- Aile Hekimliği Portalı
Transkript
- Aile Hekimliği Portalı
1 Yenİ Çıkan İlaç ve Takvİye Edİcİ Gıdalar Kurkum Zerdeçal Ekstresi İçeren Sıvı Takviye Edici Gıda Etken Madde: Her 5 ml’sinde, 10 mg Zerdeçal Ekstresi Özelliği: Çocuklarda takviye edici gıda olarak zerdeçal, antiinflamatuar, antioksidan, antiviral ve antibakteriyel özelliklere sahiptir. P.S.F.: 19,90 TL Acı Kaybımız OMÜ Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış, yıllardır sürdürdüğü kanserle mücadelesinde yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Değerli hocamızın ölümü ailesini ve bizleri gözyaşlarına boğdu. Firma: BERKO Matofin 1000 mg xr tablet Etken Madde: Her bir XR tablet, 1000 mg metformin HCl içerir. Özelliği: Yetişkinlerde, özellikle aşırı kilolu hastalarda tip 2 diyabetes mellitus tedavisi; yeterli glisemik kontrolde diyet ve egzersiz tedavisi tek başına yeterli glisemik kontrol sağlayamadığında MATOFİN XR monoterapi şeklinde veya diğer oral antidiyabetik ajanlarla veya insülin ile kombinasyon halinde kullanılabilir. P.S.F.: 9,97 TL Firma: SANOVEL Cardofix 10 mg/160 mg Film Kaplı Tablet Cardofix 5 mg/160 mg Film Kaplı Tablet tken Madde: Amlodipin besilat 13.87 mg (10 mg amlodipin baza eşdeğer içerir) Valsartan 160 mg Amlodipin besilat 6.94 mg (5 mg amlodipin baza eşdeğer içerir) Özelliği: CARDOFİX, • Esansiyel hipertansiyon tedavisi; • Amlodipin ya da valsartan monoterapisi ile kan basıncı yeterli düzeyde kontrol edilemeyen hastalarda endikedir. P.S.F.: 5/160 (18,53 TL) - 10/160 (23,53 TL)’ Firma: SANOVEL Lisans Yüksek Lisans Doktora Doçentlik Profesörlük 2 Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Uzmanlık Eğitimi Kanser Epidemiyolojisi İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Aile Hekimliği Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi 2005 Aile Hekimliği Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi 2011 3 İÇİNDEKİLER 58 22 AVRUPA’NIN KÜÇÜK HAZİNELERİ 16 20 26 36 56 KÜRŞAT BAŞAR DR. HAKAN UZUN PROF. DR. KORAY TOPGÜL UZM. DR. MİTHAT TOSUN DR. HATİCE BOLATCAN Dr. Tamer KARAARSLAN 48 PEUGEOT 308 EAT BLUE HD 8 MEGAPİKSEL 10 KİTAP KULÜBÜ 38 Ali ATAY 12 BÜYÜK FİKİR 28 STRESLE BAŞ ETMENİN 12 YOLU YRD. DOÇ. DR. KENAN TAŞTAN 32 KAPAK RÖPORTAJ DR. OĞUZHAN GÜN 42 AĞVA DR. HASAN KOCA 46 TEKNOLOJİ 64 SİNEMA 4 5 EDİTÖR kalemleri bu ay NE YAZDI? KÜNYE İMTİYAZ SAHİBİ VE GENEL YAYIN YÖNETMENİ MUHAMMET SIDDIK AKDOĞAN YAYIN EDİTÖRÜ MURAT KAAN YURTTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ MUHAMMET SIDDIK AKDOĞAN REDAKTÖR CEYDA AKDOĞAN HUKUK DANIŞMANI Av. Fahrettin CANPOLAT KURUMSAL İLETİŞİM TM Bilgisayar Tel: (0 362) 237 22 56 Kazımkarabekir Mah. Siteler Bulvarı No:3Demetkent Sitesi A Blok Daire 8 İlkadım/SAMSUN www.ailehekimleri.net mk.yurtturk@gmail.com murat@ailehekimleri.net GRAFİK TASARIM UĞUR OFSET www.ugurofset.com.tr REKLAM REZERVASYON GSM: 0 505 637 00 69 BASKI YERİ UĞUR OFSET MATBAACILIK Pazar Mahallesi Mukayyitzade Sk. No:48 İlkadım/SAMSUN Tel: 0362 431 52 55 – 432 09 90 Baskı Tarihi: 5 MAYIS 2015 6 Dr. Tolga SUCU Mesleğe bağlılığı ve azmiyle, hayata bakış açısıyla bizlere hep örnek olacak Geçtiğimiz ay, kelimelerle anlatılamayacak kadar çok değerli bir hocamızı Sayın Prof. Dr. Füsun Yarış’ı kaybetmenin acısını yaşadık. Ülkemizin saygın bilim insanlarından ve kanserle mücadelenin sembol isimlerinden OMÜ Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış, yıllardır sürdürdüğü kanserle mücadelesinde yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Bende emeği, yine kelimelerin kifayetsiz kaldığı derecede büyüktür. İleri evre bir kanser hastası olmasına rağmen hayattan umudunu kesmedi ve kanser hastalarının da hayata tutunmalarına yardımcı olmak için ‘Kanser hastalarına Kötü Haber Verme’ konusunda da uluslararası bir tıp kitabına da bölüm yazmıştı. Değerli hocamızın ölümü ailesini ve bizleri gözyaşlarına boğdu. Onun bizlere verdiği öğütleri hep hatırlayacak ve mesleki çalışmalarını örnek almaya devam edeceğiz. Derginin kapak konusunda, KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün’den mesleki sorunları ve aynı zamanda AHEF Hukuk Komisyonu’nda çalışmalarda bulunduğu için, bizlere AHEF’in çalışmaları hakkında bilgi vermesini istedik ve Dr. Gün’ün bizler için hayati konularda önemli saptamalarda bulundu. Her sayıda olduğu gibi bu sayımızda da, aile hekimleri dernekleri başkanlarının bölgesel sorunlarını işlediğimiz çalışmaya yer verdik ve bu defa ADANAHED Başkanı Dr. Tamer Karaarslan ile Adana’da görev yapan meslektaşlarımızın sorunlarını işledik ve derneğin bu sorunlar karşısında neler yaptığını öğrendik. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden hocamız Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan bizlere stresi yenmenin 12 yolunu anlattı ve bu konuda yazdığı kitap hakkında bilgiler aktardı. Daha önceki birkaç sayımızda ünlülerle gerçekleştirdiğimiz aile hekimliği ve sağlıkları üzerine sohbetlerimiz vardı. Bu sayıda Leyla ve Mecnun dizisiyle gönüllere taht kuran ve iyi bir izleyici kitlesi yakalayan ünlü oyuncu Ali Atay ile aile hekimliği, sağlığı ve ilk kez yönetmen koltuğuna oturup çektiği filmi Limonata hakkında keyifle okuyacağınız bir röportaj gerçekleştirdik. Sayfaları çevirmeye devam edin ve teknolojiden otomobile, seyahatten Avrupa’nın bilinmedik kasabalarındaki görülmeye değer yerlerini tanıyın. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere. Sevgiyle kalın! 7 ÇEPEÇEVRE TARİH İnsanı çepeçevre saran Almanya’daki bu dev platformun ortasında duran ziyaretçiler dehşet dolu bir görüntüye bakıyor. Karşılarında duran Almanya’nın bir harabeye dönmüş Dresden şehrinin 100 metreye 30 metre boyutlarındaki görüntüsü. Dresden bir zamanlar dünyanın en güzel ve en iyi korunmuş Orta Çağ şehirlerinden biri olarak gösteriliyordu. Ama savaşın bitmesine sadece aylar kala, 13 Şubat 1945’te Müttefikler tarafından bombalanmaya başlandı ve sadece iki gün içerisinde bu hale getirildi. Şehrin içi dışına çıkarken 25 bin insan öldü. Amerikalı ünlü yazar Kurt Vonnegut, o sırada bir savaş esiri olarak Dresden’de tutuluyordu ve kıyımı kendi gözleriyle gördü. Bundan esinlenerek yazdığı Mezbaha No 5, tüm zamanların en ünlü savaş karşıtı kitaplarından biri olarak gösteriliyor. Enstalasyonun arkasındaki isim olan Yadegar Asisi, ekibiyle birlikte yıllardır bu proje üzerinde çalışıyor ve bilgisayarlı grafikler ve 3D programlar kullanarak bugüne kadar 30 panorama üretmişler. Ocak ayında ziyarete açılan panoramayı görenlerin platformdan savaş karşıtı duygularla ayrıldıklarına şüphe yok. 8 9 KİTAP KULÜBÜ HANGİ TÜRÜ TERCİH EDERSİNİZ Hazırlayan: Kaan YURTTÜRK ? AFRODİZYAKLAR GERÇEK Mİ? YETENEKLİ BAY KAZUO ISHIGURO BİR “YALNIZLIK YERİM” OLSA DİYENE Bana Ait Bir Yer / Michael Pollan/ Sinek Sekiz Yayınevi Kitabın yazarı Pollan, eşiyle yaşadığı evin arkasındaki ormanda okumak, yazmak ve hayal kurmak için bizzat “Kendi beceriksiz elleriyle” inşa ettiği kulübesinin hikayesini anlatıyor. Bir ‘çalışma mekanı’, bir ‘yalnızlık yeri’ ya da ‘kaçış hayali’ olarak tasarladığı bu evi, önce kafasının içinde şekillendiriyor Pollan ve uzun uzun hayalini kuruyor. Pollan birkaç yılda, epey sancılı bir yapım sürecinin sonunda, inşa ettiği ‘yazı evi’nin doğum hikayesini anlatırken, mimari ile yazı yazmak arasında güçlü köprüler kuruyor. VİYANA’YI ‘AŞK’ İLE KEŞFETMEK İSTEYENE Viyana’da Aşk / David Vogel / YKY 1. Dünya Savaşı öncesinde Viyana’yı farklı sınıflar ve kesimlerden karakterlerle tüm yönleriyle anlatmayı başaran David Vogel, haklı olarak Franz Kafka, Stefan Zweig, Joseph Roth gibi çağdaşı büyük yazarlarla karşılaştırılıyor. Bu romanda çok sık karşımıza çıkan bir erkek tipi var. Cebinde beş kuruşu olmayan, üstelik ne doğru dürüst bir eğitimi ne de belli bir mesleği olan, avare bir adam. Elinden düşmeyen sigarası, hep dolu tutmaya çalıştığı şarap kadehi, - artık edebiyat mı, resim mi, heykel mi bilinmez- bir ya da birkaç sanat dalına ilgisi var. 10 Gömülü Dev / Kazuo Ishıguro YKY Yeteneği zamanında duyurulan (on yıl arayla iki kez gelecek vaat eden genç Britanyalı yazarlar arasında gösterilmişti), birikimi İngiliz edebiyatı alanında olan, deneyimi sayısız ödülle ve adaylıkla kanıtlanmış Ishiguro’nun, bu yeni alanda başarısını belirleyecek olan kriter bence ‘mesele’si olacak. Yeni romanı ‘Gömülü Dev’ yayınlandığından beri Kazuo Ishıguro, İngiliz yayın piyasasının en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Olay, fantastik/mitik bir anlatı damarına, şimdiye kadar yabancı durmuş bir kıdemli yazarın girip giremeyeceğiyle ilgili… Dünyayla aynı anda bizde de yayınlanan ‘Gömülü Dev’, edebiyat eleştirmenlerinden de geçerli aldı. Kabaca, Kral Arthur sonrası dönemde, mistik bir unutuştan mustarip yaşlı bir çiftin, Britonlar ile Saksonların düşman kardeşler olarak tetikte yaşadıkları bir coğrafyada, oğullarının köyüne doğru seyahate çıkmaları ve devler, ejderler, savaşçılar ve Yuvarlak Masa emeklileriyle dolu bir macera yaşamaları olarak özetlenebilecek bu roman, çok satar listesinin tepesine en azından İngiltere’de kuruldu. EDEBİYAT ALEMLERİNDE KONUŞULAN 3 MEVZU 1 2 3 İngiliz Yazar Louis de Bernieres, son kitabı ’Kanatsız Kuşlar’da Mustafa Kemal Atatürk’e geniş yer verdi ve ünlü yazar, “O kitap Atatürksüz olmazdı.Çünkü o dönemde yapılan bütün büyük işlerde Atatürk çıkıyor karşınıza” dedi. Dünyanın okunabilir en küçük kitabınının yaratıcısı şair, yazar ve Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği Kurucu Başkanı Ümit Yaşar Işıkhan’a dünyanın en küçük kitaplığı armağan edildi. Köy kökenli bir ailenin çocuğu olan ve hayatı boyunca taşıdığı o iri gövdesinin altında tam bir çocuk ruhu taşıyan ünlü yazar Honore De Balzac’ın, kitabını yazarken duyduğu sonsuz cinsel isteğini, gün içerisinde beraber olduğu altı kadınla ancak giderebilmesi. KAFANIZI KURCALAYAN KEŞFET İNSANI KEŞFETMEK İSTEYENE Mucize Tatlı / Giuseppina Torregrossa / Doğan Kitap Özellikle belirtmekte fayda var ki, kitabın yazarı Torregrossa İtalya’nın en tanınmış jinekologlarından. Bu nedenle yarattığı kahraman Agata’nın ailesindeki bütün kadınların hikayesinde arzulu bir erkek var. Ama bu hikayelerin tartışmasız başrol oyuncusu memeler! Agata’nın teyzeleri Nellina ve Titina ileri yaşlarında tek göğüsleriyle kalmış birer Amazon. Kadınlar için memenin, sadece arzu edilen bir organ değil, aynı zamanda onların en önemli aksesuarı da olduğu çok iyi bir şekilde anlatılıyor. Kısa yanıt:Her kültürün kendi afrodizyakları var. EĞER C BiR SORU MU VAR ? kaan.yurtturk@ailehekimleri.net Adresine yollayın cevaplayalım doğal afrodizyak arıyorsanız seçenekleriniz bol. 2011 tarihli bir araştırma raporu laboratuvar hayvanlarında azdırıcı etkisi olan 34 bitki türü saptamış. Fakat doğal afrodizyak diye pazarlanan ürünlerin büyük kısmının Batı standartlarına göre bilimsel olarak ispatlanması gerekiyor. Erkeklerde cinsel işlevselliği tedavi etmeye çalışan araştırmacılar bir dizi bitki ve hayvanın afrodizyak etkisi üzerine başlangıç niteliğinde (ama sonuca varamayan) araştırmalar yürüttüler. Bunlar arasında ‘dugu dugu’ diye bilinen Malezya deniz sülüğü, Bufo kurbağasının cildinden elde edilen kimyasal madde, sarıakreplerden ve Brezilya’nın ‘kollu’ örümceklerinden alınan priyapik zehir, İspermeçet balinalarının esmer amberi ve hamsterların vajinal salgılarında bulunan bir protein de bulunuyor. Yani her kültürün kendine ait bir afrodizyakı bulunuyor. Kuzey Amerika’da ise halk istiridyenin afrodizyak etkisi olduğuna inanıyor. 2014 yılında hayvanlar üzerinde yapılan bir araştırma kamuoyuyla paylaşılsa da insanlar üzerinde etkisinin ne olduğuna dair henüz bir araştırma yapılmış değil. Fakat, bilim dünyasında Kore kırmızı ginsenginin büyük bir afrodizyak etkisine sahip olduğu kanıtlandı. Sentetik ilaçlar, örneğin beyinde dopamin salgılanmasını etkileyenler (genelde veriliyor) Parkinson hastalarına hiperseksüel davranışa yol açabiliyor. Bu yan etki hastaların sadece yüzde 2 ile 3’ünde görülüyor ama varlığı kesin. Bu da cinsel güdüyü geliştiren başka ilaçların da olabileceğinin kanıtı oluyor. Belki de bu ilaçlar bir kase kaplan çorbasından daha etkilidir. ANTARKTİKA BUZULU NE KADAR KALIN? Kısa yanıt:Bunun cevabını bulmak pek de kolay değil. KÜLT BİR ROMAN OKUMAK İSTEYENE Şahika / Archıbald Joseph Cronın Altın Bilek Yayınları Archıbald Joseph Cronın’ın milyonlarca okura ulaşan efsane romanı ‘Şahika’, Pınar Temurcan’ın harika çevirisiyle raflardaki yerini aldı. Pek çok modern yazara ilham veren, sinema filmi ile milyonlarca insanı etkilemeyi başaran Şahika, yazıldığı günden bugüne yetmişin üzerinde ülkede yayımlanan kült bir roman… Genç bir doktor, 1920’lerde salgın hastalık, fakirlik ve batıl inançlarla karşı karşıya kalır… Sonrasında mı? Cronın, her bir ayrıntıyı nakış gibi işleyerek okuyucunun gözünde sahneler yaratıyor. C ANTARKTİKA’DAKİ buzulun kalınlığını, ölçmek pek de kolay değil. Çünkü hem üst katmanı dondurucu bir soğuğa sahip hem de dibine ulaşmak imkansız. Alt bölümün en ince yerlerde bile, yüzeyden 200 metre derinliğe kadar uzandığı biliniyor. Ancak buzun nispeten ince olduğu yerleri kazmak daha zor. Her şeyden önce bunun büyük bir titizlikle ve dikkatlice yapılması gerek. Sonuçta aşağıya doğru dümdüz inecek şekilde yapılamıyor. Bu nedenle buzun kalınlığının en az on katı kadar bir mesafenin dolambaçlı olarak kazılması gerekiyor. Bilim insanları bu buzun sadece kar yağışıyla kalınlaştığını düşünmekteydiler. Fakat modern araştırmalar, buzulun dipteki suyu da dondurarak her iki yöne doğru genişleyebildiğini gösterdi. 11 BÜYÜK FİKİR Yeni Tedaviler ANTİBİYOTİK DİRENCİNE KARŞI ALTERNATİF BİR SİLAH; BAKTERİYOFAJLAR Yeni bir antibiyotiğin doğuşuna mı şahit olacağız, yoksa doğanın bize sunduklarını mı gözden geçireceğiz? VİRÜSLERDEN bahsedildiği zaman çoğumuzun aklına gelen ilk şey onların zararlı etkileri, hastalık yapma yetenekleri olur. Sosyal medyada ya da basında çıkan haberlerde, bu boyu küçük ama etkisi büyük mikroorganizmalarla ilgili duyulanlar onlara karşı verilen savaştan ibaret. Gerçekten de virüslerin oldukça çetin düşmanlar olduklarını söylemek yanlış olmaz, oysa sebep oldukları hastalıklar bir yana, son yapılan araştırmalar bizler için savaşa bilecek küçük bir grup yandaşın da var olduğunu gösteriyor. Bakteriyofajlar, en kısa tabiriyle bakteriler ile beslenen virüsler olarak tanımlanır. Yıllarca bizlere kötü adamlar olarak tanıtılan virüslerin bir noktada bizlere yardımcı olabileceğini düşünmek zor, fakat imkansız değil. Bu virüsler, yaşamsal faaliyetlerini devam ettirmek adına kendilerine konak olarak bakterileri seçmiş durumda. İlk kez 1920’li yıllarda Gürcistan’da bir bakteriyoloji laboratuvarı olan George Eliava Enstitüsü’nde keşfedilip incelenmeye başlanan bu canlıların değerinin anlaşılması uzun sürmedi. Bu çalışmalar sonucunda; henüz antibiyotik gibi güçlü bir silahın keşfedilmediği zamanlarda dizanteri ve diyare benzeri, bakteri kaynaklı hastalıkların tedavisi yapılarak birçok kişinin hayatı kurtarıldı. Bakterilere karşı fajlar aracılığı ile verilen bu savaşa faj terapisi deniliyor. Tedavi, hasta kişide bulunan bakterilere uygun bakteriyofajın vücuda verilmesi ve savaşmalarını sağlamak üzerine kurulu. Savaşacak bakteri kalmadığında, fajlar da besinsiz kalmalarından ötürü kendilerini inaktive ediyor ve vücuttan atılıyor. Bu konuya yönelik yaptığım araştırmalar neticesinde 2006 yılına 12 kadar ulaşabildim. 2006 yılında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi, Listeria isimli gıda zehirlenmesine sebap olan bakteriye karşı bakteriyofajların kullanımını onayladı. ANTİBİYOTİK DİRENCİ Bakteri türleriyle olan savaşımız 1928 yılında, Alexander Fleming’in günümüz antibiyotiğinin atası kabul edilen Penisilin’in iyileştirici gücünü bulmasıyla birlikte hızlanmış. Antibiyotikler, bakterilerinin çeşitli metabolik aktivitelerine etki ederek onları zararsız hale getirir. Günümüzde en ufak bakteriyel enfeksiyon karşısında dahi bu kadar güçlü savaşçıların kullanılmasının sebebi kişilerin bir an önce hasta yataklarından kalkıp, günlük yaşantılarının aksamasına daha fazla izin vermek istememeleri olsa gerek. Oysa bu acele davranışlarımız bizi büyük bir sorunun eşiğine kadar getirdi: Bakterilerde gelişen antibiyotik direnci. Antibiyotikler güçlü, bu doğru fakat ne var ki bakterinin de kendine ait bir savunma mekanizması bulunuyor. Birbirleriyle gen alışverişinde bulunabilmeleri ve mutasyonlara uğramaları onların öğrenen ve gelişen canlılar olduğunun kanıtı. Uzun bir süre boyunca en ufak enfeksiyonda dahi yüksek miktarlarda kullanılan antibiyotikler, hayatta kalma becerilerini körükleyerek gelişmelerine sebep oldu. Bulaşıcı hastalıklar uzmanları, ne kadar çok antibiyotik kullanılırsa bakterilerin o derece antibiyotiğe karşı direnç kazanacağını söylüyor. GEÇMİŞTEN GELEN KAHRAMANLAR Tabii ki yaptığım araştırmanın belli bir noktasında aklıma “Bu konuda bu zamana kadar neler yapılmış ve neler yapılabilir?” sorusu takıldı ve bu soruya cevaplar bulmakla epey de bir zaman harcadım doğrusu. Evvela antibiyotikleri geliştirmek için ayrılan yüksek bütçeler bir kenara bırakılırsa, bakterilerle savaşmak için 1940’lı yıllardan beri Rusya ve Gürcistan gibi ülkelerde kullanılan faj terapisi alternatif bir yöntem olabilir. Türkiye’de bu konuda Hacettepe Üniversitesi tarafından bir araştırmanın yapıldığını öğrendim ve bu araştırmada da bakteriyofaj terapisi, antibiyotik tedavisine göre çok daha spesifik. Antibiyotikler vücutta bulunan zararlı ve yararlı bütün bakterilere saldırırken, her faj sadece kendisine özel konağa tutunduğundan barışçıl bir yaşam sürdüğümüz bakterilere zarar gelmesi söz konusu olmuyor. Üstelik bakterilerin geliştirebileceği olası mutasyonlara karşılık, fajlar da mutasyon geçirerek onlara cevap verme yeteneğine sahip. Bakterilerin temizlenmesinin ardından kalan virüslerin ne şekilde ait bir takım negatif yönleri var, yani pek de masum sayılmaz. Her şeyden önce, bakteriyle besleniyor olsalar dahi onlar hala virüs. Bu gerçek geçmiş yıllarda ülkeleri faj terapisini kullanmaktan soğutan etkenlerden biri oldu. Bir diğer proplem ise fajların vücuda verilmesine takiben, immün sistem tarafından yabancı madde olarak kabul edilerek yok edilmeye çalışılması. Antibiyotikler ayrım yapmadan önlerine gelen bütün bakterileri yok ederken, bakteriyofajlar sadece kendilerine özel olanları tercih ediyor. Bu da vücudumuzda bulunan yararlı bakterilerin zarar görmemesini sağlıyor. Her ne üzerinde araştırma yapıyor olsam bir şekilde şu adrese mutlaka ulaşıyor oluyorum. Kudüs Üniversitesi… Kudüs Üniversitesi’nden Doktor Ronen Hazan, Doktor Nurit Beyth ve ekip arkadaşları faj terapisini Enterococcus faecalis denilen ve insanda kalp kapakçıklarına ve boşaltım sistemine yerleşen ya da menenjit yapan bu bakteri türü üzerinde uygulamış. Raporlara göre EFDG1 denilen bakteriyofajlar, antibiyotik direncine sahip Enterococcus faecalis üzerinde etkili olmuş. Ayrıca araştırmacılar, bahsi geçen faj türünün sahip olduğu genleri inceleyerek insanlarda oluşabilecek herhangi bir zarara sebep olamayacaklarını göstermiş. Geçmişte insanların, virüs olduklarından dolayı kendilerine zarar verebileceklerine inandıkları fajları artık gelişmiş yöntemlerle inceleyebiliyor olmamız güzel bir haber. Doktor Ronen Hazan’a göre, bakterilerle savaşımıza devam edebilmek için doğanın bizlere sunduklarını tekrar gözden geçirmek için güzel bir zamandayız. Faj terapisinin ucuz bir tedavi şekli olduğu göz önünde bulundurulduğunda, oldukça büyük bir pazara sahip olan antibiyotik üretiminin geçmişte neden tercih edildiği konusunda bir tahminde bulunabiliriz. Halbuki dünya üzerinde ekstrem koşullarda dahi yaşamlarını sürdürmeye devam edebilen bakteri türleriyle mücadele etmek her geçen gün zorlaşıyor. Antibiyotik kullanımına olan bağlılığımız, yeniliklere kapalı olmamız ve her şeyin başında bakterilerin kendilerini geliştiren mikroorganizmalar olması bu durumun sebepleri arasında gösterilebilir. Amerika, Asya gibi kıtaların da sahip olduğu antibiyotik hayranlığı yavaş yavaş gerilemeye başladığına göre, çok daha spesifik bir tedavi şekli olan faj terapisinin eski ününü bir kez daha kazanacağı günler artık pek uzak görünmüyor. temizleneceği konusunda düşünülmesine de gerek yok. Zira besinleri olan bakterileri bulamadıklarında kendiliğinden inaktive oluyorlar. Günümüzde antibiyotiğe alerjisi olan birçok insan için ise faj terapisi alternatif bir yöntem olmaya devam ediyor. Dünyada, özellikle bir çok Avrupa ülkesinde durum böyle fakat, ülkemizde üzülerek belirtelim ki henüz antibiyotikle tedavi sonlandırılmış değil. Elbette bu tedavi şeklinin de kendisine 13 bu ay neler oldu? 5 Bin Aile Hekimi İşsiz Kalacak Prof. Dr. Füsun Yarış, kansere yenik düştü Ülkemizin saygın bilim insanlarından ve kanserle mücadelenin sembol isimlerinden Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış, yıllardır sürdürdüğü kanserle mücadelesinde aramızdan ayrıldı. Yaklaşık 7 yıldır pek