hikayeler-1 - pinar.k12.tr
Transkript
hikayeler-1 - pinar.k12.tr
BALTAYI BİLEMEK "Çalışacağım ve kendimi hazırlayacağım. Ve bir gün şans kapımı çalacak." Abraham LINCOLN Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırmıyormuş. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş. İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar. Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş : "Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?" İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş : "Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir." Kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir. Kendimize zaman ayırıp,yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir. Zayıf bulduğumuz alanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu zihnimizin, ruhumuzun karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Delfi'deki ünlü tapınakta Sokrates'in şu sözü yer alır: "İnsan Kendini Tanı" Kendini tanımak, şu anda olduğumuz noktayla olmak istediğimiz nokta arasındaki yoldur. Kendini tanımak, kendimizi nasıl gördüğümüz ile başkalarının bizi nasıl gördüğü arasında açı olmaması anlamına gelir. Bireysel ve iş yaşamımızda başarılı, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak, baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız... EŞEK Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birine düşmüş. Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş iste. Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı, belki üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, üzerindeki toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm diye eşeği yuttu kuyu. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Sesini duyan sahibi gelip baktı 1 ki vaziyet kütü. Zavallı eşeği kuyunun dibinde melül mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış. Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı. Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya değmez. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek ve hayvanı kuyuya gömmek Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe doktu. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz Daha yükseldi ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu.Köylüler ağzı açık kalakaldı.Kıssadan hisse; Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır.(Ne bazeni, çoğu zaman.) Üstümüzü toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adim atmaktır. Kör kuyuda olsak bile ! TEK KOLLU ŞAMPİYON Çoğu insan eksik düşündüğü yönlerini göstermek istemez. Eksikliklerini herkesten saklamanın daha büyük bir eksiklik olduğunu anlamaz. Aşağıdaki hikayeyi okuduğunuzda bir eksikliğin üstünlüğe nasıl dönüştüğünü göreceksiniz. 9 yaşındaki bir Japon çocuğun en büyük hayali günün birinde çok iyi bir judocu olmaktır. Fakat talihsiz bir trafik kazası sonucu sol kolunu tamamıyla kaybeder. Hem çocuk hem de ailesi yıkılır. Ailesi sırf çocuk oyalansın diye, Japonların en unlu hocalarından birini tutarlar. Hoca kolları sıvar, çocuğa tek kolla yapabileceği yegane fırlatma hareketini öğretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalışırlar. Bir müddet sonra çocuk hareketi gayet iyi ve hızlı bir şekilde yapmaya baslar, fakat hocası çocuğa her gün saatler boyu aynı hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sıkılır ve yeni hareketler öğrenmek istedikçe hocası bu hareketi dünyada en hızlı sen yapana dek çalışmasını ve başka hareket öğretmeyeceğini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yıldırım hızıyla yapmaya alışır. Bunun üzerine hoca çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söyler. Olacak şey değildir. Tek kollu bir judocu tek hareketle turnuvaya katılacak. Çocuk itiraz ettikçe hocası "Evlat; sen öğrendiğin hareketi yap, gerisini merak etme" diye öğütte bulunur. 1. tur 2. tur derken çocuk turlar? gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocuğun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocası yine sakindir, "evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi 2 oyununu yap yeter" der. Çocuk rakibine kendi hareketini şimşek hızıyla uygular, rakip kalktıkça ayni hareketi yineler. İnanılır gibi değildir, çocuk tek kolla tek hareket sayesinde şampiyon olmuştur. Çocuk dayanamaz ve hocasına sorar "hocam inanamıyorum,ben nasıl şampiyon oldum?" der.Hocası yine sakin ifade ile söyle cevaplar, "Bu zaferin iki sırrı var oğlum.Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. İkincisi bu harekete karşı tek bir savunma vardır.O da hareketi yapanın sol kolunu tutmak!... KAZANAN VE KAYBEDEN Kazanan her zaman çözümün bir parçasıdır, Kaybeden her zaman problemin bir parçasıdır. Kazananın her zaman bir programı vardır, Kaybedenin her zaman bir özrü vardır. Kazanan "Bu isi senin için yaparım" der, Kaybeden "Benim isim değil ki" der. Kazanan her sorunda bir çözüm görür, Kaybeden her çözümde bir sorun görür. Kazanan "Uzak ama yolu biliyorum" der, Kaybeden "Yakın ama yolu bilmiyorum" der. Kazanan çakılların yanındaki çimeni görür, Kaybeden çimenin yanındaki çakılları görür. Kazanan "Zor olabilir ama mümkün" der, Kaybeden "Mümkün ama çok zor" der. Kazanan konuşmak yerine yapar, Kaybeden yapmak yerine konuşur. Kazanan ağlamak yerine çalışır, Kaybeden çalışmak yerine ağlar. Kazanan beynini çalıştırır, Kaybeden çenesini ..... 3 YETENEK YETMEZ BİR ŞEY DAHA...! Mutlu insan, karşısına çıkan engelli yolda bile manzaranın güzelliğinin hazzını yaşayabilen insandır. Beklenilenden fazlasını vermek, başarının kurallarından biridir. Bir ajansa çaycı olarak giren ilkokul mezunu Ömer, kapak düzeni yapan Selma’nın bilgisayarda yeni motifler yaratmasını hayranlıkla izliyordu. Selma akşam saat tam altıda mesaisini bitirip evine gidiyor, Ömer ise bilgisayarının başına geçiyor, gün boyu göz ucuyla izleyerek öğrendiği bilgilerle bilgisayarı keşfetmeye çalışıyordu. Gece yarılarına kadar bilgisayarın başından ayrılmıyordu. Güvenilir bir eleman olduğu için patronu onun bilgisayar sevdasına engel olmuyordu. Ömer iki sene boyunca kendini geliştirdi. Patronu, hala Ömer’in yapacak işi olmadığı için bilgisayarla oyalandığını sanıyordu. Bir gün iki kitap kapağının ertesi sabaha kadar bitmesi gerekiyordu. Selma, mesaisinin saat altıda bittiğini söyleyerek bir dakika daha fazla kalmayacağını söyledi. Aksi ve yeteneğine çok güvenen bir kadındı. Patron burnundan soluyordu. Sessizce olan biteni izleyen Ömer bilgisayarın başına geçti ve patronun şaşkın bakışları altında iki harikulade kapak yarattı. Son iki kapak eskilerden kat kat güzel olduğu için patron çok memnundu. Ömer, bugün grafiker. Selma ise “cahil” bir çaycıyı ona tercih eden patronu suçluyor. Haddini bilmediği için Ömer’i suçluyor. Değerinin bilinmediğini söylüyor. Patronun onu sömürdüğünü söylüyor, söylüyor… suçluyor… söylüyor… suçluyor. Selma bugünlerde iş arıyor. Ona iş vermek isteyeniniz var mı? Hem de okullu olduğu için kendisinin layık olduğunu düşündüğü bir maaşla? Ömer, bugünlerde TV’de gördüğü reklamlara daha iyi metinler yazmaya çalışıyor. Bunu oyun olarak yapıyor ve etkili reklam sloganları yaratıyor. Daima deneyimli metin yazarı arayan reklam firmaları, ilkokul mezunu Ömer’i ne zaman keşfedecek? Ömer kendisini geliştirmek, öğrenmek ve eğlenmek için düzenli çaba gösterdi. Patronun gözüne girmek, hatta grafiker olmak onun bilinçli amacı değildi. Sadece yaratıcılığını kullanmaktan zevk alıyordu Ömer. 4 İşinizde ve özel hayatınızda bir çaycı gibi hep aynı şeyi mi tekrarlıyorsunuz? Yoksa yaratıcılığınızı mı ifade ediyorsunuz? “Kullan beni” diyerek sabırla bekleyen öyle çok yeteneğiniz var ki. Sevgiyle hoşça olun. SEYAHATTEKİ MUTLULUK İki kardeş evlerinin arkasına büyük bir delik kazmaya karar vermişlerdi. Çalıştıkları sırada onlardan daha büyük iki çocuk da onları izliyordu. “Ne yapıyorsunuz diye sordu?” diye sordu çocuklardan bir tanesi. Diğer çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar ve onlara dünyanın içinden geçecek bir delik kazmanın imkansız olduğunu söylediler. Uzun bir sessizlikten sonra kazı yapan çocuklardan bir tanesi yerden içi örümcek solucan ve geniş bir böcek çeşidini içeren bir kavanoz aldı. Kapağı açarak kendileriyle dalga geçen ziyaretçilerine kavanozun içindeki muhteşem manzarayı gösterdi. Sonra da sakin ve kendinden emin bir şekilde “Sonuna kadar kazamasak bile bakın yol boyunca neler bulduk” dedi. Hedefleri elbette ki çok iddialıydı ama onların kazmaları için bir amaç teşkil ediyordu. Ki hedefler de zaten bunun için değil midir?hedefleri olmasa o yolda ilerleyebilirler mi? Şimdi kendinize sorun: “Her hedefe eksiksiz bir şekilde ulaşılacak her iş başarılı bir şekilde tamamlanacak. Her umut gerçekleşecek her sevgi kalıcı olacak her çaba sonuçlanacak diyenlerden misiniz? Yoksa hedefine yürümenin zevkini tadabilen ve “ Evet ama yol boyunca elde ettiklerime bir bak! Bir şeyler yapmayı denediğim için kazandığım şu mükemmel şeylere bak!” diyebilenlerden mi? HAYAT UZUN BİR MARATON Hava çoktan kararmış maraton koşusu sonuçlanalı bir saati geçmişti. Seyircilerin neredeyse hepsi stadyumu boşaltmış temizlik görevlileri etrafı toplamaya başlamıştı. Sona kalan birkaç seyirci de yerlerini terk etmeye hazırlanıyordu ki stadyumun giriş kapısından 5 zenci bir atlet gözüktü. Koşmuyordu sekme ile yürüme arasında bir hareketle bitiş çizgisine ulaşmaya çalışıyordu. Yüzünden aksayan ayağından dolayı ıstırap çektiği belli olan Tanzanyalı atlet John S. Akhwari sonunda bitiş çizgisine ulaşmayı başardı. Akhwari 1968 olimpiyatlarındaki bu koşuyla spor tarihine geçti. Ama bunun nedeni yarışı birinciden saatler sonra bitirmesi değil bitiş çizgisine ulaştıktan sonra gazetecilere söyledikleriydi. Tanzanyalı atlet yarış sırasında bir kaza geçirmiş ve yaralanmıştı. Tedavisi yapılmıştı ama bacağı hala kanıyordu. Buna rağmen devam etmeye karar vermiş ve kalan birkaç seyircinin takdir dolu alkışlarıyla yarışı bitirmişti. Şimdi yanına yaklaşan gazetecilere sordular: “Yarışı kazanma şansınızı zaten yitirmişsiniz neden mutlaka bitiş çizgisine ulaşmak için kendinizi zorladınız?” Atlet bu soruya şaşırdı ama verdiği cevap soruyu soran gazetecileri utandırmaya yetti: “Çünkü halkım beni buraya yarışa başlamam için değil yarışı bitirmem için gönderdi.” YAZI MI TURA MI? Savaşın en kritik anıydı. Japon general düşman ordusu kendi ordusundan sayıca fazla olmasın rağmen, hücum etmeye karar vermişti. Bu çarpışmayı ve dolayısıyla da savaşı kazanacaklarından emindi, ama askerlerinin bu zaferden şüphe duyduğunu biliyordu. Savaş meydanına ilerlerken, yolda bir mabedde mola verdiler. Adamlarıyla birlikte orada dua ettiler. Duadan sonra, general cebinden metal bir para çıkardı ve askerlerine şöyle seslendi: “Şimdi bu parayı havaya atacağım. Eğer tura gelirse kazanacağız demektir. Yazı gelirse kaybedeceğiz demektir, o zaman geri döneceğiz. Kabul ediyor musunuz?” Havaya atılacak para ile kendilerine ilahi bir mesaj gönderileceğini düşünen askerler bu teklifi kabul ettiler. Herkes nefesini tutmuş, çıkacak sonucu bekliyordu. General de aynı fikirdeydi: 6 “Kaderimiz belki de bu parayla kendisini gösterecek.” Bu sözlerden sonra parayı havaya attı. Metal para yere düştükten sonra bir müddet döndü, sonra durdu. Tura gelmişti! Askerler coşkuyla birbirlerine sarıldılar. Evet, kazanacaklardı! Kimsenin içinde şüphe kalmamıştı. Düşmana bu şevkle hücum ettiler ve sayıca az olmaların rağmen kendilerine duydukları güven sayesinde kısa sürede çarpışmayı da, savaşı da kazandılar. Zaferden sonra bir teğmen generalin yanına geldi ve sevinçle: “Komutanım, bir kez daha gördüm ki, kimse kaderi değiştiremiyor.” “Doğru” dedi general, sonra elini cebine sokup çarpışmadan önce havaya attığı metal parayı gösterdi teğmene. Paranın her iki tarafı da turaydı. BAŞARININ ORANI Hayatta hedeflediği şeyleri bir türlü başaramadığını düşünen bir adam, yaşlı bir baba dostunu ziyarete gitmişti. Yaşlı adam, çevresindeki insanların bilgi ve tecrübesinden istifade ettiği akıllı ve babacan bir adamdı. Halini hatırını sorduğunda, adam: “Vallahi durumum pek iyi değil” dedi ona. “Bir türlü hayatımda istediğim noktaya gelebilmiş değilim. Bakıyorum da, yaptığım işlerin yarıdan fazlasında başarısız oldum. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum.” Yaşlı adam: “Buna mı sıkılıyor canın?” diye sordu. 7 Adam: “Evet” dedi, “size de, akıl danışmaya geldim. Bu durumu düzeltmek için ne yapmam gerekiyor?” Bunun üzerine yaşlı adam şu cevabı verdi: “Sana tavsiyem, bugün evine giderken bir kütüphaneye uğrayıp New York Times’ın 1970 almanağını bulman ve 930. sayfasına bakmandır” dedi. “Orada sana lazım olan şeyi bulacaksın”. Adam, yaşlı baba dostunun evinden ayrıldıktan sonra, koşar adım bir kütüphaneye gitti. New York Times’ın 1970 almanağını buldu ve 930. sayfasını heyecanla açtı. Ama hayal kırıklığına uğradı. Zira, bu sayfada, beyzbol oyunuyla ilgili istatistiklerden başka bir şey yoktu. Dünyanın en iyi beyzbol oyuncuları ve isabet yüzdeleri vardı yalnızca. Almanağın verdiği rakamlara göre, bu alanda birincilik, Ty Cobb’a aitti. Ty Cobb, kendisine atılan her on topun 3.67’sine isabetle vurmayı başarmıştı. Beyzbol tarihinin en ünlü oyuncularından Babe Ruth bile bu orana ulaşabilmiş değildi. Adam, evine vardığında, ilk iş olarak yaşlı baba dostuna telefon etti: “Almanağa baktım. Ty Cobb, 3.67 yazıyor” dedi. Yaşlı adam, kısık kısık güldükten sonra: “Gördün mü?” dedi. “Beyzbolda topa isabet bakımından bir numaralı oyuncu bile 3.67’de kalmış. Bunun anlamı nedir? Kendisine gelen her üç topun ancak birine doğru düzgün vurabilmiş. Sen ne umuyorsun ki?” Adam: “Şimdi anladım” dedi, “pek de başarısız olmadığımı, ama beklentilerimi makul bir düzeye indirmem gerektiğini söylüyorsunuz.” 8 DENEMEZDİM George Dantzing anlatıyor: Berkley’de California Üniversitesi Matematik bölümü öğrencisiydim Her zamanki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim.O akşam,soruların üzerinde çalışırken bunun profesörün verdiği en zor ödev olduğunu gördüm.Her gece ,başarmasam da sırasıyla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım.Bir kaç saat sonra beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm. Profesör masanın üzerine bırakmamı söyledi.Masanın üzerinde kağıttan bir tepe olmuştu.Benim kağıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp sırama üzgünce oturdum.Altı hafta sonra bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım.Kapıda profesörü görünce dondum kaldım.-“George George diye bağırıyordu.Problemi çözmüşsün dedi.Tabi ki diye cevap verdim. Çözmem gerekmiyor muydu? Diye sordum.Profesör tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını dünyanın en önde gelen matematikçilerin şimdiye kadar çözememiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı.Bir kaç gün içerisinde ikisini birden çözebildiğime inanmıyordu . Birisi bana onların iki ünlü çözülmemiş problem olduğunu söyleseydi,sanırım onları çözmeyi denemezdim bile…….. Everest'i Yenmek... Sir Edmund Hillary 29 Mayıs 1953 tarihine değin zirvesini kimsenin göremediği Everest'e tırmanan ilk kişiydi. Bunu o başardı ve bu başarısı nedeniyle Kraliçe Elizabeth tarafından kendisine şövalye unvanı verildi. Hillary'nin bu başarısının altındaki öyküsünü ve gizini, onun "High Adventure" (Yüksek Serüven) adlı kitabını okuyunca öğrendik. Sir Hillary, 1952 yılında da Everest'e çıkma girişiminde bulunmuş, fakat bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu girişiminden birkaç hafta sonra İngiltere'de bir okulun öğrencilerine konuşma yapmak için çağrılmıştı. Konuşmanın konusu, onun zirveye tırmanış girişimiydi. Edmunt Hillary, bu girişiminde başarısız olduğunu kabul ettikten sonra bir süre durdu ve mikrofonu bırakıp, konuşma kürsüsünün yanında duran Everest'in büyük boy fotoğrafı önüne doğru yürüdü. Sonra da fotoğrafa dönüp, yumruğunu havaya kaldırarak, yüksek sesle koca zirveye meydan okudu: "Beni bu ilk denememde yendin ama, senle davam bitmedi, ey Everest" diye haykırdı. 9 "Bekle beni, sana yine geleceğim ve seni bu kez, ayaklarımın altına alacağım..."Everest'e bu meydan okumasından sonra Hillary salondaki öğrencilere döndü ve onlara, bir yıl sonra ulaşacağı başarısının gizini o gün açıkladı: "Beni bu kez yendiği için Everest gözümde şimdi daha da büyüdü ama" dedi. "Benim bunu bildiğim gibi, o da şunu iyi bilmek zorundadır: Onu yenemediğim için, bendeki inanç ve azim de daha büyüdü, daha güçlendi... "Bu konuşmadan bir yıl sonra Everest, Hillary'nin ayakları altındaydı... HEDEFİ GÖRMEYEN BAŞARAMAZ Florance Chadwick hem Fransa’dan İngiltere’ye hem de İngiltere’den Fransa’ya yüzerek Manş denizini her iki yönde geçen ilk bayan yüzücüydü. Bir ideali daha vardı. Catherina adasına California sahiline kadar ki 21 millik mesafeyi yüzen ilk bayan olmak istiyordu. Ama bu iş hiçte o kadar kolay olamayacaktı. Yılın en sıcak günlerinden 4 Temmuzda bile yüzeceği denizin suyu insanın bedenini uyuşturacak kadar soğuktu. Hava o denli sisliydi ki yüzücü kendisine eşlik eden tekneleri zorlukla seçebiliyordu. Üstelik o bölgede köpek balıklarına rastlanıyordu. Florance soğuğa ve köpek balıklarına rağmen 15 dakika yüzdü. Teknede bulunan annesi ve antrenörü ( başaracaksın! Az kaldı!) diye bağırıyorlardı. Televizyonların başında onu seyreden milyonlarca insan başarısı için dua ediyordu. Sonra 5 mil daha yüzdü. Hatta California sahillerşne sadece yarım mil kaldı. Teknedekilerin bütün teşviklerine rağmen kendisinin sudan çıkarılmasını istedi. Herkes hayal kırıklığı içerisindeydi. Sadece birkaç kulaçlık mesafe kalmışken başarılı yüzücü vazgeçmişti. Florans Chadwick daha sonra başarısızlığının nedenini şu şekilde açıkladı: “Önümde hiçbir şey göremiyordum. Karayı görebilseydim başarabilirdim!” onu durduran ne soğuk ne on altı saat kulaç atmanın yorgunluğu ne de köpek balkılarıydı. Başarısızlığına hedefini görememesi sebep olmuştu! İki ay sonra Florance yine denedi. Su yine soğuktu köpek balıkları yine vardı sis yine her şeyin üstünü örtüyordu. Ama bu defa Florance sisin ardında bir yerde kıyının olduğunu 10 düşünerek yüzdü hep. Sahilli hayal ederek attı kulaçlarını. ve başardı! Catherina kanalını geçen ilk kadın ünvanını kazandı. Hem de erkeklerinin rekorunu iki saat farkla geçerek! PARÇA VE BÜTÜN Henry Ford, her sabah New York’un kuzey kesimindeki evinden çıkar, güney kesimindeki işine yürürmüş. Yürürken de, aklına o upuzun yolun tamamını getirmezmiş. Yola başladığında, “Bir blok ötede çiçekçi vardı; bugün vitrininde ne tür çiçekler var acaba?” diye düşünür, çiçekçiyi geçtikten sonra, iki blok ötedeki gazete bayisine ulaşmayı hedefler, onu da geçince daha ilerideki mağazayı düşünmeye başlarmış. Bu şekilde, her defasında kendisine birkaç yüz metrelik hedef seçtiğinden, kilometrelerce yürüyüşü gözünde hiç büyütmeden bitirirmiş. Çözümü parçalara bölmeyi, bu sayede düşünmüş. Yolu parçalara bölerek kolayladığı gibi, otomobil imalatını da bu şekilde kolay ve hızlı hale getirmenin mümkün olup olmadığını düşünmeye başlamış. Ve yürüyen bant üzerinde araba imal etme yolunu bu şekilde keşfetmiş. Motor, bir şerit önünde kayacak, bir işçi birbiri ardınca geçen motorlara hep aynı parçayı ekleyecek, her işçi bir parça eklerken, büyük bir hızla otomobil imal edilmiş olacak. Ve her bir işçi, işinin sadece bir parça ekleyip birkaç vida sıkmak olduğunu bilip, kolaylıkla onu uygulayacak… KAYBETMEK Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yasarmış. Yasarmış yaşamalarına ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazmış onları.Hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki,bir araya toplandılar mi kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları. Gerçi bir iki sıyrık alırlarmış ama.. yine de boyun eğmezlermiş aslanların zorbalığına.Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. Ancak tavsan, fare gibi küçük hayvancıklarla beslenir olmuşlar. Git gide güçten düşmüşler. Eee, aslan bu, hiç fareyle doyar mi. - 'Her halde bize bu otlağı terk etmek düşüyor' demiş aslanlardan birisi. 'Evet' diye tasdik etmiş diğerleri. Nereye gideriz diye düşünürlerken 'bir dakika' diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa.Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mi kurnaz bir ferdi olan Topal Aslan'mış söze atılan. - 'Hayır' demiş, 'hiç bir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu isi.İnanmamış kimse ona ama haydi bir şans verelim ne çıkar diye düşünmüşler.O da almış yanına bir iki aslan gitmiş öküzlerin yanına. 11 Beyaz bayrak çekmeyi de unutmamış. Öküzlerin lideri olan Boz Öküz başta olmak üzere beş iri kıyım öküz yaklaşmış onlara. Sormuşlar ne istediklerini. Topal aslan başlamış konuşmaya. Bir yandan da Boz Öküz'ün sivri ve kocaman boynuzlarına bakıp ürperiyormuş. - 'Saygıdeğer öküz efendiler' diye başlamış lafa. 'Bugün buraya sizden özür dilemek için geldik. Biliyorum sizleri çok defa incittik, kim bilir kaçınızda su pençemin izi vardır. Ama inanınız bunların hiç birini isteyerek yapmadık.Biliniz ki biz aslanlar barışçı bir milletiz. Hele öküzlerle hiç bir alıp vermediğimiz olamaz. Ancak evet size defalarca saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki Sari Öküz yüzünden. Onun rengi öyle sizinkiler gibi değil ki. Gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz, ve sürünüze zarar veriyoruz. yoksa bizim sizinle hiç bir alıp veremediğimiz yok. Onun yüzünden hepiniz zarar görüyorsunuz. Bir türlü hayatınızdan emin rahat rahatlayamıyorsunuz, belki geceleri bile bizim kükrememiz sizin uykunuzu kaçırıyor. Bunların hepsi Sari Öküz'ün suçu. Verin onu bize, siz kurtulun, biz de barış içinde yaşayalım' demiş. Boz Öküz, diğer önde gelenlerle görüşmek üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı Benekli Öküz olmaz demiş ama kimseye dinletememiş sesini.Zavallı Sari Öküz kurban edilmiş aslanlara. Hepsi birden saldırmışlar zavallı öküzün üzerine. Bir ikisini fırlatmış üstünden ama bitkin düşmüş az sonra. Çırpınmış, haykırmış,yardım istemiş, yalvarmış, ama yokmuş onu işiten. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki. Bütün sürünün selameti için bir öküz...,gerekliymiş bu.Gerçekten de günlerce sürüye hiç bir saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne kadar sabreder ki. Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra. Acıktık demişler Topal Aslan'a daha bir kaç hafta bile geçmemişken. O da yine almış yanına bir kaçını,bir defa daha gitmiş Boz Öküz'ün yanına.- 'Selam' diye girmiş söze. ' Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Doğru kararınız için sizi bir daha kutlamak isterim. Siz de huzur içindesiniz, biz de. Ne mutlu. Yalnız buraya bunları söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var.' - 'Nedir?' demiş Boz Öküz merakla.. - 'Su sizin Uzun Kuyruk' demiş Topal Aslan. Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. O kuyruğunu salladıkça bizim de aklimiz başımızdan gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Halbuki siz öylemi ya, hepiniz normal kuyruklusunuz. Bir onun suçu yüzünden korkarım hepiniz zarar göreceksiniz. Gelin verin onu bize bu mevzuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış ve sevgi içinde iki taraf da hayatini sürdürsün. Boz Öküz yine istişare yapmış sürünün ulularıyla. Yine sadece Benekli Öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de verelim gitsin demişler. İstişare daha da kısa sürmüş bu defa.Dışlamışlar Uzun Kuyruk'u 12 sürüden.Saatler sürmüş zavallının çırpınışları ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara.Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar. Alabildiğince güçlenmişler. Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar, seyreldikçe seyrelmişler. Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir sebep bile söyleme gereği duymuyorlarmış. 'Verin bize şu öküzü yoksa karışmayız' derlermiş sadece. Zavallı öküzlerin hayır diyebilecek güçleri kalmamış. Hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde.Boz Öküz de aralarında olmak üzere bir kaçı kalmış en sona. Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu harbi aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük? diye sormuş biri Boz Öküz'e. - 'Biz' demiş Boz Öküz gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek 'Sari Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu harbi...' MICHAEL STONE Avuçları terliyordu. Elini kurulamak için bir havluya gereksinimi vardı. Bir bardak buzlu su susuzluğunu giderdi ama duygularının yoğunluğunu gideremedi. Üzerinde oturduğu çim saha Ulusal Gençlik Olimpiyatında gördüğü rekabet kadar sıcaktı. Çıta 5,1 metreye kurulmuştu. Bu, onun şimdiye kadarki en iyi derecesinden bir santimetre daha yüksekti. Michael Stone sırıkla yüksek atlama mesleğinin en zorlu günündeydi. Son karşılaşma biteli bir saat olmasına karşın tribünlerde hala 20,000 kişi vardı. Sırıkla yüksek atlama rekabetin en çok kızıştığı alandı. Bir jimnastikçinin inceliği ile bir vücut geliştiricinin gücünün birleşmesini gerektiren bir spordu. Bir de uçma vardı elbette; iki katlı bir bina yüksekliğinde havalanma, böyle bir olayı izleyen herkes için yalnızca bir düş olabilirdi. Bu, şu anda Michael Stone'un yalnızca gerçeği ve hayali değil, aynı zamanda başlıca isteğiydi… Michael anımsayabildiği kadarı ile uçmayı hep istemişti. Küçükken annesi ona uçmakla ilgili sayısız öykü okumuştu. Bu öykülerde dünya hep kuş bakışı betimlenirdi. Annesinin heyecanı ve ayrıntı tutkusu Michael'in düşlerinin çok renkli ve göz alıcı güzellikte olmasını sağlamıştı. Michael'in hep gördüğü bir rüya vardı. Kırda bir yolda koşuyordu. Ayaklarının altında taşları ve toprak parçalarını hissedebiliyordu. Sapsarı buğday tarlalarının içinde koşarken, demir yolunda lokomotiflerden daha hızlı gider, onları geçerdi. Derin bir soluk aldığı anda ayakları yerden kesilmeye başlar ve bir kartal gibi havada süzülürdü. Uçtuğu yerler hep annesinin öyküde anlattığı yerlerdi. Ayrıntıları çok iyi seçer ve annesinin sevgi dolu özgür ruhunu içinde hissederdi. 13 Öte yandan babası onun için bir hayalperest değildi. Bert Stone sert bir gerçekçiydi. Çok çalışmaya ve emeğe inanırdı. Parolası şuydu : Bir şeyi istiyorsan, onun için çalışmalısın. Michael 14 yaşından bu yana bunu yaptı. Çok dikkatli ve disiplinli bir ağırlık kaldırma programına başladı. Hergün ağırlık kaldırıyor ve zaman zaman da koşuyordu. Michael'in azmi, kararlılığı ve disiplini her çalıştırıcının hayalinde olan türdendi. Mükemmellik onun için hem bir takıntı hem de bir tutkuydu. Michaelin bugünkü atlayışlarının hepsi çok çalışmasının ödülleri gibi görünüyordu. 5,1 metrelik çıtayı aşıp aşamayacağı konusunda kaygılı mıydı, şüpheli miydi bilemiyoruz. Şişirilmiş yastığa düştükten sonra ayağa kalktı, kalabalığın önünde bir sonraki uçuşu için hazırlanmaya başladı. Şimdiye kadar ki en iyi derecesini 1 santim aştığının ve Ulusal Gençlik Olimpiyatının finale kalan iki sporcusundan biri olduğunun farkında değil gibiydi. Michael 5,2 ve 5,3 metreleri geçince de bir duygu belirtisi göstermedi. Aklında yalnızca sürekli hazırlık ve kararlılık vardı. Sırtüstü yatmış kalabalığın bağırışlarını dinlerken diğer atlayıcının son atlayışında başarısız olduğunu biliyordu. Şimdi sıra onun son atlayışına gelmişti. Diğer atlayıcının başarısız atlayışlarının sayısı kendisininkinden az olduğundan kazanmak için bu atlayışı yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Harekete geçti ve her zamanki üç parmak ucu üç Marine tarzı sıçrayışını yaptı. Sırığını eline aldı. 17 yıllık yaşamının en zorlu olayına giden yolun önünde durdu. Koşu yolu bu sefer onda farklı duygular uyandırdı. Kısa bir an korku duydu. Sonra birden olanları fark etti. Çıta en iyi derecesinden 2 santimetre daha yukarıdaydı. Bu ulusal rekorun yalnızca 1 santim altındaydı. Anın yoğunluğunu zihinsel kaygıyla doldurdu. Gerginliği bedeninden atmaya çalıştı. İşe yaramıyordu. Daha da gerildiğini hissetti. Annesini anımsadı. Onu gergin, kaygılı ya da korkmuş gördüğü her sefer derin soluk alıp vermesini söylerdi. O da annesinin söylediğini yaptı. Bacaklarındaki gerginliği attı ve zihninde, çıtayı kendi yüksekliğine getirdi. Kollarını ve bedeninin üst kısmını esnetti. Sırtından soğuk bir damla ter aktığını duyumsadı. Koşu yolunda hız almaya başladığı anda çok farklı ama aynı zamanda da tanıdık bir şey hissetti. Altındaki yüzey rüyasında gördüğü kır yoluna benziyordu. Derin bir soluk aldı ve uçmaya başladı. Hiç çaba harcamadan havalanmıştı. Şimdi çocukluk düşlerindeki gibi uçuyordu.Yalnız bu sefer düş görmediğini biliyordu. Bu gerçekti.... Ya tribünlerdeki bağırışlarla ya da kendi düşüşünden çıkan sesle dünyaya geri döndü. Yerde sırtüstü yatmış, yüzünde güneşin sıcaklığını duyumsarken yalnızca annesinin yüzündeki 14 gülümsemeyi hayal ediyordu. Babasının da gülümsediğini ve hatta kahkahalarla güldüğünü biliyordu. Heyecanlandığında hep böyle gülerdi. Bilmediği şey ise babasının annesine sarılmış ağlıyor olduğuydu. Karısının kollarında bir bebek gibi ağlıyordu ve hayat arkadaşı onu hiç böyle ağlarken görmemişti. Bayan Stone da yaşamında ilk kez övünç gözyaşları döktüğünün farkındaydı. Michaelin çevresi ona sarılan ve yaşamının en büyük başarısından dolayı onu kutlayan insanlarla çevrilmişti. Aynı gün Ulusal ve Uluslararası Gençlik Olimpiyatının sırıkla yüksek atlama rekorunu kırdı. Kitle iletişim araçlarından gördüğü ilgi, burs olanakları ve aldığı içten kutlamalar sayesinde Michael'in hayatı bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Bunun nedeni yalnızca Ulusal Gençlik Olimpiyatını kazanmış ve bir dünya rekoru kırmış olması değildi. Kişisel rekorunu üç santimetre aşmış olması da değildi. Bunun nedeni Michael'in kör olmasıydı... KAVANOZ Zamanın iyi ve üretken olarak kullanıma konusunda zaman zaman kurslar düzenleniyormuş. İşte bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmanı öğretmen, çoğu hızlı mesleklerde çalışan öğrencilerine: “Hadi, küçük bir sınav yapalım” demiş. Ve masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş: “Kavanoz doldu mu” Sınıftaki herkes, “Evet, doldu” yanıtını vermiş. “Demek doldu ha” demiş hoca. Hemen eğilip bir koca küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş, kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler. Yeniden sormuş öğrencilerine: “Kavanoz doldu mu?” İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler, “Hayır, tam da dolmuş sayılmaz” demişler. “Aferin” demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir koca dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden: “Kavanoz doldu mu?” 15 “Hayır dolmadı!” diye bağırmış öğrenciler. Yine “Aferin” demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış. Sormuş: “Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?” Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış: “Su dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni isler için zaman bulabilirsiniz.” “Hayır” demiş öğretmen. “Çıkartılması gereken asil ders su: Eğer büyük tas parçalarını bastan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız. Ve tabii, herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş: “Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri? Onları ilk is olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?” WANTED ONU TANIYORMUSUNUZ? Çocuk Pazar sabahı saat 8.30 da uyandı. Cuma günü okuldan gelirken “bu hafta sonu önceki haftalardan farklı olacak. Kalan derslerimi tamamlayacağım ve önümdeki hafta içindeki sınavlara iyi hazırlanacağım.Diye karar vermişti. Bu sebeple Cuma aksam üstünü ve geceyi çok iyi geçirdi. Televizyon seyretti, müzik dinledi, uzun uzun telefonla görüştü ve gece oldukça geç saatte yattı. Çünkü ders çalışması için daha önünde uzuuun uzuuun iki gün ve iki gecesi vardı. Cumartesi günü arkadaşlarıyla beraber oldu. Biraz dolaştılar her zaman gittikleri yere gittiler. Sohbet ettiler sohbete o kadar çok dalmışlardı ki zamanın nasıl akıp geçtiğini fark etmedi bile. Ders çalışmadığı için zaman zaman biraz rahatsızlık duyduğu oldu ancak içinden gelen bu huzursuzluğu” daha önümde koskoca bir Pazar var” diyerek bastırdı. Pazar sabahı, iste bu şartlar altında 9,00 da uyandı. Önce güzel bir sabah kahvaltısı yaptı. Sonra sabah gazetelerini söyle bir göz geçirdi. Ders çalışmak için sabah azimliydi. Saat 10.30 olmuştu. Söyle bir televizyona göz atıp odasına geçmek istedi fakat film öyle heyecanlıydı ki bir türlü televizyonun başından kalkamıyordu. Önünde daha koskoca bir Pazar günü olduğunu düşünerek bu filmi izlemesinde bir sakınca olmadığına karar verdi. Film bittiğinde saat 12.00 i geçiyordu. Hafta içi günlerde bu saatte yemek yemeğe alışkın olduğu için karni acıktı. Annesinin özenle hazırlamış olduğu yemekleri yerken evdekilerle koyu bir sohbete girdi. Yemekten sonra yine çalışma odasına yönelmişti ki televizyonda maç yayını başlamıştı. Haftanın en önemli maçıydı. Bu maçı seyretmek için insanların birbirini çiğneyip, dünyanın parasını verdiklerini düşününce ayağına kadar gelen bu maçı seyretmemenin büyük kayıp olacağını düşündü. Tüm hafta bu maç konuşulacaktı maç biter 16 bitmez ( nasıl olsa 90dak.) sıkı bir şekilde çalışmaya başlamaya karar vererek maçı izlemeye koyuldu. Maç bittiğinde hafta sonu yasadıklarını düşünmeye başlamıştı ki annesi içeriden çayın hazır olduğunu duyurdu. Oda çayı içip ders başına geçmenin doğru olacağına karar verdi çay bittiğinde üzerine bir ağırlık çökmüştü. Haftanın yorgunluğu , maçın gerginliği, sınav stresleri ve çayla birlikte yenilenler ... onu iyice gevşetmişti ” nasıl olsa simdi çalışamam” diye düşündü ve dinlendikten sonra çalışmaya karar verdi. Saat 19.00 sıralarında içindeki huzursuzluğu bastırmaya gayret ederek çalışma masasına yönelmişti ki en sevdiği arkadaşıyla ,ailesi onlara misafirliğe geldi. Misafir varken de ders çalışılmazdı ya ... birlikte sevdikleri diziyi seyrettiler. Artık kalan zamanında sadece en önemli iki dersi çalışırım diye düşünüyordu. Fakat yavaş yavaş uyku bastırmaya başlamıştı. Eğer uyumazsa yeni başlayan haftaya yorgun ve uykusuz girecekti. Bu sebeple kendi kendine söyle dedi.” Bugün çalışamadım. AMA YARIN SÖZ ÇALISACAGIM”. Yarı sıkıntılı yarı huzurlu odasının yolunu son kez tuttu. Ancak çalışmak için değil , uyumak için... HASTA Dr. Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara su olayı okur : " Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor.Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor.Zaman, yer ya da kişi kavramı yok.Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adi söylendiğinde tepki veriyor.Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor.Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde.Yürümüyor.Uykusu sürekli düzensiz.Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor.Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor.Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor." Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler.Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar.Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya baslar. Fotoğraftaki doktorun altı aylık kızıdır. Dr. Ruskin, Amerikan Tip Birliği Dergisindeki makalesinde,(günümüzde çok yaşandığı gibi ) gülünç bir 17 yanlış anlamanın insana nasıl tamamen farklı bir perspektif kazandıracağını anlatmaktadır. Belki de hayatta yasadığımız birçok şey bize önyargılarımız ve bakış açılarımız tarafından dayanılmaz ve zor gözükebilir... Allen Klein"den AYAKKABI 20. yy başlarında makineleşmenin başladığı dönemlerde İtalyan bir ayakkabı firması iki temsilcisini araştırma yapmaları için Afrika' nın farklı bölgelerine gönderir. Bir ay sonra her ikisinden de iki farklı telgraf gelir. Birincisi; -Biz burada tutunamayız, çünkü hiç kimse ayakkabı giymiyor, derken İkincisi; -Biz burada çok iyi iş yaparız, çünkü hiç kimsenin giyecek ayakkabısı yok. şeklinde telgraf çekerler. SERVET Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. içeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve: "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar: Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir fiyata sattın? Adam cevap verir: Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim... 18 NASIL BAKARSAN ÖYLE GÖRÜRSÜN Fransa’da, ağır isçilerin isleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk isçiye yaklaşır ve sorar: “Ne yapıyorsun?” “Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bağırır isçi. “Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir is, ölümden beter.” Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci isçiye yaklaşır. Ayni soruyu sorar: “Ne yapıyorsun?” İşçi cevap verir: “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir sekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli sonuçta bir isim var. Daha kötü de olabilirdi.” Biraz cesaretlenen görevli üçüncü isçiye doğru ilerler. “Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar. “Görmüyor musun?” der isçi kollarını gökyüzüne kaldırarak. “Bir katedral yapıyorum.” Bu hikayenin enteresan tarafı her üç isçinin de ayni isi yapıyor olmaları.Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır. Bugün hava biraz bulutlu mu yoksa biraz güneşli mi? Güllerin dikeni mi vardır, dikenli dalların gülleri mi? Bardağın yarısı bos mudur, yarısı dolu mu? Yoksa bardak olması gerekenin iki kati büyüklükte midir? Seçim size ait.... ÇOK ŞEY ÖĞRENDİK Thomas Edison elektrik ampulünü çalıştırmak için tam iki bin farklı madde denemiş ama hiçbirisi işe yaramamıştı. Bilim adamının yardımcısı aylar süren bu çabaları sızlanarak şikayet etti: “Bütün emeğimiz boşa gitti. Hiçbir şey elde edemedik.” Edison kendinden emin bir sesle cevapladı yardımcısını 19 “Hayır! Çok uzun bir yol kat ettik ve çok şey öğrendik. İyi bir ampulün çalışması için iki bin maddenin kullanılmayacağını öğrendik.” ÇOCUK ZEKASI Dev bir kamyon bir üstgeçidin altından geçerken yüksekliği fazla geldiği için sıkışmıştı bir türlü oradan çıkamıyordu. Polis sorunu çözmek için hemen kentin en parlak mühendislerinin getirtti. Mühendisler yanlarında getirdikleri bilgisayarlarıyla hesaplar yaptılar saatlerce aralarında tartışıp uğraştılar ne var ki bir türlü üst geçide zarar vermeden kamyonu oradan nasıl çıkaracaklarına karar vermediler. Uzun süredir onları izlemekte olan yedi yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu yanlarına gelip pantolonunu çekiştirdi ve saygılı bir ses tonuyla “Bayım” dedi. “Lastiklerin havasının biraz indirirseniz…” Böylece bacak kadar çocuğun aklıyla koca problem çözülmüş oldu. YILDA İKİ KEZ ÜRÜN VEREN AĞAÇ Halife Harun Reşid Bağdat civarında gezerken bir ihtiyarın bahçesine hurma ağacı dikmekte olduğunu gördü. Yanına gitti ve merakla sordu: “Meyvesini yiyemeyeceğin bir ağacı neden dikiyorsun? Bilmez misin ki hurma ağacı meyvesini ancak kırk yıl sonra veren bir ağaçtır.” İhtiyar saygılı bir ifadeyle bahçesindeki öteki ağaçları gösterdi: “Bu ağaçları dikenler meyvelerini yiyemediler ama bizim yıllar sonra şimdi yiyebilmemizi sağladılar” dedi. “Ben de bunu dünyaya bundan sonra gelecekler için dikiyorum.” İhtiyarın cevabını beğenen Harun Reşid kesesinden bir altın çıkardı ve ihtiyara verdi. Yaşlı adam altını aldı ve “ Allah’a şükürler olsun” dedi. Harun Reşid bir kez daha meraklanmıştı. Adam kendisine şükür etmek yerine Allah’a şükretmişti. “Niçin şükrediyorsun?” diye sordu. 20 İhtiyar bilgece gülümseyerek cevapladı: “Elbetteki şükredeceğim. Herkes diktiği ağacın meyvesini kırk yıl sonra alırken ben bugün diktiğim ağacın meyvesini bugün alıyorum Harun Reşid bu akıl dolu cevabı da çok beğendi ve bir altın daha bağışladı Yaşlı adam ikinci altını alıp yine Allah'ım sana şükürler olsun dedi Sonra Harun Reşid’e in sormasını beklemeden bunun da nedenini açıkladı. İkinci defa şükrettim. Çünkü başka kişiler bahçelerinden yılda bir kez ürün alırlarken ben bir günde hem de iki kez ürün alıyorum… EN BÜYÜK DERS Bir adam, Büyük Okyanus’un ortasında bir tahliye salında yolunu kaybetmişti. Yirmibir gün boyunca bu şekilde sürüklendikten sonra, yeri tesbit edilip kurtarılan adam, bu olay sonucu Amerika’da büyük bir ün kazanacaktı. Ünlü Amerikalı yazar Dale Carnegie, bir gün Rickenbacker adlı bu adama, yaşadığı bu tecrübeden neler öğrendiğini sordu. Adamın verdiği cevap şuydu: “Bu tecrübeden edindiğim en büyük ders, insanın içebileceği kadar tatlı suyu ve yiyebileceği kadar ekmeği olduktan sonra, hayatta hiçbir şeyden şikayet etmemesi gerektiğidir.” ÖNYARGI Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu dogmadan ölmüş, tek basına yasayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye baslar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysaldır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır...Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır.Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. 21 Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvani. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur.Anne odaya yönelir... Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.Einstein'in söylediği rivayet edilen bir söz var. "insanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor" YAŞLI ADAM VE GÜRÜLTÜCÜ ÖĞRENCİLER... Bora Çıracı - Bütün Dünya-Biz bize Yaşlı bir adam emekli olduktan sonra bir lisenin yanında küçük bir ev aldı. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama ders yılı başlayınca huzuru kaçtı.Okulların açıldığı ilk günden başlayarak öğrenciler, dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar, anlamsız sesler çıkararak bağırıp, çağırıyorlar, dayanılmaz gürültüler yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini anlayan yaşlı adam, bu işe bir son verebilmek için kurnazca bir çözüm buldu.Ertesi gün çocuklar öğrenciler okuldan çıkıp, yine dayanılmaz gürültüler yaparak evinin önünden geçerken yaşlı adam dışarı çıktı, onlara bir öneride bulundu. "Siz hepiniz çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz" dedi. "Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı biçimde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım. Siz bana gençliğimi anımsatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar veririm. Kabul mü?."Bu öneri çocukların çok hoşuna gitti. Her gün hem eğleniyorlar, hem bol bol gürültü yapıyorlar, hem de bir dolar para kazanıyorlardı. Bu durum bir hafta bu biçimde sürdükten sonra bir gün yaşlı adam çocukları yine durdurdu ve onlara kısa bir açıklama yaptı: "Çocuklar, yaşam pahalılığı, enflasyon beni de etkilemeye başladı" dedi. "Bugünden sonra size ancak elli sent verebileceğim. Beni anlayışla karşılayacağınızı umarım." Bu durumdan pek hoşlanmamalarına karşın çocuklar yaşlı adama anlayış gösterdiler ve günlük gürültülerini elli sent karşıladığında yapmayı kabul ettiler. Aradan birkaç gün daha geçtikten sonra yaşlı adam birgün çocukları yine durdurdu ve onlara bir durum açıklaması daha yapmak zorunda kaldığını bildirdi:"Bakın, bizim emekli paralarını gününde ödemiyorlar" dedi. "Durumum biraz sıkışık... Üzülerek söylüyorum ama yapabileceğim başka bir şey yok... Bundan sonra size ancak yirmi beş sent verebileceğim... Tamam mı?.. Anlaştık mı?" Yaşlı adamın bu son önerisi, çocukların hiç de hoşuna gitmedi. "Olanaksız bayım" dedi içlerinden biri. "Günde yirmi beş sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kusura bakmayın ama, biz işi bırakıyoruz." 22 PARANIN DEĞERİ... Cimri, tüm mal varlığından emin olmak için her şeyini satar ve altına çevirir. Altınlarını yer altına gömüp ara sıra ziyaret ederek inceler. Bu hareketi işçilerinden birinin dikkatini çeker ve orada bir hazine olduğundan kuşkulanır.Efendisinin sırtı dönükken o noktaya gider ve altını çalar. Cimri dönünce altının yerinde yeller estiğini görür, ağlayarak saçını başını yolar. Onu böyle perişan gören komşusu nedenini öğrenince şöyle der:"Kendini üzme artık, bir tas alıp aynı çukura koy ve o taşın altınların olduğunu düşün. Çünkü kullanmayı hiç düşünmediğine göre tas da aynı işi görecektir."Paranın değeri sahip olmakta değil, kullanmaktadır. BENİM İŞİM DEĞİL Kİ Öykümüz HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE adlı dört kişi hakkında.Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve HERKES, BİRİSİ’nin bu işi yapacağından emindi.Gerçi işi HERHANGİ BİRİ de yapabilirdi, ama HİÇ KİMSE yapmadı. BİRİSİ buna çok kızdı, çünkü iş HERKES’in işiydi.HERKES,HERHANGİ BİRİ’nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama HİÇ KİMSE, HERKES’in yapamayacağının farkında değildi.Sonunda HERHANGİ BİRİ’nin yapabileceği bir işi HİÇ KİMSE yapmadığı için HERKES, BİRİSİ’ni suçladı. SÜRÜYÜ SAYMAK Büyük savaş sırasında bir çiftlikte çalışıyordum. Görevim de çok basitti. Her sabah, kahvaltıdan önce tepenin öte tarafındaki geniş araziye gidip, çiftliğe ait inekleri sayıyordum. Her sabah gidiyor ve sayıyordum; hep, otuziki taneydiler. Sonra gelip kahyaya selam veriyor, “Otuziki tane efendim” diyor, sonra da gidip kahvaltımı yapıyordum. Bir sabah, yine inekleri saymaya gittiğimde, çiftlik kapısının yanında duran yaşlı bir çiftçi: “Delikanlı” dedi, “her Allah’ın sabahı sen burada ne yapıyorsun?” “Pek bir şey değil” dedim. “Sadece hayvanları sayıyorum.” İhtiyar çiftçi başını salladı ve: 23 “O hayvanları birer odun yığınıymış gibi saymak sürüye de, sana da bir şey kazandırmaz ki!”dedi. Her sabah olduğu gibi sayma işlemini yaparak geri döndüm. Dönüş yolunda, ihtiyarın söylediklerini düşünüyordum. Yaptığım işin kahya için ne anlama geldiğini anlamayacak kadar yaşlı biriydi o. Bu işe bir anlam vermemesi normaldi. Bir sabah yine gittim, inekleri saydım, tekrar saydım: hayır, bu kez otuz iki değil, otuz bir taneydiler. Dönüp kahyaya hayvanların otuz bir tane olduğunu bildirdim. Kahya bu duruma çok kızdı. “Kahvaltını yap, sonra oraya birlikte gideriz” dedi. Gidip hayvanları tekrar saydık, kesinlikle otuz bir taneydiler. Sonra her yeri aradık. Hayvanlardan birini, bir çalılığın dibinde ölü halde bulduk. O an kendi kendime şunu düşündüm: Onları her Allah’ın günü saymam ne işe yaradı ki? İhtiyar çiftçinin ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Aylardır o hayvanları birer odun yığını gibi saymıştım. Oysa, tek tek gözlerine, yüzlerine, bedenlerine baksam, derilerine dokunup karınlarını yoklasam bu otuz iki inekten birinin hasta olduğunu belki de fark edebilecektim. Ondan sonra, kahyaya gidip: “Doğrusu, ineklerden birinin durumu iyi gözükmüyor” diyebilecektim. Böyle yapsam, bu ineğin hayatını kurtarırlardı belki. İhtiyar çiftçinin demek istediği şey, herhalde tam olarak buydu… 24 EN ASİL İNSAN Eski devirlerden birinde, bir kral, ülkesindeki en asil insanı ödüllendirmek istemişti. Vezirleri, bu insanı bulmak için aylar boyu araştırma yaptılar. Sonunda, kralın huzuruna, yaklaşık on adamdan oluşan bir liste getirdiler. Bu adamlardan biri, elindeki malı mülkü ihtiyaç sahiplerinin hayrına kullanmasıyla tanınmış biriydi. Bir diğeri, hukuk bilgisinin derinliğiyle taktire layık görülmüştü. Başka biri, başarılı bir doktordu. Bir diğeri ise, insanlar arasındaki gerilimleri çözmedeki başarısıyla takdire değer bulunmuştu. Vezirler, listeye aldıkları isimlerin soylu davranışlarını birer birer saydıktan sonra, ülkenin ücra bir kasabasında yaşamakta olan bir ihtiyardan da söz ettiler. Bu ihtiyar, küçük bir evde ölümü beklemekle meşguldü o sıralar. Gerçi ihtiyarın ne büyük bir serveti, ne müthiş bir hukuk bilgisi, ne de tıp alanında bir başarısı vardı; ama vezirler “en asil insan” olarak onun seçilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Kral, vezirlerine: “Peki neden böyle düşünüyorsunuz?”diye sordu. Baş vezir cevap verdi: “Öncelilerin hayatta neler başardıklarını duydunuz haşmetmeab! İşte o insanların yarıdan fazlasına, bu adam öğretmenlik etmişti.” KAPLUMBAĞA NE İSTERDİ? Eski Çin bilgelerinden Chuang-tse, bir nehrin kıyısında oturmuş, elindeki kamışla balık avlıyordu. O sırada, Chu ülkesinin prensinin gönderdiği iki elçi, bilgenin yanına geldiler. Elçilerden yaşlı olanı: “Saygıdeğer prensimiz, sizi bir vilayetimize vali tayin etmek istiyor” dedi. 25 Bilge Chuang-tse, başını bile çevirmeden balık tutmaya devam etti ve gelenlere şöyle cevap verdi: “İşittiğime göre. Chu ülkesinin kutsal bir kaplumbağası varmış. Bu kaplumbağa üç bin yaşındayken ölmüş. Prensiniz de bu kaplumbağayı değerli taşlarla süslü bir kafese koyup kutsal mabedde saklamaya başlamış. Acaba bu kaplumbağa ölüp bu şekilde cesedine tapılmasını mı isterdi, yoksa canlı olup kendi cinsleri arasında çamurda kuyruk sallamayı mı? Yaşlı elçi: “Elbette çamurda kuyruk sallamayı” diye cevap verince, bilge Chuang-tse: “Öyleyse” dedi, “beni rahat bırakın da, kendi çamurumda kuyruğumu sallayayım.” AMELİYAT Adamın biri, bir yaz akşamı, karısıyla birlikte ıssız bir yolda arabasıyla gezintiye çıkmıştı. Birden bire kadına şiddetli bir başağrısı geldi. Karısının çok ciddi bir ızdırap çektiğini fark eden adam, geçtiği yol üzerinde bulunan küçük bir kulübenin kapısındaki doktor levhasını hatırlayıp geriye döndü. Kır saçlı, beyaz ceketli ve ufak-tefek bir adam olan doktor, kadına şöyle bir göz attıktan sonra: “Çabuk onu içeri alalım.” dedi. Muayenesini bitirince de: “Karınızın hemen beyin ameliyatı olması gerekiyor. Şehre gitseniz, korkarım ki, geç kalmış olacaksınız. Ben ise burada yalnızım. Elimden geleni yapmaya çalışırım, fakat sorumluluğu kabul edemem” dedi. Kadın perişan bir haldeydi. Doktorun sözleri karşısında, kocası: “Tamam, başlayalım” demeye mecbur kaldı. 26 Ameliyat en can alıcı noktasına geldiğinde, kapının şiddetle vurulduğu işitildi. Kadının kocası ameliyattan ayrılarak kapıyı açtı. İki üniformalı adam içeri girmek için bekliyordu. Silahlı olan: “Bizim bodur doktoru yine elimizden kaçırdık” diye söze başladı. “Kaçtığında, ekseriya buralara gelir.” Adam sordu: “Peki siz kimsiniz?” “Tepedeki akıl hastanesinin nöbetçileri. Doktor nerede?” Adam olup biteni anlamıştı. “Fakat şimdi karıma bir beyin ameliyatı yapıyor” dedi. “Bitirmeden ayrılamaz. Bir ambulans çağırın.” Onbeş dakika sonra doktor ameliyatın bittiğini haber verdi. Akıl hastanesinden getirilen ambulans da kapıda hazırdı. Kadını dikkatle arabaya yerleştirdiler. Nöbetçilerde doktoru götürdüler. New-York’a dönüp kendi özel doktorlarının muayenehanesine geldiklerinde, kadın hâlâ kendine gelmiş sayılmazdı. Heyecandan titreyen adam, merakla sordu: “Doktorcuğum, durumu nasıl?” Doktor, hastayı muayene ettikten sonra, hayretler içinde cevap verdi: “Karınızın hayatı, mucize nevinden bir ameliyatla kurtulmuş. Üzülmeyin. Ama benim kafama takılan bir şey var: böyle bir ameliyatı yapabilecek tek bir doktor biliyorum, ama o da altı yıldan beri bir akıl hastanesinde…” ÖNYARGIYI BİLMEYEN ADAM Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, hatta çevresine de anlatırmış. Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at, sadece bir at değil 27 benim için. ‘Bir dost’. İnsan dostunu hiç satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanıp: "Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. şimdi bir at sürün var." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara: "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar: "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez. " Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler: "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor." Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış etrafına anlattığında: "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de 28 herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” KELEBEK ANLAYIŞI Bir sabah ofisime giderken, arabamı koyduğum garajda yaşadığım küçük bir olaydan harika bir ders aldım. Garaj kapısını açınca, kanatlarını açmış, çırpınıp duran bir kelebekle karşılaştım. Dışarı çıkmaya çalışıyor, habire kapalı camlara çarpıp duruyordu. Kelebeğin dışarı çıkmasına yardım etme düşüncesiyle garaj kapısını iyice açtım. Ama bu, işe yaramadı. Tam aksine, garaj kapısının açılırken çıkardığı sesten ürken kelebek, daha yüksekten uçmaya başladı ve bir örümcek ağına dolandı. Bu kez, uzun saplı bir süpürgenin yardımıyla, onu ağdan kurtardım ve süpürgeyle dürterek dışarı çıkarmaya çalıştım. Gene olmadı. Kelebek, dışarı çıkması için tek yolun, şeffaf oldukları için dışarıyı gösteren ama gerçekte kapalı olan camlar olduğunu sanıyor olmalıydı. Yine, dışarı çıkmak için cama çarpıp durmaya başladı. Oysa, birazcık başını aşağı eğse, onun dışarı çıkması için kocaman bir kapının açıldığını görecekti. Ne var ki, bütünü göremeyip sadece bir noktaya odaklandığı için, kendisini garajın içinde tutsak kalmaya mahkum etmişti. SAKIN GAZA GELMEYİN Greater Idaho Falls Bilim Fuarında, bir lise talebesi yüksek bir masanın üzerine çıkarak hazırladığı projeyi anlatıyordu: Dihidrojen monoksit maddesi acilen yasaklanmalı; bu mümkün değilse, çok sıkı biçimde kontrol altında tutulmalıydı! 29 Öğrenci, maddenin zararlarını duvara astığı afişe şöyle sıralıyordu: 1. Yoğun terleme ve kusmaya yol açabilir. 2. Tabiata büyük zarar veren asit yağmurlarının ana unsurudur. 3. Gaz halinde iken çok ciddi yanıklara sebep olabilir. 4. Kazara solunarak ciğerlere dolması ölüme davetiye çıkarır. 5. Erozyona yol açar. 6. Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır. 7. Ölümcül kanser tümörlerinin hepsinde görülmüştür. Bir saat içinde, standı gezen 50 kişiden 43’ü yasaklama isteğini şiddetle destekleyip imza verdiler; altı kişi kararsız kaldı ve sadece bir kişi dihidrojen monoksit(iki hidrojen bir oksijen!) maddesinin hayatın can damarı “SU” olduğunu söyleyip itiraz etti. KUMARDA KAYBEDEN Bir gün Eflâtun , talebelerden birini kumar oynarken yakalayıp azarlar. Ve : -İyi ama , ben çok az bir parasına oynuyordum diyen öğrencisine : -Ben seni kaybettiğin para için değil , kaybettiğin zaman için azarlıyorum , der. SAVAŞIN EN KANLI GÜNLERİNDEN BİRİ… Savaşın en kanlı günlerinden biri... Asker,en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üstünde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve: -Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? -Delirdin mi? der gibi baktı teğmen... Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş... Büyük olasılıkla Ölmüştür bile... Kendi hayatını tehlikeye atmaya değmez... Asker ısrara etti ve teğmen ona "peki" dedi..."Git o zaman" İnanılması güç bir mucize... Asker o ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü... 30 Birlikte siperin içine yuvarlandılar... Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti... Ve arkadaşına döndü: -Sana hayatini tehlikeye atmana değmez demiştim, arkadaşın çoktan ölmüş... -Dedi teğmenim... dedi asker -Nasıl değdi?... dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun? -Gene de değdi komutanım... Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağ idi... Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için... VE ARKADASININ SON SÖZLERINI HIÇKIRARAK TEKRARLADI...: -MEHMET!... GELECEGINI BILIYORDUM!... demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum… YAŞANMIŞ SIRA DIŞI BİR ÖYKÜ Genç ev hanımının cuma öğleden sonra kapısı çalındı. Kapıda kitap satan genç bir kadın vardı. Genç kadın, çocuklara okumak için kitap sattığını ve izin verirse içeri girerek kitapları tanıtabileceğini söyledi. Genç ev hanımı çocukları olduğunu düşünerek satıcı kadını içeri aldı. Kitaplar, hikaye ya da masal kitabı değildi. Grolier’in hazırladığı “Çocuk Psikolojisi Kitaplığı” isimli bir kitap setiydi. Çocuklarla ilgili herhangi bir sorun yaşandığında kitapta bu sorunla ilgili hikayenin bulunarak çocuklara okunması sayesinde çocukların ne yapıp yapmayacakları konusunda bir kıssadan hisse çıkarması söz konusuydu. Örneğin, çocuk yalan söylerse, kitapta yalan söylemenin ne kadar yanlış bir şey olduğuna dair bir çocuğun hoşuna gidecek ve dürüstlük konusunda ders verecek kısa bir hikaye vardı. Satıcı kız yumuşak bir üslupla ikna edici bir şekilde kitapları tanıttı. Kitapların tutarını söylediğinde, Mary ismindeki genç ev hanımının gözleri yaşla doldu. Kitapları mutlaka almak istiyordu; ama kitapların tutarı onun için çok yüksekti. “Bunlar bizim satın alamayacağımız kadar pahalı.” dedi gözleri kızarmış durumda. Satıcı genç kadın, “Üzülmeyin belki bir formül buluruz.” dedi. “İsterseniz, kitaplar sizde hafta sonu kalabilir.” “Çok güzel; ama yine de alamam ki...” Satıcı kadın, “Eğer hafta sonu bu kitaplardan 10 set satabilirseniz, bu seti size hediye ederim.” dedi. Mary “Gerçekten mi, bu harika!” diyerek sevindi. En azından kitapları alabilmesi için bir şansı vardı. Bir vakıf için gönüllü olarak çalışıyordu; vakıfla ilişkisi olan anne olarak bildiği herkesin telefonunu aldı ve 31 tüm hafta sonunu kitapları satmaya çalışarak geçirdi. Kitaplara öyle inanmıştı ki, görüştüğü insanlar kitapları hiç görmeden satın almaya karar vermişlerdi. Satıcı genç kadın pazartesi günü geldiğinde, kitapları alacak kişilerin telefonlarını ve adreslerini verdi. Satıcı genç kadın, “İnanılmaz. Daha önce hiç böyle bir şey görmedim.” diyerek Mary’yi tebrik etti. Daha sonra sözlerine devam etti: “Mary, bizim şirket için çalışmak ister misin?” Mary’nin onaylayan bakışlarını görünce, “Yarın sabah birlikte başlarız, o zaman.” dedi. Mary ve satıcı kadın Ida, ertesi gün birçok evi ziyarete gittiler; birçok kapı yüzlerine kapandı; birçoğu da ilgilenmedi. Gün bittiğinde elleri bomboştu. Satıcı Ida, Mary’ye bir satıcının otomobil kullanmayı bilmesi gerektiğini ve ona isterse o akşam otomobil kullanmayı öğretebileceğini söyledi. O akşam, trafiğin çok sıkışık olduğu iş saatinde Mary eve kadar kendi sürdü. İzleyen dokuz ayda Mary 25 bin dolarlık kitap satarak, şirketin en çok kitap satan yıldız satıcılarından biri oldu. Ancak müşteriler kitapların işe yaramadığından şikayet ediyorlardı. “Kitapları aldık; ama hiçbir işe yaramadı. Çocuklar hâlâ bildiklerini yapıyorlar.” “Kitapları onlara okuyor musunuz?” “Yoo...” Bu diyaloglardan şevki kırılan Mary işten ayrıldı ve Mary Kay Kozmetikleri isimli işini kurdu. İzleyen yıllarda Mary Kay, Amerika’nın en başarılı iş kadını seçildi. 375 bin güzellik danışmanı ve yıllık 2 milyar dolar ciro ile, Mary Kay iş dünyasında bir efsaneye dönüştü. Günlük yaşamda ayağımıza kadar gelen binlerce hediye var. Bir şeye gerçekten inanmak, bir şeyi gerçekten istemek ve sıra dışı düşünme becerisine sahip olmak sadece bizim değil, başka birçok insanın kaderini değiştiriyor. Eğer satıcı Ida Blake, Mary Kay, “Bizim bu kitapları alacak gücümüz yok.” dediğinde çıkıp gitseydi, ne 10 set kitap satabilecekti, ne de şirketine izleyen dokuz ayda ekstra 25 bin dolarlık satış kazandıracaktı. Mary Kay, bir ev hanımı olarak kalacak ve 375 bin güzellik danışmanına iş sahası açamayacak, tanıtılan ürünlerin üretilmesi için çalışanlara iş fırsatı yaratmayacak, dahası Mary Kay’in bakım ürünlerini kullanarak kendini iyi hisseden kadınlar olmayacaktı. 32 “İmkanlar ya da fırsatlar yok” diye bir şey yok. İmkanları ve fırsatları sıra dışı bir şekilde kullanmayı öğrenmemiş insanlar var. KAPANAN KAPI Zaman zaman hepimizin sabrının taştığı olur. Bu gibi hallerde, parlamanın sağlığımız ve huzurumuz için sıkıntımızı içimize gömmekten daha hayırlı olduğunu zannederiz. Şimdi size, böyle bir olayın sonucunu anlatacağım. Bu olay, Viyana’lı meşhur bir doktorla, Dr. Adolph Lorenz’le ilgili. Bu doktor, ben daha küçük bir çocukken hiçbir doktorun yapamadığını yapmış ve zengin bir adamın tedavisi imkansız görülen kızını iyi etmişti. Amerikalı doktorlar bu Chicago’lu kızın tedavisi olmayan bir hastalığa yakalandığını söylüyordu. Zengin anne-babası, en sonunda kızı ta Viyana’ya, Dr. Adolph Lorenz’e götürdüler. Dr. Lorenz yeni bir tekniğe dayanan bir ameliyatla kızı şifaya kavuşturdu. Bundan sonra şöhreti dünyanın her tarafında dillerde dolaşmaya başlayan doktor, yeni tedavi tekniğini öğretmek üzerine zaman zaman Amerikan hastanelerine de gelmeye başladı. Onunla böyle bir zamanda tanıştım. New York’un bugün tarihe karışmış Murray Hill Otelinde beraber yemek yedik. Dr. Lorenz bana tekniğini Amerikalı cerrahlara anlatmaya geldiğini, fakat her gittiği yerde sevdikleri için kendisinden yardım dilenen ailelerin hücumuna uğradığını anlattı. Söylediğine göre, ancak birkaç kişiyi doğrudan kendisi ameliyat etmeye vakit buluyor, diğer vak’aları yeni tekniği kendilerine öğrettiği Amerikalı meslektaşlarına bırakıyordu. Dr. Lorenz, bu amaçla Amerika’ya geldiği bir tarihte, Orta Batı eyaletlerinden birinde yaşadığı bir olayı bana anlattı. Gittiği şehirde bir gün canı sıkılmış, şehrin sokaklarında tek başına gezintiye çıkmıştı. Derken, kendisini ansızın bastıran bir sağanak yağmurun ortasında buluvermişti. Sığınacak yer bulamayınca adamcağız çaresiz en yakın evin zilini çalıp, kapıyı açan kadından içeri girebilmek için izin istemişti. Buna karşılık, kadın: “Başka kapıya! Bu evde dert başımızdan aşkın” deyip, kapıyı doktorun yüzüne kapamıştı. 33 İhtiyar doktor, oradan bir araba geçinceye kadar, epeyce bir müddet sağanağın altında kalmıştı. Kapıyı doktorun suratına kapatan kadını, ertesi sabah bir sürpriz bekliyordu. Kadın, sabah kapıya bırakılan gazetede eline aldığında, birinci sayfada resmi olan doktoru tanımıştı. Bu doktor, dün kapıyı suratına kapattığı doktordu. İşin en feci tarafı, bu kadının kızının, doktorun tedavi tekniğini öğretmek için geldiği hastalığa yakalanmış oluşuydu. Kadın, doktorun kaldığı otele yağdırdığı mektuplarda ondan bir gün evlerine gelip kızlarına bakması ve mümkünse ameliyatını kendi elleriyle yapması için yalvarıp yakarıyordu. Ne var ki, bir sağanak yağmurla Allah doktoru ta ayağına kadar getirdiğinde, kapıyı onun suratına kapamıştı… ANA YÜREĞİ Delikanlı küçük bir kasabada annesiyle mutlu bir hayat yaşamaktadır. Üstelik birbirlerinin tek varlıklarıdır. Günlerden bir gün kasabaya çok güzel bir genç kız gelir. Fakat genç kızın yüreği kendisi kadar güzel değildir. Gayet kibirli, kendini beğenmiş ve gözü yükseklerde olan bir kızdır bu. Bizim delikanlı da genç kızın güzelliğine kapılmış ve kıza sırılsıklam aşık olmuştur. Günlerce peşinden koşmuş ama kız delikanlıya hiç yüz vermemiştir. Bu arada delikanlının annesi olayın farkına varmış varmasına da hangi güç engel olabilirmiş ki, delikanlı aşık olmuştur bir kere. Ana yüreği dayanamaz ve en sonunda delikanlıyı kıza karşı uyarır. Ne çare, delikanlının gözü kızdan başkasını görmez. Genç ve güzel kız ise delikanlıyı iyice kendisine bağlamış, avucunun içine almıştır. Ana yüreği artık delikanlının böylesine sömürülmesine daya-namaz, son defa oğlunu karşısına alıp konuşmaya çalışır, ama boşa kürek çektiğini anlar. Delikanlı eski delikanlı değildir artık... Ertesi gün delikanlı, yine genç kızın peşinden koşarken onu ölesiye sevdiğini ve evlenmek istediğini söyler. Kalbi kendisi kadar güzel olmayan kız bu işe bir şart koşar: – Annenin yüreğini bana getirirsen seninle evlenirim.Delikanlının gözü aşktan başka hiçbir şey görmediği için, bu isteği düşünmeden kabul eder. Koşarak annesinin yanına gelir ve: " Senin yüreğin genç kızla birlikte olabilmem için tek yol!" der. Annesi hiç tereddütsüz yüreğini söker ve delikanlıya verir. Delikanlı büyük bir sevinçle genç kıza geri döner fakat yolda ayağı taşa takılıp düşer. İşte o anda ana yüreğinden bir ses gelir: " CANIN ACIDI MI YAVRUM?!..." 34 INSANA VERILEN DEGER Yirmi altı yaşındaki anne lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Oysa bu artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o hala oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu. Oğlunun eline tuttu ve “Bopsy, büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğini ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu. “Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak isterim”. Anne gülümsedi ve “dilediğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi. Daha sonra anne Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona şehri kadar büyük itfaiyeci Bob ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve altı yaşındaki oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu. İtfaiyeci Bob ona söyle bir yanıt verdi. “Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlunu Çarşamba sabahı saat yedide hazır edersen onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sari renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü de diktiririz, lastik botları ısmarlarız. Hepside Arizona’da üretiliyor. Çabucak elimize geçer.” Üç gün sonra itfaiyeci Bob’u aldı, ona itfaiyeci elbisesi giydirdi ve hastanedeki yatağından itfaiye arabasına kadar ona eslik etti. Bob itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Bob kendini cennette hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürlüğünün özel arabasına bile binmişti. Yerel tv programcıları da onu izleyip çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi Bob’u o kadar etkilenmişti ki doktorların söylediğinden üç ay fazla yasamıştı. Bir gece bütün yasam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob’u bu dünyaya veda ederken yanında kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye müdürü, “Bundan daha iyisini yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar misin? Sirenlerin çaldığını duyduğunda ve flaşların parladığını gördüğünde yangın olmadığı anonsunu yapabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşını ziyarete geldiğini söyleyin. Ve lütfen onun odasının penceresini açın.” Diye yanıtladı. Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven tayan kamyonet ulaştı. Merdiveni 35 açtı ve Bob’un üçüncü kattaki odasına doğru yaklaştı. On dört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençelesen Bob itfaiye müdürüne baktı ve “Efendim ben simdi gerçekten itfaiyeci miyim” diye sordu. “Bundan şüphen mi var Bob?” diye yanıtladı müdür.Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı. İNSAN OLMAK Tayinini çıktığını öğreneli bir hafta olmuştu. İlk valilik denemesi olan şehrinden ayrılma düşüncesi hüzün veriyordu. Eşyaları kamyona yükleyen işçileri seyrederken birden dört yıl öncesini hatırladı. Kendinden önceki vali de bu lojmanda oturmuştu ve onunla bu evden taşınırken tanışmışlardı. El sıkışmaları bile ne kadar zor olmuştu. Evin içinde bir sürü insan onu uğurlamaya gelmişti , hatta ağlayanlar bile vardı. Oysa şimdi kendisi taşınıyordu ve eşi ve çocuklarından başka kimse yoktu. O bu düşünceler içinde iken kendinden önceki valinin de çok hürmet gösterdiği yaşlı istiklal savaşı gazisinin sesiyle irkildi. “Evlat” dedi , “nedir bu halin ? “ ,”buradan ayrılmak biraz hüzün verdi” dedi vali. Hüznünün gerçek sebebini söylemediğini yaşlı gazi de anlamıştı. “Söyle evlat söyle senin bir şeye canın sıkılmış “ dedi yaşlı gazi. Vali artık dayanamadı ve “dört yıldır buradayım bir sürü insanla tanıştım daha düne kadar etrafımda olan insanlardan şimdi hiç biri yok . oysa benden önceki vali taşınırken kalabalıktan evin içine girememiştim “dedi. Yaşlı gazi ibretli bir gülümseme ile ; Bak evlat okumuşsun güzel mevkiler edinmişsin ama insanlara hep yukarıdan bakarsan , yanına gelene gülümsemezsen büyüğünü küçüğünü tanımazsan böyle olur. Valide olsan , padişah da olsan önce insan olmayı öğrenmelisin dedi. Vali oldukça sarsılmıştı. Yaşlı gazi açık konuşmuştu. Yerinden kalktı yaşlı gazinin elinden öptü ve ikazından dolayı teşekkür etti. Sonra zorlada olsa gülümseyerek “vali olmanın her şey olmadığını anladım. Bundan sonra insanların yanında hareketlerime daha dikkat edeceğim “dedi. İyi bir insan olursan insanlar arasında sevilirsin dedi yaşı adam ve aheste adımlarla oradan ayrıldı. İNSANLARI KUSURLARIYLA SEVMEK Vietnam"da savaştan sonra sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır. San francisco"dan ailesini aradı : "anne baba eve dönüyorum ama sizden bir şey rica ediyorum yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum" "memnuniyetle onunla tanışmak 36 isteriz diye cevapladılar "oğulları : "bilmeniz gereken bir şey var" diye devam etti. Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir kolunu ve bir bacağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, onunda gelip bizimle kalmasını istiyorum. Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz. Hayır anne baba onun bizimle yasamasını istiyorum. Oğlum dedi babası bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur, bizim kendi hayatimiz var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır. Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama bir kaç gün sonra san francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne baba hemen san francisco"ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı. Bu hikayedeki aile de bir çoğumuz gibi. Güzel olan yada birlikte olmaktan zevk aldığımız insanları sevmek bizim için çok kolay ama bize rahatsızlık veren ya da yanlarında kendimizi rahatsız hissettiğimiz insanları sevmiyoruz. Bizim kadar sağlıklı güzel ya da akilli olmayan insanların yanından uzak durmayı tercih ediyoruz. Neyse ki bize bu şekilde davranmayan biri var.Biz ne kadar bozulmuş olursak olalım bizi sonsuz ailesinin yanına çağıran şartsız sevgiyle seven biri. Bu gece uyumadan önce insanları olduğu gibi kabul edebilmemiz ve bizden farklı olanlara karşı daha anlayışlı olabilmemiz için gereken gücü vermesi için Allah’a kısa bir dua edelim. Kalbimizde arkadaşlık adında bir mucize var. Nasıl olduğunu veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve arkadaşlığın tanrının en büyük armağanı olduğunu anlarsınız. Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler. Bugün arkadaşlarınıza onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin. ONU NE KADAR ÇOK SEVDIM Rahip, mezarlıktaki isini bitirmek üzereydi. O anda elli yıllık karisini kaybeden 78 yaşındaki adam: “Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı. Yaslı adamın yaşlı sesi törenin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar sok olmuşlardı, utanç içindeydiler. Yetişkin çocukları al al moru mor babalarını yatıştırmaya çalıştılar: “Tamam, baba. Seni anlıyoruz” Yaslı adam gözlerini dikmiş kazılan 37 mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti. Törenin sonunda, aile bireylerini ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attırlar.Yaşlı adam hala: “Onu ne kadar çok sevdim ”diye sesli sesli konuşuyordu.Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti,“Onu sevmiştim!”Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam gitmemekte direniyordu. Gözlerini mezara dikmiş bakıyordu. Rahip yaklaştı:“Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatin akışına bırakmalıyız.” Dedi.Yaslı adam çaresizlik içinde bir kez daha “Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek söylendi.“Beni anlamıyorsunuz,” dedi Rahip’e “Ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim.” HANOCH McCRTY,ED.D. *Zil çalmadığı sürece zil değildir. *şarkı söylenmediği sürece şarkı değildir. *Sevgi gönlümüzde tutsak olsun diye yaratılmamıştır, Sevgi insanlara verdiğiniz sürece sevgidir. SEVGi DERSi Küçük oğlumuz annesine geldi ve ona elindeki kağıdı uzattı. Annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı okumaya başladı: Çimleri biçtiğim için temizlediğim için 1 dolar Alışverişe gittiğim için için 25 sent, Çöpü döktüğüm için temizlediğim için 5 dolar, Bu hafta odamı 50 sent, Küçük kardeşime baktığım 1 dolar İyi bir karne getirdiğim için 2 dolar Toplam borç: 5 dolar Bahçeyi 14 dolar 75 sent Annesi umutla kendisini süzen oğluna baktı. Eline bir kalem aldı, kağıdın arka yüzünü çevirdi ve şunları yazdı: Seni dokuz ay karnımda taşıdım Bedava,Hasta olduğunda başını bekledim, elimden geleni yaptım, Bedava,Senin için dua ettim yıllar boyu değişik nedenlerle senin için gözyaşı döktüm Bedava, Senin için geceler boyu kaygı duyup, uykusuz kaldım Bedava, Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım, giysilerini yıkadım, ütüledim Bedava, Ve oğlum bunların hepsini topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün Bedavadır çünkü. Oğlumuz annesinin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu. Annesine baktı ve “Anneciğim, seni seviyorum.” Dedi.Sonra annesinin elinden kalemi aldı ve kağıda büyük harflerle şunları yazdı: “HEPSI ÖDENMISTIR”. 38 YANKI Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden oğlan takılıp düşüyor ve canı yanıp “AHHHHH” diye bağırıyor. İleride bir dağın tepesinden “AHHHHH” diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak ediyor ve “SEN KIMSIN?” diye bağırıyor. Aldığı cevap “SEN KIMSIN?” oluyor. Aldığı cevaba kızıp “SEN BIR KORKAKSIN” diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses “SEN BIR KORKAKSIN” diye cevap veriyor. Çocuk babasına dönüp “BABA NE OLUYOR BÖYLE?” diye soruyor. “OGLUM” diyor adam, “DINLE VE ÖGREN!” ve dağa dönüp “SANA HAYRANIM” diye bağırıyor. Gelen cevap “SANA HAYRANIM!” oluyor. Baba tekrar bağırıyor, “SEN MUHTESEMSIN!” Gelen cevap ; “SEN MUHTESEMSIN!” Oğlan çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor. Babası açıklamasını yapıyor, “İnsanlar buna “Yankı” derler, ama aslında bu “Yaşam"dır.” “Yasam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yasam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok Saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.”“Yasam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdı GEREKSİZ KORKULARIMIZ İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaslanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için. W.SHAKESPEARE İÇİNİZDEKİ ASLANDAN HABERİNİZ VAR MI? Her başarıyı başkalarının tapulu malı olarak görmek, her başarıya hep başkalarının layık olduğunu düşünmek içinizdeki aslanı bir koyun gibi yönetmektir.İnsanın ve unutmayın ki herkesin içinde bir aslan vardır. Fakat kimi o aslanı kükretmesini bilir, kimi o aslanı 39 kükreyecek diye korkar. Kendi kendinizi yönetebilmeniz için kendiniz emirler yağdırmaya mecbursunuz. Emir vermek için güçlü; emri uygulamak içinde disiplinli olmalısınız. KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ Küçük istavrit yiyecek bir şey sanıp Hızla atıldı çapariye. Önce müthiş bir acı duydu dudağında. Gümbür gümbür oldu yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü. Neye benzerdi acep gökyüzü? Bir yanda büyük bir merak Bir yanda ölüm korkusu... "Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar Hani görüp de gökyüzünü, insanı Oltadan son anda kurtulanlar. Ne çare balıkçının parmakları Hoyratça kavradı onu. Küçük istavrit anladı, yolun sonu... Koca denizlere sığmazdı yüreği. Oysa şimdi yüzerken Küçücük yeşil leğende Cansız uzanıvermiş dostlarına Değiyordu minik yüzgeci... İnsanlar gelip geçtiler önünden. Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine. Yavaşça karardı dünya. Başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin maviyi. Beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu. İşte tam o anda eğilip aldım onu. Yürüdüm deniz kenarına. Bir öpücük kondurdum başına, İki damla gözyaşından ibaret, Sade bir törenle saldım denizin sularına... Bir an öylece bakakaldı. Sonra sevinçle dibe daldı. Gitti, tüm kederimi söküp atarak Teşekkürü de ihmal etmemişti Birkaç değerli pulunu elime avuçlarıma bırakarak... Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme. Sorar gibiydiler neden yaptın bunu, niye? "Bir gün" dedim, "Bulursam kendimi Yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz; Son ana kadar hep bir umudum olsun diye..." BIR CINAYET DAVASI Mahkemede bir cinayet davası görülüyordu. Adamın katil olduğu hemen hemen kesindi, bunu gören davalı avukatının aklına bir aklına bir şeytanlık geldi. “Bayanlar baylar. Hepinize bir sürprizim var” diyerek saatine baktı. “tam bir dakika sonra, müvekkilim tarafından öldürüldüğü iddia edilen kişi bu mahkeme salonundan içeri girecek.” Bunun üzerine hakim, seyirciler, bütün kafalar mahkeme salonunun kapısına döndü. 1 dakika geçti ve hiçbir şey olmadı. Bunun ardından avukat: “Bakin “ dedi. “Ortaya bu iddiayı attım ve hepiniz heyecan içinde kapıya bakıp 1 dakika boyunca beklediniz. Bu gösteriyor ki gerçekten ortada bir ölü olduğuna ve dolayısıyla müvekkilimin katil olduğuna sizler tamamıyla inanmış değilsiniz” Ve bu sözün ardından hakim kararını açıkladı ve adamı suçlu buldu. Avukat sok içinde: “Ama nasıl olur??? Az önceki gösteriden hepiniz etkilendiniz hepinizin kapıya baktığını gördüm!!!” 40 Hakim: “Evet doğru hepimiz baktık.”dedi. “ama müvekkiliniz bakmadı.” PADİŞAH VE İHTİYAR Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil"i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına bas vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah,ihtiyari selamlamış." Selamünaleyküm ey pir"i fani..." " Aleykümselam ey serdar"ı cihan..." Padişah sormuş. " Altılarda ne yaptın ?" " Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş. " Geceleri kalkmadın mi ?" " Kalktık...Lakin, ellere yaradı..." Padişah gülmüş." Bir kaz göndersem yolar misin ?" " Hem de cıyaklatmadan..."Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah bas vezire dönmüş." Ne konuştuğumuzu anladın mı ?" " Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş." Bu aksama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuya kaplan bas vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.. " Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş. " Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.." Baş vezir, yüz altın vermiş. " Sen padişahı, serdar"ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.." " Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.." Vezir kafasını kaşımış." Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek..." Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış." Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş... " Geceleri kalkmadın mi ne demek ?"Adam bir yüz altın daha almış. " Çocukların yok mu diye sordu..Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..." Vezir gene kafasını sallamış. " Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş." Onu da sen bul..." 41 MÜKEMMEL PLAN Ms. Henriette Bugher kendisini işe aldığında, John Morcischek mükemmel bir uşak sayılırdı. Ev işlerinde ve sair hizmetlerde eşine az rastlanır bir becerisi vardı. Bir söyleneni bir daha tekrarlatmaz; aldığı işi yapar, bitirirdi. Zekasından ve namusluluğundan da kimse şüphe etmezdi. John Morcischek, birkaç yıl sonra, anlaşılmaz bir sebeple, birden zengin olup rahat bir hayat sürmeye karar verdi. Bunun yolunu da biliyordu. Evinde çalıştığı Ms. Bugher, mücevherleriyle övünen bir kadındı. Morcischek, onun elmaslarını çalacaktı. Bayan Bugher’in Massachusetts Bulvarındaki evi, hırsız tehlikesine karşı, alamlarla donatılmış ve yüzbinlerce dolar kıymetindeki elmaslar kütüphanedeki bir dolaba kilitlenmişti. Fakat, Morcischek bunları hiçe sayıyordu. Bütün istediği, evde bir saat yalnız kalabilmekti. Bu fırsat Ocak ayında eline geçti. Morcischek dolabı bir anahtarla kurcalamadı. Bunu yapmayacak kadar akıllydı. Bunun yerine, bir tornavida ile menteşelerdeki vidaları oynattı. Yavaşça ve dikkatle dolabı, menteşelerin olduğu taraftan açtı. Kilidin oynamamasına dikkat ederek, aralıktan içeri süzüldü ve elmasları aldı. Sonra kapıyı tekrar yerine yerleştirdi, menteşeleri vidaladı, elmasları sarıp paket yaptı ve, kendisi gelinceye kadar açmaması direktifini de ekleyerek, paketi New York’un doğu kenarında eski bir apartmanda oturan Hansen adındaki arkadaşına yolladı. Bir müddet sonra, Ms. Bugher, mücevher dolabını açıp hiçbir şey bulamayınca, bir hırsızlık olayıyla yüzyüze olduğunu anlamış durumdaydı. Akla gelen ilk şüpheli, elbette, uşak John Morcischek idi. Yapılan polis sorgusunda, uşak Morcischek son derece soğukkanlıydı. Ev sahibesinin dolap anahtarını nerede saklıyor olduğunu bilmiyor olduğunu söyledi. Doğru söylüyordu. Morcischek, hırsızlıkla suçlandığı için gururunun kırıldığı, bu evde daha fazla kalamayacağını, başka bir yerde iş aramaya niyetli olduğunu da bildirdi. Bu sırada New York’ta bir posta dağıtıcısı, bir nakliyecinin on yaşındaki kızına bir paket veriyordu. Kızın babası, gece işinden eve döndüğünde şaşkınlıktan donakaldı. Önünde yüzükler, bilezikler, kolyeler ve başka bir sürü mücevher duruyordu. 42 Kimsenin onlara böyle bir hediye göndermeyeceği belliydi. Adam, olayı polise bildirdi. Mücevheratın Ms. Bugher’e ait olduğu anlaşıldı. Bunun üstünden bir saat geçmeden Morcischek hırsızlık suçuyla tutuklandı. Uşak bu kez suçunu inkar edemedi. Zenginlik içinde değil de hapishanede geçireceği yıllara sebep olan gafletine lanet ediyordu. Nakliyecinin adı Hanlon’du ve Morcischek’in arkadaşı Hansen’in oturduğu apartmanda yaşıyordu. Morcischek, paketin üzerine aceleyle adres yazarken “se”yi “lo” ya benzer şekilde yazmış; o yüzden, postacı paketi alıp Hanlon’ların evine bırakmıştı… ACELE KARAR VERMEYİN... Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş, ama Kral bile onu kıskanırmış... Dillere destan bir beyaz atı varmış ki, tarifinden diller aciz. Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu, sadece bir at değil benim için; o bir dost. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın." demişler.. İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin." demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için yine acele ediyorsunuz." demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz bir kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla alay etmemişler, ama içlerinden "Bu herif sahiden biraz 43 garip." diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalmak zorundaymış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın." demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimse de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın." demişler. İhtiyar: "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz." diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını siz asla bilemezsiniz." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkelerine saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almış. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, yine ihtiyara gelmişler... "Yine haklı olduğun ortaya çıktı." demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin." demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor." AFFETMENİN SONUCU Bir öğretmen bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: 'Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 'O zaman' der öğretmen. 'Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin' Öğrenciler bunu da yaparlar. 'Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!' 44 Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: 'Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.' Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine 'Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: 'Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.' Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 'Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.' 'Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?' Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: ' Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.' AKREP Yazdan kalma sıcak bir eylül günüydü. Yaşlı kadın ikindi namazı için camiye giden kocasının arkasından kapıyı sürgüleyip merdivene oturdu. İçinde bir sıkıntı vardı nedense? Bir müddet oturduktan sonra ezanın okunmasıyla ayağa kalktı, romatizmalı bacaklarını sürüyerek yukarı çıktı. Kocasının açık bıraktığı radyoyu kapattı. Gidip abdest aldı ve namaza durdu. Namazı bitince askerdeki oğluna, gelin kızına, kocasına, akrabalarına, bütün insanlara uzun ömürlü, hayırlı olmaları için uzun uzun dua etti... Ağır ağır, istemeye istemeye ayağa kalktı ve mutfağa gitti. Bir tepsiye bir avuç kadar kırmızı mercimek koydu ve ayıklamak için mutfağın balkonuna çıktı. Daha akşama epeyce zaman vardı ama yemeği hazır edeyim diye düşünüyordu. "Bir gelinim olsaydı" diye iç 45 geçirdi. "Kaç kişi vardı. Şu evde, çın çın çocuk sesleri çınlardı. Yemeğin tadına bile bakmadan bitirdikleri olurdu." diye düşündü. Sonra canlanıp, "Mercimeği ayıklayayım" dedi. Ama önce balkondaki kuzineyi yakmalıyım dedi. Hem mercimek çorbası yapacak, hem de patates haşlayacaktı. Bol soğanlı patates piyazını çok severdi kocası. Balkondaki naylon torbaların birinde çalı çırpı birindeyse tezek vardı. Önce kuzinenin külünü boşalttı. Sonra çalı çırpıyla ateşi tutuşturdu. Üstüne tencereyi oturturdu. "Patatesler haşlanıncaya kadar çorbayı da hazır ederim" dedi. Oturduğu yerden dönüp tepsiyi kucağıma alayım derken oda ne? Bir adım arkasında kocaman bir akrep, kuyruğunu kaldırmış, sanki parçalamaya hazır bir kaplan gibi tetikte beklemiyor mu? Yaşlı kadın gözleri faltaşı gibi açılmış, umulmadık bir hızla kuzinenin dibindeki maşayı kapıp, akrebi kuyruğundan tuttuğu gibi cayır cayır yanan ateşin içine attı. Akrep cızırdaya cızırdaya, kıvrıla büküle yandı... Akşam olunca iki yaşlı insan yemeklerini yediler... Akşam namazını kıldılar. Kocanın çay faslı, yatsı namazı derken uyku zamanı geldi ve birbirlerine hayırlı geceler dileyerek yattılar. Meydan gibi geniş bir yer. Kocaman bir ateş yakılmış, etrafta bir hayli insan var. Sanki bir törene gelmişler gibi merakla etrafa ve ateşe bakıyorlar. Yaşlı kadının elleri ardına bağlanmış, beyaz bir elbise giydirmişler. Yanında iriyarı, asık suratlı iki tane adam var. Getirip tam ateşin önüne dikiyorlar. Siyahlar giyinmiş bir adam gök gürültüsü gibi bir sesle bağırıyor; "Bir insan yakmanın cezasının ne olduğunu biliyor musun? Biz de aynen seni öyle yakacağız." Yaşlı kadın ağlayarak yalvarıyor; -Vallahi de, billahi de ben kimseyi öldürmedim, ben kimseyi yakmadım.Ben kimseye zarar vermedim." diretiyor siyahlı adam: -Hayır,sen bir insan yaktın, biz de seni yakacağız, diye. Kadıncağız diz çöküyor, ayakta duracak dermanı yok. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. "Yakmadım ben kimseyi" diyor. O sırada, ateşin biraz ötesinde, kömürleşmiş bir erkek cesedi gösteriyorlar. "İşte yaktığın kişi diyorlar. Kadın diretiyor, "Ben kimseyi yakmadım" diye. O sırada ceset yerinden doğruluyor, kömürleşmiş şehadet parmağını kadına doğru sallayarak; -Beni sen yaktın, diyor. 46 Artık yaşlı kadın bir şey söyleyemiyor. Yere yığılıyor. İki yanındaki adamlar kollarından tuttukları gibi ateşe atıveriyorlar. "Naciye, Naciye uyan! Rüya mı görüyorsun?" Yaşlı kadın kocasının sarsmasıyla uyandı. Elini kütür kütür atan kalbinin üstüne koydu. "Allah'a şükür rüyaymış" dedi. Kan ter içinde kalmıştı. Rüyasını kocasına anlattı ve birden ateşe canlı attığı akrep geldi aklına. Ne büyük bir hata, ne büyük bir günah işlediğini anladı. Tereddüt bile etmeden akrebi canlı canlı ateşe atmıştı. Ceza vermenin, yakmanın sadece Yüce Allah'a mahsus olduğunu düşündü. Sabah ezanının okunmasıyla Kelime-i Şehadet getirerek yerinden kalktı, ter içindeki çamaşırlarını değiştirdi. Kocası camiye gitmişti. Yaşlı kadın yorgun bir vaziyette gitti abdest aldı, namazını kıldı. Allah'tan kendisini affetmesini istedi. Uzun uzun dua etti. Gözyaşı döktü. Ta ortalık ağarana, kuşlar cıvıl cıvıl sabah nağmelerine başlayana dek... ARABA Arkadaşım Paul erkek kardeşinden Noel hediyesi olarak bir araba almıştı. Paul Noel gecesi ofisten çıktığında, yeni parıl parıl parlayan arabasının başındaki afacan çocuk ağzından adeta sular akarak, Bu sizin arabanız mi bayım? diye sormuş. Paul başıyla onaylamış ve Kardeşim Noel hediyesi olarak aldı demiş. Çocuk şaşırmış. Yani kardeşiniz bunu size hediye etti ve siz hiç para ödemek zorunda kalmadınız mi? Tanrım, umarım Çocuk cümlesini tamamlamakta tereddüt etmiş. Paul onun dileğinin ne olduğunu biliyormuş. Böyle bir kardeşi olmasını istediğinden eminmiş. Oysa çocuğun söylediği şey Paulü iliklerine kadar titretmiş. Umarım ben de böyle bir kardeş olurum. Paul şaşkınlıkla çocuğa bakmış. Arabama binip bir tur atmak ister misin? diye sormuş. Evet, bayılırım. Kısa bir tur attıktan sonra çocuk, Bayım, benim evimin önünden geçmenizde bir sakınca var mi? diye sormuş Paul gülümsemiş. Çocuğun istediğinin ne olduğunu anladığını düşünmüş. Komşularına büyük bir arabayla geldiğini göstermek istiyordur demiş içinden. Ama Paul yine yanılmış. Çocuk, şu iki basamağın olduğu yerde durabilir misiniz? diye sormuş. Basamaklardan çıkmış. Birkaç dakika sonra Paul onun yavaş yavaş yürüyerek geri geldiğini görmüş. Yaninda sakat kardeşini taşıyormuş. Kardeşini en alt basamağa oturtmuş ve iyice bir sarılıp ona arabayı göstermiş. İşte buddy, aynen az önce sana söylediğim gibi değil mi? 47 Erkek kardeşi Noel hediyesi olarak almış. Bir kuruş bile ödemek zorunda kalmamış. Bir gün ben de sana aynısını alacağım o zaman aynen sana anlatmaya çalıştığım gibi bütün hayallerin gerçek olacak. Paul arabadan inmiş ve çocuğu arabanın ön koltuğuna oturtmuş, gözleri parlayan sakat kardeşini de yanına üçü birlikte arabayla unutamayacakları bir tur atmışlar. ARKADAŞ Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve: - Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.. Delirdin mi? der gibi baktı teğmen... - Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük ihtimalle ölmüştür bile.. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın.. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi.. "Git o zaman.." İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü: - Sana değmez, hayatini tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş.. - Değdi teğmenim. dedi asker.. - Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?.. - Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin.. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: - Ahmet!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum.. ASLA ÇOK GEÇ DEMEYİN Çok geç diye bir zaman yoktur! Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra; 48 "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi. Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu. Döndüm. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu. "Ben Rose" dedi. "Benim adım Rose, yakışıklı. 87 yaşındayım. " Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım. Minik bir kahkaha ile yanıtladı: "Buraya zengin bir eş bulmaya geldim. Evlendikten sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım.." Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestre boyunca Rose kampüsün gülü oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. iyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını anlamlı yaşıyordu. Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda, Futbol balosuna davet ettik, Rose'u.. Konuşma yapması için.. Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok.. Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi.. "Ne kadar beceriksizim, değil mi? Özür dilerim. Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye biraz içecek aldım. Sonucu görüyorsunuz. şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil. Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?" Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: "Yaşlandığımız için, evlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz. Evlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır. Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak. Bir rüyanız olmalı mutlak. Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok. Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, 49 mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın. Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü. Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır. Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır." Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi. Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı. "Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu. Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı: "Çok geç diye bir zaman yoktur!.." Ayakkabı pazarlamacısı Ayakkabı üretip pazarlayan bir şirket, yıllar önce, pazar araştırması yapmaları için Afrika’ya iki elemanını göndermiş. Birinci eleman, pazar araştırmasını yaptıktan sonra kendisini gönderen patrona bir rapor sunmuş ve demiş ki: – Afrika’da bizim için hiçbir fırsat yok. Çünkü orada hiç kimse ayakkabı giymiyor. Aynı yere birkaç ay sonra giden ikinci eleman da pazar araştırmasını yapmış, dönüşte patronuna bir rapor sunmuş ve demiş ki: – Afrika’da bizim için olağanüstü fırsatlar var. Çünkü orada hiç kimse ayakkabı giymiyor. BABA UNUTUR Dinle oğlum, bunları sana sen uyurken söylüyorum. Küçücük elini yanağının altına sokmuşsun, nemli alnındaki sarı lülelerin yapış yapış ıslak. Odana bir hırsız gibi süzülerek girdim. Birkaç dakika önce kütüphanede oturmuş gazetemi okurken vicdan azabım nefes kesen bi dalga gibi üstüme geldi. Bir suçlu gibi yatağının başucuna geldim. Neler mi düşündüm oğlum? Sabah sabah kızmıştım. Okula gitmek üzere giyinirken seni azarladım, çünkü yüzünü ıslak havluyla öylesine silivermiştin. Ayakkabılarının kirli olduğunu görünce sana onları temizlettim. Bazı eşyalarını yere attığında sana öfkeyle bağırdım. Kahvaltı ederken bir sürü kusurunu buldum. Yiyecekleri etrafına saçıyordun, lokmalarını 50 çiğnemeden yutuyordun, ekmeğine çok fazla tereyağı sürmüştün. Sen oyun oynamaya gidiyordun, bense trenime yetişmek zorundaydım. Bana baktın elini salladın ve “Güle güle babacığım” dedin. Ben ise kaşlarımı çattım ve “Dik dur!” dedim sana. Akşam üzeri de durum farksızdı. Eve gelirken seni yere çömelmiş arkadaşlarınla bilye oynarken buldum. Çorapların yırtılmıştı. Arkadaşlarının önünde seni küçük düşürdüm ve kolundan tutup eve götürdüm. Bu çoraplar çok pahalıydı ve giymek istiyorsan dikkatli olmalıydın. Düşün oğlum bunları sana baban söylüyordu! Hatırlıyor musun? Sonra çalışma odama girdin.Gözlerinde incinmiş bir ifade vardı. Kağıtlarımın üzerinden sana baktığımda bir an için çıkmaya yeltendin. “Ne istiyorsun?” diye bağırdım sana. Hiç bir şey söylemeden koşup boynuma sarıldın ve beni öptün. Hem de büyük bir sevgiyle. Sonra koşarak dışarı çıktın. Kağıdım elimden düştü. Bana neler oluyordu? Sürekli senin hatalarını buluyordum. Seni böyle ödüllendiriyordum. Seni sevmediğim için değil bu; senden çok şey beklediğim için. Seni kendi çağımın değer yargılarına göre değerlendiriyorum çünkü. Oysa ki senin pekçok güzel özelliğin var. Kalbin öylesine yüce ki! Bu gece gelip beni öpüşün de bunu kanıtlıyor.Bu gece başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta, yatağının yanında diz çöktüm ve çok utanıyorum. Bunları sana uyanıkken anlatsam da anlamazsın biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle oynayacağım. Sen acı çektiğinde acı çekecek, sen güldüğünde güleceğim. Dilimin ucuna kötü şeyler geldiğinde dilimi ısıracağım. Kendi kendime sürekli, “O bir çocuk!” diyeceğim. Ben seni büyük bir adam gibi gördüm. Oysa ki sen daha küçük bir çocuksun. Daha dün annenin kolları arasındaydın, başını onun omzuna dayamıştın. Ah, senden çok şey bekledim oğlum, çok şey bekledim. İnsanları eleştirmek yerine onları anlamaya çalışalım. Ne yapmak istediklerini anlayalım. Sempati, hoşgörü ve nezaket eleştiriden çok daha yararlıdır. “Bilmek affetmektir.” Eleştirmeyin, kınamayın ve şikayet etmeyin! BES MAYMUN HIKAYESI Kafese beş maymunu koyarlar...ortaya da bir merdiven ve tepe-sine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun ayni denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen 51 maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı is muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Bu ikinci maymun da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en bastaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artik hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada isler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir. ENDİŞELENEN ÇİFTÇİ Korku ve endişeyle ilgili olarak bir köylünün hikayesi vardır.Bu çiftçi çok çalıştığı ve de inançlı olduğu,her günü olduğu gibi kabul ettiği ve asla endişelenmediği için çok başarılıdır.Bütün işleri yolunda gitmektedir.Çevresindeki insanlara şöyle bir baktığında onların büyük bir çoğunluğunun havadan,dünyanın durumundan,sağlıklarından,ekonomiden ve daha sayabileceğimiz bir çok şeyden alabildiğine endişelenen inanlar olduklarını görmüştür. Bu durum karşısında çiftçi;”Acaba endişelenmeyerek bir şeyler mi kaçırıyorum ?” diye düşünmüş ve ertesi gününü tamamen endişelenmeye adamış.Akşam erken yatmış,böylece endişelenme günü olan ertesi gün için iyi dinlenmiş olacakmış.Bir tam gün endişelenme için fazla enerji tüketeceğini düşünerek ertesi sabah güçlü bir kahvaltı yapmış.Sonra en sevdiği sandalyesine oturup endişelenmeye başlamış. Ürünleri zarar görürse ne yapacağını düşünerek endişelenmiş.Sonuç yoksullaşacaktır.Bereketli bir ürün olursa ne yapacağını düşünerek endişelenmiş.Bu durum fiyatları düşürecektir.Sonuç yoksullaşacaktır.Sonra sağlık durumundan endişelenmiş.Ya hasta olup çalışamazsa ?Sonuç yoksullaşacaktır.Ya havanın durumu ?Yağmur yağmazsa,kuraklık olursa ?Ürün yok.Sonuç yoksullaşacaktır.Ya çok fazla yağarsa ?Ürünler zarar görür.Sonuç yoksullaşacaktır…Endişelendikçe endişelenecek daha fazla şey bulur. Ertesi gün komşusunu görür,ona ne yaptığını anlatır ve “Endişelenmek için tam 12 saat!...Ve hiçbir şey başaramadım.” der. Burada çiftçi hepimizin akılda tutması gereken bir şey öğrendi:Endişelenmek 52 üretkenliği engeller,bize zarar verir.Problemlerimizi asla çözmez.Eğer biz bir öğrenciysek olumsuz şeyleri düşünüp çalışmamızı engellemek yerine olumlu şeyler düşünerek çalışmaya motive olmalı ve yolumuza devam etmeliyiz.Olumsuz düşünceler ve duygular bir otomobilin hava filtresindeki pisliklere benzerler,pislik arttıkça otomobil güçten düşer,ama daha çok yakıt harcar ve en sonunda gidemeyecek duruma gelir.Endişeler de insan için böyledir.İnsanın endişeleri arttıkça bir süre sonra bu endişelerine inanmaya başlar.Sonucun olumsuz olacağını ve böyle bir durumla karşılaşacağı için çalışmasına gerek olmadığını düşünür.Böylece çalışmaktan vazgeçer.Bu bakımdan zihnimiz için bir pislik hükmünde olan endişeleri bir kenara atarak çalışmalarımıza devam etmeliyiz. BEYAZ AT VE HÜKÜMDAR Hükümdarın birinin beyaz bir atı varmış. Hükümdar, bu atını çok severmiş. Bir gün bütün maiyetinin (kendi adamlarının) hazır bulunduğu bir sırada: - Bu beyaz atımın ölüm haberini getirenin kafasını uçurabilirim. Çok dikkatli olun. Çünkü bu beyaz atı canım kadar seviyorum. Onun ölüm haberi bende kriz geçirtebilir, demiş. Günün birinde, her şeyin eceli gibi beyaz atın da eceli gelir. Ve beyaz at ölür. Hükümdarın adamlarında bir telaştır kopar. Kimse cesaret edemez ki, beyaz atın ölümünü hükümdara haber versinler. Seyis başı, düşünür taşınır, olacak gibi değil. Ben gidip hükümdara haber vereceğim. Öyle olsa da, böyle olsa da bizim kafa gidecek, der. Ve Seyis başı, hükümdarın huzuruna çıkar: - Hükümdarım, der. Sizin beyaz at var ya! - Evet der, Hükümdar. Seyis başı: - O, yatmış, ayaklarını dikmiş, gözlerini yummuş, karnı şişmiş, hiç nefes almıyor, der. Hükümdar : - Seyis başı, seyis başı! Desene, bizim beyaz at öldü!.. Seyis başı: - Aman hükümdarım! Ben demedim, siz dediniz hükümdarım, siz dediniz der ve kafayı kurtarır BIR SAVAŞ HİKÂYESİ Tarihler, yirminci yüzyılın ikinci yarısını göstermektedir. Tarihin en kanlı savaşlarından biri bitmiştir. Askerler Vietnam'da savaştıktan sonra evle- rine geri 53 dönmektedir. İşte bu askerlerden biri geri dönüş yolunda San Francisco'da bulunan ailesini hem eve döneceğini haber vermek hem de onlardan bir ricası olduğunu söylemek için arar. Annesi ve babası da ricasının ne olduğunu merak ederler ve ona ricasının ne olduğunu sorarlar. Asker, yanında bir arkadaşını getirmek istediğini söyler. Ailesi: ‘Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz.’ diye cevap verir. Oğulları, ‘Bilmeniz gereken bir şey daha var.’ diye sözlerine devam eder ve ‘Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla, bir ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, ailesini yıllar önce kaybetmiş. Onun benimle birlikte gelip bizimle birlikte kalmasını istiyorum.’ diye ailesine açıklamada bulunur. Bu sözleri duyan anne ve babası: ‘Bunu duyduğumuza çok üzüldük oğlum. Belki onun kalacak başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.’ derler. Anne ve babasının bu sözleri askerde hayâl kırıklığı oluşturur. Genç, hayır, onun bizimle yaşamasını istiyorum, diye çıkışta bulunur. Bunun üzerine ‘Oğlum’ der babası: ‘ Arkadaşının bizden ne istediğini bilmiyoruz. Onun gibi özürlü biri bize çok büyük bir yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O, kendi başının çaresine bakacaktır. Babasının bu sözleri üzerine asker telefonu kapatır. Ailesi bu telefon konuşmasından sonra uzun bir süre ondan haber alamaz. Aradan birkaç ay geçtikten sonra San Francisco polisinden bir telefon gelir. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrenirler. Olayı inceleyen polisler önce bu olayın bir kaza olduğunu zannederler. Ama sonra incelemeler sonucunda olayın intihar olduğu ortaya çıkar. Anne ve babası San Francisco'ya çağrılır. Üzüntülü anne baba hemen San Francisco'ya uçar ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürülürler. Oğullarını tanırlar ve bilmedikleri bir şeyi daha öğrenince dehşete düşerler: Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardır. BİR ÂM ÇOCUĞUN HASRETİ İşitiyorum, güneş pek güzel,çay kenarında suyun üzerine doğru sarkan çiçeklerin manzarası pek latifmiş...Ve nazik öten kuşların,havai böceklerin,uçuşu da görülecek şeylerden imiş. İşitiyorum ki,geceleri gökyüzünde gizli ışıklar görünürmüş. Dalgaları göz yaşları gibi hazin olan deniz içinde dahi,beyaz yelkenli gemiler akıp gidermiş. İşitiyorum ki, çiçeklerin renkleri pek latif imiş. Dereler,dağlar, çayırlar, sular,ormanlar ve hususiyle fecir zamanları o kadar güzel, o kadar şirin imişler ki, bu kadar azamet ve ihtişama karşı insan,rabbine secdeler edermiş. 54 Fakat ben, ne o gürültüsünü işitmekte olduğum denizi, ne o rengin çiçekleri, ne gökyüzünü, ne güneşi, ne o güzel meyveleri, ne kuşları, ne aydınlığı göremediğimden dolayı müteessir değilim. Hayır Allah’ım , hayır! Şu fani alemin güzelliklerinden hiçbirini arzu etmem. İlla!!. Heyhat..!. Anacığımı göreydim..! BİR GARİP AŞK HİKAYESİ Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayati..Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa.. Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanını da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar.. Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı iste.. İçeri girdi.. Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl yardim edebilirim"diye.. Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rast gele bir plağı işaret ederek.. "Evet.. Su CD'yi bana sarar misiniz?.." Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. Aldı paketi, çıktı dükkandan,evine döndü, açmadan dolabına attı.. Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir turlu cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda.. Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi.. Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı Gene dükkandan. İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu yeni bulmuştu da.. Anne ağlıyordu... "Duymadınız mi" dedi.. 55 "Dün kaybettik oğlumu.." Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda... Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü.. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı...Icinde bir CD vardı, bir de minik not.. "Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak istiyorum..Bir aksam birlikte çıkalım mi..Sevgiler.. Jacelyn!." Anne bir paketi daha açtı..Onda da bir CD ve bir not vardı.. "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık... Sevgiler... Jacelyn!.." * * * Unutmayın... Düşündüğünüz şeyi mutlaka söyleyin... Birini seviyorsanız,söyleyin ona...İçinizdekini söylemekten korkmayın. Birisi hakkında ne hissediyorsanız söyleyin ona... Ve hemen söyleyin... Hemen... Beklemeden... Çünkü, doğru zamanı bekler ve "İste simdi tam zamanı" derseniz, bir bakarsınız çok geç olmuş... Gününüze sahip olun ki, pişmanlıklar yaşamayasınız. Hepsinden önemlisi, dostlarınıza, sevdiklerinize,ailenize hep yakın olun.. Çünkü bugünkü haliyle bir şahıs olmanızı onlar sağladı, sizi onlar şekillendirdiler... "Seni seviyorum" demekten sakin, ama sakin çekinmeyin, utanmayın, korkmayın!... Yaşamı yaşanmaya değer yapan şeylerden birinin sevgi olduğunu unutmayın... BİR HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ 11 yaşında bir çocuktu. İlkokulu bitirmiş ve din eğitimi yapan bir müessesenin eleme imtihanını kazanarak kaydını yaptırmıştı. İlkokul öğretmeninin ona karşı ayrı bir ilgi ve alâkası vardı . O da öğretmenini seviyordu. Belki de ilk defa öğretmeninin isteğine uymamıştı. Buna uyamamıştı demek daha uygun olurdu. Öğretmeni yatılı okula gitmesini isterken o birazda ailesinin zoruyla Kur'an Kursu hüviyetindeki bir müesseseye kaydını yaptırmış, orada okumaya niyetlenmişti. Halbuki ilkokul öğretmeni onu hangi telkinlerle yetiştirmişti . “ Sen büyük bir adam olacaksın “ onun alışageldiği iltifatlardan sadece biriydi. Ama şimdi o , büyüklüğe giden tüm yolları kendi elleriyle tıkamıştı... “ Yobaz ve gerici” yetiştiren bir yerde okuyacaktı... 56 Son görüşmesinde öğretmeni ona buna benzer laflar söylemişti... Sanki havada bir kırbaç ıslık çalmış ve ardından gelip onun okuma hevesinin üstüne şaklamıştı.. Yaralanmıştı çocuk.. Büyük olma yolunun tıkandığına canı sıkılmış ve sebep olanlara kin duymaya başlamıştı.. Yatılı okul imtihanını kazanmış olmasına rağmen gidememek içine iyice işlemişti. Bir gün öğretmenine içini döktü...Ondan üniversiteyi bitirinceye kadar destek olma garantisi almıştı... Artık ailesi karşı çıksa da önemli değildi.. Öğretmeni ona her türlü desteği verecekti. Kur'an kursundan kaçtı. Zorda olsa ailesini ikna etti. Ama kimliği , ilkokul diploması kursta kalmıştı.. Onlarsız okula kaydolması imkansızdı... Kurs'a gitti.Talebeler dersteydi. Kimseye görünmeden ikinci kata çıktı. Burası kursun yatakhanesiydi. Kimliği ve diploması bavulundaydı... Kurstan kaçarken dikkat çekmesin diye bavulunu yanına almamış, kimliğini ve diplomasını almayı da unutmuştu.. Acele acele alacaklarını aldı, bavulunu kapatıp eski yerine koydu . Nasıl olsa daha sonra gelir alırım , diye düşündü... Merdivenlerden indi. Dış kapıdan çıktığı an iş bitmiş, hürriyetine kavuşmuş olacaktı... Yüreği heyecandan bir güvercin yüreğine dönmüştü. Koşar adımla dış kapıya doğru yürüdü. Tam kapıdan adımını dışarı atacaktı ki , ensesine bir el yapışıverdi. Çırpınışları fayda vermedi, ensesindeki elden kurtulamadı... Biraz sonra “ Hocasının “ huzuruna çıkarıldı. Meğer hocası emir vermiş . “ Gören yakalasın ve bana getirilmeden bırakılmasın “ demiş.. Görevlide vazifesini yapmış ve onu elinden tutup hocasının yanına götürmüştü... Talebe, kendini buradan nasıl kurtaracağını düşünüyordu... Sonunda kararını verdi. Hocasına alabildiğine küstahlaşacak , o da böyle küstah talebe işe yaramaz diyecek ve onu kovacaktı. Böylece kurtulmuş olacaktı. Düşündüğü gibi de yaptı.. Hocanın karşısındaki sandalyeye kuruldu , burnunu havaya dikip oturdu. 57 Uzun bir sessizlikten sonra hoca, birkaç kere tepeden aşağıya süzdüğü talebeye “ burada okumak isiyor musun? “ diye sordu. Mağrur talebe , haşin bir sesle “istemiyorum” dedi.. İkiside sustular. Hocası “ nerede okumak istiyorsun“ “ yatılı okulda “ diye cevap verdi talebe bu soruya... Hocası sorusunu değiştirdi : “ Ne olmak istiyorsun “ diye sordu. “ Cumhurbaşkanı “ dedi talebe. “Peki kaç sene yaşayacağını düşünüyorsun? “ diye bir başka soru sordu hocası “en fazla yüz sene “ cevabını verdi... - yüz sene yaşadın diyelim bunun kaç senesi uykuda geçer? - “ yaklaşık yarısı” - Kaç sene cumhurbaşkanlığı yaparsın ? - “ Yedi sene, millet isterse bir yedi sene daha” - Peki, 14 sene diyelim... Bunun kaç senesi uykuda geçer . İnsan uykuda da cumhurbaşkanlığı yapamaz ya ? “ - “ 7 “ senesi - Yani sen , en fazla 7 sene cumhurbaşkanlığı yapabilirsin , değil mi? - “ evet” - Hocası... “Ama Cumhurbaşkanı olacağında garanti de değil... - “ elbette “ - Peki ya daha sonra... Bu son soru kafasına balyoz gibi inmişti. Küçük bir çocuktu . Ama dindar bir ailede yetiştiği için “ sonra” nın ahirete yönelik bir tarafı olduğunu da biliyordu. Dememişti, açıklamamıştı ama hocası bunu ima etmişti. 58 Sanki ona , önemli olan cumhurbaşkanı olmak değil , insan olmaktır, demek istemişti... Kendisinin bir tahta kulubesinin olduğundan bahisle, fakat ben hayatımdan o kadar memnunum ki , şu anda bana cumhurbaşkanlığı dahi teklif etseler burayı bırakıp gitmem , demişti.. Talebenin zihni önce allak bullak oldu.. Sonra karanlık sis bulutlarından aydınlığa kayıyor gibi hissetti kendini.. Hocasının bir büyükle konuşurmuş gibi onu karşısına alıp konuşması , bütün küstah söz ve davranışlarına rağmen gayet hoşgörülü ve müsamahakar davranması içine ılık bir sevginin akışına sebep olmuştu... Kararını verdi , burada kalacak, burada okuyacaktı... BİR MASAL GİBİ Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm.. Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri yıpranmış eski bir zarftan başka bir şey yoktu... Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım. Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda, özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael" diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!.. Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi. "Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.." dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi.. "Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma "Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum. "Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini 59 biliyor musunuz?.." "Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş.. Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı.. Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses; "Evet, Hannah burada yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için.. Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi, "Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha.. "Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.. "Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.." Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım. Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız "Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim.. Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum, koridorlarda.. "Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi. Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum." "Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum." "Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım. Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi? Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.." 60 "Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım." Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti." "Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.." Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu.. Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah" dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden.. "Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle.. "Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.." "Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum.. Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar. Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı.. "Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması gereken her şey, er ya da geç, bir gün kesinlikle yaşanacaktır." *** Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim? Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı.. Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi… Aşklarını on sekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan 76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız BİR SAAT Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş. Çocuk babasına: "Baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sormuş. Zaten yorgun gelen adam "Bu seni ilgilendirmez." diye cevaplamış. Bunun üzerine çocuk: "Babacığım lütfen bilmek istiyorum." diye cevap vermiş. Adam, "İlla ki bilmek istiyorsan 20 dolar kazanıyorum." diye cevap vermiş. Bunun üzerine çocuk, 61 "Peki bana 10 dolar borç verir misin?" diye sormuş. Adam iyice sinirlenip: "Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi derhal odana git ve kapını kapat." demiş. Çocuk sessizce odasına çıkıp kapısını kapatmış. Adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder diye düşünmüş. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş. Belki de gerçekten lazımdı, diye geçirmiş içinden. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa: "Uyuyor musun?" diye sormuş. Çocuk, "Hayır." demiş. "Al bakalım istediğin 10 doları. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm, ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim." demiş. Çocuk sevinçle haykırmış: "Teşekkür ederim babacığım." Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış. Bunu gören adam iyice sinirlenerek: "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?" demiş. Çocuk, "Ama yeterince yoktu." demiş ve paraları babasına uzatarak: "İşte 20 dolar, 1 SAATİNİ BANA AYIRIR MISIN?" demiş... BİR ŞİŞE SERUM İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. İlerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa… Ya… Ya… O hiç gelmezse… Bütün ümidi, bütün tesellisi oğlu, bir tek oğlu ölmüşse… 62 Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da… Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü. - Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı… Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı… Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse… Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu… O, bu sesi, bu melum sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı… Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı.. Çıktı… Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuşuyorlardı… Ameliyat çadırına doğru ilerledi… İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle: - Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı? Arkadaşlardan biri cevap verdi: - Pek de yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış… Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım… - Ya?.. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tatanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede? - Pansumanda! Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra "Oğlum! Oğlum!" diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular… Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu… Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birden bire masaya koştu… Hırıltılı bir sesle: 63 - Berbat, pis bir yara! diye söylendi… Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu… Geniş bir nefes aldı… Gözlerinin içi gülüyordu… Şimdi yanlız bir tehlike vardı, tatanos tehlikesi… Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra… Hemen arkasını döndü ve eczacıya: - Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe… Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça: - Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul'a yazdık, daha… O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serumun bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti… Seruma muhtaç iki yaralı var. Buna mukabil bir tek şişe… Birisi mülazım, diğeri miralay… Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası… Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı… Hem de zaten, miralay dururken, "Serumu oğluma yapın," dese sözünün hükmü olacak mıydı? Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler… O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu… Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle: - Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı… On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tetanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstıraplarla kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağızı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilemez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan duradur dağlara doğru uzaklaştı. O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler. BİRAZ MUTLULUK 64 Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile. Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep.. “Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu... Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu? Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var.. Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim. Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!.. Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım. Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm.. Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim. Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten.. Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak 65 herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.. Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !.. Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım.. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil.. Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu. Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim.. Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu.. BİZ SENİ UYANIK BİLİRDİK İstanbul'da kenar semtlerden birinde oturan yaşlı bir kadın, padişahın huzuruna çıkmak istediğini saraydaki görevlilere bildirmiş. Bunun üzerine sultanın karşısına çıkarılmıştı. Yaşlı kadın: Evinin soyulduğunu ve bu olaydan padişahın sorumlu olduğunu söyleyerek, şikayette bulunur. Bunun üzerine hiddetlenen Kanuni: - Bana bak kadın, sen niçin bu kadar derin uyku uyudun da evinin soyduğunu duymadın? deyince, yaşlı kadın: Padişahım! Kusura bakma, biz seni uyanık bilirdik, onun için evimizde rahat uyuyorduk der. Bu cevap üzerine Kanuni utanarak: - Haklısınız diyerek, kadının çalınan mallarının bedelini kendi malından öder. Borçlandırma Yurt dışındaki okulların birinde rehber olarak görev yapıyordum. Okul, bayram vesilesiyle birkaç günlük tatile girmişti. Öğrenciler, evleri çok uzakta olanlar hariç, evlerine gitmişti. Okulda çok az öğrenci kalmıştı. Ben bütün gün öğrencilerle ilgilenip akşama doğru eve gittim. Yemeğimi yedim. Güneşin batışını, çayımı yudumlayarak seyrettim. Üç yaşındaki oğlumla ilgilendim. Saat 21 civarıydı. Hava iyice kararmıştı. Uyumaya hazırlandığım sırada 66 telefon çaldı. Rehberlik personelinden bir arkadaş arıyordu: -Hocam, okula kadar gelebilir misiniz? Çok meraklanmıştım; belli ki mühim bir şey vardı. -Hayırdır. -Pek hayır değil. Acele gelirseniz iyi olur. -Tamam. Beni bir telâş almıştı. Acele giyindim. Koşar adımlarla okula gittim. İdare odasının ışığı yanıyordu. Odaya girdiğimde, görevli arkadaşın karşısında bir öğrenci vardı; ayakta zor duruyordu. Yüzüne dikkatlice baktım. Dokuzuncu sınıftan tanıdığım, çalışkan bir öğrenciydi. Öğrencinin yüzüne bir daha baktım. Gözlerime inanamadım. Sandalyeye yığıldım kaldım. Biraz sonra: -Bunu niçin yaptın? Senden bunu beklemezdim. -Mahalledeki gençlere uydum. Onlar: 'Sen içemezsin! Bu erkek işi.' dediler. ‘Ben de İçerim' dedim. Görevli arkadaşa sordum: -Müdür beyin haberi var mı? Arkadaş: -Kimse bilmiyor, dedi. Bu durumda ne yapmalıydım? Alternatifleri düşünmeye başladım: 'Bu, öğrencinin ilk disiplinsiz davranışı. Öğrenci çalışkan ve terbiyeli biri. Ama işlediği suç, okuldan atılmayı gerektiriyor. Ceza verilmezse, bu diğer öğrencilere tesir eder. Öbür taraftan, henüz bunu kimse bilmiyor; disipline göndermeden ve başkalarına duyurmadan meseleyi halledebiliriz. Ayrıca bu öğrenci beni sever sayar. Yani onun yanında kredim var.' Aklıma başka bir düşünce geldi: 'Hayır hayır! Başına iş açma! Sana ne, müdür halletsin bu meseleyi! Sorumluluk alma üzerine!' İçimde düşünceler birbiriyle adeta boğuşuyor: 'Nasıl, bana ne dersin? Ya müdür bey 'Atalım!' derse? Ya öğrenci disiplin kurulunda ceza alırsa? Ya sâbıkalı psikolojisine girip başka suçlara meylederse? Bu işin daha uygun bir çaresi, bir çıkış yolu olmalı!' Pedagoji kitaplarında bu konuda bir çözümden bahsediliyor: Borçlandırma... Eğer öğrenciyi affedersem, bundan dolayı kendini bana borçlu hisseder; bir daha böyle bir şey yapmaz. Kime söylersek söyleyelim, bu öğrenciyi ispiyonlamak olacak; öğrencinin gururu kırılacak. 'Hocam sattın beni!' der mi? Ergenlik çağında, bir delilik yapar mı? 'Arkadaşınız hakkında şeytana yardımcı olmayın!' hakikati ortadayken, onu ele vermek doğru olmayacaktı. 'Allah'ın sana nasıl muamele etmesini istiyorsan, sen de insanlara öyle muamelede bulun. Eğer Allah'ın sana 67 rahmet etmesini ve günahlarını örtmesini istiyorsan, sen de insanlara merhametli ol ve onların ayıplarını ört.' dedim kendi kendime. Ergenlik çağında, öğrencilerde bir davranış bozukluğu ortaya çıkar. Bu sekizinci sınıfın sonlarına doğru başlar, dokuzuncu sınıfta had safhaya ulaşır. Onuncu sınıfta biraz yavaşlar, on birinci sınıfta da sona erer. Öğrenciler dokuzuncu sınıfta buz üstünde paten yapıyor gibidir. Kayan adama vurulmaz; kaymasını kontrol için yanında olmak gerekir. Karar ver artık! Seç birini! Sonunda kararımı verdim: Asla şeytana yardımcı olmayacak, kredimi kullanacaktım. Öğrenciyi borçlandıracaktım. Bu göl, bu mayayı tutacaktı. Durumu bana haber veren görevli arkadaşa: -Bunu al, kimsenin olmadığı bir yatakhaneye yatır. Kapıyı da kilitle, kimse girmesin. Bu hâdiseyi gizleyeceğiz. Müdür beye veya başkasına bundan hiç söz etme. Yarın öğrenciyle görüşürüm. Öbür gün, öğrenciyi karşıma alıp konuştum: -Nasıl olur da, senin gibi bir öğrenci böyle bir şey yapar? Öğrenci hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sonra: -Hocam ne olur, anneme ve babama bir şey söylemeyin. Onların yüzüne sonra nasıl bakarım? -Peki, benim yüzüme nasıl bakabiliyorsun? Yine ağladı. Kendini toparlayıp: -Hocam, bir daha yaparsam erkek değilim. Bunun üzerine: -Hadi bakalım, ben bu olayı kimseye söylemedim. Müdür beyin de haberi yok. Ceza almayacaksın şimdilik. Ama bir daha tekrar edersen, okuldan atılman için elimden geleni yaparım. -Yok hocam, vallahi yapmam! Erkek sözü... Bu kararlılığını görünce: -Bak, sen erkekliğini ispat için bu işi yapmışsın... Şimdi de, verdiğin bu sözde, erkekçe dur! Bundan sonra her hareketini kendisine sezdirmeden kontrol ediyor, yakın arkadaşlarından durumunu soruyordum. Durumu çok iyiydi. O günden sonra ağzına içki koymadığı gibi, derslerindeki gayret ve başarısıyla da öğretmenlerinin takdirini kazandı. Seneler geçip, ergenlik döneminin boşluklarını atlatınca, daha da iyi oldu; üniversite imtihanlarında başarılı oldu. Kendisiyle görüşmelerimiz devam ediyor. Öğrencim, başarılı bir üniversite öğrencisi olmanın yanında, kötü alışkanlıklardan uzak, nezih bir hayat yaşıyor. Buluşmalarımızda: -Hocam! Bütün bu başarımı ve durumumu size borçluyum, diyor, kendince borcunu ödüyor. 68 BİR ÖYKÜ Öykümüz Herkes , Birisi , Herhangi Biri ve Hiç kimse adlı dört kişi hakkında … Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve Herkes Birisinin bu işi yapacağından emindi. Gerçi işi Herhangi Biri’de yapabilirdi ama Hiç Kimse yapamadı. Birisi buna çok kızdı. Çünkü iş Herkes’in işiydi. Herkes , Herhangi Biri’nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama Hiç kimse , Herkesin yapamayacağının farkında değildi. Sonunda Herhangi Biri’nin yapabileceği bu işi Hiç kimse yapamadığı için Herkes Birisini suçladı … BU DA GEÇER YA HU! Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...” Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder. “Haa o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.” Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın 69 hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: “Üzülme... Unutma, bu da geçer...” Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer...” Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.” Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır... O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır. kaynak:ailem / zaman ÇATLAK KOVA Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş.Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebiliyormuş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum." 70 "Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." Kova cevap vermiş: "Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun." Sucu söyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötu hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. iki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yasayamayacaktı." Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Kainatta hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz ÇİRKİN POSTACI Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanıyorum, birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım... Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki, ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım... "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir, diyordu. Senin geçtiğin sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!... Ve ekliyordu sonunda; Sana her gün mektup yazacağım..." Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?.. Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden "bana" yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi... Ve aslında bir mektuba da deliler gibi 71 ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?.. Bunu zaman gösterecekti. İlk gün kafam karışıktı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim... Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu. Bu, inanılmazdı...Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı... Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla...Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım..." Yarın yine yazdı, öbür gün yine... Ve sonraki günler yine yazdı... Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla... Her gün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!.. Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; Kimdi bu?.. Nasıl biriydi?.. Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başlamıştım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya da devam edecekti!.. Bundan emin olduğum için de, "yazılarında anlattıklarından çok" nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya başladım... Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili herşey de mükemmel olmalıydı. Ama her şey... O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl biri tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum kafama... Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim. Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı, eli henüz havadaydı... Göz göze geldik. Aman Allah'ım... Aman Allah'ım, bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle!.. Dondum kaldım. 72 O da başını eğdi, döndü ve gitti. Orda, öylesine bekliyordum şimdi... Kutuyu açıp mektubumu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı?.. O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti?.. Saçmaladığımı biliyordum. Ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. "Neye" olduğunu bilmiyordum, ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasına köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!.. Yarın iş dönüşü baktım ki, kutumda hâlâ o aynı "kirli" mektup var! Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım!.. Altı-yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Gece yarısını geçiyordu aklıma o mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubumu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş... Özlemiş olarak göğsüme bastırmış... Ve uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmişim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini... Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu... Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu: "Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum... Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı!.." Donmuş kalmıştım şimdi... Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım; tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz 73 kalemiyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz" yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor! DEĞİŞİM Westminster manastırının bodrumunda bir Anglikan piskoposunun mezarı üstünde şu sözler yazılıdır: "Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. “ Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim." DENİZ YILDIZININ ÖYKÜSÜ Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve “niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsun ?” Diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi, “yaşamları için” yanıtını verince, adama şaşkınlıkla 74 “iyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki ?” Der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, “bak onun için çok şey değişti,” karşılığını verir. DOLUNAY Çok çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış dünyada, taa dünyanın öbür ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça. Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden geçen, ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün köyünkine bedelmiş; Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu. Kız Dolun'u bilirmişte tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. İntera demiş ki Doluna : "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir." Dolun şaşmış. "Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına. İntera demiş ki: "Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten". Dolun "Bekle beni" demiş İntera'ya, "hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?" İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı "İşte bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar. Dolun senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demiş İntera'ya "Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin". Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca. Tek aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise o çiçek. Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anlamış ki çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra 75 varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden. Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karşışında bir adam belirmiş Dolun'un. Adam Doluna "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Salut, izin vermem buna" demiş. Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla "Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım" demiş "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez". "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut "Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... "Eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir, insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikisi de. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz İntera'sız bir yaşam düşünür. Koparamaz çiçeği günlerce. Dolun artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları. Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle bir tomurcukta Dolun'un sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş, taş o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya'yla dönmeye başlamış. Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü, aşkının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı, aynı çiçek gibi... EVLAT VE KUYRUK ACISI Zamanin birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana rastlamış. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an göz göze gelmiş. Yaradana 76 olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış, dile gelmiş. Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş. Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış. "Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim." Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün senlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dahil herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş. Yillar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış. Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış. "Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek" demis. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kim bilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş.... Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş. Aksam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış. Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde.. Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Caninin parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı... Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım demiş...Yilan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama...Sende bu evlat acısı.. bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız. HAYALLERİNİZE SAHİP ÇIKIN Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun ortaöğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken öğretmeni, büyüdüğü zaman ne olmak istediğini bir kompozisyon halinde yazmasını istedi. 77 Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. İki gün sonra öğretmen ödevi geri verdi. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "sıfır" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. Çocuk öğretmenine merakla sordu: - Neden "sıfır" aldım? Öğretmeni: - Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal dedi, paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm. - Çocuk evine döndü, bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini öğretmenine hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü. - Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, "ben de hayallerimi"... O, orta 2. sınıf öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine: - Sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah"tan ki sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın. İHTİYAR İLE ATI 78 Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, anlatırmış. Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış.. "Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.. ihtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.." Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler.. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. ihtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah 79 tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor. "Lao Tzu, öyküsünü su nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında: "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz." "Men âmene bil kader emine minel keder" KAYBEDİLENLER Bir gün insan virgülü kaybetti. O zaman cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti. Bir başka gün ise ünlem işaretini kaybetti. Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Üstelik hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu. Bir süre sonra soru işaretini kaybetti. Artık soru sormaz oldu. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kainat ne dünya ne de kendisi umurundaydı. Birkaç sene sonra iki nokta işaretini kaybetti. Artık davranış sebeplerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti. Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı. Kendisine ait tek bir düşünce bile 80 yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu. Son noktaya geldiğinde düşünmeyi, okumayı unutmuş vaziyetteydi. KAYIKÇININ KÜREĞİ Bir kayıkçı varmış. İşi, yolcuları kayığı ile nehrin bir tarafından diğer tarafına geçirmekmiş. Adamın kayığının küreklerinin birinde inanç diğerinde çalışmak yazıyormuş. Bu sözleri küreklere niçin yazdığını soranlara: Nehirden geçmek için her iki küreğe de ihtiyacım var. Çalışmaksızın inanç, inanç olmadan da çalışmak bir işe yaramaz. Bunlardan birinin eksikliği tek kürekle kayığı yürütmeye çalışmak gibidir. O da kendi etrafında döner. Hedefe asla ulaşamaz. Başarıya ulaşmak için bunların ikisine de ihtiyacımız vardır. Yoksa olduğumuz yerde döner dururuz. Hedefe bir türlü ulaşmayız. demiş. KENDİNİZE ENGEL OLMAYIN 1950"li yıllarda kamuoyunda; doktorların araştırmalarına dayanarak "bir mil dört dakikanın altında koşulamaz, bu insan fizyolojisi açısından mümkün değildir" yargısı vardı. Bu görüşler atletizmle uğraşan atletleri ve atletizm otoritelerini etkilemiştir. Atletizm otoriteleri ve atletler bu görüşün etkisinde kalarak bir mili dört dakikanın altında koşmayı hiç düşünmediler. Yarışmalarda bütün atletler artık rekor kırmak için değil sadece birinci olmak için koşuyorlardı. Roger 1954 yılında yapılacak olan yarışa bir yıl kala bir mili dört dakikanın altında koşmak için hazırlanmaya başladı. Bu hedefine ulaşmak için tam bir yılı vardı. Bir yıl boyunca bütün fiziki çalışmalarını yaptı; ama Roger biliyordu ki bu yarışmada hedefe ulaşmak için sadece fiziksel antrenmanlar yeterli değildi. O her gün zihinsel antrenmanlar da yapmayı ihmal etmedi. Zihninde artık tek bir düşünce vardı: Hedefe ulaşmak. Hedef ise bir mili dört dakikanın altında koşmaktı. Bunun için bütün yolları deneyecekti. O, bu yarışa hazırlanmaya "Bir mili dört dakikanın altında koşacağım" diye başladı. Kendisine olan güveni tamdı. Zihninde hep bir yıl sonraki yarışı ve onun sonunda kıracağı rekoru düşünüyordu. Yarış 81 başladığında tüm yarışçılar birinci gelmeyi düşünürken Roger rekora koşuyordu. Onun tek hedefi vardı, bir mili dört dakikanın altında koşmak. Onu gerçekleştireceğinden şüphesi yoktu. Yarış Roger"in birinciliğiyle bitti. Onun için birinci gelmek önemli değildi. Skor borda yöneldi. Orada yazan rakam 3,59" du. Roger başarmıştı. Bir yıl boyunca çaba sarf ettiği hedefine ulaşmıştı. Roger zaferi bedensel gücü ile değil, zihinsel gücü ile kazandı. Roger"den sonra gelen birçok sporcu da zihnin gücünü keşfederek inanılması mümkün olmayan rekorlara imza attılar. Bir yıl içerisinde aynı rekoru 300 atlet kırmayı başardı. Artık sporcular inanılmazları gerçekleştirmenin formülünü %20 bedensel güç % 80 zihinsel güç olarak özetliyorlardı. KÖR, YOKSUL, TOPAL Bir kör, bir yoksul bir de topal beraber çölde yolculuk yapıyorlarmış. Yorulmuşlar. Çok da susamışlar. Sonunda küçük bir vaha bulmuşlar. Kendilerini serin sulara bırakmışlar. Doya doya içmişler. Karınları da doyunca suyun kenarındaki ağaçlardan birinin altında uykuya dalmışlar. Bir süre sonra uykudan uyanan kör ayağa kalkmış. Elini alnına koymuş, ufku süzmeye başlamış ve avazı çıktığı kadar bağırarak : – Birileri geliyor galiba! demiş. Körün bağırmasıyla kendine gelen yoksul: – Galiba bizi soyacaklar! demiş. Bütün bunları duyan topal ise tası tarağı toplayıp: – Hadi hemen kaçalım... demiş. KIRLANGIÇ VE AŞK 82 Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş. Ve adamın penceresinin önüne konup adama şöyle demiş: - Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri alda birlikte yaşayalım. Adam: - Olmaz alamam... Sen bir kussun hiç bir kus adama aşık olur mu?...demiş. Kırlangıç tekrar: - Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yasar gideriz. demiş. Adam yine: - Olmaz alamam...Git başımdan, diye cevap vermiş. üçüncü ve son defa kus adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş: - Lütfen beni içeri al.. Artık soğuklarda başladı, dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yasayabilirim sadece beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omzuna konar seni neşelendirir sana yarenlik ederim. Hem sende benim gibi yalnızsın, der... Adam ona: - Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım demiş ve kuşu kovmuş... Kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara gitmiş.. Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine " Ben ne aptal , ne kadar akilsiz bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş ama is isten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yazın gelmesiyle kırlangıçlarda gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş.yazin sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna.... Kırlangıç yokmuş.Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcın gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona şöyle demiş: - Kırlangıçların ömrü 6 aydır . . . Hayatta bazı fırsatlar vardır ömründe bir defa insanin eline geçer ve değerlendiremezsen uçup gider NE OL NE OLMA 83 PARANI VER, GÖNLÜNÜ VER, SELAM VER, CANINI VER AMA SIRRINI VERME GÜNLERİ SAY, SERVETİNİ SAY, BÜYÜKLERİNİ SAY AMA YERİNDE SAYMA EMEK VER, KULAK VER, BİLGİ VER, AMA HİÇBİR ZAMAN BOŞ VERME EŞİNİ BEĞEN, İŞİNİ BEĞEN, AŞINI BEĞEN AMA KENDİNİ BEĞENME SATICI OL, ALICI OL, KALICI OL, BULUCU OL AMA BÖLÜCÜ OLMA FİDAN BÜYÜT, GARİP DOYUR, ÇOCUK BESLE AMA KIN BESLEME HEDEFE KOŞ, CİHADA KOŞ, YARDIMA KOŞ AMA ORTAK KOŞMA DAVET ET, HAYRET ET, AFFET, TEV BE ET AMA İHANET ETME OKUMAKTAN ZARAR GELMEZ, OKU AMA LANET OKUMA RAKİBİNİ GEÇ, SINIFINI GEÇ AMA GÜLÜP GEÇME YAKLAŞ, KONUŞ, TANIŞ AMA UZAKLAŞMA SÜSLEN, USLAN AMA YASLANMA DOĞRUL, DEVRİL AMA EĞİLME İTİL, ATIL AMA SATILMA SEVGİ Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp 84 saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını corbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmis. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima. SEVGİLİ ANNECİĞİM VE BABACIĞIM Duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, sizlere şunları söylemek isterdim. * Belirli bir büyüme ve değişme içerisindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda, özgürlük tanıyın. Beni her yerde ve her işimde, koruyup kollamayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim ve öğrendiklerim daha kalıcı olur. * Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bunu küçümsemeyin. Ama siz de beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. * Her istediğimi elde edemeceğimi biliyorum. Ancak siz verince de almadan edemiyorum. * Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutamayınca sizlere olan güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. * Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendimi söyleyemem. Ancak hiç kısıtlanmayınca, ne yapacağımı şaşırıyorum. Söz ve davranışlarınızda tutarsız olduğunuzu görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum. * Beni dinleyin. Öğrenmeye en açık olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkileniyorum ben. * Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesli sözlerinizi pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi bir iz bırakır. * "Ben senin yaşındayken" diye başlayan sözleri hep kulak ardına atarım. Küçük 85 yanılgılarımı, büyük suç imiş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. * Beni korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. * Yanlış davranışlarımın üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. * Suçumu aşmadığı müddetçe cezama katlanabilirim. Beni yeteneklerimin üzerindeki bir işi yapmam için zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmam için bana destek olun. * Başardığım işlerde beni övmeniz, kendime olan güvenimi artıracaktır. * Bana güvendiğinizi belli edin. Beni başkaları ile kıyaslarsanız, ümitsizliğe kapılabilirim. * Benden yaşımın üzerinde bir olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce korkmayın. * Beni köşeye sıkıştırırsanız, yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam bile, soğuk kanlılığınızı kaybetmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebelirim. Ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki, ben de sizi başkalarının yanında küçük düşürebilirim. * Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca bunu açıklamaktan çekinmeyin. Özür dilemeniz, size olan sevgimi azaltmaz. Aksine beni size daha çok yakınlaştırır. Biliyorum, ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. * Bana verdikleriniz yanında istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum. Yukarıdaki isteklerimi unutsanız bile şunu unutmayın: Beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın. * Benden örnek çocuk olmamı istemezseniz, ben de sizden "kusursuz anne", "kusursuz baba" olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter. * Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değil ama, seçme hakkım olsa, yine de sizin çocuğunuz olarak doğmak isterdim. Sevgilerle çocuğunuz." ÜÇ EVLAT Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı.Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu. Kadınlardan biri: -Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez...Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz. 86 Diğer kadın heyecanla atılarak: -Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi. Tıpkı bir bülbül gibi şakır. Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur.Allah vergisi bu... Üçüncü kadın susup duruyordu. Diğerleri sordular: -Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki... Ne diye durup dururken öveyim onu. Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular. İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı. Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı. Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı. Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu. Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar: -Aman ne kabiliyetli çocuk!.. İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı. Kadınlar ihtiyara dönüp: -Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla: -Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı. Onu çok beğendim... SON DERS Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders: Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın. Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma; 87 Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor. Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir. Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış. Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir. Amann ha diccat!... TAHTA PERDEDEKİ ÇİVİ Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş. 88 Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacaktır (kapanmayacaktır). YARIŞI BIRAKMAYIN Hayat uzun bir koşudur. Her adımda yeni bir başlangıç yapabileceğimiz bir koşu. Bu uzun koşuya hayat maratonu adını da verebiliriz. Maraton ismi eski Yunan"da Maraton meydanında Ispartalıların ve Yunanlıların yaptığı savaştan gelir. Savaş meydanının Atina"ya uzaklığı 42 kilometredir. Meydanda savaş başladığında Atina"ya haber vermesi için bir kişi yollanır. O koşarak Atina"ya gider, haberi zamanında ulaştırır, fakat ölür. Bu uzaklık daha sonra maraton yarışları için kullanılan mesafe olur. Maraton yarışı stratejik bir yarıştır. Yarışa başlarken öne geçmenin bir önemi yoktur. Çünkü yarış uzundur. Yarışın en kritik noktası 20 ile 25. kilometre arasıdır. 20 kilometreden sonra yarışçının kaslarında şiddetli ağrılar başlar. Ağrılar 25. kilometreye kadar artarak devam eder. 25. kilometre kritiktir. Kendinizi iyi ayarlar ve 25. kilometreyi geçmeyi başarırsanız yarışı bitirebilirsiniz. Bu yarışta 26. kilometre aslında yeni bir başlangıçtır. Önemli olan yeni bir başlangıç için vazgeçmemektir. LGS ve ÖSS milyonlarca adayın yarıştığı bir maratonu andırır. Bu maratonun kritik noktası şubat ayı ile başlar nisan ayının sonlarına kadar sürer. Şubat ayına kadar öğrencilerin çoğunun çalışmaları düzenli ve sınavı kazanmaya yöneliktir. Bu aydan itibaren maratondan kopmalar başlar. Bazı adaylar sınavı kazanamayacaklarını düşünerek yeni bir başlangıç yapmak yerine başladıkları yarışı bitirmeyi tercih ederler. Oysa bu maratonda her zaman yeni bir başlangıç yapabilirsiniz. Yeter ki başarılı olacağınıza dair inancınızı kaybetmeyin. 89 DÖRT MAHALLELİ KASABA Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama'lar yaşıyormuş. Evetama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar. İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş. Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan! Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış. Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış. Evetama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş. İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!. Duvarcı ustası Sayın Şantiye Şefim, İş kazası tutanağına “plânlama hatası” diye yazmıştım. Bunu yeterli görmeyerek olayı ayrıntılı anlatmamı istemişsiniz. Şu anda hastahanede yatmama neden olan olaylar aynen şöyle olmuştur: 90 Bildiğiniz gibi ben bir duvar ustasıyım. İnşaatın altıncı katındaki işimi bitirdiğim zaman biraz tuğla artmıştı. 250 kg kadar olduğunu tahmin ettiğim bu tuğlaları aşağıya indirmek gerekiyordu. Aşağı indim. Bir varil buldum. Ona sağlam bir ip bağladım. Altıncı kata çıktım. İpi bir çıkrıktan geçirip ucunu aşağıya saldım. Tekrar aşağıya indim ve ipi çekerek varili altıncı kata çıkardım. İpin ucunu sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım. Bütün tuğlaları varile doldurdum. Aşağı indim, bağladığım ipin ucunu çözdüm. İpi çözmemle birlikte kendimi havalarda buldum. Nasıl bulmayayım? Ben yaklaşık 70 kiloyum. 250 kg lık varil, hızla aşağıya düşerken beni yukarı çekti. Heyecan ve şaşkınlıktan ipi bırakmayı akıl edemedim. Yolun yarısında dolu varille çarpıştık. Sağ iki kaburgamın bu ırada kırıldığını sanıyorum. Tam yukarı çıkınca, iki parmağım iple beraber çıkrığa sıkıştı. Parmaklarım da bu sırada kırıldı. Bu esnada yere çarpan varilin dibi çıktı ve tuğlalar etrafa saçıldı. Varil hafifleyince, bu sefer ben aşağı inmeye başladım, varil ise yukarı çıkmaya başladı ve yolun yarısında varille yine çarpıştık. Sol bacağımın kaval kemiği de bu sırada kırıldı. Can havliyle ipi bırakmayı akıl ettim. Başımı yukarı kaldırdığımda boş varilin süratle üzerime geldiğini gördüm. Kafatasımın da böyle çatladığını sanıyorum. Bayılmışım, gözümü hastahanede açtım. Cenabı Hak’tan tüm kullarını böyle görünmez kazalardan korumasını diler, hürmetle ellerinizden öperim. Duvarcı Ustanız DUYGULAR ADASI Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil. Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi, adayı terk 91 etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş. Çünkü, mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman, Aşk, yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş. Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş. Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!" "Sana yardım edemem Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk, yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim..." "Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki, Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş: "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..." Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..." 92 DÜNYAYI DÜZELTMEK İÇİN Adam , bir haftanın yorgunluğundan sonra, Pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba , oğluna söz vermişti ; bu hafta sonu parka götürecekti onu ; ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyan olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı: “ Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” dedi. Sonra düşündü: “ Oh be , kurtuldum!En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi: “ Babacığım , haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz !” dedi. Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı: “ Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!” ELİNDEKİLERLE YETİNMEK Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş. Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını almış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. 93 Kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş.Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış.Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gül koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülün getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül. Bunun üzerine adama dönen kız söyle demiş; " Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir." EN BÜYÜK ARMAĞAN Büyük harap evin önündeki tabelada, Dr. Jeseph H. Walton'a "Joe Amca" derlerdi. Joe Amca da Watertown'lular gibi sakin ve iyi kalpli bir adamdı. Watertown'lu çocukların hemen hepsini dünyaya getiren ve onları hastalıklarında iyileştiren Joe Amca idi. 1945 yılının sonlarına doğru şehre bir doktorun geleceğini haber aldık. Yeni doktor Watertown'da bir ev kiralamış ve birinci katını modern bir muayenehane haline sokmuştu. Tıbbiyeden yeni mezun olmuş olan Dr. Kent; Watertown'a gelince, Joe Amca onu, evi hazır oluncaya kadar oturacağı otelde ziyaret etti. Ben o sırada otelin koridorunda idim, onların konuşmalarına kulak misafiri oldum. Donal Kent kısa boylu, zayıf ve sarışın bir adamdı. Yaşlı meslektaşını gülümseyerek karşıladı. Kendini Joe Walton diye tanıtan Joe Amcanın elini sıktıktan sonra: "Nasılsınız, doktor? Beni ziyarete gelişinize çok müteşekkirim" dedi. Joe Amca: "Size bir merhaba demeye geldim" dedi. "Bu şehrin, sizin gibi yeni fikirler getiren parlak bir genç doktora ihtiyacı vardı. Bir dileğiniz olursa, size yardıma hazırım." Dr. Kent'in, Watertown'da çok çabuk tutunduğunu gördüm. Hele genç Watertown'lular, onun soğukkanlılığına ve bilgiçliğine hayrandılar. Genç Dr. Kent'in yanında Joe Amca, doktordan başka her şeye benziyordu. Biz Joe Amca'ya bağlı olduğumuz için, Dr. Kent'e düşman bir tavır takınmaya hazırdık. Ama Joe Amca böyle davranmamıza hiç razı değildi. Dr. Kent'i en çok öven o idi. "Çocuk, çok iyi bir doktor, doğrusu" diyordu. "Tıp kitaplarını ezbere biliyor; her gün de yeni bir şey öğreniyor. Operatörlüğü de çok ustalıklı..." 94 İki doktorun hastalarıyla konuşmaları, aralarındaki farkı açıkça belli ediyordu. Dr. Kent, hastaların şikayetlerini sessizce dinliyor, bir deftere not ediyor, sonra birkaç kelime ile teşhisini bildiriyordu. Halbuki Joe Amca hastalarını ilgiyle dinler sonra yavaşça mesela: "Hiçbir şeyin yok. Yalnız biraz karnın ağrıyor. Hepsi o kadar..." derdi. Aralarındaki fark bu kadar da kalmıyordu. Dr. Kent, hastalara çocuk muamelesi yapılmasının yanlış olduğuna inanıyordu. Bu yüzden hastalarına, çok acele bir bakım gerektiren olaylar dışında, geceleyin çağırılmak istemediğini söylemekten çekinmemişti. Joe Amcaya da bu bahsi açmıştı. Joe Amcanın: "Oğlum bu şehrin halkı senin usulüne pek alışık değildir. Onlara uysan, olmaz mı?" demesi üzerine: "Doktor, insanı gece yarısı saat 3'te çağıran hastaların yüzde 99'unun durumunun hiç de acele olmadığını, siz de bilirsiniz" demişti. "Olur olmaz saatlerde sabaha kadar bekleyebilecek hastalara koşarak kendimi bitiremem. Hastalarımın esiri olmak niyetinde değilim." Bunun üzerine Joe Amca, Dr. Kent'e şu teklifte bulundu: "Oğlum, senin bakabileceğin çok hastan var. Seni geceleyin çağıran hastalara gitmek istemiyorsan, senin yerine ben giderim." Dr. Kent, Joe Amcayı yormak istemediği bahanesiyle bu teklifi önce kabul etmediyse de sonunda razı oldu. Watertown halkı da bu anlaşmaya alıştı. Dr. Kent'in hastaları, geceleyin doktor çağırmak gerekince, Dr. Kent'in yerine, Joe Amca'yı çağırmayı öğrendiler. Her gece Joe Amca'nın eski otomobilinin Watertown'un sokaklarında gürültüyle geçtiğini duyardım. Joe Amca, geceleyin ziyaret ettiği hastaların durumunu Dr. Kent'e anlatırdı. Bunun üzerine Dr. Kent kızar ve Joe Amcaya: "Kendi kendinizi öldürüyorsunuz, doktor. Birinin çocuğu ağladı diye şehir dışına çıkmaya, çocuklarının erken doğacağını sandıkları için Masterson'ları bir gecede beş defa ziyaret etmeye lüzum var mı?" diye bağırırdı. Ama Joe Amca sadece gülümsemekle yetinir ve başka türlü göremeyeceği Watertown'luları ziyaret etmekten zevk duyduğunu söylerdi. Zamanla Watertown'lular Dr. Kent'e saygı duymayı öğrendilerse de Joe Amcaya karşı duydukları sevgi kuvvetlendi. Ama ben, Joe Amcanın çabucak yaşlandığını görüyordum. Saçları ağarmış, omuzları çökmüştü. Yeni bir otomobil alacak kadar parası olmayışı da pek yazıktı... Geçen bahar Watertown'un dolayında feci bir kaza oldu. Okul çocukları ile dolu bir otobüs devrilmiş, 4 çocuk ölmüş, 15 çocuk da ağır yaralanmıştı. Kaza haberi şehirde çabucak yayıldığından, bütün Watertown'lular yardıma hazırlandılar. Joe Amca da kurtarıcıların en önünde yer almıştı. Ama bu gecenin asıl kahramanı Dr. Kent oldu. Soğukkanlı ve becerikli 95 doktor, evini bir hastane haline soktu. Hükümet merkezinden üç hastabakıcı, bir doktor, yardımcısı ve epeyce ilaç ve malzeme gönderilmişti. Dr. Kent, kazadan sonraki 24 saat içinde mucizeler yarattı. Biraz dinlenmesi için yapılan teklifleri reddediyordu. Arada sırada biraz acı kahve ve birkaç lokma yemek yiyerek ameliyatlarına devam ediyordu. Joe Amcaya bakılırsa; Dr. Kent'in usta eli olmasaydı, en az 8 çocuk daha ölecekti. Watertown matemden kurtulunca Dr. Kent'i bir kahraman olarak alkışladı. Halk ona hala ısınamamış olmakla beraber, ona bir mabut gibi tapıyordu. Watertown'un ticaret odası her yıl, şehrin en takdire değen adamına gümüş bir kupa hediye eder... O yıl Dr. Kent'in Watertown kahramanı olmasına karar verildi. Merasim günü şehrin merasim salonu hıncahınç dolmuştu. Dr. Kent, her zamanki gibi soğukkanlı görünüyordu. Belediye Başkanı kendisine kupayı uzatınca Dr. Kent önce teşekkür etti, sonra sahnenin kenarına doğru yürüyerek halkı susmasını işaret etti. Sonra söze başladı. O, hala soğukkanlı görünmesine rağmen, halinde o zamana kadar görmediğim bir değişiklik vardı. Dr. Kent ciddi bir sesle şunları söyledi: "Beni şehrin kahramanı olarak alkışlamanıza çok teşekkür ederim. Ama otobüs kazası esnasındaki hareketlerimin sandığınız kadar takdire değer olmadığını söylemek isterim. Her doktor, fevkalade bir olayın çıkışında hazır bulunmayı ve bilgisini göstermeyi ister. Bu yüzden o akşam ben sadece gücümün içinde olan şeyleri yaparak ustalığımı gösterdim. Tevazu göstermiyorum. Size sadece kazadan sonraki günlerde düşüne düşüne vardığım neticeyi anlatmak istiyorum." Burada Dr. Kent durarak aşağıda ön sırada oturan Joe Amcaya baktı, sonra devam etti: "Büyük bir kaza ancak birkaç yılda bir olur. Bu kaza sırasında ustalık göstermek doktorluğun asıl manası değildir. Son yıllarda doktorluğun ve cerrahinin en ilginç alanları ile uğraştığımı biliyorsunuz. Ben bu süre içinde doktorluğun can sıkıcı taraflarından kaçtım." "Benden çok yaşlı olan Dr. Walton, kabul etmek istemediğim hastaların ziyaretlerini üzerine aldı. Önce paraya ihtiyacı olduğunu sandım. Yanılmışım. Dr. Walton, benim hastalarımın hiç birinden beş para bile kabul etmedi. O, Watertown'lulara tedaviden daha kıymetli bir şey, yani güven duygusu verdi. Bu, kalbi insan sevgisi ile dolu olan bir kimsenin yapacağı iştir. O da bütün büyük adamlar gibi, bu meziyetini ileri sürecek yerde tevazu gösteriyordu. Ben, doktorluğun yüksek manasını Dr. Walton'dan öğrendim. Dr. Walton'un bütün hayatını, Watertown'lulara bağlamasının yanında, benim bu şehre gösterdiğim azıcık hizmet kayde bile değmez. Dr. Walton, hiçbir mükafat beklemeden, hayatını, bu yüksek amaca bağlamıştı." Dr. Kent burada sustu ve cebinden mendilini çıkararak yaşaran gözlerini sildi. Sonra sessiz 96 dinleyicilerine döndü ve: "Sizden bir ricam var", dedi. "Bu kupayı, ona layık olan biricik Watertown'luya, Dr. Walton'a vermeme izin verin. Ben de onun yarısı kadar yüksek bir doktor olmayı isterdim." Alkış tufanı kopmadan önce Dr. Kent sahneden indi ve Dr. Walton'a doğru yürüdü. Artık hiç utanmadan ağlıyordu. Kupayı Joe Amcaya uzatarak "Bu kupa sizin hakkınızdır. Onu alın, Joe Amca!" dedi. EN SEVDİĞİM ÖĞRETMEN Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikâyedir. Adı Bayan Thompson' dur. Bayan Thompson bütün çocukları çok seviyordu, fakat orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci olan Teddy Stoddard dikkatini çekti. Bu küçük öğrenciyi daha çok sevdiğini hissetti. Bir önceki yıl, Bayan Thompson, Teddy' yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve Teddy mutsuz da olabilirdi. Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy' nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı. İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor." diyordu. Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı. Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kâğıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy' nin armağanı kaba kahverengi bir kese kâğıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları 97 düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy' ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekâsının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum sözüne karşılık Teddy onun en sevdiği öğrencisi olmuştu. Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy' dendi. Tüm yaşantısındaki en sevdiği öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson' un hâlâ hayatında gördüğü en sevdiği öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy' den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en sevdiği öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F. Stoddard Tıp Doktoru. Bu hikâye burada bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson' un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi. Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy' nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için." diye fısıldadı. 98 Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!" Bu yazı 343 defa okundu . ESKİ BİR LETONYA MASALI. "Çok eski zamanlardan birinde kötü bir âdet varmış. Yaşlılar artık iyice ihtiyarlayıp iş yapamaz duruma geldiklerinde ormana götürülür, orada yırtıcı hayvanlara bırakılırmış.Böylece zaten az olan yiyeceklerin, çalışan gençlere yetmesi sağlanmaya çalışılırmış.İhtiyarları belli bir yaştan sonra evde tutmak yasak olduğundan kimse yaşlı anne babasını evde gizleyemez, komşusu görüp ihbar edecek diye korkarmış. İşte bir gün yaşlılardan birini oğlu ormana götürüp bırakmak istemiş. Kış mevsimiymiş. İhtiyar, oğul ve küçük torun beraberce ormana gitmişler. İhtiyarı bırakmış dönüyorlarmış ki, küçük torun oyuncak kızağını dedesinin yanında unuttuğunu fark etmiş. Babasına dönüp almalarını söylemiş. Babası umursamayınca da : "Kızağımı almalıyım, yoksa sen yaşlandığında seni neyle ormana götürüp bırakacağım" demiş. Oğul o an anlamış ki, ihtiyar babasının kaderi, yaşlandığında kendi kaderi de olacak. Dönüp babasının ellerini çözmüş. Alıp eve geri getirmiş. Samanlıkta saklayıp her gün ona gizlice yemek vermeye başlamış. Bir süre sonra köyde hayvanlar arasında bir hastalık yayılmış. Hayvanlar birbiri arkasından ölüyormuş. İhtiyar oğluna şöyle demiş: "Hastaları iyilerden ayır. Onlara şu, şu otlardan ilaç hazırla. Sağlıklılara da şöyle şöyle yap.'' Oğlan ihtiyar babasının dediklerini yapmış. Gerçekten de onun hayvanları arasında ölüm azalmış. Çoğu kurtulmuş. Bayram geldiğinde her sene olduğu gibi, o sene de köy halkı kurbanlar kesmeye başlamış. İhtiyar oğluna şu öğüdü vermiş: "Köyde hayvan çok azaldı. Senin de fazla hayvanın yok. Bu sene kurban kesme." Gerçekten de bir iki ay içinde bütün köy tarlalarda çalıştırılacak hayvan sıkıntısı çekmeye başlamış. Ama ihtiyarın öğüdünü dinleyen gencin hayvanı varmış. İlkbahara doğru köyde artık ekmek yapacak tahıl bile kalmamış.Ama asıl sorun, tohumluk olarak kullanabilecek kadar bile tahıl olmamasıymış. Tarlaya ne serpeceklerini, gelecek senenin mahsülünü nasıl hazırlayacaklarını bilemiyorlarmış. İhtiyar bu konuda da oğluna öğüt vermiş: 99 "Yavrum, ahırın çatısı samanla doldurulmuştur. Onları çıkar, yeniden döv. Oradan tohumluk buğday çıkarabilirsin." Oğlan, ihtiyar babasının dediği gibi yapmış. Köyde tohumluğu olan tek aile onlar olmuş. Bütün köy halkı bu gencin büyücü olduğunu düşünmeye başlamış. Öyle ya, herkesin işi kötü giderken, bu evde garip bir şekilde kötülüklere bir çare bulunuyormuş. Evi gözlemeye başlamışlar. Sonunda da gerçek anlaşılmış, ihtiyar babanın hala yaşadığı ortaya çıkmış. Köylüler genci krala şikayet etmiş. Kral önce yasalarını hiçe sayan gence kızmış. Ama olup bitenleri dinledikten sonra iyi ve yerinde bir öğüdün çok şeyi değiştirebileceğini kabul edip, ihtiyarlarla ilgili yeni bir kanun çıkarmış. "Bundan böyle çocuklar, anne ve babalarına yaşlılıklarında bakacaklar. Onların gönlünü hoş tutacaklar. Çünkü onların hayat deneyimlerinden her zaman için öğrenebilecekleri şeyler var." GEÇ KALAN SEVGİ Bugün stresten yapması gereken işlerin hiç birini yapamamıştı..Yetiştirmesi gereken promosyon tasarımları vardı, bir o kadar da az zamanı..Bugün tüm eskis çalışmalarını bitirmeyi ummuştu işe gelirken..Aslında sabah ne büyük bir çalışma şevki ile gelmişti işe, sabah kahvesini içerken çalan telefona kadar, her şey yolunda idi.. Ama o telefon, kahrolası telefon çalmıştı işte ve Ülkü telefonu açmıştı...‘Alo buyurun ben Ülkü’ dedi Bir iki dakika süren sessizlikten sonra, karşı tarafta ki erkek sesini duydu, daha önce hiç duymadığı bu ses bir anda tüylerini ürpertti.. ‘Ülkü, kızım ben baban, Kazım..!!’Dondu Ülkü, ne diyeceğini bilemedi telefon da ki sese, nasıl hitap edeceğini bilemedi, nasıl davranacağını kestiremedi ağlasa mıydı?, gülse miydi?, neler hissedeceğini bilemedi..Sonra kendinin bile tanıyamadığı bir ses tonu ile ‘beni nasıl buldun?’ dedi.. Karşı tarafta ki yabancı ses bu soruya cevap vermeksizin ’seni görmek istiyorum ‘diyordu.. -Beni görmek istiyor -dedi Ülkü kendi kendine..-beni görecekmiş- dedi..25 yıl sonra -beni görecekmiş..Sesinde ki şaşkınlık yavaş yavaş nefrete bırakıyordu yerini..bu sefer nefret, kin ve acımazlık kokan bir ses tonu ile tekrarladı ’beni nasıl buldun?’cevap vermedi adam..sonra Adam da tekrarladı ’yanına gelebilir miyim? ’Ülkü ’25 yıl sonra mı ?’dedi bu sefer sesinde hissizlik vardı.. tıpkı kalbi gibi sesi de hissizleşmişti. Hiçbir sey hissetmiyor gibiydi, duyguları bedeni, zihni uyuşmuştu..O an sanki dünya dönmüyor,Ülkü yaşamıyordu. Sonra yine aynı hissiz ses tonu ile ‘gel ‘ dedi..Ve içinden tekrarladı ’gel ve sana olan nefretimi gözünle gör..’Adresi verip, telefonu kapadı.. İşte o an gelmişti..İşte yılların acısı O adamın yüzünde bugün patlayacaktı, işte sonunda 100 annesine ve kendine çektirdiği acıları yüzüne vuracaktı O adamın, Onu 3.5 yaşında bırakıp giden babası 25 yıl sonra -ben senin babanım- deme cüretini gösteriyordu..Bu ne cüretti, nasıl -baba- kelimesini ağzına alabiliyordu ? nasıl telefon edip, Ülkü ye ismi ile hitap edebiliyordu? Sonra çocukluğunu hatırladı ..Herkes babası ile parklarda koştururken , banklar da oturup başkasının babalarına bakarak ağladığı acı günleri hatırladı..Sonra beş parasız kaldığı ve boş zamanlarında parttime garsonluk yaptığı günleri hatırladı. Eskişehir in soğuğun da elektrik faturasının ödeyemem korkusu ile sobayı yakmadığı, üzerine sardığı battaniye ile tasarım yaptığı öğrencilik günlerini hatırladı, acıktığında açlığını yatıştırmak için sürekli su içtiği ve sonrasında daha fazla açlık hissettiği o yılları hatırladı.. Annesinin onun bu halde zorlukla okuma çabasını nasıl üzüldüğünü, nasıl kahrolduğunu ve evde diktiği dikişlerle ona zor da olsa para göndermeye çalıştığı günleri hatırladı. Ama annesinin gönderdiği üç kuruş para ancak okul masraflarına yetiyordu.Ülkü grafikler olacaktı..Geleceği parlaktı, ama okuduğu okul çok masraflı idi.. gündüzleri haftanın 2 günü ve hafta sonları bir kafe de garson olarak, partime çalışıyor gece sabahlara kadar da proje dersinde verilen tasarımları yetiştirmek için uykusuz kalıyordu.. O yıllar da babasının hayatta olduğunu unutmuştu bile, bu konuda artık taş kesmişti..Babası yoktu onun, baba kavramını bilmeden büyümüştü, sevgisini hiç tadamadan..10, 11 yaşlarında geceleri Allah tan sadece babasının geri dönmesini isteyip ,dua ettiği günleri hatırladı, sonrada kıvrıldığı yatağının içinde babasının bir gün gelip annesi ile onlara sahip çıkacağı inancı ile uykuya daldığı günleri, ama babası hiç gelmedi..bu en fazla 1- 2 yıl daha sürdü, artık Allah a hiçbir sey için dua etmiyordu, Allah var mıydı ? yok muydu? bilmiyordu..Sanki inancını duygularını, hissilerini, kaybetmişti..Tanrının varlığı ve yokluğu ile ilgilenmiyordu ve artık Tanrı dahil kimseden hiçbir şey istememeye yeminli idi..Hayat savaşında yalnızdı, bunu kabullendi genç kızlık döneminde..babasını varlığı ve yokluğu ile ilgilenmeyi bıraktığı gibi Tanrın da varlığı ile ilgilenmez olmuştu..çocuksu kalbi ile ondan yıllarca tek bir şey dilemişti ‘BABASINI’...Ne babası gelmişti, nede Tanrı, onlara babasının geri gelmesi için, yardım etmişti..Artık babası için ağlamaktan ve babasının Allah tan dilemekten vazgeçmişti 15 yaşında..Lisede okuyor ayrıca bir muhasebecinin yanında çalışıyor işe ve okula bilet parası olmadığı için yürüyerek gidiyordu, lise de okuduğu yılarda...Annesi ile dayılarının evinde kalıyorlardı, babası hiç habersiz , Onu ve annesini terk ettiği günden beri ..Dayısını 2 kızı ve 2 oğlu vardı..6, 4, 3, 1 yaşlarında idiler..Bir salon, iki yatak odasından oluşan ev, 8 kişiye çok dar geliyordu..