Teknoloji 101
Transkript
Teknoloji 101
02 Aralık 2009 Teknoloji 101 - Sayı 3 http://ieee.bilkent.edu.tr/teknoloji101 Bu sayımızda neler var? Sayfa -3 Sayfa -8 Sayfa -14 Sayfa -16 Sayfa - 19 Nobel Ödülleri - Sayfa 32 Pardus Nedir?– Nedir?– Sayfa 28 28 Linux ile Grafik Düzenleme - Sayfa 34 İbrahim Körpeoğlu ile Söyleşi Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğretim görevlisi olan Dr. İbrahim Körpeoğlu ile Bilkent Üniversitesi'nde geçirdiği öğrencilik yılları, IEEE ve teknoloji dünyasını yakından ilgilendiren çalışmaları üzerine keyifli bir röportaj yaptık.... Tek101 : 1994 yılında Bilkent Üniversitesi'nden mezun olmuşsunuz. Bilkent'in size kattığı değerler nelerdir? İbrahim Körpeoğlu : Öncelikle, Bilkent'te çok iyi bir öğrencilik hayatı geçirdim. Çalışma ortamı olsun, arkadaşlık ortamı olsun; çok güzeldi. Bilkent’te okuduğum yıllarda bilgisayarlar bu kadar yaygın değildi, ancak üniversitenin bize sağladığı imkânlar genişti. Laboratuarlar 24 saat açıktı. Öğretim üyeleri çok iyiydi ve öğrencilerine yakın ilgi gösteriyorlardı. Kısacası, Bilkent'in eğitim ortamı, akademik kalitesi, lojistik imkânları (rahat yurtlar v.s.) iyi bir mühendis olmak için gerekli altyapıyı oluşturdu. Yapmamız gereken çalışmaktı. Peki, Bilkent Üniversitesi'nden mezun olmak size nasıl yararlar sağladı? Mezuniyet sonrası imkânlardan bahsedecek olursak, Bilkent yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da tanınan bir üniversiteydi. Bu sebeple Bilkent çatısı altından mezun olmak insanların size pozitif yönde bakmasını sağlıyor. Bildiğiniz gibi Bilkent Üniversitesi'nde Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen birçok seçilmiş öğrenci ile okuyorsunuz ve her biri mezun olduktan sonra çeşitli yerlerde kariyerlerini geliştiriyorlar ve siz de bu geniş Bilkent ağının bir parçası oluyorsunuz. Bu ağ sadece Türkiye çapında değil, dünyaya yayılmış durumda. Özellikle Amerika ve Avrupa ' da birçok Bilkent mezunu yaşıyor. Siz de yurtdışında bir yere gittiğiniz zaman bu ağın bir parçası olduğunuz için yalnızlık hissetmiyorsunuz. Eğitim açısından bakarsak, Bilkent'in size sunduğu kaliteli eğitim sayesinde yurtdışında okurken herhangi bir zorluk çekmiyorsunuz. CV’inize baktığımızda Ericsson, IBM gibi büyük şirketlerde çalışmış olduğunuzu öğrendik. Ancak, daha sonra Bilkent Üniversitesi'nde akademik kariyerinize devam etmişsiniz. Neden akademisyen olarak çalışmayı tercih ettiniz? Öğrencilerle birlikte olmayı ve onlara bir şeyler öğretmeyi seviyorum ama araştırma yapmak, yeni fikirler üretmek de güzel. Bazı şirkerlerin yoğun araştırma yapılan birimleri var. Buralarda çalışmak da heyecanlı. Dolayısıyla, ikisi de tavsiye edilebilir. Endüstride çalışmanın da akademisyen olmanın da birbirinden üstün yanı yoktur (endüstride çalışmaktan kastım bir şirkette ya da kamu kurumunda mühendislik yapmaktır). Kişiye göre değişebilir. Önemli olan ilgi alanına doğru karar vermektir. Aslında benim ikisine de ilgim vardı. Endüstri sektöründe çalışmak hoşuma gidiyordu. Amerika 'da Ericsson, IBM gibi şirketlerde çalıştım. Ancak Türkiye 'de ARGE üzerine çalışan şirketlerin sayısı göreceli olarak azdır. Daha çok geliştirme ve entegrasyon üzerine çalışan teknoloji şirketleri bulunur. Şirketlerin bu şekilde dağılımı da doktorada elde ettiğiniz kazanımları kullanmanızı kısıtlıyor. Bu nedenle Türkiye 'ye dönerseniz akademide kalma isteğiniz daha güçleniyor. Ama Amerika 'da kalırsanız IBM Araştırma Merkezi, Bell Laboratuvarları gibi araştırma şirketleri var ve bu tür araştırma şirketleri belirli konularda üniversiteler gibi araştırma yapıyorlar. Bu tür şirketlerin ARGE birimlerinin üniversitelerden pek farkı yok. En büyük farkı öğrenci bulunmamasıdır. Bu tür şirketlerde çalışan insanlar araştırma yaparlar ve herhangi bir ürünü doğrudan geliştirmekten sorumlu değillerdir. Yanlız genel olarak, daha çok ürün olabilecek potansiyeli ortaya çıkaracak projeler üzerine çalışırlar. Amerika'da kalsaydım, akademisyenliğe yönelmek yerine bir ARGE şirketinde çalışmaya devam edebilirdim. Öğrencilerin aklında endüstri (yani şirketler ve kamu kurumları) mi yoksa akademi mi sorusu varsa, o zaman önce bir şirkette çalışmayı denesinler (mesela eğitim sırasında staj yaparak), ortamı görsünler; bu iyi olabilir. Daha sonra karar versinler. Mezun olmadan önce karar vermek çok zordur. Öğrencilerin, lisans eğitimi sırasında, yüksek lisans ve doktora yaparken staj yapma şansları var. Stajlar, sağladıkları teknik kazanımların yanısıra, şirket/kurum ortamlarını görmek için çok yararlı olmaktadır. Bu şekilde daha üniversitede iken öğrenciler şirkette çalışmak nasıl oluyor konusunda fikir sahibi olabilirler. Önemli olan öğrencilerin sevdiği ve yapabildikleri işi yapmalarıdır. Birey için istediği, sevdiği ve başarabildiği iş iyidir. Ben Türkiye'ye döndüğüm için akademik hayatı tercih ettim; eğer Amerika'da kalsaydım endüstride de çalışmaya devam edebilirdim dediniz. Aslında ülkemizin dert yandığı konulardan biri beyin göçü... Yüksek lisans ve doktora çalışmalarınızı Amerika'da tamamlamanıza rağmen, Türkiye'ye dönmenizde rol oynayan etmenler nelerdir? Bilkent Üniversitesi'nin Üniversitesi'nin size sunduğu bir teklif üzerine mi Türkiye'ye döndünüz? Hayır, aslında ben Türkiye'ye dönmeyi tercih ettim. Bu sırada Bilkent Üniversitesi'ne başvurdum. Peki, neden Türkiye 'ye dönmeyi tercih ettim? Dördüncü sınıfta okurken yurtdışına çıkmak oldukça cazip geliyordu. Yurtdışına açılmak, mümkünse kendi alanımdaki büyük şirketlerin nasıl çalıştığını görmek istiyordum. Şu anda bilgisayar dünyasında hepimizin bildiği çok büyük şirketler var: IBM, Microsoft, Intel, Google, HP ... Bu şirketlerde geliştirilmiş kavram, sistem ve büyük projelerin bazılarını derslerde görmemiz yurtdışına gitme isteğimi daha çok arttırıyordu ve benim de son sınıfta imkânım oldu. Bu imkânı değerlendirerek yurtdışına gittim. Orada, bu büyük şirketlerden IBM, Bell Labs gibi yerlerde staj yaptım. Mesela Bell Labs, bilgisayar ve elektronik mühendisliği için çok önemlidir. Çünkü transistör, C programlama dili, Unix orada icat edildi. Bu stajlar sayesinde çok önemli deneyimler elde ettim ve yurtdışında eğitimimi tamamladım. Ancak belli bir süre sonra bu tür meraklarınız giderek azalıyor. Daha sonra şu soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz: Yurtdışında mı yaşamalıyım yoksa Türkiye'de mi yaşamalıyım? Yani hayat stilinize karar vermek zorundasınız. Amerika'da 7,5 yıl bulundum ve hedeflerimin çoğunu gerçekleştirdim. Ancak Amerika'da yaşamak benim için çok da cazip gelmedi. Türkiye ve Amerika arasında kişiye sağlanan imkânlar açısından fark da azalmış durumdadır. Amerika'da geliştireceğim projeleri Türkiye'de de geliştirebilirdim. Türkiye'de daha mutlu bir hayat süreceğimi ve aile ortamımı düşünerek Türkiye'ye dönmeye karar verdim. Bluetooth üzerine çalışmalar yapan bir ekipte yer almışsınız. Bu çalışmalardan söz eder misiniz? Danışman Hocamın daha önce mezun olmuş olan bir doktora öğrencisi IBM Araştırma Merkezinde çalışıyordu. 