çok zorluğa rağmen gerçek bir ‘Kanser Survivor’ı olmayı başaran Prof. Dr. Füsun Yarış, pek çok aksiliğe ve ölümcül hataya karşı kanseri yenmeyi başarmıştı. İleri evre bir kanser hastası olmasına rağmen tüm öngörüleri alt eden Prof. Dr. Füsun Yarış, kanser hastaları için örnek bir bilim insanı olmanın dışında kanser tedavisi süresince görevini uzun süre sürdürmüş ve ‘Kanser hastalarına kötü haber verme’ konusunda uluslar arası bir tıp kitabına da bölüm yazmıştı. Aramızdan ayrılan değerli bilim insanı ve tıp hekimi Prof. Dr. Füsun Yarış ile bundan bir yıl önce Ailehekimleri.net Dergisi olarak özel bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Prof. Dr. Füsun Yarış’ı saygıyla anıyoruz. Aile hekimlerine 20 ceza puanı mahkemelik oldu Sağlık Bakanlığı’nın, Aile Hekimliği Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliği’ndeki, hafta sonu nöbetlerine gitmeyen aile hekimlerine verdiği ceza puanını 5’ten 20’ye çıkarılması, 5 kez nöbete gitmeyen aile hekiminin sözleşmesinin feshedilmesi hükümleri yargıya taşındı. Tüm Sağlık-Sen, Danıştay’a açtığı davanın dilekçesinde nöbete gelmemeye 20 ihtar puanı verilmesi, arttırılan ihtar puanları, sözleşme döneminin iki mali yıl olarak sabitlenmesi gibi çalışanların mağduriyetine neden olacak 19 düzenlemenin iptalini istedi. Mazeretsİz nöbet tutmayan aİle hekİmİne ceza 14 Sağlık Bakanlığı’nın nöbete gelmeyen aile hekimine 20 puan ceza puanı uygulaması nedeniyle 5 bin aile hekimi işsiz kalacak. AHEF Başkanı Dr. Murat Girginer; “Şu anda ülkenin 15.000 aile hekimine ihtiyacı olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçekken, uygulamada özveri ile çalışan aile hekimlerinin görevlerine son vermek için ağırlaştırılmış ceza puanları ile üzerlerinde baskı kurmak ne kadar gerçekçidir düşündürücüdür. Önümüzde ki 2-3 ay içinde aile hekimliğinde atılan 5000 aile hekimi ile aile hekimliği uygulaması ileriye değil geriye gidecektir. Bunun sorumlusu da nöbet kararında olduğu gibi Ceza puanlarının da artırılmasına karar veren Sağlık Bakanlığıdır” dedi. Aile hekimleri 3 gün iş bırakıyor Aile hekimleri ve aile sağlığı çalışanları Sağlık Bakanlığı’nın ceza puanları, tehdit, cumartesi nöbetleri gibi uygulamalarına karşı 20-21-22 Mayıs tarihlerinde 3 gün iş bırakacak. İş bırakma eylemi Ankara ve İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her ilinde yapılacak. Yönetmeliğin hukuka aykırılıklar ve hizmetin niteliğine uygun olmayan hükümler içerdiği gerekçesiyle iptali için yargıya başvuran aile hekimleri yönetmelik değişikliğinin birinci basamak sağlık çalışanlarına dayatılan esnek ve fazla çalışma, güvencesiz çalışma koşullarını ceza puanlarıyla daha da ağırlaştırma ve çalışanların mücadele direncini kırmaya yönelik olduğuna dikkat çekti. Anayasa Mahkemesi’nin aile hekimliğinde nöbete vize vermesinin ardından, Sağlık Bakanlığı izinsiz, mazeretsiz mesai dışı hizmet ve nöbete gelmeyenlere müeyyide uygulama kararı aldı. Sağlık Bakanlığı, aile hekimliğinde ödeme ve sözleşme konularında düzenlemeye gitti. Bakanlık yayınladığı yeni yönetmelikle aile hekimliğinde uygulanacak ihtar puan cetveli yeniden düzenlendi. Buna göre, çalışma saati ve kıyafeti, verem hastalarının takibi, aşı ve aşılama ile nöbet gibi konularda ihtar puanlarında değişiklik yapıldı. Bakanlığın yeni düzenlemesine göre, çalışma saatleri planına uymamada 3 yerine 5, izinsiz işe gelmemede her gün için 5 yerine 10, verem (tüberküloz) hastalarının doğrudan gözetim tedavisini yapmama veya yapılmasını sağlamama durumunda 5 yerine 10, mevzuatla verilen diğer hizmetleri yapmama halinde de 5 yerine 10 ihtar puanı verilecek. Düzenlemeyle ayrıca giyilmemesi durumunda 5 puanlık ihtar puanı verilen iş kıyafetine açıklık getirildi. Önceki düzenlemedeki “forma” ibaresi, “mesleki beyaz önlük ve forma” şeklinde değiştirildi. 15 YAZAR “Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz? Kürşat BAŞAR İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki yıllardır aradığın işte bu Şimdi soruyorum büküp boynumu Daha önceleri neredeydiniz? ESKİ AŞKLAR, MUTLULUK, HÜZÜN VE BİR BAHAR AKŞAMI BİR ŞARKININ HİKAYESİNDE GİZLİDİR, ESKİ AŞKLARIN BAŞKALIĞI… Acaba sahiden de eski aşklar başka mıydı? Yoksa geçmişe bakarken biz mi öyle sanıyoruz? Geçmişin aşklarını ancak efsaneleşmiş biçimleriyle okuyup izlediğimiz ve ayrıntılarını bilmediğimiz için mi bize öyle geliyor? Bir bahar daha başlarken bir şarkının öyküsünü anlatsam belki de gerçekten ne büyük farklar olduğunu düşünebiliriz... Sayısız kez seslendirilen, Zeki Müren’den Barış Manço’ya kadar pek çok ünlünün söylediği bir Selahattin Pınar bestesi... Adı: ‘Bir Bahar Akşamı’. Aslında Fuat Edip Baksı’nın 1963 yılında yayınlanan kitabında yer alan bir şiir. Fuat Edip Bey öğretmen. Aynı zamanda birkaç şiir kitabı yazmış ve şiirleri pek çok besteye güfte olmuş. ‘Bir Bahar Akşamı’nın hikayesi oldukça ilginç. Fuat Bey 1819 yaşlarındayken rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Uzun zaman etkisinden kurtulamamış bu rüyanın ve bu genç kızı aramış durmuş. Ama tabii öyle bir kıza rastlamamış. Ailesi onu bu garip platonik aşktan kurtarmak için mi bilinmez biraz da zoraki evlendirmiş. Uzun yıllar öğretmenlik yapan Fuat Edip Bey’in yaşlılık günlerinde yolu bir akşamüstü Çamlıca Kız Lisesi’ne düşmüş. O yoldan geçerken öğrenciler de dağılmaktaymış. Birdenbire karşısında yıllar önce rüyasında gördüğü kızı görüp kalakalmış. Genç öğrenci de bu yaşlı adamın kendisine bakışından şaşkın, utanarak uzaklaşmış. İşte o unutulmaz şarkının güftesi bunun üzerine yazılmış. 16 İnsanın gerçek değil de bir Türk filmi öyküsü olduğunu düşüneceği türden bir şey değil mi? Bugünlerde rüyasındaki bir sevgiliye tutulup yıllarca onu unutmayan kimse kalmış mıdır? Herkesin birbirine internetten hazır aşk mesajları yolladığı, balonlar ve kalp logolarıyla ilan-ı aşk ediverdiği, gecenin bir saatinde başlayıp bir hafta sonra bir başka gece biten ilişkilerin büyük aşk diye manşetlere taşındığı, ‘aşkım’ sözcüğünün artık içimizi kıydığı bugünlerde bunları anlamak biraz zor... İşin ilginç yanı, bu şiiri besteleyen ünlü besteci Selahattin Pınar’ın da hayatının büyük bir aşkın peşinde solup gitmiş olmasıdır. Babası tarafından ‘çalgıcı’ olmak istediği için evden kovulan bestekar, udi ve tanburi Selahattin Pınar, yıllar sonra 25 yaşında, bu kez de tiyatro oyuncusu olmak istediği için ailesi tarafından dışlanan Afife Jale ile tanışır ve evlenir. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu 1920’li yıllarda, içindeki tiyatro aşkını öldüremeyen Afife, önceleri Selahattin Pınar’la çocukluğunu, gençliğini ve aşkı yaşasa da bu yoksunluğu bir türlü gideremeyecektir. Önce Taksim’de sonra Fatih’e bahçeli bir evde otururlar. Bahçede saklambaç oynarlar, balığa çıkarlar... Afife’nin yazdığı şiirler için Selahattin Bey sonraları, ‘çocuk resimleri gibi şiirlerdi...’ diyecektir. Hayatında hepi topu birkaç kez sahneye çıkabilen Afife için bu evlilik belki sakin ve korunaklı bir limandır ama içindeki aşk, ilk sahneye çıktığında oynadığı sahne için söylediği gibi ‘o unutulmaz saadet’ kesin yasaklar nedeniyle artık asla geri gelmeyecektir. Bu Afife’yi, ne kadar gizlemeye çalışsa da yiyip bitirmektedir. Tiyatro aşkı yüzünden hem ailesi tarafından reddedilmiş hem devletin tokadını yiyip ahlaksızlıkla yaftalanmıştır. Üstelik bütün bunların sonunda, ilk oyun gecesi bir yazarın onu alnından öperek söylediği, “Bizim tiyatromuza bir fedai lazımdı, işte sen o fedaisin” cümlesi ne yazık ki hüsranla sonuçlanmıştır. İşin garip tarafı, Cumhuriyet’ten sonra Türk kadınlarının sahneye çıkması desteklenmiş ve Bedia Muvahhit gibi pek çok isim üne kavuşmuştur. Ama bu küskünlük döneminde Afife, morfin denen bir illete bulaşmış ve bu kez de onun acılarıyla boğuşmaktadır. Bu nedenle de, Darülbedayi’de iş bulamayacak, birtakım özel kumpanyalarda sahneye çıkmaya çalışacaktır. Yazık ki bütün bunlar da işe yaramaz Kavga ettikleri zaman ve morfin iptilası bütün hayatını ele bile, ‘ben haklıyım’ geçirir. Hatta sırf bu nedenle aşkını, yerine ‘sen haklısın’ sevgilisini aldatıp kendisini bu illete demeyi tercih ederler. alıştıran bir eczacıyla birlikte olur. Sonunda onu anlamaya, belki onu bu durumdan kurtarmaya çalışan bestecinin de morfine başlaması nedeniyle artık ondan kesin olarak ayrılmaya karar verir. Selahattin Bey’e sonunda, “En azından seni bu bataklığa sürüklemek istemem” diyecektir. Büyük bir coşkuyla başlayan sanat hayatı da kendisine kol kanat geren aşkı da onu kurtaramayacak ve sonunda Bakırköy’e yatıp son günlerini bu hastanede geçirecektir. Selahattin Pınar’ın ‘Nereden sevdim o zalim kadını’ gibi eserleri kuşkusuz ona yazılmıştır ve sonradan mutsuz bir evlilik yapıp geçmişinden kurtulmuş görünse de ünlü besteci onu asla unutmayacak ve son olarak ‘Hatıralar’ adlı şarkıyı da ona söyleyecektir. ‘Beni de alın koynunuza hatıralar/ dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar...’ Aşk büyük bir mutlulukla büyük bir hüznü birlikte taşıyor bazen. Bir rastlantının, bir bahar akşamının size ne getireceğini, nasıl bir hayata sürükleyeceğini bilmek gerçekten de imkansız. 17 röportaj Her branşta başarının adı: LİMAN HASTANESİ Liman Hastanesi, butik hastaneciliğin en güzel örneklerinden. Çabuk ve kaliteli hizmet sunan konseptiyle Liman Hastanesi, EXILIS MEDİKAL estetik cihazı ile bir yeniliğe daha imza attı. Op. Dr. Alaaddin Balcı Liman Hastanesi, hem medikal konularda, hem de destekleyici tedaviler konusunda ileri teknolojiyi kullanarak, en etkin ve başarılı sonuçlar almayı hedeflemiş olan bir hastane ve bu alanda yaptığı yatırımlarla da adından söz ettiriyor. Liman Hastanesi Başhekimi ve Kadın Hastalıkları Doğum Uzmanı Op. Dr. Alaaddin Balcı ile Liman Hastanesi’nin hizmetlerinden ve estetikte devrim niteliğinde olan EXILIS’a dair merak ettiklerimizi sorduk. Bize biraz Liman Hastanesi hakkında bilgi verir misiniz? Liman Hastanesi bundan 3 yıl önce doğdu. O dönemde Akademi Tıp Merkezi ile statejik ortaklık anlaşmamızı yaptık ve projeyi süratle hayata geçirmek için imzaları attık. Liman Hastanesi’nde ANAKLİNİK Tıp Merkezi’nin kadın doğum ve çocuk hastalıkları konusundaki deneyimi ile Akademi Tıp Merkezi’nin genel tıp branşlarındaki deneyimini bir araya getirdik. 2014 yılının Ocak ayında 28 18 uzman hekim, tüm branşlarda 23 polikliniği ile hizmete başladık. Ayda ortalama 10-12 Bin hastayı muayene ediyoruz. Peki, sizi diğer hastanelerden farklı kılan belli başlı özellikleriniz nelerdir? Devasa hastane binalarındaki stresi hastalarımıza yaşatmadan, tamamen aile sıcaklığı ve güveni içerisinde hastalarımızla ilgileniyoruz. Hastalarımızın sadece doktoru değil, aynı zamanda dostu ve arkadaşı olmak istiyoruz. Liman manzaralı 35 odamız mevcut ve tüm odalarımız tek kişilik. Standart ve suit odalarda hastalarımıza bakmaktayız. Tam donanımlı 3 ameliyathane, tam teşekküllü laboratuarımız, genel ve çocuk yoğun bakım odamız, 2 adet 4 boyutlu USG ve diğer radyolojik tetkiklerle tam donanımlı bir hastaneyiz. Ayrıca Ozon terapi, EXILIS Medikal estetik cihazımız, ESWL ve lazer epilasyon gibi yardımcı sağlık hizmetlerini de sunmaktayız. DÜNYA GÖZÜYLE EXILIS Amerika FDA onaylı EXILIS Elite ile 200 Binden fazla uygulama yapıldı. Amerika’da en iyi zayıflama cihazı ve en iyi kırışıklı giderici cihazı ödüllerini aldı. BAŞARI ORANI Amerika’nın dışında, Avrupa ve Türkiye’de çeşitli doktor sitelerinde memnuniyet oranının yüzde 80 etkin olduğu ifade edilmektedir. EXILIS ETKİ MEKANİZMASI EXILIS, yağ hücrelerinin hacimlerinin RF ve ultrason dalgalarıyla azaltılması yoluyla bölgesel zayıflama ve cildin sıklaştırılmasını hedefleyen noninvazif bir tedaviyi kapsıyor. Öncelikle RF enerjisi hedeflenen derin termal dokuların ısıtılmasını sağlıyor. Metabolik aktiviteyi başlatarak, yeri tespit edilmiş yağ dokusu lipolizini hızlandırıyor. Böylece yağ hücresinin hacmi azaltılarak yağ tabakası kırılıyor. Cihazın başlıkları üzerindeki termometre, hastaya uygun işin hazırlanmasına da yardımcı oluyor. Ayrıca başlıklar üzerinde bulunan soğutucu da cilde temas ederek cildin soğutulmasını ve yapısının korunmasını sağlıyor. Böylelikle ultrasonun mekanik enerjisi ve radyofrekans enerjisi, hedeflenen yağ hücrelerinin hacmini azaltırken, cilt dokusunu da koruyarak sıklaştırıyor. İNCELME VE SIKLAŞMADA EN SON TEKNOLOJİ Tüm teknolojileri bünyesinde toplayan EXILIS, ergonomik başlığı sayesinde kolay uygulama sağlıyor ve uyguladığı yağ hacmini azaltmaya yönelik yöntemi sayesinde en hızlı tedavi sürecini başlatıyor. Yapılan çalışmalarda herhangi bir yan etkisinin olmadığı tespit edilen ve FDA tarafından da onaylanan EXILIS, aynı başlıklarda taşıdığı yeni nesil radyofrekans, en gelişmiş ultrasound ve krio soğutma işlemlerinden yararlanıyor. UYGULANMA SEANSI VE SÜRESİ EXILIS seansı 30 ila 40 dakika arasında sürüyor. Sonrasında ise kişi günlük aktivitelerine hemen devam edebiliyor. İlk seans sonrası bile etkileri hemen ortaya çıkan EXILIS, 7 ile 10 günde bir uygulanıyor. Yaklaşık 4 ya da 6 seans sonrası mükemmel sonuçlara ulaşılıyor. KONFORLU VE ACISIZ UYGULAMA En iyi kozmetik sonucu sağlayan ideal ısıtma ve soğutma kombinasyonu ile enerjiyi hedefleme kabiliyetine sahip EXILIS, konforlu olduğu kadar acısız bir tedavi sunuyor. Güvenli, etkili, hassas ve ağrısız bir yöntem olan EXILIS, tüm cilt tiplerinde kullanılabiliyor. Etkileri kanıtlanmış olan EXILIS yönteminde aynı anda yüz başlığıyla sıklaştırıcı, şekillendirici ve toparlayıcı bir uygulama yapılabiliyor. KULLANIM ALANLARI Alın çatlakları Kaz ayakları Gıdı sarkmaları Çene sarkmaları Doğum çatlak ve sarkmaları Selülitlerde Kol içindeki gevşemeler, fazlalık ve sarkmalar Karın, göbek ve yanlardaki yağ birikimleri Mide, karın ve alt karın fazlalıkları Sırtta oluşan sarkmalar ve yağ fazlalıkları Popo sıkılaştırma, kaldırma ve toparlama Basenler ve iç bacaklarda şekillendirme Arka bacakla, yağ birikimleri olan ve selülitli bölgeler Ön ve iç bacaklarda elastikiyet kaybına bağlı olarak oluşan sarkma, yağ fazlalıkları ve dalgalanmalar EXLIS invazif yağ aldırma (Liposuction) tekniklerinde tedavi öncesinde ve sonrasında da tamamlayıcı olarak kullanılabiliyor. Uygulama özellikle orta seviye yağ birikimlerine sahip ve Lipoplasti için uygun olmayan hastalarda kullanılabiliyor. 19 Asıl görevi yapmamak 10 puan iken asıl görevin olmayan bir görevi yapmamak 20 puan olamaz… Hakan UZUN - TRABZON YAZAR CEZA YÖNETMELİĞİ 16.04.2015 tarihinde görünürde, Yeni Aile Hekimliği Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliği yayınlandı. Fakat yayınlanan yönetmelik incelendiğinde, yönetmelikte yapılan değişikliklerin çoğunda cezaların artırıldığı ve cezaların ön planda olduğu görülmektedir. Bu yapılan değişikliklerle birlikte ülkemizdeki aile hekimliği uygulamasında yeni bir safhaya geçildiği görülmektedir. 2005 yılında Düzce ilimizde başlayıp, 2011 yılında tüm ülkede uygulanmaya başlayan aile hekimliği uygulamasının en önemli özelliği aile hekimlerinin bu işi gönül vererek yaptıkları ve bu sayede aile hekimliği uygulamasının Dünya örneklerinden farklı olarak kısa sürede ülkemizde başarıya ulaşmasıydı. Fakat geldiğimiz bu süreçte yayınlanan bu ceza yönetmeliğiyle beraber artık ülkemizdeki aile hekimliği uygulamasının temelinin gönüllük ve özveriye dayalı bir çalışma modelinden, cezalandırmaya ve mobinge dayalı bir çalışma temeline doğru geçiş yapıldığı görülmektedir. Bu yeni cezaya dayalı aile hekimliği uygulaması ülkemizde ki aile hekimliği uygulamasının başarısını ortadan kaldıracak ve aile hekimliğinde geriye doğru kötü gidişi hızlandıracaktır. Şimdi gelin hep beraber yeni ceza yönetmeliğimizi inceleyelim. 1. Sözleşmelerin içeriği, süresi ve dönemi ile ilgili yönetmeliğin 6. madde’ nin 2. ve 3.maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. Bu maddeler; (2)Sözleşmenin süresi ve dönemi iki mali yıldır. (3)Sözleşme dönemi bitmeden başka bir aile hekimliği birimine yerleşen aile hekimi ile yeni sözleşme imzalanmaz. Yeni birimdeki görev mevcut sözleşme doğrultusunda yürütülür.” Özellikle bu maddelerde yapılan değişiklikle beraber daha önce en fazla iki mali yıl olan sözleşme süreleri, değişiklikle 20 beraber iki mali yılla sabitlenmiştir. Burada ki amaç bir yıllık sözleşme imzalanarak yılda 100 ceza puanı kullanılma hakkını engellemek olmuştur. Bu değişiklikle bir sözleşme döneminde ceza puanı 100 puana sabitlenmiştir. Özellikle (3). madde de yapılan değişiklikle ceza puanları 100 puan sınırına ulaşmış olan aile hekimliği çalışanlarının birim değişikliğinde ceza puanlarının sıfırlanması engellenmiştir. Özellikle bu değişiklikle imzaladığımız sözleşmelerde yer alan birimler dışında sözleşme imzalamadan başka birimde çalışma durumunu doğuracaktır ki, bu kısmın mahkemeler tarafından hukuksuz bulunarak iptal edileceği açıktır. 2. Bu yönetmeliğin en can alıcı değişikliği ise İZİNLER konusunda Anayasa Mahkemesi’ nin kararına rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin kararının uygulanmayıp, izinlerin aynı yönetmelikte geçici maddelerle yeniden düzenlenmesi olmuştur. Oysaki Anayasa’ nın 50. maddesinde” Ücretli hafta ve bayram tatili ile ücretli yıllık izin hakları ve şartları kanunla düzenlenir.” denmesine rağmen, AHEF olarak yıllardır izinlerin kanunla düzenlenmesi gerektiğini söylememize rağmen, Anayasa Mahkemesinin Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliğindeki izinler konusunda ki maddeleri Anayasaya aykırı bulup iptal etmesine rağmen, yine izinlerin yönetmelikte geçici madde ile düzenlenmesini sizlerin takdirine bırakıyorum. 3. Yönetmeliğin 13. ve 14. maddelerinde yapılan değişikliklerle “ …..gerektiren fiilin kişiye tebliğ tarihinde itibaren yedi gün içinde alınan savunmalar uygun görülmediği takdirde,” hükmü getirilerek, kişilere savunma hakkı tanınmadan, savunma alınmadan, soruşturma yapılmadan sözleşmelerinin fesih edilemeyeceği veya ihtar puanı verilemeyeceği hüküm altına alınmış oldu. Peki bundan önce savunma hakkı verilmeden, soruşturma yapılmadan yapılan sözleşme fesihleri, verilen ihtar puanları ne olacak ? 4. Yönetmeliğin 13. maddesinin h) bendinde yapılan değişiklikle beraber” 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125 inci maddesinin birinci fıkrasının (E) bendinde yer alan fiil ve hâllerin, işlendiğinin tespit edilmesi” hükmünün getirilmiş olması, eski yönetmelikte suçun mahkeme kararıyla sabit olması gerekliliğinin ortadan kaldırılarak, kişiden kişiye değişebilecek bir yorumla işlendiğinin tespit edilmesi gibi bir ifadenin getirilmiş olmasının sahada ki uygulamasın da büyük sıkıntılar ve haksızlıklar yaratacağı açıktır. 5. Yönetmeliğin 13/6 ve 14/6 maddelerinde yapılan değişiklikle beraber “ihtarı gerektiren fiilin işlendiğinin öğrenildiği tarihten itibaren en geç iki ay içinde gerekli işlem başlatılarak takip eden altı ay içerisinde sonuçlandırılır. İhtarı gerektiren fiillerin işlendiği tarihten itibaren iki yıl içinde ihtar verilmemesi hâlinde ihtar verme yetkisi zamanaşımına uğrar.” şeklinde maddenin değiştirilmesi, maddenin aynı anlamı taşımasına rağmen şimdiye kadar yaşadığımız uygulamalarda sahada idare tarafından kötüye uygulanacak bir madde olarak karşımıza çıkacaktır. 