2008 Ekim - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2008 Ekim - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2008 -6 EKİM 2008 KAPİTALİZM BUNALDI, KRİZ GEÇİRİYOR Korkut Boratav : Türkiye bu tempoda bir sermaye birikimiyle ne köy olur, ne kasaba.. Füsun Çiçekoğlu Ölü bir arkadaşa Sezai Sarıoğlu Sahi Biz Birbirimizin Nesi Oluruz? İÇİNDEKİLER mülkiye’den Erdal Erden’i Kaybettik................................................................. 3 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Yarışması Sonuçlandı....4 mülkiye’de öğrenci olmak Füsun Çiçekoğlu / Ölü Bir Arkadaşa............................................ 5 albümlerden Sami Urfalı..................................................................................... 11 Necdet Bilgin.................................................................................. 12 Gülden Öğütveren.......................................................................... 13 mülkiyeli şairler Cahit Sıtkı Tarancı......................................................................... 15 röportaj Korkut Boratav .............................................................................. 16 çeviriler Krizin Filistin Toplumuna Etkileri: . ............................................ 24 Leyla Farsak’la görüşme............................................................... 24 Mısır: Toplumsal ayaklanma ve kötüleşen siyasi durum.............. 25 Ürdün’de artan fiyatların etkileri.................................................. 26 konuk yazar Sezai Sarıoğlu................................................................................. 30 Sibel ÖZBUDUN............................................................................ 34 Temel DEMİRER........................................................................... 37 Mehmet ÖZER............................................................................... 42 tesislerimizden Tesislerimiz Kışa Hazırlandı.......................................................... 44 mülkiyespor 1. Devre Karşılaşmaları Başlıyor................................................... 45 E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır. mülkiye’den Yeni bir sayıyla merhaba. ACI KAYBIMIZ MÜLKİYELİ RESSAM ERDAL ERDEN’İ KAYBETTİK İyi bir fikir ve elimizde bazı malzemelerle başladığımız ilk sayının ardından, sizlerin de Mülkiyeliler Birliği 1962 mezunu, ressam Erdal katkısıyla ve epeyce yol alarak, kesintisiz bir şekilde Erden’i 13.10.2008 günü kaybettik. Cenazesi Ekim sayımıza ulaştık. 14.10.2008 günü Foça’da toprağa verilmiştir. İlk sayıya başlarkenki, “üyelerimize bizden bilgi, Mülkiyeliler Birliği camiasına başsağlığı dileriz. haber ve duyuruların ulaştırılması” amacından vazgeçmeden, bazı yenilikleri de sayfalarımıza taşıyoruz. Özellikle ilgi okunduğunu, yapılan katkılardan da anladığımız “MÜLKİYE’DE ÖĞRENCİ OLMAK”ın yanısıra “MÜLKİYELİ ŞAİRLER” bölümünü de artık sürekli hale getirdik. Artık güncel bazı ülke ya da dünya gündemi ile ilgili ve Birliğimizin duruşuna uygun yazıları da “KONUK YAZAR” bölümümüzde göreceksiniz. Bunların yanında her sayıda elimizden geldiğince bazı ufak ve hoş katkılarla bültenimizin içeriğini zenginleştirmek gibi bir çabamız var ve bu çabamızda sizlerin de katkı ve eleştirilerinizi esirgemeyeceğini biliyoruz. Bültenimizin ana başlıkları, artık okuyucularınca biliyor. Bize herhangi bir bölüm başlığı içerisinde yer alabilecek yazı, fotoğraf, resim gibi malzemeler gönderebilir, sürekli olabileceği gibi sadece o sayıda yer alacakyeni bölümler (elbette malzemeleriyle birlikte) önerebilirsiniz. Erdal Erden 1962 yılında A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1971’de TODAİE’de işletme dalında master yaptı.(M.B.A.) 1972’de Dışişleri Bakanlığı tarafından gönderildiği İran’da Tahran Üniversitesi’nin Uluslararası Yönetim Uzmanlığı programını bitirdi. Resim çalışmalarına, lise döneminde başladı. 1965-1966 yıllarında İsmet İnönü, Şevket Süreyya Aydemir, Yusuf Kemal Tengirşek, Asım Gündüz, Fahrettin Altay, Afet İnan’la Atatürk ve Kurtuluş Savaşı konusunda çalışmalar yaptı. Atatürk portreleri çizimlerinde bu çalışmaları temel aldı. 1966’da Birleşmiş Milletler tarafından üye sanatçı seçildi. Eserleri Fransız yönetmeni Roger Vadim tarafından filme çekildi. Biz, sizlerden gelecek her türlü katkıyı, elimizden geldiğince ve bülten olanakları içerisinde, değerlendirmeye hazırız. Geçen ay gerçekleştirmiş olduğumuz Olağanüstü Genel Kurul kararları içerisinde de yer aldığı gibi, Birliğimiz “yeni tesisler kazanma, sahip olduğu tesisleri yenileştirme ve tesislerini daha işlevsel hale getirme” çabalarını yoğunlaştırdığı bir döneme girdi. Bu konuda çabaları ya da çalışmaları olan şubelerimizden de tüm camiayı sevindirecek haber ve bilgiler bekliyoruz. Seçilmiş sergileri: 1965 Fransız Kültür Merkezi (Ankara), 1966 Fransız Kültür Merkezi (İstanbul), 1966 A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi (Ankara), 1967 Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi (Ankara), 1967 Türk-Amerikan Kültür Derneği (İzmir), 1978 Girne (Kıbrıs), 1991 Mülkiyeliler Birliği (İstanbul), 1995 Anayasa Mahkemesi (Ankara); 1998 Türk-Japon Kültür Merkezi (Ankara), 2000 Dortmund, Münster, Köln, Frankfurt (Almanya), 2005 Mülkiyeliler Birliği (İzmir), 9 Kasım 2006 Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi (Ankara), 9 Şubat 2006 Semih Balcıoğlu Kültür Merkezi (Ürgüp), 20 Şubat 2006 Ayvalık Belediyesi Kültür Merkezi, Mart 2006 Mülkiyeliler Birliği Bursa Şubesi (Bursa). Amacımız sizlerle biraz daha interaktif (etkileşimli) iletişim içerisinde olabilmek ve yaptığımız şeyin karşıdan nasıl göründüğünü de algılayabilmek. Elbette bunların yanında bu çabamızı takdir eden yazılarınızı e-posta kutusunda görmeye de hiçbir zaman hayır demeyiz. Tüm okuyucularımızın geçmiş bayramını kutluyor, yeni sayıda buluşana kadar esenlikler diliyoruz. A.Raif FALCIOĞLU CAHİT EMRE KAMU YÖNETİMİ ARAŞTIRMA YARIŞMASI SONUÇLANDI üyeliği yaptığı 2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırması Yarışması sonuçlandı. Lisans araştırmaları dalında birincilik ödülüne, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Araştırma ve Uygulama Merkezi (KAYAUM)’un, Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğrencisi Tuğba lisans ve lisansüstü öğrencilerini kamu yönetiminin ELÇİN’in “Bürokrasinin Mimari Görünümü” başlıklı başlıca sorun alanlarına ilişkin konularda düşünme çalışması değer görüldü. ve araştırmaya yönlendirebilmek amacıyla, 2 Eylül Lisansüstü araştırma dalında “Geleceğin Güvensiz 2002 günü yitirdiğimiz değerli hocamız Doç.Dr. Cahit İnşası ve Sosyal Güven(siz)lik Reformu” başlıklı ortak EMRE adına 2005 yılından itibaren her yıl, Kamu çalışmayla Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Yönetimi Araştırma Yarışması gerçekleştirilmektedir. Bölümü araştırma görevlisi Cem ERGUN ve Süleyman Demirel Üniversitesi Kamu Yönetimi yüksek lisans öğrencisi Ayşe DERİCİOĞULLARI birinciliğe değer bulundu. Bu yıl yapılan yarışmada, iki farklı katagoride yapılmış araştırmalar, dokuz farklı üniversitenin öğretim üyelerinden oluşan yarışma jürisi (Prof. Dr. Şinasi AKSOY ODTÜ, Prof. Dr. Oya ÇİFÇİ TODAİ, Prof. Dr. Atilla GÖKTÜRK Muğla Üniversitesi, Prof. Dr. Birgül A. GÜLER Ankara Üniversitesi, Prof. Dr. Eyub G. İSBİR Gazi Üniversitesi, Prof. Dr. Kemal Kartal İnönü Üniversitesi, Prof. Dr. Ali ÖZTEKİN Akdeniz Üniversitesi, Doç. Dr. Adalet ALADA İstanbul Üniversitesi, Doç. Dr. Yeşim Ediz ŞAHİN Dokuz Eylül Üniversitesi) tarafından değerlendirilmiş ve birincilik ödülüne değer iki çalışma belirlenmiştir. “Sicil Sistemi” başlıklı çalışmasıyla Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi doktora öğrencisi Fatma Müge ALGAN ikinci, “Devlet Planlama Teşkilatı ve Planlama Anlayışında Yaşanan Değişim (1960-1980/1980-Günümüze)” başlıklı çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi yüksek lisans öğrencisi Yunus Emre ÖZKAN üçüncü en iyi araştırma olarak değerlendirildi. Her yıl farklı bir üniversitenin organizasyonunu üstlendiği Kamu Yönetimi Forumu (KAYFOR), bu yıl Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi tarafından gerçekleştirilmiştir. 2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Ödülü Töreni 9 Ekim 2008 tarihinde gerçekleştirilecek olan açılış töreninde yapılacaktır 2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırmaları Yarışması’nın birincilik ödülleri, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde 9-11 Ekim 2008 günleri arasında yapılacak Kamu Yönetimi Forumu’nun (KAYFOR-6) açılış töreninde verilecektir. Ödül töreni 9 Ekim 2008 Perşembe günü saat 9.30’da gerçekleştirilecek, ardından KAYFOR-6 toplantılarına geçilecektir. Ödül töreninde Mülkiyeliler Birliği de temsil edilecektir. Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nın katkılarıyla Kamu Yönetimi Araştırmaları Yarışması’na ilgi bu yıl birinciliğe değer görülen çalışmalara destek gösteren tüm katılımcıları, emek verdikleri başarılı olmak üzere birer dizüstü bilgisayar armağan verildi. çalışmaları nedeniyle kutluyor, araştırmacılık çabasını ve başarılarını sürdürmelerini diliyoruz. 2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Ödülü Değerlendirme Sonuçları Prof. Dr. Birgül A. Güler KAYAUM Müdürü A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin (KAYAUM), lisans ve lisansüstü öğrencilerini kamu yönetiminin başlıca sorun alanlarına ilişkin konularda düşünme ve araştırmaya yönlendirebilmek amacıyla açılan ve dokuz farklı üniversiteden öğretim üyelerinin jüri Ali Çolak Mülkiyeliler Birliği Başkanı Prof. Dr. Celal Göle AÜ SBF Dekanı mülkiye’de öğrenci olmak Ölü Bir Arkadaşa ölen arkadaşlarının ardından yaktıkları ağıttır “Hey! Füsun Çiçekoğlu Selim”. 1970’lerde katledilen Siyasallı devrimciler için 14 Haziran’da, Ankara’da yapılan anma toplantısı, sürgünde olmanın tanıdık sızısını, bir zamanlar dilimizin konuşulduğu yerden ve zamandan sürülmüş olmanın ağrısını dindirmese de farklılaştıran bir buluşmaydı. Her yıl olduğu gibi bu Haziran’da da, yitirdiğimiz arkadaşları anmak için 1979’da öldürülen Hakan Şenyuva’nın mezarı başında toplanıldı. Sözlerle, seslerle, dokunuşlarla yitirdiğimiz arkadaşlara değebilmek; ‘şu koca dünyadan bahset bize’ der gibi ölen arkadaşlara seslenerek unutulmadıklarının kanıtını şu koca dünyaya bırakmak istiyordu herkes. Hey! Selim! Bu gece bizimle olamaman ne acı Hey! Selim! Çok korkuyorum, Selim. Deniz o kadar büyük ki! Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim? Hepimizin gideceği o yer neye benziyor? Dağlar mı var, vadiler mi, Polisler mi var orada askerler mi, hiç geriye bakmadık ki biz. Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz. Rüyamda annemi gördüm gece kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu. Noel’di, çanlar çalıyordu. Dağlara kar düşmüştü. Keşke burada olaydın bize eskisi gibi o limanlardan, Marsilya’dan, Napoli’den, Şu koca dünyadan bahsedeydin Hey! Selim, anlat, anlat bize Şu koca dünyadan bahset. Hey! Selim, konuş, konuş bizimle...1 Sonsuzluk ve Bir Gün’ün unutulmaz sahnesinde Selim’in ardından arkadaşlarının her biri kendince yas tutar. Kimi için için ağlar, kimi intikam yemini eder, kimi polisin ve askerlerin ‘orada’ da olup olmadığını merak eder. Belki de iyi bir şeydir Selim’in yerinde olmak, eğer ‘orada’ geride bıraktıkları dağlar, vadiler, anneler varsa; polisler ve askerler yoksa. Polislere ve askerlere bakmadan kaçmak gerekir, geriye bakılmaz çünkü ölümden kaçarken. Aslında içinden geçip gelmişlerdir bütün çocuklar, bilirler nasıl bir şeydir ama geriye bakamadıklarından tanımazlar yüzünü ölümün. Çocuk tüccarlarından, mafyadan, polisten kaçışarak arabaların camlarını temizlemeye çalışmaktır ‘burası’, iyi bir yer değildir. ‘Burası’ sürgünde olmaktır çünkü artık. Bilinmezlik olan ‘orası’ hakkında sual edebilecekleri tek kişi, daha bir dakika önce yan yanayken ‘oraya’ giden arkadaşları Selim’dir. Yerde yatan inanılmaz sahicilikteki ölü bedeniyle her sorunun sorulabileceği, her cevabın beklenebileceği, sorulardan ve cevaplardan sıyrılıp giden, artık hiç ses etmeyen Selim’dir. Ona dair her şeyi düşünme, söyleme, onu Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, kaçak Arnavut kendi sözleri, kendi rüyalarıyla giydirme hakkı göçmeni çocukların hayret, korku, hasretle Selim’in, olacaktır bundan böyle geride kalanların. Selim’in anlattıklarını hepsi kendince hatırlayacak, her biri kendi hatırladıklarından birbirinden farklı Selim’ler yaratacaklardır. Bu Selim’lerden hiçbiri giden arkadaşları olmayacaktır ama. Zaman içinde Selim başka biri olacak; rüyalarında, hatıralarında kalan sözlerle konuşmaya başlayacaktır onlarla. Her giden gibi o da kalanların hafızasında yeniden şekillenecek, Selim’in adından birden fazla hikâye çıkacaktır. onların unutulmuş sözlerini dirilterek geçmişe dair hikâyeyi yeni biçimlerde kuranlar her toplantıda artıyor. Her seferinde geçmişe duydukları merak artan gençler katılıyor toplantılara. Ölen arkadaşlarımızın ilkokul, lise arkadaşları katılıyor. Tozlu arşivlerin labirentlerinden yepyeni bir hikâye çıkıyor onlara dair. Mezarı başında toplanarak bütün arkadaşları Yıllardır, Hakan’ın mezarı başında başlayan her andığımız Hakan öldürüldüğünde, 10 Haziran anma toplantısında Sonsuzluk ve Bir Gün filminin 1979’du. Ölüm yıldönümlerinde ailesinin verdiği gözümün önünden gitmeyen bir sahnesidir bu. Bu ilanda, Hakan’ın gençliğinde donup kalmış fotoğrafı yılki anma toplantısında filmin çağrışımları daha da ve “Sevgili Yavrumuz Hakan Şenyuva AÜ Siyasal genişledi; kendini başka izleklerle de, kelimeleri ve Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı iken 10 sürgündeki yazarların bitmemiş eserleriyle de çağrıştırdı Haziran 1979 günü pusuda haince vuruluşunun (...) Sonsuzluk ve Bir Gün. Arkadaşlarımızın öldürüldüğü yılında seni, savunduğun haklı idealleri, ülkemizin ve insanlarımızın güzel geleceğine inancını sevgiyle anıyoruz” cümleleri vardır. Parantez içindeki rakamlar büyür ilanlarda geçen yıllarla birlikte. Hakan’ın katil zanlısı Fehmi Söylemez’in adı, adresi, yakalanamayışına duyulan isyan aynı kalır. Adaletin yerini bulacağına inançsa her geçen yıl azalır. 2004’te zaman aşımına uğrayan davadan sonra Söylemez’in yakalanamayışı olarak sürüp giden kandırmaca daha da acı verici oldu geride kalanlar için. yaşlarda olanlarla zamana dair söyleşmek geçmişin silinmezliğini olduğu kadar, geri döndürülemezliğini de çağrıştırdı. Unutturulan dillerin ortak kaderini ve o kaderi değiştirmeye mecbur yazarları, yüzyıllar geçse de sürgünlüğün değişmeyen kelimelerini; sürgünde olanın, sızısını dindirecek tek ilaç olan anadilinin şefkatini arayışla geçen uzun yıllarını ve sonrasındaki tek gününü düşündüm hep Haziran toplantısında. Bu yıl yapılan anmada dördüncü yılındaki, hesaplaşılamayan geçmişin bugüne miras bıraktığı, aşıma uğramayan bu acının kekre, buruk izi de vardı. Her anmada olduğu gibi geçmiş zamana dair bir kaydı arama, anıların kaybını önleme kararlılığı, ortak hafıza kaydı tutma gayreti vardı. Geçmiş yeniden inşa edildi 2008 Haziran’ında, bir kez daha.3 Cebeci Mezarlığı’nda kırmızı karanfiller, yitirdiğimiz arkadaşlarımızın aileleri, ölen arkadaşların şimdilerde Seni, savunduğun haklı idealleri, ülkemizin ve ellili yaşlardaki arkadaşlarının yanında üniversiteli insanlarımızın güzel geleceğine İnancını sevgiyle öğrenciler vardı. Onların öldürüldüğü yaşta olan ve anıyoruz… haklı idealleri savunan, ülkemizin ve insanlarımızın Mehmed Uzun’un “Küçük Ölçekli Zaferler Büyük güzel geleceğine onlar kadar içten inanan gençler Ölçekli Mağlubiyetler”de yazdığı gibi anımsamak vardı. İsmi Hakan olan, Ali Fuat olan, Adil olan, Şevki ve anımsananları anlatmak için anlatılanları da hep olan, Bahri olan çocuklarımız vardı. anımsamak için belki de”… Sürekli hatırlamak, sürekli Düşünceli yüzler, Hakan’ın mezar taşına dokunanlar, hafızanın derinliklerine inmek, sürekli artık kimselerin mezarın çevresindeki otları yolanlar, mezarda bitmiş açıp bakmadığı tozlu arşivlerin labirentlerinde bitkilerden toplayıp köklendirmek için yanına alanlar dolaşmak, sürekli tüm bir geçmişi yakalamak, onu vardı. bildiğimizden farklı biçimlerde yeniden kurmak, Mezar ziyaretinin ardından her yıl olduğu gibi mezara gömülmüş hakikatlere uygun yeni bir hafıza okula gelindi. Okuldaki toplantı SBF’de 1976-1980 yaratmak, sürekli unutulmuş olanları unutulmuş arasındaki dört yılda katledilen altı arkadaşımızın sözcüklerle anlatmak gerekiyordu.”2 Hakan Yurdakuler, Ali Fuat Okan, Hakan Şenyuva, Ölen arkadaşlarımızın hatıralarından yeni bir hafıza Bahri Gülpınar, Mehmet Adil Olcay ve Şevki yaratmak da denebilir yıllardır her Haziran yapılan Kobal’ın anısına yaptırılıp 22 Ekim 2007’de açılan toplantılara aslında. Onları anmak için buluşanlar, 218 numaralı derslikte yapıldı bu yıl ilk kez. Okulun emektar çaycısı Recep Dayı’nın çayları içildi yine. yeni bir tarih oluşturma niyetlerini beyanlarıydı. Sonsuz Bellek ve Bugün Sancısı Gençlerin Hakan’ın mezarı başında yaptıkları konuşmada, “Kendi mücadelelerinin geleneğin devamı olmakla sınırlı olmadığı”nı vurgulamaları, “geçmişin bilgisini geçmişin üstünü çizmeden bugüne dâhil etme”6 doğrultusunda bir adım atılıyor olduğunun belirtisiydi. Arkadaşlarımızı hatırlamanın zaman zaman hafıza kaydı tutmanın sınırlarına sıkışarak hatıra kaybına doğru gitme tehlikesine karşı bir duruştu SBF öğrencilerinin sözleri. Jorge Luis Borges, “Funes ve Sonsuz Bellek” adlı öyküsündeki, İreneo Funes adlı karakteri anlatırken, “30 Nisan 1882 gününün tan sökümünde güneyden gelen bulutların biçimlerini biliyordu... Funes yalnızca her ormanın her ağacının her yaprağını hatırlamakla kalmıyor, aynı zamanda gördüğü veya düşlediği her kareyi de hatırlıyordu... İki-üç kez bütün bir günü yeniden kurmuştu; asla duraksamamıştı, ama her keresinde bu kurmalar bütün gününü almıştı. Tek Bu sözler kadar, bu sözleri söyleyişlerindeki tavırları başına benim anılarım, dünya dünya olduğundan beri ve mezar ziyareti sonrasında SBF’deki toplantıdaki bütün insanların sahip olabileceklerinden daha çoktur, konuşmalarıyla da geçmişten devraldıklarının, demişti bana...” der.4 “bütüncül anlatılar değil, tekil anlar, deneyimler,”7 Funes’in İngilizce’yi, Fransızca’yı, Portekizce’yi olduğu belirginleşti. Geçmişin, belki de aradan geçen ve Latince’yi çaba harcamadan öğrenivermesini bunca zaman sonra bugünü işgal etmeden doğru sağlayan, her ormanın her ağacının her yaprağını bir yere oturuşmakta olduğunun belirtisiydi SBF kaydeden hafızasından duyduğu tedirginlik, kendi öğrencilerinin varlıklarını ifade ediş biçimleri. yüzüyle aynada her karşılaştığında, ellerine her SBF-DER’in 1970’li yılların ikinci yarısındaki antibakışında şaşkınlığa düşmesiyle bağlantılıdır aslında. faşist mücadelesinin ve geçmişin sahiplenildiğinin Bugüne yer kalmamıştır Funes’in dünyasında. Kendini ancak baskı biçimlerinin değiştiği günümüzde bugününde yadırgayışı bundandır. farklı direniş ve mücadele yöntemleri geliştirerek Öykü üzerinde düşündükçe hatırlamanın bugünün ilerlendiğinin de, arayışların da, sorgulayışların yerine geçtiği, kendi yüzünden hayret duyan Funes da izleri vardı öğrencilerin kendi derneklerinde karakterine benzemeye, anıların işgaline uğramaya, sürdürdükleri mücadelede. Hayata dönük olmanın ve anılardan ibaret kalmaya başlanır mı kaygısını direnç gücünün anma törenlerindeki alışılagelmiş söz duymamak zor. Kaygı sorularla birlikte geliyor ve tavırlardan ileri bir yerde şekillenmekte olduğunun üstelik de: Bugünün aynasında kendimize baktıkça beyanıydı SBF öğrencilerinin duruşu. gördüklerimiz nelerdir? Bugünümüzdeki yüzümüzü Bir başka farklılığı bu yılki anmanın, sürgünde yadırgamadan geçmişimizi nasıl görebiliriz aynada, olanların birbiriyle buluşmasıydı. geçmişi unutmadan? Anayurdundan ve anadilinden sürgün edilenlerle, Bir arkadaşımızın yazdığı gibi, yas tutmadan hayatından arkadaşlarından ve ölümler pahasına anılarımızla güçlü olabildiğimizi, yas tutmayan kurulan bir dilden sürülenlerin buluşmasıydı bu yılki hatırlama şekillerinin artık bulunmakta olduğunun anma töreni. Ana dili barış ve insan olduğundan umudu vardı bu yılki anmada. 