Üstelik yengesinin onları istemediği her halinden belli oluyordu...Annesi dikiş dikerek eve katkıda bulunuyor su ve elektrik paralarını ödüyordu.. Ülkü de kazandığını dayısına veriyor, bazen hiç harçlıksız okula gidiyordu..Yoksa yengesi onları, bir gün bile 101 evinde istemezdi, Ülkü bunların farkında idi..Ama susuyordu, hayat ona susmayı öğretmişti, susmayı ve kimsenin görmediği yerlerde ağlamayı, ama artık hiç kimseden Allah tan bile bir şey istemiyordu.. Ülkü o yıllar da ders çalışmak için en uygun yerin yemek masasının altı olduğunu keşfetmişti O Zaman dayısını çocuklarında kaçıp rahatça çalışabiliyordu...ama geceleri masanın altı karanlık olduğu için ders kitaplarını el feneri ile okuyor, resimlerini o masanın altın da yapıyordu, duygularının aktığı o beyaz kağıtların, gözyaşına, buruk sevinçlere ve hüzünlere dönüştüğü resimlerin de ancak mutluluğu bulabiliyordu.. Resim konusunda çok yetenekli idi. Annesi onu seviyordu bunu biliyordu ama annesi de bu hayat kavgasında yorgun, bitikti. Ülkü babasına hasret, anne sevgisini de tam tadamadan sevgisiz büyüyordu.. Tek tesellisi yaptığı resimlerdi. Duygularının, beyaz kağıtlara aktığı o resimleri çok seviyordu..O yıllar da yengesinin yaptığı haksız hakaretler ve davranışlardan yılmıştı..O masanın altı ve resimleri, dayısını yanında geçirdikleri o sığıntı günlerinde, Ülkü nün sığındığı kalesi olmuştu sanki..O zamanlar -‘ben baban’ -diyen bu yabancı ses nerede idi ?üniversite de çizim yaptıkları rapido kalemleri alabilmek için annesinin tek altın kolyesini sattıklarında nerede idi, bu -ben babanım- diyen ses..?? Dayısı, karısının dolduruşlarına gelip, Ülkü nün üzerine yürüdüğünde nerde idi ; o- babanım diyen yabancı ses?? O günü hatırladı..Dayısı yüzüne öyle bir tokat vurmuştu ki burnu kanamaya başlamıştı..Yengesi Onu çocukların bakımında yardımcı olmadığı için, dayısına şikayet etmişti.. Burnu kanıyordu Ülkü nün, ama kalbi daha çok ağrıyordu.. Gözlerinde hiç yaş yoktu, tümü kalbine akıyordu..Yengesinin ‘bak gururundan ağlamıyor bile ‘dediğini hatırlıyor.. Evet ağlamadı ne o gün ve ne sonraki günlerde, hiç ağlamadı Ülkü... Hayatta yalnız olduğunu kabul ettiği o gün ağlamayı bırakmıştı... O gün karar verdi, kimseden, hiçbir sey istememekte yeminli idi. Çocuk kalbi ile babasını geri istediği o yılları hatırladı, artık Tanrı dan bile hiçbir şey istemiyordu... Annesi ile ertesi hafta bir göz ev tutup, iki parça eşyaları ile taşındılar dayılarının evinden.. O masanın altı dışında, dayısını evinde olan hiçbir şeyi özlemeyecekti Ülkü Üniversite sınavına hazırlanırken resim hocası bir gün onu yanına çağırdı.’ülkü resmin çok güzel seni Eskisehir de güzel sanatlar akademisindeki grafik bölümünü sınavlarına hazırlayacağım..’dedi.. ‘Ülkü ‘sınav orada mı yapılacak hocam? Ben oraya sınava gidemem’ dedi, başını eğerek. çünkü parası yoktu.. öğretmeni ‘sen üzülme.. sadece her gün okuldan sonra bir saat kal.. Ben yol ve sınav masraflarını karşılayacağım.. yeter ki o bölümü sen kazan ‘demişti.. o melek yüzlü ,melek ruhlu resim hocası sayesinde Ülkü o yıl güzel sanatlar fakültesi grafik bölümünü kazanmış ,ama hayat savaşı daha bitmemişti, parasızlık, onu çalışmak zorunda bırakıyordu, 102 yetiştirilecek proje ve tasarımlar çalışma hayatı ile çok zor yürüyordu., annesinin yolladığı üç kuruş para ve kendi kazandığı ile okul malzemelerin zor alıyor ve bazı geceler açlıktan uyuyamıyordu..sonra açlığa da alıştı, artık acıkmaz oldu, karnı guruldamıyor bazen bir simitle bir günü bitiriyordu.. yengesının dediklerini hatırlıyordu gözleri çaresizlikle yaşlarla her doluşun da ’gururundan ağlamaz bile O’ ,hemen gözlerinde ki yaşları yüreğine akıtıyor, ağlamıyor, ağlayamıyordu.. ve işte O adam ,O yabancı ses -geliyorum kızım- diyordu..nasıl kızım diyebiliyordu? Hiç evlat sevgisini tatmış mıydı ki, ona kızım diyordu? Hiç onu öpmüş müydü? Hiç kucağında baba sevgisi ile uyabilmiş miydi ki? Nasıl’ kızım’ diyebiliyordu.. Ülkü asla Ona , O yabancı sese baba demeyecekti.. Kapı çaldı, editörlüğünü yaptığı reklam şirketinin kapısından,hayatın ağırlığı ile ezilmiş , bir beden girdi.. Küçük küçücük bir vücut, mavi gözler...kırışıklıklarla çevrelenmiş bu gözler Ülkü ye bakıyordu.. O adamın gözlerinde ,kederi ,yalnızlığı, acıyı gördü..ama şefkat yoktu , belki de Ülkü görmek istemiyordu.. Ülkü dondu, kanı akmıyor, kalbi çarpmıyordu.Yıllarca tanrıdan dilediği adam gelmişti, karşısında duruyordu..Yorgun , bitik, üstü başı perişan.....Hayat sanki ona Ülkü den daha acımasız davranmıştı.. Sanki yok olmaya yaklaşmıştı, sanki hayat mücadelesinin son çırpınışlarını veriyordu.. Yaşlıydı..ama yaşı, yaşadıkları sanki rakamlarla ifade edilmeyecek kadar büyüktü..Gözleri doldu Ülkü yü görünce.. Ülkü eli ile koltuğu işaret etti.. Oturdu adam..Ülkü gözlerini kırpmadan Ona bakıyordu.gözlerinde ki nefretten kendini bile korkmuştu .buz gibi soğumuştu elleri, sıcak kanlı Ülkü yerine, buz gibi soğuk biri gelmişti bedenine, içi ürperdi, üşüdü, gözleri donuklaştı.. Şimdi tam zamanı idi haykıracaktı yüzüne, ne kadar küçük bir insan olduğunu söyleyecekti, Annesine ve Ülkü ye, ne çok acı çektirdiğini söyleyecekti, bu karşısında duran O adama.. Ama yapamadı..yolda görüp de acıdığı yaşlılara, yardıma muhtaçlara bunu nasıl yapamazsa , Ona da yapamadı.. Acıdı, baba olarak değil, insan olarak, bitmiş tükenmiş bir insana bir de O vuramadı.. Adam konuştu biraz, annesini sordu, dayılarını..Mahcup ve pişmandı.. bu gözlerinden okunuyordu.. Sonra İşinden memnun olup olmadığını sordu Ülkü ye.. Memnunum dedi Ülkü, sorduğu her soruya tek kelimelik cümlelerle cevap verdi.. Sonra zaten tedirgin oturduğu koltuktan kalktı adam.. Elini uzattı Ülkü ye çekinerek, biraz durduktan sonra uzattı elini Ülkü de.., El sıkıttılar iki yabancı gibi, sonra adam gitti..Kapıdan çıkmadan önce döndü ve yaşlılar yurdunda kaldığını söyledi.. Sanki- beni ziyarete gelir misin ?-diye sorar gibi.. Ülkü yüzüne baktı , hangi hakla bunu istiyorsun der gibi? Gitti adam.. 103 Bir daha hiç gelmedi.. Bir daha hiç telefon etmedi.. Gecen gün gelen bir telefona kadar ondan hiç haber alamadı Ülkü...almakta istemiyordu zaten.. Arayan yurt müdiresi idi..‘babanız öldü diyordu, zaten kanserdi, öleceğini biliyordu..’cebinden size ait olduğunu sandığımız bir yıpranmış resim çıktı sanırım siz 3-4 yaşında iken çekilmiş.. bir de üzerinde Ülkümün telefonu yazan bir not çıktı.. sizi bu telefonla bulduk..biz cenazeyi defnettik, mezarını ziyaret etmek isterseniz lütfen bize uğrayın..’ sesi sitemkar bir tavır almıştı müdirenin ve devam etti.. bu arada babanız çok sevgi dolu biri idi, burada herkes onu çok severdi.. Bize hep sizi anlatırdı, siz bir kere bile ziyaretine gelmediniz Onun, bari bir ara mezarını ziyaret edin..’demişti.. Ülkü yıllar sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, yıllar sonra ağlayabilmişti..Babasının ardından değil, Onu 1 -2 ay önce ziyaret eden, bitik bir yaşlı adamın arkasında.. Ve yıllar sonra ,ellerini açıp Allah tan, yıllar önce geri istediği babası için rahmet diledi mezarı başında.. Yıllar sonra yine Tanrı dan, yine babası için bir sey istiyordu..Tanrı dan babasına rahmet diliyordu. 2 ay önce gelen babasının boynuna sarılmadığı ve Ona her seyi anlatmasına izin vermediği için gözünden yaşlar sicim gibi akarak, ağlıyordu...Geç kalmış bir sevgi, geç kalmış bir babalığın ardından ağlıyordu.. Ölüm Allah ın emri ve hepimizin başında.. Dün bitti, bugün hediyemiz, yarın ne olacağını biliyor muyuz? Öyle ise elimiz deki bugünü-hediyemizi-sevmek, sevilmek için harcayalım... Bir gün gözümüzü açtığımız da, sevmeye ve sevilmeye, çok geç kaldığımızı fark edebiliriz.... SEVGİLERE GEÇ KALMIYALIM...... GERÇEK HAZİNE Ali, uzun yıllar boyunca dedesinden bir hikâye dinleyerek büyümüştü. Hikâyede bir defineden bahsediliyordu. Define altınla dolu bir sandıktı. Ama bu sandığa ulaşmak öyle kolay değildi. Başka define hikâyelerinden farklıydı bu hikâye. Kâğıtların üstüne çizilmiş esrarengiz haritalar yoktu ortada. Altın sandığına ulaşmak için ilginç bir yol izlenmeliydi. Kırk iyilik yapmak gerekiyordu bunun için. İyiliklerin her birinin kırkar canlıya yönelik olması gerekti. Ali, dedesinden dinlediği hikâyenin tesirinde öyle kalmıştı ki, dedesinin vefatının üzerinden 104 yıllar geçmiş olmasına rağmen, bunu unutmamıştı. Kararını vermişti; bu defineye ulaşmak zor olsa da, deneyecekti. Üç yıl boyunca bu iyilikleri yapmak için çok uğraştı. Kırk fidan dikti. Kırk çocuğu giydirdi. Kırk hastaya baktı. Kırk yaşlının işlerine koştu. Yaptığı iyilikler sayesinde etrafta çok sevilen biri olmuştu. O da bu durumdan memnundu. Adı yörede "Hızır Ali"ye çıkmıştı. Tam otuz dokuz kez kırkar canlıya iyilik etmişti. Şimdi kırkıncı kez farklı bir iyilik yapmalıydı. Ama bir türlü aklına yaptıklarının dışında bir şey gelmiyordu. Haftalarca düşündü bulamadı. Sonunda gidip bir yol kenarına oturdu. Yoldan gelip geçen insanlara soracaktı. Ali, kime yapması gereken son iyiliğin ne olabileceğini sorduysa, ya onu deli sanıp cevap vermediler ya da yine yaptığı iyiliklerden birini söylediler. Ali, çaresizlik içindeydi. O gece yine sıkıntıyla yola çıkıp bir kenara oturmuştu. Yıldızlarla dolu gökyüzü, dolunayın da tesiriyle ortalığı aydınlatıyordu. Düşüncelere dalmıştı. Uzaktan uzağa köyün tek tek yanan ışıkları görünüyordu. Arada bir köpek havlamaları duyuluyordu. Tam o sırada birisi seslendi: - Hey evlât, gel bana yardım et. Ali, sesin geldiği yöne irkilerek döndü. Oldukça yaşlı, saçı-sakalı bembeyaz bir ihtiyar adam orada duruyordu. Sırtındaki çuvalı ağır ağır yere bırakıp yorgun sesiyle tekrar seslendi. — Evlâdım! Şu çuvalı tepedeki kulübeye çıkarmam gerek. Ama gücüm kalmadı. Uzun yoldan da geliyorum. Hadi bir yardım et de çıkaralım. Ali, aylardır düşünüp durduğu iyilik için bir fırsat olabilir mi diye bir an düşündü. Ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Nihayetinde karşısındaki tek bir kişiydi. Oysa onun iyilikleri kırkar canlıya olmalıydı. Ali yine de: - Peki olur, dedi yaşlı adama. Sana yardım edeceğim. Çuvalı sırtına aldı. Ve tepeye çıkmaya başladılar. Yaşlı adam sordu: - Orada oturmuş, öylece ne düşünüyordun evlâdım? - Ah, ah! Bir bilseniz, dedi ve hikâyesini anlattı. Yaşlı adam gülümsedi: - Senin için çok mu önemli altınlar? - Elbette, dedi Ali. Çocukluğumdan beri bu hikâyedeki altınlara ulaşma hayaliyle büyüdüm. Ama işte bir türlü yapmam gereken kırkıncı iyiliği bulamıyorum. - Biraz değişik bir hikâye, dedi yaşlı adam. Dedenin doğru söylediğinden emin misin? Nihayetinde bu sadece bir hikâyedir belki. - Ali'nin yüzü ciddileşti. - Dedem dediyse doğrudur. O hiç yalan söylemezdi. Mutlaka altın sandığı var. Ve ona 105 ulaşmanın yolu da bu. Yaşlı adam yine gülümsedi: - Peki öyleyse. Yarın akşama kadar benimle kalırsan sana bu kırkıncı iyilik için yardım ederim. - Ali, sevinçle kabul etti. Kısa süren bir yolculuktan sonra tepedeki kulübeye varmıştılar. Ali, çuvalı yaşlı adama teslim eti. Adam da kapıyı açtı. Ona yatacak yer ve biraz da yiyecek verdi. - Yarın, dedi, erken kalkacağız. Biraz uyusan iyi olur. - Ali söyleneni yaptı. Ertesi sabah erkenden kalktılar. Yaşlı adam çuvalı genç Ali'nin sırtına verdi, birlikte aşağıdaki köye indiler. Ev ev dolaşmaya başladılar. Sabahın bu saatinde ortalıkta kimse yoktu. Her evin kapısının önüne geldiklerinde yaşlı adam çuvaldan bir paket çıkarıp bırakıyordu. Böylece tam kırk kapı dolaştılar. Son kapıya da bir paket bırakınca yaşlı adam Ali'ye dönerek: - İşte istediğin oldu, dedi. Ali merakla: - O paketlerde ne vardı?, diye sordu. - Her pakette kitap vardı. Ama her eve orada oturan kişinin ihtiyaç duyduğu kitapları bıraktık. Meselâ kalbi katılaşan bir adamın evinin önüne merhametle ilgili, cimri bir kadınınkine cömertlikle ilgili, sakatlığı yüzünden hayata küsen bir çocuğunkine aslında ne çok şeye sahip olduğuyla ilgili kitaplar koyduk. Böylece tam kırk kişiye iyilik yapmış olduk. Artık altın sandığına ulaşabilirsin. İşte sana dün gece kaldığımız kulübenin anahtarı. O kulübede masanın altını kaz. Sandık orada gömülü, senindir. Ali kulaklarına inanamıyordu. Sevinçle: - Nihayet hayalime kavuşuyorum, dedi. Anahtarı aldığı gibi kulübeye koştu. Bir kazma bulup denilen yeri kazdı. Gerçekten de altın dolu sandık oradaydı. Sevinçle sandığı çıkarıp altınları bir çuvala doldurdu. Altınlarla aşağı inince; yaşlı adamın onu beklediğini gördü. - Artık altınlara kavuştun, dedi yaşlı adam. Şimdi onlarla ne yapacaksın. - Ne mi yapacağım, canım ne isterse onu alacağım. Arabalar, evler, güzel giysiler, daha neler neler. Krallar gibi yaşayıp mutlu olacağım. - Demek böyle mutlu olacağını düşünüyorsun. Peki öyleyse sana yardım etmeme karşılık bir isteğimi yapar mısın? - Elbette, dedi Ali. - Tam bir yıl sonra burada buluşalım. Ali, kabul etti. Gerçekten de Ali altınlarına kavuşunca önce çok güzel ve büyük bir ev aldı, sonra arabalar. Tatillere çıktı, dünyayı dolaştı. Güzel kıyafetler aldı. Ama tüm bunlar olurken, 106 ilk günlerin heyecanı geçtikçe, Ali bir şey fark etmeye başlamıştı. Aklına gelen her şeyi alıyordu ama mutlu olamıyordu. Bir türlü yüzü gülmüyor, aksine etrafındaki bu şatafat onu sıkıyordu. Bir yıl böylece çabucak geçti. Ali, mutsuz bir şekilde, yaşlı adamla buluşacağı yere geldi. Yaşlı adam biraz daha bükülmüş beliyle onu bekliyordu. - Ne oldu evlât, mutlu olabildin mi? diye sordu. Ali: - Hayır, dedi. Canımın her istediğini aldım. Böyle mutlu olacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi anlıyorum ki yanılmışım. Yaşlı adam gülümseyerek Ali'nin sırtını sıvazladı: - Evlâdım, dedi. Geçen yıla kadar ki hayatını hatırla. Hani hep iyilik yapıyordun. Her iyilik yaptığında, her ağlayan yüzün gülmesine, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacının giderilmesine vesile olduğunda kalbinde beliren duygu sence neydi? -Evet, dedi Ali. Hatırlıyorum. Ben hazineme ulaşmak için her iyilik yaptıktan sonra mutlu olduğumu hissederdim. Canlılara yardım ettikçe onların yüzlerindeki gülümseme bana da geçerdi. Yüzüm ışıldardı. - İşte, dedi yaşlı adam, dedenin ulaşmanı istediği hazine bunu anlamandı. Ancak iyilik yaparak mutlu olabilir, çevrene faydan dokundukça yaşarsın. Kulübede bulduğun altınlar ise sadece benim yerini bildiğim altınlardı. Dedenle bir ilgisi yoktu. Bana hikâyeni anlatınca senin mutluluğun sırrını anlaman için böyle davrandım. Ali şaşkınlıkla dinlemişti tüm bu sözleri. Demek dedesi onun için böyle bir hikâye anlatıp durmuştu. Yaşlı adam: - Şimdi ne düşünüyorsun?, diye sordu. Ali gülümseyerek cevap verdi: - Size çok teşekkür ederim, dedi. Bana gerçek hazinenin iyilik yaparak mutlu olmak olduğunu öğrettiniz. Tüm hayatım boyunca bunu unutmayacağım. Ve artık bunun için uğraşacağım. HADEME Dünyanın en iyi iş idaresi okullarından birinde okuyordu. İşletme bilimi yeni çağın yükselen bilimleri arasındaydı, ve kendisi de bu bilimin en iyi öğretildiği itibarlı bir okulun en başarılı öğrencileri arasındaydı. Bu, okuldaki ikinci senesiydi. Sene sonu sınavlarından birine daha girmişti. Soru kağıdını alıp 107 soruları hızlıca incelediğinde, onuncu soru karşısında şaşırıp kaldı. Bu bir şaka mıydı? Teksir nüshalarını basan görevlinin işgüzarlığı mıydı yoksa? Veyahut bir dalgınlık eseri mi sorular listesine girmişti? Aynı şaşkınlığı diğer öğrenciler de yaşıyorlardı. İçlerinden biri, cesaret edip: "Hocam," diye sordu. "Onuncu soruyu soracaktım." "Evet arkadaşlar" dedi profesör, "o soruyu oraya ben koydum. Ve bu sorudan da puan alacaksınız." Soru şöyleydi: "Her gün okulu temizleyen hademe kadının adı nedir?" Bütün öğrenciler bu kadını her gün, özellikle de sabah ve akşam saatleri koridoru temizlerken görürlerdi. Elli yaşlarında, uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı kendisi. Ama, öğrencilerin onunla ne işi vardı ki? Adını nereden bileceklerdi? Ne o cevap verebildi onuncu soruya, ne de diğer öğrenciler. Sonuçta, o sene o dersten tam not alan olmadı. Ama, kağıtları verip sınavdan çıkarken profesörün söylediği sözü hiçbiri hayatlarının sonuna kadar unutamayacaktı: "Hayatınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama sizin ilginizi ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onları gözardı etmeden yaşamayı öğrenmeniz gerek." Delikanlı bu dersi hayatı boyunca unutmadı. Hademenin adını da. Adı Dorothy idi. Hayallerinize Sahip Çıkın Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun ortaöğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken öğretmeni, büyüdüğü zaman ne olmak istediğini bir kompozisyon halinde yazmasını istedi. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. İki gün sonra öğretmen ödevi geri verdi. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "sıfır" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. Çocuk öğretmenine merakla sordu: - Neden "sıfır" aldım? 108 Öğretmeni: - Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal dedi, paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm. - Çocuk evine döndü, bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini öğretmenine hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü. - Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, "ben de hayallerimi"... O, orta 2. sınıf öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine: - Sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah"tan ki sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın. HAYATA BAKIŞ AÇISI Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belliki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. içeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve: "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşlarıda vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar: Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir fiyata sattın? Adam cevap verir: Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim... 109 HAYATTAN DERS ALMALI Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş. Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse, cevabı vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Adam da bunun üzerine yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Tam onu koparırken ilerde. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül. Gülmüş adama. “Bak gördün mü”demiş, “Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir.” HEDİYE 110 Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı.... Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı. "Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı, "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..." Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar. Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı. Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir. HER SEYDE BİR HAYIR VARDIR... Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayirmazdi. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralin bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!" Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kralda ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!" Kral acı ve öfkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?" Ve sonra da kızgınlığı 111 geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın baş parmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insani yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çikardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlatı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi." "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var." "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir." "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını düşünsene? HERKES SOYUNA ÇEKER Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, 112 içecek ve nakit para aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu: - Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? - Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar I vezirin sözleri üzerine söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu: - Bu adama ne ceza verelim? - Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi Padişah üçüncü vezire sordu: - Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? - Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli Nurani ihtiyar yine söze karıştı: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi: - Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? ihtiyar cevap verdi: - Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu HİÇ 113 Yaşlı bir adam tarlasında çalışırken tebdil-i kıyafet halkın içinde gezen hükümdar ona yaklaşır. Selamlaşırlar, yaşlı adam yolcunun sıcaktan bunaldığını düşünerek ona ayran ikram eder. Daha sonra sohbet etmeye başlarlar. Hükümdar yaşlı adamın sözlerinden etkilenir ve ona kim olduğunu sorar. Yaşlı adam ona: -Hiç. der, hükümdar merakla -Ne demek bu senin muhakkak bir adın ve ünvanın vardır. der, yaşlı adam gene -Hiç, der, hükümdar bu sefer kendisiyle alay edildiğini sanar ve -Sen benim kim olduğumu biliyor musun. ben bu ülkenin hükümdarıyım der. Adam bu durum karşısında durumu izah etmeye çalışır: -Peki hünkarım şimdi siz bu ülkenin hükümdarısınız, bundan sonra ne olmayı planlıyorsunuz der. Hükümdar şaşkın bir tavırla, -Hiç. der, yaşlı adam o zaman -Hünkarım işte ben sizin hükümdarlıktan sonra ulaşacağınız o mertebedeki adamım der... HURDA DEPOSU Hurda Deposuna Bir Bekçi Gerekli... Kongre üyeleri bir gün ülkenin ıssız bir bölgesinde, kocaman ve terk edilmiş bir hurda yığını deposu keşfetmişlerdi. Üyelerden birisi "Bir bekçi kiralayalım buraya sahip çıksın" diye öneride bulundu. Böylece bir adamı "Bekçi" olarak işe aldılar. Ertesi gün bir diğer kongre üyesi "İyi yaptık da... Bir eksik var" dedi. "Biz bu adama bir iş tanımı vermedik, ayrıca adamı eğitmemiz de gerekli." Diğerleri onu haklı bulmuşlardı. Böylece bekçinin iş tanımını belirleyecek bir "Planma Bölümü" kurdular, oraya da bu tanımları rapor edecek bir "Belgeleme Uzmanı" ile bekçiyi eğitmek için "Eğitmen" aldılar. 114 Birkaç gün sonra diğer kongre üyesi sordu bu kez: "Peki ama bu bekçi ve iş tanımını yapanlar iyi çalışıyorlar mı, onları denetlemek için de birisi gerekli değil mi?" Böylece bekçi ve eğitmenlerini denetleyecek bir "Kalite Denetim Bölümü" kurdular ve oraya da bir "Kalite Denetim Sorumlusu" ile bu adamların ne yaptığını rapor etmesi için "2 Müfettiş" aldılar. Ertesi gün bir diğer kongre üyesi dedi ki: "Peki ama bir bekçi ve ardından birçok denetleyici işe aldık, bunlara nasıl maaş vereceğimizi düzenleyen bir sistem olmalı." Böylece bir "Muhasebe Bölümü" kurdular ve bir "Muhasebeci", bir "Bordro Memuru" ve tüm bu insanların ne kadar çalıştığını, işe geliş gidiş saatlerini izlemesi için bir "Denetleme Uzmanı"nı işe aldılar. Ertesi gün bir diğer kongre üyesi yeni bir öneride bulundu: "Evet, bir bekçimiz var, bağlı olduğu departmanları da kurduk, iyi güzel de bunlara ne yapmaları gerektiğini bildirmek için bir de müdür gerekli değil mi?" Müdür, müdür yardımcısı ve bir de sekreter aldılar. Ve birkaç gün sonra kongre toplantısında tartışma çıktı. Bütçenin 22.000 dolar üzerine çıktıklarının ayırdına varmışlardı. Toplantı sonunda acilen aldıkları kararı uyguladılar: "Tüm gereksiz giderleri belirleyerek kesmeliyiz" dediler. Ve bekçiyi kovdular. IŞIK Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi Adam dürüst ve dost canlısıydı,insanlar onu seviyorlardı. Ondan alış veriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam kısa süre içinde bir dükkandan , Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı. Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı.Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe 115 ediyorlardı.. Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi: içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu haketiğine karar vermek için,her birinize birer dolar vereceğim Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız,ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızıla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.; Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı. Akşam geri döndüklerinde babaları sordu: "Birinci, çocuğum ,bir dolarla ne yaptın ?" Çocuk cevap verdi "Arkadaşımın çiftliğine gittim,bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım.Sonra odadan dışarı çıktı ,saman balyalarını getirdi ,açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı. Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum ,sen paranla ne yaptın?." Yorgancıya gittim .İki tane yastık aldım ." Bunu söyleyen çocuk ,yastıkları içeri getirdi ,açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı. "Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?." diye sordu adam . Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim .Dolarımın 90 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım." Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.Oda samanla veya tüyle değil,bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu. Baba memnundu "Çok iyi oğlum .Bu şirketin başına sen geçeceksin,çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi , ışığını yaymayı biliyorsun.Bu çok güzel . İKİ ARKADAŞ 116 İki tane çok iyi arkadaş varmış. Bunlar üniversite yıllarında tanışmışlar. Okul bitince biri memleketine yani mardine gitmiş, diğeri isi İstanbul'da kalmış. İstanbullu bir gün mardine gitmiş arkadaşını ziyaret etmek için. Arkadaşının evinde kalırken binada bir kız görmüş. Arkadaşına sormuş ve o da onun komşunun kızı olduğunu söylemiş. İstanbullu geri dönmek zorunda kalmış. Mardinli işi ayarlamış ve İstanbullu gelip o beğendiği kızla evlenmiş. Bir zaman sonra Mardinlinin işleri bozulmuş. Tek çare, otobüse atlamış ve durumu çok iyi olan arkadaşının yanına gitmiş. Şirketin kapısından girmiş ve doğruca sekretere çıkmış. Adını vermiş ve odaya girmek için hazırlanmış. Sekreter onu engellemiş ve patronun böyle birini tanımadığını söylemiş. Mardinli çıkmış dışarı. Battığına mı yansın, arkadaşından yediği kazığa mı yansın, dolanıp durmuş. Yolda bir ihtiyar bunu durdurmuş. Ne derdinin olduğunu sormuş. Önce birşey söylememiş ama sonra bütün olayı anlatmış. Yaşlı adam, "Ben yaşlıyım ve miras bırakacak hiç kimsem yok. Senin istediğin parayı ben vereyim sana. Ama borç olarak değil. Sanki benim oğlummuşsun gibi. Zaten hiç oğlum olmadı" demiş .Önce kabul etmemiş mardinli, sonra ısrara dayanamamış. Memleketine dönmüş. İşlerini düzeltmiş ve ülkenin sayılı zenginleri arasına katılmış. Bir gün bir davete katılmak için İstanbula geçmiş. Orada eski arkadaşına rastlamış. Ne kadar kaçınsalar da bir araya gelmek zorunda kalmışlar. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: -O gün zor durumdaydım. Yanına geldim. Ama beni tanınamazlıktan geldin. Niye? -O gün benden çıktıktan sonra yaşlı bir adama rastladın değil mi? -Evet. Sen nereden biliyorsun bunu? -O benim babamdı. Senin geldiğini duyunca durdum düşündüm. Eğer sana borç verseydim. Ömür boyu karşımda boynu bükük kalacaktın. Bunun olmasını istemedim. Bu yüzden hemen peşinden babamı gönderdim. Babamın sana verdiği para benim paramdı. -Hım mm. Senin karın var ya -Evet -Benim nişanlımdı İKİ MELEK İki melek yer yüzünü dolaşmaya çıkmışlar...Tabii insan kılığında. Aksam olmuş, kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafir olarak çalmışlar.. Ev sahipler somurtarak buyur etmişler onları.. 117 Yemek falan teklif etmemişler. Sicacik misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp "geceyi burada geçirebilirsiniz", demisler. Şilteleri betona sererken,yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş.Elini uzatmış. Söyle bir sürmüş yarığa, duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek "niye yaptın bunu!"; diye sormuş merakla.. "Her şey her zaman göründüğü gibi değildir", demis yaşlı melek yavaşça. Ertesi aksam melekler bir köy evinde çok fakir,ama çok iyilik sever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri, mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadin "siz uzun yoldan geliyorsunuz,y orgun olmalısınız"; demis. "Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz." Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karisini iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayatta ki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş. "Bunu nasıl yaparsın.. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin?! Önce ki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiç bir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. Ineklerinin ölmesine göz yumdun?!..." -"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat,demiş yaşlı melek yine.. -"Nasıl yani?"; diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek.. -"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat;"demiş yaşlı melek,bir daha..Ve anlatmış.. -"Ilk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur,ama hic paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hak etmemislerdi. Catlagi kapayıp, onlari bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği adamın karisini almaya geldi, kadının hayatini bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. Her şey her zaman göründüğü gibi değildir, isler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslinda olan budur!" Eğer inançlı isen, her iste bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da bir süre 118 sonra muhakkak anlarsın!.. İLGİNÇ TEZ ABD'de Massachusetts Institute of Technology'de okuyan bir öğrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor: Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider.15 dakika boyunca sahayı bir bastan diğer uca yürüyerek yerlere kus yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. Yağmur, çamur demeden her gün ayni saatte aynı hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar. Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar. Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır. Siyah-beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kuş sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir. Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur. İYİ İLE KÖTÜNÜN MÜCADELESİ Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Yaşlı adam, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlât." "Neyin simgesi?" diye sordu çocuk. "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları." 119 Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: "Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?" Bilge adam, derin bir gülümsemeyle baktı torununa: "Hangisi mi evlât? Ben hangisini daha iyi beslersem o!" KAPIMIZA GELENLER Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne olduğu belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna ya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm 120 yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u. ***** Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle... KENDİNİZE ENGEL OLMAYIN 1950"li yıllarda kamuoyunda; doktorların araştırmalarına dayanarak "bir mil dört dakikanın altında koşulamaz, bu insan fizyolojisi açısından mümkün değildir" yargısı vardı. Bu görüşler atletizmle uğraşan atletleri ve atletizm otoritelerini etkilemiştir. Atletizm otoriteleri ve atletler bu görüşün etkisinde kalarak bir mili dört dakikanın altında koşmayı hiç düşünmediler. Yarışmalarda bütün atletler artık rekor kırmak için değil sadece birinci olmak için koşuyorlardı. Roger 1954 yılında yapılacak olan yarışa bir yıl kala bir mili dört dakikanın altında koşmak için hazırlanmaya başladı. Bu hedefine ulaşmak için tam bir yılı vardı. Bir yıl boyunca bütün fiziki çalışmalarını yaptı; ama Roger biliyordu ki bu yarışmada hedefe ulaşmak için sadece fiziksel antrenmanlar yeterli değildi. O her gün zihinsel antrenmanlar da yapmayı ihmal etmedi. Zihninde artık tek bir düşünce vardı: Hedefe ulaşmak. Hedef ise bir mili dört dakikanın altında koşmaktı. Bunun için bütün yolları deneyecekti. O, bu yarışa hazırlanmaya "Bir mili dört dakikanın altında koşacağım" diye başladı. Kendisine olan güveni tamdı. Zihninde hep bir yıl sonraki yarışı ve onun sonunda kıracağı rekoru düşünüyordu. Yarış başladığında tüm yarışçılar birinci gelmeyi düşünürken Roger rekora koşuyordu. Onun tek hedefi vardı, bir mili dört dakikanın altında koşmak. 121 Onu gerçekleştireceğinden şüphesi yoktu. Yarış Roger"in birinciliğiyle bitti. Onun için birinci gelmek önemli değildi. Skor borda yöneldi. Orada yazan rakam 3,59" du. Roger başarmıştı. Bir yıl boyunca çaba sarf ettiği hedefine ulaşmıştı. Roger zaferi bedensel gücü ile değil, zihinsel gücü ile kazandı. Roger"den sonra gelen birçok sporcu da zihnin gücünü keşfederek inanılması mümkün olmayan rekorlara imza attılar. Bir yıl içerisinde aynı rekoru 300 atlet kırmayı başardı. Artık sporcular inanılmazları gerçekleştirmenin formülünü %20 bedensel güç % 80 zihinsel güç olarak özetliyorlardı. KOLAY UNUTULUR Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmışlar. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü def edemez. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar: "Ey insan, ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler." Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar. "Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın." "Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar. "Bir dakika" diye seslenir kurt: "Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok." Köylü şaşırır: "Olur mu, ben senin hayatını kurtardım." "Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt. "Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım." Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. "Ne vefası" der kısrak, 122 "Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu..." Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadâkatle hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..." Kurt köylüye döner, "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. "Her şeyi anladım da" der tilki, "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?" Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner "Sana minnettârım, beni bu kurttan kurtardın" der. Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: "Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..." KÖPEK ILE TAVSAN Köpeği ile yasayan bir genç İstanbul'da bir bahçe kati daire kiralar. Dairenin önünde bir teras vardır. Yan dairede de ev sahibi yaşlı kadın ve oğlu oturmaktadır. İki dairenin teraslarından birbirine geçilebilmektedir. Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu kiracıya şöyle der: "Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin tavşanına bir şey yapmasın. Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı, bir şey olursa tavsana yasayamaz. 123 Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman dikkat....". Kiracı da dikkat edeceğini söyler. Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın birbirileri ile hiçbir sorunu olmaz, beyaz tavsan da iyice buyur. Tavsan bazen kafesinde duruyor, bazen de terasta dolaşıyordur. Bir gece köpek ağzında bir şey ile sahibinin yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin beyaz tavşanı, ama ölü ve çamur içinde! Kiracı paniğe kapılır, olu tavşanı alıp bir güzel yıkar, tüylerini sac kurutma makinesi ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa süzülüp tavşanı kafesine bırakır. O gece, suç üzerine kalacak korkusu ile köpeği alıp annesine gider. Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibin oğlunu görür. Genç kederlidir. Kiracı tedirgin tedirgin ne olduğunu sorar. Ev sahibinin oğlu cevap verir: "Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz... annem vefat etti...". Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar: "Başınız sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?". Ev sahibinin oğlu cevap verir: "Tavşanı beslemeyi unutmuşuz, hayvancağız ölmüş. Annemle birlikte tavşanı bahçeye gömdük. Ertesi sabah annem tavşanı hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanamadı zavallının....." Kör, yoksul, topal Bir kör, bir yoksul bir de topal beraber çölde yolculuk yapıyorlarmış. Yorulmuşlar. Çok da susamışlar. Sonunda küçük bir vaha bulmuşlar. Kendilerini serin sulara bırakmışlar. Doya doya içmişler. Karınları da doyunca suyun kenarındaki ağaçlardan birinin altında uykuya dalmışlar. 124 Bir süre sonra uykudan uyanan kör ayağa kalkmış. Elini alnına koymuş, ufku süzmeye başlamış ve avazı çıktığı kadar bağırarak : – Birileri geliyor galiba! demiş. Körün bağırmasıyla kendine gelen yoksul: – Galiba bizi soyacaklar! demiş. Bütün bunları duyan topal ise tası tarağı toplayıp: – Hadi hemen kaçalım... demiş. KURABİYE HIRSIZI Bir kadın havaalanında bekliyordu. Uçağının kalkmasına epeyce zaman vardı. Havaalanındaki kitapçıdan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu. Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, bir ara yanında oturan adamın oldukça cüretkar şekilde aralarındaki paketten birer birer kurabiye aldığını gördü ama görmezlikten geldi. Bir yandan kitabını okurken, bir yandan da saatine bakıyordu. "Kurabiye hırsızı" bu arada kurabiyeleri yavaş yavaş tüketiyordu. Kadının kulağı saatin tik taklarındaydı ama bunlar sinirlenmesini engelleyemiyordu. Kendi kendine düşünüyordu: "Kibar bir inisan olmasam şu adamın gözlerini morartırdım". Ama kurabiyeye her uzandığında adam da elini uzatıyordu. 125 Sonunda pakette tek kurabiye kalınca kendi kendine, "Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi. Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle son kurabiyeye uzandı, kurabiyeyi ikiye böldü. Yarısını ağzına atarken, diğer yarısını kadına Verdi. Kadın, kurabiyeyi adamın elinden 'kapar gibi' aldı. "Aman tanrım,, ne cüretkar ve kaba bir adam. Teşekkür bile etmiyor" dedi içinden. Hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu. Uçağı anons edilince derin bir nefes aldı. Eşyalarını topladı ve çıkış kapısına yöneldi. "Kurabiye hırsızı"na bakmadı bile. Uçağına bindi ve rahat koltuğuna oturdu. Sonra bitirmek üzere olduğu kitabını almak üzere elini çantasına uzattı. Gözleri şaşkınlık içinde açıldı. Bir paket kurabiye çantasında duruyordu. Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse, ötekiler de onundu ve kurabiyelerini benimle paylaştı." Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle. Kaba ve cüretkar olan "kurabiye hırsızı" kendisiydi. (Valerie Cox) Hayat, başkalarını suçlamadan önce kendimize dönüp bakmamız gereken yerdir. KÜÇÜK BİR TEBESSÜM Küçük bir kasabada dertlerini kucağına almış yaşlı bir adam sabahın ilk saatlerinde yürüyüşe çıkmıştı. Kasabanın okulunun yanından geçerken küçük bir kızın ona gülümsediğini gördü. Bu gülümsemeyle kendine gelen adam kendini iyi hissetmeye başlamıştı. Hüzünden mutluluğa değişen bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür 126 etmediğini hatırladı. Hemen cebinden kâğıt ve kalem çıkararak bir not yazdı, arkadaşına yolladı. Notu yolladığı arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız hayatında ilk defa bu kadar yüksek bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasın her zaman geçtiği yolun köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki üç gündür boğazından doğru dürüst bir şey geçmemişti. Hemen bir lokantaya giderek karnını güzelce doyurdu. Karnını doyurduktan sonra, bir apartmanın bodrumundaki tek kişilik odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce kucağına aldı ve epey bir süre onu okşadı. Daha sonra onu evine götürdü. Küçük köpek yavrusu gecenin soğuğundan kurtulduğu için o kadar mutluydu ki ilk sıcak odada sabaha kadar koşuşturup durdu. Gece yarısından sonra beklemedik bir olay olmuş, apartmanı dumanlar sarmıştı. Bu bir yangın başlangıcıydı. Dumanı koklayan köpek yavrusu öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı. Sonra da bütün apartman halkı... Anneler, babalar, dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir Tebessümün sonucuydu. LENS TAŞIYAN BİR KARINCA Banu yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına. Tüm korkularına rağmen, Banu azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı. Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Banu’nun gözüne çarparak lensinin düşmesine sebep oldu. Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Banu artık bulanık görüyordu. Allah’a dua edebilirdi yalnızca. Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. “Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.” Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere orya doğru yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri “ Aranızda lens kaybeden var mı?” diye bağırdı. Banu’nun sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti. 127 Eve döndüklerinde Banu lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa bunları yazacaktı : “ Allah’ım! Bu nesneyi niçin taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım …” MARANGOZ Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, "sana benden hediye". Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zaman da, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz. Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun. MERMER YONTUCUSU Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış. “Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.” Diye söylenir 128 durur yontucu. Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder. “Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder. “Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.” O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır. “Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.”diye kara verir. Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır. “Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.” Der. O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin..... Bu bir küçük bir mermer yontucusudur. MUCİZE Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. George'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. 129 Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum ." Eczacı Sally'e bakarak: "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım? " Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam "Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim. " "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar ve on bir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk 130 içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne: "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve on bir sent! MUTSUZ KRAL Bundan çok uzun zaman önce mutsuz bir kral varmış. Ne yapsa, ne etse mutlu olamıyormuş. Derken ülkenin en bilge kişisini huzuruna çağırtıp mutluluğun formülünü sormuş. Bilge: – Kral hazretleri! Mutsuzluktan kurtulmanın tek yolu, mutlu bir adamın gömleğini giymektir. demiş. Kralın adamları aramışlar, taramışlar; fakat mutlu birine rastlamamışlar. Kimileri eşinden, kimileri yoksulluktan, kimileri de soğuktan yakınıyormuş. Çaresiz saraya dönmeye karar vermişler. O sırada bir evin önünden geçiyorlarmış. İçeriden birinin şöyle dua ettiğini duymuşlar: – Tanrım, sana şükürler olsun. Bugüne dek ne istedimse verdin. Ben mutlu olmayayım da kim mutlun olsun? Bunun üzerine hemen içeri dalmışlar. Fakat içeri girince bir de ne görsünler, adamın sırtında bir gömlek bile yok. Hepiniz belki de kral gibi mutluluk gömleğinin nerede olduğunu soruyorsunuz, öyle değil mi? Belki de çıplak bir adamın sırtındadır, kim bilir! NE EDERSEN KENDİNE ET 131 Kadının bir komşusu varmış. Her gün sabahtan akşama kadar ‘ne edersen kendine et kendi kendine’ diye tekrar edip duruyormuş. Günler aylar boyu hep aynı laf. Artık kadın komşusunu öldürmeye düşünecek noktaya gelmiş. Eliyle zehirli bir yemek hazırlamış. Yemeğe davet edecek ve bu laflardan kurtulacak. Komşusunu çağırmak için evden çıkmış. Komşusunu davet etmiş, eve gelince askerden dönen oğlunu yemeğin başında yatarken bulmuş ve ağzından birdenbire o söz dökülüvermiş ‘‘ne edersen kendine et kendi kendine’’. OSMAN EFENDİ Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır. İlaç alır geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer. Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar. Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder. Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler. İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlasan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır. Sonuç: Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, altmışlarını suren adamın ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde- geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü 132 beklemeye başlar. Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi Berber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an düşünür? Beyim? der, ? Sakin sizin burnunuzda kıl "dönmüş olmasın" Bir bakar, Hah işte der "Kıl dönmüş." Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir. Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar. BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR : 1. Her konuda Berber Mehmet efendilerin fikirleri olabilir, dinlemek gerek. 2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur. 3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir. Pişmanlık Kalktığında sekiz dokuzdu. Sınava iki saat vardı. Sinirli sinirli: – Geç kaldım! diye söyleniyordu. Hemen lavaboya yöneldi. Elini yüzünü yıkarken annesinin: – Yavrum, kahvaltı hazır! Bir şeyler atıştır!” sözlerini duydu. Bir yandan hazırlanıyor, bir yandan da kahvaltı yapmaya çalışıyor; bir şeyler atıştırıyordu. Anne babasının: 133 – Haydi evlâdım, kolay gelsin! Zihnin açık olsun... dilekleriyle evden ayrılmıştı... Merdivenlerden inerken kalemlerini unuttuğunu fark etti. Hemen dönüp zili çaldı. Onu karşısında gören annesi: – Ne oldu, yavrum? Niçin döndün? dedi. O da annesinden, masanın üzerinde unuttuğu kalemleri istedi. Çabucak aşağı inip evin hemen önündeki otobüs durağına koştu. Belediye otobüsü az sonra gelmişti. Tam otobüse binecekti ki pasosunu almak için çıkardığı cüzdanında kimliğinin olmadığını gördü. Kendine: – Sakin ol! telkininde bulunarak hemen eve koştu. Onu yine karşısında gören annesi: – Yine ne oldu, çocuğum? dedi. – Anne hiç sorma! Kimliğim dün giydiğim gömleğin cebinde kalmış, getirir misin ? dedi. Annesi: – Biraz dikkatli olsan ne olur sanki ! yakınmasıyla getirdi kimliği. – Allah’tan okul yakın, dolmuş da yanından geçiyor. diye düşünürken dolmuş gelmişti. Elini cebine attı, ama bu sefer de dolmuşa verecek parası yoktu. Artık telâşlanmaya başlamış, sınava yetişememe endişesi sarmıştı onu. Sınava ancak taksiyle yetişebileceğine karar vermişti. Bu arada merdiven inip çıkmaktan hem yorulmuş 134 hem de terlemişti. Ama acele etmezse bir yılı boşa gidecekti. Onu tekrar karşısında gören annesi neredeyse fenalık geçirecek duruma gelmişti... Parayı alıp caddeye indi. Çok geçmeden taksi geldi. Durdurup bindi. – Nereye kardeş? dedi şoför. Sınava gireceği okulun adını söyledikten sonra: – Sınav neredeyse başlayacak; kestirmeden, ara sokaklardan gitmeliyiz. dedi. Ancak taksici: – Kardeş, ben bu şehre yeni geldim ; ara sokakları çok iyi bilmiyorum. deyince içinden: – Bu kadarına da pes yani! Nedense bütün aksilikler beni buluyor. Üstüne üstlük, sınava da dakikalar kalmışken! diye söylendi. Çaresiz duruma katlanacaktı... Okula geldiklerinde sınav başlamıştı. Hemen sınav sorumlusunu buldu ve sınava girmek istediğini söyledi. Sınav sorumlusu: – Nerede kaldın evlâdım? Sınav başlayalı beş dakika oldu ... Ama ilk yarım saat içinde gelenleri alıyoruz . Haydi bakalım, bana sınav giriş belgeni ver de seni sınava gireceğin salona götüreyim ...” dedi. Sınav sorumlusuna şok olmuş bir şekilde bakarken, – Giriş kartını nasıl olur da evde unuturum, nasıl bu kadar aptal olabilirim? düşüncelerini aklından geçiriyor; 135 – Yeter artık, bu kadarını hak edecek ne yaptım ben? diye haykırmak, bağırmak geliyordu içinden; ama çaresizlik içinde sorumluya belgenin evde kaldığını söyledi. Sorumlu, belge olmadan onu sınava alamayacağını, eğer evi yakınsa telefon edip babasının taksiyle kısa zamanda getirmesini isteyebileceğini söyledi. Müdür odasından eve telefon edip belgeyi istediler. Babası hemen yola çıktı. Bu arada o da babasının yarım saat geçmeden belgeyi kendisine ulaştırması için bildiği bütün duaları okuyordu. Sınava alınmasına son bir dakika kala babası belgeyi getirdi ve o da derin bir nefes alarak sınava girdi. Kendisine en güvendiği ders matematik olduğundan bu testi açıp sorularını çözmeye başladı. Sorular ona kolay geliyordu; ama iyi gitmeyen bir şeyler vardı ve hep bir yere kadar gelip takılıyordu. Oysa bu soruların çok benzerlerini öğretmeni derste hep çözüyordu; ancak o bu sırada ya uyuyor ya da başkalarıyla konuşuyor, gülüyor, eğleniyordu... – Keşke dersleri dinleyip öğretmenlerimin uyarılarına kulak verseydim... dedi; ama iş işten geçmişti artık. Bütün bu dertler yetmiyormuş gibi bir de karnı ağrımaya başlamıştı. – Keşke akşam abur cubur yemeseydim de midemi bozmasaydım. diyordu. Bu düşünceler içindeyken aklına yine sorular geldi. En iyisi mi genel kültürle çözebileceğim sorulara bakayım, dedi; ama nafile... Hiç bu kadar pişman olabileceğini düşünmemişti. – Elime bir daha böyle fırsat geçse, bana yine imkân verseler, çok değil sadece bir fırsat verseler hiçbir şeyi boş vermem! Çok çalışırım, öğretmenlerimin sözlerini, öğütlerini ve anlattıklarını dinlerim... diyordu; ama son pişmanlığın faydası yoktu. Ne olurdu bir defa, yalnız bir kez daha bu imkân ona verilseydi.... Bu düşünceler içindeyken bir ses duydu... Tanıdık bir ses: – Hey! Sen, arkadaki... Uyuyan!... Kendine gel! 136 Mahmur gözlerle şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Öğretmenini tepesinde görünce garip bir sevinçle: – Özür dilerim hocam... Bir daha uyumayacağım derste. Artık ders kaynatmaya ve her türlü yaramazlığa da son... dedi. Öğretmen unun bu garip davranışına bir anlam veremedi ve “pişmanlık” konusunu işlemeye devam etti.... RADARA YAKALANAN SEVGİ Yavaşlamadan önce ön panele baktı, hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi? Polis arabasını sağa çekti. "İnşallah şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer." diye düşünüyordu. Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi. —Merhaba beyefendi. —Bu polis, hafta sonları gittiği dernekten değil mi? Şöfor iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Tanıdığı bir polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için. —Merhaba arkadaşım. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç. Polis de: “Merhaba.” dedi, ama gülümsemiyordu. —Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın. —Evet öyle. Polis umursamaz görünüyordu. —Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca eşim bana bu akşam özel bir yemek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun? —Evet, ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum, diye cevapladı polis. Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli, diye düşündü aracın içindeki adam. Arkadaşına: —Beni kaç ile giderken yakaladın, diye seslendi. —Yetmiş. Lütfen arabana girer misin, dedi polis memuru. 137 — Bir dakika lütfen. Sizi gördüğüm anda takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum. —Lütfen, arabanıza girin, diye üsteledi polis memuru. Bu duruma canı sıkılan adam kaygılı bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Ardından da elindeki not defterine bir şeyler yazıyordu. "Niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatını istemiyor ki?" diye düşündü hatalı şoför. Ne olursa olsun bundan sonra dernekte bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç hafta sonu derneğe gitmeyecekti. Polis memuru kapıyı tıklatıyordu. Adam arabasının penceresini açtı. Dernekten tanıdığı polis memuru ona bir kâğıt verdi ve gitti. Ceza değil bu, diye kendi kendine söylendi adam. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kâğıtta şunlar yazıyordu: —Beyefendi, benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı. 3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayamam. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kere de başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hâlâ kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et, tek bir oğlum kaldı." Adam 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve eşine sıkıca sarıldı. SABIRSIZ KRAL Ülkesi düşman askerlerinin işgaline uğrama tehlikesiyle karşı karşıya olan bir komutan, ordusunu toplayıp büyük bir ovada düşman ordusunun karşısına çıkar. Komutan, düşman askerlerini yenebilecek bir orduya sahiptir. Komutan, düşman askerlerinin nereden saldıracağını bilememektedir. Bu yüzden oldukça endişelidir. Sabırsızlığıyla tanınan komutan, bir plân yapmadan, endişeleriyle hareket eder. Merkezde bulunan askerlerin bir kısmını, düşman sağ cepheden saldırabilir endişesiyle ovanın sağ tarafına doğru gönderir. Halbuki düşman askerlerinin sağ tarafında bulunan kuvvetler en zayıf kuvvetlerdir. Ya sol cepheden saldırırlarsa endişesiyle de merkezdeki kuvvetlerin bir kısmını da ovanın sol tarafına sevk eder. Halbuki düşman askerlerinin önemli bölümü merkezdedir ve sol tarafta düşmanın hiçbir askeri yoktur. 138 Bu durumu fark eden düşman askerlerinin komutanı, karşılarındaki ordunun merkezinin zayıf kaldığını görünce ordularına merkeze saldırı emri verir. Gereksiz yere ordusunu sağa ve sola gönderen sabırsız komutanı yener ve ülkesini işgal eder. SATIŞ BÖYLE OLUR Ateşli bir köy çocuğu şehrin en büyük marketinde işe başvurur. Dünyanın en büyük çarşı merkezinde her şey ama her şey vardır. Patron çocuğu denemeye karar verir: -İyi, yarın işe başlıyorsun, der. Yarın akşam da ilk günü değerlendiririz. Ertesi akşam,patron çocuğu karşısına alır. -Evet bugün kaç satış yaptın? -Bir -Ne , bir mi? Diğerleri 20-30 satış yaptılar. Peki kaç dolar tuttu satışın? 10 mu 20 mi? -320.334 dolar. Patron şaşırır. -Nasıl yani? -Adama ilk önce küçük boy bir olta sattım. Sonra orta boy, daha sonra da büyük bir olta sattım. Adama nerede balık tutacağını sordum. Kıyıda deyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim. Tekne bölümüne gittik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Wolkswagen ile bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jip sattım. Patron kendinden geçer: -Nasıl yani? Bütün bunları bir küçük olta almaya gelen adama mı sattın? Genç çocuk cevap verir: - Hayır. aslında karısı için bir tane kadın pedi istemişti. ben de ona şöyle dedim: Hafta sonunuz mahvolmuş,siz en iyisi balığa gidin. SERÇENİN KADERİ Günlerden bir gün havalar son derece soğukmuş. Minik bir serçe kendi kendine "Burada kalmalıyım, güneye göç etmemeliyim" demiş. 139 Ama serçe bu soğuk havalara fazla dayanamamış ve birgün gökyüzünde uçarken, kanatları donmuş ve yere düşmüş. O sırada oralarda otlamakta olan bir inek serçenin yanından geçerken üzerine pislemiş. Serçe tam öleceğini düşünürken, taze gübrenin etkisiyle ısınmış ve donarak ölmekten kurtulmuş. Serçe bu işe çok sevinmiş ki şarkı söylemeye başlamış. Ama oralarda gezinen bir kedi, serçenin sesini duyunca yavaşça gelmiş, gübreyi eşelemiş ve serçeyi bulup, midesine indirmiş. Bu öyküden çıkarılabilecek dersler 1. Tepene pisleyen herkes düşmanın olmak zorunda değil. 2. Seni pisliğin içerisinden çıkaran herkes de dostun değil. 3. Eğer pisliğin içinde rahat ve mutluysan, sesini sakın çıkarma. SEVGİ AGACI Bir zamanlar, uçsuz bucaksız bir kum çölünün ortasında, yemyeşil yaprakları ile dibine gölge ve serinlik veren bir ağaç varmış. Çölün kavurucu ve acımasız sıcağı, kumları kızdırır ama bu ağacın yeşil yapraklarını kurutamazmış. Kızgın güneş ne yaparsa yapsın, yapraklar hep yeşil ve parlak olurmuş. Güneşin sıcağından bunalıp kaçan tüm hayvanlar, bu ağacın gölgesinde dinlenir, esen rüzgarın tüylerini okşayışına kendilerini kaptırıp, uyuklarmışlar kaygısızca. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların gölgesinde güneşten korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde. Çölün ortasında, kızgın kumlarla çevrili bu ağacın nasıl beslendiğini mi merak ediyorsunuz? Söyleyeyim: Sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu ağaç. Diğer ağaçlar gibi topraktaki suyu ve besinleri çölde bulamadığı için, sevgi ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan besini, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Sevgi Ağacı" derlermiş. Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, ağacı sevindirirmiş. Bu uçsuz bucaksız çölde işe yaradığını anlayıp, daha çok sevgi ve mutluluk yaymak için yaşarmış. Güneş bile, o kavurucu sıcağını tüm çöle yayan, suyu buharlaştıran, toprağı kurutan acımasız güneş bile, ona sevgi ile eğilir, ışınlarını ağacın üstüne yansıtmamaya çalışırmış. Ağaç, 140 dibindeki hayvanların sevgisi çoğaldıkça büyür, büyüdükçe dallarını açar, yapraklarını kabartır, daha çok gölge yapmaya çalışırmış. Rüzgar da onu pek severmiş. Çölde köşe bucak dolaşıp, kumları öfkeyle bir yerden ötekine savurup duran rüzgar bile, ağacın çevresine gelince yumuşar, gölgesinde uyuklayan hayvanları serinletmeye çalışırmış. Hafif hafif estikçe, ağaç da yapraklarını sallar, çöl sıcağını uzaklaştırırlarmış el birliğiyle. Çöl ortasındaki Sevgi Ağacı, gölgesinde yaşayan hayvanların sevgi ve mutluluğu ile beslenip büyürken, gölgesindeki hayvanları da mutlulukla doyururmuş. Ağacın gölgesinde kedi ile fare kucak kucağa uyurken, köpekler kedilerin tüylerini yalarmış. Ağacın gölgesi büyüdükçe, altında daha çok hayvan barınır olmuş. Ağacın yaprakları büyüdükçe kalp biçimini alıyor, sevgi ile çarpıyormuş "pıt, pıt" diye. Bir gün, tüm havyanlar Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluk içinde yaşayıp giderken, uzaktan bir tilkinin kumlar üzerinde sürünerek ağaca doğru geldiğini görmüşler. Hepsi birden el etmişler tilkiye, "Çabuk yürüsün, ağacın gölgesine sığınsın" diye. Tilki tam ağaca yaklaşacağı sırada, sıcak çöl güneşi onun tüm gücünü emivermiş. Zavallı tilki, bitkin bir durumda kumlar üzerinde serilip kalmış boylu boyunca. Hemen üç küçük çöl faresi, kumların arasında yuvarlana yuvarlana, ölmek üzere olan tilkiye koşmuşlar. Kuyruğundan ve ayaklarından çekiştire çekiştire, ağacın gölgesine taşımışlar onu bin bir güçlükle. Tilki kendinden geçmiş bir durumda, ağacın gölgesinde hareketsiz yatarken, tüm hayvanlar sevinç çığlıkları atmışlar: "Yaşasın tilkicik kurtuldu" diye. Hepsi de Sevgi Ağacı'nın gölgesinin tilkiyi iyi edeceğini, bitkin ve baygın yatan tilkinin bir süre sonra kendine geleceğini biliyorlarmış. Sevgi Ağacı, çevresindeki hayvanların düşündüklerini doğrularcasına, kalp biçimindeki yapraklarını eğmiş tilkinin üzerine. Dallarını ve yapraklarını sallamış, serinletmiş sıcaktan bitkin düşen tilkiyi. Sonra rüzgar yardıma gelmiş. En yumuşak okşayışı ile serin serin üflemiş tüylerini. Diğer hayvanlar sevinç gösterisini sürdürmüşler, "Ağaç daha çok beslensin, tilkiyi kurtarsın" diye. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmüşler, "Yapraklara renk gelsin, pıt pıt kalp gibi çarpsın" diye. Sevgi ve mutluluk ilacını alan tilki, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Önce soluk almış derinden. Ciğerlerine sevgi ve mutluluğu çekmiş bir nefeste. Kanı ısınmış. Kuyruğunu sallamış mutlulukla. Ayaklarını oynatmış yavaşça. Kendine gelip gözlerini açınca, çevresinde 141 oynaşan, mutluluk çığlıkları atan hayvanlara bakmış gülümseyerek. Sevgi Ağacı onu iyileştirip, eski gücüne yeniden kavuşunca, kendine gelmiş ve birden ayağa kalkmış. Şöyle bir gerindikten sonra silkinmiş. Tüylerine yapışmış çöl kumlarını temizlemiş daha güzel görünmek ve rahatlamak için. Kumlardan arındıktan, Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluğu kana kana içip, kendine geldikten sonra, tüm hayvanlara teşekkür etmiş, yardımlarını esirgemeyip, kendisini hayata döndürdükleri için. Ama tilki bu rahat durur mu? Hayvanların arasında dolaştıkça sinsi sinsi, birinden aldığını diğerine, bire bin yalan katıp, aktarmaya başlamış. Hayvancıklar eskisi gibi birbirlerini sevgi ile okşayacaklarına, birbirlerine hırlamaya başlamışlar. Dişlerini gösterip, bir diğerini kovalamışlar düşmanca. Onların birbirlerine kızıp hırlamaları tilkiyi pek sevindirmiş. Sinsice gülmüş: "Yaşasın, aralarındaki dostluğu yıktım" diye. Dostluk ve sevgi yıkılıp, hayvanlar birbirlerine düşünce, birlikteliklerinden doğan güçleri kalmayacak, tilki de bir yolunu bulup, tek tek tuzağa düşürüp yiyecekmiş hayvanları. Kurgusunu sinsice uygularken düşünememiş Sevgi Ağacı'na zarar verdiğini. Hayvanların birbirlerine olan sevgisi ve güveni azalınca, ağaç beslenemez olmuş. Önce yaprakları küçülmüş, mutluluk suyunu içemediği için. Sonra güneşin yakıcı ışınlarına engel olamamış. Küçülen yaprakların arasından sızan ışınlar, gölgesini azaltmış. Barış yok olmuş. Barışın yerini korku ve kuşku almış. Kuşlar dallar arasında kaçışıp durmuşlar, tilkinin tuzağından kurtulmak için. İçlerine bir korkudur girmiş. Korkan kuş ötebilir mi? Susmuşlar hepsi de. Sevgi olmayınca güçsüz kalan ağacın dalları zayıflamış, yaprakları dökülmüş süzülerek. Rüzgar da yardım edemez olmuş ağaca. Sıcak kumlar üflemiş gölgesine. Tüm hayvanlar, kum fırtınalarından korunmak için kovuklara sinmişler, birbirlerinden uzak. Kaçışan, kovalanan hayvanlar varmış ağacın tükenmek üzere olan gölgesinde... Bu duygusal yıkımı gören üç küçük fare bir kenara çekilip, aralarında bir plan yapmışlar, diğer hayvanlar görmeden, kimse ne yapmak istediklerini bilmeden, tilki duymadan. Bir gün tilki sıcakta uyuklarken miskin miskin, yanına yaklaşmışlar sessizce. Zayıflamış gölgeden sürükleyerek, kızgın çöl kumunun üzerine taşımışlar tilkiyi uyandırmadan. Sıcak çöl güneşi durur mu? Hemen atılmış tilkinin üzerine. Daha önce yarım kalan işini bitirmiş. Almış tilkinin tüm gücünü. Sıcak çöl güneşi tilkinin gücü ile doyarken, üç küçük fare, zayıflamış gölgenin altında duran diğer hayvanlara seslenmişler. Aralarındaki kavgaya son vermelerini, yoksa sevgi ağacının tümüyle güçsüz kalacağını, kendi sonlarının da tilkininkinden pek farklı 142 olmayacağını anlatmışlar dilleri döndüğünce. Önce hayvanlar homurdanmış ve farelerin sözlerine kulak asmak istememişler, ama her an gücü tükenen Sevgi Ağacı'nın acı dolu yakarışları ve ağlayarak dökülen yapraklarını görünce çaresiz boyun eğmişler söylenenlere. Birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Eskisi gibi barış, sevgi ve mutluluk içinde yaşamak istediklerini dile getirmişler ağlayarak. Utanç gözyaşları oluk oluk aktıkça, birbirlerine duydukları kini temizlemiş kalplerinden. Sonra, kıpır kıpır çarpıntılarla sevgi yeniden filizlenmiş. Çiçekler açmaya başlamış kalplerde. Gülmüşler olanlara, kurnaz tilkinin yaptıklarını düşünüp. Kuşlar da ötmeye başlamışlar mutluluğu müjdeleyerek. Aralarındaki sevgi yeniden yeşerince, Sevgi Ağacı da susadığı mutluluktan içmiş kana kana. Böylece Sevgi Ağacı yeniden canlanıp büyümeye başlamış. Hem de eskisinden daha güçlü ve daha görkemli olmuş... Yaşamları eski günleri aratmayıp daha da iyi olunca tüm hayvanlar bir araya gelmişler. Bir tanecik Sevgi Ağacı'nı korumak istemişler. Onu her yere yaymak için kuşlar görevlendirilmiş. Kuşlar sevgi ağacının tohumlarını uçurup, her gittikleri yere dikeceklermiş. Böylece, Sevgi Ağacı bir yerde solup, yok olmaya yüz tutsa da, bir başka yerde büyümeye devam edebilecekmiş. Sevgi Ağacı'nı olası tehlikelerden uzak tutmak ve onu daha güvenle büyütmek için, görünmez yapmaya karar vermişler. Kuşlar, görünmeyen Sevgi Ağacı tohumlarını, dünyanın her yerine yaymışlar. Zamanla her yerde Sevgi Ağaç'ları büyümüş, kocaman yaprakları, upuzun dallarıyla birbirlerini kucaklamışlar, "Tüm sevgiler ve mutluluklar birleşsin, birbirlerinin gücüne güç katsın" diye. Dünya üzerinde bir yerlerde, kuyruğunu sallayan köpeğe sevgi ile yaklaşıp, onun tüylerini okşayan birisini görürseniz, bilin ki oralarda Sevgi Ağacı vardır. Dallarını eğmiş, kalp biçimdeki yapraklarıyla sevgi pınarından içiyordur. Sevgi Ağacı'nı, el ele gezen, birbirlerini seven, kucaklayıp öpen insanların arasında da görebilirsiniz. Onların sevgisi ile beslenip, mutluluk gölgesi altında onları koruyordur. Sevgi Ağacı'nı göremezseniz, hemen utanç gözyaşları ile kalbinizdeki kini ve kötülükleri yıkayın. Kalbinizde sevgi filizleri açılsın. İnsanları, hayvanları ve doğayı sevin. O zaman her yerde yemyeşil Sevgi Ağaç'larını görürsünüz. Sizi yakıcı güneşten, tilkinin sinsi kurnazlıklarından korumaya çalışır. Size sevgi ve mutluluğun gölgesini, serinliğini sunar. Onun gölgesinde, doğal sevginin mutluluğu ile yaşarsınız sonsuza değin. SEVGİ İÇİN 143 Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir eksik ne bir fazla. Della, paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar. Halbuki ertesi gün yeni yıla adim atılacaktı. Della'nin evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman dairesi. Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane. Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki parmaklıklar üzerinde yürüyen bulut renkli kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü yılbaşıydı ve kocası Jim'e, hediye alabileceği sadece bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu parayı da aylardır yavaş yavaş biriktirmişti. Halbuki simdi hiçbir ise yaramadıklarını görebiliyordu. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak birçok mesut anlar yaşamıştı. Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına attı. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu, ama yirmi saniye içerisinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. İftihar ettikleri iki şeyi vardı. Biri Jim'in büyükbabasından kalan altın saat, diğeri de Della'nin omuzları üzerine dökülen saçları. Della'nin saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve elbise gibi vücudunu örttü. Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı, tüyleri dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Della, gözlerinin yaşı kurumadan kapıdan firladi. "MM. Sofronie. Her nevi sac levazımı" ibaresi taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır misiniz?" diye sordu. Madam, saçları pişkin bir alici eliyle yokladıktan sonra "20 dolar" dedi. Della, "Peki, derhal" cevabini verdi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üzerinde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Jim için almak istediği hediyeyi bulmak için dükkanların altını üstüne getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat zinciri. Zincir, Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. 144 Eve gitti, saçlarına baktı. Jim'in bu hayalini beğenmesi icin dua etti. Az sonra Jim kapıyı açıp içeri girdi. Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini uzattı. Della paketi açtığında, ipek gibi saçları icin uzun zamandır beğenip alamadığı bir çift tarak gördü. Gözlerinden yaslar süzülmeye başladı. Kendisini toparladı, tatlı bir tebessümle Jim'e hediyesini uzatti. Jim, paketi açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu. Çünkü, Della'nin güzelim saçlarına cok beğendiği taraklari alabilmek icin o da saatini satmıştı. Üzülmediler... Çünkü önemli olan tek sey vardı sevgileri... O da ne satılır ne de satın alınabilirdi... SON DERS Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders: Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın. Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma; Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor. Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü 145 mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir. Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış. Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir. Amann ha diccat!... TAVUK ve KARTAL Bir zamanlar, büyük bir dağda kartal'lar yuva yaparlarmış. Bir kartal'da 4 tane yumurtası ile bu dağda yaşıyormuş.Bir gün bir deprem olmuş.Ve yumurtalardan bir tanesi dağdan yuvarlana yuvarlana, vadide yer alan bir çiftliğe kadar düşmüş. Bu çiftlik bir tavuk çiftliğiymiş.Çiftlikteki tavuklar,bu değişik ve normalden büyük yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Yaşlı bir tavuk bu yumurtayı ve içinden çıkacak yavruyu,koruması altına almış. Bir gün, küçük kartal doğmuş. Çevresinde tavukları görmüş ve kendini bir tavuk zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmışlar. Ailesini de çok seviyormuş.Içinden, bazen, ben kimim? sorusu geçiyormuş. Ama o bir tavukmuş. Bunu böyle bilmeliymiş. Bir gün çiftlikte oyun oynarlarken, yukarı baktığında bir grup kartal'ın özgürce uçtuklarını görmüş. 146 "Aman Allah'ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Bende onlar gibi uçmayı çok isterdim" demiş. Tavuklar, bu düşünceye hep birlikte gülmüşler."Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamazlar" demişler. Küçük kartal, artık daha sık gökyüzüne bakıyor ve uçan kartallar gibi uçmak, özgür olmak istiyormuş. Ne zaman bu düşüncesinden arkadaşlarına, ailesine bahsetse, hep su cevabi alıyormuş. "Sen bir tavuksun. Bırak bu hayalleri. "Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş. hayal kurmaktan vazgeçmiş, ve hayatini bir tavuk olarak yasamaya karar vermiş. Ve hayatinin sonu geldiğinde de bir tavuk! olarak ölmüş. TÜRKİYE MİN YÖNETİM GÖRÜŞÜ Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine karar verildi. Her iki takımda performanslarının en üst düzeyine varabilmek için uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti.Büyük gün geldi ve iki takımda kendini hazır hissediyordu.. Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar.... Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı.Türk Şirket yönetimi yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi.Yapılan araştırmalar,analizler ve uzun çalışmalar sonucu hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi. Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor,1 kişi dümencilik yapıyordu. Türk Takımında ise 1 kişi kürek çekiyor,8 kişi dümeni kullanıyordu. 9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden yapılandı. Yeni yapılanma şekli şöyleydi; 4 dümen müdürü, 3 bölgesel dümen müdürü Kürek çekmekle görevli kişinin performansından sorumlu 1 Dümen yöneticisi, ve 1 kürek çekme elemanı. İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar.Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti;Yarışın 147 kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu ve müdürlere sorunun çözümüne olan katkılarından dolayı ikramiye verildi. ÜÇ YÜZ ONBİR NUMARALI ODA Güney Afrika’nin Cape Town şehrindeki bir hastanede devamlı esrârengiz ölümler oluyordu. Hemşireler haftalardır üst üste her cuma günü 311 numaralı yoğun bakim odasına yatırılan hastaları ölü bulmaktaydılar. Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi. Herkes meselenin çözülmesi için seferber oldu. Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik bakımdan kontrol ettiler. Güney Afrika’nin önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç hafta boyunca görüşmeler yaptılar. Hatta isin içine polis girdi ve akla gelen her ihtimal tek tek değerlendirildi, ancak onların araştırmaları da sonuçsuz kaldı. Ve tabiî bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam ediyorlardı. Son çâre olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakim odası devamlı gözetim altına alindi ve sonunda odadaki ölümlerin sebebi ortaya çıktı. Sonuç çok trajikomikti. Cuma sabahı saat 6’da odaları temizleyen temizlikçi kadının, hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek kendi elektrik süpürgesinin fişini taktiği ve isini bitirince sonra solunum cihazının fişini tekrar yerine takip gittiği görüldü. Yarışı Bırakmayın Hayat uzun bir koşudur. Her adımda yeni bir başlangıç yapabileceğimiz bir koşu. Bu uzun koşuya hayat maratonu adını da verebiliriz. Maraton ismi eski Yunan"da Maraton meydanında Ispartalıların ve Yunanlıların yaptığı savaştan gelir. Savaş meydanının Atina"ya uzaklığı 42 kilometredir. Meydanda savaş başladığında Atina"ya haber vermesi için bir kişi yollanır. O koşarak Atina"ya gider, haberi zamanında ulaştırır, fakat ölür. Bu uzaklık daha sonra maraton yarışları için kullanılan mesafe olur. Maraton yarışı stratejik bir yarıştır. Yarışa başlarken öne geçmenin bir önemi yoktur. Çünkü yarış uzundur. Yarışın en kritik noktası 20 ile 25. kilometre arasıdır. 20 kilometreden sonra yarışçının kaslarında şiddetli ağrılar başlar. Ağrılar 25. kilometreye kadar artarak devam eder. 25. kilometre kritiktir. Kendinizi iyi ayarlar ve 25. kilometreyi geçmeyi başarırsanız yarışı bitirebilirsiniz. Bu yarışta 26. kilometre aslında yeni bir başlangıçtır. Önemli olan yeni bir başlangıç için vazgeçmemektir. 148 LGS ve ÖSS milyonlarca adayın yarıştığı bir maratonu andırır. Bu maratonun kritik noktası şubat ayı ile başlar nisan ayının sonlarına kadar sürer. Şubat ayına kadar öğrencilerin çoğunun çalışmaları düzenli ve sınavı kazanmaya yöneliktir. Bu aydan itibaren maratondan kopmalar başlar. Bazı adaylar sınavı kazanamayacaklarını düşünerek yeni bir başlangıç yapmak yerine başladıkları yarışı bitirmeyi tercih ederler. Oysa bu maratonda her zaman yeni bir başlangıç yapabilirsiniz. Yeter ki başarılı olacağınıza dair inancınızı kaybetmeyin. YAŞAMIN YANKISI Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Çocuk birden takılıp düşmüş ve canı yanıp - AHHHHH , diye bağırmış . İleride bir dağın tepesinden “AHHHHH” diye bir ses duymuş ve şaşırmış. Merak etmiş ve , -SEN KİMSİN ? , diye bağırmış . Aldığı cevap ‘SEN KİMSİN ?’ olmuş. Aldığı cevaba kızıp -SEN BİR KORKAKSIN , diye tekrar bağırmış . Dağdan gelen ses “SEN BİR KORKASIN “ diye cevap vermiş. Çocuk babasına dönüp , -BABA NE OLUYOR BÖYLE ? , diye sormuş . -OĞLUM . demiş adam . DİNLE ve ÖĞREN ! ve dağa dönüp , -SANA HAYRANIM , diye bağırmış. Gelen cevap “ SANA HAYRANIM!” olmuş. Baba tekrar bağırmış. -SEN MUHTEŞEMSİN! Gelen cevap ;” SEN MUHTEŞEMSİN!” Oğlan çok şaşırmış , ama halen ne olduğunu anlayamamış. 149 Babası açıklamış, - İnsanlar buna ‘YANKI’ derler , ama aslında bu ‘HAYATTIR’ . Hayat daima sana senin verdiklerini geri verir. Hayat yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde , daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren.Bu kural hayatımızın bir parçasıdır , hayat bir tesadüf değil , yaptıklarımızın aynadaki bir yansımasıdır. YILDIZ HİKÂYESİ Yatılı bir okulda müdür, koltuğa gömülmüş gazetesini okuyordu. Küçük bir haber dikkatini çekti: “76 yılda bir Dünya’nın yakınından geçen Halley kuyruklu yıldızı yarın Dünya’ya en yakın noktadan geçecek. Müdür, başyardımcıyı çağırarak talimat verdi: – Hocam, 76 yılda bir Dünya’mızın yanı başından geçen Halley kuyruklu yıldızı yarın akşam saat 20.30’da okulumuzun önünden seyredilebilecektir. Yatılı öğrenciler, eşofmanlarıyla bahçeye çıkarılsın. Az görülen bu astronomik olayı onlara anlatacağım. Şayet yağmur yağarsa meydana gelecek olaya ait hiçbir şey görünmeyeceğinden dolayı öğrenciler yemekhanede toplânsın ve olay hakkında göstereceğimiz filmi seyretsin. Başyardımcı emri alır almaz müdür yardımcısına bildirdi: – Halley isimli kuyruklu yıldız, yarın akşam 20. 30’da okulumuzun bulunduğu bölgenin üstünden geçecektir. Şayet yağmur yağarsa yatılı öğrencilere eşofman giydirilecek ve sadece 75 yılda görülen eşsiz olayı seyretmek üzere yemekhaneye götürülecektir. Müdür yardımcısı da nöbetçi öğretmene: 150 – Müdür beyin emriyle yarın akşam saat 20. 30’da gece kıyafeti giyilecek ve yemekhaneye gelecek olan eşsiz Halley kuyruklu yıldızı seyredilecektir. Okul bölgesinde yağmur yağdığı taktirde 75 yılda bir rastlandığı gibi müdür bey ek bir emir yayınlayacaktır. Nöbetçi öğretmenden okul başkanı öğrenciye: – Her 75 yılda bir görüldüğü üzere, yarın akşam 20.30’da müdürümüz, Halley kuyruklu yıldızıyla beraber yemekhaneye gelecektir. Yağmur yağarsa eşofmanıyla müdür bey, kuyruklu yıldıza okul bölgesine girme emri ve izni verecektir. Ve nihayet okul başkanı da yatılı öğrencilere emri tebliğ eder: – Yarın akşam saat 20.30 civarında yağmur yağdığı sırada, eşofman giymiş olarak, 75 yaşındaki eşsiz Müdür Halley, Müdür beyin eşliğinde, kuyruklu yıldızıyla okulumuzun yemekhanesinden süzülerek geçecektir. YOKSUL ÇİFTÇİ ve PENİSİLİN İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming'di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini. ''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum.'' dedi. Yoksul ve onurlu Fleming ; ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. ''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi. Aristokrat devam etti ; 151 ''Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.'' Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mary's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalandı. Onu ne mi kurtardı? Penisilin! Aristokratın adı: Lord Randolp Churchill' di... Oğlunun adı ise: Sir Winston Churchill. Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın. Hiç acı çekmemiş gibi sevin. Hiçbir şey beklemeden verin. Karşılığını mutlaka bir gün alırsınız... YOLUMUZDAKİ ENGELLER Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı, ama kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde. "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir." diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti. 152 "Her engel, hayat şartlarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır." ZEHİRLİ BAKLAVA Bir keresinde, Hoca köy okulunda öğretmen dururken, öğrencilerinin birinin ailesi tarafından kendisine bir büyük tepsi baklava gönderilir. Hocanın ağzı sulanır, fakat daha sonra yemek üzere masasının çekmecesine koyar. Kısa bir sure sonra acil bir iş için dışarı çağırılır. Öğrencilerine yapılacak bir suru is verir "Ve her şeyi anladığınızı kabul ediyorum" der "yoksa kötü olur" sertçe "Çok kötü" Kapıya vardığında, "Bir şey daha" der. "Benim düşmanlarım var. Pek çok düşman. Bana sürekli zehirli et, zehirli tatlı gönderilir. Hatta," sertçe ekler "zehirli baklava. Yemeden önce test etmem gerekir. Bu şekilde uyarıldınız. Daha uzun bir omur isterseniz, bana gönderilen hiçbir şeye dokunmayın. Özellikle baklavaya. " Hoca gider gitmez, yeğeni, öğrencilerinden biriydi, masaya gider ve baklavayı alır. "Yapma!" diye bağırır arkadaşları. "Onlar zehirli olabilir!" Çocuk onlara sırıtır. "Tabii ki değiller," der. "O sadece kendisine saklamak istiyor." Ve başlar tepsideki baklavalara. "Gerçekten çok iyi" der ve bir başkasını daha yer. Yere düşüp kıvranmadığını gören arkadaşları, Hoca'nin masasının etrafına toplanırlar ve baklavayı paylaşırlar. "Fakat hepsinin bittiğini görünce biz ona ne diyeceğiz?" der içlerinden biri, ağzındaki kırıntıyı silerken. Hoca'nin yeğeni sadece gülümser. Hoca döndüğünde doğruca masasına gider ve önce zevkle çekmecesine, sonra da hışımla öğrencilerine bakar. "Biri," der "Biri masamdaymış." 153 Sessizlik vardır. "Biri çekmecemdeymiş." Sessizlik. "Ve biri baklavayı yemiş." "Bendim" der yeğeni. "Sendin! Size anlattığım şeyden sonra?" "Evet." "Belki açıklaman vardır. Eğer öyleyse, ölmeden önce duymak isterim." "Şey," der yeğeni "Bana verdiğin is çok zordu. Hiç birini yapamadım. Yaptığım her şey yanlış. Senin çok kızgın ve ailemin hayal kırıklığına uğrayacağını biliyordum. Öyle utandığımı hissettim ki, yapılacak tek şeyin,..., hayatıma son vermek olduğuna karar verdim. Böylece senin zehirli baklavanı yedim. O an düşünebileceğim tek yol o idi. Fakat eğlenceli olan şey, henüz hiçbir şey olmadığıdır. Nedenini merak ediyorum." Hoca yeğeninin masum açıklamasını kısa bir sure inceler. "Belki," der, "yapmış olduğun işe bir bakmam için sadece ertelenmiş bir cezadır." AFFET BABACIĞIM Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve 'Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak' diyerek rest çekti. 154 Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi 155 hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet' diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... 'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum AFFIN ERDEMİ Bir gün trenle seyahat eden birisi tesadüfen son derece huzursuz olan genç bir adamın yanına oturmuş. Bir sure sonra , genç adam , uzak bir hapishaneden henüz çıkmış bir mahkum olduğunu açıklamış. Mahkumiyeti ailesine o kadar utanç vermiş ki , ne ziyaretine gelmişler , ne de bir mektup yollamışlar. Ama fakir oldukları için seyahat edemediklerini , cahil oldukları için mektup yazamadıklarını umuyor ; her şeye rağmen kendisini affetmiş olmalarını hayal ediyormuş. Ailesinin işini kolaylaştırmak için , kendilerine mektup yazıp tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinden geçerken bir işaret koymalarını söylemiş. Ailesi kendisini affetmişse , raylara yakın bir elma ağacına beyaz bir kurdele bağlayacaklarmış. Eğer kendisinin geri dönmesini istemiyorlarsa , hiç bir şey yapmayacaklar , o da trende kalıp Batıya gidecek , belki de bir serseri olacakmış. Tren , kasabasına yaklaşırken heyecanı o kadar artmış ki , pencereden dışarı bakmaya cesaret edemiyormuş. Kompartıman arkadaşı kendisiyle yer değiştirip onun yerine elma ağacına bakacağını söylemiş. Bir dakika sonra elini genç mahkumun koluna koymuş , “ Şuraya bak ” demiş. Göz pınarlarında biriken yaşlarla gözleri parlıyormuş. “ Her şey yolunda , bütün ağaç bembeyaz kurdelalarla bezenmiş ”. O anda bir ömrü zehirleyen tüm acılar , adeta , birden dağılmış , kaybolmuş. 156 "Affetmezseniz sevemezsiniz. Sevgisiz hayat ise anlamsızdır." ANNE VE ÇOCUK 1 yaşınızdayken sizi elleriyle besledi ve yıkadı. Bütün gece ağlayıp onu uyutmayarak teşekkür ettiniz 2 yaşınızdayken size yürümeyi öğretti Size seslendiğinde odadan kaçarak teşekkür ettiniz 3 yaşınızdayken size özenle yemekler hazırladı Tabağınızı masanın altına dökerek teşekkür ettiniz 4 yaşınızdayken elinize rengarenk kalemler tutuşturdu. Evin bütün duvarlarına resim yaparak teşekkür ettiniz 5 yaşınızdayken sizi cici kıyafetlerle süsledi. Gördüğünüz ilk çamur birikintisine atlayarak teşekkür ettiniz 6 yaşınızdayken okula kadar sizinle yürüdü. Sokaklarda "GİTMİYCEEEEEEM" diye ağlayarak teşekkür ettiniz 7 yaşınızdayken size bir top hediye etti. Komşunun camini kırarak teşekkür ettiniz 9 yaşınızdayken size piyano öğretmeni buldu. Notaları bir gün bile çalışmayarak teşekkür ettiniz 10 yaşınızdayken doğum günü partilerinden dans derslerine kadar her yere sizi arabayla götürdü. Arabadan fırlayıp giderken arkanıza bile bakmayarak teşekkür ettiniz 11 yaşınızdayken sizi arkadaşınızla sinemaya götürdü. "Sen bizimle oturma" diyerek teşekkür ettiniz 12 yaşınızdayken zararlı TV programlarını seyretmenizi istemedi. O evde değilken hepsini izleyerek teşekkür ettiniz 157 15 yaşınızdayken sizi yurtdışında yaz kampına gönderdi. Tek satir mektup yazmayarak teşekkür ettiniz 17 yaşınızdayken erkek arkadaşınızla partiye gitmenize izin verdi. Bir telefon bile etmeden sabaha karşı eve dönerek teşekkür ettiniz. 19 yaşınızdayken okul masraflarınızı karşıladı,sizi arabayla kampusa götürdü ve eşyalarınızı taşıdı. Arkadaşlarınız alay etmesin diye kampus kapısında vedalaşarak teşekkür ettiniz 21 yaşınızdayken iş hayati ve kariyerinizle ilgili size fikir vermek istedi "Ben senin gibi olmayacağım" diyerek teşekkür ettiniz 22 yaşınızdayken kep giyme töreninizde size gururla sarıldı. Avrupa seyahati için para isteyerek teşekkür ettiniz 24 yaşınızdayken uzun suredir çıktığınız çocukla tanışmak istedi "Zamanını ben bilirim" diye tersleyerek teşekkür ettiniz 25 yaşınızdayken düğün masraflarınızı karşıladı,sizin için hem mutlu oldu hem çok duygulandı. Siz dünyanın bir ucuna taşınarak teşekkür ettiniz 30 yaşınızdayken bebek bakimi hakkında size akil vermek istedi. "Artık bu ilkel yöntemleri bırak"diyerek teşekkür ettiniz 40 yaşınızdayken sizi arayıp bir akrabanızın doğum gününü hatırlattı "Anne işim başımdan aşkın"diyerek teşekkür ettiniz 50 yaşınızdayken o çok hastalandı, hafta sonunda onu görmeye gittiğinizde mutlu oldu. Ona yaşlıların çocuk gibi nazlı olduğunu söyleyerek teşekkür ettiniz Derken bir gün..... o öldü. O güne kadar onun için yapmadığınız ne varsa, o anda kalbinize bir yıldırım gibi düştü.... 158 ARJANTİN'Lİ ÜNLÜ GOLFÇÜ Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış,ödülünü alıp kameralara poz vermiş. Ardından kulübüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.O sırada yanına bir kadın yaklaşmış. Vincenzo'yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğini olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış. Kadının anlattıkları Vincenzo'yu çok etkilemiş. Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış. Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş. Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği'nin bir üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş. "Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip?" "Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış. Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış. " Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş. "Yok" demiş adam. "İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo. İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir. Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri gökyüzündeki yıldızları görebilir. Seçim bizlere aittir. ARKADAŞ Vietnam Savaşı sonrası... Evine dönmekte olan bir asker San Francisco'dan ailesini aradı: "Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum." "Memnuniyetle, O'nunla tanışmak isteriz", diye cevapladılar. Oğulları 159 "Bilmeniz gereken bir şey daha var." diye devam etti. "Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O'nun gelip bizimle kalmasını istiyorum." "Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O'nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz." "Hayır. Anne, baba O'nun bizimle kalmasını istiyorum." "Oğlum." dedi babası. "Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O'nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır." Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi O'ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Anne - baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler: Oğullarının sadece bir kolu ve bacağı vardı... ASIL FAKİRLİK Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler. Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu, "insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?" "Evet!" "Ne öğrendin peki?" Oğlu cevap verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar." Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. 160 Oğlu ekledi, "Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!" AŞK BİTİNCE Fırat’ın bir yakasında yaşayan bir delikanlı ile öbür yakasında yaşayan güzel bir kadın varmış. Birbirlerine aşık olmuşlar. Delikanlı her gece Fırat’ın sularında yüzerek karşı yakaya geçer sevgilisine ulaşırmış. Gece sabaha kadar sohbet ederlermiş. Şafak sökmesine yakın delikanlı sevgilisinden müsaade isteyip, kendini Fırat’ın azgın sularına bırakır ve karşı yakaya geçermiş. Bu gecelerce böyle sürüp gitmiş. Yine bir gece delikanlı Fırat’ı geçip sevgilisinin yanına gitmiş. Şafak sökerken delikanlı müsaade istemek üzere kadına yaklaştığında bir şeyin farkına varmış ve kadına dikkatle bakarak; - Senin bir gözün kör müydü! demiş. Kadın o zaman delikanlıya bakarak; - Sen sen ol, sakın ola bugün Fırat’a girme demiş. Delikanlı kadından ayrılmış, Fırat’a girmiş ve yüzme bilmediğinden boğularak ölmüş. Bizim delikanlı gerçekte yüzme bilmiyormuş, duyduğu aşk yüzünden, onun gücü sayesinde Fırat’ı geçermiş. O aşk bitince de... AZİM Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. 161 Hoca ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı. Çocuk bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim" Hocası ise "sen sadece hareketi yap" cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama yine bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu. Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum" Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, "senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir. Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak. BALON Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak: - Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: 162 - Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. - Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. - Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayıramadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek: - Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek: - Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra: - Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak: "Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık.. 163 BEŞ MAYMUN Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Su kapatılıp, maymunlardan biri dışarı alınıp ve yerine yeni bir maymun konulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gider...' BEYAZ GARDENYA 12 Yaşımdan bu yana, her yıl doğum günümde bana, kimin gönderdiği belli olmayan beyaz bir gardenya gelirdi. Üzerinde ne bir not ne de bir kart olurdu. Çaresiz bir şekilde çiçekçiyi aradığımda ise; ödemenin peşin yapıldığını söylerlerdi. Bir süre sonra, çiçeği gönderenin kimliğini öğrenme çabalarımdan vazgeçtim. Yumuşacık, pembe kâğıtlara sarılmış sihirli bir görünüm sergileyen beyaz çiçeğin baş döndüren kokusunun ve güzelliğinin tadını çıkarmaya başladım. Fakat, hiçbir zaman da gönderenin kim olduğu üzerine hayaller kurmaktan vazgeçmedim. En mutlu anlarım, kimliğini saklayan bu çok utangaç ama tuhaf, ayni zamanda heyecan verici ve harika insanın kim olduğunu düşünerek geçti. Ergenlik dönemimde, çiçeği gönderenin beni çok seven ya da benim tanımadığım, ama bana 164 hayran bir erkek olduğunu düşünmek çok zevkliydi. Annem genellikle benim bu hayallerime katkıda bulunurdu. Bana sık sık, bu kişinin iyilik yaptığım ve teşekkürünü bu biçimde dile getirecek biri olup olmadığını sorardı. O zaman, bisikletime binerken, küçük çocuklarıyla alışverişten eli kolu dolu olarak evine gelen komşumuzu anımsardım. Çünkü, her zaman o komşumuzun aldıklarını arabasından eve taşımasına yardım eder ya da çocukların yola fırlamalarını engellerdim. Çiçekleri gönderen, belki de caddenin karısındaki evde oturan yaşlı adamdı. Kışın buz tutan merdivenlerden inerken düşmemesi için, posta kutusundaki mektuplarını posta kutusundan ben alır götürürdüm evine. Annem, gardenya konusunda hep hayal gücümü kullanmama yardım etmiştir. Çocuklarının hep yaratıcı olmalarını isterdi. Ayrıca, sadece kendisinin değil, tüm dünyanın bizi sevdiğini hissetmemizi isterdi. 17 Yaşına geldiğimde bir erkek kalbimi kırdı. Beni telefonla son kez aradığı gece, uyuyana kadar ağladım. Ertesi sabah uyandığımda aynamın üzerine rujla yazılmış bir not buldum: Yarı-Tanrılar çekip gittiklerinde, gerçek Tanrılar ortaya çıkarlar. Unutma!." Emerson'in bu sözleri hakkında uzun uzun düşündüm ve çektiğim acılar yok olana kadar da annemin yazdıklarını aynamdan silmedim. Cam siliciyi elime aldığımda annem gerçekten iyileştiğimi biliyordu artık. Fakat elbette annemin iyileştiremeyeceği yaralar da aldım. Babam bir kalp krizinde öldü. Duyduğum üzüntü bir anda terkedilmişliğe, korkuya, güvensizliğe ve öfkeye dönüşmüştü ... Yaşadığı büyük acı bile annemin duygularımı anlamasını engellememişti. Çocuklarının kendilerini nasıl hissettikleri her zaman onun için çok önemli olmuştu. Bize, çirkinliklerde bile bir güzellik bulmayı öğretmişti. Annem çocuklarının kendilerini gardenya gibi görmelerini istemişti. Güzel, güçlü, mükemmel sihirli ve belki de biraz gizemli bir koku ile birlikte. Annem, ben 22 yaşıma geldiğimde öldü ve ben annemin ölümünden 10 gün sonra evlendim. 165 Gardenyalar o yıldan sonra gelmez oldu. BIRAKIN IŞIĞINIZ YANIK KALSIN Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi. Adam dürüst ve dost canlısıydı, insanlar onu seviyorlardı. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir oluşturdu. Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi:içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu hakkettiğine karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastahane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı. Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı. Akşam geri döndüklerinde babaları sordu: "Birinci çocuğum, bir dolarla ne yaptın ?" Çocuk cevap verdi: "Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı. Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın ?" Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım. Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirdi, açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı. "Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın ?" diye sordu adam. Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim. Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini İncil'de yazıldığı gibi çok değerli bir şeye verdim. 20 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 centte kiliseye verdim.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım. Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. 166 Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda samanla veya tüyle değil, bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu. Baba memnundu; "Çok iyi oğlum. Bu şirketin başına sen geçeceksin, çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel. BİR BAŞARININ ÖYKÜSÜ Kandilli, Zonguldak’a bağlı küçük bir ilçedir. 1948’lerde, şimdiki haline nisbeten çok daha kalabalıktır. Kandilli kömür işletmelerinde o yıllarda yaklaşık beş bin kişi çalışmaktadır. Yine Kandilli’de o yıllarda üç tane sinema ve bir tiyatro bile vardır. Sosyal hayat oldukça hareketlidir denebilir. Kandilli’ye 15-20 km yakınlıkta olan Ereğli ise o günlerde bir tane sinema vardır yalnızca ve bir ilçe olmasına rağmen köy havasından yeni yeni sıyrılmaktadır. İsmail Amca askerden dönmüştü o yıllarda. Trabzon’un Maçka ilçesinin bir köyünde kıt kanaat geçiniyorlardı ailesiyle. Memlekette iş olmayınca babasını ikna ederek iyi bir iş bulacağı ümidiyle öküzlerini sattırmış ve Kandilli kömür işletmesinde, hemşerilerinin yanında çalışmak üzere gelmiştir. İsmail Amca Kandilli’ye gelmesine gelmişti ama umduğu gibi bir iş bulamamıştı.Uzun zaman beklemesine rağmen olmamıştı. Bu arada elindeki üç-beş kuruş parasını da neredeyse harcamıştı. Araya hemşerilerini de koyarak ancak karın tokluğuna çalışabileceği çok ağır bir iş bulabilmişti,maden ocağına inmesi gerekiyordu. İşletme müdürü kendisine iş vermek istemezken, memleketine geri dönmesini tavsiye etmişti. Bulduğu işte de çalışmak istemeyince önünde iki tercih kalmıştı; kalmak başka bir iş bulmak ya da memlekete geri dönmek. Memlekette ekmek yoktu üstelikte öküzleri de sattırmıştı babasına. İş bulamazsa nasıl bakardı babasının yüzüne. Kalmaya karar verdi.Kaldı. Memlekete dönmektense Kandilli kömür işletmesinde çalışan işçilerin söküklerini dikmeyi kendisine iş edinmişti. Bir süre sonra hemşerilerinin yanından ayrılırken derme çatma bir kulübeden terzi dükkanı bile olmuştu. Giderek de işler büyüyordu. 167 Derken elbise de dikmeye başlamıştı. İşleri de oldukça düzelirken kendisine lazım olan makineleri de alabilmişti.Dükkanını düzenledi. İmkanlar elverdi başını sokacak bir de evi oldu. Evlenmeye karar verdi ve evlendi. Artık kendisine destek olacak bir de eşi vardı. Birlikte çalıştılar daha çok paraları oldu. İsmail Amca inşaat malzemeleri sektörüne girmeye karar verdi. Bu arada çocukları da olmuştu.Çocuklarda büyümeye başlayınca terziliği bırakarak tamamen inşaat sektörüne yöneldi ve yeni kurulan Karadeniz Ereğli’ye taşındı.İnşaat sektörünün canlı olacağı belliydi.Tahmin ettiği gibi inşaat malzemeleri sahasında da iyi para kazanmaya başladı.. Hep böyle gelişmeler olmaya devam etti. İsmail Amca iş vermeyip kendisini memlekete gönderen ustabaşıyı hep hatırladı ve içinden hep ona teşekkür etti. Çünkü bütün gelişmeler bu olaydan sonra verdiği kararlarla gelmişti. Şimdi ise oğullar ile birlikte 80-100 bin nüfuslu; çileği, çeliği ve festivalleri ile meşhur sahil kenti Karadeniz Ereğli’nin sayılı ve itibarlı esnaflarından. BİR HIRSIZIN PORTRESİ Genç Macar sanatçı Arpad Sebesy , multimilyoner Elmer Kelen’ in portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev zordu. Çünkü Kelen sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta , Sobesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı. Kısıtlamalara rağmen , Sebesy portrenin Kelen’e yeterince benzediği görüşündeydi. Ancak , Kelen aynı fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti. Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı ve birdenbire bunu gösterecek hiçbir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken , sanatçı bir ricada bulundu , “ Portreyi size benzemediği için reddettiğinizi belirten bir mektup yazabilir misiniz?” Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra , Macar Sanatçıları Derneği , Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisi’nde sergi açtı. Kelen’in telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy’nin yaptığı portresinin , üzerinde ‘Bir Hırsızın Portresi’ etiketiyle teşhir edildiğini gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince , Kelen resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür , Kelen’in resmin 168 kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmen parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı. Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış , aynı zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dönüşmüştü. Çünkü milyoner resmi almaya kalktığında fiyatının eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti. Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yararlı bir kapı açacak bir yol düşündü. Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti: Yeni fırsatlar bizi genellikle sıkıntılı anlarda ziyaret eder , çünkü bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır. BİR KELEBEĞİN DERSİ …Adam minik kozadan beliren deliğe bakıyordu ve oturup bir kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi. Sonra birden kelebek bu çabadan yorulmuş sanki elinden geleni yapmış ve artık yapabileceği bir şey yokmuş gibi hareketsiz kalınca adam bir makas alıp kozadaki deliği büyüterek kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Böylece kelebek zahmetsizce dışarı çıkabilecekti. Düşündüğü gibi de oldu. Kozadaki deliği büyütmesiyle kelebek kolayca çıkıvermişti işte. Fakat bedeni kuru küçücük ve kanatları buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti ; çünkü kelebeğin kanatlarının açılıp bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. 169 Ama bu hiç olmadı ! Kelebek hayatını kurumuş bir beden ve buruşuk kanatlarla yerde sürünerek geçirecekti. Adamın iyi niyeti ve yardımseverliliğinin anlamasını engellediği şey ; kelebek kozanın daracık deliğinden çıkmaya çalışırken , Allah’ın , kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına gitmesini sağlaması , ve kozadan çıkmayı başardığı anda uçabilmesi için yaptığı ince hesaptı. Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Allah , yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık. Güçlü olmak istedim … Ve Allah beni güçlendirmek için zorluklar yolladı. Bilgelik istedim … Ve Allah çözmem için sorular yolladı. Başarı istedim … Ve Allah bana çalışmam için zeka ve kas gücü verdi. Cesaret istedim … Ve Allah bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi. Sevgi istedim … Ve Allah bana , yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı. İyilik istedim … 170 Ve Allah bana fırsatlar yolladı. “ İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim … Ama ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim.” BİR SAATLİK DOST (YAŞANMIŞ) Hızlı bir çalışma temposunun ardından saatin beş olduğunu kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik. Yoğun bir servisti çalıştığım servis. Çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü olan servisleridir. Artık günün yoğunluğu geçmiş, servis sessiz bir hal almıştı. Akşam tedavilerini henüz bitirmiş ofiste cay içmeye gitme telaşındaydım. Çünkü günün ilk çayını içme fırsatını yakaladım diye kendi kendime düşünüyordum. Kep dağılmış sac bas karışmış yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda. Aynada kendimi tanıyamadım. Ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu. Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim. Karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu, içlerinde çocukların da bulunduğunu, damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. Tüm yorgunluğumu unutmuş hızla acil servisine yönelmiştim ki, diğer telefonda nöbetçi hekimin, icapçı beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu: - Ne yapalım? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? Gelmek zorundasınız! - Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Nöbet değiştirseydiniz çok önemli bir davetti madem. - Siz Hipokrat yemini etmediniz mi? Konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binip koşarak acil servisine gittim. Her yer kan revan içinde ağlayan koşuşturan yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı. Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum. Ama herkes elinden geleni birilerine bakma gayretini gösteriyordu. Acil serviste yatak kalmamış sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor, yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise aileleri çıkartıyordu. Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da 171 oldukça ağır 15-17 yas arası bir genç vardı. Gerekli müdahalesi yapılmış, fakat sevk edildiği beyin cerrahı henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu. Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra o çocuğun başına gidip konuşmaya başladım, konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu. Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum onu orada yalnız bırakamıyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. Genç iyice kötü olmuştu, ellerimi sımsıkı tutuyordu. Bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe kendimi ben de tutamaz hale gelmiştim. Eğildim yanaklarından öptüm. - Bırakmayacağım seni, sakin ol, üzülme sakın diyordum. Hiç tanımadığım daha önce hiç görmediğim bu insana anlatılmaz bir yakınlık hissediyor sanki onun acısının aynısını çekiyordum. Çok acı çekiyordu hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından. Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum. O artık aramızda değildi bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor, içimden lanetler yağdırıyordum. Derken beyin cerrahi hekimi gelmişti hastanın daha doğrusu x (ölmüş) gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. çarşafı kaldırdığımda doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yemekli bir davetten gelmişti. Acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizi mi geçiriyordu diye düşünürken diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile. Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki. Kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine yeniden dönememişti. Seni yeniden andım KEREM ruhun şad olsun hayattaki bir saatlik dost.. Bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost. BİR YEMEK TARİFİ Bir bardak dolusu gülümseme ile başlayın, Bir kap dolusu dostluk ilave edin, Bir tutam yumuşaklık ve biraz da nezaket tozu ile kabartın, Bir kaşık ümit, Bir büyük porsiyon yardımlaşma, Çok miktarda ilim ve bir tutam alçakgönüllülük ile çırpın. 172 Kuvvetlendirmek için de bir çorba kaşığı güvene ihtiyacınız olacak. Bir sadakat kasesi içinde bir ölçü inanç, iki ölçü aklı selim ve birkaç damla hoşgörüyü azar azar ilave ederek sevgi ile karıştırın. İki kaşık gülücük, bir kaşık sabır ve bir tutam övgü ilave edin. Şevk ile hiç durmadan karıştırın ve şükran ile tatlandırın. Yemeğin adı mı? İNSANLIK !!! BİSİKLET Dokuz yaşındaki Almie Rose bana ve babasına bir bisiklet istediğini söylediğinde Noel' e iki ay vardı. Noel yaklaştıkça Almie Rose' un bisiklet tutkusu yavaş yavaş yok olmaya başladı ya da bize öyle geldi. Bunun üzerine ona son günlerde kız çocukları arasında büyük beğeni toplayan bir bebek ve bebek evi satın aldık Noel için. Fakat, 23 Aralık' ta birdenbire, "bir bisikleti olmasını, her şeyden çok istediğini" dile getirdi. Artık çok geçti. Noel yemeğinin hazırlanması, unuttuklarımız için ufak tefek armağanların alınması gerekiyordu ve küçük kızımızın istediği bisikleti seçmek için yeterli zamanımız kalmamıştı. Noel gecesi gelip çatmıştı. Gece saat 9 olduğunda ise Almie Rose ve küçük kardeşi Dylan mışıl mışıl yataklarında uyuyorlardı. O anda Almie Rose' un düşlediği bisiklet aklımıza geldi, suçluluk duyuyorduk ve anne baba olarak çocuğumuzu düş kırıklığına uğratmak bizi çok üzüyordu. Babası, "Ne dersin, bilmiyorum. Aklıma şöyle bir şey geldi. Kilden bir bisiklet yapayım ve üzerine bu bisikleti verip, yerine gerçek bir bisiklet alabileceğini yazalım" dedi. Bulduğumuz çözüm çok hoşumuza gitmişti, çünkü kızımız artık büyümüştü ve istediği bisikleti kendisinin seçmesi çok mantıklıydı. Böylelikle eşim, tam dört saat uğraştıktan sonra kilden minyatür bir bisiklet yaptı. Noel sabahı, Almie Rose' un kalp seklindeki paketi açıp, içinden beyaz ve kırmızı renkli kil bisikleti eline almasını heyecanla izledik. Üzerindeki notu yüksek sesle okuduktan sonra bize dönüp, " Yani babamın yaptığı bisikletin yerine gerçek bir bisiklet mi alabileceğim?" " Evet" dedim gülümseyerek. 173 Almie Rose' un gözleri doldu ve "Babamın yaptığı bu güzel bisikleti veremem. Gerçek bir bisiklet istemiyorum" dedi. O anda uçtuk sanki ikimiz da mutluluktan. Yeryüzündeki bütün bisikletleri alabilirdik kızımıza. BORCUM VARDI Oldukça yaşlı bir adam, kendisi gibi kamburlaşıp yere yanaşmış bir ağacın altında ağlıyordu. Biraz önce irikıyım bir genç yanına sokulmuş ve kendisinden içki parası istedikten sonra bir de tokat atmıştı. Yaşlı adamın yere yıkıldığını görenler, hemen yardımına koşup: - Geçmiş olsun dede, dediler. O serseri ne istedi ki senden? Adamcağız bir şey olmamış gibi toparlanmaya çalışırken: - Eski bir borcum vardı, onu istedi , dedi. Yapması gerekeni yaptı sadece... Çevresindekiler, ihtiyar adamı yerden kaldırdıktan sonra eline bastonunu tutuşturup aceleyle işlerine koşuştular. Herkes ayrıldığında, hadiseyi başından beri görmüş olan bir delikanlı onun koluna girerek: - Fazla hırpalandınız, dedi. Ağacın gölgesinde biraz oturalım mı? Yaşlı adam yorgun bakışlarını yukarıya yöneltip : -Benim bu ağacın altında dinlenmeye hakkım yok yavrum dedi. Ölünceye kadar da olmayacak. Delikanlı, söylenenden bir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle kendisine bakarken, onun tekrar hıçkırıklara boğulduğunu fark etti. Yaşlı adam, iniltiye benzeyen bir sesle: 174 - Elli yıl kadar önceydi, diye devam etti. Rahmetli babamı, sigara parası almak için bu ağacın altında azarlamıştım. Yani biraz önce evladımın beni dövdüğü yerde. Delikanlı ne diyeceğini bilemedi ve şimdi biraz daha bitkin görünen ihtiyarın sakinleşmesini bekledikten sonra, onu arabayla evine bırakmayı teklif etti. Adam, titrek adımlarla yoluna koyulurken: - Evim oldukça uzaklarda yavrum. Ama ben yürüyerek gideceğim oraya. Babamın da onu azarladıktan sonra, üzüntüsünden yayan döndüğü gibi. Hem şehir dışındaki kabristana uğrayıp bir Yasin'le öpeceğim ellerinden... ÇAMURLU AYAKKABILAR Fakir bir ailenin ortanca çocuğuydu. İlkokulu, tek sınıflı bir köy okulunda bitirmişti. Ortaokula devam edebilmek için köyünden kilometrelerce uzaklıktaki ilçeye gitmesi gerekiyordu. Okumaya olan sevgisinden dolayı her gün bu yolu gidip gelmek ona zor gelmiyordu. Ondan bir yaş büyük olan abisi okumamıştı. İlçede bir lokantada çalışıyordu. Ara sıra geliyordu eve. Son gelişinde kardeşinin ayağındaki delik ayakkabıları görünce: “Al kardeşim, sen okuyorsun. Sen bunları giy! Hiç olmazsa sen kurtar kendini!” dedi ve kendi ayağında olan ve yeni aldığı botları ona verdi. Çok sevinmişti botlar için. Çünkü kış gelmişti. Biraz büyüktü botlar ama razıydı buna… Bir gün yine okula gitmek için evden çıkmıştı. Hava yağmurluydu. Ayağında abisinin verdiği botlar vardı. Bin bir zorlukla okula ulaşmıştı; ama ders başladığı için ayakkabılarındaki çamurları yıkayacak vakti kalmamıştı. Dersi de kaçırmak istemiyordu… Öğretmeninden özür dileyerek sınıfa girmiş, sessizce sırasına oturmuştu. 175 Öğretmen onun çamurlu ayakkabılarla sınıfa girdiğini görünce, ayakkabılarındaki çamurların sebebini sormadan: “Tahtaya gel.” dedi. O, ürkek adımlarla tahtaya yaklaştı. Kıpkırmızı bir yüzle, korku dolu, şaşkın bakışlarla öğretmeni süzüyor; onun söyleyeceklerini bekliyordu. Öğretmen ona sert bir üslupla: “Ne bu pislik?” dedi. Bu sözü duyunca tahtada iyice ezilmiş, sınıfın karşısında rezil olduğunu hissetmişti. Bir an gözünün önünden sınıfa gelmek ve dersi dinleyebilmek için çektiği sıkıntılar geçiverdi. Bir takım elbisesi vardı. Tam üç yıldır her gün aynı elbiseyle okula gidip geliyordu. Allah’tan hafta sonları okul yoktu da annesi bu elbiseyi yıkayıp kömürlü ütüyle ütüleyebiliyordu. Temizliğine çok dikkat ediyordu. Babası, okul masraflarını karşılayabilmek için ev halkının rızkı olan yumurtaları satıyor, ineklerinden sağdıkları sütleri içmeyip satarak parasını ona veriyordu. Annesi de akşama kadar tarlalarda çalışıyor, saçını süpürge ediyor, çocuklarının masraflarını karşılamak için fedakârlık yapıyordu. Bütün aile onun okuması için ellerinden gelen her türlü fedakârlığı yapıyordu. Çünkü o okuyacak, ailenin bütün hayallerini gerçekleştirecekti. Bütün bunları aklından geçirirken öğretmeninin söylediği bu sözler onu çok üzmüş, yıkmıştı. Gözleri dolmuştu. Arkadaşlarından utanmasa hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı, kendisini zor tutuyordu. Daha şoku üzerinden atamamıştı ki öğretmen ona bir soru daha sordu: “Yayla nedir?” Aslında cevabını biliyordu bu sorunun; ama cevabı söyleyecek hâli kalmamıştı. Öğretmenin sorusunu bile zor duymuştu. Yüzüne dik dik bakmakta olan öğretmen ondan sorusunun cevabını bekliyordu. Ama söyleyemedi işte. Biraz kırgındı. Sınıfa da rezil olmuş, onuru kırılmıştı. Birden öğretmen setleşti ve ona: “Otur yerine, sıfır verdim sana!” dedi. Sanki sırtında tonlarca ağırlık taşıyormuşçasına zorlukla yerine oturabildi. “Ben öğretmen olsam, kimseye böyle davranmam.” diyordu içinden… Yıllar birbirini kovaladı. Üniversiteyi iyi bir dereceyle bitirmişti. Genç bir öğretmendi artık. Mesleğinde kısa sürede başarılı oldu. Öğrencileri onu çok sevdi. Ödüller aldı. Bir gün parkta otururken yaşlı bir adam gördü. Bu adam, dikkatini çekmişti. Bir yeden tanıyorum; ama nereden, diye düşünüyordu. Biraz dikkatle bakıp hafızasını da azıcık zorlayınca o kişinin orta okuldaki öğretmeni olduğunu fark etti. Bir anda yıllar önce yaşadığı ve hayatı boyunca unutmadığı ve kendisinde çok büyük izler bırakan acı olay gözünün önünden geçse de aldırmadı. Gidip öğretmeninin elini öpüp hâlini hatırını sormayı düşündü. 176 Ona da bu yakışırdı. Yaklaştı. Öğretmenine kendisini tanıttı. Öğretmeni onu görünce çok sevinmişti. Kimsenin yüzüne bakmadığı bir yaşta genç bir insan: “Ben sizin eski bir öğrencinizim!” diye elini öpüyordu. Öğretmen sordu: “Ne iş yapıyorsun?” “Ben de öğretmen oldum, hocam!” diye cevapladı soruyu. “Ya...!” dedi öğretmeni. “Nasıl oldu da bu zor mesleği seçtin?” Öğretmeninin bu sorusu karşısında kafasını biraz kaldırdı, gökyüzüne baktı, sonra etrafını süzdü, gözleri doldu, kısa bir iç çekişten sonra tane tane ve yumuşak bir tonda: “Çamurlu ayakkabılar hocam!” dedi. “Çamurlu ayakkabılar...!” ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ Günün birinde bir çiçekle su karsılaşır ve arkadaş olurlar,ilk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum . tabi ki zaman lazımdır birbirini tanımak için, gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki suya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek etrafa kokular saçar sırf senin hatırın için ey su diye. Öyle zaman gel,r ki artık su da içinde çiçeğe karsı bir şeyler hissetmeye baslar, zanneder ki çiçeğe aşık oldum ama su da ilk defa aşık oluyordur. Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba su beni sevmiyor mu diye düşünmeye başlar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek suya seni seviyorum der, su bende seni seviyorum der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya seni seviyorum der, su sabırla bende der, çiçek sabırlıdır bekler bekler bekler. Artık öyle bır duruma gelir ki , çiçek koku saçamaz artık etrafa, ve son kez suya seni seviyorum der, su da ona söyledim ya ben de seni seviyorum der. Ve gün gelir çiçek yataklara düşer,hastalanmıştır. Çiçek artık , rengi solmuş çehresi sararmıştır, çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek, suda basında bekler çiçeğin yardımcı olmak için dostuna, bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla basını döndürerek çiçek, suya der ki "seni ben gerçekten seviyorum" çok hüzünlenir su bu durum karsısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye, doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Muayeneden sonra söyle der doktor "hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez "su merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye, ve sorar doktora hastalığı nedir diye, doktor yukarıdan aşağıya bir bakar suya ve der ki" çiçeğin bir hastalığı yok 177 dostum, bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için der" ve anlar ki su artık, sevgiliye sadece seni seviyorum yetmemektedir....) ÇOBAN VE AĞAÇ Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu. Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken: "Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi. Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu 178 minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı. Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken : "Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak. "Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?" DEMİRYOLU İŞÇİSİ Nick adında bir demiryolu isçisinin öyküsü bu. Nick güçlü, sağlıklı bir işçi manevra sahasında çalışıyor. Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini iyi yapan güvenilir bir insan. Ne var ki, kötümser biri, her şeyin kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden korkar. Bir yaz günü, tren isçileri, ustabaşının doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılırlar. Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan bir soğutucu vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır, kendini soğutucu vagona kilitler. Diğer işiler Nick'in kendilerinden önce çıktığını düşünürler. Nick kapıyı tekmeler, bağırır, ama kimse duymaz, duyanlar da bu tür seslerin sürekli geldiği bir ortamda olduğu için pek kulak vermezler. Nick burada donarak öleceğinde korkmaya baslar. Eğer buradan çıkmazsam, burada kaskatı donacağım, diye düşünmeye başlar. İçerde yarısı yırtılmış bir karton kutunun içine girer. Titremeye başar. Eline geçirdiği bir kağıda karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: Çok soğuk, bedenim hissizleşmeye başladı. Bir uyuya bilsem ! Bunlar benim son sözlerim olabilir.? Ertesi günü soğutucu vagonun kapısını açan işiler, Nick'in donmuş bedenini bulurlar. Üzerinde yapılan otopsi, onun donarak öldüğünü göstermektedir. Fakat bu olayı olağanüstü yapan, soğutucu vagonun soğutma motorunun bozuk ve çalışmıyor olmasıydı. Vagonun içindeki ısı 18 C idi, ve vagonda bol hava vardı. Nick'in korkusu, kendini gerçekleştiren bir kehanet oluşturmuştu. 179 DOĞRU ZAMAN Amerikalı bir zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika koyu kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına yaklaşır ve sorar, "Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı ?" Balıkçı, tümünü bir-iki saate yakaladığını söyler.Yabancı adam bu kez, niçin daha uzun sure kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler. Amerikalı işadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. Balıkçı anlatır, "Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğleyin de karım Maria ile biraz siesta yaparım. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp beraber eğleniriz. Dolu ve meşgul bir yaşantım var efendim" Amerikalı gerinerek, "Benim Harvard'dan masterım var ve sana yardım edebilirim. Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa surede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balıkları aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun" Ve Amerikalı devam eder, "Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip Mexico City'ye, daha sonra Los Angeles'e ve en sonunda holdingini genişletebileceğin New York'a yerleşirsin" Balıkçı düşünceli vaziyette sorar, "Peki bayım, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır ?" Amerikalı yanıtlar, "15-20 yıl kadar" "Peki bundan sonra efendim?" diye sorar balıkçı... 180 Amerikalı güler, "Simdi anlatacağım en iyi tarafı! Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın! Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!" "Milyonlar?" der. Meksikalı, "Eee...sonra bayım?" Amerikalı, "Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karınla siesta yapacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla gitar çalar eğlenirsin. Nasıl, mükemmel değil mi?" -Çok güzel de ben şu an başka ne yapıyorum ki! DOWN JOHNNY Geçen sonbahar, Orta batıdaki büyük bir süpermarket zincirinin 3000 çalışanına "Müşteri Sadakatini Kazanmak ve İşyerindeki Ruhu Canlandırmak" başlıklı bir konuşma yapmam istenmişti. Üzerinde durduğum fikirlerden biri "yaptığın işe imzanı atmak"tı. İşyerinde bütün o eleman azaltmalar , yeni inşa çalışmaları, bunaltıcı teknolojik değişiklikler ve stres karşısında her birimizin kendimiz ve işimiz hakkında daha iyi hissetmenin bir yolunu bulmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmanın et etkili yollarından biri , sizi , sizinle aynı işi yapan bütün diğer kişilerden ayıracak bir şey yapmaktır. İnsanlarla paylaştığım örneklerden biri , United Airlines'dan bir pilota ilişkindi. Bu pilot , kabinde her şeyi denetimi altına aldıktan sonra , rastgele seçtiği birkaç yolcuya elyazısıyla yazdığı teşekkür notları gönderiyordu. Birlikte çalıştığım bir grafik tasarımcıda müşterilerine gönderdiği her şeyin içine şekersiz sakız koyar, böylece ondan aldığınız hiçbir şeyi atamazsınız. Northwest Airlines'da çalışan bir bagaj bekçisi, kendi imzasının ,müşterilerin bavullarından 181 düşen etiketleri toplamak ve boş zamanlarında bunları Northwest'i seçtikleri için bir teşekkür notu ile beraber müşterilerin adreslerine göndermek olduğuna karar verdi. Ondan önce, düşmüş etiketler atılır giderdi. Birlikte çalıştığım kıdemli bir yönetici, atacağı imzanın, bir çalışanına hoşuna gitmeyeceğini düşündüğü bir not gönderirken notun kenarına bir kağıt mendil iliştirmek olduğuna karar verdi. İnsanların ruhlarını işlerine nasıl kattıklarına ilişkin birkaç örnek verdikten sonra, izleyicileri Yaratıcılıklarını ortaya çıkarmaya ve kendi imzalarını yaratmaya davet ettim. Süpermarket çalışanlarına hitap ettikten yaklaşık üç ay sonra , bir akşamüstü telefonum çaldı. Arayan kişi adının Johnny olduğunu ve marketlerden birinde kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına yardım ettiğini söyledi. Ayrıca Down sendromu (*) olduğunu belirtti ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi. Konuşma yaptığım günün gecesi eve gittiğinde babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti. Bilgisayarda üç sütunlu tablo yaptılar. Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor. Bulamadığı zamanda bir tane "uyduruyor" Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor, birkaç tane çıktı alıyor, onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor. Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken, her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor ve böylece yaptığı işe imzasını içten,eğlenceli ve yaratıcı biçimde atıyor. Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı. "Barbara bugün olanlara inanmayacaksın" dedi. "Sabah markete gittiğimde Johnny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı! Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım:"Daha fazla kasa açın. İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!" Ama müşteriler "Hayır. Biz Johnny'nin kasasında beklemek istiyoruz. Günün sözlerinden almak istiyoruz!" dediler. Müdürün söylediğine göre bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim, ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum, çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti. (Bunun alt düzey çalışanlar için önemini bir düşünün) Son olarak bana markette en önemli kişi kim biliyor musun? diye sordu. Elbette Johnny'ydi. Aradan üç ay daha geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı." Sen ve Johnny marketimizde büyük değişim yarattınız "dedi. Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık 182 çiçekleri kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini yaşı geçkin kadınların yada küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar. Et paketleme bölümündeki elemanımız Snoopy seviyormuş ve 50,000 tane Snoopy çıkartması getirmiş. Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor. Hem biz hem müşterilerimiz o kadar çok eğleniyoruz ki!" İşte işyerinin ruhu dediğimiz bu! (*) Normalde kromozom sayısı 23 anneden 23 babadan olmak üzere 46'dır. Downlarda bu sayı 47 olmakta, bu da beden ve zeka gelişimini etkilemektedir. Bu hastalığın halk arasındaki adı mongolizmdir. Çok sevecen ve öğretilebilir bir karaktere sahiptirler. İçlerinde yürüme, konuşma zorluğu çekenler olduğu gibi, johny gibi normale yakın olanlarda vardır. Henüz tedavisi yoktur.. DUANIN GÜCÜ Şükran Duymak da bir yaklaşım tarzıdır ve bizim müteşekkir olacak o denli çok şeyimiz var ki. Loise Redden isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer. Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler. John Longhouse isimli manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister. Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek, lütfen efendim der, paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim. John kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski bir müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler. O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçere girerek Johna yaklaşır ve ben o kadının almak istediklerine kefilim der. Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver. Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve bir alış veriş listen var mıydı diye sorar. Louise "Evet efendim" der. "Tamam" der manav. Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!" Louise bir an duraksar, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine 183 gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir. Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür. Manav müşteriye dönerek, kısık bir sesle, "İnanamıyorum" der. İnanılacak gibi değildi. Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile, diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır. Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir. Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alış veriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır. "Tanrım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, kendimi senin ellerine teslim ediyorum." Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Loise kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır. Müşteri Johnun eline bir elli dolarlık tutuştururken, her kuruşuna değdi, der. Daha sonra John Longhouse terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Tanrı bilir. DUA BİZİM İÇİN HİÇBİR MALİYETİ OLMAYAN BEDAVA BİR HEDİYEDİR. DUYGU REKLAMI REKLÂM, Gerçeği bir bakıma da bir başka türde süslemek hayâl ettirmektir. REKLÂM, Gerçeği iyimser bir açıdan dile getirmektir... Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılı imiş. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir REKLÂMCI bunu görmüş. Tabelayı almış, arkasına bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış. Ne olduysa olmuş..... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya.... Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar 184 parayla dolup taşmasına... "GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM" DÜNDEN HIZLI MISINIZ? Her sabah bir ceylan uyanır Afrika’da. Kafasında tek bir düşünce vardır. En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek. Yoksa aslana yem olacaktır. Her sabah bir aslan uyanır Afrika’da Kafasına tek bir düşünce vardır. En yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek. Yoksa açlıktan ölecektir. İster aslan olun ister ceylan olun hiç önemi yok . Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini Hem de bir önceki günden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiğini bilin Yaşam adlı koşuyu ne kadar güzel anlatan bir Afrika hikayesi … Bir önceki günden daha hızlı koşmak gerekmektedir Çünkü eğer aslansanız . 185 En yavaş koşan ceylanın bir önceki gün yakalamışsanız , Ve bugün bir ceylan yakalamak niyetindeyseniz , Artık bilmelisiniz ki en yavaş ceylan sizden daha hızlıdır , O halde düne göre hızınızı artırmanız gerekmektedir. Yok eğer ceylansanız Ve henüz aslana yem olmamışsanız. Hızınızı düne göre mutlaka artırmalısınız. Çünkü sıra size gelmiş demektir. ELİMİ BIRAKMA Sizin için ne derece önemi var bunu bilmiyorum ama ben bu satırları yazarken gözümden damlalar akıyor klavye üzerine. Erkekler ağlamaz lafı bana göre değil. Ağlamaktan hiç utanmadım, duygularım, acılarım beni boğduğu zaman hep ağladım. Yine ağlıyorum. Sizleri tanımıyorum ama sizlerle paylaşmak istiyorum. Lütfen; bu satırlara bir seven olarak sahip çıkın ve lütfen yazılı satırlar olarak geçmeyin. Okudukça yeryüzünde insanlar neleri yasarmış diyeceksiniz buna eminim. Bir memur ailenin en küçük çocuğu olarak babamın tayininin çıktığı bir köye tasındık. Huzursuzdum, okulumu bir köy okulunda okumaktansa, şehirde medenice okumak istiyordum. kaydımı yaptırdı babam okula. ilkokul 4. sınıftan başladım köy okuluna. Beni bir sınıfa verdiler. Öğretmen köyde yabancı olduğumu biliyordu ve hangi sıraya oturmak istiyorsan otur dedi bana. Bir kızın yanı boştu sadece oraya oturdum. Hayatımı adadığım, gidişiyle beni bitiren insanla ilk o zaman tanıştım. ismi Altınay idi. Çocuk yaşımda bile onun güzelliği beni çok etkilemişti. Masmavi gözleri, gamze yanakları ile 186 arada bir bana dönüp gülüşü, yanlış yazdığım notlarımda kendi silgisiyle defterimdeki hatayı silmesi beni o minik yaşımda ona bağladı. O dönemlerde çocukça bir arkadaşlıktı. Zaman ilerledikçe onsuz tek saniye geçiremiyordum. Ya ben onlara gidip ders çalışıyor, ya da o bize geliyordu. Mükemmel bir paylaşımcıydı. Yüreğini, sevgisini, dostluğunu daha o yasta vermişti bana. ilkokulu birlikte okuduk ve aynı sırada bitirdik. Hep onunla hep ona biraz daha alışarak. Ortaokula geçtiğimizde ailelerimize rica ettik ve bizi aynı okula yazdırdılar, hatta aynı sınıfa, hatta ayni sıraya oturmamız için babalarımız öğretmenlere adeta yalvardılar. Başarmıştık. Yine ayni sıradaydık. Geride kalan ilkokul dönemindeki iki yılda anladım ki onsuz hayat bana huzur vermiyordu. Yaşımız olgunlaştıkça o beni, ben onu daha çok seviyordum. Çocukça başlayan arkadaşlığımız sevgiye aşka dönüşmüştü ortaokul yıllarımız bitmek üzereyken şehir merkezinde. Ailelerimiz liseye geçtiğimiz sırada ortak bir karar aldılar. Buna göre tek ev kiralayacak ikimiz aynı evde kalacaktık. Annem de bizimle kalacaktı. Allahım o karar bize iletildiğinde dakikalarca sarmaş dolaş kutlamıştık bunu. Ona aşık olmuştum. Aynı duyguları o da paylaşıyordu ve bunu fark eden ailelerimiz okul bittiğinde evlendirelim diye karar almışlardı bile. Ona tapıyordum artık. Haşa Allaha şirk koşar gibi günah işlercesine seviyordum. ilk elini tuttuğumda sakın bir daha bırakma demiştim. Yanakları kızarmıştı, utanmış ve başını önüne eğmiş, gülümsemiş ve elimi sıkı sıkı kavramıştı. Artık her gün el ele tutuşup okula gidiyor okuldan çıkarken el ele dolaşıyor geziyor öyle gidiyorduk evimize. Arada bir elleri terler ve her terleyişte elini elimden kurulamak için çekerdi. Bunu her yaptığında kızar elimi bırakma diye azarlardım, hep tamam tamam diyerek gülümser ve hızla elini avucuma sokuştururdu. Her şey harikaydı, dünya cennet gibiydi gözümüzde. Yıllar akıp gidiyordu mutluluk içinde. Nihayet liseyi de bitirmek üzereydik. Karne dönemi gelmişti. Karnelerimizi aldık hiç kırığımız yoktu. Sevinçle sarıldık birbirimize elimi tuttu. bunu kutlamak için bir cafeye gidip cola içerek kutlayacaktık. 187 Okulun az ilerisinden geçen bir çakıl yol vardı. Her zaman toz duman içinde olurdu. çakıllarla kaplıydı. O yolun benim ve ölürcesine sevdiğim insanın ayrılmasında bu kadar rol oynayacağını bilsem hiç girer miydik o yola. Neler vermezdim o yolu yürümemek için. Eli yine elimdeydi, ansızın elini çekti, terlemişti yine eli. Sanırım dört adım atmıştım. Dönüp yine azarlayacaktım. Çünkü hem elimi bırakmış, hem de geride kalmıştı. Dönüp baktığımda Dünya başıma yıkıldı. Sanki gök kubbenin altında kaldım. yerdeydi ve yüzünden kan fışkırıyordu. ne yapacağımı bilemedim üzerine kapandım yüzüne yapışmış saçlarını kaldırdığımda hayatımı bitiren o görüntüyle karsılaştım. Başı kesilmiş bir tavuk gibi çırpınıyordu. Suratına bir taş parçası bıçak gibi saplanmıştı ve bakmaya doyamadığım mavi gözlerinden biri akmıştı. Suratının yarısı yoktu. Hırlıyordu bana bir şeyler demek istiyor kanla kaplı diğer gözünü temizleyerek bana bir şeyler demeye çalışıyordu. Yoldan geçen bir kamyonun tekerinin altından fırlayan bir taş suratına saplanmıştı. Ölürcesine bir aşkı, geleceğimizi kibrit büyüklüğünde bir taş parçasının bitireceğini bilemezdim. Donuk donuk hiç konuşamadan yüzüne bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ellerini tuttum kaldırdım başını göğsüme dayadı ve elimi sıkı sıkı tuttu. Akan kan ellerimize damlıyordu. Yoldan geçen bir araba durmuş bizi seyrediyordu, hastaneye yetiştirelim dediğimde kanlı olduğu için almadı ve kaçtı gitti. Kimse arabaya almıyordu. Çevreme bakıp yardım edin demekten, ona dönüp seni seviyorum, beni bırakma, dayan demekten başka bir şey yapamıyordum. iki dakikalık bir çırpınıştan sonra kucağımda öldü. Cennet olan Dünya 5 dakikada cehenneme döndü. Tam dokuz yıl oldu onu yitireli. Kendime olan güvenimi yitirdim. Artık kimseyi sevemem, kimse de beni sevemez korkusundan kurtaramıyorum kendimi. Bitkisel hayatta gibiyim. Tek elimde kalan bu internet. bu net aracılığıyla sizinle paylaşmak istedim. Yitiren, ya da ben yitirenle paylaşmak isteyen herkese elleri terlese bile ellerimi bırakmamaları şartıyla elimi uzattım. Dost, kardeş, arkadaş ne olursanız olun ama elimi bırakmayın. Size sesleniyorum, elimi bırakmayın lütfen... Ne olursunuz sizlerde dostlarınızın elini bırakmayınız. Elinizi gevşettiğiniz dostlarınız varsa tekrar elini sıkıca tutmaya çalışın... 188 E-MAİL RİSKİ Telefonlar günlük hayatimizin vazgeçilmez bir parçası olduğunda hem sevinmiş hem üzülmüştük. Sevinmiştik çünkü teknoloji hayati kolaylaştırıyor, hızlandırıyordu. Üzülmüştük çünkü, edebiyatın ölümsüz belgeleri mektuplar hayatımızdan yavaş yavaş silinip gidiyordu. Sonra e-mailler çıktı. Şimdi artık dostlarımıza hem yazabiliyor, hem de yazdıklarımızın birkaç dakika sonra ellerine ulaşacağını bilerek mutlu oluyoruz. Ama elektronik postada hata riski var, nasıl mi ? Bakin şöyle: New York sokaklarının karla kaplandığı günlerde ikisi de Amerika'nın değişik bölgelerinde iş gezilerinde olan karı koca, Florida'da buluşup yaz sıcaklarının yaşandığı bu bölgede birkaç gün geçirmeye karar verirler. Kocası eşinde önce gider. Florida'ya ve ertesi gün içinde eşine yer ayırttıktan sonra, ona bir email gönderir. Fakat mesaj adresi bir harf yanlış yazdığı için eşi yerine bir gün önce ölen yaşlı bir papazin eşine gider. Papazın en az kendisi kadar yaşlı eşi bilgisayar ekranında mesajı okuyunca korkunç bir çığlık atar ve yere düşer. Zaten çok üzgün olan kadının bu çığlığı üzerine ev halkı odaya dolar. Hemen herkes yerdeki yatan kadına yardim için koşuşturmaya başlar. Kadıncağız bir süre sonra kendine gelir ve ne olduğunu soranlara bilgisayar ekranını gösterir. Ekrandaki mesaj ise aynen şöyledir: "Sevgili karıcığım ! bu gün buraya ulaşır ulaşmaz, önce yarın senin gelişinle ilgili bütün işlemleri tamamladım. Sonra da bana ayrılan yerime yerleştim. Burası gerçekten de dedikleri gibi çok sıcak... seni özlemle bekliyorum. Kocan..." EN İYİSİ Dağ tepesinde bir çam olamazsan, 189 Vadide bir çalı ol. Fakat, oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, Bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol… Fakat, gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız , tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapacağımız iş , bize en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak veya kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen , ONUN EN İYİSİ OLMALISIN… EN UYGUN CEVAP Bir firmada yönetim, sordukları soruyu en uygun cevaplayan kişiyi ise almış. Bu soruda doğru veya yanlış cevap diye bir sey yok, sadece her ferdin nasıl cevap verdiği önemli.. Karanlık yağmurlu bir gece, yağmur yağıyor, fırtına var, gök gürlüyor ve siz sabaha karsı 2 saatlerinde yalnız ve issiz bir yolda araba kullanıyorsunuz. Araba iki kişilik. Biraz ilerde 190 otobüs durağında 3 kişi bekliyor. Birincisi bir doktor, sizi daha önce geçirdiğiniz kalp krizinden kurtarmış. İkinci kişi, çok yaslı ve hasta nerdeyse ölmek üzere olan birisi. Üçüncüsü, hayatinizin rüyası, her zaman tanışmak için can attığınız birisi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var. Soru su; Böyle bir durumda ne yapardınız? Soruyu iyice düşünün ve en iyi cevabi verin. Görüşmecilerden bazılarının cevabi söyle olmuş: A. Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm. B. Doktor daha önce hayatimi kurtardığına göre onu alırdım. C. Manen düşünürsem tabii ki hasta adamı alırdım fakat kendi geleceğim ve hayatim için, her zaman tanışmak istediğim hayatimin rüyasını alırdım. Burada doğru veya yanlış cevap diye bir sey yok sadece her bir kişinin durumu algılayışı ve ele alisi var. Bu görüşmede cevapların % 90'i yaslı adamı alırdım olmuş, olmuş ama sadece bir kişiyi ise almışlar. O kişinin cevabi da şöyleymiş, Arabadan inip anahtarı doktora veririm, doktor benim hayatimi kurtardığı gibi yaşlı kisiyi de hastaneye yetiştirip iyileştirebilir, böylece bende hayatimin insanıyla otobüs durağında bas basa kalıp onu tanıma fırsatı elde edebilirim. Bu cevapla o kişi hemen ise alınmış. İnsanoğlu tabii olarak bencildir, bütün verilen diğer cevaplarda kimse arabasını vermeyi akil edememiş. Burada yanlış olan bir sey yok, sadece bazen düşüncelerimiz dar-görüşlü olup genelde kendimizi düşünürüz. Eş durumundan tayin uygulaması sürecek Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, öğretmenlerin tayin ve nakillerinde ‘eş durumu'nun ‘bir özür, bir mazeret olarak uygulanmaya devam edeceğini' söyledi. Çelik Şanlıurfa Öğretmenevi'nde yerel yöneticiler ve işadamlarıyla bir araya geldi. İşadamlarından eğitime yatırım yapmalarını isteyen Çelik, “Herkes kendi gücü ölçüsünde 191 yardım yapsın. 8 kişi birleşin birer derslik yapın, ama bir şeyler yapın...” dedi. Bakan Çelik, bir gazetecinin öğretmenlerin eş durumundan tayin nakillerine ilişkin düzenleme yapılacağını hatırlatması üzerine şunları söyledi: “Eş durumu bir özür durumu, bir mazeret durumu olarak uygulanmaya devam edecek. Karı-koca arasına girilmez. Yapılan şu: Sürekli yer değiştiren devlet personeli var. Bunların eşlerine yüzde 5'lik opsiyon tanınıyordu. Bu da hiç derse girmeyen, atıl kapasite yarattı. Bunu gidermeye çalışıyoruz. Eş durumundan tayin yapılmaması diye bir şey söz konusu değildir.” Garcia’ya Mektup!.. Garcia'ya Götürülecek Mektup'un günümüzde hatırlanmasında çok ama, çok yarar var. *** 1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde "Garcia'ya Götürülecek Mektup" başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi. Yazı tesadüfen Çarlık Rusya'sının Demiryolları Nazırı'nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus Demiryolları mensuplarının hepsini üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarım emretti. Bu yazı, şimdi Birleşik Amerika'da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur. * Amerika Kurtuluş Savaşı'nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusu'nu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia'nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia'ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu, neredeydi, nasıl gidilirdi, hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı. 192 Teğmen Rowan mektubu alınca: "Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunuyor? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahımı kim verecek? Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderirseniz olmaz mıydı? Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım" demedi. Benim burada anlatmak istediğim, Teğmen Rovvan'ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia'yı bulmasının hikayesi değildir. Burada anlatmak istediğim husus, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan modeli olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde. Allah'ın her günü, milyonlarca yöneticinin Garcia'ya gönderecek mektubu vardır. Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur. Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilenmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur. Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana: "Efendim, siz birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini bir derece terfi ettirdiniz... Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiç bir fark yok, öğrenimimiz de aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Böyle olduğu halde beni hala terfi ettirmiyorsunuz?" dedi. Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım. "Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?" "- Gidip sorayım efendim" diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi. Biraz sonra döndü: "- Bir arabaymış efendim..." "- Yükü neymiş?" diye sordum. "- Gidip bakayım efendim..." Biraz sonra döndü: "- Arabanın yükü bir sürü çuval efendim." 193 "- Çuvallarda ne varmış?" "- Gidip bakayım efendim." Biraz sonra döndü. "- Çuvallarda çimento varmış efendim..." "- Nereye gidiyormuş bu araba?" "- Gidip bakayım efendim." Biraz sonra dönüp cevap verdi: "- X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş efendim..." "- Çok güzel" dedim, "Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı." Beriki geldi. Ben mırıldandım: "- Sokakta birtakım gürültüler oluyor nedir acaba?" "-Gidip bakayım efendim." Döndüğü zaman şöyle cevap verdi: "- Kırk çuval Portland Çimentosu yüklü araba. Çimentoların menşei New Orleans. X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş. Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri yarı yolda patladığı için şimdi bunun yerini değiştirmeye çalışıyorlar." Klemanso'nun meşhur sözü ne kadar güzel: "Bakanlık geç gelenlerle erken gidenlerin karşılaştığı yerdir." demiş. Bakanlığı süresince de garip vakalara şahit olmuş ki, birçok vecize değerinde de sözler söylemiş. 1906 yılında bir gün aklına esmiş, emrindeki memurların durumunu şöyle bir yakından görmek istemiş. Odalardan birine girmiş, kimse yok. ikincisine girmiş, bomboş. Üçüncü odada bir memur varmış, o da uyuyormuş. Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş: "- Sakın uyandırmayın, yoksa o da çekip gider." İşte böyle, uzun söze ve uzun izaha benim de sizin de vaktiniz yoktur. İnsanlığın Garcia'ya mektup götürecek teğmenlere ihtiyacı çoktur. GELECEĞİNİ BİLİYORDUM Savaşın en kanlı günlerinden biri; asker, en iyi arkadaşının biraz ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru 194 altındaydılar. Asker teğmene koştu ve "Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? " Delirdin mi der gibi baktı teğmen. "Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş, büyük olasılıkla ölmüştür bile, kendi hayatını da tehlikeye atma sakın. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi "git o zaman." İnanılması güç bir mucize; asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü, birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti, sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü, "Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim, bu zaten ölmüş. " Değdi teğmenim dedi asker, "Nasıl değdi?" dedi teğmen "Bu adam ölmüş görmüyor musun? "Yine de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: " Jim! Geleceğini biliyordum!" demişti arkadaşı, "geleceğini biliyordum." Sizi sizin kadar tanıyan biri; sizi düşünen, düşünmeyi öğrenmiş, sakin, uslu, efendi, oturmayı kalkmayı bilen, sevmeden edemediğimiz biri, size sizi anlatmayı seven, sizi başkalarına anlatmayı her şeyden çok seven, sizin için çok şey yapmaya hazır biri, bazen biraz fazla konuştuğundan yakındığınız ama ne söylediğini bildiğinden hep emin olduğunuz, sizi tanıdığı kadar kendini ve hayatı da tanıyan biri yalnızca eşinize anlatabildiğiniz sırlarınızı anlatmaktan çekinmediğiniz, bazen düşüncesine şiddetle ihtiyaç duyduğunuz biri. Sabahın üçünde "ayıp olur mu" diye endişelenmeden arayabildiğiniz ve üçüne beşine bakmadan size duymanız gerekenleri söyleyen, gecenin o karanlığında kalkıp ışığı yakan, masanın başına geçen biri. Kaleminiz, kağıdınız, aynanız, saatiniz, kravatınız olan, bazen gölgeniz olan biri ve bazen vicdanınız, eh, bazen de, uykusuz bıraktığınız için, vicdan azabınız olan biri... Hayatınızda böyle biri var mı? Varsa, kıymetini bilin. Kulağınıza küpe olsun böylesini bulmak herkese kısmet olmaz. Bulur da kaybederseniz, yenisini bulma şansınız belki de hiç olmaz. GÜL YAPRAĞI Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. 195 Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı HALİME NİNENİN SISKA İNEĞİ Yaşlı adam ölüm döşeğinde iken vasiyet etmiş: "17 ineğim var. Büyük oğlum yarısını alsın. Ortancaya üçte birini, küçük oğluma da dokuzda birini verin." Haftasına da vefat etmiş. Derken, olanlar olmuş. "On yedi ineğin yarısı ne, üçte biri kaç, dokuzda biri ne eder?" sıkıntısı neredeyse kavgalara varacak. Tam patırtı başlayacakken köylünün biri: "Bu işin üstesinden ancak Halime Nine gelebilir. Varın, danışın" demiş. Öyle yapmışlar. Köy ucundaki yoksul Halime Nineye giderek, içinden çıkamadıkları paylaşım derdini bir güzel anlatıp, sızlanmışlar: "Aman bize bir çâre!" Halime Ninemiz, "Düşündüğünüz şeye bakın. Benim, ahırda bir ineğim var, helâl olsun alın götürün. Sizinkilere katın da o hesabı bir daha yapın" demiş. Üç delikanlı, Halime Ninenin sıska ineğini evlerine götürünce, inek sayısı olmuş 18. 196 Yarısını büyük oğul ayırmış: 9 Üçte birini ortanca sahiplenmiş: 6 Dokuzda bir de en küçüğe kalmış: 2 Ve... Bir inek artmış, yani Halime Nineninki. Onu da teşekkürle, el öperek, sağ ol diyerek geri götürmüşler. Ne kavga olmuş, ne küsüşme. Simdi bu Halime Ninenin hesabına ve aklına ne ad verilir? Kadıncağız matematik profesörü değildi. Yargıç, sihirbaz buyurucu filân da değildi. Ama, görgüsü, iz'ani, çâresizlikler içinde yoğrulmuşluğu vardi. Tecrübesi, incitmeyen inceliği vardı. Halime Ninemiz hepsini harman edip kullandı, çözümü ânında buluverdi. İste bu davranış, siyâset biliminin özüdür. Meseleyi kırıp dökmeden halletmek. Kazandırmak, ama kaybetmemek. Üstelik bir de teşekkür almak. İnsanin aklına birden geliveriyor. Halime Ninelerden bolca olsa ....... İsler öfkesiz çözülmez miydi? Zamanında ve hasarsız bitirilmez miydi? Hayallerinizi Ertelemeyin Frederick Smith 1944 yılında Mississipi"de doğmuştur. Erken yaşta babasını kaybetmiş, kendisi de küçük yaşta kemik hastalığına yakalanmıştır. Yale Üniversitesi’ne gittiği zaman, öğrencilerden ilerde ne yapmak istedikleri konusunda bir ödev hazırlamaları istenmişti. Frederick, Amerika"yı kapsayan bir dağıtım ağı kurmayı tasarladığını yazdı. Bu ödevi gören profesörü, onun kağıdına bakınca kafasını sallayarak, "Olanaksız bir şey düşünüyorsun" dedi ve kırık not verdi. Frederick, Yale"den mezun olduktan sonra Vietnam"da çarpışan Amerikan birlikleri arasında uçakla iki yüzden fazla sefer yaptı. Sonra 1970 yılında iş hayatına atıldı ve işin uzmanlarına Yale Üniversitesi’nde öğrenciyken sınav kağıdına yazmış olduğu hayalinden bahsetti. Nitekim onun fikrini beğendiler ve hemen uygulamaya koydular. Uçak ve kamyonları satın almak için çok para harcandı. Bu işte çalışan personelin ücreti de yüklü bir meblağ tutuyordu. Fakat Frederick, olumlu düşünen, daima "Ben yapabilirim!" diyen bir insan olarak, birçok kişiyi bu işe para yatırmaya ikna etmişti. Fakat 1973"de, ilk uçak sefere çıktığı zaman, Yale Üniversitesi’nde kendisine bu işin yürümeyeceğini söyleyen profesörün söyledikleri gerçekleşti. Bu iş için 25 uçak alınmasına 197 rağmen, ilk seferde ancak on sekiz paket gelmiş, ayrıca bütün dünyayı sarsan o ünlü petrol krizi patlak vermiş ve taşıma ücretleri çok yükselmişti. İşler o kadar kötü gidiyordu ki, şirket uçaklara yakıt alacak parayı bulamıyor, pilotlar uçaklarına kendi kişisel kredi kartlarıyla yakıt alıyorlardı. Bugün şirketin mal varlığı 8 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. Şirkette seksen beş binden fazla elaman çalışırken, yılda taşıdığı paket sayısı bir buçuk milyona ulaşmış durumda. Bu paketler dünyanın her tarafındaki ülkelere büyük bir düzenle taşınmaktadır. HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikâyedir. Adı Bayan Thompson' dur. Bayan Thompson bütün çocukları çok seviyordu, fakat orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci olan Teddy Stoddard dikkatini çekti. Bu küçük öğrenciyi daha çok sevdiğini hissetti. Bir önceki yıl, Bayan Thompson, Teddy' yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve Teddy mutsuz da olabilirdi. Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy' nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı. İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor." diyordu. Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı. Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel 198 kâğıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy' nin armağanı kaba kahverengi bir kese kâğıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy' ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekâsının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum sözüne karşılık Teddy onun en sevdiği öğrencisi olmuştu. Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy' dendi. Tüm yaşantısındaki en sevdiği öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson' un hâlâ hayatında gördüğü en sevdiği öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy' den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en sevdiği öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F. Stoddard Tıp Doktoru. Bu hikâye burada bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson' un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi. Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki 199 Noel'de Teddy' nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için." diye fısıldadı. Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!" HEDEFİNİZİ NETLEŞTİRİN Dünyanın en iyi yüzücülerinden Şorence Chatwik"in yaşadıkları, kendindeki gelişmeyi ölçemeyen bir kişiye neler olduğunu gösteren güzel bir örnektir. Şorence Chatwik, 4 Temmuz 1952 tarihinde Pasifik Okyanusu"na dalarak, Kaliforniya"ya doğru yüzmeye başlar. Eğer bu denemesini başarıyla tamamlarsa bunu yapan ilk bayan yüzücü olacaktı. Chatwik çok kararlı bir şekilde okyanusun sularına dalarak yüzmeye başladı. Ancak o gün yoğun sisten dolayı göz gözü görmüyordu, su ise aşırı derecede soğuktu. Bu zor deneme birçok insan tarafından televizyonlardan dakika dakika seyrediliyordu. Saatler ilerliyor, bir taraftan yorgunluk bir taraftan soğuk... Chatwik için dayanılmaz bir durumdu. Bu zorlu yüzüşe 15 saat dayandıktan sonra artık devam edemeyeceğini anlayınca kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Yakındaki teknede bulunan annesi ve antrenörü karaya yaklaştığını belirterek yüzmeye devam etmesini söylediler. Ama Chatwik dönüp Kaliforniya sahillerine baktığında tek görebildiği yoğun bir sis tabakasıydı. Az sonra Chatwik daha fazla dayanamayarak sudan çıktı. Dinlenip kendine geldikten sonra gazetecilerin "Kıyıya çok az bir mesafe kalmıştı niçin biraz daha dayanmadınız?" sorusuna "Bakın mazeret bulmak için söylemiyorum ama karayı görebilseydim başarabilirdim" cevabını verdi. 200 Chatwik"in pes etmesi ne yorgunluktan ne de soğuktan kaynaklanıyordu. Sis yüzünden karayı göremediği için hedefine ulaşamayacağını düşündü ve yüzmekten vazgeçti. Kendisi iki ay sonra aynı mesafeyi yüzerek geçmiş ve rekor kırmıştır. HEP KENDİ ELİMİZDEN "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir" [Kuran-ı Kerim, Şura, 30] Portekiz'de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir. Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün meslekî marifetlerini kullanarak bayan Sophie'yı ceza almaktan kurtarır. Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer. Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür. Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir. Bu yazı 268 defa okundu . HERKES KENDİNE EDER Hızlı bir çalışma temposunun ardından saatin beş olduğunu kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik. Yoğun bir gündü. 201 Çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü servisleridir. Artık günün yoğunluğu geçmiş servis sessiz bir hâl almıştı, akşam tedavilerini henüz bitirmiş ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım. Çünkü günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye kendi kendime düşünüyordum. Kep dağılmış saçbaş karışmış yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda. Aynada kendimi tanıyamadım. Ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu. Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim; karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu, içlerinde çocukların da bulunduğunu, damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. Tüm yorgunluğumu unutmuş hızla acil servise yönelmiştim ki diğer telefonda nöbetçi hekimin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu: "Ne yapalım? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? Gelmek zorundasınız! Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Nöbet değiştirseydiniz! Siz Hipokrat yemini etmediniz mi?" Konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binip koşarak acil servise gittim. Her yer kan revan içindeydi; ağlayan, koşuşturan, yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı. Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum ama herkes elinden gelen gayreti gösteriyordu. Acil serviste yatak kalmamış, sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor, yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise kendi aileleri çıkartıyordu. Onca kazâzede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır 15—17 yaş arası bir genç vardı, gerekli müdahalesi yapılmış fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu. Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra o çocuğun başına gidip konuşmaya başladım, konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu. Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum. Onu orada yalnız bırakamıyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış, tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. Genç iyice kötü olmuştu, ellerimi sımsıkı tutuyordu. Bırakma dercesine gözlerinden yaşlar 202 süzüldükçe kendimi ben de tutamaz hâle gelmiştim, eğildim yanaklarından öptüm. "Bırakmayacağım seni, sakin ol, üzülme sakın" diyordum. Hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bir insana anlatılmaz bir yakınlık hissediyor, sanki onun acısının aynısını çekiyordum. Çok acı çekiyordu, hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından. Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum. O artık aramızda değildi, bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor, içimden lanetler yağdırıyordum. Derken beyin cerrahi hekimi gelmişti, hastanın daha doğrusu artık ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. Çarşafı kaldırdığımda doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum; yemekli bir davetten gelmişti, acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizi mi geçiriyordu diye düşünürken diğer hekim arkadaşlar olaya müdahale etmişlerdi bile. Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki! O an oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine yeniden dönememişti. Seni yeniden andım Kerem, rûhun şad olsun, hayattaki bir saatlik dost. Bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost." HIRSIN BEDELİ Ankara'nın oldukça hareketli günlerinin birinde şehrin yedinci caddesinde motosikletiyle giden bir adama bir otomobil hafifçe çarptı. Bu istenmeyen kazada adama bir şey olmamıştı. Otomobilin şoförü adamla konuştu , özür diledi ve iş tatlıya bağlandı. Fakat adam tam düştüğü yerden kalkmaya hazırlanıyordu ki , hadiseyi uzaktan görüp gelen bir akıllı (!) , düşen adamın yanına gelerek yanından kalkmadığı taktirde yaralandığını öne sürerek sigortadan hatırı sayılır miktarda para alabileceğini söyledi. Bir anda emeksiz kazanacağı yeşil YTL leri gözünün önünde canlandıran adam , paranın cazibesiyle doğrulduğu yerden yeniden arabanın önüne yattı. 203 Araç sürücüsü ise bütün bu olanlardan habersiz , adamın gittiğini düşünüp , biran önce olay yerinden uzaklaşma telaşı ile arabasını çalıştırıp gaza bastı. Bir anlık hırsa kapılan arabanın altındaki adam , daha ne olduğunu bile anlayamadan hırsının bedelini canıyla ödedi. HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ? Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk.. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. 204 "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatin için oldukça önemli bir seçim!." çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.."Ben de hayallerimi.."..... O, orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asili. Öykünün en can alici yani su: Ayni öğretmen, gecen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın." HUZUR Bir gün bir kral, ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir. Resimlerden birisinde sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı. Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu. 205 Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu. Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu. ...harika bir huzur ve sükûn örneği. Ödülü kim kazandı dersiniz. Tabiî ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi: - Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir. İKİ KARDEŞ Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine: "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok." Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine: "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak." diyordu. Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, 206 çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır. İKİ YÜZ ELLİ DOLAR Patron fabrikayı dolaşırken bakmış biri çıkış kapısına yakın bir yerde oturmuş gazete okuyor... Bir tur atıp aynı yere gelmiş. Bakmış adam aynı yerde bu defa etrafı seyretmekte. Fena halde öfkelenmiş, yanına gelip sormuş: - Senin haftalığın ne kadar delikanlı? - 250 dolar efendim... Elini cebine atmış patron: - Al şu 250 doları kaybol buradan. Bir daha da seni bu fabrikada görmeyeyim... Delikanlı parayı alıp gitmiş... Patron daha sonra ustabaşının yanına gitmiş: - Sen burada bostan korkuluğu musun be adam? demiş, işçin mesai saatinde oturmuş gazete okuyor sen oralı olmuyorsun?... - Hangi işçi, demiş ustabaşı, şu demin kapının yanında gazete okuyan kırmızı tişörtlü çocuk mu?... - Tastamam o, demiş patron. Ustabaşı gülmüş: - Efendim o işçi değil, köşedeki kahvehanenin garsonu... 20 dolar kahve borcumuz vardı, arkadaşların parayı getirmesini bekliyordu. 207 İNSANCA BAKIŞ Vietnam'da "Zayiat" vermek istemeyen bir Amerikan generali "temizlik" harekâtında alması gereken bir köyü tas tas üstünde kalmayana kadar bombalatır. Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp "temiz" raporunu verip, "alindi" listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir. Yine inanılmaz bir bombardıman baslar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinelilerin sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği. Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler. General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez. Çocuğa dönüp: - Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kursuna dizilmekten kurtarayım. Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve - Sağ gözün gerçek ! General şaşırır. - Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki ? Çocuk - O daha insanca bakıyordu KADERİN HİKAYESİ Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yaşayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir taş alıp, diğerinden aldığı taşa bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. 208 Kral dedeye sormuş “dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım” demiş. Dede kralın sorusunu şöyle cevaplamış “oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım” “Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın” “Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet’in kaderini bağladım” demiş aksakallı dede, Kral bu cevabı alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım, nasıl ederde Ahmet’e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet’i huzuruna çağırmış ve ona “ oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş’e götüreceksin” demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral’ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş.Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün… ağacın az ötesinde bir göl… o göl ki üzerine güneşin aksi vurmuş… “Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek” diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş…. Taa dipte, güneşin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün….Şahane bir hazine sandığı… almış sandığı çıkmış yüzeye…çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet… sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu işte bir hikmet” demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Güneş’ten Kral’a” yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış. Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş Ahmet’in… Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışlı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar 209 verince Kral, dünyalar Ahmet’in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklıda bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düşen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş… Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitipte odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral “Ahmet!…” Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana” diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış… Bunun üzerine Kral “Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?” diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral’a vermiş, mektupta şu satırlar yer alıyormuş… GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ....YAZILAN YAZI İSE BOZULMAZ....! KENAR MAHALLE Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi. Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve ayni çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi. Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir basari gösterip, avukat, doktor ya da işadamı olduklarını ortaya çıkardılar. 210 Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yasadıkları için, her biriyle buluşma sansı oldu. "O koşullarda nasıl bu kadar basarili oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep ayniydi: "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde." Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, basarili birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu. Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi: "Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim." KİŞİLİK Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor. "Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..." Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor: "Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar". Bir (0) daha... "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz". Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek... disiplin... sevgi... Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor: "Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir". Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür... 211 KORKUNÇ BİR OLAY Bir arkadaşım okumam için bana mail atmıştı. Doğruluk payını bilmemekle birlikte bana ilginç geldiği için ve mail sonunda bunu herkese anlatın diye yazdığı için buraya aldım. Hiç kimsenin başına böyle bir olayın gelmemesi temennisiyle... İnanmak güç ama düşüncesi bile korkunç bir olay. Bir Genç cumartesi gecesi bir partiye gidiyor. Çok eğleniyor, bir kaç bira içiyor. Partiden tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor. Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde bir kaç bira daha içiyor ve daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor. (Hangi uyuşturucu olduğu bilinmiyor.) Daha sonra bu Genç uyandığında içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak olduğunu anlıyor. Hala içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor. Göğsüne bakıyor ve göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor. Kağıtta söyle yazıyor: "112'yi ara yoksa öleceksin!". Küvetin yakınında bir telefon görüyor ve hemen 112'yi arıyor ama nerde olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor.Operatör hemen ona küvetten çıkmasını ve bir aynanın karsısına geçmesini söylüyor. Genç, göğsünde hiç bir anormallik görmüyor ama Operatör sırtına bakmasını söyleyince, sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu fark ediyor. Bunun üzerine Operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor. Daha sonra hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin çalınmış olduğu anlaşılıyor. Her böbrek karaborsada 10.000 Dolar ediyor.(Gencin bundan haberi yok tabii.) Daha sonra anlaşıldığına göre : 2. parti tamamen sahte, bu ise karısan insanların çok iyi tıbbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor. Su anda bu Genç, hastanede onu yaşamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hala dokularına uygun bir böbrek bekliyor. Bu mafya çok iyi örgütlenmiş ve finanse edilmiş durumda, profesyonellerle çalışıyor. büyük şehirlerde aktif durumda ve görünüşe göre en çok New Orleans, NewYork ve bir söylentiye 212 göre Istanbul'da da faaliyet gösteriyor. 112 bu sucu artık tanıdığından dolayı, kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor. KÖPEK SEVGİSİ Mandelson 12 yaşında fakir bir ailenin çocuğudur. hayatta tek tutkusu köpeklerdir. Her gün pet shoplari gezip, köpeklere bakıp onlardan bir tanesine sahip olacağı günü hayal edermiş. Her zaman babasına yalvarıp kendisine köpek alabilmesi için gerekli parayı vermesini ister, ama babası maddi olanakları yüzünden karşı çıkınca da çok üzülürmüş. Bu nedenle bütün harçlıklarını biriktirip babasını da razı edip biraz daha para toplamış. Doğruca çarsıdaki hayvan dükkanına gitmiş. Bir köpek beğenmiş. Dükkan sahibine fiyatını sormuş. Adam "o köpek satılık değil!" cevabini verince; Mandelson gayri ihtiyari nedenini sormuş. Adam "o köpeği satamam çünkü onun bir ayağı yok" demiş. Çocuk "olsun ben onu istiyorum" demiş. Adam "evlat o köpek sana istediğini veremez" diye eklemiş. Çocuk "ne gibi?" diye karşılık verince; adam da "o koşamaz, seninle oynayamaz, yani seni eğlendiremez" demiş. Çocuğun ısrarlarına dayanamayan dükkan sahibi köpeği çocuğa hediye etmek istemiş. Fakat Mandelson öneriyi reddedip cebindeki bütün parasını adama uzatmış. Adam isteksiz ama çocuğun köpek sevgisinden duyduğu kıvançla parayı alıp, Mandelson'a "evlat bu köpeğin sakat olduğunu bile bile neden o kadar ısrar ettin?" diye sorunca Mandelson pantolonunun paçasını aralayıp protez bacağını göstererek su yanıtı vermiş: "siz o köpeği bana sakat olduğu için vermek istemediniz, ama inanın beni ondan daha iyi hiçbiri mutlu edemezdi!" 213 KRAL ACIKMIŞ Bir kral, halkının ne durumda olduğunu görmek için kıyafet değiştirerek ülkesini dolaşmaya başlar. Yolu bir köye düşer. Mütevazı bir handa geceler. Yemek olarak getirilen dört yumurtayla karnını doyurur. Hesabı sorunca da kendisinden 10 altın istenir. – Aman! der kral, – Burada yumurta kıtlığı mı var? Açıkgöz han sahibi taşı gediğine koyar: – Hayır, ekselansları, yumurta boldur; ama kral kıtlığı var... KUŞ BAKIŞI Bir kral iki askerini alış veriş yapmaları için kaleden dışarı gönderir. İkisinin de eline 24' er altın verir ve "Bunları çok iyi değerlendirin, size söylediğim işlerde kullanın, sakın boşa harcamayın" der. İki arkadaş yola çıkarlar. Gidecekleri yere varırlar. Vardıkları yer göz alıcı bir güzellikte görünür onlara. Her tarafta insanlar alışveriş yapmakta, güzel ve çeşitli yiyecekler, kıyafetler satılmakta; insanların kimi neşe içinde kimi de mutsuz; ama alabildiğince canlı bir yaşam sürmektedirler. Askerlerden biri, kralın izin verdiği ölçüde bu güzelliklerden yararlanır eğlenir, bu arada kralın söylediklerini de hiç unutmaz. Onun istediklerini almak için 24 altının bir kısmını harcar, bir kısmını da yol parası için ayırır. Diğer asker ise gördüklerinden başı döner, kralın söylediklerini unutan bu asker eğlenceden başını alamaz, gününü gün eder, hatırına da kralı 214 hiç getirmez. Nasıl olsa param çok, kaleden uzaktayım diyerek etrafında gördüğü güzelliklerden ölçüsüzce yararlanmak için altınların çok önemli bir kısmını harcar. Diğer asker parasını,ölçüsüzce harcayanı uyarır: "Kralımız bizi buraya bu işler için değil alışveriş için gönderdi, eğlenmeye harcayacağımız zamanı ve parayı da söyledi, yapmamız gerekenleri bir bir anlattı, verdiği paranın hesabını soracağını söyledi hatırlasana... Bak paran da az kalmış, bari onu harcama da yol parası olarak kullan" der; ama dinletemez. Adam beş parasız kalır. Kaleye dönme zamanı da gelir çatar. Parasını kralın verdiği gibi harcayan asker, rahat ve huzurlu bir şekilde kaleye varır ve kral tarafından ödüllendirilir. Diğeri ise yolda bin bir türlü eziyet çeker. Aç ve susuz bir şekilde çölleri dağları ve denizleri aşar. Saraya perişan bir şekilde, dilenci kılığında gelir. Altınların hesabını veremediğinden kral tarafından cezalandırılır. Bir günümüz 24 altın değerinde bir servettir. Onu verimli kullanmak, bir plan doğrultusunda değerlendirmek en kazançlı yoldur. Bize verilen bu 24 saat en iyi kullanırsak hedeflerimiz karşımıza güzel bir ödül olarak çıkar. Böylece idealimizdeki okulda okuma şansını yakalarız. Zamanımızı eğer bizden istenildiği gibi değil de, kafamıza göre rasgele harcarsak; sınavlarda başarısız olmak bizim için en büyük ceza olacaktır. Zaman tekrar kazanılmayan tek servettir; iyi değerlendirilirse meyveleri karşımıza ödül olarak çıkar KÜÇÜK ÇOCUĞUN DUASI Bir baba 7 yaşındaki küçük oğlunu alarak balık tutmaya gider.. Oltayı göle atıp tekrar kaldıkları otele geri dönerler. Bir saat sonra, oltaya balık takılıp takılmadığını anlamak için, göle gittikleri vakit, dört beş balık takıldığını görürler. Çocuk, " Baba ben balıkların oltaya takılacaklarını biliyordum" der. Babası sorar. " Nerden biliyordun?" "Dua ettimde onun için" Oltayı yeniden hazırladılar ve yemek için otele gittiler. Yemekten sonra döndükleri vakit, yine oltaya balık takıldığını görürler. 215 Çocuk "Ben biliyordum," dedi. Babası sordu: "Nerden biliyordun?" "Dua ettim de onun için" Oltayı tekrar göle attılar ve otele döndüler. Yatmadan önce göle gidip oltalarına baktıklarında bir tek balığın bile yakalanmadığını gördüler. Çocuk, "Ben balıkların tutulmayacağını biliyordum " dedi. Babası sordu: "Nerden biliyordun?" Çocuk, " Çünkü dua etmedim." Babası, " Niye etmedin?" Çocuk, " Çünkü oltaya yem takmadığını hatırladım da, onun için." MARANGOZ Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. “Bu ev senin” dedi, “sana benden hediye”. 