1998 yılında onun yanında staj yapmak için New York’daki IBM T.J. Watson Araştırma Merkezi’ne gittim. Bilgisayar ve iletişim dünyasında o yıllarda şöyle bir problem vardı: Bilgisayarlar küçülüyordu. Laptoplar yaygınlaşmış ve PDA (Personal Digital Assistant) gibi kavramlar ortaya çıkmıştı. PDA’lar 1997 yılından önce o kadar yaygın değildi. IBM'nin Workpad'i ya da PalmPilot o zaman ortaya yeni çıkan ürünlerdi. PDA'lardaki sorun kablosuz ağ ve Internet bağlantılarının olmamasıydı. Şimdiki PDAlardaki gibi GSM, GPRS ya da 3G bağlantıları yoktu. Şimdi herşey bir cihazda birleştirilmiş durumda (smart phone). O zamanlar sadece ajanda görevi gören, bazı bilgileri depolamaya yarayan küçük bilgisayarlardı PDA’lar. Bu PDA’lar sadece seri kablo ile bilgisayara/Internet’e bağlanabiliyor ve senkronize edebiliyordu. IBM 1998 yılında başlattığı projede PDA’ların kablosuz ve mobil olarak ortama ve ağa bağlanmasını hedefliyordu. Tabii ki, bu tür bir kablosuz teknolojinin ucuz olması, çok düşük enerji harcıyor olması, ve çok az yer kaplıyor olması lazımdı. O yıllarda bunu sağlayacak ve yaygın olarak kullanılan bir kablosuz teknoloji yoktu. 802.11 (WiFi) teknolojisi o zaman da vardı ama hem pahalıydı hem de oldukça fazla enerji harcıyordu. Dolayısıyla Kısa mesafeli iletişim sağlayan, düşük enerji harcayan, ucuza üretilebilen kablosuz bir teknolojiye ihtiyaç vardı. Daha Bluetooth çıkmadan biz de bu teknoloji ile ilgili donanım, protokoller ve algoritmalar üzerine çalışıyorduk. Projemizin adı BlueSky’dı (mavi IBM’in rengidir). Daha sonra Ericsson liderliğinde Toshiba, IBM, Nokia ve Intel şirketlerinden oluşan Bluetooth Ortak Çalışma Grubu (Bluetooth Special Interest Group) kuruldu. Bu grubun amacı daha önce bahsettiğim gibi düşük enerjili, kısa mesafeli ve ucuz bir radyo teknolojisi tasarlayıp, bu teknolojiyi çeşitli araçlara entegre etmekti. IBM'de benim bulunduğum grup, Bluetooth projesine katkıda bulunmaktan sorumlu gruptu. Bu grup, mobility, PPP ve datalink layer protokollerinde standartlara katkı vermeye çalıştı. Bu katkıyı sağlarken tecrübemiz Bluetooth çıkmadan önce çalıştığımız BlueSky projesine dayanıyordu. Orda öğrendiklerimizi bu projeye aktarmaya çalıştık. Proje geliştikten sonra, 1999 yılında Bluetooth çipleri ortaya çıktı. Bu çipler üzerine yazılımlar yazılmaya başlandı. Böylelikle Bluetooth teknolojisi gelişti. Bir çok kablosuz teknoloji gibi, Bluetooth da büyük iletişim ve bilgisayar şirketlerinin ve yüzlerce kişinin ortaklaşa çalışması sonucu ortaya çıkmıştır. Şuan IEEE Türkiye Şubesi Bilgisayar Bilgisayar Topluluğunun Başkanlığını yürütüyorsunuz. IEEE ile nasıl tanıştınız bize kısaca bahseder misiniz? Öğrencilik yıllarımdan bu yana IEEE üyesiyim, 1995 yılında üye oldum ilk defa. Bu konuda şuan hala Bilkent Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde akademisyen olarak çalışan Levent Onural ve Ezhan Karaşan hocalardan bilgi almıştık. Daha sonra 2004 yılında Bilgisayar Mühendisliği Bölümü hocalarımızdan Uğur Güdükbay’a Türkiye Şubesi Bilgisayar Topluluğu için başkanlık adaylığı teklifi geldi. O da bu konuda benimle beraber çalışmak istedi ve ben de sekreter olarak görev yaptım. Daha sonraki dönemde Sabancı Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi bu görevi yürüttü. Bu yılın başında bu sefer başkan adaylığı teklifi bize de yapıldı ve seçildik. Topluluk içerisinde görev almanız için yapılan teklifler neye göre yapılıyor? Bu IEEE’nin size sağladı mühendislerarası sosyal ağın bir sonucu aslında. Size sağlanan bu ağ ile beraber insanlar arası ilişkileriniz gelişiyor ve böylece siz de yönetim kademelerinde görev alabiliyorsunuz. Peki, IEEE’nin mühendislik kariyerinizde size kattıkları neler acaba? IEEE yayınları kendinizi geliştirmeniz açısından oldukça faydalı kaynaklar. Üye olmanız durumunda bu kaynaklara kolayca ulaşabiliyorsunuz. Ayrıca büyük bir camianın parçası oluyorsunuz. Bu da, insanlarla kontakt kurma, konferans ve seminerlere katılmanızı ve hatta organize etmenizi kolaylaştırıyor. Böylece diğer insanlara da bilgilerinizi iletebiliyor ve onlara yardımcı olabiliyorsunuz. Şu an yapmakta olduğunuz çalışmalardan bize kısaca söz edebilir misiniz? Genel olarak bilgisayar ağları ve kablosuz ağlar üzerine çalışıyorum. Şu sıralar yaptığımız çalışmaların bir kısmı, değişik türde sensörlerin kısa mesafeli RF iletişimi teknolojisi kullanarak oluşturdukları ağlar (sensör ağları) için network protokollerinin, algoritmaların ve bazı prototip uygulamaların geliştirilmesini içermektedir. Sensör ağlarının kullanılan sensörlere bağlı olarak çok çeşitli uygulamaları olabilir. Örneğin önceden belirlenmiş bazı referans noktalara bu cihazlar yerleştirilerek hava kirliliği denetlenebilir ya da ısı sensörleri kullanarak orman yangınlarıyla mücadelede kullanılabilir. Bir ormanda belirlenmiş noktalara mesela iki bin noktaya bu sensörleri yerleştirebiliriz. Bir noktada yangından kaynaklı ısı artışını tespit eden bir sensör o veriyi diğer sensörleri kullanarak onlar üzerinden bu bilgiyi merkeze gönderebilir. Hatta şu anda pek fazla uygulaması yok ama ilerde biyomedikal alanında uygulamaları olabilir. Sensörlü cihazlar insanların parçası olabilir. Aynı anda kendi aralarında da ağ kurabilirler ve Internete de bağlanabilirler. Bu şekilde kişisel sağlıkla ilgili bazı değerler 24 saat yakından ya da uzaktan takip edilebilir. Maliyeti ne kadara geliyor sonuçta çok sayıda kullanacağımız kullanacağımız için fiyat önemli bir husus oluyor burada. Şuan için biraz pahalıya geliyor bunlardan kullanmak. Prototipler 100-200 $ civarında. Bu sebeple deneylerimizde çok fazla sayıda gerçek sensör kullanmadan modellemeler yaparak, simülasyonlar kurarak çalışıyoruz. Ama ilerde bunlar yaygınlaşır ve seri üretime geçilirse 1-5 $ arası bir fiyata süşecek maliyet. Tabi bu sürecin ilerleyişini tahmin etmek zor. Peki, bu sensörler nasıl çalışıyor? Kısa mesafelere RF iletişimi ile ve düşük enerji ile veri aktarıylar. Bir sensör tarafından oluşturulan veri, diğer sensörler üzerinden iletilerek merkeze ulaştırılıyor; kablosuz bir şekilde. Yani her bir sensör aynı zamanda bir network elemanı, ve network protokolleri çalıştırıyor. Mesela MAC ve routing protkolleri. Ama bir baz istasyonu gibi çok kompleks bir yapısı yok. Aynı zamanda bazı istasyonu gibi uzun mesafelere transmit etmiyor. Kısa mesafeye paket gönderimi yapıyor. Dolayısı ile uzak noktalara veri ulaşımı sensörlerin birbirlerini kullanarak gerçekleştiriliyor. Yalnız pil ömrü önemli bir husus olduğundan veri aktarımında enerjiyi çok tararruflu kullanmak gerekiyor. Bu da sensör kartları için yazılan yazılımların, geliştirilen protokol ve algoritmaların son derece enerji tasarruflu olmasını gerektiriyor. Geliştirilen bütün protokoller enerji kullanımını gözönünde bulundurmak zorunda. Mesela yönlendirme protokolleri. Enerji etkin bir çok yönlendirme protokolü önerilmektedir. Enerji etkin yönlendirmeye örnek verecek olursa, mesela, eğer bir sensörün pil ömrü azsa ve başka sensörlerin pilleri daha doluysa veriyi aktarmak için seçilen yol, pili daha çok olan sensörler üzerinde geçecek şekilde seçilmektedir. Bu konularda 2000 yılından beri yoğun bir araştırma gerçekleştirilmektedir. Yine bu konularda hem teorik, hem pratik araştırma çalışmaları yapmak mümkündür. Cihazların büyük bir kısmını pil oluşturuyor peki başka neler barındırıyorlar üzerlerinde? Oldukça küçük boyutlardalar aslında. Bir sensör network elemanı (sensor node), temel olarak bir sensör bileşeni, bir işlemci bileşeni ve RF alıcı/verici bileşeninden oluşuyor. Gayet basit bir şekilde çalışıyor bireysel olarak bir cihaz. Sensör aracılığıyla aldığı veriyi işledikten sonra vericisi aralığıyla işlenmiş veriyi diğer cihaza aktarıyor. Bu teknolojinin bu kadar küçülmesini sağlayan husus son yıllardaki iletişim, elektronik ve bilgisayar alanındaki muazzam ilerlemedir. 1990 yılıda Bilkent’de öğrenci iken kullandığımız PCler 4 MHz işlemciye sahipti. Turbo düğmesine basınca 8 MHz oluyordu. Şimdi ise şu elimde tuttugum ufacık sensor karti 4 MHz islemciye sahip. Gelişen teknoloji ile yeterince fonksiyonal ve güçlü sensör, işlemci ve iletişim modüllerini ufacık bir karta koyup bir demir para büyüklüğünde sensor cihazı yapmak mümkün artık. Sizinle röportaj yapmak çok keyifliydi. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz... Röportaj: Caner Odabaş Tuba Kesten Türkiye’de Oyun ve Animasyon Teknolojileri DOTA, Pro Evolution Soccer, Age of Empires, Star Wars ve daha birçoğu. Bunlar hemen herkesin hayatlarında yer kaplayan bilgisayar ve konsol oyunları, kısacası eğlence sektörünün en önemli parçaları. Bu oyunlar yüzünden bilgisayar başında geçen saatler ve sonrasında uzun süre oyunun etkisinde kalma da cabası. Artık gelişen teknoloji sayesinde görsellik açısından gerçekleriyle birebir oyunlar piyasaya çıkmaya başladı. Oyun teknolojileri ile oyunların birbirlerine bağlı gelişmesi, her iki ikisinin de ilerlemesine büyük bir ivme kazandırdı. Peki ya siz, kendi tasarladığınız ve popüler olacak oyunların olmasını istemez misiniz? Sizin de bir parçası olduğunuz bir bilgisayar veya konsol oyununun dünya çapında beğenilerek oynandığını görmek… Bu bir hayal olarak gözükebilir sizlere, ancak oyun geliştiricileri, hayallerini gerçeğe dönüştürmeye çalışan kişilerden başkası değildir. Her biri bilgisayar ve konsol oyunları oynayarak, animasyonlar izleyerek kendini bu alanda geliştirmiş kişilerdir. Oyun ve animasyon alanında girişimler Türkiye’de yeni yeni başladı ve hızla büyüyor. Bu alanda yetenekli oyun ve animasyon geliştiricilerini desteklemek amacıyla kendini bu alanda geliştirmek isteyen herkese kapısı açık olan kuluçka merkezleri açılmaya başladı. Bunların en iyi örneği olarak ODTÜ Teknokent bünyesinde açılan ATOM (Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi) gösterilebilir. ATOM, bu alanda çalışma yapmak isteyen girişimcilere “ön-kuluçka merkezi” kurma fırsatı sunuyor. Peki nedir ön-kuluçka merkezi? Ön-kuluçka sistemi geliştiricilere ve potansiyel girişimcilere bir grup içinde iş fikirlerini ve projelerini hayata geçirme fırsatı sunarken, aynı zamanda iş dünyasında yer bulmak adına gereken deneyim ve yönlendirmeyi sağlıyor. Ön-Kuluçka yapısının temel amacı üretilen yaratıcı fikirlerin kaybolmasını önlemek ve bu fikir ve projelerin deneyim ile yatırıma dönüşmesini sağlamak. Peki bu merkezlerde neler gerçekleştiriliyor derseniz, dijital oyun ve animasyon alanlarında girişimciliği teşvik ediyor ve yeni teknoloji tabanlı şirketler yaratıyorlar; kalifiye insan kaynağını sektörün farklı ihtiyaçlarına uygun bir şekilde eğitiyorlar. Bunların yanı sıra oyun geliştirme ve animasyon üzerine toplumsal bilinci arttırmaya yönelik çalışmalar yapmak, geliştiriciler arasında disiplinlerarası uyum ve bilgi paylaşım kanalı kurmak ve potansiyel uluslararası ortaklarla işbirliğine yönelik fırsatlar yaratmak da temel amaçları arasında yer alıyor. ATOM’a her gittiğimde sürekli aklıma aynı soru geliyor: “Acaba ben de mi burada çalışsam?”. Gerçekten mükemmel ve rahat bir çalışma ortamı var. “Şu iş ne zaman bitecek?” diye çıkışan bir müdürünüz veya sıkıcı bir ofis ortamı yok. İş yerlerinde çalışanlar boş vakit olsa da kendimizi dışarı atsak diye beklerken, burada herkes dev projektörlerle ve konsollarla oyun başında sevdiği işi yapıyor. Pixar’ın animasyon filmlerinden biri olan Up filmindeki karakterlerden biri gördüğünüz resim. ATOM bünyesinde çalışan tasarımcılardan biri kendi resmini gönderir ve kendisinin modellenip filmde kullanılmasını Pixar’dan rica ediyor, ve filmin ilk fragmanı çıktığında kendisini görüyor. Düşünsenize kendi resminizi gönderiyorsunuz Pixar modelliyor ve filminde kullanıyor, eğlenceli olsa gerek. ATOM, Türkiye’deki oyun ve animasyon üzerine çalışan ilk ve tek ön-kuluçka merkezi diyoruz ancak yeni gelişmekte olan bu sektörde çalışanların kendilerini ispatlama şansları ne kadar yüksek? Yaptıkları çalışmalarla ne kadar başarılı olabilirler ki? Bu sorular kafanızı kurcalıyorsa birkaç örnek vermek de fayda var. Dünyaca ünlü bilişim firmalarından oyun geliştiricilerine sağlanan yüzbinlerce dolar destekten, dünyaca ünlü eğitmenlerden bu alanda verilen eğitimlerden ve çalışanların yakaladığı başarılarla adını sadece Türkiye’de değil dünyada da duyuran Türk oyun ve animasyon geliştiricilerden bahsediyoruz. Oyun ve animasyon geliştirme kuluçka merkezindeki çalışanlar yakaladıkları başarılar sayesinde dünya oyun teknolojileri alanında ENler arasında yerini alıyorlar. Kafalarda oluşan sıradaki soruyu tahmin edebiliyorum. “Diyelim kendimi ispatladım, başarılı çalışmalar yaptım ve kendi işimi yapmak istiyorum.” veya “Kuluçka nereye kadar? Kabuğumdan dışarı çıkmak istiyorum”. Eğer ciddi işler yapabilecek duruma geldiyseniz ve kendinizi ispatladıysanız, size sunulacak imkanlar çok fazla. Örneğin, Sanayi Bakanlığı’ndan aldıkları 100.000’er TL’lik destekle ortaya çıkan 3 şirket var. Bunlar: Venom Artworks, Zinek ve Lama Productions. Hepsi ön-kuluçka merkezlerinde kendilerini ispatladıktan sonra kendi işlerine başlamışlar ve alanlarında çok başarılı projelere imza atıyorlar. Bu şirketlere göz atarsak: Lama Production Lama Prodüksiyon ağırlıklı olarak 3D animasyon, görsel efekt ve etkileşimli uygulamalar üzerine çalışan bir prodüksiyon firmasıdır. Diğer prodüksiyon firmalarından farklı olarak, Lama Prodüksiyon, arge konusunda da kendini geliştirmeyi ve uzun vadede Türkiye’de sektöre yön veren animasyon firmaları arasında yerini almayı hedeflemektedir. Lama Produksiyon, şu anda Turkcell Davranış Yetkinlikleri Modeli (13 dakikalık uzaktan eğitim paketi), Milli Eğitim Bakanlığı “Pasak ile Yunak” Projesi (18 dakikalık eğitsel animasyon filmi), “Çanakkale Savaşı Oyunu Projesi” ve Sanayi Bakanlığı Girişimi olan “Lamax Hareket Yakalama ve Analizi” başlığı altında dört projeyi eş zamanlı olarak yürütmektedir. Venom ARTWORKS Venom ARTWORKS, alternatif dünyalar, rol yapma oyunları, reklam ve tanıtım oyunları ile gündelik oyunlar, iphone ve mobil cihazlar için uygulamalar geliştiren bir firmadır. Bunların yanında konsept tasarım, illustrasyon, programlama ve oyun tasarımı üzerine de destek vermekte ve çalışmaktadır. Şu u anda kendi alanında yenilikleri bulunan “Dragon Strike: The Deckwars” isimli devasa online kart oyunu projesi ile iphone ve PC için gündelik oyun ve uygulamalar üzerinde çalışmaktadırlar. Zinek Zinek Yazılım Evi ve Oyun Stüdyosu oyun ve simulasyon motoru toru geliştiren ve faaliyetlerini Türkiye'de gerçekleştiren bir grup. Ana grup motoru geliştirirken, kendi bünyelerinde kurdukları alt gruplar ise bu motoru kullanarak oyun ve simulasyon geliştiriyorlar. Motor, T.C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından hibeyle h destekleniyor. Zinek Motoru FPS, TPS ve Isometric türlerini desteklemekte ve bununla beraber simulasyon geliştirmek isteyenler firmalar için ideal bir temel hazırlamaktadır. Umarım Türkiye’de Oyun ve Animasyon üzerine ciddi anlamda neler yapılabildiğini anlatabilmişimdir. Bu işin ne kadar eğlenceli ve ne kadar önemli olduğunu, bu sektörün ne kadar büyük bir ivmeyle yükseldiğini örneklerle görmekteyiz. Bu alandaki önyargıları bir kenara bırakmanın ve hayallerin peşinden koşma vakti geldi. Siz de ilgilendiğiniz oyun ve animasyon teknolojileri üzerine kendinizi geliştirebilirsiniz. Yıllardır beğeniyle takip ettiğiniz oyunlar, animasyonlar ve bu konudaki hayalleriniz ATOM sayesinde gerçeğe dönüşebilir. Unutmayın: Hayal edebilirseniz gerçeğe dönüştürebilirsiniz. İnternetin yaratıcısı olan Vinton G. Cerf’in dediği gibi “Eğer birşeyin hayalini kurabiliyorsan, onu programlayabilirsin. Hayal ettiğini programladığın zaman hayalin gerçek olur. İşte bu benim kariyerimin ve internetin oluşum sürecidir.” C. Serkan