5 Hafıza kaybını önleme sürgüne yollananların buluşmasıydı. Sürgün tarihi zorunluluğu ile Funes’leşme kaygısının farkına varma bu yıl yapılan anmanın önceki yıllardan farklılıklarını belirliyor belki de. Arkadaşlar ardından yapılan her anma gibiyse da bu Haziran anmamız birçok bakımdan, yine de farklıydı bu yılki anma geçen yıllardan. Ölü Bir Arkadaşı Anılardan Fazlasıyla Anmak Bu yılki anmanın farklılığı, geçmişin yarınla buluşmasıydı. Gelmekte olanların ve geçmiştekilerin, kendi zamanlarının içinden birbirine el uzatmasıydı bu Haziran buluşmasının öncekilerden farkı. Ölen arkadaşları hatırlarken, artık ortak hafıza kaydı tutmaktan farklı bir tavrın yeşermekte olduğunun en belirgin göstergesi, SBF öğrencilerinin kendilerine ait uzun8 bir halkın temsilcisi olan ve halkının sürgün hafızasının kaydını tutan bir yazarın, ömrünü yurdundan uzakta geçirmeye mecbur edilen Mehmed Uzun’un mezarından getirilen toprak Hakan’ın mezarına arkadaşları tarafından serpildi. sokaklarda olma gereğinin, sokaklarda olanların yanında olma zorunluluğu daha da belirginleşti. Bir zamanlar sokaklarda olmak için evlerini bırakanların, geçmişi anarken bir araya gelişleri artık büyük bir aile olmaya benzetmeye başlamanın bende hep çağrıştırdığı bir aile büyüğünün uzun, ağır ve kasvetli gölgesine dönüşmekten farklı olmadığını hissetmelerini sağlayabilecek ferahlıkta bir rüzgârdı bu. Başka türlü bir hayatı mümkün kılabilmenin yolunun şimdi büyük harflerle alternatif hayat reçeteleri yazmaktan daha mütevazı, daha usul bir kararlılıkla evlerden sokaklara çıkmaktan geçtiğinin fısıltısıydı. SBF ve Cebeci yerleşkesinde yaşananlar paylaşıldı. Yeni öğrenim döneminde turnikeli giriş adı altında öğrencilerin baskı altına alınma hazırlıklarına ve güvenlik adı altında sürekli yeni baskı mekanizmaları konulmasına karşı direnme kararlılığı paylaşıldı. Özel Güvenlik Birimi adı altındaki polisiye güçlerin hukuka aykırı uygulamalarına karşı çıkarak, yaygın polisiye önlemlerin yüzünü açığa çıkarma bilinciyle Ömrünün hesaplaşma günündeki ozan Alexandros Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, ‘Yarın nedir?’ sorusunun cevabını ararken zamanın anlamını sorgular. Ölümcül bir hastalık nedeniyle o günün akşamında hastaneye yatmaya hazırlanan Alexandros, Selanik’te deniz kıyısında bir bankta oturur, çocuk ticareti yapan çeteden ve polisten kurtardığı kaçak Arnavut göçmeni çocuğa İtalya’da doğan Yunanlı şairin, Solomos’un hikâyesini anlatır. Uzun bir hikâyenin cevabındaki sürgünlerle zamana dair soruları cevaplarından çok olan yarınındakilerin buluşmasıydı. Asla anlayıp kabullenemeyecekleri Sürgünde geçen ömrü, çocukken uğruna tokat yediği arkadaş ölümlerinden hem kendine ait hem de ortak bir Kürtçe’yi, kendine yurt edindiği anadilini dünyaya hikâye çıkaranların gidenlere “keşke burada olaydın!” kazandırmış olarak 11 Ekim 2007’de Diyarbakır’da demesinden daha çoktu bu Haziran. sona eren Kürt yazarı Mehmed Uzun’un mezarından ‘Korfulamu, Xenitis, Argathini’ toprak getirilmişti Haziran buluşmasına. Köyünden Mehmed Uzun’un toprağı Hakan’ın mezarına taşınan nar ağacının köklendiği toprak, Hakan’dan filizlenecek ağaçlara güç vereceği inancıyla serpildi serpelendiğinde, sürgünlüğün ne demek olduğunun cevabını oradaki herkes kendince aradı belki de. mezara. Sorunun ve cevabın çok olduğu yerlerden geçildi Edebiyatı yapılamaz, romanı yazılamaz denen bir sonra. Sonsuzluk ve Bir Gün’deki farklı zamanların dilin, Kürtçe’nin, dünya edebiyatıyla buluşmasını sürgün yazarları ve çocukla Türkiyeli Kürt bir yazarın sağlayan Mehmed Uzun’un, “Barış, insanlığın yarattığı uzun sürgün hikâyesinin ve kendi ömründen sürgüne en önemli, en erdemli eserdir. Barış, ben dediğimiz gitmişlerin buluştuğu yerden üç kelime düştü bu şeyin öteki haline gelmesidir; öteyi anlamak onunla Haziran’a cevaben. eşit ilişki kurmaktır. Barış, insanoğluna en çok yakışan Sonsuzluk ve Bir Gün’ün bu üç kelimesi Korfulamu, erdemleri kendi içinde barındıran yepyeni bir kültür, Xenitis, Argathini’ydi… bir terbiyedir,”9 sözleriyle savunduğu barış güvercini Hakan’ın mezarına kondu bu yıl. Hikâyeleri anlatan kelimelerden geçerek gelen ve Bir farkı da bu yılın, ütopyanın yerli yerinde hikâyesi olan kelimeleri anlatan filmden karelerle durduğunu söyleyenlerin, ‘başka türlü bir hayat sürdü Haziran buluşması benim için. Kelimelerin kısa mümkün’ diyenlerin estirdiği rüzgârın ferahlığıydı. hikâyesi ise şöyleydi: Hikâyede Solomos’un, Osmanlı-Yunan savaşının sürdüğü yıllarda bir gece rüyasında gördüğü annesi onu adasına geri çağırır. Rüyasında aldığı bu çağrı üzerine adasına geri dönen Solomos yoksulluk, açlık ve felaketle karşılaşır anavatanında. Özgürlük savaşının sürmekte olduğu anavatanında herkes elinden geldiğince katkıda bulunmaktadır direnişe. Şair Yunanlı olmasına rağmen Yunanca bilmez; kendi adasında, kendi insanlarının arasında olmasına rağmen onların dilini bilmediğinden onlarla konuşamaz ve konuşmalarını anlayamaz. bulunur, hayatı yansıtan üç kelime sonsuzluktan önceki hesaplaşma gününün oyununda... Üç sürgünü Solomos’u, Alexandros’u ve Arnavut çocuğu bir Alexandros, “Bir şairin elinden gelen, özgürlük şiiri araya getiren kelimeler ‘korfulamu’, ‘xenitis’ ve yazmaktır diye düşünen Solomos, bu şiiri yazmalıyım; ‘argathini’dir. benim de katkım bu olmalı demiş,” diye sürdürür Haziran Sürgünü çocuğa anlattığı hikâyeyi. Solomos’un, bilmediği bir Yaratılmış bir karakter olan Alexandros’u, dilde şiir yazmak için kelimeler almaya başladığını, gerçeklikteki Solomos’la buluşturan da, Mehmed adada, garip bir şairin kelimeler aldığı haberinin kısa Uzun’u romanını yazmayı tutkuyla istediği ama sürede yayıldığını anlatır. yetiştiremediği Auerbach’la zamanların ardından Çocuğa anlattığı bu hikâyeden sonra kelime almaca oyunu oynamaya başlarlar kendi aralarında Alexandros ile çocuk. 19.yüzyıl şairi Solomos’un “Hür Esir” adlı bitmemiş şiirini tamamlamaya çalışan Alexandros, oynadıkları oyunda çocuktan kelime alacaktır, tıpkı Solomos gibi. Çocuk koşarak kalabalığın içine dalar ve her geri dönüşünde yeni bir kelime getirir Alexandros’a. Yunanistan’ın en büyük ulusal şairlerinden biri olan Dionysios Solomos’un yarım kalmış şiirini tamamlamaya ömrünü adayan Alexandros, sonsuzluktan önceki hesaplaşma gününde rastlaştığı Arnavut çocuktan bu oyunda üç kelime alır. Getirdiği kelimeler hayatın yansısıdır. Kelimelerin ilki ‘korfulamu’dur. ‘Korfulamu’nun sözlük anlamı, ‘çiçek göbeği’dir. ‘Korfulamu’ kelimesinin Yunanca’da ifade ettiği duyguysa, annesinin kucağında uyuyan çocuğun huzurudur; kelime şefkat, sevgi, huzuru anlatır. İkinci kelime ‘xenitis’tir. Angelopoulos’un bir korsandan öğrendiği,10 Yunanca’nın unutulmuş bir kelimesidir ‘xenitis’. Yunanca’da ‘yaban’ anlamına gelen ‘xenos’dan türetilmiş bir kelime olan ‘xenitis’, sürgün olma halini, ama daha çok da daimi sürgünde olma duygusunu anlatır. Her yerin yabancısı ve her yerde sürgünde olanlar için kullanılır. Oyunun son kelimesi ‘argathini’dir. Gecenin en geç saati anlamına gelir ‘argathini’. ‘Argathini’, en karanlık derinliğidir gecenin. Her şey için çok geç kalınmış olmasını anlatmak için kullanılan bir sözcüktür. Heraklitos’un, “Zaman, sahilde çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuktur”, sözleriyle başlayan filmin son sahnesinden geriye, zamana dair ‘argathini’ sözü kalır. Bir çocuğun sorusuyla başlayan film, başka bir çocuğun o sorunun sahibine sunduğu kelimeyle cevaplanır. Sorunun sahibi kıyıda kalırken, cevabın sahibi olduğunun farkında olmayan çocuk kendi sürgününde yeni bir adım atar, kaçak olarak Amerika’ya giden gemiye biner. buluşturan da sürgünlüktür. Zamanın ötesine kalan kelimelerle ve sürgünlüğünün bittiği yerde ölüm meleğiyle buluşan büyük bir yazarla buluşanlar da başka bir zamanın ve farklı, yeniden kurulmakta olan bir dilin sürgünleridir aslında. Benim Haziranımı gerçek kılan buluşmalar bunlardı bu yıl. Korfulamu derken ütopyanın anadilini, anadilinin şefkatinde ülkesini yaratanları; xenitis’te sürgünde olanları, argathini’de “yarın nedir?” sorularımızla başlayan zamana şimdilerde verilen cevapları buluşturdum bu yıl. Siverek’te ilkokulun birinci günü okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken, aralarında Kürtçe konuşan çocuklardan birine “Türkçe konuş,” diye bir tokat atmıştı yıllar önce İstanbullu yedek subay öğretmen. Tokadı yiyen çocuk Türkçe bilmiyordu oysa. Yediği o tokat, ölene dek aklından çıkmamıştı Mehmed Uzun’un. Sürgünde yaşarken, ana dilini sürgünden dünyaya geri getiren o tokadı yiyen çocuk oldu. “Kürtçe roman yazmaya başladığım zaman elimde Musa Anter’in 1960’larda hapiste hazırladığı incecik bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan’ın sözlüğü, 19. yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi... Türkiye’ye gelemiyordum. Daha çok Suriye’ye gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair, şarkıcılarla, Deng Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların Kürtçe isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora’da benden önce yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları, dergileri, kitapları tarıyordum.”11 Hakan’la toprakları karışan Mehmed Uzun’un bu söyleşisini okuyana kadar, özgürlük şairi Solomos’un bilmediği dilde yazacağı şiiri için kelime topladığı günlerden bu yana çok zaman geçmiş gibi geliyordu bana. Solomos’un yarını denebilecek bir zamanda, Mehmed Uzun anadilinin kelimelerini unutulmaktan kurtarmak için aynı Solomos gibi dolaşmışsa yurdunda… Zaman nedir peki? Sonsuzluktan önceki hesaplaşma günüdür herhalde. Alexandros’un Yunanistan’daki 1967 darbesinden Hayatına anlam katan tek eylemi, yarım kalmış bir kaçtığında tamamlamaya ömrünü adadığı Yunan dilinin büyük şairi Solomos’un şiirine üç kelime şiiri tamamlamak için olabildiğince çok kelime bulup almaya çalışan bir şairin, anadilinden aldığı unutulmuş kelimelerle kendini kurtarmaya çalıştığı prangadır zaman. Zamanın, yarında sonlanmayacak olduğunu anladığı andır insanın zaman. Zaman, yurduna ölmeye dönen sürgündeki bir yazarın son günüdür. Zaman, uzun yıllar önce öldürülmüş bir arkadaşa mektup yazmaktır gecenin en karanlık saatinde. Gecenin yarına doğru aydınlanmaya başladığı andır. Bugüne dair düşünebilmeye bizlerin, bu seçime bir şeyler ekleyerek ‘HİÇ’ olmayacağımızı göstermemiz gerekiyor.” 6) Birgün gazetesindeki söyleşiden alıntı. “Meltem Ahıska’yla Söyleşi: Entelektüel, Ezilenin Deneyimine Yer Açmalı”, Osman Akınhay, Bekir Tarık, Mesele Kitap Dergisi, Nisan 2008, Sayı 16, s. 12-21. 7) A.g.y., s. 21. 8) Mehmed Uzun, Şeyhmus Diken’in Amidalılar kitabına dair, “Türkiyeli Kürtlerin sürgün tarihi uzun, sürgün hafızaları kısadır. Yüzyıllar boyu süren bu sürgün tarihinden ne kaldı? Diken’in son çalışması Amidalılar, sözünü ettiğim hafızanın oluşmasına çok yardımcı olacaktır,” demiştir (Birgün, 1 Haziran 2007). 9) Mehmed Uzun’un Ocak 2007’de, rahatsızlığı nedeniyle katılamadığı “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”na gönderdiği konuşma metninden. 10) Amerikalı film eleştirmeni Gideon Bachmann’ın Theo Angelopoulos’la yaptığı söyleşi için bkz. http://www.miscellanea.de/film/Theo_Angelopoulos/ Interview1.htm. Theo Angelopoulos’un filmleri ve sinema anlayışıyla ilgili görüşlerini içeren söyleşilerinin toplandığı bir kaynak için bkz. der. Dan Fainaru, Theo Angelopoulos, çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006. 11) Hasan Cemal, “Modern Kürt Edebiyatının En Büyük İsmi Mehmed Uzun ile Sohbet”, Milliyet. başladığımız andır ya da zaman. Zaman, gelecek Haziran’da Hakan’ın mezarından sürgün vermeye başlayacak olan bir nar ağacıdır belki de. 1) Yazının başlığında atıfta bulunulan, “To a Dead Friend” parçası çalarken kaçak Arnavut göçmeni çocukların ölen arkadaşları için yaktıkları ağıt. (“To a Dead Friend”, Eleni Karaindrou’nun bestesi, Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir Gün) filminden (Theo Angelopoulos, 1998) Aşkla sana alnını dağ ateşiyle ısıtan 2) Mehmed Uzun, Ölüm Meleğiyle Randevu, Ithaki Yayınları, 2008, s.24. yüzünü kanla yıkayan dostum senin 3) “Hatırlama, bir yeniden tanımlama sürecidir, geçmiş yeniden yapılır, bellek geçmişi icat etmenin bir yoludur.” Adam Philips’den aktaran: Münir Göle, “Doğru Olmadığını Biliyorum Ama Öyle Hatırlıyorum”, Bellek, Öncesiz Sonrasız, Cogito, YKY, Sayı 50, Bahar 2007, s. 27. Anma töreni sonrasında aramızda konuşurken, herkesin kendi yarattığı bir geçmiş olduğunu ve geçmişe dair kayıt ortak hale getirildiğinde anlamlı bir hikaye çıkarılabileceğini bir kez daha fark etmek anımsama süreçlerine dair daha derin düşünmenin gereğini gösterdi. uyurken dudağında gülümseyen bordo gül benim kalbimi harmanlayan isyan olsun şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik birgün benim elimde 4) Hikâyeye internet üzerindeki erişim adresi: http://evansexperientialism.freewebspace.com/borges.htm patlamaya sabırsız mavzer olsun başını omzuma yasla 5) http://www.sbfder.com. “Anılarımıza sahip çıkarak belleksiz topluma bir cevap verebilmeliyiz. Bir dönemi yaşayan bizlerin anılarının yaşaması, belleklerden silinmesinin engellenmesi çocuklarımıza bırakabileceğimiz tek miras olmalıdır. Zamana rehin bırakılmış anıları toparlamak için bir araya gelmekle yükümlü olduğumuzun bilincinde olmamak mümkün mü? Kendimize olan saygımız, fotoğraflarda birlikte olup da şimdi birlikte olamayacağımız, kaybettiğimiz arkadaşlarımızın anısı bizi bir arada kalmaya zorluyor. Şairin dediği gibi belki ağaçların ve çimenlerin yeşil olduğu günleri geride bıraktık, ama yas tutmak yok anılarımızla güçlüyüz biz artık. Seçimini yapıp yola çıkan göğsümde taşıyayım seni gövdem gövdene can olsun Z. Arkadaş ÖZGER 10 albümlerden Sami Urfalı’nın Albümünden 1964 YILINDA FAKÜLTE DE BİR KONFERANSTA sağdan sola arka sıra: Koray Düzgören-Hüseyin Cevahir-Asuman Erdost ön sıra: Sami Urfalı-Macit ...- Hayri Muşlu sağdan sola: Koray Düzgören-Hüseyin Cevahir-Kaya Ersoy-Asuman Erdost 11 Necdet Bilgin’in Albümünden Necdet BİLGİN 1968-1970 12 Gülden Öğütveren’in Albümünden İktisat Maliye 13 mülkiyeli şairler Cahit Sıtkı TARANCI korkusuna neredeyse her şiirinde yer veren ve ölümü kabullenemeyen Tarancı’nın, şiirlerinde sürekli bir hoşnutsuzluk göze çarpar. “Sanat için sanat” ilkesine bağlı kalarak yazdığı şiirlerin konuları arasında, sevdalar, yalnızlık, kaçış, yaşadığı hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de olan temalar belirgin biçimde öne çıkar. Şiir hakkındaki düşüncelerini, çeşitli makale ve denemelerle gazetelerde belirten ve Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952), Sonrası (1957), Ziya’ya Mektuplar (1957) ve Bütün Şiirleri (1983) adlı kitaplarda eserleri birleştirilen şairin, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar da yazarı tanıma açısından önemlidir. Aralık 1954’te ağır bir akciğer hastalığına yakalanan ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için Viyana’ya giden Cahit Sıtkı Tarancı, 13 Ekim 1956’da, burada vefatının ardından, Ankara’ya getirilerek, toprağa verildi. BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM Asıl adı Hüseyin Cahit olan Tarancı, 4 Ekim 1910’da, Diyarbakır da doğdu. Kapımı çalıp durma ölüm, Açmam; İlkokulu Diyarbakır’da bitirip, ortaokulu İstanbul’da Saint Joseph’te okumasının ardından, liseyi okumak için Galatasaray’a geçen Tarancı, sonradan yakın dost olacağı Ziya Osman Saba ile bu okulda tanıştı. Mülkiye Mektebi’nde başladığı öğrenimini, o sırada Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmaya başlayan hikayelerinden kazandığı parayla Paris’te, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamlamak istemesine rağmen, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Ben ölecek adam değilim. Alıştım bir kere gökyüzüne; Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar. Sıkılırım, Kuşlar cıvıldamasa dallarında, Yemişlerine doymadığım ağaçların, Yağmur mu yağıyor, Cumhuriyet döneminin önemli şairlerinden olan Tarancı, şiir yazmaya, lise yıllarında başladı. Batı’nın etkisinde kalan şairlerimizden olan Tarancı’nın, şiirinde divan edebiyatının etkisine rastlanmaz. Daha çok halk şiirine yakın gösterilebilecek bir tarzı olan şairin, Fransız okullarında okumuş olması nedeniyle ilk şiirlerinde Fransız şairlerin etkisini görmek mümkündür. Tarancı’nın, şiirlerinin en önemli özelliklerinden biri de, açık ve sade bir üsluba sahip olmasıdır. Hececi şiir geleneğini sürdürenlerden biri olan ve şiirin, sözcüklerle güzel biçimler kurma sanatı olduğunu savunan Tarancı, şiirde ses güzelliğine değer verdi. Şiirlerinde, yaşama sevincini ve aşkın güzelliğini vurgulayan, ölümün üstünlüğünü irdeleyen Cahit Sıtkı Tarancı anlatım gücüyle dikkat çekti. Ölüm Güneş mi var, Farketmeliyim Baktığım pencereden. Deniz görünmeli çıksam balkona. Tamamlamalı manzarayı Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar. Ekmekten olamam doğrusu, Nimet bildiğim; Sudan geçemem, Tuzludur teneffüs ettiğim hava. Ya nasıl dururum olduğum yerde, 14 Otuz Beş Yaş Öyle upuzun yatmış, İki elim yanıma getirilmiş, Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Hareketsiz, Dante gibi ortasındayız ömrün. Sükûta râmolmuş; Delikanlı çağımızdaki cevher, Sanki devrilmiş bir heykel? Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Ellerim ne der sonra bana? Şakaklarıma kar mı yağdı ne? Soğumuş kalbime ne cevap veririm? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Utanmaz mıyım ayaklarımdan? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünüyorsunuz; Kalkmalıyım, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Dolaşmalıyım, Sokaklarda, parklarda. Zamanla nasıl değişiyor insan! El sallamalıyım Hangi resmime baksam ben değilim: Giden trenlere, Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Kalkan vapurlara. Bu güler yüzlü adam ben değilim Bilmeliyim, Yalandır kaygısız olduğum yalan. Gölgelerin boyundan, Saatin kaç olduğunu... Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Islık çalmalıyım. Hatırası bile yabancı gelir. Türkü söylemeliyim Hayata beraber başladığımız Yol boyunca, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız Keyfimden ya hüznümden. Geçmiş günleri hatırlamalıyım, Gökyüzünün başka rengi de varmış! Dalıp dalıp akarsuya, Geç farkettim taşın sert olduğunu. Hayaller kurmalıyım, Su insanı boğar, ateş yakarmış! Güzel geleceğe dair. Her doğan günün bir dert olduğunu, Yanımdan geçenler olmalı, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Selâm almalıyım; Robenson’u düşünmeliyim, Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Garipliğini: Her yıl biraz daha benimsediğim. Şükretmeliyim Ne dönüp duruyor havada kuşlar? İnsanlar arasında olduğuma. Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim? Nedir ki eninde sonunda ölüm? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar. Ayrı düşmek değil mi aşinalardan? N’eylesin ölüm herkesin başında. Kapımı çalıp durma ölüm, Uyudun uyanamadın olacak Açmam; Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Ben ölecek adam değilim. Bir namazlık saltanatın olacak. Taht misali o musalla taşında. Cahit Sıtkı TARANCI 15 Cahit Sıtkı TARANCI röportaj A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Arş. Gör. Dr. N. Emrah Aydın Onat’ın değerli hocamız Korkut Boratav’la kriz üzerine yapmış olduğu söyleşiyi yayınlıyoruz Emrah - Şu anda küresel ölçekteki durumu sizden Amerika’daki finansal krizle başlayan bu bir öğrenelim. Ama belki ABD’deki emlak krizinden konjonktürün arka planını tartışmaya başlarken, IMF başlamakta fayda var, onun etkisi nasıl oldu, neden gibi uluslar arası düzeni temsil eden bir kuruluşun bile bu kadar çok oldu, bunu bize anlatırsanız… vurgulamış olduğu küresel dengesizlikler olgusuna Boratav - Şu anda dünya ekonomik sisteminin biraz değinmek lazım. Aslında dengesizlikler değil, metropolünü oluşturan Amerika, Avrupa ve Japonya denge bozuklukları demek daha doğru. İngilizce odağı, finansal sistemden başlayan ama yavaşça reel iktisat terminolojisi olguyu “disequilibrium” ile değil, ekonomiye de sirayet eden bir kriz ve dalgalanmadan “imbalances” ile ifade ediyorlar. Ancak, Türkçenin geçiyor. Bu dalgalanma iniş doğrultusundadır. kısıtları içinde dengesizlikler diyerek geçiştirelim. Şimdilik büyüme hızlarında azalma biçiminde; ancak, Küresel dengesizliklerin önemli özelliği şudur: giderek negatif büyümenin gündeme geleceği kesin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra dünya görünüyor. Dünya ekonomisi neo liberal dönemeçten ekonomisinin ana blokları arasındaki ticaret ve sonra, 1970’li yılların ikinci yarısından başlayıp onar sermaye hareketleri biçiminde tanımlayabileceğimiz yıllık üç çevrim içinden geçti. Her çevrimin sonunu ilişkiler kümesinde ciddi bir bozulma meydana geldi. zirve noktasıyla tanımlarsak 2007’nin böyle bir nokta Bozulma öncesinin ana görüntüsü şöyleydi: Bretton olduğu anlaşılıyor. Şimdi bu şu anlama geliyor: 2007- Woods sistemi içinde Amerika’ya imtiyazlı bir konum 2008’den başlayarak dünya ekonomisinin aşağı yukarı verilmişti. Dolar, dünya parası olacaktı. Sistemin her coğrafyasında büyümede yavaşlama veyahut bazı parasal düzenlemesinin son bulmasından sonra noktalarda negatif büyüme olacak. Kısacası, bu yıl bir dahi Amerika’nın dünya ekonomisi içindeki büyük önemi sayesinde doların ayrıcalıklı durumu devam durgunlaşma veya gerileme dönemecidir. etti. Büyük ticaret hacmi oluşturan hammaddeler, 16 başta petrol, dolarla belirleniyor. Merkez bankaları rezervlerini dolarla yapıyorlar. Dolar böylece bir ölçü birimi, bir tasarruf ve yatırım aracı oluyor. Bol bulunduğu için de başka paralar onun yerine geçemiyor. Bu durum Amerikan ekonomisine ta De Gaulle döneminden itibaren Fransa tarafından eleştirilen, para basarak dünyayı satın almak veya dünyayı fethetme imtiyazı getirmiş oluyor. Başka hiçbir ülkenin yararlanamadığı bir imtiyaz olduğu için De Gaulle ve Fransız iktisatçılarından bazıları dünya parası olarak doların yerine altına geçişi savundular. Amerika’nın bu imtiyazından kaynaklanan özel durumu, bu ülkenin cari işlem açıkları vermesini kolaylaştırıyor. Fakat metropolde yer alan diğer ülke gruplarının, yani Avrupa’nın, Japonya’nın yahut Kanada’nın tümünü dikkate alırsak bunlar dünya cari işlem dengelerine fazla vererek katkı yapıyorlar. Amerika Bretton Woods sisteminin ilk yıllarında dış fazla verdi. Sonraları bazen açık, bazen fazla veriyor; fakat 1981 den sonra sürekli olarak cari işlem açıkları veriyor. Fakat Amerikan açıkları metropolün diğer ülkelerinin cari fazlalarıyla telafi ediliyor; üstelik fazlasıyla telafi ediliyor. Üçüncü dünya ülkeleri ise petrol ihracatçılarını bir kenara koyarsak sistematik olarak cari açık veriyorlar. Örneğini 1980 ile 1997 arasında çevre ekonomilerinin önde gelen on beş petrol ihracatçısı olmayan ülkesi için, 17 yılı kapsayan 270 gözlem yaptım. Bu 270 yıllık gözlemin sadece 37’sinde cari işlem fazlaları tespit ediliyor. Ve ülkelerin her birinin 18 yılını birikimli olarak toplarsak 1980-1997 arasında hepsi cari açık veriyorlar. Dolayısıyla dünya ekonomisinin tümünü dikkate alırsak, 1980’i izleyen dönemde, Amerika’nın cari açıkları doların imtiyazlı konumundan kaynaklanıyor; ama bu durum, bloklararası dengeleri bozacak boyutlarda değil. Bu imtiyaz henüz aşırı boyutta kötüye kullanılmış değil. Bir bütün olarak metropol fazla veriyor bir bütün olarak gelişmekte olan ülkeler açık veriyor. Bu, üçüncü dünyaya bir yandan bağımlılık sorunları, bir yandan da tasarruf açıklarını telâfi edecek imkanlar getiren bir düzenlemedir. Kabaca 1997’ye kadar uluslararası sistem böyle işlemiştir. Emrah – Şimdi Amerika’nın imtiyazının küreselleşmeyle birlikte azaldığını söylemek mümkün mü? Boratav – Tam tersine, Amerika imtiyazını kötüye kullanmaya başladı; ölçüyü kaçı. Dönüm noktasını 1997 olarak belirleyebiliriz. İşte 1980’li yılların sonlarında başlayan sermaye hareketlerindeki serbestleşme üçüncü dünya ülkelerinde de yaygınlaştı; yaygınlaşınca da ülkeler büyüme hızlarını desteklemek için dış kaynak kullanımını artırdılar. Dünya ekonomisinin hızla büyüyen bir alt bölgesi olan Dopu Asya 1997’de finansal krize sürüklendi. Bu kriz, dünya ekonomisinde 1998-2007 yıllarını kapsayan son çevrimin 1998-2001/2002 yılları için geçerli olacak iniş aşamasını başlatır. Doğu Asya krizi, dalga dalga irili ufaklı pek çok çevre ülkesine de bulaştı. Rusya, Brezilya, Arjantin, Türkiye’de bir dizi finansal kriz patlak verdi. En açık belirtisi Doğu Asya’da olan bir uyarlama meydana geldi. Kriz öncesinde birikmiş olan ve krizden ötürü finansmanı çok güçlenmiş olan dış borçlarının finansmanı için gelişmekte olan ekonomiler cari işlem fazlaları vermeye zorlandı. Bu, sermaye birikim oranlarını ve büyüme hızlarını aşağı çekerek gerçekleşti. Kriz öncesinde Doğu Asya yüksek yatırım, yüksek tasarruf yapan bir coğrafya idi fakat yatırımları tasarruflarını aşıyordu. 1997’yi izleyen dönemde ise tasarrufları bir miktar aşağı çekildi; yatırım oranları ise çok daha fazla, dramatik boyutlarda aşağı çekilerek ekonomiler cari işlem fazlaları vermeye başladılar. Krizin yarattığı dış dünyaya kaynak aktarımı gereksinimi cari işlem fazlalarına yol açtı. Finansal krizler zincirlerine sürüklenmemiş çevre ülkelerinde dahi, olası tedirginlikleri gidermenin ana mekanizmalarından biri rezerv biriktirmek olarak görüldüğü için cari açıkların aşağı çekilmesi, cari işlem fazlaları gerçekleştirilmesi için çabalar harcandı. Mesela geleneksel olarak açık veren bir coğrafya olan Latin Amerika da büyüme oranlarını aşağı çekerek cari işlem fazlaları gerçekleştirdi. 2003’e gelindiğinde petrolcüler dışında çevre ekonomileri bir bütün olarak cari fazla vermektedir. Aynen bir ulusal ekonomi gibi dünya ekonomisinin de cari açıkları ile cari fazlaları birbirini giderir ve bilanço sıfırla bağlanır. Dolayısıyla petrolcüler, petrolcü olmayan gelişmekte olan ekonomiler ve çok özel bir konuma gelen Çin topluca cari faza vermeye başladıkları zaman, artı metropolün Amerika dışındaki ülkeleri de cari fazla vermeyi sürdürdükleri için, ABD cari işlem açıklarını astronomik boyutlara çıkarabildi. Ortaya çıkan sorun da, sürdürülemeyecek küresel dengesizlikler olarak tanımlandı. Burada “küresel dengesizliklerin sorumlusu kimdir?” sorusu üzerinde bir tartışma çıktı. Bozukluk ABD’den mi kaynaklanıyor? Yani, Amerikan hanehalklarının aşırı tüketimi, emperyalist yayılmacılık nedeniyle artan kamu açıkları nedeniyle cari işlem açıklıklarını tırmanması mı dünyanın diğer bloklarını cari fazla vermeye zorladı? Yoksa çevre coğrafyası finansal krizlerin şoklarıyla büyüme ve sermaye birikim hızlarını aşağıya çekip dış denge veya cari fazla vermeye başlayınca Amerika bu durumu kendi lehine mi çevirdi? Bu soru bana göre biraz anlamsızdır; çünkü iki süreç birbirini tamamlıyor. Artan dengesizliğin nereden başladığı o kadar önemli değil. 17 Şimdi örnek vereyim. Asya krizinden bir yıl önce, yani 1996’da, Amerika’nın dış cari açığı 125 milyar, petrolcüler dışındaki çevre ekonomilerinin cari açığı da aşağı yukarı aynı miktardadır. 250 milyar dolarlık bu toplam cari açığın yaklaşık 50 milyarını petrolcüler; geri kalanını da diğer metropol ülkeler kapatıyor. Bu sürdürülebilir durum. Dünya ekonomisinin ana blokları geleneksel rollerini sürdürüyorlar. Amerikan imtiyazı var ama bu, dünya dengelerini alt üst etmiyor. Sonrasına bakalım. Finansal kriz dalgaları sonrasında, çevrimin dibini geçtiğimiz bir noktayı mesela 2003’ü alalım. Amerika’nın cari açığı 522 milyar dolara çıkmış, diğer bütün bloklar fazla veriyor. Japonya 136 milyar fazla diğer metropol 100 milyar fazla, Artık büyük boyutlu ticaret fazlası vermeye başlayan Çin 46 milyar fazla, petrolcüler dışındaki çevre ülkeleri de, yani bizim de dahil olduğumuz Asya’nın Latin Amerika’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın tüm ülkeleri de 69 milyar dolar fazla veriyor. İşte küresel dengesizliğin tipik konumu budur. Bu durum giderek 2006 yılına kadar ölçüyü daha da bozuyor, bakınız 2003’de 522 milyar dolar olan Amerika’nın cari açığı 2006 yılında 811 milyar dolara çıkıyor. Bunun anlamı nedir? Amerika’nın yüksek tüketim yani düşük tasarruf yapan ekonomik konumuna daha da abartılı hale geliyor. Clinton döneminin sonunda denk bütçe sağlayan devleti dört nala açık vermeye başlıyor. Hanehalklarının tasarrufu çok düşük, hatta negatif. Şirketlerinin tasarrufu ise yatırımlarının çok altında. Mesela 2007 ABD oranını vereyim: Milli gelir içinde tasarrufları yüzde 13.6 yatırımları yüzde 19 oranında. Bu, yatırımları düşük, tasarrufları daha da düşük; aslında azgelişmiş ülkelere özgü makro-ekonomik oranlardır. Tasarrufları gelir düzeyine bağlayan geleneksel yaklaşımı izlersek, adeta yoksul bir ekonomi gibi çok düşük tasarruf yapan bir ekonomi karşımızda. Bu da, dünyanın kaynaklarını kendisine pompalayarak yani hane halkları ve bireyler için yüksek tüketim; devleti açısından emperyalist yayılmacılığın ürünü olan açıklar; şirketleri açısından da tasarruflarını aşan ama çok yüksek olmayan yatırımlar ve dünyanın kaynaklarını bir anlamda karşılıksız olarak kendisine pompalamayı başaran olan bir yapı anlamına geliyor. 2007’de de durum ufak değişikliklerle devam ediyor. ABD’nin dış dünyadan pompaladığı kaynakların milli gelire oranını da hesapladım. 2006-2007 yılında milli gelirin % 6-6,5 oranında dış dünyadan ABD’ye net kaynak aktarımı gerçekleşmiştir. Cari işlem dengesinin “gelirler hesabı” dışında oluşan açık öğesi, net kaynak transferinin bir kalemidir. Faiz-kâr hesabının net bilançosu artı ise, net kaynak transferinin ikinci kalemi budur. Hesabı böyle yapıyoruz. Amerika çok büyük miktarda sermaye ithal ettiği halde, dış dünyada çok büyük yatırımları olan bir ekonomidir ve Amerika’nın dış dünyada ki getirileri kendisinin yabancılara ödediği getirilerin üstündedir. Bu yüzden faiz kar transferi pozitiftir; yani, Amerika’ya bu öğeden de net kaynak girişi vardır. İşte bu iki öğe ile dış dünyadan milli gelirinin yüzde 6’sına ulaşmış kaynak aktarımı sağlıyor ve bu oran 1997 Asya krizinden sonra hep artıyor. İşte bu saptamalardan sonra şu sorular gündeme geliyor: Dünya ekonomisinin ana blokları arasında oluşmuş bulunan ve giderek büyüyen bu çarpıklık, dengesizlik sürdürülebilir mi? Sürdürülmesi mümkün değilse, bir uyarlama gerçekleşecektir; ama nasıl? Hangi mekanizmayla? En dramatik uyarlama şudur: Cari işlem fazlası veren ülkeler doları kabul etmemeye başlayacaklar; mesela petrolcüler fiyatlarını EURO’ya çevirecekler. En büyük rezerve sahip ülkeler, Çin, Japonya, petrolcüler rezervlerini dolarla değil başka bir sepetle oluşturmaya başlayacaklar. Başlangıçta da ellerindeki ABD hazine bonolarını satacaklar. En olumsuz uyum bu olur. Çünkü iki şok öğesi üst üste biner; doların değeri düşerken, ABD faizleri yükselir. Bu iki öğeden sadece birisi olursa problem değildir. Mesela finansal 18 çalkantının başlangıcında doların değeri düşerken faizler de aşağı çekilmiştir. Ama doların değeri düşerken faizler de yükselirse Amerikan ekonomisi bunu telafi edecek mekanizmaları ancak çok derin bir bunalım veya gerileme ile çözebilir. Bu uyarlama biçimi, adeta bu bir ekonomik savaş senaryosudur. Garip bir şekilde Çin, kullanmaktan çekindiği bir şantaj, hatta ekonomik savaş aracını Amerika’ya karşı elinde tutmaktadır. Denebilir ki dolardan kaçarak, kendini de ayağından vuracaktır; ama Çin’in rezervleri ölü fonlardır; akım değil bir stok söz konusudur. Stokun değerinin düşmesinin Çin toplumunun refahı üzerinde dramatik sonuçları yoktur. Ne var ki, Çin’in bu tür bir ekonomik savaş silahının sonuçlarını göze alması için bir neden yok. Bu, olsa olsa, ağır bir soğuk harp gerilimi halinde gündeme gelebilir. En yumuşak uyarlama ise, “ayrışma senaryosu”dur. Buna göre, Amerika’nın finans sistemindeki, örneğin ipotekli alacaklara bağlı bir balon patlaması ile başlayan bir finansal çalkantı veya kriz nedeniyle ABD ekonomisi durgunlaşmaya başlar. Ancak, bu durgunlaşma dünya ekonomisinin diğer coğrafyalarına yansımaz, hatta telafi edilir. Yani Amerika durgunlaşırken mesela Çin dış talepteki düşmeyi iç talebe dayalı bir genişleme temposuna yönelerek durgunluğun dünya ekonomisine yayılması önlenebilir; veya Avrupa canlanabilir; yahut da Batı borsalarındaki düşmeler, finansal yatırımcıları Türkiye gibi üçüncü dünya piyasalarının yüksek getiri sağlayan finansal araçlarına yöneltir; var olan yatırımların süregelmesini, artmasını sağlar. Bunun sonunda ABD’nin cari işlem açıkları düşer; Çin’in ve pozitif büyümeyle uyum sürecine katkı yapan ülkelerin cari fazlaları aşınır; küresel dengesizlikler yok olmaz; ama bir miktar hafifleyerek on yıl öncesinin sürdürülebilir boyutlarına dönüşmesi mümkün olabilir. Dünya ekonomisinin büyüme hızı da fazla değişmeyebilir. Emrah – Ama hocam karşılıklı bağımlılıklar o kadar fazla ki böyle bir şey olsa bile ne tarafa gideceğimizi kestirmek çok kolay değil herhalde Boratav – Evet, nitekim şu anda biraz önce değindiğim iki uç senaryodan ziyade, “sürüklenme” senaryosunun gündeme gelmesi daha olası görünüyor. En azından metropol ekonomileri, ABD’den başlayan etkilerin yayılması sonucunda topluca bir yavaşlama / gerileme sürecine girmişlerdir. Krizin çevre üzerindeki etkileri ise henüz çok belirgin değil. Ancak, ekonomiye müdahale araçlarının büyük buhranın tekrarına imkân vermeyecek kadar geliştiğini unutmayalım. Neoliberal modeli en katı monetarist formülleriyle üçüncü dünyaya taşıyan Washington oydaşması, iş Amerika’ya gelince kullanılmıyor. Amerika, biliyorsunuz, finansal kriz koşullarında negatif faiz oranlarına geçti ve hazine vergi mükelleflerine kaynak aktardı. Kısacası, geleneksel Keynes’gil araçlar hızla devreye sokuldu. 