faşizme karşı güçleri birleştirelim!
Transkript
faşizme karşı güçleri birleştirelim!
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! EYLÜL/EKİM 2016/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X183 NE ASKERİ DARBE, NE OHAL! FAŞİZME KARŞI GÜÇLERİ BİRLEŞTİRELİM! 15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMİ: NEDENLER VE SONUÇLAR… FEDA EYLEMLERİ ÜZERİNE! ULUSLARARASI DURUM VE GELİŞMELER • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Merhaba Yeni bir sayı ile birlikteyiz. 15 Temmuz Fettullahçı darbe girişimini fırsata çeviren AKP; sadece Fettullahçı yapıya yönelmiyor, yanı sıra Kürt Ulusal Hareketine, devrimcilere, sosyalistlere de yöneliyor. AKP hükümeti 15 Temmuz’dan önce de faşizm, faşist terör uyguluyordu. Kuzey Kürdistan’da savaş yürütüyor, devrimcilere, sosyalistlere yönelen faşist terör uyguluyordu. Değişen faşizmin, terörün daha da azgınlaşmasıdır. Hükümet, devlet OHAL faşizmi uyguluyor. Kırıntı düzeyinde olan hak hukuk da rafa kaldırılmış durumda. Hükümet KHK’ler çıkarıyor. KHK’lerin hükmü kesin. Bu hükme karşı yasal alanda yapılacak hiçbir şey yok. Yasal alanda KHK’lere karşı yapılacak şey yok, ama pratik alanda yapılacak çok iş var. Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de faşizm, faşist terör ilk defa uygulanmıyor. T.C devleti kuruluşundan bu yana faşist ola geldi. Mücadelenin yükselmesine bağlı, çeşitli nedenlere bağlı olarak faşizmin tonunda değişiklikler oldu. Günümüzün en acil görevi bu anlamda AKP faşizmine, faşist devlete karşı mücadeledir. Kürt Ulusal Hareketi, devrimciler, sosyalistler, demokratlar; faşizmin geriletilmesi, burjuva demokrasisinden çıkarı olan tüm toplumsal güçlerin bir araya gelmesi, güçlerini birleştirme çağrısı yapıyoruz. Faşizme karşı demokrasi cephesinde güçlerimizi birleştirelim! Faşizme karşı birleşelim, ortak mücadele edelim! Okurlarımızı bu yönde mücadele etme, faşizme karşı demokrasi cephesi çalışmalarına katılmaya çağırıyoruz. Faşizme, faşist teröre karşı verilecek tek yanıt: mücadele ve örgütlenmedir! Gelecek sayımızda buluşmak üzere… Hoşça kalın! Ağustos 2016 İÇİNDEKİLER GÜNDEM HEMEN, KAYITSIZ KOŞULSUZ; ELLER TETİKTEN ÇEKİLSİN! SAVAŞA HAYIR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMİ: NEDENLER VE SONUÇLAR… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 OHAL’E HAYIR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 SOSYAL MEDYADAN…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 GÜNCEL İSTANBUL ATATÜRK HAVALİMANI KANA BULANDI!. . . . . . . . . . . . . 19 NURETTİN DEMİRTAŞ’IN ERMENİ SOYKIRIMINA YAKLAŞIMI HAKKINDA…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİN DURUMU. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 YENİ KADIN DÜNYASI TACİZ, TECAVÜZ, HER TÜRDEN CİNSEL ŞİDDET... ÇÖZÜM ERKEK EGEMENLİĞİNE KARŞI MÜCADELEDE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 GÜNCEL FEDA EYLEMLERİ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 ULUSLARARASI DURUM VE GELİŞMELER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33 PANORAMA FRANSA: OHAL SÜRÜYOR! İŞÇİLERE SALDIRI YASASI YÜRÜRLÜKTE! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 BÜYÜK BRİTANYA: REFERANDUMDAN “AB’Ye HAYIR” ÇIKTI!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ ÜZERİNE” (IV) . . . . . . . . . . . . 56 OKURLARIMIZDAN SİLAHLANMA YARIŞINDA NATO ZİRVESİNİN ROLÜ. . . . . . . . . . . . . . 64 CHP’NİN İZMİR DEMOKRASİ VE CUMHURİYET MİTİNGİ. . . . . . . . . . 66 İZMİR’DE“DARBELERE HAYIR, DEMOKRASİ Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul. Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 183· Eylül/Ekim 2016 • ISSN 1301-692X183• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com • facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI•twitter.com/ydicagri 2 gündem HEMEN, KAYITSIZ KOŞULSUZ; ELLER TETİKTEN ÇEKİLSİN! SAVAŞA HAYIR! “All we are saying is give peace a chance” “All we are saying is give peace a chance All we are saying is give peace a chance” (“Tüm dediğimiz barışa bir şans verin Tüm dediğimiz barışa bir şans verin”) Başlığı atarken amacımız, “Barış talebini bir kez de İngilizce söyleyelim, belki daha fazla dikkate alınır” gibi bir düşünce değildi... Hayır, sözler John Lennon ile Yoko Ono’nun barışla ilgili meşhur şarkılarının bir bölümüdür... Onlar şarkılarıyla “barışa bir şans verilmesini” dile getiriyorlardı ve bu istek savaşların sürdüğü günümüz dünyasında da, günümüz Türkiyesinde de güncel, aktüel... Öyle ki, hava kadar, su kadar gerekli barış! Hayır, abartmıyoruz; dünya üzerinde savaşlardan etkilenen; ölen, yaralanan, mülteci olarak yerini yurdunu terkeden... milyonlarca insanın yaşamlarını aklımıza getirdiğimizde barışa vurgu yapmanın ne denli önemli olduğunu da kavrayabiliriz... Konuyu irdeleyeceğiz ama önce bir noktanın altını çizmek gerekiyor... Burjuvazi sahtekârdır… Adına ister burjuvazi deyin, ister hakim sınıflar deyin, ister ötekiler deyin, yönetenler deyin... nasıl adlandırırsanız adlandırın, işte onlar... biz burjuvazi diyelim, geçen yüzyılın başlarından itibaren onlar ilerici olarak çıktıkları tarih sahnesinde bu özelliklerini yitirdiler... Onlar, evet ilericiliklerini de işçi sınıfına, proletaryaya bıraktılar, gericileştiler. Ama ne gam?! Onlar bunu kitlelerden gizlediler, gizleyebiliyorlar... Örnek mi istiyorsunuz? Verelim: Örneğin, eşitlik ve özgürlüğü ele alalım... Burjuvazi tarih sahnesine çıktığında gerçekte feodalizme karşı eşitlik ve özgürlük talebiyle ortaya çıktı. Eşitliği feodal derebeylerine eşitlik olarak, özgürlüğü feodal despotluk altında ezilen köylülüğü topraktan kopararak mülksüzleştirmek ve bu yolla emek gücünün serbestleşmesini sağlamak istiyorlardı. Bu talepler karşılık buldu, kitleleri kendi peşine taktı, iktidarını kurdu. “Burjuva demokrasisi” denilen şeyi kurdu. “Burjuva demokrasisi” feodalizme 3 gündem 4 göre ilericiydi şüphesiz... Sonra? Sonra burjuvazi iktidarlarını kurdu, pekiştirdi... O ana kadar bayraktarlığını yaptığı, ilericiliğinin simgeleri olan eşitlik ve özgürlük kavramları rafa kaldırıldı. Çünkü egemen sınıfın eşiti olmayacağı gibi, üretim araçlarından yoksun bulunan emekçilerin özgürlüğe de ihtiyacı yoktu. Böylece demokrasinin sınırları da çizilmiş oluyordu! “Eşitlik ve özgürlük” ile peşinden koşturduğu yığınları sömürmede her iki edime de ihtiyacı kalmadı; tersine bunlar ayakbağı olmaya başladı... Sonuçta burjuva demokrasisi bir yere kadar işlevini gördü ve ama ayakbağı olmaya başladığı noktada yerini baskıcı yöntemlere, faşizme vs. bıraktı. Eşitlik rafa kaldırıldı, özgürlük lafta kaldı... Burjuvazi “ilerici barutunu tüketti”... Artık burjuvazi ilerici olma niteliğini de yitirmişti; yükselen sınıf proletaryaydı, ilericilik bayrağı onun ellerindeydi, ellerindedir! Burjuvazi için artık eşitlik, özgürlük, demokrasi, adalet... kapitalist sömürü ve soygun düzenini gizlemeye yarayan, kitleleri kandırmanın bir aracı oldu. Dünya üzerinden buna birçok örnek verilebilir ama fazla uzağa gitmeyelim: Kuzey Kürdistan-Türkiye’de yaşanan son darbe girişimi sonrasında egemenlerin “demokrasi” şovları burjuvazinin sahtekarlıklarına çok iyi bir örnektir... Daha düne kadar -ve bugün de- “demokrasiyi” hiçe sayan, onu gerçek hedefe giderken kullanılacak bir “araç” olarak değerlendirenlerin darbe girişimi karşısında “demokrasi” diye halkı meydanlara çağırmaları, sahneye çıkıp şov yapmaları sahtekârlığın danis- kasıdır! “Adalet” konusunda da durum aynıdır. Hakim sınıflar açısından “hukuk” işlerine geldiği biçimde kullanılan, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece baştacı edilen, çıkarlarıyla çatıştığı noktalarda çiğnenmekte bir sakınca görülmeyen, isteğe ve çıkarlara göre yorumlanabilen, değiştirilebilen bir manzumeler silsilesidir. Ama onlar her zaman kendilerini kitlelere “hukuk devleti savunucuları” olarak tanıtırlar! “Demokrasi”, “kardeşlik”, “insan hakları savunuculuğu”... vb. konularda da burjuvazi, hakim sınıflar, “çemberin diğer tarafında olanlar”... sahtekârdırlar, kitleleri kandırmada pek yeteneklidirler! Onların sahtekârlıktaki hünerlerini gösterdikleri en önemli konulardan birisi de “barış”a yaklaşım konusudur. Lafta onlar “barışsever”dirler... Ama gerçekte onlar savaş çığırtkanıdırlar! Çünkü savaştan çıkarları vardır! Eldekini tutmak, yayılmak, yeni alanlara girmek, daha fazla sömürmek... vs. vb. savaş sürdürmeyi de gerektirir çoğunlukla... Bunun için siyaset yanında savaş aygıtına da ihtiyaç duyarlar. “Savaş siyasetin başka araçlarla” (şiddet araçlarıyla) “devamıdır.” (Carl von Clausewitz) Çıkarlar sözkonusu olduğunda savaş herşeydir, gerisi teferruattır! Yine uzağa gitmeyin, bölgemize ve ülkelerimizde yaşananları gözönüne getirin yeter... “Barış” ağızlarında çiğnedikleri sakızdır... Gerçekte savaşın bizzat kendisi onlar için sermayelerini büyütmek, daha fazla kazanmak için başvurulan yollardan birisidir. Bu konuda dünyada ve bölgemizde “savunma sanayi” (Bir sahtekârlık da bu adlandırmadadır! Gerçekte “savaş sanayisi” “savunma sanayisi” olarak gösterilerek sözümona “barışçıl” görünülmekte, ülkeyi savunma adı altında savaşa ayrılan payı gözlerden gizlemektedirler!) adı altında savaşa, saldırganlığa, silahlanmaya ayrılan bütçelere/ rakamlara bir kaç örnek bile bu konuda sahtekarlığı ortaya koyacaktır.. SIPRI listesine göre askeri harcamalar, 2015’te bir önceki yıla göre yüzde bir artışla 1,7 trilyon dolara yükseldi. “Savunma” harcamaları genellikle birçok ülkede, toplam kamu harcamaları içinde çok önemli bir oranda olup, eğitim ve sağlık harcamalarından nispi olarak daha fazla paya sahiptir. Bu noktada rakamların büyüklüğünü göstermek için bir istatistik verelim... 2015 verilerine göre ilk 18 ülkenin “savunma” (siz savaş olarak okuyun!) sanayisine ayırdıkları pay ve bunun gayrisafi milli hasılaya oranı aşağıdaki gibidir: Ülke Amerika Birleşik Devletleri Çin İngiltere Fransa Rusya Almanya Japonya Suudi Arabistan İtalya Hindistan Güney Kore Brezilya Kannada Avusturalya İspanya İran Türkiye Yunanistan DÜNYADAKİ ASKERİ HARCAMALAR (ilk 18 Ülke) Kaynak: Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü. (http://books.sipri.org/files/FS/SIPRIFS1602.pdf (http://www.hurriyet.com.tr/kureselsilah-harcamalari-artti-40081760) (Ayrıca konuyla ilgili dergimizin 182. sayısında yayınladığımız “Türk savunma sanayisi üzerine” başlıklı inceleme yazımıza bakılmasını öneririz.) İstatistikte görüleceği üzere dünyanın büyükleri, en büyük emperyalist güçler “savunma sanayisine” oldukça büyük miktarlar yatırıyorlar. Peki gerçekten ülkelerini savunmak için mi? Elbette hayır!!! Dünyanın yeniden paylaşılması dalaşında daha fazla pay elde edebilmek için! “Barış”ı dillerine pelesenk etmişlerdir... Gerçekte halkları birbirine düşürmek, işçilerin, emekçilerin cephesini parçalayarak kendi iktidarlarına karşı bir tehlike olmaktan çıkarmak isterler. Aynı durum sadece ülke içinde uygulanmaz, uluslararası emek cephesini de savaş üzerinden parçalamaya çalışırlar. Emekçileri kendi bayrakları altında “düşman”a karşı seferber ederken bir yandan, diğer yandan “barış” lafını ağızlarından düşürmezler: “Yurtta sulh, cihanda sulh!” düsturlarıdır sözde... “En kötü barış savaştan daha hayırlıdır!”, onlar “savaşa karşı”, “barışı tesis etmek için çırpınır durular” güya! “Barış” palavraları ile savaşın gürültüsünü bastırmaya çalışırlar... Tüm sahtekârlıkları, iki- Askeri harcamalar 687,000,000,000 114,800,000,000 69,271,000,000 67,316,000,000 61,000,000,000 48,022,000,000 46,859,000,000 39,257,000,000 37,427,000,000 36,600,000,000 27,130,000,000 27,124,000,000 20,564,000,000 20,109,000,000 19,409,000,000 18,000,000,000 15,634,000,000 13,917,000,000 %GSMH 2015 4.3% 2.0% 2.5% 2.3% 3.5% 1.3% 0.9% 8.2% 1.7% 2.6% 2.8% 1.5% 1.3% 1.8% 1.2% 2.0% 2.2% 3.6% yüzlülükleri ile onlar, evet savaşları hazırlayanlar, halkları birbirlerini kırması için cepheye sürenler, savaş yürütmek için milyarlarca dolar kaynağı savaş sanayisine yatıranlar, savaş yürütmek için ordular oluşturan, besleyen, çarpıştıranlar... Bunlar hemen her yıl gelenekselleşmiş bir şekilde savaş karşıtı aktiviteler sergilemekten de geri durmazlar. Bir bölümü 1 Eylüllerde “barış şovları”nda boy gösterirler, bir bölümü için “barış bezirganlığının” tarihi 21 Eylüldür... Özellikle bu günlerde edilen barış lafları ile savaş kışkırtıcılığı gözlerden gizlenir. Yığınlar “barış” palavrasına inandırılıp, “barış”ın sürmesi için, “kalıcı barış” için yalanları eşliğinde gerektiğinde onları cephelere sürebilmenin yolu yapılır bu günlerde. Dünya çapında yapılır üstelik bu şovlar... Birleşmiş Milletler “barış”ın dillendirilmesi için özel bir gün bile belirlemiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiştir. Daha sonra “Barış Günü”nün tarihi 21 Eylül olarak belirlenmiştir. Peki amaç? Söylenen şu: “Birleşmiş Milletler, Barış Günü’nde, dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlar.” Evet, her 21 Eylül’de dünya halklarının “barış” konusunda “bilinçlenmesi” için, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı”da çalınır. (Bu çan savaş- gündem Sıra 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 5 gündem lardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmıştır, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretilmiştir. Çanın üzerine, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazınmıştır.) (Bilgiler internetten: https://tr.wikipedia.org/wiki/ Dünya_Barış_Günü) Gerçekte olan emperyalist barbarlığı “barış şovları” incir yaprağı ile kapatma çabasından başka bir şey değildir. Sonuçta yapılanlar da sahtekârlığın parçalarıdır! Lennon ve Ono’nun şarkısıyla başladık, onunla devam edelim... Durum şarkıda şöyle hicvedilir: “Let me tell you now Everybody’s talking about Revolution, evolution, mastication Flagellation, regulation, integrations Meditations, United Nations Congratulations” (“İzin ver anlatayım sana şimdi Herkes hakkında konuşuyor İhtilal, gelişme, mastikasyon Flajelasyon, düzen, entegrasyon Tefekkürler, Birleşmiş Milletler Tebrikler”) 6 Yeni paylaşımda daha fazla pay için... Sahtekârlıkları sıkılan kurşunların, atılan bombaların sesini bastıramamaktadır ama... Evet, bugün dünya üzerinde bir çok bölgede savaşlar yürütülmektedir. Kimileri yayılmacılık temelinde, kimileri din görünümlü, kimileri milliyetçilik soslu... ama büyük çoğunluğu emperyalist çıkarlar için, haksız, gerici bir temelde yürüyor bu savaşlar... Çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçiler emperyalistlerin yayılmacı emelleri için birbirlerini boğazlamak için cepheye sürülüyor, ölmeleri, öldürmeleri isteniyor! Ve onlar da sınıf kardeşlerini öldürüyor, sınıf kardeşleri tarafından öldürülüyorlar! Emekçiler kendilerinin olmayan, olmayacak olan “vatanlar kurtarıyorlar”, birileri nüfuz alanlarını genişletsinler diye dünyadaki varlıklarını kurban ediyorlar, kan döküyorlar, can veriyorlar, can alıyorlar... Emperyalistler kendi aralarında, dünya hegomonyası konusunda dalaşıyor. Bu dalaşmalar, çeşitli alanlara temsilci savaşları olarak yansıyor. Bugünkü dalaş, emperyalist dünya savaşı olarak yürümüyor. Ama dünyanın bir dizi alanında emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile karşı karşıyadır. Emperyalistler o ülkelerdeki iç güçlere de dayanarak savaş yürütüyor. Bunun en açık yaşandığı alan Ortadoğu’dur. Anda Orta Avrupa’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya kadar bir çok bölgede yürüyen savaşların bilançoları haksız savaşların yıkıcılığını gözler önüne seriyor. Bu bağlamda örneğin Suriye’de yürüyen savaşa ilişkin verilere göz attığımızda şunları görüyoruz: — ‘Suriye İnsan Hakları İzleme örgütünün, 22 Şubat 2016’da yayımladığı son raporda yer alan verilere göre; Suriye’de son beş yılda sadece sivil kayıpların toplamı 122 bin 997 kişiye ulaştı. Bu kuruluşa göre; 13 bin 597 çocuk iç savaşta yaşamını yitirdi. İç savaş nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı da 370 bin kişiye yükseldi. — Suriye’de kayıpları araştıran bir başka sivil toplum kuruluşu olan Suriye Politik Araştırma Merkezi’nin, Şubat 2016’da yayımladığı verilere göre ise Suriye’de 400 bin kişi, savaşa bağlı çeşitli saldırılar, şiddet ve şiddete bağlı nedenlerle yaşamını kaybetti. 70 bin kişide sağlık, açlık, bulaşıcı hastalık, susuzluk gibi temel insani ihtiyaçların eksikliğinden öldü. Suriye Politik Araştırma Merkezi’ne göre Suriye’de 470 bin kişi iç savaşta hayatını kaybetti, iki milyona yakın kişide yaralandı. — Suriye halkı iç savaşın getirdiği ekonomik krizle de baş etmek için yoğun çaba sarf ediyor. Sadece geçtiğimiz yıla göre tüketiciler temel ihtiyaçlarını yüzde 53 oranında zamlı olarak satın almak zorunda kaldı. Suriye’de sadece 2015 yılında fakirlik oranı yüzde 85 arttı. Yaklaşık 14 milyon Suriyelinin işini kaybettiği ülkede iç savaşın maliyetinin yaklaşık 255 milyar dolar civarında olduğu ifade ediliyor. — Ülke nüfusu yüzde 21 oranında azaldı. Nüfusun yüzde 45’i yaşadığı yerlerden başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Tahmini rakamlara göre 6 milyon kişi Suriye içindeki daha güvenli yerleşim merkezlerine, 4 milyonun üzerinde Suriyeli de başka ülkelere mülteci olarak gitmek zorunda kaldı. — Birleşmiş Milletler’e bağlı üç ayrı kuruluş Aylan bebeğin cansız bedeninin Bodrum kıyılarına vurduğu Eylül 2015’den bu yanda günde ortalama iki çocuğun boğularak öldüğünü ve Aylan bebekten sonra tam 340 çocuğun onun gibi öldüğünü açıkladı. Tüm bu veriler “Amerika’nın Sesi” internet haber sitesinin 27 Şubat 2016 tarihli haberinde aktarılan verilerdir... (http://www.amerikaninsesi.com/a/suriyede-savasin-aci-bilancosu/3211012.html) Evet haksız savaşlar dünyanın hemen her bölgesinde sürüyor ve her geçen gün daha da tırmanma Sömürgecilerin savaşı... Ülkelerimizde yaşanan savaşı düşündüğümüzde barış talebinin ne denli yakıcı olduğu ortaya çıkıyor. Evet, 30 yıldan fazladır süren bir savaş yaşanıyor Kuzey Kürdistan-Türkiye’de... Kimi zaman ateşkesli, kimi zaman şiddetli, kimi zaman “çözüm” görüşmeleri ile durdurulan, kimi zaman tüm barbarlığı ile gözler önünde olan bir savaştır süren savaş. Son günlerde yaşanan darbe teşebbüsünün gölgesinde kalsa da savaş tüm yoğunluğu ile devam ediyor. Geçtiğimiz yılın 24 Temmuz’undan bu yana Kürdistan’da şiddetli bir savaş yürüyor. Peki hazır görüşmeler başlamışken, savaşı durdurma, Kürt sorununa çözüm bulma adına durmuşken neden tekrar başlandı, şiddetlendi bu savaş? Bu savaş faşist devlet, devleti bugün yöneten AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan tarafından planlı olarak kışkırtılan, başlatılan ve sertleştirilerek yürütülen bir savaştır. AKP, 7 Haziran seçimlerinde 13 yıllık tek başına çoğunluğu kaybetti. HDP’nin barajı yıkarak 80 vekille meclise girmesi, AKP’nin, RTErdoğan’ın hiç hoşuna gitmedi. Bütün kirli oyunlar devreye sokuldu ve savaş yeniden başlatıldı. Bu savaşla amaçlanan; MHP’ye giden milliyetçi oyları geri almak, HDP’yi PKK’nin uzantısı göstererek Erdoğan düşmanlığı temelinde HDP’ye verilen desteğin geri çekilmesini sağlamak, bu yolla siyasi istikrasızlığın ne gibi sonuçlara yol açtığını gösterip AKP oylarını artırmak ve tek başına hükümet olmaktı. Bunun için savaş yeniden başlatıldı, yükseltildi... Elbette sadece bu değil! “Çözüm süreci” döneminde güçlenen PKK şehir yapılanmasını, PKK kamplarını, askeri kuvvetlerini askeri olarak verilebilecek en büyük zararı vermek, PKK’nin savaş gücünü zayıflatmak için de devlet savaş yürütüyor. Genelkurmay başkanlığı hergün basın bültenleri ile savaşın bilançosunu açıklıyor. Bu savaşta, her iki taraftan da yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. Sömürgeci devlet, Medya Savunma Alanları ve Rojava’yı da bombalıyor. ‘Özyönetim’ ilan edilen il ve ilçeler yakılıp, yıkılıyor. Sur, Varto, Cizre, Silopi, Nusaybin, Silvan, Dargeçit, Lice, İdil... hayalet şehirler haline getirildi, sırada diğer şehirler var... Binlerce Kürdistanlı göç yollarına düşüyor. Sömürgeci devlet, ordusu/polisi/JÖH’ü/PÖH’ü ile evleri tank/top atışı ile yerle bir etti. Sömürgeciler, yıktıkları evlerin “teröristler tarafından üs olarak kullanıldığını”, yıkılan evlerde hiçbir sivil vatandaşın olmadığını açıklıyor! Kuzey Kürdistan’da sesini çıkaran, devlet zulmüne direnenler öldürülüyor. Öldürülen siviller ve HDP aktivistlerine “terörist” etiketi yapıştırılıyor. gündem eğilimi taşıyor. Çünkü savaşın esas kaynağı olan emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma dalaşı sertleşmektedir. Daha fazla silahlanma, evet, nükleer silahlanma bu emperyalist dalaşın “doğal” sonuçlarından birisidir. Bir örnek verelim... Geçtiğimiz aylarda İngiliz The Guardian gazetesinde bir haber yayınlandı. Habere göre, Güney Çin Denizi’nde sık sık karşı karşıya gelen ABD ve Çin arasında Pekin yönetimi yeni bir adım atarak nükleer füzeler taşıyan denizaltılarını ilk kez Pasifik Okyanusu’na göndermeye karar verdi. Washington yönetimi ise, son olarak ay ortasında iki Çin savaş jetinin uluslararası hava sahasında seyreden bir ABD keşif uçağına 15 metre kadar yaklaştığını duyurdu. Pentagon, pilotun çarpışmayı önlemek için ani bir manevrayla yaklaşık 100 metre alçalmak zorunda kaldığını belirtti. (Aktaran Milliyet gazetesi, http://www.milliyet.com.tr/cin-pasifike-nukleer-denizaltilar/dunya/detay/2252062/default. htm, 26.05.2016) Bunun ardında dünya devi büyük emperyalist güçlerin ABD ve Çin emperyalizminin hegemonya dalaşı olduğunu söylememize gerek yok sanırız! Evet, Çin, Güney ve Doğu Çin denizlerinin büyük bölümünde hak iddia ediyor. Güney Asya Denizi’ndeki diğer ülkeler de zengin kaynaklara sahip olduğu düşünülen bölgede hak iddiasında bulunuyor. Washington Çin’i, Güney Çin Denizi’ni ‘askerileştirerek’ gerginliği artırmakla suçluyor! Çin ise ABD’nin Asya’da deniz ve havada yaptığı devriyelerin sayısını artırdığı gerekçesiyle Washington’ı eleştiriyor, vs. vb. Kısacası anda dünyanın bu bölgesinde de yayılmacı ve talancı emperyalist dalaş artarak sürüyor. Dünyanın büyük emperyalist güçleri dengesiz ve sıçramalı gelişme sonucu ortaya çıkan duruma göre yeniden dünyayı şekillendirme ve pazardan, hammadde kaynaklarından daha fazla elde etmek için bir siyaset yürütüyorlar. Anda silahlı olarak cephelerde karşı karşıya gelmiyorlar. Hayır, anda böyle bir savaş yerine temsilci savaşları üzerinden sonuç alma, diş gösterme, güç deneme yolunu seçiyorlar. Örneğin, Ortadoğu’da, Suriye topraklarında yürüyen savaş esasta böyle bir savaş... 7 gündem 8 Faşist devletin sürdürdüğü bu barbar savaş, Kürt ulusunun haklı taleplerinin bastırılması, gözlerden gizlenmesi çabasıyla birlikte sürdürülüyor. Sömürgeci faşist devletin Kuzey Kürdistan‘da yürüttüğü savaş “terörizme karşı savaş“ olarak gösterilmeye çalışılıyor. Böylelikle Kürt ulusunun haklı ulusal talepleri görmezden geliniyor. Kuzey Kürdistan’da 32 yıldan beri sürüp giden bir savaş var. Kürt ulusunun andaki en örgütlü ve silahlı mücadelenin öncü gücü Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu noktada haklı konumdadır. Bu haklı konum tarafımızdan desteklenmektedir. Bu gücün onaylamadığımız ve eleştirdiğimiz görüşleri de vardır. Yer yer dergi sayfalarımızda bu eleştirilerimize de yer veriyoruz. Evet Kürt Ulusal Hareketi silahlı şiddet kullanmaktadır. Yer yer kimi yanlış, sivil halkı da vuran “terör eylemleri” de yapmakta ve bu gibi eylemleri de sahiplenmektedir. Tek bir sivilin dahi ölümüne yolaçacak olan bu gibi eylemlerden derhal vazgeçilmeli ve bu gerçek bir özeleştiriyle ilan edilmelidir! Kürt Ulusal Hareketi’nin belirleyici özelliği onun silahlı eylemler yapması değildir. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de ezilen Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan siyasi bir örgüt olmasıdır. Şiddete başvurma/silah kullanma, savaşma ulusal hareketin tercihi değil, şartların dayatmasıdır. Sömürgeci devlet, Kürt ulusunun haklı taleplerini dile getiren her örgütü silahlı şiddet kullanarak ezmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi, en geri demokratik haklarını elde edebilmek için savaşa başvurmak zorunda kalmaktadır. Sömürgeci devletin tarihi katliamlarla doludur. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi sonucu, bu ülkede Kürtlerin olduğu kağıt üzerinde de olsa kabul edildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin “terör” olarak gösterilmesi, savaşın ‘terörizme’ karşı savaş olarak gösterilmesi açık bir çarpıtma, yalan, demagojidir. Savaş, Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı yürütülmektedir. Eğer terörizmden bahsedilecekse, en büyük terörizmi sömürgeci devletin uyguladığı unutulmamalıdır. Bu devlet sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici, sömürgeci bir savaştır. ‘Özyönetim’ ilanları ve ilan edilen ‘özyönetim’ alanlarında bunların savunulması için yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun ulusal özgürlük taleplerinin savunulması noktasında haklı bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesi onun en tabii hakkıdır. Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Uluslar ve halklar arasında gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir birlik olduğu zaman sözkonusudur. Onun dışındaki bütün birlikler yıkılmaya mahkumdur. Bu yüzden halkların özgürce karar vereceği bir ortamın yaratılması belirleyici önemdedir. Savaşın gelinen aşamasında sömürgeci devletin sözcüleri “Son terörist bertaraf edilene kadar sürecek bir savaştan” bahsediyorlar. AKP hükümeti, sömürgeci faşist devletin fabrika ayarlarına geri dönmüş durumdadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt ulusu içinde önemli bir tabanı vardır. Kürt Ulusal Bu savaş son bulmalıdır… Bu savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Savaşın sürmesi demek, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş olağanüstü halin sürmesi, kitlesel tutuklamaların sürmesi, ülkelerimizde “teröre” karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi, faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması, Türk şovenizmi ve Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlenmesi, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir. Halkların çıkarına olmayan ve halklara büyük acılar yaşatan, yıkım/ölüm getiren bu savaş sonlandırılmalıdır. Halkların çıkarına olmayan bu savaş sonlandırılmalı ve eller derhal tetikten çekilmelidir. We shall overcome, some day! (“Üstesinden gelmeliyiz, bir gün”) Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın derhal sonlandırılması, silahların susması ve bir barış hareketinin yaratılması temel talebimizdir. Barış hareketinin yaratılmasının ve başarılmasının önkoşulu işçi ve emekçilerin barış talebine sahip çıkmasıdır. Unutulmasın: Biz, bugün savaşın sonlandırılması sonucu oluşacak bir barışın, kapitalizm şartlarında, sömürgeci devletin varlığı şartlarında yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında, geçici ve güvenilmez bir barış olacağının bilincindeyiz. Buna rağmen bugün Kuzey Kürdistan’da bütün yoğunluğuyla yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bugün direnen Kürt halkına en büyük destek, büyük kitlesel bir barış hareketini yaratmak için ciddi bir şekilde çalışmakla olur. Yıllar öncesinden Joan Baez’in ünlü barış şarkısında bahsettiği gibi; We shall live in peace, We shall live in peace, We shall live in peace, some day. (...) We shall overcome, We shall overcome, We shall overcome, some day. (...) (“Barış içinde yaşamalıyız Barış içinde yaşamalıyız Barış içinde yaşamalıyız, bir gün (...) Üstesinden gelmeliyiz Üstesinden gelmeliyiz Üstesinden gelmeliyiz, bir gün (...)”) Üstesinden geleceğiz... Bir gün... Ama mutlaka! 15.08.2016 gündem Hareketi’nin yalnızca Kuzey Kürdistan’da değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında var olan, mücadele yürüten, Kürdistan’ın bütün parçalarında önemli bir kitle tabanı olan bir harekettir. Kürtler, dünyanın birçok ülkesine yayılmış etkin bir diaspora örgütüne sahiptir. Kürt Ulusal Hareketi, güçlü bir silahlı örgüte, savaş içinde oldukça yetkinleşmiş bir gerilla ordusuna sahiptir. Kadın örgütlenmesi en geniş ve en gelişmiş olan örgütlerden biridir. Kürt Ulusal Hareketi, Rojava’da örgütlüdür. Rojava, Türkiye’nin müttefiki olan batılı emperyalist güçler tarafından “bölgede IŞİD’e karşı en etkin mücadeleyi yürüten, seküler, demokratik güç” olarak değerlendirilmekte ve açıktan desteklenmektedir. Böyle bir örgütün yok edilmesi mümkün değildir. Sömürgeci devlet de, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok edemeyeceğini çok iyi biliyor. Sömürgeci devletin sözcüleri pragmatisttir. Bugün böyle konuşuyorlar yarın tersini söyleyebilirler. Kürt Ulusal Hareketi’ni yoketme iddiasıyla yeniden savaş yürüten sömürgeci devletin gerçek hedefi Kürt silahlı güçlerini mümkün olduğunca zayıflatmak ve eninde sonunda yeniden kurulması kaçınılmaz olan pazarlık masasına daha güçlü pozisyonda oturtmaktır. Her savaşın bir sonu vardır. Ve her savaş, savaşan tarafların masada anlaşmasıyla son bulur. Kürt Ulusal Hareketi açısından da bu savaş, yeniden kurulacak pazarlık masasında elini güçlü tutmak için yürütülen bir savaştır. Savaş taraftarlarının savundukları siyaset açısından savaşın sürdürülmesi, kurulan pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında bir mantığı yoktur. 9 güncel 15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMİ: NEDENLER VE SONUÇLAR… 15 Temmuz akşamı başlayan askeri darbe girişimi 16 Temmuz sabah saatlerine kadar bastırıldı. Darbe girişimi esas olarak Gülen Cemaati ile AKP arasındaki iktidar dalaşının bir parçası idi. Darbenin planlayıcı ve uygulayıcıları Gülen Cemaati’nin TSK ve Jandarma teşkilatı içindeki örgütleridir. Darbeye “ne olursa ve nasıl olursa olsun RTE sistemi yıkılmalıdır” düşüncesinde olan kimi Kemalist unsurların katılmış olması da muhtemeldir. Fakat bunlar darbede belirleyici bir rol oynamamıştır. Darbeye damgasını vuran Fettullahçı askerlerdir. Darbe girişimi ve sonraki gelişmeler şu gerçekleri açıkça göstermiştir: Fettullahçı örgütlenmenin, Emniyet içinde ve yargıda yaşadığı ve süren tasfiyelerden sonra TSK içindeki örgütlenmesi ‘son kale’ durumuna gelmiştir. Bu ‘son kale’nin temel ayakları Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Jandarma içinde en tepedeki komutanlar seviyesi altındaki komuta kademesidir. Özellikle Hava Kuvvetleri’nde Fettullahcı örgütlenme belirleyici konuma gelmiştir. TSK ve devlet örgütleri içinde Fettullahçı örgütlenme, yaverler, özel kalem müdürleri, sekretarya vb. olarak yerleştirdiği kadrolar üzerinden siyasi iktidarın ve güvenlik bürokrasisinin karar alıcılarının en yakınına kadar sızmıştır. 10 Darbenin kanlı ve fakat başarısız bir girişim olarak kalmasında şunlar rol oynadı: Darbe girişimi TSK’nin andaki komuta kademesinin büyük bölümünün desteğini almayan, ‘emir komuta zinciri’ içinde gerçekleşmeyen, bu anlamda ordunun küçük bir azınlığının desteğini arkasına alan bir girişimdi. Bütün veriler planlamanın, 15 Temmuz’da ‘tanklar sokağa inmeden’ önce Genelkurmay’ın ve kuvvet komutanlarının ele geçirilmesi ve RTE’nın devre dışına çıkarılması, kimi siyasetçilerin esir alınması, bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra, 16 Temmuz sabahı saat üçten itibaren tankların sokağa salınması, 16 Temmuz sabahı ‘iktidara millet adına el konulduğu’nun açıklanması, sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi biçiminde planlandığını gösteriyor. Darbe girişimcileri planlarının erken deşifre olması sonucu, planlarını tam olarak uygulama imkanı bulamadılar. 