6. Bu Yönetmeliğin asıl çıkartılma sebebinin ne olduğunu yeni ihtar puanı cetvelini incelediğimiz zaman görmekteyiz. Bu yönetmelik tamamen aile sağlığı çalışanlarının sözleşmelerinin fesih edilmesinin hızlandırılması için çıkartılmış olduğu görülmektedir. Şimdi bu ihtar puan cetvelini incelediğimiz zaman; a-Çalışma saatleri planına uymamak: 3 puandan-5 puana çıkartılmış. b-İzinsiz işe gelmemek (işe gelmediği her gün için): 5 puandan- 10 puana çıkartılmış. cYeşil ve kımızı reçeteleri bulundurmamak: 0 puandan -10 puana çıkartılmıştır. d-Tüberküloz hastalarının doğrudan gözetim tedavisini yapmamak veya yapılmasını sağlamamak: 5 puandan- 10 puana çıkartılmıştır. e-Mevzuatla verilen diğer görevleri yapmamak: 5 puandan-10 puana çıkartılmıştır. f-Miadı geçmiş aşı bulundurmak: 0 puandan- 15 puana çıkartılmıştır. g-Mesai dışı hizmet ve/veya nöbete mazeretsiz gelmemek: 0 puandan-20 puana çıkartılmıştır. Ceza puanlarının bu şekilde artırılması Anayasa’nın ölçülülük ilkesine aykırıdır. Ceza puanları ancak kanunla çerçevesi çizildikten sonra yönetmeliklerle düzenlenebilir. Oysaki 5258 sayılı Aile Hekimliği Kanunda herhangi bir temel çerçeve çizilmeden idareye sözleşme feshine gidebilecek şekilde ceza puanı düzenleme yetkisi verilmesi hukuka aykırıdır. Anayasa’nın 38. maddesinin ilk fıkrasında ise “Kimse, ... kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” denilerek “suçun yasallığı”, üçüncü fıkrasında da “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” denilerek “cezanın yasallığı” ilkesi getirilmiştir. Anayasa’nın 38. maddesinde yer alan “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi uyarınca, hangi eylemlerin yasaklandığı ve bu yasak eylemlere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Kişilerin yasak eylemleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Anayasa’nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından disiplin cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. Cezaların Kanunda Yer Alması Da Tek Başına Yeterli Değildir Anayasa Mahkemesi Başkanlığından: Esas Sayısı: 2013/28, Karar Sayısı: 2013/106, Karar Günü: 3.10.2013 Ceza yaptırımına bağlanan fiilin kanunun “açıkça” suç sayması şartına bağlanmış olmasıyla, suç ve cezalara ilişkin düzenlemelerin şekli bakımdan kanun biçiminde çıkarılması yeterli olmayıp, bunların içerik bakımından da belirli amacı gerçekleştirmeye elverişli olmaları gerekir. Bu açıdan kanunun metni, bireylerin hangi somut fiil ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belirli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır. Bu nedenle, belirli bir kesinlik içinde kanunda hangi fiile hangi hukuksal yaptırımın bağlandığının bireyler tarafından bilinmesi ve eylemlerin sonuçlarının öngörülebilmesi gerekir. Ceza puanlarının bir amacı olmasının yanı sıra cezaların da ölçülü olması gerekmektedir Başka bir deyiş ile aile hekimliği hizmetleri ile ilgili bir cezadan daha yüksek bir ceza yine bu hizmetler ile ilgili olmalı örneğin tıbbi atıklar ile ilgili bir ceza aile hekimliği hizmetleri ile ilgili cezalardan fazla olmamalı, aile hekimleri koruyucu sağlık hizmetleri veriyor ise bu hizmetler arasında da cezai yönden ayrım olamaz. örneğin aşılama ile gebe izlem arasında ceza farkı olamaz, miadı geçmiş bir aşı ile bir ilacın insan hayatı için oluşturabileceği tehdit farklı olamaz. Ancak miadı dolmuş aşı ve ilaç bulmak bunların kişilere tatbik edileceği anlamına de gelmemeli. Suç işlenmeden işlenmiş gibi ceza verilemez. Ölçülülük İlkesi Esas Sayısı: 2013/32, Karar Sayısı: 2013/112 Kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “Gereklilik” başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve “Orantılılık” ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. Buna göre yorumlarsan aile hekimlerinin, aile hekimliği hizmetlerini yapmak için işe gelmemelerinin “10 “ ceza puanıyla cezalandırıldığı bir yerde, aile hekimliği hizmetleri arasında sayılmayan, belediyelerin defin nöbeti, adalet bakanlığın adli nöbeti, kamu hastanelerinin acil nöbetinin, aile hekimleri tarafından yapılmaması halinde “ 20 “ ceza puanıyla cezalandırılmaları, Anayasa’nın ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Asıl görevi yapmamak 10 puan iken asıl görevin olmayan bir görevi yapmamak 20 puan olamaz… Tüm ceza puanları incelenip değerlendirildiği zaman görülmektedir ki, ceza puanları eski yönetmeliğe göre 37 puan artırılmıştır. Özellikle artırılan ihtar puanlarının çalışma planına uymamak, izinsiz işe gelmemek, mevzuatta verilen görevleri yapmamak ile mesai dışı hizmet ve/ veya nöbete mazeretsiz gelmemek olduğu görüldüğü zaman bu ceza puanlarında bu kadar çok artış yapılmış olması Bakanlığın açıkladığı gibi ASM nöbetlerine katılma oranlarının %80’lerde olmadığını göstermektedir. Bu yönetmelikteki ceza puanlarındaki artışın, bu kadar fazla yapılmış olması bizlere aile sağlığı çalışanlarının, Aile Hekimliği Kanununda görev tanımında yer almayan ve aile hekimliğinin temel yapısına aykırı olarak, nöbetlerde kendilerine kayıtlı olmayan, her gelen hastaya bakma zorunluluğunun olmasının, aile hekimliğine aykırı olduğunu bir kere daha ispatlayarak, aile hekimleri ve aile sağlığı çalışanlarının, aile hekimliğine sahip çıkmak için yaptıkları ASMTSM nöbetlerine gitmeme eyleminin başarıya ulaştığının bir kanıtıdır. Şu çok iyi bilinmelidir ki gönüllük ve özveriyle aile hekimliğini ülkemizde zirveye çıkartan aile hekimlerine ve aile sağlığı çalışanlarına, ceza puanları ve mobing uygulayarak aile hekimliğinde aynı başarıları yakalamak mümkün olmayacaktır. Saygılarımla 21 RÖPORTAJ A ARSL AN Dr. M. Tamer KAR Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılan ücret ve sözleşme yönetmeliği aile hekimleri arasında kaygılara neden oldu. ADANAHED Başkanı Dr. M. Tamer Karaarslan, Sağlık Bakanlığı tarafından aile hekimleri üzerinde korku imparatorluğu yaratılmak istendiğini söylüyor. 22 DÜNYADA UYGULANAN AİLE HEKİMLİĞİ ÖRNEK ALINARAK, ÜLKEMİZDE DE UYGULANMAYA BAŞLANAN AİLE HEKİMLİĞİ UYGULAMASINDA SORULAR HER GEÇEN GÜN ARTARAK DEVAM EDİYOR. Her sayımızda değişik illerdeki aile hekimleri derneği başkanlarıyla gerçekleştirdiğimiz röportajlarda, aile hekimlerinin sorunlarına yer verdik. Sonuçta, her geçen gün aile hekimlerinin sorunları sadece bölgesel olarak değil aynı zamanda da genel olarak da artarak devam ediyor. Avrupa ülkeleri standartında hizmet vermek istediklerini belirten aile hekimleri, durumun her geçen gün daha da kötüye gitmesinden endişe duyuyor. Hekim olarak 25 yılı geride bıraktığını belirten Adana Aile Hekimleri Derneği (ADANAHED) Başkanı Dr. M. Tamer Karaarslan, aile hekimi olarak çalışmasına daha ne kadar devam edeceğini bilemediğini söylüyor. 612 aile hekiminin görev yaptığı Adana’da, 29 ASM’de 135 hekim kiraladıkları binalarda hastalarına hizmet veriyor. ADANAHED Başkanı Dr. Tamer Karaarslan ile Adana’da görev yapan aile hekimlerinin sorunlarını ve genel olarak yaşanan sorunlara yönelik ne gibi çözüm arayışlarına gidilmesi gerektiğini konuştuk. Öncelikle sohbetimize Adana’daki ASM kiralarının nasıl olduğunu sorarak başlamak istiyorum. Adana’da görev yapan aile hekimlerinin durumu nasıl? Türkiye’nin birçok yerinde olduğu gibi Adana’da da ASM kiraları, başlı başına bizler için bir sorun teşkil etmekte. İl de kurulan komisyonlar kiraları belirliyor. Yerel yöneticilerin bu konuda duyarlı olmaları bir yana, ASM’leri adeta ‘ticarethane’ gibi değerlendiriyorlar. Merkezle periferde hemen hemen aynı miktarda kiralar istendi. Sonra aile hekimlerini tek tek çağırarak, kira sözleşmesi yapmak istediler. Peki siz bu aşamada, yani dernek olarak her hangi bir müdahale bulunmadınız mı? Arkadaşlarımıza fiyatların fahiş olduğunu ve bu rakamlar karşısında imza atmamalarını istedik. Anlaşamadıkları taktirde bizleri ASM’lerimizden atamayacaklarını, atarlarsa da gerekirse ASM’lerin bahçesine çadır kurarak hastalarımıza bakmaya devam edeceğimizi söyledik. İstenilen fiyatlara inilmesi konusunda başarıya ulaştınız mı? Pek başarıya ulaştığımız söylenemez. Bazıları bu meselelerle uğraşmak istemedi ve sözleşme imzaladı. İmzalamayanlar ve bizlerle birlikte ortak hareket edenler ise çok daha düşük rakamlarla anlaşmaya vardı. Fakat, bu demek değildir ki, ASM kiraları bugünde sorun teşkil etmiyor. Halk Sağlığı Merkezleri’ne devrolmayan ASM’lerden, kiraları kimin alacağı konusunda sorunlar devam ediyor. Sizce bu yıl aile hekimlerini neler bekliyor? Geçen yıla kıyasla, herşey daha iyi olacak mı? Artık aile hekimliğinden bahsetmek hayal oldu. Aile hekimliği seçimlere, oy kaygısına kurban edildi. Geçen yıl çıkarılan nöbet yasası ile öldürülmüş, bu yılki kanun ve yönetmeliklerle de gömülmüştür. Tükenmişlik yarattı… Çok fazla karamsar bir taplo çizdiğinizi düşünmüyor musunuz? Aslında bu taployu çizen bizler değiliz. Bakın her sözleşme döneminde gerçekleşen hak kayıpları, kanun çıkarmak yerine torba kanunlarla şekillendirilmeye çalışılan uygulama, çıkan kanunları hiçe sayan yönetmelikler, yönetmelikleri hiçe sayan genelgelerle içinden çıkılamaz hale getirildi. Arkasında durulmayan uygulamalar çalışanlarda bıkkınlık ve tükenmişlik yarattı. Varsa yoksa poliklinik hizmetleri denilip, sabah 8 akşam 5 tüm mesai boyunca hasta muayene edilmesi istenildi. AHEF BİZLERİ BİR ARADA TUTUYOR! Federasyonumuz siyasi bir kimlik taşımamakta ve tüm ülke genelini kucaklamaktadır. Bu diğer STK’ların yapamadığı bir şeydir ve asla hafife alınmamalıdır. Peki, bu uygulamalar nasıl bir soruna yol açtı? Koruyucu hekimlik diye bir şeyin kalmamasına neden oldu. Kanser tarama ve evde bakım göz boyama uygulaması halini aldı. Her Alo 184 araması doğruluğu araştırılmadan soruşturma veya savunma olarak bizlere döndü. Diğer kurumların yapması gereken işler aile hekimi ve aile sağlığı çalışanlarının sırtına yüklendi. Size sorarım hangi ülkede çalışanlar idareye karşı gelerek, sistemi korumak ve savunmak adına bu kadar mücadele etmek zorunda kalmıştır? Böyle bir uygulama yok! Bilmiyorum. Buna cevap vermek zor… Cevap verememekte haklısınız. Çünkü, bu durum sosyologlarca inceleme konusu olmalı. Hangi ülkede kanun çıkmasına rağmen yaklaşık bir yıldır çalışanlar, nöbet denilen uygulamaya iştirak etmemektedir ve idare buna karşı çoğu kez ceza bile verememektedir? Hangi ülkede çalışanlar idare ile bu kadar çok konuda davalık olmuştur? Hangi ülkede çalışanlar idare tarafından potansiyel suçlu muamelesi görmektedir? Dünyada böyle bir uygulama bulamazsınız. O halde neden aile hekimlerinin bu sorunlarına çözüm bulmak yerine, daha fazla sorun yaratılmaya çalışılıyor? İşte bende sizin bu sorunuza bir cevap verememekteyim. Bakın ülkenin Sağlık Bakanı ekranlara çıkıp vatandaşlarına gerçek olmayan açıklamalar yapmakta. Algı yönetimi yapılmaktadır. Başbakan bile yaptığı açıklamayla, aile hekimlerinin maaşlarına yüzde 50 hatta yüzde 75 artış algısını yaratmaktan çekinmemektedir. Gelecek karanlık… Yakın zamanda çıkartılan ücret ve sözleşme yönetmeliği konusundaki düşünceleriniz neler? Aile hekimliği çalışanları artık çalışmaktan zevk almıyor. Durum her geçen gün daha kötüye gidiyor. Mevcut idare ben yaptım oldu mantığı ile devam ettiği sürece pek de düzelecek bir şey yok. Belki komplo teorisi diyebilirler ama 23 gelecek karanlık. Arkadaşlarımızın anlamadığı konu, idare artık hekimleri gözden çıkarmış olmasıdır. Sağlık artık halka hizmet olarak değil, gelir kaynağı olarak görülmektedir. Bugün SGK Kanunu 2006 yılından beri şöyle demektedir: Tanımlar; Aile Hekimi : Kurumla (ki kurum SGK olmaktadır) anlaşma yapmış hekimdir. Bunun anlamı nedir? Bunu anlamı şudur. Sağlık Bakanlığı devekuşu dediğimiz şu anki durumumuzu kamudan ücretsiz izinli, sözleşmeli personel olarak tanımlamıştır. Yakında kamuyla da bir ilgimiz kalmayacak ve ASM’lerin idaresi, önce belki devlet sonra da taşeronlarca yapılmaya başlanacak. Bundan sonra da taşeronların emrinde SGK’lı hekimler olarak çalışmaya devam edeceğiz. Zaten bakanlık tarafından yapılması planlanan 2 Bin 500 ASM ve bakanlık açıklamaları da bunun bir göstergesidir. derneğimizin başkanı olan Dr. Kadir Can Tuncel’in, diğer illerdeki arkadaşlarımızla kurduğu iletişimle illerde Aile Hekimleri Dernekleri olduğunu ve bunların federatif yapılanmaya geçtiklerini öğrendik. Bizlerde bir grup arkadaşımızla Adana’da derneğimizi kurduk. İlk olarak 2008 yılında Ankara’daki Genel Kurula gözlemci olarak katıldık. Biz diğer yönetim kurulu üyeleri ‘Federasyon’ olgusunu anlayamamıştık. İlk katıldığımız toplantı her ne kadar atışmalarla geçtiyse de, delegelerle yaptığımız görüşmeler, arkadaşlarımızda gördüğümüz heyecan beni çok etkiledi. Bunları arkadaşlarımızla paylaştık ve hemen sonrasında da üye olduk. O halde biraz konuyu değiştirmekte fayda var. Biraz da AHEF’e üyeliğinizden ve bu süreçten sözeder misiniz? Mayıs 2008’de Adana’da aile hekimliği başladıktan soran bir takım sıkıntılarımızın olduğunu görünce, daha önce beraber çalıştığımız arkadaşlarımızla sorunları paylaşıp çözme yoluna gitmeye başladık. Bu arada, daha sonra kuracağımız 24 25 YAZAR Prof. Dr. Koray TOPGÜL Bu sözler içinde birçok ayrıntıyı saklıyor, saklarken haykırıyor. O yıllarda türeyen bir tanımlayıcı sözcük vardı “entel”. Aslında tek kelimede anlatıveriyordu her şeyi. Entelektüel değil “entel”. Cem Karaca’nın şarkısının özeti gibiydi. Çok tartışılır, entelektüel ve aydın kavramları. Dünyada da bizde de. Jean-Paul Sartre, aydın ve bilgi teknisyeni üzerinde durur. Pratik bilgi teknisyeni bir alanda uzmanlaşmış, iyi eğitimli kişidir özetle. Hekimler de bu gruptandır temel olarak. Bilgi teknisyeni der Sartre, egemen ideolojiyi kabul eder ya da onunla uzlaşır. Tamamen kötü niyetle evrendeki özelin hizmetine sokma noktasına gelir özdenetim uygular ve apolitikleşir, agnostikleşir v.s….teknisyen karşı koyma gücünden vazgeçer. BİR TÜR RUHANİ AZINLIK YARIM PORSİYON AYDINLIK, CEM KARACA’NIN ŞARKISIYDI. Almanya’dan döndükten sonra bilip bilmeden eleştiren ve entelektüel olarak tanımlanan kişilere yanıt olsun diye yaptığı şarkı şöyleydi; Her zaman ki köşenizde Her zaman ki barınızın Önünüzde viski ve havuç Ve bir eliniz çenenizde Kaşınız hafifçe yukarıda Bakışlarınız ne kadar bilgiç Hiçbir şey üretemeden Sadece eleştirirsiniz O halde iyi eğitilmiş, bir konuda uzmanlaşmış, yetkin her kişi aynı zamanda aydın olamıyor. Entelektüel ile aydın aynı kişi midir? Entelektüelin genel tanımı şöyle; “ Zekasını analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da şahsi amaçlarına erişmekte kullanan kişi.” Fikir üreten, derin düşünen kişi anlamları da var. Ancak benim algımda aydın ile tam örtüşmüyor. Batı literatüründe pek çok defa ortak anlamda kullanılsa da bence aydın, bizde bazen entel diye tanımlanan ve bilgili ama yukarıdaki tanıma uyan bencil karakterinden ötürü entelektüelin çok ötesinde bir kavramdır. Edward Said, entelektüeli şöyle tanımlıyor ki benim demek istediğim aydının genel tanımı da budur; “Entelektüel birey hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerekir… Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entellektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırdır.” Kamusal rol, bunun çok önemli olduğu kesindir. “Aydın, tarihin bir ürünüdür. Bu bakımdan, Julian Benda entelektüeli (benim anladığım anlamda aydını) bir tür ruhani azınlık olarak tanımlar. Ona göre entelektüel (aydın) kolektif duygular düzeyinde düşünmeyi bırakıp dikkatini tüm uluslar ve halklara, evrensel olarak uygulanabilecek aşkın değerler üzerinde yoğunlaşmalıdır. Aydının kamusal rolü aslında hemen her zaman muhalif olmaktır. Aydın bilgisel ve teknik birikimini eleştiriye, sorgulamaya, üretmeye ve hiçbir siyasi, dini ve milli baskıyı hissetmeden bunları paylaşmaya yönlendirmelidir. Aydının temel muhatabı halktır. Ancak aydın sürünün bir parçası da değildir. Aydın, karşı çıkışının kişisel olarak kendine neye mal olacağını düşünmeden sürü davranışlarına açıkça karşı çıkar. İçinde bulunduğu dünyada haksızlıklara karşı sonsuz bir muhalefet eylemi arzusu duyar ve bu istek karşı durulamaz, bedellerine hazır olunan bir istektir. Aydın sorgular ve yeniden inceler, itaat ve sadakat otoritenin sorunudur. Said’e göre aydın, “Bir şeyleri sadece pasif olarak istememekle yetinmez bunu aktif olarak kamuoyuna söyler.” Kamu ile paylaşılan her düşünce paylaşıldığı andan itibaren kamusaldır. Sonuçta aydın her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir yerde durur. Aydın insanlar uzaydan gelme, özel yaratılmış insanlar değildir elbet. Yaşadıkları toplumun yapısı ve dinamikleri ile ortaya çıkarlar. Tarihin, yaşadıkları çağın ışığını ve etkisini alırlar hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikayet edemez. Çünkü ne ve bu etkilerle ilişkili çıktılar verirler. Dolayısıyla yaşadıkları toplumun hem etkisi hem de sorumluluğu vardır aydınlar üzerinde. Sartre şöyle diyor; “Aydın, tarihin bir ürünüdür. Bu bakımdan, hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikayet edemez. Çünkü ne ektiyse onu biçmiştir.” ektiyse onu biçmiştir.” Aydının kamusal rolü aslında hemen her zaman muhalif olmaktır. 26 27 RÖPORTAJ STRESLE BAŞA ÇIKMANIN 12 YOLU ! Stres herkesin sorunu... Peki neden stresliyiz? Stres vücudumuzda ve zihnimizde ne gibi değişimlere neden olur? Stresle nasıl baş edebiliriz? Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan, stresle başetmenin 12 altın kuralını açıkladı an TAŞTAN Yrd. Doç. Dr. Ken odern toplumun hastalığı olarak ifade edilen stres, aslında günlük yaşamımızın da bir parçası olmuş durumda. Şöyle bir çevrenize baktığınızda, hemen hemen herkesin, farkına varmasa da, yoğun bir stres yüküne sahip olduğunu görürsünüz. Çünkü, strese neden olan şeyler o kadar basite indirgenmiş haldeki. Mesela günlük yaşamınızda değişikliğe neden olan herhangi bir şey, vücut sağlığınızda meydana gelebilecek bir değişim, hayatınızda strese yol açabiliyor. Yine günlük yaşamdaki değişimler, yaşadığımız anlaşmazlıklar, çatışmalarımız da stres yaşamamıza neden olabiliyor. Stres yaratan bir durumla karşılaştığınızda ise yaptıklarınız, stres seviyenizi etkiliyor. Strese dair bu zamana kadar gerçekleştirilen araştırmalardan çıkan sonuçları, pek de öyle yabana atmamanız gerekiyor. Zira bu araştırmalar, stres seviyenizin yükselmesine ve uzun süre bu şekilde devam etmesine izin verdiğiniz taktirde, yüksek bir bedel ödemeye de hazır olmanız gerektiğini gösteriyor. Neden mi? 28 Çünkü siz stresliyken bedensel- psikolojik ve davranışsal değişimler yaşıyorsunuz. ‘Stres’ ve ‘Stresin Nedenleri’, hatta ‘Stres İle Başetme Yöntemleri’ gibi çağımızın vebası olarak adlandırılan ‘Stres’ her açıdan ele alınsada ve çok sayıda öneri sunulsada, kişik özellikleri ile stres arasındakli ilişki hep merak edildi. Üzerinde çeşitli araştırmalar yapılan bu konu hakkında yaptığı çalışmalarla adından söz ettiren Erzurum Atatürk Üniversitesi Tamamlayıcı Ve Alternatif Tıp Merkezi Hipnoterapi Polikliniği’nde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan ile bu konuyu ele aldık. Öncelikle ‘Stres Yönetimi’ adlı bir kitap çıkarttınız. Bu kitabınızdan sözeder misiniz? Yapılan araştırmalara göre stresle mücadele anlamında kullanılan teknik sayısının iki bin civarında olduğu biliniyor. Ancak bu tekniklerden birçoğu hemen hiç kullanılmamakta, birçoğu da çok az kullanılmakta. Bunu ilaç sektöründe var olan ve kullanılan ilaçlarla izah etmek mümkün. Günümüzde ilaç rehberlerinde adı geçen ilaç sayısı yaklaşık 10 Bin civarındadır. Ancak bu ilaçlardan eczanelerde yaklaşık iki bin kadarı satılmaktadır. İlaç sayısı ile pratikte kullanılan arasında bariz farklar bulunuyor. Stres yönetiminde bahsedeceğimiz teknikler de bu şekildedir. Aşağıda bahsedeceğimiz tekniklerin her biri her durumda kullanılabilir diye bir kural. Bu tekniklerin hangisinin nerede kullanılacağına siz tek başınıza karar verebileceğiniz gibi, size danışmanlık yapan bir uzmanla birlikte karar vermeniz de mümkün. Size sıkıntı veren ve sizi strese sokan durumun yapısına göre seçeceğiniz teknik önemli. Bazen kişiyi sıkıntıya sokan durumlar için kaçınma tekniğini önerirken, bazen de üzerine gitme ve sizi sıkıntıya sokan sebeple yüzleşme önerilebilir. Bu iki durum birbirine zıt görünse de, hangi tekniğin ne zaman ve kime uygulanacağı sizin tecrübelerinize göre veya profesyonel bir destekle belirlenir. STRESLE BAŞA ÇIKMANIN 12 YOLU Günlük hayatta karşılaştığımız, bizi baskı altına alan ve sıkıntıya sokan herşey, stres olarak tanımlanıyor. Durum böyle olunca, sizde takdir edersiniz ki stresten kaçınmak mümkün değil. Madem kaçamıyoruz, o halde strese neden olan her şeyden birkaç öneri ile kurtulabiliriz. İşte Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan, stresle başa çıkmanın 12 altın kuralını açıklıyor: 1. BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTİRMEK: En önemli teknik, kişinin kendisinde stres yaratan konularda bakış açısını değiştirmesi yönünde. Çünkü yapılan çalışmalar kişiyi esas sıkıntıya sokan şeyin başına gelen olaylar değil, bu olayları nasıl algıladığı ve nasıl tepki verdiği konusunda hem fikir. 2. KAÇINMAK: Bu teknikte kişi, kendisini hangi konuda sıkıntı da hissediyorsa ve bunların sebepleri her ne ise, mümkün mertebe onunla bir araya gelmemeye çalışmalıdır. 3. MÜDAHALE ETMEK: Stres oluşturan olay, kişi, mekan… Artık tahammül sınırlarınızı zorlayan bir hâle gelebilir. İşte böyle durumlarda sizi strese sokan her ne ise, ona müdahale etmeniz gerekir. 4. DİNLENMEK: Dinlenmek derken, boş boş oturmayı kasdetmiyoruz. Dinlenmenin daha çok bilinçli ve bilgi donanımlı olması gerekiyor. Bunun içinde dinlenmeyi üç ana başlık altında ele almalıyız; uygun olacaktır: Bedensel dinlenme: Bu dinlenmenin en basit şeklidir. Mental dinlenme: Bilindiği gibi bu kelime ruhsal, moral ve psikoloji gibi kelimelerle açıklanıyor. Sosyal dinlenme: Sosyal dinlenme günümüzde gittikçe önem kazanan bir kavram. Sosyal dinlenme olabilmesi için ilk önce insanın kendini ve diğer insanları, doğru olarak, psikososyal bilimler ve davranış bilimleri açısından tanıması gerekiyor. 5. DOĞRU BESLENME: Tabii ki doğru beslenme aynı zamanda dengeli beslenme anlamına da geliyor. Yani az yemek kadar, çok yemek de sağlığımız açısından son derece zararlı. Kişinin kendi vücut kitle indeksini koruması ve ona göre beslenmesi hem metabolik hem de ruhsal sağlığı açısından son derece önemli. Bu noktada beslenme konusundaki temel ilkelere de dikkat edilmeli. 6. ERGOTERAPİ: En az yorularak en yüksek verimi alabilmek demek. Örneğin, bir öğrencinin verimli ders çalışma tekniklerini ve ilkelerini bilerek ders çalışması ile bu tekniklerden habersiz birinin çalışmalarından aldıkları verim aynı olmayacaktır. Bu teknikleri bilen bir öğrenci daha az zamanda, daha fazla verim alarak çalışacak, hem bedensel ve hem de ruhsal olarak daha fazla tatmin duygusu yaşayacak. Hiç kuşkusuz bu da o kişinin yaşam kalitesini arttıracak. 