Aleviler, bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını alabilmek için AB'nin Ankara ile oturacağı pazarlığa güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile Berlin'de faaliyet gösteren bin 200 üyeli Anadolu Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın önüne konulması beklenen bir Almanya modeli ortaya çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din eğitimi verme yetkisini alan Dernek Başkanı Metin Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi. Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni bir yorumu olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit'in ve bugüne kadar siyasi partilerin 402 Faruk Arslan Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar açılacağını, sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidilerek inanç hürriyetlerine yönelik hakların alınacağını savundu. Alman Danıştay'ının kendilerini bir dini cemaat olarak kabul ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük, "1949 Alman anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders verebiliyor. Berlin ve Werder Bremen'de 1948'deki eski anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor. Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans göstererek mevcut müfredat içinde ders verilmesine izin veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı oluşturarak hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre devletden maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları, seçmeli Alevi din dersi müfredatı ile ilgili ev ödevlerini çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme yetkisi alan İslam Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı kabul etmemiz mümkün değil. Bunun için yasalar değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine değinen Küçük, sadece Türkiye'den değil Balkanlardan gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını söyledi. AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna haklar verilirken asırlardır yaşadıkları Anadolu'da inanç 403 Faruk Arslan hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille eleştiren Küçük, Tekke ve zaviyeler kanununa göre 1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve yasaklı bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri bütçesinden Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan Alevilerin AB yolunda iken Türkiye'deki hak ve hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye giden AB'li diplomatların ve Alman politikacıların Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden Küçük, ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000 raporunda Alevilerle ilgili bölümünde yer alacağını kaydetti. Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor. Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var. Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din haline getirmeye çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın Alevi vatandaşımızı tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu haberi sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız. Almanya İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken, Ankara seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı Said Yazıcıolu’na göre 7 milyon Alevi yaşıyor. Geçen süre içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar eden Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında birleştiren Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi katıldıkları Cumhuriyet mitingleri ve 9 Kasım 2008 Alevi mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin devlet Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi. Almanya’da Almanca verilen Alevi derslerinde Aleviliğin 404 Faruk Arslan İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi nedeniyle gurbetdeki Türkler, ana akımı temsil den Türklerden keskin bir biçimde ayrıldı. Alman İstihbaratının istediğide buydu. Kendi kültürel zenginliğimizi inkar ettiğimiz için Almanlar, başımıza çorap örüyor. Seyredenler kaybediyor. Bu durumun farkında olan Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Yeni Şafak Gazetesi Köşe Yazarı Fehmi Koru, defalarca Alevilere söz konusu hakları hükümetin sunması için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a tavsiyeler yazdılar. 2008’in son aylarında herkes bir öneri getirmeye, her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Alevilere geçmişte çirkince 'Mum Söndü' yakıştırmaları yapanlara, böyle bir uygulamanın Alevilikle olmadığını akil ‘Sünniler’ savundu. Cem Evlerinin Cami'nin yanında açılmasında bir sakınca olmadığı gür bir sesle vurgulandı ve başka bir ezber daha bozuldu. Tarikatlar ibadetini Osmanlıda tekke ve zaviyede yapardı, camiye gitmeleri mecbur değildi. Cem Evi’de nereden çıktı diyenler tarihi bilmiyor. Bu tabir 2005 yılında Türk diline girdi. Tekkeler kapalı olduğu için yeni isim bulundu, yasak delindi. Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf değildir. Masonik Bektaşi yapının geçmişte kullandığı İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile 405 Faruk Arslan bugünde yaşıyor, bu gerçek yadsınamaz. Bu bakış açımız bir komplo değil, tersine bir komplonun deşifrasyonunu sağlayacaktır. Osmanlı ve Türkiye'yi neredeyse 170 yıldır Mason Bektaşilik, gizli kurdukları derin örgütler veya açıktan iktidarları ele geçirerek, satın alarak yönetiyor. Türkiye'nin adı bir türlü konamayan derin kimlik sorunu, tabusu budur. Mason Bektaşiler, Bektaşiliği ve Aleviliği amaçlarına uygun defalarca dönüştürdü, evirip çevirip kullandılar, yine kullanmaya hazırlanıyorlar. Batı modernizmini de ateizmide ülkemize onlar getirdi. Mason Bektaşilerin koordinesinde, Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapıyorlar. Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında kullanmak istemiyoruz. Masonluğu öcü gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele alıyoruz. Tabularını yıkamayan milletlerin önüne yabancı istihbaratların yerli işbirlikçileri kullanarak engeller çıkartması kaçınılmazdır. Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 150 yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler. 1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi kimlikleri söylenmez. Osmanlı’da Bektaşilerin 406 Faruk Arslan masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi ve Cumhuriyet dönemini sorgulayacağız. Mason Bektaşilik ve Geleneksel Bektaşilik arasında savaş, Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca’nın, son dedebaba Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat etmesiyle başladı. Koca'ya göre, gerçek Bektaşi mason olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır. Bektaşilik postunu Koca ve Noyan'ın aniden ölümü üzerine 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Gerçekten öyle midir? Bu iki kritik ölümün ardından yapılan seçimde Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun için 1998'de Ankara darbesiyle mason olmayan kendi ekibinden Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. İkilik çıkartan bu girişimde herşey vardı: masonlar ve oyunlar, Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi, adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin, fitnenin, paranın zirve yapması... Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? "Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işitmişti. Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi, 407 Faruk Arslan Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa Geleneksel Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Yakından tanıdığım ünlü Rum Türkolog Kanadalı Dimitri Kıtsıkıs’e bakacak olursanız, koca Osmanlı devleti bir Rum ile Bektaşi imparatorluğuydu. Türkiye cumhuriyetini kuran kadronun tamamı ya masondu, ya Bektaşi idi veya mason Bektaşiydi. Atatürk’ü Bektaşi veya mason yapma çabaları sonuçsuz kalmıştır. Atatürk’ün mübadeleyle Sebataycıları Selanik’ten getirildiği bilinir, ama aslında Balkan meşrepli mason Bektaşi klanını Türkiye’yi yönetmeleri için transfer ettiği ıskalanır. Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya çalıştığı gizlenir. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre, Atatürk de Bektaşiydi; en yakınlarında tuttukları arasında da epey Bektaşi vardı. Peki o halde Mason Bektaşiler neden Atatürk'ü zehirleyip öldürdüler? Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışıyor. Sebataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabala’yı da içine katarak mezcetmekle 408 Faruk Arslan kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler. 1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Hurufilik akımını ve el kitabı Cavidan'ı yakından inceleyeceğiz. Mason Bektaşiler, namaz kılmayan, içki içen Bektaşi tipini pek sevdiler. Utanıp sıkılmadan Osmanlı’nın mayasını oluşturan alperenleri, Hacı Bektaş Veli’yi, Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Taptuk Emre’yi, Abdal Musa’yı, Ahi Evren’i, Şemsi Tebrizi’yi, Kuran tanımaz, ibadeti önemsemez, işret eden birer Batıni derviş yaptılar. Hacı Bektaş Veli’yi Hoca Ahmet Yesevi’den icazet almış bir Horasan ereni yerine, en sapık Batıni tarikat İsmailli’lerin meşhur suikastcılar gizli örgütünün reisi Hasan Sabbah’a mürid eyleyip bir İsmailli Dai’si saydılar. Yesevi’nin bir alpereni olan Hacı Bektaş’in İslam’ı anlama ve yaşama misyonu ile Mason Bektaşilerin misyonu hiç birbirine benzemiyor. Gerçek Tasavvufi ve Sufi yorumdan, Müslümanlıktan uzaklaştırılan ve geniş meşrepli hale getirilen Bektaşiliği, güya Sünni İslam’ın düşmanı, Alevileri laikliğin teminatı, CHP’nin ‘ oy deposu’ yaptılar. ‘Alisiz Aleviliği’ icat edip, Aleviliği İslam dışına çıkarma gayretleri, son yıllarda su yüzüne çıktı. Bir asırdır orduya, bürokrasiye, yargıya yerleştiler, Türk derin devletinin, istihbaratının, ‘Ergenekon’un gerçek sahipleri oldular. Bu kadar güçlü oldukları halde, ‘neden Alevilerin sorunlarını çözmek istemediler’ sorusunu, kimse soramadı. Oysa 85 yıldır 409 Faruk Arslan ekonomiyi bizzat yönettiler, siyaseti, medyayı istedikleri gibi yönlendirdiler. 170 yıldır elit Bektaşiliği kurarak, kendilerini düz Alevi halktan ayırdılar, Alevilerin kimliklerini yaşamalarına izin vermediler. Tekke ve zaviyeleri, saltanatı kaldırdılar, zira güya Türkiye Cumhuriyeti bir Bektaşi Cumhuriyetiydi. Halkla iç içe bir erenlik yolu olan Bektaşilik, asıl hüviyetinden hızla uzaklaştırıldı. Bırakın Hz. Muhammed’i (SAV) sevmeyi, göstermelik bile olsa Hz. Ali’yi sevmeyi dahi beceremediler. Bu kadar yanlışlık yadırganıyor. Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor. Alevilik son zamanlarda daha yüksek sesle konuşulmaya başlandı. AK Parti'nin Alevi açılımı, Alevi örgütlerin çoğundan destek bulamasa da meseleyi gündeme taşıdı. Türkiye'nin bir Alevi sorunu olduğuna inanıyorum. Bu sorunun bazı boyutlarını Mason Bektaşilik başlığı altında inceleme tercihinde bulundum. Yoksa Alevi meselesi ile ilgili çok sayıda kitap var. Fakat hiçbiri son 170 yılda 'Mason Bektaşi'liğin 'Geleneksel Bektaşilik' ve Alevilik üzerindeki etkisini, Alevilerin bugünkü durumunu ve gidişatını ele alma noktasından hareket eden çalışmalar değil. Aleviler kendilerini sorgulamaya başladılar. Bektaşilikten hele hele Mason Bektaşiliğin uydurduğu alafaranga hurafelerle dolu Bektaşilikten kurtulup, Alevilik kültürünü temizleyip aslına döndürmek için çalışmalar yapılıyor. 410 Faruk Arslan Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet, inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba, ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri, sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir inanç bütünlüğüdür. Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz, Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez. Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez. Aleviler, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor. Peki Bektaşilerin, Alevilerin çoğu neden solcu Kemalist'tir veya kendilerini Kemalist olarak tanımlıyorlar? Çok sayıda Alevi kurumu, Cemevi, cemevi ve kültür derneklerinin yöneticileri var. Bunların birçoğu Kemalist. Mason Bektaşilik, 1960'lardan beri Bektaşi ve Alevi toplumu içerisinde de kayda değer bir çoğunluğun kendisini Atatürkçü ya da Kemalist olarak tarif etmeye zorluyor. Atatürk'ü Bektaşi gösteriyorlar. Cumhuriyet döneminde hiç bir hakları verilmediği halde Alevilerin Atatürk'ü, bir ‘Mehdi’, bir tabu olarak görmesi sağlanmış durumda. Dersimli bir Alevi olan Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun, 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı kitabında şu görüşleri savunuyor: Alevilerin Kemalistliği bir takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Kemalizm'i 411 Faruk Arslan yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok utanç verici bir şeydir. AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır. Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil, doğrudan rejimledir. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor. Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Almanya İstihbaratı ile işbirliği yaparak Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde çalışma yürütüyorlar. Çok açık söylemek gerekir; bu çaba ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir. Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz kalacaktır. Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması, Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi 412 Faruk Arslan konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması, davaların yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. 2009 ve 2010 yılında yapılan 7 Alevi Çalıştayı sorunun çözümünün sanıldığı kadar kolay olmadığını ortaya koydu. Alevilerin talepleri çok çeşitliydi, ortak bir deklarasyona ulaşmak için daha fazla empati yapılmalıydı. Alevilerin beklentilerine cevap verilememiştir. 1937 ve 1938'de Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz doğru cevap, bence özür devletimizi belki de Tuncelili Kürt Alevi vatandaşlarımızla barıştıracaktır. Elbette, hangi Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir sorusuna bu kitabın cevap vermesi mümkün değildir. Bu alanda saha çalışmaları yapılmalıdır. Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz Türkler” de diyebileceğimiz eski elit Mason Alevi Bektaşiler gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı kökenlilerin rolleri önemsizleşiyor. Gerçek Aleviler haklarını aramaya, bastırılmış kimliklerini bulmaya çalışıyor. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 170 yılı artık tamir etmeliyiz. Türkiye’de kaşınmış her sorunun altından Mason Bektaşiler çıkıyor. Gerçek Aleviliğin ortaya çıkması işlerine gelmiyor. 413 Faruk Arslan Bu kitapda görüşlerine yer verdiğimiz merhum Şevki Koca, Bektaşiliğin masonluktan arındırılarak 1876’dan önceki haline döndürülmesini arzuluyordu. Bektaşilerin mason olmasına karşıydı. Şevki Koca, kadim Balım Sultan Erkanı’nın yaşatılması gerektiğini savunuyordu. Bu nedenle, evlenmemeyi esas alan mücerret erkanı ile nasip aldığını belirten Koca, Türkiye’de Cumhuriyet sonrası bu geleneği hayata geçiren belki de ilk Bektaşi olduğunu belirtiyordu. Koca, Bektaşi geleneğine uygun, düşünsel yapısına uygun bir değişime evet derken, bu değişimin Hacı Bektaş Veli ile Ahmed Yesevi ile gelen kültüre, köklerine o ulu çınara uygun ve evrensel açılımı olan bir değişim olmasını savunuyordu. Koca, “ Siyasal iktidarla ilişkilerinde daima sivil bir kimlik. Ama laikliğe, cumhuriyete, demokrasiye, üniter yapıya karşı bir kamp değil. Devletin resmi formatının karşısında kültürel bir rekabetin sürdürülmesinden yana bir kimlik olmalı.” görüşündeydi. (Küçük, 2000). Şevki Koca’nın, şu tespitini unutmayalım: Bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. (Koca, 2003). Bektaşilikte reformun Kanuni devrine Balım Sultan ve Sersem Ali Baba dönemindeki haline döndürülmesi fikrine katılıyorum. Koca’ nın dünya dedebabalığı eskisi gibi Türkiye’ de olmalı görüşü, vizyon sahibi olmanın gereğidir. Dünya Bektaşilerinin tekrar Türkiye’ den yönetilmesi halinde bu tarikatın yeniden İslam’ a hizmet etmesi muhtemeldir. Bu kitapda asla Bektaşiliği kötülemek, karalamak niyetinde değiliz. Gerçek Bektaşiliğin özlemi içindeyiz. 414 Faruk Arslan Mason Bektaşiler, geleneksel Bektaşiler ve Aleviler arasındaki farkları eskiden göremiyordum. Perde gözümden 10 yılda kalktı. Bektaşiliğin masonluk tarafından ele geçirildiğini pek çoğumuz halen farkında değil veya bunun ne denli önemli olduğunu kavrayamıyor. Derin devletin gerçek sahiplerini tanımadan kimse Türkiye’nin geleceğini planlayamaz. Mason Bektaşiler, bu ülkenin 170 yıldır hakim gücüdür, derin devletlerinin gerçek sahibidir. Alevi açılımı kolay olmayacak. Hacıbektaş Anadolu Kültür Vakfı, Türkiye ve bugün Avrupa'daki 495 Alevi örgütünü bünyesinde barındıran Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve Alevi Bektaşi Federasyonu, Almanlarla dirsek temasında Ankara’yı zorlayacak gözüküyor. AKP’nin ‘Alevisiz Ali’lik peşinde olduğu savunuyorlar, kendiler inin ‘ Alisiz Alevilik’ hatta İslam dışı laik bir Alevilik peşinde olduklarını gizliyorlar. Mason Bektaşilere ve derin devlete rağmen Alevi açılımı yapılıp yapılamayacağını göreceğiz. Mason Bektaşiler ile Ergenekon ve kırk kişiden oluşan, “Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in ilişkileri bugüne kadar hep ıskalandı. 1952’den beri ‘Üç Albay Ergenekon’ dönemi yaşandı, eskiden Ergenekon’ın adı kötüye çıkmamıştı. ‘Albay Ergenekon’ lakabını veya kod ismini kullandığı bilinen Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp ve Veli Küçük, operasyonel birimleri yönetti. Asıl liderler, beyin takımı ortada gözükmedi. Nihayet çok önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve diplomatların oluşturduğu bu “Büyük Devlet Jürisi” ortaya çıktı. On beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını tartışıyorlar. Encümen—i Daniş, kimilerine göre devlete 415 Faruk Arslan rota çizmeye çalışan gizli bir “güç odağı”, kimilerine göre hükümetlere yön vermek isteyen bir teşekkül, kimilerine göre ise, asıl derin devletin ‘Akil Adamları’... Bazılarına gore ‘ Dinazorlar Takımı’ bazılarına göre ‘ İhtiyarlar Heyeti’… 2004'den beri üç eski genelkurmay başkanı, bir eski başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı eski kuvvet komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri bakanı, bazı eski bakanlar, politikacılar ve emekli büyükelçilerden oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti, Encümen—i Daniş Grubu veya bir yol olduğu için laik bir Tarikat olarak adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle daha da güçlenen Encümen—i Daniş'in tavrı yeni açılımlarda çok önemlidir. Ergenekon davasının sonuçları Alevilerın kimliklerini bulmalarıyla doğrudan alakalıdır. Bediüzzaman Said Nursi, Alevilerin İslam içinde ehli necat olabileceği içtihatında bulunarak asırlardır süren ikiliğe son verdi. Nursi, Aleviliği Siyasi Şialık ve Vilayet Yolu Alevilik olarak ikiye ayırdı. Hz. Ali’ yi sevenin peygamberimizi seveceğini ve kelimei şehadeti kabul edeceğini varsayarak Alevilerin kurtuluş zümresi içinde sayılmaması için hiçbir neden olmadığını savundu. Üstadın açtığı yolda Alevileri siyasi Şialık olmaması kaydıyla ehli beytin kutsi devamcıları kabul ediyoruz. Bu kitap, Nisan 2009’da Mason Bektaşiler adıyla Karakutu Yayınları tarafından basılan eserin yenilenmiş halidir. Yıllardır beynimize sansür yaptığımız, dile getiremediğimiz sorunun adını koyuyor. Faruk Arslan Toronto 26 Nisan 2011 416 Faruk Arslan Birinci Bölüm GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca’ya göre, gerçek Bektaşi mason olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır. Bektaşilik postunu 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Hangisi doğru? Turgut Koca bir mason muydu?. Dedebaba Bedri Noyan'dan sonra Halifebaba Turgut Koca'nın postnişin olmasına kesin gözüyle bakılıyordu; ancak talihsizlik, Turgut Koca, Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat etti. Hayır sözü, "İki büyüğünü aniden arka arkaya kaybeden Bektaşîler birbirlerine düştüler" meselesine getirmeyeceğiz! Söylemek istediğimiz şu: Bektaşîler aralarındaki masonları isim isim biliyorlardı. Şöyle ki, Halifebaba Turgut Koca vefat edince evrakları arasında, kendisinin yazdığı, "İttihat ve Terakki Azaları" başlıklı bir liste bulundu. Halifebaba Turgut Koca, İttihatçılar; "Bektaşîler", "Masonlar", "Melamiler" ve "Mason-Bektaşîler" başlıkları altında toplamıştı. Bizi ilgilendiren, listenin "Mason-Bektaşîler bölümü; bakın Halifebaba Turgut Koca'ya göre İttihatçıların içinde kimler "Mason-Bektaşî"ydi? 417 Faruk Arslan "Enver Paşa, Ali Fethi (Okyar), Kâzım (Karabekir) Paşa, Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Salah (Cimcoz) Bey, Ethem Ruhi (Balkan), Dr. Miralay Mehmed Ali Bey, İhsan Namık Bey, Ahmed Bedevi (Kuran), Mehmed Cemil Bey, Niğde Mebusu Hayri Efendi, Hakkı Baha Bey, Kara Vâsıf Bey." Turgut Koca, "Namık Kemal, Ziya Paşa" gibi Jön Türkleri de bu listeye eklemişti. Ayrıca İttihatçılardan ayrılan, Prens Sabaheddin ile Rıza Tevfîk de (Bölükbaşı) bu listedeydi. Düne kadar, aralarında kimin mason olup olmadığım önemsemeyen; masonluğa hiç soğuk bakmayan, dışlamayan Bektaşîler, bugün neden yoldaşlarını masonlukla itham ediyordu. İsmail Fazıl Paşa, Enver Paşa'yla arası iyi olmadığı için, savaşın ilk yıllarında emekliye ayrılmıştır. Bu nedenle, o dönemde Saray'a yakındı. Mustafa Kemal'in Enver Paşa karşıtlığı biliniyor. İkiliyi, bu nefretin birleştirdiğini de söyleyebiliriz. Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca ordular arasında cephelerde değil, aynı zamanda çeşitli uluslararası lobiler arasında da geçmiş çetin bir mücadeleydi. Taraflar, Londra, Paris, Roma, Washington gibi önemli metropollerde çeşitli baskı gruplarını etkilemek istiyorlardı. Bu etkili baskı gruplarının başında masonlar geliyordu. Ve hakkını vermek gerekir ki, sol fikirlere yakınlığı olan Fransız Büyük Doğu Locası masonları, zaman zaman Ermenilerin etkisinde kalıp tavır değişikliği gösterseler de, genellikle Ankara Hükümeti lehine propaganda yaptı. Gerçi asıl nedenleri, İngiliz yayılmacılığının önüne geçmekti, ama olsun, destek vermişlerdi işte. (Yalçın, 2006). 418 Faruk Arslan Mason Bektaşiler ile Geleneksel Bektaşilerin savaşını başlatan bu kritik iki ölümdür. Gerçek Bektaşiliği ortaya çıkarmak için ahir ömründe müthiş çabalayan merhum Baba Şevket Koca’ya göre, Soner Yalçın gibilerin Turgut Koca’yı mason gösterme çabasına rağmen o bir mason olamaz. Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun için Ankara darbesiyle mason olmayan Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. Dedebabalıkta ikilik çıkaran masonlar, eskisi gibi Bektaşiliğe hükmedemiyor. Güç kaybetmenin kuyruk acısını yaşıyorlar. Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? Alevilik'ten farklı olarak, Bektaşilik doğumla değil sonradan olunduğu için, bir Dedebaba'dan 'nasip alınması' gerekiyor; ancak yetkili birinin el vermesiyle 'nasip alan' Bektaşi sayılıyor. Bektaşi vefat ettiğinde, "Sırra kavuştu" veya "Hakk'a yürüdü" deniliyor. "Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işittiğini kaydediyor. (Noyan, 2006, s. 301). Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi, Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa geleneksel Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı 419 Faruk Arslan tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Tüm varlığımızı 150 yıldır onlara borçluymuşuz gibi bir hava uyandırıldı, sopa gösterildi. Mason Bektaşilerden, Osmanlı’daki hakim gücü 624 yıl temsil eden, bugün Türkiye’nin gerçek sahibi olmaya başlayan ‘Sünneti Vel Cemaat’ denilen müslümanlar çekinmiyor. Masonlar, derin yapılara hakim olmalarına ve sağlam ekonomik yapılarına rağmen psikolojik ve sosyolojik açısından yakın gelecekte kaybedeceklerini gözlemliyorlar. Gizli olması gereken masonluğun fazla reklam edilmesi, kitaplar yazdırılması, filmler, diziler çekilmesi medyadaki tartışmalar, hatta Türk mason locasına yakın geçmişte medyanın davet edilmesi, bozulan imajlarını kurtarmaktan ziyade son çırpınışlarını simgeliyor. Bu bir ‘Psikolojik Savaş.’tır. En fazla Bektaşinin Türk ordusunun üst rütbelileri içinde olduğu fazla yazılıp çizilemez. Hele kimse mason olanlardan bahsedemez. Oysa ordu mensuplarının bırakın bir tarikata, sivil derneklere bile üye olması yasaktır, izin almak için başvurmayı kimse denemez bile. Taha Kıvanç, 1980’li yıllarda yazdığı bir köşesinde bir izlenimini şöyle anlatıyor: Ankara Palas Devlet Konukevi`nde davet verilmeyi hak edecek bir olayın yıldönümüydü ve Ramazan ayı içerisindeydik. Elinde rakı bardaklarıyla gördüğü iki yakın mesai arkadaşı için, Evren Paşa, `Mazur görmelisiniz` demişti, `Çünkü Bektaşi onlar…` İki üst düzey komutan Bektaşi miydi gerçekten, yoksa Kenan Evren arkadaşlarıyla basın mensupları önünde şakalaşıyor muydu? 420 Faruk Arslan Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 170 yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler. 1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi kimlikleri söylenmez. Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya çalıştığı gizlenir. En büyük hatası belkide Mason Bektaşi doktoru Mim Kemal Öke’yi Bektaşi Dr. Rıza Nur’a yaptığı gibi zamanında yanından tasfiye etmemesidir. Kendiside bir Bektaşi olan, Atatürk yakın dostu, Rakı Masası arkadaşı ünlü yazarımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bektaşiliğin ekstra haklar elde etmesini engellemiştir. Karaosmanoğlu’nun sahte Bektaşileri hicvettiği ‘Nur Baba’ adlı romanı sahneye uyarlandığında tiyatronun Bektaşiler tarafından basıldığı nedense yazılmaz. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre, Atatürk de Bektaşi; en yakınlarında tuttukları arasında da epey Bektaşi bulunuyor.`Erenler Bağından` adıyla da bir eseri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu`nun ünlü `Nur Baba` romanında bir tekke etrafında anlattıkları `gerçek hayat öyküleri`ydi. `Nur Baba`, İstanbul Çamlıca Bektaşi post-nişini Ali Nutki Dedebaba`nın lakabıydı. Kendi isminin önünde 'Doç. Dr.' unvanı bulunsa da tıp adamı bir akademisyen olmaktan öte 'Dedebaba' diye anılacak önemde bir kişi, Bedrettin Noyan, Türk tarihinin 421 Faruk Arslan değişik dönemlerinden bildiğimiz, kitaplarını okuyarak, şarkılarını dinleyerek yetiştiğimiz, siyasî kavgalarından hatırladığımız pek çok ismin 'Bektaşi' olduğunu övünerek söylüyor... Evet Atatürk de, Bayar da, Menderes de, Karabekir de, Yahya Kemal ve Yakup Kadri de meğer birer Bektaşiymiş... (Kıvanç, 2008). Atatürk’ün babası Ali Rıza beyin Bektaşi olması nedeniyle Atatürk Bektaşi sayılıyor, ama annesi Zübeyde Hanımın Bektaşilikle ilgisi olmadığı yine saklanıyor. Noyan, sunduğu listede aşağıdaki isimlerin hepsini 'ortak payda' Bektaşilikte birleştiriyor: Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Saydam, Mithat Paşa, Talat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdullah Cevdet, Muallim Naci, Ahmet Rasim, Kazım Karabekir, Behçet Kemal Çağlar, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Ahmet Refik Altınay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan, Samih Rifat Çağatay, Nuri Halil Poyraz, Şükrü Şenozan, Şemsi Yastıman... Daha eskiler de var: 2. Murat, Kanuni Süleyman, Tepedelenli Ali Paşa, Fuzuli... ( Noyan, 2006). Bu isimlerin başka ortak paydalarıda var; bir kısmı mason, bir kısmı Sabataycı. Sabataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabbala’yı da içine katarak mezcetmekle kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler. Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor. 422 Faruk Arslan Şubat 2002’de yargı organlarımız isminde Alevi ve Bektaşi kelimeleri geçtiği gerekçesiyle bazı Alevi ve Bektaşi kuruluşlarının kapatılmasına karar verdi. Kanunlarımızın gadrine uğradıklarına inanan Alevi ve Bektaşiler, haklarını aramak için AİHM yollarına düştü. Bu oyunun 2002 Martında yapılan Bektaşilik postu seçimi öncesi, masonik Bektaşiliğin geleneksel Bektaşiliğe salvosu olduğu kamuoyunca fark edilemedi. Gerçek Bektaşiler, 150 yıldır sırtlarında kambur olan masonlardan kurtulmaya çalışıyor. Mason Bektaşiler, Almanya Merkezli Alevi Bektaşi Birlikleri Konderasyonu’nun yurt içindeki Alevi Bektaşi Federasyonu gibi militarist Alevileri toplayıp siyasileştirdiği görülmüyor. Özellikle Alman istihbaratı ile koordineli çalışan bazı işbirlikçi derneklerin kışkırtılması için ‘Alisiz Alevilik’ söylemi bir araç, bir maşa olarak kullanılıyor. Bu savaşın karşı tarafında mason olmayan Bektaşiler, Dedebalar, Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan, Ayhan Aydın gibi aydınlar var. AKP’den milletvekili olarak ezberleri bozan Reha Çamuroğlu gibi bir başka aydın siyasetçi. Doğan’ı ‘düşkün’, yani ‘ sapıtmış’ ilan etttirmekle tehdit ediyorlar. Başları sıkıştığında kullandıkları etkili bir şantaj yöntemi bu. Masonlar Bektaşiliğe nasıl eklemlendi? On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları "Masonluk" denilen mahiyeti pek çok insanca meçhul örgütün Osmanlı topraklarında da taraftar bulup faaliyet göstermeye başladığı bir süreçti. Özellikle İttihat ve Terakki’nin iktidarında pek çok kişi Masonluğun yapısı 423 Faruk Arslan içerisinde yer almıştı. Hatta Şeyhülislamların içinde bile Masonların olduğundan söz edilir. 1826’de Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut tarafından fesh edilip, tekkeleri kapatılınca Bektaşiler Mason Locaları ile işbirliği içine girdiler. Pek çok Bektaşi şeyhi Mason oldu. Konunun uzmanı İrene Melikoff'a göre, Bektaşiler kendilerini korumak için masonluğa girdiler. Hatta Bektaşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler, Beşler, Yediler kavramı Masonluktan girmedir. Bektaşiler, sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar, Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar. Ahmet Rıza, Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri, Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Temo, Mithat Şükrü Bleda, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacılar Yakub Cemil, Ömer Naci ve Atatürk'e suikast davasında idam edilen Dr. Nazım Bektaşi'ydi. Kemal Derviş'in amcası Asaf Derviş Paşa ve eski Başbakanlardan Recep Peker Bektaşi idi. Hem Mason hem Bektaşi olan ünlüler arasında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bektaşi Şeyhi Mehmet Ali Erel Baba, Ziya Paşa, Namık Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Prens Sabahattin, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Kara Vasıf da var. (Melikoff, Haziran 2006). 1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Rivayet diyorum, zira "bilim belgedir". Bektaşilik hakkında yazılar ve kitap yazan A. Yılmaz Soyyer, 2008 yazında Osmanlı Arşivi’nde yaptığı araştırmada bir belgeye rast 424 Faruk Arslan geldi. Bu belge, Masonluk-Bektaşilik benzerliği üzerine kurulmuş bir jurnal metniydi. 20 muharrem 1307 / 16 eylül 1889 tarihinde Limni adasındaki devlet görevlileri (muhtemelen istihbarat elemanları) Sadrazamlığa bir jurnelde bulunmaktadır. Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlara göre adada Masonların sistemine (mezhebine) benzeyen yeni bir oluşum ortaya çıkmıştır. Bunların törenleri (ayinleri), bazı dini farzları tamamen inkar eden bir yapıdadır. Jurnale bakılırsa bu oluşumun taraftarları muharremin onunda bir yere toplanıp, Fazlullah Hurufi’nin "Cavidan" adlı eseriyle buna benzer şeyler okumakta ve dinlemektedirler. Bu gizli oluşumun mensupları arasında Ada Mutasarrıfı ve Liva Naibi de bulunmaktadır. Bu topluluğu esas tesis edenler ise Humbaracıoğlu Hüseyin Katporanzade Mehmed Ağa isimli iki Toksa Arnavut’tur. Sadrazamlık gizli bir soruşturma başlatır. Soruşturmanın sonucuna göre Masonlara benzer denilen teşkilatın Bektaşi Tarikatı olduğu apaçık görülmektedir. Devlet jurnali gönderenlerin şikayetine şöyle karşılık vermektedir: "memalik-i şahanede Tarikat-i Bektaşiye’ye mensub bir hayli kesan var iken harsan bunların teb’idi muvafık-ı muadile olamayacağı" yani " Osmanlı topraklarında Bektaşiliğe mensup bir dolu insan varken bunların sürgünü adalete uygun olamayacağından…" diye devam etmektedir. ( Soyyer, 2008). Yukarıdaki metinde en çok dikkatimi Mason ayiniyle Bektaşi ayininin benzetilmesi çekmiştir. Soyyer, bu güne kadar sayısız Bektaşi tanıdığı halde kimliğini bilerek hiçbir Masonla tanışmamış. Mason ayininin nasıl 425 Faruk Arslan olduğunu da gazetelere yansıyan haberlerin dışında bilmiyor. Bu hususta bir Bektaşi’ye danışmaktan başka hiçbir çaresi kalmıyor ve sonunda Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca Babaerenlerin dizinin dibinde yetişmiş bir Bektaşi dervişine durumu soruyor. Onun cevabını aynen aşağıya naklediyorum. "Turgut Baba Erenlerin bir konuşmasında ’Masonluk, bilgi aktarımı üzerinedir, ruhaniyet yoktur. Bu nedenle bilgide belli bir yere gelenler, ruhaniyetin eksikliğini hissederek hayatının belli bir döneminden sonra Bektaşî olmak isterler’ mealinde sözler söylemişti. Fakirin bu konudaki düşüncesini sorarsan; ’Bektaşîlik ulaşılabilecek en üst ve zevkî mertebedir. İnsanın bu kapıya gelinceye kadar bütün kapıları dolaşması gâyet normaldir, fakat bu kapıya geldikten sonra bir veya bir kaç alt sınıftan olan diğer inanç yapılarını veya kulüplerinde huzuru araması, kişinin zevkî eksikliğidir. Bektaşîlik aklı reddetmez, ancak akıl ile bir yere kadar seyir mümkündür. Akıl yetseydi Cebrail’in (A.S.) Sidretü’l-Müntehâ’dan ileri geçmesi gerekirdi. Yücelme ancak aşk makamında seyirle mümkündür. Bektaşîlik Nâzenin yoldur, diğeri pozitif ilimleri kendine rehber edinmeye çalışan ve dönem dönem merdud olanın da âleti olmaya mahkum olabileceği bir yapıdır. Bektaşîlik sîrette (iç dünya, gönül alemi), Masonluk ise surettedir (dış görünüş, kalıp). Sîrette tekâmül (gelişme), mâsivadan (dünya pisliklerinden) el çekme ile olur. Aksi halde hannâsın tuzağından kurtulmak zordur, insanı hubb-ı mâl, hubb-ı câh ve tekebbür ile aldatır. Kemâle ulaşmış Bektaşî fukaraları böyle düşünmüşlerdir. Bazı Masonluğa olan 426 Faruk Arslan yakınlıklar ise, o dönemin özel şartlarından dolayı olduğu sonucuna varılabilir. Bu açıdan meseleye baktığımızda Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır denilebilir. Turgut Baba Erenlerin Divanı’nda Masonluk hakkında yazdığı bir şiir vardır." (Soyyer, Eylül 2008). Şevket Koca’nın Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Dîvânı kitabında yer verdiği şiiri dikkatli okuyalım: Dinle bu fakîri azîz kardeşim Bak bir nokta perkâr Alî değil mi? Terk eyle şu Hıram efsanesini Çâr unsura mi’mâr Alî değil mi? Uhuvvet, müsâvât, adâlet, mîzân İçtimâî yardım, tevhîde nişân Süleyman’ı Kâf’a Süleyman yapan Mühr-i mucizekâr Alî değil mi? Ahd-ı Atik’deki Yehova odur Beliben, Ariyel ve Yaya odur 427 Faruk Arslan Cedid Ahd içinde İliya odur Ahd-ı Âhir Haydar Ali değil mi? Uknûm-ı selâse oldu müselles Alî’dir Eb, İbn, Ruh-ı Mukaddes Bâtını kadîmdir, zuhûru muhdes Âşıklara dîdâr Alî değil mi? Gözü bağlı irfân yolu bulunmaz Işık ver demekle cihân nûr olmaz Taht-ı Muhammedî çerâğsız kalmaz Gönüllerde envâr Alî değil mi? Musevî, Mesihî birdir Müslüman Türlü esmâ ile bölünmez insan İkilikten geçer muvahhid olan Îmân ile ikrâr Alî değil mi? 428 Faruk Arslan Taklidî düzendir Mason Mahfili Mecâz gönyesinde güzâf pergeli Pîrimiz dost Hacı Bektaş Veli Üstâdımız Hünkâr Alî değil mi? Tathîr olmayana böyle söylenir Matrûda dul karı çocuğu denir Allah bir, erkân bir, mezheb bir Hâriciye inkâr Alî değil mi? Hırka nedir, kemer nedir, tığbent ne? Palheng taşı, teslim taşı, cilbent ne? Taç neyi remzeder acep hikmet ne? Keşküldeki Pazar Alî değil mi? Gürûh-ı Nâci’de pâk gönül gerek Seyr-i sülûk, kat-ı merâhil gerek Mürşid gerek, rehber gerek, el gerek 429 Faruk Arslan Yedd-i nûr-ı ahdâr Alî değil mi? Bu masondur diye kayırmak neden? Otuz üç parçaya ayırmak neden? Hakkullaha karşı buyurmak neden? Vicdân şuur etvâr Alî değil mi? Turgut Baba nutkun magz-ı Kur’ân’dır Alî dediğimiz kâmil insandır İnsan-ı kâmilde âlem nihândır Mümkünatta ezkâr Alî değil mi? ( Koca, 1999, s. 199200). Bedri Noyan dedebaba’dan 25 Eylül 1994 yılında babalık icazeti alan, sonra da 11 Nisan 1998’de Haydar Ercan dedebabadan halifelik hilafetnamesi alarak halife, halifebaba ünvanı kazanan Nurettin Ölmez’in beyanına göre, baba sayısının Türkiye ve dış ülkeler olmak üzere 11 halifebaba bir dedebaba olmak üzere 12'yi geçmemesi gerekiyor. Türkiye’de halen 200 Bektaşi babası ve 3 milyon Bektaşi bulunuyor. Bektaşi olmanın yolunu Ölmez şöyle özetliyor: Bir kimsenin Bektaşi olabilmesi için, evvela yolumuza âşık olması; eline, diline, beline 430 Faruk Arslan sadık olması ve onun yolumuza girmesi için kefilinin olması şarttır. Yolumuza bir koç keserek, bir mürşide rehberle beraber gidilir. Nasip alınır. Bütün canlar tebrik ederler ve aralarına kabul ederler. (Aydın, Eylül 1999). Bektaşilerin namaz kılmadığı mitini çürüten Ölmez, Türkiye’nin en köklü Bektaşi silsesini şöyle izah ediyor: Turgutlu Dergâhı postnişini Yunus Ölmez’in oğluyum. Ali Rıza Baba Dergâhı’nda yaşadım. Ali Rıza, Mısır’dan göçme Giritli bir Pirdir. Babamız çocukluğumuzda bizi camiye namaz kılmayı gönderirdi. 17 yaşında iken Nakşiydi, Menemen olayından sonra babamı bir Bektaşi olan Müftü Süleyman Efendi, Bektaşi yapıyor ve yobaz diye asılmaktan kurtarıyor. Bedri Noyan dedebabamız da Yunus Baba’nın dervişidir. Mersin’de Sadık Bektaş Baba vardı, mücerret babaydı kabri halen Mersin mezarlığındadır. O, Bedri Noyan dedebabamız ve Yunus Ölmez baba bir de Ali Naci Baykal, hepsi birden Ankara’da üçünü halife yaptılar. Sadık Baba, Bedri Baba, Yunus Baba halife oldu, Ali Naci Baykal baba da dedebaba vekiliydi zaten. Arnavutluk’taki Salih Niyazi dedebaba, Arnavutluk’a giderken emanetleri Ali Naci Baykal dedebabaya bırakmıştı; onun için o dedebabaydı diğerleri de halife oldular. Sonra Ali Naci Baykal baba göçmek üzereyken, Bedri Noyan babaya dedebabalık ünvanı verdi ve o şekilde oldu. (Aydın, Eylül 1999). Baba Haydar Ölmez, masonların yol’da ikilik çıkarttığını vurguluyor ve şunları anlatıyor: Ankara’dan Teoman Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp 431 Faruk Arslan geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. ( Dinç, Mart 2002). Bu hamur çok su götürür. Geleneksel Bektaşilik masonik Bektaşiliğe karşı savaşını Türkiye’nin selameti adına kazanmak zorunda. Aksi halde masonların manipülasyonu sonucu yanlış biçimde oluşturulan, dindar müslüman ve İslam düşmanı imajından kurtulmaları mümkün görünmüyor. Alevileri kışkırtarak Sünni Alevi çatışması çıkarmaya çalışan Mason Bektaşilerin nereden koştuğunu incelemek zorundayız. Tarihi gerçeklerden önce günümüzdeki liderlik kavgasını ele almakla başlayalım. 432 Faruk Arslan İkinci Bölüm BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI Osmanlı'nın fetihlerini ve tebliğlerini uzun asırlar boyu omuzlarında taşıyan bu büyük tarikat, bugün iki farklı ekolün, geleneksel Bektaşilik ve Masonik Bektaşiliğin çekişmesine sahne oluyor. Bektaşiliğin bugün iki dedebabası var ki, bu durum erkânın ayak altına alınması demek. Bu skandalda herşey var; masonlar ve oyunlar, Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi, adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin, fitnenin, paranın zirve yapması... Heterodoks inançlı vatandaşlarımız vakıf ve derneklerini kurtarma peşinde koşadursunlar, diğer yanda, Bektaşi dünyasını derinden etkileyen ilginç gelişmeler yaşanıyor. Dünya Bektaşiliğinin lideri olan dedebabalık makamı Türkiye’de bulunuyor. Bektaşilik iç çekişmeler ve bazı masonların kronik etkisiyle ikiye bölünmüş durumda. Karizmatik dedebaba Bedri Noyan’ın 1997’de ölümünden sonraki süreç iki tane dedebaba ortaya çıkardı: Biri Noyan’ın vefatının ardından seçilen Haydar Ercan, diğeri de Ankara grubu veya mason grup olarak anılan oluşumun seçtiği Mustafa Eke. Bu 11 yıllık süreç, Osmanlı’nın fetih ve tebliğini omuzlamış, ardından Kurtuluş Savaşı’nı kayıtsız şartsız desteklemiş bir köklü tarikat mensuplarının tabiriyle “ibret verici” olaylarla dolu. 433 Faruk Arslan Amerika’dan Avustralya’ya, Balkanlar’dan İsveç’e kadar çok geniş bir coğrafyada büyük bir kitleyi kapsayan Bektaşilikteki dramatik gelişmelerin pek dikkat çekmemesi, olayın popüler ve magazin yönünün zayıflığından, bir de Hacı Bektaş Veli bağlılarının kol kırılır yen içinde kalır anlayışından olsa gerek. Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında Dedebaba postunda Salih Niyazı Dedebaba bulunmaktaydı. İttihatçı olup, Mustafa Kemâl Paşa ile de bir hayli samimi olan Arnavut Salih Niyâzî Dede-baba'nın I925'te tekkeler kapatılınca Mustafa Kemâl Paşa ile arası bozulur. Bunun üzerine Salih Niyâzî Dedebaba, 17 Ocak 1930 tarihinde Türkiye’yi terk ederek Arnavutluk'a gider. Orada 1941'de Arnavutluğu işgal eden İtalyanlarca öldürülür. Salih Niyazı Dedebaba'dan sonra Ali Nâcî Baykal Baba, dedebaba sıfatını takınır. 1960 yılında vefat eder. Ondan sonra ise, Doç Dr. Bedrî Noyan bu sıfatı taşımaya çalışır. 21 Dedebaba Bedri Noyan, 1912 yılında Serez'de doğdu. Babası İsmail Hakkı'nın Osmanlı ordusunda kolağası (kıdemli yüzbaşı) olması itibariyle Anadolu'nun birçok şehrinde bulundu. İlkokulu Manisa'da okudu; Samsun Lisesi'nden mezun olup, İstanbul Tıp Fakültesi'ne kaydoldu, 1937’de doktor çıktı. Ankara Numune Hastanesi'nde Nazi Almanyası'ndan kaçan Prof. Dr. Max Meyer'in asistanı oldu. Ama onu asıl "yetiştiren" Atatürk'ün ve daha sonra Celal Bayar'ın doktorluğunu yapan, cumhurbaşkanlığında Çankaya Köşkü'nde oturan, "Baba Erenler" lakaplı, Dedebaba Dr. Hasan Ragıp Erensel'di. Dedebabası Dr. Erensel sayesinde, "yola girdiğinden" itibaren hızla yükseldi. Altı ay içinde derviş ve altı ay sonra da baba oldu. Dr. Erensel, hasta yatağında 434 Faruk Arslan Dr. Noyan'a "hilafetname"sinî yazdırdı. Ve 1953 yılında Dr. Erensel'in ölümü üzerine Dr. Noyan "dedebaba" seçildi. (Yalçın, 2006). Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra Bektaşî topluluğu Dedebabalık postu konusunda bölündüler. Arnavutluk Bektâşileri ile Mısır'daki Bektâşiler, Ali Nâcî Baykal Baba'yı Dedebaba olarak tanımamışlardı. Hatta Mısır'daki Kaygusuz Sultan Dergâhı'nın son postnişîni Arnavut Ahmed Sırrı Baba yazışmaları ve kitaplarında Dedebaba sıfatını kullanırken, Arnavutluk'taki Recep Ferdî Baba da aynı sıfatı kullanmaya devam ediyor. (Yüksek, 2002). Bedri Noyan 6 Kasım 1997'de Aydın'da Hakka yürüdü. Doç Dr. Bedri Noyan'ın ölümünden sonra ise, Türkiye Bektâşîleri, Dedebabalık postu konusunda ikiye bölündü. Bir kısım Bektâşiler İzmirli Haydar Ercan Baba'yı Dedebaba olarak tanırken, diğerleri Arnavut Mustafa Eke Baba'yı Dedebaba olarak tanıyor. Alevîlikle Bektaşîliğin aynı anlama geldiği hakkında, günümüz Hacı Bektaş Çelebisi Veliyeddin Ulusoy, Cem Vakfı İnanç Önderleri İkinci Toplantısı'na sunulan yazısında bu konuda şunları söylüyor: "Genel olarak bu iki sözcük ayrı anlarda kullanıldığı gözlenmektedir. Alevîlik; Hz. Ali'yi seven onun İslâm anlayışına ve yorumunu benimseyen bir inanç sistemidir. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Veli'den sonra ortaya çıkmış, Alevîliğin zaman içerisinde yıpranmış ve o gün ki sosyal yapıya uygun hâle getirilmiş şeklidir." Bektaşilik tarikatının Babagan kolu, Dedegan koluna nazaran daha etkin ve çok daha büyük bir kitle. Dedegan kolunu Hacıbektaş’taki Çelebiler babadan oğula temsil ediyor. Babaganlarda ise kayd—ı hayat ile seçilen dedebabalar, demokratik bir seçimle geliyor. Seçilecek dedebaba adayında filancanın oğlu olması değil; 435 Faruk Arslan dürüstlük, ilim, ahlak gibi ulvi özellikler gözetiliyor. Babaganların son büyük dedebabası Bedri (Bedrettin) Noyan’ın vefatının ardından seçilen dedebaba, Ankara ekibi (veya kolu) tarafından bir süre sonra reddedildi ve Ankara kolunun fiili önderi durumundaki, aynı zamanda 33. dereceden mason olduğu iddia edilen Halifebaba İlhami Teoman Güre’nin girişimleriyle başka bir dedebaba seçildi. Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan’ın deyimiyle adeta bir masonik kopuş yaşandı. Bektaşiliğe yaklaşık 170 yıl önce nüfuz etmeye başlayan masonluk, kapalı ve ‘sırlı’ bir yapı olması dolayısıyla tarikat içinde kendine ideal bir kamufle ortamı buldu, zaman zaman kendi adamlarını dedebabalığa kadar çıkarmayı başardı. Ancak son dönemlerde sadece baba ve halife düzeyinde mason vardı. Bektaşi erkânına göre dünya üzerinde aynı anda sadece bir dedebaba, ona bağlı 11 halifebaba ve 40 tane de baba bulunması gerekiyor. Yoksa erkân bozulur. Oysa şimdi bu ölçüler altüst olmuş durumda. Dedebaba Haydar Ercan’ın 6 tane halifebabası var. Dedebaba Mustafa Eke’nin de, kendi ifadesiyle, “7—8 tane var”. İki dedebabanın bulunması hem sebepleri, hem de sonuçları açısından birçok önemli hususu gündeme getiriyor. Tarikat edep ve ahlakının ayaklar altına alınması, kuralların bozulması, işin içine siyaset ve entrikaların karışması, “yol” felsefesine göre asıl yok edilmesi gereken benlik duygusu ve gıybetin alabildiğine büyümesi, tabanın tam anlamıyla şaşkın, kızgın ve sahipsiz görüntüsü, erkânın birçok yerinden hasar görmesi ve Bektaşilikteki etkisi inkar edilemez boyutta olan masonluk faktörü... 436 Faruk Arslan Noyan Dedebaba’dan sonrası tam bir tufan oldu. Bugünkü olayları tetikleyen ikinci bir gelişme, Noyan’ın yerine geçeceğine büyük ihtimal verilen Halifebaba Turgut Koca’nın da Noyan’ın hemen ardından vefat etmesiydi. Arnavut kökenli ve mason olan Koca’nın vefatından birkaç gün sonra, 12 Aralık 1997’de İzmir Yamanlar’da dedebabalık seçimi yapıldı. İkiliğin başlamasının en azından görünürdeki sebebi olan bu seçimin ayrıntılarına girmemiz gerekiyor. Erkana göre halifebaba sayısı 11 olmalı; halifeliği de uhdesinde bulunduran dedebabayla birlikte sayı, Bektaşilikte çok önemli bir rakam olan 12’ye tamamlanıyor. Seçime 11 halifenin katılması gerekiyordu. Fakat Turgut Koca’nın vefat etmesi, Makedonya Halifebabası Ziya Paşo’nun fakirliğinden dolayı yol parası bulup gelememesi, iki halifelik makamının da boş bulunması sebebiyle seçime 7 halife katıldı. Bedri Noyan’ın 1960’da dedebaba seçilmesi, Ankara’da muhip, derviş, baba ve halifebabalardan oluşan çok kalabalık bir kitle halinde kendisine niyaz (biat) edilmesiyle gerçekleşmişti. Aslında tabanın desteğinin görülmesi açısından bu yöntem en arzu edileni idi. Fakat Bedri Noyan, yazdığı ‘Alevilik ve Bektaşilik’ adlı kitapta, büyük kalabalığın her zaman toplanmasının mümkün olmadığından, seçimin, halifebabalar tarafından yapılmasını ve ekseriyet esasını getirdi. Getirilen bu esasa göre yapılacak seçim 12 Aralık 1997’de ilk kez deneniyordu camiada. Bu yüzden detaya ilişkin kurallar adeta el yordamıyla belirlendi. Halifelerin oy birliğiyle tespit ettiği şekle göre, adaylar kendilerine oy verebilecekti ve en çok oyu alan dedebaba seçilecekti. 437 Faruk Arslan Gelemeyen Ziya Paşo’nun, seçime telefonla katılma talebi, “Bedenen burada bulunması gerekir” diye reddedildi. Bu telefonla katılma olayına bir mim koymamız gerekiyor; çünkü daha sonra Ankara ekibinin ayrı dedebaba seçtiği Mustafa Eke’ye bazı halifelerin telefonla oy verdikleri, tutanağı seçimden sonra imzaladıkları iddiası ortaya atıldı. Baştan sona filme alınan seçimi organize etmesi için Birliğe Hizmet Kurulu adında, Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan’ın başkanlık ettiği bir kurul oluşturuldu. Noyan seçim şekli için, “Biz kurul olarak en küçük bir etkide bulunmadık. Fakat halifeler seçim şekliyle ilgili iki önemli hata yaptı. Biri adayın kendine oy vermesi, ikincisi de dedebaba olmak için ekseriyet oyunun, yani yarıdan bir fazlasının gözetilmemiş olmasıydı” diyor. Seçimin son turunda 2’şer oy alan diğer iki aday karşısında 3 oy alan Haydar Ercan, dedebaba seçildi. Haydar Ercan’a, kendisi haricinde oy verenler Hasan Asuman ve Mustafa Eke idi. Ne ilginçtir ki Eke, daha sonra başkaldırıp Ercan’ı reddeden grubun seçtiği dedebaba olmayı kabul edecekti. Seçime ilişkin şöyle bir tutanak yazıldı: “Bağlı bulunduğumuz Hz. Pir Hacı Bektaş Veli yolunun kuralları gereği 12. 12. 1997 tarihinde, 7303—1 sokak, No: 34, kat: 3 Yamanlar—İzmir’de yapılan dedebaba seçimi toplantısı hür iradeyle gerçekleşmiş olup, aşağıda imzaları bulunan icazetli halifebabalar bu toplantıya iştirak etmişler ve oylarını hür iradeleriyle kullanmak suretiyle, Halifebaba Haydar Ercan’ı Dedebaba olarak seçmişlerdir. Seçilen yeni Dedebaba Haydar Ercan Dedebaba 6. 11. 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen Dedebaba Doç. Dr. Bedri Noyan’ın yerine Hacı Bektaş 438 Faruk Arslan Veli Postnişini olarak, bu görevi, 12. 12. 