15 Temmuz saat 16.00’dan itibaren devletin darbeci olmayan kesimlerinin karşı tedbirleri darbecileri erken hareket etmeye zorladı. Darbe ilanı öncesi yapılması planlananlar yapılamadan harekete geçilmesi darbenin başarısızlığının önemli faktörlerinden biri oldu. Darbenin başarısız bir girişim olarak kalmasının en önemli nedeni onun toplumsal destek temelinin güçsüzlüğüdür. Fettullahcı örgütlenme evet devlet bürokrasisi içinde 40 yılı aşkın planlı, programlı illegal kadro yetiştirme ve yerleştirme yoluyla büyük bir güce kavuşmuştur. AKP siyasi iktidarının 2003- 2010 yılları arasında Gülenci örgütlenmeye verdiği açlık destek de bu güçlenmede büyük rol oynamıştır. Devlet kadroları içindeki bu büyük güç, toplumsal destek bazında yoktu. Bu en geç AKP/Gülen cemaati koalisyonu yerini bunlar arasındaki açık iktidar dalaşına bıraktığından sonra yapılan seçimlerde gösterdi. Görüldü ki Gülen cemaatinin seçmenler bazında toplumsal desteği % 2-3 ü geçmemektedir. Yani darbe girişiminin doğrudan destek temeli %2-3 ü geçmeyen bir destekti. Darbeciler bu zaafın bilincinde, darbenin toplumsal destek tabanını genişletmek için yaptıkları açıklamada Türkiye/Kuzey Kürdistan’da anti Tayyip Erdoğan cephesinin tüm temel tezlerini darbenin gerekçesi olarak saydılar. Görünen odur ki, darbeciler hesaplarını toplumun ‘Demokrasinin zaferi’ mi? Darbe girişiminin bastırılması burjuva medyanın hemen tümünde ( bu arada Fettullah medyasında da) ‘demokrasinin zaferi’ markası altında sunuldu. Bu sunum bir sahtekarlıktır. Askeri darbenin ‘demokrasinin yeniden tesisi’ markası altında sunulması ne kadar sahtekarlık ise, bu da o kadar sahtekarlıktır. Türkiye /Kuzey Kürdistan’da var olan egemenlik hiç bir zaman -burjuva anlamda bile- demokratik olmamıştır. Bugün de Türkiye’deki rejimin adı hala faşizmdir. Evet küçük bir azınlığın askeri darbe girişimi – en başta halkın bir bölümünün direnişi sonucu- geri püskürtülmüştür. Evet halkın bir bölümü seçilmiş bir hükümetin bir askeri darbe sonucu devrilmesini, bir askeri faşist diktatörlüğü engellemiştir. Bu çok önemli bir olumluluktur. Sonuçta halka rağmen, ne adına olursa olsun kurulacak bir askeri diktatörlük, burjuva anlamda demokrasi açısından, halkın çoğunluğunun desteğine sahip sivil bir hükümete göre kötüler içinde daha kötü olandır. Fakat bu ne kadar doğru ise, faşizmin bugün de seçilmiş, sivil bir yönetim altında sürdüğü ülkelerimizde darbenin engellenmesinin ‘demokrasinin zaferi’ olarak sunulması da o kadar gerçeklere terstir. güncel ‘ne olursa ve nasıl olursa olsun RTE rejimi devrilmelidir’ diye düşünen yarıya yakın kesiminin en azından pasif desteğini alabilecekleri üzerine kurmuşlardı. Bu hesap eğer darbeciler planlarını planladıkları biçimde gerçekleştirebilselerdi; ordunun bütünlük içinde yaptığı başarılı bir darbe algısı yaratılabilseydi, tutabilirdi de. Darbenin kaderini, AKP’nin ve RTE’nın en başından itibaren takındığı, kitleleri darbeye karşı sokağa çağırma tavrı ve en başta AKP’nin tabanının örgütlü olarak bu çağrıya uyarak sokaklara inmesi belirledi. Hem darbenin ordunun küçük bir kesiminin bir harekatı olduğunun görülmesi, hem daha önce Fettullahçılardan büyük ölçüde temizlenmiş olduğu polis teşkilatının darbecilere karşı tavır alması ve öncelikle AKP tabanının sokağa çıkması, darbenin başarı şansının sıfır olduğunu gösterdi. Sırası ile MHP, CHP ve HDP de darbeye karşı tavır aldılar. Darbecilerin hesaplarının yanlışlığı çıktı ortaya. Canice cinayetler ertesi darbecilere teslim olmaktan başka yol kalmadı. Bizim açımızdan darbenin önlenmesinde yeni ve önemli olan kitlelerin bir bölümünün darbeye karşı sokaklara çıkmış olması ve silahların, tankların üzerine ‘ordu kışlaya’ sloganları ile ölümü de göze alarak yürümüş olmasıdır. 11 gündem Gösteriler ‘Demokrasi şenlikleri’ mi? AKP ve RTE darbeye karşı halkı direniş için sokaklara çağırdı. Ve darbe püskürtüldükten sonra da kitleler sokağa çıkmaya ‘demokrasi nöbeti’ne çağırıldı. Ve öncelikle de AKP’nin tabanı bu çağrıya uydu. Belediyeler gösterilerin görkemli olması için taşıma hizmetlerini ücretsiz sundu. Bu çağrıya uyup, günlerce coşkulu bir şekilde meydanları dolduran kitlelerin ‘demokrasi şöleni’ olarak gösterilen kitle toplantılarında attıkları temel sloganlar şunlar: “Recep Tayyip Erdoğan!, Ya Allah Bismillah, Allahü Ekber!, Apo’nun piçleri, yıldıramaz bizleri!, Şehitler ölmez, vatan bölünmez!, İdam isteriz, İdam İsteriz!, Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek Devlet!” Burada atılan sloganlar içinde demokrasi talebi yoktur! Bu gösteriler genel görünümü ve içerikleri itibariyle AKP’nin güç gösterileridir. AKP’nin zafer şölenleridir. İdam konusu: Darbe ertesinde öncelikle AKP ve MHP tabanından yoğun bir şekilde ‘İdam İsteriz’ sloganları yükseliyor. Erdoğan ‘demokrasilerde halkın isteğine kulak kapatılamaz’ diyerek bu talebe sahip çıkıyor. Önümüzdeki kısa dönem içinde bu bağlamda bir Anayasa değişikliği önerisinin gündeme getirilmesi muhtemeldir. Bu konuda bilinmesi gereken şudur: Bu konuda idam cezasını yeniden mümkün kılan bir yasa geriye doğru işletilemez. Yani idam cezasını öngören bir yasa da halkın bir bölümünün darbecilere istediği idam talebini karşılamaz. Siyasetçilerin bu konudaki söylemleri demagojidir, halkın gözünü boyamadır. 12 Ve geniş çapta tasfiyeler: Darbe girişimini yapanların amacı belli: AKP yönetimini devirmek. Yerine ‘demokrasiyi yeniden tesis etme’ adına Gülen Cemaatinin iktidarını kurmak. Fakat sonuç AKP ve Erdoğan iktidarının güçlenmesi oldu. (Kimileri bu sonuçtan yola çıkarak aslında bu darbe girişiminin AKP/Erdoğan’ın düzenlediği bir tiyatro olduğunu savundu, savunuyor. Öncelikle Fettullah medyası bu komplo teorisini yaygınlaştırıyor. Epey inanan da buluyor bu teori. Bu teori Erdoğan ve ekibine adeta olağanüstü güçler vehmediyor.) AKP’nin şimdi bürokrasinin Kemalist kesimiyle ittifak içinde Fettullah örgütlenmesini devletin bütün kurumlarından bütünüyle tasfiye etme işine girişti. Başarısız darbe girişimi AKP/Erdoğan için altın bir fırsat olarak kullanılıyor. Binlerce on binlerce asker sivil bürokrat, açığa alındı. Doğrudan darbe hareketi içinde yer alanlar ve yer aldıkları tahmin edilenler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Fettullah medyası bu geniş çaplı tasfiye hareketini ‘asıl darbe budur’ diyerek teşhir ediyor. Bu tasfiye hareketinde AKP/Erdoğan yönetiminin burjuva anlamda hukuku da ayaklar altına aldığı açık. Daha önce Fettullahçıların yürüttüğü Ergenekon, Balyoz davalarında onların kullandığı kimi yöntemler şimdi onlara karşı kullanılıyor. Bu bağlamda biz dün olduğu gibi bugün de Türkiye’de egemen olan hukukun guguk olduğunu söylüyoruz. Egemenlerin her bölümünün kendi savcıları, kendi yargıçları vardır. Hukuk’un üstünlüğü vb. lafları boş laflardır. Sol’un tavrı: Bir darbe yaşandı. Solun genel tavrı yokluk oldu. Yapılması gereken solun bütün gücüyle gerçek bir demokrasi programıyla ve savaşa karşı barış talebiyle meydanları doldurması, egemenlerin demokrasi havarisi maskelerini indirmek için çalışmaktı. Bu yapılmadı. Yapılamadı. Kurtuluş devrimde! Egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinde taraf tutmak zorunda değiliz. Egemenlerin iktidar mücadelesinden bağımsız, hastalıklı bir hal alan kutuplaşmadan bağımsız siyaset izleyelim, mücadele edelim, örgütlenelim! Demokrasinin, adaletin, özgürlüğün gerçek anlamıyla sermayenin/burjuvazinin egemenliği şartlarında, sınırsız bir şekilde gerçekleşmesi/yaşanması mümkün değildir. Demokrasi, adalet, özgürlük işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle gerçekleşecek olan halk iktidarında sağlanacaktır. İşçiler, emekçiler demokrasiyi, özgürlüğü sınırsız bir şekilde kendi iktidarlarında yaşayacaklardır. Darbeleri, darbe girişimlerini engellemenin yolu, bu faşist düzenden kurtulmanın yolu; işçi sınıfı önderliğinde sosyalizmin yolunu açacak olan demokratik halk devrimidir. Ne faşist askeri darbe, ne İslam soslu muhafazakar AKP diktatörlüğü! Kurtuluş demokratik halk devriminde, halk iktidarında! Faşizme ölüm tek yol devrim! Temmuz 2016 Fettullahçı darbe girişiminin bastırılması ardından Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ‘’MGK ve Bakanlar Kurulu toplantısında önemli bir kararı açıklayacağız’’ açıklaması yapmıştı. Bu kararın ne olduğu üzerine kamuoyunda tahminler, tartışma yürütüldü. 20 Temmuz günü Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu toplantıları yapıldı. Toplantıların ardından gece geç saatlerde kameralar karşısına geçen RT Erdoğan “önemli kararı” açıkladı. Cumhurbaşkanı RT Erdoğan, Anayasanın 120. maddesi uyarınca 3 ay süreyle olağanüstü hal ilan edildiğini açıkladı. Anayasanın 120. maddesi şöyle: “MADDE 120. – Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir.” 3 ay süreyle devam edecek olan olağanüstü hal (OHAL) kararı Resmi Gazete’de yayımlandı. AKP hükümeti 12 Eylül faşist Anayasasını tepe tepe kullanıyor. Anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak şimdi OHAL ilan ediyor. OHAL kararının ‘darbe’ olarak adlandırılması yanlıştır. RT Erdoğan konuşmasında OHAL kararını şöyle gerekçelendirdi: “MGK olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme kapsamında darbe girişiminde bulunan terör örgütünün bertaraf edilmesi için anayasamızın 120. Mad- gündem OHAL’E HAYIR! 13 gündem 14 desi kapsamında olağanüstü hal ilan edilmesi tavsiye kararını aldık. Bakanlar Kurulumuz da 3 ay süreyle olağanüstü hal ilan edilmesini kararlaştırdık. Olağanüstü halin amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir. Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka ve özgürlüklere karşı değildir. Yaşadığımız darbe girişimi, kimlerin canları pahasına demokrasi ve hukukun yanında olduğunu, kimlerin diktatörlük peşinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur.” AKP hükümeti darbe girişiminin bastırılması ardından Gülen Cemaati mensuplarını ordu, emniyet, yargı, bürokrasi, devlet kurumlarından temizlemek için harekete geçti. Bu temizliğin rahat yapılması için de OHAL ilan etti. OHAL’in amacı cemaat tehdidini “ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir” şeklinde gerekçelendirilse de, OHAL Kürt Özgürlük Hareketine, devrimci harekete de yönelecektir. OHAL’in demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı olmadığının belirtilmesi sahtekarlıktır. OHAL’in kendisi zaten bu ülkede gerçek anlamda olmayan, sınırlandırılmış kişi hak ve hürriyetlerinin iyice sınırlandırılması, ortadan kaldırılmasıdır. Bu ülkede gerçek anlamıyla hiçbir zaman demokrasi olmadı. T.C devleti kuruluşundan bu yana faşist olageldi. Hukuk gerçek anlamıyla hiçbir zaman hukuk olmadı. Hukukun guguk olduğu, parlamentoda çoğunluğu olan siyasi partinin, hukuku istediği gibi kullandığı bu ülkenin gerçekliğidir. Özgürlük keza bu ülkede sınırsız bir şekilde hiçbir zaman yaşanmadı. Demokrasinin, adaletin, özgürlüğün gerçek anlamıyla sermayenin/burjuvazinin egemenliği şartlarında, sınırsız bir şekilde gerçekleşmesi/yaşanması mümkün değildir. Demokrasi, adalet, özgürlük işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle gerçekleşecek olan halk iktidarında sağlanacaktır. İşçiler, emekçiler demokrasiyi, özgürlüğü sınırsız bir şekilde kendi iktidarlarında yaşayacaklardır. Hak hukuk yok! Dizginsiz faşizm var! AKP hükümeti ülkeyi KHK’ler (Kanun Hükmünde Kararname) ile yönetiyor. KHK’lerin temel özelliği hak, hukuku tamamen ortadan kaldırması, KHK’lerin hükmünün kesin olmasıdır. Hükümetin bugüne kadar çıkardığı KHK’lerin sonuçları kısaca şöyle: “Fetullahçı Terör Örgütü’ne aidiyeti, iltisakı veya irtibatı” olduğu iddiasıyla; Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 87 general, 726 subay, 256 astsubay, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 32 amiral, 59 subay, 63 astsubay, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 30 general, 314 subay, 117 astsubay olmak üzere toplam bin 684 asker, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç edildi. Aynı gerekçe ile başka bir KHK ile TSK’dan 125 subay, 68 astsubay, Jandarma’dan 1196 asker olmak üzere toplam 1389 asker ihraç edildi. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları, Milli Savunma Bakanı’na bağlandı. YAŞ’ın yapısı değiştirildi. Harp akademileri, askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları kapatıldı. Milli Savunma Üniversitesi kuruldu. GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Milli Savunma Üniversitesi adıyla yeni bir üniversite kuruldu. Milli Savunma Üniversitesi, rektörlüğe bağlı olarak, kurmay subay yetiştirmek ve lisansüstü eğitim vermek amacıyla yeni kurulan enstitülerden kara, deniz ve hava harp okullarından, astsubay meslek yüksekokullarından oluşacak. FETÖ’nun olduğu gerekçesiyle 18 televizyon, 3 haber ajansı, 23 radyo, 45 gazete ve 15 dergi, 35 sağlık kuruluşu, 934 okul, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendika kapatıldı. FETÖ ile irtibatlı olduğu iddiasıyla 80 bini aşkın kamu çalışanı açığa alındı. Açığa alınanlar içinde FETÖ ile ilgisi olmayan KESK üyesi kamu çalışanları da var. AKP hükümeti baş düşmanı olan FETÖ’yü devlet aygıtı içinden temizleme çalışması yürütürken, bununla yetinmemekte Kürt ulusal hareketine, devrimcilere, sosyalistlere de yönelmekte, açık terör, dizginsiz faşizm uygulamaktadır. Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Gazeteciler gözaltına alındı. Dernekler, gazete büroları, evler basılıyor, sokaklarda insanlar gözaltına alınıyor, devlet hükümet dizginsiz faşist terör estiriyor. Devletin, hükümetin saldırılarına, faşizme, faşist teröre karşı güçleri birleştirip mücadele etme dışında başka seçeneğimiz yok! Faşizme karşı omuz omuza! 17.08.2016 YDİ Çağrı’nın Facebook sayfasında çeşitli güncel konularda takınılan tavırları yayınlıyoruz. Okurlarımızı facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI sayfamızı takip etmeye çağırıyoruz. CHP’NİN TAKSİM MİTİNGİ ÜZERİNE CHP 24 Temmuz Pazar günü 15 Temmuz darbe girişimine karşı Taksim Meydanı’nda “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingi düzenledi. Mitinge on binlerce kişi katıldı. Mitinge CHP kitlesi, ulusalcı kitlenin yanı sıra, KESK, DİSK, TMMOB, TTB, Halkevleri, Haziran Hareketi, EMEP, EHP, TÖPG vs. de katıldı. Mitingde öne çıkan noktalar; “demokrasi, laiklik, cumhuriyet, sivil darbe” vurgusudur. CHP iktidarda olan AKP ile iktidar mücadelesi yürütüyor. CHP’nin demokrasi anlayışı parlamenter maskeli faşist diktatörlüktür. Sahip çıktıkları Cumhuriyet işçi, emekçi, halkların düşmanı Kemalist faşist cumhuriyettir! Diyanetin devlet kurumu olması, İslam’ın bir yorumu olan Sünniliğin din diye öğretilmesi, din derslerinin zorunlu olması vb. CHP laikliğidir. Kısaca CHP, laik, demokrat bir parti değildir. CHP gerçekte sömürü düzenini savunan Kemalist faşist bir partidir. Bu parti ile darbeye karşı demokrasiyi savunmak mümkün değildir. AKP iktidarını yıkmak için 15 Temmuz’da gerçekleşen başarısızlığa uğrayan darbe girişimi, Fettullahçıların değil de, emir komuta zinciri içinde gerçekleşen gündem SOSYAL MEDYADAN… bir darbe olsaydı, CHP bu darbenin destekçisi olurdu. Bu nedenle CHP’nin “demokrat” kesilmesi inandırıcı değildir. 15 Temmuz akşamı darbe girişime karşı biz “egemenler arasındaki iktidar dalaşının parçası olmadan” mücadele etme, sokağa çıkma çağrısı yaptık. Darbe girişimine, darbelere karşı ne AKP’nin tabanıyla, ne CHP’nin, ne de ulusalcılarla mücadele edilemez. Bunların hiçbirisi demokrat değildir. Yapılması gereken AKP’den, CHP’den bağımsız sokağa çıkmak, mücadele etmektir. 15 Temmuz darbe girişimine karşı devrimci hareket, genel olarak sol sokağa çıkmadı. Sol sınıfta kaldı! HDP İstanbul’da 23 Temmuz’da Gazi’de miting yaptı. 24 Temmuz’da solun bir bölümü CHP mitingine katıldı. Bu kadar! Oysa yapılması gereken solun bütün gücüyle gerçek bir demokrasi programıyla ve savaşa karşı barış talebiyle meydanlara çıkmasıydı. Egemenlerin demokrasi havarisi maskelerini indirmek için çalışmaktı. Bu yapılmadı, yapılmıyor. Belirttiğimiz nedenlerden ötürü 24 Temmuz’da CHP’nin düzenlediği “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine katılmayı, bu mitingin parçası olmayı doğru bulmuyoruz. AKP ve anti AKP cephesi dışında bağımsız mücadele etmeliyiz… 25.07.2016 SOYKIRIM SÜRÜYOR! Türkiye’de Ermenilere yönelik düşmanlık, ırkçılık çeşitli vesilelerle hep yeniden açığa çıkıyor. Bunun bir örneğini Richard Demirci şahsında yaşadık. Türkiye ile ticaret yapan Fransa vatandaşı Ermeni Richard Demirci Atatürk Havalimanı’nda pasaport kontrolünde polisin Türk olup olmadığı sorusuna Ermeni olduğu cevabını veriyor. Ondan sonra başına gelmedik şey kalmıyor. Richard Demirci gözaltına alınıyor. Kumkapı Yabancılar Şube Müdürlüğü’ne götürülüyor. Hakkında dava açılıyor. Sınır dışı ediliyor. 5 yıl süreyle Türkiye’ye girmesi yasaklanıyor. Richard Demirci’nin tek suçu Ermeni olmak! 15 gündem 16 Ermenilere yönelik bu düşmanlık, kin, ırkçılık soykırımın sürdüğünün kanıtıdır. Ermenilere yönelik düşmanlığa, ırkçılığa karşı mücadele edelim! Kahrolsun ırkçılık ve şovenizm! Hepimiz Ermeniyiz! 02.08.2016 “DEMOKRASİ VE ŞEHİTLER MİTİNGİ” ÜZERİNE RT Erdoğan, AKP kendilerinin siyasi iktidarını yıkmayı hedefleyen 15 Temmuz Fettullahçı darbe girişimini bastırdıktan sonra ‘demokrasi’ havarisi kesildi. Darbe gecesi sokağa çağrılan halkın “ikinci bir emre kadar” sokakları terk etmemeleri istendi. RT Erdoğan, AKP, Başbakan darbe girişimi bastırıldıktan sonra söylem değişikliğine gitti. Sert söylemlerin, uzlaşmaz tavırların yerini, yumuşak, uzlaşır tavırlar aldı. Darbe girişimi bastırıldıktan sonra AKP, MHP, CHP tekçi cephede birleşti. Bu birleşmenin son halkasını Yenikapı Mitingi oluşturuyor. Cumhurbaşkanı RT Erdoğan’ın ev sahipliğindeki “Demokrasi ve Şehitler Mitingi” 7 Ağustos Pazar günü Yenikapı Meydanı’nda yapıldı. Mitinge medyada 5 milyon kişinin katıldığı ifade ediliyor. Egemen sınıf partileri olan AKP, MHP, CHP bir cephede buluştu. Buluştukları cephe tekçi cephedir. Tek millet cephesidir. Bu partilerin hiç birisi demokrat değildir. Savundukları demokrasi öyle bir demokrasi ki, bu demokraside Kürtlere yer yok! Türk olmayan milliyetlere yer yok! “Tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek tek ....” ırkçı, şövenist söylemi hepsini buluşturan temeldir. Sahiplendikleri T.C devleti tarihinde hiçbir zaman burjuva anlamda demokratik olmamıştır. T.C devleti hala faşist bir devlettir. T.C devletini yöneten AKP, savaş yürüten, faşizmi uygulayan, ülkelerimizde açık faşist terör uygulayan bir partidir. MHP, CHP nitelik olarak AKP’den farklı olmayan faşist partilerdir. AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin demokrasi savunusu sahtekarlıktır. Kendileri demokrat olmayanların demokrasiyi savunması mümkün değildir. İşçilerin, emekçilerin demokrasisi, gerçek demokrasi egemen sınıfların partilerinin iktidarı ile gelmez! Gerçek demokrasi işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimi ile halk iktidarı ile gelecektir. Görev bunun için bıkıp usanmadan kitleler içinde bilinçlendirme, örgütleme çalışması yürütmektir. 08.08.2016 “HAKİMİYET MİLLETİN”Mİ? 15 Temmuz darbe girişimi bastırıldıktan sonra çok sık duyduğumuz, afişlerde, pankartlarda yer alan, çok sık vurgu yapılan, neredeyse her tarafa asılan söz bu: “Hakimiyet milletindir!” Kulağa hoş geliyor… Hakimiyet gerçekten milletin mi? Türkiye’de 4 yılda bir parlamento seçimleri yapılıyor. Milletvekili adayları egemen sınıfların partileri genel başkanları tarafından belirleniyor/seçiliyor. “Millet” tanımadığı, parti genel başkanı tarafından belirlenen vekil adayına sandığa gidip oy veriyor. Seçtiği –gerçekte seçtirilen- milletvekili adayı parlamentoya gittiği zaman parti genel başkanın isteği doğrultusunda parmak kaldırıyor. Bu döngü –erken seçim olmazsa- 4 yıl sonra tekrarlanıyor. Sadece bu açıdan bakıldığında “Hakimiyet milletindir!” sözünün gerçek olmadığı, palavra olduğu, sahtekarlık olduğu açığa çıkıyor. Kapitalizmde “Hakimiyet milletindir!” değil, gerçekte hakimiyet sermayenindir! Hakimiyetin gerçekten milletin olması için: Doğrudan demokrasi olması gerekir. En küçük yerleşim biriminden başlayarak aşağıdan yukarıya halk tarafından seçilen, görevini yapmayanın geri çağrıldığı bir yönetim sistemi, Sovyet sistemi olması gerekir. Bu sistemin kapitalizmde olması mümkün değildir. Önemli konularda halka danışılması, önemli konularda halkın tartışma içine çekilmesi gerekir. Bunun yolu ise referandumdur. Sovyet sistemi ancak burjuva devlet aygıtını parçalayacak devrim sonrası kurulabilir. 08.08.2016 ERDOĞAN MOSKOVA’DA! Türkiye Rusya ilişkileri, Türkiye’nin Suriye sınırında, Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürmesiyle bozuldu. İlişki kopma noktasına geldi. RT Erdoğan’ın Rusya karşısında “dik” duruşu uzun sürmedi. Bozulan ilişki başta turizm olmak üzere ekonomiye yansıyınca, RT Erdoğan “dik” duruşundan çark etti. Ankara-Moskova ilişkilerinde yeni dönem RT Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e gönderdiği “özür” mektubu ile başlamıştı. Erdoğan ve Putin, krizin ardından bugün ilk kez Moskova’da bir araya geldi. Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin, yaptıkları görüşmenin ardından ortak ba- HDP’YE YÖNELİK SALDIRILARA SON! 10 Ağustos Çarşamba akşamı Diyarbakır Sur ve Mardin Kızıltepe’de, medyada yer alan haberlere göre 9 sivil insanın, 1 polisin ölümü, 22 sivil ve 10 polisin yaralanmasına neden olan bombalı eylemlerin ardından devlet HDP’ye yöneldi. Polis hiç kimsenin olmadığı bir saatte, saat 03.00 sıralarında HDP İstanbul il binasına kapıları kırarak girip arama yaptı. HDP Esenyurt, Bağcılar, Başakşehir gibi İstanbul ilçe örgütleri binaları kapılar kırılarak girip arama yapan polis 17 kişiyi gözaltına aldı. HDP’ye yönelen saldırıları kınıyoruz. HDP bu ülkenin yasalarına göre kurulmuş, parlamenter mücadeleyi temel alan siyasi bir partidir. Hukuksuz temelde HDP’ye yapılan saldırılara son verilmelidir! Kahrolsun faşizm! 11.08.2016 EMEK VE DEMOKRASİ İÇİN GÜÇ BİRLİĞİ KURULDU Sendikalar, meslek örgütleri, siyasi parti ve örgütler; 11 Ağustos Perşembe günü Ankara’da Alba Otel’de bir basın açıklaması yaparak Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’ni oluşturduklarını ilan ettiler. Basın toplantısında Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği’nin deklarasyonunda yer alan dokuz madde okundu. Bu maddeler şunlar: “FAŞİZME, DARBELERE VE OHAL’E KARŞI GÜÇLERİMİZİ BİRLEŞTİRİYORUZ 1. Emekçilere yönelik güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, yoksullaştırma politikalarına, işçi ve emekçilerin örgütlenme, toplu pazarlık, siyasi hak ve özgürlüklerinin önündeki engellere ve iş cinayetlerine karşı güvenceli çalışmayı ve insanca yaşamı savunmak için, 2. OHAL ve Kanun Hükmünde Kararnameler ile yeni baskı yasalarıyla demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesine, dikta arayışlarına karşı gerçek demokrasiyi savunmak için, 3. Gerici, tekçi, otoriter, mezhepçi ideolojinin devlet eliyle toplumu teslim alma çabalarına karşı inanç özgürlüğünü de kapsayan gerçek laiklik mücadelesini büyütmek için, 4. İçeride ve dışarıda yürütülen savaş politikalarının durdurulması, Kürt sorunun birlikte ve eşit yaşam temelinde barışçıl, demokratik yol ve yöntemlerle siyasal çözümü için, 5. Emperyalizmin ortak geleceğimize karşı bölge ve ülkemizdeki müdahalelerine, faşizme ve darbelere karşı ortak ve birlikte mücadele için, 6. Kadın emeği, kimliği, bedeni ve iradesine yönelik her tür eril, faşist ve gerici politikalara karşı kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesini yükseltmek için, 7. Aleviler başta olmak üzere toplumun tüm inanç gruplarına, kültürel farklılıklara yönelik tekçi, mezhepçi, ayrıştırıcı politikalara ve saldırılara karşı bir- gündem sın toplantısı düzenledi. Zirvenin ardından ortak basın toplantısı düzenleyen Putin ve Erdoğan, ikili ilişkileri “krizden önceki seviyeye getirmek” amacıyla bir dizi karar aldıklarını açıkladı. Yaptırımları adım adım kaldıracaklarını ifade eden Putin, “Ticari ve ekonomik işbirliğini canlandırmak için önümüzde zahmetli işler var. Süreç başladı ama zaman alacak” diye konuştu. Bozulan ilişkilerin tamir edilmesi, kriz öncesi seviyeye getirilmesi konusunda Putin ve Erdoğan anlaştı. Bu doğal olarak zaman alacak. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasının akabinde RT Erdoğan Batı’dan istediği desteği alamadı. Darbecilerin mahkum edilmesi, Erdoğan yönetimine destek verilmesi, Erdoğan’a destek ziyaretlerinin yapılması vb. konularında Batılı emperyalistler yaptıkları açıklamalar dışında Erdoğan’ın istediği düzeyde kendisine destek vermediler. Bunun temel nedeni ise Batılı emperyalistlerin Erdoğan yönetiminden rahatsız olmalarıdır. RT Erdoğan’ın istediği destek Rusya’dan geldi. Görüşmede Erdoğan Putin’e darbe girişime karşı takındıkları tavırdan dolayı Rusya’ya teşekkür etti. Emperyalizme bağımlı burjuva siyasetçilerinin emperyalist ülkelerle ilişkilerde “dik” duruş sergilemesi mümkün değildir. Emperyalizmde belirleyici olan çıkarlardır. Her emperyalist güç, emperyalist dünyada emperyalizme bağımlı olan güçler kendi çıkarlarına göre hareket eder. Çıkarların gereği yapılır. Türkiye’de Ortadoğu’da bölgesel büyük güç olarak kendi çıkarlarının mücadelesini veriyor, büyümeye, emperyalizme bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Bu durum Batılı emperyalistlerin hiç mi hiç hoşuna gitmiyor. Rusya’da bu çelişkiyi kendi çıkarları açısından kullanmaya çalışıyor. Türkiye’nin Batılı emperyalistlerle yaşadığı sorunlar dolayısıyla yönünü Doğu’ya çevirip çevirmeyeceğini, eksen değişikliği olup olmayacağını gelişmeler gösterecek. 09.08.2016 17 gündem likte mücadele etmek için, 8. Kentlerimize, doğamıza ve yaşam alanlarımıza sahip çıkmak için, 9. Hangi siyasal görüş, kimlik ve inançtan olursa olsun ezilenlere, emekçilere, gençliğe ve tüm ötekileştirilenlere yönelik her tür saldırı, baskı ve şiddete karşı birlikte durmak için, Emek, barış ve demokrasiden yana güçler olarak gelecek güzel günlere duyduğumuz inançla umudu, dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek için yan yana geldiğimizi, omuz omuza verdiğimizi, Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’ni oluşturduğumuzu duyuruyoruz.” Emek ve Demokrasi İçin Güçbirliği’ni Oluşturan Kurumlar: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), Türk Tabipler Birliği (TTB), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Devrimci Parti (DP), Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), Sosyalist Emekçi Partisi (SEP), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP), Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Haziran Hareketi, Halklevleri, İnsan Hakları Derneği (İHD), Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, Alevi Bektaşi Federasyonu, Demokratik Alevi Dernekleri. Faşizme, darbeye, savaşa, Ohal’e karşı, geniş yelpazede güç birliğinin kurulması olumludur. Güç birliği egemenler arasındaki iktidar dalaşında şu veya bu kliğin yedeğine düşmemeli, kliklerden bağımsız mücadele yürütmelidir. Siyasi çizgileri birbirinden çok farklı olan güç birliğini oluşturan parti, sendika, örgüt, dernekler vb. eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi temelinde hareket etmelidir. 12.08.2016 18 MENBİC ÖZGÜR! Menbic Suriye’nin Halep kentine bağlı en büyük ilçe. 2014 yılından bu yana IŞİD’in kontrolünde olan ve IŞİD’in ‘Avrupa kapısı’ olarak gördüğü Menbic artık özgür! IŞİD’in Suriye’de Rakka’dan sonra en önemli merkezi olan Menbic, 12 Ağustos Cuma günü saat 17.00 itibariyle tamamen IŞİD’ten alındı. Menbic merkezi ile birlikte yaklaşık 200 köy de IŞİD’den temizlendi. 1 Haziran’da, YPG’nin de bileşeni olduğu Demokratik Suriye Güçleri (QSD) ve Menbic Askeri Meclisi’nin başlattığı ve havadan da Koalisyon güçlerinin destek verdiği operasyon kapsamında Menbic merkezi tamamen kontrol altına alındı. Menbic’te 73 gün sonra gelen zaferi, kent halkı sokaklara dökülerek sevinçle karşıladı. Emperyalizmin sömürgeci siyasetinin ürünü olan IŞİD’in barbarlığı yenilmez değildir. Menbic’de olduğu gibi barbarlık yenilecek, direnen halklar kazanacak! 13.08.2016 ÖZGÜR GÜNDEM İLE DAYANIŞMAYA! Özgür Gündem gazetesi, İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği tarafından, “terör örgütü propagandası yaptığı” iddiasıyla kapatıldı. Karar gazeteye tebliğ edilmeden önce, havuz medyası tarafından yayınlandı. Beyoğlu’nda bulunan gazete binasını abluka altına alan polis Özgür Gündem gazetesi binasına baskın düzenledi. Gazeteciler darp edilerek gözaltına alındı. Gazetenin bulunduğu sokak geçişlere kapatıldı. Bu kararı verenler bakın tarihe: Yayın hayatına başladığından bu yana Özgür Gündem bombalandı. Çalışanları, gazetecileri öldürüldü. Gözaltına alındı, tutuklandı. Baskılar, toplatmalar, hapis cezaları, sansür vb. Özgür Gündem’in yayın hayatına devam etmesini engelleyemedi, engelleyemeyecek! AKP’nin Ohal’i Kürt ulusal hareketine, devrimcilere, sosyalistlere de yöneliyor. AKP iktidar mücadelesi yürüttüğü Gülen cemaatini devlet içinden tasfiye ederken, diğer muhalif kesimlere de yöneliyor... Guguk olan hukuk zaten yok! Özgür Gündem’in kapatılmasını kınıyoruz. Özgür basın susturulamaz! Kahrolsun faşizm! Faşizme karşı omuz omuza! 16.07.2015 Yine insan ve insanlık düşmanı kör bir terör eylemi... 29 Haziran 2016’da saat 21:22 sularında, İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde meydana gelen terör saldırısı sonucu 43 kişi hayatını kaybetti, 238 kişi ise yaralandı. Basına yansıyan bilgilere göre; hayatını kaybedenlerden 28’inin Türkiyeli olduğu, 10’unun yabancı uyruklu ve üçünün çifte vatandaş olduğu açıklandı. Eylemin yapılış biçimi IŞİD/DAİŞ’i işaret ediyor. Bu eylem kim tarafından ve hangi amaç ve saiklerle yapılmış olursa olsun, objektif olarak egemen sınıflara, emperyalizme, gericilere hizmet eden, halka, emekçilere karşı düşman bir eylemdir. Havalimanı saldırısı terörist bir eylemdir. Bu eylemi lanetliyoruz. Bu eylem, işçi/emekçi yığınları korku içinde egemen sınıfların “terörizme karşı mücadele”sinin kuyruğuna takmaktan öte bir şey değildir. Havalimanı’nda insanları hedefleyen bir eylemin başka bir işleve sahip olmasını beklemek de abesle uğraşmaktır. Masum sivil insanların hedef alınmasını/katledilmelerini kı- nıyor, lanetliyoruz. Havalimanı’nda patlatılan bombaların ertesinde başbakan Binali Yıldırım İstanbul’da, “Amacı, hedefi ne olursa olsun, hangi cenahtan gelirse gelsin ülkemiz bu alçakça saldırıların üstesinden gelecek güce ve kararlılığa sahiptir” açıklamasını yaptı. “Saldırıların üstesinden gelecek güce” sahip olanların, bu terörist saldırıyı neden önlemedikleri sorusu sorulmalıdır. Atatürk Havalimanı’ndaki bombalı saldırının siyasi sorumluluğu AKP hükümetine aittir. Her bombalı saldırı ertesinde kendilerine toz kondurtmuyorlar. Ülkeyi onlar yönetiyor, bütün sorumluluk onlarda. Hep güçlüyüz mesajları ile kendi iktidarlarına karşı çıkanları tehdit etmekten geri durmuyorlar. Saldırı ertesinde RTE yayımladığı yazılı açıklamada, “Saldırı, terör örgütlerinin masum sivilleri hedef alan karanlık yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur. Bu saldırının, herhangi bir sonuç elde etmeyi değil, sadece ve sadece masum insanların kanı ve acısı üzerinden dünyaya ülkemiz aleyhinde propaganda malzemesi üretmeyi hedeflediği açıktır” diyor. RTE, Türkiye’nin uluslararası planda imajının zedelenmesinden yakınıyor! Uluslararası planda Türkiye’nin imajının kötü olduğu RTE’nin uyguladığı politikalardan zaten bilinmektedir.Türk hakim sınıflarının sözcüleri saldırı ertesinde saldırıyı kınamakta birleşirken, saldırıyı yorumlama konusunda değişik yaklaşımlar sergilediler. Hükümet kanadı, teröre karşı birlik olunmasını öne çıkarırken, muhalefet partileri güncel İSTANBUL ATATÜRK HAVALİMANI KANA BULANDI! 