7. RELAKSASYON: Gevşeme, rahatlama demektir. Gerginlikten, stresten kurtulma demektir. Bu teknik daha çok işin uzmanları tarafından hastalarına veya danışanlarına uygulanan bir teknik olmakla birlikte, zaman zaman kişinin kendi iç konuşmaları veya eşinin dostunun sıkıntılı birine yaptıkları olumlu telkinlerle de olabilmektedir. 8. HOBİ TERAPİSİ: Kişinin kendisini oyalayabileceği ve STRES NEDİR VE NELER STRESE NEDEN OLUR? Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan, stresin açlık ya da susuzluk gibi hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu söylüyor. Bu nedenle de insanı strese sokan şeylere bakıldığında, aslında ortada o kadar da şaşılacak bir durumun olmadığı görülüyor. Mesela her hangi bir faturanızı ödemek için sırada bekliyor olmanız, eşinizle tartışmanız ya da trafik ışıklarında yaşadığınız sorunlar gibi basit etmenler içerisinde de farkında olmadan stres yaşıyoruz. Bunca zamandır strese yönelik çok sayıda tanımlama yapıldığına dikkat çeken Yrd. Doç. Dr. Taştan, stresi tam olarak tarif etmenin ve onu kelimelerle izah etmenin mümkün olmadığını söylüyor. Zaten genel olarak bir araştırma yaptığınızda sizde göreceksiniz ki, stresin 300 den fazla tanımı yapılmış olmasına rağmen, tıp camiasının üzerinde tam olarak kanıya vardığı bir tanımlama henüz yok. Yine de stresi tanımlamaya kalkarsak, insanın küçük ya da büyük ayırt etmeksizin yaşadığı belli bir olay ya da durum karşısında duygusal ve fiziksel dünyasında gösterdiği ‘zorlanıyorum’ reaksiyo. Taştan’a göre zaten bu dünya güle oynaya sorunsuz olarak yaşayabileceğimiz bir hayat değil. İnsan Dünya’ya geldiği ilk andan, son nefesini verene kadar zorluklarla mücadele etmek zorunda kalıyor. İşte bu nedenlerle insanı birçok şey strese sokabiliyor. İş yerinde yaşadığı huzursuzluklar, aile içi anlaşmazlıkları ya da aile içi şiddet, boşanma, cinsel taciz, cinsel engellenme, ekomik zorluklar ve ölüm gibi daha birçok etkeni sıralamak mümkün. 29 gereksiz düşüncelerden kendini koruyabileceği bir terapi türü. 9. İBADET ETMEK: Sıkıntılarımızı yenmede ve stresle mücadele etmede “ibadet etmek” fikri, son dönemlerde tedavi teknikleri arasına girmiş bulunuyor. İngiltere’de din ve ruh hastalıklarının tedavisi “religionandpyschiatry” adı altında, yirmi beş ciltlik, her biri bin küsur sayfalık bir başvuru eseri bulunuyor. Avrupa bu anlamda stresle mücadele teknikleri arasında ibadet etmeye ayrı bir önem vermekte. 10. DÜZENLİ EGZERSİZ YAPMAK: Düzenli egzersizin, sadece insan sağlığını ve dolaylı olarak üretim verimini de arttırdığını iyi bilen bazı firmalar egzersize önem veriyor. İsviçre’nin en büyük motor imalatçısı olan Volvo’da, genel müdür ve onun altındaki idarecilerin her hafta 30 dakika firmanın spor salonunda veya açık havada, bu iş için özel olarak hazırlanmış sahada, beden hareketleri yapmaları isteniyor. Amerika’da ise, Rockwell Corporation çalışanlarına haftada üç kez düzenli egzersiz yapmaları için izin veriliyor. Yapılan tüm çalışmalar egzersizin stresle baş etmemizi kolaylaştırdığını gösteriyor. 11. SEYAHAT ETMEK: Yani hareket halinde olmak ve yeni yerler keşfetmenin heyecanını yaşamak gerekir. Seyahat edenler, hayatın bir müddet sonra getirdiği monotonluktan da kurtuluyor. Yeni yerler görerek, yeni insanlar tanıyarak, azalan enerjisini yeniden şarj etme fırsatı buluyor. Belirli periyotlarda yapılacak seyahatler kişinin içinde biriken negatif enerjinin de azalmasını sağlıyor. 12. SAVUNMA MEKANİZMALARINI KULLANMAK: Beden sağlığımızı koruyabilmemiz için vücudumuzda harika bir mekanizma bulunuyor. Hariçten giren bir mikrobu vücudumuzda bulunan lenfositler imha etmek için hemen harekete geçmekte; mikrobu bulmakta ve onunla savaşa başlamaktadırlar. Eğer mikrobu öldürmek için çok sayıda lenfosit gerekli ise, lenf bezleri çok çalışarak daha çok lenfosit üretmektedirler. Bu nedenle vücutta herhangi bir mikrobun olup olmadığını anlamak için lenf bezlerinin bulunduğu bölgelere bakılır. Buralar; kasıklar, kulak arkaları, vb. bölgelerdir. Kulak arkası muayenesinde kulak arkasındaki lenf bezi şişmişse, “Vücutta mikrop var” 30 denilir. Aynen bunun gibi, psikososyal sağlığımızı da koruyabilmek için vücudumuzda psikososyal savunma mekanizmaları var. Bunlar da bireyin psikososyal sağlığının tehlikeye girdiğine dair işaretler veriyor. Bu belirtileri deniz fenerine benzetebiliriz. Kişinin kendisine gemi kaptanı dersek, ona yön verecek olan deniz fenerine kaptanın dikkat etmesi gerekir. Aksi halde geminin karaya oturma ihtimali var. Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan Kim dir? 1968 yılında İskenderun’da doğdu. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Aile Hekimliği ihtisasını Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yaptı. Yedi yıl Aile Hekimliği yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olarak göreve başladı. Atatürk Üniversitesi Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi’nde Hipnoterapi Polikliniği’ni açtı. 2 yıldır Yeni Asya Gazetesi’nde Salı günleri “Terapi” adlı köşesinde makaleler yazıyor. Yayımlanmış olan kitaplar: NLP ile korkularını güce dönüştür, Evliliğinizin kaçıncı kilometresindesiniz?, Çocuk eğitiminde şimdiki aklım olsaydı, Kişilik tiplerine göre stres yönetimi, Pano yazıları, Terapistin terapisi, Serdengeçti, Bilinçaltının terapötik gücü: Hipnoterapi ve Stres yönetimi. KİŞİLİK TİPLERİ VE BU KİŞİLİKLERDE EN SIK GÖRÜLEN PSİKİYATRİK HASTALIKLAR Kişilik tipleri, psikoloji dünyasında yıllardır tartışılan ve bu alanda farklı yaklaşımların olduğu bir konu. Bazı bilm insanlarına göre, kişilik tiplere ayrılamaz ve insanların benzer kişilik özelliklerine bakılarak karar verilemez. Fakat çoğu bilim insanı ise farklı kişilik tipleri olduğunu ve her bireyin ortak bir takım davranışsal ve duygusal özellikler taşıdığı üzerinde hem fikir. Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan, ‘Enegram’ denilen 9 farklı kişilik tipi olduğunu ve bu kişilik tiplerinde ise en sık görülen psikiyatrik hastalıkların belirlendiğini söylüyor. MükemmeliyetçiReformcu: Bu kişilik tipi genel olarak tertipli ve düzenli. Yaptığı iş her ne olursa olsun özenle yapmaya ve hakkını vermeye çalışır. Bazen bu uygulamalarda aşırıya kaçabiliyor. Kişilik tipleri içerisinde en adil olabilen bu grubun sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık obsesif kompulsif bozukluk. Yardımsever: Kişilik tipleri içerisinde en verici olabilen grup ve en çok zorlandıkları şeylerden biri, birilerine “hayır” diyebilmek. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık anksiyete. BaşaranMotivatör: İmajlarına çok düşkün ve çok çalışkanlar. Kendilerine bir hedef belirler ve oraya ulaşmak için çok gayret ederler. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık narsizm. Traji-Romantik: Duygu durumları çok çabuk değişebilen bir grup. Estetik yönleri ve özgün yapıları çok gelişmiş. Duygu durumları çok çabuk değişebildiğinden en sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık depresyon. Araştırmacı-Gözlemci: Kişilik tipleri arasında en zeki olabilen grup. Genelde dahilerin de içinde bulunduğu bu grup araştırmayı ve gözlem yapmayı çok sever. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık şizofreni. Sadık-Sorgulayan: Kişilik tipleri arasında en şüpheci olabilen, buluttan nem kapabilen bir grup. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık paranoya. Rahatına Düşkün: Kişilik tipleri içinde en coşkulu, dolu dolu yaşamayı seven, kesinlikle zora gelemeyen ve hayatın her anında zevk ve rahat odaklı yaşamayı seven kişiler bu gruptan. İnsan ilişkileri ve iletişim yetenekleri çok gelişmiş. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık bipolar affektif bozukluk. Lider: Kişilik tipleri içerisinde en kararlı ve cesur olabilen, acıdan çok kaçınmayan ve doğru olduğuna inandığı şeyleri zarar göreceğini bilse bile söylemekten çekinmeyenlerin kişilik grubudu. En sık yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık antisosyalite. Barışçı: Kişilik tipleri içerisinde en uysal, sessiz, agresiflikten en uzak ve insanlarla uyumlu geçinebilen grup. Kolay kolay itiraz edemezler. Kişilik tipleri içerisinde bağımlı ve kısmen pasif-saldırgan kişilik bozukluğunun en sık görüldüğü kişilik tipi. 31 RÖPORTAJ “Devekuşu” durumumuzun ORTADAN KALKMASI GEREKİYOR ! … Dr. Oğuzhan Gün AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün, sağlık politikalarına yön verenler ile AHEF’in, olması gereken Aile Hekimlği Sistemi üzerinde uzlaşması gerektiğini ve ‘Devekuşu’ gibi davranışlardan ve çekingenliklerden kurtulmak gerektiğini söylüyor. Öncelikle AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün ile gerçekleştirdiğimiz röportajımıza başlamadan önce çok önemli bir tespiti belirtmek gerekiyor. O da AHEF’in, örgütü temsil eden tüm oluşumlarıyla birlikte yani yönetim kurulları, temsilciler meclisi ve sahada görev yapanlar dahil; “Nasıl bir aile hekimliği modeli olmalı?” konusunu tüm yönleriyle ele alması ve uzlaşılan model üzerinde bir karara varması gerektiğidir. Neden mi? Çünkü, dergimizin 14 sayısı boyunca AHEF’in hemen hemen tüm yöneticileriyle işlediğimiz aile hekimlerinin sorunlarının azalmadığını, artarak devam ettiğini onlardan dinledik. Haliyle AHEF’in böyle bir karara varılmaksızın uygulamaya karar verdiği her türlü planın, bizzat başarısızlığa uğradığını geçtiğimiz yıl gördük ve 32 yaşadık. Peki, neden AHEF’in hem aile hekimlerini memnun edecek hem de hastaların daha da iyi bir şekilde hizmet almasını sağlayacak böyle bir modeli oluşturması gerekiyor? AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün’ün de dile getirdiği gibi sağlık çalışanlarını itibarsızlaştırmaya yönelik politikalar ve algı yönetimi, iş güvencesinin olmaması, özlük hakları, görev tanımları, izinler ve ücret tanımlamaları ve daha birçok sorun çözülebilmiş değil. İşte tam da bu noktada AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün ile aile hekimlerinin mecvut sorunları ve herkesin bildiği bu sorunlara yönelik yapılması gereken çalışmaları masaya yatırdık. Öncelikle röportajımıza çok merak edilen bir konuyu size yöneltmekle başlamak istiyorum. AHEF ’in örgütlenme modeli ve bu modelin sürdürülebilirliği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Bilindiği üzere illerde Aile Hekimleri Dernekleri ve Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonunun yasak ve izne tâbi faaliyetleri, yükümlülükleri, denetimleri ve uygulanacak cezalar ile derneklere ilişkin diğer hususlar 5253 Sayılı Dernekler Kanunu ile belirlenmiştir. Örgütlenme, ortak bir çabayı gerektiren bir amacın gerçekleştirilebilmesi için gerekli yapının oluşturulmasına yönelik olarak yapılan eylemlerdir. Örgütlenme, örgütün amacının gerçekleştirilmesine yönelik dinamik bir yapının kurulmasıdır. Örgütlenme, düzensizlikten bir düzen yaratma sürecidir. İyi bir örgüt oluşturmada iki önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi gelişmiş bir iletişim sistemidir. İkincisi ise örgütün amaçlarının bireysel gereksinimlere de cevap verecek biçimde oluşturulmasıdır. Etkili bir örgütlenme İçin: örgüt üyeleri arasında öncelikle amacın ne olduğu konusunda ortak bir bilinç oluşmalıdır. Her görevin ne olduğu açık bir şekilde belirlenmelidir. Aynı doğrultuda, örgütteki bireylerin sahip oldukları yetki ve sorumluluklar belirlenmelidir. Ancak yetki ve sorumluluklar eşit ve dengeli bir şekilde dağıtılmalıdır. Örgüt adı altında meslek odaları, sendikalar, federasyon ve dernekler vb. ifade edilmektedir. Örgütler birbirlerinin alternatifi olarak sunulmamalı ve birbirleri ile çatıştırılmamalıdır. Meslek örgütünün yönetim organlarında hizmet süreli olmalı, yönetici insan kaynağı yenilenmelidir. Yönetim organları oluşturulurken çıkar çatışmalarına fırsat verilmemelidir. Örgütsel kaynaklar mesleki çıkarlar gözetilerek kullanılmalıdır. Mesleki örgütlenme, katılımcı, sorgulayan, irdeleyen, çok sesli, farklılıkların birlikteliğinden sinerji yaratan, bağımsız davranabilen bireylerden oluşmalıdır. Örgütlenmenin sinerjisi meslek için kullanılmalıdır. İfade etmeye çalıştığım çerçevede ideal bir örgütün oluşturulması ve sürdürülmesi mevcut dernek statüsü ile maddi-manevi sağlanabilir mi tartışılmalıdır. Peki, AHEF’in 2013 yılındaki genel kurulundan günümüze kadar geçen süreci değerlendirir misiniz? Bilindiği üzere 05.10.2013 tarihinde delegasyonun 2/3 oranını aşacak sayıda katılımı ile AHEF ’in kurumsal yapısına ve imajına uygun biçimde demokratik ve katılımcı bir genel kurul gerçekleştirilmişti. Genel Kurula katılan delegasyon çok net şekilde mesajını ortaya koymuş; grupların arasındaki çatışma ve kavgaya prim verilmemesini, bilgi, birikim ve tecrübelerin değerlendirilmesini, bu süreçte tecrübe kazanmış ve her kademede katkı sağlamış meslektaşlarımızın süreçte aktif olmasını istemişti. Gruplaşmaları, çatışmaları bir kenara bırakarak bu sürece katkı sağlamış kişilerin arasına yenilerini ekleyerek yetkilendirmişti. Maalesef genel kuruldan günümüze kadar geçen süreçte AHEF ‘in kurumsal yapısı ve imajı zarar görmüş bulunmaktadır. Söz konusu gruplar arasındaki ayrışma ve kutuplaşma süreci hızlanarak günümüze kadar ulaşmış ve bu durum illere kadar sirayet etmiş bulunmaktadır. Hali hazırda kurulları ve komisyonları çalışmayan ve birkaç kişi ile yönetilmeye çalışılan bir örgüt görüntüsü verilmektedir. Örgütümüz adına bu talihsiz sürecin ivedilikle sonlandırılması ve kalıcı tedbirler alınması gerekmektedir. Bu bağlamda Ekim 2015 ’de gerçekleştirilecek AHEF Olağan Seçimli Genel Kurulu tarihi bir fırsat olarak görmekteyim. 33 Biraz da Kocaeli’nde görev yapan aile hekimlerimizden sözedelim. KAHED’in çalışmalarına değinir misiniz? Kocaeli’nde 18.12.2013 tarihinde gerçekleştirilen olağan genel kurulumuz ile göreve talip olan çalışkan ve fedakar meslektaşlarım ile birlikte süreci yönetmeye çalışıyoruz. KAHED ’in kurullarında görev alan meslektaşlarımızın yanı sıra ilçe temsilcilerimize, KAHED Danışma grubumuza, nöbet takip grubumuza ve desteğini esirgemeyen ilimiz aile hekimlerine değerli katkılarından dolayı şükranlarımı sunuyorum. Sonuç olarak başarı, uyum içerisinde çalışan fedakâr meslektaşlarıma aittir. Kocaeli Aile Hekimleri Derneği olarak ilimizde sağlık camiasının en etkin ve teşkilatlı sivil toplum örgütü olmak ile gurur duyuyoruz. Kocaeli aile hekimliği camiası olarak siyasallaşmadan aile hekimliği siyaseti gütmeye ve bu süreçte tüm sivil toplum kuruluşları ile çerçevesi belirlenmiş, karşılıklı kazanç esasına dayanan işbirliği içerisinde olmaya gayret gösterdik. Ayrıca AHEF Genel Kurulunu takip eden dönemde ortaya çıkan kutuplaşma sürecinin ilimizde ayrışmalara ve kutuplaşmalara yol açmaması için özen göstermiş bulunmaktayız. Bu çerçevede desteğini esirgemeyen tüm meslektaşlarıma ayrıca teşekkür ediyorum. Kocaeli Aile Hekimleri Derneği olarak ilimizde bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrasında da tüm sivil toplum örgütlerinin desteği alınarak Aile Hekimliği Sistemi çalışanlarının hak mücadelesi için en üst düzeyde sorumluluk alınmaya kararlılıkla devam edeceğiz. İlinizdeki faaliyetleriniz ve nöbet görevlendirmeleri süreci hakkında bilgi verebilir misiniz? Kocaeli Aile Hekimleri Derneği elde ettiği hukuksal kazanımları, kamuoyunda oluşturduğu algı ve nöbetlere icap edilmemesi kararına ortalama yüzde 82’ e varan katılım oranları ile bu süreçte aile hekimliği camiasına rol model olmayı başarmış bulunmaktadır. Şöyle ki; -Süreçte ilimizde görev yapan tüm aile hekimlerinin, aile sağlığı çalışanlarının acil nöbetleri süreci hakkında değerlendirmelere katkı sağlamasını, bu süreçte planlanacak eylemlere yüksek katılım 34 Demokratik ve katılımı teşvik eden yönetim şekli ile AHEF’i çok daha ileriye taşıyacağımızı biliyor, tüm kurulları ve komisyonları verimli çalışan, aile hekimlerinin temsilini, aile hekimlerinin kazanımlarını önceliği kabul eden bir AHEF göreceğime tüm kalbimle inanıyorum. olmayan aile hekimi olan davacının aslen toplum sağlığı merkezi hekimlerine verilmiş bir görevi yerine getirmediği gerekçesi ile hakkında tesis edilen dava konusu işlem(ihtar puanı) hukuka aykırı bulunmuştur. AHEF Yönetim Kurulu, Kocaeli Aile Hekimleri Derneği Yönetim Kurulu ve Kocaeli Aile Hekimlerinin katılımı ile ‘’Kocaeli ilinde Aile Hekimliği Uygulamaları ve Acil Nöbetleri’’ konulu panel düzenlenmiştir. Marmara Bölgesi İlleri Aile Hekimleri Derneklerini bir araya getirerek bölgesel bazda iletişimin ve dayanışmanın güçlendirilmesi yönünde çalıştay gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Kocaeli Aile Hekimleri Derneği Şırnak, Şanlıurfa ve Isparta örneklerinde olduğu gibi ülke çapında mobing ve idari baskıya maruz kalan meslektaşlarımızın her zaman yanında olmaya çalışmıştır. sağlanmasını ve alınacak kararların etkin olarak uygulanmasını sağlamak için periyodik saha toplantıları düzenlendi. Acil servis ve ASM görevlendirmeleri sürecinde ilimizde 300’ü aşkın sayıda aile hekimi ve aile sağlığı çalışanının katılımı ile etkili basın açıklamaları gerçekleştirilerek kamuoyu bilgilendirildi. İlimizde nöbet listelerinin öncelikle yürütmesinin durdurulması ve yargılama sonucunda iptali taleplerimizi içeren davalar Kocaeli İdare Mahkemesi nezdinde açıldı. Bu kapsamda Kocaeli 2.İdare Mahkemesi Mayıs Ayı Nöbet Listelerinin yürütmesinin durdurulması ve iptali istemi ile açtığımız davada Semt Poliklinikleri bakımından yürütme durdurma kararı vermiş bulunmaktadır. Bu karar ile tüm Türkiye‘de semt poliklinikleri konusu gündem dışına itildi. 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkındaki Kanunun 9. maddesi uyarınca soruşturma izni istenmesine ilişkin çıkartılan karara Sakarya Bölge İdare Mahkemesine yapılan itiraz başvurusu kabul edilmiş ve soruşturma izni verilmemesine karar verilmiştir. Söz konusu karar ulusal çapta ses getiren ve meslektaşlarımızın hareket alanını genişleten önemli bir karar olarak değerlendirilmektedir. Kocaeli ilinde görev yapan aile hekimleri ve aile sağlığı çalışanları hakkında düzenli olarak kanuna ve yasalara aykırı işlemler ve düzenlemeler yaparak eziyet, yıldırma, psikolojik baskı kuran idarecilerin eylemlerine uyan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri uyarınca cezalandırılmaları için suç duyurusu ve şikâyette bulunulmuştur. Sonuç olarak Mayıs-Ekim 2014 Acil Nöbet ve Ocak 2015 tarihinden günümüze kadar süren ASM Nöbet Eylemlerinde ortalama yüzde 82 katılım sağlanmış olup; mücadelemiz kararlılıkla sürdürülmektedir. Diğer faaliyetleriniz neler? İlimiz İzmit ilçesinde aile hekimlerinin defin ruhsatı ve yerinde otopsi nöbeti tutmasına ilişkin nöbet listesinin iptali istemiyle açtığımız davada yürütmenin durdurulması ve nöbet listelerinin iptali kararı verilmiştir. Mesai saatleri içerisinde adli tabip nöbeti tutacağı yönünde bir düzenleme AHEF ve KAHED Eğitim Komisyonlarının planlamaları doğrultusunda ilimizde periyodik eğitim faaliyetleri gerçekleştirildi. KAHED Sosyal Faaliyet ve Organizasyon Komisyonumuz faaliyetlerini sürdürmektedir. Mahşer-i Cümbüş Tiyatro Ekibini ilimizde misafir ederek aile hekimlerinin stres atması sağlandı. Kocaeli Aile Hekimleri Derneği Araştırma Komisyonumuz ülke çapında nöbet eylemleri katılım oranlarının belirlenmesi ve ilimizdeki sorunların belirlenmesi konularında çalışmalar yürüttü. Kocaeli Valiliği, KHSM, Kamu Hastaneler Birliği İl Genel Sekreterliği, Kocaeli Büyükşehir ve İlçe Belediyeleri, Siyasi Partiler, Kocaeli Tabip Odası, Sendikalar ve Basın-Yayın Kuruluşları ile periyodik görüşmeler gerçekleştirilmektedir. KAHED olarak üyesi olduğumuz AHEF ile uyum ve işbirliği içerisinde olmaya; tüm faaliyetlere katkı sağlamaya azami ölçüde çaba gösteriyoruz. 1978 yılında öğretmen baba ve ev hanımı annenin ilk çocuğu olarak Artvin ili Arhavi ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve Orta öğrenimini Samsun’un Alaçam ilçesinde tamamladıktan sonra, 1991 yılında Amasya Anadolu Öğretmen Lisesi ’nde öğrenim gördü. 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2002 yılında mezun oldu. Samsun’un Havza ilçesi Gidirli Köyü Sağlık Ocağı’na göreve başladı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı Zonguldak Filyos 4. Elektronik ve İstihbarat Birlik Komutanlığı’nda yürütmekte olduğu askerlik hizmetinden 2005 yılı ocak ayı sonunda Tabip Teğmen rütbesi ile terhis edildi. Samsun Havza Devlet Hastanesi Acil Servisinde ve B tipi 112 Acil Hizmetler istasyonunda 2 yıl kadar görev yaptıktan sonra 01.03.2007 yılında Aile Hekimliği Pilot Uygulaması kapsamında Samsun Havza Gidirli Aile Sağlığı Merkezi’nde Aile Hekimi olarak göreve başladı. 