1997 tarihinden itibaren halifebabaların onayları ile yürütmeye başlamışlardır.” Tutanağı, seçime katılan halifeler Ali Doğan, Ali Sümer, Halil Tiryaki, Hasan Asuman, Haydar Ercan, Mustafa Eke ve Teoman İlhami Güre imzaladı. Fakat Güre, tutanağı, adayların kendilerine de oy vermesi usulüne katılmadığı ihtirazi kaydıyla imzaladı. Dışarıda birikmiş olan çok kalabalık gruba sonuç açıklanıp tutanak okunduktan sonra, halifebabalar başta olmak üzere herkes Haydar Ercan’a niyaz etti, yani dedebabalığını kabul etti. Seçimin diğer bir şahidi Halifebaba Nurettin Ölmez, şöyle anlatıyor: Bedri Noyan dedebabamızın vefatından sonra 12.12.1997 tarihinde İzmir Karşıyaka’da bir canın evinde dedebabalık seçimi yapıldı. Biz de oradaydık. Teoman Güre halifebabanın hazırlamış olduğu tüzük üzere, seçime gidildi. Dedebabamızın oğlu Kurtçebe Noyan, Belkıs Temren hanımefendi ve Hüseyin Yaltırık’dan kurulu seçim komisyonu kuruldu. Yedi halifebaba hepsi de resmi kıyafetleri ile bir kapalı odaya geçip, seçimi yapmak için toplandılar. Seçilecek dedebaba geçici olarak mı, kaydı hayat şartı, yani ölene kadar mı diye komisyon soruyor. Kaydı hayat şartı, kabul ediliyor. Ekseriyet mi, en çok rey alan mı diye, soruluyor; en çok rey alan diye, tutanağa geçiriliyor. Herkes kendine rey kullanır mı diye, soruluyor; buna yalnız Teoman Güre baba haricinde, kullanır diyorlar. Bu da tutanağa geçiriliyor. Sonra seçim başlıyor. İlk turda 2 halife baba ikişer rey alıyor. İkinci turda, Haydar Ercan halifebaba 3 oyla dedebabalığa seçiliyor. Bunların hepsi video kasete alınıyor. Orada bulunan dervişler, nefir üfliyerek dedebabamız Haydar Ercan’ı takdim ediyorlar ve Haydar 439 Faruk Arslan Ercan baba postuna oturuyor. Bütün halife babalar kabul edip, niyaz ettikten sonra, canlar da cümlesini niyaz edip, gül şerbeti dağıtıldıktan sonra merasim bitiyor ve dedebabamız Haydar Ercan seçiliyor. (Aydın, Eylül 1999). Masonluğun güya şerefini kurtarmak için masonik Bektaşiliği temsil eden Teoman Güre, çok geçmeden fitne çıkarmaya koyuldu. Aslında sonuç, seçimde hepsi de aday olan halifelerin hiçbirinin içine sinmemişti ama dedebaba kayd—ı hayat şartıyla seçilmişti; ilk günlerde herşey yolunda gibi göründü. Fakat daha ikinci aydan itibaren, beklemeye alınan muhalif tavırlar ortaya sürülmeye başlandı. Zaten Ankara oluşumunun lideri Teoman Güre başından beri tavır almıştı. Turgut Koca’nın seçimden hemen evvel vefat etmesi üzerine Güre, dedebaba olmak için yoğun çaba harcamış, gel gör ki seçimde kendisinin oyuyla sadece 1 oy alabilmiş, ilk turun ardından adaylıktan çekilmek zorunda kalmıştı. Bedri Noyan’ın rehberliğini yapmış olan ünlü halifelerden Yunus Baba’nın oğlu Haydar Ölmez (baba), mason olduğunu iddia ettiği Güre’nin bu yenilgiyi sadece kendi hezimeti değil, masonluk adına da bir fiyasko olarak gördüğünü belirtiyor ve şöyle diyor: “Güre kendisinin ve masonluğun şerefini kurtarmak için çalışmaya, insanları ayartmaya başladı. Nasıl bu işi bozarım diye araştırırken, Dedebaba Haydar Ercan’ın kardeşi avukat Kasım Ercan’dan haberdar oluyor. Dahası, Kasım’ın da kendisi gibi mason olduğunu öğreniyor ve onu ayartıp, abisi hakkında olmadık laflar söyletiyor. Haydar Ercan’ın, annesine bakmadığını falan söylüyor Kasım. Oysa Haydar Ercan annesine çok düşkündür. 440 Faruk Arslan Dahası, babadan kalan malların kontrolü büyük oranda Kasım’da kaldığı için annesine onun bakması gerekirdi.” ( Dinç, 2002). Görünen o ki, Haydar Ercan’a başından beri karşı olan Güre ve onun kontrolündeki Ankara ekibinin çalışmalarına, Haydar Ercan’ın yönetim anlayışından kaynaklanan bazı sorunlar/sıkıntılar da katkı görevi görmüş, yeni Dedebaba’nın karşısındaki cephe Ankara’yla sınırlı olmaktan çıkmış, bazı babaları, halifebabaları ve tabanın bir kısmını içine almıştı. Ankara ekibi Tekirdağ’daki Halifebaba Halil Tiryaki ve Makedonya’daki Halifebaba Ziya Paşo haricinde, seçime katılan diğer halifeleri yanına çekmeyi başarmış, Ercan karşıtı cephede Teoman İlhami Güre, Hasan Asuman, Ali Sümer, Ali Doğan ve Mustafa Eke biraraya gelmişti. 441 Faruk Arslan 442 Faruk Arslan Üçüncü Bölüm BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR Bildiri savaşları, seçimden sonra başladı. Ankara cephesi, dedebaba seçiminden yaklaşık 5 ay sonra 17 Nisan 1998’de Teoman Güre’nin bürosunda toplanıp, başkaldırıyı somutlaştıran bir bildiri yayınladı. Ercan’dan ‘dedebaba’ değil de ‘halifebaba’ olarak bahseden bildirinin rengi daha ilk cümlede belirginleşiyordu: “Hü Dost! Bütün halifebaba erenler ve baba erenlere duyuru. 1.Haydar Ercan Halifebaba, şu ana kadar yapmış olduğu eylemlerinden dolayı yol düşkünüdür. 2. Bu sebeple kendisine dedebaba imiş gibi itibar edenlerce, ondan alınmış olan unvan ve sıfatlar geçerli değildir. 3.Aşağıdaki alfabetik sırada ilk adlarına göre yazılı olan ve imzası, mühürleri bulunan biz halifebabalar olarak, 17.4.1998 tarihte Ankara’da malumu ilam etmekteyiz. Gereği düşünüle ve ona göre hareket edile. Yapılmak istenilen dedebaba seçiminde seçimin ittifak ile sonuçlanması gerekirken, istenilen sonuç alınamamasına rağmen, adı geçen Haydar Ercan 7 halifebaba arasından 3 oy alabilmiş, öyleyken kendini dedebaba kabul etmiş ve bu zannına göre, ekteki yollamış olduğu mektuplarda görüleceği üzre, herkesi kandırma girişiminde bulunmuştur, tutarsız davranmıştır. Bu sebeplerden duyulan rahatsızlıktan bu mektup düzenlenmiş ve yukarıda belirtildiği üzre duyuru yapılmıştır. Hak erenlerin himmeti hepimizin üzerine olmasını niyaz eyler, cümleye aşk—ı cemal eyleriz. Hakk dost!” 443 Faruk Arslan Bildirinin altında Ali Doğan, Ali Sümer, Hasan Asuman, Mustafa Eke ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyordu. Ardından adeta bildiri savaşları kızıştı. Haydar Ercan, dedebaba oluşuna vurgu yaparak işe girişip, karşı taraftan kendisine bağlı kalmalarını istedi. İzmir Gümüldür’deki denize sıfır villasında Aksiyondan Ahmet Dinç’e Ercan, “Bu işin çözümü için, böyle davranmamaları için birkaç kere Ankara’ya ayaklarına kadar gittik. Fakat hepsinde benlik duygusu hakim olmuş, çözüme yanaşmadılar” diyordu. Ankara ekibinin ikinci bildirisi, ilkinden yaklaşık bir ay sonra açıklandı. Bildiri, iplerin, dedebaba olma arzusu ötedenberi bilinen Teoman Güre’nin elinde olduğunu da gösteriyordu. Bildiriye göre, Teoman Güre, yeni dedebaba seçimini organize etmeye ve seçime kadar ‘Sertarik Vekil’ olmaya, yani Bektaşi dünyasının temsilcisi görünmeye yetkili kılınmıştı. Tüm dedebabalık yetkisini kullanacağı bildirilen Güre, böylece çok istediği dedebaba olmaya epeyce yaklaşmıştı. Bildiride Haydar Ercan adeta ‘işgalci’ konumuna indirgeniyor ve “Dedebabalık makamı erkanname ve teamül—ü Bektaşiyan’a uygun olmayan bir seçim ile doldurulmak istenmiştir” deniyor, ardından dedebabalık makamının hâlâ açık bulunduğu belirtiliyordu. Ayrıca bildiride Haydar Ercan kastedilerek, ehil biri olmadığına vurgu yapılıyordu. Son bildiride bir miktar ortaya çıkan tarikat içi çekişme, makam ve benlik hırsı, gerçekleri çarpıtma gibi üzüntü verici olaylar, son dönemde Bektaşi dünyasının adeta rutin olaylarından biri haline gelmiş görünüyordu. Oysa hemen bütün Bektaşi ileri gelenleri, yol’da en önemli 444 Faruk Arslan öğretinin benliği yenme olduğunu dile getiriyordu. Fakat bugünün Bektaşiliğinde görünen manzara, tarikattaki ilkenin benliği yüceltmek mi, yok etmek mi olduğu konusunda insanı tereddüte düşürecek derecede vahim. Halifebabalar arasında çekişme ve sen—ben kavgaları had safhaya ulaşmış durumda. Görüştüğümüz halifebabaların hemen tamamı, kendilerinin diğerlerinden daha önde ve öncelikli olduğunu, gerek hatıralarla, gerekse icazet ve hilafet tarihlerini göstererek ileri sürüyorlar. Dahası, hemen her halifenin literatüründe, diğerleri hakkında anlatacağı bol miktarda prestij kırıcı hatıra var; bunları anlatıyorlar da. Hemen bütün baba ve halifebabalarda alttan alta, ‘bu makama ben layığım’ veya ‘ben herşeye ötekinden daha çok layığım, benim şu üstünlüklerim, ötekinin bu kusurları var’ şeklinde tamamen tarikat öğretisini gözardı eden bir anlayış yerleşmişti. Maalesef bu tür düşünceler eyleme de yansıyordu. Bir araya geldiklerinde, ‘ben öndeyim, sen benden sonrasın, sen cahilsin, ben bilgiliyim’ didişmesine giren halifelerin olduğu, yine kendileri tarafından itiraf ediliyordu. Meselenin en vahim tarafıysa, benlik güdenlerin, kitlelere ‘benliğinizi yok edin, alan değil veren olun’ çağrısı/telkini yapan insanlar olmasıydı. Haydar Ercan’ın dedebabalığına karşı çıkan hareketin yeni bir dedebaba seçilmesiyle sonuçlanacak kadar başarıya ulaşması, büyük oranda Hasan Asuman Halifebaba’nın sayesinde oldu. Haydar Ercan ve Hasan Asuman geçmişten beri birbirlerinden pek hoşlanmıyorlar. Ercan, baba olarak Asuman’ın rehberliğini yaptı, Asuman’sa halife olarak Ercan’ın rehberliğini yaptı. Fakat ikisi arasında “ben daha 445 Faruk Arslan ileriyim” çekişmesi hep varolageldi. Teoman Güre akıllı bir taktikle, taban üzerinde büyük bir etkisi bulunan Asuman’ı, Haydar Ercan’la olan çekişmelerine de denk getirerek yanına çekmeyi, en azından yeni dedebaba seçimine dahil etmeyi başardı. Bu, ikinci dedebaba Eke’nin taban üzerindeki meşruiyeti açısından önemli. Fakat “can”lar üzerinde en az Asuman Halifebaba kadar etkin olan bir başka halifebaba, Halil Tiryaki’nin Ercan tarafını tutmuş olması, tabanın hemen hemen iki eşit parçaya bölünmesine de sebep oldu. Karşı cephenin bildiri ataklarına Haydar Ercan karşılık vermekte epeyce gecikti. İkinci dedebabanın seçiminden sonra, 29 Aralık 1998’de cevap vermesinin sebebi, “isyankârların” gelip kendisine niyaz etmelerini uzun süre beklemesi/ummasıydı. “Hüü Dost!” hitabıyla başlayan Ercan, bildiride şöyle diyordu: “12.12.997 tarihinde İzmir’de Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba’dan hilafetname ile icazetli halifebabaların katıldıkları dedebaba seçimi toplantısı kamuoyunun ve Bektaşi camiamızın yakından bildiği gibi sonuçlanmış ve tutanakla tesbit edilmiş olup, keyfiyet basın ve yayında da yer almıştır. O gün toplantıya katılan halifebabalar da seçim sonunda tarafıma bağlılıklarını teyit etmişler ve nefir üflenmek suretiyle sonuç ilan edilmiştir. Daha sonra bu halifebabaların bazıları hiçbir gerekçe göstermeksizin fakiyre atılmadık taş, söylenmedik laf, edilmedik dedikodu bırakmamışlar ve fakiyri incitecek nitelikte yazılı beyanlarda bulundukları hepimizin malumudur. Dedebaba olarak fakiyr bu tür davranışlara daima sessiz kalmışız, incinsek bile incinmemeye gayret etmişizdir. Ne var ki yolumuzun, 446 Faruk Arslan töremizin bir gereği de her yıl mürşide baş okutma (hizmet görme) erkânı mecburiyetidir. Sözkonusu halifebaba kardeşlerimizin bazıları, seçim tarihinden itibaren geçen bir yıl içinde hizmet görmemişler, buna mukabil yanlış tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır. Buna göre 12.12 1998 tarihinden itibaren sorumluluğunu yüklendiğimiz, hizmetinde olduğumuz halifebabaların isimleri şöyledir: 1— Ziya Paşo Halifebaba (Makedonya, 2— Halil Tiryaki Halifebaba (Trakya), 3— Ali Rıza Balım Halifebaba (Manisa), 4— Nurettin Ölmez Halifebaba (Antalya). Bu duyurunun yapıldığı andan itibaren, sadece yukarıda isimleri belirtilen halifebaba erenlerin hizmetinde olduğumuz bütün canlara duyurulur. Ayrıca bir tek mekan ve zamanda sadece bir tane dedebaba olur. O da bellidir. Yine de kapımız, gönlümüz ikrarına sadık erenlere açıktır. Hadîm—ül Fukara Ali Haydar Ercan Dedebaba”. Ercan, Zeki Onaran ve Hıdır Çokçeken’e de hilafet beratı vererek halife sayısını 6’ya çıkardı. Sayıyı 11’e tamamlamamasının sebebi, Ankara cephesine geçen 5 halifenin geri dönmesini beklemek olduğu kadar, onları halife yapan Bedri Noyan’ın hatırasına da saygı göstermekti. Ankara ekibinin “huruc” harekatı, Güre’nin organizasyonunda, ikinci bir dedebaba seçilmesiyle noktalandı. Türkiye heterodoksisinin en önemli şenliği sayılan Hacıbektaş Şenlikleri’ne denk getirilen seçim, 15 Ağustos 1998’de yapıldı ve Mustafa Eke dedebaba seçildi. Seçime 5 halife katıldı. Haydar Ölmez’in ifadesiyle “Masonluğun şerefini kurtarmak için” muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre ve Ankara 447 Faruk Arslan kliğinin, neden mason olmayan birini, Eke’yi seçtirmiş olduğunun cevabı, yeni dedebabanın munis kişiliğiyle açıklanıyordu. Seçime dair detayları, bizzat seçime katılmış olan Halifebaba Ali Sümer veriyor: “Teoman Güre, Cem dergisinde Hacıbektaş’taki seçime gelmedim diye yalan söylüyor ama bizzat seçime geldi. Bana, ‘Eke’yi kabul ediyorum, kararı yaz bana gönder, imzalayayım’ dedi. Yazıp gönderdim. Önce imzalamadı. Bunun üzerine telefonda Güre’ye oldukça sert sözler söyledim, bu defa imzaladı. Seçime dört halife; Güre, ben, Ali Doğan ve Mustafa Eke katıldık. Hasan Asuman seçime gelmedi, telefonla katıldı. Kararı Asuman’a gönderdik, imzaladı.” Halifebaba Nurettin Ölmez, seçim kararını Güre’nin de sonradan imzaladığını söylüyordu ki, sözleri Ali Sümer’in anlatımıyla örtüşüyordu: “Ankara ekibinin bu şekilde ayrı bir davranış içine girmesi bencillikten başka bir şey değil. Teoman Güre, Ali Sümer ve Ali Doğan. Bu üçü Mustafa Eke babayı zorla bu hale soktular. O adamcağız iyi bir halifebabaydı. Onu da kandırdılar. Seçim meçim yok ortada. Sümer ve Doğan gidip, ‘biz seni dedebaba seçiyoruz’ demişler Eke’ye, olmuş bir seçim. Güre ve Hasan Asuman’a gidip sonradan imzalatmışlar”. Seçime bizzat gelmeyip telefonla katılma tartışması ilk seçimde de yaşanmış; fakirliği yüzünden yol parasını tedarik edemeyen, dolayısıyla Makedonya’dan gelemeyen Ziya Paşo’nun, “Telefonla reyimi vereyim. Zaten benim reyim, seçimde en çok oyu alan kim ise, onadır” teklifi kabul edilmemişti. Fakat Hacıbektaş’taki seçime Hasan Asuman’ın telefonla katılıp oy vermesine ses çıkarılmamıştı. Asuman, seçime katılıp katılmadığı 448 Faruk Arslan sorumuza, “Katıldım” cevabını verdi. Fakat seçimin otelde mi, Güre’nin evinde mi yapıldığı hususunu karıştırması dikkatimizi çekti. Bu durumda Paşo’nun oyunun da geçerli olduğu/olması gerektiği gibi bir mantıki sonuç çıkıyor. İlk seçimde en çok oyu (3 oy) alan Haydar Ercan’ın toplam oyu böylece 4’e çıkmış oluyor. Oy sayısının 4 olması, daha sonraki tartışmalara temel teşkil eden hususlardan biri olan ‘dedebaba en azından yarıdan bir fazlasının oyunu almalıydı ki, ekseriyetin onu desteklediği anlaşılsın’ şeklindeki itirazı geçersiz kılıyor. Fakat Ercan’ın 3 mü, 4 mü oy aldığı konusu iki tarafın ittifak etmediği bir konu. Ercan 4 oyu olduğunu, karşı tarafsa bu sayının 3 olduğunu iddia ediyor. Hatta Ali Sümer bu sayıyı 2’ye indiriyor: “Aslında seçilmesi için yarıyı geçmesi lazımdı. Seçimde 2—2 berabere kalındı ama Haydar bir hile yaptı, ben 3 oldum dedi.” Sonuçta Ankara grubu seçimi yaptı ve “Tüm Bektaşi Canlara Duyuru” kaleme alındı. İmla hataları bulunan duyuru şöyle: “Biz Bektaşi halifebabalar daha önce Ankara’da bir araya gelerek yeni bir dedebaba seçmek için, 1998 Ağustos anma törenlerinde Hacıbektaş’ta toplanıp yeni bir dedebaba seçmeye karar vermiştik. Şimdi aşağıda isim ve imza möhürleri olan biz halifebabalar, Mustafa Eke Halifebaba’yı dedebaba seçtiğimizi imza ve möhürlerimizle de tasdik ederek siz canlara duyurmayı uygun bulduk. Hak yardımcımız olsun, hü dostlar. 15 Ağustos 1998”. Duyurunun altında Ali Sümer, Ali Doğan, Mustafa Eke, Hasan Asuman ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyor. Haydar Ercan karşıtı cephenin oluşumu sürecindeki bütün olaylarının faili olarak sadece Teoman Güre 449 Faruk Arslan Halifebaba’yı görmek eksik ve haksız bir bakış olur. Bektaşi ileri gelenleri Ercan’ın asabi ve agresif bir kişiliğe sahip olduğundan bahsedip, dedebabalık gibi ağır bir yükü kaldırabilecek donanım ve ehliyete sahip olması noktasında şüphe ve eleştirilerini dile getiriyordu. Kurtcebe Noyan, “Haydar Ercan kimsenin sempatisini kazanamadı” diyor ve devam ediyordu: “Kitleye benlik tasladı, sert davrandı. Camiada antipatik bulunuyor. Dedebaba seçildikten sonra birgün Hasan Asuman Baba’ya öyle sert konuştu, azarladı ki, ben bile dayanamayıp, doğru yapmadığını söyledim”. Ankara ekibinin dedebaba seçtiği fakat masonlukla ilgisi olmayan Mustafa Eke, Ercan’ın dedebaba olmasının hemen ardından, hakkında kendilerine devamlı olarak şikayetler gelmeye başladığını söylüyor. Şikayetlerin nerelerden geldiği sorumuza cevap verirken, “Canlardan, annesi, kardeşinden, çeşitli yerlerden” şeklinde açıklama getiriyor. Eke’nin ‘kardeşinden’ geldiğini söylediği şikayetin arkasında ilginç bağlantılar mevcut. Camianın ileri gelenlerinin anlattığına göre, 33. dereceden üstad mason olan Teoman Güre, Ercan’ı devirmek için, onun kardeşi Avukat Kasım Ercan’ı kullandı. Abisi Baba Haydar Ölmez’in iddialarına benzer ifadeleri Halifebaba Nurettin Ölmez de kullanıyor. “Bektaşiliğin içine bir fitne sokmak istiyor” dediği Teoman Güre’nin mason olduğunu tekrarlayan Ölmez Halifebaba, “Haydar Ercan’ın kardeşi Kasım Ercan da masondur. Onu da bu yola Güre sevketti,dedebaba hakkında sözler söyletti. İstiyor ki Bektaşiliğin en büyüğü Teoman Güre olsun, dedebaba olsun” diyor. 450 Faruk Arslan Haydar Ercan hakkında en ağır konuşanlardan biri, Eke’yi dedebaba seçip biat eden halifelerden Ali Sümer. Hacı Bektaş Veli Müzesi’nin uzun yıllar yöneticiliğini yapan Sümer Halifebaba, sadece Ercan’la sınırlı kalmayıp, mevcut iki dedebabayı da yerden yere vuruyor: “Bana başbakanlık teklif ederlerse kabul etmem. Niye? Çünkü benim başbakanlık yapacak liyakatım, gücüm yok. Şimdi dedebaba geçinen bu iki kişinin doğru düzgün ne ilkokulu var, ne de Türkçeleri var. Bu kişilerin tevazu gösterip dedebabalığı kabul etmemesi, çekilmesi lazım. Biz Haydar Ercan’ı seçtik ama arkadan bize ültimatomlar yağdırmaya başladı. Şunu bunu yapamazsın, benden habersiz derviş yapamazsın demeye başladı. Ben varım sadece dedi, şımardı sonradan. Biz de sen misin, biz de seni tanımıyoruz dedik. Kendisi dil bilmiyor, okuryazarlığı yok sayılır ama bir ay sonra bize kaç dil biliyorsunuz demeye başladı”. Ankara ekibinin verdiği ‘manifestolardan’ birinde Haydar Ercan ‘yol düşkünü’ ilan edilmişti. Alevilik ve Bektaşilikte ‘düşkünlük’ adeta ölüme mahkum edilmekle eşdeğer bir anlam taşıyor. Düşkünle hiç kimse konuşmaz, selam vermez, yardımına gelmez, yalnızca cenazesine gelinir. Halifebaba Nurettin Ölmez, Ankara grubunun Haydar Ercan’ı yol düşkünü yapmasının mümkün olmadığını, çünkü yetkilerinin olmadığını ifade edip bir olayı anlatıyor: “Eke birgün Antalya Elmalı’daki Abdal Musa Dergahı’na gidiyor. Orada buna tepki gösterip, ‘Haydar Ercan Dedebaba yol düşkünü dediniz, onu nasıl düşkün yaptınız?’ diye soruyorlar. Eke diyor ki, ‘Hayır, böyle bir şey yok, yapmadık’ diyor. Oysa yol düşkünü 451 Faruk Arslan yaptıkları kararın altında onun da imzası var. Daha önemlisi, bu kişiyi siz halife yapmadınız ki düşkün yapabilesiniz.” Baba Haydar Ölmez, Ercan’ın yol düşkünü olmasını gerektirecek hiçbir suç işlemediğini belirtiyor ve, “Haydar Ercan’ın hangi suçu işlediğini göstersinler. Aksine kendileri yol düşkünü olmayı gerektirecek hatalar yapıyor” ifadeleriyle yeni bir tartışma başlatıyor. Bedri Noyan dedebaba ile bir toparlanma sürecine giren Bektaşiliğin yine tam bir kaos yaşamaya başladığının en önemli göstergelerinden biri, tarafların birbirinin “adamını” ayartmaya çalışmasıydı. Özellikle Haydar Ercan’ın, “İşin içine siyaset soktular ve canlarımızı ayartmaya çalışıyorlar” şeklinde şikayetleri var. Kurtcebe Noyan, “İş çirkinleşti, işin içine siyaset girdi, entrika girdi” diyor ve benzerlerinin de yaşandığını söylediği bir olaydan bahsediyor: Antalya Tekke’de Haydar Ercan’ın babalık icazeti verdiği bir dervişe, Ankara grubu gidip, “Bizim taraftan ol, seni halife yapalım” demiş. Halife Nurettin Ölmez, “Haydar Ercan Dedebaba’nın baba ve halife yaptığı kişilere, kendilerine geçmesi karşılığında mertebe teklif ediyorlar. Bana da teklif ettiler; ‘Gel bize, senin halifeliğin kabuldür, bizim de halifemizsin’ dediler, kabul etmedim. Böyle rezalet olmaz” diyor. Bektaşilik tarihinde bazı dönemlerde dedebabalık iddiasıyla ortaya çıkan, fakat itibar görmeyen ikinci bir isme rastlanması olağanüstü bir olay değil. Fakat ikinci bir kişinin dedebaba olarak hizmet görmesi ilk kez şimdi oluyor. Tabii, 1980’lerde İzmir’e gelip Bedri Noyan’dan hilafet alan ve sonra da Arnavutluk’un devlet politikası gereği dedebaba seçilip postnişinlik iddiasında bulunan Reşat Bardi’nin “özel” durumunu saymıyoruz. Şimdiki 452 Faruk Arslan durumun nazikliği, Ercan’ın da, Eke’nin de bir şekilde “seçilmiş” olmasından ve tabanın tam bir bölünmeye uğramasından kaynaklanıyor. Koskoca camiada herkesin ikilik girdabı içinde olduğunu söylemek mümkün değil; sorunun çözümü için kafa yoran, iki tarafı da bir araya getirmeye çalışanlar var. Bunların başında eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe Noyan geliyor. Önceleri Haydar Ercan’ın yanında olan Noyan, şimdi her iki tarafa da eşit mesafede durmaya özen gösteriyor. Gerek babasından dolayı, gerekse kabiliyetli/kaliteli bir görüntü arzetmesinden, tabandan ve her iki taraftan Noyan’a gelip, “Çözüm ancak seninle olur, başımıza geçmelisin” diyenler var. Fakat hem Noyan’ın baba mertebesinde olması, hem de “Dedebabalık çok büyük bir yük, ben kaldıramam” demesi, tabanın isteklerinin cevapsız kalmasına sebep oluyor. “Niye oturulup konuşulmuyor ve birlik sürmüyor?” diye soran Noyan, halifebaba mertebesine gelmiş kişilerin biraraya gelip konuşamamasının, tabana iyi bir mesaj olmadığını söylüyor. Noyan, çözüm için üzerine ne düşerse yapmaya, taraflarla görüşmeye hazır olduğunu belirtiyor. Bu arada, birinci dedebaba seçiminden ilginç bir anekdotu anlatmakta fayda var. İlk seçilen Dedebaba Haydar Ercan, kendi yolundan gittiğini şöyle savunuyor: Allah’ın ve devletin işine karışılmaz. Allah nasıl dilerse öyle yapar bu işi, bildiği, dilediği gibi noktalandırır. Ben ona teslim olmuşum. Yoldan düşenler olacaktır, yanlış yapıp yolda kalanlar olacaktır. Fakat bu yol kendini götürür, yürütür. Ben kendi yoluma gidiyorum şimdi. 453 Faruk Arslan Benim için değişen hiçbir şey yok. Yine canlara gidiyorum, ilgileniyorum, görevimi yapıyorum. Bektaşilikte yol birdir, erkan birdir. Tabanda pek sevenleri yok onların. Karşı taraf daha önce birer yıl dedebabalık yapalım sırayla diye anlaşmışlar fakat şimdi birbirlerine düştüler, koltuk tatlı geldi, birer yıl anlaşması bozuldu. İkilik olur ama yol kendini düzeltir, kimse merak etmesin. Hak yerini bulur. Haksızlar yolu kötüye kullananlar, suiistimal edenler, benlik taslayanlar elenir, yol akışına devam eder. “Masonların yol’da ikilik çıkarttığını” savunan Baba Haydar Ölmez, şunları anlatıyor: Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. Ankara kolundan Mehmet Temren baba ki kendisi masondur, Güre’nin yanlış davranışlarından dolayı onu evlerine sokmadı. Güre yanlış davranıyor. Ben Haydar Ercan taraftarı değilim, birlik taraftarıyım. Dedebabalık kayd—ı hayat şartıyladır, ancak ve ancak dedebaba çok kötü bir suç işlerse düşürülür. Ali Sümer telefon edip, biz bunu dedebaba olarak tanımak istemiyoruz dedi. Ercan madem ki layık değildi, neden seçildi? Düşürülemez ki. Çünkü bir gerekçesi yok. Çok hırçın ve sinirli davrandı bize diyorlar ama Ercan tam tersine hepsine iyi davrandı. Bilgi bakımından hepsini alteder Ercan. Fakat biraz heyecanlı. 454 Faruk Arslan Eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu, Baba Kurtcebe Noyan, “Görev verilirse yolun selameti için yaparım” görüşünde: Camianın bu durumlara düşmesi beni hem üzüyor, hem endişelendiriyor. Bir çözülmeye doğru gidiyoruz, dahası erkân bozuluyor. Acilen bunun önüne geçmek lazım. Babam öldükten sonra beni baba yaptılar. Bu yola ben bir mertebeye, makama gelmek için değil, edep erkan öğrenmek için girdim. Hiçbir zaman da bir amaç taşımadım. Kalbim istemez kesinlikle ama yolun selameti için, gel sana bir görev verdik derlerse kendim için değil, yol için yaparım. Artık modern çağdayız. Bu çağda, bu yolun modern bir şekilde yeniden organize edilmesi gerekiyor. Erkan yine devam etsin fakat bir gelenek olarak muhafaza edilsin. Bektaşilik çağın gereklerine uygun olarak organize edilmeli, yenilenmeli. Yayın organı, müze, araştırma vakfı oluşturulmalı. Bir dernek veya bir vakıf kurulacaktı, olmadı. Bir müze kurulacaktı. Babamdan kalan eserler hâlâ duruyor, kaybolup gidecek. Seçimden önceki akşam Hasan Asuman halifebabanın evinde kimi seçelim konusu ortaya atıldı. Kimin seçileceği konusunda karar çıkmadı ama kimin seçilmeyeceği konusunda kesin ve ittifak halinde karar çıktı. Teoman İlhami Güre’yi kesinlikle seçmeyeceğiz ve oy vermeyeceğiz kararı alındı akşamdan. Seçimde bir masonun, tarikatın başına geçmesi istenmedi. Ankara kanadının yaptığı ikinci seçimde de aslında halifebabalar mason işgale direndi ve Güre’yi değil, mason olmayan Mustafa Eke’yi seçti. Güre 32 veya 33. derece mason. Ankara grubunun büyük bölümü de mason. Eke’yi seçtiler, camiayı ikiye böldüler. Fakat şimdi Eke’yi indirip Güre’yi, o olmazsa masonların 455 Faruk Arslan arasından bir başkasını dedebaba yapmayı düşünüyorlar. Ben dedim ki, bir damarda iki kan olmaz; ya mason olursunuz, ya da Bektaşi. İkisi birbirine uyan yollar değil dedik. Babam hayatta olduğu sürece, 37 sene süresince de bu mason babaların hepsi vardı ve birşeyler yapmak istediler ama babamın hakimiyeti, sevilmesi, dirayeti ve bilgisi sayesinde sesleri çıkmadı. Uzun süre beklediler. Babamın ölmesinden sonra harekete geçtiler. ( Dinç, Mart 2002). 1998 yılı Ağustos ayı sonlarında Hacı Bektaş ilçesinde, beş Halife Baba’nın toplanması ile yeniden realize olunmuş ve beş Halife Baba’nın oybirliği bir tek tur seçim sonucunda İzmirli Mustafa Eke; Dedebaba seçilmiştir. Bir önceki seçimde yapılan hata ve usulsüzlükler bu seçimde telafi edilmiş ve Bektaşilik müessesesi içine düşebileceği bir büyük kaostan en az zararla kurtulmuştur. Mustafa Eke Dedebaba; Amerika Birleşik Devletleri ve Balkanlar’da dahil birçok dergahı süratle bir araya toplamıştır. Haydar Ercan babanın dedebabalığı Bektaşi camiasının bir kısmında kabul görmeye devam etmiştir. Esasen; söz konusu, deyim yerinde ise, acemiliklerin temel nedeni, Bektaşilerin Salih Niyazi Dedebaba’nın, Dedebaba seçildiği 1922 yılından, bu güne kadar gerçekte Halife Baba’lar eli ile bir gerçek seçim yapmamış olmalarında yatmaktadır. Belki de, tüm Cumhuriyet sürecinde yapılmış olan ilk ve tek seçim, Noyan Dedebaba’dan sonra gerçekleşmiştir. ( Koca, 2002). Tarikat içinde, masonik Bektaşîlik eğilimi ile geleneksel Bektaşîlik kanadı arasında şiddetli bir çekişme 456 Faruk Arslan yaşanıyordu. Kurtcebe Noyan, Ankara kolunun fiilî önderi durumundaki 33. dereceden mason Halifebaba İlhami Teoman Güre'nin mason desteğiyle Mustafa Eke'yi "dedebaba" seçtirdiğini söylüyordu. Halifebaba Haydar ölmez'in ifadesine göre de, "masonluğun şerefini kurtarmak için" muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre, Haydar Ercan'ı yıkmak amacıyla onun ağabeyi mason Kasım Ercan'la ittifak yapmıştı! Teoman Güre'nin mason olduğu bilinmeyen bir sır mıydı? Değildi. Bedri Noyan, dedebabalığının 33. yılında (Bektaşîler için 33 sayısının özel bir yeri vardır) 12 Mart 1992'de düzenlenen törende okuduğu şiirde şunu diyordu: Bir Baba Teoman var, koca üstat, birader, O herkesi, herkes de onu elbette sever!.. Bedri Noyan "üstat" ve "birader" deyimlerinin masonluğun ritüellerinden olduğunu elbette biliyordu. Öyle ki, kendisine el veren Dedebaba Ali Naci Baykal'ın "Bektaşîlik alaturka masonluk; masonluk alafranga Bektaşîlik'tir" dediğini yazıyordu. (Bedri Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301.). Peki Bedri Noyan mason muydu ? Oğlunun masonlara bu kadar karşı çıkmasına bakılırsa herhalde değildi! Ama Rotary Kulübü üyesi olduğu biliniyor. Rakibi bazı halifebabalar tarafından mason olmakla itham edilen Teoman Güre'nin, Sabetayist olduğunu ise, Yarın dergisinden Müfid Yüksel iddia ediyordu. (Yalçın, 2006). “ Geleneksel Bektaşiliği kimden öğrenmeli, Aleviliği nasıl anlamalıyız? Hz. İbrahim’le başlayan tevhit yolculuğu; giderek Horasan ekolü (Maveraünnehir kanalıyla) ve Erdebil ekolü gibi iki temel felsefeye ayrılır. Daha sonraları, tarihin sosyolojik performanslarından da beslenen bu iki ekol, Anadolu siyasetlerinin ve 457 Faruk Arslan demografik basıncın etkisiyle karşımıza, örgütlü ve örgütsüz, inanç ve disiplin alanlarıyla çıkar. Tarik-i Bektaşiyye müntesiblerinin, bu teşkilatsız zümrelere, Sofyan Sürekleri demesinden karine, söz konusu süreklerin bir kısmı kendilerini, doğrudan Ocakzade kabul ederek İmam-ı Ali ve soyuna bağladıklarını, bazılarının da Hacı Bektaş Veli’nin varsayılan üç yüz altmış halifesinin bir çoğunu Pir addederek, ocaklar karşısında güç sağlamaya yöneldiklerini görürüz.” Bu sözlerin sahibi 2003'de vefat eden Şevki Koca önemli eserler verdi. Masonlukla karışmadan 1876 öncesi Bektaşiliğin ortaya çıkartılması ve uygulanmasını savundu. Bir Bektaşinin mason olamayacağını vurguladı. Bu nedenle bu kitapda görüşlerine ve çalışmalarına fazlaca yer vereceğiz. 1997 yılında nasip almıştı. Nasip almakta çok geç kalmıştı, anne ve babasını hayatta iken nasip almadığından dolayı son derece üzülür, hayıflanırdı. Çocukluk ve gençlik yıllarında dedesi Hüseyin Kazım Baba ve babası Halife Turgut Baba’dan annesi Adviye Anabacı’dan çok şey öğrenmişti. Bektaşi dergahlarının tarihçesi, postnişinler silsilesini, babaların hangi dergahların müntesipleri olduğu, nasip, dervişlik, babalıklarını kimden aldıklarını bilen yalnız Türkiye’de değil Dünya’da Koca'dan başka kimse yoktu. Dedesinin babası Şevki dede 3. devre Melami’lerinden Muhammed Nur hazretlerinden intisap görmüş, daha sonra Bektaşi olmuştur. Bu nedenle Turgut baba Bektaşi halife babası olmasına rağmen “Melamiliğin bütün emanetleri de bizdedir” derdi. İşte böyle yoğun bir atmosfer içinde yetişen Şevki Koca hayatı boyunca duyduğu çoğu kaleme alınmamış detay bilgilere sahip çok özel bir kişiydi. Ayrıca babasının Hakk’a yürümesinden 458 Faruk Arslan sonra kendisine kalan pek çok belgeyi toparlamış, bunları eserlerinde yansıtmıştır. Annesi Adviye Anabacı 17 Ekim 1996’da babası Halife Turgut Baba erenler 17 Ekim 1997 tarihinde tam bir sene sonra toprağa verildi. Daha önceleri sadece iyi bir okuyucu ve araştırmacı olan Şevki Koca bildiğim kadarı ile Bektaşilik ile ilgili yazdığı herhangi bir makalesi dahi yoktu. Anne ve babasının ruhunu şad etmek ve insanlığa Alevilik ve Bektaşilik yoluna hizmete soyundu. 6 kitap yazdı. Bunun haricinde Cem Radyo’da pek çok konuşma yapmış, Dedeler, babalar ile ilgili Cem Vakfı’nın 1999 yılındaki toplantılarını yönetmiş ve toplantı tutanaklarını düzenlenmesinde yardımcı olmuştu. Konya Selçuk İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Dr. Hülya Küçük, Trabzon Üniversitesi Araştırma görevlisi Kemal Üçüncü Isparta İlahiyat Fakültesi Doçenti Yılmaz Soyyer gibi pek çok araştırmacıya çalışmalarında çok önemli katkıları oldu. Bektaşi tasavvufuna olan merakı, tarihi konulara olan yeteneği, cansiperane ilahi aşk dolu yaşamı, çok yönlü gerçek araştırmacı kimliği ile istisna bir kişiydi. Şevki Koca’nın Babasının dedesi Şevki Asker kökenliydi ve tasavvufa son derece vakıf bir kişiydi. 1269 Hicri yılında Prizren (Bu günkü Yugoslavya sınırları içinde bir ilçe) doğmuştu. Kıbrıs’ta görev için bulunduğu sırada Kıbrıs Can baba Bektaşi dergahı post-nişini Feyzullah babanın kızı Sadberk hanımla evlenmiştir. Üçüncü derece Melami şeyhlerinden Muhammed Nur hazretlerini çevrenin saldırılarından koruyarak himayesine almıştı. Daha sonra Melamilikte de hilafet mertebesine kadar çıkar. Son derece tasavvufi açıdan değerli nutuklar yazar. Yazdığı 459 Faruk Arslan nutuklar İstanbul Çınar Matbaasında 1967 yılında yayınlanmıştır. Bektaşilik yol evladı olmayı esas alır. Seyyid-i saadattan olmayı bir fark olarak görür, fakat şart olarak görmez. Çünkü hazreti Muhammed’in babası 10 kardeşti. Fakat Peygambere inanan ve yardım eden iki kişi vardı. Yine hazreti Ali’nin kardeşi Akiyl Ali’nin tarafından Muaviye’nin tarafına geçmişti. Şevki Koca’nın soy seceresi İmam Musa-i Kazım’a dayanmaktaydı. Yani seyyid soyundandı. Ne kendisi ne de babası bunu öne çıkartmazdı. Onun için belirleyici olan yol evladı olmaktı. Kimden doğduğu o kadar önemli değildi. Detaylı seceresine Turgut Baba Divanının 4.-5. sayfasından ulaşılabilir. İşte böyle bir kültürden gelen Şevki Koca kısa zaman son derece önemli eserler verdi. 05 Mayıs 2003 tarihinde İzmir Çandarlı’daki evinde rahatsızlanır, hastahaneye götürülürken yolda hayatını kaybeder. Son söylediği söz “hepinizi çok seviyorum, hakkınızı helal edin” olur. 6 Haziran 2003 günü İzmir Şirinyer’de toprağa verildi. 30 Temmuz 1953 yılında İstanbul’da doğan; çok ünlü Bektaşi babalarından Turgut Koca’nın oğlu olan Şevki Koca, İTÜ Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra özel bir şirkette uzun yıllar mühendis olarak görev yaptı. Şevki Koca emekli olduktan sonra da zaman zaman bu alanda da çalışmalara devam ediyordu. Çok geniş bir entelektüel çevresi olan Turgut Koca bugün Bektaşi camiasında çok sevilen bir insan olmanın ötesinde birçok yabancı dil bilen, Bektaşiliğin kurallarını sıkı sıkıya uygulan bir inanç önderi olarak da tanınıyordu. Şevki Koca babasından aldığı mirası çok güzel bir şekilde 460 Faruk Arslan değerlendirerek bu topluma birçok şey verdi, vermeye çalıştı. Şevki Koca bir dönem Nazenin Yayınlarını kurarak büyük özveriyle yayıncılık da yaptı. Fakat toplumun da duyarsızlığı nedeniyle gerekli desteği bulamadı. Değerli yazarın yayınladığı eserler şunlardır; Es Seyyid Halife Turgut Koca Baba Divanı, Melami-Bektaşi Meteforunda İrşad Paradikmaları Mürg-i Dil, Halikasnas Bohem Neyzen Tevfik Külliyatı, Yeniceri Ocağı ve Devşirmeler, Odman Baba Velayetnamesi Velayetname-i Şahi Gö’çek Abdal. Beyin kanaması sonucu hayata gözlerini yuman Şevki Koca, İzmir’de ünlü Bektaşi Babalarının ve sevenlerinin katıldığı bir cenaze töreninden sonra Buca Yeni Mezarlık’ta defnedildi. Cenaze merasiminde aynı zamanda Bektaşi ritüelleri de uygulandı. Cenazeye Mustafa Eke Dedebaba; Teoman Güre, Hasan Asuman, Fikri Öztanır, Nevruz Taci Akpınar Halifebabalar; Muharrem, Aslan, Bahri, Elmas, Tahsin, Haşim, Haydar Babalar; Cem Vakfı, Cem Dergisi, Cem Radyo adına Ayhan Aydın; Araştırmacı/Yazar Dursun Gümüşoğlu , Doğan Derviş, Ali Derviş, Limontepe Cemevi Dedesi Cemal Sevin ve yöneticileri ile birçok derviş; Şevki Koca’nın kardeşleri; Şeref Koca, Av. Nakiye Güre ve eşi Prof. Dr. Ataman Güre ile Şevki Koca’yı seven kadın/erkek birçok insan katıldı. Arnavutça, Sırpça, İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Arapça, Farsça bilen, Türkçe’nin Hakaniye (Çağatayca) lehçelerine vakıf gerçek bir entelektüel idi. Bir zamanlar ünlü şair Can Yücel’den Latince derslerini dahi aldı. Can Yücel Bektaşi idi. Hüseyin Erdekut Baba’nın 461 Faruk Arslan mürşidinden nasib almıştı. Rehberliğini; Atatürk dönemi milletvekillerinden, Denizli Kazak Abdal Dergahı postnişini Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın yaptı. Hasan Ali Yücel, oğlu Can Yücel’i, İngiltere’de rühban okullarından birine, Papaz olması için değil, Latince’yi öğrensin diye yollamıştı! O yıllarda genç bir adam olan Can Yücel’in yanı sıra evine gazeteci İlhan Bardakçı, Ref’i Cevad Ulunay, Burhan Felek, tarihçi Abdülbaki Gölpınarlı, Reşat Ekrem Koçu, Musikişinas Arif Sami Toker yine gazeteci İzmir’li Daniş, Cahid Albayak, Şevket Rado gibi popüler isimlerle, Büyük Nutuk’ta ismi geçen Adanalı Ekrem Ramazanoğlu, Yusuf Fair Ataer gibi ünlü Bektaşi Babalarının gelerek, edebi sohbetler yapardı. Gölpınarlı ve R. Ekrem Koçu Bektaşi olmasalar da, Tasavvufu ve bu çevreyi seven insanlardı. “Anne tarafım Romanya’dan olup, baba tarafım aslen Kosova’dan olmasına rağmen fakir ile birlikte tam altı göbek İstanbul’luyuz” diyen Koca, tarikata geç intisabını şu sözlerle açıklıyor; “Ailemizde Kosova Meydan savaşından bu yana Tarikat-ı Bektaşiye’ye mensubiyet var. Büyük dedem Şevki Bey, Bektaşiliğinin yanı sıra İttihat ve Terakki’nin Manastır Bölge Komutanıydı. Hem dedelerimizden, hem babamdan bize intikal eden büyük bir birikim vardı. Bektaşilikte görenek, bilinen baskıların da etkisiyle çoğu zaman yazılı eserlerle değil sözlü kültürle, şahıslarla temsil edilmiş ve yaşatılmıştır. Korkulur yazı yazmaktan! Ailemizden bize intikal eden bu birikimin ailemizin son büyük ferdi ile gitmemesi gerektiği kanaatindeydim. Şüphesiz Tarikat-ı Bektaşiye, Şevki Koca olsa da yürür, olmasa da! Ama bu bireysel intikallerin yansıması için o bireyin kimliği de önemlidir. İçeriden yansıtabilmenin 462 Faruk Arslan hem güzel hem de olanaklı olacağı kanaatine vardığımdan babamın vefatı sonrası Tarikat-ı Bektaşiye’ye intisap ettim.” Koca'nın anlatımında akım şöyle başlıyor: Selçukluların son döneminde merkezi birlikte kalmamıştı eyalet reisliği yapan Nurettin Caca gibi yada Karamanoğlunun beylikleri gibi parçalanmış bir milli birlik vardı, bir de Moğol saldırıları vardı. Yesevi’ den el alan Hacı Bektaş denen mürşit köklü bir Yesevi ekolünden tasavvuf eğitimi almıştır. Yani bir başka ifade ile anti radikal bir düşünce bir din anlayışı getirmiştir, keskinliklere agresif yapılara karşı mütemeyyin olan daha liberal dini daha objektif tanımlayan ve daima dostluk ve insanlık mesajlarını içeren bir yapı getirmiştir Hz. Pir. 1299 yılında bir kurultay toplanır, Türkmen geleneğine göre bir kurultaydır bu. O kurultayda menakıblara göre Osman Gazi’ nin hanlığa atandığı dönem olarak geçer ve bu atama sırasında Hacı Bektaş Veli’ nin kendisini kutsadığı anlatılır, hatta burada Kumral Baba, Şeyh Süleyman-i Türkmani, Sarı İsmail, Ahi Evran, Taptuk Sultan gibi azizlerinde bulunduğu rivayet edilir. Bu büyük insanlık düşüncesi çok kısa zamanda gerek Hıristiyan dünyasının kendi iç çelişkilerindeki feodal baskılara maruz kalmış halk arasında ve gerekse büyük Moğol baskıları altında kalmış Anadolu halkı arasında bir birleştirici meşale olur, topluma zaten felsefe yapabilme gücü vardır. Anadolu toplumu felsefe yapabilen bir toplumdur, yapabildiği için bugün ayaktayız. Yunus Emre’ yi çıkartabilmiştir, Mevlana Celaleddin’ i çıkarmıştır, Hacı Bayram Veli’ yi çıkarmıştır. ( Koca, 2002). 463 Faruk Arslan Sıra geldi Hacı Bektâş Dergâhında, Hacı Bektâş-ı Velî'nin soyundan geldikleri ifâde edilen Çelebiler de postnişîn meselesine… Bu dergâhta sürekli, Çelebi ve Dedebaba postu olarak iki post bulunmuştur. Bu durum yüzyıllardır, Bektâşiler ve Alevî-Bektâşiler arasında tartışma konusu olmuştur. Dede-babalar, Çelebileri, Hacı Bektâş/ın soy evlâdı olarak kabul etmemişlerdir. Zira, bu babagân koluna göre Hacı Bektâş-ı Velî hiç evlenmemiş olup mücerret kalmıştır. Çelebileri yol evlâdı olarak kabul etmişlerdir. Çelebiler ise; kendilerinin Hacı Bektâş-ı Velî'nin nesebinden geldiklerini, (Fatma Nuriye ya da Kutlu Melek)'in Hacı Bektâş-ı Velî'nin nikahlı eşi olduğuna inanırlar. Çelebilere bağlı Alevî-Kızılbaş Dede Ocakları da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin evlenmiş olup, Çelebilerin onun neslinden geldiğini kabul etmişlerdir. Bu yüzden Alevî-Kızılbaş Ocakları Hacı Bektâş Çelebilerine bağlı hâle gelmişler. Hatta, bu ocaklar Çelebîler'den sürekli icazetnameler almışlardır. ( Yüksel, 2002). Alevilikte liderlik konusu, aslında fazla karışık bir mesele değil. 33 yıl konuya ilişkin araştırma yapan, master ve doktora tezi yazan Selahattin Tezikoğuna göre, "Bütün tarikatlarda olduğu gibi, Alevîlikte de liderlik sorunu yoktur. Kimin lider olduğu, yapılan tarikat toplantılarında belli odur. Alevî (Kızılbaş) olanlarda, köylülerde Dede; şehirli Alevîler olan Bektaşîlerde de Baba, Halife Baba, Dedebaba adlarını taşıyan insanlardır. Vakıf veya dernek başkanı, resmiyette bu kuruluşların başkanlarıdır. Onlar da tarikat toplantısına, bahsedilen tabiî liderlerin başkanlığında girer ve o kişilere 'niyaz ederler'." (Tezikoğlu, 2006). 464 Faruk Arslan Dedelerin her biri doğrudan Hacıbektaş ilçesinde oturan ve Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından olduğu bilinen ve tarikatın en üst liderliğine getirilmiş Çelebi adı verilen kişiye bağlıdırlar. Bu tarikatların yasak olduğu dönemde de, açık olduğu dönemde de böyle olmuştur. Babası Dede olan ve vefat eden kişi, bu işe devam etmek ve Dedelik yapmak isterse, babasının belgesini alarak Hacıbektaş ilçesine gider, Çelebi Hazretleri'ne durumu arzeder ve elindeki belgeyi sunar. Çelebi, bu belgenin altına "derkenar" şeklinde, oğlunun da adını yazarak, kendisine irşat görevi verildiğini belirtir. Böyle belgesi "icazet" olmayan kimse, "Dede"lik yapamaz. Bu kural hâlen işlemektedir. Millî Mücadele döneminde Çelebi postunda oturan Cemaleddin Çelebi, mücadeleye destek vermiş ve ilk mecliste de Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis Başkan Vekili olarak görev yapmıştır. Aynı şekilde, Mevlevi Çelebisi de aynı görevde bulunmuştur. Tarikatların kapatılmasında, Meclis'teki diğer tarikatçılar gibi, Çelebi Hazretleri de gayret göstermişlerdir. Şehirli Alevîlerin, Bektaşîlerin en üst bağlı oldukları kişi Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin'i olarak Dedebaba unvanı taşır. Dedebaba, Bektaşî Halifebabaları tarafından (toplam 12 Halifebaba vardır) "mücerred" (evli olmayan) Halifebabalar arasından seçilir. Bahsedilen seçim işi, daha çok tarikatların yasaklanması (1925) sonrasında bulunan bir yoldur. Görev ölünceye kadar devam eder. Ancak, Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra, mücerred aday olmadığı için, Dedebaba postuna gelmiş olanların tamamı "müehhü" evli Dede-babalar'dır. Tarikatların açık olduğu Osmanlı döneminde, Çelebi de Dedebaba da usulüne göre imtihan veya özel araştırmalar sonunda, Şeyhülislamdın 465 Faruk Arslan teklifi üzerine Padişah tarafından "Ferman" (kararname) ile atanırlardı. Bu atamalara ilişkin Osmanlıca yayınlanmış kitaplarda pek çok örnek vardır. (Tekizoğlu, 2008). Etnik ve dini yapıyı anlamadan konuyu anlamak kolay değildir, Almanya'nın bile müdahil olmaya çalıştığı bu konuda Türkiye'nin sağlıklı tartışmadan uzak durması akılsızlıktır. 466 Faruk Arslan Dördüncü Bölüm ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI Sosyal bilimler alanında 1970'li yıllardan başlayarak Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, ABD, İngiltere gibi ülkelerde, 1980'li yıllarla birlikte, Türkiye'de, Alevilik ve Bektaşilik üzerine giderek artan şekilde araştırmalar, derlemeler yapılıyor. Halen masonluğun Bektaşilik üzerinde etkisi araştırılmıyor. Yaptıkları tahribata geçmeden önce etnik ve dini altyapısını inceleyelim. Alevilikte ayin-i cemlerdeki "çerağ söndürme"ye yüklenilen ensest ilişkisini içeren etik sorunlu yorum, Aleviler ve Sünniler arasında sorunu, sosyal ve politik bir sorun haline geliyor. Oysa bu uygulamanın Sabataycı masonlardan Bektaşiliğe sonrada Aleviliğe aktarıldığı Sabataycı yazarlar tarafından doğrulanıyor. ( Er, 2003). Bazı politikacıların gaflarını akil aydınlarımız, 'Alevilerde Mum söndü yoktur' açıklamasıyla savuşturdu, hem fitneyi önledi, hemde mükemmel bir açılım sağladı. Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf değildir. Bugünde bu gerçek yadsınamaz. 467 Faruk Arslan İrtibatlı oldukları servislere çalışan sahte Bektaşi ajanlar, çeşitli kiliselerle, yurt dışındaki bazı belediye, mahalli senato ve üniversite gibi kuruluşlar, toplantı, hafta, yıldönümü gibi bahaneler ve mahalli kültürün yaşatılması gibi kılıflarla mezhepci, bölücü ve bozguncu muhtevalı ve istismara yönelik çalışmalara maddi destek sağlıyor. Türkiye ve Orta Doğuda Alevilik ve Batıni Hareketler Enstitüsü gibi bir takım enstitü ve araştırma merkezleri de bulundukları ülkelerin istihbarat teşkilatlarının çizdiği milli politikalar istikametinde faaliyetler yaparak bu bölücü ve bozguncu faaliyetleri kültürel açıdan destekliyorlar. ( Sezgin, 1998). Bu uyarıyı dile getiren kişi Diyanet’in başmüfettişliğini, Bakü’de Dini Ataşelik yapmış Abdülkadir Sezgin’in, doktora tezide Bektaşilik konusundaydı. Yıllardır farklı kesimler konuyu klişeleştirdi, bilgi kirliliği oluşmaya başladı. "Alevilik Türklüktür"( Dikmen, 1951), "Alevilik Kürtlüktür"( Bender, 1990), "Alevilik solculuktur"( Kızılyol, 1995), "Alevilik bir dindir"( Oğuz, 1990), "Alevilik gerçek İslâmiyettir-İslâmiyetin özüdür"( Ramazanoglu, 1984), "Alevilik İslâmiyete yabancıdır, sapıklıktır"(Kısakürek, 1990) şeklinde genellemeler yapılıyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes kendi kültür ve anlayışına uydurmaya çalışıyor. "Türkmen Sünniliğidir" ( Fığlalı 1990) diyende var, "bir tür Sünniliktir" ( Temren, Sezgin, 1997,1991) şeklinde yorumlayanda. "Sünnilik ve Alevilik aslında birbirinin aynıdır" ( Arvasi, 1994) şeklindeki genellemelerin uç noktası, "Aleviliği Sünnileştirmek-Hanefileştirmek gerekir"( Kırkıncı, Kısakürek, Arvasî,Türkdoğan, 1987, 1990, 1994, 1995) görüşü. 468 Faruk Arslan Sağ duyulu geleneksel Bektaşi ve Alevilerin çoğu, "bir inanç tarzıdır"(Oğuz, Bozkurt, Birdoğan, 1990,1995), "İslâmi bir inanç tarzıdır", "İslâmi bir mezheptir" (Baltacıoğlu, 1991), "İslâmi bir tarikattır" ( Dikmen, Bender, Sezgin, 1951, 1991) görüşlerini savunuyor. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'nin temsilcileri, "kültürdür", "yaşam tarzıdır", "felsefedir" yaklaşımlarına sıcak bakıyor. Uzun yıllardan beri tarihsel açıdan Alevilik ve Bektaşilik üzerine detaylı çalışmalar yapan Ahmet Yaşar Ocak, Hüseyin Bal, Yılmaz Soyyer ve kısmen Belkız Temren'in çalışmalarından edindiğim sonuç, Alevilik ve Bektaşilik'in etnik ve dini anlamda homojen bir yapıya sahip olmadığıdır. Etnik yapısında Türkmenlerin ve Zazaların büyük bir kısmını, kısmen Kürt gibi değişik etnik toplulukları barındıran Alevilik, farklı ocakları da içeriyor. Bu bağlamda, Tahtacı-Türkmenlerinin bağlı bulunduğu ocaklar ile Zaza Alevilerinin bağlı bulunduğu ocaklar farklıdır. Öte yandan, Türk Bektaşilerin yanı sıra, Arnavut Bektaşiler de vardır. Bektaşiler, bir yandan halife dedebaba, halife baba, baba hiyerarşisi içerisinde örgütlenir ve erkân yürütürken, diğer taraftan Çelebiler, dede-babalar bazında da örgütlenmişlerdir. Bu bağlamda, bir yanda Bedri Noyan dedebaba varken, diğer yanda Ulusoylar Çelebiler kolunu oluşturmaktaydı. Onlardan bağımsız olarak da Eskişehir Sücaettin Veli Dergâhı'nda bulunan Nevzat Demirtaş (dede-baba) Marmara Bölgesi'nde ve özellikle Trakya ile Bulgaristan'da ayin-i cemlere katılmakta ve erkân yürütmekteydi. Günümüzde, dedebaba Bedri Noyan'ın ölümüyle onun ardılının belirlenmesi üzerine ortaya çıkan yeni bir oluşumu daha 469 Faruk Arslan yaşamaktayız. Şu an, bir önceki bölümlerde incelediğimiz gibi Haydar Ercan ve Mustafa Eke olmak üzere, iki dedebaba bulunuyor. Yine kendilerini Alevi olarak kabul eden Türkiye sınırlarında Antakya'dan Tarsus'a kadar olan bölge içerisinde yoğun olarak yaşayan Nusayriler -ki Araptırlar- Türkiye'deki diğer Alevi cemaatlerinden ibadet ve uygulamalar esasına göre, farklıdır. Onlarda, dedelik ve babalık değil, şeyhlik vardır. Sivil toplum kuruluşları açısından Alevi ve Bektaşi örgütlerine baktığımızda, şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor: Alevi örgütleri arasında cemevleri bazında örgütlenmelerin yanı sıra, bir yanda Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri, öte yanda Cem Vakfı'nın yer aldığı; bu arada daha çok Şiiliğe yakınlaşan bir eğilimi temsil eden Ehl-i Beyt İnanç-Eğitim ve Kültür Vakfı'nın ve Demokratik Dayanışma Vakfı'nın bulunduğu; Zaza Alevilerinin oluşturduğu Tunceli Kültür ve Dayanışma Derneği gibi, değişik derneklerin varlığı; Bektaşi örgütlenmesinin ise, şu an için, kısmen Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı etrafında oluştuğu, görülüyor. Diaspora'da da durum farklı değil. Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya'da Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu; Cem Vakfı örgütlenmesi; Dersimliler Dernekleri vb. Sadece 160 bin civarında Türkiyelinin yaşadığı Berlin'de şu an için 11 Alevi ve Bektaşi örgütünün olduğunu belirtelim Bunların yanı sıra, Alevilik ve Bektaşilik arasındaki sınırların bazen bulanıklaştığına, bazen berraklaştığına da bu arada dikkat çekmek gerekir. Örneğin Amasya, Çorum ve Tokat yörelerinde Alevilik ve Bektaşilik içiçe girmiş 470 Faruk Arslan durumdadır. Çelebi kolunun egemenliğini hissettirdiği bu yerlerde, Bektaşiler kendilerini -Kızılbaş değil- Alevi olarak adlandırıyor. Erkânlar, dedeler tarafından yürütülüyor. Özellikle Çorum'da dedeler, Veli dedenin oğlu Hüseyin Solmaz (dede) gibi, Hacı Bektaş Veli Ocağından geldiklerini söylüyor ve kendilerini Hacı Bektaş Veli evlâtları olarak niteliyor. Ancak, hemen burada, günümüzde yaşayan Bektaşi halife babalarından mason Teoman Güre'nin, Mustafa Eke'nin ve Ali Doğan'ın, Alevilikle Bektaşiliği birbirinden ayırmakta olduğunu; özellikle halife baba Teoman Güre'nin Şahkulu, Hüseyin Gazi gibi, Bektaşi dergâhlarının, Bektaşiler tarafından değil, Aleviler tarafından kullanıldığına işaret ettiğini de eklemekte yarar var. ( Engin, Kasım 2002). Mason Bektaşilerin, Aleviliği hep farklı olarak gördüğünü, seçim olmadan babalığın babadan oğula geçmesi nedeniyle küçümsediklerini belirtelim. Mason Bektaşiler, elit Bektaşilikten yanalar, alperen kültüründen uzak duruyorlar. Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapıyorlar. Bu örgütler: 1. TKP/ İşçinin Sesi, 2. Devrimci Yol, 3. TDP Türkiye Devrim Partisi (TKP-B), 4. TKP/ML, 471 Faruk Arslan 5. MLKP-K (Marksist-Leninist Komünist Parti-Kuruluş), 6. PKK, 7. TİKKO, 8. Kürdistan Aleviler Birliği, gibi örgütlerdir. (Sezgin, 1998). Özellikle son yıllarda Karadeniz bölgesine sarkan bu aşırı sol terör örgütlerinin Alevi/Bektaşi vatandaşları kendi yandaşları gibi gösterme çabasında oldukları da gözlemleniyor. Alevî kelimesi bütün İslâm âleminde ve Osmanlı döneminde "Hz. Ali'nin soyuna mensup olanlar" anlamında kullanılmıştır. Hâlen İran, Yemen ve Mısır gibi ülkelerde, "ben Aleviyim" derseniz, kimin çocuklarından olduğunuz sorulur. Medine'de de durum aynıdır. Eğer Azerbaycan'da Alevi olduğunuzu söylerseniz, size hayretle bakarlar ve Hz. Ali'yi Allah kabul ettiğinizi zannederler. Çünkü, orada Alevi sözü "Ali Allahi" ler denilenleri ifade eder. Bektaşilik ise, hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyen açık ve net bir deyimdir. (Sezgin, 1998). 