19 güncel 20 de Türkiye’de meydana gelen terörist eylemlerin AKP hükümetinin politikalarının bir sonucu olduğunu belirtmektedir. Sömürgeci devletin sözcüleri, her ağzını açtıklarında mutlaka birlik, beraberlik edebiyatından dem vurmakta ve Türkiye’nin önlenemez yükselişinden bahsetmektedir! Güvenlik önlemlerinin üst düzeyde alındığının söylenmesine karşın her patlama sonrasında aynı cümleler tekrarlanmaktadır. “Güvenlik zaafiyeti” yoktur deniliyor. Bombalar patlatılıyor. Canlı bombalar kendilerini havaya uçuruyor. Ardından yayın yasağı getiriliyor, internet yavaşlatılıyor ve devreye AKP hükümetinin sözcüleri çıkıp konuşmaya başlıyor. Bizim dışımızda yapılan açıklamalara itibar etmeyin diyorlar. Gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlar. Havalimanı eylemini tüm egemen sınıf sözcüleri kınıyor ve kendilerine göre yorumlarken, hepsinin birleştiği ortak bir nokta var: Terörizm dünyanın baş belasıdır! Terörizme karşı uluslararası alanda mücadele yürütülmelidir! Bugün “terörizme karşı uluslararası savaş”tan söz edenler, ikiyüzlü sahtekârlardır. İstanbul’daki terör eyleminin kurbanları konusunda egemenlerin döktüğü gözyaşları, timsah gözyaşlarıdır. Türk egemenlerin terörizm konusunda ahuvah etmeye hakları yoktur. Kuzey Kürdistan’da yakılan, yıkılan yerleşim alanları. Sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurulan insanlar. Bodrumlarda katledilen insanlar. Zırhlı araçlara bağlanıp sürüklenen cesetler. Tutsaklara işkenceler. Kırsal alanların sürekli bombalanması. Bunlar terörizm değil mi? Sömürgeci devlet, Kürt halkına, devrimcilere, kendi politikalarını kabul etmeyen tüm insanlara karşı açık faşist terör uygulamaktadır. Havalimanı saldırısı dünyanın her yerinde egemen sınıfların sözcüleri tarafından lanetlendi! Kendileri dünya egemenliği uğruna halklara, emekçilere kan kusturan savaşların, terörist eylemlerin düzenleyicisi, sorumlusu, suçlusu olanlar, utanmazca terörizme lanetler yağdırıp, bu ‘insanlık dışı’, ‘insanlığa karşı’ eylemleri kınıyor! Bugün uluslararası alanda terörist ilan edilen örgütlerin büyük bölümünün kurucusu, destekçisi ve kullanıcısı bizzat emperyalist ve gerici devletlerin kendileridir. Bu anlamda şimdi emperyalist efendiler kendi kontrollerinden çıkan terör eylemleri karşısında gözyaşı döküp kurbanlara üzüntülerini bildirirlerken sahtekârlık yapmaktadır. Onlar bu bağlamda yarattıkları canavarı kontrol edemez durumda kalan Frankenstein konumundadır. Ege- menlerin terörizme lanetleri, kendi kontrollerinde olmayan, kontrol dışına çıkmış şiddet eylemlerini lanetlemelerinden başka bir şey değildir. Egemenlerin “terörizme karşı mücadele” dedikleri gerçekte halka karşı saldırıdır. Devrimci şiddet/devrimci terör gereklidir, kaçınılmazdır! Devrimsiz bir kurtuluş mümkün değildir. Devrim şiddeti gerektirir. Dişine tırnağına kadar silahlı, faşist devlet aygıtı, devrimci şiddet tarafından sökülüp atılmadan, karşıdevrimci devlet aygıtları şiddete dayalı devrimlerle paramparça edilmeden kurtuluş olamaz. Bu anlamda devrimci şiddetten, devrimci terörden yanayız. Bunların gerekli ve kaçınılmaz olduğunu söylüyoruz. Devrimci şiddet, kendini korumaya yönelik meşru savunma eylemleri dışında; esasta işçi ve emekçi kitlelerin bugünkü ve yarınki çıkarları uğruna giriştikleri şiddet eylemleridir. Devrimci şiddet, devrimci terör bilinçli olarak, kendine karşı silahlı saldırıda bulunmayan işçi ve emekçi kitleleri hedef almaz, alamaz. Hedef gözetmeden, daha doğrusu işçi ve emekçi kitleleri de hedefleyerek yapılan intihar eylemleri devrimci şiddet eylemleri değildir. Ülkelerimizde terörizme karşı mücadelede adına, her türlü demokratik hak daha da kısıtlanacak, işçilere-emekçilere, devrimcilere karşı baskılar daha da arttırılacaktır. Anda ülkelerimizde AKP hükümeti açık faşist terör uygulamaktadır. Faşizmin uygulanması katlanarak devam edecektir. Buna karşı uyanık olmak, egemenlerin oyununa gelmemek, onların hiçbir kesiminin kuyruğuna takılmamak, demokratik hakların kısıtlanmasına, faşist saldırıların yoğunlaştırılmasına karşı mücadele etmek hepimizin görevidir. İşçilerin/emekçilerin, egemen sınıfların halka karşı yürüttüğü savaşın adı olan “terörizme karşı mücadele”de onlarla ortak hiçbir yanı yoktur. Bizim gerçek düşmanımız, onların düşman dedikleri değil, egemen sınıfların kendisidir. Bizim düşmanımız emperyalizmdir. Bizim baş düşmanımız kendi ülkelerimizdedir. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de baş düşmanımız sömürgeci T.C. devletidir. Şimdi bu devlet bizi, kendisine yönelen “terörist saldırılara karşı” mücadelede devlet etrafında kilitlenmeye çağırmaktadır, çağıracaktır. Bu çağrıya verilecek tek cevap vardır: Sınıf mücadelesini yükseltmek. Devrim için, devrim yolunda örgütlenmeye ve mücadeleye hız vermek! 30.06.2016 Ermenilere yönelik yapılan soykırımdan 101 yıl sonra, Alman Parlamentosu, 2 Haziran 2016‘da Ermenilere yönelik soykırımı “soykırım” olarak tanımladı. Alman Parlamentosu’nun aldığı karara karşı birçok çevreden olumlu/olumsuz tepkiler gelmeye başladı. Alman Parlamentosu’nun aldığı karardan yedi gün sonra, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eski Genel Başkanı Nurettin Demirtaş’ın 9 Haziran 2016’da, Yeni Özgür Politika gazetesinde “Ermeni milliyetçiliğinin Kürt düşmanlığı” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Nurettin Demirtaş, “Devletler tanısın ya da tanımasın bu soykırımın yaşandığından zerrece kuşku yoktur. Soykırımda Kürtlerin de kullanıldığı bir gerçektir“ açıklamasını yaptıktan sonra, esas meselenin “soykırım var mıdır yok mudur tartışmalarından ziyade, soykırım kurbanlarının anısına, yeni soykırımları önleyecek çalışmalar önem kazanmış bulunuyor” demektedir. N. Demirtaş, 101 yıl önce Ermenilere yönelik yapılan soykırımın gerçekliğini kabul ediyor. Hatta bu soykırımda “Kürtlerin de kullanıldığı”nın bir gerçek olduğunu belirtiyor! Demirtaş, Ermeni soykırımının yapıldığını kabul ediyor, ama esas meselenin “soykırım varmı dır yok mudur tartışmalarından ziyade” yeni soykırımları önlemenin daha önemli olduğunu belirtiyor. 101 yıl önce yapılan soykırım ile bugün yapılacak, yapılabilecek soykırımları karşı karşıya konulması doğru bir tutum değildir. Soykırımın tarihi bir gerçeklik olarak kabul edilmesi önemli bir adımdır. Fakat Kürtlerin sorumluluğu sözkonusu olduğunda, Kürtlerin kullanıldığının belirtilmesi, soykırımda Kürtlerin oynadığı rolün küçümsenmesine yol açar. Kürt işçi ve emekçilerinin, köylülerinin soykırımdaki sorumluluğunun kabul edilmesi ve bilince çıkarılması gerekir. Ermenilerden özür dilenmesi, diaspora Ermenilerinin başta Batı Ermenistan olmak üzere, soykırımdan önce yaşadıkları yerlere dönme ve yerleşme hakkı- güncel NURETTİN DEMİRTAŞ’IN ERMENİ SOYKIRIMINA YAKLAŞIMI HAKKINDA 21 güncel 22 nın savunulması gerekir. Ermeni katliamlarının yapıldığı her bölgede, o yörenin halkı katliamda yer almıştır. Bu tarihsel bir olgudur. Sorumluluk denince, tüm Kürt ulusunun ya da Kürt ulusunun her ferdinin soykırımda yer aldığı ve sorumlu olduğu düşüncesi sözkonusu değildir. Sözkonusu olan Kürt ulusunun soykırımda yer alan kesimidir. Soykırımın yapıldığı bölgelerde Kürtlerin büyük bölümü soykırıma katılmış, Osmanlı/ Türk devletinin barbarlığına ortak olmuştur. Kürtlerin Ermenilere yapılan soykırımda yer aldığı tarihsel bir gerçektir. Bu tarihsel gerçekleri bir kenera bırakarak Ermenilere yapılan soykırımda Kürtlerin kullanıldığını söylemek, Kürtlerin oynadığı rolü hafifletmekten başka bir işlev görmemektedir. Ermeni ulusuna karşı bu tarihi gerçekliği, en başında Kürt ulusundan demokratların, devrimcilerin ve de komünistlerin kabul etmesi ve kendilerinin tarihi sorumluluklarına uygun davranması, tarihi görevleridir, sorumluluğudur. Buna uygun davranmayanların inkarcı, şövenist ve milliyetçi konumda oldukları asla unutulmamalıdır. Devamla N. Demirtaş şöyle diyor: “Almanya gerçekten ne yapmak istiyor? Demokrasiyle alakaları olmayanların amaçları Türkiye’yi demokrasiye duyarlı hale getirmek olabilir mi? Yoksa Türk ve Ermeni milliyetçiliğini kızıştırma konsepti mi devrededir? Bunları hiç sorgulamadan Almanya’ya alkış tutmak aydın tavrı olamaz.” Öncelikle şunu açıklamamızda fayda var: Ermenilere yönelik soykırımında sorumluluğu bulunanların 101 yıl sonra soykırıma “soykırım” demeleri olumludur. Bu bağlamda, Alman Parlamentosu’nun aldığı kararı olumsuzlamak ya da kınamak bizim açımızdan söz konusu değildir. Almanya’ya alkış tutmakta bizim tavrımız olamaz. Alman Parlamentosu’nun aldığı kararın arkasında elbette emperyalist çıkar ve hesaplar vardır. Alman Parlamentosu’nun aldığı karar, Ermeni işçi ve köylülerinin çıkarlarını savunmak için alınan bir karar değildir. Alman Parlamentosu’nun 101 yıl sonra Ermeni soykırımına “soykırım” demesinin perde arkasında Alman emperyalizminin çıkarları yatmaktadır. N. Demirtaş, “Almanya ya da Ermeni devleti milliyetçilik üretmede diğer ulus-devletlerle aynı zihniyeti paylaşmaktadırlar” diyor. Ermenilere yönelik yapılan soykırımın esas sorumlusu Osmanlı/Türk devleti, İttihat ve Terakki iktidarıdır. Alman İmparatorluğu da soykırımda esas sorumlulardan biridir. Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı ile ittifakı ve yardımı olmasa idi soykırım yapıldığı biçimiyle gerçekleştirilemezdi! Bu anlamda N. Demirtaş, soykırımın mimarlarından biri ve Alman İmparatorluğu’nun devamı olan Alman devleti ile mağdur olan Ermenistan devletini aynı kefeye koymakta ve değerlendirmesini bu temel üzerinden yapmaktadır. N. Demirtaş, “KCK Eşbaşkanı Bese Hozat çok isabetli şekilde, milliyetçi-komplocu lobi faaliyetlerinin tehlikesine dikkat çektiğinde HDP içindeki aydınlardan bile negatif tepki geldiği akıllardadır” diyor! KCK eşbaşkanı Bese Hozat, Paris’te Sakine Cansız’ın katledilmesinin birinci yıldönümünde Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta şöyle demişti: “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel Harp Dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektir.” Bese Hozat’ın söylemlerini daha önce Abdullah Öcalan’da dile getirmişti. Öyle anlaşılıyor ki; N. Demirtaş da Bese Hozat’ın söylemlerini onaylamaktadır. Bir iddia ortaya atılıyor, ama bu iddia ispatlanmıyor, ispatlanamıyor. Paralel devlet yapılanmalarına Ermeni ve Rum lobileri ekleniyor. Güya bu paralel yapılanmaların zinciri NATO ve Gladio’ya kadar uzanıyor! Bu iddialar KK/T’de Ermeni nefretini artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ülkelerimizde kala kala 60 bin Ermeni kaldı. Ülkelerimizde azınlık konumunda bulunan ve müslüman olmayan azınlıkların düşman gösterilmesi ile Kürt sorunu çözülemez. Abdullah Öcalan/Bese Hozat ve N. Demirtaş’ın amlardan sömürgeci devlet sorumludur. Sömürgeci devlet, katliamları planlamış ve yaptırmıştır. Güya Ermeniler Hakkari’de birçok Kürt aileyi imha etmiştir! Buradaki ima bile çok tehlikelidir. Kuzey Kürdistan’da yaşanan katliamlarda “Ermeni milliyetçiliğinin” de payı olduğu, olabileceği anlamına gelecek böyle bir analizin olgularla hiçbir ilgisi yoktur. Türk komandoları veya PKK gerillası kılığına girerek yüzlerce cinayetin işlendiği kayıtlıdır denmektedir. Bu cinayetleri işleyen sömürgeci devletin ta kendisidir. Demirtaş, milliyetçi Ermenilerin Kürt düşmanlığından bahsetmektedir. Ancak bu düşmanlığı açıklayan somut bir veri sunmamaktadır. Elbette Ermeniler arasında Kürtlere sempati duymayan, hatta nefret eden milliyetçiler vardır. Kürtler arasında da Ermenilere sempati duymayan, nefret eden Kürtlerin sayısı az değildir. Ermeni örgütlerinin Kürtleri aşağılayan, eleştiren kamuoyuna açıkladıkları bir açıklamaları varsa bu eleştirilmelidir. Nurettin Demirtaş, Ermenistan sınırını kaçak yollardan geçerken yakalanan bazı Kürtlerin hapiste uğradıkları baskıları ve hakaretleri, Ermenilerin Kürt düşmanlığı yaptıklarının kanıtı olarak göstermektedir. Bu iddialar doğru olsa bile bunun Ermenilerdeki Kürt düşmanlığına kanıt olarak gösterilmesi yanlıştır. Sömürgeci devletin elindeki en etkili silahlardan biri Ermeni düşmanlığıdır. Ülkelerimizdeki işçi ve köylüler, 101 yıl önce Ermenilere yapılan soykırımın sorumluluğunda pay sahibidir. Ermeni düşmanlığı işçi ve emekçi yığınlar içinden sökülüp atılmadıkça, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de çeşitli milliyetlerden proletaryanın enternasyonalist temelde birliği sağlanamaz. Ermeni düşmanlığının sökülüp atılması ise pratik olarak Ermeni soykırımının lanetlenmesi ve diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a yerleşme haklarının tutarlı bir şekilde savunulması ile mümkündür. Ermeni ulusundan işçilerin ve köylülerin Kürt/ Türk ulusundan işçilere ve köylülere duyduğu güvensizlik, ancak Türk/Kürt işçi ve köylülerinin sömürgeci devletten değişik tavır takındıklarını göstermeleri temelinde ve ortak düşmana karşı ortak mücadele pratiği içinde ortadan kaldırılabilir. Bunun olmadığı yerde, Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni işçileri ve emekçileri arasında taban bulması ve proletaryanın bölünmüşlüğünün derinleşmesi kaçınılmazdır. 27.06.2016 güncel Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Özel Harp, JİTEM, NATO gibi güç odaklarıyla ilişkilendirmesi ciddi bir siyasi analiz sığlığına işaret ediyor. Kürt hareketinin, Anadolu’dan kökü kazınan halkların yaşadıklarına karşı ciddi bir hesaplaşma ve yüzleşme çabası içerisine girmek yerine, Ermeni ve Rum paranoyasına sarılması vahim bir durumdur. N. Demirtaş, Bese Hozat’tın “milliyetçi-komplocu lobi faaliyetlerinin tehlikesinden” söz eden açıklamasını kendisine rehber edinmiştir. Bugün T.C. devleti, Kuzey Kürdistan’da barbar savaş yürütmektedir. AKP hükümeti ülkelerimizde açık faşist terör uygulamaktadır. Demokratikleşmenin önündeki esas güç, sömürgeci devletin kendisidir. Bese Hozat, demokratikleşmenin önünde asıl engelin paralel yapılanmalar olduğunu belirtmektedir! Bu anlamda asıl hedef alınması gereken devlet aygıtı bir kenera konulmaktadır. N. Demirtaş, Ermenistan cezaevlerinde yaşandığını öne sürdüğü bazı vakaları anlatıyor. Anlattığı olaylar doğru da olabilir. Demirtaş’ın anlatımları Ermenistan cezaevlerinden çıkan mahkûmların söylemlerine dayanmaktadır. Okuyucuların olayların gelişiminden haberi yoktur. Varsayalım ki, Ermenistan yetkilileri yanlış yapmıştır. Basit bir sınır ihlalinden dolayı insanların dört yıl hapiste tutulmalarının anlaşılır bir yanı yoktur. Bugün Ermeni devleti eleştirilebilinir, eleştirilmelidir de. Her olay kendi özgülünde değerlendirilmelidir. Ermeni sınırını geçme sorununu, Ermeni soykırımı ile ilişkilendirmek ve bundan hareketle bir sonuca varmak doğru bir tutum değildir. N. Demirtaş, Ermeni milliyetçiliğini eleştiriyor! Ama kendisi de milliyetçi söylemlere başvurmaktan geri kalmıyor! N. Demirtaş, Ermenistan cezaevlerinden tahliye olan Kürt siyasi tutsakların anlatımlarına yer veriyor. Kürt tutsaklara, ”gözaltı, mahkeme ve cezaevi süreçlerinde Ermeni yetkililer” şöyle demiştir: “Hakkari taraflarında en küçük çocukları dahil birçok Kürt aileyi imha ettik, daha da öldürmeye devam edeceğiz. Ağrı, Van ve diğer yerleri elinizden alacağız!” Demirtaş devamla, “Boşuna bu sözü sarf etmedikleri son 30 yıl içinde yaşanan katliamlardan bellidir: Gerek PKK gerillası kılığına girerek, gerekse bizzat Türk komandoları adıyla yüzlerce cinayet işlendiği kayıtlıdır.” Demirtaş açıkça Ermeni düşmanlığı yapmaktadır. Bu açıklamalar iyi niyetle yapılmış açıklamalar değildir. 32 yıllık savaş süreci içerisinde, tüm katli- 23 güncel 24 TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER Sol sürekli ekonomik bir krizin varlığından sözediyor. Bu bağlamda, sabit fiyatlarla 2008 temel fiatlarına göre, o temel alındığında KK/T’de (Kuzey Kürdistan/Türkiye) son üç yılın büyüme rakamları şöyledir: 2012: %2,1, 2013: %4,2, 2014: %3, 2015: %4 büyüme gerçekleşti. Son dört yılın ortalama büyüme hızı %3,3 civarındadır. Bu büyüme hızı Türkiye’nin 2023’e kadar ilk on ekonomi arasına girme iddiası olan bir ülke için düşük bir hızdır. Bu büyüme, dünya ekonomisinin ortalama büyümesinin üzerindedir. Avrupa ülkelerinin büyümesinin çok üzerinde bir büyüme hızıdır. 2015 büyüme hızına bakıldığında, KK/T’de savaş vardı. Turizm sektörü ağır bir yara aldı. Buna rağmen KK/T’de %4’lük bir büyüme ekonomik bir krizin işareti değildir. Türkiye, 2009’da %-7 küçülme yaşadı. Ama bu ekonomik küçülmeyi takip eden yıllarda, ekonomik çöküşü aşan ve bugün kalkınma aşamasında olan bir ülke konumundadır. 2016’nın ilk çeyreğinin büyümesi, sabit fiyatlarla %4,8’dir. Bu olguların olduğu yerde Türkiye ekonomisi batıyor gibi söylemler, kendi isteğini gerçeğin yerine koymaktır. Kuşkusuz tek başına büyüme rakamları, halkın durumunun çok iyi olacağı anlamına gelmez. Türkiye’de açlıktan ölen hiç kimse yok. Defakto durum budur. Açlığında değişik kategorileri vardır. Bu değişik kategoriler ele alındığında Türkiye bir Afrika ülkesi değildir. Türkiye esasında gelişmekte olan bir ekonomiye sahip ve normal ekonomik devrevi krizleri yaşayan, şu anda ekonomik kriz devresinde kalkınma aşamasında olan bir ülkedir. Büyük ihtimalle 2017’nin 3-4 çeyreğinde ekonomik büyüme %5’i aşar duruma gelecektir. Ondan sonra yeniden bir gerileme başlayacaktır. Normal gelişme budur. Bu arada dünya çapında bir mali çöküş yaşanırsa, Türkiye’ye negatif yansır ama Türkiye’ye negatif yansıması, birçok ülkeye negatif yansımasından daha az zarar verici olur. Çünkü Türkiye’deki banka sistemi, sigorta sistemi yani mali alan, mali alanın kendi öz sermayesinin %10’nun daha fazlasıyla spekülasyon yapma imkanı vermiyor. Yasalar böyle. Bu yüzden mesela 2009 krizinde çöken banka olmadı. Türkiye’de sendikalar, açlık/yoksulluk sınırı araştırmaları yapıyor. Yapılan hesaplara göre; Türkiye nüfusunun yarısından fazlası açlık sınırında yaşıyor. Bu hesabın çıkış noktası şudur: Dört kişilik bir aile temel alınıyor. Dört kişilik ailede bir kişi çalışıyor! Çalışan kişi ise asgari ücretle çalışıyor. Ondan sonra deniliyor ki; Türkiye nüfusunun yarısından fazlası açlık sınırında yaşıyor! Böyle hesap yapılmaz. Bu hesap kendi kendini kandırma hesabıdır. Bugün Türkiye’de, iki çocuklu bir aile sadece asgari ücretle geçinmiyor. O asgari ücret çoğaltılıyor. Enflasyona göre açlık sınırı hesaplanıyor. Sonuç olarak ne kadar yoksul gösterilirse o kadar ekonominin kötü olduğunu göstermiş olacaklar! Gerçekten öyle bir durum olsa, insanlar isyan eder. Yaşama imkanı olmayan, ölümle karşı karşıya olan insanlar başkaldırır. Ama insanlar isyan etmiyor. Bu sadece şükretmek ile açıklanamaz! Türkiye’de dört kişilik ailede çalışanın sadece bir kişi olduğu aileler oldukça azınlıktadır. Türkiye’de dört kişilik ailede genelde iki kişi çalışır. Çocuklar eğer büyükse bir ailede üç kişi çalışır. Yan gelirler elde edilir. Bugün Türkiye’de çok gelişmiş bir devlet yardım sistemi var. Cemaatlerin yardım kurumları var. Belediyeler yardım ediyor. Bütün bunlar sendikaların yaptıkları yoksulluk araştırmalarında hiç görülmüyor. Hep anlatılan Türkiye’deki insanların ekonomik durumunun kötüleştiğidir. Defakto insanların ekonomik durumları hep kötüleşmiyor. Ekonomik kalkınma/büyüme verileri, toplumun tümünün birlikte büyüdüğü anlamına gelmiyor. Kapitalist toplum herkes için bir refah toplumu değildir. Kapitalist toplum, zenginlerin sürekli pastadan daha fazla pay aldıkları, büyümenin öncelikle zenginlere yaradığı bir toplumdur. Pastanın büyüme oranına göre halka da kırıntılar düşmektedir. Türkiye’de de olan budur. Ekonomik büyümenin halka yansıması, halkın durumunda çok göreceli, ufak tefek iyileşmeler şeklindedir. Türk burjuvazisi için durum gayet iyidir. Esasında Türkiye’de burjuvazinin beklentisinin üzerinde bir büyüme söz konusudur. TUSİAD’ın 2015 için büyüme beklentisi %3,6 idi. TUSİAD, 2015 yılının sonunda büyüme rakamını 3,8’e çekti. Mart 2016’nın sonunda 2015’in büyüme rakamları açıklandı. Sonuç Türkiye ekonomisi 2015’de %4 büyümüştür. Ekonomik durum gösterildiği gibi, ekonomik kriz içerisinde olan ve çok kötü, çöküyor durumunda güncel değildir. Kişiler baz alındığında, Türkiye’de şu anda üç milyonun üzerinde geri dönmeyecek kredi kartı borcu var. Üç milyonun üzerinde insan bu durumdadır. Bunun çözümü, kredi kartı veren bankaların kredi kartı borçlarını sıfırlamasıdır. Böyle yapılmasının sonuçları kötü olabilir. Onun için bankalar bunu yapmıyor. Esasında bu ekonomik olarak taşınabilir bir durumdur. Kredi kartı borçlarının geri dönmemesi ile herhangi bir banka batmaz. İsteseler sıfırlayabilirler. Sıfırladıkları zaman kredi kartı alanların bundan sonrada böyle davranması gayet normal olur. Çünkü nasıl olsa affedilecek beklentisi oluşur. Kredi kartlarını geri alacaklar. Borcu silmiyorlar ama çok uzun vadeye yayarak, küçük küçük miktarda geri ödemenin imkanlarını sağlıyorlar. Ama eskisi kadar enflasyonist kredi kartı verme siyasetinden yavaş yavaş geri çekiliyorlar. Yaptıkları şey budur. Türkiye’de taksitle satın alma olayı oldukça yaygındır. Tişört/pantolon bile taksitle satın alınabiliniyor. Bu sistem insanları tüketime teşvik etmeye yaramaktadır. Kimilerinin cebinde parası yok ama kredi kartları var. Gerçekten de Türkiye’de bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Evet insanlar borçlu. Ama bu durum insanları isyana teşvik edecek bir durumda değil. Türkiye’nin borcu, özel sermayenin dış borcu açısından soruna yaklaşıldığında, Türkiye’nin bir bütün olarak devlet/özel şirketlerin yurtdışına olan borçlarının, toplam borcun Türkiye’nin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’na oranı %40 civarındadır. Bu bağlamda Türkiye, en az borçlu ülkelerden biri konumundadır. Bu da esasında ekonominin sağlam olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar, esasında Türkiye’de halk neden ayaklanmıyorun ekonomik temelleridir. Solun ajitasyonuna bakıldığında, esasında Türkiye ölmüş bitmiştir! İnsanlar açlıktan ölüyor! Ekonomi yerlerde sürünüyor ama kimse ayaklanmıyor! Çizilen bu resim gerçekçi bir resim değildir. Burjuvazi açısından, sadece Türk burjuvazisi açısından değil, aynı zamanda yabancı yatırımcı açısından Türkiye, en kârlı ülkelerden biri konumundadır. Türkiye, en fazla sıcak paranın girdiği ülkelerden biridir. Yüksek faiz verilen ülkeye para akıyor. O faizle kendini çoğaltıyor. Türkiye’de şu anda, vadeli paranın faizi %7,5-8 civarındadır. Avrupa’da faiz nerde ise negatif faizdir. Para bankaya yatırıldığında, banka faiz vermiyor, hatta bankada para tutulduğu için para sahibinden para alınıyor. Negatif faiz bu demektir. Sıcak para, Türkiye’ye aktığı için döviz zorlukları da yoktur. Borç ödemede, Türkiye’nin andaki durumda herhangi bir zorluğu yoktur. Uzun vadede borç ödeme sıkıntısı görünmüyor. Ekonomik durum, halkın ekonomik nedenlerle neden ayaklanmadığını gösteren bir durumdur. Ağustos 2016 25 güncel 26 İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİN DURUMU 2013’te greve çıkan işçi sayısı 16 bindir. Kaybolan işgünü sayısı 307 bindir. 2014’de 6850 işçi greve çıkmış, ama kaybolan gün sayısı 364 bin 411’dir. 2014’de daha uzun grevler oldu. 2015 yılında, kamu sektöründe üç ve özel sektörde 24 olmak üzere toplam 27 grev yapıldı. Greve katılan işçi sayısı toplam 7490’dır. Toplam 27 grevde 7490 işçi greve katılmıştır. Toplam grevlerde kaybolan işgünü sayısı 128 bin 881’dir. Kaybolan işgünü sayısı ile bakıldığında, gerileyen işçi grevleri söz konusudur. Giderek gerileyen bir işçi hareketi var. 2015’de metal işçilerinin grevine ‘metal fırtına’ dendi. ‘Metal fırtına’ya rağmen kaybolan işgünü sayısı 128 bin 881’dir. 2015’deki işçi hareketlerini daha detaylı araştırmasını yapan, Emek Çalışmaları Topluluğu adlı bir kurum var. Bu kurumun 2015 yılı değerlendirmesi şöyledir: “2015 yılında basına yansıyan 1.116 işçi sınıfı eylemi tespit edilmiştir. Bir başka deyişle 2015 yılında günde ortalama 3,1 basına yansıyan işçi sınıfı eylemi gerçekleşmiştir. Bunlardan 31’i dayanışma eylemi, 95’i ise genel eylem niteliğindedir. Kalan 990 eylemin bazıları aynı işyerinde aynı sorun ya da talepler etrafında gerçekleştirilmiştir. Bu türden eylemleri birleştirdiğimiz takdirde 628 adet “işyeri temelli eylem” olarak adlandırdığımız kimi birkaç saat, kimiyse aylar süren eylemler ile karşılaşmaktayız. “Bu rapor asıl olarak 628 işyeri temelli eylem üzerinedir. En çok işyeri temelli eylemin gerçekleştiği ay, 127 eylemle Ocak ayıdır. Metal Fırtına’nın zirve yaptığı Mayıs ayı 117 sayısıyla ikinci sırada gelir. Eylemlerin sayısı, seçimlerin ve yükselen çatışmanın ülke gündemine damgasını vurduğu yılın ikinci yarısında keskin bir şekilde düşmüş ve Temmuz sonrasında 50 bandının altında seyretmiştir. 628 işyeri temelli eylemin, % 45’ini özel sektöre çalışan kadrolu işçiler, % 17’sini kamu taşeronu işçiler, % 17’sini memurlar, % 14’ünü ise özel sektör taşeronu işçiler gerçekleştirmiştir. % 43’ünde işverene yönelik basın açıklaması, % 24’ünde fiili grev, % 19’unda kamuoyuna yönelik basın açıklaması, % 16’sında ise işyeri önünde kalıcı direniş gerçekleştirilmiştir. % 31’inde işten atma, % 21’inde işteyken ücret gaspı, % 19’unda toplu iş sözleşmesi, % 15’inde sendikalaşma, % 13’ünde düşük ücret, % 10’unda ise sendikaya tepki eylem nedenleri arasında yer almıştır. % 58’i birgün veya daha az bir süre içerisinde gerçekleşmişken, % 5’i dört aydan uzun süre sürmüştür. Tüm işyeri temelli eylemlerin ortalama süresi 20 gündür. % 28’inde en az bir (resmi ya da fiili) grev gerçekleşmiştir. Grevlerin ortalama süresi 9 gündür. Resmi grevlerde ortalama süre güncel 30 güne çıkarken, fiili grevlerde bu süre 3 gündür. Özel kadrolu işçilerin yaptıkları eylemlerin % 44’ünde üretimi durdurma ya da yavaşlatmaya yönelik bir eylem yapılmışken, aynı oran kamu işçilerinde % 16’ya düşmektedir. Kamu taşeronu işçilerin eylemlerinin % 46’sında işçiler var olan haklarını geliştirmeyi % 54’ünde ise var olan haklarını savunmayı hedefemişlerdir. Bu oranlar özel sektör taşeronu işçilerde sırasıyla % 12 ve % 88’dir.” Bu bağıntıda burada yapılan tespitler önemlidir. 24 Temmuz 2015’de, Kuzey Kürdistan’da savaş başladı. Bu savaş hâlâ devam ediyor. Savaşın işçi hareketi bağlamında oynadığı rol, işçi hareketi savaşı desteklemeyi, desteklememeyi bir kenera bıraktığı gibi, kendi mücadelesini de bir kenera bırakmıştır. Bu raporda açık/detaylı dökümler var. Sonuç ne? Egemen sınıflar için hiçbir tehlike arzetmeyen bir işçi sınıfı hareketi var. 2015’in ikinci yarısında, savaşın başlaması ile sınıfın eylemleri düşüşe geçmiştir. 2015 yılının işçi sınıfı hareketi açısından en önemlisi budur. Savaşa karşı barış politikasının, esasında KK/T’de sınıf mücadelesinin geliştirilmesi için evet bu savaşın durması gerekir. Bir bütün olarak ele alındığında, yapılan eylemler savunma eylemleridir. Hak kaybına karşı mücadele eylemleridir. Ve bunlarda, esasında işçi sınıfının tümünü ele aldığında gayet küçük bir kesimin katıldığı ve sistemi hiçbir şekilde sorgulamayan eylemlerdir. Şu ya da bu işverene yönelik eylemlerdir. Genel demokratik hareketin durumuna bakıldığında, işçi hareketinin durumuna benziyor. Esasında genel demokratik hareket yerlerde sürünüyor. Genel demokratik hareketin gelişmesi için çok önemli bir neden var. Kuzey Kürdistan’da savaş var. Savaşa karşı büyük bir potansiyel var. Savaşa karşı potansiyel olmasına rağmen hareket yok. Hareket, örgütlü devrimcilerin hareketidir. Defakto, kitlenin devrimcilerin örgütlü hareketine katılma durumu yok. Ge- nel demokratik hareketin gelişmesi için yeter sebep olduğu halde, hareket yok. Gerçek anlamda kitlesel demokratik hareket yok. Sonuçta yapılan eylemler, örgütlü devrimcilerin yaptığı eylemlerdir. İşçi sınıfı içinde yoğunlaşmadan ve işçi sınıfının öncüsünü komünist saflarda birleştirmeden, sınıfın öncüllüğü hayaldir. Sosyalist hareketin, işçi sınıfı hareketi ile birleştirilmesi can alıcı bir görevdir. Özgürlük ve demokrasi, ekonomik hakların elde edilmesinin önşartıdır. Bunun için esas mücadele devrim mücadelesi olmak zorundadır. İşçi sınıfı, kendi rolünü oynayabilmesi için kendi öncü örgütüne ihtiyacı vardır. İşçi sınıfı, kendi öncü örgütünü yarattığı ölçüde, onun önderliğinde birleştiği ölçüde, işçi sınıfı hareketi burjuvazinin kontrolü dışına ve onun çizdiği sınırlar dışına çıkar. Uyuyan devi uyandırmak, sosyalizmi işçi sınıfı içerisine taşımak sosyalistlerin/ komünistlerin görevidir. Ağustos 2016 27 yeni kadın dünyası 28 TACİZ, TECAVÜZ, HER TÜRDEN CİNSEL ŞİDDET... ÇÖZÜM ERKEK EGEMENLİĞİNE KARŞI MÜCADELEDE! Kamuoyunda “hadım yasası” olarak tartışılan “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlarda Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında Yönetmelik” 26 Temmuz 2016’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. İktidar partisi bizzat kendi yandaşlarınca “hadım yasası” olarak adlandırılan bu yasayla sözümona kadınlara ve çocuklara yönelik cinsel şiddeti/ tecavüzü önlemeyi planlıyor!!! Kamuoyundaki tartışmalarda aynı “asmayalım da besleyelim mi?” bayağılıyla dillendirilen idam cezası talebinde olduğu gibi, bu konuda da “asalım, keselim, hadım edelim!” türünden bir linç mantığı gündeme gelmektedir. İşin tuhaf tarafı, bu tartışmaların birçoğunda söz alanlar yönetmeliği savunma adına, erkek şovenisti tavırlar ve sözel şiddet sergilemektedirler. Artık kim kimi yargılayacaksa!!! Ama tabii ki, bu erkekler (ve bazı durumda kadınlar da buna dahil) sorunun bizzat parçası olduklarının farkında değiller!!! En baştan şunu tespit edelim: Kadınlara ve çocuklara yönelik tecavüz ve cinsel şiddet ‘tedavi’ yoluyla iyileşebilecek bir “hastalık”, münferit sayılabilecek “bireysel sapkınlık” değil, toplumsal bir kötülüktür. Bazı ülkelerde de bu tür “kimyasal tedavi“ programlarına katılan hükümlülerin koşullu olarak salıverilmeleri sözkonusudur. Bu yöntemin ne kadar etkili olduğuna dair şimdiye kadar yürütülen araştırmalarda bütün veriler kimyasal tedavi yöntemlerinin uygulanmasının cinsel suçların tekrarlanmasını engellemede diğer “tedavi yöntemleri”nden daha etkili olmadığını göstermektedir. Diğer tedavi yöntemleri nedir? Psiko-sosyal tedavi programları vb. Bütün bu programların cinsel suçların azalmasını etkileyebilecek tarzda bir etkisi, caydırıcılığı yoktur. Aksi olsaydı zaten şaşardık, çünkü en baştan koyduğumuz gibi cinsel suçların kaynağı bireylerin “sapkınlığı”, “psiko-somatik” rahatsızlığı vb. değildir ve ancak istisnai durumlarda cinsel dürtünün “kontrol edilemez”liği sözkonusudur. Kimyasal “tedavi”yle, en fazlasından organik olarak cinselliği bastırabilirsiniz, ancak zihniyeti değiştiremezsiniz. Cinsel “iktidarsızlık” erkeğin cinsel şiddete başvurmasının önünde engel de değildir. Sadece gözaltında-işkencede değil, erkeklerin toplu tecavüz saldırganlıklarından tutun, evlilik içinde kimin “erk” sahibi olduğunu göstermek amacıyla cop, şişe vb. ile gerçekleştirilen tecavüzler bunun kanıtıdır. Cinsel saldırının kaynağında toplumsal egemenlik ilişkisi, erkeğin «güç ve şiddet” yoluyla kadınlar ve çocuklar üzerindeki iktidarını kullanmasıdır. Bu egemenlik ilişkisinde kadınlar ve çocuklar ve hatta hiyerarşi merdiveninin daha alt kademesindeki erkekler egemen erkeklerin malıdır, onları istedikleri gibi kullanma hakkına sahiptirler. Zihniyet bu olduğu için, cinsel şiddet suçuyla yargılanan erkeklerin he- Yönetmelik işe yaramaz, sorun zihniyette… Yönetmelik ne diyor? Kamuoyunda yürütülen tartışmaların seviyesizliklerini değerlendirebilmek amacıyla da şimdi resmileşmiş olan “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlarda Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında Yönetmelik”in içeriğinin ne olduğunu irdelemekte fayda var. Yönetmeliğin amacının ne olduğu ilk maddede şöyle açıklanıyor: “Amaç MADDE 1 – (1) Bu Yönetmeliğin amacı, 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 102 nci maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan cinsel saldırı, 103 üncü maddesinde tanımlanan çocukların cinsel istismarı ve 104 üncü maddesinin ikinci ve üçüncü fıkrasında tanımlanan reşit olmayanla cinsel ilişki suçlarından hapis cezasına mahkûm olanların, cezalarının infazı sırasında ve koşullu salıverildikleri takdirde denetim süresi içinde tâbi olacakları yükümlülüklerin, tıbbi tedavilerin ve iyileştirme programlarının belirlenmesi ile bunların uygulanmasına ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.” (http://www.resmigazete. gov.tr/eskiler/2016/07/20160726-1.htm) Yönetmeliğin bu ilk maddesindeki açıklamadan anlaşılıyor ki, hükümetin derdi cinsel suçlardan hüküm giyenlerin bir bölümünü hapishanelerden “koşullu salıvermek”tir. Bu “koşullu salıvermek”in nasıl olacağı konusunda söylenen ise, buna yargı kararıyla yükümlülükler getirileceği ve bu yükümlülüklerin şunlar olabileceğidir: “MADDE 6 – (1) Cinsel suçlardan hüküm alanlar hakkında, cezanın infazı sırasında veya koşullu salıverildikleri takdirde denetim süresi içerisinde, ikinci fıkrada belirtilen tedavi veya yükümlülüklerden bir veya birkaçına karar verilmesi için Cumhuriyet başsavcılığı tarafından derhal infaz hâkimliğine başvuruda bulunulur. yeni kadın dünyası men hepsi kendilerini “suçsuz” saymakta, en kötü durumda da “tahrik” bahanesine sığınmaktadırlar. Bu toplumsal şartlanmada esasen kadınların varlığı dahi “tahrik” olarak algılanabilmektedir. (2) Birinci fıkrada bahsedilen yükümlülükler şunlardır: a) Tıbbi tedaviye tabi tutulmak, b) Tedavi amaçlı programlara katılmak, c) Suçun mağdurunun oturduğu ve çalıştığı yerleşim bölgesinde ikamet etmekten yasaklanmak, ç) Mağdurun bulunduğu yerlere yaklaşmaktan yasaklanmak, d) Çocuklarla bir arada olmayı gerektiren bir ortamda çalışmaktan yasaklanmak, e) Çocuklar hakkında bakım ve gözetim yükümlülüğünü gerektiren faaliyet icra etmekten yasaklanmak.” (http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160726-1.htm) Yönetmeliğin devamında, hakkında tıbbi tedavi yükümlülüğüne karar verilen ve koşullu salıverilen hükümlülerin yükümlülüklere uymadıklarında verilecek disiplin cezaları vb. detaylandırılmaktadır. Yönetmelik esasen Avrupa’da birçok ülkede gündemde olan ”koşullu salıverme“ uygulamalarına denk düşen türdendir. Ne kadar ince düşünülmüş ve detaylandırılmış olursa olsun farketmez. Esas mesele kimler tarafından ve nasıl uygulanacağıdır. Toplum ne kadar -burjuva anlamda bile- ”demokrasi“den uzak, erkek-egemen ise, yargı da o kadar cinsiyetçi olmakta ve uygulanması da buna denk düşmektedir. Kaldı ki, bu tür ”tedavi programları“ ne Avrupa’da ne de dünyanın başka bir yerinde cinsel suçlarda düşme gibi bir sonuç vermemiştir, veremez de! Yargısıyla, mahkemesiyle, adli tıbbı, polisi ve gardiyanıyla tümüyle erkek egemen olan T.C. kurum ve kurumlarından cinsel suçlarla mücadele kapsamında ”olumlu“ bir mücadele tarzı ve sonucu 29 yeni kadın dünyası 30 beklemek olmayacak bir iştir. Bu ülkede, kadınlara yönelik şiddet ve cinsel şiddet ezici çoğunlukla bırakın yargıya yansımayı, şikayet dahi edilememektedir. Bunun nedeni de gayet açıktır: Kadınların şikayetlerinin ciddiye alınacağı ve suçluların cezalandırılacağı konusunda ne yargıya ne de herhangi bir kuruma güveni yoktur. Şikayet ve adliyeye yansıyan birçok ağır vakada bile taciz ve tecavüzle suçlanan erkekler, tahrik indiriminden vb. faydalanarak hüküm giymekten sıyrılmakta, kadınların hayatı kararırken bunlar kısa zamanda ellerini kollarını sallayarak dışarda gezmekte, eski hayatlarına devam etmektedirler. Durum bu iken, şimdi bu yönetmelikle amaçlanan hasbel kader hüküm giymiş cinsel saldırı suçlularının da ”koşullu salıverme“den faydalanıp soluğu dışarda bulması olacaktır. ”Erkeklik“in, ”cinsel iktidar“ın son derece önemli olduğu toplumlarda hükümlü erkeklerin kendi istekleri ile kimyasal yoldan ”cinsel dürtünün azaltılması“ programına katılmaları da esasen olmayacak iştir. Sözkonusu hükümlüleri bu programlara katılmaya ikna edecek tek dürtü, hapishane yerine dışardaki hayatlarına devamdır. AKP hükümetinin cinsel suçlarla mücadelede çok etkili bir ”yöntem“, ”kökten çözüm“ ”hadım!