2010 Ağustos ayında İzmit KuruçeşmeYenimahalle 1 No ’lu Sağlık Ocağı’na tayin oldu. Halen Kocaeli Körfez Güney Aile Sağlığı Merkezi’nde Aile Hekimi olarak görev yapıyor. KAHED Yönetim Kurulu Başkanlığı ve AHEF Hukuk Yürütme Kurulu üyeliği görevlerini sürdürüyor. Futbol müsabakalarını seyretmeyi, otomobil kullanmayı ve seyahat etmeyi seviyor. Teknolojik yenilikler ve bilişim sektörü ilgi alanları arasında. Evli ve 6 yaşında bir erkek çocuk babası. Orta derecede İngilizce biliyor. 35 YAZAR Hangisinin günümüz insanına daha yakın olduğunu söylemekte zorlanabilirsiniz … Gittiğiniz yönü dikkate almazsanız yani … Uzm. Dr. Mithat TOSUN Ve her mola vediğinizde … Durduğunuzda, insanların aslında nasıl da yavaş yavaş değiştiğini farkedip şaşarsınız …. Daha önce mola vediğinizdekilerden farklıdırlar … Hele hele uzaklaştıkça günümüz insanından ne kadar farklı olduklarına şaşarsınız … İlk başladığınızda … 100 metre sonra Hz. İsanın doğumuna ulaşırsınız … Takvimlerimizdeki milat burada başlar … İNSANLIĞIN EVRİMİNE KISA BİR YOLCULUK Bir küçük kız …. Tutsun annesinin elinden … Ve annesi de tutsun kendi annesinin elinden … Ve böylece uzayıp giden bir nesiller zinciri oluştuğunu düşleyelim …. İnsandan, Şempanzeden ve Bobobolardan da öte …. Taa ilk insansıya kadar diyelim … Ne kadar uzun olabilir ki böyle elele oluşturulacak bir zincir? Belki 300 kilometre kadar … Şimdi bir bisiklete binerek bu zincir boyunca geriye doğru gittiğinizi düşünün … Bu yolu belki de 2 günde gidersiniz ancak … Elbette biraz antremanlıysanız … Homo Sapiens ile başlarsınız … Sonra sırayla Homo Erectus … Homo Habilis… Australopithecus … Ardipithecus filan gelir …. Arasıra durup bir soluklanırsınız, dinlenirsiniz … Durduğunuzda belki aynı anda 20 insanı algılayabilirsiniz … Ufkunuz normalde bu kadardır … Belki bu kadar bile değildir normalde … ancak Baktığında insanların ne kadar da birbirine benzediğini düşünebilirsiniz başlangıçta … 36 400 metre sonra taş devrindesinizdir … İnsanlar bindiğiniz bisikleti şaşkınlıkla izler … Yapıldığı metal bile mucizedir onlar için …. Siz ve giysiniz, bisikletin tekeri ve diğer aksamlarına hiç değinmeyelim bile … İlk kilometre taşına geldiğinde Neandertalerlere rastalarsınız … Ama onlar bizim evrim çizgimizin parçası değillerdir … 100.000 yıl önce bizim çizgimizden ayrıldıkları varsayılır genelde … 5. kilometreye geldiğinizde belki de Fransadaki mağaralardaki resimleri yapanlardan biri sizin atanız olabilir diye düşünebilirsiniz … 2.2 kilometre sonra buzullarda bulunmuş olan Ötzi’nin akrabalarına rastlayabilirsiniz … 3. kilometreden sonra insanları artık hep çıplak göreceksiniz … Üstlerinde giysileri yoktur artık*giysi … Olasılıkla Afrika’da bir yerlerdesinizdir … Burada artık modern insanın sınırına varmış olabilirsiniz … Bazıları bu sınırı 7. kilometreye kadar uzatmaya çalışsa da … Sınırların kesin olmadığını gördünüz … Sınırlar biraz da keyfi çizilmiş … Ani sıçramalar yok öyle … Hep yavaş yavaş … 15. kilometrede dilin ortaya çıktığı döneme geldiniz … Zaten yol boyunca laf atsanız yalnızca ilk 10, bilemediniz 20 kişiyle anlaşabilirsiniz belki … Ondan sornrası olsa olsa belki beden diliyle … 20. kilometrede bazı insanların ilkel yay ve ok kullandıklarını … Birazcık daha gidince sadece ağaçtan yapma mızrakları … Daha sonra ise yalnızca yontulmuş keskin taşları kullandıklarına tanık olacaksınız … Sonra 100. kilometreye kadar genelde hep yontulmuş taşlarla uğraşan insanları göreceksiniz olasılıkla… O çağ hakkında o kadar az şey biliyoruz ki … Bundan dolayı da neler görebileceğinizi söylemekten çekiniyoruz … Ama sizi bazı sürprizlerin beklediğine emin olabilirsiniz … 150. kilometrede artık yolun yarısına geldiniz …. Gece yatmaya hazırlansanız iyi olacak … Kendinize güvenli bir yer bulmalısınız Sizi misafir edebilecek olanlara Australopithecus diyoruz günümüzde … Elbette Avustralyada yaşadıkları için değil … Sözcük çevirisi belki ‘Güneyli Maymunsular’ anlamına geliyor diyebiliriz Sabah artık dinlenmiş olarak kalktınız ve yola koyuldunuz. Önünüzde 150 kilometre kadar daha yolunuz var … Yanından geçtikleriniz hala insana benziyorlar mı … ? Biraz daha kambur … Daha uzun kollu …Ve biraz daha ufaklar beden olarak değil mi … ? Lucy atalarınızdan biri olabilir mi acaba … ? 160. kilometrede Ardipithecus denen insansılara rastlayacaksınız … 120 santim kadar boyları olmalı … Ama hala iki ayakları üstünde dik yürümeye çalışıyorlar … 250. kilometrede gördüğünüz insansılar artık ‘4 ayak üstünde’ diye tanımlanan biçimde hareket ediyorlardır … Artık insandan çok maymunlara benzediğini düşünebiliriz … 300. kilometrede artık şempanzelere ulaşmadınız elbette … Hem şempanzelerin, hemde bizim atamız olan ortak atalarımıza ulaşmış olmalısınız … Bu sadece insan soyunun başlarına doğru kısa bir yolculuktu … yeter herhade … Oysa ne kadar ilginç bir yolculuk olurdu değil mi … ? Umarım sizi gündelik düşüncelerin ötesine kılavuzluk yaparak çıkarttığım geziden benim kadar keyif almışsınızdır … İki kent arasına her metreye bir kişi olmasa da belli aralıklarla böyle poster resimler hazırlayıp loysak diyorum …. Yolculuklarımız aslında ne kadar da eğlenceli ve eğitici olurdu değil mi …? *insan zinciri Bu analoji için fikir Richard Dawkins’ten esinlenilmiş. Aslında Dawkins’e göre yolculuk 300 kilometre sürmüyorsu sanırım ama olsun. Fikir vermesi açısından zihin açıcı bir fikir jimnastiği bence …. Dawkins’e göre İnsanla Şempanzenin ayrışmasından beri yaklaşık 25.000 kuşak geçmiş. Fermi yaklaşımı yaparak hesaplama kolaylığı olsun diye biz bunu 30.ooo kuşak olarak kabul edelim ve elele tutuşan kişi başına hesaplamada kolaylık olsun diye 1 metre hesaplayalım …. İki kuşak arasında da 20 yıl olsun ortalama …. *giysi 190.000 yılönce giysi biti diğer insan bitlerinden genetik olarak ayrılmış diye duyduğumu anımsıyorum. Evrimin ta başına kadar bisikletle gitmeye ne enerjiniz, ne de ömrünüz 37 RÖPORTAJ “ Biz böyle şeyleri yabancı filmlerde izlerdik ve imrenirdik açıkcası ve şimdi bizim ülkemizde de böyle bir sağlık hizmetinin sunuluyor olduğunu bilmek mutlu edici, sevindirici. ” ALİ ATAY’ın menajeri Sibel Demir Atar’ın aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz röportaj, başta sağlık üzerine olacaktı. Her oyuncu gibi pek de sağlıklı olmayan setlerdeki çalışma ortamı nedeniyle Ali Atay’ın sağlık üzerine söyledikleri kısıtlı olunca, röportajın rotası bu yıl İstanbul Film Festivali’nde de gösterime girmesi beklenen ancak geçtiğimiz ay vizyona giren ilk filmi ‘Limonata’ üzerine oldu. Bir aile hekiminiz var mı ve doktorunuzla aranız nasıl? Bundan yaklaışk bir sene önce hayatımı değiştiren bir karar alarak, sağlığıma daha çok önem vermeye başladım. Aslında el verdiği ölçüde diyelim. Benim Aile Hekimim oturduğum semtte yani Nişantaşı’nda ve doktorum ne derse onu büyük bir özveriyle yapmaya çalışıyorum. Konu sağlıktan açılınca aklıma ünlü tiyatro yazarı Voltaire’in sağlık üzerine söylediği söz gelir ve onun bu sözünü sizlerle de paylaşmak isterim; “Bir ulusun kaderi, başbakanın sindirim organlarının iyi çalışıp çalışmamasına bağlıdır.” ALİ ATAY DOKTORUM NE DERSE YAPMAYA ÇALIŞIYORUM Hayran kitlesini ‘Leyla ile Mecnun’ ile oluşturdu. Ardından ‘Ben De Özledim’ ile alkışları topladı. Oyunculuktaki yeteneği ile bir sıkıntımız yok; Her şey ortada. Fakat, genç kızların gözdesi Ali Atay, sağlığına ne kadar önem veriyor? Biraz sağlıktan daha çok ilk yönetmenlik deneyimi olan yeni filmi ‘Limonata’ ya dair keyifli bir röportaj yaptık. 38 Bir gününüz nasıl geçiyor? Çalışma saatlerimiz ve günlerimizin bu kadar belirsiz olmasından kaynaklanıyor olsa gerek ki net bir cevap veremiyorum. Bilmiyorum, açıkcası bir günüm bir günümü tutmuyor yani. Bu yoğunluk içinde beslenmenize dikkat ediyor musunuz, derseniz cevabım elimden geldiği kadar olacak. Malum dizilerde çok yoğun çalışma saatleri olabiliyor. Genel olarak sağlığınız için ne yapıyorsunuz? Sorduğunuz soru çok doğru bir saptama. Setlerde sağlıklı beslenemiyoruz, o nedenle aslında kimi zaman aile hekimimin bana önerdiği besinleri yanımda taşımaya çalışıyorum. Sizlerle paylaşmak istemediğim, aile hekimimin bildiği bir rahatsızlığım var ve bu nedenle dengeli beslenmeye ve önerdiği gıdaları almaya özen gösteriyorum. Bana göre en sağlıklı yemek, evde yapılan yemektir. Aile hekiminize genellikle ne sıklıklarla gidersiniz? Benim aile hekimim, inanın benim sağlığımı benden daha fazla düşünüyor diyebilirim. En yakın dostum gibi bazı zamanlarda o beni aramakta ve nasıl olduğumu gerçekten merak etmekte. Hani biz böyle şeyleri yabancı filmlerde izlerdik ve imrenirdik açıkcası ve şimdi bizim ülkemizde de böyle bir sağlık hizmetinin sunuluyor olduğunu bilmek mutlu edici, sevindirici. Ya aslında gerçekten oldukça insani ve gurur verici. 39 “ Sansür dünyanın en korkunç şeyi. Sansür yüzünden filmimi her hangi bir gösterimden çekmeyi bırak, ülkeden gitmeyi göze alırım. ” Oyunculuk ve senaristlğin üzerine ‘yönetmen’ olarak karşımıza çıktınız. Nasıl başladı bu süreç ve Limonata filminizden söz eder misiniz? Bir dizi projesinde Ertan Saban ile çalışırken, birlikte film çekmek üzerine konuşmaya başladık. Bana sürekli Makedonya’nın da içinde olduğu bölgede bir proje yapmak istediğini söylüyordu. Sonunda ikna olmuştum ama ben de belli bir bölgede değil, yollarda çekmek istiyordum. İkna olduğum fikri ‘hemen’ hayata geçirmek gibi bir huyum var. ‘Önerileri hemen hayata geçirmem gerek’ diye düşünürüm. Bir taraftan belgesel de çok sevdiğim için gerçek olan bir şeyi anlatma durumunu da çok yaşarım. Zaten bu yüzden, Ertan ile konuşa konuşa rol alacağım proje, ‘Madem oynuyorum ben yazayım, madem yazıyorum ben çekeyim’ durumuna kadar geldi. Başlangıçta oyuncu olarak dahil olduğum projeyi çekmeye başladım. Bu arada ‘Limonata’ya kadar fotoğraf dahi çekmemiş adamım. Peki, bu filmden istediğiniz sonucu alacağınızı düşünüyor musunuz? Yani gişede durum ne olur? Bunu önünüyormuş gibi algılamayın ama filmdeki ifadelerden içinde 40 bir yönetmen yok. Benim ‘dönem’ derdim var. Anlatılan şeyin nasıl anlatıldığı benim için önemli. Kimi yönetmen beklentileri karşılamak, kimi de istenileni yerine getirmek adına film çeker. Evet, yönetmenlik koltuğuna oturan herkes kendini birçok yönetmenin işiyle geliştirir ama ben ‘Limonata’yla bütün ezberlerimi unuttum. bulunduğumuz durumlara kadar her şeyiyle doğru bir proje çıkardığıma inanıyorum. Şayet aksini düşünseydim, üzerinde hala düşünüyor olurdum. Müzikleriyle bile bizzat ilgilendim. Sonuçta yirmi yıldır oyunculuk yapıyorum ve artık bir duygunun nasıl ifade edilmesi gerektiğini biliyorum. Çalıştığınız oyuncularla daha önce başka dizilerde de rol aldınız. Bunun bu filminizde bir avantajı oldu mu? Birlikte çalıştığım arkadaşlarımı yakından tanıyor olmak, tabiki bir avantaj sağladı. Bu aynı zamanda yönetmen için de büyük bir şanstır. Oyuncu koçu ile çalışmış bir yönetmen ile çalışmanın ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Oyuncuya müthiş avantajlar katar ve bu durumda set bitmesin istersin. Çalıştığım oyuncuların deyim yerindeyse ‘ciğerini’ bilir hale geldiğim için bana yalan söyleyemediler. Oyuncu sıkıştığı anda çok güzel yalan söyleyebilir. Çoğu yönetmen de yer bunu. Ya da onun da işine gelmez; ‘yemiş gibi yapıp’ ışığı kaçırmamak adına sahneyi kesip atabilir. Dolayısıyla ben de sırf sahnenin ‘güzelliği’ için oyuncularımı kullanmadım. Limonata’nın film festivalinde gösterileceğini okumuştuk. Sonrasında festival iptal olunca sinemada izleyeceğiz. Bunun bir farkı var mı? Biz ‘festival filmi’ veya ‘vizyon filmi’ diye yola çıkmadık. Bizim derdimiz bir hikaye anlatmaktı. Benim için film, filmdir. Bende sorduğunuz bu soru, sinemayı konumlandırma isteğinden doğan bir yargı. Film, filmdir. Birileri zamanında bir şeyleri yanlış anlamış, başkalarını yanlış yönlendirmiş; yanlış yönlenen insanların da kafası karışmış. Beğenmediğiniz filmler olabilir, benim de var mesela. Nuri Bilge Ceylan’ın, bazı filmlerini çok seviyorum, bazılarını da hiç sevmiyorum. Onun en sevdiğim projesi üçlemesidir: ‘Kasaba’, ‘Mayıs sıkıntısı’ ve ‘Uzak’. ‘Kasaba’yı ilk izlediğimde sevmemiştim. ‘Mayıs Sıkıntısı’nı izledikten sonra ‘Kasaba’yı sevmeye başladım. Bu filmleri izledikçe adamın dünya çapında neden sevildiğini anlıyorsunuz. Bu ilk yönetmenlik deneyiminizde, daha önceden beğendiğiniz yönetmenlerin esintileri oldu mu? Bu yaşıma kadar o kadar çok film izledim ki, gerçekten takıntılı olduğum Birazda filmin anlattığı öyküden söz edermisiniz? Bu öyküyü izlemeye neden gidelim? Bu film farklı kültürlerden ve birbirini tanımayan iki kardeşin hikayesi. Bunun yanında iki farklı baba-oğul ilişkisi anlatılıyor. Ben babam öldüğünde 16 yaşındaydım. Ona vereceğim çok şey vardı ama çok küçüktüm; şu an 40 yaşıma gelmek üzereyim ve babama bu filmi hediye ettim. Bu filmi bitiripte izledikten sonra ‘Bir tane birayı hak ettim’ dedim kendime. İnternette yaptığım kısa bir araştırmayla, bu filmi daha önce ‘Kan Limonata Değildir’ ismiyle başka birinin yönetmenliğinde çekmeyi planladığınızı öğrendim. Sonrası nasıl oldu peki? Bu film 2009 yılından beri aklımızdaydı. Yani yazma aşaması o dönemlere denk geliyor. Ben sizinde sorduğunuz gibi bu filmde oynayacaktım. Sonra filmi çekecek doğru yönetmeni bulamayınca karar değiştirdik. Filmi çekenin arkadaşımız olmasını istiyorduk. O açıdan filmi bir yönetmene emanet etmek istemedik. O arada film kendi kendini demlemeye başladı. Sonra ben karar verdim filmi çekmeye. Kendi kendime “Eğer bunu halledebilirsek, yani doğru yolu açabilirsek, oradan yürürüz ve kendi filmlerimizi yapmaya başlarız” diye düşündüm. Kimseden bir şey beklememize gerek yok. Eğer bir şey istiyorsak biz yapalım, yapabiliyorsak da devam edelim. Çünkü anlatacak çok hikaye var. Yönetmenlere, yapımcılara falan kızmadan, anlamsız sürtüşmeler yaşamadan filmi kendi kendimize halledelim istedik. Filmini ilk izlediğinde ne düşündün? Bu ‘Olmuş’ dedin mi? Tam anlamıyla bitmemişken yüz kere falan izlemişimdir. Bitmiş halini ise bir kez izledim. İki kişi izledik, şimdi çektiğimiz dizi Mutlu Ol Yeter’in setinden çıkıp gece iki de izleyebildim. Bitmiş halini izleyince içime bir huzur doldu yani film benim içime sindi. İnşallah düşündüğümüz olur, hayalimizi gerçekleştirmeye başlarız, ki bizim hayalimiz film çekmek değil, kendimize bir yol açmaktı. Eğer sizler bize ‘kendi filminizi çekin’ ehliyetini verirseniz, buradan devam ederiz. “SANSÜR YÜZÜNDEN ÜLKEDEN GİTMEYİ GÖZE ALIRIM” Bir sahnede kamera duvardaki ‘Kan Limonata Değildir’ yazısına odaklanıyor. Film adını da buradan alıyor. Ne gibi anlamı var bu sözün? Bu film bir kardeşlik hikayesi anlatıyor. Kardeşliğin aslında benim gözümden ne anlama geldiğini. Kan limonata değildir. Yani kan limonata gibi akıtılacak ucuz bir madde değildir. Bu filmin içinden hem yol geçiyor hem de yüksek şiddette sevgi. Yani organik bir dokusu var bu filmin. Konuşurken bu cümle aklımıza düştü. Şu anda olup biten mevzulardan bahsediyorduk, savaşlardan falan. Film için ‘yol filmi mi, komedi filmi mi?’ diye soranlar var. Hiçbiri değil. Bu sadece iki adamın hikayesi. Ölüm döşeğinde babasının son arzusunu yerine getirmek için kardeşini bulmaya giden bir adam onu nasıl ikna edip eve getirir? Ve bütün hikayeyi serbest çağrışımla yazdık. Sektörde yaşanan sansür için ne düşünüyorsunuz? Sansür dünyanın en korkunç şeyi. Sansür yüzünden filmimi her hangi bir gösterimden çekmeyi bırak, ülkeden gitmeyi göze alırım. Çünkü, içeriği ne olursa olsun, onaylarsın veya onaylamazsın, mesele sansür ise oturup beş kere falan düşünmen gerekiyor. Ben sebebiyle sonucuyla ilgilenmiyorum. O film yayınlanıyor mu, yayınlanmıyor mu? Son olarak ne söylemek istersiniz? Bizim sektörümüz yorucu, yıpratıcı ve çalışma saatlerimiz düzensiz. Ama bu sağlığımıza dikkat etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Tam tersine herkesin aile hekimine danışarak, en azından yapabildiği ölçülerde ve mutlaka aile hekimlerinin tavsiyelerine uyarak, kendilerine bir çeki düzen vermeleri gerektiğini söylüyorum. Ki bunu yapsınlar. Bazen sinir sistemimiz hem fiziki hem de beyinsel açıdan dayanamıyor. Aslında pek sağlıklı yaşadığımız söylenemezse de sağlık herşeyden önemli ve kıymetini bilmeliyiz. Sorularınız için, verdiğiniz uğraşlar ve sanatçılara duyduğunuz hassasiyet için ailehekimleri derginize teşekkür ederim. Başarılar sizinle olsun. 41 Dr. Hasan KOCA AĞVA Bugün batıda Bursa ve İstanbul, doğuda Kastamonu ve Bartın ile sınırlanan bölge, antik çağda Bitinya (Bithynia) ismiyle biliniyordu. Bitinyalılar (Bithyn kavmi) göçmen Trakyalılardı. Yunan mitolojisine göre, Troya’dan dönerken şiddetli fırtına nedeniyle Trakya’da kıyıya çıkan prens Demephon, kral Phyleus’un misafiri olur. Thrakia kralının kızı Phyllis misafir prense aşık olur. Thesseus’un oğlu Demephon da genç kızın aşkını karşılıksız bırakmaz, karşılık verir, sonsuza dek birlikte olma sözü verir ona. Demephon, ülkesine dönüp yarım kalan işlerini tamamlamak için sevgilisinden izin ister. Phyllis sevgilisinin sözüne güvenerek bu izni verir. Kararlaştırdıkları günde genç kız Demephon’un gemisini görmek için limana kadar yürür ama prens gelmez. Demephon evlenip çocuk sahibi olmuştur bile. Çok uzun zaman geçtikten sonra Phyllis, Demephon’un dönmeyeceğini anlar. Trakyayı terk edip Bitinya’da iki suyun arasındaki bir köye yerleşir. Üzüntüsünden kendini asıp meyve vermeyen ve yeşermeyen bir badem ağacına dönüşür. Bu ağacın yanındaki nehir 42 de Pyhllis’dir. İstanbul Boğazı ile Sakarya Nehri’nin tam ortasında bir yerlerde bulunduğu söylenmekle birlikte hangi akarsu olduğu net değildir. Fakat Phyllis’in Ağva’daki Yeşilçay olması kuvvetle muhtemeldir. Rodos’lu Apollonius’un Argonautika’sından Phyllis’in diğer bir adının da Psillus olduğunu biliyoruz. Psillion/Psillium Ağva’dır. Tıpkı Calpe’nin Kerpe, Rhoe’nin Cebeci, Artane’nin Şile, Rheba’nın (Ad Herba) Riva Deresi olduğu gibi. Eğer gerçekten de Phyllis Ağva’da ise o zaman Ağva’daki iki dereden (Göksu ve Yeşilçay) yeşil renkli olanın Phyllis olması daha muhtemeldir. Çünkü “phyllis”, Yunanca “phyllon”dan (yaprak) türemiş bir sözcüktür. Bunu dedikten sonra Türkçe Vikipedi’nin Ağva makalesinden şu cümleyi aynen alalım : “Ağva’nın doğusunda kalan Yeşilçay, adını her iki sahilindeki bitki örtüsünün suya yansıyan renginden almıştır”. Aynı makaleden son bir cümle : Ağva, Latince “iki dere arasına kurulmuş köy” ve “su” anlamına geliyor”. HANGİ YOLDAN GİDECEĞİZ? Hangi yoldan gideceğiz, diye soruyor bacanak, bir yandan aracı kullanıp, bir yandan da yol kenarlarında açmış birbirinden güzel gelincikleri seyrederken. Henüz Kandıra’ya gelmeden bir Ağva tabelası gözümüze ilişiyor, körlemesine giriyoruz yola. Yaklaşık yarım saat sonra varıyoruz kalacağımız otele. Eskiden yalnızca birkaç pansiyonun olduğu Göksu Irmağının neredeyse tamamı otel ve pansiyonlardan oluşuyor. Bir İstanbul Masalı dizisinden sonra herkes daha da ilgilenir olmuş Ağva’yla. Bu da burada bulunan konaklama alanlarını oldukça arttırmış. Otele yerleştikten sonra hemen Ağva’nın merkezine gitmeye karar veriyoruz hanımlarla birlikte. Fakat çocuklar otelin bahçesini görünce oynamak istiyor, hamakta sallanmak, özgürce yuvarlanmak çayırların üzerinde. YEŞİLÇAY Beldenin merkezi küçük dükkanları olan, özgürce yürüyüşler yapabileceğiniz bir yer. Sahilde bir deniz feneri mevcut. Etrafı insanların rahatlıkla oturup, denizi seyretme fırsatı sunuyor. Hemen solunda ise uzun bir sahil. Mayıs ayında su biraz soğuk olsa da, insan en azından ayaklarını suya sokmak istiyor. Ağva ayrıca balıkçı teknelerinin mekânı. Derelerde kano veya deniz bisikleti ile gezinti yapılabiliyor. Motorlu teknelerle birkaç saatlik gezintiler organize edilebiliyor. Çocuklar biraz direniyor tekneye binmek için. Yeşilçay’da bir tekne kiralayıp ırmağı gezmeye başlıyoruz. Yeşilçay’ın en yeşil olduğu zamanda geldiniz, diyor teknemizin kaptanı, tekneye mazot doldururken. Evet aylardan mayıs ve biz Ağva’da güneşli bir günde şehir yaşantısının tüm sıkıntılarından uzaktayız. Yeşilçay’da bir tekne kiralayıp ırmağı gezmeye başlıyoruz. Yemyeşil bir nehir, masmavi bir deniz, çimenler, ağaçlar; işte gerçek dinlendirici tatil bu… 43 NELER YAPILIR? Neler yapabilirim orada derseniz, yemyeşil çimenlerin üzerinde kitabınızı okuyabilir, doğal ürünlerle kahvaltı edebilir, nehirde deniz bisikletiyle veya sandallarla gezinti yapabilir, denize girebilir, keyifli kafesinde kahvelerinizi yudumlayabilirsiniz. Akşam yemeğiniz de sizi şömine başında bekliyor olacak. Hele ki şarap sever biriyseniz seçeneklerini görünce keyiften ölebilirsiniz. Oteller kısmına gelirsek, şöyle düşünün nehir kenarında ya da deniz kenarında kalabilirsiniz. Şimdi başta bana da deniz daha iyi geldi ama yemyeşil nehri gördüğünüz anda pişman olabilirsiniz derim ben. Buranın özelliği olağanüstü güzellikteki bu manzarası, hem de yaz kış. Nehir kenarında araba ile ulaşabileceğiniz yolu olanlar ya da karşı tarafında teleferik tarzı bir aletle ulaşabileceğiniz oteller mevcut. O da romantik olabilir belki ama biz ulaşımın kolay olduğu bir otel seçtik. 