2001 krizinde IMF ile Türkiye’nin pazarlıkları sırasında bize, kamu sektöründe faiz dışı fazlayı yükseltin; faizleri de yukarı çekin dendi. Kendileri söz konusu olunca, gereken makro-ekonomik politikaları uyguluyorlar ve krizin derinleşmesini, uzun, kalıcı bir bunalıma dönüşmesini önlüyorlar. Ama çevrimi önleyemiyorlar; zira çevrim bir kapitalist ekonominin niteliğinden gelen içsel bir süreçtir. Emrah- Bir önceki döneme göre Avrupa negatif büyümüş ama, geçen seneye göre çok az da olsa büyüme var… Boratav – Evet, ama negatif eşiğe girdi. Dolayısıyla ayrışma modeli en azından metropol ekonomisinin içinde işlemedi. Çevreye yansıdı mı? Türkiye’yi örnek alırsak sermaye hareketleri bakımından henüz yansımadı . Borsada büyük boyutlu aşağı inmeler oldu fakat döviz fiyatları aynı oranda artmadı. Demek ki Türkiye’den net sermaye çıkışı yok. Plasman alanlarını değiştirerek kalmaya devam ediyor. Yani 2001 yılında Türkiye’de 97-98 de Asya ‘da, daha sonra Rusya’da, Arjantin’deki gibi finans piyasalarından büyük boyutlu sıcak para çıkışı yok. Ancak, dış borçların döndürülmesinin güçleşip güçleşmeyeceği şu anda belli değil. Son iki yılda Türkiye’ye giren yabancı sermayenin en önemli bölümü özel sektörün orta-uzun vadeli borçlanmasıdır. Borçlanma maliyeti artacak; yeni borçlanma güçleşecek; vadesi gelen anapara ödemelerinin yeni kredilere dönüşüp dönüşmeyeceği ise belli değil. Ne var ki, bu öğelerin etkisinin gözlenmesi biraz zaman alacak. Bütün bu olasılıklara, bir de 120 milyar dolara ulaştığı tahmin edilen sıcak para stokundan ani çıkış ihtimali de eklenebilir. En hayırhah yorumlarla dahi, bizim gibi çevre ekonomilerinin büyüme hızını Amerika ve Avrupa’daki durgunlaşmayı telafi edecek boyutta yükseltesi mümkün değil. Bizim için en olumlu beklenti büyüme hızının aşağı çekilişini frenlemektir. Bunun da mümkün olmayacağı ortadadır. Bazı meslektaşlarımızın Türkiye için 2001’i andıran bir finansal kriz kaçınılmazdır öngörüsünü reddediyor değilim; ama bunun gerçekleşmesine yol açacak bilgi yok elimizde. Finans kapitalin, yani rantiyelerin çıkarlarını izleyen fon yöneticilerinin, yatırım ve tasarruf bankalarının uğradıkları zarara karşı iki tepki biçimi geliştirmeleri mümkündür: 1- Buradaki zararı çevre ekonomilerindeki yüksek getirilerle mümkün mertebe telafi etmeye çalışmak. Biliyorsunuz çevre ekonomilerinin en yüksek faizi de Türkiye’de. Döviz fiyatlarında ani sıçramalar 19 gerçekleşmezse, buradaki yüksek getiri sıcak paranın kalmasını teşvik eder. Dışarıdaki zararların bir bölümü buradaki kazançlarla kısmen telâfi edilir. 2- Zararlar öyle boyutlara ulaşır ki, bilançolarını düzeltmek için dışarıdaki bütün kazançlarını toparlayıp olduğu gibi giderler. Türkiye’ye mesela 2008‘in ilk altı ayında 8-10 milyar dolar kadar yabancı kökenli sıcak para girişi var; ama yerli aktörler daha fazla sıcak para çıkarmışlar; dolayısıyla sıcak para bilançosu akım olarak pozitif değil. Ama 120 milyar dolar civarında bir sıcak para stoku var Türkiye’de. Yani Türk liralı borç ve hisse senetlerine, mevduata bağlanmış; bazen durduğu yerde değerlenen bir stok var. Yüksek faiz, ucuzlayan döviz ikilisi, net sıcak para girişi sağlamıyor artık; ama özellikle dalgalı kur uygulaması mevcut stoktan çıkışları frenliyor. Eğer dışarıdaki kriz daha derinleşirse o 120 milyar doları çıkarma motivasyonu doğar. 100 milyar doların çıkması dövizi yükseltir; dolayısıyla potansiyel kârlar zarara dönüşebilir; ama bugünkü finansal sistem içinde Türkiye’de büyük fon yatırmış olan her yabancı aktörün kendisini vadeli döviz piyasaları ile garantiye aldığını tahmin ederim. Vadeli döviz piyasalarında dövizdeki yükselmeyi öngörmemiş olan aktör zarara uğrar; ama bu zarar fon çıkışını önlemez. Diyelim ki 2009’un ocak ayında bir dolar 1.30 üzerinde vadeli işlem yapmıştır. 1.30’la doları çıkarırsa Türkiye’ye girdiğinde 1.40’la dolar bozdurmuş olsa bile hatta başa baş bozdurmuş olsa bile, sadece faizden kazançlı olacak. Batıda hayal edemeyeceği dolar üzerinden %20’yi alır çıkar. Kendisine 1.30’luk işlem yapıldığı sırada döviz fiyatı 1.60’a çıkmışsa o işlemi üstlenen banka, finansal kuruluş veya karşı taraf sarsılır. Maliyeti kim üstlenirse üstlensin, fon çıkması engellenmez ve çıkışın ekonomi üzerindeki reel etkisi değişmeyecektir. Şu noktada böyle bir duruma gelmedik; bu olasılığın ne kadar yüksek olduğu hususunda da ihtiyatlı davranmayı tercih ediyorum. Ancak, dış dünyadaki bozulma çok ağırlaşırsa, Türkiye en kırılgan ekonomilerden biridir. Boratav –Finansal piyasaların reel ekonomiye taşıdığı sorunların, istikrarsızlığın arkasında yatan temel bir olgu şu: Bu piyasalara girenler reel ekonominin sağlayacağı büyüme hızının üstünde getiri bekliyor. Belli konjonktürlerde de bu getiriyi topluyorlar. Ekonominin fiziki üretimle ilgili tarım, sanayi ve onların doğrudan uzantısı ve türevi olan, ulaştırma, haberleşme, enerji, taşıma gibi hizmet sektörlerinden oluşan üretken alanlarının sağladığı büyüme hızı, finansal getirilerin uzun müddet altında kalırsa sektörler arası bir transfer olmuş demektir. Sözünü ettiğim en geniş anlamdaki üretken sektörlerin dışında kalan alanlar, Amerika’da finans, sigorta, emlâk piyasalarını kapsayan FIRE kısaltmasıyla tanımlanır. Birkaç eklentiyle bu sektörler adeta ekonominin parazit alanlarıdır. Varlıkları kapitalizm için zorunludur; ama benim iktisat anlayışımın içinde insanlığın refahı bakımından zorunluluk içeren ve devamlılığı gereken faaliyetler değildir; hatta bana göre kapitalizmde dahi üretim güçlerinin gelişmişlik düzeyinin gereksinimlerini aşabilir. Diğer faaliyetler ise her sistemde zorunludur. Şimdi dolayısıyla bu parazit sektörler daha yüksek getiri sağlayabilirler belki; ama, bu öbür taraflardan reel transfer anlamına gelir. Bu transfer sürecinin yarattığı gerilim belli bir sınırın ötesinde sürdürülemez, sürdürülemezlik krizlerle ortaya çıkar. 7-8 yıl daha yüksek getiri sağlıyor; sonra da sadece akımlarda değil, servet üzerinde de büyük kayıplara yol açan bir çöküşle bu transferler dengeleniyor. Yumuşak, ılımlı tempoda kalsa belki bu transfer problemi çok ciddi tıkanmalarla sonuçlamayacak; ama, kupon keserek, paradan para kazanarak yaşamayı hayat tarzı edinmiş katmanların aç gözlülüğü ve iştahı çok fazla. Herkes biliyor ki borsa getirileri reel sektörle daha yakından bağlantılı olan tahvil getirilerinin üstünde seyreder genel olarak. Yani %3’lük %4’lük tahvil getirileri vardır; bu uzun dönem büyüme hızından çok fazla kopmaz; ama borsanın getirileri aynı dönem içinde, konjonktür olumluysa, bunu çok aşar. Emrah – Hocam şimdi her şey finans piyasasında başlayıp bitiyormuş gibi gözüküyor. Genel olarak dünya ekonomisi ile ilgili konuşunca sanki bütün olay finansal piyasalarda bitiyormuş gibi gözüküyor ama aslında mesela bu emlak krizindeki meselelerde bir tanesi de finansal piyasaların reel piyasalarla bağını kopartmasıydı. Şimdi mesela küresel ölçekte bir çok başka kriz daha var sadece finansal kriz değil işte gıda fiyatlarıyla ilgili bir kriz var, enerji ile ilgili bir kriz var, Belki toparlamak açısından reel sektörü de düşünerek enerji kaynaklı enerji krizi, gıda krizi bağlamında bir değerlendirme yaparsanız sonrada Türkiye’ye … İkinci husus şu: Amerika’nın en varlıklı bireylerinden banker Warren Buffett, durmadan karmaşıklaşarak, türevler doğurarak yenilenen finansal araçları “finansal kitle imha araçları” olarak nitelendiriyor ve şöyle bir örnek veriyor: “Nebraska’da 2020’de doğacak ikizlerin sayısı üzerinde spekülatif tahmin içeren bir sözleşmeyi kâğıda dökünüz. İtibarınız varsa, uygun bir fiyatla bu kâğıtı işleme sokabilirsiniz. Türev sözleşmelerinin kapsamı ve çeşitliliği, insanın hayal gücünün üst sınırlarını zorlamaktadır.” Bu saptamayı finansal piyasalardaki işlemleriyle dünyanın en zenginleri safına geçmiş olan bir adam söylüyor. İki taraf arasında yapılan bir kredi anlaşmasının senedi, 20 alacaklı tarafından diğer kredi sözleşmeleriyle birleştiriyor; bir sepet oluşturularak piyasaya sürülüyor. Yani kredi birden bire bir menkul değere dönüşüyor. Amerika’daki ipotekli konut piyasasının çöküşünün arkasındaki finansal araçların bir bölümü böyle oluşuyor. Enerji, petrol, hammaddeler ve tarımsal ürünler de maalesef spekülatif piyasaların öğeleri haline geliyorlar. Şimdi denebilir ki, spekülatif fiyat hareketlerini reel piyasalardaki arz-talep koşullarından çok fazla koparamazsınız. Fakat, vadeli-spekülatif petrol ürünleri üzerindeki işlemler fiziki ham petrol üzerindeki işlemlerin kat be kat daha üstündeyse petrol fiyatlarındaki yükselmenin arkasında belli ölçülerde spekülatif etkenler rol oynar. Arz-talep disiplini er geç onu aşağıya çeker; ama aşağıya çekinceye kadar oluşan o yüksek fiyat konjonktürünün yarattığı maliyetler ve sorunlar kalıcı olur. Aynı şeyin tarımsal ürünler için de söz konusu olduğu söyleniyor. Mesela dünyanın en az ticaret konusu yapılan tahılı pirinçtir; sanıyorum üretiminin sadece %10 kadar bir öğesi ticaret konusu oluyor. Üretimin azalmadığı bir yıl, pirinç fiyatları sadece Türkiye’de değil, her yerde birden bire yükseliverdi. Bu gösteriyor ki, hisse senetlerinde büyük gerilemeler olduğu konjonktürlerde , finansal piyasaların oyuncuları, ham madde piyasalarına geçebilmektedir. elindeki makro ekonomik politika araçları daralma doğrultusunda. Genişlemeyi sağlayan temel ivmenin, dış dünyadan gelen kaynak olduğu aşağı yukarı nicel olarak da üç ayrı ölçümle hesaplanabiliyor. Her yıl dış dünyadan gelen net veya brüt kaynak yüksek tempoda devam etmeli ve artmalı ki makro politikalardaki daraltıcı sapma telafi edilsin. Kabaca rakam vereyim: Aşağı yukarı hiçbir yıl azalmadan; adım adım artarak 2002 ve 2003’te 10-11 milyar, 2004’te 23 milyar, 2005’te 40 milyar, 2006-2007’de 55-57 milyar dolar yabancı kökenli sermaye girişi var. Sadece büyük rakamlar değil; artarak süregeliyor. Emrah- Türkiye’de yapılan yatırımların finanse edilebilmesi için, sürdürülebilmesi için bunlar……. Boratav- Bu hesabı sadece yabancı sermaye girişi ile değil, yerlilerin çıkardıkları sermayeyi ve kayıt dışı sermaye hareketlerini de hesaba katıp net sermaye tanımına geliyorsunuz. O da her yıl artıyor aşağı yukarı. 2002’de 7.7 milyardan başlıyor 2007’de 46 milyara yükseliyor filan. İsterseniz daha önce ABD için değindiğim net kaynak transferi hesabı da var. Bu da 2002-2007 arasında her yıl artıyor. Dikkat edin; dış kaynak girişi yatırım çoğaltanını andıran, ama farklı kanallardan işleyen bir etki yaratıyor. Yani, pozitif bir değer biraz aşağıya çekilirse, büyüme sıfıra, hatta negatif değerlere inebilir. Büyümenin dış kaynaklara bağımlılığı hangi noktaya kadar işler? Fiili üretimle potansiyel üretim arasındaki makasın kapanacağı noktaya kadar... Yıllık %6’lık büyüme tutturulursa, biz 2009 civarında Nihayet adım adım Türkiye ekonomisine de o sınıra ulaşırız. O sınırdan itibaren büyüme, sermaye geçebiliriz. Uluslararası sermaye hareketlerinin birikimine, bilgi birikimine, teknolojik ilerlemeye Türkiye’ye girişi büyük ölçüde reel ekonomiyi de bağlı olur. etkiliyor. Daha önce de yazdığım bu saptamalarımı Türkiye’ye son on yıl içinde giren-çıkan dış kısa keseceğim. Türkiye ekonomisi 1999 ve 2001 yıllarında küçüldü. Ekonomi, potansiyel hasıla kaynak, potansiyel büyüme hızını yukarı çekecek düzeyinin bir hayli altına düştü. Dolayısıyla dip bir etki yaratmadı. Ulusal tasarrufları dışlayan; yani noktadan başlayan bir büyüme patikası kaçınılmazdı. tüketimi kamçılayan bir işlev ifa ediyor. Bakınız Bu durum gerçekleşti de. 2001’i baz alırsanız %7 2007’de Türkiye’nin sermaye birikim oranı yeni civarında bir büyüme ile 2007’nin sonuna kadar seriyi kullanalım cari fiyatlarla %21.5’dır, 1998’de geldik. Dikkat ediniz: Reel faizler çok yüksek; bütçe %22.8’dır. Tasarruflarımız daha da düşük. Yani kriz faiz dışı fazla veriyor. Dolayısıyla siyasi iktidarın ve kriz sonrası toparlanma dönemi Türkiye’yi 2007 21 yılında halen 98’in üstünde bir sermaye birikim oranına taşımadı. Bu gözleme pozitif bir öğe ekleyeceğim. Cari fiyatlarla gözlenen bu aşınma, sabit fiyatlarla hesaplanan sermaye birikim oranında biraz düzeliyor. Eskisinden daha düşük oranda sermaye birikimine kaynak ayırıyoruz; ama o ayırdığımız kaynak, ucuzlayan döviz sayesinde daha fazla sermaye malı ithal etmemize imkan veriyor ve sabit fiyatlı sermaye birikim oranında biraz düzelme, %23’ten %25’e çıkarak gerçekleşiyor. Ama hangi oranı alırsanız alın, açıkçası Türkiye bu tempoda bir sermaye birikimiyle ne köy olur, ne kasaba... Tasarruflarımız daha da düşük kaldığı için durum daha da vahimdir. Kronik olarak açık veren bir konuma geliyoruz belli değil. Dünyanın en değerli konutlarından birisinin Londra’da galiba Halis Toprak’a ait olduğu belirlendi. Başka alanlarda olumsuz sonuçlarını algıladığımız ucuz döviz furyası, acaba sermaye stokunun kalitesini sıçrattı mı? Bunu iki yıl sonra potansiyel hasılanın eşiklerine ulaştığımız zaman göreceğiz. Türkiye neoliberal döneme girdikten sonra potansiyel büyüme hızı % 4.5 civarındadır. Bunu “tepeden tepe” ölçümüyle yapabiliyoruz. Milli gelir hareketlerinin yüksek büyüme hızlarında ulaşılan zirve noktalarını belirleyip tarımla ilgili bir ayarlama yaptıktan sonra bir potansiyel büyüme patikası tanımlayabiliyorsunuz. Mesela 1976 ile 1997 gibi bir patika tutturun; muhtemelen %4.5 Emrah – Peki hocam sizin anlattıklarınızdan civarında çıkacaktır. Bu yöntem, sermaye stokunu anladığım doğruysa potansiyel …. Hasılaya yaklaşan değerlendirip bir üretim fonksiyonuna dayalı ölçüme makas daraldıkça büyümede yavaşlayacak diyoruz. göre bu daha sağlıklı. 1960’lı-1970’li yıllarda, mesela Boratav – Büyümenin yabancı kaynak girişinden 1962 -1976 arasındaki potansiyel büyüme patikası %6.5 çıkıyor. Neo-liberal dönemde potansiyel büyüme sağlayan öğesi yavaşlayacak. aşağı inmiş. Milli gelir hesaplamasında, yöntem, ölçüm Emrah- aslında çözüm potansiyel hasılanın hataları olabilir. Uluslar arası fiyatlarla milli geliri kendisini artırmak hesaplasaydık, önceki dönem de aşağı çekilecektir denebilir. Bunları bir yana bırakalım. Şimdi yılda %4.5’lik bir büyüme potansiyeline sahibiz. Bu oran bile AB’nin üstündedir; idare eder diyebilirsin. İdare edebilir; ama arada bir çöküntü olunca sosyal gerilimi karşılayamazsın. %4.5’lik büyüme ile olağanüstü emek rezervleri olan ülkemizde nüfusun istihdama katılma oranı hâlâ aşağı iniyor; %49’lardan %45’lere düştü. İşsizlik oranını geniş anlamıyla tanımlarsak, o da yükseliyor; istihdam düzeyi bile düşüyor. Tarımda 3 milyonluk bir daralma oldu 1998’dan sonra. Bu 3 milyonluk köylünün ne olduğu belli değil. Kısacası, emek rezervlerini tüketmişsen %4.5’lik bir büyüme patikası ile yaşarsın. Amerika gibi, Avrupa’nın çeşitli ülkeleri gibi bir yapıya ulaşmışsan; nüfusun %5’i işsiz Boratav – Onu artırmaktır. Onu artırmanın anahtarı olur. Onları da sosyal güvence sisteminin şemsiyesi da biraz önce söylediğim sermaye birikim oranının altına alırsın. Ancak o zaman yüzde 4,5 idare eder. yükselmesi ve teknolojide, bilgi birikiminde bir Emrah – Peki hocam isterseniz yavaş yavaş sıçramanın meydana gelmiş olmasıdir. Teknoloji- toparlayalım son olarak belki AKP’nin ekonomideki bilgi düzleminde bir sıçrama o meydana geldi mi? Bir performansına değinmek isterseniz çünkü sizin belirti yok. Bir kere milli gelirin sermaye birikimine anlattığınız ya da çizdiğiniz resme göre zaten aşağı ayrılan oranı cari fiyatlarla düştüğü için, Türkiye noktadan aldı AKP ekonomiyi yukarıya doğru zaten ekonomisi birikim tutkusu taşıyan bir görüntü kendi dinamikleri içindeki gitmekte olan ekonomide taşımıyor. Halk sınıflarının tüketim eğilimlerinin bir başarı portesi çiziyor üst sınırları da kredi kartları mekanizmasıyla biraz Boratav –Dünya ekonomisinin son çevriminin yukarıya çekilebiliyor; ama seçkinlerin, burjuvazinin, dip noktası 2001’dir ama 2002’ye de sirayet etmiştir. varlıklı sınıf ve katmanların, beyaz Türklerin çok yüksek tüketim tutkusu var. Üretim ve yatırım tutkusu Mesela Arjantin krizinin son yılı 2002’dir. Türkiye içinde olan bireysel örnekleri göstererek istisnaları krizi 2001’de son buldu; ama 2002, Türkiye’nin belirtebilirsiniz; ama ben genel görünüşü söylüyorum. sosyal göstergelerinin bozulmaya devam ettiği bir Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı çarpıcı bir yıldır. Sosyal göstergelerle istihdamı, reel ücretleri, bir örnektir. Bu milyarderler ne yapıyor? Ne yaptıkları de çiftçinin eline geçen göreli fiyatları kastediyorum. 22 Bunlar bir büyüme yılı olan 2002’de de bozulmayı sürdürdüler. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal koşullar bakımından bir iktidar değişikliğinin ideal noktasında AKP seçimleri kazandı. Böyle bir iktidar dönüşümü 1998 yılında, dünya ekonomik konjonktürünün iniş aşamasında gerçekleşseydi şanssızlık söz konusu olacaktı. AKP ise, sadece derin bir krizden sonra değil, dünya ekonomisindeki çevrimin dip noktasından hemen sonra iktidara geldiği için de ayrıca şanslıdır. Söylediğim gibi uluslararası sermaye hareketleri başını alıp gidiyor; Türkiye de bundan bolca pay alıyor. 185 milyar dolar yabancı sermaye girişi var 2003-2007 arasında. 1998’den itibaren kriz yılları dahil IMF programlarına ve onun tamamlayıcısı olan Dünya Bankası programlarına kendini teslim etmiş olan hükümetlerin çizgisini AKP de hiçbir kavga çıkarmadan, üstelik buna bir de “AB çıpası” ekleyerek ve bu nedenlerle sermaye çevrelerinin itibarını kazanarak sürdürdü. Dolayısıyla makro ekonomik politikalarda orijinal hiç bir şey yapmadı. Bu genel çerçevenin belirlediği sınırlar içinde kendi yarenler takımını destekleyecek avanta ve rant imkanlarını mümkün mertebe kullandı; o kadarına da tolerans gösterdiler. Konjonktür o kadar olumlu; genel olarak sermayenin o kadar lehine ki, bu kaçamaklar büyük bir kavga konusu olmadı. Çünkü “Ahmet’i Mehmet’i kayırıyorsun; beni de gör” türü itirazlar, kaynakların daraldığı dönemde olur. Yabancılar da çok gürültü çıkarmadılar; çünkü IMF’nin itibarı her yerde çöküyor; tek elinde kalan ülke Türkiye; burada da oyun bozanlık yapmak gereksiz. AKP de para politikasını TCMB’ye devretti; faiz dışı fazla hedeflerine uydu; kaynak dağıtımında esnekliği yapabildiği kadar yaptı. finansal kize sürüklenmeden atlatabiliriz. Türkiye’nin gündeminde en azından durgunlaşma vardır. Kriz de ihtimal dışı değildir. Daha önce dediğim gibi dünya ekonomisi çevresinde yer alan en kırılgan üç veya dört ekonomiden biri Türkiye’dir. Güney Afrika, Macaristan, Türkiye, gibi böyle bir üçlü var. Ufak ekonomileri saymıyorum; büyükçe olan çevre ekonomileri içinde bunlar topun ağzında. O büyük dalganın gelmemesi halinde; Türkiye’nin gündeminde durgunlaşma var. O anlamda sınıra geldik. Emrah - Yapısal reformlara gerekli diye söylem var, ne olduğu…… Boratav - Ne olduğu belli değil. Zaten Türkiye 28 yıldır yapısal reform ve istikrar programlarını kesintisiz uyguluyor. Dolayısıyla bu, içi boş bir laftır. Tasarruf ve sermaye birikim oranlarını adım adım; ancak sonunda dramatik boyutlarda yukarı çekecek ve bunu devleti daha aktif bir ajan haline getirerek gerçekleştirmeyi hedefleyecek bir model değişikliği lâzım. Yakın geçmişte çevre ekonomilerindeki başarı örneklerini izlediğimizde dahi, neo liberalizme en az teslim olan iki ülke ön plana çıkıyor. Son yılların en hızlı ve en istikrarlı büyüme hızlarını gerçekleştiren Hindistan ve Çin... Aktif devleti, önemli bir ekonomik aktör olarak devletin varlığını aramaya başlayacak Türkiye. Arayamazsa ufukta, kalıcı bir durgunlaşma dönemi vardır. Emrah – Bu da benim önem verdiğim bir şey olduğu için ekliyorum eğitim teknoloji meselelerinde de devletin aktif Boratav – Tabii. O dramatik sıçramayı, sermaye birikim oranını yukarı çekmeden sağlayamazsınız. Emrah – Ama mali disiplinin de sınıra geldik Ama bu, tek başına yeterli değildir. Eski Sovyet Boratav – Evet, şu anda onun da sınırlarına geliyoruz. blokunun sermaye birikim oranını sürekli yukarı Dolayısıyla AKP’nin büyüme konjonktürüne olumlu çekerek, yukarıda tutarak sağladığı yüksek büyümenin bir katkısı yok. Daha şanslı bir iktidar hayal etmek bir noktadan sonrada tıkanmaya geleceğini de o güçtür . CHP’nin 2002 seçiminden itibaren bir halk deneyimler bize gösterdi. Dolayısıyla hem sermaye muhalefetinin sözcülüğünü üstlenmekten israrla stokunun kalitesinde yenileşme; hem de o stoku kaçması bir başka avantajdır AKP için. Halk sınıfları kullanan insanların bilgi beceri ve teknolojiye saflarında çok sistematik taban çalışması yaptı. hakimiyet düzeylerinde sıçramalar; ayrıca üretim Tarikatları cemaatleri kullandı. Yüksek sesle IMF’nin sürecinin öncesinde, içinde, sonrasında yenileşmeyi lehinde ve aleyhinde bir söylem yapmadı;, taban sürükleyecek bir insangücü kalitesi ve bu insanlardaki çalışmasında hiçbir rakiple karşılaşmadı; istediği israf unsurunun ortadan kaldırılması... Türkiye’nin mesajları iletti. Tabii tek parti iktidarı da ek bir eğitimli ve nitelikli insan gücüne sahip olduğu hep avantaj sağladı. İç ve dış güç odaklarının çok partili iddia ediliyor; ama bu eğitimli ve nitelikli insan koalisyonlardan çok dilleri yandığı için, “aman tek gücünün kullanım şablonunu çıkarırsak ortaya çok hazin bir görünüm çıkacaktır. parti iktidarı sürsün” özlemleri de AKP’ye yaradı. Emrah – Hocam isterseniz tamamlayalım, çok Emrah – O zaman hocam şimdi artık sınırda teşekkür ederiz. Boratav – Bu işlerin sınırına gelindi. Bir kere dünya ekonomisinin bir çevriminin iniş aşaması başladı. Umumiyetle bu iniş 4-5 yıl sürüyor. Belki, sert bir 23 çeviriler GIDA KRİZİNİN ORTA DOĞU’DA SİYASİ ETKİLERİ: FİLİSTİN, MISIR, ÜRDÜN Son on yılda sebze fiyatları ikiye katlandı ki bu önemsiz bir gelişme değildir. Ama aynı zamanda en önemlisi un yapılanlar olmak üzere ticari tahıl üretiminde bir düşüş var. Bu büyük oranda ihracat Krizin Filistin Toplumuna Etkileri: kısıtlamalarından kaynaklanıyor, yani hiçbir şey Leyla Farsak’la görüşme ihraç edilemiyor. Sebze ve tahıl üretimi lokalize oldu, Soru: Gıda Fiyatlarının artmasının Filistin çünkü Gazze’de üretilenleri El Halil’el El Halil’de üretilenleri Ramallah’a götüremiyorsunuz.Bu toplumu üzerinde ne gibi etkileri olacak? Farsak: Çok büyük etkileri olacak. Şimdiden tanık nedenlerle gıda fiyatları artışından çıkar sağlanması olmaya başladığımız bir etkisi enflasyon; Enflasyon imkansız. Soru: O zaman potansiyel olarak Filistinlilerin Gazze’de yüzde 4,6, Batı Şeria’da ise yüzde 2’ye çıktı. Halk petrol fiyatlarından yakınıyor, ki bu gıda yüzde 60’ı gıda güvenliğini kaybedecek. Hükümet fiyatlarının artışının nedenlerinden birisidir. Gıda ne yapabilir? fiyatlarının artışı, gıda yardımı talebini artıracaktır. Farsak: Hükümetin kaynakları kısıtlı, vergileri artıramaz ve İsrail’den gelen gümrük gelirlerine bağımlı. Tek kaynağı uluslararası yardımlar. Ve zaten büyük miktarda uluslararası yardım alıyoruz. Gayrısafi milli hasılanın dörtte biri yardımlardan oluşuyor. Filistin yönetimi bir şey yapamaz. Eğer yoksulluğun yüzde 65 düzeyinde olduğu (bu nüfusun yüzde 65’inin günde 2 dolardan az bir gelirle yaşadığı anlamına gelir) ve gıda fiyatlarının ikiye katlanacağı gerçeğini birleştirirseniz, bu iki anlama gelir: uluslararası topluluk yaptığı yardımları artırmak zorunda kalacaktır ve bu yardım büyük çoğunlukla gıdaya ayrılacaktır. Eğer tahminler doğru ise gıda güvenliğine sahip olmayanların sayısı ikiye katlanacaktır. Yapabileceği siyasi krizi ve müzakere krizini çözmeye çalışmaktır, ama bu özel dönüm noktasında bana öyle görünüyor ki, Annapolis görüşmeleri hiç bir yere gitmiyor ve İsrailliler bir çözüme varmakla pek İkincisi bu gıda güvensizliğini ilgilenmiyorlar. Eğer Filistin yönetimi nasıl hafifletebilirsiniz? Bunu nakitle bir şey yapmak istiyorsa, kendisini yapabilirsiniz ve nakit enflasyonu ve feshedip olanların sorumluluğunu gıda fiyatlarını artırır, bu da işsizlik İsrail ve uluslararası topluluğa yaratır. Dolayısıyla bir Catch 22 durumu içindeyiz, ki bunun sonucu da ancak içinde bırakmayı düşünebilir. Elbette bu büyük bir siyasi yaşadığımız siyasi ve ekonomik katastrofu artırmak ve ekonomik adım olur. Bunun sonucunda durumun iyileşeceğini sanmıyorum, aslında iyileşmeden önce olacaktır. Soru: Filistin’in önemli bir tarım sektörü var. daha da kötüleşecek. Ama ben ekonomik, siyasi ve diplomatik düzeylerde Artan gıda fiyatlarının Filistin’e yükünü hafifletmek ve hatta bu artıştan yararlanmasını sağlamasının bir tıkanma noktasına ulaştığımızı ve bu şekilde devam etmesindense, Filistin yönetimini lağvetenin bir yolu yok mu? Farsak: Filistin’in asıl olarak bir tarım toplumu uzun dönemde daha yararlı olacağını düşünüyorum. olduğu şeklinde bir yanlış düşünce var. İşgal 40 yıl önce başladığında Filistin bir tarım toplumu idi. Bugün ise Filistinlilerin yüzde 15’den azı tarım sektöründe çalışıyor. İkinci intifada sırasında ve İsrail’in sınır kapatmaları sırasında emek gücünün tarım sektörüne döndüğüne şahit olduk. Ama üretim üzerindeki mali ve siyasi kısıtlamalar nedeniyle üretkenlik ve verimlilik düşük. Örneğin toprak kullanım oranında önemli bir yükselme olmadı. 24 Soru: Artan gıda fiyatlarının böyle bir durumun doğmasına tek başına yol açabileceğini düşünüyor musunuz? Farsak: Artan gıda fiyatlarının sonuçlarının ne olduğunu görmek zorundayız. Mısır’da bu gösterilere yolaçar. Batı Şeria’da gıda fiyatlarının artışının Filistin yönetimine karşı grev ya da gösterilere neden olacağını sanmıyorum, çünkü herkes Filistin yönetiminin sınırlarının farkında. Geçen yıl Hamas hükümetinin uluslararası boykot altında iken çektiklerini gördük ve Gazze’de hala hükümetteler. Gerçek soru gıda krizinin uluslararası boykot kadar kötü ve alarma geçilmesine neden olacak kadar kötü bir durum yaratıp yaratmayacağı. Belki uzun dönemde bu olabilir ama, kısa dönemde bunun olacağını sanmıyorum, çalıştı. Hükümet zaman zaman taleplere yanıt verdi, son olarak kamu sektöründeki ücretler yüzde 30 artırıldı. Ama protestoların hala devam etmesi halkın hoşnutsuzluğunun ciddiyetini ve hem baskıcı önlemlerin hem de kamuoyunu yatıştırmak için verilen küçük tavizlerin başarısız olduğunu gösteriyor. Leyla Farsak şu anda Birzeit Üniversitesi’nde görev yapan ABD’de yaşayan bir ekonomi politikçi. Rejimin sürdürdüğü baskılar nedeniyle örgütlü muhalefetin zayıflaması toplumsal rahatsızlıkları daha da artırıyor. Sonuçta kendiliğinden, yapılaşmamış sivil itaatsizlik patlamaları yaşanıyor. Bu koordinesiz, örgütsüz hareketlere işçi liderleri, insan hakları savunucuları, internet blog sayfası yazarları ve genç gazeteciler önderlik ediyor. Bu kişiler her türlü ideolojik görüşten geliyor ve kamuoyunun duygularına büyük ölçüde yanıt verme yeteneğine sahipler. Bazı siyasi partilerin bu eylemcilerle ilişki kurma çabalarına rağmen, bunlar büyük oranda bağımsız kaldılar. Yine de enerjinin siyasi sistemin merkezinden çevrelere dağılması açık bir talepler paketi olan tutarlı bir hareketin doğmasını da engelliyor. Mısır: Toplumsal ayaklanma ve kötüleşen siyasi durum Amr Hamzavi Fas, Mısır ve Ürdün gibi birbirinden değişik Arap ülkelerinde, küresel enflasyonist baskıların kontrolden çıkması, felç olmuş bir sosyal güvenlik sistemi ve kalıcı yüksek yoksulluk ve işsizlik oranlarının yarattığı bir toplumsal kriz başgösteriyor. Bu toplumsal krizle eşanlı gelişen toplumsal ayaklanmalar ve kötüleşen siyasi durum bu ülkelerdeki istikrarı tehdit ediyor. İki yılı aşkın bir süredir, Mısır bu tür bir gelişmenin taşıdığı tehlikelerin örnek olayı haline geldi. 6 Nisan 2008’de bağımsız sendikalar, dernekler ve genç aktivist ağlarının örgütlediği ulusal genel grevi güvenlik kuvvetleri birçok kentte başarısız kılsa da, ülkenin kuzeyindeki Mahalla kentinde devlet işletmelerinde çalışan işçilerin büyük gösteriler yapmalarını engelleyemedi. Mahalla’da binlerce gösterici ile güvenlik kuvvetleri arasında iki gün süreyle çok şiddetli çatışmalar yaşandı. Mısır, artan toplumsal huzursuzluk ve siyasi durumun bozulması arasında sıkışmış durumda. İşçi grevlerine Mısır’da artık çok sık rastlanıyor. Son iki yılda yüzlerce grev ve gösteri yapıldı, ama bunların hiçbiri 6 Nisan’daki grevlerin boyutuna ulaşmamıştı. İşçilerin temel talebi ücretlerin tüketici fiyatlarına endekslenmesiydi. IMF’ye göre Mısır’daki enflasyon 2007 sonunda yüzde 8 idi. Bu yıl başında öngörülmeyen ekmek sıkıntısı halk arasında büyük protestolara yol açınca cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ordu fırınlarına üretimi artırmaları emrini verdi. Mısır’da son iki yılda görülen toplumsal ayaklanmalar 2004-2005’dekilerden oldukça farklı. O zamanki gösteriler Müslüman Kardeşler ve Kifaya (Yeter) hareketleri de dahil ülkede reform yapılmasını isteyen grupların örgütlediği gösterilerdi. Amr Hamzavi, Washington’daki Carnegie Şimdiki ani gösteriler ise iyi düşünülmüş bir gündemi sahip görünmeyen örgütleyicilerin sosyo-ekonomik Endowment for International Peace (Carnegie koşullardaki ağır kötüleşmeye tepki olarak giriştiği Uluslararası Barış Vakfı’nın üst düzey araştırmacılarından) hareketler. Mısır rejimi durumu baskıcı ve uzlaşmacı politikaların bir karışımı ile kontrol altına almaya 25 Ürdün’de artan fiyatların etkileri Yusuf Mansur Ürdün’ün kendine özgü yüksek yoksulluk oranı ve işsizlik oranlarının yarattığı sürekli tehdide üçüncü bir eşit derecede tehlikeli unsur olarak, özellikle küresel gıda fiyatları artışı olmak üzere enflasyon eklendi. Bu üçüncü unsurun siyasi-ekonomik ortama etkileri ve buna tepkileri ölçmek oldukça zor. Sıradan Ürdünlüler (ikisi de yüzde 14 olan) çift haneli enflasyon ve işsizlik oranlarına karşı duyarsızlaştı. Bu oranlar geçen on yılda herhangi bir iyileşme olmadan sabit olarak devam etti. Dolayısıyla Ürdünlülerin psikolojisine yapılabilecek fazla bir şey olmadığı fikri yerleşti. Geçmişte ve bugün yapılan durumun iyileştirileceği ve statüko alarak görülen durumdan çıkılacağı vaatleri kısa sürede hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor ve unutuluyor. Suç hep bir önceki hükümete yıkılıyor. hükümetlerin zayıflıklarını ortaya koyuyor. Sokaklardaki suçlayıcı soru oldukça sofistike: ister seçilmiş ister atanmış olsun -Ürdün’de atanmış- bürokratlar, Ürdün’ün küçük ekonomisini yönetemezken, giderek büyüyen küreselleşmenin risklerine karşı hayatta kalabileceklerini ve küreselleşmenin meyvelerini toplayabilecek zeka ve kaynaklara sahip olduklarını sanıl düşünebiliyorlar? Arz tarafından bakışın aksine, ne makro ekonomik sorunları, ne de refah ve zenginlik üzerine kafa yoran yoksul ve işsiz insanları azar azar bitiren soru bu. Sonuç açık hoşnutsuzluk ve artan yoksulluk. Sonuç olarak ve mahcup düşmekten korkulduğu için, Ürdün’de açlık sınırı ile ilgili hiçbir yeni çalışma yaptırılmıyor. Açlık sınırı rakamları en son 2002’de güncellenmişti. Güvenlik ve istikrarın her şeyin üstünde olduğu Ürdün gibi bir ülke, enflasyon işsizlik ve yoksulluk üçlüsünün etkilerini de kesinlikle atlatacaktır. Mısır, Yemen ve başka ülkelerde görülen ayaklanmalar Ürdün’de tekrarlanmayacaktır. Ayrıca ekmek hala Ama enflasyon, diğer ikisinin kötülüğünü artıran karşılanabilir (satın alınabilir) bir şey olduğu için yeni bir olgu ve tehdit. Yılın ilk çeyreğinde tüketici 1990’ların Ma’an ayaklanmalarının tekrarlanma fiyatları endeksi yaklaşık yüzde 11 büyüdü ve 2008’de ihtimali yok. enflasyon oranının yüzde 10 olacağı bekleniyor. Bazı Geçmişte olduğu gibi tehlikeler çok kaçınılmaz kaynaklara göre bölgenin en küreselleşmiş ekonomisi olduğunda, günah keçileri bulunacak ve resmen olan Ürdün’de sadece fiyatlar yüksek değil, ayrıca fiyat kurban edileceklerdir. artışları artan gıda ve enerji fiyatlarından kaynaklandığı Yusuf Mansur Envision Danışmanlık Gurubu’nun için bu yoksulları şiddetli biçimde etkiliyor. Buna idareci ortakmlarından ve Ürdün Girişim ve Yatırım ek olarak gelirler artmazken gelir eşitsizliğinin arttığı bir ülkede enflasyon herkesin alım gücünü Kalkınma Ajansı’nın eski CEO’su azaltıyor. Enflasyon asıl olarak gıda fiyatlarından kaynaklandığı için, halkın büyük çoğunluğunun Kaynak: http://bitterlemons-international.org/previous. geçen 4 yılın ekonomik büyümesinin meyvelerinden php?opt=1&id=229#939 faydalanamadığı bir dönemde, düşük gelirli grupların, Kısaltarak çeviren: Ergun Duman yoksullar ve işsizlerin sefaleti daha da artacak. Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Ürdün’de de zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum büyüdü. Buna ek olarak, yoksulluk ve işsizliğin aksine, enflasyon hızla artıyor ve hiçbir bir tavanı yok. Enflasyon dışardan ithal edildiği ve dolayısıyla Ürdün gibi gelişmekte olan ve geçiş dönemindeki ekonomilerin merkez bankalarının kontrol imkanının ötesinde olduğu için, küreselleşmeyi kabul eden ve yerel ekonomiyi küreselleşmenin risklerinden korumaksızın ve desteklemeksizin ticareti serbestleştirmeye koşan 26 FAO GIDA KRİZİ Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Bankası ve IMF’yi bile alarma geçiren son yıllardaki gıda krizinin ne olduğunu ve nasıl başladığını ana başlıklarıyla şöyle özetliyor. FAO’DAN GIDA FİYATLARINDAKİ ARTIŞA DAİR CEVAPLAR: Gıda fiyatları neden yükseliyor? Tüm büyük besin ve gıda ürünleri arasında (etanol üretimi için hammadde olarak) mısıra ve (biyodizel üretimi için hammadde olarak) kanolaya (kolza) duyulan ilave talep, fiyatlar üzerinde güçlü bir etki yarattı. Örneğin, 2007’de tüm dünyada toplam mısır kullanımı yaklaşık 40 milyon ton arttı, 30 milyon ton kadarı etanol tesislerince kullanıldı. Bu gelişmenin çoğu, dünyanın en büyük mısır üretici ve ihracatçısı olan ABD’de meydana geldi. Sözkonusu durum, 2007 yılı başından bu yana gözlenen uluslararası mısır fiyatlarının artışını da açıklıyor. Çoğu tarımsal ürünün fiyatları son iki yılda hızla Fiyat tepkisinin şiddeti, özellikle son 2-3 yıl içindeki arttı. Bu gelişmeye birkaç etken katkı sağladı. gidişatla da ilgili. Yeni talep, yüzde 90 gibi bir oranda 1-2006-2007’de Avrupa’da hasadın düşük olmasını ABD’de ortaya çıkıp yoğunlaştı. Küresel olarak da, takiben dünya stoklarının da, özellikle et ve mısır 2007’de toplam dünya mısır tüketiminin yaklaşık yüzde 12’si etanol, yüzde 60’ı ise hayvan besini için başta olmak üzere düşmesi. yapıldı. ABD’de etanol üretimi için kullanılan mısır, 2-2006 ve 2007’de Avustralya gibi büyük üretici toplam iç kullanımın yüzde 30’una tekabül ediyor. ülkelerde hasadın kötü olması. 3-Sübvansiyonlarla desteklenen tahıldan üretilen biyoyakıta olan talebin hızla artması. Gıda fiyatlarının artışında iklim değişikliğinin rolü nedir? 4- Sübvansiyonların azaltıldığı OECD ülkelerinin İklim değişikliği, tarımda etkin bir rol oynamaktadır. tarım politikalarında tedrici değişikliğin üretimdeki İklim, üretim düzeyinin gelişmesine yardımcı artışın azalmasına yol açması. olabildiği gibi yıkıcı da olabilmektedir. 5- Azgelişmiş ülkelerde güçlü ekonomik büyüme 2007’de, ABD’de çok uygun mevsim koşulları ve dünya nüfusundaki büyüme. ve dikimdeki önemli artışla bağlantılı olarak rekor 6-Tarım pazarının tarımsal olmayan pazarlarla iç düzeyde mısır hasadı yapıldı. Büyük tarım ihracatçısı içe geçmeye başlaması (enerji, imalat, mali v.s). olan Avustralya’daysa, tersine arka arkaya gerçekleşen 7- İklim değişikliği ve kaynakların kısıtlılığı da inatçı kuraklık üretimi düşürdü. (özellikle su) tüm gıda arz ve talebine etki etmesi. Bilim adamları, küresel ısınmanın sonucu olarak Gıda fiyatlarının artışında biyoyakıtların rolü ortaya çıkan iklim değişikliği konusunda uyarırken, nedir? bunun sürekli hissedilip hissetmeyeceği açıklık Biyoyakıtlar; toprak, emek ve sermaye gibi üretim kazanmadı. Şimdiye kadar çiftçiler farklı iklim kaynaklarını besin için üretiminden biyoyakıtlar için sarsıntılarına adapte olabildi ya da üstesinden gelebildi. Ancak, sert ve sürekliliği olan aşırı iklim gıda stoğu üretimine yöneltiyor. olaylarının artmasıyla gelişecek daha ısrarcı iklim Biyoyakıtlar: tahıl, şeker ya da petrole olan değişiklikleriyle nasıl başa çıkılabileceği belli değil. talep nedeniyle besin için üretilen gıda miktarını Yüksek gıda fiyatlarının etkisi. Kim kazanıyor, kim azaltabiliyor. Yakıt üretiminde hammadde olan temel gıda mahsulleri, beslenme amaçlı üretimden daha kaybediyor? fazla fiyat veriyor. Bu yeni talep kaynağı, fiyatlar üzerinde önemli bir rol oynuyor. İthal yiyeceklerin küresel maliyeti, 2006’dan bu 27 yana rekor bir düzeyde artarak en az yüzde 20 fırladı. Sonuç olarak, tarıma yatırım azaldı, yoksul ülkelerin Bu artış, gıda fiyatları yükseldiğinde ilk olarak çoğu artan oranda gıda talebini karşılamak üzere tüketicinin etkilendiğini de gösterdi. ithalata bağımlı oldu. Eğer bugünkü yüksek fiyatlar Özellikle düşük gelirli ve gıda sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkelerde çiftçilik için gereken ülkelerde gıda fiyatlarındaki artış, ödemeler düzeye inerse, gıda üretimi üzerinde özellikle kırsal dengesindeki olumsuz etkiyle gıda ithalat faturasının alanlarda tarımın büyümenin ve istihdamın motoru haline gelmesi üzerinde çok olumlu etkileri olur oldukça artmasına dönüşüyor. Hükümetler bu krize nasıl cevap veriyor? Uluslararası alanda yüksek fiyatlar, çoğu ülkenin ciddi müdahale politikalarına yönelmesine neden oldu, çoğu iç pazardaki sert fiyat artışını frenledi. 2007’de, çoğu ihracatçı ülke ihracatını sınırlandırırken, birkaç ithalatçı ülke de önemli miktarlardaki ihracatın yurt içinde yoksunluğa ya da daha fazla fiyat artışına yol açabileceği endişesiyle sınırlamalarla ithalatını düşürdü ya da askıya aldı. Bazı ülkelerse, fiyatları dengeleyebilmek için stoklarını kullandılar. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in, bir eline pirinç çuvalı diğerine bir somun ekmek alıp tüm Birkaç yıldır dünya çapında tüketiciler, düşük gıda dünyaya açlık ve savaş kapımızda uyarısı yapması fiyatlarından yararlandı. Çoğu ülkede çiftçiler, güçlü gıda krizinin geldiği boyutu gösteriyor. hükümet desteği sayesinde tarımsal üretimi artırabildi. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu, destek tedbirlerini kolayca sağladı. 28 BESLENMEDE DIŞ YARDIMA İHTİYAÇ DUYAN KRİZ İÇİNDEKİ ÜLKELER (Toplam: 37 ülke) AFRİKA (21 ülke) Genel Lesoto Yıllarca süren kuraklık Somali Swaziland Zimbabve Çoğunluk Eritre Liberya Çatışmalar, kötü hava koşulları Yıllarca süren kuraklık Derin ekonomik kriz, kuraklıklar, seller Moritanya Sierra Leone Bölgesel Burundi Orta Afrika Cumhuriyeti Çad Demokratik Kongo Cumhuriyeti Kongo Cumhuriyeti Fildişi Sahili Etiyopya Gana Gine Gine-Bisau Kenya Sudan Uganda ASYA (10 ülke) Genel Irak Çoğunluk Afganistan Kuzey Kore Bölgesel Yıllarca süren kuraklık Savaş sonrası dönem Bangladeş Çin Nepal Sri Lanka Tacikistan Doğu Timor Vietnam GÜNEY AMERİKA (5 ülke) Bölgesel Bolivya Dominik Cumhuriyeti Ekvador Haiti Nikaragua AVRUPA (1 ülke) Genel Moldova Ekonomik kısıtlık, göçler Savaş sonrası dönem İç savaş, iç göç ve mültecilerin dönüşü Mülteciler, güvenlik sorunu Mülteciler, savaş İç savaş, mülteci dönüşü İç göçler İç savaş Güvenlik sorunu, ürün yetiştirememe Kuraklık ve seller Mülteciler Güvenlik sorunu İç savaş, kötü hava koşulları İç savaş Kuzeyde iç savaş, yerli ürün üretememe Savaş ve güvenlik sorunu Savaş ve güvenlik sorunu Ekonomik kısıtlık, sellerin etkisi Seller, kasırga, kuş gribi Güneyde şiddetli soğuk, kar ve buz Pazara ulaşma güçlüğü, iç savaş, seller Savaş ve seller Şiddetli soğuk, toprak kaymaları/seller, pazara ulaşma güçlüğü İç göç, kuraklık Kuzeyde soğuk hava Seller Seller Seller Seller Seller Genel: Ülkede üretimin düşmesi, doğal afetler, ithalatın kesilmesi v.b gibi etkenlerle genel olarak gıda üretiminde ya da arzında olağanüstü açığı olan ülkeler. Çoğunluk: Nüfusun çoğunluğunun düşük gelir, yüksek fiyat, yerel pazarlardan akışın durması gibi etkenlerle ürüne erişememesi durumu. Bölgesel: Göç, yerinden edindirilen gruplar ya da bir yerdeki şiddetli yoksulluk, kötü hasat gibi etkenlerle belli bir bölgedekilerin ürüne erişememesi Kuraklık (FAO) Nisan 2008 29 konuk yazar Sahİ bİz, bİrbİrİmİzİn nesİ oluruz? Sezai SARIOĞLU “Rivayet olunur ki kaçamak bir aşkmış devrim/ Rivayet olunur ki aşk kaçamak bir devrimmiş/ Hissesiz harikalar kumpanyaları neydi peki/ Hissesiz düşler, hissesiz gülüşler neydi?” Başlamak için en güzel sözcük su… Nazilli’de bir kahvehane varmış… Ne istersen yanında su getirilirmiş… Çay istersen yanında su… Kahve istediğinde zaten kadim bir gelenek olarak su… Ayran istediğinde yanında su... Gazoz istediğinde yanında su… Dahası var… Su isteyince de yanında su getirilirmiş… İşte bize kıssadan hisseli bir anekdot… Suyun yanında su getirmek… Benin uzun zamandır politika-poetika olarak algıladığım, tarih teorisi olarak yürürlüğe soktuğum yirmi dört ayar bir örnektir bu… Evet, yanlış duymadınız; suyun yanında su getirmek… Kıssadan hisse: İçimizin yanında dışımızı, dışımızın yanında içimiz getirmek. Âşıkların yanında aşkı, aşkın yanında âşıkları getirmek… Şairin yanında şiir şiirin yanında şair getirmek… “Dil ve öteki korkusu”nu bir yana bırakıp, dil’in yanında diller getirmek, bir halkın yanında diğer halkları getirmek… ve kitaplardan eksiliyor. Hatta her gün evlerimizden kendimizin bile eksiği olarak çıkıyoruz. Bu nedenle, her tanışma yeniden çoğalma ihtimali ve ihtilali olarak okunabilir… Yani ben şimdi size, “Bir çiçek yolumu kesti!” diyorsam, bunda bir hayır vardır demektir. Çiçek deyip geçmeyin… Ben çiçeklerin yalancısıyım… Ben, “Hiçbir çiçek şimdiye kadar/ Gül kadar suçlanmadı/ Gülün bütün günahı/ Azıcık kanatmaktı/ Kokusunu savunmak için” şiirindeki kokusunu savunan gülün yalancısıyım… Muhaliflik verili dünyaya itiraz etmek ve itirazını pozitif olarak kurmakla ilgilidir… Yaşadığımız “kötülük toplumu”na ve “kötülük dayanışması”na karşı, “iyilik toplumu” ve “iyilik dayanışması” kurmak için sol’ları sıvamak, düşbaşı yapmak her şeyden önce, ezel ve ebet olarak bizlere güzellenen dünyaya itiraz etmekle mümkündür. Kokusunu savunan gül, metaforunda olduğu gibi, iyilikleri savunmak, barışı, adaleti, demokrasi savunmak insaninsan olmanın olmazsa olmazıdır… (Eskiden, çok eskiden, komşudan komşuya iyilik almaya gidilirmiş… Bu yüzden “Annemin Şarkı Sandığı” isimli bir şiirimde, “evde şarkı bittiğinde annem, komşuya şarkı almaya gönderirdi/ evde komşu bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi” demiştim…) Birbirimizden, tarihten ve coğrafyadan çoğalmanın yolu, evvel emir birbirimize devlet, iktidar olmamak… 12 Eylül 1980 sonrasındaki süreç, devlete ve kapitalizme yenilen bizim mahallenin çocuklarının birbirlerine devlet oldukları, birbirlerini yenmeye çalıştıkları yıllar olarak tarihe geçti. Tarihin ve siyasetin emri, şiirlerin ve aşkların kavliyle bunu Bu tür karşılaşmaların kıymeti ve müjdesini içeren tersine çevirmektir bizim işimizdüşümüz. Çünkü en birkaç dize ile devam edeyim: “Birden bire/ bir demokratiği dahi, her devlet, her mikro ve makro çiçek/ rıhtım taşının aralığından uzatmış başını bir iktidar bir kötülüktür. (Bana sorarsanız tarihte iki çiçek yolumu kesti…” Gün gelir, bir çiçek, bir şiir, büyük marangoz hatası vardır, biri devlet biri evlilik… bir insan, bir cümle yolumuzu keser. Tanışmalar da İnsanların, halkların, âşıkların iyi olmaları, kurumun böyledir… O anda, hatıra biriktirmeye başlarız… kötülüğü gerçeğini değiştirmez…) O halde, her Muhabbet bittiğinde ise, aklımızda kalanlar önemlidir. tanışma, birbirimize devlet olmak değil, birbirimizle O tanışmadan, geriye ne kalmıştır; hangi tat, hangi arkadaş olmak pratiğidir… Bu nedenle benim sıkça cümle, hangi imge? Zaten aşk da böyle değil midir, şöyle dillenmem bu dert ile ilgilidir… günün birinde iki insan birbiriyle karşılaşır ezberleri “Devrimciler devrime, devrim devrimcilere, bozulur, kimyaları değişir… devrimciler devrime devlet olmayınca ve Tanışma deyip geçmeyin… Tanışmalar önemlidir yenilmeyince ve yanılmayınca yaşasın devrim ve ama birbirimiz çoğaltan tanışmalar daha da yaşasın devrimciler…” önemlidir… Çünkü bizler, bizim mahallenin “Âşıklar aşka, aşk âşıklara, âşıklar âşıklara devlet çocukları, muhalifler, akıntıya yürek çeken asi ve olmayınca ve yenilmeyince ve yanılmayınca yaşasın aksi çocuklar uzun zamandır birbirinden, hayattan aşk ve yaşasın âşıklar…” 30 Derdimi bir söylence ile tamamlayayım. Aslı ile Kerem hikayesini herkes bilir! Bilme diyorsam anafikrini, kıssadan hissesini bilir ama iş anlatmaya gelince, üç beş cümle dışında bir şey söylenemez. Bu durumu dert edinen bir edebiyat öğretmeni, yıllar önce, Kerem ile Aslı hikayesini öğrencilerine tümüyle öğretmek için ahdetmiş. Yıl boyunca derste sadece bu hikayeyi anlatmış. O zamanlar, cep telefonu, internet filan yok. Öğrenciler, çeşme başlarında aşıklara sorarak, bataryalı radyolardan dinleyerek bu hikayeyi öğrenmeye çalışmışlar. ders yılı bitmiş. Öğretmen hikayenin öğrenciler tarafından kavrandığından eminmiş artık. son ders, son on dakika… Öğretmen, “Biraz sonra yaz tatiline çıkacaksınız, soracağınız soru var mı?” diye sormuş… Sınıfta bir sessizlik olmuş… Bu tür kıssadan hissesi olan hikayeler de hep böyle olur ya… En arka sıralarda, kavruk bir çocuk vardır… Bizim mahallenin çocuğudur ve hikayedeki işlevi ezber bozup, kıssadan hisseli cümle kurmaktır… İşte öyle bir çocuk arka sıralardan parmak kaldırarak dillenmiş: - Hocam, yıl boyu sizi can kulağıyla dinledim. Sabit kalemle notlar aldım. Âşıklara sordum, ama yine de anlamadım bir soru aklıma takıldı…” Öğretmen kendinden gayet emin, “- Sor çocuğum, sor da cevaplayayım. Acele et ki, birazdan zil çalacak…” İşte o kavruk çocuk ayağa kalkarak, öğretmene şu soruyu sormuş: “Hocam, anlayamadığım şu; Kerem Aslı’nın, Aslı Kerem’in nesi olur?” İşte tarihin ev insanlığın henüz yanıtlayamadığı soru budur… Şimdi bu hikayeden kıssadan hisse; bizler birbirimizin nesi oluyoruz, halklar ve diller birbirlerinin nesi olurlar… Birbirimizin yolunu kesmişken, diyalektik bir rastlantıyla tanışmışken arkadaş olmaktan söz ediyorum.. M. Cevdet Anday’ın, “Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” dizelerinden el alarak derdimi biraz daha anlatayım… Öyle bir dünyada, ülkede yaşıyoruz ki, insanlardan ırkçı yapıyorlar. İnsanlardan, barış değil savaş, iyilik değil kötülük yapıyorlar… Bizler bir birimizden ne yapmak istiyoruz… Birbirimizden devlet yapmak, birbirimize devlet olmak başka bir şey, birbirimize aşk olmak, âşık olmak, arkadaş olmak, devrim olmak, barış olmak, adalet olmak başka bir şey… Bu hali, kişisellikten halklar düzeyine çıkardığımızda aynı mekanizma işletilmelidir… Halklardan barış, adalet, demokrasi yapmak başka bir şey, savaş ve kötülük yapmak başka bir şeydir… Her ikisi iki ayrı toplum tasavvuruna ve pratiğine denk düşer… (Ünlü Fransız şairi Paul Eluard, “Öpücüklerden yapılır insan” demişti… İnsan ve tarih aşklardan, barıştan, şiirden, kapitalizm denilen kötülük toplumunu itiraz eden pratiklerden yapılır…) Arkadaş olmak, muhalif olmanın sırlarından biri, Edip Cansever’in, “Ben çiçekleri biçimli tutarım” dizelerinde gizli… Bu tür muhabbetlerde, sıkça, “devrimci olmak, âşık olmak, şair olmak nedir?” gibi ilginç sorular sorulunca hemen “devrimci olmak, âşık olmak, çiçekleri biçimli tutmaktır” diye yanıtlarım… Gerçekten de muhalif olmak, insaninsan olmak, âşık olmak, barışın militanı olmak, cümleleri biçimli tutmak, öteki dille, öteki halklarla, doğa ile diğer dünyalılarla biçimli ilişki kurmak demektir… Bu nedenle ben bir yürek, sevgi enternasyonalizminden söz ederim. Ulus devlet ötesinde bir dünya, verili sınırlar ötesinde bir dünya tasavvur etmek, sınır aşırı, ırk aşırı, devlet ve ulus aşırı büyük insanlık idealinin parçası olmak için, dünyanın her yanındaki benzerlerimizi aramalıyız. Bu da dünyaya ve dünyalılara (Ben dünya yerine “düşya”, dünyalı yerine “düşyalı” sözcüklerini kullanırım…) biçimli bakmak sorunsalıdır… Şair Turgut Uyar’ın, on yıllar önce yazdığı “Her şey naylondandı o kadar” dizesi, günümüzdeki sentetik, naylon, sanal hayatı ve sanatçı hallerini de açıklar gibidir. Sanal bir orta(lık) oyununda sanatçıların, “ün”, “popülerlik” kaygısıyla da rol çalma yarışını ibretle izliyoruz. Oysa, karaşın şair Ece Ayhan’ın, “Azizim güzel atlar güzel şiirler gibidirler/ Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!” dizelerini coğrafyaya geçmek için yarışan şairlere/sanatçılara şerh olarak okuyabiliriz… Eserleriyle ve yaşamlarıyla hem tarihe hem coğrafyaya geçen şairler, öldükten sonra da tersine yarışarak varlıklarını sürdürürler… Çünkü büyük şairler, büyük şiirler güncel aklın, ırkçı söylemlerin tuzaklarına karşın, kadimleşerek zamanı ve mesafeleri eskiterek varlıklarını sürdürürler. Bu söylediklerimin daha iyi anlaşılması için Cemal Süreya’nın “Ün ve Efsane” makalesinden bir bölümü paylaşmam gerekir: “Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş. Halk onu, alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında…” Şairlerin şiirlerini utandırdıkları, şiirlerine yenildikleri ve mahcup oldukları malumun ilanı olsa gerek… Bu nedenle ben, “Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır” derken bir derdi paylaşmak istiyorum… Yani yukarda söylediğim gibi: “Şairler şiire, şiir şaire, şairler şairlere devlet olmayınca yenilmeyince ve yanılmayınca yaşasın şair ve yaşasın şiir…” (Şair Can Yücel öldüğünde, onu doğanın kucağına yatıya verdiğimiz gün, olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen 31 8 yaşındaki torunu Alibey, ninesi Güler Abla’ya, “Dedemi nereye ektiniz?” demişti… Çocuktan al kıssadan hisseyi…) Yerel ve evrensel tarihin bir diğer sorunu da, “korku” değil midir? Şair Cemal Süreya’nın dizesinden el alarak, insanlığın, bu ülkenin halklarının, “Ödleriyle öten kuşlar”a dönüştürüldüklerini söylemek malumun ilanı olsa gerek… Her devlet, tabu ve tapulara dayalı korkular üzerine kuruludur… Korkunun olduğu yerde, barış ve adalet olmaz, olamaz… Ama tarih korkuların korkusuzluklara dönüştükleri an’lara ve süreçlere de tanıktır… Birbirimizle korku üzerinden ilişki kuramayız. Çünkü çıplak ve gizli zor da, korku da bir iktidar biçimidir, daha doğrusu iktidarların sürekliliğini sağlayan en temel araçlardan biridir… Şair Turgut Uyar bir şiirinde “Öyle ki/ Saçları uzamıyor korkudan” diyorsa bir derdi olmalı… Korkudan dilleri uzamayan, şarkıları kısalan insanlardan oluşan toplumlar nasıl özgür olabilirler… Turgut Uyar bir şiirini, “Canavarın zamanı yoktur” diye bitirdiği dizelerle de hayatın işaretlerini okuyabiliriz… Emperyalizm canavarının zaman, mekân, ırk, dil tanımadan kötülüklerini sürdürdüğü ve dünya halklarını kendine boyun eğdirmeye çalıştığı zamanlarda yaşıyoruz. Dünyadaki tüm kötülüklerin nedeni ve sonucu olan kapitalizm-emperyalizm canavarına karşı ısrar ve inatla direnmek için evrensel bir iyilik, düş dayanışmasına gereksinim var… Evet, başlarken söylediğim gibi uzun, çok uzun zamandır birbirimizden eksiliyoruz… Sanki, yüzyıllardır, Turgut Uyar’ın “Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ dikey ve yatay mutsuzluktan/ mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun/ Sevgim acıyor” dizelerindeki ruh halindeyiz… Sürekli sevgimiz acıyor, alıntılarız, düşlerimiz acıyor… Ben diyeyim 12 Eylül 1980’den beri siz deyin, ellerimizi ve düşlerimizi birbirimizden koparıp ayırdığımızdan beri… Kitaplardan, hayattan eksiliyoruz. Sabah Birbirimizden ve halklardan barış yapmaktan söz evlerimizden kendimizin bile eksiği olarak ediyorsam bir derdim olduğu içindir. Türkçenin en çıkıyoruz… Çoğumuz yanlış yaşıyor yanlış yaşlanıyor büyük şairlerinden Cemal Süreya’nın “Barış demiştir ve ve belki de yanlış ölüyoruz… Yanlış yaşamamanın ve yanlış yaşlanmamanın yolu, birbirimizi yeniden fark güvercin tıkmışlardın boğazına/ etmek, çoğulcu bir zeminde Bu yüzden edep kuralı tanımaz birbirimizi ve hayatı yeniden İnsan olmak, insan kalmak, Anadolu dervişi” dizelerinden üretmektir… Cemal Süreya milliyetçi-ırkçı bir aklı terk edip, el alarak ilerleyelim… Öyle “Renkleri tek başına alırsan başkalarının acısına bakarak bir coğrafyada yaşıyoruz ki, hepsi birer tarikat” demişse mümkün… Ama bu ülkede barış, kardeşlik, özgürlük bizlere, tek renk üzerinden başkalarının acısına da varlığına diyenler resmi tarihin emriyle değil, renkler, diller üzerinden da, diline de bakmamak geleneği güvercinlerle boğuluyorlar… çoğalmak düşer… resmi tarihten topluma kadar (Osmanlı’dan bu yana öldürme yayılmış durumda… Dünya sadece dışlarından biçimleri değişti. Eskiden, iple boğarlar, idam ederler, kelleler oluşan içi olmayan insanlarla uçurulup, “siyaset çeşmesi” dolu… Kötülük toplumlarının denilen yalağa düşürülür, şehzadeler baldıran ile çoğunlukta olduğu, kötülük dayanışması bu insanlar zehirlenirdi… Şimdi güvercinle de boğuyorlar barış üzerinden yeniden üretiliyor… Bize düşen, işaret aktivistlerini…) ve itiraz parmaklarımızı yitirmeden, içi olan “Yani diyalektik/ Yani Aleyhistan’da yeni bir lehçe insanların, iyilik toplumları ve iyilik dayanışması için olmak” diye başka bir dünyanın mümkünlüğünü çoğalmaları… Yani, “Ben neredeysem yalnızlığın anlatan şiirin sokak, sokağın şiir çocuğu Can Yücel, başkenti orası” dizelerinin tersine bir hayatı bir şiirinde “Dili bilmek ve dibi bilmek gerek” “hemen şimdi” tersine çevirerek yalnızlıklarımızı demişse bir bildiği olmalı. Dilini konuşamayan, ve yanlışlıklarımızı terk etmek… Metin Altıok; diliyle âşık olamayan, felsefe yapamayan halklar nasıl “Öyle yalnızız ki bu panayırda/ Sevgimiz durmadan özgür olabilirler? Dil, devletlerden ve iktidarlardan bir taşı ovar” diyorsa, oturup düşünmeli… Cemal uzun sürer. Çünkü dil, devletlerden daha kadimdir… Süreya, “Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” İşidüşü, “dili ve dibi bilmek” olan şair, kendi dilini dizelerinden ders çıkararak, hatıralarımı, aşklarımızı, sevip öteki dili yok sayıyorsa, “dil korkusu” ile malul dilleri, tarihi ve coğrafyayı, iyilikleri, devrimi bakıma demektir… Tarih dillerin beddualarını alanların almanın zamanı geldi de geçiyor… iflah olmadıklarının yerel ve evrensel örnekleriyle doludur… Bu nedenle, suyun yanında su getirmek derken, dilin yanında da dil, diller getirmekten söz ediyorum… İnsan olmak, insan kalmak, milliyetçi-ırkçı bir aklı terk edip, başkalarının acısına bakarak mümkün… Ama bu ülkede başkalarının acısına da varlığına da, diline de bakmamak geleneği resmi tarihten topluma kadar 32 yayılmış durumda… Bu ülkede, başkalarının, başka halkların acısına bakarak değil bakmayarak, varlığını dilini tanıyarak değil tanımayıp inkar ederek “biz” ve “ben” olunuyorsa, bu yanlış bir “biz” demektir… Hal böyle olunca düşbazlara düşen, alternatif “ben”in ve “biz”in başkalarının acılarına, dillerine bakarak inşa edilebileceğini bilmek… Bu nedenle, birbirimize ve dünya halklarına şöyle dillenmeliyiz: “Bana bir varmış… de./ Bir Varmış Bir yokmuş… deme. İçime dokunuyor…” bayılıyor Ama kötülemiyor karanlığı// Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için/ Bir öğrenegörsün aşkı/ Ağacı o vakit seyredin…” İşte böyle… Bizim de şiirdeki ağaç gibi rahatımızın kaçması için, bize de kitap verilmesi gerekir ki, bir öğrenegörelim aşkı, hayatı, dünyayı… Cemal Süreya, “1948’de Dostoyevski’yi okudum o gün bugün huzurum yoktur” diyorsa, 12 Eylül 1980 sonrasında okumaları ziyan ettiğimiz kitapları önümüze koyup düşünmeli… Can YÜCEL Irkçılıkla, insanın hem tür olarak kendini, doğayı ve başka türleri yok edecek ekolojik felâketle mücadele etmeden insan olmak insan kalmak mümkün değil… Sivas’ta yakılarak öldürülen şair Metin Altıok, “Sevgilim aşk da çevreye uyar/ Ve kendine parlak bir yalan arar…” diyorsa, bizlere düşen, ırkçılık, savaş yalanlarına uymamak tersine bu yerel ve evrensel resmi yalanlara karşı mücadele etmektir… Bunun yollarından biri, “sevmek” sözcüğünün tarihsel, etik, estetik ve politik anlamında gizlidir. “Sevmek en uzun kelime”dir… Söz kitaplardan açılmışken, içimi acıtan bir cümleden söz edeyim size: “Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz…” Eskiden muhalifler kitaplarla anılırlar, koltukaltlarında kitaplarla karikatürleri çizilirdi… Uzun zamandır okuma muhaliflerin gündeminden düştü… Bir tür “Huzur”a kavuştular çünkü… Büyük bir mağlubiyet sonrasında, yeniden düşbaşı yapmak yerine koştura koştura mülkiyet dünyasına işbaşı yaptılar. Toplumda, siyasi, iktisadi, sosyal statüler edindiler. Artık kaybedecek, mülkleri tabuları, tapuları olmaya başladı. Hal böyle olunca, kötülük toplumundan “Bir tatlı huzur almak” gelenek oldu… Oysa bizim yeni bir huzursuzluğu, kötülüklere itiraz etmeye ihtiyacımız var… Derdimi M. Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirinden el alarak açıklayayım: “Tanıdığım bir ağaç var/ Etlik bağlarına yakın/ Saadetin adını bile duymamış/ Tanrının işine bakın// Geceyi, gündüzü biliyor/ Dört mevsimi, rüzgârı karı/ Ay ışığına Bir olay anlatarak bitirmek isterim… Kıbrıslı Mustafa o yıllarda 8–9 yaşlarında küçük bir çocuktu. Halası, “Yurdunu sevmeliymiş insan/ Öyle diyor hep babam/ Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından/ Hangi yarısını sevmeli insan” dizelerinin şairi Neşe Yaşın’dı… Mustafa, Kuzey’de Lefkoşa’da yaşıyordu… Annesinin ve babasının “barış” yanlısı olmasına karşın, her gün radyodan, televizyondan “Rumlar, düşmanlarımız” cümlelerini duyarak büyüyordu… Günün birinde şair halası Mustafa’yı, annesini ve babasını bölünmüş ülkenin, bölünmüş Lefkoşa’nın ortasında sınırda, “hiç kimsenin toprağı” denilen “ara bölge”deki bir etkinliğe götürdü… Ledra Palas’ta yapılan bu etkinliğe Kıbrıs’ın Kuzey’inden ve Güney’inden Türk, Rum, Ermeni, Maronit çocuklar gelmişti… Gün boyu birbirleriyle oynayan çocuklar, milliyetçiırkçı önyargılara karşın arkadaş olmuşlardı bile… İzin bitip ayrılma zamanı gelmişti. Çocuklar birbirleriyle vedalaştılar… Rumlar Güney’e, Türk çocuklar aileleriyle birlikte kuzey’e doğru yürüdüler… O gün olup bitenlerle, daha önce duydukları arasında yaman bir çelişki yaşayan küçük Mustafa, annesine dönerek, şöyle bir soru sorar: “Anne bana bir Rum kardeş doğurabilir misin?” Yeryüzü şairi Nâzım Hikmet bir şiirini “Ben, iyimserim, dostlar, akarsu gibi…” diye bitirmişti… Tez görüşelim diye peşinizden bir avuç şiir döküyorum… 33 LATİN AMERİKA GÜNLÜKLERİ 1 Sibel ÖZBUDUN İKİ BOLİVYA 21 saatlik Trans-Chaco yolunu kat ederek yorgunluktan tükenmis bir halde Bolivya’nın Santa Cruz kentine varınca, cantalarımızı otele bırakıp elimizi-yüzümüzü yıkadıktan sonra ilk işimiz, kendimizi, içiçe geçmis halkalar halinde kurulmuş olan kentin yureğindeki 24 Eylul Meydanı’na atmak oldu. Karşılaştığımız manzara, şaşırtıcı. Kırmız tuğlalarla örülü Katedral’i karşınıza aldığınızda sağımıza düşen Sehir Kulübü’nün duvarını kaplayan yeşil-beyaz renkli dev afişte, “Biz Özerkiz! Tarih Yapmaya Devam Ediyoruz!” yazısı kocaman puntolarla haykırıyor, Gençlik Merkezi’nin duvarından sarkan pankartta Genç bir erkeğin, Christian Urresti’nin hüzünlü sureti, “Özgürlük ve saygınlık için mucadele ederken 11 Ocak 2007 günü Cochabamba’da Cocalero’lar tarafindan katledildim. Benim içen adalet isteyin,” diyor gelip geçenlere. Bu iyi hesaplanmıs dramaturjinin bir başka artısı ise, 34 meydanda kurulu bir düzine kadar çadir. Cadirlarda, yaklasik 200 Santa Cruz “yurttaşı”, battaniyelere bürünmüş, açlık grevine yatmışlar. Üstelik, bunlar sizin-bizim bildiğimiz “grevciler”den değil: Bizzat Santa Cruz valisi Ruben Costas başta olmak üzere, Yerel Universiteler Federasyonu üyeleri, yani anlı-şanlı rektor ve profesorler, Belediye Konseyi üyeleri, Santa Cruz İhracatcilar Birliği yoneticileri, Belediye Konseyi başkanı, Kadınlar Birliği üyeleri… Aslına bakarsanız açlik grevi de bizim bildiğimiz grevlere pek benzemiyor. Örneğin grevciler herkesin gözünün içine baka baka lolipop yalamaya çekinmiyorlar… Ortalıkta “Katil Evo!”, “Evocular Caracas’a!” (size de şu “Komunistler Moskova’ya!” sloganını anımsatmadı mı?) afişleri, yeşil-beyaz eyalet bayrakları, hatta yeşil-beyaz giysili kadın, erkek ve çocuklardan geçilmiyor… Santa Cruz, Bolivya’nın özerklik yanlısı dört doğu eyaletinden en gelisşkin olanı. (diğerleri Beni, Tarija ve Pando). 1960’lı yillarda azgelişmiş Bolivya’nın hiç de gelişmiş sayılmayacak bir bölgesi için, nüfüsu, 20. yuzyılın ikinci yarısından itibaren yeni yerleşimcilerle hızla yükselmeye başlamış. Coğu bölgelerindeki huzursuzluklardan kaçan, bir kısmı ise savaş suçlusu Sırplar, Hırvatlar, İsraillilier, Almanlar, İtalyanlar… Bir başka deyişle, gözükara bir “desperados” akını… Yeni yerleşimciler, kısa sürede dünyanın bir numaralı koka üreticisi Bolivya’nın narkotrafiğini ellerine geçirerek palazlanmaya başlamışlar. valilerin yönetimindeki beş kente gidemedi: Beni, Pardo, Santa Cruz, Tarija ve Sucre. Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez ile Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernandez ise, Bolivya ziyaretlerini iptal etmek zorunda kaldilar… Gercekten de nufusun % 60’ini yerlilerin (ve daha büyük bir bölümünü yoksulların ve acların) oluşturduğu Bolivya’da Santa Cruz, gercekten de aykırı bir manzara oluşturuyor. Sokaklarında beyaz tenliler, çogunlukta. Bolivya’nın yerli ve yoksul Batı’sında toplumsal yaşama hakim olan kaos, burada yerini “nizam ve intizam”a bırakıyor. Vitrinlerde Paris’e, Londra’ya, New York’a öykünen bir zenginlik gösterisi. Özerklikçi-ayrılıkçi oligarkların eylemlerinin, tüm ülkede adil bir emeklilik sistemi için ayağa Kalkan öğretmen ve madencilerin eylemleriyle çakışması, durumu daha da vahimleştiriyor – geçtiğimiz günlerde Huanuni madencilerinin eylemine polisin müdale etmesi ve çatısmalar sırasında iki gencçmadencinin yaşamını yitirmesi, ülkedeki tansiyonun iyice yükselmesine yol açarken, iktidar partisi MAS içerisinde huzursuzluk ve kabine değişimi istekleri sıkca dile getirilmeye başlandi. Santa Cruz’lu ve diğer ayrılıkcı oligarkların ise olanbiteni ellerini ovuşturarak izlediklerini belirtmeye gerek var mı? Yerliler ise, ya kentin arka sokaklarına sürülmüş, gözlerden uzak gettolarda sürdürüyorlar sefil yaşamlarını, ya da beyaz efendilerin iyi giyimli, uysal, terbiyeli, güler yüzlü hizmetkarları, garsonları, polislerı, bulasıkçıları olarak boy gösteriyorlar toplumsal sahnede. Bolivya’nin, General Antonio Jose Sucre önderliğinde Bağımsızlığını ilan edişinin (6 Agustos 1825) 183. yıldönümünün, yani Bağımsızlık Bayramı’nin ertesi günü ulastığımız Cochabamba’daki manzara ise, bambaşkaydı. Santa Cruz’un yeni yerleşimcilerinin talihi, bölgede zengin doğalgaz ve hidrokarbon yataklarının bulunmasının ardından iyice dönmüş. * * * Ne ki bir “yerli” denizinde bir beyaz adacığı olusturmak, Santa Cruz’a anakronik bir görüntü veriyor. Bir 17-18. yüzyıl kolonisi ile, bir 17. yüzyil Bati Avrupa sehir-devleti arasında gidip gelen bir görüntü. Ve beyazlar, özellikle ülke ilk yerli Devlet Başkanı’nı göreve getirdiğinden beri, kendilerini tehdit altında hissediyorlar… “Çalışkan-İşbilir Avrupalılar / tembel, koka muptelası yerliler” kilisesi; “biz çalısıp kazandiklarımızla neden bu uyuşukları besleyelim?” tepkiselliği, “Ya bunlar bir gün mulklerimize el koyup bizi sınırdışı etmeye kalkışırlarsa!” paranoyasıyla içiçe geçerek ortak ve içe kapalı bir halet-i ruhiye oluşturmuş. Bu “halet-i ruhiye” ise, uyuşturucu kaçakçılığından enerji sektörü patronluğuna terfi eden Santa Cruz baronlarını Evo Morales iktidarına karşı yoğun bir “sivil” örgütlenme refleksine sevketmiş. Evo Morales ve MAS’in temsil ettiği yerli ve yoksul Bolivya ile bağlarını kopartmak, kendi başlarına kalmak istiyorlar. “Autonomia” (özerklik) talebi ile başlayip ayrılıkçılığa kadar her t ürlü nuansi kapsayan bir kopma egilimi bu… Bunun için aclik grevleri duzenliyorlar (nitekim 24 Eylül Meydanı’ndaki “grevciler”in talebi, hidrokarbonlardan alınan verginin bir bölümünün eyalet yönetimine bırakılmasi), Bolivya yoksullarının yabancı şirketlere ve oligarklara farsi –Evo’nun Devlet Başkanı seçilmesiyle sonuçlanan- mücadelelerinde sıkca yaptıkları gibi, şehirlerarası yolları trafiğe kapatıyorlar, kent konseylerini, hatta hava alanlarını işgal ediyorlar – bu nedenle Devlet Başkanı referandum öncesi muhalif Temel Demirer ve Sibel Özbudun Ernesto Che Guevara’nın öldürüldükten sonra basına gösterildiği odada... 7 Ağustos Bolivya’da, “Ordu Günu” olarak kutlanıyor. Ülkenin belli başlı kentlerinde, bu vesileyle askeri geçitler düzenleniyor. Ancak Evo Morales’in Devlet Başkanı seiilmesinden bu yana, Ordu Günü, farklı bir anlam yüklenmis. Ayni gün ülkenin dört bir yannndan yerli gruplar, Başkan’a desteklerini sergilemek üzere her yıl farklı bir kentte toplanarak geçide katılıyorlar. Geçtiğimiz yıl Santa Cruz’da gerçekleşen olaylı geçidin ardından bu yıl yerliler, Cochabamba’daki gösteriye katılacaklar. Cochabamba’nin başdöndürücü karmaşık, şamatalı, kaotik otobüs garajında sabahın erken saatlerinde 35 buluşan binlerce yerli, biraz sonra başlayacakları geçide hazırlanıyorlar. (Bolivya’da en büyüğü Quechua, Aymara ve –doguda- Guaraniler olmak üzere irili-ufaklı 37 yerli grubu yaşıyor.) Kadınlar kısacık boylarıyla tuvaletteki aynanın önünde parmak uçları üzerinde diklilerek bellerinden aşağı uzanan saçlarını tarayıp yeniden örüyorlar; erkekler her bir grubu diğerinden ayırt eden şapkalarını özenle başlarına yerleştiriyor. yitirmemek için pek çok şeyi göze almış, gözükara Doğu, ülkenin ekonomik kaynaklarını elinde tutuyor, ve siyasal açıdan da bir hayli örgütlü. ama ilk kez, yerli bir Başkan’a sahip olmanın gözlerde yansıyan kıvancı, onuru… Durup, köşebaşında, hiç tanımadığı biriyle kırk yıllık ahbapmışcasına politik bir sohbete dalan coşku… Oligarkların Beyaz Bolivyası ile, tarihin dışlanmışlarının yoksul ve koyu tenli Bolivyasi arasındaki savaşım, bir devrim – karsi-devrim diyalektiği içerisinde serinlenirken, emek kesimini nesnel olarak oligarklarla yan yana düşüren bu durum (bu arada, haksızlık etmemek için sendikaların referandum konusunda tabanlarıını serbest bıraktıklarını vurgulayalım), aynı zamanda ülkenin geleceği için de belirleyici olacağa benziyor. Kaynak yoksunu, yoksul ve yerli Bati ise, bugüne dek olmadığı ölçüde bir sosyal gücü temsil ettiğinin farkında – son on yılların mücadeleleri “yeryüzünün lanetlileri”ni çok uzun bir aradan sonra bir kez daha tarihin sahnesine taşımiş. Bir yandan da, Evo Morales Kent meydanında kurulmuş derme-çatma tribünün ve MAS ile birlikte siyasal iktidari elinde tutmakta. en ön sırasında, ekranlardan tanış olduğumuz bir Ama ekonomik güçten, daha doğrusu ekonomik gücün sima – Evo Morales, ayakta, yeniden dağıtımını sağlayacak, geçide katılanlara el sallıyor. yani Bolivya’daki yoksulluk ve Kaynak yoksunu, yoksul ve yerli İşin hem Temel’i hem de beni yoksunluğa son verecek devasa Bati ise, bugüne dek olmadığı ölçüde hayrete düşüren yönü gerek o kaynakları toplum içerisinde bir sosyal gücü temsil ettiğinin an, gerekse, o aksşm referandum yeniden pay etmeye curet eden farkında – son on yılların mücadeleleri kampanyasını sonlandırdığı, siyasal iradeden yoksunlar “yeryüzünün lanetlileri”ni çok uzun La Paz’in uydu-varos kenti El – hiç kuşkusuz uluslar arası bir aradan sonra bir kez daha tarihin Alto’da dans ederken o kadar konjonktur de buna izin sahnesine taşımış. Bir yandan da, Evo kolay ulaşılabilir, o kadar vermiyor. Bu ise, Bolivya’da Morales ve MAS ile birlikte siyasal tehlikeye açık ki… Dostlarimiz örgütlü emekçilerle, yoksul, iktidari elinde tutmakta. Sonia ve Soledad Evo’nun dışlanmış yığınları karşı karşıya guvenlik onlemlerini “kendimi getiriyor. Enerji kaynakları ve cezaevinde hissettiriyorlar” diye toprak üzerinde özel mülkiyete ısrarla geri çevirdiğini anlatıyorlar bize. (Gerçekten son veremeyen iktidar, yoksullukla mücadelede de, moka üreticilerinin lideri olarak hatirırı sayılır bir kaynakları emek sektöründen sağlamaya çalışıyor. (Bu cezaevi deneyimi var, Evo’nun…) Ancak son bir kaç arada, Bolivya’da yoksullukla mücadele alanında hatırı ay içerisinde kendisine ve bakanlarına yönelik tehdit sayılır ilerlemelerin kaydedildiğini de vurgulayalım: ve suikast girişimlerinin yoğpunlaşması üzerine bazi okur-yazarlık neredeyse % 100’e ulasmış durumda, 18 önlemleri uygulamayı kabul etmis… yaşına kadar tüm çocuklar, doğum yapan kadınlar ve Geçit ve meydan, ve de su ayaklanmalarının başkenti yaşlılar, ücretsiz sağlik hizmetlerinden yararlanıyor, Cochabamba’nin manzarası, Santa Cruz’unki ile taban hükümet kır ve kent yoksullarına temiz su saglayabilmek tabana zıt: Koyu tenliler, yoksullar, yerliler, kargaşa, için kolları sıvamış durumda…) Böylece, örneğin yerlerde yuvarlanan çocuklar, yoksullara özgü içiçelik, Huanuni Maden Emekçileri Sendikası yöneticisi Raul sokaklardaki belediye otobüsü sıkışıklığı, kaldırımlarda Guevara’nin “neoliberal” olarak tanımladığı (La Razon, uyuyan, yemek yiyen, dilenen, elişleri yapan, satan 08.08.2008, s. C. 4) bir Emeklilik Yasasi çıkıyor ortaya. aileler, huilpa’larini kaldırıp köşe başında “hacet Italyanlar, öğretmenler, sağlık emekçileri ve madenciler gideren”, ya da memesini herkesin ortasında çıkarip Central Obrera Boliviana (COB)’nin yasa tasarısını bebesinin ağzina dayayan teklifsizlik… Ve ilk kez, desteklemek üzere sokağa dökülüyorlar… Kentin sokaklarını dumanlar sacarak homurtuyla arşınlayan eski model arabaların hemen tümünün üzerinde Bolivya bayrakları… Ve kent meydanında saatler boyu yılmadan konuşan çekik gözlü, koyu tenli ajitatorleri dinleyen kumelerin ellerinde Evo posterleri… Bolivya Silahlı Kuvvetler Komutanı Luis Trigo’nun, içlerinden pek çoğunun “Bariş görevlisi * * * olarak bulundukları Angola, Kongo, Haiti’deki Evet, Evo ve muhalif valilerin görevlerine devam edip açlık, ölüm ve yıkım olaylarının kendi ülkelerinde etmeyeceklerini belirleyen 10 Agustos referandumu, iki yaşanmasını istemediklerini” belirttiği, Baskan Evo Bolivya’yı son zamanlarda sıkca olduğu üzere bir kez Morales’in ise, “darbe girişimleri içerisinde olan daha karşı karşıya getirdi. Beyaz, müreffeh, elindekileri bir sivil diktatörlük”ten soz ettiği bir ortamda (La 36 Razon, 08.08.2008, s. A 8-10), yoksul-yerli halk ile örgütlü emek kesimleri arasındaki çelişkilerin bir an önce çözüme kavuşturulması, ABD’nin yeni hamlesi için yedekte beklettiği oligarkların emellerinin boşa çıkartılması için hayatı önem taşıyor. Cochabamba’daki San Simon Universitesi resmi yayın organı Tiempo Universitario’daki imzasız basyazıda, “ 1982’den önce haberciler cumhuriyet yaşamımızın tipik haberini kaçırmamak için birbirleriyle yarışırlardı: ‘Bolivya’da darbe’. Bir darbeler ülkesiydik. Bugünlerdeyse, sanırım haberciler şuna benzer haberler geçiyorlar merkezlerine: ‘Bu Pazar, Bolivya’da referandum yapılmadı…” (“De ultimo momento, Tiempo Universitario, año 5, no. 15, Cochabamba, Asirán 2008, s. 3) sözleriyle betimlediği kesitte, Devlet başkanı Evo’nun ülkenin tümünden aldığı % 63’e yakin bir oyla, muhalif valilerin ise kendi bölgelerinden aldıkları, bazıları % 70’e varan oylarla görevlerinin başında kaldıkları(yalnizca Cochabamba, La Paz ve Oruro valileri çoğunluk desteğini sağlayamadı) son referandum gibi girişimlerin de bir deva olamayacagğı açık. (10 Ağustos Pazar günü referandum sonuçlarının ilk kez açıklanışını izlediğimiz Internet Kafe’nin işleticisi kadın, “Evo kaldı, valiler kaldı… Hiç bir şey değişmedi ki…” diyordu istihzayla.) Üstelik, birbirini izleyen referandumlar, “demokratik” yolları da giderek sınırlandırıyor, ülkeyi açmaza sürüklüyor. Gerçekten de, dışlanmış yoksullarla örgütlü emek kesiminin mucadelesi arasında bir yakınlaşma sağlanamazsa, Evo ile birlikte yukselen “Baska bir dunyanın mümkün” olduğuna ilişkin umutların, kanlı, faili meçhullü, postallı bir serüven içerisinde bir kez daha yer ile yeksan olması, işten bile değil… Santa Cruz (Bolivya), 12 Agustos 2008 tanımlanıyordu. FİLİSTİNLİ, MİLİTAN, KOCA YÜREKLİ İSYANCI OZAN: MAHMUD DERVİŞ[*] Temel DEMİRER Şiirlerinde işgal altında yaşamayı konu almıştı. Tıpkı ‘Kimlik Kartı’ şiirindeki şu satırlarda olduğu gibi: “Kütükte kayıtlıyım. “Ölümdür şairleri Arabım ertesi sabah ayaklandıran.”[1] Saçlar: Kara. “Her sokak başında katliamlar sürüyor. Her köşede ölülerimiz yatıyor. Her duvar kana bulanmış. Günlük yaşam, yaşam hakkından ‘arındırıl’mış ve şehitlerimiz mezarlarında hiç de huzur içinde yatmıyor. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız bir halkın direnmekten başka hiçbir çaresinin olmadığının ifadesidir,” diye haykıran bir Filistinliyi, militanı, kocaman yürekli baş eğmeyen bir isyancı şairi Mahmud Derviş’i yitirdik... Gözler: kahve rengi Özel belirtiler: Alnındaki bir çatkı El ayası deniz kabuğunun içi gibi kırmızı Uyuşturur tuttuğu eli bu eller Ayrıca zeytin yağını, bir de kekiği çok severim. Arayan bulsun beni bir yitik köyde adsız yollarda unutulmuş. Hepimizin, herkesin ama en çok da dünyanın lanetlilerinin, ezilen halklarının başı sağ olsun... Tarlalarda ter döker insanlar Mahmud Derviş dedim... Nasıl anlatmalı onu? taş ocaklarında ter döker. Öncelikle isyancı “Derviş”ti; Filistinliydi; Filistin’le kaynaşan karşı hafızanın şairiydi; ve de “Filistin halkına kimlik duygusunu kazandıran şair” olarak Özlüyor insanlar insan gibi yaşamayı.”[2] 37 zorunda kaldı ülkesinden. Siyonist zulmün sömürgeci bir vahşete dönüştürüldüğü yurdundan... Evet Derviş, sürgünü tattığında yedi yaşındaydı. 67 yıllık ömrü boyunca sürgünler, hapishanelerin de yer aldığı siyasi mücadeleyi de şiir yazmayı da sürdürdü. Yirmiyi aşkın kitap yazıp pek çok ödül aldı. 67 yıllık serüveninde Derviş, 1941 yılında, hâlihazırda İsrail sınırları içinde bulunan Akko kentinin köylerinden El-Berva’da doğmuş; köyünün 1948 Arapİsrail savaşı sırasında saldırıya uğramasıyla, ailesi ile birlikte köyünü terk etmek zorunda kalmıştı. Genç yaşta şiir yazmaya başlayan Derviş, ilk şiirlerini yayımladığı dönemde, El-Ard hareketinde de çalışmaya başlamıştı. Filistinliler’in yaşadığı Yaşamından söz ederken şunları der Derviş: zorlukları dizelerine taşıyan şair, El İttihad gazetesi ile “Çocukluğum tüm halkımın dramıyla ilişkili olarak, El Cedid dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yapmış, kişisel dramımın başlangıcı oldu. 1948 yazının şiirleri ve yazıları nedeniyle İsrail ordusu tarafından gecesinde dingin bir köyde atılan mermiler, ayrım tutuklanmış, 1970 yılında İsrail’den sürgün edilmiş, gözetmedi. 