“ diye parlattığı ”yönetmelik“in aslı astarı budur. Bu kimyasal tedaviyle kimsenin hadım edileceği falan da yoktur. Kimyasal tedavinin etkisi olsa olsa, geçici bir süre için –programa katılıp ilacı düzenli olarak aldıkları süre için– cinsel dürtünün azaltılması şeklindedir. Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel şiddete karşı mücadelede etkin olma bağlamında bu yönetmelik işe yaramazdır! Kadınların ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır ve kadın hareketinin taleplerinin yanından teğet dahi geçmemektedir. Devletin ve işbaşındaki hükümetin görevi kadınların can ve beden güvenliğini garanti altına almak, kadınları ve çocukları koruma tedbirleri alırken, onlara yönelik her türden şiddet ve cinsel saldırılara karşı lafta değil, gerçekten mücadele etmektir. Atılması gereken adımların neler olduğu çoktan yazılı olarak mevcuttur. T.C. devleti ve onu temsilen AKP hükümeti taahhütlerini “İstanbul Sözleşmesi“ne imza atarak da tescillemiştir. Yapılması gereken bunun uygulanmasıdır. Son olarak şunu bir kere daha vurgulamakta fayda var: Kadınlara yönelik saldırıların kaynağında toplumsal eşitsizlik durmaktadır. Kadınların ekonomik, hukuksal ve sosyal eşitsizliğini bertaraf etmeden, erkek-egemenliğini bertaraf etmeden taciz ve tecavüzden, cinsel saldırılardan kurtuluş mümkün değildir. Bunun yolu ise kadınların örgütlenerek güçlenmesi, özgürlükleri için mücadeleyi kendi ellerine almalarıdır. Erkek hükümetlerden, erkek devletten, erkek kurumlardan bekleyecek bir şeyimiz yok! Ağustos 2016 Yeni bir dünya yaratmak için yola koyulanlar, burjuva iktidarı şiddete dayalı devrimle ele geçirilmesini öngörmektedir. Devrimin öznesi işçi sınıfı ve onun önderliğindeki emekçi, ezilen halk yığınlarıdır. Komünistler amaca varmak için, devrimi halk adına, halka rağmen gerçekleştiremez. Komünistlerin görevi, devrimin öncüsü işçi sınıfını, sınıf hareketi ile komunizmi birleştirmek, işçi sınıfının sınıf olarak tarihi misyonunu yerine getirebilmesi için, onun öncülerini kendi içinde örgütlemektir. Bu amaca varmak için değişik mücadele ve eylem biçimleri vardır. Bombalar vucutlara bağlanarak feda eylemleri gerçekleştiriliyor. Bu bağlamda, değinmek istediğimiz DAİŞ’in yaptığı terör eylemleri değildir. DAİŞ, ilkel, terörist ve ortaçağ karanlığını temsil eden faşist bir örgüttür. Kürt Ulusal Hareketi ve DHKP/C gibi örgütler feda eylemleri gerçekleştirmektedir. Diğer devrimci sol örgütlerde, bireysel terör eylemlerini yapmaktadır. 07 Haziran 2016 sabahı saat 08.40’ta İstanbul Beyazıt’ta Çevik Kuvvet’e dönük bir saldırı yapıldı. Bu saldırı eylemini TAK üzerlendi. TAK adına yapılan açıklamada şunlar söylendi: “Fedai tarzda gerçekleşen bu eylem başta Nusaybin ve Şırnak olmak üzere TC’nin tüm vahşi saldırılarına karşı gerçekleşmiştir. Yönelimler sürdükçe eylemlerimiz de daha da artarak devam edecektir. Çok sayıda çevik kuvvet elemanın ölümüyle sonuçlanan bu eylemde sömürgeci T.C. kayıplarını gizlemeye çalışmaktadır. Yaşanan sivil kayıplardan ise Kürt halkına vahşi bir savaşı dayatan faşist AKP sorumludur. Türk Halkı sessiz kalarak onayladığı bu savaşın mağduru olmaya mahkumdur. Türkiye’de bulunan ve gelmek isteyen yabancı turistleri de tekrar uyarıyoruz! Yabancılar bizim hedefimiz değildir ancak Türkiye onlar için güvenilir bir ülke olmaktan çıkmıştır. Birileri Barışı Özlemiş Olabilir. Fakat Biz Savaşa Henüz Yeni Başladık!” TAK’ın yaklaşımı budur. Savaşa yeni başladıklarını açıklıyorlar! TAK’ın savaşı ne? TAK’ın savaşı, şehirlerde fedai/intikam eylemleri ile polislere saldırmaktır! Savaş budur! Ama polislere saldırdıklarında, şehir içinde polis dışındakileri hedeflememeleri güncel FEDA EYLEMLERİ ÜZERİNE! mümkün değildir. Şehir içinde bombalar patlatıldığında, oralarda tesadüfen olan her insan bu saldırıların hedefidir. Şehirlerde yapılan terör eylemleri kör terör eylemleridir. Eğer doğrudan doğruya bu eylemler suikast eylemleri değilse, sivil insanlarında hedef olacağı çok açıktır. Suikast eylemlerinde bile çıkabilecek çatışmalarda sivillerin vurulma ihtimali vardır. Ama bombalı bir eylemde sadece polislerin hedeflenmesi hikayedir. TAK yaptığı eylemde, sivillerin yaşamını yitirmesinin gerekçesini de açıklıyor! Savaşın sürmesinden AKP sorumludur ama Türk halkı da buna dur demediği için onlarda savaşın mağduru olacaktır! TAK, Türk halkı AKP’nin savaşını onayladığı için savaşın mağdurudur, diyor. Bu şekilde bir savunu vahimdir. PKK’nin buna sahip çıkması vahimdir. Ve devrimcilerin kendilerini bu savunudan net olarak ayırmaması da vahim bir durumdur. Büyük şehirlerde yapılan eylemlere tavır takındık, takınıyoruz. Bu eylemlerin terörist eylemler olduğunu söylüyoruz. Bizim dışımızda bu konuda tavır takınan, açıklama yapan devrimci grup yok. Neden? Çünkü, eylem polise yönelmiştir. Kimi devrimci sol gruplarda polise yönelen eylemler yapmaktadır. Bugünkü ortamda işçi sınıfı/halkın mücadelesi hiçbir şekilde, silahlı eylemi dayatmadığı şartlarda, devrimcilik adına yapılan silahlı eylemler esasında işe yaramayan, işçi sınıfı mücadelesini ilerletmeyen eylemlerdir. Bu eylemler yanlıştır. Bu eylemler, ama- 31 güncel 32 ca hizmet etmediği için yanlış eylemlerdir. Bugünkü dönemde, somut olarak Türkiye’de silahlı mücadele, mücadelenin esas biçimidir deyip öncü savaşı verenler, gerçekte işçi sınıfı ve emekçilerin bilincini, örgütlenmesini ilerletmiyor. İşçileri/emekçileri devrime yakınlaştırmıyor. Tam tersine uzaklaştırıyor. “Proletaryanın öncüsü düşünsel olarak kazanılmıştır. Esas olan budur. Bu olmadan zafere ilk adım bile atılamaz. Fakat buradan zafere kadar oldukça uzun bir yol var. Sadece öncüyle zafer kazanılamaz. Bütün sınıf, geniş kitleler öncüyü ya doğrudan desteklemediği ya da ona karşı en azından hayırhah bir tarafsızlık ve öncünün düşmanlarını destekleme konusunda mutlak bir yeteneksizlik göstermediği sürece öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek sadece aptallık değil, cinayettir.” (“Seçme Eserler”, Lenin, s. 152, İnter Yayınları, Haziran 1997 İstanbul) İşçi sınıfından kopuk, halk adına “öncü” savaşı verme sorunu, sadece günümüze özgü bir durum değildir. Rusya’da Narodnikler, Sosyal Devrimciler, suikastlerle, bireysel terör eylemleri ile sonuç alacaklarını düşünüyorlardı! Lenin, bu partilerin bireysel terörünü amaca uymadığı için reddediyordu. Mücadele biçimlerine yaklaşım, sınıf mücadelesine yaklaşımın doğrudan ürünü ve devamıdır. Lenin, yığınların esas alınmasına vurgu yapar. Soruna, yığınların mücadelesinin biçimleri sorunu olarak yaklaşır. Marksizm-Leninizm, tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmaz, bu noktada ilkel sosyalizm biçimlerinden ayrılır. Marksizm Leninizm, kesin olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez, yalnızca, yaşanılan koşullarda varolan, o an için olanaklı mücadele biçimleri ve onların kabulüyle kendisini sınırlamaz; en değişik mücadele biçimlerini ilke olarak kabul eder. Değişik mücadele biçimlerinin ortaya çıkışı, hareketin gelişimine, yığınların sınıf bilincinin artışına, iktisadi ve siyasal bunalımlara ve derinliğine bağlıdır. Mücadele biçimlerinin ayırt edici özelliği, tarihsel oluşlarıdır. Kitlelerin mücadelesinin nesnel ve öznel toplumsal koşullarının farklılaşmasına bağlı olarak farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır. Hedefi yönelimi belirsiz eylemleri kökten reddediyoruz. Biz devrimci terörden yanayız. Devrimci terör aynı zamanda devrimci şiddettir. Devrimci şiddetin kullanılması, karşı devrimde korku yaratır. Terör denen eylem, korku, dehşet yaratma yoluyla amaca ulaşmaktır. Terörizm budur. Şiddetin kullanılması, o şiddetin hedefi olan kitlede belli bir korku yaratır, dehşet yaratır. Devrimci şiddet eylemi evet terör eylemidir. Doğru eylem çizgisi, sınıfın, emekçilerin bilincini ve örgütlenmesini arttıracak, onu devrime bir adım daha yaklaştıracak ve egemen sisteme zarar verecek eylemlerdir. Doğru eylem çizgisi budur. Bütün eylemler bu temelde sorgulanmalıdır. TAK ve diğer devrimci solun yaptığı eylemlerin amaca hizmet edip etmediğini sorguluyoruz. Marksist-Leninist temel yaklaşım, hiçbir eylem biçimini ne ilke haline getirir ne de ilke olarak red eder. Mücadele biçimlerini belirleyen hareketin yükselmesi ve alçalmasıdır. Buna bağlı olarak, belli dönemlerde militan ve silahlı eylemler öne çıkabilir. Ama silahlı eylemler, halk adına yapılan silahlı eylemler değildir. Halkın hareketi içinden çıkan silahlı eylemlerdir. O zaman komünistler en önde gider. Feda eylemi diyorlar. Devrim için kendilerini feda ediyorlar! Araba ile birlikte kişi kendisini havaya uçuruyor. Ne oluyor sonra? O kişi esasında devrime hizmet etmeyen bir eylemde kendini feda ediyor. Neden feda ediyor? Şehit oluyor! Şehitlik! Çünkü devrimcinin varacağı en yüksek mertebe şehitlik! Bu yaklaşım tam dinci bir yaklaşımdır. Bu açıkça yazılıp çiziliyor. Yoldaşımız şehitlik mertebesine ulaştı, deniliyor! Bu bir devrimci için en büyük onurdur, deniliyor! Bir devrimci için, bir komünist için şehitlik diye bir makam yoktur. Yaşam sona erince herşey bitiyor. Devrimciler intikamcı değildir. Bizim derdimiz intikam almak değildir. İntikamcılık, feodal bir anlayışın devrimci saflara taşınmasıdır. Devrimciler intikam almak için devrim yapmıyor. Devrimciler, dünyayı değiştirmek için devrim yapar. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bugün halk hareketinin seviyesi ayaklanma çağrıları yapacak, silahlı ayaklanma çağrıları yapacak bir seviyede değildir. Halkın mücadelesi bugün devrimcilerin silaha sarılmasına çağrı yapan seviyede bir halk hareketi değildir. Bu dönemde yapılan silahlı ayaklanma çağrıları, esas mücadele biçimi silahlı mücadele biçimidir vs. tespitleri ve bu yönde yapılan çağrılar, eylemler, işçi sınıfından, halktan kopuk öncü eylemleridir. Bu eylemler bizi ilerletmez. Bugünkü ortamda, bu eylemlerin önemli bir bölümü egemen sınıflar içindeki iktidar mücadelesinde, onun gerisinde de emperyalistlerin iktidar mücadelesinde, bir yanın veya diğer yanın araçsallaştırabileceği ve araçsallaştırdığı eylemlerdir. 29.07.2016 Ekonomik Gelişmeler Dünya ekonomisi andaki durumda yükseliş dönemini yaşıyor. Bu tespitleri yapmamızın nedeni şudur: 2015’de, bütün dünya çapında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla %3 büyüme gösterdi. 2016 yılında da bu civarda bir büyüme beklenmektedir. 2017 yılında ise dünya ekonomisinin %3,5 büyüyeceği varsayılmaktadır. Bu büyümede önemli olan temen şey şudur: En gelişmiş ülkelerdeki büyüme hızı, Çin/Hindistan gibi gelişmekte olan ekonomiler ile karşılaştırıldığında düşüktür. Gelişmiş ekonomilerin 2015’deki büyüme hızı %2 civarındadır. Çin’in %6,9, Hindistan %7,3, bir bütün olarak Asya eşik ülkelerinde büyüme hızı %4,6’dır. Yani büyümenin motoru, gelişmekte olan ülkeler dedikleri ülkelerdeki yüksek büyüme hızıdır. Çin’de son 35 yıllık %10 ortalama büyüme hızından geriye doğru bir gidiş var. Fakat bu geriye gidiş, en geride %6’ya kadar gerileyecek bir gerilemedir. Yine de Çin/Hindistan gibi ülkelerin büyümeleri, büyüme hızları gelişmiş ekonomilere göre daha yüksektir. Fakat gelişmiş ekonomilerin %2’si, sonuç olarak geliş- mekte olan ekonomilerin bütün dünya ekonomisine katkısı gözönüne alındığında onların katkısı daha düşüktür. Çünkü gelişmekte olan ekonomiler, Çin/ Hindistan gibi ekonomileri dışta tutarsanız, dünya brüt ekonomisine katkısı düşük olan ülkelerdir. Mesela Türkiye’nin 2015’deki büyüme hızı %4 civarındadır. Ama Türkiye’nin bütün dünya ekonomisine katkısı %1’dir. Gelişmiş ekonomiler dediğimiz ekonomilerin tümünün dünya ekonomisine katkısı %44,5’tur. O gelişmiş ekonomiler dediğimiz ekonomiler, emperyalist büyük güçlerin ekonomileridir. Emperyalist büyük güçlerin dışında, Kanada, Avusturya, İsviçre vb emperyalist ülkelerdir. Dünya ekonomisine bunların katkısı, bunlar dışındaki 160 ülkenin hemen hemen tümünün katkısına eşittir. Hâlâ gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri, gelişmiş ekonomilere göre daha hızlı büyümesi söz konusudur. Amerikan ekonomisi 2014’ten bu yana büyüme hızını artıran bir ekonomi konumundadır. 2015’de, Amerikan ekonomisi %2,4 oranında büyüdü. Gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin büyümesinin %2 güncel ULUSLARARASI DURUM VE GELİŞMELER 33 güncel 34 olmasında, Amerikan ekonomisinin %2’nin üzerinde olması çok önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisindeki ağırlığı, yani bütün dünya ekonomisine katkısı hâlâ %20’nin üzerindedir. Dünyada ki ürünlerin beşte biri, hatta beşte birden biraz daha fazlası Amerika tarafından üretilmektedir. Bu yüzden Amerika’nın %2,4’lük büyümesi, dünya ekonomisinin beşte birinin %2,4 artması demektir. Amerikan ekonomisi, bütün gelişmiş ekonomiler ortalamasının üzerinde bir büyümeye sahiptir. Avrupa Birliği içerisinde Alman ekonomisinin ağırlığı %20,9’dur. Bütün Avrupa Birliği ekonomisinin beşte birini Alman ekonomisi karşılamaktadır. Fransa’nın AB ekonomisi içerisindeki payı %15,3’tür. Fransa, Almanya’dan geride gelmektedir. Ama Fransa’nın katkısı ufak tefek bir katki değildir. Fransa ile Almanya arasında %5 fark vardır. Avrupa’daki devletler içinde, ekonomik büyüklük açısından birinci sırada Almanya gelmektedir. Almanya’yı %16,1 ile İngiltere izlemektedir. İngiltere’nin arkasından %15,3 ile Fransa yer almaktadır. Fransa’nın ardından %11,6 ile İtalya gelmektedir. İtalya’dan sonra %5,5 ile İspanya, %4,7 ile Hollanda, %3,1 ile İsveç, %2,9 ile Polanya, %1,9 ile Danimarka yer almaktadır. Ondan sonra gelen ülkeler sıfırlarda dolanmaktadır. Önce bunun bilinmesi gerekir. Gelişme/büyüme hızları bakımından 2015’de Alman ekonomisi %1.5 büyüdü. Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında %3 büyürken, Alman ekonomisi %1,5 büyüdü. Avrupa’daki büyüme hızları, dünyada ki büyüme hızı ile karşılaştırıldığında, dünya ekonomisinin büyümesini de geriye çeken bir durumdur. Fransa’nın 2015’deki büyüme hızı %1,1’dir. Ama şunun da bilinmesi gerekir. Bütün bu devletlerin 2009’daki büyüme hızları eksi idi. 2009’da büyüme değil küçülme sözkonusu idi. Ordan çıkıp buraya geldiler. 2016/2017 için Almanya’da beklenen bu büyümenin sürmesidir. Bu ekonominin yükselme trendi içinde olduğunu gösteriyor. Gelişmiş ekonomileri %2 barajına geri çeken durum, Avrupa ekonomisinin gelişmesinin çok hızlı olmamasının sonucudur. Avrupa’yı bir bütün olarak ele aldığımızda ekonomik büyüme 2015’de %1,8’dir. Avro bölgesinin ekonomik büyümesi ise %1,5’tur. Yani Amerikan ekonomisine göre AB %0,9 geriden gelmektedir. Ve bu gelişmiş ekonomilerin büyüme hızını düşürmektedir. Ama %2’de, 2008’de sıfırın altına düşen bir büyüme hızı ile karşılaştırıldığında evet canlanma ve hatta kalkınma anlamına geliyor. Ekonomik veriler böyle olduğu halde, bütün sol ekonomik krizin varlığından söz ediyor! Kriz ne anlamda var? Şu anlamda var: Bu büyümenin temelinde özellikle mali alanda, çok büyük ölçüde devletlerin karşılıksız para basması yani sonuç olarak borçlanması yatıyor. Bugün bütün gelişmiş ülkelerin, borcun o ülkenin brüt iç ürününe oranı, yani yıllık hizmetler, sanayi ve tarım üretimi yan yana konduğunda, o brüt iç ürünü ile karşılaştırıldığında devlet borcu %30’un üzerindedir. AB’ye üye olmak için devlet borcunun milli gelire oranının %30’u geçmemesi şartı var. Bugün hemen hemen hiçbir Avrupa ülkesinde %30 oranı yok. En iyi durumda olanlar bile devlet borcunun milli gelire oranı %70 civarındadır. Büyük bir bölümü bu oranın üzerindedir. Mesela Belçika/ İtalya bu oranın üzerindedir. Fransa yüzde yüzü aşmış durumdadır. Yani çok önemli ölçüde, mali bakımdan devletler, piyasaların devletlere güvenmesi sayesinde ayakta durmaktadır. Mali alanda durum böyledir. Her an yeniden bir mali kriz patlayabilir. Mali krizin patlaması ise evet gerçek ekonomi alanına yani sanayi üretimine, tarım üretimine, hizmetler üretimine yansır. Ekonomi alanına yansıması, devletin memuruna maaş ödeyemez duruma gelmesi olayıdır. Bu durum Yunanistan’da yaşandı. O zaman da nasıl karşılıyorlar? Araya uluslararası finans kurumları giriyor. Onlar yeni borç veriyor! Ekonomi böyle yürüyor. Bu yüzden kapitalist ekonomi ayakları yere sağlam basmayan bir ekonomidir. Bu anlamda bir krizden sözedilebilir. Yoksa andaki brüt sosyal ürünün yani gerçek anlamdaki üretimin, sanayi/tarım ve hizmetler üretiminin büyümemesi, hızlı büyümemesi anlamında bir kriz sözkonusu değildir. Dünya ekonomisinin gidiş yönü, bu arada yeni bir mali kriz çıkmazsa, 2017’de büyüme hızı %3,5 civarında olacaktır. Ondan sonra normal devrevi krizde, yeni bir kriz evresinin başlaması büyük ihtimaldir. Ondan önce de başlayabilir. Nasıl başlayabilir? Bir mali kriz ekonomik gerilemeyi tetikler. Esasında görünen o ki, son elli yılın %3,5’luk ortalama büyüme hızı dünya ekonomisi açısından bugünkü şartlarda artık maksimal bir durumdur. Bundan sonraki ortalama büyüme hızları onun altına inecektir. Bu arada belli dönemlerde %5-6’lara varılabilir. Ama o çok az ihtimaldir. %3,5’tan sonrası yani beklenmelidir ki geriye doğru gidiş başlayacaktır. Nereye kadar düşer? Eğer çok büyük bir mali kriz olursa, yeniden sıfırın altına da büyüme hızı düşebilir. Fakat normal gelişmede %3,5 ile %1 arasında gelip giden bir trend söz- Uluslararası Alanda Siyasi Gelişmeler Emperyalist dünyadaki gelişmeleri belirleyen, ona damgasını vuran temel çelişmeler var. Bu temel çelişmeler 20. yüzyılın başında da vardı. 20. yüzyılın başında olan çelişmeler bugünde varlığını sürdürüyor. Sosyalist devletlerin yokluğu sözkonusu olduğu için, sosyalist ve demokratik devletlerle, emperyalizm arasındaki temel çelişme ortadan kalkmış durumdadır. Nedir o çelişmeler? Birincisi: Gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerde proletarya/burjuvazi çelişmesi. Proletarya/burjuvazi arasındaki temel çelişme, yalnızca emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, bugün dünyadaki bütün ülkelerde vardır. İkincisi: Ezilen ülkelerin emekçi yığınları ve tüm Dünyada ki Gelişmeleri Emperyalizmin Kendi İçindeki Çelişmeler Belirliyor Bugün dünyaya baktığımızda, dünyadaki gelişmeleri bugün belirleyen nedir? Buna baktığımızda biz şunu görüyoruz? Esasında emperyalistler arası çelişme, dünya hegomonyası için dalaş, bugünkü dönemde dünyadaki gelişmeleri belirliyor. Halkların mücadelesi, işçi sınıfının mücadelesi şu anda belirleyici değil. Şu anda belirleyici olan devrimler, devrimci hareketler değil. Emperyalistlerin kendi aralarında, dünya hegomonyası konusundaki dalaşmaları belirleyicidir. Bu dalaşmalar, çeşitli alanlara temsilci savaşları olarak yansıyor. Şu anda dalaş, emperyalist dünya savaşı olarak yürümüyor. Ama dünyanın bir dizi alanında evet bunlar karşı karşıyadır. O ülkelerdeki iç güçlere de dayanarak savaş yürütüyorlar. Bunun en açık yaşandığı alan Ortadoğu’dur. Şu andaki gelişmelerin belirleyicisi emperyalistlerin kendi arasındaki çelişmeler ve dünya hegomonyası dalaşıdır. Devrimci sol, andaki gelişmelerin belirleyicisi emperyalistlerin kendi arasındaki çelişmeler ve dünya hegomonyası dalaşı olmadığını söylüyor! Devrimci sola göre; dünyada sola doğru bir kayış vardır. Eğilim devrim yönünde gelişmektedir! Bütün veriler, eğilimin sola doğru değil, sağa doğru geliştiğini göstermektedir. Bugün dünyada gelişmelere damgasını vuran çelişme, emperyalistler arasında dünya hegomonyası dalaşıdır. Bu, devrimle karşı devrim arasındaki bir çatışma değildir. Karşı devrimin kendi içerisindeki bir çelişmedir. Bu çelişmeden ancak yararlanılabilir. Bu çelişme doğrudan devrime götürmez. Eğer güçlü bir komünist hareket varsa, işçi sınıfı hareketi ile güncel konusudur. Rusya, 2015’deki büyüme hızı %-3,5’tur. Rusya ekonomisi büyümüyor, küçülüyor. Ekonomi %3,5 küçülmüş durumdadır. Rusya ekonomisinin küçülmesi 2016’da da sürecektir. 2017’de Rusya ekonomisinde artı bekleniyor. Rusya ekonomisi şu anda kriz içindedir. Rusya, ekonomik kriz içinde olan ülkelerden biridir. Ve ekonomik krizde de esasında depresyon aşamasındadır. Yani Rusya ekonomisi en dip noktasına vurmuş durumdadır. 2017’den itibaren canlanma başlayacaktır. Ondan sonra kalkınma aşamasına geçilecektir. Rusya’nın ekonomisi esasında dünya trendinin dışındadır. Dünya trendi şu anda canlanma ve kalkınma aşamasında iken, Rusya’nın ekonomisi şu anda depresyon aşamasındadır. Görüldüğü gibi ekonomik veriler temel alındığında, dünya ekonomisinin kriz içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tüm sol ekonomik verileri bir tarafa bırakıp ideolojik takılmaktadır! Ekonomi sürekli kriz içerisinde vb. teoriler savunulmaktadır. Bu yöntemle de siyaset yapıldığında kafalar duvarlara vurulmaktadır. ezilenleri ile emperyalist devlet ve tekeller arasındaki çelişme. Bunlar devrimin iki ana akımını oluşturur. Bu çelişme, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde antiemperyalist/demokratik devrimlerle çözülecektir. Bu çelişmenin emperyalist ülkelerdeki çözümü ise proleter/sosyalist devrimlerle olacaktır. Onun tabanını işçi sınıfı hareketleri oluşturur. İkincisi de antiemperyalist, demokratik, ulusal devrimlerdir. Bu çelişmenin bu tarafı bu yönde gelişme sağlar. Üçüncüsü: Emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler. Bunlar dünya hegomanyası için dalaşır. Bu dünya hegomanyası için dalaşma belli somut şartlarda doğrudan doğruya dünya savaşına dönüşür. Yani emperyalistlerin doğrudan doğruya karşı karşıya geldiği bir savaş. 35 güncel 36 güçlü bağı olan bir komünist hareket varsa, o zaman bundan devrim lehine yararlanabilinir. Böyle güçlü komünist hareket yok! O zaman şu anda dünyadaki genel trend/gidiş, esasında sağa doğru, daha fazla karşı devrime doğru ve savaşa doğru bir gidiştir. Sağa/karşı devrime ve savaşa doğru gidişi engellemenin yolu demokratik/proleter devrimlerdir. Bu gidişe dur diyecek genel bir barış hareketi, genel savaşa karşı bir hareketin yaratılması gerekir. Çünkü gidiş yönü budur. Gidiş yönü, daha fazla faşizm, daha fazla ırkçılık, daha fazla savaştır. Gidiş eğilimi budur. Irkçılık/faşizmin gelişmesi ve savaş tehlikesinin büyümesine karşı geniş bir cephe siyasetine yönelmek gerekir. Pratik siyaset açısından cephe siyasetine yönelmek doğrudur. Propaganda açısından ırkçılık/ faşizmin gelişmesi ve savaş tehlikesinin büyümesini engellemenin alternatifinin ne olduğunu zaten söylüyoruz, söyleyeceğiz. Geniş bir cephe siyasetine yönelme geçicidir. Geniş cephe siyaseti, savaşı önlemek için bir cephedir. Emperyalizm varolduğu sürece savaşlar olacaktır. Ve emperyalist dünya savaşı da mümkündür. Emperyalist savaş büyük felaketleri beraberinde getirir. Ama geniş bir cephe hareketi yaratılabilinirse, savaşı ertelemenin, engellemenin imkanı vardır. Antisavaş hareketinin tabanı, proleter devrimin tabanından çok daha geniştir. Faşizme karşı cephenin tabanı, genel olarak kapitalizme karşı mücadelenin tabanından geniştir. Faşizme karşı, burjuvazinin bir kesimi de tavır takınabilir. Irkçılığa karşı mücadelenin tabanı, proleter devrimin tabanından daha geniştir. Geniş cephe siyaseti, bugün pratik siyaset açısından gündeme getirilmelidir. Ama bu geniş cephe siyaseti ancak geçici bir siyasettir. Bu geçici siyasetle sorunun temeli ortadan kalkmaz. Sorunun temeli kapitalizmin varlığıdır, egemenliğidir. Kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, proleter dünya devrimi gelişmedikçe, geçici olarak şu veya bu savaş engellenebilir. Geniş cephe siyaseti, faşizme, ırkçılığa ve savaşa karşı bir cephe siyasetidir. Bu geniş cephe siyasetinin hedefi, savaşı durdurma, faşizme doğru gelişmeyi mümkün olduğunca engellemedir. Geniş cephe siyaseti kalıcı değil, geçicidir. Gerçek çözüm devrimlerdir. Gerçek çözüm kapitalizmin varlığına son vermektir. Emperyalist Metropoller ve İşçi Hareketinin Durumu Emperyalist dünyanın en büyük gücü Amerika’da işçi sınıfı hareketi esasında sıfırdır. Amerika’da işçi sınıfı hareketi yok ama yer yer ırkçılığa karşı gelişen hareketler var. Ama genel gelişme açısından, kitle hareketleri babında, son dönemde gözlemlenen özellikle de siyahlara yönelen ırkçılığa karşı belli hareketler oldu. Ama onun dışında bildiğimiz işçi sınıfı hareketi, grevi vb. yok. Irkçılığa maruz kalan insanların, ırkçılığa karşı hareketleri var. Buna karşı ama özellikle ABD’de başkanlık seçimlerine hazırlık aşamasında şu görüldü: Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde, açık ırkçı bir insanın başkan olma şansı var. Herşeyi bir kenera bırakın! Çok açık olarak beyaz ırkçılığı savunan, antiislamcılık temelinde laflar eden, kadın konusunda, hemoseksüeller konusunda, azınlıklar konusunda açık faşist laflar eden Donald Trump Amerika’nın en büyük partisinin başkan adayı olarak seçimlere katılacak. Bu esasında toplumdaki gelişmenin ne olduğunun da bir göstergesidir. Şimdiye kadar Amerika’da yapılan başkanlık seçimlerinde, bilebildiğimiz kadarı ile bu kadar açık ırkçılık yapan bir başkan adayı görmedik. Mesela Cumhuriyetçi Parti adaylarından en saldırgan olanı Regan ve Bush idi. Bunlar bile Trump’a göre zemzem suyuyla yıkanmışlardır! Bu kadar açık ırkçı, faşist, seksist bir kişi başkanlık adayı olabiliyor. Trump’un kazanma şansı da var. Donald Trump ilk defa ortaya çıktığında, bütün Amerikan basını ve bütün batı basını esasında gırgır geçiyordu. Başkanlık adaylığı kampanyasında bir iki eyalet seçimi sonrasında düşer denildi. Ne oldu? Hangi siyasetle bu oldu? Hangi siyasetle Trump Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakâr tabanını, kendi başkanlık adaylığı konusunda çoğunluğu ikna etti? Irkçı, antiislam, güvenlikçi, seksist siyaset üzerinden muhafazakâr tabanın çoğunluğunu ikna etti! Bu korkutucu bir gelişmedir. Ama aynı zamanda toplumdaki ırkçılığı, sağcılaşmayı da bu gelişmeler göstermektedir. Amerika’daki siyasi gelişmeyi ne belirliyor? Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki gelişmeler/ tartışmalar belirliyor. Bu iki partinin iktidar mücadelesi belirliyor. İşçi sınıfı/ezilenlerle ezenler arasındaki mücadele belirlemiyor. Amerika’da bunu çok net görüyoruz. Amerika’daki gelişmenin esasında ırkçılık/faşizm yönünde olduğunu görüyoruz. Donald Trump, başkan olmasa bile, seçilmese bile evet bu yönde bir eğilim artıyor. Başkanlık seçimlerinde büyük ihtimalle Hilary Clinton seçilir. Ama çok az oy farkı ile seçilir. Varsayalım ki Donald Trump başkan oldu. Donald Trump başkan olduğunda Amerika faşist olacak, ırkçı olacak güncel tezleri savunuluyor! Bu yaklaşım doğru değil. Çünkü Amerikan başkanları evet siyasette belli bir rol oynuyorlar. Ama sonuçta yerleşmiş bir sistem var. O sistemin dışına çıkamıyorlar. En açık örnek Obama’dır. Obama ne söz verdi? İlk yapacağım işlerden biri Guantanamo’yu kapamak olacak dedi. Ne oldu? Guantanamo hâlâ devam ediyor. Guantanamo sadece bir sembol. Amerika’da başkan evet çok önemli ama başkan sistemi değiştirmek için hiçbir şey yapamaz. Amerika’da oturmuş bir sistem var. O yüzden Donald Trump’un gelmesi ile siyaset biraz sağa kayar ama onun savunduğu ırkçı düşüncelerin pratikte yaşam bulması mümkün değildir. Dünya ekonomisinde ikinci büyük güç Çin’dir. Çin’den zaten fazla haber alınamıyor. Ama Çin’de belli işçi hareketleri var. Bu işçi hareketleri zor ile bastırılıyor. Çin’de sistem, halk hareketleri veya işçi sınıfı hareketleri tarafından zayıflatılma durumunda değildir. Çin’deki gelişmeleri, işçi sınıfı hareketi ile Çin’in egemenleri arasındaki çelişme belirlemiyor. Çin’de ekonomide ikili bir sistem var. Bir yandan gelişen özel kapitalizm var. Diğer yandan da devlet kapitalizmi var. Özel kapitalizm, devlet kapitalizmi ağırlığının aleyhinde gelişmektedir. Çin’de esas çelişme, devlet kapitalizmi ile özel kapitalizm arasındaki çelişmedir. Çin’de tek parti iktidarı olduğu için, bu mücadele tek parti içerisinde yürümektedir. Dışa karşı hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor ama içlerinde bu konuda epey dalaş var. Önümüzdeki dönemde de, görünen bu dalaşın giderek sertleşeceğidir. Hangisi egemen olacak? Devlet kapitalizmi mi, özel kapitalizm mi? Şu anda hâlâ devlet kapitalizmi egemenliğini koruyor. Devlet kapitalizmi hâlâ belirleyici konumda bulunuyor. Ama gelişen özel kapitalizmdir. Devlet kapitalizmi egemen ama egemenliği geriye doğru gidiyor. Özel kapitalizm andaki durumda baskın değil ama yavaş yavaş gelişiyor. Çin’de de diğer ülkelerden farklı olarak, işçi hareketinin güçlülüğü ve eylemliliği sözkonusu değildir. Üçüncü ekonomik büyük güç Almanya’dır. Dünya ekonomisindeki ağırlığı bakımından Almanya üçüncü sıradadır. Almanya’da 2015’de birçok grevler oldu. Yirmi bin üyesi olan Makinistler Sendikası sürece yayılan grevler yaptı. Grevle kaybedilen gün sayısı bakımından Almanya, son yılların grevle kaybedilen günleri yaşadı. Makinistler Sendikası’nın grevleri, kesintili olarak yaygın bir şekilde yapıldı. Uzun süren grevler oldu. Makinistler Sendikası, grevler ertesinde istediği ücret zammını aldı. Hizmet sektöründe öğretmenler, bakıcılar, kreş ve çocuk yuvası eğiticileri sık sık grev yaptılar. Daha önceki yıllara göre, grevle kaybedilen gün sayısını yükselten eylemler bunlar oldu. Bu eylemler esasında, sistemi sorgulayan veya sistemi zora sokan grevler değildi. Almanya’da önceki yıllarla karşılaştırıldığında, grev mücadelelerinde bir yükselme yaşandı. Ama Almanya’daki gelişmeleri, önceki yıllara oranla yükselen grev mücadeleleri belirlemiyor. Gelişmeleri Almanya’da, göçmen siyaseti konusunda Alman egemenlerinin kendi arasındaki çatışmalar belirliyor. Almanya’da esas konuşulan konu göçmenler konusudur. Egemen sınıfların temsilcileri kendi aralarında İslam düşmanlığının oranı konusunda kapışıyorlar. Almanya’da gelişmeleri işçi sınıfı hareketi belirlemiyor. Egemenlerin kendi aralarındaki kapışmalar gündemi belirliyor. Almanya’da, İslam/göçmen düşmanlığı temelinde Almanya İçin Alternatif hareketi %15-20 arasında oy alabiliyor. Bu oyları, İslam düşmanlığı ve ‚yeter bu kadar göçmen‘ diyerek alıyor. Pratik siyaset olarak bu iki konuya odaklanıyorlar. Bu harekete göre; Almanya’da bir islamlaştırma tehlikesi var! Batının İslamlaştırılmasına Karşı Yurtseverler Hareketi (Pegida) ve AFD Almanya’nın her tarafında var. Bu hareketin siyaseti ırkçılıktır. Bu hareket, yaptığı ırkçılık temelinde Almanya’nın bir eyaletinde birinci parti oldu. Kamuoyu araştırmaları, bu hareketin %15-20 oy alacağını gösteriyor. AFD’nin Almanya’da aldığı oylar, Sosyal Demokratlar, Hristiyan Demokratlar ve Sol Parti’den geliyor. Bu neyi gösteriyor? Bu esasında toplumdaki genel eğilimin sağa doğru kaydığını gösteriyor. Dünya genelinde de eğilim sağa doğru kayıştır. Tek tek ülkelerde değişik durumlar olabilir ama bu dünya genelindeki durumu değiştirmiyor. Almanya’da ‘sol’ geçinen örgütlerden biri de Sol Parti’dir. Sol Parti, emekçi insanların haklı kaygıla- 37 güncel 38 rını dikkate almamız gerekir diyor. Bu görüşü parti içindeki en sol kesim savunuyor! Bu sol kesimin teorisine göre; Alman egemenleri göçmenleri, Alman toplumunun en kötü durumunda olan insanların olduğu yerlere yerleştiriyor! Ve o insanlardan yaptığı kesintileri göçmenlere veriyor! Esasında bu gayet yanlış bir siyasettir! Ve buna karşı ırkçılığın gelişmesi gayet anlaşılırdır! Biz, bu anlamda o kötü durumda olan Almanların kaygılarını dikkate alan bir siyaset izlemeliyiz! Sol kesimin açıkça söylediği, ırkçılık haklı temelde gelişiyor anlayışıdır. Bu söylemler başka anlama gelmez. Sonuç olarak, Sol Parti ile AFD bir ırkçılık konusunda yarışa girmiş durumdadır. Diğer partiler ırkçıları kazanma adına siyasetlerini daha da sağcılaştırıyor. Almanya’daki bu gidiş iyi gidiş değil. Fransa’da birçok grevler var, yürüyüşler var. Bu grevler ve yürüyüşler, Fransa’da kazanılmış hakların geri alınmasını öngören yasalara karşı yapılıyor. Fransa’da ‘islami terörizme’ karşı mücadele adına haklar budanıyor. 