216 Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da , şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz. Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. “hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler,yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun. Unutmayın. Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın. Hiç incinmemişsiniz gibi sevin. MAVİ KURDELE New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.Ilk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi. Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları içi kendisine yardımcı olan yakınlarındaki 217 bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti. O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun" is dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele'yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron; "Tabi ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdele'yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de; "Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi... O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu. "Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar basarili olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne takti. Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti... 218 Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yas içinde olarak babasına baktı, ve: "Yarin intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, su an... oğlunun hayatini kurtardın!..." Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakin unutmayın... MİSKET Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek: - Küçüüük! diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun? Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, "tek kelimeyle" dökülüyordu. Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra: Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine uyacak mi? Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonrada şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. simdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala. Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin 219 üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi. Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek: -Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım için, onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı da... Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi. Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu isten sıkılmıştı. Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı. Arkadaşları : - Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın. - Çocuk, inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken: -Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım. MUTSUZ ADAM Bir zamanlar bir tepenin üzerinde villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşamış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün Tanrıya: “Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp.” Demiş. 220 “Neler”demiş Tanrı... “Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapıda iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde....Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen.” “Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim.. büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü milli santrfor olsun.” “Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım. Dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım yollarda...” “Ne güzel bir hayal bu”demiş Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim.” Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtın bir şirket kurmuş. Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söylemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi dolayısıyla, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartman teras katında oturmak zorunda kalmış ama evinin deniz manzarası gene harika imiş. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde harika bir Ankara kedisi varmış. Üç kız da babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama öyle kırmızı bir Ferrari’si olmamış. Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş... “Ben” demiş. “Hiç mutlu değilim.” “Neden”demiş arkadaşı. “Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar çalamıyor.” 221 “Karın çok güzel”demiş arkadaşı...”Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik.” “Adam dinlememiş bile onu.... Bir gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye dökmüş içini. “Neden” demiş karısı. “Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47.katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard’in yaşayacağım bir bahçem olsun isterdim, hani nerede...” “Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz” demiş karısı....”Oturduğumuz yerden okyanusu görüyor, gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kendimizi okşuyor, güzel kuşların resimleri yapıyoruz. Üç de harika çocuğumuz var...” Adam dinlemiyormuş bile.... Ruh doktoruna koşmuş bir gün.... “Ben mutlu” değilim diye... “Niye “demiş doktor... “Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..” “Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor..” demiş doktor. Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 Dolar vizite yazıp yollamış. Bir gün muhasebecisine “Ben çok mutsuzum”demiş.. “Neden demiş muhasebecisi. 222 “Ben kırmızı Ferrari’m olsun isterdim hep. Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığında sorunum var.” “İyi giyiniyor, iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı Amerika’yı gezdin.”demiş muhasebeci. Ama adam onu dinlemiyormuş bile. Muhasebeci adama 100 Dolar danışman ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü... Adam, rahibe “çok mutsuzum” demiş. “Neden” demiş rahip. “Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.” “Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var”demiş rahip. “Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..” Ama adam dinlemiyormuş bile. Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücudunda teller, hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibini yatağının başına toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ile muhasebecisi imiş. Bir gece adam odasında Tanrı ile yalnız kaldığında “Tanrım”demiş. “Hatırlar mısın çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.” “Hatırladım”demiş Tanrı.. “Güzel bir hayaldi” “Peki niye onların hiçbirini vermedin bana” demiş adam.. “Verebilirdim” demiş Tanrı...”Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak 223 istedim.” “Bak neler verdim sana. Bir güzel sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu” “Evet”demiş adam...”Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım..” “Bende senin, benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım.” Demiş Tanrı. “Sen ne istedin ki?” demiş adam hayretle. Tanrı’nın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemiş hayatında. “Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.”demiş Tanrı. Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş .sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke bunu hayal etseydim.” Dediği bir hayal.. Bu sefer ki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep. Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47. Kattaki dairesinde mutlu yaşamış. Kızlarının şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar gülümsermiş... sınır tanımadan büyük düşünmek... hayal gücünü sonuna kadar zorlamak... ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilmek... Tanrı’nın insana verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı.... Bakın bakalım, size neler vermiş Tanrı. ÖPÜCÜKLER Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir sure önce, bir arkadaşım, 3 yasındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. 224 Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun bos olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: "Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?" Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi: "Ama babacığım, kutu bos değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım." Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının bas ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. Gerçek anlamda bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz PROFESYONEL Genç kadın işyerinde kotu bir haber alır.Küçük kızının bakicisi telefonda çocuğunun çok ateşlendiğini mutlaka eve gelmesi gerektiğini bildirir.Hemen isinden izin alır ve ateş düşürücü bir ilaç için en yakın eczaneye koşar.Arabasının yanına geldiğinde arabayı anahtarı içindeyken kilitlediğinin farkına varır.Eve hemen yetişmesi gerekmektedir ama nasıl..? Evini arar ancak çocuk bakicisinin verdiği haber daha kotudur, kızın ateşi biraz daha yükselmiştir.Bu arada kadın içinde bulunduğu duruma bakıcıya anlatır.Bakici arabanın kilidini açabilecek bir servis bulmasını ya da çakı, bıçak gibi bir şeyle kendisinin açmayı denemesini söyler. 225 Yakında bulunan bir marketten küçük bir çakı alır ve arabanın yanına gider.Ama bunun nasıl kullanılacağını bilemez. Arabanın kapılarını zorlar, sallar ama bir sonuç yok... Başını gökyüzüne doğru çevirir, " Tanrım , lütfen küçük kızıma ulaşmam için bana yardim et" . Bu arada çakıyla kapıyı kurcalamaya devam eder.O sırada yoldan geçmekte olan sakalları uzamış, ustu başı bakımsız bir adam durup kadını izler ve " Hanımefendi, isterseniz yardımcı olabilirim"der. Kadın çaresiz teklifi kabul eder ve içinden düşünür, "Tanrım gönderdiğin yardim bu mu?" Kılıksız adam birkaç dakika içinde arabanın kilidini açmayı başarır.Kadın şaşkınlıkla adama teşekkür eder, kızının durumunu anlatır, hemen yetişebileceği için minnettar olduğunu belirtir ve bir miktar para uzatıp " Çok iyi bir insansınız" diye teşekkür eder. Adam, " Hayır hanımefendi, maalesef iyi bir insan değilim" der, "Hapishaneden yeni çıktım" ilave eder, "Araba hırsızlığından..." Kadın bir sure sessiz kalır, adam uzaklaştıktan sonra tekrar yüzünü gökyüzüne çevirir, kendini tutamaz, ağlayarak ;" Tanrım , bir profesyonel gönderdiğin için çok teşekkür ederim" der RESİM Bir zamanlar bir köyde mavi gözlü, sarı saçlı ve çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kız hayata olan bağımlılığıyla bütün köyün sevgisini kazanmış. Bu kızın resime karşı büyük bir ilgisi varmış ve şehire resim okuluna gitmiş. Okuldan mezun olduktan sonra bu kız bir resme başlamış ama yaptığı resmi kimseye göstermemiş. Birgün bu kız merdivenlerden düşmüş ve ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmış ama kız yolda ölmüş. Annesi de kızının gözlerini bir kuruma bağışlamış. İki hafta sonra kadının evine bir genç gelmiş. Bu genç kızın gözleri ile dünyayı yeniden görmeye başladığını söylemiş ve kadına çok teşekkür etmiş. Kadının o anda aklına kızının yaptığı resim gelmiş. Kızının odasından resmi aldığında büyük bir sürprizle karşılaşmış... Kızın yaptığı portre aynı gelen çocuğa 226 benziyormuş yalnız kızın resimde tek tamamlamadığı yer gözleriymiş.. SARHOŞ SÜRÜCÜ VE AVUKAT Portekiz'de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir. Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün meslekî marifetlerini kullanarak bayan Sophie'yı ceza almaktan kurtarır. Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer. Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür. Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir" SEDEF ÇİÇEĞİ Yargıç, karşısındaki kadına baktı önce. Seksen yaşlarında bir nine. Sonra biraz geride, ellerini bağlamış adama. Aynı yaşlarda bir dede. Kadına döndü: "Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?" Yaşlı kadın, beyaz başörtüsünü sıvazlayıp konuşmaya başladı kısık sesiyle: 227 "Bu herif yetti gayrı, elli yıldır bezdirdi hayattan... Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. 50 yıl önce, onun bana verdiği çiçeklerin arasından, bir daldan kök almış, tohumlamıştım. Yavrumuz olmadı, sedeflerimi çocuk bildim, öyle büyüttüm. Sonra bir gün, kurumaya başladı sedef. O zaman adak adadım. Her sabaha karşı, güneş doğmadan bir tas suyla sulayacağım diye. İyi gelirmiş dediler, sedef çiçeğine. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp da şu çiçeği bir kere de ben sulayayım, demedi. Ta o geceye kadar... O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Su veremedim çiçeğime. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim işte. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim... Onsuz daha iyiyim, hâkim bey, yemin ederim." Yaşlı adama döndü yargıç: "Bir diyeceğin var mı baba?" Adam bastonuna abanarak, ağır aksak yürüdü geldi kürsüye, utangaç yüzünü kaldırıp adalete baktı ve dedi ki: "Askerliğimi reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O koca bahçeyi layıkıyla büyütmek için emek verdim. Fadime'mi de orada tanıdım, sedefleri de. O bahçe sedef çiçekleri doludur. Kokusu yürek yakar. Zaman zaman Fadime için topladım sedefleri. Evlendik. Çok olmadı, boynu ağrıdı, hekime götürdüm Fadime'mi. Hekim, kireç var boynunda, çok uzun süre uyanmadan yatarsa sertleşir, kötüleşir, dedi. Her gece uykusunu bölüp kalksın, gezinsin, dedi. Pek dinlemedi bizim hatun. Lafım geçmedi. O günlerde tesadüf, sedef çiçekleri kurudu. Ben de ona, gece sularsan geçer, dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve seyrettim Fadime'mi. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum. Sanki, ona bu çiçekler yüzünden tapabilirdim..." Durdu bir an, yaşlı adam. Mahkeme salonu susmuştu. Bir yaşlı gönülden, bir bahçıvandan duyulması beklenmedik aşk sözlerine, şiire kulak kesilmişti, yargıç, savcı, mübaşir. Soluklanıp devam etti adam: "... Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef çiçeği, gece sulanmayı sevmez hâkim bey. O gece ise... Yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz dayanırdı da, kadınımın ağrıları azardı. Kendimi suçladım. O suçlayınca, sesimi çıkaramadım..." 228 SEVGİ, ZENGİNLİK, BAŞARI Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlıyı görünce önce duraksadı, sonra onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti: "Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız." dedi. "Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım." Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu. Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı: "Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz." dedi. Aksam eşi geldiğinde kadın, karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. "Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler." dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. "Bir bakıversene dışarı." dedi. "Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve." Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı. "Eşim geldi, şimdi evde." dedi ve onlara davetini yineledi: "Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?" Kadının davetine, yaşlılardan biri yanıt verdi: "Biz hiçbir eve üçümüz birlikte gitmeyiz." dedi. Ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı: "Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, Zenginliktir." dedi. "Bu yanımda oturan arkadaşımın adı Başarı, benim adım ise Sevgidir. Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra Sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu: "Şimdi evinize gidin ve eşinizle baş başa verip, bir karara varın dedi. "İçimizden yalnızca birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin." Kadın, Sevgi’nin önerisini eşine anlattığında adam, sevinçten göklere fırladı. "Aman ne güzel, ne güzel." dedi. "Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden Zenginlik'i davet ederiz ve evimiz de bir anda Zenginlik'e kavuşmuş olur. Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. "Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?" dedi. Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi: "En doğru karar, Sevgi'yi davet etmek değil midir?" dedi. "Düşünsenize, evimiz bir anda Sevgi'ye kavuşacak.' Gelinin bu önerisi, kayınpederinin de, kayınvalidesinin de çok hoşlarına gitti. 229 "Tamam, en doğru karar bu olacak dediler. "Sevgi'yi davet edelim..." Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu: "İçinizde hanginiz Sevgi'ydi?" dedi. "Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun..." Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı. Arkadaşları da ayağa kalktılar ve Sevgi’nin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, Zenginlik'le Başarı'ya sordu: "Siz niçin geliyorsunuz?" dedi. "Ben yalnızca Sevgi'yi davet etmiştim. Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler: "Eğer içimizden yalnızca Zenginlik'i ya da Başarı'yı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik." dediler. "Fakat siz Sevgi'yi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize." Ve kadının "Niçin?" diye sormasını beklemeden, Zenginlik ve Başarı sözlerini şöyle sürdürdüler: "Çünkü Sevgi'nin olduğu her yerde, biz Zenginlik ve Başarı da her zaman, onun yanında oluruz." SİRK "Bir insanin yaşamının en önemli kısmi, iyilik ve sevgi adına yaptığı küçük, isimsiz ve anımsanmayan eylemlerdir. "Ergenlik dönemindeydim ve babamla sirk bileti kuyruğunda bekliyorduk. Sonunda bilet gişesiyle aramızda tek bir aile kalmıştı. Bu aile beni çok etkiledi. Hepsi de 12 yasin altında tam sekiz çocukları vardı. Çok varlıklı olmadıkları her hallerinden belliydi. Üzerlerindeki giysiler pahalı şeyler değildi, ama tertemizdi. Çocukların hepsi babalarının arkasında ikişerli sıra olmuş, el ele ve terbiyeli terbiyeli sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Neşe içinde palyaçolar, filler ve o gece görecekleri değişik şeyler hakkında konuşuyorlardı. Daha önce sirke gitmedikleri konuşmalarından belliydi. O gece hiç şüphesiz yaşamlarının çok önemli bir gecesi olacaktı. Anneyle baba gururla çocukların önünde duruyorlardı, el ele tutuşmuşlardı. Gişedeki memur babaya kaç bilet istediklerini sordu. Baba gururla, "Iki tane esimle kendim, sekiz tane de çocuklarım icin bilet istiyorum." diye yanitladi onu. Gise memuru biletlerin bedelini söyledi. Annenin eli, babanın elinden ayrıldı ve başı öne 230 düştü. Babanın dudakları titremeye başladı. Baba gişeye biraz daha yaklaştı ve "Ne kadar dediniz?" diye sordu. Gise memuru biletlerin bedelini yineledi. Adamın o kadar parası yoktu. Simdi nasıl donup çocuklarına onları sirke goturecek kadar parası olmadığını söyleyecekti? Babam olanları görünce elini cebine soktu,cebinden bir 20 dolar çıkarttı ve yere düşürdü (biz de cok varlıklı bir aile değildik). Babam sonra yere eğildi,parayi yerden aldı, adamın omzuna dokundu ve ona, "Affedersiniz, bu para cebinizden düştü" dedi. Adam olan biteni anlamıştı. Dilenmiyordu ama çok çaresizdi ve utanç duyduğu ve çok üzüldüğü bu durum karsısında yapılan yardımı minnetle karşılamıştı. Babamın gözlerinin içine baktı, elini iki elinin arasına aldı, 20 doları aldı, dudakları titrerken babama "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, bayım. Bu yaptığınızın benim ve ailem için önemi çok büyük." dedi. Biz babamla arabamıza bindik ve evimize donduk. O gece sirke gidemedik, ama bunun hic önemi yoktu." ŞANSSIZ BİR ADAM Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki, doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız, gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı. Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan bir teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi. Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar, böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı. Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı: 231 "Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin bıçağı gibi görünüyor, teknisyende sonunun böyle biticeğini söylüyordu. Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı. Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider. Demek ki şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor, ya da dünyanın benimle alıp veremediği var. Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur. Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında, içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı. Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı. Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı. Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi. Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim. Başlangıçta her şey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım, çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere her zaman söyleyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarıntüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak bir şey yoktu çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum. Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin fark edilmediğini görerek cesaretlendim ve tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin 232 ederim ki, köseleden daha da iyiydi. Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında. O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakkabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için dükkana geldi. Rastlantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı. Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı birbirine anlattı ve o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu. Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas bağırıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim. Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir lehimci dükkanı açmayı tasarladım. Bu kez de her şeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim. Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım: "Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı. O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca halk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve 233 zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler. Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım. Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı, bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü. İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım. Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştirecektim. İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri beni çağırıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum. Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım . Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba, sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım. İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha taraflarında fakir halkın oturduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım. 234 Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi, birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor, bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum. Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı. Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum. İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum. Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım. Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı. Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş. Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni dövmek istediler. 235 Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu. Dikiş makinesini ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim. Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte. Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki, şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım. Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim. Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım. Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim. Kötülüğümü isteyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum. "Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım". O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapman neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol". O zaman yanıtladım: "Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter. Gerisi beni ilgilendirmez". TOHUM Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı.Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine,farklı bir şey yapmaya karar verdi bu hükümdar. Ülkesinde bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi: ‘‘Artık tahttan çekilmenin ve yerime yeni bir hükümdar seçmenin vakti geldi.Hükümdar 236 olarak içinizden birisini seçeceğim.’’Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı.Hükümdar devam etti: ‘‘Bugün her birinize bir tohum vereceğim.Tek bir tohum.Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi,sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum.O zaman bana bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.’’ Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı,ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling,eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı.Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi.Ling tohumu itinayla ekti,onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu.Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti. Üç hafta sonra,Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumların nasıl açtığını,bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı.Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu.Gel gelelim,saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu.Haftalar birbirini kovaladı,ama değişen bir şey olmadı. Bu arada,Ling’in ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordular hep.Ling’in ağzını bıçak bile açmıyordu,çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu.Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar.Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı. Aradan altı ay geçti.Ling’in saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ.Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri,ya da ağaç fidanları olmuştu,ama onun koca saksısı,o kadar! Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı götüremeyeceği söylediyse de,annesi saksıyı götürmesini ve dürüst olmasını öğütledi.Ling’in sıkıntıdan karnı bile ağırdı,ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden dolayı sözünü tuttu.Böylece,o da boş saksıyı saraya götürdü. Saraya ulaştığında diğer gençlerin yetiştirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete 237 düştü.Hepsi de güzel renklerde,güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler,Ling’in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler.Birkaçı onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup ‘‘Boş ver,elinden geleni yapmışsın!’’dediler. Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi.Bu sırada,Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu.‘‘Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişiniz öyle!’’dedi hükümdar. ‘‘Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek.’’ Birden,imparator elinde boş saksıyı tutan Ling’i gördü.Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti.Ling korkudan titremeye başladı.‘‘Hükümdar başaramadığımı gördü,herhalde beni öldürtecek !’’ diye düşünüyordu. İmparator, yanına getirilen Ling’in ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling’ le alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling’i yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti:”Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!”Ling kulaklarına inanamadı.Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki? Hükümdar konuşmasına devam etti:”Bir yıl önce her birinize bir tohum verdim,Onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim.Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz.Tohumunuzu büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling,kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak.” TUTUMLULUK Hayırsever bir zengin, iki yakasında yasayan insanların üzerinden geçmekte sıkınki çektiği bir nehrin üzerine ,sevabına betonarme bir köprü yaptırmaya karar verdi.Bunun için 238 gerekli incelemeyi yapmak üzere tanınmış bir mühendisi arabasına alıp nehre gitmek üzere yola çıktı.Yaninda oturmakta olan mühendis yolda bir ara sigarasını çıkarıp bir kibritle yaktı ve içmeye başladı. Zengin adam mühendise, "Yahu benim sigaram yanıyordu; kibriti ziyan ettin? diye sitemde bulundu. Mühendis, "Alışkanlık işte efendim" falan diye geçiştirdi. Ama kafasında da, "Bir kibriti bile hesap eden adam, nasıl milyonlarca lira harcayıp bedava köprü yaptırır?" diye soru belirdi. Neyse, nehre vardılar. Zengin adam nehrin kıyısında bir yer gösterip sordu: - Köprünün bir ayağı buraya olur mu? Mühendis cevap verdi: - Olmaz! Adam başka bir yer gösterdi: - Buraya olur mu? - Olmaz! Mühendisin maksadı isi yokuşa sürmekti. Zengin adam da onun maksadını anlamıştı. Cebinden bir avuç altın çıkardı ve bulanık suyun içine fırlattı ve arkasından sordu: - Köprünün ayağı buraya olur mu? Mühendis hayret içinde cevap verdi: - Evet, olur. Adam cebinden bir avuç daha altın çıkardı ve bir başka yere savurdu: - Buraya da olur mu? Mühendis gene hayret içinde cevap verdi: - Evet, oraya da olur. Hayırsever zengin, mühendise bir ders vermeyi de ihmal etmedi: - Arkadaş, sen beni bir kibriti bile hesap ediyor diye cimri sandın. Evet yerinde bir kibrit çöpünü bile düşünür, gereksiz yere ziyan etmem. Ama yeri gelince de gözümü kırpmadan saçarım! YAĞMURDA OTOSTOP Bir gece vakit geceyarısına doğru Alama otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. Geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye hem de Alabama'da yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına 239 bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi Verdim. Bir hafta sonra kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda.. "Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Allah bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın!.. En iyi dileklerimle, Bayan Nat King Cole.". YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR ! Eniştem; kız kardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. "Bu" dedi, "sıradan bir çamaşır değil." Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı. Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti . Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi. "Jan bunu New York'a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi. Özel bir gün için saklıyordu." Çamaşırı benden aldı ve cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla kapattı ve bana döndü ve dedi ki : " Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir." Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm. Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini düşünüyorum ve hayatım değişti. Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum. Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan 240 çimlere aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum , iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık "hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum. Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum. Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canım isterse süper markete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka memurlarının burunları da, en az parti parti gezen arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır. "Bir gün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti. Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum. Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kız kardeşim, neler yapardı kim bilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi. Belki bir lokantaya en sevdiği için yemeğini ısmarlardı. Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?.. Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye, duygularımı dizginlememeye çalışıyorum. Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün "Özel bir gün" olduğunu söylüyorum. Her gün, her dakika, her nefes gerçekten Allah'tan bize bir armağan. 241 YEDİ KUTSAL GERÇEK - Kaç yıldır benim yanımdasın? - 20 yıldır efendim - Bu zaman süresince benden ne öğrendin? - Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim. - Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin? - Evet - Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin? - Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunlardan hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır. - Çok güzel, ikincisi ne bakalım? - Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım. - Devam et! - İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım. - Devam et yavrum. - Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum. - Sonra? - Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunun bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım. - Doğru... 242 - Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile. - Ve yedinci? - Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine... Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu - Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim. YİRMİ DOLAR Meşhur bir hatip konuşmasına 20 dolarlık bir banknotu elinde tutarak başladı. 200 kişilik salonda: "Bu 20 dolarlık banknotu kim ister?" diye sordu. Salonda eller tek tek havaya kalkmaya başladı. "Tamam bu 20 doları İçinizden birine vereceğim, ama önce lütfen izin verin bir şey yapayım" dedi ve banknotu buruştur-maya başladı. Tekrar sordu: "Hâlâ kim istiyor?" Salonda aynı eller havaya kalktı. "Pekala, şunu yaparsam ne olacak bakalım?" dedi. Banknotu yere attı ve ayakkabısının altında ezmeye başladı. Bir süre sonra eğildi ve parayı aldı. Banknot kirli ve buruş buruş olmuştu. "Hâlâ isteyen var mı?" diye sordu. Salonda eller tekrar havaya kalktı. "Arkadaşlar, sanırım hepiniz çok önemli bir ders öğrendiniz. Paraya ne yaparsam yapayım siz hâlâ onu istemeye devam ettiniz, çünkü biliyordunuz ki bu banknot değerinden bir şey kaybetmedi. Hâlâ 20 dolar değerinde bir banknot!" İşte bunun gibi hayatınızda çok defalar verdiğimiz kararlar yüzünden ya da karşı karşıya geldiğimiz durumlar yüzünden yere düşeriz, çiğneniriz, üstümüz başınız kirlenir, çamur oluruz. Ama başımıza gelenler ya da gelecekler, ne olursa olsun Allah'ın gözünde değerimizi 243 asla kaybetmeyiz. Kirli ya da temiz, buruşuk ya da ütülü olalım O'na göre bizler hâlâ paha biçilmeziz. Hayatımızdaki bu değer yaşadıklarımıza ya da tanıdıklarımıza göre değil, kim olduğumuzu bilmemize göre gelir! Çünkü sizler özelsiniz, bunu asla unutmayın! Küçücük bir mesajın bile kalplere ne zaman işleyeceği hiç bilinmez. Bu yüzden sıkıntılarınızı değil, nimetlerinizi, size verilen lütufları saymaya bakın! YOLUMUZDAKİ ENGELLER Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde. "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır." ZAMAN YÖNETİMİ Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer... Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız." 244 dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu." diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "Dolmadı her hâlde" diye cevap verdi. “Doğru." dedi profesör ve yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Yine öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır." diye bağırdılar. "Güzel." dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi?" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır." diye atladı. "Hayır." dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları baştan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsınız gerçeğidir." Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yapmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir." Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti... 245 700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ve DAMADI OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ Ey oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana... Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın! Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ne nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın! Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır. Ey oğul! Ananı, atanı say ! Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol ! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme ! Bildiğini bilme” Sevildiğin yere sık gidip gelme ! Ey oğul ! Üç kişiye acı: Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul ! unutma ki,yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma. 246 ANZAK ÖMER’İN HİKAYESİ 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’den mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Amerika’ya gittiğim ilk yıllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. Tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki. Pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır” manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?” “Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım.” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: “Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk’üm...” İhtiyar, gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı: “Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de. Orada 247 savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım Avustralya Anzaklarından. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Büün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda, birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine, vaatlerine savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu. “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman. Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük, atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman. Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.” Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti: “Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya. Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: “bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Ve yahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine 248 götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlar.” Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki. Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce. nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.” Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarıma iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk. Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli nisanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.” Peşinden nemli gözlerle; “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: “Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?” “Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.” “Yahu senin adın müslüman adı mı?” Ben; “Evet, Müslüman adı” deyine yüzüne baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzak Ömer” olsun. Olsun Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor 249 mu?” Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşmadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş. “Tabii” dedim “müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. Mırılandı: “Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?” bu sözdende anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyordu. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. “Beni yalnız bırakma olur mu?” “Ne gibi Ömer amca?” “Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?” hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda görüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti. 250 Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. “Ne yalan söyleyeyim, ağladım.” AYIN HİKAYESİ Çok çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir koy varmış dünyada, taam dünyanın obur ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça. Koy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden gecen,ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün koyunkine bedelmiş; Dolgun’un Intera"ya olan aşkıymış bu. Kız Dolgun’u bilir miste tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş Intera"ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. Intera demiş ki Dolunca : - "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden ayni şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir." Dolun şaşmış. - "Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek başlamış sözüne "senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş askına. Intera demiş ki - "Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten". 251 Dolun - "Bekle beni" demiş Intera"ya, "hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?" Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı - "İste bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar. Dolun - "Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demiş Intera"ya "Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin". Dolun çıkmış yola sonra. kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini duşunmuş Intera’ya yol boyunca. Tek aklındaki Intera"ymis, tek amacı ise o çiçek. Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anla miski çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir gol varmış kaynakta, golün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera"nin anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden. Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karsısında bir adam belirmiş Dolgun’un. Adam Doluna - "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Savut, izin vermem buna" demiş. 252 Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla - "Ben o çiçeği alacağım sonra askıma kavuşacağım" demiş "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez". - "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Savut "sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmuş ve çokmuş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... - "eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir, insan engelleri asarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yasam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir acar yapraklarını ve parlayan tohumlarını gole döker, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan tasar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yasar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Savut. Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin basına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. yanında Intera vardır ama niye mutsuzdur ikisice. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikce Dolgun’un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz Intera’sin bir yasam düşünür. Koparamaz çiçeği günlerce. Dolun artık yasamaktan zevk almaz şekilde sadece askını düşünerek beklemeye baslar olacakları. Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken gole, bir tomurcukta Dolgun’un sertleşmiş kalbinin 253 üstüne duşmuş, aniden Dolun kalbindeki askının büyüklüğü kadar kocaman bir tasa donmuş, tas o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya’yla dönmeye başlamış. Böylece Ay olmuş Dolgun’un kalbi Dünya’ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü, askının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya’yı, ayni çiçek gibi... BAĞLAR BİZİ BİRBİRİMİZE BAĞLAYAN BAĞLAR.... Yorganın çok eski olduğu açıkça görülüyordu. İpek parçaların çoğu ek yerlerinden ayrılmıştı, ama hala çok güzeldi. Patchwork öğretmeni, hepimizin görebilmesi için yorganı biraz daha kaldırdı. “1800’lü yılların ortalarında çok popüler bir desenmiş bu. Şu çeşitliliğe bir baksanıza. Bu yorganı satın aldıktan sonra orijinalinin daha büyük olduğunu fark ettim. Birisi yorganı ikiye bölmüş!” sınıftaki herkes üzüntüsünü dile getirdi. Böyle güzel bir yorganı kim parçalayabilirdi ki? Batı’ya doğru yol alan bir vagon; 1852... Katherine, yorganı kız kardeşi Lucy’nin ve kendisinin üzerine çekerken, son 3 yılda olanları düşünmeye başladı. Bugün çok mutlu bir gündü, Ktaherine ve Lucy aynı güne rastlayan doğum günlerini kutlamışlardı. Katherine 13’üne, Lucy ise 3’üne basmıştı. Kız kardeşi dünyaya geldiğinde, Katherine 10 yaşındaydı. Bir kız kardeşi olmasına nasıl da sevinmişti!Fakat Lucy 1,5 yaşına geldiğinde, büyük bir trajedi yaşadılar. Anneleri öldü. Bu olaydan kısa bir süre sonra, babaları minik ailenin Batı’ya göç etmesine karar verdi. Her şeylerini sattılar, dağıttılar ve kalan birkaç parça eşyalarını bir vagona doldurup, yol çıktılar. O gün doğum günlerini kutlamışlardı ve çok mutluydular, ama Katherine titrediğini hissetti ve o çok değerli yorganı kardeşiyle kendi üzerine çekti. O yorgan annesinden ve evinden kalan en değerli şeydi. Lucy, Katherine’i düşüncelerinden ayırdı: “Bana bir öykü anlat.” Diye yalvardı. “Bana yorgan öyküsünü anlat.” Katherine gülümsedi. Her gece aynı şeydi. Lucy, yorgan hakkında anlattığı öykülere bayılıyordu, Katherine de anlatmaya. Bu öyküler ona eski mutlu günlerin anımsatıyordu. “Hangisini?” diye sordu. Lucy elini yorganın üzerinde gezdirdi ve çiçekli açık mavi yamanın 254 üzerinde durdu parmağı. “Bunu Katy,” dedi ve ablasına baktı. Nasılsa, Lucy’nin parmağı hep bu çiçekli mavi parçayı seçiyordu. Bu onun en sevdiği öyküydü. “Peki”dedi. Katherine, “bu kumaş parçası, kızıl saçlı bir kızın parti giysisinden alınmıştı. Adı Nell’di bu kızın ve herkes Nell’in kasabanın en güzel kızı olduğunu düşünüyordu...”Çok geçmeden, Lucy uykuya daldı, ama Katherine’nin gözü yorgandaydı. Her parçanın bir özelliği var diye düşündü ve yorganı oluşturan yamaların öykülerini anlatmaya başladı kendi kendine. Evi, arkadaşları, annesi ve mutlu günlerini anımsamaya başladı...Bu harika yorgan Katherine’nin yaşamına renk katan tek şeydi, çok geçmeden o da uykuya daldı. Günler çok yavaş geçiyordu ve minik aile Batıya doğru yol alıyordu. Zorlu bir yolculuktu, ama hepsi de olabildiğince neşeli olmaya ve önlerindeki yeni yaşamları hakkında düş kurmaya çalışıyordu. Her gece yorgan öyküleri sürüyordu. Lucy hastalanıp ateşlendiğinde, tam üç haftadır yollardaydılar. Katherine, Lucy’nin iyileşmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Gündüzleri vagonda Lucy’nin yanında oturuyordu. Saçını okşuyor, yastığını düzeltiyor, ona şarkılar söylüyordu. Akşam olunca da yorgan öykülerini anlatmaya başlıyor ve uykuya dalan Lucy’ye sarılıyordu. Katherine’in yüreği, kardeşine bir şey olursa kaygısıyla yanıp tutuşuyordu. Yorganı üstlerine sıkıca örtüyor ve altında gözyaşı döküyordu. Bir gün akşamüzeri, kamp kurdukları yerde Katherine Lucy’yi dinlenmesi için yatırdı ve yakındaki dereden su almaya gitti. Yavaş yavaş dereye doğru yürümeye başladı. Suyun sesi insanı sakinleştiriyordu. Yeşil çimenlere uzandı ve mavi gökyüzüne baktı. Biraz daha oyalandıktan sonra dönmeye karar verdi. Yerinden kalktı, ağır kovayı eline aldı ve vagona doğru yürüdü. Küçük tepeyi aştıktan sonra vagona doğru baktı ve dondu kaldı olduğu yerde. “Bir mezar”Lucy!” diye çığlık attı. “Lucy! Lucy! Lucy!” Kova Katherine’in elinden düştü, deli gibi koşmaya başladı. Yanaklarında yaşlar süzülüyordu, kalbi göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi geldi, vagona ulaştı ve içeri girdi. Bütün bedeni kontrolsüz bir biçimde titriyordu. Yorgan Lucy’nin yatağının üzerinde katlanmış duruyordu. Birtakım adamların yanında duran babasına doğru yürüdü bir sis perdesini aşarak. Lucy’nin cansız bedeni babasının kollarındaydı. Babası ağlamaktan şişmiş ve kızarmış gözleriyle Katherine’e baktı ve “Artık huzur içinde”dedi. Katherine sadece “evet” anlamında başını sallayabildi. Acıdan uyuşmuş bir halde döndü. O sırada oradaki kadınlardan biri kolunu omuzuna attı ve “çok üzgünüm Katherine”dedi, “onu bir şeye sarmamız gerek. Çok büyük bir şey olması geremiyor.” Katherine vagona girdi. Makası buldu. Yorganı aldı ve yüreği kan ağlayarak, yorganı ortasından ikiye ayırdı. 255 BİR DERS Bir profesörün mezun edeceği öğrencilerine verdiği son ders... Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir programcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir system administrator olacaksın.. Yanlız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma: Bu kâinatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source"dır ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüz binlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor. Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA’nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki senin programcılığın o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network"ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, aynen öyle de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü medyayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat bir yenisini ekleyemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir. Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version"dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kâinatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve system administrator"u olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış. Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o system administrator tarafından kontrol edilecektir. 256 Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma... BİR KOLLEKSİYON DAHA Şunu bil ki edindiğin kişiliğin kaderini belirleyecektir. Bilincini ve kişiliğini temiz tut. Başarının gerçek olup olmadığını anlaman için karşılığında neler verdiğine bak. Sunu daima hatırla ki büyük aşk veya büyük yatırım daima büyük risk taşır. İslerin iyi gidiyorsa eğitim bütçeni iki katına çıkar, kötü gidiyorsa dört katına. Önce bilgi edin ve kuralları iyi öğren, sonra iyi düşün, sonra bazı kuralları boz, tekrar düşün ve öylece karar ver. Dua et; büyük güç verir: Düşün; daha da büyük güç verir. Bazen istediğin bir şeyin olmaması daha hayırlı çıkabilir. Yavaş konuş ama hızlı düşün. Uçarken asla ara verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz. Küçük bir tartışmanın tüm dostluğu mahvetmesine izin verme. Biraz yalnız kalmaya özen göster. Eğer biri sana cevap vermek istemediğin bir soru sorarsa gülümse ve "neden bilmek istiyorsun?" de. Dürüst, şerefli ve üretken bir hayat yaşa. Yaslanıp geri baktığında ikinci bir defa tadını çıkarırsın ve onurlanırsın. Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur. Ve unutma: NE ARADIĞINI BİLMEYEN, BULDUĞUNU ANLAYAMAZ. İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kaldılar. Kabukta dolaşan böcek, meyvenin tadını alamaz. Kabul edilen bir yanlışlık kazanılmış bir zaferdir. İnsanlar herşeyin fiyatını biliyor, çok az şeyin değerini biliyorlar. Eğer elinizde bir çekiç varsa, herşey gözünüze bir çivi gibi görünmeye başlar. Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir. BAŞARININ YOLLARINI VE ANAHTARINI SANA VEREMEM, VERMEMELİYİM. NEDENİNİ İYİ DÜŞÜN. ANCAK BAŞARISIZLIĞIN ANAHTARINI VEREBİLİRİM: KENDİ DERİNLİKLERİNİ UNUTUP, SADECE HERKESE HOŞ GÖRÜNMEYE ÇALIŞARAK, YÜZEYDE YAŞAMAK .. BİZİ BAĞLAYAN KADER Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yaşayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının 257 dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarındaki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir taş alıp, diğerinden aldığı taş bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş v nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş. “Dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım!” demiş. Dede kralın sorusunu şöyle cevaplamış, “Oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlaım.”, “Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın?” diye sormuş Kral, “Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet’in kaderini bağladım.” Demiş aksakallı dede. Kral bu cevabı alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli ak pak biricik kızı, ülkenin prensesi diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım? Nasıl eder de Ahmet’e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek, sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet’i huzuruna çağırmış ve ona, “Oğlum Ahmet suna bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş’e götüreceksin!” demiş. Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara, düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral’ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış, uyandığında bir de ne görsün! Ağacın az ötesinde bir göl, o göl ki üzerine güneşin aksi vurmuş! “Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek” diyerek, üzerinde sadece külodu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş. Taa dipte, güneşin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün” Şahene bir hazine sandığı, almış sandığı çıkmış çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet. Sadece külodunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu işte bir hikmet!” demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde bin bir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Güneşten Kral’a “ yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda, yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış. Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş. Ülkesinin bu yeni dürürst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince kral, dünyalar Ahmet’in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiçbir 258 haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düşen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş. Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral, “Ahmet!”. Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “Neler oldu Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana!” Diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış. Bunun üzerine Kral “Peki güneşin bana gönderdiği mektup?” diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral’a vermiş, mektupta şu satırlar yer alıyormuş. GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ YAZILAN YAZI BOZULMAZ.... BÜYÜ DÜKKANI Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi “Büyülü Vadi” olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkan ile, bu dükkanda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkanın adı “Büyü Dükkanı” idi. Büyü Dükkanı’nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yaşadığı yerdi. Bu nedenle, dükkanın dışarıdan görüntüsü tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karşılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar dükkanın dört bir tarafını kaplıyordu. Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu. Büyü Dükkanını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkanın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkana gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi. Her insanın, yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı bir şeyler vardır. Ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, Büyü Dükkanı’na gelme nedeniydi. Bu dükkanda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu 259 gibi bu dükkanda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı. Bu bedelin ne olacağı, dükkan sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, Büyü Dükkanı’nda maddi bedellerin hiçbir hükmü yoktu. Bazı müşteriler bir şeye sahip olmak için denebilecek tek bedelin para olabileceği düşüncesiyle, cepleri kabarık gelirlerdi. Oysa burada yapılan pazarlıklar, günlük yaşamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı. Dükkan sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkanıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerelerinin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı. Büyü Dükkanı’nda satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkana gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemişti dükkan sahibi. Herkes, çok istediği bir şeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey istediği şeyden çok farklı olurdu. Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Eğer bir müşteri geliyorsa, onu ta uzaktan yakalayıp, dükkana yaklaşana kadar izlemeyi severdi. Bu, onun için zihinsel bir hazırlık süreciydi. Bu süre içinde zihnini, biraz sonra gelecek olan müşteriyi iyi anlayabilmek için boşaltırdı. Sabah dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını gördü. Bu havda gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlendi. Büyü Dükkanı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu. Yaşlı adam, o gününde bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı. İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu. Kış mevsiminin bu soğuk günüde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Beklediği kişinin ayak sesleri ikinci basamakta kesildi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü. Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığındı, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. “İyi sabahlar, girebilir miyim?” diye sordu müşteri. Dükkan sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınmasın için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı 260 satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba Büyü Dükkanı’dan çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak mıydı? Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkan sahibinin bir şeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında, sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki yarattı. Anlaşın, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu. Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi: -Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkanınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım. -İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim? -Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yanı yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dili varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü? -Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkanımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne isteğinizi anlayabilmem için,bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz? Dükkan sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar. Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi: -Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kar etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün irisi bana sizden ve Büyü Dükkanı’ndan söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içinde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin. -Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz? -Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım. -Herhalde bunu çok istiyorsunuz. -Evet, hem de her şeyimi verecek kadar. 261 -Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz? -Ne isterseniz? -Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz. -Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin. Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkanına gelen kişiler, yaşlı adam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu. Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı: -Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyeceğim. -Dileyin benden ne dilerseniz. -Belleğinizi. -Anlamadım? -Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum. -Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi. -Emin misiniz? -Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım. -Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkanda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız. Buraya neden geldiğinizi bile. -Daha iyi ya! Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki! -O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir başkası size yardımcı olur. -Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi sez bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkanınızı, bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiç birini tekrar etmeyeceğim. -İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz. Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı. -Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi? 262 -....... -Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi,sizin kim olduğunuzu ve hatta...! -Ne yazık ki! Yaşlı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi. Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı: -Sanırım ne demek isteğinizi şimdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, Büyü Dükkanı’dan almak istediğimden çok farklı bir şeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim. -Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşça kalın. Yaşlı adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklından Santayana’nın bir sözü geçiyordu: “Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar.” CIRCIR BÖCEĞİ Genç bir çiftçi hayatında ilk defa New York’a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. “Evet, bu bir cırcır böceğiydi.” Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip bakınmaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp “Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim” dedi genç adam. “Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım.” “Hayır” dedi görevli, “New York’ta bulunmaz.” “Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı. “Tamam işte burada” dedi. Genç adam bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini duyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda, düşen bozukluğu aramak için yürümekte olan 24 yaya durdu! 263 Psikologlar genç adamın şahit olduğu olay için bir kelime kullanırlar. Buna algıda seçicilik denir, ve belli şeyleri görmek ve belli sesleri duymak için kendimizi eğitiriz anlamına gelir. Charles Lever Gökyüzüne bakıp kuşları algılayın, kırlara gidip çiçekleri algılayın, çocuklara bakıp saflıklarını, güzelliklerini algılayın, ağaçlara bakıp dallarını, yapraklarını algılayın. Hayvanlara bakıp doğallıklarını algılayın, insanlara bakıp güzelliklerini (mutlaka güzel tarafları vardır) algılayın. Algıladığınız yalnız para sesi olmasın. ÇOCUĞU KÖTÜ EĞİTMENİN YOLLARI ÇOCUKLARI KENDİNİZE KARŞI KİNLİ YAPMANIN YOLLARI “Ona karşı daima aksi ve asık suratlı olun. Niyetinin ne olduğuna bakmaksızın, en küçük kabahatini ceza ile karşılayın.. böyle davrandığınız takdirde size nasıl kin beslediğini görecek, bana hak vereceksiniz...” HİKAYE “Güzel Leman’ a babası oyuncak bir mutfak takımı almıştı. Pırıl pırıl parlayan bu küçük madeni kapları çok sevmişti. Ona bundan daha güzel bir hediye verilemezdi. Mutfak takımına kavuştuğu gün, sevincine diyecek yoktu. Onları yıkamış, kurulamış, kutusuna yerleştirmişti. Arkadaşları kendini ziyarete geldikçe mutfak takımlarını çıkarır, onlara yemek pişirir, ziyafet verirdi. Kardeşi kemal, sık sık oyunlarını bozuyorsa da Leman fazla ses çıkarmıyordu. Bir gün, ablası okulda iken, kardeşi onun mutfak takımlarıyla oynamak istediğini söyledi. Babası da verdi. Kemal kıskanç bir çocuktu. Niyeti oynamak değil, ablasının oyuncaklarına zarar vermekti. Nitekim oynuyormuş gibi yaparak bardaklardan birini ayağı ile ezdi Leman, eve gelip mutfak takımının dağılmış olduğunu görünce heyecanlandı. Onları düzeltmek isterken ezilmiş bardağı fark etti. Üzüntüden gözlerine iri yaş taneleri doldu. Annesi oyuncakları Kemal’e babasının verdiğini söyleyince sesini çıkarmadı. Acısını kalbine gömdü. Ertesi gün iki tabak daha aynı akıbete uğrayınca Leman dayanamadı. Ezilmiş bardağı ve tabakları alıp babasına koştu: “Babacığın, görüyor musun; Kemal oyuncaklarımı ne hale getirmiş!..” dedi ve ağlamaya başladı: babasının cevabı ne oldu biliyor musunuz: “ne olmuş yani! Onların ben vermedim mi? Çekil git şimdi başımdan, seninle uğraşacak zamanım yok!” Leman, kendisi için çok değerli oyuncakların ezilmiş olmasına aldırış etmeyen bu babaya 264 içinden kin besledi. Aradan bir hafta bile geçmemişti ki, küçük kızın pembe yanakları soldu. Eski neşesini kaybetti. O olaydan sonra, babasına sevgi ile baktığını gören olmadı....” DUYGULARIN YORUMU Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan, insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilemez vaziyette dolanıyorlarmış. Bir gün, toplanmışlar ve her zamankinden daha sakin oturuyorlarken Saflık ortaya bir fikir atmış: "Neden saklambaç oynamıyoruz?" Ve hepsi bu fikri beğenmiş, ve hemen çılgınlık, bağırmış: ‘’Ben ebe olmak ve saymak istiyorum, Ben ebe olmak istiyorum!" ve başka hiç kimse Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için, Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış, 1, 2, 3 ....Ve Çılgınlık saydıkça,iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar. Şefkat Ay"ın boynuzuna asılmış; İhanet çöp yığınının içine girmiş; Sevgi bulutların arasına kıvrılmış; Yalan bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalan söylemiş çünkü gölün dibine saklanmış; Tutku dünyanın merkezine gitmiş; Para hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış. Ve Çılgınlık saymaya devam etmiş, 79, 80, 81, 82..... Aşkın dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar o ana kadar zaten saklanmış.Aşk, kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş.. Bu bizi şaşırtmamalı çünkü hepimiz Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz.Ve Çılgınlık 95, 96, 97... ya gelmiş ve 100"e vardığı anda, Aşk sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış.Ve Çılgınlık bağırmış : "Sağım solum sobedir, geliyorum!", ve arkasını döndüğünde, ilk önce Tembelliği görmüş, o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkati ayın boynuzunda görmüş,ve İhaneti çöplerin arasında, Sevgiyi bulutların arasında, Yalanı gölün dibinde, ve Tutkuyu dünyanın merkezinde, hepsini birer birer bulmuş, sadece biri hariç. Ve Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklı kişiyi bulamamış, derken Haset, bulunamadığı için haset duyarak,Çılgınlığın kulağına fısıldamış: "Aşkı bulamıyorsun, O güllerin arasında saklanıyor."Ve Çılgınlık çatal şeklinde tahta bir sopa 265 almış, ve güllerin arasına çılgınca saplamış,saplamış, saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Ve haykırıştan sonra, Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış, ve parmaklarının arasından gözlerinden iki sicim gibi kan akıyormuş, Çılgınlık Aşkı bulmak için heyecandan Aşkın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş. "Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?’’ Diye bağırmış. "Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?" Ve Aşk cevap vermiş, "Gözlerimi geri veremezsin. Ama benim için bir şey yapmak istersen, benim kılavuzum olabilirsin." Ve o günden beri, Aşkın gözü kördür ve her zaman Çılgınlık yanındadır..." EN ÖNEMLİ DERS Okuldaki ikinci ayımdı, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi: “Hergün okulu temizleyen hizmetli kadının ilk adı nedir?..” Bu herhalde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50’lerinde falan olmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki!.. Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu. “Tabii dahil” dedi, hocamız.. “İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakkeden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve‘Merhaba’ demeniz gerekse bile..” Bu dersi hayatim boyunca unutmadım. O hizmetlinin adını da... Dorothy idi. ESKİ BİR İBRANİ HİKAYESİ Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış. “Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş!AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.” Diye söylenir durur yontucu. Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar 266 tarafından engellendiğini fark eder. “Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder. “Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.” O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır. “Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.”diye kara verir. Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır. “Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.” Der. O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin..... Bu.....küçük bir mermer yontucusudur. ESKİ BİR TAPINAK YAZITI Gürültü-patırtının ortasında sukünetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kıssa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın. Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun amma hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir. Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma. 267 Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür. Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol. Hatırlar mısın doğduğun zamanları: Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır. (Xsentus İ.Ö 9.yy) FENA HALDE MUTSUZ ADAM Bir zamanlar bir tepenin üzerinde villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşamış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün Tanrıya: “Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp.” Demiş. “Neler”demiş Tanrı... “Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapıda iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde....Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen.” “Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim.. büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü milli santrfor olsun.” “Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım. Dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım yollarda...” “Ne güzel bir hayal bu”demiş Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim.” Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtın bir şirket kurmuş. Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama 268 gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söylemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi dolayısıyla, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartman teras katında oturmak zorunda kalmış ama evinin deniz manzarası gene harika imiş. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde harika bir Ankara kedisi varmış. Üç kız da babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama öyle kırmızı bir Ferrari’si olmamış. Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş... “Ben” demiş. “Hiç mutlu değilim.” “Neden”demiş arkadaşı. “Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar çalamıyor.” “Karın çok güzel”demiş arkadaşı...”Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik.” “Adam dinlememiş bile onu.... Bir gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye dökmüş içini. “Neden” demiş karısı. “Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47.katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard’in yaşayacağım bir bahçem olsun isterdim, hani nerede...” “Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz” demiş karısı....”Oturduğumuz yerden okyanusu görüyor, gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kendimizi okşuyor, güzel kuşların resimleri yapıyoruz. Üç de harika çocuğumuz var...” Adam dinlemiyormuş bile.... Ruh doktoruna koşmuş bir gün.... “Ben mutlu” değilim diye... “Niye “demiş doktor... “Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..” “Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor..” demiş doktor. Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 Dolar vizite yazıp yollamış. Bir gün muhasebecisine “Ben çok mutsuzum”demiş.. “Neden demiş muhasebecisi. “Ben kırmızı Ferrari’m olsun isterdim hep. Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığında sorunum var.” 269 “İyi giyiniyor, iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı Amerika’yı gezdin.”demiş muhasebeci. Ama adam onu dinlemiyormuş bile. Muhasebeci adama 100 Dolar danışman ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü... Adam, rahibe “çok mutsuzum” demiş. “Neden” demiş rahip. “Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.” “Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var”demiş rahip. “Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..” Ama adam dinlemiyormuş bile. Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücudunda teller, hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibini yatağının başına toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ile muhasebecisi imiş. Bir gece adam odasında Tanrı ile yalnız kaldığında “Tanrım”demiş. “Hatırlar mısın çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.” “Hatırladım”demiş Tanrı.. “Güzel bir hayaldi” “Peki niye onların hiçbirini vermedin bana” demiş adam.. “Verebilirdim” demiş Tanrı...”Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim.” “Bak neler verdim sana. Bir güzel sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu” “Evet”demiş adam...”Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım..” “Bende senin, benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım.” Demiş Tanrı. “Sen ne istedin ki?” demiş adam hayretle. Tanrı’nın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemiş hayatında. “Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.”demiş Tanrı. Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş .sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke bunu hayal etseydim.” Dediği bir hayal.. Bu sefer ki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep. Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47. Kattaki dairesinde mutlu yaşamış. Kızlarının şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar gülümsermiş... sınır 270 tanımadan büyük düşünmek... hayal gücünü sonuna kadar zorlamak... ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilmek... Tanrı’nın insana verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı.... Bakın bakalım, size neler vermiş Tanrı. GARDENYA 12 Yaşımdan bu yana, her yıl doğum günümde bana, kimin gönderdiği belli olmayan beyaz bir gardenya gelirdi. Üzerinde ne bir not ne de bir kart olurdu. Çaresiz bir şekilde çiçekçiyi aradığımda ise; ödemenin peşin yapıldığını söylerlerdi. Bir süre sonra, çiçeği gönderenin kimliğini öğrenme çabalarımdan vazgeçtim. Yumuşacık, pembe kâğıtlara sarılmış sihirli bir görünüm sergileyen beyaz çiçeğin baş döndüren kokusunun ve güzelliğinin tadını çıkarmaya başladım. Fakat, hiçbir zaman da gönderenin kim olduğu üzerine hayaller kurmaktan vazgeçmedim. En mutlu anlarım, kimliğini saklayan bu çok tuhaf ve aynı zamanda heyecan verici harika insanin kim olduğunu düşünerek geçti. Annem genellikle benim bu hayallerime katkıda bulunurdu. Bana sık sık, bu kişinin iyilik yaptığım ve teşekkürünü bu biçimde dile getirecek biri olup olmadığını sorardı. O zaman, bisikletime binerken, küçük çocuklarıyla alışverişten eli kolu dolu olarak evine gelen komşumuzu anımsardım. Çünkü, her zaman o komşumuzun aldıklarını arabasından eve taşımasına yardım eder yada çocukların yola fırlamalarını engellerdim. Çiçekleri gönderen, belki de caddenin karsısındaki evde oturan yaşlı adamdı. Kışın buz tutan merdivenlerden inerken düşmemesi için, posta kutusundaki mektuplarını posta kutusundan ben alır götürürdüm evine. Annem, gardenya konusunda hep hayal gücümü kullanmama yardım etmiştir. Ayrıca, sadece kendisinin değil, tüm dünyanın bizi sevdiğini hissetmemizi isterdi. Başıma gelen her sıkıntı ve acı da onun şefkat dolu sözleri ve desteği vardı. Fakat annemin iyileştiremeyeceği yaralar da aldım. Babam bir kalp Krizi geçirerek hayata veda etti. Duyduğum üzüntü bir anda terk edilmişliğe, korkuya, güvensizliğe ve öfkeye dönüşmüştü. Ertesi gün mezuniyetim vardı ama ben bunu çoktan unutmuştum. Ama annem unutmamıştı. O acısında bile benim çok severek aldığım ama bana bir iki beden büyük gelen elbiseyi vücuduma göre ayarlamıştı. Yaşadığı büyük acı bile annemin duygularımı anlamasını engellememişti. Çocuklarının kendilerini nasıl hissettikleri her zaman onun için çok önemli olmuştu. Bize, çirkinliklerde bile bir güzellik bulmayı öğretmişti. Annem çocuklarının kendilerini gardenya 271 gibi görmelerini istemişti. Güzel, güçlü, mükemmel, sihirli ve belki de biraz gizemli bir koku ile birlikte. Annem, ben 22 yaşıma geldiğimde öldü ve ben annemin ölümünden 10 gün sonra evlendim. “- Gardenyalar o yıldan sonra gelmez oldu.” Muhterem duyulmuş (Tavuk Suyuna Çorba kitabından) GERÇEK BİR ÖYKÜ Çoğu insan eksik düşündüğü yönlerini göstermek istemez. Eksikliklerini herkesten saklamanın daha büyük bir eksiklik olduğunu anlamaz. Aşağıdaki hikayeyi okuduğunuzda bir eksikliğin üstünlüğe nasıl dönüştüğünü göreceksiniz. 9 yasındaki bir Japon çocuğun en büyük hayali günün birinde çok iyi bir judocu olmaktır. Fakat talihsiz bir trafik kazası sonucu sol kolunu tamamıyla kaybeder. Hem çocuk hem de ailesi yıkılır. Ailesi sırf çocuk oyalansın diye, Japonların en unlu hocalarından birini tutarlar. Hoca kolları sıvar, çocuğa tek kolla yapabileceği yegane fırlatma hareketini öğretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalışırlar. Bir müddet sonra çocuk hareketi gayet iyi ve hızlı bir şekilde yapmaya baslar, fakat hocası çocuğa her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler öğrenmek istedikçe hocası bu hareketi dünyada en hızlı sen yapana dek çalışmasını ve başka hareket öğretmeyeceğini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yıldırım hızıyla yapmaya alışır. Bunun üzerine hoca çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söyler. Olacak şey değildir. Tek kollu bir judocu tek hareketle turnuvaya katılacak. Çocuk itiraz ettikçe hocası "Evlat; sen öğrendiğin hareketi yap, gerisini merak etme" diye öğütte bulunur. 1. tur 2. tur derken çocuk turlar? gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocuğun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocası yine sakindir, "evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter" der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hızıyla uygular, rakip kalktıkça ayni hareketi yineler. İnanılır gibi değildir, çocuk tek kolla tek hareket sayesinde şampiyon olmuştur. 272 Çocuk dayanamaz ve hocasına sorar "hocam inanamıyorum,ben nasıl şampiyon oldum?" der.Hocası yine sakin ifade ile söyle cevaplar, "Bu zaferin iki sırrı var oğlum.Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. İkincisi bu harekete karsı tek bir savunma vardır.O da hareketi yapanın sol kolunu tutmak!... GERÇEK FAKİRLİK Günlerden bir gün bir baba zengin ailesini ve oğlunu köye götürdü.Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler. Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu, "insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?" "Evet!" "Ne öğrendin peki?" Oğlu yanıt verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar." Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi, “Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!” GERÇEK SEVGİ “Bebeğimi görebilir miyim” dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı. Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak “Büyük bir çocuk bana ucube dedi.” Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona “Genç insanların arasına karışmalısın” diyordu, ancak aynı zamana yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu. 273 Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü; “Hiçbir şey yapılamaz mı?” diye sordu. Doktor “Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir” dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti. Bir gün babası “Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır” dedi. Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu: “Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım” “Bir şey yapabileceğini sanmıyorum” dedi babası, “fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..” Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi. Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu. “Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu” diye fısıldadı babası”. Ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi? Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir. Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!” GÖRMEK İÇİN GÖZ ŞART DEĞİL Adamın biri, ilk defa gittiği bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: - Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk arabanın penceresini iyice açtıktan sonra: - Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk: 274 - Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten. - İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de bir tek ağaçtan gelmediği ne malum? - Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsınız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyarsınız. Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamayı çalışırken: - Üç yıl önce kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki... Sizinkiler sağlam, öyle değil mi? Adam çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına doğru yönelirken: - Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden daha iyi gördüğün... HAYATINIZIN BİRAZ DEĞİŞMESİ İÇİN ÖYKÜ ÖYKÜ EMİLY "Bizim kentimiz" isimli bir oyun vardır. Bu oyundaki en dokunaklı sahnelerden biri küçük Emily"nin ölüsü, mezarlığa ötürülüsü ve orada Tanrının ona bir gün için yasama geri dönebileceğini söyleyişidir. Kız geriye dönüsünde on ikinci yas gününü yeniden yasamayı ister. Evinin merdivenlerinden doğum günü elbisesini giyinik olarak iner. Sacları bukle bukledir. Pek mutludur. Annesi ona pasta yapmakla meşguldür. Ve dönüp kızına bakmaz. Baba eve girer. O anda elindeki defter, kağıt ve kazandığı paralarla meşgüldür. O da Emily"e bakmaz. Erkek kardeşi de sahnededir, o da Emily"i görmez. Sonunda Emily sahnenin ortasında doğum günü giysileriyle yapayanlız kalır ve söyle der; "Lütfen biriniz bana bakin" Annesinin yanına gider ve, "Anne, lütfen yanlız bir dakika bana bak" der. Ötekilere de yalvarır. Kimse onu duyup bakmaz. O zaman kız Tanrıya döner 275 ve suna benzer bir şeyler söyler; "Beni alıp götürün. İnsan olmanın bu denli güç olduğunu unutmuşum ben. Hiç kimse çevresindekilere bakmıyor artık" Simdi birbirimizi dinlemenin tam zamanı. İşitilmeye muhtacız biz İYİLİK KARŞILIKSIZ KALMAZ Almanya-Yugoslavya sınırındaki Meinfurg şehrinde, o gün olağanüstü bir şeyler yaşanıyordu. Sadece tank sesleri ve askerlerin ayak sesleri duyuluyordu. Kaçışan, ağlaşan insanlar vardı. Hitlerin askerleri tek tek evleri basıyor, içinde yahudi yaşayan evleri ateşe verip, çoluk çocuk hepsini askeri araçlara bindirip toplama kamplarına gönderiyorlardı. O güzel, yemyeşil sınır şehri, artık griye dönüşmüştü. Şehrin biraz dışlarında yaşayan Abraham Wirtsovzt 12 yaşındaki oğlu Mişon ile 4 yaşındaki Amy’yi giydirdi, yanlarına biraz yiyecek ve giyecek verdi ve yanaklarından öptü. “Sürekli geceleri güney doğuya yürüyen. Kimseye yahudi olduğunuzu söylemeyin ve konuşmayın, hep saklanın. Savaş bitince gelip, sizi alacağım.”dedi. Çocuklar o gecenin kör karanlığında yürümeye başladılar. Abraham göz yaşlarını sildi. “Tanrım onları koru” dedi. Bir süre sonra evi askerler basmış ve Abraham ile eşi kurşuna dizilmişti. Mişon ve Amy 3 gün boyunca yürüdüler. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Amy artık bu yürüyüşten sıkılmışı, yiyecekleri kalmamıştı ve ayakları yara içindeydi. Mişon da yorulmuştu. İkisi de yorgunluktan baygın düştüler. Sabah oradan geçen yaşlı bir köylü üstü başı yırtık, çamur içinde kalmış iki çocuk buldu. Alıp onları eve getirdi. Çocuklar bir süre sonra iyileşti. Fakat ısrarlı konuşmuyorlardı. Kimdiler, nereden geliyorlardı. Yaşlı köylü çocukların küçük çantalarına baktığında orada; çokça para, ailece çekilmiş bir resim ve babalarının yazdığı bir mektup vardı. Yaşlı köylü çocuklara korkamamalı gerektiğini söyledi. Burası küçük bir müslüman köyüydü. Savaş sonuna kadar yanında kalabileceklerini ve sonra onları babalarına yollayacağını söyledi. Almanlar hızla yayıldığında bu müslüman köyündekiler de buraları terk ettiler. Yaşlı köylü çocukları da yanına alıp, daha doğuya doğru gitti. Sonunda savaş bitmişti, yaşlı köylü çocukların ailelerini aradı ama oradaki tüm yahudiler toplama kamplarına gönderilmiş ve çoğu da ölmüştü. Abraham ve eşine ait bir belge bulamadılar. Sonunda yaşlı köylü dünyanın tüm ülkelerinden gelen yahudilerin kurduğu İsrail devletine başvurdu. Belki de çocukların aileleri oradaydı. İsrail’den gelen iki görevliye çocukların aile resmini ve paraları teslim etti. 1 ay sonra 276 İsrail’den yaşlı adama bir yazı geldi. Yazıda ona teşekkür ediliyor. Ve artık İsrail devletinin dostu olduğu ihtiyacı olduğunda en yakın konsolosluğa başvurması isteniyordu. Bu yazıyla yaşlı adam çok övünür, koca devlet bana teşekkür yazısı gönderdi deyip, dururdu. Öldüğünde bu yazıyı oğlu alıp, sakladı. Aradan 25 yıl geçmişti. Yaşlı köylünün oğlu o gün Belgrad’taki hastanede doktoru dinlerken üzgündü. Kızının acilen beyin ameliyatı olması gerekiyordu. Bu ameliyatı başarılı bir şekilde yapan bir iki doktor vardı ve onlarda Amerika’daydı. Ne parası yeterliydi ne de o doktorlara ulaşabilirdi. Çaresizdi. Evini satmaya karar verdi. Ve tapuyu çıkarmak için dolabını açıp, karıştırırken babasından kalan o eski belgeyi buldu. Babasının sözlerini hatırladı. “İsrail devleti bana teşekkür ediyor.” “Acaba, satsam değeri nedir?” diye düşündü. Ertesi gün bir antikacıya gidip, belgeyi gösterdi. Antikacı bu teşekkür belgesinin gerçek olup, olmadığını öğrenmek için İsrail Konsolosluğuna fax çekti. Bir saat sonra bir görevli telefon ederek, belgenin sahibini görmek istediklerini söyledi. Elvir “eyvah” dedi “başıma iş mi açtım?” diyerek konsolosluğun yolunu tuttu. Ona bu belgeyi nereden bulduğunu ve neden satmaya çalıştığını sordular. O da her şeyi açıkladı. “Gidebilirsin” dediler ama belgeyi ondan aldılar. 1 hafta sonra kapısına gelen 1 İsrailli görevli, Elvir, eşi ve kızını ABD’ye götürmeye geldiğini söyledi ve devam etti. “O belgeyi araştırdık, İsrail devleti kurulduğunda yahudi hayatı kurtaran kişilere verilmiş az sayıda belgeden birisi ve hala geçerli, İsrail devleti olarak belgede sizin ailenize verilen sözü tutacağız. O belgede; İbranice, sizin babanıza teşekkür ediliyor ve ailenizden birinin başı sıkıştığında İsrail devletinin size yardım edeceği yazıyor. İsrail devleti kızınızı ameliyat ettirmeye karar verdi. Belgeyi de müzede sergilemek üzere alacağız”dedi. Elvir ve eşi şaşkın kalakaldılar. Daha sonra hep birlikte ABD’ye gidildi. Küçük kız beyin ameliyatını oldu. Küçük kız iyileştikten sonra Newyork’daki İsrail konsolosluğunda bir kutlama yapıldı. Elvir ve ailesine İsrali pasaportu hediye edildi. Bu kutlamada yıllar önce yaşlı köylü tarafından kurtarılan ve şimdi evlenip Amerika’da yaşayan Amy, eşi iki kızı ve Mişon, eşi 2 oğlu da vardı. Amy Newyor’un ünlü avukatlarından, Mişon ise bir bankanın genel müdürüydü. Her ikisi de geçişi anlatıp, yaşlı adama duydukları minneti anlattılar. “O gün yaşlı köylü, 2 değil, gördüğünüz gibi kaç yahudiye yaşamını armağan etti.” Dediler göz yaşları içinde. Amy ve Mişon; Elvir ve ailesiyle zaman zaman görüşmek üzere anlaştılar ve küçük kızın tüm eğitim masraflarını üstleneceklerine söz verdiler. Küçük kız şu anda 277 Newyork da tıp eğitimi görmekte ve 5 yıldır Amy ile yaşamaktadır. Annesi ve babası son yaşanan kosova savaşı sırasında Sırp zulmünden kaçabilmek için ilk defa İsrail pasaportlarını kullanıp, ABD’ye gelmişler ve onlarda Amy’nin yakınında bir eve yerleştirilmişlerdi. Bu ilgin öykü Kosova savaşı sırasında ülkeye gelen bu aile ile “Newyork Today”in yaptığı bir mülakattan alınmıştır. KİMİN KALBİ Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak bir şeye çarptığını fark etti. Eğildi baktı. Aman Allahım!. Ayaklarının arasında, bir kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi, diri ve kanlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında, dehşetten çıldıracaktı. Kalp tıp tıp atıyordu ve sımsıcaktı. Delikanlı, sanki ellerine yapışıp bir başka uzvu haline geliveren kalpten kurtulmak istiyor, fakat ne olduğunu bilmediği, kestiremediği duygular tarafından engelleniyordu. Bir müddet sonra sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak için en yakındaki evin kapısını çaldı ve zincir aralığından bakan genç kıza; “Bu kalp sizin mi?” diye sordu. “Biraz önce buldum onu.” Kız, mahcup bir ifadeyle; “Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım bir vefasıza kaptırdım” dedi. “Yandaki eve sorun, onların olabilir.” Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı bir villaydı. Kapıyı açan hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin beyine götürdüler. Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan kanları ayağıyla örtmeye çalışırken; “Bu kalp sizin mi acaba?” diye sordu. “Hala atıyor da” Beyefendi , ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü bir yudum çekerek; “Ben kalbimi dünyaya sattım, canikom” diye sırıttı. “Komşu evde bir yaşlı ihtiyar var, belki o bilir sahibini...” Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe yavaşlayan kalbi bitişik kulübedeki yaşlı ihtiyara koşturarak; “Bu sizin mi?” diye sordu. “Çabuk olun, neredeyse duracak.” Yaşlı adam, okumakta olduğu Kutsal kitabı yavaşça kapatırken; “Ben kalbimi, her şeyimle Allah’a verdim evlat” diye gülümsedi. “Elindekinin sahibini, neden gidip anne ve babana sormuyorsun?” “Her ikisi de yaşlanıp bunadı.” Diye söylendi genç. “Bir bebek gibi alaka görmek istediklerinden, üç gün önce kavga edip onları terk ettim.” İhtiyar adam, büyük bir üzüntüyle; “Terk ettin ha...!” diye mırıldandı. “Terk ettin demek” 278 Delikanlı, söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki yaşlı adam, beklediği cevabı çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin adımlarla ilerledi ve iki eliyle kavradığı delikanlının gömleğini bir hamlede yırtarak göğsünü açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı. KÖRLERİN HİKAYESİ ÇETİN ALTAN Büyük dostum Prof.Sadun Aren, HG. Wells"in bir hikayesini anlattı. Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün... Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri... Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş. Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım. ... Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş. ... Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş: - Filanca malını çaldı falancanın. Körler: - Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler. - Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum. Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi. - Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini? - Anlıyorum tabii... - inanmayız, imtihan edeceğiz seni... 279 ... Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini. - Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler. Adam anlatmış: - Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, Şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs... Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar: - Anlatsana... - İçeri girdiniz göremiyorum ki... Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu: - Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler. - Arada duvar var görmüyorum. Körler : - Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti. Bak, şimdi bilemiyorsun. - Çıkın dışarı, söyleyeyim. - Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani... - Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam. - Öyle şey olmaz, demiler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni... ... Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken: - Buldum, demiş. Bozukluk burada... Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve: - Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu... Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan. Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar. NOT : yirmi sekiz yıl önce yazılmış bir yazı... "Geçip giderken" den... DÜŞÜN ! KONUŞ ! 280 DİNLE ! MÜMİN SEKMAN / HAYAT OKULU EĞİTİMLERİ NE OLMAK İSTİYORSUNUZ Düş gücü, bir insanın en yükseklere uçurabildiği bir uçurtmadır. Birkaç hafta önce başıma çok değişik bir şey geldi.Yatak odamda bebeklerden birinin altını değiştirirken, beş yaşındaki kızım Alyssa yanıma geldi ve kendisini yatağa attı. "Anneciğim, büyüdüğün zaman ne olmak istiyorsun?"dedi. Önce bir tür oyun oynadığını düşündüm ve oyunu sürdürmek için, "Hımmm. sanırım büyüdüğüm zaman anne olmak istiyorum." dedim. "O sayılmaz,çünkü zaten annesin. Ne olmak istiyorsun?" Peki, belki büyüdüğüm zaman papaz olurum." dedim bu kez. "Anneciğim, o da olmaz, zaten öyle sayılırsın!" Bağışla ama hayatım," dedim" ne söylemem gerektiğini anlamadım." Anneciğim, sadece büyüdüğün zaman ne olmak istediğini soruyorum sana. Ne olmak istiyorsan o olabilirsin!" O anda o kadar şaşırmıştım ki, hemen bir yanıt bulamadım.Alyssa da bunaldı ve odadan çıktı. O birkaç dakikada yaşadığım deneyim beni çok derinden etkiledi.Çok etkilenmiştim, çünkü kızımın gözünde ben hâlâ istediğim bir şey olabilirdim! Yaşım, kariyerim, beş çocuğum, kocam, üniversite diplomam, master derecem; hiçbirinin önemi yoktu. Onun gözünde ben hâlâ düşler kurabilir ve yıldızlara uzanabilirdim. Onun gözünde benim hâlâ bir geleceğim vardı. Onun gözünde ben hâlâ astronot, piyanist, hatta opera sanatçısı bile olabilirdim. Onun gözünde ben hâlâ büyüyecek ve bir şeyler olacaktım. Çok dürüst ve masum olduğunu anladığım zaman, yaşadığım o olayın gerçekten çok güzel olduğunu far kettim; aynı soruyu büyükannelerine ve büyükbabalarına da sorabilirdi. O kadar içtendi. Bir yerlerde okumuştum: "Yıllar sonra olacağım yaşlı kadın, şimdiki benden çok farklı olacak. İçimde bir başka benin varlığını hissetmeye başladım." Evet... siz büyüdüğünüz zaman ne olacaksınız? Rahibe Teri Johnson Lauren Bacall (TAVUK SUYUNA ÇORBA ADLI KİTAPTAN) 281 ÖNEMLİ OLAN VERMEKTİR Yıllar önce Stanford Hastanesi"nde gönüllü olarak çalıştığım zaman,çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Lika adında bir kız tanıdım.İyileşmesi için bir tek yol vardı,beş yasındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu.Erkek kardeşi ayni hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu.Doktor bu durumu Liza"nin erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu.Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra,"Evet,eğer Lika kurtulacaksa veririm" dedi.Kan nakli yapılırken,küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizimle birlikte gülümsüyordu.Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu.Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle,"Hemen mi öleceğim?" diye sordu. Yaşı çok küçük olduğu için,doktorun sözlerini yanlış anlamıştı ve kanının tümünü ablasına vermesi gerektiğini düşünmüştü. POLYANNA’ NIN MUTLULUK SIRLARI •Evimi bir parti sonrası temizlemek için Saatlerce uğraşıyorsam, bir çok arkadaşım Var demektir. •Faturalarımı ödeyebiliyorsam, bir işim var demektir. •Pantolonum biraz sıkıyorsa, aç kalmıyorum demektir. •Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığını görüyorum demektir. •Otobüsten indiğim yerden işyerime yolu uzun Buluyorsam, yürüyebiliyorum demektir. •Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyor ve bu Eleştirileri başkalarından da duyuyorsam, konuşma özgürlüğümüz var demektir. 282 •Otobüs beklerken yanımdaki adam Anahtarları ile oynuyor ve ben bu sesten rahatsız oluyorsam, duyuyorum demektir. •Camları silmem, çatıyı onarmam gerekiyorsa Bir evim var demektir. •Dogal gaz faturam yüklü geliyorsa, ısınıyorum demektir. •Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırlarım varsa, yığınla giyeceğim var demektir. •Çalar saatim sabahın köründe çalıyorsa, Yaşıyorum demektir. •Akşamları kendimi yorgun hissediyor ve bacaklarım ağrıyorsa , o gün üretici olmuşum demektir. VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABILIYORSAM MUTLUYUM DEMEKTIR. SAHİP OLDUKLARININ DEĞERİN BİLMEK!!! Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar. “Eski gazeteniz var mı, bayan?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. “İçeri girin de, size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve 283 başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu. “Zengin mi?Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an yağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve “Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi. Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya unutuveririm ne denli zengin olduğumu. SEN UYURKEN Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı, huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor. Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım. "Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin. Öğleden sonra, sen odanda oynayıp, yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum. Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi. Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin. Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, 284 anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın. Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin. Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana, bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim. Uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım. Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim. Çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için. Diana Loomans SEVGİ PROGRAMI.. Müşteri: Çok fazla teknik bilgim yok. SEVGİ yüklemek için ne yapmam gerekiyor? Yetkili: İlk adım olarak KALBİM dosyanızı açmanız gerekiyor. Açtınız mı? Müşteri: Evet. Ancak şu anda GEÇMİŞ ACILAR.EXE, DÜŞÜNDÜKÇE.EXE, HASET.EXE ve GÜCENME.EXE isimli programlar da çalışıyor. Onlar çalışırken SEVGİ yükleyebilir miyim? Yetkili: Problem değil.Yüklediğiniz anda SEVGİ otomatik olarak sisteminizden GEÇMİŞ ACILAR.EXE"yi silecektir. Bir süre daha geçici hafızanızda kalabilir ama artık diğer programları etkilemeyecektir. SEVGİ er geç DÜŞÜKGÜVEN.EXE’ yi silerek YÜKSEKGÜVEN.EXE isimli bir modül yükleyecektir. Ancak, siz HASET.EXE ve GÜCENME.EXE’ yi mutlaka kapatmalısınız. Bu programlar SEVGİ"nin yüklenmesine engel olur. Onları kapatabilir misiniz lütfen? Müşteri: Tamam, kapattım.SEVGİ otomatik olarak yüklenmeye başladı. Bu normal mi? Yetkili: Evet ama unutmayın ki bu sadece bir temel program. Üst versiyonlarının yüklenmesi için başka KALP"lerle bağlantı kurmanız gerekiyor. 285 Müşteri: Ooooops... Daha şimdiden bir hata mesajı verdi. Ne yapmam gerekiyor? Yetkili: Mesaj ne diyor? Müşteri: HATA 412-PROGRAM İÇ SİSTEMDE ÇALIŞMIYOR. Bu ne demek? Yetkili: Endişelenmeyin. Bu sıradan bir problem. SEVGİ programının başka KALPLERDE çalışmaya hazır olduğunu ama henüz sizin KALBİNİZDE çalışmadığını söylüyor. Şu komplike programcılık terimlerinden biri, ama daha sade bir dille "Programın başkalarını SEVEBİLMESİ için öncelikle sizin kendi sisteminizi SEVMENİZ gerektiği" anlamına gelir. Müşteri: Yani ne yapmam gerekiyor? Yetkili :"KENDİNİ KABULLENME" isimli dosyanın altındaki KENDİNİ AFFETME.DOC, KENDİNE GÜVENME.TXT, DEĞER BİLME.TXT ve İYİLİK.DOC isimli dosyaların üzerine tıklayıp hepsini "KALBİM" klasörüne kopyalayın. Bir de KENDİ KENDİNE KRİTİK.EXE’ yi tüm dosyalardan ve daha sonra da çöp kutunuzdan silerek tamamıyla yok olduğundan emin olun. Müşteri: Başardım. Hey ! KALP"im gerçekten tertemiz dosyalarla doluyor. GÜLÜMSEME. MPG şu anda monitörümde oynuyor ve SICAKLIK.COM, BARIS.EXE ve MEMNUNİYET.COM KALP"imin içine kopyalanıyor. Yetkili: O zaman SEVGİ yüklendi ve çalışıyor. Şu andan itibaren her şeyle başa çıkabilmeniz gerekiyor. Yalnız telefonu kapatmadan son bir şey.. Müşteri: Nedir? Yetkili: SEVGİ programı ücretsizdir. Onu ve onun tüm modüllerini tanıştığınız herkese forward edin. Karşılığında onlar da başkalarıyla paylaşacak ve sonucunda size tertemiz modüller geri dönecektir. :o) TUZLU KAHVE Kıza bir partide rastlamıştı. Harika bir şeydi. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki.. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı .. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi .. "Kahveme koymak için .." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.. Delikanlı anlattı: "Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde 286 oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar .. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.." Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının .. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. ..Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü.. 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?. Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken "Tuz" çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İşte gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.. " Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu.. Gözleri nemlendi kadının.. "Çok tatlı!.." dedi.. Richard Fawler 287 YANMAK VAKTİ Hikmet Belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı. Dini bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı ve fırının kapağını açıp içine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçilerde, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmesini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı. Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraf dan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için gelmişti. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtığında şaşırdı. “Hayret, içerideki elektrikler açık unutulmuş” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık olan kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi. Elektriklerin sönmesi ile Hikmet hemen fırının kapısına koştu. Fakat hey hat kapak üzerine kilitlenmişti. var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05 ‘i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı. Yavaş yavaş ısınacaktı fırın... Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belkide çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı... Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Birkaç gün önceydi. İşçilerle acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli.... Hemen nasılda kabarmış, su toplamış sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun 288 içine tutmuştu. Ya şimdi?... Yanan iki parmak ucu değil bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde yana adamlar canlandı. Kendi hali daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede... Terleye çıldıra, dövüne dövüne... İçersinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmışımıydı yoksa?... Bu hararet neden böyle sürekli artıyordu. Aman ALLAH’ım beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin biri olmuştu. Nasıl geçmişti ki saat. Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Ömürleri yanmak vaktini meyve veren insanlar gibi... Elleriyle dokundu. Yok canım... korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı oğlu merak ediyor olmalıydı... Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken hayat arkadaşına daha nazik daha hürmetli olalı değil miydi? Ya çocuğunu ... Keşke dövmemiş olsaydı onu. Onlardan da mesul olduğu için onlarında hesabını verecekti ALLAH’a ... Keşke hanımının dediğini yapsa idi. Hanımı ona: “ haydi birlikte namaza başlayalım demişti.” Hikmet ise “ biraz daha yaşlanalım” diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş ALLAH‘ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden önce son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah, ahmak kafam“ diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar arzu ederdi. Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun yemesine içmesine, üstüne başına dikkat ettiği kadar, kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her türlü pisliğin televizyon ekranından üzerine akmasına nasıl müsaade etmişti. Çocuğuna ALLAH’ını Peygamberini niçin sevdirmemişti? Aklı çocukluğuna gitti.. Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden sadece eline pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Aklına bir fikir geldi, “fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak”. Toprak yoktu ki... fakat olsun hiç kılmamaktan iyiydi. Belki, bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanabilirdi ki... Aslında her namazda öyle 289 hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi ile konuşuyor hissetti. Âlemlerin Rabbine hamdetmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım istemeyi. Dosdoğru; olayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliği ile secde etti. “Eksiksiz, yüce, merhametli olan sensin” dedi acizliğini iliklerine kadar duyarak... Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ah , dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsa idi. Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfurullah çekti. Nasılda daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu. Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yatağından sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15 di. bir rüya görmüştü. Arkadaşı hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “ Cengiz !” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı böyle... Birden aklına geldi. Olamaz..! fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa?.. Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı ışıkları yaktı. Hemen kapağı açıp içeriye seslendi: “ Hikmet!” İçeriden hiç ses gelmiyordu. Birkaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki adının söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat yine duydu. Birisi “ Hikmet” deyip duruyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Cengiz bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla “ Kimsin sen?” dedi. Hikmet’in Cengize sarılmak için uzattığı kolları boş kalmıştı hikmet hâla ağlıyordu. “Ne demek sen kimsin? Hikmetim işte görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim birisi fırının kapağını üzerime kapattı” dedi. - “ Olamaz” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin” Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir mâna veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olurda mesai arkadaşı kendisini tanıyamazdı? Birden aklına bir şimşek çaktı. Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Elleri kırışmış, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu. 290 Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler gecede kim bilir ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir sürece de yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kala kaldı. YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR Los Angles Times yazarlarından Ann yazısı... Eniştem; kız kardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. “Bu” dedi, “sıradan bir çamaşır değil.” Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı. Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti. Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi. “Jan bunu New York’a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi. Özel bir gün için saklıyordu.” Çamaşırı benden aldı ve cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla kapattı ve bana döndü ve dedi ki: “Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir.” Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden California’ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm. Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini düşünüyorum ve hayatım değişti. Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum. Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum, iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık “hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk alınacak olaylar silsilesi olarak örülmesi” gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum. Kıymetli tabak çanağımı her “özel” olayda kullanıyorum. Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak bahçede ilk açan çiçek gibi özel olaylarda. En pahalı ceketimi canım isterse süper markete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka memurlarının burunları da en az parti parti gezen arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır. “bir gün” kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti. Bir şey eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmek, duymak ve yapmak istiyorum. Hepimizin “Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız yarını görmeyeceğini” bilseydi eğer kız 291 kardeşim, neler yapardı kim bilir? Sanırım aile fertlerini veya yakın arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi. Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı. Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben?. Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım için kızardım. “Bir gün ararım” dediğim dostları görmediğim için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelemeye, duygularımı dizginlememeye çalışıyorum. Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün “Özel bir gün”olduğunu söylüyorum. Her gün, her dakika her nefes gerçekten Allah’tan bize bir armağan. YUMURTA Su birikintilerinin göbeğine basa basa yürüyordu. Ayağındaki lastik ayakkabılar değil su, rüzgar bile kolaylıkla geçirebilir haldeydi. Üstündeki hem gömlek hem ceket hem de palto vazifesi görüyor suratının kirinden masum masum bakış pek fark edilemiyor. Ancak çok yakından bakan bir kimse,küçük,siyah ve pırıl pırıl gözleri tanıyabilirdi. Karnının gürültüsü isyan bayrağı halini almıştı. İki gün önce yediği bayat simitleri çoktan dışarı atmıştı. Biraz serttiler ama kokusu çok hoştu onların. Caddenin sağına soluna bakmaya başladı. Bir gün önceki pazarın kalıntıları tüm tazeliği ile duruyordu. Birkaç sokak köpeği, birikintileri eşeleyip nafakalarını arıyordu. Kendisine nazaran daha şanslı idi onlar. Hayvan lar iç güdüleri ona dişlerini gösterip hafif hafif hırladılar. Kar hızını artırmıştı...Tipiyle birlikte iri tanecikler düğmesiz gömleğinin içine süzülüyordu. Birden başından aşağı sıcak ve hafif bie şeyin döküldüğünü fark etti. Kafasını kaldırdı ve önünde bulunduğu apartmanın en üst katından yaşlı bir kadının kül döktüğünü gördü. Ağzının açıp bir şeyler söylemek istedi, sesi çıkmadı. Rahmetli babasının vaktiyle ona verdiği öğütleri hatırladı, başını öne eğdi. İçinden “Hemcinsini seveceksin” diye diye yolun sağ tarafına geçti. Midesindeki buruşukluk son haddine varmıştı. Ne yapmalıydı,nasıl bunun önüne geçmeliydi,çaresizlik içinde başını iki yana doğru birkaç defa salladı. İçinden gelen yanmayla,ellerini karın boşluğuna bastırıp bir-iki dakika çökelmiş vaziyette kaldı. Doğruldu ,şimdi ellerini midesinin üstünde yola koyuldu. İleride bir bakkal dükkanı gördü,kapısının önünde bir yumurta sandığı vardı. Hafifçe o tarafa doğru seğirtti. Üstleri hafif kara örtülmüş yumurtalara baka baka geçti. Dükkanı on metre geçince durdu. Çalmalıydı;evet çalmalıydı. 292 Babasının sözleri geldi yine aklına:”Hırsızlık dünyanın en kötü işidir yavrum”. Durdu,kafasıyla midesinin mücadelesini dinledi. Gene olduğu yere çöktü,birkaç dakika öyle bekledi. Çalacaktı mücadeleyi midesi kazanmıştı. Yolun iki tarafını dikkatle yürümeye başladı. Tek tehlikeli yer bakkalın karşısındaki berber dükkanıydı. Adam sandalyesine oturmuş bir şeyler okuyordu. Yavaşça yumurta sandığına sokulmaya başladı.”-Ah, pişmiş olsaydı keşke” diye mırıldandı. Kapıyı geçip durdu. Karşı ki berbere baktı,sağa baktı eğilip iki yumurta kaptı,koşmaya başladı. İki avuncunda birer yumurta koşarken arkasından ayak sesleri duydu. Yan gözle bakınca beyaz bir önlük fark etti. Daha hızlı koşmak istedi,fakat boş midesinin götürdüğü bacakları güçsüzdü. Ayağı bir taşa takıldı ve yüzü koyun yere düştü. O zaman ensesinden ayağa kaldıran berber olduğunu gördü. Adam çocuğu ayağa kaldırması ile iki tokatla yere çaktı. Yüzü biraz önce kırılan yumurtalardan birinin üstüne geldi,beline gelen tekmelere aldırmadan karların yumurtayla sararmış kısmını yalamaya çalıştı. Adam yoruldu ve küfürle nasihat ederek yanından ayrıldı. Çocuk bitkin bir vaziyette doğruldu. Avuç içleri ve burnu kanıyordu. Kanayan burnunu gömleğinin koluna sildi. Bir evvel ki gece kaldığı mescidin bahçesine gitmeye karar verdi. Yokuştan aşağıya doğru kıvrıldı bir eli midesinde diğer eli belinde,burnundan hafifçe kanlar süzülür halde uzun zaman yürüdü. Dizlerinin üstüne yıkıldı, bir süre öyle kaldı. Yürümeye çalıştı. Mescidin bahçesinden içeri kıvrıldı. Duvarın aralığına girdi. Ellerini göğe doğru kaldırıdı,ağlamaya başladı. Dua etmek istedi, bir an öfkelendi yardım istercesine açılan elleri yumruk haline geldi. Üç gün sonra onu, mescidin bahçesine oynamaya gelen küçük çocuklar buldu. Eriyen karlar kirli yüzünü tertemiz yapmıştı. Gömleğinin yakasında yumurta kabukları duruyordu. Morgun arabasına koyarken çok uğraştılar ama yumruk halindeki ellerini açamadılar. 293