Baydın serkan@ieee.org http://serkan.hizdelisi.com Not: Duyduğum kadarıyla Bilkent IEEE Öğrenci Kolu sizlere ATOM gezisi düzenliyormuş, bilginize ;) Futbolda Teknoloji Kullanımı J.B Priestley’e göre “ Futbolun yirmi iki adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet'in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur.” (The Good Companions, 1928) Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle futbol sadece sahada formalarla, ayakkabılarla ve topla oynanan bir oyun olmaktan çıkmıştır. Daha geniş kitlelere hitap edebilen futbol, gelişen teknolojiyle giderek daha büyük bir çekim alanı oluşturmaktadır. Ürettikleri malzemelerle uluslar arası organizasyonlarda yer alan firmaların katkısıyla hangi futbolcunun kaç kilometre koştuğundan frikik atışlarının kaleye uzaklığına kadar her şey ölçülebilmektedir. Son dönemde hakem hatalarının artışı nedeniyle futbolda teknoloji kullanımının yaygınlaşması gündeme geldi. Kale direğine sensör yerleştirilmesi, ve çipli top kullanımı ile topun çizgiyi geçip geçmediği tartışmalarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bunun yanında, kulaklıklı telsiz sisteminin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte orta hakem, iki yan hakem ve dördüncü hakem, maçta gelişen olayları daha iyi takip edebilme olanağına sahip olmuşlardır. Hakem ve yardımcıları butona basmaya gerek kalmadan konuştukları anda birbirleriyle iletişim sağlayabilmektedir. Cihaz düdük sesini almadığı ve sadece hakem ve yardımcı hakemin konuşmasına duyarlı için orta hakem düdük çaldığında yardımcıları kulaklıktan rahatsız olmamaktadır. Dördüncü hakemde ise bu cihazın özelliklerine ek olarak ekstra bir buton bulunmaktadır. Bu butonun eklenme amacı, dördüncü hakem tribünlere daha yakın olmasındandır. Böylelikle dördüncü hakem diğer hakemlerle her dakika iletişim halinde olduğundan tribün sesinin diğer hakemleri rahatsız etmemesi sağlanmıştır. Futbol alanında çalışan firmalar da teknolojinin gelişmesine katkı yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Nike Inovasyon Merkezi’nde geliştirilen Dri-FIT teknolojisiyle; vücudu saran, nemi cilt yüzeyinden alarak kumaşın yüzeyine ileten ve bu sayede fazla nemin hızlı buharlaşmasını sağlayarak futbolcuya kendisini daha uzun süre rahat hissettirmesini sağlayan formalar üretmiştir. Bu formalarda nemin kontrolü, kumaş içerisinde kullanılan mekanik konstrüksiyon yöntemiyle sağlanmaktadır. Nike geliştirdiği Flywire teknolojisiyle, ayakkabının üst yüzeyinde kullanılan malzemenin ağırlığını hafifletmiştir. Bunu yaparken de malzemenin dayanıklılığı ve maksimum destek özelliğini artırmıştır. Bu teknoloji sayesinde, futbolcuların en çok ihtiyaç duyduğu bölgelere destek telleri yerleştirilmiştir. Destek tellerini sabitleyen uyumlu ve kompozit üst kaplama, ayakkabının ayak hareketlerine uyum sağlanmasına yardımcı olmaktadır. Kompozit üst kaplamada kullanılan son derece ince teijin parçası sayesine ayağın kramponun içerisinde sabitlenebilmesi sağlanmıştır. Adidas tarafından üretilen akıllı futbol topunun en önemli özelliği topun çizgiyi geçip geçmediğini kesin olarak belirleyebilmesidir. Alman Carios firması tarafından geliştirilen, manyetik alana ve anlık veri gönderebilme yeteneğine sahip olan bu akıllı futbol topu, topun yarıdan fazlasının çizgiyi geçip geçmediğini anlayabilmekte ve anlık veri gönderebilme yeteneği sayesinde bu bilgiyi anında hakeme ulaştırabilmektedir. Eski tip skor tahtalarının yerini elektronik tahtalara bırakması bize teknolojinin en büyük hediyelerindendir. 2 tane 3’ten 8 yapmak, 2'yi ters koyarak 5 gibi görünmesini sağlamak, ve 6’yı ters çevirerek 9 yapmak günümüzde bize çağ dışı geliyorsa, bu teknolojinin futbolu ne kadar geliştirdiğinin göstergesidir. Teknolojinin hızla ilerlemesiyle yirmiotuz sene sonra elektronik skor tahtasının çağ dışı kalacağını söylemek çok da yanlış olmaz. Futbolda teknoloji kullanımının artıları: • Görsel zevkin artması • Diğer sporların önüne geçmesi • Futbolcuların performansının artması • Hakemlerin hata yapma oranının azalması Futbolda teknoloji kullanımının eksileri: • Teknolojiye duyulan güven sorunu • Uluslararası müsabakalara katılan bütün ülkelerin aynı teknolojiye sahip olması koşulu • Giderlerin artması Futbol teknolojiye, teknoloji de futbola ayak uydurduktan sonra giderek genişleyecek olan çekim alanı sayesinde ilerde futbol hiç şüphesiz daha da zevkli bir hale gelecektir. Selimcan DEDA Kaynaklar http://en.wikipedia.org/wiki/Goal-line_technology http://www.gizmag.com/adidas-intelligent-football/8512/ http://1.bp.blogspot.com/_3b3RMRFwqU0/SV1geBc9TnI/AAAAAAAAAhg/UYvLxA1SRIs/s320 /Intelligent+soccer+ball.jpg http://en.wikipedia.org/wiki/Nike_Flywire Yapay Zeka ve RoboCAR İnsan beyni, doğada bulunan en karmaşık sistem olarak adlandırılabilir. İnsanoğlu bu kusursuz hazineye sahip olmakla, belki de başka hiçbir canlıda olmayan bir özellik olan merak duygusuna da sahip olmuştur ve bu sayede birçok şey icat etmiş, hayatımızda çok büyük yeri olan temel bilimleri oluşturmuştur. Bu yenlikler içinde kuşkusuz önemlilerinden biri olan bilgisayar teknolojisinin hayatımızdaki yeri doldurulamaz derecede büyüktür. Buna rağmen, artık insanoğlunun yeni isteklerine tek başına cevap verememektedir. Çünkü insanoğluna insan gibi düşünebilen, olayları gözlemleyip sorgulayabilen ve ne yapması gerektiği konusunda bir karara varabilen bir sistem gerekmektedir. Bu noktadan itibaren yapay zeka kavramı insan yaşamına girmiştir. eden önce genel olarak Yapay zekadan bahsetmeden yapay zekanın ne demek olduğu bilinmelidir. Yapay zeka, insan zekasına özgü olan algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma ve karar verme gibi yüksek bilişsel fonksiyonlar veya otonom o davranışları sergilemesi beklenen yapay bir iletişim sistemidir. Bu sistem aynı zamanda düşüncelerden tepkiler üretebilmeli ve bu düşünceleri fiziksel olarak dışa vurabilmelidir. Tanımdan da kolayca anlayabileceğimiz gibi normal bir bilgisayar programı mı ile bir yapay zekâ programı arasında çok büyük fark vardır. Normal bilgisayar programlarının çalışmaları için onlara ne yapmaları gerektiğinin tek tek anlatılması gerekir. Özetlemek gerekirse, onlar bizim, düşünme, sorgulama özelliği olamayan ve ne dersek dersek onu yapan sadık kölelerimizdir. Ancak yapay zeka programları için durum biraz farklıdır. Onlar makinelerin beyinleridir. Bu sayede makineler insan gibi düşünüp, mantıklı bir şekilde hareket edebilirler. Belki de ilerde yapay zeka sayesinde yeni bir çağ başlayabilir. Önümüzdeki yüzyıllar içinde yapay zeka teknolojisinin gelişmesiyle birlikte insandan tamamen bağımsız yaşam formları oluşabilir. Geleceğimiz, Terminatör filmindeki gibi bir gelecek olabilir. Bunu şu anda kimse bilemez ancak kesin olan bir şey varsa o da yapay zeka teknolojisiyle insanoğlunun merak ve yaratıcılığı, henüz bilmediğimiz birçok şeyi mümkün kılabilir. Yapay zeka çok yeni bir kavram olmamasının yanı sıra bilgisayar bilimi kadar eskidir. II. Dünya Savaşında Nazilerin Enigma makinesinin nin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlülerinden olan Alan Mathison Turing, “makineler düşünebilir mi?” sorunsalını ortaya atarak makine zekasını tartışmaya açarak yapay zekanın fikir babası olmuştur. Daha sonraları basit bilgisayar programlarının gündelik sorunlara yeteri kadar cevap vermesi onlara büyük bir ün kazanmıştır. Bu yüzden Microsoft, IBM gibi büyük firmalar kişisel bilgisayar (PC) ile bilgisayar teknolojisini yaygınlaştırmalarına rağmen yapay zeka çalışmaları daha dar bir çerçevede devam etmiştir. Yapay zeka ile ilgili ilk çalışmalarda, yapay sinir ağları kurularak makinelerin öğrenmesi sağlanmaya çalışılmıştır. 