6 yaşımdaydım; zeytinliklere, sonra iki yıl birçok Arap ülkesinde dolaşmıştı. dağlara koşar buldum kendimi, bazen yalınayak bazen Yirmiden fazla dile çevrilen Filistinli şair, 2003 yere kapaklanarak. Korkuyla ve susuzlukla geçen yılında uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Ödülü’ne kanlı bir geceden sonra Lübnan denen ülkede bulduk de layık görülmüştü. Birçok şiiri Arap besteciler kendimizi.” tarafından bestelenen Mahmud Derviş’in adı, 2006 Derviş, ‘Beyrut Kasidesi Gölgeyi Yüksekten Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında yer almıştı. Övmek’ başlıklı yapıtı ile 2002 “Nâzım Hikmet Şiir Mahmud Derviş’in Türkiye’de basılan şiir kitapları Ödülü”ne layık görülmüştür. “Neşid el-İntifada” adlı arasında Zeytin Yaprakları, Filistinli Sevgili, Gecenin Filistin milli marşının sözleri de Ona aittir. Sonu, Uzak Bir Sonbahar’ın Hafif Yağmuru, Celile’de “Kekikten ve kanamış taştan Kuşlar Ölür, Düğünler, Uykudan Uyanıyor Sevgilim, Yedinci Deneme bulunuyor. O eller için Bu çığlık Unutulmuş ve yapayalnız Derviş, 1982 Eylül’ünde Sabra-Şatilla’da yaşananların ardından Beyrut Kasidesi’ni yazmıştı. “...Ey kızım seviyorduk seni Ahmet için Şimdi yüksek suskunluğu bekliyoruz Gelip geçen bulutlar Huş ağacından süpürgeler taşıyoruz Yurtsuz ve yabancı koydu beni Üstümüzde öfkeyse dağıtırız... dağıtırız Ve yalnız dağlar cesaret ediyor Ah ondan... ne diye avuçlamadık göbeğini ufkun Beni bağrına basmaya Her uzanışında ellerini Kıraç bir toprakta Bizi boğmaya yeltendiğinde Doğuyorum yine eski yarlardan Soluyorum toprağı Beyrut yok Bütün ayrıntıları görünceye dek Sırtımız önümüz denizin sırları yok .... Doğuyorum yine...” ***** Kanımızı yitirene kadar evet Selma Ağabeyoğlu’nun “O bir namus işçisiydi, o bir özgürlük savaşçısıydı,” vurgusuyla betimlediği Derviş, henüz altı yaşında bir çocukken ayaklarına dikenler batarak, yerlere kapaklanarak kaçmak Anıların sözcüklerini yitirene kadar 38 Ancak söylerim şimdi yok O son bombardımanda yok O yer çukurda başka bir şey kalmadı yok hissettiği duyguları, işgal altında yaşamı tasvir etti. Bunlar soyut duygular ama biz bu duyguları her gün yaşıyoruz.” Yine “Mahmut Derviş Filistin’in Nâzım Hikmet’idir,” diyen Bereket Kar Derviş’in ardından Beyrut yok...”[3] diye haykıran bu kaside ile şunları ekliyor: “Şair kimliğiyle ön planda olsa da 1984’te de dönemin Sovyetler Birliği’nde Lenin Filistin Kurtuluşu için mücadele etti. Derviş Filistin’in Nâzım’ıdır. Ona yapılan yasaklamalar buharlaştı ve ödülünü almıştı. bugünse Arap edebiyatının en büyük şairidir.” ***** Ancak unutulmamalıdır ki dünyada çok sevilen bir O sadece Filistin’in değil, mücadeleci mazlum şair olmasına rağmen Derviş, Arap ülkelerinde yıllarca halkların kahramanlarındandır. Ve sömürülen, dışlanıp yasaklanmıştı. Çünkü Arap yönetimlerinin kurşunlanan halkların gür sesi olmuştur... uzlaşmacı tavrını kınayıp, onları Filistin mücadelesine Hasılı “Onu anlamak için Arapça bilmek zarar vermekle suçluyorlardı. gerekmiyordu...”[4] 1988’de Filistin’in bağımsızlık deklarasyonunun Çünkü O dünya edebiyatının önemli ve namuslu bir yazan ve yıllarca Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yazarı, Filistin şiirinin önde gelen şairlerindendi... yönetiminde yer alan Derviş, bu görevinden 1993’te, Oslo anlaşmasını protesto etmek için ayrılmıştı. O ruh içinde kalmadı yok ***** Toparlarsak: “Ars artis gratia”[5] saçmalığının radikal bir tekzibi olarak Mahmud Derviş, ana dilinde, halkının kalbinde yerini aldı. Şiirin ve şairin ölümsüzlüğü böyle bir şey olsa gerek… Bu nedenle O: Halil Cibran’ın, “Şiir çokça sevinç ve ızdırap ve hayrettir, biraz da sözdür”; F. Nietsche’nin, “Ancak bilinçli ve istençli olarak yalan söyleyebilenler - ki bunlar sadece şairlerdir- doğruyu söyleyebilir”; Pablo Neruda’nın, “Biz şairler nefretten nefret ederiz “Şiir tecrübe ve sürgündür,” diyen Mahmut ve savaşa karşı savaşırız”; Ludwig Feurbach’un, Derviş’in “Filistin halkının nefesi, sürgünün ve “Istırapların en büyüğü, eğer yanıtı yoksa, şiirin aidiyetin en önemli tanığı” diye tanımlandığı herkesin kaynağıdır”; Petrarca’nın, “Benim çaba göstererek yazdığım şiiri, okurun çaba göstermeden anlamasını malumudur… istemem”; Metin Demirtaş’ın, “İyi şiir kendini Hâkikaten Derviş, daha ilk gençlik yıllarında ezberletir,” deyişleriyle betimlenmeyi, bileğinin/ yazdığı ilk şiirlerinden itibaren, yarım asırlık edebiyat yüreğinin hakkıyla kazanmış bir devrimci ozandır... serüveni boyunca İsrail’e karşı özgürlüğünü arayan ***** Filistin’in yaşadığı savaşların, sürgünlerin, baskı ve cinayetlerin tanığı ve kurbanlarından biri oldu. Sayısı Gelin, O Filistinliyi, militanı, kocaman yürekli yirmiyi aşan şiir ve deneme kitaplarında ele aldığı baş eğmeyen isyancı şairi, Mahmud Derviş’i, pek çok tema içinde özellikle bu tanıklığıyla tanınan kendi dizeleriyle, ‘Filistinli Sevgili’ dizeleriyle bir edebiyatçıydı. Arap şiirinin köklü geleneğinden uğurlayalım: beslenen epik yapıtlarıyla, kendi şiirini kuran Mahmud “Gözlerin bir diken Derviş, siyasetin içinde de yer aldı. yüreğe saplanmış, sevilen, BBC’nin Ramallah’taki muhabiri Alim Makbul, Derviş’in sadece bir şair değil, aynı zamanda bir filozof ve aktivist olduğunu hatırlatıyor. işkencesine dayanılamayan. Sosyal sınırları, nesilleri aşan bir popülaritesiyle Derviş konusunda yakın arkadaşı olan Filistinli siyasetçi Hanan Aşravi de şunları diyor: “Bugüne hiçbir Filistinlinin yapamadığı yollarla, Filistinli olmanın ne anlama geldiğini anlattı. Hepimizin rüzgârdan koruduğum, acıların, gecelerin, Gözlerin bir diken, derinlere sapladığım. Kandiller yanar ışığınla, 39 geceler dönüşür sabaha. FİLİSTİNLİ SEVGİLİ Gözlerin bir diken Bense unuturum birden, yüreğe saplanmış, - göz rastlar rastlamaz göze-, çıldırasıya sevilen, yaşadığımız bir vakitler işkencesine dayanılamayan. kapının ardında Gözlerin bir diken, yanyana. (...) rüzgârdan koruduğum, Gözleriyle Filistin, ötesinde acıların, gecelerin, derinlere sapladığım. kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin, Kandiller yanar ışığınla, adıyla sanıyla Filistin. geceler dönüşür sabaha. Düşlerin Filistin’i ve acıların, Bense unuturum birden, ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i, - göz rastlar rastlamaz göze-, yaşadığımız bir vakitler sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i kapının ardında ve çığlıkların ve doğumun Filistin’i, yanyana. taşıdım seni eski defterlerimde ateşi gibi. Şakırdın sanki konuşurken. Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde. İsterdim konuşmak ben de. Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra, Dudaklarda hayır mı kalmıştı ki, inlettim senin adına koyakları: (...)”[6] O bahar gibi dudaklarda! 11 Eylül 2008 10:36:10, Ankara. Sözlerin güvercin gibi yuvamdan N O T LAR uçtu gitti. [*] Esmer Dergisi, No:44, Ekim 2008. Kapımız, [1] Billy Collins, 2005. sonbahar kadar sarı [2] Mahmud Derviş, “Kimlik Kartı”, Çeviren: A.Kadir - Afşar Timuçin. basamakları ardından fırladı gitti [3] Mahmud Derviş, “Beyrut Kasidesi”, Çev: Metin Fındıkçı. canının çektiği yere. [4] Murat Yetkin, “Mahmud Derviş’i Anlamak İçin”, Radikal Kitap, Yıl:7, No:387, 15 Ağustos 2008, s.12. Aynalar oldu paramparça, [5] “Sanat sanat içindir.” (Latin Atasözü.) yığıldı içimize [6] Mahmud Derviş, “Filistinli Sevgili”, Çev: Metin Fındıkçı. acı üstüne acı. Topladık sesin küllerini getirdik bir araya. Böylece söyler olduk acılı türküsünü yurdumuzun. Hep birlikte sazın bağrına ektik bu türküyü, evlerin damlarına taş fırlatır gibi fırlattık attık bu türküyü, alın, dedik, sancıdan kıvranan kalplere. Oysa her şeyi unuttum ben şimdi. Ya sen, ya sen, sevgili, sesini kimselerin bilmediği! 40 Belki de gidişindir senin yasemin gibi, ya da susmandır ve çocuklar gibi. sazı paslandıran. Ve ant içerim ki, Dün seni limanda gördüm, bir mendil işleyeceğim yarına kadar, yapayalnız, yolluksuz yolcu. gözlerine sunduğum şiirlerle süslü Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum, ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: arıyordum sanki yaşlı anamı. “Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!” Nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı kapanır bir hücreye ya da bir limana, nasıl saklanır gurbet elde Gözleriyle Filistin, ve yemyeşil kalır? kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin, Yazıyorum not defterime: adıyla sanıyla Filistin. Limanda durakaldım... Düşlerin Filistin’i ve acıların, En dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya, ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i, doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz. sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım. ve çığlıkların. Ölümün ve doğumun Filistin’i, Seni yalçın dağlarda gördüm, taşıdım seni eski defterlerimde kuzularınla, kovalanan çoban kızı. şiirlerimin ateşi gibi. Sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında. Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde. Bendim o yabancı, bendim kapını vuran. Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra, Ey gönül! Ey gönül! inlettim senin adına koyakları: Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu, pencere, taşlar ve çimento Sakının hey Kalbimin üzerinde. kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten! Benim gençliğin yüreği! Benim beyaz kanatlı atlı! Seni su testilerinde gördüm, Benim yıkan putları! buğday başaklarında, Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken yıkık dökük, parça parça, unufak. tüm sınırlarına Suriye’nin! Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde, Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına: sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda. “Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!” Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin. Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit, Dudaklarıma ses olacak yel sen. yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan! Ateş ve akarsu sensin. Ben barbarların atlarını iyi bilirim. Gördüm seni bir mağaranın ağzında Bir ben dururum onların karşısında, yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken. bir ben, gençliğin yüreğiyim her daim, Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında, yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların. kaynayan kanında güneşin. Ve ahırlarda... Ve bütün tuzlarında denizin. Ve kumlarda... Mahmud DERVİŞ Toprak gibi güzel, Çevirenler : A. KADİR - Süleyman SALOM 41 GEMİSİZ ÇAPA, ANKARA Mehmet ÖZER önce bu kentin öyküsünün bir parçası oldum. Şaşkın ve ürkek gençliğimle Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenciydim. Roma Hamamı, Hacı Bayram Camii çevresinde zaman sarısının peşine düştüm, gün batımını Ankara Kalesinin burçlarında seyrettim. Gençlik Parkı deniz özlemimi giderdiğim bir avuç suydu. Dost bulup, dostlarımı uğurladığım Ankara, yüzümde nehir yatakları oluşturdu. Her deklanşöre bastığımda Gürol düştü aklıma. Gecekonduların içinde devleşen kondu apartmanlar, Kurtuluş Parkının sessizliği kaledeki uzaklık, hanlarda gizem, camilerde sukünet. Işıkların gizleyemediği yoksulluk, amele pazarı, yoksul öğrencilerle zenginleşen cafeler, birahaneler, nikotin kokan dumanlı kahveleri ve şairlerin şehri Ankara. Parklarda hüzün ve yaşlılar, okul kaçkını aşıklar, sokaklardan evlere yorgunluk taşıyan memurlar, ücra semtlerdeki yoksulluğu Çankaya sırtlarından seyreden umursamazlık, tüm günün yorgunluğunu bedeninde eziyet gibi taşıyan kadınlarıyla Ankara. Ahmet ağabeyin gösterdiği ömrümüzün T harfi sokaklar. Birde baktım ki aslında Ankara’yı hiç görmemişim. Görebilmek için yeniden tırmandım kale yokuşunu, bir geminin mendireğine tırmanır gibi tırmandım kale burçlarına. Sağ elimi siper edip gözlerime uzaklara Zamanın acımasız yıpratıcılığına karşı direnen baktım, taa uzaklara. Ankara’nın öyküsünün başladığı taşlar anlatıyor Ankara’nın öyküsünü. Taşlara yazılan binlerce yıl uzaklara. Ankara gemisiz bir çapaydı, sözlerin ölümsüzlüğü, sabırla bekliyor Ankara’nın kales güvertesi, tüm ovayı kontrol eden… öyküsünü dinlemek isteyenleri. Taşlar bugün Tarihin yüzyıllar boyunca biriktirdikleri fısıltılar dünümüzü anlatıyor, yarın bugünümüzü anlatacak. halinde dolaşıyordu zaman lekesinin kalıntılarında Kaleler, mabetler, evler, heykeller fısıldıyor tanık oldukları geçmişimizi. Taşlara çizilen yüzler, isimler, öyküler dile geliyor ve insanın serüvenini öğreniyoruz taşların dilinden. Acılar, aşklar, zaferler, yenilgiler birer birer dilleniyor. Sonsuz bir zaman sabrı içinde, ben yaşadım dercesine dimdik duran mezar taşları, seyirlik hüzünle bizi izliyor. Binlerce yıldır toprağın göğsünü parçalayan karasabanın izini sürüyoruz taşların yüzünde. Bozkır sessizliğinde konuklarını bekleyen Ankara. Hititlerin insanlığı, Ahilerin gönül zenginliği, köylünün sabanına, gezginin gözüne, bilgelerin kazmasına ilişen Ancyr. Ankara Hititlerin “saz”, Friglerin fülüt, Romanın lir, Osmanlının ney sesleriyle dolu, sonsuzluğa çarparak çoğalıyor eskimeyen harabelerde. Bitimsiz bir sessizlik içinde dokunmamızı bekliyor eskimeyenin izleri. Tek tek topladığımızda taşları bir kentin öyküsü beliriyor tarihin aynasında. Yirmi sekiz yıl 42 ve tarihe tanıklar konuşuyordu. Ben de onlardan öğrendim… Ankara’nın isminin Küçük Asya Tanrısı olan MEN kültünden geldiğini söyleyen kaynaklarda mevcuttur. Ankara’nın ilk ismi Yunanca “ANKYPA” Latince Tanrı MEN heykelciklerinde MEN’in omuzlarında “ANCYRA” dır ve gemi çapası anlamına gelmektedir. hilali andıran boynuz şekilleri bulunmaktadır. Antik çağ yazarlarından Stephanos Byzantinos Bu hilaller Ankyra sözcüğünün “ANK” kökünün “Coğrafya” kitabında, Mısırlı tarihçi Aphrodisas’lı anlamı olan “çengel, kıvrıntı” anlamıyla benzerlik Apollonias’a dayanarak kentin Galatlarca kurulduğunu yazmaktadır. Galatlar (M.Ö. 302-365) tarihlerinde Rum Kralı Mithrandates’le anlaşma yaparak Mısır ordusuna karşı Sinope’de (Sinop) savaşmış ve Mısır ordusunu yenmişlerdir. Bu zaferlerinden dolayı Galatlılara toprak ve armağanlarla ödüllendirilmiş, savaşta ele geçirilen Mısır donanması amiral gemisinin çapası da savaş ganimeti olarak Galatlılara verilmiştir. Galatlar çapayı zaferlerinin sürekliliği için adak olarak yeni yerleşim yerlerindeki MEN tapınağına sunmuşlardır. ANCYRA ismi ve simgesi olan çapa göstermektedir. Augustus tapınağının bu toprakların en eski tanrısı olan MEN tapınağının üstüne kurulmuş olması bu savı güçlendirmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Ankara’dan “… mamur şenlik olup, üzümü çok olduğundan” Engüri” demişlerdir” diye bahseder. Tarih boyunca Ankara bölgesinde yaşayan halklar ilk kez Roma döneminde Galatlar tarafından paralar açısından Ankara önemli bir merkez olmuştur. üzerine basılmış ve kentin adı daha yaygın olarak Çünkü, Ankara yolların bitip yeniden başladığı bir kullanılmıştır. yol ayrımıdır. Doğunun batı yürüyüşünde, batının Yazar Pausanios’a göre, kenti kuran Galatlar doğu yürüyüşünde soluklandığı yerdir. Ankara bu değil Frig kıralı Midas’tır, Galatlar bu kenti ele önemini koruyacak ve sürekli işgallere tanıklık geçirmişlerdir. Frig söylencelerine göre çapayı bulan edecek yıkılacak, yakılacak ve yeniden onarılacaktır. da Frig Kralı Gordios’un oğlu Midas’tır. Kral Midas, Osmanlı döneminde görkemli günlerini yitirecek, düşünde kutsal bir sesin kendisine “bir çapa aramasını, 19.yy başlarına kadar Ankara yoksulluk, veba, sıtma bulduğu yere bir kent kurması” söyler. Kral Midas ve salgın hastalıların pençesinde kıvranacaktır. çapayı bulduğu yere gemi çapası anlamına gelen Bataklıklar ve yoksul kerpiç evlerden oluşan bir ANKER adını vererek kenti kurar. Her kültürün bir bozkır kasabası görünümünde ki Ankara, bir halkın önceki kültürün üzerine kurulduğunu düşünürsek yüreği üzerinde ayağa kalkıp artık yeter dediği gün Galatların ANCYRA’si, Frig uygarlığının üzerine değişmeye başlayacak ve ulusal direnişin merkezi kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Gazi Orman haline gelecektir. Cumhuriyet döneminde bu yoksulluk Çiftliğinde bulunan Frig’lere ait grifon kabartmaları ve bataklığın içinden yeni bir kent yaratılması ulusal ( boğa, at ) bunun kanıtıdır. kurtuluş savaşının zaferinin simgesi olacaktır. 43 BİRLİK TESİSLERİMİZ KIŞA HAZIRLANDI Birlik tesislerinin yönetim kurulu denetiminde genel koordinatör aracılığıyla işletilmesi ile birlikte cafe, bahçe, lokanta ve mutfakta bakım ve onarım yapılarak birlik üyeleri ve konuklar için tesisler daha da iyi koşullarda hizmete girdi. Mutfağın çeşitlenip zenginleştiği yeni dönemde, Karikatürcüler Derneği üyelerinin karikatürleri lokanta salonunda sanatseverlerin beğenisine sunuluyor. 44 mülkiyespor 1. DEVRE BASKETBOL MAÇLARI BAŞLIYOR Birinci devre basketbol maçları 18 Ekimde başlıyor. Hazırlık dönemini yoğun çalışma ile geçiren Mülkiye Spor Basketbol takımı 1. Devre karşılaşmalarına iddialı bir biçimde başlıyor. Ankara’da yapılacak olan maçlar, Ankara Üniversitesi Yerleşkesi Spor Salonunda Cumartesi günleri saat 14.00’de oynanacaktır. Mülkiye Sporun sevincine tüm Mülkiyelileri ortak olmaya davet ediyoruz. 1- 18.10.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Çanakkale Belediyesi 2- 01.11.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Gelişim Koleji 3- 15.11.2008 Cumartesi Saat 14 Mülkiye – Beykoz 4- 29.11.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Tofaş 5- 06.12.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye Genç Banvitliler 6- 20.12.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Pertevniyal 7- 17.01.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Ankara Basketbol 8- 31.01.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Uşak Belediyesi 9- 14.02.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Yeşilyurt 10- 07.03.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Düzce Gençlik 11- 21.03.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye - İTÜ 45