1826'da, önce Yeniçeriler'in imhası ve peşinden de Yeniçeriler'in bağlı olduğu Bektaşî tekkesinin, Bektaşîliğin (1861-62 yılına kadar sürmüş olan) de yasaklanarak kapatılması üzerine bu dönemde "Alevî" kelimesi Bektaşî anlamında kullanılmaya başlandı. Ancak bu kelime tarikat liderliğini "Dede"lerin yaptığı Köy Bektaşîliği ki buna Kızılbaşlık da denir- anlamında meşhur olmuştu. Bugün Alevî, Köy Bektaşî’si veya aynı anlama gelen Kızılbaş anlamında kullanılıyor. Tarikatlarda aslolan Müslüman olmaktır. İslâm mezheplerinden birine mensup olmanın tarikatlar 472 Faruk Arslan açısından bir önemi yoktur. Kelime-i Şahâdet'i söylemek ve inanmak, tarikatlar için yeterlidir. Bir Şafiî, Maliki, Hanbelî veya Hanefî'nin herhangi bir tarikata girmesi mümkündür. Önemli olan Müslüman olmaktır. Ancak, Alevîler açısından bakıldığında, Balkan Bektaşîleri de dahil, Hacı Bektaş bağlılarının tamamının inançta Maturidi ve amelde Hanefî veya Caferi olduğunda kuşku yoktur. Hem Hoca Ahmet Yesevi'nin hem de Hacı Bektaş'ın kitapları incelendiğinde de bu görülür. Alevîlik Bektaşîlik adlı kitabında, "Alevîlik Bektaşîlik Nedir?" başlıklı bölümünde bakınız Kutluay Erdoğan ne diyor: "Bektaşîlik, Anadolu'da gelişerek yayılan Türk tarikatlarındandır. Tasavvuftan etkilenen bu tarikatın felsefesi, örf ve adetleri Türklere yönelik özellikler gösterir." (Erdoğan, 2004). Osmanlı döneminde veya Cumhuriyetin başlangıcında, kitap yazmış Bektaşî büyüklerinin tamamında şu ifâdeler vardır: "Bektaşîler, Cenab-ı Allah'ın şanı büyük Kur'an'ında, Bakara Suresi'nin iki, üç, dört, beşinci ayeti kerimesinde niteliklerini sayıp tanıttığı ehli sünnet, inanmış ve Allah'ı tanıyan kimselerdir. Bektaşîlikte kâlb hazinesinin Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, Resulullah'ın Ehlibeyti'nin sevgisi ile dolu olup, başka bir çeşit sevginin o kâlbde girecek yer bulamaması kesinlikle lâzımdır. Bektaşî olmak, övülmeye değer yüksek ahlâk sahibi olmaya dayanıyor. Yoksa kötü ahlâk sahiplerinin 'Ben Bektaşîyim; Eyvallah, Yahu' demeleri kendilerine iftiradır." (Tekizoğlu, 2008). 473 Faruk Arslan Alevîler, Bektaşîler tarikata giriş töreni ki, buna -ikrar merasimi veya ayini denir- sırasında, Allah'ın kulu, Muhammed Mustafa'nın ümmeti, Aliyyel Mür-taza'nın bendesi olduklarını belirttikten sonra da "İmam Cafer Sadık'ın mezhebindenim" derler. Ancak, Osmanlı tarihi ve Cumhuriyet'in başlangıç yıllarında Çelebiler, Dedeler, Babalar ve diğer tarikat büyükleri hep şu iddiada bulundular: "İmam Cafer Sadık Hazretleri'ne mezhep sahibidir demek, büyük bir yanlıştır. Zira zât-ı saadetleri 'Hakiki imam' olduklarından dolayı amel, inanç ve hukuk alanlarında bir mezhep ortaya koymaya ihtiyacı yoktu. Çünkü mezhep ve meslek denilen dinî inançlar, sağlam bir biçimde yeni kurulmuştu. Ve hem de zat-ı saadetleri, Hz. Resulullah'ın Ehlibeyti'nin yâni doğru yol rehberi on iki imam efendilerimizin altıncısı olmalarından dolayı kaynağını Hz. Peygamber'den alan yüce saltanatın vezirlerinden olduğu için, içtihada dayalı bir mezhep ortaya koymanın üstünde idiler. Zira İslâm şeriatının ana esaslarını ve bu esaslardan çıkarılan hükümleri, yüce babaları Hz. Muhammed Bakır'dan ve onlar da muhterem babaları Hz. İmam Zeynelabidin Efendimiz'den ve onlar da ulu babaları, Kerbela'nın şehit Sultanı, himmet sahibi, nur kaynağı İmam Hüseyin Efendimiz Hazretleri'nden ve onlar da şanlı babaları Haydar-ı Kerrar Hazretleri ile yüce dedeleri Şeriat Sahibi Efendimiz Hazretleri'nden öğrenmişler ve ta kendi zamanlarına gelinceye kadar kesintisiz gerçek önder olmuşlardır. Soy şerefi ve kendi faziletleri gereği Müslümanlar arasında aziz ve değerli ve muhterem oldukları gibi, bütün tarikat mensuplarının başkanıdırlar. Zat-ı saadetleri, her hâlde Hz. Peygamber'in 474 Faruk Arslan izinde yürüdüklerinden, bir mezhep ortaya koymaktan, doğal olarak, uzaktırlar." (Yüksek, Rıfat, 2002, s 153). Gerçekten de ameli mezhep imamlarının tamamı onun öğrencisi olmuş kişilerdir ve mezheplerin teşekkülü talebelerince gerçekleştirilmiştir. Yâni ikrarda geçen İmam Cafer Sadık mezhebi, mezhepler kurulmadan önceki bir ifâdedir ve tarikat anlamındadır. Başka bir ifâde ile Anadolu Alevileri, Bektaşîler tarikat lideri, pîri olarak, soy silsilesi olarak İmam Cafer Sadık'a bağlıdırlar. Yoksa, Caferi olduklarını ifâde eden Şia'ya mensup Müslümanlarla aynı inancı ve ibadet şeklini benimsemiş olurlardı. Böyle olmadığı ise, açıktır. Türk Alevileri kendilerine Allah, Muhammet, Ali, Ehlibeyt gibi din ulularından bahseden herkesi kendilerinden sayar, bağırlarına basarlar. Bu insanları korur ve kollarlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bu gün de yoldan çıkmış, düşkün olmuş, hatta dinsizliği seçmiş insanların dillerindeki bu tür sözler sebebiyle sahiplenirler.Yüreklerindeki sevgi, her türlü kiri pası örter. Alevîlerin bu yumuşak karnı, tarihte pek çok sapık fırkanın bu gurup içine sızmasına, saklanmasına neden olmuştur. Günümüz aydınlarından bir kısmının, "bizde şu da vardır, bu da vardır" diye anlatmaya çalıştıkları; Alevîler'in kendi adamları veya düşünceleri değil, onların iyi niyetini istismar etmiş ve aralarına sızmış insanlar ve onların görüşleridir. Bu adamların ve görüşlerin ayrışmaya tâbi tutulması ve Alevîlik'ten ayrı değerlendirilmesi gerekir. Anadolu'da Trakya'da ve Balkanlar'da yaşayan Müslümanlar'ın tamamı (Doğu ve Güneydoğu'daki Şâfiîler hariç) inanç ve amel olarak Hacı Bektaş Veli ve 475 Faruk Arslan Ahmet Yesevi gibi Maturidi ve Hanefi'dir. Yâni aralarında mezhep ayrılığı yoktur. Abdest alan, namaz kılan, gusleden, kız isterken kullanılan lügat, evlenirken nikah kıyan, bayram ve cenaze namazı kılan herkes Alevî'si, Bektaşî'si, Kadiri'si, Nakşi'si, Cerrahi'si, Gülşeni'si, Rufai'si veya hiçbir tarikata mensup olmayan çoğunluğun tamamı; inançta Maturidi mezhebinden, ibadetlerin yapılışı bakımından da Hanefi mezhebindendir. Caferi fıkhıyla haraket edenlerde vardır. Özellikle serbest seçimlere ve çok partili hayata geçtiğimiz 1950 yılından başlayarak siyasetçilerin cahilliği yüzünden ve oy alma kaygısıyla "ülkemizde mezhep ihtilafı var" şeklindeki iddia ve konuşmalar bir tarikat olan Bektaşîlerle, Bektaşî olmayanları ayrı mezheptenmiş gibi bir hâle getirmiştir. Bu vebal siyasetçilerle, bu yanlış beyanları aynen ve ısrarla yayan medyamıza aittir. (Tekizoğlu, 2008). Sünnîliği "İslâm'ın Arap yorumu", Alevîliği de "İslam'ın Türk yorumu" olarak bahseden bu kişilerin biyografilerinde, Dede çocuğu oldukları, dedelerin "seyyid" olduğu, yâni Arap soyuna mensup oldukları özellikle yazılmaktadır. İşin doğrusu, Dedeler'in tamamı, Türk soylu, Oğuz boylu insanlardır. Türbesi güney Horasan olarak bilinen, İran'ın kuzeyinde, Hacı Bektaş Veli'nin doğduğu Nişabur'a yakın, Meşhed şehrinde bulunan 8. İmam, İmam Rıza'ya manen (tarikat silsilesi olarak) bağlı insanlardır. Diğer İmamlar'a bağlı olan, son derece azdır. Dede veya Seyid, Oniki İmam neslinden gelenlere denir. Bunlara Evlâd-i Resul-ü Seyyidi Saadet'te denilir. Dede Alevinin din adamıdır ve üç ayrı sıfatı vardır. Rehber, 476 Faruk Arslan mürşit ve pirdir. Rehber talibe yol açar, mürşit talipleri irşat eder, bilmediğini öğretir. Pir daha da aydınlatmaya çalışır, yetiştirir. Çeşitli bölgelerde bildiğimiz Alevi dedeleri şunlardır: Veliyettin Ulusoy, Mustafa Aklıbaşında, Mahmut Doğanoğlu, İsmail Aslandoğan, Kamber Kutlu, Niyazi Bozdoğan, Haydar Samut ve Şinasi Koç. Elbette başkalarıda var. Sadece Ulusoy’a bağlı 200 Alevi dedesi bulunuyor. İster Çelebi, isterse Dedebaba; geleneklerle, kurallarla işleri idare ederler. Özellikle siyasete bulaşmamak, fraksiyonlar arasında taraf tutmamak ve itidalli davranmak konusunda, bu güne kadar kendilerinden beklenen olgunluğu göstermişlerdir, göstermektedirler. Diğer örgüt lideri/başkanı gibi görülenlerin çiğliklerinin hiç birisi bu gerçek liderlerde görülmez. Çoğu kez medyada bunların adları söylenmez, açıklamaları yer almaz; seçim öncelerinde oy pazarlaması yapmazlar. Kendilerini görmek isteyen ya da kendileriyle görüşmek isteyen herkesle görüşürler, insanlar arasında, çocuk, kadın, erkek gibi ayırımlar yapmazlar. Bir tarikat liderinden beklenen olgun davranışları sergilemek için özel gayretleri yoktur. Davranışları son derece tabiîdir. Bunlar içerisinde Avrupa'da tahsil etmiş, görgüsü, davranışı son derece yüksek olan kişiler de vardır. Ama, ortak davranışları aynıdır. Bu insanlar kendilerini tanıtırken "hümanist, plüralist, aksiyonist ve re-aksiyonist reformist, değişmeye her zaman açık bir bilim adamı-hukukçu ve dini lider" gibi unvanlar kullanmazlar. Son derece mütevazı ve sahavet sahibi, cömert insanlardır. Evleri ve sofraları herkese açıktır. Bu sebeple de, son derece saygıdeğer insanlardır. Ayrıca, bunların dervişleri ve bağlıları arasında siyasî, 477 Faruk Arslan ideolojik taraf olmayışları onları bu kadar itibarlı ve etkin kılmaktadır. Tarikatlar, tekrar, devletin gözetim ve denetiminde açılacak olursa, özellikle Hacı Bektaş Postu'nun bu iki lider kadrosundan da destek görecektir. Özellikle Bektaşîlerde, Salih Niyazi Dedebaba'nın Arnavutluk'a gitmesi ile başlayan sıkıntının devam ettiğini; Arnavutluk'ta ve ülkemizde, birkaç tane Dedebaba olduğunu, Bektaşîlerin daha çok bu iç problemlerle meşgul oldukları için, piyasada görünmediklerini biliyoruz. Bosnalı, Makedonyalı, Tiran'lı Bektaşî büyüklerinin, ülkemizde yapılan toplantılarda da, Balkanlar'da yapılan toplantılarda da "kıblelerinin Hacıbektaş ilçesi olduğunu, Bektaşîliğin tarikat olduğunu" özellikle söylediklerini, ama bizimkilerin, siz bu işlere karışmayın telkininde bulunduklarını da biliyoruz. Bazı Balkanlı tarikat liderlerinin de, ülkemizdeki bazı Alevî vatandaşlara Babalık, Dedelik icazetleri verdiklerinden bilgimiz var. Bütün bu problemler Dedebabalar hakkındaki kanaatimizi değiştirmemizi gerektirmemektedir. Bu iki makam dışındaki örgüt liderliklerine, medyatik olmalarına bağlı olarak liderlik atfetmek, onlara Alevîlerin temsilcisi, lideri gibi davranmak devleti de partileri de sıkıntıya sokmuştur, bundan sonra da sıkıntıya sokacaktır. (Tekizoğlu, 2008). Prof. Dr/ Orhan Türkdoğan, "Alevi-Bektaşi Kimliği" adlı kitabında, 1993-1995 yılları arasında Türkiye genelinde 15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, antropolojinin en yeni yöntemlerine göre gerçekleştirilmiş bir saha araştırması yaptı. Türkdoğan’ın sosyolojik değeri bulunan bu araştırmasına kadar, konu ile ilgili yapılan tüm 478 Faruk Arslan araştırmalar, daha ziyade teorik çerçevede alevi-bektaşi popüler öğretisinin tarihi gelişimi, yapısı ve geleneği hakkındaki masabaşı tahlillere dayanmaktaydı. İlk kez, bu araştırma ile "alevi-bektaşi" toplulukları, dini temsilcileri, ocakları katılımcı-gözlem ve mülakat yoluyla incelendi. Saha araştırması olarak da bilinen bu yöntemle, bir yanda "alevi-bektaşi" insanın konuya bakış açısı (Emik yaklaşım) ile öte yandan araştırmacının yaklaşımı (etik bakışı) tesbit edilmek suretiyle bu inanç sistemi derinliğine yorumlandı. Ayrıca, dört üniversitenin çeşitli fakültelerine mensup 315 öğrencinin alevi-sünni farklılaşmasına yönelik bakış açılan ve algı alanları yanında, çeşitli İslami görüşleri temsil eden odak noktalarının yorumlarına da yer verildi. Altını çizerek okuduğum bu kalın kitapdan çıkardığım özet, gerçek aleviliğin aslında Sufi, insanı merkez alan değerlerinin İslamşyetin yayılmasında, Anadolunun müslümanlaşması ve Türkleşmesinde benzersiz roller oynadığıdır. Olayı siyasi yönden ele alacak olursak karşımıza farklı bit tablo çıkar. Selçuklu ve Osmanlı tarihini Oğuz ve Türkmen çekişmesi şeklinde analiz eden Sosyolog Edward Shils’in ‘merkeze karşı çevre’ teorisi ünlüdür. Buna göre, Sünni Oğuz Boyları Ortodoks İslam’ın Hanifi Mezhebi liberalliğine sahip ana merkezdi; devlet onlarındı. Alevi Türkmenler, Heterodoks İslam’ın kültür zenginliğiydi ama çevreydi; ara sıra merkeze isyan eden ‘İç Proletarya’ idiler. Aşırı Türk milliyetçisi yanlış politikalar sonucu Cumhuriyet tarihinde 19 defa kalkışmış militarist Kürtler de ‘İç Proletarya’dır, merkezi yok etme çabasıyla dış proletaryaya hizmet ederler. Kürt Alevileri simgeleyen 479 Faruk Arslan Dersim, dışlanmış kimliğin ve ırkın çifte sancı yaşayan odağıdır. Sosyolog A. Toynbee’ye göre; merkezî güç zayıfladıkça çevre ‘Dış Proletarya’ tarafından tahrik edilmek suretiyle merkeze yüklenmiştir. Kimdir bu ‘Dış Proletarya’?! Merkezin zayıflamasını fırsat bilen yakın komşular, tarihî düşmanlardır. Çevredeki dışlanmış vatandaşlar, merkeze karşı hesaplı ve planlı biçimde dış proletarya ile iş birliğine giderler. Dış proletarya bazen iç proletarya gibi algılanır, oysa dış proletaryanın tipolojisi bellidir. Dün İran ise bugün İsrail’dir. Örneğin 1240 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı isyan başlatan Baba İlyas, güya çevreyi merkezin baskısından, zulmünden kurtarıyordu. İç proletarya kendi iç yapısıyla hesaplaşıyordu. Oysa Baba İlyas, Baba İshak adlı dış proletaryanın emrindeydi. Baba İshak’ın gerçek adı, İzak’tı, Trabzon’daki Komnenos Hanedanı’na mensup bir Rum’du ve kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Rum imparatorluğu kurma peşindeydi. Çakma bir derviş rolünde, iç proletaryayı istismar ediyordu. Çevrenin dış proletarya ile iş birliğiyle Moğollar kolaylıkla Anadolu’yu istila etti. Benzer bir oyunu da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail hesaplaşmasında görebilirsiniz. Şah Kulu, Antalya’dan başlayarak çevredeki Türkmenleri kullanarak, eşkiyalığa soyunmuş, bugün PKK teröristlerinin yaptığını yapıyordu. Şah İsmail’den ihale almış, kaos çıkartıyordu. Dedesi Şeyh Cüneyid’in çıkardığı Oğuz ile Türkmenleri bölme fitnesini sistemleştiren Şah İsmail’in anası Trabzonlu Rum Pontus’un bir prensesiydi. 480 Faruk Arslan Söylem şuydu: Enderun ve Acemi Ocakları’nda Hristiyan devşirme çocuklar devletin üst noktalarına geliyor, askeriye yabancı unsurların eline geçiyor. Osmanlı’yı kuran çevredeki Türkmenler üvey evlat muamelesi görüyor. Dış proletarya, iç proletarya ile dirsek temasına geçti. Yavuz, hem Halveti hem de sıkı bir Bektaşi olmasına rağmen ‘Alevi düşmanı’ olmakla suçlandı. Bu olaylardan 80 sene önce başlayan Şeyh Bedrettin isyanı vardır. O, Torak Kemal gibi Yahudi dönmeleriyle, Börklüceli Mustafa adlı Rum dönmesi anarşistle iş birliği yapmış bir Balkan çetecisiydi. Şükür ki, 2. Beyazıt, Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Ocağı’nın başına getirerek tarikatı sözlü kültürden yazılı, erkannameli hâle getirmiş ve çevreyi kucaklamıştı. 2. Beyazıd döneminde, Anadolu’da dinî, siyasi ve kültürel kimliğin oturtulması için Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik desteklendi. Osmanlı’nın zirvede olduğu 1592’de başlayan Celali isyanları da çevrenin merkeze başkaldırısıydı. Çare olarak Kanuni Sultan Süleyman, ilk eşi Mal Hatun’un kardeşi Sersem Ali’yi Bektaşi Postnişinliğine getirdi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından kaldırılması ve Bektaşi tekkelerinin Nakşilere devri, çevrenin merkezden yediği en şiddetli kötekti. İç proletarya yerin altına çekilerek iş birliği yapacağı dış proletarya aradı. Selanikli Yahudi dönmelerini ve masonları bulmakta gecikmedi. Aşırı milliyetçilik ve laiklik projeleri, Fransa’dan ithal edildi ve ülke binbir parçaya bölündü. Oğuz ve Türkmen ikiliğini ve Kürt ırkını laiklik ile ortadan kaldırmayı planlayan Ziya Gökalp, Baha Said ve 481 Faruk Arslan Namık Kemal gibi İttihat ve Terakkili düşünürler, bilmeden dış proletaryanın planlarına hizmet ediyorlardı. Koca Osmanlı, on yılda böyle yıkıldı. Çevre, merkezi dış proletaryayı hep üzmüştür (Türtkdoğan, 2004). Cumhuriyet tarihimizde Kürtler iç proletaryaya dönüştürüldü, dış proletaryanın kucağına itildi. Heterodoks inançlı varsayıldığı hâlde çoğu dinsiz, laikliği yahut bilimi din hâline getirenler, ‘Kürt kartı’nı istismar ettiler. Sadece taşeronluk yapan PKK’yı suçlamak ucuzculuktur. Terörün sonlanması için antropolitik kültür kodlarımızı ve sosyolojik gerçeklerimizi masaya yatırmanın tam zamanıdır. Herkesin tarihe bakışı kendi penceresindendir. Bozulan Bektaşilikten samimi Alevilerin neden kurtulmak istediğini anlamamız gerekiyor. Öncelikle neden Anadoluyu Türkleştiren ve müslümanlaştıran ortak atamız Yesevi ile dinsel akrabalık kuruluyor bunu bir inceleyelim. 482 Faruk Arslan Beşinci Bölüm HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir Kalenderi şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca 1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’ sayılması kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile bugünün Bektaşi Alevilerinin dini anlayışları arasında uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski başyazarı İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler, Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına indirgeyip Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki Alevilik ve Bektaşilik ile bugün arasında dağlar kadar fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak safdilliktir. Veya kasıt, bozgunculuktur. Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin bileşimini yaparak Orta Asya’da Müslümanlığı yayan ‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın yayılmasında en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi, Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah diyerek hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye başlıyor. Dür ve gevher dediği Ayetler ve Hadislerdir. Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet Yesevi yolundan yetişen O’nun izbasarlarının en önemlileri Orta Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani, Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’dir. Hakim 483 Faruk Arslan Ata, Piri’nin yolundan giderek yazdığı hikmetlerde “Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler ve Moğollarla ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında dağıtılan aşı almak için kimseye dini, mezhebi, tarikâtı, milliyeti sorulmazdı. İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı anlayışı Anadolu’ya taşıdı. ‘İncinsen de kimseyi incitme!’ sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre bir Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli şairidir. (Zeybek, 2008). Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün kaldığım Türkistan’da ve türbesini görme imkanı bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen manevi bir hava hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet ' almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir gelenek. Bende öyle yaptım. Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya göre Selman-ı Farisi. Ancak Peygamberimizden 300 yıl önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti seçtiği yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan baba tam 850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey demeyin, Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim rivayet şöyle: '' Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben de bir emanet var, bizden çok sonra yaşayacak birine çocuk yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar. Arslan Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde ağzından bir hurma çıkartarak Arslan Baba'nın dilinin altına koyar. Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder. Diyar diyar dolaşan Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil altında saklar. 484 Faruk Arslan Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken gelir. Arslan Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü ' emanetimi ver ' olur. Baba, emaneti Yeseviye verir. Baba otağını Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın öğrencisi olur. Onun ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba öldüğünde artık Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği, Türklere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu meşhur hikaye, Yesevi’nin peygamberimizin varisi bir alim olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu tarafından 3. defa restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta duruyor. Halk bu iki direğe kutsaliyet izafe ediyor. Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar saygı gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde bıçak ve tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan Timur'a tüm ulu Türk hakanlarının adlarını bir bir sayıyor. Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor. Kırgızıstan'da ki Su nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i, bir evliya olarak kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış, kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara Buğra'da. Arslan Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik bir türbe yaptırmış Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan, tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre, Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı söylemiş ve birden ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir 485 Faruk Arslan ağaç bulunuyor, halk bu agacı da kutsal kabul ediyor. Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı, Sasık, Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen Kyikişi'nin Bursa'da türbesi bulunan meşhur Yesevi müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor. Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap edilen şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar, kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı. Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin Doğan, Fethullah Gülen’i bir ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’ geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen, 10 saniye düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu sosyal bir gerçektir. Türk müslümanlığını Araplardan ayıran bariz farklardandır. Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara savaşında 1402’de yendiği, kafese koyduğu, Türk birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam bir müslüman olan Timur, büyük bir İslam kahramanıdır. Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler, İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini, 486 Faruk Arslan takipçilerini ve öğretilerini kökünden kazıyarak ortadan kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde Timur nefretinin nedeni acaba Mason Bektaşilerin Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin hakanı olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı olduğuna inanılır. Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre, Timur'u Ahmet Yesevi kanatları altına almıştır. Halbuki Timur Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır. Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna inanılır. Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük hürmet gösteren bir hükümdardı. Yesevi'nin kendine öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi kendine, Yesevi'nin türbesinin külliye haline getirme sözü verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı olarak anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini yıkan, Orta Asya'yı hakimiyeti altına alan Emir Timur, rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle Timur-Yesevi arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın sonlarında (1405)'te Yesevi'ye görkemli biçimde yeniden türbe inşa ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin sevgisini ve desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı hiç ihmal etmeyen Timur, bir gün yakın arkadaşına girmiş olduğu bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu ifadelerle açıklar: "Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun mezarını korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da beni hep muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide çok ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı karardan asla dönmemesiyle bilinen Timur, en son Çin'e gerçekleştirdiği sefer öncesi 487 Faruk Arslan Türkistan 'da Sır derya'ya yakın Arıs nehri kenarında konaklar. Çok soğuk olduğu için askerler Çin'e gitmek istememektedir. Askerin bu direnişini kırmak için, o soğuk karlı kış günü Arıs nehrinde çıplak olarak yüzmeye başlar. Kar üstünde iki gün oturarak askerine örnek olmaya çalışır. Ancak o kara soğuğa üç gün dayanabilir. Yakalandığı zatüre sonunda hayata gözlerini kapar. Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek Alevilik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevi Maturidir ve şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. ( Fığlalı, Ocak 1990). 'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına gelenlere herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin hoşgörüsünü gösteriyordu. Hidayet yolunu gösteren Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp tutuşuyordu. Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi anlamak zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış bir İslam, dışı posa, iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi çıkar. ‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta düşmanlık yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı sofrasında alperenlik taslıyorlardı… Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin mimarı olarak kabul edilir Hoca Ahmet Yesevi... Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat etmesi, Türkistan'ın tüm Türk devlet ve toplulukları tarafından manevi başkent olarak görülmesinide beraberinde getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi, 488 Faruk Arslan Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş, müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her dinden, ırkdan insanlara açmış evliya ve alperenlere ufuk, vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi, Budist, Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi ortak ataları olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir kanıtıdır. Peki Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü, Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan, Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul etmesi referansının Türklük olduğunu gösterir mi? Bu profilden yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve yeni bir tarikat neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat üyelerinin bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin Türkistan'daki türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını öğrendim. Türkistan köylülerinin Yesevi halkası oluşturup, zikir yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün Cerrahi, Rufai ve Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir. Semahla alakası yoktur. Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık bir kazan bulunuyor. Kazan’ın Türklerin egemenlik sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve kazanın başına gelenleri şu şekilde dile getirdi: "Sovyet baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan Leningrad'daki Erimtaj müzesine kaldırılmıştı. Daha sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski yerine geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları anlatıyor: " Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu. Dervişlerin yaptığı zikirler sırasında kazanın üzerinde nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle 489 Faruk Arslan vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir sonrasında susayan ve hararet içerisinde bulunan dervişler bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla serinliyordu. Zikir başlamadan önce parola belliydi. Zikir sırasında ya ter, ya kan, yada can çıkması zikirin samimiyeti için çok önemli bir noktaydı. Şu anda kazanı ziyarete her kesimden insan geliyor. Fakat kazana maksadı dışında işlevler yüklenmiş durumda. Ziyarete gelenler kazana para atarak dilekte bulunuyorlar. Bu sonradan çıkan yanlış adeti biz düzelteceğiz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'de ilettim." Zeybek, bugün gerçek alperen kültürünün Orta Asya’da açılmış Türk okullarıyla temsil edildiğini itiraf etmiş bir Yesevi aşığı. Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen "Herse" veya "Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir gelenek. Külliye aynı zamanda eskiden üniversite şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı kütüphanelerinden biride bu kulliye içerisinde mevcuttu. Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş durumda. Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor: ''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk milliyeti olmazdı.'' 1186 yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış öylesine güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra ' Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla yaşamak haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane ' olarak adlandırılan çukurda ölene kadar yaşadı. Koyu bir Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever. Bugünkü müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en büyük Şia, Alevi benim’ söylemini anlayamıyor. Oysa 490 Faruk Arslan geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı cevabı vermişti. Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan alperenler gibi on binlerce öğrenci, Alperen yetiştirdi. Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o cümleten Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta Asya’ya Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi, Türklerin müslümanlığa benimsediği 10. asırda tarihin akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20. yılına yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz konusu misyon birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına, İslam’ın Türkçe anlayışıyla başka dinden olanlara anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik... Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi' dilinde yazıp çizerken, resmi ve edebi dili ' Farsça ' kılmış iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu, müslümanlıkla özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda tufan gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül erlerini halkın içine zamanında yerleştirdi. 40 yıldır görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran görevi gördüğü yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında ezilirken, müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi. Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi, asırları eskiten ulu bir çınar oldu gönüllerde, kalplerde. Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya sempatizanı vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek Türkleşti. 491 Faruk Arslan Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman olarak Türk-İslam sentezini benimsedi, İslamiyete hizmet etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan, Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya Yunus Emre'ye , Hacı Bayram Veli'ye, Geyikli Baba'ya Saltuk Bugra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu Türklerin öncüsü, rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta Babür'ün mirası üzerinde kurulan Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler bıraktı. Yesevi gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği kalp yoktur, yalancı Sufizmin tehlikeleri ise çoktur. Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini derinliğini yok etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş önplanda. Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba türbesini Haziran 2000’de ziyaret ederken, yine Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi olan Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış bir Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok önemli. O, ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı Saltuk. gönüllerin sultanı olmanın dünya saltanatı elde etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide. Saltanat sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi içinde 492 Faruk Arslan kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak paydası mazide olduğu gibi bugünde Ahmet Yesevi... ‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor. Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse, Yesevi'nin İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden yoğurması gerçeği de köklerimize sahip çıkmamız açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi Yesevi yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin referansını sadece Türklük olarak gösterilmesi onun bir kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini görmemezlikten gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın: Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün Anadolu müslüman ve Türk olamazdı, Türk kalamazdı. Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı Saltuk’u kendi kafa yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp, Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına, üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız. Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin sahte Bektaşilikten ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması, kaçınılmaz bir süreçtir. Dinlerarası diyalog süreci başlatıldığı halde, kendi insanımızla bunları rahat bir şekilde konuşamamamız, içimde bir burukluk, üzüntü oluşturuyor. Oysa “Hain” “Düşkün” türü suçlamalara kulak asmadan diyalog kapısını açık tutanlar kazanıyor. Aleviler, farklılıklarını da koruyarak, her alanda haklarını cesurca, kararlılıkla ve 493 Faruk Arslan barışçı yöntemlerle savunarak sonuç alma noktasına geldiler. Bunu, haklar mücadelesi açısından önemli bir kazanım saymak gerekir. (Dündar, 2008). Bu devrede çıkarcı Mason Bektaşi-Ateist ittifakının “Alevilik, İslam dışı ayrı bir din” söylemi ile ayrı bir örgütlenme yaptırması dikkati çekiyor. Alevi kökenli olan ve olmayan mason Bektaşilerden beslenen ateist/sol zihniyete göre, Alevilik İslamın içinde olamaz. Bu görüşte olanların bile kültürel bir sos olarak Yesevi’yi kullanmak istemesi kabul edilemez. 1997 yılının Şubat ayında Faik Bulut’un “Alisiz Alevilik” adlı kitabı yayınlandı. Daha sonra Hacı Bektaş’ı Hasan Sabbah’ın talabesi yapmaya kalkan ve Alevileri sapık birn inanca sürükleme niyetinde olan çevrelere çalışan Bulut, kitabında bunu sözde “İslamda Özgürlük Arayışı ” olarak sunuluyordu. Anadolu’da Alevîlik-Bektaşîlik’in kökenini, Sünnî-Şîi bölünmesine kaynaklık eden olaylarda aramak tarihsel ve sosyolojik olarak hiçbir geçerliliğe sahip bulunmamaktadır. Anadolu’da AlevîlikBektaşîlik konusu ancak, Türk kitlelerin anayurtlarında, göç etmeleri sırasında ve son olarak geldikleri Küçük Asya’da yani Anadolu’da karşılaşmış bulundukları, dinsel ve kültürel akımlar anlaşılmak suretiyle ele alınabilir. Konu üzerinde bilimsel araştırmalar yapan Fuad Köprülü, F.W.Hasluck, Irene Melikoff, Süreya Faruki ve Ahmet Yaşar Ocak gibi araştırmacıların, bugün ulaştığı sonuç budur. Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, Türk kitlelerin yüzyıllara yayılan zaman sürecinde ve farklı coğrafyalarda, farklı inançlara ve kültürlere sahip halklarla ilişkide bulunmaları sonucunda oluşan bu dinsel ve kültürel senkretizm denilen bağdaştırmacı Alevîliğin 494 Faruk Arslan anlaşılabilmesinin yegâne anahtarıdır. (Ocak 1996). Elbette, Alevilik, İslam içidir. Alevilerin tamamına yakını kendilerini İslamın içinde sayarlar, ama burada kastedilen sünni İslam inancı değildir. Mason Bektaşilerin ve bazı radikal müslümanların kasten anlamadıkları gerçek, Anadolu Alevilerinin kendilerine has bir İslam anlayışları olduğudur. İslam denince sadece sünniliği ( 4 mezhebi) anlamak, sonuçta Alevileri de İslamdışı saymaya götürür ki, ne yazıkki birçok kişi bu yanlışa düşüyor. (Yaman, 1998). Alevi Bektaşilerin “Çelebi”lerinden, Postnişin Veliyettin Ulusoy, Milliyet’den Devrim Sevimay’a 2009’un ilk günlerinde şunları söylüyor: Alevilik mezhep değil, asıl İslam’ın özüdür - Ehlibeyt’i nasıl anlatırsınız? Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin… Ehlibeyt deyince bu çekirdek beş kişiyi ve onlardan gelenleri anlarız. Zaten kelime anlamı “ev halkı” demek. Peygamberimiz vedasında “Sizlere Kuranı ve bir de Ehlibeytimi emanet ediyorum” der . Ulusoy ekliyor: Bu “yol” İslam içi midir, İslam dışı mı çok saçma bir tartışma konusudur, çünkü biz “on iki imamları” andığımızda onlar kimdir? Peygamber kimdir? Hacı Bektaş Veli kimdir? Bunların hepsi İslam. O halde kimse Alevilik İslam’ın dışında diyemez. Bunu dediğiniz zaman siz Alevi Bektaşiliğe sadece dışarıdan bakmışsınız demektir. Bugün Alevilerin yüzde 99.9’u da İslam’ın içinde olduğunu bilir, “Elhamdülillah Müslümanız, Aleviyiz, Bektaşiyiz” derler. “Allah Muhammed Ali” diye bir üçleme vardır. ( Sevimay, 2008). 495 Faruk Arslan Bazı ‘eski solcular’, sağduyulu Aleviler ve AKP, “Alevilik, özgül inanç” veya “kültür” söylemi gibi orta yol bir çözüm önerisi sunuyor. Bu nedenle Alevilerin Diyanet’e değil Kültür Bakanlığı'na bağlanması söz konusu. Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu, yeni yapının mimarları. Gelinen aşamada, Diyanet veya buna paralel bir yapı yerine, tamamen ayrı bir yapılanma getirilmesi görüşü ağırlık kazandı. Cemevlerine aktarılacak bütçenin, "inanç kültürlerinin desteklenmesi" çerçevesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verilmesi orta yol aslında. Çünkü gerek Avrupa’daki Alevi Konfederasyonu gerekse Türkiye’deki Alevi-Bektaşi Federasyonu, Diyanet’i kabul etmiyor, hatta Diyanet ile birlikte okullarda zorunlu din ders uygulamasının kaldırılmasını talep ediyorlar. AKP, zorunlu din dersi müfradatı uygulaması engelini, Alevi dersi seçeneği koyarak aşmaya çalışıyor. AB, Alevi ve Kürt sorunlarının çözülmesi için uzun süredir bastırıyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, devrim niteliğinde haklar verilmesi için çözüm paketi hazırlayan Çamuroğlu’nu ve Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ı “düşkün” ilan etmesini Haziran 2007’de Toronto’ya ziyareti sırasında yakından tanıdığım Turgut Öker’in dolmuşuna gelmesine bağlıyorum. Öker’in ipi ile kuyaya inenleri, Mason Bektaşilerin çıkmaz sokakları, Alman İstihbaratının Bizans oyunları, bitmeyen yokuşları, ayrılıklar, savaşlar, kargaşalar bekliyor. Çamuroğlu samimi, bu nedenle daha sonra Ali Balkız ile barıştılar. Doğan, düşkün ilan etmenin kurallarını hatırlattı ve bu yöntemlerle kaçak güreşenlere sert çıkıştı. Alevilerde sağ duyunun hakim olmasını ve uzlaşma için 496 Faruk Arslan yapılacak zirve ve toplantılardan 85 yılda ilk defa önlerine konan fırsatı tepmeyecekleri bir reformun çıkmasını umuyoruz. Cem Evlerinin resmi olmasada ibadethane yapılması ve buralara bütçe ayrılması, olumlu ama radikal beklentiler içinde olanlara göre halen yetersiz bir reform. Devletten maaş alan dede, dedemiz olamaz söylemi başlatanlar Alman İstihbaratından beslenen kesimler. Arkalarında Mason Bektaşiler kapı gibi duruyor. Çamuroğlu ile aynı odayı bile paylaşmak istemiyorlar. İlk adım, 13’ü Sünni 24’ü Alevi 37 aydının yakıldığı Madımak Oteli müzeye dönüştürme jestiyle atılabilir. Buranın kitapçı yapılması ara çözümdür. Bu çerçevede camilerde olduğu gibi cemevlerinin de elektrik, su giderleri karşılanması, Cemevlerinde görev yapan dede, zakir ve hademelerin maaşlarının bütçeden ödenmesi, gecikmiş mükemmel bir yenilik. Maaşın Kültür Bakanlığı bütçesinden karşılanırken, kaç dedeye maaş bağlanacağı Alevi-Bektaşi dernek ve vakıf temsilcileriyle yapılacak görüşmeler sonunda netleşir. Abdal Musa Vakfı'nın 'Alevi Enstitüsü' kurması ve burada sınavdan geçenlere maaş verilmesi alternatifler arasında yer alıyor. AK Partili Reha Çamuroğlu ve Yazıcıolu önderliğindeki Alevi açılımının artık bir hükümet politikası haline geldi. Çamuroğlu, “Çok geniş mutabakat sağlama amacındayız” derken, “Maaş bağlanacak dedelerin tamamı soydan dede olanlar değil, hizmet üretenler olacak" ifadelerini kullanıyor. (Çetin, 2008). Elbette bunlar, özellikle tekke, zaviye ve türbeleri kapatan yasaya aykırı düşmeyecek formüllerle geliştiriliyor. Alevi kesimin temel taleplerini karşılayacak düzenlemede hassas bir denge kurmak kolay değil. Üzerinde çalışılan 497 Faruk Arslan formülde, bazı tarikat ve cemaatlerin cemevlerine getirilecek hakları örnek göstererek talepte bulunmalarını engelleyecek bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor. 22 Temmuz seçiminden sonra Bilkent Otel’de Alevilerin iftarına katılarak "açılım" mesajı veren Erdoğan, Alevi yazar, İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nu da danışmanlık görevine getirdi. Çamuroğlu, bu adımların kesintiye uğraması üzerine danışmanlıktan istifa etmişti. Ancak Erdoğan, Çamuroğlu’nun istifasını işleme koymayıp, makam odasını da boşalttırmadı. 10 Kasım’da ( 2008) yapılan Bakanlar Kurulu’nda AKP’nin programında yer alan Alevi açılımı nihayet başlatıldı. Çamuroğlu’nun danışmanlığa "fiilen dönmesi" olumluydu. 9 Kasım 2008’de Sıhhıye Meydanı'nda gerçekleştirilen, 100 bin kişinin katıldığı Alevi mitingi hakkında en çarpıcı açıklamalar İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce'den geldi. Malatya İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce, Türkiye'deki birçok Alevi olaylarının dış istihbarat örgütlerince çıkartıldığını, Alevi mitinginin de yine istihbarat örgütlerince tertiplendiğini savunuyor. "Kahramanmaraş olaylarını, Çorum olaylarını, Sivas olaylarını çıkaranlar bugün bu Alevileri sokağa döken, yürüten kişilerdir" diyen Prof. Dr. Cöhce, şu değerlendimeyi yapıyor: Bu sorun bizim Alevilerimizin sorunu değil. Bu mesele yıllardır Alman istihbaratının tezgahladığı bir oyunun artık dışa vurulması, açıkça sahneye konulması hadisesidir. Önce ‘Alisiz Alevilik’ icat edilmeye çalışıldı. Sonra Aleviliğin ayrı bir din olduğu yönünde bir 498 Faruk Arslan kampanya başlatıldı. Sonra Aleviliğin Hititler’den intikal ettiği, işte bir Anadolu dini olduğu yönünde görüşler ifade edildi. Tabi bunların hiç birisinin bizim tabanda, tavanda Alevi vatandaşlarımızın üzerinde pek fazla bir etkisi yok. Ancak, Aleviliği kendi gelecekleri için kullanmak isteyen zümreler, gruplar, hatta devletler ve istihbarat birimleri çalışmalarını aralıksız olarak sürdürdüler ve bugünkü bu durum ortaya çıktı." ( Zaman, Yeni Şafak, 2008). Bu doğru bile olsa Ankara’nın yıllardır Alevi vatandaşlarını ihmal ettiği bir gerçek. 150’ye yakın aydın yayınladıkları bildiri ile mitinge destek verdiler. Mitinge katılanları Avrupa’dan gelen, ‘Alevilikle ilgisi olmayan, peygamber, Kuran ve Muhammed’ tanımaz tipler olarak niteleyen Cem vakfı başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ın bu açıklamasıda, onun düşkünlükle suçlanmasıda ağırdı. İki tarafta da sağırlar diyaloğu sürüyor. 21 Alevi derneğini bünyesinde toplayan Alevi Bektaş Federasyonu Başkanı Ali Balkız’ın Diyanet’in ve din derslerinin tamamen kaldırılması gibi aşırı talepleri ortamı geriyor. Oysa AKP, istediklerine yakın, eşit haklar sunuyor. Aleviler ile Bektaşiler, 85 yıldır önlerine konmayan bu fırsatı birbirleriyle uğraşarak kaçırmamalı. Herkesin inandığı gibi insanca yaşamasını, ayrımcılığa tabi tutulmamasını savunuyoruz. Yesevi’nin izlediği çizgi, kanaatımca budur. İnsanları oldukları gibi kabul etme erdemi esastır. Söylemek istediğim, boğazımda düğümlenen gerçekleri, yazılı olarak düşünüyorum. Geleneksel Aleviler ve Bektaşilerin Mason Bektaşilerden boyunduruğu kurtarmaları, Türkiye’de iç savaş çıkartmaya çalışan derin güçlerin ve yabancı istihbaratların oyunlarını bozacaktır. 499 Faruk Arslan Ülkemizi ve insanımızi Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle ‘ diri, iri ve bir’ yapacaktır. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 150 yılı artık tamir etmeliyiz. 1982 Anayasası'na daha fazla dokundurtmaya yanaşmayanlardan bazıları Alevilik konusu açıldığında o kesimden gelen şikâyetlere en fazla kulak verenler; bu hemen fark ediliyor. Oysa Aleviler'in şikâyetlerinin çoğu anayasayla bir biçimde irtibatlı. Anayasanın ülkeye biçtiği elbise Alevi kesimine de dar geliyor. Alevi kesimin talepleri mevcut anayasal dinî yapı içerisinde çözülemez. Sorun, sanıldığı gibi Sünni çoğunluğun geçit vermemesi veya bağnazlığı ile irtibatlı değildir; Alevi kesim sorunun kaynağını siyaseten kendilerine yakın sandıkları çevrelerde aramakla ve onları çözüme ikna etmekle işe başlasın. (Koru, 2008). Yani Mason Bektaşileri ikna etmekle ve yıllardır onları kullanan Kemalistleri yola getirmeliler… Yesevi’yi Mevlana’yı Yunus Emre’yi Mason Bektaşilerin elinden kurtarmak boynumuzun borcudur. Sözün özü, Yesevi’yi kullanmak isteyenler önce referansına baksın. Yesevi’yi Aleviliğe eklemlemeye çalışanlar, önce tarihi okusun. Tarihe göz atmanın sırası şimdi geldi. 500 Faruk Arslan Altıncı Bölüm BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ Geleneksel Aleviler, Aleviliğin masonlardan ve Bektaşilerden özgürleşme sürecinin başladığını, kırılması gereken prangalardan en önemlisinin hurafeleştirilmiş Bektaşilik olduğunu yazıyorlar. Nedeni şöyle açıklanıyor: Bektaşilik içinde çok çeşitli virüsleri barındıran bir organizmadır ve Alevilerin bundan kurtulması zorunludur. Karşımızda bir tarikat olsaydı, bir lideri yada şeyhi olsaydı yada belli ilkeleri olan bir oluşum olsaydı, belki kurtulmak daha kolay olurdu. Ama karşıda zamanla gelişen vücud bulan kültürel bir sentez var ve içinde her türlü negatif unsur bulunuyor. Çok yüzlü bir oluşumla karşı karşıyayız. İçinde her şeyi bulmak mümkün, çünkü sürekli kılık değiştiriyor, fikir geliştiriyor. Hiçbir doğması olmadığı için kılıktan kılığa şekilden şekle girebiliyor. Bu nedenle ıslahı, düzeltilmesi mümkün olmuyor, yok edilmesi de mümkün değil. Çünkü her dönemin hakim ve batıl fikrini savunabiliyor, bünyesinde taşıyabiliyor. Bu nedenle tamamen dışlanması gerekiyor. Batıl yaşadıkça yaşayacağı için dışlanmasından başka çare bulunmuyor. Bunu yapmaya çalışıyoruz, Bektaşiliğin çok yüzünü gösterip bir şeyleri anlatmaya çalışıyoruz. Anlayanlar kurtuluyor, bizzat görüyoruz. Anlamayanlara, anlamak istemeyenlere üzülüyoruz. (Şahin, 2008). Yobaz ve bağnazlıktan uzak, militarist oyunlara gelmeyen Alevilerin yanlışlığın farkında olması sevindirici. Masonik Bektaşilikten rahatsız olan ve Alevi ile Bektaşi kavramlarının birbirinden ayrılmasını talep eden 501 Faruk Arslan Alevilerden Teoman Şahin belki bir otorite değil, ama radikal önerilerini sıraladığı Alevi Sesi’ndeki makalesi, aykırı bir ses olarak bir ilk. Şahin, Bektaşiliğin beş yüzünden bahsediyor. Bu yüzleri tarihi dönemler halinde ele alalım: BİRİNCİ YÜZ; 1200-1500 ARASI Bu dönemin başlarında Hacı Bektaş, Selçuklu sarayının hemen yanıbaşına Sulucakahöyüke gelip yerleşiyor. Herhangi bir tarikat kurmuyor. Çevresinde kendisiyle birlikte hareket eden az sayıda bir kitle var. Bu kitleye liderlik ettiğine ilişkin bir kanıt yok. Kitlenin Bektaş’ın dini bilgisi olduğuna inandığı açık. Bektaş Horasanlı Türk kökenli. Sünni bir mutasavvıf olarak kabul ediliyor. Maturidi ve Hanefi olan Yesevi alperenlerinden, Hoca Ahmet Yesevi’den icazet aldığı söyleniyor. Bektaşiliği çarpıtmak Batini göstermek için uydurma kaynaklar icat edip komplo teorileri yazanlar, Yesevi’den el almasını, yahut talabesi Lokman Perende’den aldığı postu ya kabul etmiyor veya Yesevi’’ bir İsmail Dai’si yaparak ilişkiye kökünden zehir katıyor. Faik Bulut ve İsmail Kaygusuz’un hedef saptırdığı gibi, O, ne Selçuklulara kan kusturmuş Hasan Sabah’ın Alamut Kalesinde 15 yıl eğitim görmüş sapık bir İsmailli Daisi, nede isyancı Baba İshakla ilgisi var. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Çünkü Baba İshak isyanı sırasında henüz 4 yaşında, Anadolu’ya geldiğinde 27 yaşında bir genç alperen. Tüm Sufi İslam alimleri gibi politika ile ilgilenmiyor. ( Ocak, 1990). Onu çevresindeki çok az kişi dışında zamanla bu konuda araştırma yapanlar tanıyabiliyor. O tarihlerdeki Mevlana gibi bazı dini çevrelerde tanıyor. Anadoludaki Hristiyanlarla da bağ kurması kaçınılmaz. Tıpkı Mevlana 502 Faruk Arslan gibi hoşgörü anlayışı nedeniyle pek çok Rumun müslüman olmasına vesile oluyor. Bektaş’ın ölümünden ve Osmanlı kuruluşundan sonra bazı Osmanlı aydınlarının buradaki insanlarla temasa geçmiş olmaları muhtemel. Yeniçeri-Bektaşi bağının ilk nüvelerini bu dönemde görebiliyoruz. Bu dönem Anadolusunda okumayazma yok, insanlar ekonomik sorun içindeler. Anadolu ne etnik nede dini kimliğe henüz sahip değil. Herkes iç içe, ekonomik sorun üst düzeyde, siyasal istikrar, birlik zaten yok. Etkiye açık geniş bir toprak parçası döllenmeyi bekliyor. Peki Bektaşilerin içine karışan Kalenderiler kimlerdir?.Saç, sakal, kaş ve bıyıklarını traş eden, başlarına on iki dilimli sivri keçe küllah giyen ve hiçbir şeyle alâkadar olmayan insanlardı. Bunlar kinaye olarak hiçbir şeye aldırış etmeyen, her şeyi hoş gören adama dilimizde ‘Kalender’ derler. Aşırı derecede vahdet-i-vücut'cu olan bu tarikat mensupları 17. asırda ortadan kalkmış olup Bektaşilik bu tarikatı de temsil etmiştir. Hacı Bektaş’ın başında toplanan zümreye ilk defa 13. asırda rastlamaktayız. O sırada Bektaşilere "Abdalân", Hacı Bektaş'a da (Gaziler serdarı) (Erenler Severi), (Kalenderler Piri) deniyor. Bektaşi bir tarikat kültürü olarak Balkanlar ve Doğu Avrupa coğrafyasına difüzyonu ve bu yörelerdeki mutlak (absulute) etkinliğine ulaştığı yıllar incelendiğinde karşımıza Sarı Saltuk mahlaslı Yesevi alpereni bir evliya çıkar. Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin velayetname varyantlarında bu zat Hacı Bektaş Veli’den bizzat el almış bir derviştir. Diğer yandan çeşitli tarihi kaynaklarda bu şahsın Aya Naume, Aya Sprıdone, aya Nicolas, Saint Clause vb. gibi meşhur Ortodoks tandaslı İsevi Azizlerine tahvil edildiği de görülüyor. Merhum Turgut Koca Baba; 503 Faruk Arslan 1991 yılında neşrettiği W. Hasluck’un “Bektaşiliğin Coğrafi Dağılımı” isimli eserinin çevirisinin önsözünde; Sarı Saltuk’un İseviler’ce kutsallık atfedilen ünlü Azizleri Santa Klause’nin Noel Baba adıyla bir değişim geçirerek söylencelerde yer bulduğunu savlamış ve bu mana da oldukça naif bir muhakeme ve mantık içeren deliller arz etmişti. Yine Evliya Çelebi’nin gezi notlarında ve Cem Sultan’ın vakıanüvisti Ebul Hayr Rumi’nin (1473-1480) “Saltukname” isimli eserinde kendisinden çok geniş bir mübahese söz konusu. Ebu’ul Hayr Rumi, Saru Saltuk’tan söz ederken kendisini Horasan’dan Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) yerleşmiş “Şerif Hızır” (Hızır Gazi) isimli ehl-i Sünnet bir evliya olarak yad ediyor. Şevki Koca’ya göre, bu tespit oldukça makul olup bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. Diğer bir başka belge de aslen Fas-Marakeşli olan ve ünlü bir seyyah olarak bilinen “İbn-i Batuta’nın” gezi notlarıdır. Bu belgede İbn-i Batuta Sarı Saltık’tan “Baba Saltuk” olarak bahsediyor. Evliya Çelebi ise bu azizi Horasan doğumlu olarak tespit edib gerçek adının Muhammed Buhuri olduğunu savlıyor. Evliya Çelebi, Saru Saltuk’un 1263 yılında Romanya, Babadağı’nda bir büyük dergah uyandırdığını belirtmiştir. Çelebi verdiği bilgileri Özi Valisi “Koca Kenan Paşa” tarafından yaklaşık 1611 yıllarında yazılmış “Fütühat-ı Toktamış” adlı eserden ve Gelibolu’lu tarihçi Mehmet Yazıcıoğlu’nun (vefat. 1451) “Muhammediyye” isimli çalışmasından istinsah ettiğini zikrediyor. Saru Saltuk özellikle “Türkapol” adıyla maruf ve Güney Rusya’dan göç ederek Romanya-Dobruca’ya yerleşmiş Hristiyan Türk Tatar’ların müslümanlaşmasında önemli roller 504 Faruk Arslan oynamıştır. Hacı Bektaş Velayetnamelerine göre, Hz. Pir kendisine görev vererek yanına kattığı “Ulu Abdal” ve “Kiçi Abdal” isimli dervişler ile birlikte Balkanların irşadına memur eder. Saru Saltuk Hazretleri tahta (batın) kılıcıyla Kırım başta olmak üzere Azerbaycan, Sinop, Moldavia, Kaligra, Dobruca, Varna, Gerlova, Niş, Lej vs. gibi yöre ve merkezlerde birçok keramet izhar ederek ön Bektaşilik diye adlandırabileceğimiz döneme damgasını vurmuş ve tüm Doğu Avrupa’da irşat merkezleri uyandırmış Abdalan-ı Rum mahlaslı Alperenlerdendir. Saru Saltuk bilinen kayıtlara göre 14’ncü yüzyıl başlarında Hakk’a yürümüş olup, dünya üzerinde tam on yedi ayrı yerde kabir merkaddi (nazarlaması) bulunuyor. Osmanlı’nın devlet durumuna gelişinde İçbatı Anadolu ve Balkanlarda siyasal, yönetsel ve askeri bakımdan yapılanmasında genel Aleviliğin ve Aleviliğin türevlerinden Ahiliğin, Alevi, Bektaşi ve Ahi dervişlerin temel rolü olmuştur. Orhan Bey Rumeli’yi Osmanlı’ya kazandırırken; Halil Ece, Yakup Ece, Akbaş Baba, Gazi Fadıl Bey gibi toplum içinde saygınlığı olan ileri gelen kimseleri görevlendirmiştir. Bunların tümü Alevi ve Ahidirler. Balkanlarda ortak bir “Sarı Saltık kültü” vardır. Bu inanışın izlerine, etkinliğine Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Kırım ve Azerbaycan’ın tümünde rastlanır. Tarihlerin anlatımına göre Sarı Saltık 1263’lerde 12 bin Türkmen ailesiyle Kırım ve Dobruca yörelerine gidip yerleşmiş ve İslamlığı yaymaya çalışmıştır. 14. yüzyılda yöreyi dolaşan ünlü Arap gezgini İbni Batuta bu yıllarda yörede “Ahilik”le birlikte “Sarı Saltık kültü”nün de yaygın olduğunu, Altınordu ülkesinde bayağı 505 Faruk Arslan tutunduğunu yazar. Sarı Saltık, Kırım Hanı’yla birlikte savaşlara katıldığı, savaşçılara coşku aşıladığı, Rumeli ve Kırım Tatarlarını İslamlaştırdığı, en çok Edirne ve İsakça’da yaşadığı, İlhanlı ve Coçı Uluslarının kültür tarihlerine de mal olduğu bilinmektedir. Sarı Saltık’dan sonra gevşeyen bu akımı, özellikle Altınorda ve Tatar yörelerinde Sarı Saltık’ın müridlerinden Tokatlı Barak Baba toparlamıştır. Binlerce müridiyle Sarı Saltık, ardılı (halifesi) Barak Baba, Horasanlı Taptuk Emre ve Azerbaycanlı Geyikli Baba Osmanlı uç bölgelerinde etkili olmuşlardır. Ebusuud Efendi’nin Saru Saltuk ile ilgili fetvası şu şekildedir. “El cevap; Riyazaat ile kadid olmuş bir keşişdir” Mealen (İbadet ile vücudi zevkleri terk etmiş ve dinin şer’i kayıtlarından kurtulmuş bir manastır rahibi gibidir.) Ebusuud Efendinin bu tesbiti son derece yerinde olup, bu fetva’dan sonra Saru Saltuk muhtemel bir takibattan kurtulmuştur. Ebusuud Efendinin fetvasında Bektaşiliğe yergi değil tam tersine bir övgü söz konusudur. Hakikaten Bektaşi evliyaları kendilerini Allah ibadetlerine adamış ve din gibi aidiyetlerin dışına çıkabilmiş ve gerçek anlamda ıtlak mertebesi olan; “Enel Hak” namazını Macaristan’da bizzat kaldırmıştır. ÖnOsmanlı Fatihlerinin fetih ve fütüvvet (feta) amaçlı kıt’a Avrupa’sına geçiş teşebbüsleri 1221-1360 yılları arasında (tam anlamıyla yerleşik bir konuma ulaşılıncaya kadar) tam on sekiz kez yenilenmiştir. Diğer yandan, Seyfiyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum ortak paydasıyla bilinen Alperen dervişlerin gerçek manada Avrupa’da iskanları ancak dokuzuncu sefer ile gerçekleşmiş olup Orhan Gazi döneminin 1337 yılına 506 Faruk Arslan tekabül etmektedir. 1337 yılında gerçekleşen bu geçiş esnasında konumuza mehas teşkil eden ünlü Bektaşi azizi Seyyid Ali Sultanda yer almışlardır. Bu sefere daha önce Saru Saltuk’un geçişi karine alınarak Alperenlerin ikinci Rumeli geçişi veya Kırkların birinci geçişi denilmekte olup Bektaşi sözlü geleneğinde önemli bir yer tutmaktadır. Ancak gerçek anlamda iskan ihtiva eden Rumeli Fütühatı ise on sekizinci geçiş ile sağlanabilmiş olup buna da Kırklar’ın ikinci geçişi denilmektedir. (Kırklareli vilayetinin adı buradan karinedir.) Bu tarihte Doğu Roma (Bizans) İmparatoru “Yuanis Kantakuzinos”tur. 1354 yılında Orhangazi’nin kumandanlarından Süleyman Paşa komutasında bir ordu ile Gelibolu tarikiyle Rumeli’ne (Trakya’ya) ayak basılmıştır. Güzergah takip edilerek; Bolayır (Purgaz), Koşukavak, Edrene, Eceabad, Konurhisar, Tekfurdağı, Rusçuk, Slistire, Şumnu, Niğbolu, İpsala, Malkara, Hayrabolu, Keşan, Çorlu, Dimetoka gibi mekanlar tamamıyla Osmanlıların mutlak denetimi altına girmişlerdir. Bu sefer esnasında bölgenin önemli müstahkemlerinden sayılan Çimpe, Haçie, Mürsed (Mürsad), Baç’in gibi kaleler ele geçirilmiştir. Bu fetihlere ilişkin olay örgüsü (1644-1701) yılları arasında burada postnişinlik yapmış “Cezbi Abdal” tarafından yazılan “Seyyid Ali Sultan” Velayetnamesinin içeriğinde oldukça allegorik bir uslüp ve esatirik mahiyette tespit olunmuştur. Söz konusu Velayetname’de Emir Sultan ( Başbakanlık Arşivi, 1827), Seyyid Rüstem Gazi, Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmed gibi Abdalan-ı Rum mensuplarının isimleri tek, tek zikredilerek bu geçişin Yıldırım Han’ın (1’nci Bayazıd) emir ve önderliğinde yapıldığı tespit olunmuştur. Velayetname burada bir 507 Faruk Arslan çelişki arz etmektedir; zira söz konusu Rumeli Fethinin 1357 yılında olduğuna dair müverrihlerin ittifakı esas alındığında, bu tarihlerde Osmanlı iktidarında Yıldırım Han yani 1’nci Bayazıd değil Orhan Gazi Han bulunmaktadır. Diğer yandan 1’nci Bayazıd’ın 1387’de Karaman Savaşına bizzat katıldığı ve gösterdiği üstün kahramanlıklardan dolayı “Yıldırım” mahlasını aldığı kayıtlarda belirtilmiştir. Esasen Orhan Gazi’nin vefatı 1389 ve 1’nci Bayazıd’ın cülusu ise 1389 tarihlerindedir. Diğer yandan Velayetname’de yer alan Alperenler’in (Hezarfen, 1999) çoğunun Orhan Gazi dönemi yaşadıkları bilinmektedir. Bu zatlar şunlardır; Süleyman Paşa, Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Mürsel, Aykut Alp, Tez Ali, Akbaş Mahmud, Kara Tekin, Gündüz Bey, Hacı İlbey, Lala Şahin, gazi Fazıl, Evrenos Bey, Turgut Alp, Ece Bey, Hızır Bey, Eflegan Bey, Rüstem Gazi, Seyyid Ali Sultan, Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmet, vb. (Noyan, 2003:15) Toplam kırk yiğide atfedilerek mitolojik hüviyet kazanmış olan bu geçiş esnasında şehit düşmüş zatlardan birinin kabri Gelibolu’da medfun olup kumsalda bulunan kabri dolayısıyla bugünün halkı tarafından Kum Baba ismiyle anılarak ziyaret edilmektedir. Bazı kaynaklarda bu sefere Orhan Gazi’nin bizzat katıldığı, ordunun sol tarafında yer aldığı ve ortada Sarıca Paşa ve sağ kanaatta Süleyman Paşa’nın olduğuna dair bilgilerde mahfuzdur. Osmanlılar, 1. Murad döneminde Yunanistan ve Bulgaristan’ın önemli yerlerini almış ve Anadolu’daki Türkmen oymaklarının bir bölümünü buralara yerleştirmiştir. Alevi-Bektaşi topluluklarının Yunanistan ve Bulgaristan yörelerine yerleşmesi genellikle bu yolla 508 Faruk Arslan olmuştur. Daha önceleri Babai (1240) olayı sonrasında kırımdan korkan kimi Batıni- Babai ve Alevi toplulukları da hemen olay sonrası yıllarda bu yörelere göçmüşlerdir. Bugün, bunlar bu yörelerde “Babailer” olarak adlandırılırlar. Alevidirler. 2. Bayezıd kendisine karşı olarak gördüğü kimi Alevi-Bektaşi topluluklarını “Safevi yandaşıdır” suçlamasıyla Yunanistan, Sırbistan, ve Arnavutluk’a sürmesi Balkanlarda Alevi nüfusun artmasında önemli bir etkendir. Bu dönem Yunanistan’ın Modon, Koron gibi adaları Aleviler için sürgün merkezleri olmuştur Seyyid Ali Sultan, 1385 yılında Dimetoka’nın Microdorian (Demirviran) adı verilen köyünde Kızıldeli Çayının bitişiğinde bir Bektaşi Dergahı kurarak ilk postnişini olmuştur. Daha sonraları bu tekkede Balım Sultan, Vahdeti Dede, Seyyid Mustafa Dede, Kara Ali Dede, Sadık Abdullah Baba ve birçok Bektaşi dedesi yetişir ve misyonerlik çalışması yaparak Bektaşiliği tüm Virani, Vahdeti, Ahmet Gurbi, Belgratlı Agâhi Dede, Bosnevi, Muharrem, Mahzeni, Sersem Ali Baba, Lezizi, Aru Baba, Derviş Bekim, Şemimi ozan-derviş kuşakları geliştirirler. Bu tür yoğun çalışmalar sonrası bu tarikata Türk dışı Yunan, Arnavut ve Yugoslav kökenliler de girmişlerdir. Bektaşilik, Arnavutluk halkı arasında da çok yaygındır. Makedonya Cumhuriyeti, Sırbistan Kosava Özerk Bölgesi’nde ve bugünkü Arnavutluk’ta yaşayan toplumların dinsel, siyasal ve kültürel yaşamlarının oluşmasında Bektaşiliğin önemli ölçüde belirleyicidir. 509 Faruk Arslan Yine bu dergahın kuzeyine kalan “Kırca Ali” köyünde bir makam (nazarlaması) mevcud olup, A.B.D. / Detroit Dergahı Postnişini Merhum Recep Ferdi Baba’nın “Bektaşi Mistisizmi” isimli Arnavutça eserinde bir tesbit açısından burasını zikreden Rusçuk’lu Şair Zarifi’nin aşağıda belirttiğimiz dörtlüğüne yer verilmiştir. Hü Dost Aşıklar der sana beli Eyasadık gerçek veli Kırcali’de Kızıldeli Maksuduma ir’gör beni Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkanı yapılabilen beş büyük tekyesinden biridir. Bu nedenle Arnavut muhiblerce “Tegejah Madh” yani Büyük Tekye ismiyle anılır. Dergah 1’nci Bayazıd dönemi vakfıyyeye sayılmıştır. Tekyenin Kızıltepe mezrasında türbesi bulunan Seyyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir meydanevi inşa edilmiş olup Yukarı Dergah ismiyle anılmaktadır. Daha çukurda bulunan bir meydan evi de bulunmakta olup aşağı Dergah denilmektedir. Araştırmacı Ahmet Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergah’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek envanteri “Tarih ve Toplum” Dergisinin 1999 yılı 189’ncu sayısında deklare edilmiştir. Dimetoka Sancağının, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı bir Tekye daha bulunmaktadır. Dimetoka Dergahı 1826 yılında 2’nci Mahmud tarafından başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve 510 Faruk Arslan tahrip edilerek kapatılmış, son postnişini olan İbrahim Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer yandan 1807 yılında Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) Kentindeki Nepravişta kasabasında kurulu “Abdullah Melcan” Dergahının ilk postnişini olan Kemalettin İbrahim Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir meşhuta inşa edilmiş ve yıllar sonra Dimetoka Dergahının şehit edilen son postnişini İbrahim Baba’nın ismi bu meşhutaya izafe edilerek “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekyesi olarak yad edilmiştir. Cefai Baba Tekyesinin son postnişini ise önceleri Bağdat Kazımiye Dergahının postnişinliğini derühte eden ve şehitlik dergahı postnişini Halife Nafi Baba’dan nasipli, mücerret Halife Selman Cemali Baba olup bu zat 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağlı Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle karıştırılır. ( Koca, 2001). İKİNCİ YÜZ; 1500-1826 ARASI Bu dönemi fidana can suyu verilmiş dönem olarak görme eğilimindeyim. Mutasavvıf bir Sufi olan dindar Osmanlı sultanı 2.Bayezid tahta geçiyor ve Anadoludaki tüm dini yapılaşmalara el atıyor. Anadolu Aleviliğinin temellerini atan padişah sıkı bir müslüman. Dimetokadan Balım sultanı Sulucakarahüyüke tayin ediyor. Var olan yapılanmayı tarikat yapılanmasına dönüştürüyor. Bütün gücüyle destekliyor. Bununla da yetinmiyor, tarikat kurucusu ilan ettiği Hacı Bektaşı Anadoluya keramet sahibi bir veli olarak tanıtmak için sarayda Firdevsi Tavile, Menakıbı Hünkar Hacı Bektaş Vilayetnamesi’ni yazdırıyor. Hacı Bektaşın uçtuğunu, kerametler gösterdiğini, büyük bir veli olduğunu bu eserle tüm Anadoluya ilan ediyor. 511 Faruk Arslan Hem 2.Bayezid, hemde Hacı Bektaş bu eser sayesinde Veli kabul ediliyor. Bektaş ‘Seyyid’ ilan edilirken Padişahta ‘Sofu’lakabını kazanıyor. Padişah, Anadolunun Sünnileştirilmesini bu yolla İslamileşmesine yönelik hamleler içinde görüyor. Buraya Türk-Türkmen göçerlerin yönelmesini sağlamaya çalışıyor. Okuma yazması olmayan Anadoluluya, anlatıların devlet eliyle duyulması sağlanmaya çalışılıyor. Bektaşi-Yeniçeri ilişkisi gelişiyor, her iki kurumda yabancı unsurlara açık kurumsallaşmalar Osmanlı eliyle büyüyor. Balkanlarda 15. yüzyıldan sonra yoğun ölçüde Bektaşi tekkeleri kurulmuştur. Bunların en önemlileri Akyazılı Baba tekkesi, Demir Baba tekkesi, Otman Baba tekkesi, Ali Baba tekkesi, Kıdemli Baba tekkesi, Yahya Paşa Bali tekkesi, Hüseyin Baba tekkesi, Genç Baba tekkesi, Kızane tekkesi, Sersem Ali Baba tekkesi, Sarı Saltık tekkesi, Seyyid Ali Sultan tekkesi, Gül Baba tekkesidir. Büyümeye Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de katkılar sağlanıyor. Anadolunun en çok Alevi katledilen bu döneminde Bektaşilik, yeniçeri ilişkisi yoluyla Osmanlı başkentinde kök ve etki salacak boyutta büyüyor. Bu dönemin başlarında Balım sultanın yola bazı şekli unsurları kattığını, sistematize ettiğini görüyoruz, bu sistem zamanla gelişiyor. Bu yüzden o da piri sani (ikinci kurucu) olarak tarihe geçiyor. Osmanlı tarihçileri tarikatı Yesevi –Nakşi çizgisinde kabul ediyorlar. (Şahin, 2008). Bektaşilerin ikinci piri sayılan Pir Balım Sultan da (Hulâsattülbüdalâ) diye tavsif ediliyor. Hacı Bektaş-ı Veliden sonra sırasıyla Seyyid Ali Sultan (mürşidi Hacı 512 Faruk Arslan Bektaş Veli), Yağbali Sultan (Mürşidi Seyyid Ali Sultan) harakatı yönetir. (Koca, 2003). Bektaşilere (Işık taifesi) de denir. Bu tâbirin Hacı Bektaş tarafından vazedildiği rivayet ediliyor. Hakikatten haberdar olmayanlar zulmattadırlar; özlerinde agâh olanlar ise hakikat nuru ile aydınlıkta ve ışıktadırlar. Bursada ışıklar mevkii de orada bulunan ve Ramazan Baba isminde bir Bektaşi azizine ait tekke dolayısıyla bu adı almıştır. Hacı Bektaş zamanında Bektaşiliğin erkânı, kuyudatı yoktu. Hacı Bektaş, kendisine intisap edeceklerin, Kalenderiler de olduğu gibi, başlarını traş eder ve keçe külâh giydirirdi, erkân yalnız bundan ibaretti. Hacı Bektaş'ın güttüğü gaye dahilinde tarikata erkân ve kavait kendisinden sonra, 15. asırda Pir Balım Sultan tarafından vazedilmiş ve çok sonraları bu tarikate (Tariki Nazenin) de denilmiştir. Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş Veli’den sonra akla hemen Balım Sultan gelir. Bektaşiliğin kurumsallaşmasında mühim sofistike roller üstlenmiş olup bu nedenle “Pir-i Sani” yani İkinci Pir olarak anılmaktadır. Tarikat ritüelini tanzim ederek, “Kanun-u Evliya” ismiyle bilinen bir erkanname ve tüzük hazırlamıştır. Bektaşi Kültür kurumu bugün dahi bu erkanname formatının ön gördüğü ilke, disiplin ve muhakemat ile idare olunmaktadır. Babası Kadıncık Ana’nın (Bacıyan-ı Rum’dan İdris Hoca’nın eşleri olup, Bektaşiler arasında çok büyük kutsallık atfedilen Kutlu Melek isimli Azize’dir. Kabri Kırşehir Ahi Evran mezrasındadır. Öte yandan Bacıyan-ı Rum adı verilen konsept ise bilindiği gibi Anadolu Bacılarını kapsayan bir teşkilat olmayıp, Roma Tekfurlarına Bac yani vergi ödemek suretiyle toprak işleyebilme özgürlüğü ve 513 Faruk Arslan özerkliği kazanmış ve ilerleyen dönemlerde Türkler adına istihbarat görevi yapmış olan bir Ahi disiplinidir.) torunlarından Mürsel Gazi (Mürsel Baba) dır. Annesi dönemin Dimetoka Tekfurunun kızı Maria’dır. Mürsel Gazi ile olan evliliklerinin öyküsü oldukça esatirik boyuttadır. Bu kadın evliya “Kızana” mahlasıyla bilinir. Diğer yandan Mürsel Baba adına Ormenion (Çirmen) veyahut bilinen adıyla Harmancık kasabasında bir Bektaşi Dergahı olup, Mürsel Gazi bu Türbede medfundur. Azize Maria ise Bulgaristan’ın Eski Cuma yöresinde medfun olup burada kurulu dergaha Kızane Tekyesi denilmektedir. (Cebeci Halk Kütüphanesi). 1428 yılında doğan Balım Sultan Hazretlerinin asıl ismi Hızır’dır. Annesi doğumundan hemen sonra Hakka yürümüştür. Bu nedenle süt yerine Ballı su ile büyütülmüş ve buradan karine olarak Balım Sultan mahlasıyla anılmıştır. Mürşidi Yağbali Sultan’dır. Balım Sultan Kızıldeli Dergahında 1445-1484 yılları arasında postnişinlik yapmıştır. 1484 yılında Kırşehir pirevi postnişinliğine getirilmişse de 1487 yılında 2’nci Bayazıd’ın kardeşi Cem Sultan ile girdiği iktidar kavgasında Bektaşi-yeniçeri organik bağından ürken padişahın bir tedbir olarak Pirevi faaliyetlerine on iki yıl sürecek bir dönem kapatması üzerine yeniden Dimetoka’ya dönmüş ve 1487 ile 1499 yılları arasında Kızıldeli Dergahında ikamet eylemiştir. 1499 yılında muhtemel bir Safevi saldırısından ürken 2’nci Bayazıd tarafından Pirevi hizmete açılmış ve Balım Sultan İstanbul’a davet edilerek sarayda karşılanmıştır. Aynı yıl Çinili Köşkte Balım Sultan’dan Bektaşi intisabı alan padişah tarafından izzet-i ikram görerek, Pirevi postunda yeniden ikamete başlamıştır. Balım Sultan 1520 yılında 514 Faruk Arslan Hakka yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şahsuvaoğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir. Türbe kapısının revaklarında “inna fetehna leke fethan mubiyna” ayet-i kerimesi işlenmiş olup yan yana üç adet teslim taşı da hak edilmiştir. Bu teslim taşlarından büyük olanı Hace Bektaş Veli’ye, küçük olanlar ise Abdal Musa Sultan ve Balım Sultan’a izafe edilmişlerdir. (Koca, 2003). Bu evrede Türk unsurlar, tasavvufi unsurlar, sistematize edilmiş tarikat kurallarıyla bütünleşiyor. Anadoluya gelen başka yabancı unsurlarda katkılarda bulunuyorlar. Batınılik, Hurufilik, Şiilik gibi unsurlarında Bektaşilik içine, katılanlar tarafından sızdığını görüyoruz. Pir Sultan Abdal’ın öncülüğünü yaptığı düvezi imam türünden deyişlerle Anadoluya 12 imamların isimleri giriyor ve bu isimler Safevi etkisiyle de özellikle Türk-Türkmen kitleler arasında hızla yayılıyor. Bayezıd-Yavuz ve Kanuni, bu etkiyi teorik Sünni açılımlarla kırmaya çalışıyor. Katkılar ve niyetler nedeniyle artık Bektaşilik, Bektaşın kendi fikrinden kopmaya başlıyor. Bu dönemin sonları, Bektaş’ın kendisinin bile tanıyamıyacağı bir tarikat oluşuyor. (Şahin, 2008). Yavuz Sultan Selim’in Alevî katliamı yaptığı iddiası İranlılara aittir. Batılılar da bu propagandaya destek vermektedirler. Yavuz, Bektaşi tekkesine mensuptur, yani bir Bektaşidir. Kulağında da Bektaşi olduğunu gösteren “teslim halkası” vardır. Bektaşi Yavuz, kendisi gibi Bektaşi tekkesi mensubu Yeniçerilerle İran şiileri üzerine yürümüştür. Zafer de Yavuz’a nasip olmuştur. Olay budur ve kesinlikle bir Alevî katliamı söz konusu değildir. Var 515 Faruk Arslan diyenlerin arşiv belgeleri çıkartıp ortaya koyması lâzımdır. (Sezgin, 1997). Balım Sultan’dan sonra ilk ve en önemli Postnişin Sersem Ali Baba Kanuni Sultan Süleyman Han’ın zevcelerinden Mah-ı Devran Sultan’ın ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali Paşa olup Kanuninin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi Balım Sultandır. Muhtemel bir kalender Çelebi isyanında tarafsız kalabilmek amacıyla vezir-i azamlık görevinden sarf-ı nazar ederek Pirevine yerleşmiştir. Bunun üzerine Kanuni kendisine; bundan sonra senin adın Server değil Sersem olsun buyururlar. Bu tarihten itibaren Sersem Ali baba ismi mutahharı ile anılır olur. Hicri 927 (M. 1520) Hacı Bektaş ilçesi Pirevi Postnişinliğine atanır. Bektaşi kültür tarihi boyunca Dedebaba mahlas-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebabadır. Bugünden itibaren tüm Bektaşi kutupları dedebaba mahlası ile anılır olur. Kalender Çelebinin Huruc-u Alel Sultan etmesinden ürken padişah, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşleri Hürrem Sultan’ın önerisi ile (Hürrem Sultan aslen Ukrayna’lı olup asıl adı Raksolandır. Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp, Mah-ı Devran Sultan’ı gözden düşürmüştür.) Pirevini kapatır ve Sersem Ali Dedebabayı dönemin Yunanistan sınırları içinde bulunan Vardar Yenicesine zorunlu ikamete icbar eyler. Burada Hayreti Baba Dergahında (Hayreti Babanın kardeşleri olan ünlü Melami şeyhi Yusuf Sineçak Hazretlerinin kabr-i şerifleri Eyüp Kabristanında olup, oldukça bakımlıdır.) Bir süre 516 Faruk Arslan kalan Sersem Ali Baba daha sonra Tetova Vales’e (Köprülü) geçerek burada bir dergah uyandırır. (H. 933M. 1526) Bu arada 1527 yılında Kalender Çelebi isyanı oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebi’nin kesik başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir. Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgının baş göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni bu defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevinin başına getirir. Hicri 957 (M. 1550) yılında yeniden Pirevi postnişinliğine getirilen Dedebaba hicri 977 (M. 1569) yılında Hakk’a yürür. ( Koca, 2003). Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar. 1664’de Girit’in alınması sırasında orduya “Bektaşi yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/ tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı, Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde yoğunluktadırlar. Kasım Baba adlı bir Bektaşi 2. Mehmed döneminde Arnavutluk’a yerleşmiştir. 17. yüzyılda Arnavutluk’u gezen Evliya Çelebi, Emevi halifeleri, Muaviye ve Yezid’e karşı nefret duyan bir halkla karşılaşır. Bunlar teberra / tevallaya inanan Alevi-Bektaşilerdir. Ergeri’de dinsel uygulamaları arasında Nevruz ve Sarı Saltık bağlılığı olan topluluklar görür. “Abdal” v. b. gibi terimlere ve Alevi-Bektaşi motiflere Arnavut halkı arasında rastlar. J. K. Birge Kruje’de Bektaşi izlerinin 517 Faruk Arslan 1700’lere dek indiğini Tekke ve mezarlıklarda Bektaşi simgelerine rastlandığını yazar. 1789-1822 arası Arnavutluk’ta özerk olan Epir Veziri Tepedelenli Ali Paşa Şemimi Baba’dan “nasip almış” bir Bektaşi’dir ve Bektaşiliği yörede yayıcı misyonerlik çalışmaları yaptırmıştır. Kendisi dahi resimlerinde Bektaşiliğin ritüelinde Oniki İmamların simgesi olan 12 dilimli başlıkla görülür. Bektaşiliğin, Arnavutluk’ta en parlak dönemi Tepedelenli Ali Paşa dönemidir. Arnavutluk’ta ve Balkanlarda Bektaşiliğin yaygınlaşmasında, önemli değerler yetiştirmesinde, kurumlar oluşturmasında; sanat, bilim, düşünce, siyaset ve örgütlenme alanında önemli kimseler yetiştirmesinde Fraşeri ailesinin önemli bir yeri vardır. Balkanlarda Hıristiyan kesimler dahi Sarı Saltık’ın kendi dinlerinin yayıcısı olarak görürler. Balkanların çok yerinde ve Yugoslavya’da; İpek, Kruya, Prielp ve Paştrik Dağı’nda Sarı Saltık’ın mezarı olduğu söylenir. Bu benimsemeye Kafkasya ve Romanya da katılırlar. ÜÇÜNCÜ YÜZ; 1826-1923 ARASI Yeniçeriler yabancı unsurlarında etkisiyle sarayda etkin rol oynuyorlar. Devşirilen Hıristiyan çocukların sünnet olma zorunluluğu kaldırılıyor. Osmanlı yozlaşan bu ordudan kurtulmak istiyor. Yeniçeriler 1826 yılında acımasızca katledilince aradaki ilişki nedeniyle bundan Bektaşi dergahları da etkileniyor. Bu dönemin başını Bektaşiliğin Osmanlı kontrolünden çıkmasının başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Kıyım nedeniyle Bektaşilik Balkanlarda ikinci plana düşer. Yalnız, bu durum kısa 518 Faruk Arslan sürer. Kısa zamanda “geçmiştekinden daha az önemli olmayan bir etkinlik dönemine” girilir. Bektaşilik bu dönemde giderek kitleselleşir ve geniş kamu yığınlarına mal olur. Üst katmanlar ve yönetim makanizması içerisinde yer edinme sürecine girer. 1826 Bektaşilik-Yeniçerilik kırımını Arnavut Bektaşileri bir bakıma ziyansız atlatmışlardır. Arnavutluk’ta yaşayanların dörtte biri Bektaşidir. Bektaşilik, Katolik ve Sünniliğin yanı sıra resmen tanınan bir yoldur. Arnavutlar, Kiga ve Toska olarak iki bölgede oturmaktadırlar. Bu bölgeleri, İşkombi Irmağı ayırmaktadır. Kiga bölgesi kuzeydedir, halkı ise oldukça kavgacıdır. Toska güneydedir ve halkı daha uysaldır. Toskalılar tümüyle Bektaşidir. Arnavutluk’ta özellikle 18. yüzyıldan sonra Bektaşilik propagandası yapılmaktadır. Bölgede Bektaşiliğin yaygınlaşmasında ve etkin bir güç durumuna gelmesinde bir Bektaşi olan Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın büyük rolü vardır. Dierl’in belirttiği gibi Arnavut Bektaşileri Osmanlı Devleti’ne “çok iyi asker, yetenekli devlet adamları ve valiler vermişlerdir”. Balkanlarda Bektaşilik Hıristiyan kesimleri de etkilemiş; Hıristiyanların İslamlığa, özellikle Bektaşiliğe geçişlerine yol açmıştır. Arnavutluk, Girit, Makedonya’nın Kesriye bölgesi, Güney Makedonya’nın Teselya Konyarileri, Rodop Yörükleri, Dobruca Tatarları hep bu türdendir. Hasluck’un deyişiyle bu bölgelerde, “Hıristiyan halklara aşılanmış bir Bektaşilik olayı”na rastlanılmaktadır. “Bektaşiler, Hırıstiyanlar arasında özellikle ermiş kültü alanında derin iz bırakmışlardır”. Bektaşi tekkeleri 519 Faruk Arslan açılmış, bunlar misyonerlik çalışmaları yapmışlardır. Alevi-Bektaşi motifleri, bölge halkının yaşamına girmiştir. Bektaşi aziz ve velilerinin türbeleri yaygındır, sürekli ziyaret edilmektedirler. 20. yüzyılda Arnavutluk’taki Bektaşi bölgesi güneydeki Malakastra’dır. Burası bir Toska bölgesidir. Buradaki Bektaşilik Tepedelenli Ali Paşa’nın etkinliklerinin bir devamıdır. Gerçi Tiranlı Esat Paşa’nın bağnaz Gegalarının kıyım ve yıkımına uğramışlarsa da, ortadan kaldırılamamıştır. Ali Paşa’nın çalışmalarıyla daha kuzeydeki Kroya ve Akçahisar da Bektaşiliğin kaleleri olmuşlardır. Kroya, Sarı Saltık kültü ve söylencelerinin merkezi konumundadır. Bu harekette Tepedelenli’nin çağdaşlarından Beratlı Ömer Viryoni ile Avlonyalı Mahmut Beylerin rolleri küçümsenemez. Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait durumu şöyle değerlendiriyor: “Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır. Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. 520 Faruk Arslan Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur. Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze kadar getirilmesine neden olmuştur (Birdoğan, 1990). Bu dönem, Anadoluya yavaş yavaş hakim olan Sabatayist unsurların egemenliğe üst düzeyde etki ettikleri döneminde başlangıcı oluyor. Sünni Osmanlıdan darbe yiyen Bektaşiler, Sabatayistlerin etki sahasına giriyorlar. Bektaşilerin, özellikle Sünni İslamla hesaplaşmaları, Sünni İslamı yavaş yavaş eleştirmeye başlamaları bu dönemle başlıyor. Bektaşileri, bu dönem Sabatayistler yönlendiriyor. Sünni İslam üzerinden İslam dinine saldırı başlıyor. Bektaşi fıkraları, bu dönemin sonuna doğru bolca kayıtlara geçiyor. Sabatayist Bektaşiler, bu eleştirilere Şii bilgilerini de katıyorlar. Osmanlının barışma ve ilişkiyi eski hale getirme çabalarını Sabatayist etki ve savaşlar kesiyor. Bu dönem, Bektaşiliğin tamamen Osmanlı konrtrolünden çıktığı, boşluğu Sabatayist-Masonik unsurlar ve Yahudi etkisinin doldurduğu yıllar. Onlarda İslama bu dergah vasıtasıyla saldırıyorlar. Tarikatın artık içi boşaltılıyor ve yerine din dışı unsurlar konuluyor. Namaza, oruca, hacca yönelik İslam dışı yorumlar Bektaşiliğin içine Sabatayistler tarafından bu dönemde yerleştiriliyor. Bu süreçte bu etkiyi Osmanlının üst düzey yönetimlerinde de görüyoruz. Aynı etki Jön Türkler, İttihatçılar türünden siyasete ve Nakşilik, Mevlevilik gibi tarikatlarada yansıyor. Bu nedenle bu dönemin sonuna doğru Bektaşileri iktidarda üst düzey makamlara gelebiliyorlar. İttihatçılar içinde, hükümet içinde, Osmanlı meclisi içinde yer alabiliyorlar. Cumhuriyet dönemi ilk meclis içinde de yer veriliyor. 521 Faruk Arslan Bu dönemin sonuna doğru İttihatçılar Baha Sait bey başkanlığında Bektaşiliğe Türk-Türkçü-milliyetçi unsurları ekliyorlar. İttihatçılar bu dönem Bektaşiliğine ilk defa Aleviliği de ekliyorlar. Artık Alevilik Bektaşilik birlikte anılmaya başlanıyor. Bektaşilik tarikatına Tarikatı Aleviyye denilmeye başlanıyor. Alevi –Bektaşi kavramı Türk milliyetçiliği üzerinden geliştiriliyor. Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kuran Sabatayist etki, Bektaşiliğede milliyetçi etkiyi bulaştırıyor. Artık tarikat su katılmamış Türk tarikatı olarak sunuluyor ve bolca milliyetçilik motifiyle milliyetçilik propagandası işleniyor. Dönemin başlarında Bektaşiliğin İslamiliğini ve Sünniliğini kanıtlamaya çalışan Cemalettin Çelebinin Müdafa isimli eseriyle başlattığı yeni hareket bir başka Çelebinin cumhuriyetin kurucusu Atatürkü mehdi ilan etmesi ile kırılıyor. Kırılma, Hacı bektaşın soyu olup olmadığı konusunda tartışmalara yol açıyor. Bu dönemin sonunda Bektaşiliğin içinde artık Sabatayist-Masonik ve Türk milliyetçiliğine yönelik katkılar öne çıkıyor. Hakim oluyor. 1826’daki kırılma Sabatayistlere yarıyor. (Şahin, 2008). Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik bir gizlı güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu 522 Faruk Arslan bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz. Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı” için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908 tarihli notunda; “Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir. Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki “Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete” kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir. Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve güce sahiptirler. Kısaca şunu görüyoruz: İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki 523 Faruk Arslan birlikteliğinin gizi burada yatar. Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik) birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur. DÖRDÜNCÜ YÜZ; 1923-1980 ARASI 20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı? Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar. Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini 1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit, Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5 milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre 524 Faruk Arslan sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon, Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon Alevi-Bektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek sağlıklı değildir. Atatürk, cumhuriyetle birlikte tüm tarikatlarında yanında Bektaşiliğe de acımamıştır ve tarikat ve tekkeler kapatılmıştır. Çoğu artık illegal faaliyet alanlarına kaymıştır. Artık Bektaşilik İslami sınırların dışındadır, çok renkli ve çok yüzlüdür. Bu nedenle artık İslami diğer tarikatlardan kopmuştur. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin baskısı altındadır. Masonik etki hakimiyeti devam etmektedir. Dede baba denilen insanların önemli kısmı masondur, Sabatayisttir. Yeni Cumhuriyetin din ile çatışmasında Bektaşilikte taraftır. Bu dönem Bektaşiliği, artık İslamı açık açık eleştirmektedir. Cumhuriyet tarafından kapatılmış tarikat olmasına rağmen her konuda yeni cumhuriyetin ilkeleriyle müttefiktir. Artık dinsel bir sorun yoktur. Batıcı fikirler çağdaşlık adı altında savunulmaktadır. Bektaşilerin ilkesel ve Sabatayist etkiden dolayı Hacı Bektaş-Balım Sultan çizgisine Mustafa.Kemali de yerleştirdiklerini görebiliyoruz. Atatürkte artık Bektaşilerin kutsallarından birisidir. Sabatayistlerin güçlenmesi Bektaşilerinde güçlenmesi anlamına geliyor. Ancak Ekim devrimiyle gelişen sosyalist- sol etki Bektaşi dedelerinin etkisini kırıyor. 1968’den 12 Eylül darbesine kadarki dönemde artık Bektaşi dedeleri topluma hakim değildir. Zira sol 525 Faruk Arslan sosyalist fikir dedelik düzeninin sömürü düzeninin bir parçası olduğunu keşfetmiş ve dedelik düzenini yok etmeye yakın bir düzeyde baskı altına almıştır. Bu güçlü etki nedeniyle artık dedelerin kendileri bile dedelikten vazgeçmiş sinmiştir. Sabatayist etkiyle Bektaşiler bu dönemi yeniden CHP’li olarak atlatmaya çalışıyorlar. Menderes-Bayar Sabatayist etkiyle DP’ye kayan kitle, bu sefer yine aynı etkiyle CHP’ye kayıyor. Bu dönem Alevi-Bektaşi kavramları artık yerleşmiştir. Herkes bu iki kavramı bir kabul ediyor, kanıksıyor. Bu kabul, İttihatçıların ve Sabatayistlerin çok büyük bir başarısıdır. Kimse fark etmeden çok büyük bir dönüşüm gerçekleşiyorlar. Kendisini Alevi olarak adlandıran Alevi kitle, bu dönüşümle Sabatayist etki alanı içine çekiliyor. Artık Alevi kitle, İslam dışı bir alan içindedir. Eğitimsizlik, cahillik ve sol etkide bu imaja yardım ediyor. Bu imaj Sünnileştirme çalışmalarını da kolaylaştırıyor. Aleviler artık cumhuriyetin din politikasının yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Sosyalist diyalektiğin, Sabatayist etkinin ve Avrupaya göçün yarattığı çelişkilerin içindedir. (Şahin, 2008). BEŞİNCİ YÜZ; 1980 DEN GÜNÜMÜZE 1979 İran İslam devrimi, 12 imamların isimlerini gündeme getirdi ve hemen akabinde civar Müslüman ülkelerde garip darbeler olmaya, iktidarlar değişmeye başladı. Her devrim devirdiği şeyin büyüklüğü oranında etki alanı yarattı. İran İslam devriminde de böyle oldu. Binlerce yıllık Şahlık rejimi devrildi ve güya İslam cumhuriyeti kuruldu. Kurucu kadrolar yeni anayasalarına 526 Faruk Arslan diğer dinsel anlayışların saygıya mahzar olacakları görüşünü koymakla birlikte İslam cumhuriyetinin 12 imamcı, Anadolu tabiriyle Alevi yada Caferi olduğunu açık açık koyuyordu. 12 imamların İslami bilgileri Türkiyede bloke edilmesine rağmen bu etki eninde sonunda yayılacaktı ve öylede oldu. Anadolu Alevileri, unuttukları 12 imamların İslami anlayışını, görüşünü, fıkhını bu etki sayesinde öğrendi ve bunu Aleviyim diyen halkada anlatmaya başladı. Eğer bir insan Aleviyim diyorsa Hz.Alinin yolunu, 12 imamların yolunu takip etmek istiyorsa kurallarını da öğrenmeliydi. Bu uyanıştan ve bu yolun yayılmasından endişe duyanlar, önlemek için yeni Alevi çizgiler ortaya çıkardı. Alevileri, derin devletin sekiz parçaya bölme operasyonu böyle başladı. Onlar Şii, biz Anadolu Alevisiyiz, onlar şeriatçı, biz batıni tarikatçıyız, onlar Fars etkisinde biz İslamın Türk yorumuna inanıyoruz. Onlar sıkı kuralcı, biz Ceme, Semaha, saza, dedeye inanıyoruz diyenler türemeye başladılar. Bektaşilik içindeki her türlü ilkeyi Şiilikle mücadele adı altında piyasaya sundular. Sabatayistler, Batılaştırmacılar ve devletçi Diyanetçilerin hepsi bu konuda birleşiverdiler. Aleviliğin kavram olarak geçtiği her yere Bektaşilik kavramını da sokmaya çalıştılar. Dede okulları açmaya, Cemevleri yapmaya başladılar. Samimi Anadolu Alevileri, arı duru tertemiz bir temel atmaya çalıştıkça, onlarda eskinin tüm çürümüş köhne fikir ve yapılarını çağdaşlaştırarak sunmaya çalıştılar. Bektaşilik kavramı içine soktukları,Batıcılık, çağdaşlık, Kemalistlik, laiklik, sosyal demokratlık kavramlarını Aleviliğinde temeli olarak kullanmaya çalıştılar. Velhasıl 12 imamların önüne her türlü kişi ve görüşü getirmeye çalıştılar. Hatta 527 Faruk Arslan tüm bu numaralarla yetinmeyip,’biz Aleviyiz Müslüman değiliz’ diyenler bile oldu. Alisiz Aleviliği icat ettiler. Gerçek Alevilere karşı Diyaneti, Bektaşi tarikatı, Sabatayisti bilimumu birleştiler. Aleviyim diyen kitlenin en çaresiz kaldığı yada çok çaresiz olduğu dönemler vardı. Yeni Cumhuriyetin, dayatmacı politikalarında, yanlış Diyanet etkisi, Sabatayist etki ve sosyalist etkiden oluşan üçlü kıskaç göze çarpıyor. Günümüz Alevileri, 12 imam yolu, Caferilik yada Şiilik olarak sunulan çizgi ile, Diyanetin sunduğu çizginin ve nihayetinde bunların dışında CemSemah-Saz-Dede olarak sunulan İslam dışı kültürel sentez olarak isimlendirilen Bektaşilik çizgisinin kıskacındadır. Masonik Bektaşiliğin etkisindeki Bektaşiler ve Diyanet, Anadolu Aleviliğine karşı olma noktasında müttefikler. Alevilik ile Bektaşiliğin farklı kavramlar olarak kullanılması, Alevileri dinsizleştirme, Hristiyanlaştırma ve kısmen de olsa Bektaşileşme etkisinden kurtaracaktır. Geleneksel Alevilik bu çaba içine girerken, karşıt cephe Alevilik ve Bektaşilik kavramlarını birleştirerek Alevileri İslam dışı Sabatayist etki alanına hapsediyor. İki kavramı ayırarak Alevileri önce özgürleştirmek ve 12 imam tercihine yönlendirmek Alevilerin önceliği. Alevilikle Bektaşiliğin iç içe girmesi, Alevi halkının Sabatayist etkiye açık, din dışı etkiye açık hedef olması anlamına geliyor. Zira tarihi gelişimi içinde Sabatayistler ilke ve şahıs bazında Bektaşiliğin içinde sıkıca yer alıyorlar. İlke bazında İslam dışı unsurlarda yer alıyorlar ve zaten Sünnilikte Bektaşiliğin içinde bulunuyor. Bu 528 Faruk Arslan nedenle Bektaşiliğin Aleviliğin sırtından atılması tüm bunlardan kurtulmak anlamına da geliyor. Bu doğaldır ki devrimci bir çıkıştır, ama bu tür prangaların kırılması için devrimci çabadan başka bir şey yapmakta mümkün değildir. Alevilere karşı yaratılmak istenilen nefret, aynı karanlık güçler tarafından empoze edilmektedir. Alevi aydını bunun analizini yaptığında, meydana gelecek özgürleşme ortamı 12 imam fikirlerinin de öğrenilmesini kolaylaştıracaktır. Bunu onlarda biliyorlar ve bu nedenle Alevi-Bektaşi kavramını beslemek için birbirinden ayırmamak için ateşe bolca odun atıyorlar. Hz.İbrahimi hiçbir ateşin yakamayacağını görmek istemiyorlar. (Şahin, 2008). Alevilerin masonik Bektaşilikten rahatsız olduğunu belkide ilk defa burada okudunuz. Şimdi sıra bazı yanlış tarihi mitleri, efsane bilgileri düzeltmeye geldi. 529 Faruk Arslan 530 Faruk Arslan Yedinci Bölüm BEKTAŞİLİK MİTLERİ Yeniçeri teşkilatına neden Tâife-i Bektaşiye ve ağalarına da neden Ağayân-ı Bektaşiyân denilmiştir? Osmanlı yeniçeri teşkilatı Bektaşi midir? Ortalıkta dolaşan o kadar çok Bektaşilik miti var ki, hepsini düzeltmemiz mümkün değil. Önce şunu belirtelim ki, bu konuda dillerde dolaşan, Sultan Orhan veya Sultan Murad'ın Hacı Bektâş-ı Velî ile bir araya geldiği, Hıristiyan asıllı gençlerden yeni teşkil olunan askere onun eliyle börk giydirildiği, hayır dua edildiği ve hattâ yeniçeri adının da Hacı Bektaş tarafından verildiği tarzındaki açıklamalar tamamen asılsızdır. Elimizde Hacı Bektaş-ı Veli ile yeniçeri teşkilatının münasebetlerini aydınlatan gayet açık kaynaklar, yani Yeniçeri Kanunnâmesi vardır. Zaten başta Âşıkpaşazâde olmak üzere, ilk dönem Osmanlı kaynakları da, Kanunnâmedeki bilgileri doğrular mahiyettedir. Kanunnâmedeki hükümlerden anladığımıza göre, Hıristiyan gençlerinin dinç olanlarından yeni ve muvazzaf bir ordu teşkili fikri, Bolayır Fatihi Süleyman Paşa'nın fermanıyla başlamış ve Bilecik Kadısı olan Kara Halil ile meşveret neticesi buna karar verilmiştir. Daha sonra Kara Halil'in (Çandarlı Halil Hayreddin Paşa) ilgili devlet erkânı ile görüşüp yeniçeri teşkilâtını düzene soktuğu bilinmektedir. Bu erkân arasında Hacı Bektaş Paşa isimli bir devlet adamı da vardır. Bunun, isim benzerliği dışında Hacı Bektaş-ı Veli ile alâkası yoktur. Yeniçerilerin 531 Faruk Arslan elbisesi ise, o zamanda keşif ve kerametleri bilinen Hacı Bektaş-ı Veli evladından Timurtaş Dede ve Mevlânâ evladından Emir Şah Efendi'ye danışılarak dualar ile giydirilmiştir. Mevlânâ'nın torunlarından olan zat, Mevlânâ elbisesini giydirmeyince, kepenek denilen Hacı Bektaş-ı Veli elbisesi giydirildi. O halde yeniçerilerin giydiği kisveyi Hacı Bektaş-ı Veli giymiş olabilir; ancak, Hacı Bektaş-ı Veli, yeniçeri kurulmadan vefat ettiğinden, o giydirmemiştir. Bu muvazzaf yeni ordu, kul olduğundan dolayı yeniçeri adı verilmiştir; yoksa Hacı Bektaş-ı Veli'nin isimlendirmesi değildir. Nitekim, Âşıkpaşazâde meseleyi şöyle açıklamaktadır: "Bu Bektaşiler ederler kim, 'Yeniçerilerin başındaki tac, Hacı Bektaş'ındır' derler. Cevab: Yalandır ve bu börk, hod Bilecik'de Orhan zamanında zâhir oldu; yukaru bâbda beyân edüb dururun ve illâ Bektaşiler giymeğe sebeb, Abdal Musa, Orhan zamanında gazâya geldi ve bu yeniçerinin arasında bile yürüdü ve bir yeniçeriden bir eski börk diledi. Yeniçeri ana verdi. Yeniçeri üsküfini çıkardı; bunun başına giydirdi. Abdal Musa, Vilâyetine geldi, ol börk bile başında, sordular kim, 'Bu başındaki nedir?' Ol etdi: 'Buna elf derler' dedi. Vallahi bunların taclarının hakikati budur." Sonuç olarak, mesele yukarıda özetlendiği gibidir. Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda emeği geçen maneviyat erlerinden ve Horasan erenlerinden biridir. Kisve olarak da onun elbisesi tercih olunmuş bulunabilir. Bu tercihte onun evladından birinin duası bulununca ve yeniçeriler de ocaklarını onun manevi himayesinde görünce, yeniçerilere Tâife-i Bektaşiyân ve ağalarına da Ağayân-ı Bektaşiyân denmiştir. Sonradan bu 532 Faruk Arslan Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve meseleyi saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman, aldatılan yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celâlî isyanlarında bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hattâ sonradan yeniçerilerin ahlâken bozulmalarında da bu anlayışın etkisi vardır. Bu olumsuz etkilerin izlerini, Yeniçeri Kanunnâmesinde görmek mümkündür. İşte bu olumsuz yansımalarından dolayı, 1826 yılında II. Mahmud, yeniçeri teşkilatı ile beraber, Bektaşi dergâhlarını da kapatmıştır. Hedef, bu suiistimalleri önlemektir. Osmanlı yeniçeri teşkilatı, hele hele halkın anladığı olumsuz anlamda, amelsiz bir Bektaşi grubu asla olmamıştır. Gerçek manada Hacı Bektaş'ın eserleri ve asıl tuttuğu yol ise, İslâmdan başka bir şey değildir. (Akgündüz , 2000). Bektaşilerin Osmanlı’ya büyük hizmetler verdiği ve yeniçeri ocağına asker kazandırdığı doğrudur. Abartılı menkibelerin bazısını, o dönemde bizzat devletin halka yönelik bir Psikolojik Savaşı taktiği olarak algılamakta yarar var. Mesela Alevi / Bektaşilerce makbul sayılan ve Hazreti Pir'in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı Velâyetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani( 1219, Tarihsiz El Yazması)de, Bektaşilerin Osmanlı Devletinin kuruluşunda birinci derece etkili olduklarını, hatta Ertuğrul Beyin ölümünden sonra Osman Beyin Kayı aşiretine Bey olmasını Hacı Bektaş Veli'nin sağladığını gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış Bektaşilerin, en azından 1826 yılına kadar, bu devlet bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi, siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmaktadır. 533 Faruk Arslan Müstakil bir bab (bölüm) halindeki menkıbe şöyle: "Rivayet olunur ki, Kayı Beyi Ertuğrul Hakka yürüyüp, rahmet-i Rahman'a kavuştuktan sonra, aşiretin beyliğine Ertuğrul Beyin büyük oğlu Gündüz Bey geçmiş. Osman yağız mı yağız, deli mi deli, ele avuca sığmaz bir yiğit, bir delikanlıdır. Sergerdelerini toplayarak zaman zaman Bizans üzerine akınlar yapmaktadır. Devletin zayıflığını hisseden Selçuklu Sultanı da Bizans ile hudut güvenliği anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmaya göre her iki taraf da birbirlerinin sınırlarının değişmezliğini kabul ile, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayacaklardır. Osman bu anlaşmalara riayet etmez. Bizanslılar bunun üzerine Selçuklu Hükümdarına bir mektup yazıp göndererek, Osman Bey denilen bu delikanlının yaptıklarını anlatıp şikayet eder ve eğer bunu durdurmazsanız, size karşı daha önce yaptığımız anlaşmalardan vazgeçerek ve biz de sizin topraklarınıza saldıracağız, diyerek bu delikanlının cezalandırılmasını ister. Elçilerin bunu Selçuklu Sarayına, Konya'ya getirmesinden sonra, Selçuklu Sultanı bir müfreze göndererek , bu söz dinlemez, ele avuca sığmaz Osman namındaki kimseyi Konya'ya getirip cezalandırmak ister. Söğüt'e gelen müfreze Osman Beyin elini, kolunu bağlayıp Konya'ya getirir. Konya'da Osman Beyi gören kumandanlarla vezirler, bu yiğide hayran olurlar. Böyle bir yiğidin cezalandırılamayacağı kanaatına varırlar ve bu fikirlerini Sultana arz ederler. Selçuklu Sultanı bunun üzerine: 534 Faruk Arslan Madem öyle dersiniz, o zaman bu Osmanı Sulucakarahöyük'e götürünüz, Hazreti Pir ne derse onu yapalım, diye ferman buyurur. Eli kolu bağlı olarak huzuruna getirilen Osman'ı görür görmez Hazreti Pir heyecanlanır ve derhal çözülüp serbest bırakılmasını ister. Kendisine izzet ve ikramda bulunur. O'nu getiren askerlere dönüp: Ben burada yıllardır Osman'ı beklerdim, deyip sakladığı bir sandıktan bir taç çıkartıp Osman'a giydirir ve : Biz O'na hünkarlık verdik, Selçuklu Sultanına selam idünüz, o da Beylük versün! der. Bunun üzerine Ağabey Gündüz, Kayı Boyu Beyliğinden alınıp, Beylik görevi Osman'a verilir. Osman, Hünkar Hacı Bektaş Veli buyruğu ile Kayı boyuna Bey olur. Sultan Orhan'ın Yeniçeri teşkilatını kurduğunda, Hacıbektaş'a getirilen askerlerle ilgili menkıbeler zikredilir. Bunlar doğru olmasa bile yüzlerce yıl Bektaşi tekke ve dergahlarında okunan bu menkıbeler ve onların meydana getirdiği atmosferin Osmanlı’ya sosyopsikolojik moral sağladığı kesindir. 1362-63 yılında çıkartılan bir kanunname ile esirlerden alınan ve adına "Pencik" denilen "Humus" vergisinin (Pencik, 1971). Gaziler Serdarı Hacı Bektaş Veli'ye ödendiği, daha sonra, bu vergilerin Murat Hüdavendigar zamanında Seyit Ali Sultan, Kara Rüstem ve Çandarlı Kara Halil Paşa'nın da imza koyduğu bir anlaşma ile orduya bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca tekkenin sahip olduğu vakıf gelirleri yanında, başka gelirlerinin de mevcut olduğu bilinmektedir.(Süner, 1990). 1826 yılında tekkenin kapatılması üzerine bu gelirlerin kesildiği, 1862 yılı başında yeniden açılmasına izin verildikten sonra, bu gelirlerin bir kısmının yeniden bağlandığı biliniyor. Hala 535 Faruk Arslan kısmen devam eden ve adına "Hakkullah" denilen para, yasak döneminde, tarikat faaliyetlerini idame ettirebilmek için cemaat ileri gelenlerinin koyduğu özel bir tarikat vergisiydi. Fransız Hasluk'un da kabul ve itiraf ettiği gibi Osmanlı fetihlerinden sonra, fethedilen yere gelen ilk sivil kurum Bektaşi Tekkesidir. ( Hasluk, 1928). Ayrıca, pek çok Bektaşi Şeyhi de Osmanlı'nın askeri harekatına dervişleri ile birlikte katılmışlardır. Budapeşte'de metfun bulunan Gül Baba bu dervişlerin en meşhuruydu. Sefer sırasında vefat eden ve bu sebeple şehit kabul edilen Gül Babanın cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman bizzat katılmış ve defin merasimi sonuna kadar da mezarlıkta cemaatle birlikte bulunmuştu. Bu husus, Gül Babanın Türbesi'ndeki kitabede de kayıtlıdır. 1997 Yılında Hakk'a yürümüş olan Dede- Baba Doç. Dr. Bedri Noyan: "Bektaşilik uzun yıllar Osmanlı Devleti himayesinde Tanrı yolu olarak benimsenmiş ve korunmuştur" (Noyan, 1990) diyor. Osmanlı Döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi'nin topladığı "Mücahidin Alayı" adlı bir gönüllü birliği ile Rus cephesinde savaşa iştirak ettiğini biliyoruz.(Ulusoy, 1986). Bektaşi Tekkelerinin 1862 tarihinde yeniden açılmasından sonra 18 Sefer 1322 (1904) tarihinde Çelebi Cemaleddin Efendi'ye Hacı Bektaş Veli Vakfı Mütevelliliği verildiğini de yine merhum Bedri Noyan Dede Baba'dan öğreniyoruz.(Noyan, 1990). Günümüz "Alevici yazarları"nın aksine Osmanlı döneminde Bektaşiler devletle bütünleşmiş durumda idiler. Sultan Osman, Şeyh Edebalı'nın dervişi ve damadı 536 Faruk Arslan olması sebebiyle Yesevi Tarikatı'na bağlı olduğu gibi, Sultan Orhan, Sarı Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve nihayet Sultan Abdulaziz de Bektaşi Tarikatına ikrar vermiş devlet başkanları olduğu iddia ediliyor. (Sezgin, 1996). Pek çok tarihçiye göre ise, Osmanlı padişahları içinde tek Bektaşi Sultan Abdülazizdir, Yavuz Halveti tarikatına mensuptur. Doğrusu ünlü tarihçimiz Halil İnancık’ın dediği gibi Şeyh Edibali’nin bir Vefayi Şeyhi olması, Osman ve Orhan gazilerin Vefayi tarikatına mensup olmasıdır. Osmanlı’nın ilk yıllarında Bektaşi değil Vefayi tarikatının bayrağı orduda taşınmıştır. Bektaşilik, 2. Beyazıtla birlikte Yesevi’liğin kolu olarak Nakşilikle beraber Osmanlı’nın iki ana Sufi tarikatı haline gelir. İki yüz yıl önce yok olduğu veya Bektaşilik içinde eridiği sanılan Kalenderi tarikatının ABD’de yaşayan Çorumlu lideriyle 2010 yılı Şubat ayında Toronto’da bu konuda tartıştık. 12 Eylül darbesi öncesi Necmeddin Erbakan’ın meşhur olaylı Konya mitingini organize eden şahıs olduğu için ismini yazmıyorum. 30 yıldır zaten ülkeye giremiyor. Osmanlı sülalesinin aslında, Kayı aşiretinden gelen Oğuz boyu olmadığını savundu. Osmanlı soyunun aslında müslümanlaşmış Moğol olduğunu ileri sürdü. Tıpkı Timur, Babürşah ile Altınordularınn Tatarlaşan kurucu önderleri Çağatay ve Öğedey gibi. Delilin nedir? diye sordum. “Biz Osmanlı sülalesini 600 yıldır koruyan özel muhafızların Moğol soyuyuz” demez mi? Osmanlı padişahları saçlarını uzatır, atbaşı gibi kurdele takar ve büyük kavuğun içine saklarmış ki, Moğol oldukları bilinmesin! Güya Bağdat kökenli Moğollarmış. Sufi Vefai tarikatının kurucusu Ebu’l Vefa, 537 Faruk Arslan Kürdi veya Bağdadi şeyhleriymiş. Şeyh Edibali, Ertuğrul, Osman ve Orhan gaziler, Anadolu’da bulunmayan bu tarikata mensuptu bilgimi tekrarladı. Belki bu bilgiden yola çıkarak iz sürülebilir. Bir iddiası da: Mehmet Çelebi, devleti yeniden kurarken, Afşar Türkmen boyu Karamanoğullarına karşı asilzade soy Oğuzlara bağlanma zorunluluğunu keşfetti ve Kayı boyu icat olundu. Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların aldıkları gelinlere göz atacak olursanız, içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye rastlarsınız. Yavuz’un eşi Hafsa Sultan dışında yok denebilir. Yabancı gelinler öncelikle Enderun mektebinde, örfi, dini ve kültürel terbiyeden geçirilirdi. Müslüman olan yükselirdi. Saray ve edebiyat dili Arapça ve Farsçaydı. Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı pek sevdiler. Hun ve Göktürk hakanlarının hepsinin eşi, Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk arasında İran kızı almak modaydı. Osmanlılar da Rum ve Ermeni kızlarını çok sevdi. 2. Abdülhamid’in annesi abdestsiz yere basmayan sağlam bir Ermeni Müslümandı. Ermeniler ve Rumlar, Müslüman olsun veya olmasın medeniyetimizin, devletimizin, kültürümüzün, dilimizin, sanatımızın gelişmesinde önemli roller oynadılar. Bizim atalarımız ırkçı değildi. ‘Halkı yaşat ki, devlet yaşasın’ prensibini kulaklarına küpe ettiler.Irkçılık yapan Karamanoğulları kaybetti. Çok dinli, çok kültürlü, çok hukuklu, adalet, saygı ve hoşgörü ilkelerine sadık kalan 538 Faruk Arslan Osmanoğulları ise Roma’dan sonra en köklü ve 624 yıl yaşayan medeniyeti kurdular. Bektaşi tarikatının son halife dedebabası Bedri Noyan “Bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik kitabının 6.cildinin önsözünde nasib almış Bektaşi padişahlarını şöyle sıralıyor: 1-Otman gazi 2-Orhan gazi 3-Yıldırım Beyazıd 4-2.Beyazıd (veli) 5-Yavuz sultan selim 6-Kanuni Sultan Süleyman 7-Sultan Abdülmecid ( Noyan, 2003). Noyanın bu iddiası abartılıdır. Osman Gazi ile ilgili tüm kaynaklar onun Şeyh Edebaliye bağlı olduğunu bildirmektedirler. Şeyh Edebali ise Ahi geleneğinde Fütüvvet yoluna mensuptur, aynı zamanda Ebu’l Vefa elBağdadî’ye nispet edilen Vefaîyye tarikatına mensup olduğu şüphelidir. Vefaîyye tarikatı, Irak, Suriye ve Türkiye sahası Türkleri arasında oldukça yaygın olan bir tarikattır. Ebu’l-Vefa el-Bağdadî’nin (Ebu’l-Vefâ’Tâcü’lÂrifin Seyyid Muhammed b.Muhammed Arîz elBağdadî) Türk olması, Boğa b. Batu, Muhammed etTürkmanî, Turhan, Tekin gibi halifelerinin bulunması, bu tarikatın Türkler arasında kabul görmesine sebep olmuştur. Tursun Fakih’in, Dede Karkın ve Geyikli Baba gibi Rum abdallarının Vefaîyye tarikatına mensup olmaları, özellikle Şeyh Edebalı’nın Vefaîyye tarikatına mensubiyeti ve Osman Gazi’nin yanında olması, bu 539 Faruk Arslan tarikatın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği fonksiyon açısından önemlidir. Şeyh Edabali ve zümresi Orhan Gazininde şeyhidir. 2. padişahımız Ahi-Vefaiyye Tarikatı mensubudur. Yıldırım Bayezıd, Emir Sultan müntesibidir. Kübreviye yoludur. 2. Bayezıd da Bektaşi değildir, ancak .Balım Sultanı tarikatın başına atayarak tarikatı kontrol altına almaya çalıştı. Bu sebeple onun Bektaşi olduğu söylenmeye çalışılmaktadır. Sultan, sarayda Firdevsiye Hacı Bektaşı keramet sahibi bir veli olarak gösteren vilayetname yazdırdı. Aslında 2.Bayezid dönemine kadar ortada bir tarikat varmıydı belli değildir. Çünkü sözlü kültüre dayanan Alevilik yazılı kültüre yeni geçiyordu. Halvetiyenin Sünbülüye koluna mensup Yavuz Sultan Selim, Sümbül Sinan Efendiden ders almıştır. Kulağına küpe takması ise mücerret Bektaşilerin taktığı mengüştür. Şah İsmaille yaptığı savaş neticesinde hoş görünmek için yapmıştır. Bektaşiliğe -bağlı edilen-Yeniçeriler ordunun % 10 nu oluşturmaktaydı. Bunların tepkisini çekmemek için yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın da Halveti tarikatına mensup olduğu aşikardır. İlk eşi Mal Hatun Bektaşidir. Bedri Noyan “bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik”isimli eserinde onun için şöyle diyor: “Bektaşilik dostu olan nasib alarak törenle Bektaşiliğe giren Kanuni Süleyman ünlü bir hükümdardır.” (Noyan, 2003). 540 Faruk Arslan Gelelim Ebul Vefanın kim olduğuna. Bugüne kadar yayımlanan çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre, dedelerle yönetilen Alevi oymakları içinden en çok talip Ağuiçen Ocağı’na bağlıdır. (Nejat Birdoğan’ın “Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar – Dedeler Soyağaçlar” adlı kitabına bakılabilir.) Bu kaynağa göre Ağuiçenler Ebu’l Vefa'nın soyundan geliyorlar. Birdoğan’ın Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik kitabında da benzer bilgi mevcut: Buna göre: 1) Ebu’l Vefa, babası Muhammet, babası Muhammet Zeyd, babası Ali, babası Hüseyin, babası büyük Zeyd, babası İmam Zeynelabidin. 2) Ebu’l Vefa, babası Şeyh Muhammet Şembeki, babası Hürevli Naci, Babası Tireli Muhammet, babası Genceli Muhammet, babası İbrahim Haşimi, babası Muhammet, babası Abdullah, babası Hasan'ül Basri... İmam Ali ( Birdoğan, 1990) Tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı dedeleri, soy silsilelerini Vefai tarikatının kurucusu kutb’ül arifin Seyyid Ebu’l Vefa’ya çıkartırlar. Elbette tüm Aleviler aynı görüşte değiller. Aykırı görüşe savunanlara göre, Nu Baba İlyas, nede Hünkar bir Vefai idiler, bu yol büyükleri, birer İsmail Dai’ siydiler 1240 yıllarında, Dede Garkın ın Halifesi olan Baba İlyas ve onunda halifesi Hünkardır,Vefai tarikatı sünni tarikat olup, hiç bir dönemde, Alevi erenleri ile bağı olmamıştır. Bektaşiliğin, Yeniçeri Ocağı ile ilişkisi ise, farklı bir durumdur. Bunu desekleyen kol, Babaganlar koludur. Balım Sultan ın Postişinliği sürecinde, Alevi Yol ve 541 Faruk Arslan sürenekleri kurumsallaşmıştır. Kanun, döneminde isyan eden Kalender Çelebi döneminde ise, Osmanlı ile güya Alevilerin ilişkileri kesilmiştir. Başka bir sav ise, hiç bir Bektaşi tekkesi ve Babagan kolu da dahil, Osmanlı ile barışık olmamıştır. Hakim olan inanca bağlı kalmamış, ezoterik öğretinin devamlılığını sağlamışlardır. Bugün Harabi, Hilmi Dedebaba, Virani vs, gibi birçok insani kamil yetişmiştir. Bektaşi Dergahı, tüm Batın öğreti sahiplerini sahiplenmiş ve sinesine, bağrına basmıştır (Kaygusuz, Bulut, 2000). Bazi araştırmacılar,16.ncı yüzyıldan önceki "Alevilere", "Işık taifesi" derler. Işık, bugün "Alevi", veya 16.ncı yüzyıldan beri "Kızılbai"gibi sıkca kullanılan genel bir terim değildi. Işıklar, Kalenderiler için kullanılan isimlerden biridir. Peki Kalenderiler kimdir? Kalenderiler, Cemalüddin Savi, İbrahim-i Ethem, Sihabüddin Sühreverdi, Baba Tahiri Üryan gibi büyük Sufi alimlerini kaynak sayarlar. Bir Bektaii için, Hacı Bektaş-ı Veli neyse, bir Kalenderi için de Cemalüddin Savı odur. Cemalüddin Savi'nin menakibi ve diğer uluların eserleri hala mevcuttur. Bunların Sufi oldukları zaten açık ve nettir. Cemalüddin Savi kimi kaynaklara göre, 11.inci yüzyılın sonunda, kimi kaynaklara göre de 13.üncü yüzyılda vefat etmiştir. Tarikatına Cavlakiyede denir. Kalenderiyye önderleri, ve yazılı kaynaklarının hepsi Kalenderi yolunu ve erkanlarını İslam olarak tanımlarlar. Bunun dıiında, Pre-Alevilik (Alevilik Öncesi) 542 Faruk Arslan diyebildiğimiz diğer tarikatlar vardır. Alevilerin Pir saydıkları Ebu'l Vefa'nın Vefai tarikatının yazılı kaynaklarından, Ebu'l Vefa menakibnamesi mevcut. Bunun dışında, Baba İlyas-ı Horasani ve sülalesinin menkabevi tarihini anlatan Menakibul Kudsiyye elde bulunuyor. Ebu'l Vefa (ö. 1017) açıkca, İslam ve Müslüman olduğunu söylemiştir. Kadın-erkek birlikte ibadet edip, ve semah döndüğü anlaşılıyor. Ve bu yüzden Ortodoks Müslümanlar tarafından hor görüldügünü de yazıyor. "İslam nedir?" sorusuna Ebu'l Vefa böyle cevap veriyor: - Hangi İslam’ı soruyorsun? Senin İslam’ından mı soruyorsun, yoksa benim İslam’ımdan mı? diye söyleyince o zat: - İslam iki türlüdür mü diyorsun? deyince Seyyid Ebül-Vefâ şöyle açıklık getiriyor: - Evet, iki türlüdür. Sizin İslam’ınız, imanınız aynıdır. Sen, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, Muhammed Mustafa Hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Allah’ın ve Resulü’nün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslam’ımız bazı değişiklikler içerir. Şöyle ki: biz imanın yanında, hiçbir zaman Allah Tealâ’dan gafil olmamak islam’dır deriz. Sizin orucunuz ramazanda fecrin ağarmasından güneş batıncaya kadar yemeden içmeden kesilmek ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Bizim için esas önemli olan, bütün ahlak bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekât’a gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve 543 Faruk Arslan davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi verirsiniz. Bizim zekât’ımız, mevcut olan her şeyi fazla fazla vermektir. Allah katında makbul olan nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir. Şeyh Edebali kesin olmamakla beraber 1206 yılında doğmuş, 1326 yılında hakka yürümüştür. Vefai, Ahi ve Kalenderi şeyhidir, Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır. Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır. Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna girdiği, Şii-batıni zümreden olan Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir. Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali 544 Faruk Arslan rüyayı şöyle tabir etmiştir: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir." Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. 1326'da 125 yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının yanında gömülmüştür. Eskişehir’de de adına bir türbe yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir. İlk derslerini bir Hanefi fıkıhçısı olan Necmeddin ezZahidi’nin yanında almıştır daha sonra sufi bir tarikat olan Kalenderiliğe geçmiştir. Kimi kaynaklar onu Mısırda kurulmuş olan bir diğer Sufi tarikat Vefai şeyhliğinede geçtiğini belirtir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük emeği geçer. Şeyh Edebali’nin Babai çevresine bağlı oluşu ve Hacı Bektaş ile bağlantıları, Bektaşi tarikatı ve ilk Osmanlılar arasındaki ilişkilerin incelenişinde mühim öğelerdir. XV. yy. da başlayarak, bilhassa adı Yeniçerilerin piri olduktan sonra Hacı Bektaş ‘in ulaştığı ehemiyete yol açan da şüphesiz onların korumaları olmuştur. İlk Osmanlıların ilgisi dolayısıyladır ki, Bektaşi tarikatı imparatorluk içindeki üstün yerini almış ve üst derece bir halk tarikatı olarak benimsenmiştir (Türkdoğan, 2004). 545 Faruk Arslan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’na göre Kalenderilerin Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmedikleri iddiası asılsızdır. Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan 99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1) Türklerin Hz. Ali ve soyuna bağlılıkları, Kutadgu Bilig tarafından yaptırılan bir Orhun kitabesinde bile mevcuttur. Mağdura sahip çıkan Türklerin Emevilerin kovduğu peygamber soyuna kol kanat germesi, tarihin akışını değiştirmiştir. Mesela Şeyh Hasan Ocağı’nın Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid Garib Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan ereninin akrabalık ilişkisi yoluyla Ehl-i Beytle akraba olduğu kesindir. Bu ilişki ile kendilerini bilgi ve düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları anlaşılmaktadır. Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın temsilcisi olarak kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan 546 Faruk Arslan kervan yollarının en stratejik yerlerine bilerek ve isteyerek yerleşmişlerdir. Böylece, Anadolu’nun kırsal alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin huzurunda veya makam mezarlarının başında toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olayların önlendiği, yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda ocak mensubu oymakların üretimlerinin belirli bir miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu sistemli örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a kadar beylikler vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir. Alaadin Keykubat döneminde verilen belgelerden anlaşıldığına göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı sicilleri, tahrir defterleri, mahkeme kararları ve padişah fermanlarından anlaşılmaktadır. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün önemini göstermektedir. Yapılan bu durum tespiti sonunda devlet adamlarının kırsal alan organizasyonlarına özel bir önem verdikleri görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl büyük bir yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair, 547 Faruk Arslan Bizans İmparatorluğu tarihleri okunduğu zaman sayısız örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207) Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre, ocakların bir kısmı çevresindeki arazi ve köylerle birlikte “Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur. Müstesna vakıflar, her türlü vergiden muaf oldukları gibi yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten yardım da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin yakınlarında ve kentin stratejik bölgelerinde -ki bu genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz gibi kentin güvenliğini ve kervan yollarının korunması görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların bulunduğu topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan ediliyor ve bu bölgede avlanmak, toprakları kullanmak, işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının iznine bağlı oluyordu. Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta Tatarlığı” sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40 km. de bir kurulmuş olan menziller, özellikle hızlı haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy ortalarından sonra) posta arabalarının uğrak yerleriydi. Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip, diğer ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına devam ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı” denilen merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin denetçisi ve yöneticisi bulunurdu. Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği babadan oğula devrederek yürüten oymaklardı. Bunlar 548 Faruk Arslan içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler, Dericiler vb. önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen, Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da demir üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir ocağın temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç Erleri Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla geçinen bazı kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu avcıların hayvan katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir defterleri incelendiği zaman bu ocakların babadan oğula görevleri devrettiklerini görüyoruz. Dede Karkınla ilgili belgelerde de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu Elazığ, Malatya ve Çorum dolaylarında kömür üretme ve kömür taşıma görevini sürdürüyordu. Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta hemen anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz konusuydu. Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey tarafından hazırlanmış olan “Türkiye’de Alevi Zümreleri” isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir: “Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı. Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar, 549 Faruk Arslan Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere, Antalya’da Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.” (Baha Said, Sayı 22) Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş olması ve aralarında bağlantı bulunması sebebiyle 16. yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal örgütlenmesini oluşturuyordu. Osmanlı toprak düzenini araştıran ve inceleyen bütün bilim adamlarının başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin toprakların kullanımına bağlı olarak birbirlerine bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonralarına kadar büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir. Bu tespitleri yapan Prof. Dr.Alemdar Yalçın ve Uzman Hacı Yılmaz, Kargın Türkmenlerin menşeini inceledikleri yazıda, şu bulgulara ulaşmıştı: Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri günümüze kadar gelmiş en önemli en eski ocaklardan biridir. Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun Horasan bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül Arifin Ebul Vefa’nın Dede karkın’la bağlantısının olması Karkın Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti tarafından tescil edilmiş olması kesin olmamakla birlikte EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi olarak düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve 550 Faruk Arslan Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147) Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî tarikatından adeta kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa isimli bir düşünürün Bağdat ve Kuzey Irak civarlarında yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den göçen Ebu’l- Vefa adına, Vefailik adıyla bir tarikat kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir. Fığlalı’nın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de imkansızdır. Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise, adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta yer almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen, Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eşŞenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah b. Ahmedi Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense Kirmanşah bölgesindeki Dinever şehrinde yaşadıklarına dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis ilmiyle uğraşmalarından dolayı burada adı geçen Şenbeki ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç görünmektedir. (Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795) İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi olmayan bir tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve ritüelleri konusunda da elimizde ciddi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak: “İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l Vefa 551 Faruk Arslan Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik tarikatına mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII. Yüzyılda Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın varlığından söz etmezlerse de...” (Ocak,1996:104) diyerek bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bir başka nokta ise, Ebu’l Vefa’ya ait bir çok yazma menakıbdan elimizde bulunan Ayasofya, Samsun, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ndeki nüshalarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Sultan Beyazid döneminde yazılmıştır. Yazmaların girişinde Mısır’dan icazet alan Aşıkpaşa oğlu: “Hazret-i şeyh Ahmed Aşıkı’ye damat olan “ Seyyid Vilayet bin Hazret-i seyyid Ahmed el Vefa”dan söz edilmektedir. (Ayasofya Nüshası, Varak 45 ve diğer nüshalarda ilgili yerler) yine kayıtlara göre, “Seyyid Vilayet b. Hazret-i Seyyit Ahmet el-Vefa’nın Mısır’da Vefai tarikatına intisap ettiği ve menakıbnameyi oradan getirdiği, Mısır’dan sonra hacca giderek burada Esma-i Hüsna Tilaveti icazeti aldığı” kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtlarla , Mısır’daki Vefai tarikatı arasında bir bağlantının olup olmadığı daha derin bir çalışma sonucunda elbette ortaya çıkacaktır. Ancak menakıbnamenin Ayasofya yazma nüshasında ilerleyen bölümler, doğrudan Ebu’l Vefa Bağdadi ile ilgilidir. Bu menakıbnamede Ebu’l Vefa’nın Vefailik adlı bir tarikat kurduğuna dair kayıt bulunmadığı gibi ölümünden önce müridlerini ve “Sultan” adını verdiği onyedi müridini Rufai tarikatına yönlendirdiğine dair kayıt bulunmaktadır. Zamanımıza kadar bütün belgelerden ortaya çıkan bir başka ihtimal olarak Mısır’daki Vefailik tarikatı ile 15. yüzyılda birbirine karıştırılmış olması ciddi olarak göz önünde bulundurulmalıdır. 552 Faruk Arslan Tekrar Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın çalışmasına dönersek, Ebu’l-Vefa’nın Ebu Muhammed Abdullah eşŞenbaki’ye bağlı olduğu ve bu tarikatında Rufailik’ten ayrı bir hüviyet taşımadığı öne sürülerek varolduğu kabul edilen Vefai tarikatı Rufai tarikatıyla birleştirilmektedir. Yaptığımız araştırmalarda tasavvuf tarihleri, mezhepler ve tarikatlarla ilgili yapılan çalışmaların hiç birinde Anadolu’da bir Vefai tarikatından ve bunun hususiyetlerinden söz edilmediğini bir kere daha vurgulamalıyız. Bu iddia öne sürülen ciddi iddialardan biri olmakla birlikte, başvurulan hiçbir kaynakta kesin bir bilgiye rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Ebu’l-Vefa Bağdadi veya Ebul Vefa Kürdi sanıyla anılan ve ünlü mutasavvıflardan birisi olan bu yüzden “Tacül Arifin” ünvanıyla tanınan kişi adına Vefailik adında bir tarikatın kurulmuş olduğu ve bunun hiç olmazsa 15. yüzyıla kadar sürüp sonra bittiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır. Aşık Paşa’nın 15. yüzyılda öne sürdüğü bir iddiaya dayanaraktan bir Vefai tarikatının olduğu Baba İlyas’ın bu tarikatın halifesi olduğu yolundaki iddialara kesin gözüyle bakmak yanlıştır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi Rufai tarikatı günümüze kadar gelmiş ilke ve disiplini tamamen farklı bir tarikattır. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın da belirttiği gibi gerek Baba İlyas, gerekse Dede Karkın’ın varlığı kuşku götürmeyen ilkeleri ve disiplini çağlar aşarak günümüze gelen Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’na bağlıdır. En azından Dede Karkın’ın Horasan’dan geldiğine dair Aşık Ednâî’nin kasidesinde geçen: “Rah-ı Hüdâ nesl-i Ali’dir ism-i Numanım meded/ Lakab-ı Dede Karkın Sultan şah-ı Horasanım meded” 553 Faruk Arslan mısralarından da anlaşılacağı gibi, Dede Karkın silsilesinin ikinci ismi olan Numan Dede Karkinî’nin Horasan’dan geldiği kaydı bulunmaktadır. Karkın Boyu’nun Anadolu’daki devamı olan silsilesi devam etmektedir. Erzincan’dan ve Gazi Antep’te yeni belgeler bulunmuştur. Bu belge ve bilgilere göre Karkın Boyu’nun Horasan üzerinden Anadolu’ya geldikleri kesinlik kazanmaktadır. Dede Karkın ve Baba İlyas’la ilgili uzun değerlendirmelerden sonra Ahmet Yaşar Ocak şu yorumu yapmaktadır: “Üstelik Harezm’de Yeseviliğin yaygın bulunduğu ve Dede Karkın ile Baba İlyas’ın Harezmli Türklerden oldukları ihtimalinin yüksekliği düşünülürse, Baba İlyas’ın Yesevilikle bağlantısının bulunup bulunmadığı bir mesele olarak gündeme geliyor.” (Ocak: 1996, s.104) Ahmet Yaşar Ocak’ın şu düşünceleri Dede Karkın’ın Yesevi Ocağının devamı olduğu tezini güçlendirmektedir: “Üstelik Baba İlyas’ın fikirlerinden çok şeyler alarak teşekkül eden Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin korunması, bu ihtimali bizce daha da güçlendiriyor.” (Ocak, 1996:105) Dolayısıyla Karkın Ocağının diğer Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen oymaklarda olduğu gibi Yesevi Ocağının devamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla elimizdeki en eski belgelerde EbulVefa’nın şeceresinin bulunması ve iki ismin birlikte anılmaları en azından belgeleri bulununcaya kadar Ebu’l Vefa’nın Kargın Boyu içinde yer aldığını düşünmemiz gerekecektir. Vefai Tarikatı konusuna gelince; bütün tasavvuf tarihlerinde Vefai tarikatının Mağrib-i İskenderi ünvanlı Şeyh Vefa tarafından Mısır’da kurulduğu, iki kola ayrılan bu tarikatın kurucusunun Bingazi’de defnedildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu durumda 554 Faruk Arslan ya Vefai tarikatı Ebu’l-Vefa döneminde anılmış ve fakat ölümünden sonra unutulmuş, 15. yüzyılda yeniden ortaya çıkmış; ya da bu bilgi diğer Vefai tarikatıyla karıştırılmış olmalıdır. Ebu’l Vefa ile ilgili konudaki temel kaynaklardan biri kabul edilen ve değişik Türkçe yazmalarının İstanbul ve Ankara’daki kütüphanelerdeki varlığından söz edilen Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’nin üç ayrı yazması vardır. Bunlardan biri Samsun’da bulunan bir Türkçe yazmadır. Öte yandan Ebu’l Vefa ‘nın Bağdat’ta Mustansıriyye Medresesinde (408 Hicri) 1017 miladi tarihli bilim adamları tarafından onaylanmış bir belgeden de söz edilmektedir. Araştırmacı yazar Nejat Birdoğan bu belgeden söz ederken belgenin tümünü yayınlamadığı için bilgi tam olarak anlaşılamamaktadır. Çalışmasında bazı düzeltme hataları dolayısıyla 1071 miladi, 1017 miladi gibi hatalar yanında belgenin orijinalinin veriliş tarihi, verilen kişinin kimliği ve akrabalık bağlantısı da tam olarak anlaşılamamaktadır. (Birdoğan: 1995, 108109) sayın Birdoğan da bu belgeye diğer belgelere dayandırarak Ebul Vefa ile Baba İlyas arasında bir halifelik bağlantısının olamayacağı yargısını kesinleştirerek bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamaktadır (Yalçın, Yılmaz, 2008). Alevîlerin, Bektaşîlerin İslama gönülden bağlılıklarını ve inançlarını çok açık biçimde göstermesi bakımından on iki yıl Pir Postuna hizmet de etmiş olan ve çok gezdiği için kendisine Seyyar Baba da denilen Filibeli Tatar İbrahim Fevzi Baha'nın Babalık İcazetnamesi (tarikat liderliği) icazet (diploması) nın Osmanlı Türkçesi ile metnini de vermek istiyorum: 555 Faruk Arslan Filibeli Tatar İbrahim Fevzî Baha'nın Babalık İcazetnamesi "Huve'1-Muîn İnnehu Min Suleymane Ve İnnehu Bismillâhirrahmanirrahîm Nasrun Minellah Ve Fathun Karîb Ve Beşşiri'l-Mu'minîn Ya Muhammed Ya Ali Hayru'l-Beşer El-hamdu Lillahi'llezi Nevvere Kulûbe'I-'Arifin Bi Envari'l-'İlmi Ve'l-'İrfâni Ve Zeyyene Sudûre's-Salikîn Bi Ziyne-ti'l-'Aşki Ve'ş-Şevkİ Ve'lİykâni Ve's-Salâtu Ve's-Selâmu 'Ala Seyyidina Ve Nebiyyina Muhammedin Eşrcfi'l-Halki Ve Ekremi'l-Halki Vc'1-Vicdân Ve 'Ala Alihi Ve Evlâdihi Ve Eshabihi Ve Ah-bâbihi Ve Ehli Beytihi't-Tayibbîne't-Tahirîn Vesellım Teslîmen Kesîren Fi Külli Hînin Ve Anin İla Yevmi Yekû-mu'l-Haşr Ve Yensibu'l-Mîzân. Amma ba'd, işbu icâzet-nâme-i be-dî'u'l-unvânın tahrîrine badi oldur ki; kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn, zübde-tü evlâdi'l-eimmeti'lather, kudvetu'l-evliyâi'l-kibâr Hazreti es-Seyyid Muhammed el-mulakkab bi-Hünkâr Hacı Bektaş-i Velî kaddesellâhu sirrehu'l-âlî ve'l-celî efendimizin dergâh-ı feyz-iktinâh-ı âlileri dervişânından hâmili icâzet-nâme tarîkatlu İbrahim Fevzî Baha'nın âlem-i seyâhatde geşt u gü-zâr eylediği bazı mahallerde ehl-i ir-şâd babanın fıkdanına mebni ekser mu-hibbân-ı tarikat ve tâlibân-ı râh-ı Hak ve hakikat, îfâ-yı hizmet ve arz-ı inâ-betden mahrum kalmakta bulunduklarından bahisle dergâh-ı şerâfet-penâh-ı pîr-i müşarünileyh taraf-ı eşrefinden Baba-yı mumaileyhe bir kıt'a icâzet-nâ-menin i'tasıyla kabil-i sülük olan mu-hibbânın hidemât-ı ma'neviyclerinin ifa ve âşıkân-ı sâdıkânın irşad ve ihyası hususu ba'zı zevât-ı kiram ve muhib-bân-ı zevi'l-İhtirâm tarafından iltimas ve istirham kılınmış ve iltimas-ı vâkı-a şâyân-ı kabul olub Baba-yı Mumaileyhin hüsn-ü hâl ve 556 Faruk Arslan hayat sîreti ve bu bâbda kemâl-i liyakat ve ehliyeti derkâr ve aşikâr bulunmuş olmağla salifu'1-Be-yân muhibbân-ı Tarîkat-ı "Aliyye'nin hademât-ı ma'lûmelerini îfâ ve ikmâl ve tâlib-i rah-ı hakikat olan âşıkân-ı sadı-kânı, tarikat-ı bâhiru'1-Hakîkat-ı ehlul-lah-ı 'izama teslîk ve îsâl etmek ve ah-kâm-i Şeriat-ı Garra ve âdâb-ı tarîkat-ı 'ulyadan ser-i mu tehalluf ve inhiraf etmeyerek eser-i eslâf-ı salihîne gitmek üzere tarafımızdan mumaileyh Tarikatlu İbrahim Fevzî Baba'ya, izn u icazet ita ve işbu icâzetnâme-i mahsusa tahrîr ve imlâ kılındı. Tahriren Fi'1-Yevmi'l-Hâdi Min Şehri Rebi'i'1-ûla Sencti İhda ve "İşrîn Ve Selâse Mieti Ve Elfin (1321) Min Hicreti Men Lehu'l-'İzzetu Ve'ş-Şeref. Sene 1321 H." (Yüksel; 2002, s.198-200). Bu belgeden bir Bektaşinin saygı duyduğu değerleri anlamak mümkün. 1826 - 1862 yılları arasında Bektaşiliğin kapalı ve Bektaşi'yim demek dahil, Bektaşiler lehine konuşmanın suç ve karalamanın serbest olduğu dönemdir. İmparatorluk Türkiye'sinin sosyal hayatını günümüze kadar, şiddetle tesir altına alan iki büyük Türk tarikatı Mevlevilik ve Bektaşiliktir. Evliya Çelebi'nin yaşadığı devirde İstanbul'daki tekke sayısı 557'dir ve bunların çoğunluğunu Bektaşi ve peşinden de Mevlevi tekkeleri oluştururdu.(Öztuna, 1978). Köyde tarikat toplantısı olan Cem Ayini, saz veya kopuzla, aşığın okuduğu nefeslerle yapılırken, şehirdeki Bektaşi toplantılarında saz veya kopuzun yanında kudüm, tambur, çalpala gibi aletler de kullanılır ve Cem Ayininin yapılış maksadına uygun bestelenmiş ayinler icra edilirdi. 557 Faruk Arslan Bu besteler arasında da en çok saba, segah, neva, uşşak, hicaz ve hüseyni makamları yer alırdı. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda da, Muharrem ayının ilk on günü öğle ezanları camilerde ağıt havasını andıran “Hüseyni” makamında okunurdu. Bu toplumun bütünü tarafından paylaşılan Kerbela hüznünü hatırlatırdı. Eski toplum yapımız “tarım toplumu” özelliği gösterdiğinden köy Bektaşiliği bu yapıya uygun bir tarzda düzenlenmişti. Tarım düzenimizde işin olmadığı mevsim olan kış günleri tarikat toplantılarının yapıldığı zamanlardı. Şehir hayatında biraz daha farklı yapı vardı. Çok az bulunan memur yanında esnaf ve zanaatkar yılın her mevsiminde çalışırdı. İnsanlar içinde okur yazarlar ve sanatkarlarda bulunurdu. Özellikle İstanbul gibi, pek çok tarikatın olduğu ve devlet başkanlarının oturduğu yerde protokole katılan, Padişahı tahta çıkaran, taç giydiren, kılıç kuşatan törenlerde Mevlevilerle birlikte olan şehir Bektaşileri, Bektaşiliği entelektüel bir boyuta taşımışlardı. Toplum yapısındaki değişiklikler, köyden şehre göç, sanayiin gelişmesi, gecekondulaşma gibi sebeplerle köylülerle birlikte “köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” deyişinde özetlenen bir şaşkınlık dönemi hala yaşanmaya devam edilmektedir. Köyleri şehirleştireceğimize, bu yapı ile şehirleri köyleştirmiş olduk. Köylü Alevi/Bektaşi Dedesi şehirde de evlerde toplantılar düzenleyerek, köy usulü ayinler yapmaya devam etti. Bazı yerlerde buna da imkan yoktu. İş hayatı pek çok şeye fırsat vermiyor, ekmek parası insanların bütün 558 Faruk Arslan vaktini alıyordu. Birdenbire Alevilik gündemi işgale başlayınca, Alevi/Bektaşilerin yaşadıkları mahallelerde dernekler, vakıflar kurulmaya başladı ve çoğunluk köylü olduğu ve bağlı olduğu tarikat adamları da köylü Dedeler olduğu için, şehir Bektaşiliği yerine köylü Bektaşiliği olan Kızılbaşlık şehirleri ve medyayı doldurdu. Şehirlerde azınlığa düşen Şehir Kızılbaşları diyebileceğimiz Bektaşiler ve şehirlilerin tarikat adamı olan Babalar, nerede ise tanınmaz duruma düştüler. Eskiden büyük salonlarda, kalabalık cemaatlerle yapılan Bektaşi ayinleri yerine, yeni icat “Cemevleri”nde, küçük guruplarla, tıpkı köylerde yapılan ayinler icra edilmeye başladı. Dedeler eskiden ezberledikleri ve kendilerinden de cahil olan köylülere hitap eden nasihat, tebliğ ve duaları otantik olarak tekrarlamanın dışında, bu yeni duruma intibakı sağlayamadılar. Alevilik konusunu anlatan günümüz yazarları ayin sırasındaki müziği göstererek Alevilik/Bektaşilikten ayrı olduğunu ileri sürüp, aralarında ayrılık yoksa, Sünniler niçin namazda saz çalmıyorlar gibi bir soru da soruyorlar. Tarikatlarda, tarikatın ibadeti olan zikir ve ayinlerde ritim saz kullanılmaktadır. Sadece “hafi” (sessiz ve gizli) zikri benimsemiş olan Nakşilikte ritim saz yoktur. Onun dışında kalan, Mevlevi, Kadiri, Rufai, Halveti, Gülşeni… tarikatları ve benzerlerinde farklı musiki aletleri ritim saz olarak kullanılır. Tarikat ibadetleri hiç bir zaman, bizim ülkemizde camilerde yapılmamıştır. Şeriatın ibadeti olan namaz ise, bütün tarikatlarda olduğu gibi Alevilik/Bektaşilikte de vardır ve bunu inkar, sadece inkar eden kişinin şahsi görüşü olur. ( Mehmet, 1930). 559 Faruk Arslan Mevlevilerde ve Bektaşilerde, ayin başlangıcında halka veya salonun durumuna göre, salonu çevreleyecek şekilde oturan dervişlerin birbirlerine ve posta niyaz etmelerini, namaz kelimesi ile anlatmak ve buna “halka namazı” gibi isim verme işi yeni icat bir yakıştırmadır. Bu bir niyazdır. Alevilik/Bektaşilerde, Sünnilikten farklıdır, çünkü camiye isteyen herkes girebildiği halde Cem’e herkes giremez, diyenler suç işleyenlerin, günahkarların bu ayine katılamayacaklarını belirterek bunun önemli bir fark olduğunu ifade etmektedirler. Doğrusu bütün tarikatlarda, tarikat ayinine sadece o tarikata daha önce usulüne göre girmiş olanlar katılır; bu genel kuraldır. Diğer muhipler ve seyirciler sahnede okuyan sanatkara tempo tutarak katılmak kabilinden katılırlar ve zikri kendileri de sanki derviş gibi, şeyhin tekrarlarına ve talimatlarına göre gönüllü olarak iştirak ederler. Ancak Ayin-i Cem bir farklılık gösterir ve burada Baba veya Dede’nin “Hakim”lik görevi de vardır. Dar-ı Mansur’a çekilen Can’a işlediği iddia edilen suçu sorulur, gerekirse şahitler dinlenir ve Baba veya Dede kararını açıklar ve infaz eder. (Sezgin, Atalay, 1998). Abdülkadir Sezgin’in çözüm önerisi mantıklı: Bir takım Dede, Baba veya Alevi liderlerinin kendilerini devrimci, Atatürkçü göstermeleri ya bilgisizlikten ya da gösteri türündendir. Hatta bazı tarikat liderlerini halka açık gösteri türü “ayin-i Cem”lerde Atatürk’ü de tarikat piri gibi saymaları bir siyasi tavır olarak görülüyor ve sırıtıyor. Tekke ve zaviyeler, Osmanlı’da tarikat 560 Faruk Arslan ibadetleri için vardı, Cumhuriyet Türkiyesinde kaldırılması, yozlaştıkları için belki kabul edlilebilir. Ancak bugün Alevilerin Cem Evi talebine buda nereden çıktı diye bakılması, tekke ve zaviyelerin eskiden ne işe yaradığını bilmemekten kaynaklanıyor. Bütün tarikatlar için çare, genellikle laiklik, demokrasi ve hukuk devletidir. Tarikatlar dini organizasyonlardır ve yüzlerce yıllık geçmişleri vardır. Bunların laiklik şemsiyesine alınarak, siyaset alanı dışına çekilmesi ve tıpkı din işinin Anayasada ifade edildiği gibi, her türü siyasi görüş ve düşüncenin üstüne oturtulması lazımdır. Tarikatların, yasağın cennetinde yaşamaları yerine, demokrasi bahçesinde; devletin denetim ve gözetimi altında olması lazımdır. Bunun uygulama imkanı bulabilmesi içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na “Tarikatlar Daire Başkanlığı” ilave edilmeli ve kendilerine faaliyet izni verilen tarikatların birinci adamlarından oluşacak ve çalışma usul, adab ve erkanlarını düzenleyecek mevzuatlarla, tarikatlar arası işbirliği, ahenk ve diyalogu sağlayacak hususlarda danışmanlık yapacak bir “Şeyhler Meclisi”nin kurulması yerinde olacaktır. ( Sezgin, 1998). Alevileri bu çözüm önerilerinin tatmin edeceğini sanmıyorum. Diyanet’in kaldırılmasını talep eden Avrupa Alevileri ve onları etkisindeki Alevileri fazlasıyla siyasileşmiş buluyorum. Bu ortamda Alevilerin en ılımlı grubu dahi Diyanet çatısı altına girmeyecektir, girerse, hain, düşkün, işbirlikçi ilan edilir, dışlanır. Dedelere maaş bağlanamına bunlar karşı çıkarlar. Alman İstihbaratının en fazla korktuğu konu, Aleviliği çıkarlarına uygun kullanma girişiminin sonuçsuz kalması. Dedelerine maaş bağlayan Ankara, işlerine gelmez. Bazı 561 Faruk Arslan siyasilesşmiş Alevilere göre, ‘Devlet Dedesi’ tabiri bile ürkütücü. Bunun orta yolu mutlaka vardır. AKP hükümetinin benimsediği Alevi Genel Müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’na bağlı kalacağı için pansuman tedavidir, daha kalıcı ve kapsayıcı bir formül bulunmalıdır. Alevilerin inandıkları gibi yaşamaya hakları var, devletden yardım alarak yapılanmaları, dedelerine maaş bağlanması dış kaynaklı fitneyi önleyecektir. Elbette Alevi köylerindeki camileri kapatın, Diyanet’i kaldırın talepleri saçma olduğu kadar Alevileri haklı davalarında haksız duruma düşürüyor. Caminin işlevi farklıdır, Cem Evi’nin yeri ayrıdır. Biri dini ibadet, diğeri tarikatın zikir yeridir. Yanlış anlaşılmaları önlemek için verdiğimiz bu temel bilgilerden sonra Osmanlı’da Bektaşilerin masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi sorgulayabiliriz. Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında kullanmak istemiyoruz. Masonluğu ve Sabataycıları öcü gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele alıyoruz. 562 Faruk Arslan Sekizinci Bölüm OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK Bektaşî Velayetname ve Menakıpnameleri'nde Osmanlı devletinin kurucusu kabul edilen Osman Bey'e Kayı Boyu Beyliği'nin verilmesinde Hazreti Pir'in himmetleri ve katkısı bulunduğunu bildiren menkıbeler vardır. Ayrıca, Sultan Orhan, I. Murat, II.Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz gibi pek çok padişahın Bektaşîliğe yakınlık duyduğu ve/ya Bektaşîliğe ikrar vermiş derviş oldukları savunuluyor. Peki o halde neden Mason Bektaşiler, Türkiye’yi Osmanlı mirasını ret ve Osmanlı düşmanlığı üzerine kurdular? Yıllardır ecdadımıza küfredenlerin bu kin, nefrete ve intikam çabalarına artık bir son vermesi gerekiyor. Devletin silâhlı kuvvetlerini; Yeniçeriler'i Bektaşî Tekkesi'ne bağlayan ayrıca Turşucuzade Ahmet Muhtar Bey gibi bir takım insanları Bektaşî olduklarını bilerek Şeyhülislamlık makamına getirmiş (111. Şeyhülislam) bir devleti, Alevîlere zulmetti, sıkıntıya soktu gibi iddialarla tahkir etmelerinin, sövüp saymanın mantığını anlayan varsa, beri gelsin. Bugün elden ele övünç vesilesi olarak gezen, Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Ankaralı, Balıkesirli, Balkanlar ve muhtelif yerlerinde türbeleri bulunan Alevî Dede ve 563 Faruk Arslan Seyyidleri'ni Hazreti Peygamberin soyuna mensup kabul ederek, 1911 yılına kadar askere almayan, vergi almayan Osmanlı'ya vefa, minnet ve saygı göstermek; Alevî, Bektaşî vatandaşlara, özellikle de Dedeler'e, Çelebiler'e, Babalara düşen bir görevdir. Sâdece II. Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı imhası sonrasında Bektaşî tekkesini bir süre için kapatmış olması, gelmiş geçmiş 700 yıla sövme sebebi olabilir mi? Bugün, AB ve diğer ülkelerle işbirliği yapan Alevî kökenlilerdeki, Cumhuriyeti sıkıntıya sokan işbirliği ve hukuk dışılıklarda hangi şuuraltı psikolojik sebep var, sorusu gündeme gelmiş durumdadır. (Sezgin, 2008). Bu soruya cevap verebilmek için Osmanlı’da masonluğa ve Bektaşilikle olan irtibatlarına bakmak gerekiyor. Mason Bektaşiler, 1200'lü yıllarda Anadolu toprağında boyveren Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin Bektaşilik yolu ile Mevlâna Celâleddin-i Rumi'nin Mevlevilik tarikatı ve daha sonra oluşan Masonluk inancının, akla, bilime değer veren; din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımı yapmadan kardeşlik bağlamında bütün insanları kucaklayan, barış ve hoşgörü temelinde insanların mutluluğunu isteyen felsefi görüşleriyle benzerlikleri olduğunu savunuyor. Güya masonlukla eşdeğer Bektaşilerin çağrısını, Pir Sultan'ın şu dizeleriyle dile getiriyor: "Şimdi bizim aramıza / Yola boyun veren gelsin / Şeriatı, Tarikatı / Hakikati bilen gelsin... /Kişi halden anlayınca / Hakikati dinleyince / Üstüne yol uğrayınca / Ayrılmayıp duran gelsin... / Talip olunca bir talip / İşini Mevlâ'ya salıp / İzzet ile selâm alıp / Gönüllere veren gelsin... / Koyup dünya davasını / Hakk'a verip sedasını / Doğrulayıp öz nefsini / Şeytanı öldüren gelsin... / PİR SULTAN'ım ol çelebiye / 564 Faruk Arslan Eyvallahım var Veli'ye / Muhiddin'e hal diliyle / Yolun sırrın soran gelsin..." (Odyakmaz, 2006). Mevlevilerin çağrısını, Mevlâna'nın şu dizeleriyle dile getiriyor: "Gel! Yine gel! Ne olursan ol, yine gel! ister kâfir, ister putperest, isterse mecusi olsan da gel! / Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir; / Yüz kez tövbeni bozmuş olsan da yine gel!.." Masonların çağrısını da şöyle dillendiriyor: "Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi! Bu öpüş bütün dünyaya yayılsın. Kardeşler, şu mavi kubbenin sonsuzluğunda bizi koruyan bir ruh vardır... Neş'e, ey Elizium'ın kızı Neş'e! Âdetlerin, nizamların birbirinden mutlak olarak ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinle yine birleştiler. Senin müşfik kanatlarının altında bütün insanlar kardeş olacaklar!.." Zalimler, çıkarları uğruna insanları katlederlerken; 800 yıl öncesinden insanlığın kardeşliğini isteyen, dünyada barış ve hoşgörüyü üstün kılmaya çalışan Hacı Bektaş Veli'nin, Mevlâna Celâleddini Rumi ile Masonların çağrısına kulak verilmeli ve onların istekleri hakim kılınmalıdır diyor yazar Nevzad Odyakmaz. (Odyakmaz, 2006). Spekülatif Masonluğun İngiltere de 1717 yılında kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1721 yılında, İstanbul’da Fransız Masonları tarafından ilk loca kurulmuş olmakla beraber, güya milli bağımsız Türkiye Büyük Locası, 1909 yılında Meşrutiyetin ilanından sonra ancak kurulabilmişti. Bu nedenle, bu tarihe kadar olan devirdeki masonluk eylemlerini genellikle dış kaynaklı belgelerden öğreniyoruz. Arşivleri güya yandığı için 565 Faruk Arslan aslında piyasada dolaşan bilgilerin hemen hepsi manipülasyon kokuyor. Osmanlı toprakları üzerinde adı bilinen ilk loca, 1748 yılında Halep’te kurulan , İskoçya Büyük Locasına bağlı, İskenderun Locasıdır. İlk Türk Masonları ise Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi, İbrahim Müteferrika ve Humbaracı Ahmet Paşa dır. Koca Mustafa Reşit Paşa gibi, önemli devlet adamları ve aydınların bu localara girdiği loca arşivlerinden anlaşılıyor. İstanbul da kurulan localar; 1861 yılında ‘Ser Locası, 1867 yılında Prootos ve ‘l’Etoile du Bosphore’ Localarıdır. Sultan V. Murad, Şehzade Nurettin Efendi, Şehzade Selahattin Efendi, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şeyhülislam İzzettin Efendi, Şeyhülislam Hayri Efendi, Müderris Mahmut Esad Efendi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam Mithat Paşa, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa, Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Büyük Elçisi Sadullah Paşa, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal Prootos üyeleridir. Bu devirde İstanbul da kurulan Mason Locaları, Fransız ihtilalinden sonra yayılan Batı merkezli dini toplumdan dışlayan güya hümanist medeniyetin barınağı olmuş ve buralarda yetişen Masonlar, Meşrutiyetin kurulmasını düşünsel ve eylemsel yönlerden etkilemişlerdir. 1863'te kaleme aldığı yazıda Rum doktor Schinas, 1842'de İstanbul'da hiçbir loca bulunmadığını belirtip eklemektedir: "Bu memlekette masonluğun yalnız adı bile, dehşet, korku ve nefret uyandırıyordu. Mason sözcüğü, Allah tanımaz, ihtilalci, dinsiz anlamına geliyordu. Masonları cehennemlik diye adlandırıyorlardı. Rumlar, Ermeniler, Katolikler, Museviler ve Türkler bütün masonları dinsiz, imansız, uğursuz kimseler 566 Faruk Arslan sayıyorlardı. Bugün bile, aşağı tabaka, kötü bir adamı anlatmak için mason olduğunu söyler." Schinas'ın iddiası, yerli loca bulunmaması ve Avrupalı locaların da yerlileri kolay kabul etmemesi sebebiyle "doğrudur." Buna karşılık Tanzimat'ı din karşıtı ve mason ürünü sayma tutkusu içindeki bir Arap yayınında, 1822'de Türk masonlarının sayısının -aralarında vezirler, paşalar da bulunan- on bini aştığı iddiası edilmiştir. Bu da yerici abartmanın en ilginç örneğidir... ( Koloğlu, 2007). Abdülhamit, Sultan V. Murad'ın mason olması nedeniyle, ilk devirlerinde masonların eylemlerine pek karışamamış, fakat V. Muratın ölümünden sonra tutumunu sertleştirmişti. Bu olaya bağlı olarak 1905 yılından itibaren localar İstanbul dışında ve özellikle Makedonya'da (Selanik) açılmaya başlamıştır. Makedonya'da kurulan locaların en önemlileri İtalyan Obediyansına bağlı ‘Macedonia Risorta’ ve ‘Veritas’ Localarıdır. Bu iki locanın üyeleri arasında önemli siyaset, devlet adamları ve komutanlar vardır. Kazım Özalp Paşa, Sadrazam Mehmet Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Mehmet Cavit Bey, Manyasizade Refik Bey, Kazım Nami Duru, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbulat Bey, Hoca Fehmi Efendi, Osman Adil Bey; Mehmet Servet Bey, Fazlı Necip Bey ve Emanuel Karasu Efendi bu locaların üyelerindendirler. Ortak özellikleri tamamının aynı zamanda Bektaşi olmasıdır. Noyan dedebaba, kitabında bundan gurur duyuyor.(Noyan, 2006). Mustafa Kemal Atatürk’ü mason olmasada Bektaşi olarak listeye ekliyor. Bu tarihe kadar ülkede toplam 23 loca kurulmuştur. Aynı zamanda Birinci ve İkinci Meşrutiyetin, Jön Türklerin, 567 Faruk Arslan İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemleri bu kişilerin gayretiyledir. Aynı anda İttihat ve Terakki yöneticileri olan bu kadro, İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, Osmanlı İmparatorluğunda Milli Masonluğu kurmak için harekete geçmişlerdir. Bektaşi ocakları toplantı yerleridir. Türkiye Büyük Locasının kurulması işlemi sırasında İstanbul’daki Selimiye Süvari Fırkası Komutanı Prens Aziz Hasan Paşa, Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey, Mehmet Talat Sai Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Fuat Hulusi Demirelli, Faik Süleyman Paşa, Jandarma Genel Komutanı Galip Bey, Hüseyin Cahit Yalçın kurucular arasındadır. 1 Ağustos 1909 günü ‘Maşrıkı Azamı Osmani’ adı altında ilk Türkiye Büyük Locası kuruldu. Büyük Üstadlığa Mehmet Talat Sait Paşa ve yönetime Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Osman Talat Bey seçildiler. 500 küsur sayfalık 'Atatürk ve Masonluk: Kalbimizde Saklı Kalan' adlı kitap pek çok yönden ilginç. Masonlar ile ilgili yazılmış neredeyse bütün eserleri eleştirel bir gözle okumuş Tamer Ayan; localarda mevcut belgeleri de değerlendirmiş... Ortaya Masonların 'resmi tarihi' kabul edilebilecek bir kitap çıkmış... ( Kıvanç, 2008). O halde Cumhuriyet dönemi öncesindeki çapraz ilişkilere dair satırlarını dikkatle okuyalım: "Özellikle Masonluğun, kendi ilkelerine zahiren taban tabana zıt gibi görünen siyaset ve din erbabı ile aynı amaçta birleşmesinden dolayı; kısaca Cemiyet adı verilen İttihatçılar ve çeşitli tarikatların (Bektaşiler, Melâmiler, Mevleviler) mensupları Mason Localarına üye olabilmiş ve serbestçe 568 Faruk Arslan girebilmişlerdir. Hatta bir Mason, biri İttihatçı ve diğeri Tarikatçı olmak üzere iki ayrı kimliği daha rahatlıkla taşıyabilmiştir. (..) Nitekim İttihat ve Terakki kurucularının tamamı Bektaşi, çoğu Masondur." (s. 11617). Kitabın bence en değerli yönü, yazarın, sözün nereye gideceğini fazla hesaplamadan kendi yaklaşımına destek çıkacağını düşündüğü hemen her ayrıntıyı vermesidir. Devam edelim: "İttihat ve Terakki, daha doğrusu bu cemiyetin özünü teşkil eden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, bazı Mason locaları ile iç içe denilebilecek kadar ilişkili olmuştur. İttihat ve Terakki'nin özümseyip uygulamaya çalıştığı Hürriyet-Eşitlik-Kardeşlik şeklindeki Fransız ihtilâl sloganının konuşulması ve uygulaması için, Batı uygarlığı ürünü Locaların hürriyetçi ve insan haklarını gözeten havası, Cemiyet üyelerine son derece uyumlu geldiği gibi; Masonluğun geneldeki zulme ve monarşlara karşı mücadele ve masum insanları hürriyete kavuşturma ideali; Cemiyet'in İstanbul istibdadına karşı sürdürdüğü benzer eylemle tamamen örtüşmüştür." (s. 122). Mason, Bektaşi ve Melami Jöntürklerin isimlerini merhum Halifebaba Turgut Koca'dan kalan evrak arasında bulunan, kendisinin hazırladığı "İttihat Terakki Üyeleri" başlıklı şu listeden öğreniyoruz: MASONLAR: Ali Fuat (Cebesoy), Ağaoğlu Ahmet Bey, Abdurrahman Şeref, Dr. Akil Muhtar (Özden), Abdullah Cevdet, Dr. Bahattin Şakir, Beşir Fuad (İlk pozitivist), Cavit Bey (Maliye Nazırı), Cevat Abbas (Bey), Eşref Sencer Bey (Kuşçubaşı), Edip Servet Bey, Halil (Kut) Paşa (Enver Paşa'nın amcası), Hüseyin Cahit Yalçın, 569 Faruk Arslan Halil Şerif Bey, İsmail Canpolat Bey (Dahiliye Nazırı), Kara Kemal Bey, Kazım Nabi Bey, Kazım Nami Duru, Mehmet Reşit, Mahmut Şevket Esendal, Nuri (Kıllıgil) Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi), Osmancıklı Nuri, Dr. Nihat Reşat Belgevi, Dr. Rıza Nur, Sait Halim Paşa, Şemsettin Günaltay, Dr. Tevfik Şükrü Bey, Talat Küçük (Muşkara), Prof. Veli Bey, Yusuf Akçura, Hüseyin Kadri Bey, Hüseyin Haşim Sanver, Mithat Paşa, Nuri Bey (Yeni Osmanlıcı). BEKTAŞİLER: Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi), Ahmet İzzet Paşa, Ahmet Nesimi Bey (Hariciye Nazırı), Ali Haydar Mithat, Ali Şefik İzmirli, Ali Rüştü Hersekli, Ali Rıza Kırımi, Asaf Derviş, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İsmet Fazlı Bey, (Debreli) Behçet Efendi, Esat Paşa (Draç mebusu), Eyüp Sabri (Akgöl Bey), Avlonyalı Ferit Paşa, Selanikli Fazlı Necip, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri, Hasan Rıza Paşa (Hudeyce mebusu), Çerkes Hayrettin Paşa (Tunuslu), Hilmi Tunalı Bey, Halil Muvaffak Bey, Şair Hüseyin Sıret, Kimyager Hüseyin, Hasan Tosun Bey, Gümülcineli İsmail Bey, İbrahim Temo, Dr. İsmail İbrahim Efendi (Dobrucalı), Kamil Paşa, Lütfi Fikri Bey (Dersim mebusu), Mahmut Paşa (Çürüksulu), Mithat Şükrü Bey (Bleda), Çorum mebusu Muhiddin Bey, Mahmut Nedim Paşa, Giritli Muharrem, Milaslı Murat Asker, Veteriner Mehmet Bey, Mustafa Ragıp, Mustafa Hayri Ürgüplü, Dr. Nazım Bey, Nabi Bey (Yücekök), Ömer Naci (Muallim Naci), İzmir ValisiMebusu Rahmi Bey), Rauf Ahmet Bey (İstanbul Mebusu), Dr. Rusuhi Bey, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa, Refik Bey (Manyasizade Adliye Nazırı), Dr. Rıfat, Eczacı Raşit Tahsin, Reşat Paşa Matlı, Dr. Refik Nevzat Bey, 570 Faruk Arslan Recep Peker, Binbaşı Sabri Bey, Sezai Bey (Şurayı Ümmet Redaktörü), Bosnalı Veli Bey, Yakub Cemil Bey, Saffet Lütfü Tozan. MELAMİLER: Ahmet Şükrü (Maarif Vekili), Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Cemal Paşa, Fevzi Çakmak, Hafız Hakkı Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Kadir Efendi (Hoca Mehmet Kadir Nasih), Mustafa Asım Efendi, Mehmet Tahir (Bursalı) , Damat Mahmut Paşa, Necmettin Molla (Adliye Nazırı), Naili Efendi (Nakşibendi, Şeyh Abdülkadir'in kardeşi), Ömer Seyfettin, Menemenlizade Rıfat Bey, Miralay Sadık Bey, Sami Paşazade Sezai, Saffet Paşa. MASON + BEKTAŞİLER: Ali Fethi (Okyar), Ahmet Bedevi Kuran (R. K.), Cemal Bardakçı, Enver Paşa, Ethem Ruhi Balkan, Fuat Balkan, Niğde Mebusu Hayri Efendi, İhsan Namık Bey, Kazım Karabekir Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Dr. Miralay Mehmet Ali Baba, Mehmet Cemil, Namık Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Salih Cimcoz (İstanbul Mebusu), Prens Sabahattin Bey, Talat Paşa, Cemal Paşa, Kara Vasıf Bey, Ziya Paşa, Hakkı Baha Bey. (Yalçın, 2006). Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların büyük bölümü Mason Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve devrimlerin gerçekleştirilmesi Masonlara veya Bektaşilere emanet edilmiştir. Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka, İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve 571 Faruk Arslan Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün çevresinde ülkeye hizmet etmiş Masonlardır. İçlerinden 15 tanesi Bektaşidir. Cumhuriyet döneminde Dernekler Kanunu gereği Masonluk kurumları birer dernek statüsüne sokulmuştur. 1927 yılında Türkiye Büyük Locasının resmi statüsünü içeren derneğe ‘Tekamülü Fikri Cemiyeti’ adı verilmiş ve bu ad 1929 yılında ‘Türk Yükseltme Cemiyeti’ şekline değiştirilmiştir. Atatürk’ün kapatılması emriyle, 1935 yılında Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında dernek statüsünde çalışan Türkiye Büyük Locası kendi çalışmalarını bizzat kendisi tatil etmiştir. Ülkede oluşan siyasal ve sosyal ortam göz önüne alınarak, Türk Ocakları, Kadınları Himaye Cemiyeti, Muallimler Derneği, İzcilik Teşkilatı gibi kuruluşlar yasayla kapatılmış ve parti denetimi altına alınmıştır. Atatürk, aynı zamanda Mason olan dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşür ve ondan Masonların üst düzey yöneticilerine genel durumu açıklamasını ve yasaya gerek olmadan kendi kendilerini tatil etmeleri mesajını iletmesini ister. Sonunda 10 Ekim 1935 günü 572 Faruk Arslan Mason yöneticileri tarafından imzalanmış bildirge Anadolu Ajansı tarafından yayınlanır: “Mes’ul ve maruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir. Türk Mason Cemiyeti memleketimizin sosyal tekamülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini dikkate alarak ve Türkiye Cumhuriyetinde hakim olan demokratik ve cidden laik prensiplerin tatbikatından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine, bu hususta hiç bir kanun olmaksızın nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketimizin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.” Ayrıca Şükrü Kaya hükümet adına kamu oyuna yaptığı resmi açıklamada; “Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilatlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiç bir teşebbüsü ve alakası yoktur” diyerek durumu belirtmiştir. 1946 yılında yeni Cemiyetler Kanununun yürürlüğe girmesiyle, masonlar da yeniden faaliyete geçerler ve 1948 yılında İstanbul Vilayetine verilen dilekçeyle Türk Mason Derneğini kurarlar. Aynı yıl İzmir ve Ankara şubeleri açılır. Daha sonra, Ankara’daki localar birleşerek 1955 yılında kendi Büyük Localarını kurarlar, İstanbul ve İzmir’deki locaları bu Büyük Locaya katılmaya davet ederler. Aynı yılın sonunda, Merkez Ankara’da olmak üzere Türkiye Büyük Locası kurulur. Böylece Türk Masonluğu, masonluk ilke ve kurallarına aykırı olmayan bir şekilde, loca üyelerinin özgür iradeleriyle, dünyadaki diğer benzerleri gibi kurulmuş olur. Bu tarihten itibaren, Türkiye Büyük Locası kendi 573 Faruk Arslan obediyansı içinde, kendisine eşit veya üstün bir güç tanımayan tek bir merkezi yönetim şekline gelmiştir Türkiye Büyük Locası’nın tüm dünyadaki Masonluk obediyansları tarafından kabul edilmesi 1970 yılında tamamlanmıştır. Bu tarihten itibaren Türkiye’de Masonluk hızla gelişmeye başlamıştır. 1987’de İsrail’de Türkçe konuşan “Nur" locası, ve 1990’da Almanya-Frankfurt’ta Türkçe konuşan “Türkay” locası açıldı. Washington “Nur”, Bükreş “Işık”, ve ayrıca 1991’de Bodrum, 1993’de Antalya, 1995’de İstanbul-Yakacık, 1995’de Eskişehir, 1996’da Marmaris, 2004’te Adana binaları hizmete sokuldu. Günümüzde Düzenli Türkiye Masonluğunu temsil eden Türkiye Büyük Locası veya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneğidir. İstanbul Kadıköy ve Yakacık, Ankara, İzmir-Alsancak ve Karşıyaka, Bursa, Adana, Antalya , Bodrum, Marmaris ve Eskişehirdeki binalarında çalışan 193 locası ve 13.000 üyesiyle insanlık yolundaki çalışmalarını sürdürmektedir. Masonluk Katolik ve Ortodoks kiliselerince tepkiyle karşılanırken Osmanlı ülkesi kuruma hoşgörülü yaklaştı. V. Murad'ın Mason olması buna örnektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerini sürdürmek için Mason localarını ve Bektaşiliği ‘şemsiye’ olarak kullandı. Ancak bu davranış cemiyetin ‘siyonist’ damgası yemesine yol açtı. Gerçek bir müslüman'ın ve gerçek bir Bektaşinin Mason olması kabul edilebilir mi? İslam bir arada yaşamayı, koruyuculuk üstlenmeyi görev kabul etmiştir. 18. yüzyılın başında kuralları kesinleşen Masonluk, Müslümanlar'ı hiç 574 Faruk Arslan ilgilendirmemesine karşılık, Protestan kökenli olmasının etkisiyle, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri gibi Museviler'den de tepki gördü. Bu ortamda İslam'ın girişime küçümseyerek bakması doğaldı, zira Hıristiyanlar arası çekişmelerde Osmanlı Devleti'nin hakemlik rolü üstlendiği bilinir. Papalığın çıkardığı Masonları Aforoz emrini 18. yüzyılın ortalarında Osmanlı'daki Rum ve Ermeni kiliseleri kendi dillerine çevirip örgütlerine dağıtmışlardı. Buna karşılık o dönemlerde Bektaşi hatta Mevlevi tekkelerinde Masonlar'la sohbetler düzenlenmeye başlandı. 18. yüzyılın sonunda Osmanlı, geri kalmışlığını aşmak için batı modelinden yararlanmaya başlayınca durum değişti. Gavur damgalamalarının yanı sıra Masonluk özentisi iddiaları da gündeme getirildi. 1860'lara gelindiğinde İslam dünyasının Bektaşi ve Mevlevi kökenli yönetici ve düşünürleri arasında kuruma katılanlara rastlanıyordu. Tanzimat'ın iki ünlü devlet adamı Mustafa Reşit ve Fuat Paşalarla Mısır Hıdivliği'nde iddialı Prens Halim Paşa Masondular. Hatta son ikisi Büyük Üstatlığa bile getirilmişlerdi. Cezayir'de bağımsızlık mücadelesi veren Emir Abdülkadir'in de Mason olduğu biliniyor. Pan İslamcı akımın baş savunucusu Afgani başvurusunda "Kutsal Mason derneği üyelerinden, derneğe katılmama izin vermelerini ve şerefli kürsüye dahil olmamı onaylamalarını rica ederim" diye yazmıştı. Sultan Abdülaziz'i etkileyip kendi oğlunu Mısır Hidivliği'nde ön sıraya sokan İsmail Paşa'ya kızan Mısırlı Bektaşi Prens Halim Paşa, siyasette etkinliğini artırmak için Masonluğu kullanmayı denedi. Hem Fransız hem de İngiliz üstatlarıyla işbirliği yaparak Mısır Büyük Locası'nın büyük üstatlığına getirilmeyi sağladı. Yerli 575 Faruk Arslan halktan da buna yeni üyeler katılmasını gerçekleştirdi. Böylece, Osmanlı devlet politikasını etkilemek için Masonluk'tan doğrudan yararlanma girişimleri çağı başlamış oldu. Halim Paşa, Yeni Osmanlıların önderi Bektaşi Namık Kemal ve diğer Bektaşi arkadaşları ile işbirliği yaparak Avrupa'ya çekilmiş olan Mustafa Fazıl Paşa ile de ilişki kurdu. Bu girişimlerin projelerini aksatabileceğini hesaplayan Hidiv İsmail Paşa da Masonluğu kullanarak karşı atağa geçti. 1860 ve 70'li yıllarda, Avrupa'da siyasi açıdan Masonluk işlevini tamamlamış görünüyordu. Buna karşılık Osmanlı toplumu ilk kez açık açık Masonluk'la, daha doğrusu onun özel "koloniyalist" şekliyle karşılaşmaktaydı. 1 Temmuz 1872'de Hasköy'de, Osmanlı ülkesindeki ilk Mason mabedinin temelinin atılması, artık ortada Osmanlı yönetiminden çekinecek bir şey kalmadığını kanıtlıyordu. Ancak Sultan Aziz'in keyfiliklerini frenleyen Ali Paşa'nın 1871 Eylül'ünde ölümü ve yerine yumuşak başlı Mahmut Nedim Paşa'nın sadrazamlığa gelmesi Masonlar'da endişe yarattı. 20 Ekim 1872'de Osmanlı saltanat ve hilafetinin veliahtı Şehzade Murad Proodos (Terakki) locasında tekris edilerek Mason oldu. Abdülhamit'e de Mehmet Reşat'a da, hem de aynı zamanda, Mason olma önerisi yapıldığı hakkında bir iddia vardır. İkisinin de ret ettikler. Abdülaziz' in Mason Bektaşiler darbesiyle tahttan indirilmesi ve Murad'ın padişah halifeliğini ilanı, Mason çevrelerinde İslam ülkelerine yönelik büyük başarı sağlandığı kanısını doğurdu. Yeni hükümdarın istendiği yönde etkilenebileceğine inanılıyordu. Ancak Murad'ın üç ay içinde ruhi bir buhran geçirmesi ve yerini Abdülhamid'e bırakması, hesapları boşa çıkardı. 576 Faruk Arslan Abdülhamid'in daha tahta çıkışının ilk günlerinden itibaren şöyle bir politika izlediği görülüyor: İslam'la Masonluk bir arada olur mu, olmaz mı tartışmasına girişmemiş, emrivakiyi benimsemiş ama kamuoyunda işlenmesini engellemiştir. Farklı ırk ve dindeki cemaatleri kaynaştırdığı tezini daha ciddiye almış fakat asıl önemi bütün Avrupa hükümdarlarının Masonluğun koruyuculuğunu üstlenmiş olmaları hususu üzerine yönelmiştir. Bu davranış şeklini tahta çıkışıyla birlikte başlattığına inanıyoruz. Avrupa'nın desteği olmadan, mali iflasını ilan etmiş "Hasta Adam"ın ayakta kalamayacağını biliyordu. Ahmet Midhat'ın matbaasında basılan "Esrarı Farmason" isimli kitap, kuruma bir hayır cemiyeti niteliğine dönmeyi önermekle, Abdülhamid'in fikrini yansıtıyordu. Abdülhamid'in geçmişte yanlış olarak Masonlar'ı çuvallara koydurup Marmara denizine attırdığı dedikoduları ortalıkta dolaşmıştır. Oysa mabeyincilerini ve yaverlerini Mason balolarına gönderdiğini, 100- 150 altın bağışta bulunduğu ortaya çıktı. Karşılığında törenler "Padişahım çok yaşa" bağırtılarıyla başlıyordu. Açıkça karşıt düşüncelerin "Barış içinde birarada yaşaması" ilkesini başarıyla uygulayan masonlar Bektaşiler, elit Sebataycılardan besleniyordu. Bunun bir diğer iğrenç örneği, donanmasının başına İngiliz ve Mason Hobart ve Woods Paşaları getirmesidir. Özetle, siyasete bulaşmamaları koşuluyla Masonlara tam bir serbesti tanıyordu. Abdülhamid iktidara geldikten sonra Yeni Osmanlılar'ı tasfiye etmekte zorluk çekmedi. Bir belgesi olmadığı halde Mason denilen Mithat Paşa'yı anayasal şekilde uzaklaştırdı. Abülhamid'in davranışı locaları yok etmeye 577 Faruk Arslan yönelik değildi. Amacı ülkeyi dışardan yönetme eğilimlerini frenlemek ve de yerlilerin fazlaca ilgilenmesini önlemekti. Localar daha çok yabancıların kendi aralarında biraraya geldikleri yerler oldu, Türk ve Müslümanlar'ın hatta gayri-Müslim vatandaşların ilgisi de azaldı. Ülke içinde özellikle Balkanlar'daki örgütlenme tamamen masonik Bektaşi yapılanmaydı. 1878 Berlin Anlaşması'ndan sonra Balkanlar'daki reformlar için merkez kabul edilen kentlerin başında Selanik vardı ve ordu merkeziydi. Çeşitli Avrupa uluslarına ait cemaatler de vardı. Tabii örgütleri de. Yabancı işadamlarının çok sayıda bulunduğu kentlerde Mason locasının var olması doğaldı. İttihatçılara, "şemsiyelik" yapacak İtalyan Macedonia Rizorta Locası Üstadı Muhteremliğine Selanik Hukuk Okulu'nda hocalık yapan, avukat Musevi Karasso getirildi. Ülke içindeki Jöntürkler'in Masonluk'la ilişkiye girmeleri, ona güvenlerinin sonucudur. 1903-1908 arasında Macedonia locasına 154 kişinin alındığı biliniyor; bunların 42'si Türk'tür, hepsi Bektaşidir. İlk kaydolanlar arasında İttihat ve Terakki yönetiminde ön planda rol oynayan gazeteci Fazlı Necip'i, Talat Bey (Paşa), Midhat Şükrü'yü görüyoruz. Başka localarda üye olanların diğerlerinin toplantılarına katılması adet olmadığı halde, Bektaşi Cavit Bey'in (Sonrasının Maliye Nazırı) Macedonia'ya muntazam devam etmesi, bambaşka bir çalışmanın varlığını kanıtlıyor. Ancak locada buluşanların hepsi Mason değildi. İttihatçılar'ın Mason bağı ilk kez 25 Temmuz 1908 günü Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan sokak gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de 578 Faruk Arslan katılmasıyla ortaya çıktı. Localar eski ihtiyatlılıklarını bırakıp daha kolay üye almaya, tekris yapmaya yöneldiler. Bu ilgi, İttihatçı liderleri Bağımsız Osmanlı Masonluğu kurma düşüncesine yöneltti. Avrupalılar'ın buna izin vermeyi pek arzulamadıkları kısa zamanda farkedildi. İngiliz ve Fransızlar'a karşılık İtalyanlar bir süre direndikten sonra onay verdiler. Büyük Doğu'nun üstatlığına Bektaşi Talat Bey getirildi. Aynı sırada iki girişim Osmanlı-İngiliz ilişkilerini etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile ilişki kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Aynı anda 1909'un ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci kongresinde antiMasonluk gündeme geldi. Mustafa Kemal'in teklifi, cemiyetin açık bir siyasi parti haline gelmesinin yanı sıra askerlerin siyasetten çekilmesi ve Masonluk'la ilişkinin kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle "mürteci" diye damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin yönetimiyle ilişkisi tamamen kesilmiştir. Asıl olay yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan Miralay Sadık'ın "Siyonistlik/Farmasonluk aleyhindeki layihası" idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet Rıza'nın cemiyetten atılmalarını istiyordu.. Gerek Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte, bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Bütün politikalarında Siyonizmi destekleyen ve Masonluğu kendi malı sayan İngilizlerin propaganda için, İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde yayın yapmaları gerçekten ilginçtir. Bektaşilikleri ise gündeme getirilmemiştir. 579 Faruk Arslan Libya ve Balkan Savaşları ile 1913 yılı ortasına kadar süren bunalımlar toplum için hiçbir anlam taşımayan Mason tartışmalarını doğal olarak geri plana itti. Mason olmayan ve bu kuruma fazla sempatiyle bakmayan Enver Paşa'nın Harbiye Nazırı olup İttihat ve Terakki'yi yönetir duruma gelmesiyle, esasen durgunlaşmış olan CemiyetMason ilişkisi daha da canlılığını kaybetti. 1914'de Savaş ilan edilince Bektaşi olmayan Enver Paşa locaların faaliyetlerini durdurmalarını emretti. Ancak Bektaşi Talat Paşa'nın müdahalesiyle localar tekrar aktif oldular. Dünya Savaşı'nı kaybedip 1918'in Kasım'ından itibaren her bölgesinin işgal altına girmesiyle, Osmanlı toplumu beş yıllık bir esirlik süreci yaşadı. Galipler her alanda istediklerini benimsettiriyor ve bunları itiraz etmeden uygulayan destekçiler de buluyorlardı. En yoğun kampanya, özellikle İngilizler'in yönlendirişi altında İttihatçılık'tan arındırma idi. 1918 sonunda İttihatçılar'a yöneltilen en büyük suçlama devleti savaşa sokmuş ve yenilgiye uğratmış olmaktı. Savaş kararını kendi başına alan Enver Paşa idi ve hükümetin Mason Bektaşi üyeleri -Sadrazam Said Halim Paşa, Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey, Bahriye Nazırı Cemal Paşa buna karşıydılar ama, hepsini suçlamak İttihatçı karşıtlarının işine geliyordu. Localar içinde fiili temizlemeyi yapan, sabık İttihatçı Rıza Tevfik'tir. Kendisi de Mason olan bu kişi, hayatı boyunca aşırılığını frenleyemediği söylemler arasında zikzak çizmiş biriydi. Osmanlı Büyük Maşrık'ının başına getirildi ve temizliğe girişti. Rıza Tevfik İttihat ve Terakki'ye mensup Masonlar'ın listesini basına ve polise 580 Faruk Arslan verdi, birçok Mason İttihatçılık suçlaması ile sürgün edildi. (Koloğlu, 2006). Devrin en ünlü mason Bektaşisi Mehmed Talat Paşa (1874-1921) İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerindendir. Meclis Vekilliği, Dahiliye Nazırlığı, Posta Vekilliği ve 1912'de Sadrazamlık yapmıştır. Nedense Yahudilerin çalıştığı Alyans mektebinde öğretmenlik yaptığı hep gizlenir, Yahudi olduğu yazılmaz. ( Küçük, 2006). Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının suçlularından birisi olarak görülmeyi gururuna yediremez ve 1918 yılında ülkeden ayrılır. 1921 yılında, yerleştiği Almanya'da bir Ermeni komitacı olan Sogomon Tehliryan tarafından öldürülmüştür. Kemikleri, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri getirilir ve Hürriyet-i Ebediye şehitliğine defnedilir. Türkiye Büyük Locası'nın ilk Büyük Üstadı olan Talat Paşa, Masonluğa, İttihat ve Terakki hareketinin başladığı ve kurucuları ile üyelerinin büyük kısmının bulunduğu Selanik'teki Macedonia Risorta Locası'nda 1903 yılında başlar. Bir sene sonra, Veritas Locası'na geçer ve burada II. Nazırlık görevinde bulunur. Veritas Locası, 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Selanik'te yapılan kutlamalara regalyalarıyla katılmış bir locadır. 1909 yılında, 33.dereceye yükseltilir ve Türkiye Yüksek Şurası'nın başına getirilir. Bu esnada İstanbul'da çalışan Vatan Locası'nın kurucuları arasında yer alır. Aynı yıl içinde kurulan Türkiye Büyük Locası'nın Büyük Üstatlığına da getirilen Talat Paşa, bu görevini artan siyasi görevleri ve hazırlandığı Sadrazamlık vazifesi sebebiyle 1910 yılında Faik Süleyman Paşa'ya devreder. 581 Faruk Arslan Sadrazam olduğu dönemde kendisine Mason olduğu yönünde yapılan sataşmalara, kürsüden şöyle cevap vermiştir: "... Şahsım hakkında bir itham da Mason olduğumdur. Evet, Masonum. Nasıl Bektaşiliği, milli bir tercih yolu olarak kucakladımsa, Masonluğu da alem şümul bir beşeri muhabbet ve uhuvvetin bütün insanlık için saadet ve huzuru temin ve tesis edecek yolun, daha çok fikri irşat membalarından telakki ve kabul ettim. Böylesine alem şümul muhabbet ve uhuvvete milletimi layık ve bu faziletin onun zatında mündemiç olduğuna inanarak, Osmanlı Masonluğu'nun Maşrık-ı Azamlığını kemal-i fahr ile kabul ve ifa ettim..." Tekrar 3 Mart 1909’da İstanbul’da, Tokatlıyan Otel’de yapılan Mason Yüksek Şurası toplantısına dönelim. Toplantıya o anda 33. dereceye ulaşmış 12 mason katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre 1’den 12’ye kadar sıralanıyor. 1 Numara’daki kişinin adı Mehmet Talat Sai, o esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi Reisi ve milletvekili. Ondan önce de Alyans İsrael’de Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zaman bu isimle tanınıyor ve daha sonra tarihe Talat Paşa olarak geçecektir. Bu toplantılardan sonra diğer bazı önemli tarihi şahsiyetlerin de (13. Isim olan İttihatçı Rahmi Bey gibi) 33. dereceye yükseltildiğini görüyoruz. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar’a ait İnternet sitesinde, Meşhur Masonlar olarak gururla ilan edilenlerden birisi de Talat Paşa; aynen şöyle yazılmış: Talât Paşa (18741921) Sadrazam Araştırmacı Suat Parlar, Yves Ternon’un "Ermeni Tabusu" kitabından alıntı yaparak bazı bağları irdeliyor: 582 Faruk Arslan "Talat Paşa, İttihat Terakki’nin sivil kanadının lideridir. Bu örgüt ustası, İttihat Terakki’nin temel yapıtaşlarının oturtulması ve cumhuriyete kadar uzanan tarihsel süreçte devlete katkılarıyla önemli bir konumdadır. Edirne’de bulunduğu sıralarda musevilerle kurduğu ilişkiler ve bu ilşiklerin örgüte taşınması, ideolojik alan başta olma üzere İttihat Terakki’yi derinden etkilemiştir. Etkileri günümüze kadar uzanan, Türkiye-Museviler, siyonist örgütler, İsrail -Türkiye ilişkilerinin temelleri İttihatçıların bu güçlü adamının izlerini taşır. (…) Alyans Israilite Universelle’de Türkçe öğretmenliği yapan bu önemli devlet adamı sadrazamlığa kadar yükselmiştir." Alyans (Aliance, Aliyans ) Israilite Universelle’nin önemi pek bilinmez. Siyonizmin temelleri bu okullarda atılmıştır. Bu okullarda okuyanlara hitap eden, bu okullarda öğrenilen Fransızca nedeniyle, Dinç Bilgin’in babası İzmir’de Fransızca gazete çıkarmıştır. Aliya, Erez İsrael’e yani Nil’den Fırat’a kadar olan, vaadedilmiş Kenan ülkesi topraklarına göç demektir. Bu topraklara gelene "ole" yani yükseğe çıkmış deniyor. Çünkü, bu topraklarda yaşamak bir farz, dini bir vecibe. Talat Paşa hem mason hem de Bektaşi. Halifebaba Turgut Koca’nın geriye bıraktığı önemli belgeden bunu bir kez daha öğreniyoruz. Talat Paşa, Edirneli ancak hiç kuşkusuz Selanik ile çok yakın bağı var. Selanik’te kurulmuş ve bugün İstanbul’da devam eden, Selanik kökenli önemli bir okul olan Şişli Terakki’nin de bağlı olduğu Terakki Vakfı’nın sitesine girip mezunlara baktığımızda, 1998-1999 mezunları arasında Ziya Muzaffer kızı Busitan Senem Talatpaşaoğlu’na rastlarız. 583 Faruk Arslan İslam mistisizmini barındıran Bektaşilik ile Yahudi mistisizmi barındıran Sabataycı tarikatın ilişkilerini inceleyerek devam edelim. 584 Faruk Arslan Dokuzuncu Bölüm SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ 18-19. Yüzyıldaki Sabatayist kimliği anlamada “heterodoks” sufi tarikatlar kilittir. Bunun en önemli nedeni söz konusu tarikatların Sabataycılara daha hoşgörülü bir yaşam biçimi sunmasıdır. Sabataycı kimliğin kendini yeniden nasıl inşa ettiği bu dönemde Sufizmin Bektaşi koluna mason kimlikleriyle girdiler. Sabatayizm mistik ve mesihçi bir hareket. Bektaşi sufizmdeki yanılmaz/kurtarıcı şeyh fikri Sabatayizmdeki mesih fikrine çok benziyor. Bir başka neden de teorik ve pratik olarak İslam sufizmi Yahudi Kabalasından daha zengin. Bunlar Sabatayistlere ilgi çekici geldi. Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora tezini Sabatay Sevi hakkında veren Cengiz Şişman, Sabatay Sevi ve Sabataycılar: Mitler ve Gerçekler isimli kitabında, Sebataycılık tartışmalarının 19. Yüzyılda, Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından ve 90’lardan sonra alevlenmesini maksatlı buluyor. Şişman, Sabataycıların mübadeleden sonra bir birlik oluşturamayarak dağıldığı görüşünü savunuyor. Bu tez, Sabataycıların Mason Bektaşi kimliklerini dışladıkları anlamına gelmiyor. Bu dönemlerin özellikleri neler? Tartışma hiçbir zaman bitmiyor ama bu dönemlerde alevleniyor. İlk dönemde Sabataycılar, aydınlanma ve moderniteyle karşılaşıyor. 585 Faruk Arslan Selanik batılılaşma rüzgarlarının en önce ve en güçlü hissedildiği yer. Bu cereyanların etkisine kapılan Sabataycılar eski geleneklerinden arınmaya çalışıyorlar. Mesih beklentisinin ve diğer doğmalarının Aydınlanmacı fikirlere karşı dayanmasının imkanı yok. Bu dönemin dışsal faktörüne baktığımızda da Osmanlı’nın bir sistem krizi yaşadığı ve Avrupa ile ilişkilerinin çok karmaşık olduğu dönemler. Ve bunun neticesinde de 1908 Devrimi’ne giden süreç. 1923’teki kırılmanın içsel nedeniyse geleneksel cemaatin sona ermesi. Bu dönemde eski fikirlerle geleneksel cemaat korunamıyor. İnsanlar bireyselleşmiş, Aydınlanmış ve artık eski fikirlere inanmıyorlar. Bu insanlar hem kendi geleneksel düşüncelerinin hem de geleneksel İslami toplumun baskısı altındalar. Cumhuriyet onlara iki baskıdan da kurtulma imkânı sağlıyor. Bu yüzden çoğu yeni toplumun modern ve seküler bireyleri olmayı tercih ediyorlar. Hatta büyük çoğunluğu geleneklerini yeni kuşaklara aktarmama kararı alıyor. Kuşkusuz bu karar herkesi bağlamamıştır ve küçük bir kısım insan yoluna devam etmeyi seçmiştir. Ama büyük çoğunluğu bu karara uyuyor. Nitekim günümüzde Sabatayist kökenli insanlar arasında konu hakkındaki bilgisizliğin en önemli nedenlerinden birisi bu karardır. (Şişman, 2006). Bektaşilik kamuflajı zaten Sabataycılara yeterince koruma sağlıyor. Selanik Dönmeleri hakkında ortaya atılan komplo teorileri dört ayrı dönemde ortaya atılmıştır. 1908 Devrimi’nin hemen sonrasına rastlayan birinci dönemde söz konusu iddialar İttihat ve Terakki yönetimini yıpratmak amacıyla ortaya atılmıştı. İngiliz emperyalizminin çıkarlan doğrultusunda hazırlanan “Lowther Raporu” bu iddiaların asıl kaynağıdır. Lowther 586 Faruk Arslan Raporu daha sonraları hakim dinin İslam olduğu sömürgelerde devrimci İttihat ve Terakki yönetimine karşı gelişen sempatiyi yok etmek için kullanılmıştı. İngiltere tarafından sömürgelerde propaganda amacıyla dağıtılan rapor sayesinde, Doğu ilk kez komplo teorileriyle tanışmıştı. Cumhuriyet Devrimi sonrasında devrimi yapan kadrolara karşı muhalefet ve nüfus mübadelesinin yarattığı toplumsal koşullar Selanik Dönmeleri hakkındaki iddiaları tekrar gündeme getirdi. Daha sonra gündemden düşen iddialar İsrail’in kuruluşu esnasında tekrar canlanır gibi oldu. Ama Selanik Dönmeleri hakkındaki komplo teorilerinin dördüncü ve asıl ortaya çıkışı Büyük Ortadoğu Projesi sırasında gerçekleşti. ABD’nin Türkiye için Kemalizm döneminin bittiğini, Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlı olarak “Ilımlı İslam” döneminin başladığını iddia etmesiyle birlikte Selanik Dönmeleri ile ilgili iddialar tekrar piyasaya çıktılar. 1908 Devrimi’ni yapan İttihat ve Terakki’ye karşı mücadele esnasında “imal edilen” söz konusu iddialar, bu kez de Cumhuriyet Devrimi’ni yapan kadrolara karşı kullanılmaya başlanmıştı. Öte yandan BOP’un stratejik bölgelerinde yaşayan neredeyse herkesin Yahudilerle akraba olduğunu ileri süren bu iddialar, bölgede etkisini artırmaya çalışan İsrail’in de işini kolaylaştırmaktadır. İçinde yaşadığımız coğrafyaya geçmişte İngiliz emperyalizmi tarafından Lowther Raporu aracılığıyla sokulan komplo teorileri, günümüzde de ABD’nin önünü açmaktadır. (Günaydın, 2004). Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz 587 Faruk Arslan Türkler” de diyebileceğimiz eski Mason Bektaşi elit gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı kökenlileri insanların rollerinin önemsizleşmesinde bu sürecin de önemli olduğunu düşünüyorum. Soner Yalçın ve Yalçın Küçük Sabataycıların çeşitli İslami tarikatlara sızdıklarını ve buralarda faaliyet gösterdiklerini yazdıkları sansasyonel kitaplarda söylüyorlar. Aslında Bektaşi kaleleride düşmek üzere olduğu için işi “Beyaz Müslüman” avına dönüştürdüler. Soner Yalçın ilk kitabında yaptığı metodolojik ve pratik hataları daha vahimini ikinci kitabında tekrarladı. Bir kere çok ciddi temel İslam ve Sufizm bilgileri eksiği var. Ayrıca bir iki örnekten yola çıkarak genellemeler yapıyor. Osmanlı’nın son döneminde yaklaşık 400 tekke var İstanbul’da. Sabatayist kökenli insanlardan Melami, Bektaşi ya da Mevlevi olanlar var. 19. Yüzyıla kadar bu doğrudur. Ama bu tarihten sonra bu insanların çoğu Aydınlanmadan etkilenmiş ve agnostik ya da ateist olmuştur. Bu nedenle Bektaşiler ve Aleviler solcu kimliği benimsemiştir. Bektaşiliğe geçerek sufileşme 19. Yüzyıldan sonra masonlukla beraber gelişen bir süreç. Elbette burada “İslamın Yahudileştirilmesi”nden bahsedemeyiz. Kaldı ki zaten Sabataycılık teolojik anlamda Yahudilikten, en az Hıristiyanlık kadar farklıdır. Mesela Karakaş grubunun kurucusu Osman Baba, Baruhya Ruso, Yakup Kerido’nun oğludur. 1676 yılında doğmuştur. 1716 yılında Mesihliğini ilan etmiştir. En radikal kol olan Karakaş grubu onu Sabetay’ın tek varisi olarak görmüştü. Onu bu cemaat “Lord”, “Senor Santo” ve aynen Sabetay gibi İsrail’in Tanrısı olarak kabul ettiler. Baruhya, Tevrat’ın 36 yasağının ihtivalarını değiştirdi. Sabetaycılığa yeni bayramlar ekledi. Bektaşiliğin içine girerek “Osman 588 Faruk Arslan Baba” adını aldı. 1721 yılında genç yaşta vefat etti. Türbesi ise, Karakaşlar’ın Hac yeri oldu. Osman Baba Bektaşi tarikatında Dede'lik derecesine kadar yükselmiş olup, mezarı Bulgaristan'ın Khaskovo köyününün güney batısında bulunuyor. Osman Baba’ya bağlı kalan Karakaş’lara, onun ölümünden sonra Polonya’dan gelen ve Jacob Frank’ın Aşkenaz kökenli müridleri olan Lehliler de katıldılar. Karakaşlara Onyollu denmesinin bir sebebi de Osman Baba’nın, Hıristiyan-Musevi-İslamBektaşi-Sufi-Kabalistik bir inanç sistemi yaratmasıydı. Onyollu-Konyosos ismi daha sonraları türeyerek, Kalyoncu-Koyuncu oldu. Osman Baba’nın soyundan gelenlerin bir kısmı, Özmen soyismini aldılar. Osmanlı'nın ünlü maliyecisi Cavit Bey de bu soydan geliyordu. Ona inananlar günümüzde gruplar halinde İstanbul, İzmir, Bursa, Tarsus, Antalya, Tekirdağ, Manisa, Denizli, Uşak, Aydın ve Eskişehir'de yaşamaktadırlar. Kürt Yahudileri'de bu grupla evlenmektedirler. Efendi yazarı Soner Yalçın'ın 600 sayfalık kitabında, 'Gizli dinli’ başbakanlar, bakanlar, bürokratlar, işadamları, medya mensupları, askerler resm-i geçit yapıyorlar... 400 yıl kadar önce “Biz müslüman olduk” yalanını kıvıran Sabetay Zvi ve yakınlarının 200 kadar aileden ibaret olduğu biliniyor; bu süre içerisinde müthiş üretken bir hayat geçirmiş olmalılar... Hep birbirleriyle evlenme zorunluğunu düşünürseniz, karşımıza çıkan kadronun kalabalıklığı gerçekten şaşırtıcı... Evliyazadeler, Uşşakizadeler, Yemişçizadeler ‘Sabetaycı’ olunca, onlarla akrabalık bağı bulunan herkes, “Sabetaycı Sabetaycı olmayanla evlenmez” diye bir kural da olduğu için, aynı kategoriye giriyor çünkü... Yalçın Küçük, bu kuralı, 589 Faruk Arslan “İbraniler Müslüman’la evlenmez” biçiminde yumuşatıyor... İzmir deyip geçmeyin; ülkemizin önemli pek çok şahsiyeti orayla bir biçimde irtibatlı... Selanik’te kurulan İttihat ve Terakki liderlerinin neredeyse tümü, Talat Paşa’dan başlayarak, ‘gizli dinli’ imiş zaten, işin içine İzmir de girince çember genişliyor... ‘Efendi’ kitabının merkezindeki ailelere damat girenler, başta Atatürk ve Menderes olmak üzere, Cumhuriyet tarihimizin en önemli isimleri... İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım da İzmirli; Yalçın Küçük “Çocuklarını Sabetaycı olarak yetiştirdi” diyor onun için... Soner Yalçın’ın kitabında, Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki Aral’ın da adı geçiyor... Celal Bayar ise Yahudi okulu mezunu... ( Kıvanç 2004). İhtida meselesi Osmanlı imparatorluğu döneminde hep olagelen bir şeydir. Pek çok Yahudi müslüman olduğu gibi Polonyalısı, Rum'u, Macar'ı, Sırp'ı da hatta tek tük de olsa Fransız muhtedilerin varlığını biliyoruz, bu kişiler arasında paşa, sadrazam ve vezir olanların sayısı hiç az değil. Öte yandan muhtedilerin müslümanlığı da tartışma konusu edilmemiştir. Bugün bile Türkiye'de en çok okunan Kur'an meallerinden birisi, Yahudi kökenli müslüman bir alim olan Muhammed Esed'in mealidir. Mevlevi dedelerinden Esad Dede, Müslüman-Türk camiasında itibarlı yerleri olan Mehmet Akif ve Tahir'ül Mevlevi başta olmak üzere pek çok isme hocalık etmiştir. Bu nedenle Esad Dede Avdeti olmasına rağmen hayırla yad edilen bir alimdir. Elbette bu gibi şahsiyetlerin konumunu, Soner Yalçın'ın Tempo dergisine verdiği söyleşide olduğu gibi, "Sabetaycılar İslama da sızdı" üst başlığıyla verilmesi doğru değildir. Bu sakat bir bakış açısıdır. 590 Faruk Arslan "Sızma" kelimesi Türkiye Komünist Partisi literatüründe de partiye sızan polis ajanları veya ajan provokatörler için kullanılan, kötü niyetliliği ifade eden bir kavramdır. Bu kavramı insanların inançlarını ve niyetlerini sorgulamaya yönelik olarak kullanmak aşırılıktır. Gerçekten de Avdetilerden müslüman camiada hayırla yadedilenlerin sayısı çok fazladır, bunu bir 'sızma' olarak değil bir 'katılma' olarak anlamak gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı dini çevrelerinde ilimde derinleşen kişiler, kökenlerine bakılmaksızın baştacı edilmişlerdir. Osmanlı döneminde Avdeti kökenli pek çok insan, Avdeti kökenli olmayan binlerce insan gibi, kendilerine en yakın buldukları tasavvufi yapılara mensup olmuşlardır. Bu bağlamda Bektaşilik, Mevlevilik, bazı Kadiri, Rufai, Rıfai, Celveti gibi diğer tarikatlere kıyasla daha serbest, daha geniş, daha hoşgörülü olduğu düşünülen tarikatler, Avdeti müslümanların ilgi gösterdiği tasavvuf grupları içerisinde yer almışlardır. Bunun bir sızma olduğunu iddia etmek için yorumdan çok güçlü kanıtlara ihtiyaç var. Diğer taraftan Avdetiler içinde, kültürel ve etnik kodlara sahip olmak dışında eski inançlarını şu ya da bu şekilde yaşayanlar varsa bile, bu tartışılması yahut itham edilmesi gereken bir şey değil, hoşgörüyle karşılanması gereken bir şeydir. (Muradoğlu, 2007). Devletde bunlar olup biterken Anadolu halkı, bu tartışmalardan habersiz veya ilgisiz yaşamıştır. Ben daha çocukken Çorum'da çok yakın bir arkadaşım bana gelip kendisinin Alevi olduğunu söylediğinde, ben ‘ne farkeder ki?’ demiştim. Çok şaşırmıştı. Belli ki, kendisine öğretilenler benim için güya farkedeceği yönündeydi. Bu memlekette, çok ilginçtir, Türk Sünnilere Alevileri 591 Faruk Arslan sorduğunuzda bir düşmanlık ya da bir art niyetli söz duymazsınız. Laf edenler de zaten kendini din koruyucusu zanneden birkaç kendini bilmezdir. Aynı soruyu Alevilere sorarsanız, Sünnilerin kendilerine düşman olduklarını sanırlar ve daima uzak durmaya çalışırlar. Sünnilerce kesinlikle böyle bir şey yok iken, Alevilerce neden böyle bir his olduğunu uzun yıllar anlayamadım. Bunun sebebi, Sabetaycı Yahudiler, daha doğrusu mason Bektaşilerdi. Alevilerin içine 19.-20. yüzyıldan itibaren sızmış ve maddi zenginliklerinden dolayı yükselmeyi başararak, esas ve gerçek Alevi ailelere sözlerini geçirmiş, ve bu andan itibaren Alevilerin güvenini kazanarak onların temel düşünce öğretilerini değiştirmişlerdi. Kutsal Dedelik ünvanını dahi alarak ve bazıları da kendi geliştirdikleri gelenekler ve Alevilik tarihi kitapları yazarak Alevi insanların doğuştan itibaren, Sabetaycı mahsülü bu doktrinlerle beyinlerini yıkamışlardı. Sabataycılar, Aleviliğin Sarı Keçeli Türkmenleri, Kayalar Bektaşileri, Ali Koçlular ve Babailer (Otman Baba) kollarına girdiler. Özellikle Sarı Keçeli ve Kayalar Bektaşiler Kolu, Yunanistan'ın Selanik iline bağlı Vardar nehri yakınında bulunan Gevgeli ilçesi, Nutya, Kara Sinanlı, Alçaklar, Vodina, Kilkis , Mayadağ, Poroy köylerinden mübadele ile göç ettirilmişlerle doluydu. Bu toplum, Tekirdağ iline bağlı Şarköy ilçesinin, Uçmak dere, Gazi köy, Hasköy, Kirazlı, Çinarlı, Yukarı ve Aşağı Kalamış, Mürefte, İğdelibağlar köylerine yerleşmişti. Bir kısmı ise, İstanbul, Bursa, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Edirne ve Kırklareli'ne yerleştiler. 592 Faruk Arslan Kayalar Bektaşileri ise, Babagân koluna bağlı olan guruplar içinde yer aldı. Günümüzde; Kırklareli, Keşan, Tekirdağ ve Manisa’da toplu halde mahalleler kurdular. Bu toplum mensuplarının tümü Bektaşi kökenli Yunanistan'ın Kayalar kasabası ve çevre köylerindendir. Özellikle bu iki kol Sabetaycılarla aynı özellikler taşıyordu. Bu yıllarda Sivas’a hükümet göreviyle gelen Man soy isimliler Sabetaycıydı Bektaşi Aleviydi. Bülbülderesi Mezarlığı sadece Sabetaycı Mezarlığı değildir. Mezarlığın aşağı kesimlerinde Aleviler de yatıyor. Bu zatlar Aleviliğe girmiş Sabetaycılardır. Bunlar hangi gurupların mensuplarıdırlar? Rahmetli Bedri Noyan neden Sabetaycılar içinde gösterilir? Halifebaba Turgut Koca’nın Mason, Bektaşi ve Melami İttihat Terakki Üyeleri isimli listesinde (Toplumsal Tarih, Ocak 2002, s.16) Bektaşilerde iki Ürgüplü dikkati çekiyor. Şeyhulislam Ürgüplü Hayri ve Mustafa Hayri Ürgüplü. Şeyhülislam da nasıl Bektaşi oluyor derseniz, oluyor işte… Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin 1832. Sayfasında bir fotoğraf yer var; fotoğrafta İttihat ve Terakki’nin ilk Merkez-i Umumi Üyeleri var. Bu üyelerden birisi de Hayri (Ürgüplü) diye belirtilmiş. Hayri Efendi, İttihat ve Terakki’nin Selanik Şubesi kurucusu aynı zamanda. Larousse’un Hayri Efendi Ürgüplü maddesinde, Hayri Efendi’nin Hukuk Fakültesi mezunu ve 1908 sonrası milltevekili seçildiğini, sırasıyla Evkaf Nazırı, Adliye Nazırı ve Şüreyaı Devlet Reisliği yaptığını, 1914’te de Şeyhülislamlığa getirildiğini, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında ilan edilen "Cihadı Ekber"in da Şeyhülislamlığı dönemine denk geldiğini 593 Faruk Arslan söylüyor. Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya sürülmüş. Turgut Koca, İttihatçılardan iki Bektaşi Ürgüplü yazmış. İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk isimli eserinde şöyle yazmış : "Cumhuriyet dönemi Başbakanlarından da mason olanların sayısı sanıldığınından çok daha fazladır. Süleyman Demirel’e gelinceye kadar Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam, Suat Hayri Ürgüplü ve Naim Talu da mason başbakanlardır." (s.416) İlhami Soysal, şöyle devam ediyor : "… Belkemiğini 1965 seçimlerini kazanacak olan AP’lierin oluşturduğu hükümette Başbakan Suat Hayri Ürgüplü masonluğu babası Evkaf Nazırı Hayri Efendi’den tevarüs etmiştir. Başbakan Yardımcısı olan o sırada Meclis dışında bulunan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel masondur.(s.425) Suat Hayri Ürgüplü, 1903 Şam doğumlu. Galatasaray Lisesi mezunu, ticaret yargıçlığı yaparken milltevekili seçilmiş. İkinci Saraçoğlu Hükümeti’nde Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış. Kahve yolsuzluğuna karıştığı için Yüce Divan’da yargılanmış. TBMM Başkanlığı da yaptıktan sonra önemli ülkelerde (Almanya, İngiltere, ABD) büyükelçilik yapmış. 1961’de Kayseri’den bağımsız senatör sonra da Senato Başkanı olmuş. 1963’te de AP, CMKP (MHP’nin temeli olan parti) ve YTP’nin oluşturduğu koalisyonda bağımsız olarak Başbakan olmuş. "Tanrı" yürü ya kulum dediği için bundan sonra da Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü olmuş. (Larousse) Suat Hayri Ürgüplü Başbakan iken Ticaret Bakanı da Turan Kapanlı’dır. Yesevizade’den Turan Kapanlı’nın Selanik doğumlu, İlhami Soysal’dan da mason olduğunu 594 Faruk Arslan öğreniyoruz. Bu hükümetin mason bakanları elbette sadece bu isimler değil. Şu satırlar John Freely'nin Kayıp Mesih adlı kitabından: "(Sabatay) O sırada orada bulunan ve kendisine karşı oldukları bilinen başhahamla beraberindeki üç hahamı, Kutsal Kitap'ta sözü geçen "eti yenmeyen pis hayvanlara", (...) Benveniste'yi bir deveye, diğer üç hahamı da sırasıyla bir yaban tavşanına, domuza ve tavşana benzetmiştir." Bildiğiniz ve yukarıdaki pasajlarda görüldüğü gibi museviler domuz eti yemezler. İslâm'da da domuz murdar bir hayvandır ve eti haramdır. Ancak tavşanla ilgili bir yasak yoktur. Böyle bir yasağa alevilerde tesadüf edilir. Alevilerin tavşan eti yememeleri hangi sebeptendir, doğrusu tam bilmiyorum. Onlardaki bu uygulamada yahudilerin, dolayısiyle sabataycıların tesiri var mıdır, yoksa bu bir rastlantıdan mı ibarettir, sadece merak ediyorum. "Sabetay mektubunu her zamanki gösterişli sözleriyle bitiriyordu: "Baba'nın katına yükseltilmiş adam, Kutsal Aslan, Kutsal Geyik, İsrail'in ve Yahuda'nın Tanrısı'nın Kutsanmışı olan Sabetay Mehmet Sevi böyle buyurdu." Bu satırlar da aynı kitaptan. Demek ki Yahudilikte aslan ve geyik, ama ikisi bir arada kutsal sayılıyor. Zaten Zwi(Sevi) geyik demek. Aslan aynı zamanda Yeruşalayim'in (Kudüs) de sembolü. Aslanın her kültürde ve bu arada Türklerde de bir yeri var. Türklerin tarihinde pek çok Arslan ismi taşıyan şahsiyet mevcut. Kuvveti ve heybeti sebebiyle insanlarımız onu severler. Müslümanlıkta ise ne aslana ne başka bir hayvana kudsiyet izafe edilmez. Evet Hz. Ali için "Allah'ın Aslanı" tanımlaması yapılır, o kadar. Ancak şiilerde, 595 Faruk Arslan Alevi ve Bektaşilerde Hz. Ali'yi temsilen aslan figurları kullanılır. Bektaşiler ise Hacı Bektaş'ın hayâli resimlerinde bir kucağında aslanı öteki yanında geyiği tasvir ederler. Her ne kadar Türklerde hep kurtla kuzu karşılaştırması yapılarak misal getirilse de, bu motif avcıyla kurbanı dostane bir şekilde yanyana getirmek felsefesi olarak anlaşılabilir. Şimdi akla gelen soru şu; Geçmişte Bektaşi Tarikatı içinde yer almış Sabataycılar kutsal aslanla, kutsal geyiği bu inanç sistemine taşımışlar mıdır? Bunlar tesadüfi benzerlikler mi? Bu soruları soran uzun zamandır Sabataycılığın reklamını Gökyüzü ve Sandalcı kod adlarıyla yapan Sabataycı Tayfun Er. Gerçek ismini ilk defa burada okuyorsunuz. Dönmeler, Sabatay Sevi zamanından beri Balkanlarda, Edirne’de, İstanbul ve İzmir’de bazı Bektaşi, Mevlevi, Melaimi, Halveti ve hatta bazı Nakşi tarikatlarına sirayet etmişler. Onların bugünkü çeşitleri adetlerinin mimarı olmuşlardır. Mesela; Bektaşilik’teki ”mum söndü” olayı, Mevlevi’deki çeşitli inanış ve adetler gibi. Cumhuriyetten sonra da genelde tarikat, tekkeler, zaviyeler yasaklandığı halde bu üç tarikata dokunulmamıştır. Ve bazı tarikat şeyhlerine de dokunulmamıştır. Bu tür sirayetler onları bu toplum içinde çok iyi kamufle etmiş toplum onları pek fark edememiştir. Onları kendilerinden sanmışlardır. Mesela, şu anda Ankara’da Bektaşi tarikatının iki önemli dede-babası dönmedir. Mevlevi tarikatı şeyhi dönmedir. (Er, 2003). Sabataycılar, tarihi süreç içinde bunlar üç gruba ayrılırlar. Kapaniler, Karakaşlar, Yakubiler. Daha çok Selanik, İzmir, Edirne ve İstanbul’da yoğunlaşmışlardır. 1900’li yıllarda Selanik’in nüfusu 150 bin civarındadır. Bunun 60 bini yahudi kimlikli 20 bini dönme olmak üzere 80 bini 596 Faruk Arslan yahudidir. Bugün Türkiye’de takriben 200 bin dönme 100 bin yahudi azınlık kimlikli olmak üzere 300 bin civarında yahudi vardır. Selanik’in, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye Devleti’nin kuruluşunda büyük rolü olmuştur. Osmanlı’nın yıkılması için çalışan Jön Türkler ve İttihat terakki Partisi, çeşitli mason lojaları, Abdulhamid II’yi 1908’de görevden indiren Hareket Ordusu Selanik’te kurulmuştur. Ayrıca Jön Türkler’in liderlerinin hemen hemen tamamı İttihat Terakki Partisi’nin liderlerinin önemli bir kesimi dönmedir. Pek çoğu mason Bektaşidir. Sabetaycılar en çok Bektaşilik içinde daha sonra da Hurufilik, Mevlevilik, Melamilik içinde görülüyor. Hatta Nakşibendi Sabetaycılar da vardır. İslam mistisizmi ile Yahudi mistisizmi bu tarikatlarda buluşuyor. Sabetaycılığa en yakın öğreti Hurufiliktir. Bektaşi denilen tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve hizmetlerde bulundular. Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı. Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bir müddet sonra da hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı. Bugün Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılır: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz Müslümanlardır. İkincisi sahte, yalancı bektaşilerdir. Bunlar bozuk yolda olan hurufiler olup “batıla” ismi ile anılırlar. Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik” nedir, ilerideki bölümde bunun üzerinde duracağız. 597 Faruk Arslan Aşağıdaki belge Sabataycılığın reklamını yapan web sayfalarında dolaşıyor. Doğruluğundan kuşku duysamda Yahudi Bektaşileri deşifre ettiği için yer veriyorum: BİR BELGE: "PROCURATOR AMPLUS"- İMTİYAZLI İDARECİ Belgenin aslı Fransızca. Sarah Aliye Rana tarafından elde edilen bu belge İtalya'da Vino Ponti'nin özel kütüphanesinde 268 no. ile bulunmaktadır. PROCURATOR AMPLUS CASTELLUM DuoEt Vıgıntı Excellence, La règion du Castellum-Aegis Centrum, comprenant le prèfecture de Smyrne et une partie du prefecture de Magnèsie, est habitèe par une population de plus de 10.000 Juif-Bakhtasis auxquels il faut ajouter 3.000 JuifBakhtashis du prèfecture de Palèo-Castro. Ils y ont èmigrè depuis 1910; ils attendent anxieusement la libèration de leur Patrie pour regagner leurs foyers.Le gouvernement de Kemal Pacha, après entente apocryphe avec Thalamus, a accordè 15 sièges aux Juif-Bakhtasis dans l'Assemblè National.Les Juif-Bakhtasis ont ètè convertis à l'Islamisme, il y a environ 150 ans: ils gardent encore les pratiques juives, ils conservent le Torah et les livres de prière comme de prècieuses reliques et ils parlent entre eux la langue juive.Les ayant pris sous ma protection sur la demande, on aurait pu supposer que c'etait un but de prosèlytisme que j'avais accèdè à cette demande.L'Excellence Bozkurt Beg m'adressa une lettre pour me confier le pouvoir:'C'est des Juifs nous avons 598 Faruk Arslan pris cette contrèe, c'est à eux que nous la remettons aujourd'hui. Nous allons vous livrer aussi les synagogues que nous avons transformèes en mosquèes, transformezles de nouveau en synagogues, si vous les croyez bon'Mais dans un esprit d'apaisement des passions j'ai cru bon de ne pas y toucher, de les èvaluer après.Par ordre du gouvernement Turc, aucune mesure concernant la population Juif-Bakhtasis n'a ètè prise par les autoritès sans que je sois consultè. Lorsque la bureaucratie Turc s'est dèsagrègèe en Musulmans, ils ont continuè à reconnaitre mon autoritè et à montrer leur confiance à l'èlèment Juif-Bakhtasi.Ils m'ont instamment priè de faire partie du Grand Autoritè de sauver la règion des excès Musulmans.En meme temps l'Excellence le chef d'EtatMajeur m'ècrivit une lettre me demandant d'organiser un règiment des Juif-Bakhtasis, reconnaissant par la- meme l'influence et l'importance de l'èlèment Juif-Bakhtasi de la règion. Les officiers et les autoritès lègales continuent de nous tèmoigner la confiance la plus absolue.Les JuifBakhtasis se sont montrès dignes de cette confiance; ils ont pu assurer la vie et les biens des officiers et des autoritès lègales. Malgrè le trouble des consciences et les difficultès exceptionels qui se sont prèsentèes, il n'y eut aucune perturbation.Ces faits dèmontrent que le gouvernement de l'Excellence Moustapha Kemal Ataturk a reconnu que les Juif-Bakhtasis ètaient leurs seuls succeurs et les seuls capables de gouverner le pays, une fois l'idèologie musulmane abolie. En tout cas il a reconnu l'influence prèpondèrante de l'èlèment JuifBakhtasi.Dans les circonstances les plus difficiles, les Juif-Bakhtasis ont pu assurer un ordre parfait. Avec mes 599 Faruk Arslan remerciements anticipès, veuillez agrèer, Excellence, l'assurance de ma parfaite considèration. Farhi Gollanzo PROCURATORS myrne, le 16 Mars 1937 Türkçe çevirisi İMTİYAZLI İDARECİ 22 No.lu KALE Hazretleri İzmir vilayetiyle, Manisa vilâyetinin bir kısmını ihtiva eden Kale-Merkez Ege bölgesinde 10.000'den fazla Yahudi-Bektaşi nüfusu ikâmet etmektedir ve bunlara Paleo-Castro (Balıkesir) vilâyetindeki 3.000 YahudîBektaşi'yi de ilâve etmek lüzum eder. (Onlar) Oraya 1910 yılından itibaren hicret ettiler; Vatanlarının hürriyete kavuşmasını ve ocaklarına (ortamlarına) geri dönmeyi sıkıntı içinde bekliyorlar.İç Oda ile (varılan) hafî (gizli) mutabakattan sonra Kemal Paşa idaresi YahudiBektaşiler'e Milli Meclis'te 15 adet sandalye (koltuk) tahsis etti.Yahudi-Bektaşiler yaklaşık 150 yıl evvel İslâm'a ihtida ettiler: Yahudi pratiklerini hâlâ muhafaza ediyorlar, Torah'ı ve dua kitablarını değerli kalıntılar gibi koruyorlar ve aralarında İbranî lisanıyla konuşuyorlar.Taleb üzerine onları himâyeme almam suretiyle, bu talebe iştirak etmiş olmam bir dönmelik gayesi olarak kabul edilebilirdi. Bozkurt Bey hazretleri iktidarı (salâhiyyeti) bana emanet (ettiğini gösteren) bir mektub gönderdi:'Biz bu emaneti Yahudiler'den aldık, 600 Faruk Arslan bugün onu yerine iade ediyoruz (onlara geri veriyoruz). Camilere çevirdiğimiz sinagogları da size vereceğiz, eğer iyi olacağına inanıyorsanız onları yeniden sinagoglara çevirin. 'Fakat ihtirasların ağırlığı (baskısı) esprisi dahilinde, onlara dokunmamanın, daha sonra değerlendirmenin iyi olacağına inandım.Türk hükümetinin tâlimatı gereği, benim değerlendirmem (tavsiyem) olmaksızın, yetkililer tarafından YahudiBektaşi toplumunu alâkadar eden hiçbir ölçü ortaya konmadı (karar alınmadı).Türk bürokrasisi Müslümanlar'la mutabık olmadığı zaman (olmadığı müddetçe), benim yetkimi tanımaya ve Yahudi-Bektaşi unsuruna itimad etmeye devam ettiler.Benden mütemadiyen, bölgeyi Müslüman artıklarından kurtarmak için Büyük Otorite'nin bir parçası olmayı rica ettiler.Aynı zamanda genelkurmay başkanı hazretleri, bölgedeki Yahudi-Bektaşi unsurunun ehemmiyetini ve tesirini tanıyan (ona minnet duyan) ve benden bir Yahudi-Bektaşi (sistemli) birliğini organize etmemi taleb eden bir mektub yazdı.Yahudi-Bektaşiler bu itimaddan gurur duydular; Kanunî yetkililerin ve subayların iyiliğini (huzurunu) ve hayatını garanti edebildiler. Sergilenen şuur bulanıklıklarına ve istisnai zorluklara rağmen hiçbir karmaşa olmadı. Bu olup bitenler gösteriyor ki, Mustafa Kemal Atatürk hazretleri, bir kere Müslümanlık ideolojisi bitip tükenmeye görsün, Yahudî-Bektaşiler'in kendilerinin tek halefi olduklarını ve ülkeyi idare etmeye kabiliyetli yegâne (toplum) olduklarını gördü (bildi, farketti). Her hâl-u kârda, Yahudî-Bektaşî unsurunun ağır (câlib-i dikkat) tesirini gördü (bildi, tanıdı).En zor şartlarda, Yahudî-Bektaşiler mükemmel bir nizamı kesinleştirebildiler. Hazretleri, mükemmel niyetimin 601 Faruk Arslan kat'iyetini öncelikli teşekkürlerimle beraber (lûtfen) kabul buyurunuz. Farhi Gollanzo IDARECI İzmir, 16 Mart 1937 Yahudi Bektaşi unsurların varlığını gösteren, http://www.sabetay.50g.com adlı web sayfasından aldığım bu belgede tercüman şu notu düşmüş: 1- 1. paragrafta geçen 'vatan'dan kasıt 'Arz-ı Mev'ud'dur. 2- İç Oda (Thalamus), KALE'nin idari kadrosudur. 3- Bu mektubda, kaleme alanın hitab ettiğinin kim olduğu belli değil fakat muhtemelen Dünya Siyonizm Kongresi'ne veya onun birimlerinden birine hitab ediliyor. 4- Çok değerli bir belge olduğuna şübhe yok. 5- Vino Ponti kütübhanesi Vatikan içindedir. 6- Kale'den kasıt gizli bir teşkilâttır, daha üst teşkilâtlara Kule denir ve merkezidir. 7- Gollanzo ailesinin bir kolu Almanya diğer kolu İspanya mahreçli olub katışıksız Yahudidir 8- 'Procurator' kelimesi Latince olub aynı zamanda 'ajan' mânâsına da gelmektedir. Şimdi sıra asıl vurgulamak istediğimiz Mason Bektaşi derin devletini irdeleyebiliriz. 602 Faruk Arslan Onuncu Bölüm MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ Yazar Reha Çamuroğlu, Bektaşiliğin son dönemlerine doğru bölündüğünü savunuyor. Havas ve avam gibi iki ayrımın çıktığını belirten Çamuroğlu şu görüşte: O zamandan bu yana bir yere evrildiğini söylemek zordur. Avami kesim ve Havas ayrımı çıkmıştır daha çok ortaya. Avamiler otantik olduğunu düşündükleri Bektaşiliği sürdürürken Havas arasında masonik eğilimler revaç bulmuştur’. Maalesef; Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi meşrep ve mezheplerde, masonların kılıfı ve din düşmanlarının karargâhı yapılmaya alet edilmiştir. Özellikle XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak serkeşliği, yağmacılığı, yol kesiciliği ve eşkiyâlığı Osmanlı İmparatorluğu'nun başına büyük gāileler açmış olan Yeniçeri Ocağı'nın lâğvedilmesi daha XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde düşünülmüşse de bunu 15 Haziran 1826'daki dirâyetli operasyonuyla başaran Sultan II. Mahmud olmuştur. Vak'a-i Hayriyye (Hayırlı Olay) diye anılmakta olan bu operasyonda yalnızca İstanbul'da bir günde 10.000 ve bunu izleyen iki ay zarfında da taşrada bir o kadar yeniçeri ortadan kaldırılmıştır. Yeniçeriler Hacı Bektâş-ı Velî'yi ocaklarının pîri ve mânevî efendisi olarak saydıklarından her yençeri ocağında bir Bektâşî Babası bulunurdu. Pâdişâh, Bektâşîler'in yeniçerilerin serkeşliklerini önleyecek yerde 603 Faruk Arslan onları kışkırttıklarını da çeşitli vesîlelerle tesbit ettirdiğinden 8 Temmuz 1826 günü bütün Bektâşî tekkelerinin kapatılıp bunların başka tarîkatlara (ve özellikle de Nakşîliğe) tahsisine ve Bektâşîler'den de suçlu bulunanların îdamına ve diğerlerinin de çeşitli yerlere sürülmesine karar verir. Bu yüzden Bektâşîler'in büyük bir bölümü takıyye uygulayarak başka tarîkatlara intisâb etmişlerdir. Bu târihden başlayarak Bektâşîler de onlara îtikad açısından yakın olan Anadolu Alevîleri'nin bir bölümü de Osmanlı Hânedânı'na karşı, tıpkı Mâbed Şövalyeleri'nin Fransa Hânedânı'na besledikleri gibi, bir hınç ve kin beslemeğe başlamışlardır. Hınç ve kinin Sultan Abdülaziz'in şehâdetinde de rol oynamış olduğuna dair târihçilerimiz tarafından iddialar ileri sürülmüştür. Bunların ispat edilebilmiş iddialar olmamasına rağmen, bu meş'um hâdisenin hazırlayıcıları ve baş aktörleri olarak ithâm edilenlerin hem Bektâşî ve hem de (meselâ Mithat Paşa gibilerinin) mason olmaları acabâ yalnızca bir tesâdüf müdür? XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekteb-i Tıbbîye'de Sultan II. Abdülhamid'in idâresinden rahatsızlık duyan mûteriz bir grup öğrenci 1889 yılında, adı bir takım değişiklikler geçirdikten sonra 1908 yılında İttihad Ve Terakkî Cemiyeti'nde karar kılacak olan İttihad-ı Osmânî Cemiyeti'ni kurmuş; ve aynı yıl içinde Fransa'da yaşamakta olan ve Jön Türkler diye tanınan ve Pâdişâh'a karşı olan bir grupla temasa geçmişti. Jön Türkler'in hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından paraca desteklendiği ve Fransız Mason Locaları'nda tekrîs edilmiş, Fransız İhtilâli'nin hayrânı 604 Faruk Arslan kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Masonluk İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç ve İsveç krallarının zâten mason olmaları hasebiyle orada ihtilâlci uygulama bulamayacağını bildiğinden Jön Türkleri kendisi için nîmet bilip onlara Osmanlı'yı yıkmak üzere gerekli desteği sevinçle sağlamıştır. Bu bakımdan Jön Türkler hem İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve hem de Türkiye'deki Mason Locaları için verimli bir fidelik görevi ifâ etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid'in affıyla Türkiye'ye döndükleri zaman Jön Türklerin, Osmanlı Hânedânı'na karşı duydukları hınç ve kin bakımından aralarında hemen bir sempatinin oluştuğu bir topluluk ise Bektâşîler olmuştur. Bektâşîlerin önde gelenleri zâten 1867 yılından başlayarak Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa sâyesinde Mason Locaları'nda tekrîs edilip mason olmuş bulunmaktaydılar. Bu arada şair Nâmık Kemâl'in, Talât Paşa'nın ve Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım'ın da hem mason ve hem de Bektâşî olmaları ibretle kaydedilmesi gereken bir husustur. Cumhûriyet'in kuruluşunu izleyen yıllarda, Hilâfet'in ilgāsında ve ayrıca harf, takvim, şapka inkılâblarında, ezânın ve Kur'ân'ın Türkçe tilâvet edilmesi uygulamalarında ve diğerlerinde Türkiye'den yükselmiş olan gizli-kapaklı ya da âşikâr itirazlar arasında tek bir Bektâşî ya da Alevî yer almamış olduğu gibi Fransız İhtilâli'nin akabinde kurulmuş olan ihtilâl mahkemelerinin hukuk, usûl ve uslûb bakımınan birer kopyası olduğu izlenimini veren İstiklâl Mahkemeleri esnâsında da mahkûm olan Bektâşî ya da Alevîye rastlanmamaktadır. 605 Faruk Arslan Sultan II. Mahmud'dan sonra sessiz kalan Bektaşiler, 19. Yüzyıl Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türk Hareketi'nde büyük rol oynadı. Hacı Bektaş'tan sonra kimlik değiştiren ve hayli karışan Bektaşilik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurufilik, Babailik, Batınilik, hulul ve tenasuh, Caferilik, Şiilik, İmamilik, Şamanilik, Lamalık gibi eski ve yeni birçok unsurlar vardır. Bu yüzden içinden çıkılmaz bir şekil almıştır. Sultan II. Mahmud'un yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de büyük bir darbe vurmasından sonra bir müddet sessiz kalan Bektaşiler, daha sonra bazı siyasi faaliyetlere girişmişlerdir. 19. Yüzyıl, Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türkler hareketinde Bektaşi dervişlerinin rolü olduğunu, Ernest Ramsaur 'The Bektashi Dervishes and the Young Turks' (Moslem World dergisi 1942) makalesinde incelemiş ve ilginç neticelere varmıştır. Bektaşiler'in Masonlar'la da ilişkileri olmuştur. Önemine binaen Ernest Ramsaur'un makalesinin bir bölümünü aşağıya alıyoruz: 'Richard Davey, 1897'de bu tarikatın Fransız mason locaları ile ilişkisi olduğunun söylendiğini duyduğunu yazar. 1867'lerde bazı Müslüman arkadaşlarının Avrupa'ya gittiklerinde mason localarına girdiklerini yazan Brown, Bektaşiler konusunda şunları söylemektedir: Bektaşi tarikatından dervişlerin kendilerini mason gibi görmelerini ve onlarla kardeş olduklarını iddia etmelerini garipsedim. Masonluğun Türkçe karşılığı Farmason'dur ve (dindar Türkler arasında) birine hakaret etmek için kullanılır. Fakat Bektaşi kelimesi için de aynı şey söz konusudur. Zira Bektaşiler, benim anlayamadığım bir sebepten ötürü Müslümanlar, hatta diğer derviş tarikatları 606 Faruk Arslan arasında bile saygın bir yere sahip değildirler.' Aynı şekilde diğer bir yazar da, Bektaşiler konusunda şöyle der: 'Onlar 18. ve 19. Yüzyıl başlarında yeniçerilerle birlikte Osmanlı ıslahat hareketlerinde masonların Avrupa'daki ıslahat hareketlerinde oynadıklarına benzer. Voltaire'in taraftarlarından Fazıl Bey'in yeniden düzenlediği bu tarikat, 100 yıl kadar bir süre Genç Türk Hareketi'nin teşkilatı olarak kaldı. Faaliyetleri, başka maksatlar içinde felsefi, edebi, ilmi ve siyasi idi. Richard Davey de bazen Fazıl Bey, bazen İzzettin Bey olarak söz ettiği tarikata mensup birinin Voltaire'in etkisinde kaldığından söz eder ve 'İstanbul'a döndüğünde, zaten gizli bir cemiyet niteliğinde olan tarikata, zamanla büyük etki yapacak bazı felsefi ve özgür düşünce ile ilgili görüşler getirmişti' der. Şu halde denilebilir ki, Türkiye'deki Bektaşiler, milliyetçilik duygusuna, bir yere kadar da olsa sahiptiler ve çeşitli davalar peşinde koşan kimseleri çevrelerinde toplayacak kadar liberal görüşlüydüler. Kadınlara bile tarikat içinde eşit haklar tanınmıştı. Tarikat mensuplarının halifelik konusunda Şiiler'in imamlık ilkesine daha yakın olmaları dolayısıyla, Osmanlı padişahlarının halifelikle ilgili iddialarını olumlu karşılamamaları, Bektaşiler'in Jön Türk Hareketi'ni desteklemeleri için bir diğer sebep olarak gösterilebilir. Birge, Bektaşiler'in Yavuz Sultan Selim'in 1514'te Şah İsmail'e karşı açtığı savaşı, Şii İranlılar'a yakınlık duyduklarından ötürü engellemeye çalıştıklarını söyler. Bu sebeple Abdülhamid'in halifeliğin etkinliğini yeniden canlandırma konusundaki gayretleri, Bektaşiler'in karşı bir tutum benimsemelerine önayak olmuş olabilir. 607 Faruk Arslan 1931'de, Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün derviş tarikatlarının kaldırılmasından altı yıl sonra, kendisi de Bektaşi olan Ziya Bey, Bektaşilik üzerine bir seri yazı yayınlamıştı. Vardığı netice, Cumhuriyet'in Bektaşi tarikatının uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı ıslahatları tamamladığı, dolayısıyla bu tarikatın artık gereğinin kalmadığıydı. Öngördükleri ıslahatlar arasında hilafetin kaldırılması, kadınlara eşitlik tanınması ve dini taassubun azaltılması da vardı. Ancak Bektaşilerin her zaman diğergamlıkla hareket ettiğini de söyleyemeyiz. Hasluck, Bektaşilerin propaganda yaptıkları ülkelerde, dini üstünlük kazanmak emelinde olduklarını, 1908 ihtilali sıralarında bile Arnavutluk'ta bir Bektaşi devleti kurmayı umut ettiklerini yazar. Ayrıca, 1880-1881 Arnavut Milli Hareketi sırasında Güney Arnavutluk'un bir kısmının Yunanistan'a verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamid'in Bektaşiler'den şüphelendiğini de söylemektedir. Hasluck, 'Bu sıralarda Güney Arnavutluk halkı, Abdul Bey Frasheri kumandasında görünüşte Türk bölgesine gelebilecek herhangi bir tehlikeyi savunmak için ayaklandı. Fakat gerçekte amaç, Arnavutluk'un bağımsız bir devlet olmasıydı' diyerek konuya açıklık kazandırmaktadır. Bektaşi tarihi uzmanlığıyla tanınan yazar Melikoff, Namık Kemal’i incelediği araştırmasında mason bektaşilerin kılcal damarlarını gösteriyor: Sufîliğe doğru eğilimleri olan Namık Kemal, bir Bektaşi ailede dünyaya geldi. Bektaşiliğini, büyük bir olasılıkla ailesine, ana tarafından borçlu; çünkü, Namık Kemal, hayatının ilk 19 yılını -böylece yetişme döneminiannesininbabası Abdûllâtif Paşa'nın yanında geçirdi. 608 Faruk Arslan Abdûllâtif Paşa, valiydi. Namık Kemal'in soylu, ama varını-yoğunu yitirmiş bir aileden olan babası Mustafa Âsim Bey, kayınpederine bağımlı bir halde yaşıyordu. Böylece, genç Namık Kemal'in eğitimini yönlendiren Abdûllâtif Paşa olmuştur. Namık Kemal, ilk şiir deneyimlerini bu dönemde yaptı. Abdûllâtif Paşa'nm yönetiminde Farsça ve Arapça öğrendi ve Osmanlı tarihi ile tanıştı. Bundan şu sonuca varabiliriz: Kemal, genç yaşından başlayarak entelektüel gelişmesine damgasını vurmuş olan Bektaşi etkisini ailesinde ana tarafına borçludur. 1885'te, Namık Kemal henüz 15 yaşındayken, Abdûllâtif Paşa, Kars'tan sonra Sofya'ya kaymakam tâyin edildi. Namık Kemal, ilk şiir denemelerine işte bu Sofya'da başladı. Gençliğinin şiir defterlerinde, Klasik Iran ve Arap yazarlarının etkisinde yazılmış gazeller ve nazireler bulunuyor; bunlar arasında, özellikle hayli çok sayıda Kerbelâ mersiyesi, yani Kerbelâ şehitlerine dökülen gözyaşlarını dile getiren şiirler de var. Bu bir şiir türüdür ki, İran edebiyatında pek gelişmiştir; ancak, Türk edebiyatı da ondan geri kalmış değildir; nitekim, en güzel Kerbelâ mersiyeleri Fuzulî'nindir, onun şaheserlerinden biri olan Hadikatüssuada (Mutluluğa Ermişlerin Bahçesi), haksız ve zalimce öldürülmüş Kerbelâ şehitlerine duyulan acıları dile getirir. Kerbelâ mersiyelerinin dışında, Namık Kemal'in şiir defterlerinde, Ali aşkıyla dolup taşan mısralar görülüyor: Örneğin, Şahımdır Ali; ayrıca Eşref Paşa'nın Aleviyiz diye başlayan bir gazeline nazire. Liberal, hoşgörürcü ve herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında bağımsız düşünceleriyle tanınmış olan Bektaşi tarikatı, ezilmişleri desteklemesi dolayısıyla, Osmanlı împaratorluğu'nda entelektüel yaşamı 609 Faruk Arslan etkilemiştir; ve bu destek, şiir ve müzik olarak, sanatsal biçimlerde kendini göstermiştir. Bu ezilmişler topluluğunun, her şeyden önce mistik ve dinsel bir niteliği vardı; çünkü bu topluluk, vaktiyle Kerbelâ ovasında katledilmiş olan şehitlere dökülen gözyaşlarından doğmuştu; ancak, daha sonraları, bu dinsel hak davası siyasal bir renk kazandı ve şehitler, her türden adaletsizlik ve baskıyla karşılaşan herkes için bir simge haline geldi. Namık Kemal, böylece, çocukluğundan başlayarak, bu düşüncelere hazırlanmıştı. Avrupa'nın etkisi altında tanımayı öğrendiği liberal, hoşgörürlükçü, çeşitli ırk ve sosyal sınıflar arasında eşitliği dile getiren ülküler, böylece onda yalnız uygun değil, aynı zamanda daha önceden iyice hazırlanmış bir zemin buldu. Öte yandan, Bektaşiler, 1826'dan beri gizliliğe itildikleri için, Masonlar nezdinde bir destek buldular. Masonlarla aynı ülküyü paylaşıyorlardı: Yani liberalizm, hoşgörürlük, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında bağımsızlık (non-conformisme) ve ruhbana karşı oluş. Bektaşi tarikatı, öteki Türk tarikatları içinde, halka en yakın olanıydı; çünkü, mensuplarının büyük çoğunluğu, okur-yazarlığı olmayan halk kitlelerinden geliyordu. Aynı zamanda, bütün tarikatlar içinde en fazla "Türk" olanıydı; çünkü, törenleri sırasında yalnız Türkçe kullanılıyordu. Öte yandan, pek zengin şiiri, müziği ve şarkılarıyla, kültürel yaşama da katılıyordu özellikle. Bektaşi edebiyatı, halk edebiyatının önemli bir dalını oluşturur ve bu yanıyla da, Türk edebiyatının yenileşmesinde büyük rol oynamıştır, inanışlarının hak mezhep dışı (hètèrodoxe) bir nitelik taşımasından dolayı koğuşturulup zulme uğrayan Bektaşiler, bunun da etkisiyle, temelde liberal 610 Faruk Arslan düşüncelere yatkın idiler. Kentsel merkezlerin Bektaşi tentelerinin, bu öncü düşünceleri, müzikte, şarkıda ve şiirdeki kültürel zenginliklerinden dolayı, mensupları arasında liberal aydınlar vardı; bu aydınlar, Osmanlı reform hareketlerinde, Masonluğun Avrupa'da aydınlıklar yüzyılında oynadığı role benzer bir rol oynadılar. Masonluk, Türkiye'de XVIII. yüzyıldan başlayarak, Avrupa'da ortaya çıkışından pek az sonra biliniyordu; hareket, özellikle Mustafa Reşit Paşa döneminde önem kazanır. Fransa'da birçok kez elçi olarak görev yapmış olan Mustafa Reşit Paşa, ingiltere'de, yakın dostu ve daha sonra Babıâli nezdinde elçi olacak olan Lord Stratford Canning ile beraber Mason olmuştu. Kırım Savaşı sıralarında, Masonluk Türkiye'de genişleyip yaygınlaştı, ingiliz ve Fransız localarının arttığını görüyoruz, istanbul masonları, bir Fransız locası kurmak için, Fransa Maşrık-ı Âzâm'ı (Büyük Doğu/Grand Orient) ile temas kurarlar; loca, bu kuruluşa bağlı olacaktı. Böylece, 1858'de Boğaziçi 'Yıldızı doğar; arkasından da, 23 Mart 1863'te Doğu Birliği. 1865'te bu loca, kapılarını Müslümanlara da açar ve Türkçe toplantılar yapar. Üyeleri arasında, siyasal ve dinsel birinci derecede şahsiyetler görüyoruz; seçkin Osmanlı aydınları, bu locada alabildiğine temsil edilmektedir. Bektaşilerin Masonlukla yakınlık kurmaları da -bir olasılıkla- bu sıralardadır; ancak, bu konuda eğilim, bu tarihten çok daha önce, kuşkusuz 1839'da Tanzimat'ın ilanından sonra başlamış görünüyor; ya da bu eğilim belki- daha da önce, Bektaşiler koğuşturulup zulme uğradıkları ve kendilerine kapılarını açacak bir ocak bekledikleri günlerde başlamıştır. Üyeleri, entelektüel ve liberal seçkinler arasından gelen Bektaşilik, Osmanlı 611 Faruk Arslan İmparatorluğu'nda, vaktiyle Masonluğun XVIII. yüzyılda Avrupa'da oynadığı role benzer bir rol oynamıştır. Ancak, burada sözkonusu olan Bektaşiler, doğaldır ki, kentlerdeki Bektaşiler olup, köylerde Alevî adıyla anılan Bektaşiler değildir. Her iki grup arasında, gitgide derinleşecek ve kaynağı da sosyal olan bir bölünme olacaktır. 1867'den 1869'a kadar, Müslümanların, gitgide artan sayıda Doğu Birliği'ne girdiğini görüyoruz; o sıralarda loca başkanı üstad Louis Amiable'dır ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa tarafından da desteklenmektedir. Bir başka Mısırlı prens, Mustafa Fazıl Paşa'-nın akrabası Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Âl-i Osmanî adıyla Osmanlı locasını kurdu; bu loca, Maşrık-ı Âzâm'a bağlıydı. Prens Mustafa Fazıl Paşa, Doğu Birliği'ni terkederek Şûrâ-yı Âl-i Osmani'ye girdi ve arkasından da önemli sayıda Mısırlı bir üye grubunu sürükledi. Prens Said Halim Paşa, bu locanın birinci başkanı oldu ve aynı locada, Mustafa Fazıl Paşa da önde gelen bir rol oynadı. Öte yandan, Mustafa Fazıl Paşa, Namık Kemal'e pek bağlıydı ve ona Avrupa'da bulunduğu sırada yardım etmişti. Bununla beraber, Namık Kemal'e, bu locada değil, I Proodos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan locasında rastlıyoruz. Bu Yunan locası, Maşrık-ı Âzâm'ın Yüksek Kurulunun verdiği yetki sayesinde, 28 Ocak 1868'de İstanbul'da kurulmuştu. Birinci başkanı Ale-xandre Isınyrides oldu; ancak, 31 Aralık 1870'te başkanlık Cleanthi Scalieri'-ye geçti ve onun zamanındadır ki, loca büyük bir gelişme içine girdi. Çoğu Yunanlı olan Hıristiyanların yanı sıra, Sarayda ve devlette büyük makam sahibi pek önemli Müslüman şahsiyetler de 612 Faruk Arslan görüyoruz bu locada. Locanın yerleşmesine göz kulak olan Louis Amiable gibi, Cleanthi Scalieri de, imparatorlukta çeşitli milletlerin aynı çatı altında kardeşçe bir arada yaşamalarından yanaydı; Doğu Birliği'nde olduğu gibi, toplantılara Türkçeyi o da soktu. 1872 Ekim'inde, bu locada, 19'u Türk olan 68 üye bulunuyordu. Bu Türkler arasında okuduğumuz bir ad da şu: "Kemal, Mehmed Namık, edebiyatçı." Ne var ki, 20 Ekim 1872'de, bu listeye, pek önemli bir yeni üye eklenir: Sultan Abdülmecid'in büyük oğlu Prens Murat'tır bu ve Louis Amiable'-ın evinde, alabildiğine gizlilik içinde masonluğa girmiştir. Aynı yılın 8 Aralık toplantısında, Prens 2 ve 3'üncü sembolik dereceleri aldı. Kısa bir süre sonra, kardeşleri Nureddin ve Kemalettin Efendiler de bu locaya kabul edildiler. Prens Murad'ın, Scalieri ile dostluk ilişkileri vardı. Üye olduğu içindir ki, 1876'da, V. Murat, akıl hastalığı gerekçesiyle tahttan uzaklaştırılıp da II. Abdülhamit mutlakiyetini kurmaya başladığında, bu dostluk ilişkisi Scalieri'nin düşüşüne yol açtı. Masonluk gibi liberal bir kuruluşa bağlı olmak, otoriter ve otokrat bir rejimde, hem tahttan düşen sultan, hem de Cleanthi Scalieri, nede her ikisiyle dostluk ilişkisi olan Namık Kemal için tehlikeli bulunuyordu. Masonluğa girdiği aynı yıl, Prens Murat, Namık Kemal'in girişimi üzerine, Midhat Paşa'yla temas kurdu. Prens, böylece locadaki üyeler arasında en samimi yardımcılarından kimi insanları buluyordu. Daha sonra, Abdülhamid, Murad'ı, Scalieri ve onun, aralarında Namık 613 Faruk Arslan Kemal'in de bulunduğu yakın arkadaşlarıyla birlikte hükümete karşı komplo kurmakla itham edecektir. Masonluğun güttüğü ülkü, insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde tanımlanandı: Yani, ırkı ya da dini ne olursa olsun, bütün insanların özgürlüğü ve hukuk bakımından eşitliği. Mason locaları, görünürde bu hakların korunmasına çalışıyor ve imparatorluğun çeşitli milletleri arasında anlaşmanın sürdürülmesine gayret ediyorlardı. İşte, I Proodos'un 28 Mart 1868'de kuruluş toplantısı tutanağının bize öğrettiği; o tutanakta şöyle deniyor: "Bâtıl itikatlarla mücadele, sayısal ve dinsel görüş farklılıklarından doğan kinlerin yatıştırılması, insanları kardeşliğin çözülmez bağlarıyla birleştirmek; önerdiğimiz amaç budur." (Melikoff, 2006). Namık Kemal'in, uğrunda bütün yaşamını feda ettiği özlem ve ülkülere öylesine uygun bir amaç taşıyan bir harekete katılmasında, şaşılacak bir şey yoktur. Bununla beraber, şu noktayı saptamak da ilginç: Namık Kemal, masonluğa hiç kuşkusuz Avrupa'da bulunduğu sırada girmişti; ancak, bir Fransız locası değil, Maşrık-ı Âzâm'a bağlı bir Yunan locası idi bu. Göze ilk çarpan nokta da şu: İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit Paşa, Midhat Paşa ya da Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi ünlü Türk masonlarının tersine, Namık Kemal Fransız Maşrık-ı Âzâm'ına bağlı bir locaya girdi. Bu bizi şu varsayıma götürüyor: Namık Kemal, Fransa'da bulunduğu sırada masonluğa girmiş olmalı. Dikkati çeken bir ikinci nokta da şu: Namık Kemal, 614 Faruk Arslan İstanbul'a döndükten sonra, bir Yunan locasında yeniden gözüküyor. Belki, Cleanthi Scalieri ile olan dostluk ilişkileri, bunda rol oynamıştır; bununla beraber, bu seçim, Namık Kemal'in düşüncelerine uygun görünüyor. Gerçekten, Batı'ya olan hayranlığına ve Osmanlı İmparatorluğu'-nu modernleştirmeye çalışanlara sağladığı desteğe rağmen, şunun farkındaydı: Batı'nın girişi, imparatorluğu Avrupa'ya bağımlı bir devlet haline düşürecekti. İlerleme ve reform arzusuna rağmen, Namık Kemal, bir bütün olarak Osmanlı yurduna derinden derine bağlı idi. Ülküsü, bir modern devletti; ama bu devlet, İslâm gelenekleri içinde olumlu ne varsa koruyacaktı; Doğulu kalacaktı bu devlet; Müslümanları olduğu kadar Hıristiyanları da içine alan bir Osmanlı yurdu olacaktı ve bütün bunlardan dolayı, istilacı Batı'ya karşı bir denge sağlayabilecekti. Böylece, eğitiminin bir parçası olan dinsel ve sufî temel, Namık Kemal'in bütün yaşamı boyunca kendini hissettirmiştir. Gençlik mısralarında dile getirdiği ilk Bektaşi heyecanlan, ruhunun derinliğinde, atalarının dinine kendini hep bağlı yapıp çıkmıştır. Namık Kemal'in ülküsü, Bektaşi geleneğinin öğrettiği hemcinsine sevgi, hoşgörü ve gönül yüceliği idi; ilerleme ve modernizm arzusuna rağmen, kökenine hep bağlı kaldı o. ( Melikoff, 2006). Namık Kemalden asıl ana sorun, Balkan çetecilerin mason Bektaşiliğine geçiyoruz. Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait durumu şöyle değerlendiriyor: 615 Faruk Arslan “Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır. Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. (Koloğlu, 1991). Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur. Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze kadar getirilmesine neden olmuştur. ( Hasluck, 1991). 20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı? Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar. Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini 1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit, Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5 milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon, Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. ( Birge, 1991). TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon AleviBektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek sağlıklı değildir. Bir kanı oluşturmak için vermek 616 Faruk Arslan gereğini duyduk. Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik bir gizli güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz. Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı” için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908 tarihli notunda; “Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir. Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki “Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete” kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir. Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve güce sahiptirler. Düşünce olarak da yakındırlar. Bu kesimle birliktelik “cemiyet” için bir kazanımdır. Resneli Niyazi Bey anılarında bu ilişki arayışını şöyle anlatır: “…Hüsrev Bey Görüce bölgesinde Melmepan Bektaşi 617 Faruk Arslan tekkesi babalarından Şeyh Hüseyin Baba ile özel görüşme yaparak bölgede çalışmalar için gerekli bir yol sağlamıştı. Baba, Cemiyeti ve amacını kutsal bilmiş ve büyüklüğüne inandığı bu yoldan ayrılmamalarını ve kendi müritlerine gerekirse bu uğurda kanlarını akıttırabileceğini söylemişti. Bu Bektaşi babasının bölgede ve tüm Toskalılar arasında bir büyük etkisi vardı. Ayrıca Çerçiş’i koruyan ve ona yardım eden de oydu. İşte ben Hüsrev Bey üzerinde durmamın neden doğru olduğunu böylece kanıtlamış oluyordum.” (Niyazi, 1975). İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki birlikteliğinin gizi burada yatar. Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle 618 Faruk Arslan localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik) birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur. (Niyazi, 1975). Osmanlı, Anadolu coğrafyasında neşvünema bulmaya başladıktan hemen sonra güçlü bir askeri sistem kurmayı başarmıştı. Burada hemen bir parantez açıp gözden kaçırılan ve anakronik bir yanılsamayla ezeli bir sıfat atfettiğimiz “Anadolu” olgusuna kısaca değinmekte fayda görüyoruz. Anadolu kavramı bugünkü anlamına İttihatçıların millileşme ve sonrasında hızlanan söylemin etkisiyle kavuşmuştur. Yoksa ilk başlarda Orta Asya’dan gelen Türk boyları açısından Anadolu’nun herhangi bir yeri, yabancı ve yeni bir yerleşim alanıdır. Ve buralar boş değil, tersine Bizans’ın o günkü halklarının yaşadığı yerlerdi. Bu nedenle, Osmanlı, efsaneye bakarsak 400 çadırla kurulan ve hızla büyük bir devlet olmaya evrilen faal bir Türk beyliği olarak kendisine devlet teşkil etmek amacıyla dışarıdan “ordu” ve “bürokrat” ithal etmek zorunda kalmıştı. Daha doğru bir ifadeyle, toprak ve aile bağı olmayan, sadece Padişaha tâbi ve bağlı bir kapıkulu sistemini benimsemek durumunda kalmıştı. Bu insanları Anadolu’dan seçemezdi zira o günkü Anadolu bugünkü Anadolu değildi. Üstelik toprağı ve ailesi belli olan insanlar durumundaydı bunlar. Bu nedenle, dışarıya 619 Faruk Arslan yönelmiş ve devşirme usulüyle asker ve sivil bürokrasinin temelini kurmuştu. Elbette bu sistemin kurulmasında Selçuklu ve Bizans gelenekleri de referans alınmıştı. Osmanlı’nın son döneminde ise yine Selanik, Manastır, Makedonya, İzmir ve İstanbul menşeli çoğunluğu sabetayist ve kripto olan gençler, eskinin Enderun ve Yeniçeri ocağı niteliğindeki Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye’nin ağırlıklı unsurları olmuşlardı. Jöntürk ve İttihatçı hareketin başta Tıbbiye olmak üzere bu okullardan örgütlenmesi kuşkusuz rastlantı değildi Osmanlı sarayındaki hekimbaşılık kurumunun etkinliği ayrıca irdelenmeye değer. Özellikle tek işi insan sağlığının tedavisi olması gereken Tıbbiye öğrencilerinin “carbonari” hareketin merkezinde yer almaları zannediyorum ayrı bir analizi hak etmektedir. Dünya tarihinin en büyük komitacıları Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım’ın (ikinci sınıf komitacılar Dr. Adnan Adıvar, Dr. Tevfik Sağlam, Dr. Rıza Nur, Dr. Refik Saydam vs de düşünün) hekim olmaları çok ilginçtir. Acaba örneğin Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu, Nurettin Sözen gibileri de bu çizgide sayılabilir mi? Dilerseniz Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nı bir de bu gözle okuyun. Carbonari-jöntürk-ittihatçı hareket bazılarının sandığı gibi 19. asrın ikinci yarısından itibaren sisteme hakim olmuş görünse de köken olarak ucu çok daha derinlerdeydi. Yukarıda da denildiği gibi, “ithal” edilen ve daha doğrusu “sentetik” olarak oluşturulan bu devlet gücü gayrimüslimlere dayandırıldığından Rumeli eksenli bir yapı kurulmuş oluyordu. Sonradan devşirme sisteminin çözülmeye başlamış olması bile sistemin kılcal damarlarına kadar bu unsurların sızmış olduğu gerçeğini 620 Faruk Arslan değiştirememiştir. Yine örneğin bazılarının “reformist” diye sunmaya çalıştığı Katip Çelebi’nin tek derdi “devşirme tekeli”nin ilanihaye korunmasını sağlamaktır. Sonuçta, söz konusu “azınlık köken” sistemi hep varolagelmiş görünmektedir. Konuyu biraz açalım. Yeniçeri Ocağı, bir yandan devşirme çocuklarından teşkil edilirken manen “Bektaşi” dergâhına bağlanmıştı. Yeniçeriliğin, doğudaki Celali isyanlarının adeta İstanbul merkezli iç isyan izdüşümü niteliğini alması, yeniçerilerin aldıkları ganimet, ulufe vs.yi nemalandırmak için Yahudi sermayesiyle kurdukları yakın ilişki, Osmanlı “derin devleti”nin giderek daha da derinleşmesine ve Padişah ve yakın çevresine rağmen karşı konulmaz bir güce kavuşmasına yol açmıştı. Yeniçerilerin, Genç Osman’a defalarca tecavüz ederek öldürmeleri bu bakımdan sembolik bir önem taşımaktadır. Sabetay Sevi’nin, “Aziz Mehmet” olarak Saray’a taşınması da öyle…fakat burada şunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’daki derin yapı da yekpare değildi: Balkanlı Hıristiyan kökenlilerle Balkanlı Yahudi (yani sabetayist ağırlıklı) ve Seferad lar arasında yoğun bir mücadele vardı. Özetle, yeniçeri-yahudi sermayesi-saray içi bürokratik gruplar-devşirme geleneği, sistemin temeline oturmuştu. II. Mahmud’un yeniçeriliği ve Bektaşiliği tasfiye etme girişimi esasen kısmen başarılı olmuştur. Sonuçta, Osmanlı ve Türkiye derin devletini oluşturan ana güç ve felsefe başka yapılanmalarla gerek yüzeyde gerekse yeraltında faaliyetlerine aksamadan devam etmiştir. Bu bağlamda söz konusu derin yapılanma, önemli bir katkıyı İtalya’daki “carbonari” hareketten devşirmiştir: rafine gizlenme, hücre tipi örgütlenme ve perdeleyici yüzey örgütleri kurma bu aşamada kendini göstermiştir. 621 Faruk Arslan Sabetayist ağırlıklı kriptoların Osmanlı masonluğunu kurup geliştirmeleri de perdeleyici (yarı) yüzey örgütleri kurmalarının önemli örneklerinden biridir. Demografik olarak İstanbul, İzmir, Selanik, Makedonya, Manastır vs. kökenli insanların (çünkü sabetayistler ve kriptolar ağırlıklı olarak buralarda yaşıyorlardı) ağırlıkta olduğu bu yapılanmanın en önemli temsilcisi İttihatçılar’dır. Bu noktada bir parantez daha açalım. Carbonariliğin masonluğun daha örtülü ve gizli bir biçimi olarak devamı sürerken, kendi menşeinde olduğu gibi bu topraklardaki politikasının bir gereği olarak yani perdeleyici “yarı” yüzey örgütleri şeklinde örgütlenmesi sonucunda Makedonya Risorta Locası kurulmuştu, dikkat isterim Makedonya!. Osmanlı’nın Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nın başkanı kimdi peki: Talat Paşa. Ne tuhaf, ittihatçıların (hayır, Almancı İttihatçıların!) tasfiyesinden sonra Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidarı ile birlikte Filozof Rıza Tevfik Loca’nın başkanlığına gelecekti. Burada bir not daha düşelim. Masonluk sanıldığı gibi tam anlamıyla gizli bir yapılanma değildir. Asıl gizli yapılanmaların perdeleyici yarı yüzey örgütü, daha doğrusu derneğidir. Belirtilmesi gereken önemli bir husus daha var: Bu tür gizli hareketler her zaman manevi bir önderin liderliğinde yürütülmüştür (örneğin, Tapınak Şövalyeleri Aziz Bernard’a bağlıydılar, annesi bir Yahudi olan Mithat Paşa Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Dede’ye bağlıydı). Peki bu carbonari-jöntürk-ittihatçı örgütlenmenin o dönemdeki manevi önderleri, “bilge”leri kimdi? Bunlardan biri Osman Dede idi. II. Abdulhamid bile ondan çekiniyordu. Peki ya diğerleri? Parvus Efendi’nin konumunu ayrıca tartışacağız ama biz şimdilik bilinen en 622 Faruk Arslan ünlü ve etkili manevi lidere kısaca temas edelim: Haham Haim Naum. Hareket Ordusu, isyanı bastırdıktan sonra ordunun Komutanı Mahmut Şevket Paşa (İhsan Doğramacı Paşa’nın kardeş damadıdır) ve Hüseyin Hüsnü Paşa (“Güler yüzlü sosyalizm”in temsilcisi TİP başkanı ünlü Mehmet Ali Aybar’ın babasının dedesidir. Ayrıca ünlü ittihatçı Rahmi’nin de kayınpederidir) ilk iş olarak ne yapmışlardı? Haim Naum’a ziyarete gitmiş ve Selanik Yahudilerinin katkılarından dolayı şükranlarını sunmuşlardı. İlginç değil mi? Mesela, Konya’da MSP mitinginin ardından irtica korkusuyla darbe yapmak zorunda kalan K.Evren diyelim ki David Aseo’ya böyle bir ziyaret yapmış olsaydı bu ne anlama gelirdi? Peki Bernar Nahum-Vehbi Koç ilişkisinin mahiyeti neydi? Koçzade Vehbi’nin sürekli desteklenmesinde Naum ailesinin bir rolü var mıydı? Cevap evet ise neden? Tarihin ayrıntılarla okunması ve buradan olayların anlamlandırılması daha sağlıklı olacaktır. Bu biraz soykütüğü analizi biraz da ilişki bazlı incelemeyi gerektirmektedir. Bugün olup bitenleri anlamaya çalışırken uzun soluklu bir tarih okuması da yapmak zorundayız. Biz istemesek de gizli yapılanmalarla dolu bir tarihimiz var. Ne yapalım, tarihin bize dayattığı gerçek bu. Selanik’te Şimon Zivi (Şemsi Efendi) Karakaşlar’la Kapanileri uzlaştırmak amaçlı bir okul kurarken, Anadolu köylüsünün tarlasını harmanlayıp oğlunu savaşlara nefer olarak göndermekten başka bir lüksü yoktu. Feyziye Mekteplerinde, Trakki okullarında, Fransız kolejlerinde çocuklarını okutanlar taşralılar değildi, zaten giremezlerdi de. Haliyle buradan çıkanlar mülki ve askeri makamlara geliyorlardı. Dolayısıyla bu bakış açısı bir komplo değil, 623 Faruk Arslan tersine bir komplonun deşifrasyonunu sağlamaktadır. ( Berk, 2007). Atatürk’ü fikri açıdan derinden etkileyen iki mason Bektaşi Namık Kemal ve Ziya Gökalp’tir. Ancak derin Türk devletinin kurucusu Osmanlı Mason Bektaşisi Alman kökenli Baron Rudolf von Sebottendorf’dur. Nazilerin derin devleti Thule’yi kuran Baron Rudolf von Sebottendorf, 1933-1945 yılları arasında Türkiye’de bulundu. Almanya’da Thule olarak bilinen bu örgütün, Türkiye’deki adı Ergenekon olarak biliniyor. Almanya’da Alman milliyetçiliğini yönlendirmeye çalışan örgüt, Baronun girişimleriyle, Türkiye’de de Türkçülüğü yönlendirmeye çalıştı. Almanya’nın pagan köklerine dönmesine çabalayan örgüt, Türkiye’de ‘Şamanizmi’ canlandırmaya çalıştı. Her iki örgüt de komünizme karşıydı. Baron, Mısır ve İstanbul’da da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala ve İslam sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı. Baron ve adamları, bir müddet sonra zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bugünkü ismi ile MİT’le bağlantıya geçti. Mason Bektaşi Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun olduğu dönemdir. Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllar. Nazi etkisi açıktır. Şimdi baronu ve Gökalp’i yaşadıkları muhitle birlikte daha ayrıntılı masaya yatıralım. 624 Faruk Arslan On Birinci Bölüm RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP Thule Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf olarak tarihe geçen şahıs, 9 Kasım 1875’de Dresden’de Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya geldi. Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün oğlu idi. Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl süre ile Avustralya dahil, bir çok ülkeyi dolaştı. Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak ağası olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi. Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki çiftliklerinde çalıştı. İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı. Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın has adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraşları Kabbalizm ve okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler, 625 Faruk Arslan Glauer’de ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir mason locasına soktu. Ayrıca kıymetli kitapçılığını ve okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı. 1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu Glauer, İttihatçılarla iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca, devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal düşüncenin propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler kurdu. O günlerin Türkisyesi’nde çok yaygın olan tarikat, Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren İstanbul’da simyacılık ve bağlantılı okültizm konularında konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye başlamıştı. 1911’de Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların en köklü ve soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar tarafından evlat edinilmişti. Böylelikle Sebottendorf, hem Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf von Rose (1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de tekrarlanmıştı. Glauer’in Türkiye’deki ikameti 4 yıl sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü olarak Türk ordusu saflarında savaşmış ve ağır yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada kendine 50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz 626 Faruk Arslan 1915’de ise Berlin’li zengin tüccar Friedrich Müller’in kızı Berta Anna Ifland ile evlendi. Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve Türk vatandaşı olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşında bir süre Kızılay'ın başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de Bektaşiliğe, Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934 yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti ve burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü kaydedilir. Ancak ölmediğini iddia edenler vardır. Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın, yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule, 1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf, monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda “Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu. Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı. Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. Sebottendorf, 1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti. 627 Faruk Arslan Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında “SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD” (Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti. Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Gizli Servisi için önce P. Leverkuehn (I. Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger, Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta onun bir İngiliz ajanı olduğundan şüphelenmişti. Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9 Mayıs 1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için öldü gösterildi, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı. Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında birinci derece rol oynamışlardı. Hitleri ajan olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile gizli polis tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule, Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu bir kuruluştu. Neo-Nazilerin Thule’ si Manevi Cihazlanma Derneği adıyla Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok 628 Faruk Arslan ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi. ( Altındal, 1995). Altındal'a göre, "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!" Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu 629 Faruk Arslan vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal’ un bahsettiği Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndaki kayıtlara göre, 1967'de feshedilmiş, evrakları da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi. İsim listesini merak edenler Kara Kutu: Ergenekon’ un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir. Kurucuların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..." 630 Faruk Arslan Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekliyor: "2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır." Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu. İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..." ( Aktüel, 1995). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’ adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un, Mason ve Bektaşilerle bağlantısını, 2. dünya savaşı sırasında Türkiye’de bulunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2. dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt 631 Faruk Arslan üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı: ‘Hitler'e ve Nazilere iktidar yolunu açan esrarengiz bir okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'. İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu. Aynı zamanda Bektaşi ve Mason olan bu Baron Von Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında bu tür bağlantılar ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar. Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok açıklanamayan nokta ortada kalıyor. Atatürk’ün bu baronla ve Ziya Gökalp ile mesaisi pek bilinmiyor. Örneğin Atatürk’ün Türkçülük ideoloji konusunda en fazla etkilendiği diğer isim Azeri kökenli Ahmet Ağaoğludur. Berin Nadi’nin çocukluğundan bahsederken zikrettiği Ahmet Ağaoğlu (Agayef)’dan bahsetmek gerekiyor. Tarih tünelinde hızla yol alıp, bağların sürekliliğini göstermek açısından gerekiyor, Kemal Derviş’e geleyim. Bugün bir başka eupatrid Kemal Derviş Eylül 2001 tarihinde Londra’da çocukluk 632 Faruk Arslan arkadaşım dediği bir başka eupatrid Kemal Nebioğlu’nun evinde kalmıştı. Ünlü Mocan Yalısı, Pembe Yalı’nın sahibi Şevket Mocan, ünlü bir sağcı, ünlü bir mason ve DP milletvekili Şevket Mocan’ın karısı Sara Hanım, Bektaşi Nazım Hikmet’in teyzesi. Şevket Mocan’ın çocukları Ayşe, Dündar Baştımar’la evleniyor, diğer çocuk Rüya da Samet Ağaoğlu’nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu’yla. Daha sonra da Rüya Hanım bir evlilik daha yapıyor İlhan Nebioğlu’yla evleniyor ve Londra’da oturuyorlar. Şevket Mocan’ın Nazım Hikmet’in teyzesi.olan Sara Hanım’la evlenmeden önceki eşi olan Nihal Hanım’ın babası eski milletvekili Ahmet Refik Uluçay; Nihal Hanım, Necmettin Sadak’ın da baldızı. Sedef Adası’nın eski sahibi Rüyap Şehsuvaroğlu, Şevket Mocan’ın kuzeni. Necmettin Sadak, eski Dışişleri Bakanı, mason ve Ali Naci Karacan’ın da ortağı, Akşam Gazetesi’nin eski sahibi. Şevket Mocan’ın çocuklarından Ayşe, Dündar Baştımar’la evleniyor. (Şevket Mocan’ın babası Deli Remzi Paşa, annesi ise Ayşegül Mediha ve Ayşegül Mediha Hanım’ın babası da İngiliz Sait Paşa. İngiliz Mehmet Sait Paşa, İngiltere’de okuduğu için İngiliz deniyor. Müşir, Vali, Rasathane Müdürü; Divanyolu 2. Ada’da gömülü. Şevket Mocan’ın baba dedesi de Fethi Ahmet Paşa, Pembe Yalı’yı yani Mocan Yalısı’nı da yaptıran o zaten ve ilk Viyana Sefiri. ( Er, 2003). Türkçülüğüyle tanınan Ahmet Ağaoğlu’nun Demokrat Parti’nin ağır toplarından olan oğlu Samet Ağaoğlu da babası gibi mason. Samet Ağaoğlu, tıpkı Berin Nadi gibi ülkenin eupatrid olmanın göstergelerinden birisi olan Işık Lisesi mezunu. Dündar Baştımar, Sürmene doğumlu, bir başka çok önemli okul olan Şişli Terakki Lisesi 1937633 Faruk Arslan 1938 mezunu. (www.terakki.org.tr) Dündar Baştımar, TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın amcasının oğlu. TBKP’den ve TİP’ten tanıdığımız Nihat Sargın’ın eşi Yıldız Hanım, Dündar Baştımar’ın kardeşi. Baştımar Kardeşler, Baştımar’ın komşu köyü olan Kastel Köyü’nün yetiştirdiği memleket "büyüğü" Banker Kastelli’nin yani Abidin Cevher Özden ile kardeş torunları. (Dündar Kılıç da Baştımar’ın ünlülerinden. Sürmene’nin diğer ünlü sol ismi Sevim Tarı Belli’dir.) Samet Ağaoğlu’nun oğullarından Tektaş Ağaoğlu ise Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kurucularından ve önemli isimlerinden birisi. Yukarıda Doğan Avcıoğlu’ndan yaptığımız alıntı aklıma Munis Tekinalp ya da Tekin Alp olarak da bilinen, Siyonizm Kongresi’ne Selanik Delegesi olarak katılan gerçek ismiyle Moiz Kohen’i çağrıştırdı. Türk Milliyetçiliğinin en önemli savunucularından olan Moiz Kohen’e en yakın isimlerden birisi de Ziya Gökalp. Türk Milliyetçiliğinin ideologlarından olan Ziya Gökalp’e de, ideolojisi ve bağları dolayısıyla değinmeden geçmemiz mümkün değil. Çünkü Atatürk’ün ulus milliyetçilik öğretisini Gökalp’den esinlenerek oluşturduğunu biliyoruz. Dört bine yakın Fransızca kitap okuyan Atatürk, fazlasıyla Fransız etkisindedir. Devrine göre haraket etmiştir. Osmanlı, son 50 senesinde Fransa etkisindedir, Harp Okulu’nda yabancı dil olarak Fransızca okutulmaktadır. Jön Türkler üzerinden gelen dinsizlik akımı Osmanlı aydınını kuşatır. Şinasi’nin dostu Auguste Comte "alemişul din"e davet için dönemin Paris ortaelçisi olan Mustafa Reşit Paşa’ya uzun bir mektup yazmış, "Tanrı’nın yerine ilmi ve beşeriyeti ikame eden yeni dinin peygamberi sıfatıyla Reşit Paşa’ya müracat ediyor ve 634 Faruk Arslan ondan yeni bir hatla Doğu’da bu yeni dini yaymasını istiyordu." Osmanlı aydınlarını ateist yapan, masonluğun kucağına atan süreç böyle gelişmiştir. Tarihteki önemi bazen önüne gelen "Büyük" sıfatı kadar önemli olan, aynı zamanda çok da önemli bir mason Mustafa Reşit Paşa’nın koruyuculuğunda Paris’e giden Şinasi, Pozitivist düşünürlerle temasa geçiyor ve "M. Kaya Bilgegil’e göre "Şinasi Efendi değil naat yazmak hiçbir şiirinde Hz. Peygamberden bile bahsetmez." İlk gazete Tercümanı Ahvalı çıkartan Şinasi, dinden kaçışı mason Bektaşilikte bulur. Modernleşmenin siyasal ve ideolojik alanda ilk sistematik uygulamaları baktığımızda Tanzimat’la karşılaşırız. Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında, pozitvizm ile modernleşme arasında bire bir örtüşme görüyoruz; bu da modernleşmenin doğası gereği hele de ithal olunca doğal. Modernleştiriciler aynı zamanda, ilk pozitivistler olarak da karşımıza çıkıyor. Pozitivizmin kurumsal olarak baş tacı edildiği, yeni din olarak hayata sokulduğu oluşum ise İttihat ve Terakki olmuştur. A. Comte tarafından vazedilen "ordre et progrés" yani Nizam ve Terakki, İttihat ve Terakki için önerilen ilk isimlerdendir; nizam sözcüğü yerine dönemin şiarı olan ittihat sözcüğü seçilmiştir. Pozitivizmin bir düşünce olarak yaygınlaşması da İTC’nin yayın organı olan Meşveret önemli bir rol oynamıştır. Modern Sosyolojinin kurucusu da sayılan Auguste Comte, toplumların değişim teorisi olarak, bir tarih felsefesi olarak meşhur üç hal yasasını formüle etmiştir; üç hal yani sırasıyla teolojik-metafizik-bilimsel olarak adlandırdığı aşamaları, toplumların halleri olarak belirtmiştir. Bu üç hal yasasının kuşkusuz karşılığı metafizik karşıtlığı ve onun da pratik de laiklik olmuştur. 635 Faruk Arslan Pozitivizmin İTC içinde en önemli temsilcilerinden birisi de Cemiyet’in ideologlugunu üstlenmiş olan Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’i pozitivizmle ve masonlukla tanıştıran aynı isimdir : Abdullah Cevdet. Abdullah Cevdet keskin bir din düşmanlığını en radikal bir biçimde sergileyerek, ölümünden sonra cenaze namazının kılınıp kılınması sorun olan birisidir. Ziya Gökalp’in intihar girişimiyle, Beşir Fuad’ın (o da masondur) intihar girişimi arasında inanç sistemleri bakımından bir paralellik bulunabilir. Bileklerini kestikten sonra son ana kadar hissetiklerini yazıya döken Beşir Fuad, veda mektubunu da, "Ey Hakim" diye hitapla başlayacak kadar saygı duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye (masondur) yazmıştır. Ziya Gökalp’in, Cemil Meriç’in deyişiyle kırıntılarını ithal ettiği asıl isim de Emil Galip Sandalcı’nın adaşı Emile Durkheim olmuştur. "En büyük özelliği çok az konuşması… Her toplantıda hiç kımıldamadan oturur, dinlermiş. Ağzını açmazmış. Sonra ve bazan bir terleme başlarmış. Terleme, Ziya Gökalp’in konuşacağının işareti olurmuş. Ziya Gökalp, her zaman, konuşmadan önce sıkıntıdan terlermiş. Ziya Gökalp az konuşmasıyla ve teorisyeni olduğu İttihat ve Terakki’nin zilediği politikaya hiç karışamadan büyük düşünür koltuğunu korumuş."(Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, s.186) Gençliğindeki intihar girişimin izini ömür boyu taşıyacak olan M. Ziya Gökalp, Diyarbakırlı. Dedesi yörenin ünlü fikir insanlarından birisi. Gökalp’i çok etkileyen babası Tevfik Efendi, memur; vilayetin resmi gazetesinin müdürlüğünü yapmış, istatistiki salname yazmış, Diyarbekir Tarihi isimli bir kitabı var; en son görevi de nüfus işlerini idare etmek. Annesi Zeliha Hanım da 636 Faruk Arslan eşraftan bir ailenin kızı. (Ali N. Göksel, Ziya Gökalp : Hayatı-Eserleri, Aktaran: Mehmet Karakaş, Türk Ulusçuluğunun İnşası, s.166) "Bir akşam eve geldiğimde babamı çok üzgün buldum. Beni görünce ‘Gel dedi. Sana çok kederli bir haber vereceğim. Çok ağlayacaksın!… Çünkü sizin en büyük hocanız ve ulusun da en büyük adamı olan Namık Kemal vefat etti’… ‘İşte sen bu adamın arkasından gideceksin ! Onun gibi vatanperver onun kadar hürriyetperver olacaksın !… Bu sözler bende o kadar etkili oldu ki, o zamana kadar bende olmayan yeni bir mefkure melekesi yarattı. Çünkü bu andan itibaren şuurlu bir hürriyetperver, uyanık bir vatansever gibi düşünmeğe; hürriyet, vatan, ulus mefkurelerini her şeyin üstünde görmeye başladım."(Ziya Gökalp, Felsefi Vasiyetler; Aktaran : Mehmet Karakaş, s.167) Namık Kemal ile Nazım Hikmet akrabadır. Ahmet Mithat, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in ortak bir paydaları hepsinin mason Bektaşi olmasıdır. Ahmet Mithat Efendi’nin bir de Melami olduğunu biliyoruz. (Toplumsal Tarih, Ocak 2002) Gökalp’in Diyarbakır’ı dönemin sürgün yerlerinden birisi olduğu için, dönemin pek çok muhalifi de burada toplanmış durumda. İstanbul’dan, merkezden uzak bu şehir adeta Doğu’nun Selanik’i durumunda ve etnisite olarak da heterojen bir yer. Gökalp, Diyarbakır Vilayeti Maarif müfettişliği yapıyor, İttihat ve Terakki Diyarbakır Şubesi’ni kuruyor, Peyman gazetesinde yazıyor, 1909’da Selanik’te yapılan İTC kongresine üye olarak katılıyor, 1910’da İTC’nin Selanik İdadisi’nde sosyoloji dersleri vermeye başlıyor, 1911’de Gökalp ismini kullanmaya ve 637 Faruk Arslan Türk Yurdu’nda yazmaya başlıyor ve 1912’de İstanbul’a yerleşiyor. 1919’da Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya sürgün gönderiliyor. Mustafa Kemal’e dilekçeler veriyor, 1923’te milletvekili yapılıyor, CHP’nin dokuz umdesinin hazırlanmasında çalışıyor. (Hamit Bozarslan, M. Ziya Gökalp, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi) Ziya Gökalp, kendisini Emile Durkheim’in şakirdi olarak tanımlıyor. İlk sosyoloji çevirisi kitap 1912’de yayınlanan Emile Bougle’nin kitabı ve İlm-i İçtihad nedir ismini taşıyor. Kitabın çevirmeni de tanıdık bir isim : Mustafa Suphi. Kitap, Durheim’in sosyolojisin tanıtan ilk kitap. (Zafer Toprak, Osmanlıda Toplumbilimin Doğuşu, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, s.312) İlk "telif" sosyoloji kitabı da Ziya Gökalp’in ders notları; bu da tamamen Durkheim’in sosyolojisi ve Durkheim’in sosyolojisinin temel kavramı, opus magnumu olan "toplumsal işbölümü" (aynı zamanda doktora tezi) de Dr. Abdullah Cevdet tarafından çevrilmiş. Durkheim, toplumu anlamak için üretim ilişkilerini merkeze alan Marx’a karşı toplumsal bilinci öne çıkarır. Durkheim’e göre, toplumsal bilinç, bireylerin inanç ve duygularının bütünüdür; ancak toplumsal bilinç bireylerin geçiciliğinden bağımsız olarak kalıcıdır, bu bilinç toplumda kendiliğinden vardır. Herkes toplumsal görev ve sorumluluklar yüklüdür, aksi takdirde toplumsal bilinç zayıflar Durkheim’e göre.Ziya Gökalp’te bu toplumsal bilinç, şuur olarak bir ülküdür ve millet oluşmasının da temel dayanağıdır. Dönemin etkin dergisi Yeni Mecmua’da Moiz Kohen’le (Tekin Alp) birlikte yazan Ziya Gökalp, dönemin 638 Faruk Arslan ideolojisini yansıtan solidarizmin (dayanışmacılık, bağlılık) de yine Moiz Kohen’le birlikte yerli versiyonunun da en büyük teorisyenleri. Solidarizm; sınıf çatışmalarına yer vermeyen, özel mülkiyetin ve hür teşebbüsün önemine inanan ama ekonomiye devletin müdahalesinin de gerekli olduğunu savunan, laikliği düstur olarak kabul eden bir öğreti. Cumhuriyet’in "imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz" vecizesi solidarizmin şiar haline gelmiş, formüle edilmiş hali. Toplumsal işbölümü, meslek farklılıkları var, bu başta yazdığımız organik bir dayanışma, "sınıf yok meslek var , hak yok vazife var, fert yok cemiyet var. Durkheim’in bireyi de Gökalp’te kayboluyor ve tam anlamıyla totaliter bir yapı tasavvuru var. Söylediği söz aynen şöyle: "Dahiler ve kahramanlar dışındaki fertler büyük bir kıymeti hazi değildir." Ziya Gökalp’in kıymeti haiz olarak gördüğü ve en çok methiyeler düzdüğü kişiler de Talat Paşa ve Mustafa Kemal. Gökalp’in birinci şiarı olan Türkleşmek, ırk temeline dayanmayan ama Durkheim’in söylediği tarzda, toplumsal bilincin unsuru olarak, bireylerden bağımsız bir "hars" olarak, toplumun değişmez ortak bilinciydi. Bu bilince sahip olmayan örneğin Ermenilerin kırılmasını da bu yüzden canı gönülden desteklemiştir. Gökalp’in modelinde kavimler ve etnik unsurlar millet sayılamayacağı ve bu ayrılık toplumsal bilinç modeline göre Kürtler de asimile edilmeliydi. Durkheim’de toplumsal bilinç için antik çağa gidiş varsa, Ziya Gökalp’te de Orta Asya Türklerine gidiş vardı. Gökalp’in bu geri gidişinin bir modelini de Mussolini, Roma’ya dönerek gerçekleştirmiştir. Ziya Gökalp’in fikirleri, aynı zamanda kitabının da adı olan Türkleşmek, İslamlaşmak 639 Faruk Arslan ve Muasırlaşmak olarak özetlenebilir. İslamlaşmaktan kastedilen ise şuydu : Toplumsal bilincin unsurlarından biri olan din devlete itaati gerektiriyordu ve din avam tabakanın unsuru olarak işlevsel bir araçtı, denge unsuruydu, dolayısıyla gerekliydi; bu yüzden bugün örneğini yaşadığımız bir din yaklaşımı vardı. Gavura karşı dini kullanmak gerektiğinde en dindar müslüman gibi davranmak. Devletin belirlediği tek bir din modeli dışında kalanlara, örneğin Aleviliğe yer vermemek. Gökalp’in tasavvuru olan ulus-devlet adım adım gerçekleşti; sınıf değil meslek ayrımı, dinler değil din, laikçi-inanç hürriyeti olmayan, milletler değil-Türk Milleti, Batılı değil-Batıcı, vatandaşın devlet için varolduğu, hak değil vazifenin olduğu, bireyin bir değerinin/hakkının olmadığı… Platon’un modelindeki üstün insan olan filozof-kral (Osmanlıda Allahın yeryüzündeki gölgesi Padişah) bu modelde "dahi ve/veya" kahraman olarak yine hikmetinden sual olunmayan ama bu kez gücünü dünyevi meziyetlerinden alan bir tiran olmuştur. ( Er, 2003). Mason Bektaşilerin, Türk milliyetçiliğine dayalı ulus devleti nasıl kurdurdukları şimdi daha iyi anlaşılabilir. Türkçülüğün ideoloğu Kürt kökenli Bektaşi Türkcü ve mason Ziya Gökalptir. Şimdide Sabataycı Bektaşi masonik yapılanmanın çok övündükleri, derin devletin kurulmasına beşiklik eden, gizli toplantıların yapıldığı Bektaşi dergahı Şehitlik Tekkesine göz atalım. 640 Faruk Arslan On İkinci Bölüm MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ 1666'dan sonra Sabetayistlik; 1738'de Papa XII. Clemens'in yasaklamasıyla masonluk ve 1826'dan sonra Bektaşîlik varlıklarını hep "gizli cemiyet" olarak sürdürmek zorunda kaldılar. Toplanmaları, törenleri, simgeleri hep bir sır barındırıyordu. Sabetayistler, Müslüman olup tekke-dergâhlara girdiklerinde Yahudi inancının bazı ritüllerini beraberlerinde getirdiler. Reha Çamuroğlu, Balkanlar'da birçok Hıristiyan'ın, "On İki Havari" ile "On İki İmam" arasında kavramsal akrabalık kurduklarını; "Mehdi"yi, "Mesih" olarak bağırlarına bastıklarını belirtiyor. {Değişen Koşullarda Alevîlik, 2000, s. 55.) Bezmiâlem Sultan ve Pertevniyal Sultan'ın da desteğiyle 1846’da sonra Bektaşîler yavaş yavaş sürgünden dönüp, tekkelerini yeniden sessizce kurmaya başladılar. Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tekkesi kısa sürede eski günlerine dönmeyi Büyük Mahmud Cevad Baba'nın oğlu Mehmed Abdünnafî Baba döneminde başardı. Tekke onun döneminde "Nafi Baba Tekkesi" olarak tanınmaya başladı. Hoşgörülü, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında, kendi özgün fikirleri ve ritüelleriyle bilinen Bektaşîlerin, hemen hemen aynı ülküyü paylaşan masonlarla yan yana gelmesi doğaldı. Tıpkı gizlenen Sabetayistler mason localarına girebilmek için ne kadar hevesli ise, sadece felsefî yakınlık değil, tarihî şartların da 641 Faruk Arslan dayatması sonucu Bektaşîler de mason oldular. Bektaşî tekkelerinin başına gelenler, kendisi de bir Bektaşî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı çok kızdırdı. Osmanlı'yla savaş noktasına gelecek kadar Bektaşî'ydi. Bektaşîler üzerindeki Saray baskısının kalkmasında Kavalalı ordusunun Kütahya'ya kadar gelmesinin de etkisi vardı. İttihat ve Terakki'nin sadrazamı Said Halim Paşa, ailece masondu. Babası Prens Abdülhalim Paşa da masondu, üstelik Fransız Yüksek Şûra üyeliğine kadar yükselmiş önemli bir masondu. Osmanlı'da mason locası kurmaya yetkili görülecek kadar Fransız masonlarının güvenini kazanmıştı. Bektaşî-mason ilişkisinin temellerini Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın çocukları ile torunlarının atmış olması tesadüf değildir. Entelektüel gelişmesine büyük katkısı olan Bektaşî dedesi Vali Abdüllatif Paşa'nın etkisinde büyüyen, bu tesirle Hz. Ali aşkıyla dolup taşan mısralar kaleme alan, Kerbela mersiyeleri yazan; Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu Mustafa Fazıl Paşa ilişkisi nedeniyle Avrupa'ya gidip Jön Türk hareketini başlatan Namık Kemal gibi Osmanlı münevverleri Bektaşî-mason ilişkisinde köprü görevi yaptılar. O baskıcı günlerde birçok Bektaşî'nin mason olduğu artık bilinen bir gerçek. Şehirli insanın tarikatı Bektaşîlik, liberaldi, katı kuralcı, tutucu değildi. Bu nedenle, dinler ve mezhepler üstünde gördüğü masonlukla hemen kaynaşması normaldi. İslam’ı sıkı bir müslüman olarak yaşamaktan kaçanlar için barınaktı. Üstelik ortak siyasî çıkarları vardı: Bektaşîler ve masonlar Jön (Genç) Türklerin örgütlenmesinde, İttihat ve Terakki'nin kurulmasında hep ittifak yaptılar. Bu birlikteliğin itici gücü Sabetayistlerdi. Bektaşî, mason ve Sabetayistlerin 642 Faruk Arslan ortak noktası, değişmez ritüeli "sır" saklamak, sırla dolu hayatı sürdürmekti. Bektaşîlik, Sabetayistlik ve masonluk; üçü de "sırlar cemiyeti"ydi; gizliliği kurumsallaştırmışlardı. (Yalçın, 2006). Bektaşî Şehitlik Tekkesi yönetiminde "erbabiye"lik göz önüne alınarak "evladiyelik ilkesi uygulanıyordu, yani "baba"lık babadan oğula geçiyordu. Büyük Mahmud Cevad Baba'dan sonra postnişinliğe kısaca "Nafi Baba" denen Mehmed Abdünnafi Baba'nın oturuyordu. Tekkenin adının duyulması da Nafi Baba döneminde oldu. Şehitlik Tekkesi, "Nafi Baba Tekkesi" olarak bilinmeye başlandı. Nafi Baba kimdi ? Şeyhülislamlıktan kalma binlerce belgeyi, Diyanet İşleri Başkanlığı "Şer'iye Sicilleri Arşivi"nde sekiz yıllık bir çalışma sonucu tasnif edip, Son Devir Osmanlı Uleması kitabını yazan Sadık Albayrak, Şeyh Abdünnafi Efendi (İstanbullu) biyografisi hakkında şu bilgileri veriyor. Şehitlik Dergâhı postnişini ve Şeyh Bedreddin'in hafidi Mahmud Cevad Efendi'nin oğlu olup hicrî 1251 senesinde İstanbul'da doğmuştur. Dinî ilimleri Silivri Müftüsü Sadık Efendi ile Adanalı İsmail Efendi'den ve Fatih Camii dersiâmlarından Musa Kâzım Efendi'den tahsil eylemiştir. 9 Temmuz 1262'de (3 şaban 1264) uhdesine İbtidaî Hariç İstanbul Müderrisliği payesi tevcih buyurulup 1 Mart 1271'de müderrislik maaşı tahsis edilmiştir. 25 recep 1288'de Musıla-i Süleymaniye'ye vâsıl olan müderrisliği muharrem 1326'da (22 kânunuisanî 1323) Bilad-ı Mahreçten Halep Mevlevîyeti'ne terfi olunup 11 kânunusani 1324'te Mevlevîyetten infîkak etmiştir. Bu tarih İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği tarihti; demek ki Nafi Baba "özgürlüğünü" 1908'de ilan etmişti! 643 Faruk Arslan Nafi Baba, o tarihe kadar, "takiye" yaparak Bektaşîliğini hep saklamış; Nakşibendî hocalardan dersler almış; Osmanlı Sarayı'yla ilişkilerini düzeltmişti, ilmiye payesi alarak kendisine Saray’dan maaş bağlatmıştı. Ahmed Vefik Paşa Eyüp'e gömülmeyi vasiyet etmişti. Ancak Sultan II. Abdülhamid buna izin vermemiş ve, "Protestanlara arsa satan adam, kıyamete dek, onların çan sesini dinlesin" diyerek Rumelihisarı mezarlığına gömülmesini emretmişti. (Mustafa Müftüoğlu, Târihî Gerçekler, s. 47.) Cenazenin kaldırılışının gecikmesi dönemin gazetelerinde de benzer yorumlara neden olmuştu. 1 Nisan 1891 tarihi açıklanmıştı, 4 nisanda defnedildi. Nafi Baba, "el altından" İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne yardımlarda bulunuyordu. İttihatçıların İstanbul'daki gizli buluşma yerlerinden biri de Nafi Baba Dergâhı'ydı. İttihatçılar iktidar olunca Nafi Baba da kendi iktidarını kurdu. Tıpkı diğer Bektaşîler gibi... İttihatçılar iktidar olunca Bektaşîler, 1826'dan beri süren uzaklaşmadan sonra yine merkezî hükümetle yakın ilişki içine girdiler, örneğin, Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münir Baba’nın oğlu Hüseyin Avni Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin mesul kâtip muaviniydi. Onun nüfuzu ve aracılığıyla Merdibanköy/Merdivenköy (Şahkulu) Tekkesi şeyhliğini Filibeli İbrahim Fevzi Baba'ya verdiler. Muhibben adlı dergiyi çıkarmaya başladılar. Ancak İttihatçı-Bektaşî ilişkisi zamanla sorun da getirecekti. İttihatçıların "Türkçü-milliyetçi" çizgileri, Arnavut Bektaşîler ile Rumeli ağırlıklı İstanbul Bektaşîlerini karşı karşıya getirdi. İttihatçıların "İttihad-ı Anasır" politikası, Türkler ile Arnavut Bektaşîlerin yollarını ayırdı. Türk Bektaşîler, Bektaşîliğin İttihat ve Terakki Cemiyeti 644 Faruk Arslan tarafından resmen tanınacağım düşündüler. Ama Bektaşîlere "resmî hüviyet”i İttihatçılar da veremedi! "Resmî hüviyet" yoktu ama, geniş bir serbestlik vardı. Bektaşîler artık kimliklerini saklamıyorlardı. Birçok Bektaşî devlet bürokrasisinde önemli görevlere gelmişti. (Yalçın, 2006). Nafi Baba, sıradan bir "baba" değildi; Arapça, Farsça dışında İngilizce ve Fransızca biliyordu. İyi bir eğitim gördüğü belliydi. Nafi Baba Tekkesi, bugün Robert Kolej toprakları içinde. New Yorklu zengin bir tüccar olan Christopher Rheinlander Robert, 1856'da İstanbul'u ziyareti sırasında, Kırım Savaşı'ndan yaralı dönen askerlere, Selimiye Kışlası'nda yardım eden Protestan papaz Dr. Cyrus Hamlin'le tanıştı, ikisi de Protestan Metodist mezhebine mensup misyonerlerdi. Metodist mezhebi daha çok sağlık alanında misyonerlik çalışması yapıyordu. Tüccar Robert ile papaz Hamlin, İngilizce eğitim veren bir okul açmaya karar verdiler. C. R. Robert finans yükünü omuzlarken, Dr. Hamlin de kolejin kuruluş sorumluluğunu üzerine aldı. Yer olarak beğendikleri, Şehitlik Tekkesi yanındaki Ahmed Vefik Paşa'ya ait taşocağı arsasıydı. Önceleri paşa arsasını satmak istemiyordu ama devreye kendini yetiştiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa girince satmak zorunda kaldı. Ahmed Vefik Paşa masondu; "üstatlarının", en çok da, hep yanında olduğu Mustafa Reşid Paşa'nın bu arsa satış işinde devrede olduğu düşünülebilir. "Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi dönme"ydi. (Mehmet Şevket Eygi, Yahudi Türkler yahut Sabetaycılar, 2000, s. 22.). Nafi Baba ailesi soyadı yasası çıktığında "Pektaş" soyadını aldılar. Damadı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın 645 Faruk Arslan istihbarat şefi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in kayınbabası Hacıbeyzade Ahmed Muhtar "Yeytaş" soyadını aldı. Bilinen Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi Yahya Naci Efendi'nin, Bulgar mühendisiyken Müslüman olduğuydu. Padişah fermanı olmadan inşaata başlanmayacağını bilen Amerikalılar, izni beklemeden, önce kiralama yoluyla bir bina bularak öğrenime başladılar. Eylül 1863'te Robert Kolej öğrencilere kapısını açtı.. 4 Haziran 1869'da padişahtan izin çıktı. Okulun yapımı 1871'de tamamlandı. On yıl sürdü. Sonra ikinci bina yapıldı. Kolej bina ve öğrenci olarak her yıl büyüdü. Okula her din ve dilden öğrenci kabul ediliyordu. Robert Kolej'in, Bektaşî Şehitlik Tekkesi yanında kurulması tesadüf olamazdı. O yıllarda Anadolu'yu dolaşan Protestan misyonerlerin en önemli üç hedefi vardı: Ermeniler, Kürtler ve Alevîler! Yıllardır, kendilerini ifade etme olanağı bulamayan, kimlikleri nedeniyle ezilen, ümmetin parçası kabul edilmeyenleri Protestanlar "dönüştürmek" istiyorlardı. Ancak bu olumsuz koşullara rağmen Müslümanlar misyonerleri pek sevindirmiyorlardı. Ama sayıları çok az olsa da Protestan olanlar vardı. Protestanlığı kabul etmiş Müslümanlar, Amerikan misyonerlerinin İstanbul Bebek'te kurduğu Bebek İlahiyat Okulu'nda eğitimden geçiriliyordu. (Lukas Hans Kieser, Iskalanmış Barış, 2005, s. 112.) Komşuları Amerikan misyonerleri o günlerde harıl harıl çalışırken Nafi Baba, 1908'de vefat etti. Tekkenin başına oğlu (Neşet Hanım'dan olan) Küçük Mahmud Baba geldi. Küçük Mahmud Baba hep devlet görevinde çalışmıştı: Dahiliye Nazırlığı Özel Kalemi'nde; Gümrük Müdürlüğü'nde; Maarif Nazırlığında; İngilizce öğretmeni olarak Darülfünun'da vb... Tekkeler 1925'te kapatılırken, 646 Faruk Arslan Nafi Baba Tekkesi'nin postnişini Küçük Mahmud Baba’nın oğlu (Cemile Sabiha Hanım'dan olma) Abbas Nusret Baba'ydı (1898-1975). Abbas Nusret Baba, postnişin olmak için Londra Büyükelçiliği'ndeki görevini bırakıp İstanbul'a gelmişti. Abbas Nusret Baba aynı zamanda, İngilizlerin "ata sporlarından" kriketi Osmanlı'da ilk oynayan sporculardan biriydi. Nafi Baba Tekkesi'ne postnişin olarak sonra, İstanbul edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı Nafi Baba’nın kızı Fatma Hayriye'den torunu Hüseyin Pektaş oturdu. Robert Kolej'den sonra öğrenimine Sorbonne'da devam etti. Robert Kolej'de öğretmen oldu. O yıllarda kolejde, "Türk Öğretmen Grubu"nu kurdular. Grupta kendisiyle birlikte, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Feridun Nigâr ve İsmail Hikmet Ertaylan vardı. Hüseyin Pektaş, Mudanya ve Lozan görüşmelerinde sekreter ve çevirmen olarak görev yaptı. 1935'te Robert Kolej'e yönetici oldu. Eşi, Mihri Pektaş, Cumhuriyet'in ilk kadın milletvekillerinden biriydi. (Yalçın, 2006). Nafi Baba Türbesi, Boğaziçi Üniversitesi'nin kampusu içerisinde, Boğaz'ın ayaklar altında kaldığı bir yamaçta bulunuyor. Küçük ama oldukça bakımlı bir türbe. Bu türbenin etrafında irili ufaklı birçok mezar taşı da bulunuyor; bu mezar taşlarından Latin harfleriyle yazılmış olanlar sadece iki adet: Edirneli Hayriye Bacıoğlu ve Ömer Lütfü Erselçuk. Üniversite kampusu içerisinde bulunan bu türbenin bir başka özelliği de, türbeden haberdar olan Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının evlendikten sonra burayı ziyaret edip dua etmeleri. Nafi Baba'nın soyu, Yener, Yeşim, Atayolu, Eren, Soyak, İpekçi soyadlarıyla sürüyor… 647 Faruk Arslan Tarikatların özel mezarlıkları vardı. Örneğin, Selanik'teki Mevlevihane'nin hemen yanında dergâhın mezarlığı bulunuyordu. Sabetayist Mevlevî Mehmed Esad Efendi, Kasımpaşa Mevlevîhanesi naziresine defnedilmişti. Bülbülderesi Mezarlığı'nın, Osmanlı döneminde bir dergâh mezarlığı olması büyük ihtimal. Mezarlık büyük olduğundan mı, yoksa araya hatırlı isimlerin girdiğinden mi bilinmez, Cumhuriyet özellikle tekke ve zaviyeleri kapattıktan sonra, dergâhlara defin işlemleri durdu. Bülbülderesi Mezarlığı'nı "dergâh mezarlığı" statüsünden çıkardı. Bülbülderesi, genel Müslüman mezarlığı sınıfına sokuldu. Bülbülderesi Mezarlığı Sabetayist Karakaşî grubunun mezarlığıydı. Fevziye Mektepleri de aynı grubun okuludur. Dolayısıyla mezarlarının bulunduğu yere yaptırdıkları caminin adı da Fevziye Camii olacaktı! Sabetayistlerin cami yaptırma "geleneğinin" vardı. (Yalçın, 2006). Soner Yalçın, Efendi kitabında Selanik'in en büyük camii, Yeni Cami'den bahsediyor. (s. 58.) 1899'da ölen Rabia Adviye adlı Sabetayist bir hanımın "Bedevî Dergâhı" yaptırdığı da biliniyor. (Ilgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, 1998, s. 42. Türkiye'de milliyetçi hareketin önde gelen isimlerinden M. Raif Ogan’ın Masonluk, içyüzü, Sırları adlı kitabı 1950'li yıllarda hayli ses getirmişti. İslam Dünyası adlı bir dergi çıkarmıştı; Fahrettin Kerim Gökay gibi birçok öğrenci yetiştirmişti. İlahiyatçı Ogan'ın Sebatayist olması düşünülemez herhalde! (Yalçın, 2006). Soner Yalçın, söz konusu kitabında kasıtlı olarak üç yerde Fethullah Gülen’i Huruficilikle suçluyor, masonik Bektaşiliğin beslendiği kaynağı gizlemek için müthiş bir gözbağcılığı yapıyor. Buna ters köşeye yatırma denir. Bu nedenle Hurufilik konusuna geniş yer vereceğiz. 648 Faruk Arslan On Üçüncü Bölüm MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK Osmanlının temelinde yer alan Bektaşi tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve hizmetlerde bulundular. Alperen kültürünü Anadoluya getiren Yesevilik, Nakşilik, Mevlevilik ve Melamilikle birlikte Osmanlı’yı kurdular. Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı. Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bu fikirleri yayanları, 16. yüzyıldan itibaren Bektaşi olmuş Avdeti Mehmet Efendi ve çevresindeki 200 Sabataycı aile destekledi. Bu dönemde Bektaşi görünen Sabetaycılarda, kendilerine en yakın gördükleri Hurufilik öğretisini gizlice hortlattı. Bir müddet sonra da hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı. 1900 başlarında Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılırdı: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz Müslümanlardı. İkincisi sahte, Sabataycıların kurguladığı yalancı masonik Bektaşilerdi. 1826'da Yeniçeriler ortadan kaldırılıp Bektaşi tekkeleri kapatılınca, sürgün edilen Bektaşiler, kendilerini korumak için Masonluğa girmeye başladılar. Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik” nedir, bunun üzerinde durmak istiyorum. Hurufilik, İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biridir. 649 Faruk Arslan Kurucusu bir Acem (İran) Yahûdîsi olan Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizî’dir. Hurufilik, Allahı ve genel olarak da alemi sayılar ve harflerle açıklayan Kabbala tarzı bir öğreti. Mason Bektaşiliğin Bektaşiliği ele geçirmesinden sonra Alevilik üzerinde Hurufi’liğin çok etkisi oldu. Sabetaycılıkta Tanrı'nın söylenmesi yasak olan adının harflerinin sayısal değerlerinin toplamı 26, o yüzden 26 kutsal sayıdır. Hurufilikte de bu sayı 28. Kuranı meydana getiren harflerin toplam sayısı 28. Huruf, harfin çoğulu oluyor, harfler demek. Huruf ilmi ya da ilm-i huruf harflerden anlam çıkarıp yorumlamak oluyor. Hurufilere göre insan yüzünde de 28 harf var, dolayısıyla insan yüzü Tanrı'yı gösterir. Örneğin, ağız ayın harfine, burun lam harfine, çene ye harfine benzetilerek insan yüzünde Ali okunuyor derler. Azerbaycan'da Fazlullah Timurlenk tarafından asılınca müritleri Anadolu'ya kaçtı. Şeyh Nesimi onlardandı. Hurufiler, Bektaşiler'in arasına gizlendi. Hurufi inanışına göre, insanda Tanrı mayası, nüvesi vardı. İnsanın yüz hatlarında harflerden oluşan alfabenin varlığı inancı Aleviliğe Hurufilikten gelmiştir. Kaşlar, burun Ali'nin adını tanımlayan harflerdir. Bıyık da bu adı tamamlar. Bunun için Aleviler bıyığa önem verirler. Bektaşilik ile Alevilik zamanla farklılaşsada, felsefi kökleri ve etkileşim sahaları aynıydı. Bektaşiler, Balkan ve Trakya'ya yerleşimişlerdi. Aleviler, Anadolu köylerinde yaşayıp hep göçebe oldular, cahil kaldılar. Osmanlı, Bektaşiliği yasakladıktan sonra Balkan topraklarını kaybedince Bektaşilik çok zayıfladı, Alevilik canlandı. Bektaşilerin marifetleri, Alevilere geçti. Aleviler ilim yuvalarına sığındılar, yüksek okullara 650 Faruk Arslan başladılar. Kültür seviyeleri yükseldi, 21’inci asrın en laik fikirlileri oldular Türkiye’de. Yüzlerce Cem evi açtılar, vakıflar kurdular. Bektaşiler, Alevilerden kendilerini sakındılar. Önemli Bektaşi babaları, "biz Alevi değiliz" diyordu. Esasta aynı olmalarına rağmen masonlukla Bektaşiliğin içiçe geçmesiyle birlikte ayinlerde bazı farklar oluştu. Bektaşilikte, Semah ve musahiplik yoktur. Osmanlıda Yeniçeriler ile Bektaşiler arasında sıkkı ilişkiler vardı. Orduyu elde tutma alışkanlıkları Türkiye Cumhuriyeti döneminde de sürdü. Bektaşiler ve Aleviler, çocuklarını sürekli askeri okullara gönderdi. Bektaşi Tekke’lerinde ayın törenlerinde, Alevilerle zamanla farklılıklar doğdu. Ama Masonlar’ın ayinleriyle Bektaşiler arasında benzerlikler başladı. Üçler, beşler, yediler kavramı örneğin Masonluktada vardır. Birinci derece üçler, ikinci derece beşler, üçüncü derece yediler olarak. Bektaşiler ise, üç ( Allah, Muhammed, Ali) diyorlar farklı görülmek için. Temelinde ise, masonlar Bektaşileri İslam karşıtı olarak piyasaya çıkardı. Bu nedenle Alevileri hem dışladılar, hemde Sünni karşıtlığı için laikliki koruma bahanesiyle maşa olarak kullandılar. Masonlar, kuruluş sembollerini Hz. Süleyman’nın Tapınağından (Mimari yapısından)’dan alırlar. Özgür insanı savunurlar, din otoriteyi tanımazlar. Boyun eğmezler. Güya kin ve nefrette girmezler, ırkçı değiller. Tüm bu özellikler zaten Alevilikte de var. Alevilik, bu nedenle masonluğu Bektaşilik gibi önceleri ayrı gayri görmedi. Masonların, Bektaşiliği nasıl bu denli bozabildiğini kavramak için Hurufiliğe dönelim. Kurduğu bozuk yolun 651 Faruk Arslan esaslarını anlatmak için Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizî, Câvidân adında Farsça büyük bir kitap yazdı. Kitabında, Kur’ân-ı kerîmdeki harflere mânâlar vererek, kendisinin “tanrı” olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâra kalkıştı ve İslâmiyetle alay etti. Kurduğu bu bozuk yola, Yahûdîlik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi inançları da karıştırdı. Bunlarla iç içe oldu. Nitekim, Yahudi Sabataist İlgaz Zorlu, Bektaşiliğin içine nasıl sızdıklarını şöyle ifade ediyor: “Sabetaycılar kendi din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç; adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde din adamı gibi görünür.” ( Eğitim-Bilim dergisi, Kasım 2000) Hurûfîliğin bu bozuk inanışları İslâm ülkelerinde câhil halktan bazı kimseler arasında yayılmaya başlayınca Tîmûr Hanın oğlu Miran Şah, babasının emri ile 1393 senesinde Fadlullah-ı Hurûfî’yi öldürdü. Bacağına ip takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Tîmûr Han, İslâmiyet için çok tehlikeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önledi. Bunun için Bektâşî ismi altında kendini gizleyen Hurûfiler, Tîmûr Hanı sevmezler, hep kötülerler. 1393’de Fadlullah-ı Hurûfi öldürülüp, Esterâbâd şehri yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Hurufilik, Fazlullah’ın baş halifesi Nesimi ve diğer halifelerin çabalarıyla Irak, Azerbaycan ve Anadolu’da yayıldı. Bu halifelerden Aliül-Ala Fazlullah’ın ölümü sonrası Anadolu’ya geçerek Bektaşi dervişleri arasına girdi. Bazı kaynaklara göre, Ali-ûl-Ala Hacı Bektaş tekkesinde bulunuyor, Bektaşilere Hurufiliği telkin ediyordu. Aliyyül-a’lâ adındaki derviş, Anadolu’da Bektâşî tekkesinde Câvidân’ı gizlice yaymaya ve câhilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektâş-ı 652 Faruk Arslan Velî’nin yolu budur” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî’in yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamamen ayrıldılar. Bektâşî tarîkatı adı altında saklanan Hurûfîlere göre, namazı bir kere kılmak, orucu bir kere tutmak, guslü de ömründe bir kere almak farzdır. “Gusül edip vücudunuzu hırpalamayın” derler. Hurufilik XV.yüzyılda Osmanlı sarayına kadar sızmış hatta Fatih Sultan Mehmed’i bile etkilemişti. Ancak ulemanın şiddetli tepkisi sonucu genç şehzadeye hurufi fikirleri aşılayan kişi yakılarak öldürüldü. Bundan sonra Osmanlı Devleti hurufiliğin kökünü kazımaya, Kanuni Sultan Süleyman zamanında da devam etti. Bu durum, hurufilerin Bektaşilerin arasına sızmalarıyla, fikirlerini Bektaşilik perdesi altında yaymaya çalışmalarıyla sonuçlanmış, propagandalarını ancak bu yolla sürdürebilmişlerdir. Hurufilik esas olarak harflerden dinsel anlamlar çıkarmaya dayanır. Hurufilik’te varlığın özü sesten oluşur ve Tanrı harfler aracılığıyla insanda tecelli eder. İnsan, tanrısallaştırılır. Hurufiliğin temeli, Tanrı’nın insanda tecelli ettiği düşüncesine dayanır. Hurufiliğin Alevi-Bektaşi inancına etkilerini edebiyat alanındaki örneklerde mesela Virani Baba’nın şiirlerinde olduğu gibi açıkça görmek mümkündür. Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanarak ortaya çıkan Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi, kendisinin İsa ve Mehdi olduğunu iddia etmiş, yeni bir din kuran bir peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Hurufiler 16. yüzyıldan itibaren Bektaşilik tarikatının içine sızmaya başladı Bektaşiliğe daha sonra intisap edenlerin içinde ağırlığını Yahudiler ve Sebataistler oluşturuyordu. Sabatay Sevi’nin Bektaşi tekkelerine gittiği biliniyor. 653 Faruk Arslan Hurufi müritleri Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş tekkesi mensuplarına Hurufi doktrinlerini Hacı Bektaş’ın gizli fikirleri diye tanıtmıştı. Sapkınlık ve zındıklık derecesindeki kendi fikirlerini Hacı Bektaş’ın adının korunması altında yaymışlardı. Hurufilik, Bektaşi tarikatının içine girince hemen her türlü hurafeyi yaymakta çekince görmedi. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında çeşitli yalanlar üretildi. Bugün Hacı Bektaş’la ilgili çeşitli rivayetler de bu yalanlardan kaynaklanıyor. Günümüz Aleviliğinin temeli olan Safevi tarikatının kurucusu Şeyh Safiyüddin’e büyük destek veren İlhanlı Veziri Reşideddin de bir Yahudiydi. Aleviler, İslam dininde yasak olmamasına rağmen tavşan eti yemezler. O zaman bu inanış nereden gelmekteydi? Kuran’ı Kerim’de tavşan eti ile ilgili bir yasaklama olmamasına rağmen Tevrat’da tavşan etini yenmesi yasaktır. Bir Yahudi olan Reşideddin, Kabalist inançların Aleviliğin esasları arasında yer almasında büyük rol oynadı. Reşideddin’in kaleme aldığı Oğuzname eseri ile Oğuz Kağan Destanı’nın orijinalini bozmuş; eserine tamamen Tevrat ve Kabala kaynaklı rivayetler eklemiştir. Oğuz Kağan Destanı’nın orijinali ile Reşideddin’in kaleme aldığı Oğuzname karşılaştırıldığında iki olayın tamamen farklı olduğu görülmektedir. Bektaşiliğin temellerini atan Şeyh Bedrettin’in babası olan Simavna kadısının ismi İsrail’dir. Şeyh Bedrettin’in tarikatının yayıldığı bölgelerde iki sapkın Hristiyan mezhebi Bogolizm ve Katharizm ön plana çıkmaktadır ve ilginçtir ki bu iki mezhepte Kabalist kaynaklıdır. Bugün ‘Mum söndü’ olarak bilinen olay da Katharizm kaynaklı olup buradan Bektaşiliğe geçmiştir. Mum söndü olayı 654 Faruk Arslan Türkiye’de yaşayan Yahudi dönmesi Sebataistlere ait dini bir ritüeldir. (Yangın, 2006). Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur. Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir. Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır. Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi 655 Faruk Arslan araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir. Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır. Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Hurufu Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır. Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok 656 Faruk Arslan ünlüdür.” İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir. İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir. Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden 657 Faruk Arslan kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır. Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir. Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır. Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır. Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar. Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastırılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir. 658 Faruk Arslan Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar. Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir. Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in 659 Faruk Arslan “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır. Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir. Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir. İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını 660 Faruk Arslan belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır. Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle AleviBektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır. Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar. Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar. Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan 661 Faruk Arslan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır. Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır. 662 Faruk Arslan Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler. Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır. Fazlullah Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır. Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları 663 Faruk Arslan belirtmektedir: Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana, insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük tanımaktır. İnsan “Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık), kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, “Zamanın Çocuğu”dur (İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından biri olarak görülebilir. Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur. Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip 664 Faruk Arslan olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur. Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur. 1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır. Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen 665 Faruk Arslan olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir. Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur. Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir. Mason Bektaşilerin Hurufiliği benimsediğini ifade etmekten kaçınan, Bektaşilikle ilgili her değere aşırı sahip çıkan Şevki Koca’nın görüşlerini aktaralım: Fazlullah Hurüfi Hazretleri Timur-u Gürkan tarafından Azerbaycan’da öldürülmüştür. Yine halifelerinden ünlü 666 Faruk Arslan Nesimi Hazretleri ise Halep’te derisi yüzülerek katledilmiştir. Seyyid Aliy’yül a’la olarak bilinen Seyyid Ali Sultan ve yine ünlü Hurüfilerden Feriştehzede Hazretleri, Fazlullah Hurüfi’nin katli üzerine Kırşehir’e gelerek Hünkar Hace Bektaş-ı Veli’ye intisab etmişlerdir. Bazı müverrihler bu teze takılmayarak Bektaşilik içinde Hurüfiliğe yönelik müstakil bir teknik meylin olmadığı iddiası ile Seyyid Aliyyüy a’la ile Seyyid Ali Sultan’ın ayrı, ayrı şahıslar olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu görüş nesnel realite ihtiva etmez; zira özellikle 14’ncü Yüzyıldan itibaren Bektaşi Tarikat metaforuna dahil kesif miktarda eser üreten (nesir yada manzum) şair ve yazar görülmüştür. Hatta zaman zaman “Işıklar” adıyla nitelenen bu zümre hukuken, siyaseten ve hatta şeriaten takibata maruz kalmışlardır. Diğer yandan Bursa ilinin Işıklar semtinde bulunan “Ramazan Baba” Dergahının müntesiplerinin Hurüfilik yaptığına dair Osmanlı kovuşturmalarına haiz fetva ve fermanlar arşivlerde mebzul miktarda mevcuttur. Öte yandan adı geçen Ramazan Baba Dergahı 1826 yılından sonra Nakşibendi Dergahına çevrilmişse de 1911 yılında İttihat ve Terakki idaresince el konularak uzun yıllar “Işıklar Askeri Mektebi” olarak hizmet vermiştir. Yine Od’man Baba Velayetnamesinde Hurüfi enstrümanlara rastlanıldığı gibi, Faziletname adlı eserinde yazarı “Yemini” ve Virani Abdal’ın Divanında oldukça mufassal ve geniş olarak yer almaktadır. Tescilli bir Bektaşi düşmanı olarak tanınan “Harput’lu İshak Efendi” tarafından 1873 yılında yazılan “Kaşif’ül Esrar ve Da’fiül Eşrar” isimli eserde, Seyyid Ali Sultan’ın, Seyyid Aliy’yül A’la olduğuna dair somut beyyine bulunmaktadır. Yine bir yöntem olarak Hurüfi tandanslı nefesler üreten Bektaşiler gizemil bir takiyye 667 Faruk Arslan şablonu altına girerek özellikle Mehmed Ali Perişan Dedebaba’nın kadim Bektaşilik anlayışını benimsemişler ve bunlara “Harabatiler” denilmiştir. Diğer yandan 1907 yılında Hakk’a yürüyen Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın izleyicilerinin çizgisinde ise Hurüfilik müstakilen pek yer bulmamış, ancak edebi ve sanatsal bir telakki olarak algılanmıştır. Bunlara da “Müteşerri” denilmiştir. Bu ciddi ve teknik ayrılım günümüzde dahi Bektaşilik yortusunda daha değişik bir formata bürünerek zımnen devam etmektedir. ( Koca, 2003). Kimin Hurufilikle Bektaşiliğin ayarını bozduğunu kimin ise sapık Hurufilikle değil Türk İslam'ındaki gerçek Sufizm ile İslam'a hizmet ettiğini, insaf sahibi gerçek Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız elbette takdir edecektir. Umarım Bektaşiliği masonluktan temizleyip aslına döndüreceklerdir. Buradan çok çetrefilli bir konuya, Atatürk'ün Bektaşi olup olmadığını sorgulamaya geçmek istiyorum. 668 Faruk Arslan On Dördüncü Bölüm ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışırken, kimileri de onun dinle, diyanetle ve İslamiyet'le hiçbir alakası olmadığı halde, özellikle Kurtuluş Savaşı öncesinde ve devrimler sürecinde, halkı aldatmak ve kendisine inandırıp peşine takmak için müslüman dindar rolü oynadığını ileri sürüyor. Aslında bu iddialar, Atatürk'ü, sahtekârlık, riyakârlık ve din istismarcılığıyla suçlamakla aynı anlama geliyor. Atatürk’ün baba tarafından bir Bektaşi olduğu söylenebilir, ancak mason ve Sabataycı çevrelerde yaşasada onlardan olmadığı kesindir. Tekke ve zaviyeleri kapatmasındaki temel sebeplerden biri tüm tarikatlar gibi Bektaşiliğinde aslından uzaklaşıp hurafelerle doldurulduğunu görmesidir. Bu yuvalar ilim üreten, dinin yaşandığı yerlerden ziyade yobaz yetiştiren merkezlerdi. Kokuşmuştu, yozlaşmıştı. Hepsinin kapatılması hayırlı olmuştur. Atatürk, içlerinden geliyordu. Atatürk’ün Çankaya Köşkünden Rakı Masası yoldaşı yazar Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" Kitabında; Atatürk'ün çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı Beyin kendisine yazmış olduğu bir mektuptan şu alıntıyı yapıyor: "Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi'dir. Mustafa Kemal tatillerde Selanik'te sılaya geldiği vakit, 669 Faruk Arslan büyük kaynatamın tekkesine giderdi. Aynı günlerinde dervişler halkasına katılarak "Hu, Hu!", diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş" demektedir. (Atay, 1968 ). Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a, daha doğrusu Havza’ya gittiğinde, Ali Baba adlı nüfuzlu bir Bektaşi şeyhinin Mesudiye adlı otelinde (kiracı) olarak kalmış, kendisini halka Ali Baba takdim etmişti. Milli Mücadele’nin en önemli belgelerinden olan Amasya Tamimi’ni imzalayanlar arasında Bektaşi Şeyhi Cemaleddin Çelebi de vardı. Mustafa Kemal, 5 Mayıs 1920’de ülkedeki tüm sufi şeyhlerine bir çağrı yapmıştı. Ardından bazı şeyhlere özel mektuplar yazdı. Bunlarda ‘zat-ı alinize kalben pek büyük hürmetim var’, ‘muhabbet ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim’ gibi son derece nazik ve saygılı bir dil kullanmıştı. Bu arada Kuzey Afrika’da yaygın olan Senusiyye tarikatının şeyhi Ahmed Şerif Senûsi de ülkedeydi ve Milli Mücadele’yi destekleyenler arasındaydı. Esas derdinin Halifelik beklentisi olduğu anlaşılan şeyhten Ankara’nın da bir beklentisi olduğu, kendisine ödenen 800.000 kuruş toplu para, kendisine bağlanan 1.000 lira aylık ile maiyetine bağlanan 300 lira aylıktan anlaşılıyor. Aynı şekilde Hacıbektaş’taki ana tekkenin Nakşi şeyhi Hacı Hasan Efendi’ye de aylık 500 kuruş ‘mükafat’ maaşı bağlanmıştı. Böylece bir çok Sünni ve Alevi/Bektaşi Milli Mücadele’de görev almaya başladı. İstanbul’daki Gülşeniyye tarikatının Şeyh Visali Dergâhı, Milli Mücadele kadrolarının toplantı yeriydi. Sıklıkta Bektaşi dergahı olarak sunulan ancak Nakşibendiyye’ye bağlı olan Özbekler Tekkesi, Anadolu’ya silah ve adam geçirmeye yardım ediyordu. Tekkenin şeyhi Atâ Efendi 670 Faruk Arslan Kazım Karabekir tarafından gönderildiği Türkistan’da üç yıl boyunca hem Anadolu’ya para yardımı topladı, hem Enver Paşa’yı oyalama görevini yaptı. Yine Nakşibendi şeyhleri olan Hacı Hasan Efendi ile Servet (Akdağ) vaazlarıyla katkıda bulundular. Melami şeyhlerinden Müslüm Penahi Anadolu’ya silah kaçırırken Fransızlara yakalanmış ve ağır işkence sonucu felç olmuştu. Ankara’daki Celveti Taceddin Dergahı milli mücadele kadrolarının uğrak yeriydi. Konya’daki Mevlevi Söylemez Tekkesi matbaa olarak kullanıldı. Bektaşi tarikatının Merdivenköy (Nerdübenköy), Karyağdı Baba ve Erikli/Eryek Baba tekkeleri silah saklayan tekkelerdi. Bektaşi Selman Baba adlı Bektaşi babası Denizli’de cephede savaşmıştı. Tarikatların Mustafa Kemal’e verdiği desteğin en gösterişli örneği, Mustafa Kemal’in Ankara’ya girdiği gün olan 27 Aralık 1919’da yapılan Seymen Alayı’dır. Oğuz boylarının Orta Asya’dan getirdiği geleneklerden biri olan Seymen Alayı’na, özel giysileri ile Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler, Bayramiler, Bektaşiler gibi pek çok tarikatın temsilcileri ve esnaf örgütleri katılmıştı. Alayı, o sıralarda halk tarafından pek tanınmayan Mustafa Kemal’e prestij kazandırmak için Halvetiyye tarikatının Sinaniyye koluna bağlı bir şeyh olan Yahya Galip (Kargı) düzenlemişti. Hemen hemen bugün dindar her Alevi / Bektaşinin evinde üç resim yanyanadır. Hazreti Ali, HacıBektaş Veli ve Mustafa Kemal Atatürk… Bu durum Alevi / Bektaşilerin Atatürk’e olan sevgilerinin bir yansımasıdır. Alevilerdeki Atatürk sevgisi bir devlet büyüğüne duyulan sevginin ötesinde bir derinliğine ve ruhaniyete sahip bir sevgidir. Öyleki pek çok Alevi için o, onikinci İmam 671 Faruk Arslan Muhammed Mehdi’dir. Bazı sapık görüştekiler ileriye gidip Hz. Ali’nin ruhunun Atatürk’e geçtiğini dahi iddia edebilmiştir. Mustafa Kemal’in Alevi / Bektaşilere ilgisinin, Alevi / Bektaşilerin de ona olan derin sevgi ve bağlılıklarının nedenlerinden biri de babasının Alevi / Bektaşi kökenli olmasıdır. Nedense tarih kitaplarımızda Mustafa Kemal’in babasından, dedesinden, soylarının Anadolu’ya dayandığından yazılmaz. Annesinin Bektaşilikle hiç ilgisi olmadığını, dindar bir Sünni olduğunu biliyoruz. İnkilap tarihi kitaplarımıza konmayan, hayatı saklanan babasını inceleyelim. Yörük Türkmen kökenli olan Mustafa Kemal’in mensup olduğu soya Kızılcalı Türkleri denir. Oğuzların kızıl oğuz boyundandır. Kızılca bölüklü, Kızılcaörenli adı da verilir. Selanik’teki kayıtlarındaysa ”Karakocalılar” olarak geçmektedir. Mustafa Kemal’in sülalesi olan Kızılcaoğulları, Rumeli Aleviliğinin Anadolu koludur. Bu kolun anayurdu Tokat –Almus Tozanlı vadisidir. Bugün burada yaşayanların tümü de Alevidir. Bu bölgeye yerleştirilen Yörük Türkmen boyları 1410 yıllarında Tokat, Çorum, Amasya, Sivas ve Reşadiye dolaylarındaki Kızıl Özenliler yurdu olarak bilinen bölgede “Kızıl Ahmetliler Beyliği” adıyla bir beylik kurmuşlardır. Osmanlı Hükümdarlarından II. Murat’ın Amasya Valisi Yörgüç Paşa’nın bu beylik üzerine düzenlediği sefer sonucunda beylik ortadan kaldırıldı. Kızıl Ahmetliler beyliği Anadolu’ nun çeşitli yerlerine dağıtılmıştır. Osmanlı Padişahı Fatih Sulatn Mehmet’in Karamanoğlu beyliğinin 1460’da ortadan kaldırılması üzerine Rumeli’ye yerleştirilen Anadolu halkı Karaman beyliğine mensuptu. Oğuzların Avşar boyundan olan 672 Faruk Arslan Karaman Beyliği’nin kurucusu Nure Sofi, Babai tarikatına mensuptu. Fatih Sultan Mehmet Yörük Türkmen kökenli bu boyları Balkanlara İslamlaştırmak için iskana tabi tutmuştur. Mustafa Kemal’in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet’tir. Mustafa Kemal’in Nüfus kayıdı “Yörük tayifesinden “ diye geçmektedir. Mustafa Kemal’in babası da nüfus kütüğünde Kızılhafız oğlu Ali Rıza diye yazılmaktadır. Mustafa Kemal, on yaşlarında Selanik’teki Kızılbey sokakta bulunan ilkokula yazılmıştır. Kızıl sözcüğü genellikle Alevi Bektaşilere takılan bir addır. Mustafa Kemal’in babasının ismi Ali Rızadır. Ali Rıza, Ehli beyt soyunun Sekizinci İmam’ın ismidir. Mustafa Kemal’in doğal, toplumsal, düşünsel ve inançsal çevresi Bektaşiydi.. Babası Ali Rıza Beyin de Bektaşi olduğu söylenmektedir. Mustafa Kemal’in yaşadığı Selanik, Bektaşilerin etkin olduğu bir çevre idi. Mustafa Kemal’in duygu ve düşüncelerinde Namık Kemal’in büyük tesiri söz konusudur. Namık Kemal de bir Bektaşi idi. Yine Bektaşi olan Abdulkerim Paşa’nın Mustafa Kemal’le özel Bektaşi şifreleri kullanmaları onun Bektaşiliğine dair bir kanıt olarak ileri sürülüyor. (Bkz. Mete Tuncay , Milliyet sanat sayı:246.s:25) Mustafa Kemal Paşa’nın Bektaşi olduğunun kanıtlarından biri de Nutuk’tur. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bir Alevi dededen bahsederken ( Kazım Dede ) onu çok saydığını ve asla kırmayacağını söylemektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıkları dikkate alındığında onun Alevi / Bektaşi olduğu yönündeki görüş güç kazanıyor. Gerçekten Alevi / Bektaşi olmasa bile yaptıkları ile aslında tam bir Alevi / Bektaşi gibi davrandı. Nitekim 673 Faruk Arslan Alevi / Bektaşiler Atatürk’ten bahsederken “ O da bizdendir. “ diyor. Bu konuda daha detaylı bilgi için Cemal Şener’in “ Atatürk ve Aleviler “ adlı kitabına başvurulabilir. Araştırmacı Şener, Balkanların bu özgün kimliğini dile getirirken gerçekten çok orijinal ve dikkat çekici bir özelliğe temas ediyor: “…Sarı Saltuk’tan Balım Sultan’a, Şeyh Bedrettin’den Namık Kemal’e, Resneli Niyazi’den Mustafa Kemal’e uzanan bir yol.” İbrahim Tozkoparan, Atatürk’ün içinde yaşadığı toplumun psikolojini şöyle aktarıyor: Vaka-yı Hayriye'yle beraber pek çok yoldaşını kaybetmiş, dergahları kapatılmış ve Nakşilik karşısında mağlup düşmüş Bektaşiler, kendileri için melun o günleri milat kabul ettiler ve o günden sonra için için teşkilatlanarak intikam saatini beklemeye koyuldular. Osmanlı'ya karşı, "Hünkar Hacı Bektaş Ocağının gücünü gösterelim" haykırışlarıyla karşı koyan Yeniçerilerin intikamını onlar alacaklardı. Alevilerle ittifak halinde Osmanlı'yı içten yıkmak için akla gelmedik her yolu deneyen Bektaşilerin Cumhuriyet öncesi en göze çarpan faaliyetleri pek çoğunun Mason localarına kaydolarak girdikleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde gerçekleştirdikleri icraatlardır. Baştan sonra Yahudi elinde, Osmanlı aleyhine bir maşa olarak kullanılan Genç Türkler ve İttihat ve Terakki; Yahudilere Filistin'de bir karış toprak vermeyen ve tahtta kaldığı süre boyunca -Siyonistlerin kendi itiraflarıyla- İsrail devletinin kuruluşunu 33 yıl geciktiren II. Abdülhamit Han'ın tahttan indirilmesinde yüklendikleri misyonla tarihe geçti. Siyonistlerin tarihî emellerinin tahakkuku için Osmanlı Hakanı'na kasteden Bektaşileri, yine bir Bektaşi olan Rıza Tevfik Bölükbaşı'dan dinleyelim: 674 Faruk Arslan "Genç Türkler ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri arasında devrim eylemi içerisinde yer alan hayli Bektaşi vardır... İstanbul'da ve öteki kültür merkezlerinde yüksek makamlarda görevli kültürlü Bektaşiler vardır. Ben şahsen birkaç vezir, bir elçi ve birçok hakim, şair vb. tanıyorum. En az iki Bektaşi Şeyhülislam vardır, birisi Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri Talat Paşa gibi, benim gibi... İhtilalci komitenin İstanbul'daki üyeleri arasında hayli Bektaşi vardı. Hemen hemen bütün Bektaşiler, komiteye amacını gerçekleştirmesi için yardımcı oldular." (Çamuroğlu, 2006). "İhtilal" ve "devrim" ifadeleriyle hedef alınan kişinin II. Abdülhamit Han olduğu malum. Bir tanesinin ismi geçen iki şeyhülislama gelince... Bu hainlerin hikâyesini de Mim-Şın'dan dinleyelim: "Dini mübîni İslam'ın taarruza uğraması Tanzimatla başlasa da, sistemli olarak İT devresine rastlar... İT Fırkası, 1910'da kendileri gibi Yahudi köpeği bir mason ve kızılbaş olan Musa Kazım'ı bab-ı meşîhata (eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden, Devleti Âliyenin Diyanet İşleri Reisi) tayin eder. Aynı partinin önde gelen isimlerinden, zamanın gazinocularından pezevenkler kralı namıyla anılan Giritli Necati isimli dönme bu Şeyhülislam (!) Musa Kazım'dan bir fetva koparır. Fetva (!) şöyle: "Müslümanlar, üzümlerini şarapçılara satabilir, kendileri şarap imal edebilir, içebilir ve meyhane açabilir." Medrese-i ulűmun Ehl-i Sünnet talebeleri, bu mason şeyhülislam (!) makamından çıkıp evine gitmek için arabasına binerken ve evi önünde arabasından inerken "meyhaneci meyhaneci" diye tempo tutarlar (...) Meyhaneci 1914'de bab-ı meşîhattan ayrıldı. Yerine kim 675 Faruk Arslan geldi dersiniz? Ürgüplü Hayri isimli daha alçak birisi. (...) Ürgüplü Hayri'nin ilk fetvası (!): "Müslüman kadınlar kerhanede çalışabilir." Müslüman halk ona da kerhaneci lakabını taktı. Öldüğünde cenazesi Cumhuriyet döneminde Ürgüp'e götürüldü. Mezarı çok şatafatlı olup Fener Patrikhanesi yaptırmıştı. İşte bu Ürgüplü Hayri'nin oğlu bir zamanlar Amerika'da elçiyken Türkiye'ye getirilip başbakan yapılan Suat Hayri Ürgüplü'dür. Amerika'da çeşitli gazetelere lűtiliği övücü beyanatlar vermesiyle tanınmıştır ve bizzat lűti olmasıyla nam salmıştır. Yine bir İttihat ve Terakki mensubu olan ve Osmanlı Mebusan Meclisi'nde üye bulunan Numan Usta adlı bir Alevi, ilk komünist parti "İştirakiyyun"un kurucu üyesidir. II. Abdülhamit Han'a karşı darbeye kalkışan Hareket Ordusu isimli çapulcu sürüsünün önemli isimlerinden Resneli Niyazi de bir Bektaşiydi. Genç Türkler ve İttihat ve Terakki devrinde İslam alfabesinin iptal edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda yoğun gayretler sarfedildiği malum. İşte bu hareketin tohumlarını atan adam Ahundzâde ( Ahmet Ağaoğlu) isimli bir Azeri Alevisidir ve Ruslar'a bağlı resmi bir görevli sıfatıyla İstanbul'a gelerek sadrazamla görüşmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu görüşmeye muvaffak olamasa da, devrin fikrî (!) ve edebî (!) iklimi üzerinde istediği tesirleri bırakmayı başarmıştır. Onun alfabe değişimi fikrinin en ateşli taraftarları, birer Bektaşi olan Namık Kemal ve Mithat Paşa'dır. Özellikle Mithat Paşa'nın ihanette çok ileri gittiği, Osmanlı bayrağındaki "hilal"in yanına haç koymayı bile denediği ve "bugüne dek: Âl-i Osman dediler. Bundan sonra da Âl-i Mithat desinler" diyecek kadar işi azıttığı malum." (Tozkoparan, Şener, 2006). 676 Faruk Arslan Sultan Vahidüddin Han mason Bektaşiler tarafından güçlükle ikna edilerek Anadolu'ya yollanan Mustafa Kemal, Samsun Havza'da bazı İngiliz subaylarla görüşür. Mustafa Kemal'in, aynı günlerde bir Rus heyetiyle görüşmesi ve bu esnada, Stalin ve Troçki'ye yakın bir isim olan, heyet başkanı Budiyeni'yle konuştukları, Mustafa Kemal'in amacına ulaşmak için her yolu mubah gördüğünün göstergesidir: "Miralay Budiyeni: "Rusya'nın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır bulunduğunu size arzetmek vazifesini üzerime almış bulunuyorum. Yeter ki siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı ve Halifeliği kaldırınız!" Mustafa Kemal'in cevabı oldukça politiktir: "Aziz Miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık meselesi esasen zayıflamıştır. Yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lazımdır. Arkamızda bir İslam âlemi kalmıştır, bunu da hesaba katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir. İngilizler'i ancak bu sayede yerinde tutacağız. Zaferi kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir ruh haleti içinde düşüneceğiz!" (Şener, 2006). Sürekli Halife'ye bağlı olduğunu söyleyen, ama gönlünde Hilafeti ortadan kaldırma emelini besleyen Mustafa Kemal'in, Hilafete düşman mihraklarla temasa geçeceği muhakkaktı. Diğer bir deyişle "Mustafa Kemal ve kadrosu gibi teokratik Osmanlı Devleti'ne ve emperyalist işgale karşı silah çeken yönetimin, bu gidişe karşı 700 yıldır Anadolu ve Rumeli'de muhalif olan bir güce elbette gereksinimi vardı." (Şener, 2006). 677 Faruk Arslan Mustafa Kemal'in bu güçle ilişkiye girmesi ve ittifak kurması hadisesini Alevi yazar Cemal Şener'den aynen naklediyoruz: "Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu, Hacı Bektaş kasabasına gelmeden önce karşılanır. Baba ve Çelebi bizzat heyeti karşılar. Bu karşılanışa, Mucur Kaymakamı Nihat Bey de çok şaşırır ve Mustafa Kemal'e, "Paşam, Çelebi'nin bu hareketi davamız için olumluluk belirtisidir," der. Bu karşılanma gerçekten çok önemli bir olaydır. Çünkü, daha önceleri bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa, Hacı Bektaş'ı ziyarete geldiğinde, Beş Taşlar mevkiine kadar arabası ile gelir, orda arabasından iner, yeri niyaz ettikten sonra yürüyerek Hacı Bektaş Dergahı'na ulaşırmış. Gene iktidara geldikten sonra Sadrazam Talat Paşa ve Genelkurmay Ba