1956 yılında Dartmouth’ta yapılan çalışmada, katılımcılardan Mc Carthy’nin önerisiyle çalışmalara genel olarak “yapay zeka” adının konumuştur. Yapay zeka Simon ve Newell gibi bilim adamlarının katkılarıyla günümüze kadar büyük bir gelişim göstermiştir. Günümüzde başta askeri olmak üzere birçok alanda yapay zeka ile ilgili araştırmalar devam etmektedir. Bu araştırmaların yaygınlaşmasıyla da ilerde, alıştığımız birçok şeyi değiştirebilecek olan Robot Arabalara yani RoboCar’a hayat verilmiştir. Kendi kendine giden bir arabanın içinde şehrin en işlek caddesinde güvenli bir şekilde yolculuk etmek veya savaş alanındaki yaralıları diğer askerlerin hayatını tehlikeye atmadan robotlarla kurtarmak gibi zamanında hayal ürünün sayılabilecek fikirler artık imkânsız değildir. Yapay zeka teknolojisinin meyvelerinden biri olan RoboCar, sürüş sırasında bir insana ihtiyacı olmadan her şeyle ilgilenebilen bir beyne sahiptir. Sürüş sırasında insan neye dikkat ediyorsa onlara dikkat eden RoboCar, insan beyinin küçük bir kopyası olarak da adlandırılabilir. Bu sayede yolda şeritler arasından çıkmadan, levhalara dikkat ederek, hız sınırlarına uyarak, trafik kurallarının ihlal etmeden oldukça güvenli bir seyahat sağlar. RoboCar ile ilgili ilk çalışma olan Carnegie-Mellon Üniversitesi’nde yürütülen NavLab (Navigation Laboratory) Projesi’nde, normal bir araca (1985 Chevy Van) ve bir askeri araca hayat verilerek, NavLab1 ve NavLab2 oluşturulmuştur. Eddie ve Alvinn bu projede, hayati öneme sahiptir. Ancak onlar sürücü değildir. Aslında onlar canlı da değildir. Bilgisayar programı olan Eddie ve Alvinn birlikte çalışarak NavLab1’i hareket ettirirler. Alvinn (Autonomous Land Vehicle in a Neural Network) NavLab1’i yolda tutan, şeritler arasından çıkmasını önleyen, kısaca araca dümen görevi gören bir yazılımdır. Alvinn’in nasıl çalıştığından bahsetmeden önce Neural Network’un (NN) ne demek olduğu anlaşılmalıdır. NN aynı bilgiyi temsil eden fakat farklı görünüşte olan simgeleri tanımlamak için yaratılmıştır. Çalışma prensibi insan beyniyle aynıdır. Örneğin, ilk kez bir ağaç gören birisinin beyni, zamanla ve deneyimle bir ağacın temel özelliklerini öğrenir. Bu kişi başka bir ağaç gördüğünde tıpa tıp aynı olmasa bile onun bir ağaç olduğunu anlar. Normal bir bilgisayar sisteminin böyle bir durumda çalışabilmesi için teorik olarak bütün ağaç türlerinin ve onların farklı boyutlarının sisteme kaydedilmiş olması gerekir ki bu durumda oluşacak olan sonsuz olasılığı günümüzde hiçbir bilgisayar sistemi ne kaydedebilir, ne de bu şekilde sonsuz bir durumun kodu yazılabilir. Bu yüzden NN insan beyninin öğrenme özelliğinden yararlanılarak geliştirilmiştir. Alinn’in mucidi Dean Pomerleau, onun NavLab1’i nasıl yönetmesi gerektiğini bir sürücüyü izleyerek öğrenebildiğini belirtiyor. İkinci olarak Alvinn, öğrendiklerini bir öncelik sırasına koyuyor. Bu şekilde olasılıklardan yapması ve yapmaması gerekenleri birbirinden ayırarak en doğru yolu buluyor. İkinci sistem olan Eddie ( Efficient Decentralized Database and Interface Experiment ) Alvinn’in gönderdiği bilgileri, lazerler kullanılarak ölçülen etraftaki objelere olan uzaklığı, yol bilgisayarının verileri gibi algılama mekanizmalarının hepsini düzgün bir şekilde çalıştırmakla yükümlüdür. Gelen bilgiler doğrultusunda gaz, fren pedallarını ve direksiyonu hareket ettiren hidrolikleri çalıştırır. İlk önce, araba çalıştığı anda bütün sistemlerin düzgün bir şekilde çalışıp çalışmadığını kontrol eder ve emin olduktan sonra ihtiyaç olmadıkça kenara çekilir. Örneğin, araba bir yol ayrımına geldiğinde Alvinn bir karar veremez çünkü onun için iki yol da öncelik olarak aynı öneme sahiptir. Bu durumda Eddie devreye girer ve yol haritasını kullanarak gidilecek adrese göre doğru yolu belirler. Bundan sonra eğer Alvinn tek başına sistemi hareket ettirebiliyorsa Eddie, ona ihtiyaç duyulana kadar hazırda beklemeye çekilir. Özetle NavLab1 in beynini oluşturan Alvinn ve Eddie bu şekilde çalışır. RoboCar’ın insan yaşamına girişiyle çok fazla şeyin değişeceği kesin olmakla birlikte faydaları önemli boyutta olacaktır. Özellikle trafikteki en büyük sorun olan trafik canavarına büyük ölçüde “dur” denmiş olacaktır. Çünkü RoboCar’lar trafik kurallarına koşulsuz uymak üzere programlandırılmışlardır. Direksiyon başında uyumak, alkollü araç kullanmak, vb sorunların geçmişte kalmasıyla trafik kazalarında ölüm oranı büyük ölçüde düşecektir. RobaCar henüz gelişme aşamasında olmasına rağmen, bu teknolojiyi geliştirmek için düzenlenen yarışmalarda milyon dolarların ödül olarak veriliyor olması, bu projeye ne denli önem verildiğinin en büyük kanıtıdır. Birçok üniversite bu alanda araştırmalar yapmaktadır. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu teknolojinin ilerde yaygınlaşmasıyla birçok soruna çözüm getirecektir. Onur Berkay GAMGAM Kaynaklar: Wikipedia discovermagazine.com www.templetons.com/brad/robocars/ http://www.physorg.com/ Bilkent IEEE Teknik Proje Köşesi – “Kendimiz Yapalım!” Geçen sayımızda elektronik yazılımlara odaklanmış ve VHDL kullanarak bir FPGA çipi programlamıştık. Bu sayımızda da bir programlama dili olan Assembly ile çalışacağız. Assembly, düşük seviye (“low-level”) olarak tanımlanan programlama dillerinden biridir; çünkü sözdizimi konuşma diline uzaktır. Bilindiği gibi bir programlama dilinin sözdizimi konuşma diline ne kadar yakınsa dil o kadar yüksek seviye (“high-level”) olur. Assembly dilleri, bilgisayarlar, mikroişlemciler, mikrokontrolörler ve entegre devrelerin programlanması için kullanılır. Assembly ile yazılan kodlar komutlardan oluşur. Komut, bir satırdan oluşur ve yapısal olarak şöyle tarif edilebilir: Komut adı, uygulama alanı, yapılacak işlem Sözgelimi, eğer R0 sayacında (“register”) onaltılık B2 sayısı tutulmak isteniyorsa, sayaca bu sayıyı yüklemek için aşağıdaki komut satırının yazılması gerekir: MOV R0, #B2H Burada # işareti B2 ifadesinin bir konum değil değer (sayı) olduğunu, “H” harfi de sayının onaltılık, yani “hexadecimal” olduğunu gösterir. Bazı örnek Assembly komutları şunlardır: MOV : Bir değeri belirli bir konuma yükler. SETB : Belirli bir biti ‘1’ yapar. CLR : Belirli bir biti ‘0’ yapar. ACALL : Bir alt rutini çağırır. Rutin bitince çağırma noktasına geri döner. SJMP : Programdaki başka bir noktaya atlar. DJNZ : Belirtilen değerden 1 çıkarır, sonuç 0’a eşit değilse belirtilen konuma atlar. JC : “Carry” öntsanımlı değeri 1’e eşitse belirtilen konuma atlar. Komutlar kullanılırken kaç tane değişken girilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir. Assembly diliyle yazılan kodları çalıştırabilmek için “Assembler” adı verilen bir derleyiciye ihtiyaç vardır. Bazı örnek assemblerlar MPLAB (PIC için) ve ASEM51’dir (8051 için). Assembly hakkında daha fazla bilgi için http://en.wikipedia.org/wiki/Assembly_language adresini ziyaret edebilirsiniz. Bu sayıda, bir porttan aldığı sekiz bitlik binary sayıyı LCD ekranına iki basamak halinde yazan bir Assembly kodu yazacağız. Aşağıdaki kodu Franklin Sotware Inc. tarafından dağıtımı yapılan Proview32 programında derleyip çalıştırabilirsiniz. Malzemeler: • Proview32 (Franklin Software) • 8051 Trainer Board • Dot Matrix Character LCD (HY 160-2F) Dot Matric Character (DCM) LCD, 7-segment LED display’e göre biraz daha sofistike şekilde çalışan, üzerindeki her pikselin bir bitle ifade dildiği bir ekrandır. LCD’yi başlangıç durumuna getirmek için gerekli kodu “Ekler” bölümünde bulabilirsiniz. Yapılacaklar: LCD sürüşü konusunda tecrübe kazanabilmek için iki basit uygulama yapabiliriz. 1. Herhangi bir giriş portundan gelen 8 bitlik binary ifadenin ASCII olarak tekabül ettiği karakteri LCD’ye yazalım. (Uluslar arası ASCII tablosu için bkz. http://www.asciitable.com/) 2.Herhangi bir giriş portundan gelen 8 bitlik binary ifadeyi iki basamaklı bir HEX olarak 2. LCD’ye yazalım. 1. Öncelikle programın başlangıç noktasını belirtmeli ve giriş olarak kullanacağımız porta “FF” (H) göndermeliyiz. Bu uygulama için, LCD’nin data bacaklarını Port 1’e, kontrol bacaklarını da Port 3’e bağladığımızı varsayalım. Aşağıdaki komutlar A değişkenindeki 8 bitlik ifadeyi LCD’ye data olarak gönderir . LCD ekranında, bu ifade hangi karakterin ASCII koduna denk geliyorsa o karakter görülür. Buradan anlaşılabileceği gibi Port 3’ün 2. pinini (yani LCD’nin 2. kontrol bacağını) ‘1’ yapmak komut yerine datayı seçer, 3. pinini (LCD’nin 3. kontrol bacağı) ‘0’ yapmak okuma yerine yazmayı seçer ve 4. pini de (LCD’nin 4. kontrol bacağı) enable olarak kullanılır. Bu gibi rutinleri sadece bir kere tekrarlanacak şekilde yazmak (8051’in makine döngüsünün frekansı gözle görülebilen frekansın çok üstünde olduğu ve mikroişlemci her döngüde bir alt satırı uygulamaya geçtiği için), özellikle başka alt rutinleri de olan uzun programlarda LCD üzerinde istediğimiz şeyi göremememize sebep olabilir. Bunun için şimdi bir de kendini tekrarlayan bir rutin oluşturmayı deneyelim. Sözgelimi, ekran her 0.25 saniyede bir silinip yeniden yazılsın. Şimdi de 0.25 saniyelik bir bekleme rutini yazalım: LED sürücüsü DS89C430’un kristal osilatör frekansı 11.0592 MHz (yani periyodu yaklaşık 90 ns) olduğu ve biz programımızda 250 ms’lik bir periyot istediğimiz için en az 3 sayaç kullanmamız ve milyonlarca kere tekrar eden bir algoritma yazmamız gerekiyor. Temel bir bekleme rutininin yapısı şu şekildedir. Yukarıdan da görülebileceği gibi, komutları uygulamanın aldığı makine döngüsü sayıları: (MOV=2, DJNZ=4) göz önünde bulundurarak toplam beklemeyi şu şekilde formüle edebiliriz: 0.25 saniyelik bir bekleme için sayaçlarımız D1=10, D2=255, D3=255 olarak seçilebilir. Yukarıdaki parçaları birleştirerek kodumuzu tamamlarsak: 2.Yine ilk olarak programın başlangıç noktasını belirtmeli ve giriş olarak kullanacağımız 2. porta “FF” göndermeliyiz. Bizim kodumuz A değişkenine atılan ifadeyi basamaklarına ayırmalıdır. Dolayısıyla önce A’nın orijinal değerini bir registerda yedeklemeli daha sonra da SWAP ve RR komutlarını kullanarak A’yı, en son 4 bitinde tek bir basamağı içeren bir hale getirmeliyiz. Yukarıdaki komutlar uygulandığında R0, A’nın orijinal değerini (yani kullanıcı tarafından Port 0’a girilen 8 bitlik değeri), R1 ise “0000A3A2A1A0” değerini almış olur. Aynı işlemi aşağıdaki satırlar ile yapmak da mümkündür. Burada ikinci satır A’nın ilk dört bitini sıfırlarken son dört bitini olduğu gibi bırakır. A’nın diğer basamağını almak için benzer bir kod yazabiliriz: Bu işlemin sonucunda R0 hala A’nın orijinal değerini tutmaktadır. R1 ise “0000A7A6A5A4” değerine sahip olur. Yukarıdakine eşdeğer bir kod yazmak istersek: Uygulamayı tamamlamak için, LCD ekranında görüntülenecek olan basamağı A değişkenine koyan bir “table lookup” prosedürü yazabiliriz. Bu şekilde, örneğin R1’de 05H değeri varken ‘5’, 0FH değeri varken de ‘F’ karakteri (yani bu karakterlere tekabül eden 8 bitlik ASCII kodu) A’ya yüklenir. LCD’de iki basamaklı sayı şeklinde görüntülemek için aşağıdaki 4. ve 7. adımlar takip edilir: - A’yı R0’da yedekle - A’nın ilk basamağını belirle, R1’e koy - “Table lookup” prosedürünü uygula, A’ya görüntülenecek olan ilk karakterin ASCII kodunu yükle - LCD’de veri görüntülemek için Port 3 bitlerini uygun şekilde ayarla - A’nın ikinci basamağını belirle, R1’e koy - “Table lookup” prosedürünü uygula, A’ya görüntülenecek olan ikinci karakterin ASCII kodunu yükle - LCD’de veri görüntülemek için Port 3 bitlerini uygun şekilde ayarla Bu algoritmaya göre kodumuzu tamamlarsak: Assembly kullanarak 8051 programlama ve LCD sürme konularında egzersiz yapmak isterseniz, yukarıdaki 2. uygulamaya benzer şekilde, herhangi bir giriş portundan gelen 8 bitlik binary ifadeyi ondalık bir sayı olarak LCD’ye yazmayı deneyebilirsiniz. (İpucu: DIV komutunu ve B değişkenini kullanmayı düşünebilirsiniz) Kaynaklar: http://www.ee.bilkent.edu.tr/~ee212/ Mazidi, Muhahmed Ali ve Janice Gillispie Mazidi ve Rolin D. McKinlay. The 8051 Microcontroller and Embedded Systems Using Assembly and C. New Jersey: Pearson Education Inc., 2006. Çise MIDOĞLU cisemidoglu@gmail.com EKLER INITIALIZE: ;THIS SUBROUTINE SENDS THE INITIALIZATION COMMANDS TO THE LCD MOV A,#38H ;TWO LINES, 5X7 MATRIX ACALL COMNWRT ;WHEN SENDING A COMMAND, USE COMNWRT SUBROUTINE ACALL DELAY ;GIVE LCD SOME TIME MOV A,#0FH ;DISPLAY ON, CURSOR BLINKING ACALL COMNWRT ACALL DELAY MOV A,#01H ;CLEAR DISPLAY SCREEN ACALL COMNWRT ACALL DELAY MOV A,#06H ;INCREMENT CURSOR (SHIFT CURSOR TO RIGHT) ACALL COMNWRT ACALL DELAY MOV A,#80H ;FORCE CURSOR TO BEGINNING OF THE FIRST LINE ACALL COMNWRT ACALL DELAY RET COMNWRT: ;THIS SUBROUTINE IS FOR SENDING THE COMMANDS TO LCD MOV P1,A ;THE COMMAND IS STORED IN A, SEND IT TO LCD CLR P3.2 ;RS=0 BEFORE SENDING COMMAND CLR P3.3 ;R/W=0 TP WRITE SETB P3.4 ;SEND A HIGH TO LOW SIGNAL TO ENABLE PIN ACALL DELAY CLR P3.4 RET DELAY: MOV R3,#50 ;A SHORT DELAY SUBROUTINE HERE2: MOV R4,#255 HERE: DJNZ R4,HERE DJNZ R3,HERE2 RET END Pardus Nedir? Pardus Tübitak–UEKAE tarafından geliştirilen bir işletim sistemidir. Adını Anadolu panteri’nin Latincesinden alır. (Pantera Pardus Tulliana) Açık kaynaklıdır. Yani kaynağı açık bir yazılımdır, kaynak kodunu isteyen herkes görebilir veya kullanabilir. GPL (General Public License) lisanslıdır. En önemlisi de özgür bir yazılım olmasıdır. Açık kaynaklı ve özgür olmak ne demektir? • Çalıştırma , • Çoğaltma, • İnceleme, • Değiştirme, • Dağıtma, • Satma imkanı tanır. Bu sayede daha fazla güvenlik ve tasarruf sağlanır. Ayrıca Pardus Linux tabanlıdır. 26 Aralık 2005'te Pardus'un ilk kurulabilir sürümü olan Pardus 1.0 Web üzerinden yayımlanmaya başlanmıştır. PARDUS kullanmanın avantajları nelerdir? Özgürdür Lisansı kullanıcıyı kısıtlamaz ve kullanıcının haklarını korumak için tasarlanmıştır. Yani Linux tabanlı olmayan işletim sistemlerinden oldukça farklıdır. Üreticidense kullanıcının tarafındadır. Açık kaynaklıdır Kullanıcıya yazılımı değiştirme özgürlüğü sağlar. Açık kaynak kodlu yazılımlar uyarlanabilir, sağlam, hızlı ve güvenlidir. Açık kaynak kod, yeni yazılım yaratmak isteyenleri destekler ve yeni iş seçenekleri sunar. Dünyanın her tarafından bilişim uzmanlarınca yardımlaşma yoluyla endüstri standartlarında geliştirilen açık kaynak kod yazılımları, insanlığın ortak malıdır. Yazılımcılar kendi geliştirdikleri yazılım dilleriyle kaynak dosya oluştururlar ve daha sonra C, C++, Java gibi dillerle bu dosyaları düzenleyerek çalışır hale getirirler. Açık kaynaklı yazılım kaynak kodunun kullanıcıya dağıtılmasını savunur. En iyi bilinenleri Linux, Open Office, GNU ve Debian'dır Türkçe yanlısı bir yazılımdır Türk alfabesini çekinmeden kullanabilirsiniz. Yazım ve sözlük denetimini kendisi yapar. Virüsleri geçirmez İnternetten indirdiğiniz dosyaları kontrolden geçirmeniz gerekmez. Virüs bulaşmış bilgisayarınızı temizlemekle zaman kaybetmezsiniz. Hızlı Kurulur Yüklenme süresi 30 dakikadır. Kullanımı Kolaydır Kullanmak için bilgisayar ya da ikinci bir dil bilmenize gerek yoktur. Tamdır Kullanıcının ihtiyaç duyabileceği her türlü yazılım kurulum CD’sinde vardır. Ek olarak başka programlar yüklemenize gerek yoktur. Özelleştirilebilir Kendi beğeninize göre sistemi değiştirebilirsiniz. Tamamen size kalmış. PARDUS 2009 TÜBİTAK UEKAE bünyesinde geliştirilen ve herkesin kolayca kurup kullanabileceği, Linux tabanlı bir işletim sistemi olan Pardus’un son sürümü Pardus 2009 çıkmıştır. Pardus 2009’un önceki sürümlerden farkı iki kat hızlı olması ve bunun yanında bir bilgisayara ortalama 15 dakikada kurulabiliyor olmasıdır. Ayrıca kurulu sistemde yapılan güncellemeleri geri almak, silinen dosyaları tekrar yüklemek gibi kurtarma işlemleri de yeni sürümle yapılabilmektedir. Ayrıca PiSi’nin paketleme sisteminde yapılan değişiklikler sayesinde dosyalar yüzde 20 daha az yer kaplamaktadır. Parudus 2009’un özellikleri • KDE 4.2.4 • Linux çekirdeği sürüm 2.6.30 • OpenOffice.org ofis araç seti 3.1 • Firefox internet tarayıcı 3.5 • Gimp 2.6.6 • Xorg 1.6.2pre • Python 2.6.2 • Texlive 2008 • GCC 4.3.3 • GLIBC 2.9 Sorunsuz ve hızlı bir açılış, bağlanılan ağı hızlı bir şekilde değiştirebilen Ağ Plasma Programcığı ile sistem servislerini yönetme ve durumlarını masaüstünden takip etmeye yarayan Servis Plasma Programcığı da Pardus 2009 için yeni hazırlanan araçlar arasında yer alıyor. Pardus 2009 kullanmak için kullanıcının bir sistemin arka planının nasıl çalıştığı hakkında fikir sahibi olması gerekmiyor, sadece ihtiyacına yönelik uygulamayı bulabilmesi ve kullanabilmesi yetiyor. Kullanıcı, Pardus 2009 ile kurulu gelen yüzlerce plazma aracından birini seçerek, bilgisayarının masaüstüne yeni işlevler katabiliyor. Hava durumu, not kağıtları veya RSS aboneliklerini masaüstünden takip edebiliyor. Kurulumundan sonraki safhada kullanıcıyı karşılayan Kaptan programı, eski sürüme göre çok daha gelişmiş. Kullanıcı, Kaptan programı ile masaüstünü yapılandırabiliyor, görev çubuğunun yerini, duvar kağıdı ve temasını seçebiliyor. Kullanıcının bilgisayarını daha kolay kullanmasını ve yönetmesini amaçlayan çok sayıda özgün teknolojiyle donatılmıştır. Kablolu veya kablosuz ağlara bağlanmak ise diğer işletim sistemlerine göre çok daha kolaydır. Pardus 2009 eski Parduslara göre çok daha hızlıdır. Pardus 2009 ile gelen en devrimci yeniliklerden biri de Pardus yazılım depolarından yapılacak güncellemeler için tüm bir yazılımın baştan indirilmesine gerek kalmaması. Eski sürüm ile yeni sürüm arasındaki farkı, yani küçük bir delta dosyasını indirmek yeterli oluyor. Pardus 2009'un bu yeni özelliğiyle, güncellemeler yüzde 90'a varan oranlarda küçülüyor. Bir başka deyişle Pardus 2009, kotalı İnternet kullanıcısının internet limitide bu şekilde korunmuş oluyor. Pardus’un, kullanıcının deneyimini geliştirmek ve karşılaştığı sorunlarda yardım almak için uğrayabileceği bir destek portalı da bulunuyor. Pardus kullanıcıları,Özgürlük portalında Pardus ile ilgili kılavuz belgeleri, paket tanıtımı ve oyun incelemelerini okuyabiliyor, forum bölümü üzerinden soru sorabiliyor. D. Deniz Türköz Kaynaklar: http://bilgisayar.isikun.edu.tr/sunum/pardus02042007.pdf http://www.pardus.org.tr/haber/pardus-2009-duyuruldu/ Nobel Ödülleri Sahiplerini Buluyor İyi bir patlayıcı olarak bilinen dinamitin mucidi Alfred Nobel(1833-1896), İsveçli bir kimyacı ve aynı zamanda sanayicidir. Dinamiti keşfettikten sonra Avrupa’da savaşan toplumlara satarak büyük bir servete sahip olan Nobel, ölümünden yaklaşık bir yıl önce, 27 Kasım 1895’te, Paris’te yazdığı vasiyetinde bu servetinin %94’ünü, fizik, kimya, fizyoloji/tıp, edebiyat ve barış alanlarında Nobel ödüllerini dağıtmak üzere kurulacak olan Nobel Vakfı’na bağışlamıştır. 31 milyon İsveç Kronu değerinde olan bu bağış, 2008 yılı değerlerine göre yaklaşık 185 milyon Amerikan Doları kadardır. Nobel’in vasiyeti üzerine kurulan Nobel Vakfı, bu beş temel daldaki ödülleri dağıtmak için çalışmalarına başlar ve 10 Aralık 1901’de, Alfred Nobel’in ölüm yıldönümünde, ilk Nobel ödülleri sahiplerini bulur. Nobel ödüllerinin kimlere nasıl verileceği çeşitli komiteler tarafından belirlenmektedir. Bunlardan fizik, kimya ve sonradan eklenen ekonomi dallarındaki ödüller İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından seçilen ve 5 kişiden oluşan kurullar tarafından, Barış Ödülü de Norveç Parlamentosu tarafından seçilen 5 kişilik Norveç Nobel Komitesi tarafından belirlenen kişilere verilir. Fizyoloji/tıp alanında seçim yapacak komite biraz daha karmaşık bir yolla seçilmektedir: Önce Stokholm’deki Karolinska Enstitüsü tarafından yaklaşık 50 kişiden oluşan Nobel Kurulu seçilir. Daha sonra bu kurul kendi içinden 5 kişi belirlemek için bir seçim daha yapar ve sonuçta belirlenen 5 kişi Nobel fizyoloji/tıp ödüllerini vermek için yetkili olur. Adayların belirlenmesi sırasında ise; önce birkaç bin kişiye gönderilen davetiyeler sonucunda adaylar belirlenir ve daha sonra her alanda uzman kişilerden oluşan komiteler tarafından adaylar oylama yoluyla elenerek kazanan belirlenir. 2009 yılında Nobel ödüllerinin kimlere verileceği açıklandı. Bu yılın kazananları geleneksel olarak aralık ayında Stokholm’de düzenlenecek törenle ödüllerini alacaklar. Dallara göre ödül alan isimler ve çalışmaları ise şu şekilde: Fizik: Bu yıl iki çalışma üç kişi arasında paylaşıldı: • Ödülün yarısını İngiltere’deki Standart Telekomünikasyon Laboratuvarları’nda çalışan Çinli Fizikçi Charles K. Kao, ışığın fiber optik içinde aktarılması ile optik iletişim alanındaki çığır açıcı çalışmalarından dolayı alırken, • Diğer yarısına ise Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Bell Laboratuvarları’nda çalışan Willard S. Boyle ve George E. Smith, yarı iletken görüntüleme devresi (CCD sensörü) icatlarından dolayı sahip oldu. Kimya: 2009 Nobel Kimya Ödülü’ne Venkatraman Ramakrishnan, Thomas A. Steitz ve Ada E. Yonath ribozomların yapısı ve işleyişi konusundaki çalışmaları dolayısıyla layık görüldü. Fizyoloji/Tıp: Bu alandaki Nobel Ödülü 2009 yılında Elizabeth H. Blackburn, Carol W. Greider ve Jack W. Szostak’a kromozomların telomerler ve telomeraz enzimi tarafından nasıl korunduğunu keşiflerinden ötürü verildi. Edebiyat: Alman edebiyatçı Herta Müller şiirin yoğunluğu ve nesirin samimiyeti ile, yoksulların dünyasını tasviriyle bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya hak kazandı. Barış: Halklar arasındaki iletişim ve uluslar arası diplomasiyi güçlendirmek için sarf ettiği olağanüstü gayretinden dolayı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün sahibi oldu. Ekonomi: Bu yılın ödülü; • Özellikle kamu olmak üzere, ekonomi yönetimi konusundaki analizleri için Amerika’daki Indiana Üniversitesi’nden Elinor Ostrom ile, • Özellikle şirket sınırları olmak üzere, ekonomi yönetimi konusundaki analizleri için yine Amerika’daki erika’daki California Üniversitesi’nden Oliver E. Williamson arasında paylaşıldı. Her yıl alanlarındaki en prestijli ödüller olarak dağıtılan Nobel ödülleri, aralık ayında düzenlenecek törenle sahiplerine verilecek. 2010 ödüllerini kimlerin alacağını merakla merak bekliyoruz. Onur Sinan Köksaldı Linux ile grafik düzenleme: The GIMP Hepimiz Adobe firmasının Photoshop programını duymuştur. Photoshop ile grafik tasarımı yapabiliyor, fotoğraflarımızı rötuşlayabiliyor, kişisel kullanımdan profesyonel işlere dek her alanda Photoshop kullanabiliyoruz. Buraya kadar her şey güzel ancak Photoshop'un hop'un yüksek fiyatı olması ve Linux sürümünün olmayışı kullanıcı kitlesini de doğal olarak sınırlıyor. Bu sınırdan dolayı Windows'tan bir türlü vazgeçemeyenleri veya gözlerini alternatif programlara çevirenleri ise güzel bir sürpriz bekliyor: GIMP! GIMP (GNU Image Manipulation Program), açık kaynak kodlu, ücretsiz bir grafik düzenleme yazılımı. Genellikle Photoshop'un rakibi olarak görülen ve sık sık bu tip karşılaştırmalara tabi tutulan GIMP mevcut grafik dosya türlerinin çoğunu destekler (Photoshop'un psd p dosyaları dahil) ve birçok alanda Photoshop ile benzer işlevselliğe sahiptir. Şimdi GIMP'i biraz tanıyalım. Eğer Linux kullanıcısıysanız kullandığınız dağıtımın paket yöneticisi ile GIMP'i kurabilirsiniz. Windows kullanıcıları ise http://www.gimp.org adresinden Windows sürümünü indirebilirler. Kurulumdan sonra sizi şöyle bir ekran görüntüsü bekliyor olacak (Sisteminize göre görünümde küçük değişiklikler olabilir): Gördüğünüz ekran GIMP'in ana ekranıdır. Sol sütunda araç kutusunu, ortada ana panoyu, sağ tarafta ise katmanlar, kanallar gibi özelliklerin bulunduğu bir sütun göreceksiniz. Bu araçları kullanarak aklınıza gelebilecek her türlü grafik düzenleme işini yapabiliyorsunuz. GIMP'in işlevselliğini ve ne kadar güçlü bir program olduğunu daha iyi anlamak için küçük bir örnek yapalım. Aşağıdaki 10 adımı tamamladığınzda GIMP'te çerçeveler, gölgeler ve metin düzenleme nasıl yapılır görmüş olacaksınız. Başlayalım: 1. “File > New” diyaloğu ile yeni bir grafik dosyası oluşturuyoruz. Dosyamızın boyutlarını 800x600 olarak girelim. 2. Dosyamız hazır. Şimdi sol sütundaki araç çubuğundan “Bucket Fill” aracını seçiyoruz (kova simgesi). Aynı sütunda aşağıdaki renk seçiciye (siyah kutu) tıklıyor ve açılan ekranda istediğimiz rengi seçiyoruz. Ben renk olarak “e04613” seçtim. Siz de aynı rengi kullanmak isterseniz bu değeri “HTML notation” kutusuna girebilirsiniz. “OK”a basarak pencereyi kapatıyoruz. Ana pencerede herhangi bir yere tıklayarak arkaplanımızı bu renk olarak seçiyoruz. 3. Şimdi bir metin yazalım. Bunun için araçlar sütunundan “Text Tool”u seçiyoruz. Ekranda herhangi bir yere tıklıyoruz ve istediğimiz metni yazıyoruz. Metnin rengini yine aynı renk seçim ekranından düzenleyebiliyoruz. Ben bu örnekte “262729” rengi ile “The GIMP!” yazıyorum. Sol sütündan yazı tipini ve boyutunu ayarlayabilirsiniz. 4. Şimdi yazımıza çerçeve ekleyeceğiz. Bunun için sağ sütundan “The GIMP!” yazan katmana sağ tıklıyoruz ve “Alpha to Selection”ı seçiyoruz. 5. Gördüğünüz gibi şimdi harflerimiz etrafında harflerin seçili olduğunu gösteren çizgiler var. Şimdi ana ekranda yukardaki araç çubuğundan “Layer > New Layer”ı seçiyoruz ve hiçbir şeyi değiştirmeden “OK”a basıyoruz. Sağ sütun şimdi şöyle görünüyor olmalı: 6. Şimdi “Select > Grow” diyalogunu açıyoruz ve “5” değerini giriyoruz. Bu değer çerçevemizin kalınlığı olacak. 7. Şimdi kova aracıyla beyaz rengi seçiyor ve ekranda seçili durumda olan harflerimizin üzerine tıklıyoruz. Şöyle bir görüntü elde ediyoruz: 8. Şimdi sağ sütundan “New Layer” yazan katmanın sürükleyerek “The GIMP!” yazan katmanın altına sürüklüyoruz. Görüntü aşağıdaki gibi olmalı: 9. Son olarak sağ menüden “New Layer” katmanını seçiyor, ana ekrandan “Filters > Light & Shadow > Drop Shadow” ekranına geliyoruz. 10. Burada ayarları değiştirmeden OK'e tıklıyoruz. “File > Save” ekranından dosyamızı “PNG formatını seçerek” kaydediyoruz. Bu kadar! Karşımızda son derece şık duran bir grafik var! Bu örnekte GIMP'in yeteneklerinin çok küçük bir kısmını gördük. GIMP ile yapabilecekleriniz sınırı yok! Eğer siz de GIMP'i merak ediyor, öğrenmek istiyorsanız (ya da bu yazıdan sonra merak ettiyseniz) aşağıdaki siteler size yardımcı olacaktır. Son olarak, eğer Photoshop kullanıyorsanız GIMP kullanmaya başlayarak Windows'u bırakıp Linux'a geçmek yolunda bir adım daha atmış olacaksınız! http://www.gimp.org/tutorials/ http://gimp-tutorials.net/ http://www.gimptalk.com/ Can Celasun dcelasun@ieee.org http://www.durucancelasun.info/ ATOM ENERJISI ve NUKLEER REAKTÖRLER Gelişen teknolojiler sayesinde elektriğe duyulan ihitiyaç her geçen gün artıyor. Hammadde kısıtlılığı yüzünden, az madde ile çok enerji üretmek önem taşıyor. Bu yüzden, dünyada artan elektrik ihtiyacını karşılanmasında atomun çekirdek tepkimelerinden faydalanılmaya başlandı. Atom; çekirdek ve elektronlardan oluşmaktadır. Atomun çekirdeğinde, proton ve nötronlar bulunur ve bu parçacıklar arasındaki çekim gücü çok yüksektir. Bu yüzden, atomik tepkimelerden elde edilen enerji çok büyüktür. Atom enerjisi, çekirdek tepkimeleri sonucu ortaya çıkan enerjidir. Ağır (radyoaktif) atom çekirdekleri nötron bombardımanı ile parçalanabilir (fizyon) veya hafif atom çekirdekleri çok yüksek sıcaklık sonucunda çarpışarak birleşebilirler (füzyon). Çekirdek tepkimeleri bu şekilde dış etkilerle yapılabileceğicağı gibi, atomlar doğal radyoaktif maddeler sayesinde daha kararlı duruma geçebilmek için kendi kendilerine ışıma da yapabilirler. Nükleer reaktörler sayesinde atom enerjisi elektrik enerjisine çevrilebilir. Nükleer reaktörlerde uranyum, toryum gibi maddelerin atomları kontrollü bir şekilde parçalanır. Açığa çıkan ısı enerjisi buhar kazanındaki suyu ısıtmada kullanılır ve bu sayede yüksek sıcaklıkta ve basınçta buhar elde edilir. Elde edilen buhar, türbinlere verilir ve türbinlerin dönmesi ile elektrik enerjisi üretilmiş olur. Kullanılan hammaddeye göre nükleer santraldeki enerji dönüştürmede kullanılan araçlar da değişir. Doğal uranyumun % 0.78 i kendiliğinden bölünebilme yeteneğine sahip U235 atomu içerir. Hammadde olarak doğal uranyum kullanılırsa, ağır su1 ile soğutulan reaktörler kullanılmalıdır. Hafif su ile soğutulan reaktörlerde zenginleştirilmiş uranyum kullanılır. Zenginleştirilmiş uranyumdaki U235 miktarı yapay olarak arttırılmıştır. Ayrıca, U238 nötron bombalaması sonucu nükleer reaktörlerde kullanılan plutonyum 239’a dönüşür ve atom enerjisinden elektrik üretmede kullanılabilir. Toryum kendiliğinden bölünebilme yeteneğine sahip olmadığından tek başına, nükleer reaktörlerde hammadde olarak kullanılmaz. Nötron eklenerek U233 e dönüştürülüp kullanılabilir. Rakamlarla nükleer enerji kullanılımına bakacak olursak, ilk elektrik üreten santal 1957 yılında ABD- Pennsylvania’da kurulmuştur. Günümüzde, dünya üzerinde 430 nükleer santral bulunmakta ve bunlar dünyadaki elektrik gereksiniminin %17’sini karşılamaktadır. Nükleer enerjiden elektrik enerjisi üretiminde lider olarak, elektrik enerjisinin %77’sini nükleer santraller sayesinde karşılamasıyla Fransa gelmekte ve onu % 66 ile Letonya izlemektedir. Nükleer santraller doğru kullanıldıkları, sızıntıları engellendiği ve doğru yere inşa edildikleri takdirde birçok santrale göre daha zararsızdır. Ancak, yapılacak en küçük bir hatada nükleer sızıntı yaşanması sonucunda oluşabilecek zararlar diğer tip santrallere göre daha geri dönülemez ve büyük olduğu için Türkiye’de yaşayan insanlar nükleer santral kurulumuna karşı tereddütle bakmaktadır. Oysa1 kg petrolden 4.5 kWh enerji üretilirken 1kg uranyumdan 50 000 kWh enerji üretilir. Bu açıdan bakılacak olursa, az madde ile çok enerji üretildiği için atom enerjisi ile elektrik üretmek oldukça verimlidir. Atom enerjisinden elektrik üretimi doğru kullanıldığı takdirde yüksek miktarda eletrik enerjisi üretebilmek için avantajlı bir yoldur. Bu yüzden, artan elektrik enerjisi talebini karşılamak için, atom santralleri kurulmalıdır. Nermin Elif KURT 1 Döteryum ile oluşan su, D20. Kaynaklar http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_enerji http://elektroteknoloji.com/Elektrik_Elektronik/Enerji_Uretimi/Nukleer_Santraller_yuksek_de recede_isi_enerjisinden_elektrik_ureten_bir_termik_santral_tipidir.html http://www.taek.gov.tr/bilgi-kosesi/nukleer-enerji-ve-reaktorler/ http://science.howstuffworks.com/nuclear-power.htm Bilim Tarihinde Bu Ay ve Güncel Olaylar