44 NASIL GİDİLİR? İstanbul’a 97 kilometre uzaklıkta olan bu şirin beldeye ulaşmak için öncelikle Şile’ye gitmek gerekiyor. Şile’ye kadar yol otoban kalitesinde. Şile’ye ulaştıktan sonra; iki seçenekle Ağva’ya gidilebiliyor: Birincisi, sahil yolu; Şile Çayırbaşı’ndan iki yol ayrılıyor. Sahil yolu, Kabakoz, Akçakese yolunun devamında Şuayipli ile karşılaşıyorsunuz. İsaköy dönüşüne gelinince Ağva tabelaları yardımcı oluyor. Şile’den Ağva’ya ikinci yol güzergahı ise; Çayırbaşı’ndan, Teke Köyü’ne giden yolu takip edip Teke, Gökmaslı ve İsaköy istikametinin devamında Ağva’ya ulaşmak. Gebze tarafından ulaşım için; Mollafenari istikametine doğru gidip Tem yolunu takip ederek, soldan Teke yoluna sapmak, Teke’ye gelince de sağdan İsaköy yoluna girmek gerekiyor. İzmit tarafından ulaşım için; Kandıra otobanı ile ilk önce Kandıra, Akçaova ve sonra Ağva’ya ulaşılabiliyor. İstanbul Ağva arası mesafe 108 kilometre olup, araçla ortalama 2 saat 50 dakika sürmektedir. Kocaeli Ağva arası mesafe 48 kilometre olup, araçla ortalama 1 saat 10 dakika sürmektedir. Bursa Ağva arası mesafe 194 kilometre olup, araçla ortalama 3 saat 20 dakika sürmektedir. Ankara Ağva arası mesafe 404 kilometre olup, araçla ortalama 5 saat sürmektedir. İzmir Ağva arası mesafe 515 kilometre olup, araçla ortalama 7 saat 30 dakika sürmektedir. Phyllis’in ağaca dönüştüğünü öğrenen Demephon büyük bir suçluluk duyup Phyllis’in ülkesine gelir. Phyllis’in dönüştüğü kuru badem ağacına sarılıp ağlamaya başlar ve gözyaşları ağacı yeşertir, çiçeklendirir. Badem ağacının yapraklarını döktüğü mevsimse, Phyllis’in öldüğü mevsimdir. Phyliss, tıpkı badem ağacının güzel havaya kandığı gibi kanmıştır aşığının ömür boyu birliktelik sözüne; badem ağacının yemişe durmadan karayele çarpılması gibi çarpılmıştır karasevdaya. Bu sevdanın meyvesidir badem. 45 LG 55EC930 V OLED TV Bu televizyonun en dikkat çeken yanı kavisli yapıda tasarlanmış olması. Bunun yanı sıra LED, LCD ve plazmaya göre çok daha parlak görüntü sağlayan OLED panale sahip olması da bir diğer avantajı. LG 55EC930 V’nin iki adet kumandası bulunuyor. Bu kumandaların ilki, işlevsel bir kızılötesi kumanda. İkincisi ise LG’nin en son Magic Remote işaretçisi. Bu televizyondaki OLED ekran görüntüsünü görünce, bunu başka bir televizyonla kıyaslamanız inanın pek mümkün olmuyor. Aşılamaz siyah seviyesi performansı, dinamik parlaklık zirveleri, derin ve zengin renkleriyle bu teknoloji en zor sahnelerde bile oldukça başarılı performans sergiliyor. TEKNOLOJİ LENOVO YOGA TABLET 2 PRO Lenovo Yoga Tablet 2 Pro modeli bir ilk olarak, üzerinde hem projektör hem de subwoofer destekli hoparlör taşıyor. Ekranını masa üzerine konumlandırabilmeniz için Yoga Tablet 2 Pro’nun alt kısmında gizlenen ve açılabilen bir stant var. Tabletin arka yüzündeki düğmeye basarak açabileceğiniz bu satantla ekranın açısını değiştirebilirsiniz. Bu tabletin malzeme kalitesi ise muazzam. Büyük yekpare ekran ve arka yüzeyde stant kısmında kullanılan metalik malzeme, tabletin tasarım çizgisine de önemli ölçüde yön veriyor. Yine ekran menteşesinin bir kenarında güç düğmesi var. Diğer kenarında ise bir piko projektör konumlandırılmış. Ayrıca 8 MP çözünürlüğündeki arka kamera fotoğraf çekmek için ideal. ESCORT JOYE E8 Escort Joye E8, üst seviye özellikleri, başarılı tasarımı, etkileyici performansı ve uygun fiyatıyla dikkat çekiyor. Bu telefonda 5 inç büyüklüğünde , Full HD çözünürlükte IPS ekran kullanılmış. Bu da telefona gerçekten geniş bir görüş açısı sunuyor. HD çözünürlükte video kaydı yapabilmesi de cabası. Ön yüzeyin alt kısmındaki beyaz bölgede dokunmatik Android kontrol düğmeleri var ve aydınlatma özelliği es geçilmemiş. TOSHİBA STOR.E CANVİO 1TB Kablosuz ağınızın etki alanını artırmak daha önce hiç bu kadar kolay olmamıştı. Bu harici disk, basit ve boş bir depolama alanından çok daha fazlasını sunuyor. 5 renk seçeneği bulunan disklerin hepsinde plastik, parlak piyano kaplaması kullanılmış. Bu haliyle çok şık durduğunu belirtmek gerekir. Diskinizle internete bağlı bir bilgisayarla ve bilgisayarınız açık olduğu sürece, diskinizin içine ister başka bir bilgisayardan isterseniz de akıllı telefonuzdan erişebilirsiniz. Bu şekilde diskteki fotoğraflara bakmak, müzikleri ve videoları doğrudan oynatmak da mümkün. Windows yüklü bir bilgisayar kullanıyorsanız diskin içinde bulunan tam sürüm NTI Backup Now EZ yazılımını kurarak harici diskinize otomatik yedekleme de yapabilirsiniz. 46 TOSHİBA TECRA Z50-A-11C Üst düzey özelliklere sahip olan bu bilgisayar, iş yapmaya ve ofis çalışmalarını daha da zevkli hale getirmek için yaratılmış. Aydınlatmalı klavyesi ise özellikle yetersiz ışığa sahip ortamlarda çalışmanızı kolaylaştırıyor. Klavye tasarımı ise şıklığına başka bir hava katıyor. Pili 9 saati aşkın bir süre dayanmakla birlikte, metal kasası çabuk ısınmasını da önlüyor. Günlük rutin çalışmalarınızda bilgisayarın fanının çalıştığını bile duymuyorsunuz. Çünkü buna gerek olmuyor. VESTEL VENÜS 5.5 V Şık bir tasarıma sahip olan, yerli akıllı telefon Vestel Venüs 5.5 V’de sunulan işletim sistemi Android 4.4. Elbette bu telefonda en dikkati çeken özellik, 4G desteğinin olması. Arka kamerası 13 MP çözünürlükte. LED ışık desteği ise, düşük ışıkta çekilen fotoğrafların detayını artırıyor. Bluetooth özelliğinin olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Aktif bir kullanımda ise pil ömrü 1 gün. SAMSUNG GALAXY A5 Tasarıma ve malzeme kalitesine önem veren bu yeni seri beklentileri karşılıyor. Şıklık konusunda gerçekten başarılı olan bu telefonun ön kamerası 5MP çözünürlükte günümüz trendine uygun şekilde fotoğraflar çekebildiği gibi, Full HD video kaydıda yapabiliyor. JABRA SPORT ROX Jabra, zaten yüksek kaliteli ses teknolojisiyle bilindik bir marka. Firmanın çıkartmış olduğu bu model ise sporculara yönelik kolay kullanım özelliklerine sahip. ABD ordusunda suya, kuma dayanıklı olduğu tescil edilmiş olan bu kulaklıkta, ayrıca gürültü engelleme özelliği de bulunuyor. 47 OTOMOBİL Peugeot 308 EAT6 BlueHD B Otomatik şanzımanın sadece konfor anlamına geldiği yılları çoktan geçtik. Peugeot 308 EAT6 BlueHDi, hem hızlanma hem de yakıt ekonomisi sağlayan otomatik şanzımanıyla kullanıcıyı oldukça memnun ediyor. Full LED farlar duygularınızı doruğa çıkarmak için en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. 48 Vites topuzunun arkasında şanzımanın spor modu seçim düğmesi, anahtarsız çalıştırma putonu ve elektronik park freni bulunuyor. Yolu oldukça detaylı bir şekilde görebildiğiniz gibi, geriye gidişlerde hiçbir kör noktanın kalmamasını sağlıyor. Küçük direksiyon simidi ve yükseltimiş gösterge paneli, otomobili daha da çekici ve güvenli hale getiriyor. ence Peugeot 308 EAT6 BlueHDi, Fransızların ürettiği en iyi otomobillerden biri. Mağza içerisinde gerçekleştirdiğimiz çekimler esnasında otomobil hakkında edindiğimiz bilgiyi, daha sonrasında gerçekleştirdiğimiz sürüş ile test ettik. EAT6 otomatik şanzıman ve düşük yakıt tüketimi bu aracı diğerlerine oranla tartışmasız lider kılıyor. VİTES GEÇİŞLERİ HIZLI Peugeot 308 EAT6 BlueHDi, anahtarsız olarak çalıştırıp otoyola çıktığımızda vites geçişlerinin daha hızlı ve akıcı olması, sürüşümüzü daha da keyifli kıldı. Hızlı çalıştığı kadar yerinde vites geçişleriyle de 130 HP’lik motor gücü olduğunu öğrendiğimiz araç, bu motot gücünü oldukça verimli kullanıyor. İçerde mi? İçerde kesinlikle motor sesi yok. İstenildiğinde vites koluyla manuel olarak da vites değişimine izin veren otomatik şanzıman, vites kolu yanındaki ‘S’ yani sport tuşuyla da daha keskin bir karaktere bürünebiliyor. Test aracımızda bulunan Sport Pack opsiyonu ile birlikte bu tuşa basıldığında daha hassaz gaz tepkisi, daha sportif motor sesi ve kırmızı renkli göstergeler aktif oluyor. SINIFININ LİDERİ 308 EAT6 BlueHDi’ın 1.6 litrelik dizel motoru aynı zamanda litre başına ürettiği 192 Nm’lik tork değeriyle, bence kompakt hatchback sınıfının lideri. Elbette dizel-otomatik kombinasyonunda yakıt tüketimi de önemli! Peugeot 308, dizelotomatik kombinasyonuyla 3.3 lt/100 km’lik ortalama yakıt tüketimi verisine sahip. Bizim kullanımımızda ise bu tüketim değeri daha da azdı. ÇEVRE DOSTU 100 km hızlanmasını sadece 9,5 saniyede tamamlayan otomobil, 92 g/km CO2’den başlayan emisyonlarıyla, tam bir çevre dostu. GEÇİŞLER SARSINTISIZ Tork konvertörlü olan şanzıman sarsıntısız geçişleriyle göz dolduruyor. Manuel modu bulunan şanzımanı direksiyon arkasındaki kulakçıklarla da kontrol etmek mümkün. Ortadaki dijital ekrandan turbo basıncı ve tork eğrisini görebiliyorsunuz. En dikkat çeken nokta ise direksiyonun sertleşip, gaz tepkilerinizin daha canlı hale gelmesi oluyor. İÇ MEKAN Küçük direksiyon simidi ve yükseltimiş gösterge paneli, otomobili daha da çekici ve güvenli hale getirmiş. Orta konsolda kullanılan düğme sayısını en aza indirgemek için neredeyse bütün kumanda düğmeleri konsol üzerinde yer alan dokunmatik ekrana alınmış. Şık görünümlü havalandırma ızgaralarının yanlarında ana menüleri seçmeye yarayan Geniş oturma alanlı koltuklar iç mekanın monotonluğunu kırıyor ve cam tavanı yaşam alanını daha da ferah hale getiriyor. dokunmatik paneller yer alıyor. Yine oldukça şık görünümlü olan vites topuzunun arkasında şanzımanın spor modu seçim düğmesi, anahtarsız çalıştırma putonu, elektronik park freni, sportif sürüş düğmesi ve kayar kapaklı bir göz bulunurken, bu gözün içerisine katlanabilir bir bardaklık yerleştirilmiş. BAGAJ 420 litrelik büyük bir bagaj hacmine sahip olan otomobilin bu hacmini, asimetrik olarak katlanan arka koltuk sırtlıkları sayesinde daha da arttırabiliyorsunuz. Bagaj zemini altında da küçük depolama alanları bulunuyor. KONFOR Konu konfordan açılmışken, tam donanımlı olan test aracımızda, geniş oturma alanlı koltukların beyaz renkli döşemeleri iç mekanın monotonluğunu kırıyor ve cam tavanı yaşam alanını daha da ferah hale getiriyor. Konforun yanında düşük tüketimde sunan bu otomobil, iç mekanı, sunduğu sürüş keyfi ve yenilikleriyle bizlerin alınmasını tavsiye ettiği ender araçlardan biri. Tüm meslektaşlarıma gönül rahatlığıyla bu aracı almaları konusunda öneride bulunuyorum. Test aracımızda, geniş oturma alanlı koltukların beyaz renkli döşemeleri iç mekanın monotonluğunu kırıyor. 49 ÜNLÜ TEORİK fizikçi Albert Einstein, 20. yüzyılın başlarında uzayda hiçbir şeyin ışıktan hızlı gidemeyeceğini gösterdi ve aynı zamanda maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşebildiğini kanıtlayarak atom çağını başlattı. Yine aynı dahi adam 1905-1915 yıllarında görelelik teorisini geliştirdi. Böylece Dünya’nın Güneş ve Güneş’in de Samanyolu Galaksisi’nin merkezindeki süper kütleli kara deliğin çevresinde dönmesini sağlayan kütleçekim kuvvetini en kapsamlı şekilde açıkladı. İster yörüngedeki uydularla yapılan lazer ışını testleri olsun ister parçaçık hızlandırıcılardaki yüksek enerjili proton testleri, görelilik teorisi o günden bugüne yapılan tüm deneylerde defalarca kanıtlanarak geçerliliğini korudu. Ancak Einstein, Amerikalıların deyişiyle “Hayattan daha büyük bir şahsiyet” ve erişilmez bir bilim insanı olarak tanınmadan önce herkes gibi hayalleri olan sıradan bir araştırmacıydı. Nitekim 1944 yılında New York Times’a verdiği bir demeçte şöyle demiş; “Neden kimse beni anlamıyor ama herkes beni seviyor?” ARAŞTIRMA DÜNYAYI DEĞİŞTİREN DENKLEM E=mc2 “HAYAL GÜCÜ BİLGİDEN DAHA ÖNEMLİDİR. BİLGİ SINIRLIDIR, HAYAL GÜCÜ İSE DÜNYAYI KUŞATIR” ALBERT EINSTEIN, 29 EKİM 1929 Yazan: KAAN YURTTÜRK 50 Oysa bu çelişkiye, yani insanların Einstein’a hem hayranlıkla hem de şaşkınlıkla bakmasına yine onun kendi sözleri yol açıyordu. Einstein bir gün “Tanrı’nın düşüncelerini bilmek istiyorum” demişti, “Gerisi detaydır”. Öte yandan Evren’in fiziksel sırrını belki de sadece E=mc2 gibi kısa ve basit bir denklemle ifade etmek isteyen Einstein bir gün şunu da söylemişti: “Kütleçekim insanların aşık olmasından sorumlu değildir.” Öyleyse kimdi Einstein? Nasıl düşünüyor ve nasıl hayal ediyordu? Görelelik teorisiyle sağduyunun kabullerini yıkarak Evren’in sırlarını nasıl aydınlattı? Einstein hakkında bu araştırmayı yaparken hem çok zorlandım ama bir o kadar da merakla, büyük bir ilgiyle herşeyi öğrenmek istedim. Bu araştırmayı keyfini çıkararak okumanızı tavsiye ediyorum. BİLİMSEL DEHANIN PEŞİNDE Bilim tarihçilerine göre işin püf noktası deneyler ve gözlemlerle test edilen akıl yürütmeyi, hayal gücüyle birleştirmekte yatıyor. Bilimsel deha işte bu kavşakta ortaya çıkıyor ama Einstein’ın keşiflerinin asıl sırrı onun sıra dışı hayal gücünde yatıyor. Modern fiziğin kurucuları arasında sayılan Einstein’ın ölümünün Albert Einstein Ünlü bilim insanı gençlik yıllarında ders veririken. EINSTEIN GÖRSEL OLARAK DÜŞÜNÜYOR, FORMÜLLERİN KARŞILIK GELDİĞİ GEOMETRİYİ GÖZÜNDE CANLANDIRIYORDU. GÖRELİLİK TEORİSİNİ DE EVREN’İN KUMAŞI OLAN UZAY-ZAMAN DOKUSUNU HAYAL EDEREK GELİŞTİRDİ. ardından, nörologlar fizikçinin beynini uzun yıllar boyunca araştırdı ve etik açıdan tartışmalı sayılabilecek incelemelere tabi tuttu. Patolog Thomas Harvey’in yıllarca sakladığı Einstein’ın beyni üzerinde birçok teori üretildi ve beyin kabuğundaki sinir ağlarının Einstein’ın normal insanlardan çok daha zeki olmasını sağladığı öne sürüldü. Bununla birlikte Einstein’ın beyninin diğer insanlardan farklı olmadığını söyleyenler de oldu. Bunu iddia edenler; insan zekasının beyin kabuğunun kıvrımlarına kadar indirgemek nörolojik temelli yeni bir ırkçılığı ve ayrımcılığı beraberinde getirebilirdi. Fakat; Einstein’ı Einstein yapan şeyin bu olmadığı yeni yeni (kuantum fizikçileri tarafından) anlaşılmaya başlandı. O’nu günümüzde de dahi yapan şey görselleştirme, yani görsel hayal gücü. Einstein matematik formüllerini gözünde canlandırmayı seviyor, herşeyi görselleştiriyordu. Örneğin çocukken babası ona bir pusula hediye ettiğnde geceler boyu oturup kuzeyi gösteren ibreyi izlemiş ve daha sonra tanıdıklarına bu deneyimin onu heyecanlandırarak tüylerini diken diken ettiğini söylemişti. Evet, Einstein, en büyük görsel zekaya sahip dehalardan biriydi. Dil çıkardığı popüler fotoğrafıyla çocuklara da ilham kaynağı olan ve sanki bu tavrıyla yetişkinlere de hayatı fazla ciddiye almamayı öğütleyen Einstein, gerçek dehasını yerçekiminin sırrını çözerek gösterdi. Ancak, Stephen Hawking’in aynı adı taşıyan kitabında anlattığı gibi o da “kendinden önce gelen devlerin omuzlarında yükselmişti.” Einstein 1884 yılında 5 yaşında bir çocukken pusulanın iğnesini oynatan görünmez kuvveti hayranlıkla izliyordu. Yıllar sonra merakını gidermek amacıyla İskoçyalı fizikçi James Clerk Maxwell’in geliştirdiği denklemleri incelemeye başladı. Maxwell’in sadece denklemlerini gözden geçirdiğinde, bir radyosyon türü olan ışığa elektromanyetik kuvvetin ürettiği güç alanlarındaki salınımların yol açtığını gördü. Maxwell’in denkleminde ışık hızının evrensel bir sabit olduğu gösteriliyordu, yani elektromanyetik bir radyosyon türü olan görülebilir ışığın hareketi gözlemciden bağımsızdı. Einstein’ın özel görelilik teorisinin temeli işte bu bağlantıyla atıldı: Genç fizikçi, “Bir ışık ışınının sırtına binseydim dünye nasıl görünürdü?” diye sordu. Bu soruyu yanıtlamak için bir insanın saatte 100 km hızla giden bir otomobilde yolculuk ettiği ve arabanın önüne doğru saatte 50 km hızla bir top attığı varsayılabilir. Bu durumda yolda yanından geçen 51 ÖZEL GÖRELİLİĞİN DOĞUŞU arabaya bakan biri için araba ile tgopun hızları birbirine eklenecek ve deneye konu olan top, yol kenarındaki seyircilerin yanından saatte 150 km hızla geçip gidecektir. Aynı şekilde bir kişi saatte 80 km hızla gidiyor ve arkaya doğru saatte 60 km hızla bir top atıyorsa, topun hızı yol kenarında bekleyen gözlemci için 80-60=saatte 20 km olacaktı. ÖYLEYSE GÖRELELİK NEYE GÖRE? Bunlar Einstein’ın Galileo ve Newton’dan öğrendiği hareket kanunlarıydı. Peki ya uzay gemisinde ışık hızının üçte biriyle, yani saniyede 100 bin km hızla yol alan bir astronot söz konusu olduğunda durum değişir miydi? Bu astronot öne doğru saniyede 300 bin km hızla giden bir ışık ışını yollasa, örneğin önüne bir el feneri tutsa ışığın toplam hızı geminin yanından hızla geçtiği sabit bir uzay yolcusuna göre saniyede 400 bin km mi olurdu? Evren’in sağduyuya aykırı olsa da bir mantığı olması gerektiğini düşünen Einstein, bu noktada en can alıcı soruyu sordu: Işık hızının peşinden koşarsam ışığı yakalayabilir miyim? Einstein ışık hızını yakalabilseydi Newton haklı çıkacaktı ama bunun bir bedeli vardı. Zamanın ve uzayın mutlak olması durumunda, elektromanyetik kuvvetin doğasını açıklayan kusursuz Maxwell denklemlerinin yanlış olduğu ortaya çıkacaktı. Yok Maxwell haklıysa ve Newton yanılıyorsa bu kez de ışık hızının boşlukta neden sabit olduğunu ve neden ışık hızının el fenerinin hızına göre değişmediğini gösteren bir formül geliştirmek gerekiyordu. Einstein özel görelelik teorisini bu çelişkiyi çözmek için geliştirdi ve sorduğu sorunun cevabının “hayır” olduğunu öğrendi. KİMSE IŞIĞI YAKALAYAMAZ Çünkü kimse ışıktan hızlı gidemezdi: Einstein deney ve gözlemlere baktığında ışık hızının sabit olduğunu 52 Einstein 1905 Mayıs ayında bir gün kendisi gibi patent ofisinde çalışan yakın dostu Michele Besso’yu ziyaret etti ve on yıldan uzun bir süredir aklını kurcalayan sorunu dikkatine sundu: Fiziğin temel taşları olan Newton mekaniği ve Maxwell denklemleri birbiriyle uyumlu değildi. Ya birinin ya da diğerinin yanlış olması gerekiyordu. Ancak hangi teori doğru olursa olsun nihai çözüm fizik dünyasını kökten değiştirecek nitelikte olacaktı. Einstein bu paradoksu ışık hızıyla yarışa girerek çözmeye çalıştı, öyle ki hayatının ileriki yıllarında o günü şöyle hatırlayacaktı: “Özel görelilik teorisinin nüvesi bu paradoksta yatıyordu”. Einstein ile Besso saatlerce konuştular ve soruna her açıdan baktılar. Bu bağlamda Maxwell’in ışık hızının sabit oluşu görüşüyle çelişen Newton’ın mutlak uzay ve zaman kavramını da ele aldılar. Sonunda yorgunluğa yenik düştüklerinde Einstein bu soruyu yanıtlamayı asla başaramayacağını söyledi. Ancak o gece eve döndüğünde durumu zihninde tartmaya devam ediyordu. Özellikle de Bern şehrinin simgesi olan saat kulesinin yanında tramvayla geçtiği günü hatırlıyordu. Einstein, tramvayın saat kulesini tam arkasına alarak kuleden ışık hızıyla uzaklaşsaydı ne olacağını merak etti ve bu durumda saatin durmuş görüneceğini fark etti, çünkü saat kulesinin ışığı tramvayla aynı hızda gittiği için Einstein’a asla ulaşamayacaktı. Bununla birlikte hem tramvayın saati hem de kulenin saati kendi referans çerçevelerinde normal hızda çalışmaya devam edecekti ve yalnızca birbirine göre yavaşlayacaktı. Aslında bunun çok yalın ve zarif bir cevabı vardı. Zaman cisimlerin ne kadar hızlı hareket ettiğine bağlı olarak Evren’de farklı hızlarda akıyordu. Evren’in dört bir köşesindeki sayısız hayali saat ayrı bir zamanı gösteriyordu. Einstein nihayet dediği gibi Tanrı’nın ne düşündüğünü anlamıştı: “Uzay ve zamanla ilgili kavramlarımızla yasalarımızın yalnızca deneyimlerimizle açık bir ilişki içinde olduğunda geçerlilik kazanacağını anladığım anda sorunun çözümünü de bulmuş oldum. Eşzamanlılık konseptini esnek bir formda yorumlamak gerekiyordu ve görelilik teorisindeki sonuçlara da böyle vardım.” Einstein ertesi gün Besso’nun evine gitti ve daha merhaba bile demeden baklayı ağzından çıkardı: “Teşekkür ederim. Sorunu tümüyle çözdüm!” Einstein yaşlılığında o günü şöyle yorumlayacaktı: “Benim çözümüm zaman konseptini yeniden analiz etmekti. Zaman mutlak olarak tanımlanamazdı ve bu nedenle de zamanla ışık hızı arasında ayrılmaz bir ilişki vardı.” Einstein bunu izleyen altı hafta boyunca parlak buluşunun matematiksel detaylarını çıkardı ve bu sonuçları dünyanın en önemli bilimsel makalelerinden birinde paylaştı. Ancak genç adam bu sırada öyle yorulmuştu ki makaleleri eşi Mileva’ya matematiksel hatalara karşı kontrol etmesi için teslim ettikten hemen sonra yatağa girdi ve iki hafta boyunca yataktan çıkmadı. 31 sayfalık elle yazılmış makalenin son hali “Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği” başlığını taşıyordu ama mütevazi yazı dünya tarihini değiştirecekti. Einstein makalesinde hiçbir fizikçiye gönderme yapmıyor ve yalnızca Besso’ya teşekkür ediyordu. Dahi fizikçinin makalesi Annalen der Physik dergisinin Eylül 1905 sayısında, derginin 17. cildinde yayımlandı. Aslında Einstein çığır açan buluşları tetikleyen üç ayrı makale yayımlamıştı o sayıda. Öyle ki meslektaşlarından Max Born, derginin 17. cildinin bilimsel literatürün en önemli yayınlarından biri olduğunu söyledi. Her biri ayrı bir konuya değinen o üç makale bugün de birer başyapıt olarak kabul ediliyor. Annalen der Physik’in Eylül 1905 sayısının nüshaları 1994’te düzenlenen bir açık arttırmada 15 bin dolara satıldı. görüyordu. 1860’larda Amerikalı fizikçi Albert Michelson ile kimyazı Edward Morley, uzaktaki bir yıldızdan dünyaya gelen ışığın hızını saniyede 300 bin km olarak ölçmüştü ve bu hız hiç değişmiyordu. Dünya’nın Güneş çevresindeki 1 yıllık turu sırasında Güneş’e yakınlaşması ya da uzaklaşması da ışık hızını değiştirmiyordu. Dünya Güneş’e yakın da olsa uzak da olsa Güneş ışığı hep aynı hızda Dünya’ya ulaşıyordu. Işık hızının herkes için sabit olmasının Evren açısında çok önemli bir sonucu vardı: Fizik yasaları gözlemcinin hareketlerine göre değişmiyordu. Konumu ve hızı ne olursa olsun fizik yasaları herkes için aynıydı. Bu durumda uzayın ve zamanın birbirinden ayrı olduğunu, yani uzayla zamanın mutlak ve değişmez olduğunu söyleyen Newton mekaniği yanılıyordu. Işık hızı ancak uzay ve zaman ışığa göre eğilip bükülerek şekil değiştiriyorsa sabit olabilirdi. Böylelikle Einstein özel göreleliği geliştirmişti: Neye göre? Işığa göre. GÖRELİLİĞİN ŞAŞIRTICI SONUÇLARI Einstein özel göreliliğin şaşırtıcı sonuçlarını incelemek için Almanların Gedanken deneyleri dediği bir dizi düşünce deneyi yaptı ve zamanın yavaşlaması konusunu anlamaya çalıştı. Doğrusu bu deneyi masa başında yaptığı da söylenemez. Einstein’ın hayal gücü İsviçre’nin fiili başkenti Bern’de tramvaya binip evine dönerken çalışmaya başlamıştı. Genç patent memuru yolda giderken şehrin saat kulesine baktı ve kulenin tramvayın gerisinde kalışını seyretti. Bu sırada tramvay ışık hızına yaklaşırken arkasında ne göreceğini merak ediyordu. Hızla geride bıraktığı saatin yelkovanı gözüne nasıl görünecekti? Sonuçta tramvay vagonu saniyede 300 bin km ile ışık hızına ulaştığında saat kulesi de tramvaydan ışık hızında uzaklaşıyor olacaktı. Bu durumda zamanın donması ve saat kulesinin yelkovanının durması gerekiyordu. Çünkü tramvay ile saat kulesinden Einstein’ın gözüne gelen ışık ışınları aynı hızda gidiyor olacaktı. Bu tuhaf olayı açıklamanın tek yolu ışığın tüm gözlemciler için aynı hızda gittiğini kabul etmekti. Bu durum günlük hayatta ışıktan çok daha yavaş giden otomobiller için de geçerliydi. Bir araba yol kenarındaki tarlada çalışan bir çiftçinin yanından saatte 100 km hızla giderken, çiftçinin zamanı otomobilin sürücüsüne göre biraz hızlı akacak ve sürücünün zamanı da çiftçiye göre biraz yavaşlayacaktı. Ancak, otomobil çiftçiden onu tam arkasına alarak ışık hızında uzaklaşmadığı için çiftçinin zamanı sürücüye göre asla tümüyle durmayacaktı. Einstein böylece 1915 yılında geliştireceği genel görelilik teorisinin de temelini atmış oluyordu. Zamanın yavaşlaması sadece iki kişi arasındaki hız farkına değil, aynı zamanda hızlanmaya (ivmelenme) ve yön değişikliğine, yani vektörel süreçlere bağlıydı. İKİZLER PARADOKSUNA GİRİŞ Günlük hayatta saat farkları ihmal edilebilecek kadar küçüktü. Örneğin uçakta ayda 100 saat yolculuk eden bir işadamı dünyanın geri kalanına göre yılda sadece 1/1000 saniye kazanacak ve dolayısıyla saniyenin binde biri kadar yavaş yaşlanacaktı. Einstein’ın, ikizler paradoksunun ancak uzay gemisi ile ışık hızının yüzde 90’ı gibi çok yüksek hızlarda giden astronotlar için geçerli olacağını anladı. Işık hızının yüzde 90’ı ile giden ve Dünya’yı geride bırakan astronotlar Yeryüzü’ndeki ikizlerine göre yüzde 44 daha yavaş yaşlanacaktı. Peki zamanın yavaşlaması ne demekti? Sonuçta bir cismin hızı o cismin uzayda belirli bir yönde ve belirli bir sürede aldığı yoldu. İvmelenme gibi vektörel süreçler de bu şekilde ortaya çıkıyordu. Einstein bu noktada uzay-zamanın bir bütün olduğunu ve zamanın akışını da matematiksel bir grafikle, yani bir tür “zaman uzayı” ile gösterebileceğini fark etti. Kısacası ışık hızına yaklaşan cisimlerin boyu hareket yönünde kısalıyordu. Çünkü uzay-zamanda ışık hızının herkes için aynı olmasının tek yolu, hızlanan cisimlerin boyunun kısalması ve saatlerinin yavaşlamasıydı. Örneğin ışık hızına yakın hızda giden bir basketbol topu, topun karşıdan hızla üstüne gelişini seyreden rakip oyuncu için yufka yaprağı gibi yassılaşacak ve derinliğini kaybederek iki boyutlu bir cisme dönüşecekti. Einstein bunu Lorentz dönüşümleri denilen matematik formülleriyle gösterdi ve uzay-zamanın bükülebildiğini göstermek için de eğri Riemann geometrisini kullandı. KISALMA, YAVAŞLAMA VE KÜTLE ARTIŞI Einstein uzay-zamanda kısalma ve yavaşlamaya yol açan göreliliğin üçüncü bir etkisi daha olduğunu gördü: Işık hızına yaklaşan cisimlerin kütlesi artıyordu. Nitekim uzayzamanı birlikte tanımlayan formülleri geliştirdiği zaman E=mc2 denklemi ile enerjinin kütleye ve kütlenin de enerjiye dönüşebileceğini gösterdi. Nasıl ki uzayda ışık hızına yaklaşan cisimlerin boyu hareket yönünde kısalıyordu, bunları daha fazla hızlandırmak için eklenen enerjinin büyük kısmı da cisimleri hızlandırmak yerine kütlesini artırmaya yarıyordu. İşte bu yüzden kütleli cisimlerin ışık hızında gitmesi olanaksızdı. Çünkü ışık hızında gitmek için gereken enerjinin tamamı cismin kütlesini artırmakta kullanılacak ve dolayısıyla ışık hızına ulaşmak için sonsuz enerji gerekecekti. Einstein uzayda ışık hızının sabit olması için bütün cisimlerin hızının ışık hızına göre ölçülmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Bunu yapabilmek için de hiçbir cismin ışık hızında veya ışıktan hızlı gidemeyeceğini göstermek gerekiyordu. Einstein bunu Newton mekaniğinden kalma bir olguyu formüle ederek kanıtladı: Kütleli bütün cisimler hızlanmaya direnç gösteriyor ve fizikte buna eylemsizlik deniyordu. Örneğin bir arabayı hızlandırmak için motoru 53 Foto1: Einstein ilk eşi Mileva ile. Foto 2: Einstein ikinci eşi Elsa ile seyahatte. daha hızlı çalıştırmak, daha çok yakıt yakmak ve daha fazla enerji tüketmek gerekiyordu. Kütleli bir cisim ışık hızında gidemezdi, çünkü hızlanmaya sonsuz direnç gösterirdi. YERÇEKİMİ VE GENEL GÖRELİLİK Bilim insanları, Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) çalışan astronotların ağırlıksız ortamda olduğunu söylüyor, ancak dikkat edilecek olursa yerçekimsiz ortamda olduklarını söylemiyor. Yerçekimi Dünya’nın yüzeyinin hemen yakınındaki cisimlere uyguladığı kütleçekim gücü olarak tanımlanıyor. Küçük g ile ifade edilen bu çekim gücü, astronotlar ve uzay istasyonları gibi cisimlerin Dünya’ya düşmesine neden oluyor. Ancak bu noktada hem evrensel kütleçekim kuvveti (büyük G) hem de merkez kaç kuvveti devreye giriyor. Örneğin Dünya yörüngesinde dönen ISS sürekli olarak yeryüzüne düşüyor, ama yerden 420 km yüksekte çok hızlı döndüğü ve Dünya’da yuvarlak olduğu için ISS ile Dünya arasındaki mesafe hiç kısalmıyor. Fizikçiler bu durumu serbest düşüş olarak adlandırıyor. Serbest düşüş halindeki bir cisimde düşüş yönü ve hızı değişmiyor. Cisimlerin ağırlık kazanması ise sadece Dünya’ya göre hız veya yön değiştirdikleri zaman, yani hızlandıkları ya da yavaşladıkları zaman ortaya çıkıyor. Serbest düşüş halindeki ISS astronotları bu sebeple ağırlıksız ortamda bulunuyor (elbette manevra roketleri ateşlenirken mikro yerçekimi ortamında). Genel görelilik teorisi aynı zamanda güçlü bir yerçekimine sahip olan cisimlerin üzerinde zamanın daha yavaş aktığını gösteriyor. Yerçekimi özünde cisimlerin hızlanmasıyla ilgili olduğundan ve kütle çekimde bir gökcisminin diğer cisimleri kendine doğru çekmesi anlamına geldiğinden, özel görelilikte geçen “hızlanan cisimlerde zaman yavaşlar” önermesi genel görelilikte “yerçekimi 54 İNİŞLİ ÇIKIŞLI BİR HAYAT Einstein’ın amacı Evren’in bütün güzelliğini tek bir kısa denkleme sığdırmaktı, ancak bu rüyayı gerçekleştimek için uzun yıllar çalışması ve kendine dostça davranmayan akademik dünya ile mücadele etmesi gerekti. Einstein çoğu insan gibi küçükken başladı ama 1915’te yayınladığı genel görelilik teorisinin ardından bütün dünya onu tanıdı. 1900 yılında Albert Einstein Zürih Teknik Üniversitesi’nde okuyan 21 yaşında bir öğrenciydi ve öğretmenleri onun tembel bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Doğrusu öğretmenlerinden hiçbiri onun 15 yıl içinde dünyanın en ünlü bilim insanı olacağını tahmin edemezdi ve Einstein da okul yıllarındaki umursamazlığının bedelini mezun olduktan sonra işsiz kalarak ödedi. Depresyon ve umutsuzluk Einstein kısa süre içinde babasını kaybettiğinde olanlardan kendini sorumlu tuttu. 1902 yılında depresyona girmişti ve ailesi için bir yüz karası olduğunu düşünüyordu. Böylece İsviçre’nin başkenti Bern’e taşınarak bilim dünyasından uzak bir kariyere atılmaya karar verdi. Bu noktada arkadaşlarından biri ona İsviçre patent ofisinde patent memuru olarak iş ayarladı. Einstein patent ofisinin üçüncü katındaki odasında haftada altı gün çalışılarak İsviçre hükümetine sunulan patent başvurularını incelemeye başladı. Detaylı analiz ve büyük dikkat isteyen bu iş görelilik teorisi için kendisini geliştirmesine de yardımcı oldu. Einstein tüm patent değerlendirme raporlarını en kısa sürede hazırlayarak amirlerine teslim ediyor ve Evren’in sırlarını düşünmek için yeterli boş vakit buluyordu. Böylece ofisteki sandalyesinde otururken gökkuşağının farklı renklerini oluşturan ışık huzmeleriyle hareket edebilseydi ne göreceğini hayal etmeye çalıştı. Özel hayatı ve evlilikleri Mileva Maric, Einstein’ın ilk eşiydi. Hatta evlenmeden önce Liesel adını verdikleri bir kızları olmuştu fakat Liesel’in hayatı konusunda net bir bilgi bulunmuyor, bebekken öldüğü ya da evlatlık verildiği söyleniyor. Einstein ve Maric 1903’te evlendikten sonra oğulları oldu: Hans Albert ile Eduard. Ama genç çift 1914’te ayrı yaşamaya başladı ve 1919’da boşandı. Ardından Einstein tekrar evlendi ve 1922’de Nobel Ödülü aldıktan sonra bundan elde ettiği parayı çocuklarına bakması için eski eşine gönderdi ve 1930’da şizofreni teşhisi konulan Eduard’ın bir klinikte tedavi görmesi için gereken desteği sağlayarak ailesine yardım etmeyi sürdürdü. Einstein’ın ilk eşiyle geçirdiği fırtınalı yıllar bugünde gizemini koruyor. Öyle ki zaman içinde Maric’in 1905 yılında Einstein’a mal edilen bilimsel makalelere büyük katkı yaptığını öne sürenler oldu. Ancak sonunda Einstein’ın ilk eşinin iyi bir fizik eğitimi almış olmasına karşın hiçbir bilimsel çalışma yapmadığı konusunda görüş birliğine varıldı. 1912 yılında Paskalya tatili sırasında kuzeni Elsa Löwenthal ile görüşmeye başlayan Albert Einstein 2 Haziran 1919’da onunla evlendi ve genç çift Margot ile Ilse adında iki kız evlat edindi. Ancak Einstein’ın 1920-1933 arasında çok sayıda evlilik dışı ilişki yaşadığı da söyleniyor. Einstein’ın evliliği nispeten kısa sürdü çünkü Elsa Einstein 1936 yılında kalp ve böbrek yetmezliğinden hayatını kaybetti. güçlü olan gökcisimlerinde zaman yavaşlar” şeklinde ifade edilebiliyor. Interstellar (Yıldızlar Arasında) filmindeki Gargantua adlı kara deliğin yörüngesinde zamanın Dünya’ya göre daha yavaş geçmesi de bundan kaynaklanıyor. EİNTEİN INTERSTELLAR (YILDIZLAR ARASINDA) FİLMİNİ İZLEMEDİ Elbette dahi fizikçi Interstellar’ı (Yıldızlar Arasında) filmini izlemedi ama genel görelilik için şu düşünce deneyini yaparak filme esin kaynağı oldu: Eintein ışık hızına yakın hızda giden bir uzay gemisinde zamanın yavaşlayacağını biliyordu. Üstelik dışarıdan bakan biri için bu gemi ışık hızına yaklaşmasına rağmen gökte süper yavaş hareket edecekti ve birisi gemide yere su bardağı düşürse dışarıdan bakanlar için bardağın yere düşüp parçalanması saatler alacaktı. Oysa yapay yerçekimi yaratan gemideki astronotlar için bardak bir saniyede düşüp kırılacaktı. Peki hangi gözlem doğruydu? Bardak ne zaman kırılıyordu? Dünya’ya göre iki saat sonra mı? Yoksa astronota göre 1 saniye içinde mi? Özel görelilik ışık hızına yaklaşan gemide zamanın Dünya’ya göre yavaşlayacağını gösteriyor ve Einstein’ın sezgileri de hem Dünya’daki gözlemcinin hem de astronotların haklı olacağını söylüyordu. Evet, bardağın yere düşüp kırılması iki saat sürmüştü ve evet bardağın yere düşüp kırılması bir saniye almıştı. Görelilik prensibine göre herkes haklıydı. Oysa Einstein her iki gözlemcinin de haklı olduğunu ayrı bir fizik formülüyle göstermek istiyordu. Bu formülle göreliliğin hızlanan ve yavaşlayan cisimler üzerindeki etkisini gösterecekti. Örneğin, astronotlardan biri ışık hızına yakın hızda giden geminin kapısını açıp su bardağını uzaya attığı zaman yavaşlayarak Dünya’ya doğru düşmeye başlayan bardağın zamanıyla Dünya’nın zamanının birbirine nasıl eşitlendiğini matematiksel olarak açıklayacaktı. Böylece Einstein hızlanmayı, yerçekimi ve kütleçekimi bir araya getiren tam kapsamlı bir teori geliştirmeyi başardı. E=mc2 denklemiyle özetlenen bu genel teori enerjinin kütle çarpı ışık hızının karesine eşit olduğuna işaret ediyordu. Işık hızına karşılık gelen c’den türetilen c2 ifadesi ivmelenmeye karşılık geldiği için, genel görelilik teorisi sadece basit hız farklarıyla ilgilenen özel göreliliğin, hızlanmayı ve yavaşlamayı da hesaba katmasını sağlıyordu. EİNSTEİN’IN GENEL GÖRELİLİK TEORİSİ OLMASAYDI NELER OLURDU? Kısacası, Einstein ve bulduğu genel görelilik teorisi olmasaydı, günümüzde binlerce yıl geçmesine rağmen mağaralarda yaşayan atalarımızdan halen daha bir farkımızın kalmayacağını özellikle vurgulamamız gerekiyor. Bilim insanları Dünya’dan 20 bin km uzakta dönen küresel konumlandırma (GPS) uydularındaki saatlerin, yerçekimin aradaki mesafe yüzünden zayıflaması sebebiyle nasıl daha hızlı çalıştığını açıklayamazdı. Nitekim bugün mühendisler GPS uydularında zamanın Dünya’ya göre daha hızlı aktığını hesaba katmak zorunda. Yoksa akıllı telefonlarla yapılan Swarm check-in’leri doğru konumu göstermezdi. EFSANE ASANSÖR Einstein bu kez ayaklarının yere sağlam bastığı hareketsiz bir asansörde olduğunu ve normal ağırlığını hissettiğini düşündü. Bu durumda uzaydan Dünya’ya doğru saniyede 9.8 metrelik yerçekimi ivmelenmesiyle düştüğünü söylemek ile asansörde ayakta durduğunu söylemek arasında bir fark var mıydı? Hayır, her durumda asansördeki kişi normal ağırlığını hissedecekti. Ardından Newton’un elmasını farklı bir bağlamda kullanmak isteyen Einstein, yere bir elma atmayı denedi. Genel görelilik teorisine göre, bir elmanın yere doğru düşmesi ile asansörün zemininin yükselerek uzayda sabit duran bir elmaya yerçekimine bağlı serbest düşüş hızıyla alttan çarpması aynı şeydi. Einstein hızlanma, yavaşlama ve yön değiştirme gibi değişiklikler söz konusu olmadığı sürece uzay boşluğunda sabit hızla gitmek Dünya’ya doğru serbest düşüş halinde olmak arasında hiçbir fark olmadığını anladı. Bu mantığı görelilik teorisine uyguladığında ise yalnızca güçlü bir kütleçekim alanında, örneğin süper kütleli bir kara deliğin olay ufkunun yakınında zamanın neden yavaş aktığını anlamakla kalmadı aynı zamanda ışık hızına yaklaşan cisimlerin boyunun neden hareket yönünde kısaldığını da çözmüş oldu. TESTLERDEN BAŞARIYLA GEÇTİ Genel görelilik, GPS uydularından jet uçaklarındaki atom saatlerine kadar sayısız testten başarıyla geçti. Genel göreliliğin en çarpıcı sonucu, durağan kütlesi sıfır olan ve bu nedenle de boşlukta ışık hızında giden fotonların bile E=mc2 denklemi uyarınca yerçekiminden etkilenmesi gerektiğiydi. Enerji kütleye ve kütlede enerjiye dönüşebildiği için ışık ışınları bile uzay-zamanı büken kütleçekim alanından etkileniyordu. Einstein’ın genel görelilik teorisi 1919 yılında gözlemlenen güneş tutulması sırasında test edildi ve deneyin sonucunu heyecanla bekleyen bilim insanları ışığın onun dediği gibi büküldüğünü gördükleri zaman Albert Einstein da tarihin en büyük bilim insanları arasında yerini almış oldu. TANRI’NIN DÜŞÜNCELERİNİ ANLAMAK Einstein 1920 yılından 18 Nisan 1955’te hayata gözünü yumduğu ana kadar asla kamuoyu gündeminden düşmedi ve zamanının ilerisindeki devrimsel görüşleriyle daha hayattayken ölümsüzlüğü yakalayan nadir insanlar arasında yer aldı. Bu süre zarfında sayısız gazete ve dergiye manşet olan Einstein’a yeni kurulan İsrail devletinin cumhurbaşkanlığı bile teklif edildi ama o bu teklifi geri çevirdi. Einstein E=mc2 ile atom çağının önünü açmış ve Japonya’ya atılan atom bombalarının geliştirildiği Manhattan projesine ilham vermiş olamsına karşın, nükler silahlara ömrünün sonuna kadar karşı çıktı ve en mutlu zamanlarının Zürih kafelerinde hayaller kurduğu günler olduğunu sık sık dile getirdi. 1900’lerin başlarında düzenlenen partilerde keman çalarak dönemin genç kızları arasında küçük bir ün kazanan Einstein, yaratıcılığının en belirgin özelliği olan şakacılığını ve merak duygusunu hiç kaybetmedi. 55 Dr. Hatice BOLATCAN YAZAR KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ ÇIKARDIĞI KANUNLA KORUMA KÜLTÜRÜNÜ BAŞLATARAK ARKEOLOJİK YAĞMANIN ÖNÜNE GEÇEN KİMDİR? Osmanlı’da güzel sanatlar eğitimi veren tek bir kurum olmadığı dönemde ilk güzel sanatlar lisesini kurarak, öğrencilerin güzel sanatlar eğitimi için yurtdışına gitme zorunluluğunu ortadan kaldıran kimdir? Kurduğu müze ile müzecilik anlayışını başlatan ilk Türk arkeoloğu kimdir? Ressam kimliği ile tanınan, hem doğu hem batı kültürüne vakıf olması sebebiyle Osmanlı kültürünü batıya tanıtma misyonu yüklenen sanat adamı kimdir? Aydınlanma düşüncesinin tohumlarını eken kimdir? Hal böyleyken Türkiye’nin sahiplenmesi gereken bu girişimci entelektüel sanat adamının, Osmani Hamdi Bey’in ölümünün 100.yılı Unesco tarafından “Osman Hamdi Bey Yılı” ilan edildi. Osman Hamdi Bey’in babası yurtdışına eğitim için giden ilk dört öğrenciden biridir. Paris’te hazırlık eğitimden sonra maden mühendisliği eğitimini aldı ve Osmanlı Devleti’nin ilk maden mühendisi oldu. İbrahim Ethem Paşa oğlu Osman Hamdi’nin Paris’te Hukuk eğitimi almasını istiyordu. Osman Hamdi Bey’in Paris’e geldiği günlerde III.Napolyon’un mutlak iktidarı hüküm sürmekteydi. Osman Hamdi Bey Paris’te 8 yıl kaldı. Önce hazırlık okulunu tamamladı, Fransızcasını kusursuz hale getirdi. Sonra hukuk fakültesine girdi. Fakat dersleri bir türlü sevemedi. O dönemde Paris’te Beaux Arts klasik bir sanat eğitimi veriyordu. Beaux Arts’ta konuk öğrenci olarak derslere katıldı. Atölyeden atölyeye koşarak ünlü ressamlarla çalışıyor ve kendi rengini arıyordu. İbrahim Ethem Paşa oğlunun hukuk eğitimini bırakmasını bir türlü kabullenemiyordu. 1867 Mayısının son günlerinde Fransız gazeteleri imparator III.Napolyon’un Türk Sultanını Paris’e davet ettiğini, Sultanın 56 da bu davete olumlu cevap verdiği yazıyordu. Osman Hamdi okuduklarına inanamadı. Yüzlerce yıldır hiçbir Osmanlı Sultanı savaş dışında Osmanlı sınırlarının dışına çıkmamıştı. Sultan Abdülaziz’i Lion Garın’da III.Napolyon bizzat kendisi karşıladı. Paris’teki sekiz yılın ardından babası yazdığı mektupla İstanbul’a dönmesini istiyordu. Osman Hamdi Paris’te tanıştığı Maria isimli Fransız kızla evlendi. Babasına yazdığı mektupta resim yapmaktan asla vazgeçmeyeciğini yazıyordu. İstanbul’a döndükten sonra İbrahim Ethem Paşa Bağdat’a yolladı. Mithat Paşa Bağdat Valisiydi. Bir çok kişi gibi Osman Hamdi Bey de Mithat Paşa’nın imparatorluğun kaderini değiştireceğine inanıyordu. Kısa bir süre sonra Mithat Paşa’nın Bağdat’taki görevi bitti. Osman Hamdi Bey Bağdat’taki iki yılın ardından Istanbul’a döndü. Paris’te batıyı, Bağdat’ta doğuyu ve de yokluğu yaşamıştı. Özel hayatında batılı gibi davranmasının, tablolarında doğulu gibi görülmesinin ardında belki de bu çelişki vardı. 1873 yılın da Viyana Fuarı nedeniyle Avrupa’ya gitti. Viyana Sergisi Osmanlı Baş komiseri olarak görev aldı. Viyana’da kaldığı süreçte Maria isimli Fransız kıza aşık oldu. Evlenme teklif etti. Düğün İstanbul’da yapıldı. O’na Naile dedi. 5 Şubat 1877 sabahı Sadrazam Mithat Paşa görevden alındı. Yerine babası İbrahim Ethem Paşa sadrazam oldu. Osman Hamdi Bey’in duyguları karmakarışıktı. Mithat Paşa için üzülürken babası için sevinmesi gerekiyordu. 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sırasında 6. Bölgenin Belediye reisi olarak görev yaptı. Hayatını değiştirecek mevkiye 40 yaşına basmak üzereyken 1881 yılında müze müdürü olarak atanmasıyla geldi.Modern anlamda müzeciliği başlatan Osman Hamdi Bey’dir. 400 küsür yaşındaki Çinili köşk müze olarak kullanılıyordu. Çinili köşkün ne halde olduğunu Osman Hamdi Bey biliyor ve Paris’teyken bir çok defa gittiği Louvre Müzesini hatırlamadan edemiyordu. Birkaç ay sonra 10 Ocak 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebini kurdu ve başına geçti. 3 Mart 1883 günü eğitime başladı. Aslında aklındaki, Sanayi-i Nefise Mektebinde Ecole des Beaux Arts’ın eğitim anlayışını hayata geçirmekti. Burası Osmanlı Devletinin ilk Güzel Sanatlar Akademisiydi. Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi olarak bilinir. Arkeoloji Müzesinin yeni müdürü Osman Hamdi Bey ilk önce Nemrut’a çıkmak istiyordu.İlk Türk kazı ekibi Komagene Kral’lığının kutsal mezar alanı olarak kullandığı bölgeye çıktı. Sağlam halatlar, çevreden güçlü köylüler ve ekipteki heykeltıraşlarla heykeller kaldırıldı, onarıldı. Osman Hamdi Bey ressam olduğu için Sanayi-i Nefise Mektebine müdür olmuştu. Müze müdürü olduğu için arkeolog olmak zorunda kaldı. Bu sayede yeni bir fetih hareketi başlattı. Bu fetih kuzey-güney, doğu-batıya değil tarihsel olarak toprağın derinliklerine doğru olacaktı. Başlattığı işin daha verimli olması için tüzüğü değiştirmesi gerekti. 1874’te çıkan Nizamname’nin üzerinden 10 yıl geçmişti ama bir türlü tarihi eserlerin yurtdışına çıkışına engel olunamamıştı. Yürürlükteki tüzük engel olmak şöyle dursun hırsızlığa açık açık onay veriyordu. Devlet kazı yapan ve arazi sahibi buluntuları eşit olarak paylaşır diyordu. On yıllardır arkeolojik yağma yaşanıyordu. Karl Humann adında bir Alman mühendis Bergama antik kentini kazmış ve Zeus Sunağı’nı Ege’de bekleyen bir gemiyle Berlin’e taşımıştı. Zeus Sunağı Berlin’de birleşti. Henry Şchlieman ise Hisarlık Tepesini kazıyor ve Truva savaşının kahramanlarından Kral Priamos’un hazinesi olan eserleri alıp yurtdışına kaçırıyordu. Kazıda bulunan eserlerin artık tümünün Osmanlı Devleti’ne ait olma zamanı gelmişti.21 Şubat 1884’te yeni Asar-ı Atike Nizamnamesi yürürlüğe girdi. Bundan böyle toprağın altında ve üstündeki tüm eserler devlete ait olacaktı. Avrupa bu durumdan hoşlanmasa da artık oyun Istanbul’daki müze müdürünün kurallarına göre olacaktı. Bir sonraki durak Sayda idi. 30 Nisan 1887 günü Sayda Limanı’na varıldı. İskender Lahiti ve Ağlayan Kadın Lahiti burada bulundu. Tüm lahitler sapasağlam müzeye taşındı. Bunlar nerede sergilenecekti? Osman Hamdi’nin en büyük hayali büyük bir Arkeoloji Müzesi kurmaktı. Görkemli bir müze binası yaptıracaktı. Mimar Alexander Vallaury görevlendirildi. Istanbul Arkeoloji binası 13 Haziran 1891’de hizmete girdi.Lahitlerin gelmesinden 4 yıl sonra açıldı. Ama beklenildiğine değdi. Istanbul’un en gözalıcı neoklasik eseri olmuştu. İskender Lahitini görmek için tüm dünyadan ziyaretçiler geliyordu. Arkeoloji Müzesinin açılmasının ardından Osman Hamdi Bey her konuda destek gördüğü babasını kaybetti. İbrahim Ethem Paşa’nın hayatı da ilginçti. 1820’nin başlarında Sakız Ada’sında bir Rum ailenin bebeği olarak dünyaya geldi. Yunan ayaklanmasının olduğu yıllar Sakız Ada’sında çarpışmalar devam ediyordu. Savaşta ailesini kaybeden kız ve erkek çocuklar Istanbul’a getirilir. Kızlar cariye erkekler köle olarak satılırdı. Ancak bu bebek dönemin önemli siyasi figürlerinden Hüsrev Paşa tarafından evlat edinildi ve İbrahim Ethem adı verildi. Böylece bu erkek bebeğin kaderi değişti. Osmanlı Devleti’nde yurtdışı eğitime giden ilk dört öğrenciden biridir. Pasteur ile aynı sınıfta olduğu ve onu geçerek okul birincisi olarak mezun olduğu söylenir. Osmanlı’nın ilk maden mühendisidir. Çeşitli nazırlık görevlerinde ve sadrazamlıkta görev almıştır. Yeni yüzyılda Osman Hamdi Bey resim çalışmalarına daha çok zaman ayırdı. Birçok başyapıt bu dönemde tamamlandı. Genç bir kadını rahle üzerinde tanımladığı Mihrap isimli tablosu muhafazakar kesimlerde tepki uyandırdı.Kadın model olarak eşi Naile Hanım’ı,erkek model olarak kendini kullanıyordu. Model kullanmadığında fotoğraftan çalışırdı. 1906 yılının özel bir önemi var. 1906 yılında Arkeoloji Müze Müdürlüğü görevinde çeyrek asrı doldurdu. Avrupa’da kraliyet nişanlarıyla ödüllendirildi. Osman Hamdi Bey yaşayan bir efsaneydi artık. Sayda buluntularının İstanbul’a nakli sırasında Lahitlerin başına bir iş gelmesin diye kendini Lahitlere zincirlediği konuşuluyordu. Padişahın lahitleri Alman İmparatoruna hediye edeceği söylendiğinde; “O lahitlerin içine girer kendimi öldürürüm. Lahiti alan benim cesedimi de alır” dediği kulaktan kulağa yayılıyordu. Aynı yıl Kaplumbağa Terbiyecisi Tablosunu da tamamladı.Tablo bittiğinde başyapıtına baktığını anladı.1907’de Kaplumbağa Terbiyecisi tablosundan bir tane daha yaptı. Tablolarına isim vermezdi. Tablolar sergilerde teşhir edildikçe basında haberleri yayınlandıkça bir isim önem çıkar ve tablo öyle anılmaya başlardı. Doğu kostümleri içinde kendini çizmişti. Kaplumbağa Terbiyecisi Tablosunda ayakta dikilen adamın yüzünde hem bir baba şefkati, hem sert bir öğretmen bakışı vardı. Gözünü kaplumbağalara umutsuzca diktiği de geleceğe umutla baktığı da söylenebilirdi. Ama ne olursa olsun yaşlı eğiticinin işi zordu. Çünkü o ağırkanlı hayvanların öğrenmeye hevesi olmadığı aşikardı. Başlarındaki adamın sabırlı olmaktan başka çaresi yoktu. Kendi hayat hikayesini özetlemişti. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakar toplumda eğitici rolü oynamak iğne ile kuyu kazmaya benziyordu. Kaplumbağa Terbiyecisinden farkı yoktu aslında. Osman Hamdi Bey Oryantalist resimlerinde; Osmanlı-Selçuklu motiflerini kullanarak, o zaman batıda yapılan doğuyu biçimsel olarak gören bir takım, ön yargılara göre niteleyen bir oryantalizm anlayışının dışında bir oryantalist anlayışla hareket etti resimlerinde. Gerçi resimlerini Paris ve Londra salonları için yaptı.Hocaları Jeron ve Blanche’den farkı kendi bildiği bir dünyayı resimlemesiydi.İslam toplumunu, İslam kültürünü ve onun ürettiği sanat örneklerini resimlerinde defalarca ele aldı. Çiniler, etnik kıyafetler, maden ocakları, din adamlarını görürüz resimlerinde. Osmanlı dünyasını batıya tanıtma fırsatı da vardı Osman Hamdi Bey’in. Çünkü O hem doğu hem batı kültürüne vakıftı. Biz bunu batılı bir oryantalistte göremeyiz. Osman Hamdi Bey üslup olarak Fransız Oryantalizminin devamcısıdır. Türk resminde büyük figürü kullanan sanatçıdır. İlk figüratif çalışmaları yaptı. Öyküsü olan ve mesajı olan resimler yapmıştır. Anıtsal boyutta figür resmi Osman Hamdi Bey ile başlar. Sanayi-i Nefise Mektebi ilk açıldığında Avrupa akademilerinde eğitim almış yabancı hocalarla derslere başlayarak Türk resminde yeni bir sayfa açmıştır. Osman Hamdi Bey 1910 yılına hasta olarak girdi.24 Şubat 1910’da korkulan gerçekleşti. Naaş-ı ilk olarak kendi elleriyle var etti. Müzenin bahçesine getirildi. Öğrenciler,hocalar,müze çalışanları karşıladılar O’nu cenazesinde Türkler kadar yabancılar da vardı. Büyükelçiler,diplomatlar yerli yabancı birçok devlet adamı cenazedeydi. Ayasofya’daki cenaze namazının ardından Osman Hamdi Bey’in naaşını taşıyan vapur iskeledeki insan selini selamlayarak Eskihisar’a dümen kırdı. Vasiyeti gereği Eskihisar’da defnedildi. Birçok ilke imza atan bu vizyoner entelektüel insanın hayatının sinema filmi olması dileğimle … Bol sanatlı bir yıl dilerim. GEZİ Avrupa’nın küçük hazineleri Bir İngiliz köyü düşünün, ABD’ye taşınmak istenmiş olsun. Bir İtalyan köyü düşünün, ‘Orta Çağ Manhattan’ı diye anılsın. Avrupa’nın meşhur kentleri bir yana; köyleri, kasabaları ve minik şehirleri başka yana… Tuz madeninin var ettiği güzellik HALLSTATT, SALZKAMMERGUT / AVUSTURYA allstatt’ta insan neye bakacağını şaşırıyor. Mimariye mi, dağlara mı, göle mi? Köyün her yanı bir estetik mucizesi. Üçgen çatılı zarif evleri, heybetli dağları ve bu güzellikleri ayna gibi yansıtan gölüyle Hallstatt masal kitabından çıkmış gibi. Bu minik Avusturya köyü için ‘buzdağı’ benzetmesi yerinde olur, zira görünenden fazlası yerin altında! Köyü çevreleyen dimdik dağlar dünyanın en eski tuz madenine ev sahipliği yapıyor. Eğlence arayanlar; bu madeni mutlaka görmeli: ‘Salzkammergut’ denilen bu madenlere inilebiliyor, hem de kızaklarla! Yeraltındaki tuz gölü ve tarih öncesi dönemden kalma bir madencinin mumyası görülmeli. Burada tuz madenciliği çok eski çağlarda başlamış; tarihte ‘Hallstatt Dönemi’ (M.Ö. 800-400) diye anılan bir periyot bile var. Hallstatt’ta, türünün son örneklerinden olan, Saint Michael Klisesi’ndeki Kemik Evi’ni de ziyaret edip, binden fazla kafatasının sergilendiği mezarlığı 58 da görmelisiniz. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan köyü gezmekten vaktiniz kalırsa, yakınlardaki Dachstein Buzulu’nu ziyaret edebilir ya da Obertraun’da mağara turu yapabilirsiniz. Bad Goisern de özellikle yazın yürüyüşçüler ve bisikletçiler arasında popüler. Yazın köyde otel bulmak sıkıntılı; alternatifi yakınlardaki Obertraun. Nasıl gidilir? Salzburg’dan otobüs ve trenle, Viyana’dan trenle gelinebilir. Tren istasyonu gölün karşı kıyısında; köye feribot ve teknelerle geçilebilir. Köye araç girişi mayıstan ekime kadar sınırlanıyor, elektronik kapılardan giriş yapılıyor. Gece köyde konaklarsanız kapılardan geçip, ücretsiz park edebiliyorsunuz. Yine de öncesinde otelden kontrol edin. 59 Haydutların gözdesiydi RONDA, MALAGA / İSPANYA Van Gogh’un ışığına aşık olduğu şehir ransa’nın güneyinde, güneşin yıkadığı bir küçük şehir… Sıkış tepiş sokakları ve renkli kafeleri ‘daha önce gördüm’ hissi yaratırsa şaşırmayın; nedeni Van Gogh’tur. 1888’de Arles’a güneyin ışığını keşfetmek ve çalışacak ucuz bir yer bulmak için gelen Hollandalı ressam, ‘Cafe Terrace’ dahil 30’dan fazla eserini burada yaptı. Resmettiği pek çok yer hala görülebilir. Van Gogh şehri ziyaret için ideal zamanı da, arkadaşı ressam Paul Gauguin’e yazdığı bir mektupta söylemişti: “Eğer mistral rüzgarı vakti gelirsen Arles seni hayal kırıklığına uğratır belki. Ama bekle. Eninde sonunda buranınşiirselliğini kavrayacaksın.” Bölgenin parlak renkleri, burada doğan tasarımcı Christian Lacroix’yı da etkilemiş. Provence güneşinin altında renk renk evleri, Rhone Nehri, şarap barları, bistroları, taş meydanları, etkileyici Roma kalıntıları ve yaz vakti lavanta tarlalarıyla Arles büyüleyici. Bir zamanlar buradaki devasa açık hava tiyotralarında gladyatör dövüşleri ve at arabası yarışları yapılırmış. Günümüzde amfitiyatro kanlı boğa dövüşlerinin merkezi. Arles, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde. Nasıl gidilir? Nimes, Montpellier, Marseille ve Avignon gibi ana hatlardan tren seferleri mevcut. Aix-en-Provence ve Camargue’nün çeşitli noktalarından otobüs seferleri bulunuyor. Nimes Havaalanı 20 kilometre mesafede, ancak buradan Arles’a toplu taşıma aracı yok. arp kayalıkların üzerinde nefes kesen bir güzellik Ronda… Endülüs’ün üç büyükleri Cordoba, Sevilla ve Granada’yı tepeden izliyor. Etraf, Guadalevin Nehri’nin biçimlendirdiği yeşil vadilerle çevrili. Ortasından derin El Tajo boğazıyla ikiye ayrılıyor ve 18’inci yüzyıl yapımı Puente Nuevo köprüsüyle tekrar bağlanıyor. Bir taraf eski, bir taraf yeni merkez. Köprüden güneye doğru yürürseniz sizi, Mağribi kültürünün izlerini taşıyan çarpıcı eski şehir bölgesi La Ciudad karşılayacak. Çevre şık dükkanlar, kafeler, tapas barlarıyla dolu. Eski şehri gezerken, kendi özel bahçeleri içinde malikanelere de rastlayacaksınız. Rönesans karakteristiğini yansıtan bu çarpıcı yapılarda, günümüzde kasabanın ileri gelenleri yaşıyor. Bir vakitler buraların hakimi İslami dönem yapıları ve saraylarmış, hatta zenginliği nedeniyle bölge haydutların da gözdesiymiş. Haydutlarda epey sonra, 19’uncu yüzyılın sonlarında kasaba Alexandre Dumas, Ernest Hemingway ve Orsa Welles gibi yazar ve oyuncuların favorisi olmuş. Kasaba halkı, geçen yıl ABD First Lady’si Micheal Obama’yı ağırlamaktan da memnun. Son bir not olarak, Ronda’nın ‘modern’ boğa dövüşlerinin doğduğu yer olduğunu da belirtelim. Günümüz boğa dövüşlerinin ne derece modern olduğu tartışılır ama bu kültürün izleri kasabada sıkça karşınıza çıkacak. Ülkenin en eski arenalarından Plaza de Toros buna örnek. Nasıl gidilir? Endülüs’ün pek çok yerinden tren ya da otobüsle ulaşılabilir. 100 kilometre mesafedeki Malaga’yı merkez kabul edersek, trenle iki saat, otobüsle iki saatten az sürede Ronda’ya ulaşabilirsiniz. ARLES, PROVENCE / FRANSA 60 61 Orta Çağ Manhattan’ı SAN GIMIGNANO, TOSKANA / İTALYA loransa ve Siena arasında küçük bir Orta Çağ kasabası… Toskana’nın yeşil çayırlarının orta yerinde yükselen 14 kulesiyle bir tür Orta Çağ Manhattan’ına benzetiliyor. Altın günlerinde burada tam 72 kule ev varmış ve bazılarının yüksekliği 50 metreyi buluyormuş. “Neden bu kadar yüksek kuleler yapmaya ihtiyaç duydular?” sorusuna anlamlı bir yanıt bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. Kulelerin uzunluğu, zenginlerin güç gösterisinden başka bir şey değildi. Kasabada, kule evler kadar 14’üncü ve 15’inci yüzyıllardan kalma sanat eserleri, freskler, meydanlar, saraylar ve çeşmelerde dikkat çekici. Elsa Vadisi’nin bağlar ve servilerle bezeli büyüleyici manzarasına nazır San Gimignano’nun özellikle beyaz şarabı ve safranı meşhur. Toskana sıcağında kavrulmamak için akşamüstü ziyaret edin. UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ndeki kasabada, haziran ayında Orta Çağ Festivali düzenleniyor. Nasıl gidilir? Floransa ve Siena’dan düzenli otobüs seferleri bulunuyor. San Gimignano’da tren istasyonu yok ama yakındaki Poggibonsi’den otobüsle geçiş yapılabilir. Harikalar diyarı ROTHENBURG OB DER TAUBER, BAVYERA / ALMANYA Bu uzun ve telafuzu zor isim, ‘Tauber Nehri’nin üzeri’ anlamına geliyor. Almanya’daki Orta Çağ temalı Romantik Yol’un en popüler durağı olan kasabanın bin yıllık geçmişi savaşlarla yazılmış. Bu sebeple etrafı duvarlarla çevrili. Fakat kapılarından içeri geçince, sanki bir peri masalının içine düşüyorsunuz. Pencerilerinden çiçekler sarkan üçgen çatılı evler, daracık sokaklar, taş meydanlar, küçük kuleler… Mimari hemen hiç bozulmamış ve atmosfer inanılmaz. Kasabayı meşhur ‘Gece nöbetçisi’ ile karanlıkta da gezebilirsiniz. Yılda milyonlarca turist çeken 11 bin nüfuslu kasabanın festivali bol; ama Kasım ayındaki fantastik Peri Masalı Haftası’nı özellikle anmalıyız. Nasıl gidilir? Frankfurt’tan otomobil ya da trenle gidilebilir. En yakın havaalanları Frankfurt am Main (175 kilometre), Stuttgart (165 kilometre) ve Nürnberg’de (90 kilometre) bulunuyor. 62 63 SİNEMA 7 Hızlı Ve Öfkeli ” YÖNETMEN James Wan OYUNCULAR Vin Diesel, Paul Walker, Dwayne Johnson, Jason Statham, Michelle Rodriguez, Jordana Brewster, Kurt Russell YAPIM 2015 Japonya-ABD 137dk. Dağıtım: UIP 14 YILDA YEDİ FİLME ULAŞAN SERİNİN BU YENİ ATAĞI, EFEKT SANATINI ÇOK İLERİLERE TAŞIYAN, TEKNOLOJİNİN GÖVDE GÖSTERİSİNE DÖNÜŞEN EN PARLAK BÖLÜM. 64 Kaan YURTTÜRK IZLI VE ÖFKELİ 7” EKRANDAKİ POLİSİYE DİZİLERE BENZİYOR: ÖNCEKİ BÖLÜMLERİ KAÇIRSANIZ BİLE, hemen bağlanacağınız, heyecanlı ve renkli bir gösteri bekliyor sizleri. ‘Yıldız Savaşları (Star Wars)’ gibi karizmatik bir ismi olmadan, milyonlarca fanatik yaratmadan on dört yılda yedi filme ulaşabilmiş serinin bu yeni ayağı, efekt sanatının ufkunu çok ilerilere taşıyan, teknolojinin gövde gösterisine dönüşen en parlak bölüm olarak da övgüyü hak ediyor. Evet; son model efektler, bol adrenalin, şişirilmiş kaslar, güzel kızlar, ritmik müzik, onlarca sofistike patlama ve akıl almaz takip sahneleri ile ‘Hızlı Ve Öfkeli 7’ 137 dakikalık gösterişli bir seyirlik. Filmde şişirilmiş kaslara sahip erkeklere dikkat kesilen bayan seyircilerin; “Offf, vay vay adamdaki kasa bak!”, “Yuhh be o nasıl muhteşem bi vücut” demeleri benim gibi sizlerin de sinirlerini aşırı derecede bozabilir. Bu durumda filmi bir kenara bırakıp yanınızdaki bayan izleyiciyle aynı benim gibi kendinizi şöyle bir tartışmanın içinde bulabilirsiniz; “O adam hormonlu, kaslarına iğne yaptırıyor, üstelik öylelerinin beyni de çok küçük olur, tabii her yönden…”. Bilmiyorum belki de siz böyle bir tartışmaya girmeye bilirsiniz, hatta yanınızda oturan ve hiç tanımadığınız bu bayana kol kaslarınızı da göstermezsiniz ama eğer benim gibi yanınızda bir başka birinin met edilişine asla katlanamayan bir yapınız varsa, her türlü tartışabilirsiniz de, hiç tanımadığınız insanlarla bile! Yalnız, hatırı sayılır bir kol kasına sahip olduğumu yanımda oturan bayana kabul ettirdim. Nasıl mı? Hiç susmayarak! Neyse gelelim biz filmin öyküsüne. Filmin öyküsü tam bir sabun köpüğü ve iskelet sadece intikam üzerine kurulmuş durumda. Klasik kahramanlarımızın yanında üç tane de yeni karakter var bu kez. Birincisi Deckard Shaw (Jason Statham); serinin önceki bölümünde ekip tarafından elemine edilmiş kardeşi Owen’ın intikamını almak için Dominic Torreto (Vin Diesel) ile arkadaşlarının peşine düşen, özel yetiştirilmiş asker eskisi. İkincisi, Torreto’ya yeni düşmanını etkisiz hale getirmek üzere işbirliği teklif eden devlet görevlisi Frank Petty (Kurt Russell) ve üçüncüsü, bu yardımın karşılığında ekibin bulmaya söz verdiği genç bilgisayar kurdu Ramsey (Natalie Emmanuelle). Ramsey, herhangi birinin dünyanın neresinde olduğunu çok kısa sürede saptayabilecek program ‘Tanrı’nın Gözü’nün mucidi. Kaliforniya’da başlayıp Kafkas Dağları’na atlayan, oradan Abu Dabi’ye geçen ve Los Angeles sokaklarında sona eren, iki ‘Kötü’ye karşı bir grup ‘İyi’nin mücadelesi özetle. Aslında anlatılanların, konunun pek de önemi yok gibi; varsa yoksa bol aksiyon ve hız… Şöyle bir hoşluk daha var işin içinde; baştan sona Disney çizgi filmlerini anımsatır şekilde kahramanların üzerine binalar yıkılıyor, köprüler çöküyor, uçurumdan arabalar yuvarlanıyor; bir gökdelenden diğerine süper lüks arabalar uçuyor; her şey oluyor ama kimseye bir şey olmayacağının gönül rahatlığıyla, eğlenerek izliyorsunuz hepsini. Ne güzel! Ne de olsa bu kahramanlar hormonla şişirilmiş aşırı abartılı kaslara sahipler ya, beton düşsede kafalarına, o koskoca betonun altından sadece boyunlarını kıtlatarak çıkıveriyorlar. İşte, ‘Kas çok ama akıl yok!’ ifadeli teorimi perçinleyen karelerden film geçilmemekte. Tabii, masal ortamını bir parça gerçeğe dönüştürme endişesi de yok değil. Örneğin; Vin Diesel’in bu gerçeküstü yapıyı, ‘ailenin önemi’ni vurgulayan sahnelerle, sevdiği kadın Letty ile flört ederek dengelemeye çalıştığı bölümlere de rastlanıyor ‘yedinci’de. Tüm bunları alt alta dizince, ‘Hızlı Ve Öfkeli’ serisinin büyük laflar etmeden, haddini bilerek, sadece aksiyon ve avantürle ilgilenerek akıllıca yaşlandığı görülüyor… Yaşlandığı görülüyor, zira bu hormonlu kaslara sahip adamların yaşı oldukça geçkin ve daha ne kadar o kaslar iğneyle gidebilir ki? Gelelim yönetmene; ‘Hızlı Ve Öfkeli’nin son dört filmini yönetmiş Justin Lin’den (bu arada bu bilgiye de sadece benden ulaşabilirsiniz, o da Justin’in karısının Japonya’nın en güzel hatunu olduğunun söylenmesi) görevi devralan James Wan korku dünyasından transfer biri. Testere (Saw), Korku Seansı (The Conjuring), Ruhlar Bölgesi (Insidious) gibi popüler korku örneklerine hayat vermiş 37 yaşındaki James Wan, 250 milyon dolarlık (6. Filmden 90 milyon dolar fazla) yüksek bütçeli bir prodüksiyonu üstlenerek, özellikle dövüş sahnelerinde son derece inandırıcı koreografi yaratıp seyirciye azami saygı göstererek bu işin altından da başarıyla kalkıyor. Bir söz de Paul Walker için; ünlü oyuncunun 30 Kasım 2013’te trafik kazasında yaşamını yitirmesinin ardından tüm şirazesi kayan ‘Hızlı Ve Öfkeli 7’nin bu darbeyi en az hasarla atlattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Bitmemiş sahneler nedeniyle devreye sokulan walker’ın iki kardeşi Caleb ile Cody, kollarla ya da loş ışıkla surat saklama gibi yöntemlerle işi iyi idare etmiş gerçekten. Akademi’den Oscar’ı beklediklerini açıklayacak kadar ‘Hızlı Ve Öfkeli 7’ye inanan Diesel bu filmle seriyi bitirir mi? Yapımcılar arasında bulunan ve son karelerde Walker’ı duygusal sözlerle sonsuza uğurlayan Vin Diesel’in, dostunun yokluğunda böyle bir karar alması, 14 yıllık zorlu serüvende başı dik ayrılması olası. Ancak, kapıyı açık bırakan sahnelere bakınca biteceğine inanmak zor. Üstelik, ilk altı filmin hasılatı da 2 milyar 700 milyon dolar hani… Vin Diesel ile Dwayne Johnson gibi aşırı hormonlu devin dişine uygun bir düşman olmuş Jason Statham. Aileyle ilgili mesajlar çok yüzeysel ve beylik kalıyor. “HIZLI VE ÖFKELİ” SERİSİNİN BÜYÜK SÖZLER ETMEDEN, HADDİNİ BİLEREK, SADECE AKSİYON VE AVANTÜRLE İLGİLENEREK AKILLICA YAŞLANDIĞI GÖRÜLÜYOR… 65 ÇENGEL BULMACA Yukarıdan Aşağı 2. Normal yerinden başka yerde bulunan,dışarıda bulunan anlamında tıbbi terim 3. Ilıkla soğuk arası? 4. Doğu Karadeniz yöresine özgü bir tür kıyı teknesi? 6. Çıkış yeri kolaylıkla bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı ? 7. Normal tansiyonlu şahıs 11. Duvar ve tavan süslemeleri yapan usta? 14. Elin iç tarafı? 15. Saç ve tırnağın esas maddesi 16. Aile Hekimi, yazar ve NLP uzmanı.(Resim 2) ÖD Ü LLÜ 18. Karada yaşayan memelilerin en iri ve güçlü hayvanı. 20. Dedektif? 22. Bir bağlaç. 23. Sıvı ile eş anlamlı? 25. KAHED Başkanı.(Resim 1) 27. Damarda akar? 28. Karadeniz bölgesinden bir ilimiz. 29. Oyuncu, yönetmen.(Resim 3) 31. Yalnız, tek, sırf yada? 33. Doğaüstü varlıklarla ilişki kurma sanatı ? 40. Puberteden sonra küçülen ön mediastendeki salgı bezi Soldan Sağa 1. Madenle ilgili, madensel? 5. ADANAHED Başkanı.(Resim 4) 8. Bacakta bir kemik 9. Bir renk. 10. Kırık yada çıkık ? 12. Gözün en iç tabakası 13. Fotoğrafçılıkta, Tayfın Bütün Renklerinde Duyarlı Olan Fotoğraf Kağıtları İçin Kullanılan Terim 17. Geçimlik, Geçinme Parası? 19. İngilizce sarılık 21. Asalak diğer adı? 24. Kanserle ilgilenen tıp dalı 26. İnce ve uzun metal çubuk? 30. Aşırı terleme ? 32. Melanin yapan hücre 34. Böceklerde vücudun son bölümü 35. Bağırsak kurdu? 36. Dinlenmek İçin Çalışmaya Ara Verme ? 66 37. Bir burç adı? 38. Öğretim ve eğitim sistemi? 39. Türk ve Altay halk kültüründe ve mitolojisinde silah. 41. Karındaki iç organları örten zar 42. Bir Bütünü Oluşturan Şeylerin Tümü? Nisan Ayı Talihlisi Dr. Hasbi ÖZBEK (Samsun/Çarşamba) 31 MAYIS’a Kadar Anahtar Kodunu aşağıdaki E-mail adresine gönderen ilk Aile Hekimine 32 GB Flash Memori HEDİYE! e-mail: murat@ailehekimleri.net Not: Mail adresine gelen cevapların gönderiş saatlerine bakılacaktır. 67 68