13 Ocak 2016’dan bu yana Fransa’da olağanüstü hal var. Grev ve yürüyüşlere karşı da olağanüstü hal yasaları uygulanıyor. Olağanüstü hal, sadece ‘islami terörizm’den duyulan korkunun sonucu değil, aynı zamanda ülkede yapılmak istenen “reform”ları geçirmenin bir yolu olarak kullanılıyor. Ordu devrededir. Veya istenildiği an devreye sokulabilecek bir durumdadır. Fransa’da ki bütün Gar’lar, Havaalanları, bütün stratejik noktalar ve turistlerin olduğu bölgelerde doğrudan silahlı askerler dolaşıyor. Fransa’da asker sahaya inmiş durumdadır. Fransız burjuvazisinin tüm kesimleri ortak tavır takınırlarsa grevler bastırılır. Burjuvazinin tüm kesimleri ortak tavır takınmazsa, belki hükümet geri bir adım atabilir. Bu az ihtimaldir. Şu anda görünen grev ve yürüyüşlerin bastırılacağıdır. Burjuvazinin büyük kesimi, Fransa’nın büyümesi için esasında bu yasaların geçmesini düşünüyor! Fransa’da kazanılmış hakların geri alınması için yasaları getirenlerde, kendilerine “sosyalist” diyenlerdir. Fransa’da diğer ülkelere göre şu anda alttan gelen bir işçi hareketi var. İşçi hareketi haklarını savunma yönünde mücadele yürütüyor. Bunun yanında bir de, geceyi fethetme diye bir hareket var. İşte biz gecede burdayız diyorlar. Esasında gençliğinde içinde yer aldığı küçük burjuva bir hareket var. Onlarda geceleri sokağa çıkıp, aynı zamanda terörizmden korkmadıklarını da göstermek istiyorlar. Bunlar yan yana gelip çeşitli konularda tartışıyorlar. Fransız burjuvazisi şimdilik bu harekete de göz yumuyor. Ama büyük yürüyüşlerde siyah bloka saldırıyorlar. Fransa şu anda diğer ülkelere göre, sokak hareketinin en gelişmiş olduğu ülke konumundadır. Fransa’da başka bir gelişmede var. Fransa’da faşist parti birinci parti olma konumundadır. Marine Le Pen’in başkanı olduğu parti, Fransa’da yapılan en son yerel seçimlerde birinci parti olarak çıktı. Başkanlık seçiminde, Marine Le Pen’in herhalükârda ikinci tura kalacağı garantidir. Yani bunu engelleyecek bir durum yoktur. İkinci turda büyük ihtimalle Marine Le Pen’e karşı olan aday kazanacaktır. Fransa’da da genel eğilim, bu kadar işçi hareketine rağmen sağa kayıştır. Hareket, toplumun küçük bir bölümünün hareketidir. İşçi hareketi içinde evet işçi hareketinin bir bölümü siyasi olarak Marine Le Pen’e oy veriyor. Amerika’da, Almanya’da gelişmekte olan ırkçı/milliyetçi eğilimin en önemli siyasi söylemlerinden biri de, varolan sisteme karşı olmasıdır. Irkçılar, elitlere karşı olduklarını, elitlere karşı küçük insanların çıkarlarını savunduklarını söylüyorlar! Bunu hem Almanya’da AFD, hem de Amerika’da Trump söylüyor. Aynı argümanları Marine Le Pen’de kullanıyor. Biz bu sisteme karşıyız diyorlar! Yer yer antikapitalist laflar ediyorlar! Almanya’da ana akım medya aynı zamanda yalancı basındır. Halkın bir bölümü ana akım medyayı bir ve aynı değerlendiriyor. Bir değişiklik ihtiyacını da istiyorlar ama değişiklik ihtiyacı daha çok sağa doğru isteniliyor. Daha otoriter, daha milliyetçi, daha ırkçı bir yöne doğru eğilim giderek artıyor. Fransa’da şu anda açık terör uygulanıyor. Fransa’daki grev ve yürüyüşlere bakılarak toplumun sola kaydığı tespitlerini yapanlar var. Fransız toplumu, Marine Le Pen’e %35 oy verdi. Bu durumu tespit etmemiz, kötümserlikten kaynaklanmıyor. Olgu ne ise onu ortaya koymamız gerekir. Eğer biz varolanı değiştirmek istiyorsak, önce varolanın ne olduğunu doğru tespit etmemiz gerekir. Kendi kendimizi kandırmamamız lazım. Ve solun geneli itibarı ile yaptığı (kuraldışılar olabilir) kendi kendini kandırmadır. Avrupa’daki ülkeler açısından Fransa/İngiltere islami terör açısından en tehlikeli olan ülkelerdir. Bu iki ülkede de Müslüman nüfus çok uzun süreden beri var. Bu ülkelerdeki Müslüman nüfus, diğer ülkelere göre daha örgütlüdür, aynı zamanda daha fazladır. Bu yüzden bu ülkelerde, anti İslamizm üzerinden insanları faşizme alıştırmak, yakınlaştırmak diğer ülkelerden daha kolaydır. Ama iki ülkede tehlike de daha büyüktür. Ama bu tehlike, ne Fransa’da, ne İngiltere’de Askeri gücün güçlü olmadığı koşullarda, dünya siyasetinde belirleyici rol oynanamaz. Almanya/Japonya, şimdi askeri güçlerini geliştiriyor. Rusya, Putin’e %70 oy veren bir toplumdur. Putin saldırgan, açık Rus milliyetçisi, despot bir kişidir. Evet Putin halka dayanıyor, halkın çoğunluğundan oy alıyor. Rusya’da toplumun sola kaydığı tespiti yapılamaz. Toplum esasında Rusya’nın büyümesinden yana ve emperyalist bir Rusya’dan yana bir toplumdur. Rusya’nın giderek faşizme yüzünü döndüren bir siyasi yapısı var. Emperyalist büyük güçlerdeki durum kısaca böyledir. Solun umut bağladığı Yunanistan’da Syriza vardı. Syriza iktidara geldiğinde ilk olarak Yunanistan halklarını köleleştiren, onları yoksulluğa mahkum eden Troika (Avrupa Merkez Bankası/Dünya Bankası/Uluslararası Para Fonu) ile pazarlığı kesecek, Troika ile görüşmeyecek, Troika’nın dayattığı “reform programı”nı uygulamayacaktı.Troika’nın dayatmalarına hayır diyecekti! Syriza, halka verdiği vaatler ile iktidara geldi. Troika ile yapılan pazarlıklarda, AB hiçbir noktada geri adım atmadı. Sadece Troika’nın ismi kurumlar olarak değişti. Syriza, AB’ye bağımlılığı seçti. Syriza örneği bize bilinen bir gerçeği birkez daha doğrulattı. Kapitalist sistem içinde yer alarak, kapitalizmi dönüştürmek mümkün değildir. Sistem içinde yer alarak, kapitalizm kökten değiştirilemez. Kapitalizmi kökten değiştirmenin yolu bellidir: İşçi sınıfı önderliğinde devrim! Bu olmadan kapitalist sistemi kökten değiştirmek mümkün değildir. Solun umut bağladığı İspanya’da Podemos var. İspanya’da 26 Haziran 2016’da genel seçimler yapıldı. Podemos’un iktidara geleceği varsayılıyordu. Podemos, parlamentonun 350 koltuğundan ancak 71 koltuk alabildi. Yani genel seçimlerle Podemos üçüncü parti oldu. Sağcı Popülist Parti (PP) oylarını artırarak sandalye sayısını 123’ten 137’ye çıkardı. Unidos Podemos için bu sonuç büyük bir hayal kırıklığıdır. Syriza/Podemos gibi reformist hareketler ancak muhalif oldukları sürece, muhalefette kaldıkları sürece sol takılabilirler. İktidara geldikleri andan itibaren evet sağcılaşmaları kaçınılmazdır. Çünkü emperyalist sistemde güç belirleyicidir. İspanya/Yunanistan/ Portekiz/Türkiye gibi ülkeler, yani belli bir anlamda bağımlı ülkeler sonuçta evet elleri mahkûmdur. İsteselerde, istemeselerde belli sağ siyasetler gütmek zorundadırlar. Ve kim iktidara gelirse gelsin bu böyle olacaktır. O yüzden esasında sol olmak isteyenin bugün iktidardan çok en radikal parti olması gerekir. güncel ne de herhangi bir Avrupa ülkesinde, gerçek anlamda bu ülkelerin İslamlaşması ve buralarda şeriatın iktidara gelmesi şeklinde bir tehlike değildir. Ve olması da imkansızdır. En fazla Müslüman nüfusun olduğu ülkede bile, Müslüman nüfus %10 oranını geçmiyor. Bu ülkelerde, bu ülkelerin islamlaşması ve islamlaşma üzerinden demokrasinin kalkması, şeriata gidilmesi yaratılmış bir tehlikedir. Bu ülkelerde, İslami terörizm ile bu ülkelerde iktidarın devrilme ihtimali sıfırdır. Ama bu tehlike varmış gibi gösteriliyor! Irkçılığın geliştirilmesi ve faşist tedbirleri almak için gerekçeler yaratılıyor. Fransa’da olağanüstü hal ilan edildi. Olağanüstü hale karşı sendikalardan herhangi bir tepki gelmedi. Sendikalar olağanüstü hale karşı çıkmıyor ama hakların budanmasına karşı grev, yürüyüşler yapıyor. AB içerisinde İngiltere’nin özel bir konumu vardı. İngiltere ekonomik olarak Avrupa büyümesinin üzerinde bir ekonomik büyümeye sahiptir. Kendi para birimi var. İngiltere kendi ekonomisini kendi belirliyordu. Cameron Brüksel’e gitti ve AB Komisyonu ile yaptığı görüşmelerde, İngiltere için özel tavizler istedi. Cameron’un istediği özel tavizler AB Komisyonu tarafından verildi. Bu anlamda İngiltere’nin AB üyeliği özel bir üyelikti. AB’nin hiçbir ortak kararı İngiltere’yi bağlamıyordu. 23 Haziran 2016’da İngiltere’de referandum yapıldı. Referandum sonucunda, seçmenlerin %51,9’u AB’den çıkması yönünde oy kullandı. İngiltere 28 üyeli AB içinde ABD emperyalizmi ile birlikte hareket ediyordu. İngiltere’de yapılan referandumdan AB’den çıkma kararının çıkması, AB’nin geleceği için önemlidir. İngiltere’yi başka ülkeler takip edebilir. Emperyalizmde belirleyici olan güç ve çıkarlardır. AB üyesi 28 ülkenin çıkarlarının bir ve aynı olması emperyalizm koşullarında mümkün değildir. AB’nin tek birleşik devlete doğru gelişmesi mümkün değildir. İngiltere’nin AB’den çıkması, AB için büyük bir yenilgidir. AB’yi kuracağız, bir devlete doğru gideceğiz diyenler açısından büyük bir hayal kırıklığıdır. Rusya ekonomi açısından İtalya/Fransa ie aynı seviyede olan bir ülkedir. Rusya, potansiyel güç olarak, askeri güç olarak Almanya ve Çin’den daha güçlü bir ülkedir. Amerika’dan sonra ikinci askeri güç Rusya’dır. Rusya’yı emperyalist büyük güç yapanda esasında askeri gücüdür. Emperyalizmde belirleyici olan güçtür. O güç sadece ekonomik güç değil aynı zamanda askeri güçtür. İstenildiği kadar ekonomi güçlü olsun sonuçta belirleyici olan askeri güçtür. 39 güncel 40 İlle iktidara gelecekler ve güya sistemi değiştirecekler! Öyle olmadığını pratik gösteriyor. Blok olarak ele alırsak, Amerika ve batılılar var. Avrupa batılıların içindedir. Öbür tarafta Rusya, Çin ve İran üçlüsü var. Türkiye henüz nerede olacağına karar vermiş durumda değildir. Türkiye batının müttefikidir ama esasında güvenilmez bir müttefiktir. Türkiye’de batıya güvenmiyor, batı da Türkiye’ye güvenmiyor. Bloklaşma böyle bir bloklaşmadır. Bu bloklaşma ama geçici bir bloklaşmadır. Latin Amerika’daki Gelişmeler Emperyalistler arası çelişmeler/dalaşmalar bağlamında, Latin Amerika’da geçen yüzyılın son yıllarında ve 2000’li yılların ilk on yılında ilginç gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler esasında, Amerikan emperyalizminin bu ülkelerde belli bir biçimde gerilemesi, diğer emperyalist güçlerin özellikle de Çin, Almanya ve Fransa’nın ilerlemesi biçiminde kendini gösterdi. Amerika birazda başka alanlara yoğunlaşması nedeniyle, Latin Amerika’da biraz seviye kaybetti. Latin Amerika’da, Amerika’nın geri dönüşü yaşanıyor. Amerika, Latin Amerika’ya geri dönüyor. Amerika dışındaki emperyalist güçlerin Latin Amerika’da güçlenmesi, bu ülkelerde ‘sol’ iktidarların işbaşına gelmesi ile baş başa yürüdü. Venezuella’da Chavez, Arjantin’de Kirchner, Şili’de Michelle Bachelet, Brezilya’da Lula, Kolombiya’da Juan Manuel Santos Calderón ve Bolivya’da Evo Morales iktidara geldi. Bu aynı zamanda Amerika’nın gücünün kırılması, geri çekilmesi anlamına geliyordu. Bu ülkeler Rusya, İran ve Çin’le ilişkileri geliştirdiler. Kendi aralarında ilişkiler geliştirip ALBA diye Latin Amerika Birliği Örgütü’nü kurdular. Amerika, Latin Amerika’da oldukça zayıfladı. Amerika bu arada ne yaptı? Amerika bu arada kendi güçlerini demokratik yollarla iktidara gelmesi konusunda desteklemeye başladı. Amerika’nın şimdiki stratejisi işbirlikçilerini darbelerle iş başına getirmek değil, ülkelerde belli bir hoşnutsuzluğu kullanarak, burjuva partilerinin halk çoğunluğunu kendi yanlarına çekmesi, demokrasi, kalkınma adına ortaya çıkmaları ve seçimlerle işbaşına gelerek varolan iktidarları devirme ve Amerika’nın yeniden geri dönüşünü sağlamaktır. Ve bu strateji bayağı son dönemde işe yaradı. Brezilya, Latin Amerika’nın en büyük ülkesidir. Dilma Rousseff, %52 oyla başkan seçildi. Daha sonra yapılan seçimlerde sağ partiler, parlamento da üçte iki çoğunluğu elde ettiler. Parlamentonun normal üçte iki çoğunluğu belli bir süre başkanın yetkisini elinden almak ve mahkemeye verme hakkını kullandı. Yüksek bir çoğunlukla Dilma Rousseff’i görevden aldılar. Yardımcısını, muhalif partinin başındaki Michel Temer’i başkan yaptılar. Önümüzdeki on ay içerisinde Dilma Rousseff yapılan suçlamalar nedeniyle mahkemeye çıkartılacak. Mahkemenin sonucuna göre, ya aklanıp başkanlığa geri dönecek. Ya da büyük ihtimalle mahkûm olacak. Rüşvet, yiyicilik vb. yüzünden mahkûm olursa başkanlık hakkını kaybedecek. Yeni başkanlık seçimleri yapılacak. Yani şu anda Brezilya elden gitmiş durumdadır. En solcu hükümetin olduğu yer Venezuella idi. Venezuella’da şu anda muhalefet parlamentoda çoğunlukta. Fakat üçte iki çoğunluğa sahip değil. O yüzden başkan Maduro’yu görevden alma imkanları yok. Sokak eylemleri yapıyorlar. Üçte iki çoğunluk olsa bile başkanın gitme durumu yok. Maduro ne olursa olsun ben gitmem diyor. Ama Maduro halkın çoğunluğunu kaybetmiş durumdadır. Bu yüzden de şimdi sıkıyönetimle idare etmeye çalışıyor. Şili’de yine sağ iktidara geldi. Arjantin’de seçimlerle Kirchner gitti, sağ bir iktidar geldi. Esasında sol iktidarın kaldığı tek yer Bolivya’dır. Latin Amerika’nın tek yerli halkın çoğunlukta olduğu ülkesi Bolivya’dır. Onun dayanağı da oradaki yerli halktır. Küba’da hâlâ sol, komünist parti önderliğinde bir iktidar var. Komünist partisi iktidarda olsa bile, Küba’daki görev kapitalizmin geliştirilmesidir. Ve zaten yaptıkları da odur. Kapitalizmin geliştirilmesi demek eninde sonunda “komünist partisi”nin iktidardan uzaklaştırılması demektir. Amerika’nın Küba ile ilgilenmesi boşuna değildir. Küba, daha önce görüşmeler için ve barışma yönünde adımlar atılması için ambargonun kaldırılmasını şart olarak getiriyordu. Ama ambargo defakto kaldırılmış durumda değil. Obama, ambargonun kaldırılmasının sözünü bile verebilecek durumda değil. Sözünü verse yapacak durumda değil. Umut bağlanan Avrupa’da Syriza, Podemos, Latin Amerika’daki ‘sol’ iktidarlar esasında birer birer düştü, düşüyor. Dünyada genel eğilim, sağ, ırkçılık, faşizm vb.dir. Latin Amerika’daki durumda o yüzden önemlidir. Çünkü özellikle Avrupa’daki bir dizi solcu Latin Amerika’ya umut bağlamıştı. Latin Amerika 21. yüzyılın sosyalizmi idi! Latin Amerika’daki gelişmelerle ilgili Avrupa’daki legal solun tavrı, Amerika darbe yapıyor anlayışıdır. Mesela Almanya’da yayınlanan Genç Dünya gazetesi sürekli darbeden söz ediyor. Darbe, halk çoğunlu- Filipinler’de İlginç Gelişmeler Uzakdoğu’da ilginç bir gelişme Filipinler’de yaşanıyor. Filipinlerde esasında şimdiye kadar, Filipin elitlerinin iki ailesi iktidarda el değiştiriyordu. Marcos ve Aquino ailesi. İki tane aile var. Bunlar seçimlere iki ayrı parti olarak giriyorlardı. Biri gidiyor öteki geliyordu. Aquino takımı biraz daha sol görünümlü idi. Fakat özünde bunların ikisininde savunduğu ekonomi politikası, zenginlerin, burjuvazinin siyaseti idi. Biri yoksullara biraz daha fazla pay veriyordu. Öteki daha az pay veriyordu. Ama sonuçta ikisi de Amerikancı idi. Çünkü diğer emperyalist güçlerin Filipinler’de fazla etkileri yok. Amerika’nın sonuçta pasifikteki en önemli dayanağı Filipinler’dir. Amerika’nın Filipinler’de doğrudan askeri üsleri var. Amerika, uzak doğuda egemen olmak için en önemli dayanağı Filipinler’dir. Bu anlamda iki ailede Amerikancı, iki aile de burjuvazinin çıkarlarını savunuyordu. Ve bu iki aile sürekli el değiştiriyordu. 9 Mayıs 2016’da yapılan seçimlerde, seçimlere bu iki ailenin partilerinden ayrı olarak giren Rodrigo Duterte kazandı. Duterte seçim kampanyasında, bunların hepsinin para yiyici, rüşvetçi olduğunun propagandasını yaptı. Duterte, rüşvetçiliği ortadan kaldıracağını ve güvenliği sağlayacağını söyledi. Çünkü Filipinler’de gerilla hareketleri var. Bu hareketler bugüne kadar bastırılmış hareketler değil. Bir yandan Filipinler Komünist Partisi’nin Yeni Halk Ordusu var. Diğer taraftanda Müslümanların iki tane büyük örgütü var. Abu Sayyaf ve Moro Kurtuluş Cephesi. Bu iki örgütte silahlı güçlerdir. Filipinler’de binin üzerinde ada var. Bu adaların bir bölümünde devlet değil, silahlı güçler egemendir. Önemsiz olan adaları devlet zaten bırakıyor. Ötekilerde ise savaş yürütüyor. Duterte, bu silahlı güçler meselesini çözeceğini ve rüşveti ortadan kaldıracağını söyledi. Duterte bu söylemler ile başkan seçildi. Bu arada bütün batı basını Duterte’yi faşist, kadın düşmanı vb. olarak tanıttı. Duterte, kadınları aşağılayan söylemleri var. Duterte; para yiyen, rüşvet alanları duvara dizip hepsini ben temizleyeceğim diyor. 1989’da, Davao şehrinde hapishanede isyan çıkar. İsyanda mahkûmlar, Avusturalyalı Jacqueline Hamill’e önce tecavüz eder, ardından da kadını öldürürler. Duterte, öldürülen kadından bahsederken “Ama çok güzeldi. Belediye başkanına öncelik tanımalılardı…“ der. Kendisi de Davao kentinin belediye başkanıdır. Batı basını bunları öne çıkarttı. Ve başkan seçildikten sonra yaptığı ilk iş Filipinler Komünist Partisi’nin kurucusu ve MK’nın başkanı olan Sison’un Filipinler’e giriş yasağını kaldırdı. Duterte, FKP’yi hükümette yer almaya çağırdı. Diğer gerilla gruplarına da çağrı yaptı. İşte Filipinler’in çıkarları için oturalım, federasyon meselelerini tartışalım, dedi. FKP, Duterte’yi solcu olarak değerlendiriyor. Fakat görüşmeler, hükümette yer alıp almama bağlamında FKP’nin önşartı genel affın çıkarılmasıdır. Genel affın çıkarılıp çıkarılmayacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz. FKP, öncelikle hapiste olan üyelerinin serbest bırakılmasını talep ediyor. Batı basınının Duterte hakkında yazdıkları ile, Duterte’nin uygulamaları arasında farklar var. Faşist olarak değerlendirilen bir kişinin, FKP’ye hükümette yer alması çağrısını yapması ve federasyonu konuşma önerisi ilginçtir. Faşoların genel tavrı, ülkenin milliyetçilik temelinde bölünmezliğidir. Sison, Filipinler’e henüz dönmedi. Genel affın çıkarılıp çıkarılmamasını bekliyor. FKP, yoldaşlarımızın serbest bırakılması koşullarında görüşmelere varız tavrını takındı. Şu anda FKP silahlı eylemlerini durdurmuş durumdadır. Ona karşıda ama devlet de saldırmıyor. Defakto karşılıklı bir ateşkes söz konusudur. Filipinler’deki bu gelişme ilginç bir gelişmedir. Duterte hiç hesapta olmayan bir adamdı. Hiç kimsenin seçileceğine de şans vermediği bir kişi idi. Afrika’da Kimi Gelişmeler Afrika’da bir dizi ülkede savaş var. Fildişi Sahili, Kongo, Mali ve Libya’da savaş sürüyor. Bu savaşlarda, emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile egemenlik savaşı yürütüyor. Buralarda eski sömürgeci güçler (Fransa) var. Yarısömürge konumunda olan ülkelerde güncel ğuna dayanmayan, halkın çoğunluğuna rağmen bir takım askeri araçları kullanarak iktidara gelmektir. Darbe budur. Halk çoğunluğuna dayanılarak, seçimlerle işbaşına geliniyorsa, bunun adına darbe demek darbeye su katmaktır. Burdaki mantık ne? Solcular iktidardan gidiyor. Solcuların iktidardan gittiği her ülke esasında darbedir! Darbenin adına da sivil darbe diyorlar! Bütün bunlar darbe denilen sistemin sulandırılmasıdır. Çaresizliğin ifadesidir. Gerçek durumu kabul etmemenin ifadesidir. Gerçek durum nedir? Bütün bu ülkelerde evet emperyalist batılı güçler, halkın çoğunluğunu kendi siyasetlerine çekebilecek bir siyasetle, kendilerine yakın güçleri iktidara getirmeyi başarmışlardır. Defakto durum budur. Bu olguyu kabul etmek gerekir. 41 güncel 42 egemen olan devletler var. Mesela Etiyopya’da Amerika egemendir. Sudan’ın Güney’inde Amerika, Kuzey’inde Çin egemendir. Tanzanya, Zambia Angola ve Mozambik’te Çin egemendir. Esas egemenlik dalaşı, eski sömürgeci güçlerlerle, Amerika ve Çin arasında yürüyor. Bu durum da kendisini savaşlarla vb. gösteriyor. Eskiden sömürgeleştirme veya yarısömürgeleştirme savaşlarında kaynakların zarar görmemesine dikkat ediliyordu. Çünkü o kaynakları ele geçirmek için savaşlar yapılıyordu. Şimdiki savaşlarda, kaynakların diğerlerin eline geçmemesi önemli olarak görülüyor. Gerekirse kaynaklar rakiplerin eline geçmemesi için yok ediliyor. Bu önemli bir gelişmedir. Bununda ekonomik gerekçesi var. Şu anda Kongo dışındaki Afrika ülkelerinde çok önemli kaynaklar yok. Kongo’da bugün yeni teknikte kullanılan bir takım madenler var. Bunun dışındaki yerlerde, mesela Libya’da petrol var. Petrole Amerika’nın ihtiyacı yok. Amerika kendi kendini idare edecek durumdadır. Amerika kendi enerji ihtiyacını karşılayacak ve dışa satacak güçtedir. Bu yüzden mesela petrol sahibi ülkelerde, ille de o ülkeyi ele geçiremeyecek durumda olanlar, petrol kaynaklarını havaya uçurma, ötekinin eline geçmemesi için yoketmeye de varlar. Irak’ta da belli bir anlamda bunu yaşıyoruz. Sadece amaçları kaynaklara el koyup sömürmek değil, aynı zamanda rakibi olarak gördüğünün o kaynakları ele geçirmemesi içinde savaş yürütüyorlar. Şu anda dünya hegomonyası konusunda en yoğun savaşların yaşanıldığı alanlardan biri (Ortadoğu dışında) Afrika’dır. Kongo’daki savaşta ölü sayısı altı milyondur. Ortadoğu’daki Gelişmeler Ortadoğu, esasında şu anda emperyalistler arası yeniden paylaşım dalaşının en yoğun yaşandığı alanlardan biridir. KK/T’ye yakın olduğu için, dünyanın merkezi bizim açımızdan Ortadoğu imiş gibi görünmektedir. Tabii ki Kongo’dan bakıldığında başka türlü görünüyor. Ama KK/T’den baktığımızda Ortadoğu bize önemli bir bölge görünüyor. Ortadoğu’da daha önce de tespit ettiğimiz gibi sınırlar yeniden çiziliyor. Ve çizilmek zorunda. Çünkü Ortadoğu’nun siyasi mimarisi, emperyalistler tarafından yapılmış bir mimari idi. Bu mimarinin çıkış noktasında Kürt ulusu, dört devlet arasında parçalanmış durumdaydı. Bu mimari de bir Kürt devleti yoktu. Ama kimine göre kırk milyon, kimine göre elli milyonluk bir nüfus söz konusudur. Bu dünyada bir milyon nüfusu olan onlarca devlet var. Kürt meselesi yüzünden sınır- ların herhalükârda yeniden çizilmesi gerekir. Sadece Kürt meselesi nedeniyle değil, Filistin’de sınırların yeniden çizilmesi gerekir. İsrail/Filistin sorununun çözülmesi lazım. Araplar babında da sınırların yeniden çizilmesi gerekli. Sınırların yeniden çizilmesi sorunu, bugün olmasa yarın kendisini dayatmak zorundadır. Ulusal devletlerin bugünkü toplumsal örgütlenmenin ana biçimi olduğu sürece, devletine sahip olmayan ulusların hele bunlar nüfus bakımından büyükçe uluslarsa, ulusal devletlerini kurmaları anlaşılır ve esasında kaçınılmazdır. Bu ise, bugünkü Ortadoğu’da sınırların yeniden sorgulanmasını beraberinde getirmektedir. Ortaya çıkan bir fonemen var. O da, büyük toplulukların kendilerini din/mezhep üzerinden tanımlamaları ve din/mezhep üzerinden uluslaşmanında ifade edilmesidir. Kendini onun üzerinden ifade eden toplulukların devletleşme istekleri, ya da bu yönde eğilimleri var. Bunlar ister istemez bu çelişmelerin çok yoğun olarak yaşandığı coğrafyalarda çatışmaları beraberinde getiriyor. Bunun için emperyalistlerin karıştırmaya ihtiyaçları yok. Zaten bu çelişmeler var. Ortadoğu’da şu an yaşanan savaşta, Irak ve Suriye parçalanma durumundadır. Irak ve Suriye’de merkezi hükümetler var. Ve fakat bu hükümetlerin egemenlik alanları sadece kendi kontrol edebildikleri dar bir coğrafi alanla sınırlıdır. Irak’ta merkezi yönetimin, merkezi devletin kontrol edebildiği alan ve sözünü geçirebildiği alan esasta Şii Arapların çoğunlukta olduğu Basra ve çevresi ve Bağdat’ın etrafı kale gibi çevrilmiş yeşil bölgesidir. Onun dışında Irak merkezi devletinin gerçek anlamda iktidarının söz konusu olduğu yer yoktur. Irak’ta şu anda üçlü iktidar alanları var. KDP’nin önderliğindeki Güney Kürdistan esasında yarı bir devlettir. Güney Kürdistan’da Irak merkezi devletinin sözü geçmiyor. Ancak bölgesel Kürdistan yönetimi ile merkezi devlet bir konuda anlaşabiliyorlarsa, o zaman birlikte hareket ediyorlar. Anlaşamadıkları konularda ise bölgesel yönetimin dediği oluyor. Merkezi devletin kontrol ettiği iktidar alanları var. Üçüncü iktidar alanı da, IŞİD’in kontrol ettiği iktidar alanlarıdır. IŞİD, kontrol ettiği alanlarda, Saddam yönetiminin kadrolarına dayanmaktadır. IŞİD, Irak’ta işgal ettiği alanlarda aynı zamanda feodal çevrelere ve klanlara da dayanmaktadır. Suriye’de de benzer bir yapı var. Suriye’de de merkezi devletin iktidar alanı Şam’ın bir bölümü, Lazkiye ve Akdeniz’e açılan kıyı bölgeleridir. Batı Kürdistan’da PYD/YPG’nin kontrol ettiği bir alan aynı zamanda kullandıkları bir örgüttür de. Esasında DAİŞ’in baş düşman ilan edilmesi, emperyalizmin halkları kandırmasıdır. DAİŞ gerçek anlamda evet ilkeldir, faşisttir, geriye götürmedir. Ama emperyalizmin barbarlığı ile karşılaştırıldığında DAİŞ bir hiçtir. Gerçek anlamda bir tehlike değildir. Bugün dünyada gerçek barbarlığın kaynağı emperyalizmin kendisidir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; yetmiş adamın elindeki zenginlik, dünyanın yarısının elindeki zenginliğe eşittir. Ondan sonra DAİŞ’in dünyanın baş düşmanı olduğu söyleniyor! DAİŞ, ilkeldir, faşisttir, İslamcı faşizmdir. Selevi sunniliğin en radikali, yöntemleri itibarıyla en korkutucu, en barbar örgütüdür. DAİŞ’in, ne emperyalizmi yıkma, ne sistemi gerçek anlamda tehdit etme tehlikesi vardır. Emperyalizm, boyutları gösterdiği gibi değildir. Ne yapabilir DAİŞ? DAİŞ, sunniliğin yoğun olduğu ülkelerde belli bir taban bulabilir. Ve bu ülkelerde terörist örgüt olarak varlığını sürdürebilir. Devletlerin devlet olmaktan çıktığı Irak/Suriye gibi yerlerde, evet belli alanları da ele geçirip, ben devletimi ilan ettim diyebilir. Bugünkü şartlarda İslam devletini büyütmek, geliştirmek ve dünyaya doğru genişletme imkanı sıfırdır. Ortadoğu’da dini ve mezhepsel çelişmeler var. Bu temelde çatışmalar var. Ve bu çatışmalar kaçınılmazdır. Irak/Suriye merkezi devleti dağılmış durumdadır. Ve yeniden bir merkezi devletin kurulma şansı eski biçimiyle hemen hemen sıfırdır. Federasyonlar çıkabilir. Onun adı birleşik devlet olsa bile ama sonuçta herkes kendi bölgesinin egemeni olacaktır. Ve bugünkü savaş, esasında bu egemenliğin sınırları içindir. Yani Kürtlerin egemenliğinin sınırı ne kadar olacak? Selefi sünnilerin egemenliği ne kadar olacak? Esad rejiminin egemenliğinin sınırları ne kadar olacak? Ilımlı müslümanların, müslüman kardeşlerin egemenlik alanları ne kadar olacaktır? Savaş bunun için yürüyor. Bölgedeki güçler açısından savaş bunun için yürüyor. Bölge dışı emperyalist güçler açısından ise, bu alanlarda hangisinin egemen olacağı savaşı yürütülüyor. Rusya, Amerika’nın egemenlik alanı ne kadar olacak? Fransa, Almanya’nın ne kadar sözü geçecek? Yürüyen savaş bu anlamda, Ortadoğu’nun yeniden paylaşılmasında güç savaşıdır. Bu savaşta halkların çıkarı var mı? Bugüne kadar ezilen ve kendi devleti olmayan halklar açısından iktidar alanları açılıyor. Bu anlamda eğer bunlar bağımsız kalabilirlerse gayet iyidir. Bağımsız kalmasalar bile eski durumlarından daha iyi bir duruma gelebiliyorlar. Şu anda yürüyen savaş bağlamında, gerçek anlamda sa- güncel var. IŞİD’in kontrol ettiği iktidar alanları var. Bunun dışında ÖSO çatısı altında buluşan ılımlı İslamcı diyebileceğimiz gruplardan oluşan ve bunların kontrol ettiği alanlar var. Yani Suriye’de dört iktidar alanı var. Esasında Irak ve Suriye’de merkezi devlet parçalanmış durumdadır. Bu merkezi devletlerin yeniden bu biçimde geri gelme şansı yoktur. Batılı emperyalistler açısından da, Rusya açısından da IŞİD baş düşmandır. Neden IŞİD? Çünkü IŞİD, diğerlerinin tersine (ÖSO, PYD/YPG, Şam rejimi) hiçbir şekilde emperyalistlerle bir işbirliği ve bir ortaklaşmayı öngörmüyor. Tam tersine IŞİD diyor ki; bizim düşündüğümüz biçimde İslamı kabul etmeyen herkes bizim düşmanımızdır! Ve bizim amacımız esasında dünya çapında, İslamı egemen hale getirmektir. Bu anlamda da bunlar bir anlamda evet bugün emperyalizmin her şeyi belirleme siyasetine karşı, belli bir baş kaldırmanın özellikle de selefi müslümanlar içinde bir baş kaldırmanın ifadesidir aynı zamanda IŞİD. Ve bu örgüt kontrol dışındadır. Ne anlamda kontrol dışında? Bunları kullanmaları anlamında, eylemlerini kendi çıkarları için kullanmada, bunları şeytanlaştırarak kendi işlerini yapmaları anlamında kontrol dışında değil. IŞİD, sonuçta emperyalizme hizmet ediyor. Emperyalizme karşı en fazla savaşan gibi görünüyor ve savaşıyorda. Ama güçler dengesi öyle bir güçler dengesi ki, IŞİD’in yaptığı terörist eylemler sonuç olarak emperyalistler tarafından kullanılıyor. Fransa’da yapılan bir terörist eylemin Fransa devletine verdiği fazla bir zarar yok. Tam tersine bu terörist eylemler, Fransa’da demokrasinin kısıtlanması için kullanılıyor. Suriye/Irak’ta IŞİD’in varlığı, esasında emperyalistlerin demokrasi adına, özgürlükleri savunma adına, batı değerlerini savunma adına, bu ülkelere müdahalesinin bir aracıdır. Rusya ise, Suriye meşru devletinin çağrısı üzerine oraya gelmesinin gerekçesidir. Uluslararası hukuka göre meşru bir devlet var. Bu devlet Rusya’yı yardıma çağırdı. Rusya, gitti Esad’a yardım ediyor! Kime karşı? IŞİD’e, ÖSO’ya karşı. IŞİD, bütün dünyanın baş düşmanıdır. IŞİD, emperyalistler açısından kullanışlı bir araçtır. Bugünkü güç dengesinde bu böyledir. Emperyalistler yine de korkuyor. Kendi ülkelerinde IŞİD kendilerini de vurabilir. Vucuduna bambayı bağlayıp kendini havaya uçurmaya hazır insanlar, evet egemen sınıflar içinde tehdittir. Korkuları, düzenin değişmesi şeriatın gelmesi korkusu değildir. Kamuoyunu öyle aldatıyorlar. Evet kişisel olarakta korkuları var. Bu anlamda IŞİD kontrol edilemez bir örgüttür. Ama 43 güncel 44 vaşan güçler içinde emperyalizmden kopup kendi bağımsız iktidarını kurabilecek herhangi birgüç yoktur. Yani emperyalizmle bağını koparma bugünkü şartlarda mümkün görünmüyor. Zaten savaşan güçlerin hiçbiri de (DAİŞ dışta tutulursa) emperyalistlerle bağını koparma programına da sahip değildir. DAİŞ, en başta biz herkese karşıyız, diyor. Hiçbir emperyalist güçle işbirliği içinde olmayız, diyor. Ama DAİŞ’in gelecek toplum tahayyülünün ilericilikle ilgisi yoktur. Dinci, faşist bir gelecek tahayyülü var. Onun ilericilik, antiemperyalizm adına savunulacak bir yönü yoktur. DAİŞ’in gelecek tahayyülü, yani kuracakları sistem esasında emperyalizmin ötesine geçen, emperyalizmi reddeden bir sistem değildir. DAİŞ’in gelecek toplum tahayyülü ortaçağa geri götürmedir. Bu yüzden de antiemperyalizm adına DAİŞ’in desteklenecek hiçbir yanı yoktur. Kürtler Rojava’da, biz kendi kendimizi yöneteceğiz dediler. Özerk yönetimler ilan edildi. Suriye devleti Kürtlere saldırmadı. DAİŞ, Kürtlere saldırdı. Esad ve Kürtler DAİŞ’e karşı mücadele ediyor. DAİŞ, Esad’ın da baş düşmanıdır. Bu anlamda Suriye devletinin YPG/PYD ile çatışmasının mantığı yoktur. İkisinin de baş düşmanı aynıdır. DAİŞ, Kobane’ye saldırdı ve Kobane halkı Türkiye’ye aktı. Kobane’de kalan savaşçılar, DAİŞ’e karşı savaştılar. Amerika’nın devreye girmesi, Türkiye’nin koridoru açıp peşmergelerin ağır silahlarla geçmesine izin vermesi Kobane’nin düşmesini engelledi. Kobane’nin kurtarılması, Türkiye, Amerika ve Barzani işbirliğinin de sonucudur. Yalnızca PKK, PYD/YPG’nin Kobane’yi kahramanca savunmasının sonucu değildir. Gelinen yerde, PYD/ YPG batılı emperyalist güçlerce de, Rus emperyalistleri tarafından da desteklenmektedir. Rus emperyalistleri/Esad rejimi açısından da baş düşman DAİŞ’tir. PYD/YPG’de DAİŞ’e karşı mücadele ediyor. Onun için Rusya, PYD/YPG’yi destekliyor. Mantık bu. Batının mantığı ne? Batının mantığı için de DAİŞ baş düşmandır. Ve DAİŞ’e karşı mücadelede, esasında kendi askerlerini doğrudan savaşın içerisine sokmak istemiyorlar. Irak’taki gibi zorluklarla karşılaşacaklarını biliyorlar. Onun için DAİŞ’e karşı zaten aşağıda savaşan var. Onun için havadan destek veriyorlar. Silah yardımı yapıyorlar. Az sayıda bunlara savaşmayı öğreten uzman askerler gönderiyorlar. PYD/YPG, Batı Kürdistan’da egemenliğini kurmak istiyor. PYD/YPG’nin mantığına göre; bana yardım eden hoşgelmiştir mantığıdır. Bu egemenlik mücadelesinde PYD/YPG, DAİŞ, Esad ve Türkiye ile tek başına kalırsa, zorlukları biliyor. O yüzden kendisine yapılan her yardıma ve desteğe sıcak bakıyor. Rojava’lı Kürtler kendi mücadelelerini veriyor. Bunda bir yanlışlık yok. Ve bu mücadelelerinde, emperyalistlerinde kendi çıkarları için onları kullanmaya çalışmasının da emperyalistler açısından anlaşılır tarafı var. Bu noktada esas sorun şu: PYD/YPG, kendi tabanını, bu emperyalist güçlere karşı nasıl eğitiyor? Ya da emperyalist güçler konusunda nasıl eğitiyor? Eğer şunu diyorsa, ya biz savaş veriyoruz, yalnız kaldığımızda yok olup gideceğiz. Bu yüzden gelen her yardım iyidir. Ama, bunlar bizi kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Biz bunun farkındayız, siz de farkında olun. İnsanlarına eğer bu eğitimi veriyorlarsa problem olmaz. Problem, bu eğitimi veriyorlar mı, vermiyorlar mı? Esas sorun burada. Kendi içlerinde tam olarak ne yaptıklarını bilmiyoruz. Dışa yansıyan şey, herhangi bir biçimde emperyalizmi doğrudan karşılarına alan bir ajitasyon propaganda yapmıyorlar. Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin siyaseti ile ilgili propaganda yapıyorlar. Emperyalizme, Amerikan, Alman emperyalizmine karşı propaganda yapılmıyor. Birleşmiş Milletler’e, Amerikan emperyalizmine, neden Türkiye’ye baskı yapmıyorsunuz çağrısı yapılıyor. Emperyalistlere, siz sahtekârsınız, kendi ülkelerinizde hakları kısıtlıyor ve baskı uyguluyorsunuz demiyorlar. Bunlara baktığımızda, yaptıkları işin pek doğru olmadığını ve bunun gelişme içinde esasında yarısömürge bir yapıya doğru gelişmesinin kartlarının döşendiğini söyleyebiliriz. Rojava’daki yapı nasıl olacak? Bağımsız bir yapı mı olacak? Problem burada yatıyor. Kürt meselesinin gündeme getirilmesi ve adımlar atılması bağlamında, düne göre ileri bir adımdır. Fakat, böylesi bir çözüm bizim istediğimiz bir çözüm değildir. Kürdistan’ın çözümü bağlamında da gerçek bir çözüm değildir. Kürdistan’daki milli çözüm, gerçekten bağımsız milli devletlerin kurulmasıdır. Ama bugünkü dünya şartları buna da elvermiyor. Komünistlerde bunu yapacak güçte değil. Ama bu olanı ne ise öyle adlandırmak gerekir. Bu durum sadece Kürtlerin suçu değil, aynı zamanda komünistlerin de zayıflığının sonucudur. Ama bu Kürdistan kuruldu, bağımsız devlet oldu anlamına gelmiyor. Sonuçta emperyalistlerin denetiminde yarısömürge bir yapı ortaya çıkacaktır. Rojava’daki durum, düne göre iyidir ama bu gerçek çözüm değildir. 30.07.2016 panorama OHAL SÜRÜYOR! İŞÇİLERE SALDIRI YASASI YÜRÜRLÜKTE! -FRANSA- “Fransızları koruma” adına yürürlükte olan sıkıyönetimin, gerçekte Fransız halkına da karşı olan bir uygulama olduğu gerçeğinin üzerini ne yazık ki milliyetçi yaklaşımlar temelinde örtebilmektedirler, özellikle de “islamcı terörizm” adına anti-İslam propagandayla kitlelere de yutturabilmektedirler. 13 Kasım 2015 tarihinde Paris’te gerçekleştirilen terörist saldırılar bahane edilerek olağanüstü hal/ sıkıyönetim ilan edildi. Süresi ise 26 Şubat 2016’ya kadar diye belirlendi. BM İklim Konferansı (COP 21/ CMP 11) 30 Kasım – 12 Aralık 2015 tarihlerinde sıkıyönetim altında yapıldı ve iklim konferansına karşı protestolar yasaklandı. Konferansın güvenliğini sağlama adına Paris’te 115.000 polis ve asker görevlendirildi. 26 Şubat 2016’da sıkıyönetimin son bulacağını umanlar yanıldı, daha Ocak ayında sıkıyönetimin süresi üç aylığına (26 Mayıs’a kadar) uzatıldı; Avrupa Futbol Şampiyonası gerekçe gösterilerek yeniden üç aylığına (26 Temmuz’a kadar) uzatılan sıkıyönetim, 15 Temmuz 2016 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde bir TIR şoförünün gerçekleştirdiği katliam (TIR’la 84 kişiyi öldürdü) sonrasında yeniden uzatıldı. Hükümet yeniden üç ay uzatmayı planladı ama Ulusal Meclis’teki tartışmalarda Hükümet, eski Başkan Sarkozy’nin önerisini kabul etti ve Ulusal Meclis 20 Temmuz 2016 tarihinde sıkıyönetimi 6 ay daha uzattı. Buna göre eğer yeniden uzatılmazsa, sıkıyönetim 2017 Ocak ayı sonuna kadar sürecektir. Buna paralel olarak Fransa, Avrupa Konseyi’ne gönderdiği bir mektupla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldığını bildirdi. 13 Kasım 2015 saldırıları sonrasında Başkan Hollande “Fransız ulusunu koruma” adına Anayasa’da değişiklik yapılmasını savundu. Buna göre, güvenlik güçleri başta olmak üzere devlet yetkililerine daha fazla yetki verecek, kısacası sıkıyönetimi keyfi biçimde kullanma yetkisi verecek bir değişiklik isteniyordu. Buna bağlı olarak da “terörist eylemden ceza alanların” Fransız vatandaşlığından çıkarılmasını öngören ikinci bir değişiklik de gündeme getirildi. Bu tartışmaların yürütüldüğü ortamda Adalet Bakanı Christiane Taubira istifa etti. 10 Şubat 2016 tarihinde Ulusal Meclis sözkonusu anayasa değişikliğini oy çokluğuyla kabul etti. Bunun yasalaşması için 45 panorama 46 Senato’nun onaylaması ve bundan sonra da Başkan’ın onayı gerekiyordu. Bu arada Başkan, Meclis ile Senato’nun anlaşması durumunda bir Kongre çağrısı yapma ve sözkonusu Kongre’de değişikliği onaylama durumu da vardı. Fakat bu değişiklik gündeme gelen tepkiler ve çelişkiler sonucu gerçekleştirilemedi. Tartışmalardaki esas çelişki, sonradan Fransız vatandaşı olup çifte pasaporta sahip olanların “terörist” eylem ya da saldırı nedeniyle ceza alması durumunda vatandaşlıktan çıkarılması ya da yurtdışı edilmesi değildi. Bu zaten andaki yasalarla yapılabilmektedir. Esas çelişki, taslağa yapılan itirazlar –özellikle de ayrımcılık yapıldığı itirazları- sonrasında, çifte vatandaşlığa yapılan atıfın silinmesi sonucu, doğuştan Fransız (vatandaşı) olanların da herhangi bir “terörist” eylemden, saldırıdan ceza alması durumunda vatandaşlıktan çıkarılması konusundaydı. Meclis bu değişikliği onaylamıştı ama Senato karşı çıktı ve kendisinin doğru bulduğu bir formülasyonla, vatandaşlıktan çıkarmayı çifte pasaportlularla sınırlamayı savundu. Mart ayı sonunda Başkan Hollande tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı ve anayasal değişiklik tartışmasına son verdi. Bu tartışmaya paralel olarak Başkan Hollande 11 Şubat 2016 tarihinde kabine değişikliği de gerçekleştirdi. Verilen bilgilere göre altı bakanlıkta değişiklik yapıldı ve bakanlıkların sayısı çoğaltıldı. Bu konuda Başkan Hollande ile yapılan bir söyleşide, kendisine yöneltilen, 2017’de yapılacak başkanlık seçimlerini gözönüne alarak mı kabine değişikliğini yaptınız, yoksa Fransa’yı reforme etmek için mi sorusuna Hollande şu cevabı verdi: “Hayır, bu harekete geçmesi gereken, reforme etmesi gereken, ilerlemesi gereken bir hükümettir.” Buna bağlı olarak da kendisinin üç önceliği olduğunu belirtti. Buna göre “Fransızları korumak, isdihdam alanı açmak ve Paris İklim Konferansı’na uygun olarak çevreyi korumayı ilerletmek.” öncelikleriydi. Bu üç önceliği anlaşılır dile çevirdiğimizde karşımıza, Fransızları koruma adına sıkıyönetim, toplumun militarize edilmesi, ordunun da iç güvenlikte devreye sokulması, kısacası iç faşistleşmenin ilerletilmesi; isdihdam alanı açma, işsizlere çalışma imkanı sağlama adına, patronların işçileri istedikleri gibi çalıştırıp sömürebilecekleri koşulların yasalarla da sağlanması, bunun için de yeni bir Çalışma Yasası’nın çıkarılması vb. çıkmaktadır. Çevreyi koruma adına da atom santrallerinin çalıştırılmasını sürdürmenin yanısıra fosil enerjinin kullanılmasını sürdürme durumu devam etmektedir. Fransız ordu- sunun özellikle Afrika’da, ama Suriye ve Irak’da da yürüttüğü savaşlarda, bombardımanlarda çevreyi katlettiği olgusu ise zaten gözardı edilmektedir. “Fransızları koruma” adına yürürlükte olan sıkıyönetimin, gerçekte Fransız halkına da karşı olan bir uygulama olduğu gerçeğinin üzerini ne yazık ki milliyetçi yaklaşımlar temelinde örtebilmektedirler, özellikle de “islamcı terörizm” adına anti-İslam propagandayla kitlelere de yutturabilmektedirler. Adı üzerinde: Olağanüstü Hal/ sıkıyönetim! OHAL ya da sıkıyönetim ilan edilmişse, sözkonusu ülkede, eğer bu ilandan önce burjuva demokrasisi var ise, bu demokrasinin de rafa kaldırıldığı bir durum sözkonusudur. Bunun ne kadar dar ya da ne kadar geniş ölçüde uygulandığı somut duruma, özellikle de egemenlere karşı var olan mücadelenin güçlülüğüne ya da zayıflığına da bağlıdır. Eğer egemenler var olan mücadeleyi daha az baskıyla bastırabileceklerini düşünürlerse, kimi demokratik hakların güdük de olsa kullanılmasına izin vermekten kaçınmazlar. Böylesi durumları da kendilerinin ne kadar “demokrasi yanlısı” olduklarının propagandası için kullanırlar, kullanmaktadırlar. “Terörizme karşı mücadele” dendikten sonra her şey mübah görülmektedir. Aslında böylesi durumlarda burjuva demokrasisinin işçilere, emekçilere karşı diktatörlük olduğu gerçeği, daha çok görünebilir bir hale bürünmekte, “demokrasi” örtüsü baskı, zor mekanizmasını örtmeye yetmemektedir. Mesele, işçilerin emekçilerin bu gerçeğin bilincine varmasıdır. OHAL/ sıkıyönetim sürecinde yaşanan baskıların, uygulanan yasakların ortaya konması makalemizin sınırlarını aşmaktadır. Binlerce ev ve dairelerin basılarak arandığı (gece ve gündüz fark etmiyor), binlerce insanın gözaltına alındığı (çoğu kısa sürede serbest bırakılsa da), yüzlercesinin ev hapsine mahkum edildiği, polisin keyfi davranışlarının ve şiddetinin tavan yaptığı, yürüyüşlerde gözyaşartıcı gaz saldırısından korunmak için yanında limon taşıma nedeniyle bile tutuklanmaların yaşandığı, yüzlercesi hakkında dava açıldığı, ya da sivil giyimli polislerin saldırısına karşı direnme nedeniyle sekiz ay hapis cezasının verildiği, yürüyüşlerde onlarca kişinin yaralandığı, hatta somut bir durumda gözaltında ölümün yaşandığı bir durum sözkonusudur. Kısacası OHAL/ sıkıyönetim işçiler, emekçiler için hukuksuzluk demektir! Baskı ve zulüm demektir! Emperyalistlerin temsilcilerinin insan haklarından, demokrasiden dem vurması sahtekarlıktır! İnsan haklarını en fazla ayaklar altına alıp panorama çiğneyenler onlardır! Onlar için sözkonusu olan azami kardır, insan ve insanlık değil! YENİ ÇALIŞMA YASASI... Yeni Çalışma Yasası’nın çıkarılması ve buna karşı mücadele, Mart-Temmuz ayları döneminde Fransa’nın esas gündemlerinden biriydi. Sözkonusu yasa egemenlerin “reform ajandası” dedikleri planın bir parçasıydı. Bu Çalışma Yasası, daha 2000 yılında patronların örgütü olan MEDEF tarafından gündeme getirilen yasa değişikliği talebinin yerine getirilmesiydi. Bu süreçte kuşkusuz birçok yasa değişikliği gerçekleştirildi. Ama egemenler için yetmiyordu! Başbakan Valls 12 Aralık 2014 tarihinde “2015-2017 Reform ajandası”nı tanıtırken diğer şeylerin yanısıra şunları da öne çıkardı: “Dünya değişiyor ve bizi beklemiyor. Fransa bu yeni gelişmeye ayak uydurmak zorundadır. (...) Fransa’yı yeniden harekete geçirmek zorundayız. Bu, reforme etme demektir. (...)Bunu yapmak için Fransızların bizim tarafımızda olmasına ihtiyacımız var, ne yapılmak istendiği onlara anlatılmak zorundadır. (...) Fransa önemli üstünlüklere sahip: coğrafik, ekonomik, bilimsel, teknolojik, yaratıcı ve herşeyden önce insani. Bunlar Fransa’yı Dünya’nın beşinci ekonomik gücü yapmaktadır. Bu mevkiyi koruyabilmek için, kendisini yeni küresel oyuna uydurmak, kendi işverenlerine kazanç sağlamak, onlara yardım etmek, kaybedilen oyun sahalarını geri ele geçirmek zorundadır, bununla yatırım yapabilsinler ve iş alanı sağlayabilsinler. Da- yanışma ve sorumluluk anlaşmasının anlamı budur.” Evet, Fransa Başbakanı Valls “reform ajandası”nı açıklarken kime hizmet ettiklerini, ne yapmak istediklerini açıkça dile getirmektedir. Gerçi Dünya’nın beşinci ekonomik gücü olma durumunu koruyamadılar ve altıncı sıraya düştüler ama kendilerini “küresel oyuna” uydurmaya ve “Fransa’yı yarının dünyasına hazırlama”ya tüm güçleriyle çalışmaktadırlar. 2015 yılı yaz ayları süresince Çalışma Yasası bağlamında yapılan çalışmalar Haziran ayında kitap formatında tanıtıldı, daha sonra Eylül ayında ise “Araştırma Raporu” adı altında Başbakan Valls’a sunuldu. Yazarları eski Adalet Bakanı Robert Badinter ve eski Çalışma Hukuku Profesörü Antoine Lyon-Caen ve sözkonusu uzmanlar komisyonunun diğer üyeleriydi. İstisnasız hepsi de sermayedarların çıkarlarının savunucularıydı. Çalışma Yasası’nın taslağı hazırlandıktan sonra 9 Mart 2016 tarihinde Çalışma Bakanı Myriam El Khomri tarafından Hükümete sunulacağı ve Hükümet tarafından tartışılıp kararlaştırılacağı haberi kamuoyuna yansıdı ama Çalışma Yasası tasarısının görüşmeleri 9 Mart’ta yapılmadı. “Sosyal ortaklar” dedikleri sendika temsilcileriyle pazarlıklar için iki hafta ertelendi. Sonuçta 24 Mart 2016 tarihinde Çalışma Bakanı El Khomri tasarıyı Hükümete sundu. El Khomri daha tasarıyı Hükümete resmen sunmadan önce (Şubat ayı ortalarında), Hükümetin yeniden Anayasa’nın 49-3. Maddesi’ne başvurabileceğini ilan ediyordu. Sözkonusu Madde, Hükümete yasa tasarı- 47 panorama 48 sını Ulusal Meclis’te oylama yapılmadan kabul edilmesi hakkını vermektedir. Bunu engellemenin tek yolu Hükümete karşı gensoru önergesi verip, güvenoyu oylamasında çoğunluğu sağlamaktır. Aksi halde tasarı kabul edilmiş oluyor. 2006 yılında andaki Başkan Hollande, Anayasa’nın sözkonusu bu maddesini, “Zorbalıktır”, “Demokrasiyi reddetmektir” diye tanımlıyordu. Bugün ise kendileri bu maddeyi devreye sokmaktadırlar. Çalışma Bakanı El Khomri’nin açıklaması, esasında egemenlerin bu yasayı çıkarmaya kararlı olduklarının ilanıydı. “Sosyal ortak”larıyla yapılan görüşmelerde tasarının temel yaklaşımının değiştirilemez olduğu da açıkça ilan edildi. Sonuçta kimi kozmetik düzeltmeler yapıldı ama özünde herhangi bir değişiklik yapılmadı. Medyaya yansıdığı kadarıyla Çalışma Yasası tasarısında öne çıkan kimi saldırılar şunlardır. Saldırıların başında çalışma saatlerinin, izin kurallarının ve işçilere çıkış vermenin patronların isteklerine uygun olarak esnekleştirilmesi gelmektedir. Örneğin formel olarak haftada 35 saatlik çalışma süresine dokunulmamaktadır. Önceki yasaya göre yıllık ortalama hesabına göre haftada 35 saatlik çalışma süresi geçerliydi. Yani bir haftada 35’ten daha çok saat çalışılabilir ama ortalaması yıllık olarak 35 saati geçmeyecekti. Fazla çalışma saatleri izin kullandırılarak hallediliyordu. Günde en fazla 10 saat olan çalışma süresi 12 saate kadar ve haftada da 60 saate kadar uzatılabiliyor. Haftada 35 saatlik çalışma süresi bir yıl yerine üç yıl olarak hesaplanmaktadır. Buna ek olarak mesai saatlerinin ücretinin ödenmesi de değiştirilmektedir. Örneğin mesai saatlerine % 25 fazla ücret ödeme yerine %10 ödenecek. Patronlar işçileri kendilerinin iş kapasitesine göre çalıştırma hakkına yasal olarak kavuşmaktadırlar. Bu da keyfi uygulamayı garantilemektedir. Yani her patron canı istediğinde, sözkonusu işçiye, işçinin istediği tarihte izin vermeyebilir ve haftada 60 saate kadar çalıştırabilir. İşine gelmediğini düşündüğü işçiyi, işçileri de, işyerinin ekonomik durumunu, rekabet gücünü artırmayı, yeniden yapılanmayı vb. gerekçe göstererek işten çıkarabilir. Sözleşmesinin yenilenmesini isteyen işçiler de kendilerini kapıdışında bulabilecekler... İşyerinin durumunu gerekçe gösteren “haksız işten çıkarmalar” konusundaki düzenlemede ise, eskiden ödenecek tazminat alt sınır olarak belirlenirken, şimdi üst sınır belirlenmektedir. Eskiden alt sınır en az altı aylık ücretin ödenmesini içerirken, şimdi basa- maklı üst sınır belirlenmektedir. En az iki sene çalışanlara üst sınır üç aylık ücrettir. Yani üç aylık ücret yerine bir aylık ya da iki haftalık ücretin tazminat olarak ödenmesi mümkündür. İki ile beş sene arası çalışanlara altı aylık, yirmi sene çalışanlara da en fazla onbeş aylık ücret tazminat olarak öngörülmektedir. Sendikal temsile ya da toplu sözleşmelere saldırılar da genişletilmekte ve esasında İşyeri Temsilciliği ile pazarlık alanını genişletme temelinde, sendikaların sözkonusu iş dalında (branşta) toplu sözleşme yapmasının temeli oyulmaktadır. Örneğin herhangi bir branşta sendika ile işverenler arasında kabul edilen ve geçerli olan toplu sözleşme, işyerinde, herhangi bir şirkette İşyeri Temsilciliği ile yapılan anlaşma tarafından devredışı bırakılmaktadır. Her işyerine özgü bir sözleşme gündeme getirilmektedir. Bu da esasında işçilerin sendikal örgütlülük temelindeki birliğini de ortadan kaldırmaktadır. Aynı şekilde sözkonusu işyerinde işçilere daha fazla baskı yapılmasının ortamı sağlanmakta, patronun taleplerini yerine getirmeyenlerin işten atılması kolaylaştırılmakta ve sonuçta patronların keyfi yönetimi egemen kılınmaktadır. Böl parçala, hükmet prensibi, burada kendisini farklı biçimde gündeme getirmektedir. Tüm bu konularda durum daha detaylı ortaya konabilir. Ama özde bir şey değişmiyor. Yeni Çalışma Yasası işçilere, emekçilere toptan saldırı yasasıdır. Egemenler o kadar sahtekar ki, tüm işçi düşmanı saldırılarının üzerini örtmek için, “işçiler lehine kuralların genişletilmesi” adı altında kimi değişiklikler yapmaktadırlar. Örneğin işçiler isterse maaşlarının digital olarak hesaplanması, ödenmesi işlemi yapılabilecek... Ya da işçiler rizikolu meslekler dışında mecburi sağlık kontrolünden feragat edebilirler. Hatta ve hatta, iş saatleri dışında, işle ilgili e-posta yazışmalarını takip etmek zorunda değiller!!! Ne büyük bir hak değil mi? İş saatleri dışında iş yapmama hakkı veriliyor! Önce çalışma koşulları iyice kötüleştiriliyor, iş saatleri dışında da işle ilgili e-posta üzerinden çalışmaya zorlanıyor, sonradan da bu zorunluluk ortadan kaldırılarak işçilere, bakın sizin durumunuzu iyileştiriyoruz!!! diyerek genel saldırıların üzeri örtülmeye çalışılıyor! ...VE BU YASAYA KARŞI MÜCADELE Çalışma Yasası’nın taslağı hazırlanıp 9 Mart 2016 tarihinde Çalışma Bakanı Myriam El Khomri tarafından Hükümete sunulacağı ve Hükümet tarafından tartışılıp kararlaştırılacağı haberi kamuoyuna da ise esas zayıflık, sözkonusu grevlerin birbirinden bağımsız ve kısa süreli olmalarıydı. Kimi grevler ise devletin kolluk güçleri tarafından baskıyla, zorla engellendi. Grevlerin daha güçlü olmasını engelleyen esas faktör, tüm protesto çağrılarına rağmen sendikaların “sosyal ortaklık” siyaseti ve buna bağlı olarak grevleri bir genel greve dönüştürmekten kaçınmalarıydı. Genel grevin lafı edildi ama kendi aralarında anlaşamadılar. İşçiler için işi zora sokan durumlardan biriyse, Fransa’da grev süresince işçilerin herhangi bir ücret/ maaş almama durumuydu. Onlar için her grev günü aynı zamanda kaybedilen gelir anlamına geliyordu. Bu olgu işçilerin durumunu zora sokuyordu ama yapılan dayanışma kampanyalarıyla yüzbinlerce Avro’nun toplandığı gerçeği gözönüne alındığında, esas engelin sendikaların yönetimleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Mayıs ayı ortalarından itibaren “gece ayakta” eylemlerine katılım gerilemeye başladı. Temmuz ayı başlarından itibaren “yaz tatili” gerekçe gösterilerek protesto eylemleri de düşük seviyeye indirildi. Buna göre son durum, yaz tatili süresince düşük katılımlı ve yerel protesto eylemlerinin sürdürülmesi, Ağustos ayı sonunda sendikaların temsilcilerinin biraraya gelerek sonraki eylemler konusunda tavır belirlemesi ve 15 Eylül için 14. “ulusal çapta eylem”in gerçekleştirilmesi konusunda tutum belirlenmiştir. 15 Eylül’deki eylemde artık tasarının değil yasanın geri alınması için mücadele sözkonusudur. EGEMENLERİN PROTESTOLARA TEPKİLERİ... Yasa tasarısına karşı çıkanların verdiği bilgilere göre Fransa’da halkın çoğunluğu bu tasarıya karşıdır. Hükümet ve patronların temsilcileri ise karşı çıkanları “küçük bir azınlık” olarak gösterme taktiğine başvurdu. Başbakan Valls 17 Mayıs’ta protestocuları kriminalize etme taktiğini tehditlerle birleştirerek protestocuların “demokrasiyi sevmediklerini, kurallarına uymadıklarını” anlatarak onların “devletin, polisin ve adaletin en büyük kararlılığıyla karşılaşacakları”nı ilan etti. Valls protestolara katılan sendikaları, özellikle de CGT’yi eleştirirken, “kendi azınlık tutumları için halkı rehin aldılar” tavrını takındı ve daha sonra ise sendikalara büyük protestoları sonlandırma çağrısını yapmaktan geri kalmadı. Patronların örgütü MEDEF’in Başkanı Pierre Gattaz da, protestocuları “teröristler”, “dolandırıcı” olarak damgaladı. 14 Haziran’daki eylemlerde polisin eylemcileri te- panorama yansıdıktan sonra, yavaş yavaş da olsa protesto etme çağrıları ve protesto eylemleri gündeme geldi. Yasa tasarısını protesto etmek için ilk çağrı gençlik ve öğrenci birlikleri tarafından yapıldı. Gençler, öğrenciler 9 Mart’ta protestolara çağrı yaparken, 23 Şubat 2016 tarihinde biraraya gelen sendika konfederasyonları ve toplu sözleşme yapma hakkı olmayan kimi küçük sendikal örgütlerin temsilcileri ortak bir karar alamıyordu. Fransa’nın en güçlü sendikası olduğu söylenen CGT (Genel İşçi Konfederasyonu) 31 Mart’ta protestoya çağrı yaptı. Tartışmalar, eleştiriler, sendikaların önemli bir kesiminin 9 Mart’taki eyleme destek vermesini ve katılımını beraberinde getirdi. Böylece 9 Mart 2016 tarihi protestoların başlangıcı olarak kabul edildi. 31 Mart’ta yapılan eylemlerle birlikte “Meydan İşgali Hareketi” de denen protesto eylemleri de gündeme geldi. Bu eylemler Türkçeye “Gece ayaktayız” ya da “Gece ayakta” diye çevrildi. Bu eylemciler son yıllarda yaşanan “İşgal et” hareketinden etkilendiklerini ve Çalışma Yasası tasarısına karşı protestolarını bu eylem biçimiyle de göstermeye çalıştıklarını ifade etmekteydiler. Çalışma Yasası tasarısının geri alınması için verilen mücadele, değişik alanlarda ve değişik eylem biçimleriyle yürütüldü. Grevler, yürüyüşler, mitingler, blokade eylemleri ve “gece ayakta” eylemleriyle meydanların işgali vb. vb. eylem biçimleri gerçekleştirildi. Sendikaların tümü bu protestolara katılmadı. Örneğin sağ sosyaldemokrat olarak değerlendirilen ve Fransa’nın ikinci güçlü sendikası olduğu belirtilen CFDT (Fransa Demokratik İşçi Birliği /Federasyonu) ve CFTC (Fransa Hristiyan İşçiler Birliği/ Federasyonu) gibi sendikalar protestolara katılmadı. Sendikaların gençlik ve öğrenci birlikleri ve “gece ayakta” eylemcileri, Mart ile Temmuz aylarında değişik tarihlerde “ulusal çapta eylem” adını verdikleri 13 (onüç) protesto eylemi, yürüyüş ve miting gerçekleştirdiler. Yasa tasarısının geri alınması için birçok iş dalında grevler de gerçekleştirildi. Demiryolları iletişiminden, uçuş kontrol görevlileri ve pilotlara kadar, çöplerin toplanmamasından enerji dalından özellikle rafinerilerde ve atom santrallerindeki grevlere kadar, rıhtım çalışanlarının grevlerinden özellikle gençlerin otoyolları ve garları bloke etme eylemlerine kadar değişik protestolar gerçekleştirildi. “Ulusal çapta eylem”lere onbinlerce insan katıldı. Katılımın en yüksek olduğu eylem ise 14 Haziran’da gerçekleşti. Kimi verilere göre 1,3 Milyon ile 2 milyon arası insan protestolara katılmıştı. Grevler bağlamın- 49 panorama 50 rörize ve kriminalize etme yönlü saldırılarından kaynaklı yaşanan kimi çatışmalar bahane edilerek protesto eylemlerinin yasaklanması gündeme getirildi. 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece/sabah, Paris’te 23 Haziran için örgütlenen protesto yürüyüşünün yasaklandığı ilan edildi. Bu yasak ilanı, Cezayir savaşından sonra, 1962’den beri Fransa’da sendikaların desteklediği bir yürüyüşün yasaklanmasının ilk örneğiydi. Protestolar karşısında geri adım atılmak zorunda kalındı ve İçişleri Bakanı eyleme izin verildiğini açıkladı. Bu karar sendika temsilcileriyle yapılan görüşmelerden sonra verildi. Ama sözkonusu izin, yürüyüş rotasının gidişinin 500 metre, toplam gidiş-dönüş rotasının 1,5 kilometrelik bir izinle sınırlıydı. Sendika temsilcileri bu uzlaşmayı utanmazca “eylem hakkının kullanılması” ve bir başarı olarak lanse ettiler. 23 Haziran’daki yürüyüş kimi gazeteciler tarafından haklı olarak “kafes yürüyüşü” olarak adlandırıldı. Bastille Meydanı’nda yapılacak yürüyüşe katılımları engellemek için meydanın çevresini daire biçiminde saran dört ayrı noktada sıkı kontroller yapıldı, meydana yakın iki metro istasyonu kapatıldı ve yüzlerce insanın katılımı engellendi. Tüm terörize etme uygulamalarına karşın eyleme 60.000 kadar insanın katıldığı belirtildi. Tarafların karşılıklı olarak eylemcilerin sayısını yüksek veya düşük gösterdiği bir durumda katılımın 30 ile 40 bin arasında olduğu öngörülebilir. Eylemlerde kolluk güçlerinin yoğun saldırıları hemen her seferinde gündemdeydi. Sıkıyönetimin uygulanması pratikte kendisini protestoculara karşı sert biçimde gösteriyordu. Bu arada 10 Haziran ile 10 Temmuz tarihleri arasında yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası da bahane edilerek “güvenlik önlemleri” yoğunlaştırıldı. Maçların oynanacağı 10 şehirde toplam 103.000 polis, asker, özel güvenlik güçleri vb. görevlendirildi. Fransa İçişleri Bakanı futbolseverlere politika hakkında konuşmayı bile yasaklamaya çalıştı. Davranış kuralları olarak açıklanan tavırda, futbolseverlerden, “politik, ideolojik, hakaret eden ve ırkçı söylemlerden” kaçınmaları talep ediliyordu. Protestolar sonrasında bu ifade “hakaret edici, ırkçı, seksist ve dinci” mesajlar vermeme biçiminde değiştirildi. TASARININ YASALAŞTIRILMASI Egemenlerin Çalışma Yasası’nı çıkarmakta kararlı olduklarını yukarıda yazdık. Bu kararlılık tüm protestolara rağmen geriletilemedi. Başbakan Valls, 10 Mayıs’ta Ulusal Meclis’te tasarının ele alınması gündemdeyken Anayasa’nın 49/3. Maddesi’ni işleme koydu. Bunun gerekçesini açıklamaya çalışırken “çünkü bu reform sonuçlandırılmak zorundadır, çünkü bu ülke ilerlemek zorundadır” tavrını takındı. Bu maddenin işletilmesine karşı gensoru önergesi verildi ve 12 Mayıs’ta yapılan güvenoyu oylamasında çoğunluk sağlanamadığı için tasarı kabul edilmiş oldu. Tasarının yasalaşması için Senato’nun ve ondan sonra da Başkan’ın onayı gerekiyordu. Senato 28 Haziran’da kimi değişiklikler yaparak tasarıyı onayladı. Buna bağlı olarak tasarının Ulusal Meclis’te yeniden ele alınması gündeme geldi. Tasarılar farklı olduğu için Başkan tarafından onaylanması sözkonusu değildi. Ulusal Meclis 5 Temmuz’da toplandığında, daha oturumun başlangıcında Başbakan Valls Anayasa’nın 49/3. maddesini uygulayacağını ilan etti. Gensoru verilip verilmeyeceğinin ortaya çıkması için bir gün zaman geçmesi gerekiyordu. Bu sefer de “sol” kesim (içlerinde FKP, yeşilciler ve kimi sosyaldemokrat milletvekillerinin bulunduğu “sol”) gensoru için gerekli olan 58 imzayı toplayamadı (56 imza toplandı) ve gensoru veremedi. Sarkozy’nin partisi ve genelde “tutucu” olarak adlandırılanlar ise bu sefer gensoru vermedi. Bunun sonucunda 6 Temmuz’da tasarı yeniden kabul edilmiş oldu. Kabul edilen tasarı, Senato’nun değiştirdiği tasarı değil, hükümetin tasarısıydı. Yapılan kimi kozmetik değişikliklerle 21 Temmuz’da yapılan oylamayla tasarının kabul edildiği bir kez daha ilan edildi. Kimi milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne başvurusu sonucunda Anayasa Mahkemesi, Hükümetin yaptığının Anayasa’ya uygun olduğunu belirterek onayladı. Başkan Hollande’nin de onaylaması ve 8 Ağustos’ta resmi gazetede yayınlanmasıyla yeni Çalışma Yasası yürürlüğe girdi. Sendikalar ve diğer protestocu kesimlerin 31 Ağustos’tan itibaren yapmayı planladıkları protestolarla bu yasayı geri aldırmalarının mümkün olup olmadığı, protestoların ne kadar tutarlı ve güçlü olduğuna, katılımcıların gücüne ve militanca mücadelesine bağlıdır. Verilere ve gidişata bakıldığında bu yasanın geri alınmayacağını, egemenlerin işçilere, emekçilere karşı saldırılarını sürdürmekte kararlı olduklarını tespit etmek -üstüne üstlük protestolara, mücadeleye önderlik edecek devrimci, komünist bir önderliğin olmadığı koşullarda-, gerçeğe daha yakın görünüyor. 21.08.2016 panorama REFERANDUMDAN “AB’Ye HAYIR” ÇIKTI! -BÜYÜK BRİTANYA- İster Brexit kararı işleme konsun, isterse de halkın çoğunluğunun iradesi hiçe sayılarak AB üyesi olarak kalmaya karar verilsin – ki bu olasılık var olsa da, gerçekleşmesi olasılığı düşük görünüyor-, her iki durumda da işçilere ve emekçilere saldırılar devam edecektir. Bu olasılıklara dikkat çektikten sonra referandumun sonucunun açığa çıkmasından sonraki kimi gelişmelere kısaca bakabiliriz. Adına Brexit de denen Büyük Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkması meselesi hakkındaki tartışmalar son birkaç yılda sık sık gündeme geldi. Büyük Britanya ile AB’nin diğer ülkeleri arasındaki çelişkiler, AB’yi ilgilendiren kimi önemli konularda her seferinde gündemdeydi. Örneğin Büyük Britanya Avro’yu kendi para birimi olarak kabul etmedi ve böylece Avro Bölgesi denen bölgeye dahil olmadı. Şengen Anlaşması’nı kabul etmedi. “Fiskalpakt” dedikleri ve öncelikle mali konuları ilgilendiren anlaşmayı onaylamadı vb. vb. Bunlara karşın özellikle ekonomi alanında neoliberalizmin kimi temel yaklaşımlarını içeren, sermayedarların daha yoğun sömürüsüne ve karlarına hizmet eden konularda, örneğin AB içpazarında metaların, hizmet sektörüne ait hizmetlerin, sermayenin ve “insanların”, gerçekte ise meta olarak işgücünün “ser- best” dolaşımı konusunda diğer emperyalist güçlerle -özellikle Almanya ile- aynı konumdaydı. AB’nin iç pazarında “dört temel özgürlük” dedikleri işçileri emekçileri daha fazla sömürme, soyma siyaseti Büyük Britanya’nın egemenleri tarafından sınırlamasız uygulandı. Bunun sonucunda, ucuz işgücü olarak hesaplanan AB içpazarındaki işgücünün serbest dolaşımı sonucunda en az 3 milyon işçinin Büyük Britanya’ya göçü gerçekleşti. Ucuz işgücü ile tekeller, holdingler kasalarını şişirirken, yerli işçiler arasındaki işsizlik oranı da giderek yükseldi, ücretleri azaldı, yaşam koşulları giderek kötüleşti. Milliyetçi, ırkçı kesimler, kapitalist-emperyalist sistemin yol arkadaşı olan işsizliği, işçilerin, emekçilerin sömürülmesi olgusunu, sanki AB’ye üye olmaktan kaynaklıymış gibi göstererek Büyük Britanya işçilerini, emekçilerini, genelde yabancı kökenli ama özel- 51 panorama 52 likle de AB’nin diğer ülkelerinden gelen işçilere karşı milliyetçi, ırkçı siyaset temelinde kışkırttı ve işsizliğe, yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı çözümü, Avrupa Birliği’nden çıkmak olarak sundular. Kendisine “sol” diyen kesimler, örneğin Britanya Komünist Partisi, AB’ye karşı sendikacılar ve kimi sosyal demokratlar da haklı olarak AB’nin büyük sermayenin çıkarlarını temsil ettiği için AB’ye karşı çıktılar. Bu haklı karşı çıkış ama doğru bir siyasetle birleştirilemedi. “Ulusal bağımsızlık” adına, Büyük Britanya egemenlerine karşı davranma adına devrim propagandası yapmadan Brexit savunuculuğunu yapma konumuna düştüler. Esas mücadeleyi “kendi” sömürücülerine karşı, onların iktidarını yıkmaya değil, AB’ye karşı yönelttiler. Kuşkusuz emperyalist bir birlik olan AB’ye karşı mücadele etmek doğrudur, doğruydu, ama bu mücadele, Büyük Britanya egemenlerinin iktidarını devrimle yıkma mücadelesine bağlı olarak ele alınmadığı için yanlış bir konuma düşüldü. İşsizliğin, ücretlerin düşmesinin, yaşam koşullarının kötüleşmesinin esas sorumlusu olarak sömürü düzeni değil de AB gösterildiği koşullarda ırkçı faşist UKİP (Birleşik Krallık Özgürlük Partisi) AB’ye karşı propaganda da giderek güç kazandı. 7 Mayıs 2015 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde aldığı oy baz alındığında, Muhafazakar (Tories) ve İşçi Partisi (Labour) ardından üçüncü güçlü parti konumuna geldi. Daha 2013 yılında Muhafazakar’ların lideri ve Başbakan Cameron, gelecek seçimlerde (Mayıs 2015) yeniden seçilebilmek için, halka yeniden seçildiğinde Avrupa Birliği’nden çıkıp çıkmama hakkında referanduma gideceği sözünü verdi. 7 Mayıs 2015 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini Muhafazakar’lar kazandı ve Cameron başbakanlık görevini sürdürdü. Cameron verdiği sözü tuttu ve AB üyesi olarak kalıp kalmama konusunda referandumu gündeme getirdi. 17 Aralık 2015 tarihinde Kraliçe Elizabeth’in onayıyla karar resmileştirildi. Referandum tarihi ise 23 Haziran 2016 olarak belirlendi. Referandum tarihi belirlendikten sonra bu konudaki tartışmalar da yoğunlaştı. Hükümet AB yanlısı tavır takınırken, Muhafazakar milletvekillerinin önemli bir bölümü de UKİP gibi Brexit yanlısıydı. İşçi Partisi ise önceden sahip olduğu AB karşıtı tavrını, kendi içindeki çelişkiler nedeniyle değiştirerek AB yanlısı tavır takındı. Sözkonusu çelişkiler çekingen bir AB yanlısı propagandaya yolaçtı. Tartışmalar sadece Büyük Britanya’da değil AB çerçevesinde ve AB ile ilgilenen AB dışındaki kesimler tarafından da yürütüldü. AB yanlısı kesimlerin propagandaları, esas olarak işçileri, emekçileri Avrupa Birliği’nden çıkarsanız durumunuz çok kötüleşir diyerek korkutmak, tehdit etmek temelinde yürütüldü. Bu propagandaların da temel yaklaşımı, sömürü düzeninin işçilere, emekçilere düşman karakterinin üzerini örtmekti. Böylece hem AB yanlıları hem de karşıtları -farklı sonuçlara varsalar da- ortak bir noktada birleşiyorlardı: Sömürü düzenini savunmak! Hükümet 14 sayfalık broşürle -broşür Britanya çapında her eve gönderildi- AB içinde kalmanın “yararlarını” propaganda etti. Britanya Sendikalar Birliği (TUC) ise üyelerine gönderdiği yazı/ mektupla, AB içinde kalmanın prpagandasını yaptı ve Brexit durumunda işçilerin durumunun kötüleşeceğini, izin parasının, ebeveyn zamanı süresince ödenen paranın kesileceği, işyerlerinin daha çok saldırıya maruz kalacağı, işsizliğin yükseleceği tehditlerini yaygınlaştırdı. Brexit’ten yana olan sendikalar ise Demiryolları Sendikası RMT ile Fırıncılar Sendikası BFAWU idi. ABD’nin kimi temsilcileri de Britanya halklarına Brexit’e karşı olma, AB içinde kalmaya karar vermeleri çağrısı yaptı. Sözkonusu çağrıda “ABD ile birlikte jeopolitik ve ekonomik olarak önümüzdeki yıllarda meydana gelecek meydan okumalarla başa çıkmak için” “güçlü ve birleşik bir Avrupa’ya ihtiyaç vardır”, Brexit durumunda “Büyük Britanya’nın dünyadaki nüfuzu azalır ve Avrupa tehlikeli biçimde zayıflar” vb. düşünceler savunuldu. Brexit’i engellemek için AB yanlılarına destek olarak en az 8 Milyon Sterlin “bağış”ladılar. AB içindeki AB yanlıları, özellikle de atanmış yöneticileri ise, Brexit’in gidilebilecek bir yol olarak kimi diğer AB üyesi devletlere -Hollanda, Danimarka, Polonya vd.