Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi
Transkript
Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi
TEFSİRDE EHL-İ SÜNNET & ŞİA POLEMİKLERİ (Mustafa Öztürk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2009) Nurullah DENİZER Tanıtımını yapacağımız ve içinde yer alan konuları özetleyeceğimiz bu eser, Ehl-i Sünnet ile Şia arasında asırlar boyu tartışılan muhtelif konuları mukayeseli bir biçimde ele almakta ve müellifin ifadesiyle, Şia’nın ve Şiî Müslümanların dini düşünce dünyasının daha yakından tanınması ve bu sayede iki mezhep arasındaki kalın buz tabakasının en azından tek taraflı olarak bir nebze eritilmesine vesile olma amacını taşımaktadır. Eser bir sunuş [s. 7-14.] ve buna ilave olarak iki bölümden teşekkül etmektedir. ‘Siyasî ve Kelâmî İçerikli Problemler’ başlıklı birinci bölümde [s. 15171.] imamet, ismet, bedâ, rec‘at, takiyye ve Ehl-i Beyt konuları, ‘Kur’ân Tarihi, Kıraat ve Furû-ı Fıkıhla İlgili Polemikler’ adlı ikince bölümde ise [s. 173-333.] Kur’ân ve tahrif, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma mushafları, kıraat, ahruf-i seb‘a, mut‘a nikâhı ve abdestte ayakları mesh meselesi ele alınmakta ve kısa bir değerlendirme ve sonuç bölümüyle [s. 333-334.] eser sona ermektedir. Ehl-i Sünnet ve Şia’yı, tarih sahnesine çıktıkları günden beri birbirine muhalif iki İslam yorumunun teolojik düzeydeki tam teşekküllü iki müesses formu olarak niteleyen yazar, tarih boyunca ve günümüzde Ehl-i Sünnet’in, müntesipleri itibariyle Şia’ya nazaran çok büyük bir üstünlüğü olduğunu ve bundan hareketle Ehl-i Sünnet’i iktidar, Şia’yı ise muhalefet olarak kabul etmekte ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi bir nevi iktidar-muhalefet ilişkisi olarak görmektedir. Ehl-i Sünnet’in bilindik ‘orta yol’cu tavrının, tarihin çeşitli uğraklarında statüko ve statükoculuk lehine bir tür idare-i maslahatçılığa dönüştüğünü ifade eden müellif, Ehl-i Sünnet’in sesinin tarih boyunca gür çıkmasının nedenini de, onların, iktidarın gücünü arkalarında hissetmeleri yahut en azından ötekilere (Şia, Mu‘tezile vb.) karşı siyasi otoritenin Sünni ulemaya sahip çıkması olarak göstermiştir. Siyasi gücün teolojik gücü beslemesi sonucu bir yandan Ehl-i Sünnet sevâd-ı a‘zam mezhebi olmuş bir yandan da bu mezhebin en sahih İslam yorumu olarak sunulmasına zemin oluşmuştur. Şia’ya gelince, tarih boyunca bu mezhebin payına düşenin, özellikle Emevîler ve Abbasîlerin hakimiyet dönemlerinde Ehl-i Beyt ve taraftarlarına zulmetmenin adeta sabit ve standart bir devlet politikası haline dönüşmesinden itibaren hemen her dönemde dışlanmak, itilip kakılmak ve dolayısıyla ister istemez muhalefet cephesinde yer almak ve genellikle gayr-ı memnun zümrelerden oluşan Müslüman azınlığın kimi zaman kerhen sözcülüğüne soyunmak olduğunu dile getiren yazar bunun akabinde Şia’nın siyasi tarihine ilişkin birtakım malumat aktarmış, Ehl-i Sünnet ve İmâmiyye Şia’sı arasındaki iktidar-muhalefet ilişkisinin, diyalektik etki-tepki vasatında siyasi gerginlik ve husumetten beslenen bir ihtilaf kültürünü ortaya çıkardığını dile getirmiştir. Bu kültürün meyvesi olarak Ehli Sünnet ve Şia âlimleri arasında, günümüze kadar uzanan bir reddiye silsilesinin oluştuğunu Arş. Gör., Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi. (nurullah.denizer@usak.edu.tr) 236 Tefsirde Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri söyleyen ve buna dair örnekler gösteren müellif, klasik tefsir literatürüne yansıyan polemiklerin, başta imamet, Ehl-i beyt, ismet, takiyye, bedâ gibi siyasi-kelâmi içerikli konular ile mut‘a nikâhı ve abdestte ayakları mesh gibi birkaç fıkhî ihtilafla ilgili olduğunu beyan etmiştir. Bununla birlikte Kur’ân’ın özelikle imamet, ismet, bedâ ve rec‘at gibi konulardan hiç bahsetmediğini dolayısıyla bunların hiçbirinin tefsirin konusu olmadığını söyleyen yazar, Kur’ân’ın tüm Müslümanlar nezdinde en temel meşruiyet kaynağı olmasından hareketle bu gibi konuların Kur’ân ayetleri ile ilişkilendirilmesi sonucu bunların tefsir kitaplarında kendine yer bulduğuna işaret etmiştir. ‘Siyasi ve Kelâmî İçerikli Polemikler’ başlıklı birinci bölümde ilk olarak imamet konusu ele alınmaktadır. İmamet, Hz. Peygamber’den sonra İslam toplumunun sevk ve idaresini üstlenecek kişinin görev ve makamını ifade eden bir kavram olarak Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki en kadim siyasi-kelâmî polemik konusunu oluşturur. Sünni literatürdeki tanımlardan anlaşıldığı kadarıyla imamet ile hilafet eş anlamlıdır ancak Şii literatürde imamet, meşruiyetini nastan alan nazari önderlik ve liderliği, hilafet ise fiili dünyevi iktidarı temsil makamını ifade eden bir terim olarak ele alınır. İmamet ile ilgili tartışmalar Şia tarafından başlatılmış, daha sonra diğer gruplar da bu tartışmaya katılmışlardır. Bu tartışmanın merkezinde ise fiili iktidarı elinde bulunduran halife meşru mudur, meşru imam/halife kimdir, nasıl belirlenir, ne gibi niteliklere sahip olması gerekir gibi sorular bulunmaktadır. Şiâ’nın konu ile ilgili delil ve görüşlerini zikrettikten sonra yazar, onların imamet konusundaki iddialarını ayetlerle temellendirmeye çalışma çabasını, Kur’ân’ı hiç konuşmadığı bir konuda konuşturmak olarak yorumlamaktadır. Bunu müteakiben Sünnî âlimlerin, Şii âlimlerin iddialarına karşı ortaya koydukları delillerden örnekler veren müellif, hilafet/imamet meselesi hakkında Kur’ân’ı konuşturma hususunda Ehl-i Sünnet’in de Şia’dan geri kalmadığı yorumunda bulunmuş, sonuç olarak bunun, Kur’ân’ın ilgilenmediği bir mesele olduğunu söylemiştir. Tarih boyunca Şia’nın devamlı muhalefet safında kalması sonucu imamet konusunda romantik bir nazariye geliştirdiğini söyleyen yazar, Sünnî ulemanın ise, iktidarda bulunmanın da verdiği avantajla olgusal duruma/reel politiğe ve tarihsel tecrübeye uygun bir hilafet nazariyesi geliştirdikleri tespitini ortaya koymuştur. Bu bölümde yer alan ikinci polemik, imamet tartışmasının bir cüzü olan ismet polemiğidir. Kelâmi bir içerik taşıyan ancak bu içeriği oldukça yapay gözüken ismet polemiğinin odak noktası, Ehl-i Beyt imamlarının günahtan masum ve münezzeh olup olmadıkları meselesidir. İslam düşüncesinde yaygın olarak salt peygamberler çerçevesinde kullanılan bu kavram, peygamberlerin günahtan korunmuş olduklarını ifade etmektedir. Konuyla ilgili her iki grubun da delil ve görüşlerini aktaran müellif, Şia’nın masum imam telakkisini temellendirme saikiyle ürettiği aklî istidlallerin gerçekten çok dolambaçlı olup aklın sınır ve imkânlarını zorladığını, en azından kendisi için ikna edici bir içerik taşımadığını beyan etmektedir. Bedâ kavramı, bu bölümün üçüncü meselesi olarak ele alınmaktadır. Bu kavramın kelâm ilmindeki manası, Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını bildirdiği bir olayın sonradan farklı şekilde gerçekleşmesi veya mesbuk bir Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2014/3, c. 3, sayı: 5 237 Arş. Gör. Nurullah DENİZER hükmün değişmesini gerektiren bazı yeni hallerin meydana gelmesidir. Konu ile ilgili görüş ve delillerin aktarılmasını müteakiben bedânın nesh ile olan ilgisi ve ilgisizliği ile bedâya mesned olarak gösterilen ayetler hakkında Ehl-i Sünnet ve Şia’nın değerlendirmelerini aktaran müellif sonuç bölümünde, Şia’nın bedâyı bir çeşit nesh gibi görmesine karşın Ehl-i Sünnet’in bu özdeşliği reddettiklerini söylemiş kendisi de bu Sünnî görüşü daha isabetli bulmuştur. ‘Ölümden sonra dünyaya geri dönmek’ veya ‘kıyametten önce bir grup ölü insanın Allah tarafından diriltilip tekrar dünyaya gönderilmesi’ şeklinde terimsel bir anlam taşıyan rec‘at kavramı eserde ele alınan bir başka polemik konusudur. Rec‘at akidesinde Şia’nın mesned aldığı deliller ve Ehl-i Sünnetin bu görüşlere karşı tutumuna örneklerle işaret eden eser sahibi, İmam Ca‘fer esSâdık’a isnat edilen bir rivayete göre rec‘at inancının gerçek mümin olmanın temel şartlarından biri olduğunu aktarmış, bununla beraber çağdaş Şii-İmâmî âlimlere göre, rec‘atın usûl-i dinden sayılmadığını, bunun sadece Şia’ya özgü bir inanç olduğunu, dolayısıyla rec‘ata inanıp inanmamanın bir kimseyi mümin veya kâfir yapmadığını belirtmiştir. Bu bölümdeki beşinci başlık olan takiyye meselesi de, Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki en önemli ihtilaf sebeplerinden birisidir. İslam tarihindeki kadim siyasi-mezhebi çatışmalar nazarı itibara alındığında hemen her mezhebin, muhalif güçler karşısında tehdit algısı ve kendini koruma refleksiyle bir şekilde takiyyeye başvurduğu söylenebilir. Bununla birlikte takiyye, bu konuya ayrı bir önem atfetmesi sebebiyle öteden beri İmamiyye Şiası ile birlikte anılmaktadır. Konu ile ilgili bilgi ve örneklerin ortaya konmasının ardından müellif, İslam tarihinde takiyyeyi kabul etmeyen hiçbir mezhep olmadığını, bu konuda İmamiyye Şiası’na haksızlık yapıldığını ve takiyyenin meşruiyetinin, Kur’ân’ın sarih beyanlarıyla sabit olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet müfessirlerinin takiyyeyi, ayette geçtiği bağlam üzere mümin-kâfir karşıtlığı arasında ele aldıklarını, Şia'nın ise -lafzın hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir hükmü gereğince- bunun Müslümanlar arasında olabileceğini de söylediklerini belirtmiş, bir nevi takiyyeyi, siyasal otoritenin şerrinden korunma vasıtası haline getirdiklerini beyan etmiştir. Yazara göre bu durum, onların tarih boyunca siyasi otorite tarafından ezilmesiyle ve itilip kakılmasıyla ilintilidir. Bu nedenle takiyye konusunda Şia’yı basmakalıp ifadeler ve genellemelerle mahkûm etmek yerine onları anlamak gerekir. Kaldı ki takiyye, bugün İslamî kaygılar taşıyan hemen her müslümanın pratik yaşamında, muhtelif şekillerde tezahür eden bir olgudur. Bu bölüm içinde ele alınan son konu Ehl-i Beyt konusudur. Cahiliyye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade eden bu tabir, İslami dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber’in ailesi ve soyu anlamında kullanılagelen bir terim olmuştur. Ehl-i Beyt tartışmasının merkezinde yer alan ve ‘tathir ayeti’ diye de anılan Ahzâb Suresi 33. ayet çerçevesinde Ehl-i Beyt kavramının mahiyeti, kapsamı ve bu konu hakkındaki görüşlerin değerlendirilmesinin ardından Şiî müfessirlerin bu konu ile ilgili bazı ayetlerle istidlal biçimlerinde ciddi sorunlar olduğunu ifade eden yazar, Ehl-i Beyt’in hem Âl-i abâ’yı hem de Peygamber eşlerini kapsadığına dair birçok Sünnî müfessirin de benimsediği uzlaşmacı görüşü makul ve makbul kabul etmektedir. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2014/3, c. 3, sayı: 5 Tefsirde Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri İkinci bölümde ele alınan ilk konu ‘Kur’ân ve Tahrif’ konusudur. Tarihten günümüze kadar bazı Sünnî müfessirler genellemeci bir yaklaşımla İmamiyye Şiası’nı, Kur’ân’ın muharref olduğu iddiasını savunmakla itham etmişlerdir. Buna karşılık Şiî âlim ve araştırmacılar da geçmişten bugüne polemikçi ve aynı zamanda apolojetik bir üslupla tahrif iddiasını reddetmeye çalışmışlar ve bilhassa son dönemlerde konuyla ilgili müstakil eserler kaleme almışlardır. Ayrıca Şiî kaynakların hemen hepsinde, Ehl-i Sünnet de tahrifle itham edilmekte, Sünnî hadis ve Ulûmü’l-Kur’ân edebiyatındaki birçok rivayeti Kur’ân’ın tahrif edildiğine dair delil göstermek suretiyle Ehl-i Sünnet’in de bu konuda masum olmadığı söylenmeye çalışılmaktadır. Sünnî âlimler ise tahrif meselesinde Şiâ’yı mahkûm edecek tüm materyalleri gözler önüne serme hususunda gayret titiz davranmalarına mukabil kendi kaynaklarındaki onca problemli rivayeti tenkit ve özeleştiri noktasında aynı titizliği göstermekten ziyade kimi zaman aşırı denebilecek tevilci bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Kur’ân’ın mevsukiyeti, Şiî gelenekteki Hz. Ali ve Hz. Fâtıma mushafları hakkındaki bilgi ve görüşlere yer veren yazar bu konunun sonunda, Fâtıma mushafı ile ilgili rivayetlerin erken dönem Gulât-ı Şia’dan itibaren Şiî geleneğin içine sızarak tarihsel süreçte bu geleneğin önemli bir cüzü haline gelen Bâtınîliğin izlerini yansıttığını söylemekte, netice olarak Fâtıma mushafının büyük ihtimalle objektif gerçekliği bulunmayan, mevhum ve muhayyel bir metin olduğunu dile getirmektedir. Bu bölümde ele alınan diğer bir konu da müellifin oldukça problemli ve netameli olarak vasıflandırdığı kıraatler konusudur. Kıraat alanında halen cevap bekleyen birçok soru ve halli gereken birçok sorun bulunması bu alanı, Kur’ân metninin mevsukiyetiyle ilgili kuşkular uyandırma noktasında oldukça mümbit bir hale getirmektedir. Nitekim bu konu Theodor Nöldeke (1836-1930), Ignaz Goldziher (1850-1921) ve Arthur Jeffery (1893-1959) gibi ünlü müsteşrikler tarafından fark edilmiş ve kıraatlerle ilgili hemen bütün problemler belki de yeni bir Kur’ân metni üretmek veya en azından mevcut Kur’ân metninin mevsukiyetini haleldar etmek maksadıyla gözler önüne serilmiştir. Buna karşılık özellikle son dönemde birçok Müslüman araştırmacı kıraat ilmiyle ilgili tüm meseleleri ‘tek harfi bile tağyir ve tebdile maruz kalmadan günümüze kadar ulaşan Kur’ân’ şeklinde formüle edebileceğimiz bir mevsukiyet inancına dayanan romantik bir yaklaşımla, hemen hiçbir sorun içermeyen meseleler şeklinde betimlemeye çalışmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse modern dönemdeki Müslüman araştırmacıların Kur’ân ve kıraat tarihi üzerine yazdıkları eserler müsteşriklerce ortaya konan iddiaları bütün yönleriyle cevaplayacak bir yetkinliği haiz değildir. Ayrıca klasik Sünnî literatürde kıraatlerle ilgili meselelerin ele alınışında daha çok ‘tavatür’, ‘icma’ ve ‘ittifak’ gibi terimlerin ön plana çıkarılması, buna karşılık ‘ihtilaf’ ve ‘şazz’ gibi kavramların pejoratif (olumsuz-küçümseyici) anlamda kullanılması, bu alanda bir ortodoksi oluşturma projesine işaret etmektedir. Hâlbuki kıraat ilminde enikonu tartışılması gereken birçok problemli konunun mevcudiyeti inkâr edilemez bir gerçektir ve bu konular halen cesur araştırmacılar beklemektedir. Kıraatler konusunda Ehl-i Sünnet ve Şiî geleneğindeki tartışma konularını ele alan müellif Şiî âlimlerin kıraatlerin tevatür keyfiyeti konusunda dikkate değer itirazlarda bulunmalarına rağmen kıraat ilmindeki tartışmalı meselelerin çözümüne dair bir teklif getirmemiş olmalarını da göz ardı etmemek gerektiğini düşünmektedir. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2014/3, c. 3, sayı: 5 239 Arş. Gör. Nurullah DENİZER Dördüncü başlık olarak ele alınan Ahruf-i Seb‘a (Yedi Harf) meselesi kıraat ilmi ile ilgili, problematik yönü ağır basan bir konu olup, Kur’ân’ın yedi harf üzerine indiğini bildiren hadisle varlık kazanmıştır. Sünnî ulema, onlarca sahabiden farklı varyantlarla nakledilen bu hadisin sübûtundan şüphe etmemekle beraber, hadiste geçen ‘ahruf-i seb‘a’ tabirinin delaleti hususunda ortak bir paydada buluşamamıştır. Bununla birlikte ilgili hadisin, hemen bütün varyantlarıyla Kur’ân kıraatinde kolaylık sağlamaya yönelik bir ruhsata işaret ettiği noktasında genel kabul oluşmuştur. Bununla birlikte Sünnî kesimde söz konusu bu ‘harfler’in tamamının, Hz. Osman tarafından çoğaltılan mushaflarda mevcut olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in Hz. Osman mushafı eksenindeki yedi harf tartışmalarına yer veren eser sahibi, Şiâ’nın sırf Sünnî gelenekteki yedi sahih kıraat anlayışına muhalefet etmek için Kur’ân’ın bir harf üzere indiğini kabul ettiklerini söylemekte, ancak “İmâmiyye Şia’sı yedi harf hadisini reddeder.” şeklinde bir genelleme yapmayı da Şiî âlimlerin bu konudaki görüşlerinin homojen bir yapı arz etmemesi sebebiyle isabetli görmemektedir. Tefsir tarihinde Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki en meşhur tartışma konularından biri olan mut‘a nikâhının caiz olup olmama meselesi de farklı bir başlık altında ele alınmıştır. Kaynaklarda ‘muayyen bir bedel veya maddî menfaat karşılığında akdedilen muvakkat evlilik’ olarak tanımlanan mut‘a nikâhına Hz. Peygamber tarafından izin verildiği hususunda ittifak vardır. Bununla birlikte ilgili rivayetlerde Hz. Peygamber’in mut‘a nikâhına birkaç kez izin verip birkaç kez yasakladığının söylenmesi, bu konuda Şia’dan farklı düşünen Ehl-i Sünnet âlimlerini bir hayli zorlamıştır. Ehl-i Sünnet’in mut'a nikâhı hususunda Şia’ya karşı kullandığı argümanları sıralayan eser sahibi sonuç olarak Kur’ân’da yer alan bazı hükümlerin vahyedildikleri dönemde işlevsel olmakla birlikte toplumsal koşulların değişimine paralel olarak asli fonksiyonlarını yitirebilmekte, diğer bir deyişle illet ve menâtını kısmen veya tamamen kaybedebilmekte olduğunu, hatta cariyelerle ilgili hükümlerin tatbikinde olduğu gibi apaçık bir istismar aracına dahi dönüşebildiğini söylemekte, bu yüzden, günümüzde özellikle normatif içerikli nasların tekrar ele alınması ve bu naslardaki talimatların reel-aktüel değerinin yeniden belirlenmesi gerektiğini düşünmektedir. Eserde yer alan son bölüm, abdestte ayakların yıkanması/mesh edilmesi ile ilgili Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki polemiği konu almaktadır. Bu konuyla ilgili ihtilaf, abdest ile ilgili olan Mâide Suresi 6. Ayetteki ‘ercül/ayaklar’ kelimesine ilişkin iki farklı kıraatten ve bu kıraatleri teyit edici mahiyetteki farklı rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Mezkûr kelimeyi Sünnî âlimler fethalı okumuşlar, bu okunuşa ilişkin deliller getirmişler ve ayakların yıkanması gerektiğine hükmetmişler, Şiî/Ca‘ferî ulema ise bu kelimenin kesreli okunuşunu sahih kabul ederek buna dair deliller sunmuş ve ayakların mesh edilmesi gerektiğine karar vermişlerdir. Müellif Şiâ ve Ehl-i Sünnet’in bu konuya ilişkin delillerini dile getirdikten sonra sonuç bölümünde, Allah’ın bu ayetteki emrinin abdest alırken yüzün ve ellerin yıkanması, başın ve ayakların mesh edilmesi olduğunu zikretmiştir. Bununla birlikte abdestin keyfiyetiyle ilgili rivayetlerin pek çoğunda, Hz. Peygamber’in ayaklarını yıkadığı bildirilmiştir. Buna mukabil ayaklarını mesh ettiğine dair rivayetler de göz ardı edilebilecek nitelikte değildir. Bu durumun, Hz. Peygamber’in ayaklarını kimi zaman yıkadığı, kimi zaman da Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2014/3, c. 3, sayı: 5 Tefsirde Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri mesh ettiği şeklinde açıklanabileceğini ancak Kur’ân’daki söz dizimine göre farz olanın, ayakların mesh edilmesi olduğunu söyleyen Öztürk, ayakları mesh etmekle Kur’ân’ın emrinin yerine getirilmiş olacağı kanaatindedir. ‘Tefsirde Ehl-i Sünnet-Şia Polemikleri’ adlı eserinde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında siyasî-kelâmî içerikli polemikler ile Kur’ân tarihi, kıraat ve furû-ı fıkıhla ilgili tartışmalı konuları ele alan yazar yöntem olarak öncelikle konuyla ilgili genel malumat vermiş, sonra da Ehl-i Sünnet ve Şia’nın konu ile ilgili delillerini zikrederek bunlarla ilgili tahlillerde bulunmuş ve her bölüm sonunda bir değerlendirmede bulunarak konu hakkındaki kendi görüşlerine yer vermiştir. Eser, yazarın mezhep taraftarlığı yapmaması, aklî ve naklî olarak delillerini yeterli gördüğü noktalarda Şia’ya hak vermesi ve bunun tam tersi durumlarda da Ehl-i Sünnet’i eleştirmiş olması bakımından oldukça önemli ve örnek bir mahiyettedir. Ayrıca inceleme konusu yaptığı konular hakkında yaptığı araştırma ve kaynak tarama faaliyetlerinin oldukça yeterli olduğu söylenebilir. İslam dünyasının iki ana kolunu oluşturan Ehl-i Sünnet ve Şia’nın arasındaki ihtilafları objektif bir şekilde ortaya koyarak ilmî ölçütler dâhilinde okuyucunun istifadesine sunan bu eser, konuya ilgisi olan okuyucu ve araştırmacıları tatmin edecek niteliktedir. 241 Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2014/3, c. 3, sayı: 5