- örnek olmasını engellemek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Kimileri Brexit durumunda AB’nin geleceğinin tehlikede olduğunu, bunun için de Brexit’in engellenmesi gerektiğini açıkça propaganda etti. Emperyalist Alman devletinin savunucuları da Büyük Britanya’nın Almanya’nın ekonomisi için ve neoliberal siyasetin AB içinde egemen kılınmasında çok önemli bir partner/ ortak olduğunu savundular. Buna paralel olarak Brexit durumunda en fazla kayıp yaşayacak devletin Büyük Britanya olduğu, örneğin AB’nin iç pazarındaki “dört temel özgürlük”ten (metaların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımı) yoksun kalınacağı da yaygın biçimde propaganda edildi. Hatta Brexit du- panorama rumunda İskoçya’nın ve Kuzey İrlanda’nın Büyük Britanya’dan ayrılmaya karar vereceği de tehditkar biçimde hatırlatıldı... Kimi Alman medya mensupları ise Almanya’nın emperyalist karakterinin üzerini örtmek ve sosyal bir devlet olarak göstermek için Büyük Britanya’yı, “Büyük Britanya için her şeyden önce ekonomik çıkarlar sözkonusudur” biçiminde suçladılar. Böylece AB’nin, özellikle de Alman emperyalizmi için ekonomik çıkarların sözkonusu olmadığı yalanını yaygınlaştırmaya, kitlelerin bilincini karartmaya çalıştılar. Bu arada muhafazakarından sosyaldemokratına kadar birçokları, emperyalist AB projesini bir “barış projesi” olarak kitlelere yutturmaya çalıştılar ve Brexit durumunda bu projenin tehlikeye gireceğini empoze ettiler. AB yanlısı olan kimi medya mensupları, Büyük Britanya’nın AB üyeliği sürecinde ortak bir yaklaşım geliştirmenin, entegrasyonun önünde engel tavırlar takındığı yönlü değerlendirmelerini, Brexit’in AB’nin entegrasyonu için bir şans olabileceğini, böylece ortak bir dış siyasetin de oluşturulabileceğini savunmaya kadar vardırdılar. Tüm bu tartışmalar, propagandalar arasında AB’nin andaki dayatmacı, bürokratik vb. konumunu eleştiren ama Brexit’e de karşı olan ve “Bir başka Avrupa mümkündür” adı altında ittifak kuran bir kesim de vardı. Bunlar Büyük Britanya “sol”u içindeki kimi kesimlerden Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Gianis Varoufakis’e, Almanya’da Sol Parti’nin (Die Linke) temsilcilerine kadar, kısacası AB üyesi ülkelerde “sol reformist” kesimi oluşturanlardı. Bunlara göre AB’nin kendisini reforme etmesi gerekir. Üye ülkelere, örneğin Troika gibi baskı yapan bir yapılanmaya son vermesi, katı tasarruf siyasetini değiştirmesi gerekir. İşçilerin, emekçilerin durumunu daha da kötüleştirme yerine “adil önlemler” alması gerekir vb. vb. Sonuçta emperyalistlerin işçiler, emekçiler üzerindeki baskı ve sömürü araçlarından biri olan AB’nin reforme edilebileceği ve sömürü düzeninin varlığını sürdürdüğü koşullarda “insani” “adil” bir Avrupa’nın mümkün olduğunun propagandasını yapmaktadırlar. Bunların sömürü düzeninin “sol”dan savunucuları olduğu açıktır. İşçi ve emekçi kitleleri bu reformist propagandayla düzene bağladıkları bir durum sözkonusudur. Referandumdan önce durum kısaca böyleydi. So- 53 panorama 54 nuç hakkındaki tahminler esasta az bir farkla da olsa AB yanlısı kesimlerin referandumu kazanacağı, Büyük Britanya’nın AB üyesi kalacağı yönündeydi. Hatta 23 Haziran akşamı referandumun ilk tahmini açıklamasında oyların %52’sinin AB’den yana %48’inin Brexit’den yana kullanıldığı haberi verildi. Brexit yanlısı ırkçı faşist UKİP lideri Nigel Farage bile referandum günü AB yanlılarının kazanacağını açıklıyordu... REFERANDUM VE SONUCU Referanduma katılma hakkına sahip, kayıtlı seçmen sayısı 46,5 milyon olarak açıklandı. Seçme hakkına sahip öğrenci kesimin %30’unun (600.000 kadar) kayıt yapmadığı da verilen haberler arasındaydı. Referanduma katılım oranı %72,2 idi. %51,9’luk oranla Brexit kararı verildi. AB yanlılarının oy oranı %48,1’de kaldı. Buna göre tam sayı olarak yazıldığında, 17.410.742 seçmen Brexit’ten yana, 16.141.241 seçmen de Brexit’e karşı oy kullanmıştı. Kalifiye işçilerin, işçilerin ve dar gelirlilerin %64’ü Brexit’ten yana oy kullanmıştı. Orta tabakanın alt kesimi olarak sayılanların da %51’i Brexit’e oy vermişti. Üst tabaka ve orta tabakanın üst kesimi olarak sayılanların %57’si Brexit’e karşı oy kullanmıştı. Bu veriler sınıfsal olarak hangi tabakanın Brexit’ten yana hangi tabakanın Brexit’e karşı olduğunu bilmek için önemlidir. Üst tabakanın, yani burjuvazinin çoğunluğu AB yanlısıdır. Ve bu olgu hükümetin Brexit kararını işleme sokup sokmayacağı konusunda gözönüne alınması açısından önemlidir. 24 Haziran sabahı, oyların sayılması işi bittiğinde seçmenlerin çoğunluğunun Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkmasından yana tavır belirlediği kesinleşmişti. Fakat bu sonuç bağlayıcı değildi. Yani bu sonuçla otomatikmen AB üyeliğinden çıkma sözkonusu değildir. AB üyeliğinden çıkmak için hükümetin Lizabon Anlaşması gereği çıkış kararını yazılı olarak AB’ye, tabii ki yetkili kurumlarına, bildirmesi gerekiyor. Bu bildirim yapıldıktan sonra “boşanma” işlemleri başlatılıyor ve bu süreç en az iki sene sürüyor. Tarafların oybirliğiyle bu süreç daha da uzatılabiliyor. Formel işlem böyledir. Fakat bu işlemin başlatılıp başlatılmayacağının garantisi yoktur. Örneğin Büyük Britanya Hükümeti parlamentoda yapılacak bir oylamayla referandumun sonucunu “ulusal çıkarlar” adına kabul etmediğini ve AB’ye çıkış bildiriminde bulunmayacağı yönünde karar verebilir. Mesele bunu yapacak hükümetin, somutta da Muhafazakar Parti’nin bunu göze alıp alamayacağıdır. Bu konuda bir yandan AB yanlısı egemen kesimlerin çıkarlarının savunulması, diğer yandan da bir dahaki seçimlerde oy kaybının göze alınıp alınmaması önemli rol oynamaktadır. Anda görünen, Brexit kararını sürüncemede bırakma, gelişmelere göre karar verme yönündedir. İşlemi başlatma sürecini uzatma taktiğine rağmen Brexit kararı işleme konduğunda ise, egemenlerin karlarını güvenceye alabilmek için pazarlıklar yapmaya, buna uygun anlaşmaları sağlamaya çalışmak yönünde bir gelişme yaşanacaktır. İster Brexit kararı işleme konsun, isterse de halkın çoğunluğunun iradesi hiçe sayılarak AB üyesi olarak kalmaya karar verilsin – ki bu olasılık var olsa da, gerçekleşmesi olasılığı düşük görünüyor-, her iki durumda da işçilere ve emekçilere saldırılar devam edecektir. Bu olasılıklara dikkat çektikten sonra referandumun sonucunun açığa çıkmasından sonraki kimi gelişmelere kısaca bakabiliriz. KİMİ TAVIRLAR, GELİŞMELER... Referandumun sonucu belli olduktan sonra Başbakan Cameron “İngiliz halkı AB’den çıkma kararı verdi ve bu karara saygı gösterilmeli. İngiliz halkı başka bir yol izlemek için çok açık bir karar aldı. Ülkeyi bu yola sokacak yeni bir liderliğe ihtiyaç var. Bence Ekim ayındaki Muhafazakar Parti kongresinde yeni bir başbakana sahip olmayı hedeflemeliyiz.” (Hürriyet, 25 Haziran 2016) diyerek istifasını açıkladı. Buna bağlı olarak Cameron’un yerine geçecek kişinin kim olacağına yönelik tartışmalar gündeme geldi. Referandum öncesinde yoğun bir Brexit yanlısı propaganda yapan Boris Johnson başbakanlığa aday olmayacağını açıklayınca yeni isimler ortada dolaşmaya başladı. Aday olanların ikisi kısa sürede geri çekilince geriye tek aday kaldı: Theresa May! Theresa May son altı senenin İçişleri Bakanı idi. Başka adayın olmaması durumu ve AB yetkililerinin bir an önce yeni başbakanı belirleyin ve çıkış bildirimini yapın yönündeki dayatmaları üstüste binince, yeni başbakanın belirlenmesi için Muhafazakar Parti’nin Ekim ayındaki kongresine kadar beklenilmedi. May 13 Temmuz 2016 tarihinde başbakanlık görevini Cameron’dan devraldı ve 14 Temmuz’da da yeni hükümeti kurdu. Yeni hükümette başbakanlığa aday olmayan Brexit’ci Boris Johnson Dışişleri Bakanı oldu. Bu durum, kimi AB yetkililerinin tepkisini çekti. Bu tepkiler, Büyük Britanya yetkililerince Boris Brexit AB’nin başını çeken emperyalist güçlerin temsilcileri “çatlak ses” istemiyordu. Brexit’e karşı katı tutum takınarak yeni çıkış referandumları yanlısı tavırları engellemeye çalıştılar ve şimdilik başarılı görünüyorlar. Merkel”AB’nin Büyük Britanya’nın çıkışını kaldırabilecek güçte” olduğunu ve “Bir ülkenin AB ailesinin bir üyesi olmak istemesiyle istememesi arasında hissedilebilir bir fark olmak zorundadır ve olacaktır.” tavrını takınarak, Brexit’e karar verdiyseniz bunun ceremesini de çekersiniz dercesine, Brexit görüşmelerinde de sert davranacaklarını ilan ediyordu. Bu tartışmalar, tepkiler arasında öne çıkan iki gelişme de şöyleydi: Referandumun hemen ertesinde Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanları’nın ortak bir tavrı kamuoyuna açıklandı. Sözkonusu tavrın başlığı “Güvensiz bir dünyada güçlü bir Avrupa” idi. Bu tavırda AB’nin uluslararası düzeyde dünyayı yeniden paylaşımda gerekli gördükleri ve çıkarları için başka ülkelere müdahale edebilecek sürekli bir AB Ordusu’nun ideolojik gerekçelendirmeleri sözkonusuydu. Açıkça militaristleşme savunulmaktaydı. Bu düşünceler kamuoyuna yansıdığı dönemde 2829 Haziran’da Brüksel’de yapılan toplantıda 2003 yılında kabul edilen “Avrupa Güvenlik Stratejisi”nin (ESS) yerine geçirilen ve bu sefer adı “AB-Küresel Stratejisi” (EUGS) olarak konan strateji kabul edildi. Kısacası Brexit tartışmaları arasında AB’nin daha da militaristleşmesinin kararı alındı. Bu da, kimileri tarafından şimdiye kadar Büyük Britanya’nın bu konuda engel çıkardığı ve Brexit’in bunun için fırsat olarak kullanıldığı biçiminde yorumlandı. Gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. Brexit konusunda söylenmesi gereken esas şey, bu olgunun, bir kez daha, AB’nin emperyalistlerin bir ittifakı olduğunu, bunun görece uzun sürmesine rağmen geçici bir ittifak olduğunu, bu ittifaktan çokca propaganda edildiği gibi “Birleşik Avrupa Devletleri” diye bir devletin çıkmayacağını gösterdiğidir. Britanya Komünist Partisi’nin (KPB) Brexit kararının Büyük Britanya’nın egemen kapitalist sınıfına karşı, onların emperyalist müttefiklerine, AB’ye, ABD’ye, İMF’ye ve NATO’ya karşı yönelen bir şamar olduğu yönlü değerlendirmesi ise gerçeklerin tersyüz edilmesidir. Bu yaklaşımla ve komünist olma adına Brexit’i selamlamak da yanlış bir siyasetin sonucudur. Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) ve Alman Komünist Partisi (DKP) gibi örgütler de KPB gibi yanlış tavır takınanlar arasındaydı. 23.08.2016 panorama görüşmelerini yürütmeyecek, bu görüşmeler için özel bir bakanlık oluşturduk ve AB’nin bu görüşmelerde muhatabı David Davis olacak vb. açıklamalarla dindirilmeye çalışıldı. İşçi Partisi (Labour) cephesinde ise andaki “solcu” diye lanse edilen parti lideri Jeremy Corbyn’e karşı açık bir mücadele başladı. Muhalefet Corbyn’i “işçi sınıfını AB üyesi olarak kalma konusunda ikna etmek için yeteri kadar çaba” göstermedi diye suçlamaktadır. Brexit’ten çok kendi kendileriyle uğraşmaktadırlar. Sermayedarların savunucusu Financial Times’ın şef ekonomisti ise yazdığı makalede Brexit’i “Büyük Britanya’nın savaş sonrası tarihinin en kötü olayı” ve “21. yüzyılın köylü isyanı” olarak değerlendirdi. Yeni kurulan hükümet de, Başbakan May da AB yetkililerinin tüm baskılarına rağmen, Brexit bildirimini ne zaman yapacaklarına kendilerinin karar vereceğini, 2016 yılında bildirimin yapılmayacağını açıkladı. Borsa veya mali cephede ise Brexit’e ilk tepki olumsuz oldu. Borsalarda düşüş yaşandı, DAX geçici de olsa neredeyse %10 kayıp verdi. Sterlin’in değerinin 1985’den beri en düşük seviyeye düştüğü açıklandı. AB cephesinde ise, kendileri biz bunun da hesabını yaptık deseler de, bir şaşkınlık sözkonusuydu. Bu şaşkınlık ama Brexit’in başka üye devletlere etkide bulunmaması için sert tavırlar takınılmasına engel değildi. Daha referandum gününde AB Komisyon Başkanı Juncker “dışarı çıkan çıkar” diyerek Brexit durumunda müzakere masasına dönülemeyeceğinin tehditini savuruyordu. Bu arada Cameron’la yapılan pazarlıklarla sağlanan ama yürürlüğe girmesi referandumun sonucuna bağlanan anlaşmadan daha iyi bir anlaşmanın sözkonusu olamayacağını da vurguluyordu. Referandumun sonucu belli olduktan sonra AB cephesinde yoğun bir diplomasi trafiği yaşandı. Bu konuda özellikle Almanya motor rolünü oynadı. İlk önce Avrupa Ekonomi Topluluğu’nu kuran altı devletin -Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Luxemburg’un- Dışişleri Bakanları Berlin’de toplandı. Almanya Başbakanı Merkel, Fransa Başkanı Hollande, İtalya Başbakanı Renzi ve AB Konseyi Başkanı Tusk ile görüşmeler gerçekleştirdi. 28-29 Haziran tarihlerinde ise AB üyesi devletlerin başları Brüksel’de toplandı. Brüksel’de hem Cameron’un katıldığı 28 üye devletin hem de Cameron’suz 27 devletin toplantısı yapıldı. 55 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56 “BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ ÜZERİNE” (IV) ‘Kültür Devrimi’ Öncesi Dönem Ve Yürütülen Kampanyalar 1 Ekim 1949’da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. Bu dönemde Çin’in nüfusu 540 milyondur.1949’da çoğunluğu sahil bölgelerinde olmak üzere sadece 3 milyon 800 bin sanayi işçisi vardı. Devrim, antiemperyalist ve antifeodal bir karektere sahipti. Demokratik devrim henüz sosyalist devrim değildi. Fakat demokratik devrim, sosyalizmin yolunu açmıştı. Devrimle birlikte ciddi bir kamulaştırma kampanyası başlatıldı. Ancak bu kamulaştırma tüm özel sektörü kapsamıyordu. Kamulaştırma hareketiyle birlikte devlet bir çırpıda ülkedeki sermayenin % 59’unu kontrol eder hale geldi. Aynı zamanda stratejik sektörler de devletin kontrolüne geçmeye başladı. Varolan elektrik üretme kapasitesinin % 67’si, çelik üretiminin % 90’ı, demir dışı metal sanayisi ve tekstil endüstrisinin % 60’ı devlet yönetimine geçti. 1949’da Çin’in ulusal gelirinin %90’ı tarımdan, %10’u ise sanayiden sağlanıyordu. Birinci Beş Yıllık Plân’da (1952-1957) sanayileşmeye, başta da ağır sanayiye belirgin bir öncelik tanındı. Plânda tarıma yapılacak yatırımlara ancak %6’lık bir kaynak ayrılmıştı. Plânın temel amacı sanayi üretimini arttırmaktı. Sanayi üretiminin iki katına çıkarılması ve milli gelirin %43 arttırılması hedefleniyordu. Birinci Beş Yıllık Plân, dört yıl içinde demir çelik üretimini dört kat arttırdı. Aynı sürede kömür ve çimento üretimi de ikiye katlandı. 1954-1957 arasında ortalama %12’lik bir büyüme sağlandı. Birinci Beş Yıllık Plan’ın sonunda Çin’in ekonomik yapısında köklü bir dönüşüm sağlandı. Tarımda önemli adımlar atıldı. 1952’de 59 bin hane kooperatiflerde örgütlü idi. 1953’te kooperatiflerde örgütlenen hane sayısı 275 bine çıktı. 1954’te ise bu rakam 2 milyona ulaştı. 100 milyon hanelik Çin köylüsü içinde bu rakam ancak %2’lik bir kesimi ifade ediyordu. Daha gidilecek ve yapılacak çok iş vardı. 1955’de kooperatif sayısı 650 bine ulaştı ve 16 bin 900 hane bu kooperatiflerde örgütlendi. Tarım reformunun yarattığı üretim artışı, kooperatif hareketiyle yükselerek devam etti. 1956 yılı hasadı 165 milyon tona ulaştı. Beş yıllık planda 35 bin 800 kooperatifin kurulması öngörülmüştü ancak bu rakam 100 bini aştı. 1950‘li yılların ortalarına gelindiğinde, Çin Halk Cumhuriyeti‘nde demokratik devrimin görevleri esas olarak yerine getirilmişti. Devrimi ilerletmek ve sosyalizme doğru ilerleyebilmek için burjuvazinin tümüyle iktidardan temizlenmesi ve proletarya diktötürlüğünün kurulmasının imkanları gelişmişti. Ama bu yol izlenmedi. Çin‘deki burjuvaziyle işbirliği içinde „sosyalist dönüşüm“ün yapılabileceği yanlış tezleri savunuldu! Ve sonuç itibariyle revizyonist çizginin hakim olmasında Marksist-Leninistlerin hatalarının büyük rolü oldu. Mao önderliğinde, önce öğrenci ve gençlik hareketi biçiminde başlayan ve kısa zamanda toplumun tüm kesimlerini kapsayan “Büyük Proleter Kültür Devrimi” (BPKD) modern revizyonist çizgiye karşı, Marksist-Leninist çizginin hakim kılınması için muazzam bir kitle eylemi, bir siyasi devrim olarak gündeme geldi. Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kampanyalar ve beş yıllık plânlamalarla demokratik devrimin görevleri yerine getirilmeye başlandı. “Kültür Devrimi” döneminde, kapitalist yolculara karşı başlatılan kampanyaları anlatmadan önce, 8. Parti Kongresi ve sonrasında yapılan kimi kampanyaları ve sonuçlarını hatırlamakta fayda var. ÇKP 8. Parti Kongresi ÇKP 8. Parti Kongresi, 15-27 Eylül 1956’da Pekin’de toplanır. Bu kongre iktidarın ele geçirilmesinden sonra yapılan ilk Parti Kongresi’dir. Kongre’ye 10 milyon 730 bin parti üyesini temsilen 1.026 delege katılır. Mao Zedung, Kongre’nin açılış konuşmasını yapar. ÇKP MK adına politik raporu Liu-Şao-çi sunar. Çu Enlay, ulusal ekonominin geliştirilmesi için İkinci Beş Yıllık Plân’la ilgili öneriler içeren raporu okur. Deng Siao-ping, parti tüzüğünün ve örgütsel yapısının gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi üzerine bir rapor sunar. Yüzden fazla delege Kongre’de konuşur. 8. Parti Kongre’sinde, Çin’de “proletarya ile kapita- zülmesini hedeflediği vurgulanır. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Parti İçi Hataları Düzeltme Kampanyası Partinin çalışma tarzının düzeltilmesi sorunu, 8. Parti Kongresi’nde tartışılan bir konudur. Düzeltme kampanyası, halk içindeki çelişmelerin doğru biçimde nasıl ele alınacağı konusuna odaklanır. Halk yığınları ile hükümet ve ÇKP arasındaki çelişkiler yoğun bir biçimde kendisini gösterir. ÇKP üyelerinin eğitilmesi, kitlelerin bilincinin yükseltilmesi hedeflenir. Bireysel çıkarlarla, kolektif çıkarların bütünleştirilmesi ilkesi temelinde, kitlelerin sosyalist bilincinin geliştirilmesi amaçlanır. Partinin düzeltme kampanyası özellikle parti yönetimi ile kitleler arasındaki çelişmelerin giderilmesine odaklanır. 1956 sonbaharında batıdaki halk demokrasisi ülkelerinde ortaya çıkan çeşitli istikrarsızlık öğeleri Çin’i de etkiler. Haziran 1956’da Polanya/Poznan’da grevler, gösteriler ve ayaklanmalar meydana gelir. Aynı yılın Ekim/Kasım aylarında Macaristan’da, grevler, gösteriler ve ayaklanmalar olur. Çin’de de ekonomik ve siyasi yaşamda belirsizlikler baş gösterir. 1956’nın ikinci yarısında birçok şehirde tahıl, et ve günlük ihtiyaç maddelerinde kıtlık meydana gelir. On bin işçi greve gider. Öğrenciler işçilere destek verir. Kırsal alanda köylülerin kooperatiflerden çıkması için kışkırtmalar yapılır. 1957, yoğun fikir tartışmalarının yaşandığı, birçok ideolojik grubun ortaya çıktığı bir yıldır. Şubat 1957’de, 1800’den fazla kadronun katıldığı genişletilmiş Yüksek Devlet Konferansı’nda Mao Zedung, “Halk İçindeki Çelişkilerin Doğru Biçimde Ele Alınması Üzerine” başlıklı konuşmasını yapar. (“Seçme Eserler”, Cilt V, Mao Zedung, s. 441-482, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978, İstanbul) Mao Zedung, bu konuşmasında, burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulanmadan, yani proletaryanın gerçek diktatörlüğü olmadan milli burjuvazinin de dahil olduğu “halk diktatörlüğü” ile sosyalizmin inşasını mümkün görür. Mao’ya göre; Çin’de milli burjuvazi siyasi olarak halk saflarındadır! Milli burjuvazi sosyalizmin inşasına katılmaktadır! Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme her ne kadar antagonist bir çelişme ise de, Çin şartlarında bu çelişme doğru yöntemlerle ele alınırsa antagonist olmaktan çıkartılabilir! 1957’de Mao Zedung’un iddiasının tersine bütün alanlarda sosyalist sistem yoktu. Tam tersine bu dönemde kapitalist sömürü ve burjuvazi vardı. Burjuvazinin siyasi iktidarda pay aldığı ve henüz proletarya ditatörlüğünün kurulmamış olduğu bir sisteme sosyalizm denemezdi. Mart 1957’de, Parti Merkez Komitesi Propaganda ✒ list sınıf arasındaki çelişkilerin esas olarak çözüldüğünü, birkaç bin yıllık tarihi olan sınıfsal sömürü sisteminin temelde sona erdiğini ve sosyalizmin toplumsal ekonomik sisteminin ülkemizde esas olarak kurulmuş olduğunu gösteriyor” (“ÇKP Tarihi”, s. 384, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) tespitleri yapılır. Demokratik devrimin zafere ulaşmasından yedi yıl sonra, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkilerin çözülmesi ve sömürünün ortadan kaldırıldığı tespitlerinin yapılması gerçeği yansıtmıyordu. Parti Kongresi, temel çelişmeyi “halkın gelişkin bir sanayi ülkesi kurulması yönündeki talebi ile Çin’in hali hazırda geri bir tarım ülkesi olması durumu arasında”ki çelişme olarak tespit ediyordu. Kongre, aynı zamanda Üçüncü Beş Yıllık Plân döneminde ya da daha uzun bir sürede bütün sanayi sisteminin esas olarak inşa edilmesi için bir stratejik plânı da ortaya koydu. Kongre, 1962’ye kadar tamamlanacak olan ‘Ulusal Ekonominin Gelişmesi İçin İkinci Beş Yıllık Plân (1958-1962) Üzerine Önerileri de kabul etti. Plâna göre, ülkenin toplam sanayi ve tarım üretim değeri, beş yıl içinde yaklaşık %75 artırılmalıydı. ÇKP 8. Parti Kongresi, SBKP 20. Parti Kongresi, sonrasında yapılan bir Kongre’dir. Kongre’ye damgayı vuran modern revizyonizmdir. Kongre ertesinde Merkez Komitesi’ne 97 kişi seçilir. Sekizinci Merkez Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda, Siyasi Büro’ya onyedi asil ve altı yedek üye seçilir. Mao Zedung, Parti Merkez Komitesi başkanlığına, Liu Şaoçi, Çu Enlay, Chu Deh ve Chen Yun, Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılıklarına, Deng Siao-ping de Parti Merkez Komitesi genel sekreterliğine seçilir. Ve bu altı kişi aynı zamanda Siyasi Büro Daimi Komitesi’ni oluşturur. 8. Parti Kongresi’nden sonra serbest pazar gözle görülür bir biçimde gelişme kaydeder. Bireysel sanayi ve ticaret işletmelerinin sayısında belirgin bir artış olur. Şanghay’da Eylül 1956’da, bireysel el sanatıyla uğraşan 1661 aile vardır. Bu sayı Ekim 1956’da 2885’e yükselir. Bu sayı 1956’nın sonunda 4236’ya çıkar. Bireysel işletmelerin giderek çoğalması sosyalizmin ruhuna aykırıydı. 8. Merkez Komitesi’nin Üçüncü Toplantısı, 1957 sonbaharında yapılır. Bu toplantıda, sanayinin, ticaretin ve maliyenin geliştirilmesi için Chen Yun önderliğinde hazırlanan reform paketi kabul edilir. Reform paketine göre; idari yetkilerin merkezlerden, bölgelere ve yereldeki işletmelere aktarılması gerektiği belirtilir. Ekonomik işleyiş mekanizmalarının ve ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, halk içindeki çelişmelerin çö- 57 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 58 Bölümü tarafından Merkezi Parti Konferansı Propaganda Çalışması konulu bir toplantı düzenlenir. Bu konferansa, 800’den fazla partili ve partili olmayanlar katılır. Mao Zedung, bu konferansta yaptığı konuşmada, partinin aydınlarla ilgili değerlendirmelerini daha ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Mao’ya göre; aydınların ezici çoğunluğu sosyalist sistemi desteklemektedir! Aydınların küçük bir bölümü sosyalist sisteme karşıdır ama onlar da yurtsever duygular taşımaktadır! 27 Nisan 1957’de, ÇKP Merkez Komitesi “Düzeltme Kampanyası Üzerine Talimatlar” yayınlar. Bu talimatlarda şunlar söylenir: “Partimiz tüm ülke çapında iktidarı ele geçirdikten ve geniş halk yığınlarının desteğini elde ettikten sonra birçok yoldaş, var olan sorunları basit idari emirlerle halletmeyi benimsemiş görünüyor. Sağlam bir bakış açısı edinememiş bazıları, eski toplumun çalışma biçiminin kalıntılarına kapılıp belli özel ayrıcalıklarının olduğuna ilişkin düşünceler geliştirerek yozlaşma eğilimi içine giriyor, hatta kitlelere karşı misillemeci mantıkla hareket ediyorlar. Dolayısıyla tüm parti kademelerinde bürokratizme, hizipçiliğe ve öznelciliğe karşı köklü ve bütünsel bir düzeltme kampanyasının yürütülmesi bir zorunluluk halini almıştır. Bu düzeltme kampanyası, uygun eleştiriler ve özeleştirilerin yapıldığı bir hareket olmanın yanı sıra, bir dizi ciddi ideolojik eğitim hareketiyle birlikte, özenli bir biçimde yürütülmelidir.” (“ÇKP Tarihi”, s. 392, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) Düzeltme kampanyası, bürokratizme, hizipçiliğe karşı yönelir. Kampanya eğitim hareketiyle birlikte ele alınır. Düzeltme hareketi talimatlarının yayınlanmasının ertesinde, parti ve hükümet örgütleri, partinin yüksek öğretim kurumlarındaki örgütleri, bilimsel araştırma kurumları ve kültür/sanat grupları kendi içlerinde tartışma toplantıları düzenler. ÇKP Merkez Komitesi Birleşik Cephe Bölümü, 8 Mayıs-16 Haziran 1957 tarihleri arasında, partili olmayanların da katıldığı 38 forum düzenler. Bu forumlarda birçok eleştiri ve öneriler ortaya konur. Parti içi düzeltme hareketine bağlı olarak “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Düşünce Birbiriyle Yarışsın” kampanyası da yürütülür. “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Düşünce Birbiriyle Yarışsın” Kampanyası “Yüz çiçek açsın” kampanyasının bir çok yönü var. “Yüz çiçek açsın” kampanyası sadece “bilim ve kültür” alanı ile sınırlandırılmış bir kampanya değildi. Mao Zedung, bürokratik yöntemlerle kitlelerin eğitileme- yeceğini, yönetilemeyeceğini biliyordu. Mao Zedung, kitlelerin ikna edilmesi gerektiğini, ikna ve eğitimin şiddet uygulayarak elde edilemeyeceğini de görüyordu. “Yüz çiçek açsın” kampanyası esasında bürokratizmi hedef alan bir kampanya olacaktı. Mao Zedung’un bu bakış açısı doğruydu ancak milli burjuvazinin karşıdevrimci saflarda görülmemesi, burjuvazi üzerinde proletarya diktatörlüğünün kurulmaması bağlamında yanlış görüşlere sahipti. Mao Zedung, Ocak 1957’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Yüz çiçek açsın; bence buna izin vermeye devam etmeliyiz. Bazı yoldaşlar sadece güzel kokan çiçeklerin açmasına izin verilmesini, zehirli otların yaşamasına ise izin verilmemesini savunuyorlar. Bu yaklaşım, yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiri ile yarışsın siyasetinin iyi kavranmadığını gösteriyor. Genel olarak, karşıdevrimci görüşlerin dile getirilmesi kuşkusuz yasaklanacaktır. Fakat bu görüşler karşıdevrimci bir biçimde değil de, devrimci bir kılığa bürünerek ileri sürüldüğünde, buna izin vermemiz gerekir. Bu sayede bu sözlerin gerçek niteliğini kavrayacak ve onlara karşı mücadele edebileceğiz.” (“Seçme Eserler”, Cilt V, Mao Zedung, s. 411, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978, İstanbul) Burada Mao’nun halk nezdinde karşı devrimci nitelikleri henüz teşhir olmamış, devrimci maske altında savunulan yanlış görüşlere ‘izin verilmesi’ni savunmasındaki amaç bellidir: Bu yanlış görüşlere karşı mücadele içinde kitlelerin eğitilmesi; yanlış görüşlere karşı sistemli, tutarlı bir ideolojik mücadele yoluyla doğrunun kitlelelere taşınması, kavratılması gerekir. Bu düşünce ve amaç kuşkusuz doğrudur. “Yüz çiçek açsın” kampanyasının bir temel görüşü de; halk içinde demokratik yöntemlerin uygulanması, halk kitleleri içindeki yanlış görüşlere karşı ikna, tartışma yöntemleriyle mücadele etmektir. Bu doğru olan bir düşüncedir. Ancak 1957’de yürütülen “Yüz çiçek açsın” kampanyasında doğrularla, yanlışlar içiçedir. 1957 yılı yoğun tartışmaların yaşandığı, birçok ideolojik grubun ortaya çıktığı bir yıldır. “Yüz çiçek açsın” kampanyası Mao tarafından ortaya atılmasına rağmen, kampanyanın Mao tarafından kontrol altında tutulduğu söylenemez. Her tür ideolojik görüş, kendini ifade etmeye ve gruplar arasında sert mücadeleler yaşanmaya başlanır. “Yüz çiçek açsın” kampanyasının önemli özelliklerinden biri de başta öğrenciler olmak üzere aydın tabakanın kol emeğiyle çalışmaya özendirilmesidir. Öğrenciler köylere gönderilirken fabrikalarda müdürler, uzmanlar ve işçiler arasında bir ittifak politikası kavganın doğrusu / doğrunun kavgası tadaki unsurların kendilerinden yana olduğunu ve komünist partisinin önderliğini izlemeyeceğini sanıyorlar, ama bu aslında boş bir hayalden başka bir şey değildir.” (...) “Bir süre için sağcıların kudurmuşcasına sağa sola saldırmasına ve saldırganlıklarının doruğa ulaşmasına izin vereceğiz. Ne kadar çok kudururlarsa bizim için o kadar iyidir. Bazıları bir balık gibi oltaya yakalanmaktan, bazıları da içeri çekilerek kuşatılıp yok edilmekten korktuklarını söylüyorlar. Şimdi çok sayıda balık kendiliğinden suyun yüzüne çıktığına göre oltaya yem takmaya bile gerek kalmamıştır. Bunlar öyle sıradan balık değil, keskin dişli adam yiyen köpek balıklarıdır.” (...) “Bugün sürdürülmekte olan eleştiri ve düzeltme hareketi komünist partisi tarafından başlatılmıştır. Beklediğimiz ve umduğumuz gibi, zehirli otlar güzel kokulu çiçeklerle yan yana boy atmakta, hortlaklar ve canavarlar periler ve meleklerle birlikte gözükmektedir.” (“Seçme Eserler”, Cilt V, Mao Zedung, s. 507-510, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978, İstanbul) 8 Haziran 1957’de Merkez Komitesi, “sağcıların saldırılarını bertaraf etmek için güçlerin örgütlenmesi” ile ilgili parti içi bir talimat yayınlar. Sağcılık karşıtı kampanya tüm ülkeye yayılır. Sağcılara karşı serbest konuşma uygulamaları, düşüncelerin özgürce ortaya konulması yöntemi, büyük tartışmaların düzenlenmesi ve büyük harflerle posterlerin yazılması yöntemleri uygulamaya konur. 1957 yazının sonlarında ve sonbahar başlarında parti, çabalarını esas olarak sağcılara karşı mücadelenin genişletilmesine ve buna önderlik etmeye ayırır. 11 Temmuz 1957’de, ÇKP MK “halk içinde sol, orta ve sağ kanat biçiminde bölünmeler” olduğundan söz eder. Birkaç gün sonra Merkez Komitesi, burjuva sağcılar ile halk arasındaki çelişkinin düşmanlar arasındaki bir çelişki olduğu sonucuna varır. Bu tespitin yapılmasının ardından sağcılara karşı kampanya genişletilir. Sekizinci Merkez Komitesi Üçüncü Oturumu Eylül sonu ile Ekim 1957’de toplanır. Bu MK oturumunda Mao Zedung bir konuşma yapar. Mao yaptığı konuşmada; Çin toplumunda temel çelişkinin hâlâ proletarya ile burjuvazi arasında, sosyalist yol ile kapitalist yol arasında olduğunu belirtir. Mao’nun yaptığı bu tespitler 8. Parti Kongresi ile çelişen tespitlerdir. 8. Merkez Komitesi Üçüncü Oturumu şu kararı alır: “Düzeltme hareketi ve sağcılara karşı mücadele deneyimi, birkez daha bütün bir geçiş dönemi boyunca, yani sosyalist inşanın henüz tamamlanmadığı süre boyunca, proletarya ile burjuvazi arasındaki ve sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki mücadelenin Çin’in temel iç çelişkisi olduğunu kanıtlamıştır” (“ÇKP Tarihi”, s. 397, ✒ geliştirilir. Müdürler ve uzmanların haftada iki gün işçiler gibi çalışarak halkla ilişkilerini güçlendirmesi öngörülür. Mao Zedung, 1957’de baş tehlike olarak revizyonizmi görmektedir. Revizyonizme karşı mücadele çağrıları yapmaktadır. Diğer yandan burjuvazi üzerinde proletarya diktatörlüğünü savunmaması onun temel yanlışıdır. Marksizm-Leninizm ile modern revizyonizm arasındaki mücadelenin ana sorunu, proletarya diktatörlüğü, onun sağlanması ve sağlamlaştırılması sorunudur. Mao’nun 1957’de modern revizyonizme karşı mücadelesi, kendisi de kimi revizyonist görüşler savunduğu için tutarlı Marksist-Leninist bir mücadele değildir. Parti içi hataları düzeltme ve “yüz çiçek açsın” kampanyası sırasında “zehirli otlar” ortalığa saçılır. Bu kampanya ortamından faydalanan sağcılar, partiye, ÇHC’ye karşı dizginsiz bir saldırı kampanyası başlatır. ÇKP’nin önderlik konumuna karşı “partinin ülke çapındaki topyekûn hakimiyeti” suçlamasıyla saldırıya geçerler. Daha sonra sağcılar, partinin hükümet dairelerinden, okullardan ve ortak kamu/özel işletmelerindeki devlet temsilciliği konumlarından çekilmesini talep etmeye başlar. Sağcılar, sadece bu talepleri ileri sürmekle yetinmez. Bankaların yönetimini ve partinin yönetimini devralma taleplerini de ileri sürer. Bu sağcılar, partiye ve devlete düşmanlık besleyen burjuva aydınlardı. Sağcılığın gelişmesi parti içerisinde bir uyanışa neden olur. Parti Merkez Komitesi, sağcıların doğru olmayan ve zararlı ifadelerinin yayınlanmasına ve düşüncelerinin gazetelerde müdahale edilmeksizin basılmasına karar verir. 19 Mayıs 1957’de, Pekin’deki bazı kolejlerde ve üniversitelerde büyük harflerle yazılmış sağcı posterler ortaya çıkar. Buna karşı Merkez Komitesi, büyük harflerle yazılmış olan posterlerde sorunu ve sağcıları anlatarak kitleleri yatıştırmaya çalışan bir yol izler. Yüksek öğretim kurumlarında ve kamu kuruluşlarında tartışmalar düzenlenir ve büyük harflerle posterler yazılmaya başlanır. “Durum Değişmeye Başlıyor” başlıklı Mao’nun bir makalesi yayınlanır. Bu makale sağcılara karşı değişikliği ortaya koyan bir makaledir. Makale, devam eden kampanyanın yönünü halk içindeki çelişkilerin doğru ele alınmasından, düşmana karşı mücadeleye çeviriyordu. Mao şöyle diyor: “Demokratik partilerdeki ve yüksek öğrenim kurumlarındaki sağcılar, son günlerde, son derece kararlı ve son derece kudurgan olduklarını ortaya koydular. Or- 59 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 60 Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) Üçüncü MK Oturumu’nda ayrıca, Çin’de “iki sömürücü sınıf ve iki çalışan sınıfın” var olduğu ilan edilir. Sağcılar, devrilmiş olan komprador ve toprak sahipleri sınıfları ve diğer gericiler, sömürücü sınıfların birinci kolu olarak tanımlanır. Milli burjuvazi sömürücü bir sınıf olarak adlandırılır. İşçiler/köylüler iki çalışan sınıf olarak belirtilir. Sağcılar, devrilmiş olan komprodor ve toprak sahipleri sınıfları, gericiler ve sömürücü sınıfların kolu olarak tanımlanır. Milli burjuvazi ve onun aydınları ise ikinci sömürücü sınıf olarak adlandırılır. Bu görüşler doğru görüşler idi. Sağcılara karşı kampanya 1958 yazında sonlandırılır. Büyük İleri Atılım dönemi (1958-1961) Büyük İleri Atılım, 1958’den Çin’de sanayi ve toplumsal dönüşümü hedefleyen atılımdır. Büyük İleri Atılım, toplumsal dönüşümlere yol açtığı gibi, halkın sosyalist bilincini de yeni bir seviyeye taşımayı amaçlıyordu. Büyük İleri Atılım dönemi mülkiyet biçimi olarak devlet mülkiyetinin belirlediği bir ortak çerçeve içinde, Birinci Beş Yıllık Plân’dan farklı şekilde yürürlüğe konuldu. Ekonomik kararların alınmasında merkeziyetçilik, yerel birimlerin ağırlığının arttırılmasıyla sınırlandı. Her kooperatif elde ettiği gelirden tüketime ve makinalaşmaya ayıracağı payı kendi belirleme hakkına sahipti. Bu uygulamaya tarım vergilerinde yapılan indirimler eşlik etti. %15 olan tarım vergisi %10’a indirildi. Kooperatiflerin kendi plânlamalarını yapabilmeleri için yeterli fonları bulabilmesi amaçlanıyordu. Böylece her köy kendi kendine yetebilecek bir yapıya kavuşabilecekti. Büyük İleri Atılım sırasında, aydınların, uzmanların ve öğrencilerin kol emeğiyle çalışması eşitlikçiliğin simgesi olarak görüldü. Büyük İleri Atılım’ın merkezinde demir ve çelik üretiminin arttırılması vardı. Bu esas görevin yanı sıra, enerji, taşımacılık, su tutma projeleri ve bir dizi kültürel ve eğitsel faaliyetler planlanmıştı. 1958 sonuna kadar Çin’de 11.08 milyon ton çelik üretildi. Üretilen çeliğin ancak sekiz milyonu standartlara uygundu. Yatırımlar bir önceki yıla oranla %87,7 artmıştı. Tüm ülkede devlette çalışan işçilerin ve yönetim görevlilerin sayısı %66 artmıştı. Bu durum devlet bütçesine ek yük getiriyordu. Büyük İleri Atılım, belirli yönlerden gerçekten de bir ileri atılımı simgeliyordu. Tarımsal üretim Halk Komünleri’nin kurulması ve bu komünlerde devlet eliyle makinalaşmanın sağlanmasıyla önemli ilerlemeler sağlandı. 1958 yılının sonuna kadar 740 bin tarımsal kooperatif, 26 bin halk komününe dönüştürüldü. Genel olarak her ilçede bir halk komünü kurulmuştu. Halk komünlerinin örgütlenme biçimi askeri örgütlenmeye benziyordu. Emek gücü, askeri kuruluşlarda olduğu gibi mangalar, müfrezeler, taburlar ve alaylar biçiminde örgütlenmişti. Bu komünler oldukça geniş çaplı örgütlenmelerdi. Bunlar sayesinde sulama sistemlerinin ve sellere karşı setlerin inşası ve bölüştürülmemiş toprakların halka dağıtılması gibi projeler için çok sayıda köylü kolaylıkla bir araya getirilebiliyordu. Komünlerin denetimindeki atölyelerde tarım araçları yapılıyor ve tamir ediliyordu. Her yerellikte tahıl işleme rafinerileri inşa edilmişti. On milyonlarca kadın ilk kez ev işlerinin dışına çıkmış; evin dışındaki üretim faaliyetlerine de katılmıştı. Kadınların üretim sürecine katılmalarını sağlamak için, her komünde kreşler ve anaokulları vardı. Kırsal alanlarda da eğtimi üretim ile birleştiren ortaokullar ve liseler açılmıştı. 1970’lerin sonunda Çin’de çalışmakta olan dört büyük sanayi kuruluşundan üçü bu dönemde kuruldu. Küçük ölçekli işletmelerin sayısı ise 800 bine ulaştı. Ancak sayılardaki bu sıçrayışın hayattaki karşılığı her zaman istendiği gibi olmadı. Demir ve çelik üretimi ülke sathına yayıldı ve çok sayıdaki küçük işletme bu iş için seferber edildi. Bu çerçevede 600 bin ocak açıldı. Demir çelik sanayisi, üretimde istenen sonucu verdiğinde bile ulaşım altyapısının yetersizliği nedeniyle büyük çapta israf yaşanıyordu. Üretim kararlarının ve plânlamanın yerelleştirilmesi ise başta üretim birimlerinde olumlu yönde bir motivasyon yarattıysa da, birimlerden gelen raporların gerçekle uyuşmaması dolayısıyla plânlama büyük zaafa uğruyordu. Tüm birimler üretimlerini merkeze bildirirken abartma, gerçek olmayan rakamlar öne çıkıyordu. Böyle olunca da merkezi plânlama tamamen gerçek dışı verilere dayanılarak yapılmaya başlandı. Merkezin gözüne girmek isteyen yerel bürokratlar, başarılı olduklarını gösterebilmek adına köylünün yaşaması için gerekli olan ürünlere bile el koydular. Büyük İleri Atılım döneminde, kısa sürede komünizme geçiyoruz düşüncelerini savunan ve halk komünlerinin bu işleve sahip olduklarını savunanların sayısı az değildi. ÇKP Sekizinci Merkez Komitesi Geniş Katılımlı Altıncı Oturumu, 1958 Kasım ve Aralık aylarında Wuchang’da toplanır. Bu toplantıda, “Halk Komünlerinin Bazı Sorunları Üzerine Karar” adlı bir belge kabul edilir. Bu belgede, tüm halkın mülkiyetine ve komünizme geçmek için gösterilen aşırı gayretkeş çabalar şeklindeki hatalı eğilimlere karşı tavır geliştirilir ve şöyle denir. “Kolektif mülkiyet ile tüm halkın mülkiyeti ÇKP 8. Merkez Komitesi’nin Onuncu Oturumu Ağustos 1962’de ÇKP 8. Merkez Komitesi, Beidaihe’de bir çalışma konferansı düzenler. Mao Zedung, çalışma konferansında, sınıflar sorunu, genel durum ve çelişkiler konusunun tartışılmasını önerir. Mao’nun önerisi kabul edilir. Mao, bu çalışma konferansında Kruşçev’in görüşlerini eleştirmenin yanı sıra, Çin’deki sınıf müca- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası milyon dönümden fazla toprak yüzyılın en kötü kuraklığının pençesine düşer. Şandong’da oniki ana ırmağın sekizi tamamen kurur. Bu Çin’de yaşanan en büyük kuraklık dönemidir. Ardından sel taşkınları gelir. İkiyüz milyon dönüm daha tahrip olur. 1960’da toplanan tahıl miktarı 143 milyon tondur. Ülke çapında yaşanan felaketin boyutlarını gösteren rakamlar Polit Büro üyelerinden bile saklanır. 1959/1960’da yaklaşık 20 milyon köylü açlıktan ölür. 15 milyondan az çocuk dünyaya gelir. 1961’de beş milyon insan açlık yüzünden yok olup gider. Aslında Büyük İleri Atılım siyaseti öncelikle Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist gelişmelere, bunun Çin’deki yansımalarına karşı, öncelikle Mao Zedung’un geliştirdiği ve Çin’in SB’ye bağımlılığını ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasettir. Yapılan kimi sol hatalar, sağcıların sabotajları ve olumsuz dış şartlar (yüzyılın en büyük kuraklığı) nedenleriyle başarılı olamamıştır. 1960’lardan itibaren Çin-Sovyet anlaşmazlığı giderek şiddetlenir. Hindistan ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında sınır çatışmaları başlar. Büyük İleri Atılım’a SSCB’nin tepkisi Hindistan’a yardımlarını arttırmak şeklinde olur. SBKP, ÇKP’ye 1960 Temmuz’unda 1390 Sovyet uzmanını geri çekeceğini, 343 sözleşme ile 257 projenin askıya alınacağını bildirir. SSCB’nin bu tutumu almasıyla birlikte Çin ekonomisinde merkezi plânlama yönünde sürekli bir ağırlık yaratan Sovyet etkeninde bir zayıflama ortaya çıkar. Sovyetlerin defacto ambargosu Çin sanayisini son derece olumsuz etkiler. Özellikle Mançurya’da yoğunlaşan ağır sanayi tesislerinde üretim durma noktasına gelir. Bu durumdan çıkış yolu, 1961/1964 yılları arasında yapılan ekonomik reformlarda bulunur. Bunlar sınırlı piyasa reformları şeklindedir. Artık kârlılık sağlamayan sanayi işletmeleri hemen kapatılır. Parça başı ücret sistemi benimsenir. Devlet işletmeleri üç yıl boyunca işçi alınımını durdurur. Sermaye yatırımları ancak verimliliğin ve kârlılığın yüksek olduğu alanlarda yapılır. Ekonomik kararların ademi merkezileştirilmesiyle daha önce yatırım yapmış birçok yerel komünün sanayi işletmeleri kârlı olmadığı için kapatılır. ✒ arasında, özellikle de sosyalizm ile komünizm arasında net ve açık bir ayrım yapılması gereklidir. Halk komünü, esas olarak hâlâ kolektif mülkiyet koşullarında var olan bir ekonomik örgütlenmedir. Tarımsal kooperatiflerin halk komünlerine dönüştürülmesi, kolektif mülkiyetin bütün halkın mülkiyeti anlamına gelmemektedir ve hiçbir biçimde sosyalizmin üzerinden atlayıp komünizme geçmeyi temsil etmez. “Herkese emeğine göre” genel ilkesini zamansız bir zorlama ile yadsıyarak bu ilkeyi “herkese ihtiyacına göre” ilkesiyle değiştirme girişimleri, yani olgunlaşmamış koşullarda komünizme geçme çabası, ütopik bir düşünce olup gerçekleştirilmesi olanaksızdır.” (“ÇKP Tarihi”, s. 408, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) 8. Merkez Komitesi’nin Altıncı Oturumu’ndan sonra halk komünleri çalışmalarının düzeltilmesi çabaları tüm Çin’de yürütülmeye başlanır. Koşullar olgunlaşmadan tüm halkın mülkiyetine ve komünizme geçiş konusunda aceleci çabalar durdurulur. MK Altıncı Oturumu’nda 1959 yılı ekonomik plân taslağı tartışılır. Yapılacak yatırımların 36 milyar Yuan’dan 26-28 milyar Yuan’a düşürülmesi kararı alınır. 1959 yılı ekonomik plân ile ilgili yüksek hedefler değişmeden kalır. Çelik üretim hedefi hâlâ 18 milyon tondur. İkinci Ulusal Halk Kongresi’nin Birinci Oturumu, Pekin’de 18-25 Nisan tarihleri arasında toplanır. 1959 Ulusal Ekonomi Plânı onaylanır. Liu Şao-çi Çin Halk Cumhuriyeti devlet başkanlığına seçilir. 1959’un ortalarına doğru ekonomideki dengesizliklerin ciddi sonuçları daha da görünür hale gelir. Tarımda durum kötüdür. Tohum ekilen alanlar, bir önceki yıla göre %20 azalır. Bunun nedeni, 1958 tahıl üretiminin olabileceğinden yüksek tahmin edilmesi ve “daha küçük bir alandan daha fazla ürün almaya çalışmak ve büyük hasat elde etmek” sloganının öne çıkartılmasıdır. Yazın elde edilen tahıl üretimi ve yağlı bitkilerin üretimi büyük oranda düşer. Her yerde sebze, et ve diğer gıda ürünleri sıkıntısı başlar. Demir ve çelik üretim hedeflerine de ulaşılamaz. Plâna göre; 1959’un ilk dört ayında altı milyon ton çelik üretilmesi gerekiyordu. Ancak gerçekleşen üretim 3,36 milyon tondur. Halkın günlük ihtiyaçları için yapılan hafif sanayi üretiminde büyük düşüşler meydana gelir. Her yerde kıtlık görülmeye başlanır. MK sürekli toplantılar yapar. Hedefler düşürülür vb. 1960 yılına kuraklıkla giren Çin yurtdışından tahıl ithal etmek zorunda kalır. Temmuz 1960’da, hasadın önceki yıla göre daha kötü olacağı anlaşılır. Bütün ekilebilir toprakların üçte birinden fazlasını oluşturan 400 61 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62 delesi ve sınıf sorunlarına değinir. Onuncu oturumda şöyle denilir: “Sosyalist toplum oldukça uzun bir tarihi dönemi kapsar. Sosyalizmin bu tarihi dönemi boyunca, sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadeleleri hâlâ vardır, iki yol arasındaki, sosyalizm ve kapitalizm yolu arasındaki mücadele devam eder ve kapitalist restorasyon tehlikesi var olmaya devam eder. Bu mücadelenin uzun süreli ve karmaşık olduğu kavranmalıdır. Uyanıklık artırılmalı ve sosyalist eğitim yapılmalıdır. Sınıf çelişkileri ve sınıf mücadeleleri doğru kavranmalı ve ele alınmalı; bizimle düşman arasındaki çelişkilerle halk içindeki çelişkiler doğru bir şekilde birbirinden ayrılmalı ve ele alınmalıdır. Aksi taktirde bizimki gibi sosyalist bir ülke zıddına dönüşür, yozlaşır ve restorasyon olur. Bu sorun hakkında oldukça serinkanlı bir anlayışa ve marksist-leninist bir çizgiye sahip olabilmemiz için, bundan sonra her yıl, he ray hatta hergün bunun üzerine konuşmalıyız.“ (“Büyük Proleter Kültür Devrimin Önemli Belgeleri“, s.22-23, Aktaran Bolşevik sayı 20, Temmuz 1987) Bu görüşler Mao’nun ML görüşleridir. Burada ortaya konulan görüşlere bağlı kalınsaydı Çin’in gelişimi daha farklı olabilirdi. Mao, parti içinde görüş farklılıklarını ve kendi görüşlerinden farklı düşünceleri sınıf mücadelesinin bir yansıması olarak ele alıyordu. Mao, ekonomik reformlar adı altında piyasaya sürülen görüşlerin revizyonist görüşler olduğunu belirtiyordu. Bütün bunlar “bireysel çiftçiliğe özenen zararlı bir rüzgar”a ve “geçmiş olumlu kararların tersine çevrilmesi” olarak açıklanıyordu. Mao, bazı insanların durumu bütünüyle karamsar gördüğünü, bu karamsar düşünce sahiplerinin ideolojik olarak karışıklık içine düştüklerini, kendilerine olan güvenlerini yitirdiklerini, parlak geleceği göremediklerini, buradan hareketle sosyalizmin iyi birşey olmadığı sonucuna vardıklarını ve bireysel çiftçiliği, tek seçenek olarak gördüklerini söyledi. Mao Zedung, 1959’da sağ sapmaya karşı alınan tedbirlerin tersine çevrilmesinden oldukça rahatsız olduğunu dile getirir. Mao Zedung bir yıl sonra 1963’te de , revizyonist yozlaşma tehlikesi konusunda uyarıyordu. Sovyetler Birliği’ndeki yozlaşmanın korkunç tecrübelerini göz önünde bulunduran Mao Zedung, işçi sınıfını ve halk kitlelerini hiçbir zaman sınıf mücadelesini unutmamaya çağırıyordu. “Sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney mücadelesi, güçlü bir sosyalist ülke inşa etmek için üç büyük devrimci harekettir. Bu hareketler, komünistlerin bürokrasiden özgür ve revizyonizme ve doğmatizme karşı bağışıklı olması için ve ilelebet yenilmez kalmaları için emin bir garantidir. Bunlar, proletaryanın geniş emekçi kitlelerle birleşebileceğinin ve demokratik bir diktatörlüğü gerçekleştirebileceğinin güvenilir bir garantisidir. Eğer bu hareketlerin yokluğunda, toprak ağaları, zengin köylüler, karşıdevrimciler, kötü unsurlar ve her türden umacılar her yanda yuvalarından çıksalar ve bizim kadrolarımız da tüm bunlara gözlerini kapatacak ve birçok durumda düşmanla bizi bile ayrıştıramayacak ama düşmanla işbirliği yaparak yozlaşacak ve ahlaksızlaşacak olsalardı, eğer kadrolarımız bu şekilde düşman kampına sürüklenecek veya düşman bizim saflarımıza sızacak olsaydı ve işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın pekçoğu düşmanın hem yumuşak hem de sert taktikleri karşısında savunmasız kalacak olsalardı, ülke çapında bir karşıdevrimci restorasyonun kaçınılmaz bir şekilde vuku bulması, marksist-leninist partinin hiç şüphesiz revizyonist bir parti veya faşist bir parti haline gelmesi ve tüm Çin’in rengini değiştirmesi fazla uzun sürmezdi, ancak birkaç yıl veya bir onyıl, ya da en fazlasından birkaç onyıl sürerdi.” (“Kadroların Bedensel Çalışmaya Katılmasına İlişkin Çekiang Eyaletinde İyi Yazılmış Yedi Belge”ye Not, Mao Zedung, 7 Mayıs 1963, aktaran “Polemik”, “Kruşçev’in Sahte Komünizmi, Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Dersleri” başlıklı dokuzuncu yorum. Bkz. “Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında, Polemik”, İnter Yayınları, s. 527-528, Temmuz 1988, İstanbul) Partinin ve ülkenin renginin değişmemesini garanti altına almak için, yalnızca doğru bir çizgiye ve doğru siyasete sahip olmak yeterli değildir. Aynı zamanda proletarya devrimi davasını sürdürecek milyonlarca selef eğitmek ve yetiştirmek gerekir. Sosyalizmde, bürokratizme, revizyonizme ve doğmatizme karşı mücadele hayati önemdedir. Mao Zedung, ülkenin rengini değiştirmesinin sonuçlarının nereye varacağını çok doğru olarak tahlil etmektedir. Ne yazık ki; Mao Zedung’un 1963’te uyarıda bulunarak işaret ettiği tehlikeli görünüm gittikçe daha fazla endişe verici bir hale geldi. ‘Kültür Devrimi’ buna karşı başlatıldı. “Dört Temizlik” ve “Beş Kötülüğe Karşı” Kampanya ÇKP MK Onuncu Oturumu’ndan sonra Merkez Komitesi, Şubat 1963’te sosyalist eğitim hareketini başlatır. Kentler ve kırsal alanlarda büyük ölçekli sınıf mücadelesinin yürütülmesine karar verilir. Kırsal alanda, dört temizlik olarak anılan defter tutma, depolama, mülkiyet ve işlikler konusunda bir kampanya başlatılır. Kentlerde ise, yozlaşma, hırsızlık, spekülasyon, vurgunculuk, aşırı tüketim ve israfa karşı “beş kötülük” kavganın doğrusu / doğrunun kavgası doğrudan katılır. Bu belgede, “dört temizlik” hareketinin sonuçları, sosyalist inşa çalışmalarına yansıyan biçimleri değerlendirilir. Belge, “dört temizlik” hareketinin partiyi kapitalist yola sokmaya çalışan iktidardaki partili kişileri hedeflediğini belirtir. Bu hareketin sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadeleyi yansıttığına vurgu yapılır. Bu belgede kullanılan sloganlar daha sonra ‘Kültür Devrimi’nin ana sloganları haline gelir. 1962 Sonbaharı’nda Mao Zedung’un eşi Çiang Çing, “Hayalet Oyunu” adlı operayı eleştirir. “Hayalet Oyunu” adlı operanın yazarı Li Huiniang’tır. Çiang Çing’e göre; “Hayalet Oyunu” operası sosyalizmle bağdaşmamaktadır. Çiang Çing’in “Hayelet Oyunu” operasını eleştirmesi ile edebiyat ve sanat çevrelerinde gergin bir ortamın ortaya çıkmasına neden olur. Aralık 1963’te Mao Zedung şöyle der: “Tiyatro, halk şarkıları, müzik, güzel sanatlar, dans, sinema, şiir ve edebiyatın her alanında birçok sorun var ve birçok insan bu konularla ilgili; bu alanlarda sosyalist dönüşümde bugüne kadar elde edilen başarılar çok az. Birçok komünistin, sosyalist sanatı değil de feodal ve kapitalist sanatı geliştirmek için çoşkuyla çalışmaları saçma değil mi?” (“ÇKP Tarihi”, s. 451, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) Mao Zedung’un bu değerlendirmelerinin ardından, Kültür Bakanlığı ve sanat/edebiyat çevreleri, Mao’nun görüşleri doğrultusunda çalışmalarını düzeltmek için bir kampanya başlatır. Haziran 1964’te Mao Zedung, “Çin Edebiyat ve Sanat Çevreleri Birliği’nin Yönetiminde Yürütülen Düzeltme Kampanyasının Durumu Üzerine Rapor Taslağı”nı okuduktan sonra şöyle der: “Son onbeş yıl içinde sanat ve edebiyat birliklerinin yayınlarını (bunların içinde iyi olanların sayısı çok azdır) hazırlayan insanların çoğu (elbette hepsi değil), partinin politikalarını uygulamadı. Bu insanlar, yüksek ve güçlü bürokratlar gibi davrandılar; işçilerin, köylülerin ve askerlerin arasına gitmediler, eserlerinde sosyalist inşayı ve sosyalist devrimi yansıtmadılar. Son yıllarda bunların çoğu, sağa kaydılar ve revizyonizmin eşiğine geldiler.” (age. s. 451) Mao Zedung’un bu tespitleri yapmasının maddi temelleri vardı. Mao Zedung, ‘Kültür Devrimi’ öncesinde tekrar tekrar dikkatleri düşmanın yeni imkanlarına ve restorasyon tehlikesine dikkat çeker. Mao Zedung, revizyonist yozlaşma konusunda uyarılarda bulunur. 1963-1964’te uyarıda bulunarak işaret ettiği tehlikeli görünüm gittikçe daha fazla endişe verici bir hale gelir. Bundan dolayı, revizyonizmin egemenliğine ve kapitalist yolda gidenlere karşı ‘Kültür Devrimi’ başlatılır. ✒ olarak adlandırılan bir sosyalist eğitim hareketi kampanyası başlatılır. Mayıs 1963’te Hangzhou’da “Mevcut Kırsal Çalışmamızdaki Bazı Sorunlar Üzerine ÇKP Merkez Komitesi Karar Taslağı” ile ilgili çalışmaları Mao Zedung bizzat kendisi yönetir. Bu çalışma, birinci on maddelik karar olarak da bilinir. Bu karar taslağında; Çin toplumunda keskin sınıf mücadelesinin ortaya çıkmış olduğuna işaret edilir. Taslakta “Dört temizlik” hareketi ve “beş kötülüğe karşı” hareket, “kapitalist güçler tarafından başlatılan yoğun saldırının ezilmesi için başlatılan devrimci sosyalist bir karşı saldırı” olarak tespit edilir. Taslak çeşitli bölgelere acilen kadroları eğitme çağrısı yapar ve yaygın bir sosyalist eğitim hareketinin başlatılması için hemen ilgili bölgelerde denemeler yapmak için hazırlıkların tamamlanmasını ister. Eylül 1963’te yapılan denemelerde ortaya çıkan bazı sorunlar ışığında ÇKP Merkez Komitesi, ikinci on maddelik karar olarak bilinen, “Kırsal Alandaki Sosyalist Eğitim Hareketinde Bazı Özel Politikalar Üzerine Düzenlemeler Taslağını” formüle eder. Birinci on maddelik kararı onaylayan Merkez Komitesi, ikinci on maddelik karardaki, “sınıf mücadelesini asıl kavranacak halka olarak ele alma” ilkesini kabul eder. (“ÇKP Tarihi”, s. 448, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) Şubat 1963’ten 1964 İlkbahar’ına kadar “dört temizlik” hareketi, ülkenin her yanında kırsal alandaki komünlerde ve üretim ekiplerinin çoğunda uygulanır. “Beş kötülüğe karşı” hareket az sayıda kentte deneme olarak uygulanır. 1963 Sonbaharı’ndan itibaren SBKP ile ÇKP arasındaki polemikler giderek şiddetlenir. Mao Zedung, ÇKP içerisinde revizyonizmin ortaya çıktığını açıktan savunmaya başlar. “Dört temizlik” hareketi ve “beş kötülüğe karşı” harekete, revizyonizmi önlemek ve revizyonizmin ülke içindeki köklerini yok etmek bakımından çok önemli stratejik önlemler olarak bakılır. Merkez Komitesi, ikinci on maddelik kararı gözden geçirir. Değerlendirmede, revizyonist düşmanların kadroları baştan çıkarmaya ve yozlaşmaya çalıştıklarını, ikili bir iktidarın oluştuğunu ve bu durumun düşman tarafından benimsenen temel bir taktik olduğu vurgulanır. Bu dönemde Merkez Komitesi çok sayıda belge yayınlar. Yayınlanan bütün belgelerde, iktidarın yeniden ele geçirilmesine vurgu yapılır. 1965’in başlarında Merkez Komitesi bir çalışma konferansı düzenler. Mao Zedung, bu konferansa başkanlık eder. “Kırsal Alanlaraki Sosyalist Eğitim Hareketinde Ortaya Çıkan Bazı Sorunlar” üzerindeki çalışmalara 63 ✒ okur mektubu 64 OKURLARIMIZDAN: SİLAHLANMA YARIŞINDA NATO ZİRVESİNİN ROLÜ 8-9 Temmuz tarihlerinde 28 ülkenin devlet başkanları ve eş düzey yöneticilerini bir araya getiren NATO zirvesi Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleşti. Zirveden Rus dış politikası ve Rusya’nın işgal ettiği bölgelerdeki Rus hakimiyeti zirve gündeminin ana konusu oldu. Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’ya yönelik silahlı müdahalesi ve bu müdahalelerin batıdaki etkisi, Rusya’nın askeri tatbikat ve mevzilerini genişletme hamlelerinde soğuk savaş dönemini aratmayan güç gösterisi ve NATO’nun bu gelişmeler karşısında başta askeri düzeyde olmakla birlikte yeni tedbirlerin alınması zirvede öne çıkan konular oldu. Rusya bu durumdan rahatsızlığını sert bir dille ifade etse de silahlanma yarışında Rusya’nın bölgede oluşturduğu tehdit kadar, alınan kararlarda önemli rol oynuyor. Bu doğrultuda NATO Genel Sekreteri Stoltenberg NATO’nun Doğu Avrupa’da askeri varlığını artırması yönünde karar aldıklarını açıklayarak Letonya, Litvanya, Estonya ve Polonya’ya çok uluslu askeri birlikler konuşlandırılacağını söyledi. Konuşlandırılacak bu çok uluslu birliklerde Kanada’nın Letonya, Almanya’nın Litvanya, Birleşik Krallık’ın Estonya ve ABD’nin Polonya’da öncü rol üstleneceğini ifade etti. Stoltenberg’in bu kararı duyurmasından hemen sonra Rus parlamentosunun üst kanadı Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Kosaçev, “NATO, bugünkü kararlarıyla Avrupa’nın Berlin’den sonra ikinci olan duvarının temelini attı” dedi. NATO’dan çıkan bu kararın Rusya’nın çembere alınması ve Doğu Avrupa’da geri adım atması için Putin yönetimine soğuk terler döktürse de, Rusya bölgesel varlığının ve askeri gücünün verdiği cesaretle alınan kararlar karşısında savaşmayı dahi gündeme getirebileceği söylenebilir. Öyle ki parlamentonun sert tepkisi ve Duma’nın Savunma Komitesi Başkanı Vladimir Komoyedov’un “savaş durumunda ABD’nin savunma kalkanını deler geçeriz” şeklindeki açıklamaları NATO’nun Rusya üzerinde beklediği okur mektubu Türkiye bu konuda İD geçişleri dışında rahatsızlığını hiç dile getirmedi. Dolayısıyla güvenlik meselesi Türkiye’nin “istemem yan cebime koy diyerek” beklediği bir karar oldu. Birde buna AWACS ile Suriye’de konuşlanan Rusya ve İran’ın askeri hareketliklerinin takip edilmesi de eklenince Türkiye’nin içinde komşularla ilişkiler meselesinde acınası durumu daha iyi özetler oldu. Öyle ki Rusya ile gerilmelerin normal seviyesine inmesi için son günlerde Türk devleti tarafından atılan adımları boşa çıkaracak bir karar. Varşova’dan Türkiye’ye yansıyan bu gelişmeler önümüzdeki dönem Karadeniz ve Akdeniz’i çevreleyen askeri hareketliliğin nelere gebe olabileceğini resmederken Türkiye’de NATO ve Ortadoğu gündeminin dışında önemli bir gelişme yaşandı. Bu gelişme 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe girişiminin kendisiydi. Bu darbe girişimi kuşkusuz Rusya-Türkiye ilişkilerinde etkili bir yere sahip olabilir. Zira Türkiye’nin Rus savaş uçağının düşürülmesi sonrasında ilişkiler bozulmuş, önceden planlanmış birçok anlaşmalar rafa kaldırılmıştı. Öyle ki her an bir savaş krizi sinyal veriyor durumu hakimdi. Fakat Başbakan Yıldırım’ın komşularla ilişkilerin gözden geçirilmesi söylemiyle başlayan ve Erdoğan’ın Rusya’dan özür dilemesi ilişkilerin normalleşmesi için atılan bir adım olmuştu. Darbe girişimi sonrasında ise uçak düşürülme olayında darbecilerin parmağı olduğu soruşturma tutanaklarına yansıyınca Rusya’nın tepkisi beklenen normalleşme sürecine olumlu yansıdı. Bir diğer konuşulan konuda darbeye karşı ilk olarak Rusya’dan iletilen ve Türkiye’nin yanında oldukları mesajıydı. İran’ın “hükümetin yanında oldukları” mesajı da NATO çerçevesinde Türkiye’nin rolünde hem Türk devleti açısından hem de müttefik NATO ülkeleri açısından soru işaretleri getirebilir. Suriye’de içe sıkışmış sorun Rusya ile ilişkilerin seyrini belirlese de 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin dostları listesine ilk giren ülke Rusya oldu diyebiliriz. Fakat Tüm bu belirtiler emperyalist devletlerin silahlanma yarışında yürüttükleri manevralar barışın korunması için değil daha çok krizin ve bölgesel savaşların habercisi olduğu yönündedir. Emperyalist silahlanmanın gölgesinde katliamlar ve sefalet kaçınılmazdır. Buna karşı verilebilecek tek mücadele bütün dünya işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının bir bütün olarak emperyalist sisteme karşı ortak mücadele edebilmesidir. 24.07.2016 YDİ Çağrı okuru ✒ etkiyi uyandırmayacağını da gösteriyor. Durum bu kadar keskin bir hal almışken Doğu Avrupa’da ki silahlı birliklerin artarak devam etmesi durumunda ve buna karşılık Rusya’nın etkisiyle bölgede yaşanacak kırmızı alarm durumunu da buna eklersek; evet silahların gölgesinde geçecek geniş bir gündem bizleri bekliyor. Buna tarafların füze savunma sistemlerini aktif hale getirmesi durumu da eklendiğinde Doğu Avrupa halkları başta olmak üzere silahlanma yarışının bölge halklarına yönelik siyasi yaptırımları ve ekonomik zararları sıcak savaş koşullarını da arattırmayacaktır. NATO zirvesinden çıkan sonuç Rusya’ya askeri alanda geri adım attırır mı bunu zaman gösterecek. Fakat doğu kanalında bunlar konuşulurken güneyde yaşanan vekalet savaşının sonuçları NATO zirvesinde çok fazla yer edinmedi. Bunun gerekçesi kuşkusuz Suriye’deki emperyalist planları zamana yaymak ve “vekaletler” üzerinden sürdürülen savaşın devam etmesini bekleyip sonuçlarını görmek olduğu söylenebilir. Rus gücü her ne kadar Suriye’nin kaderi hakkında özelikle Birleşmiş Milletler’de (BM) ve NATO kararlarında etkin rol oynasa da bu güç kendisi hakkında alınan kararlarda henüz caydırıcı olamıyor. NATO üyesi olan Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve “Türk” heyeti de yer aldı. Bu dönem Türkiye’nin sıcak gündemi sayılan Esad’ın bir an önce “götürülmesi” meselesi NATO zirvesinde yerini tam bulamadı. Suriye’de rejime karşı silahlı müdahale, tampon bölge ve Demokratik Birlik Partisi (PYD), Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve PKK’nin terörist örgütler listesine alınması için yürüttüğü gayret de fayda etmedi. Türkiye dolayısıyla zirveden elini yeterince doldurmadan dönmek zorunda kaldı. Fakat bir NATO üyesi olması ve NATO üyesi ülkeler içerisinde ki askeri gücünün rolü Türkiye’yi önemli kılıyor. Bu doğrultuda Türkiye’ye Ortadoğu’dan başta İslam Devleti (İD) olmak üzere gelebilecek saldırılara yönelik yeni tedbirlerin alınması NATO açısından önemli. Yeni süreçte NATO’ya bağlı AWACS radar sistemlerinin konuşlandırılması ile Türkiye’ye yönelik olası saldırıları önceden bildirmek ve askeri istihbarat toplaması için Türkiye, Suriye ve Irak hava sahasının izlenmesi kararlaştırıldı. Güvenlik konusunda NATO’dan uzun süredir yeteri kadar destek görmeyen Türkiye’nin güvenlik meselesi oldukça tartışmalı bir konu. Zira sınırların radikal İslamcı, cihatçı örgütlerin rahatlıkla giriş çıkış yaptıkları, hemen her kesimin dillendirdiği bir konu ve 65 ✒ okur mektubu 66 CHP’NİN İZMİR DEMOKRASİ VE CUMHURİYET MİTİNGİ Gündoğdu Meydanı’nda yüz bine yakın kitlenin katıldığı mitingde Kemal Kılıçdaroğlu hep aynı şeylerin tekrarı olan uzun bir konuşma yaptı. Konuşmanın sonunda önce Taksim’de okunan 10 maddelik manifestoyu tekrarlayıp kitlelere onaylattı, ardından da Nazım Hikmet’i de kullanmayı ihmal etmeyip, Nazım’ım meşhur ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan mısralar okudu. Türkiye’de faşizmin aksiyomu CHP’dir. Evet, CHP faşist midir/değil midir diye soru sormaya, tartışmaya gerek yok! Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişi ve bugününe damgasını vuran CHP’nin Atatürkçülüğüdür. Türkiye’de hangi egemen güçler hükümet oldularsa bu gerçek değişmemiş, zaman zaman da bu katıksız faşizm her türlü gericilik ile desteklenmiştir. Buna en son ve en radikal örnek de AKP’dir. Bugün TBMM’ni oluşturan AKP, CHP, HDP, MHP partilerinden faşist olmayan, demokrat olan yegane parti HDP’dir. HDP‘yi diğer partilerden ayıran onu demokrat yapan en temel özellik ise Kürt ulusunun ve diğer azınlık ulus ve milliyetlerin ulusal haklarını kayıtsız şartsız korkusuzca savunabilmek olgusudur. Bu hakların ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı olan ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere, tüm hakların manifestolarına yazılması ve pratikte de savunulması gerekir. İzmir Gündoğdu Meydanı’nda mangalda kül bırakmadan atıp tutan Kılıçdaroğlu AKP ve MHP gibi sadece ve sadece ✒ okur mektubu kitlelerin vahşi milli ve dini duygularına hitap edip bu darbe girişimini bir fırsat bilerek ‘oy’ avcılığı yapmaktadır. Onun ‘Taksim manifestosu’ diye böbürlene böbürlene öne sürüp de aldatılmış kitlelere onaylattığı 10 maddelik manifestosunda bugün kan gölüne çevrilmiş Kuzey Kürdistan’dan tek sözcük yoktur. Oradaki yaşanan vahşet, katliam, yok edilmeye çalışılan binlerce yıllık kültürel değerler, en önemlisi de Kürt ulusuna karşı işlenen açık aleni katliamlar bırakın manifestolarının en önemli maddesi olarak yazılmayı, manifestolarının kenarından bile geçmemektedir. Yine onun manifestosunda bugün sendika haklarının neredeyse tamamı ellerinden alınmış, taşeron firmalara peşkeş çekilmiş yarı aç yarı tok çalışan milyonlarca işçi sınıfından tek kelime dahi bahsedilmemektedir. Onun derdi-başı Türk ordusu, Türk devleti, özgürlükçü demokrasi (artık neyse)Türkiye Cumhuriyeti gibi beylik laflardır. Anladık ..Biraz da bizden bahsedilse? Biz ezilenlerden, en alttakilerden, Biraz da Kürt’ten, Ermeni’den,Yezidi’den ha! Bu darbelere karşı demokrasi ve cumhuriyet mitingleri giderek partilerin kendi ideolojilerini kitleler üzerinde egemen kılmaya ve sapık ideolojilerinin kıskacına almayı gaye edinmiş birer şartlandırma hedefine dönüştü. Bunda da hayli başarılı oldular. Kitleler onların ne idüğü belirsiz demokrasilerini kabullenmiş görünüyorlar. Kitleler giderek şövenistleştirildi. Kitlelerde ilkel Türk milliyetçiliği akımı giderek derinleşti. Türk olmayan milliyetlere düşmanlık giderek keskinleşti, keskinleşiyor. (Özellikle Suriyelilere, Kürtlere, Ermenilere karşı.) Kitleler giderek dinin etkisi ile gericileşiyor, gericileşti. Laiklik Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmadığı için giderek iş çığırından çıktı ve bu güne gelindi. Şimdi Kılıçdaroğlu çıkmış konuşuyor, diyor ki: “Bu Fetö terör örgütü var ya, efendim ‘Bunlar devlete sızmışlar’ deniyor. Devlete sızmadılar, adım adım planlı bir şekilde devlete yerleştirildiler.” Eeee peki muhalefet olarak siz ne yaptınız? Bununla ilgili olarak elle tutulur bir muhalifliğiniz, itirazınız, uyarınız vb. oldu mu? Yok! Olmadı! Çünkü biliyordunuz ki parti olarak böyle cesurane bir çıkış yapacak olursanız HDP’nin uğrayacağı gazaba uğrama olasılığı ağır basıyordu. Ayrıca ‘oy’ kay- betme kaygusu önemli bir faktördü! Bundan dolayı böyle bir risikoya asla giremezdiniz, girmediniz de! NASIL BİR DEMOKRASİ? NASIL BİR CUMHURİYET? Bu partilerin (AKP, CHP, MHP) şimdi tutup da ileri sürdükleri istedikleri, aradıkları demokrasi nitelik olarak eski demokrasilerinden farkı olmayan, aynı temel üzerinde yapılacak göz boyayıcı birkaç tamirattan geçirilmiş yamalı, hala her yanı aksıyan bir demokrasi olacaktır. En geri burjuva demokrasisi bile olamıyacak bir demokrasi! Çünkü başka ulusları ve milliyetleri ezen bir ulusun demokrasisi aksayan ,eksik, dökülen, ilkel bir demokrasi ancak olabilir. Başka da şansı yoktur. Şimdi egemen güçler darbe girişiminden sonra demokrasi mavalı okuyorlar. Göreceğiz! Bir arpa boyu yol alıp alamadıklarını göreceğiz. Şimdi tutup özgürlükten bahsediyorlar. Başka ulusları ezen, köleleştiren ve özgürlüğünü elinden alan bir ulus asla özgür olamaz. Göreceğiz! Özgürlük konusunda bir arpa boyu yol alıp almadıklarını göreceğiz! Burjuvazinin sunduğu demokrasi ve özgürlük sadece kendileri için vardır! Ezilenlere, emekçilere, halklara gerçek demokrasi ve özgürlük ancak demokratik devrim, sosyalizm, komünizm ile gelecektir. Bütün dünyanın işçileri, bütün dünyanın emekçileri ve ezilen halklar birleşiniz! 05.08.2016 İzmir/YDİ Çağrı okuru 67 FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA!