Untitled - yeni osmanlı yörükleri tek gerçek yeni osmanlılar
Transkript
Untitled - yeni osmanlı yörükleri tek gerçek yeni osmanlılar
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ İÇİNDEKİLER SUNUŞ Ege Sorunlarında Muhatap Değişikliği: Avrupa Birliği’nin Ege Sorunları Özgül EREN.......................................... 1 Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’in Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti İçin Stratejik Önemi Şenay KAYA.......................................... 19 Uluslararası Ulaştırma Koridorlarında Türkiye’nin Stratejik Rolü GENELKURMAY ATASE BAŞKANLIĞI YAYINLARI YIL: 5 Şubat 2007 Ersel Zafer ORAL Çimen KARATAŞ.................................. Genişleme ve Derinleşme Süreçlerinde Avrupa Birliği Enerji Politikaları M. Hakan KESKİN................................. SAYI: 9 Nihai Statüsünün Aşamasında Kosova Genelkurmay ATASE Başkanlığı Dergimizdeki yazı ve resimlerin her hakkı saklıdır; ancak kaynak gösterilmek suretiyle iktibas edilebilir. Stratejik Araştırmalar yayımlanan makaleler kişisel görüşlerini yansıtır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yansıtmaz. Dergisi’nde yazarlarının Bu itibarla görüşlerini ISSN 1303 – 698X NSN 7610270359252 ANKARA GENELKURMAY BASIMEVİ 2007 67 Belirlenmesi Altuğ GÜNAL......................................... Sahibi 55 87 İran’ın ABD’ye Yönelik Muhtemel Bir Kıtalar Arası Balistik Füze Taarruzunun, Türkiye ve Diğer Bölge Ülkeleri Açısından Sonuçları Kubilay UZUN Özüm S. UZUN..................................... 115 AB Sürecinde Kıbrıs’ın Hukuki Durumu ve Kıbrıs Tarihine Kesitsel Bir Bakış Ulvi KESER........................................... 139 Nükleer Teknolojinin Parlayan Yıldızı: Toryum, Türkiye’nin Toryum Potansiyeli ve Stratejik Önemi Turan ÜNAK.......................................... 157 Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecinde Türk Lojistik Hukuku -Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri Yönünden İnceleme- Huriye KUBİLAY Şebnem Meral BAKKALCI.................... 181 Türkiye’de Doğal Afetler ve Doğal Afetlerde Risk Yönetimi Fatma Neval GENÇ............................... 201 SUNUŞ Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından hazırlanan Stratejik Araştırmalar Dergisi’nin dokuzuncu sayısında dünyada ve Türkiye’de siyasi, askerî ve hukuki alanda yaşanan gelişmelerin Kıbrıs’tan Kosova’ya, Ege sorunundan nükleer krize kadar geniş bir yelpazede incelendiği makaleler yer almaktadır. “Ege Sorunlarında Muhatap Değişikliği: Avrupa Birliği’nin Ege Sorunları” başlıklı makalede, Yunanistan’ın AB üyesi olmanın avantajlarından yararlanmasının Ege’deki güç dengesine ne gibi etkiler yaptığı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Yakın gelecekte, ülke gündemini fazlasıyla meşgul edeceği değerlendirilen Doğu Akdeniz bölgesinin incelendiği “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’in Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti İçin Stratejik Önemi” adlı makale, Doğu Akdeniz’in hukukî statüsü, önemi ve Türkiye için stratejik değerinden yola çıkarak orta ve uzun vadede bölgeye ilişkin stratejiler belirlemeye çalışmıştır. “Uluslararası Ulaştırma Koridorlarında Türkiye’nin Stratejik Rolü” adlı yazıda özellikle son yıllarda Türkiye’yi etkileyen uluslararası ulaştırma koridorları kapsamında yapılan ulaştırma altyapı projelerinin etkileri incelenmiş ve ulaştırma koridorlarının kesişim noktasında bulunan ülkemizin stratejik konumunun sağladığı fırsatların değerlendirilmesine yönelik önerilere yer verilmiştir. 1950’li yıllarda ekonomik bütünleşme maksadıyla yola çıkan ve son genişleme kuşağından sonra önemli küresel aktörlerden birisi hâline gelen Avrupa Birliği için enerji; önemli ölçüde artan enerji bağımlılığı nedeniyle günümüzde önem kazanmıştır. “Genişleme ve Derinleşme Süreçlerinde Avrupa Birliği Enerji Politikaları” adlı makalede Avrupa Birliği’nin değişen enerji politikalarına ışık tutulmaya çalışılmıştır. Yugoslavya’nın son iki mirasçısı Sırbistan ve Karadağ’ın birbirinden ayrılmasıyla Balkanlarda yeni bir dönemece girilmiştir. Bu konuda “Nihai Statüsünün Belirlenmesi Aşamasında Kosova” başlıklı makalede, Kosova’nın geçmişteki ve bugünkü durumu hakkında bilgi verildikten sonra, Balkanların genel çerçevesi içerisinde, bölgenin kesinleşmesi beklenen nihai statüsü ve bunun muhtemel sonuçları ile ilgili yorum ve değerlendirmelere yer verilmiştir. İran’ın, ABD’yi vurabilecek güçte balistik füzeler elde etmesi veya geliştirmesi durumunda ortaya çıkabilecek sonuçlar “İran’ın, Amerika Birleşik Devletleri’ne Yönelik Muhtemel Bir Kıtalararası Balistik Füze Taarruzunun, Türkiye ve Diğer Bölge Ülkeleri Açısından Sonuçları” başlıklı yazıda ele alınarak Türkiye’nin doğru politikaları geliştirebilmek için ihtiyaç duyacağı teknik altyapıya ilişkin bilgiler sunulmuştur. Annan Planı’nın ardından KKTC’ye yönelik izolasyonların kaldırılmasına ilişkin uluslararası toplum ve özellikle de Avrupa Birliği tarafından verilen vaatlerin yerine getirilmemesinin yanında Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda ilerleyen Türkiye için Kıbrıs’ın durumu, “Avrupa Birliği Sürecinde Kıbrıs’ın Hukuki Durumu ve Kıbrıs Tarihine Kesitsel Bir Bakış” adlı makalede irdelenmiştir. “Nükleer Teknolojinin Parlayan Yıldızı: Toryum, Türkiye’nin Toryum Potansiyeli ve Stratejik Önemi” adlı makalede Türkiye açısından çok büyük bir potansiyel olan toryum madenine dayalı nükleer yakıtlarla ilgili olarak Türkiye’nin kendine özgü bir teknolojiye sahip olabilmesinin gelecekte sağlayacağı imkânlar üzerinde durulmuştur. “Avrupa Birliğine Tam Üyelik Sürecinde Türk Lojistik Hukuku -Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri Yönünden İnceleme-” isimli yazıda, askerî yönden büyük bir önemi haiz olan ve ilk olarak 1900’lü yılların başında, Amerika Birleşik Devletleri’nde askerî alanda literatüre girdiği bilinen lojistiğin hukuki yönü üzerinde durulmuş ve konunun Türk hukukuna yansımaları ele alınmıştır. “Türkiye’de Doğal Afetler ve Doğal Afetlerde Risk Yönetimi” başlıklı yazıda ülkemizde doğal afetler karşısında yerleşim yerlerini riskli hâle getiren unsurlar, doğal afet potansiyeli, kentleşme, afet yönetimi ve kent yönetimi boyutlarında ele alınarak değerlendirilmiştir. Ülkemizde yaşanmış olan büyük depremler ve son olarak Marmara depreminin ardından başlatılan risk azaltımı çalışmaları incelenerek gelecekte olası afetler karşısında etkili risk azaltımı stratejisi için öneriler ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmelerin konu edildiği son sayımızın da daha önceki sayılarda olduğu gibi ilgiyle okunacağını ümit ediyoruz. Eyüp KAPTAN Korgeneral ATASE Başkanı EGE SORUNLARINDA MUHATAP DEĞİŞİKLİĞİ: AVRUPA BİRLİĞİ’NİN EGE SORUNLARI Özgül EREN∗ Özet: Yunanistan’ın, Türkiye ile arasındaki uyuşmazlık konularını, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ile birlikte tarihte hep yaptığı gibi uluslararasılaştırma yönünde gayretleri olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede mevcut Ege Denizi uyuşmazlıklarında Avrupa Birliği’nin, üyelik müzakereleri sürecinde takındığı tutum belirleyici olmaktadır. Öte yandan AB’nin kendi entegrasyonunu derinleştirme çabaları, Türkiye’nin Ege Denizi’ne ilişkin menfaatlerini yakından etkilemektedir. Yunanistan’ın AB üyesi olmanın avantajlarından yararlanarak bu gelişmelerden kendi menfaatlerine uygun olarak istifade etme gayretleri ise taraflar arasındaki güç dengesinin bozulmasına yol açmaktadır. Anahtar kelimeler: Ege Sorunları, Avrupa Birliği, Yunanistan, Üyelik Müzakereleri, AB Entegrasyonu. Giriş Yunanistan ve Türkiye arasında var olan “Ege Denizi”ne ilişkin uyuşmazlık konuları, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)’ne üyelik süreci ile birlikte nitelik değiştirmiş; sorunlar, taraflarca ele alınıp çözümlenmesi gerekirken, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin bir parçası hâline getirilmiş ve üyelik ile sorunların çözümü arasında şartlı bir ilişki oluşturulmuştur.1 “Ege sorunları”, müzakere sürecinin ilerleyen dönemlerinde “sınır uyuşmazlıklarının barışçıl çözümü” başlığı altında Avrupa Komisyonu’nun katılım ortaklığı belgeleri ve yıllık ilerleme raporlarında birer siyasi kriter olarak değerlendirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında başta kara suları ve kıta sahanlığı olmak üzere var olan Ege Denizi bağlamındaki sorunların temeline bakıldığında, Yunanistan’ın bir dış siyaset ideolojisi olarak benimsediği “Megali İdea”2 ülküsünün yeni kazanımlar elde etme gayretinin bulunduğu görülmektedir. Bu kapsamda, Yunanistan, tarihsel süreçte Ege’de kara suları genişliği 3 mil iken hava sahasının 10 mil olduğunu belirlemiş; kara suları genişliğini 6 mile çıkarmış; uluslararası anlaşmalara aykırı olarak Doğu Ege ∗ Deniz ve Hava Hukuku Uzmanı. Fuat Aksu; “Ege ve Kıbrıs Sorunlarının Çözümünde Avrupa Birliği’nin Tutumu”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 3, Şubat 2004, Yıl: 2, s. 113. 2 Megali İdea, XIX. yüzyıl ortasına gelindiğinde temel olarak üç farklı yoruma tabi tutulmaktadır. Dar yorumda, bu düşünce, Konstantiopolis’in merkezini oluşturduğu Bizans-Yunan İmparatorluğu’nun canlandırılmasına ilişkin romantik bir rüyadır. Daha geniş bir yorumda; Yunan ve Türk ulusları arasında mutlaka şiddetli bir mücadeleyi gerektirmeden doğal bir süreç içinde varılabilecek bir amacı ve Osmanlı Devleti içinde Rum kültürel ve ekonomik üstünlüğünü gerçekleştirme isteğini temsil etmektedir. Megali İdea, modern ulusal devlet kavramları ile yorumlandığında, kurtarılmamış Yunan topraklarının Yunan Krallığı’na katılması düşüncesidir. Bu ise, Osmanlı Devleti ile tam bir çatışmayı gerektirmektedir. Bu yaklaşımlar varlıklarını XX. yüzyıla kadar sürdürmüş olsalar da üstünlük sağlayan yaklaşım sonuncusu olmuştur. Bu çerçevede, Yunanistan bu “Büyük İdeal”i Batılı devletlerin desteğiyle, çözülmekte olan Osmanlı Devleti’ne karşı gerçekleştirerek Ege’yi bir Yunan Denizi durumuna sokmayı ve iki kıtaya uzanan ve beş denize (Adriyatik, Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz) açılan bir Yunanistan yaratmayı özlemektedir. Şükrü Sina Gürel; Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (18211993), Ümit Yayıncılık, Ankara 1993, s. 30-31. 1 1 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 adalarını silahlandırmış ve Uçuş Malumat Bölgesi olan FIR sorumluluğunu da egemenlik alanı olarak kullanmaya çalışmıştır. hattı Türkiye’nin egemenlik alanlarına ilişkin olması dolayısıyla hayati çıkarlarının bulunduğu “Ege sorunları”nın çözümünün, AB tarafından üyelik için birer siyasi kriter olarak benimsenmesi; Türkiye-Yunanistan arasındaki “Ege sorunları”nda muhatap değişikliğine yol açmış; “Ege sorunları”, Avrupa Birliği’nin de çözmesi ve taraf olması gereken sorunlar niteliğine bürünmüştür. Bu durum, Yunanistan açısından, sorunlarının çözümü için tarihte hep yaptığı gibi konuları Batılı devletlerin desteğinde ve onları arkasına alarak hâlletme anlayışına da uygun bir zemin yaratmıştır. Sorunun diğer tarafı olan Türkiye ise her ne kadar “Ege sorunları”nı birer siyasi kriter olarak kabul etmese dahi, AB’nin iki ülke arasındaki ilişkilerde tarafsızlığını yitirmesi ve sorunun giderek birer parçası olması dolayısıyla üzerinde yoğun bir baskı ile müzakere sürecini yönetmeye çalışmaktadır. Öte yandan AB’nin, siyasal birliğini oluşturmak amaçlı, üye ülkeler arasındaki sınırların düzenlenmesine yönelik deniz ve hava hukuku alanlarındaki entegrasyonunu derinleştirmeye yönelik çabaları, “Ege sorunları”nın çözümü sürecinde Türkiye’nin millî menfaatlerini etkileyebilecek nitelikte kavramlar ve düzenlemeleri ortaya çıkarabilecektir. Bu bağlamda, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi konum itibarıyla ulusal sınırlarının adeta AB’nin dış sınırı olmasından dolayı bu çok yönlü politikalardan önemli ölçüde etkilenmesinin muhtemel olduğu düşünülmektedir. Bu makalede, Türkiye-Yunanistan arasındaki geleneksel uyuşmazlık konusu olan “Ege sorunları”nın, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke olması ile birlikte nasıl nitelik değiştirdiği, temel AB belgeleri çerçevesinde incelenerek değerlendirilecek; aynı zamanda Avrupa Birliği’nin siyasal birliğini oluşturmak amaçlı deniz ve hava hukuku alanlarındaki bütünleşme gayretlerinin “Ege sorunları”na muhtemel etkileri üzerinde durulacaktır. “Ege Sorunları”nın Çözümünde Avrupa Birliği’nin Tutumu İçinde bulunduğumuz dönemde, Yunanistan’ın uyguladığı akıllıca politika çerçevesinde AB’nin, Türk-Yunan ilişkilerinde Yunanistan lehine taraf konumuna geldiği göz önüne alınmalıdır. AB’nin Türk Yunan ilişkilerinde nasıl bir tutuma sahip olduğuna ilişkin olarak 1981 yılındaki Fourcade Raporu önemli işaretler vermiştir. Bu rapora göre Yunan adaları ile ilgili bu adaların da deniz alanlarına sahip olunması gerektiği yönündeki kararın alınması, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun daha o zamanlar bu ilişkideki konumunu göstermesi bakımından önemlidir.3 AB benzer bir tutumu “Kardak kayalıkları” bunalımında da göstermiştir. AB Parlamentosu, 15 Şubat 1996 tarihinde almış olduğu kararda, Türkiye’nin Yunanistan’ın ardından ikinci kayalığa asker çıkarmış olmasını kışkırtıcı bir 3 Ferit Hakan Baykal; “Ege’de Kara Suları Sorunu ve Çözüm Önerileri”, Deniz Hukuku Sempozyumu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Ankara 2004, s. 2-16. 2 operasyon olarak nitelendirmiş; Kardak kayalıklarının Yunanistan’a ait olduğunu iddia etmiş ve Türkiye’nin AB üyesi olan Yunanistan’ın egemenlik haklarını tehdit etmesinden endişe duyduğunu açıklamıştır.4 Avrupa Birliği’nin genişlemeye ilişkin kriterleri çerçevesinde 15 Temmuz 1997’de kabul ettiği “Gündem 2000” adlı belgede, üyeliğe aday devletlerin mevcut sınır uyuşmazlıklarını üyelikten önce çözmeleri gerektiği belirtilmektedir. Anılan metinde, “Genişleme, sınır çatışmalarının (AB’ye) ithal edilmesi demek değildir. Genişleme sınır anlaşmalarından beklenen, devletler için güçlü bir etken olarak her türlü sınır çatışmasını çözmekle ilgilenmektir… Komisyon, uyumdan önce, başvuran ülkelerin kendi aralarında veya üçüncü ülkelerle olan önemli sınır sorunlarını çözmek için her türlü çabayı göstermesi gerektiğini düşünmektedir. Aksi takdirde, taraflar anlaşmazlığın Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’na götürülmesinde anlaşmalıdır… Tüm aday ülkeler, bu nedenle görüşme süreci tamamlanmadan önce, …mevcut veya gelecekteki bu nitelikteki herhangi bir sorunda UAD’nin zorunlu yargı yetkisini ön koşulsuz olarak peşinen kabul ettiklerini karara bağlamalıdır.” denilerek Ege Denizi’ndeki uyuşmazlık konuları ile ilgili olarak taraflara öngörülen süreçte çözüme yönelik sorumluluk verilmektedir. 5 “Gündem 2000”in arkasından Türkiye’nin AB üyeliğine ehil olduğunun teyit edildiği 12-13 Aralık 1997 tarihli AB Konseyi Lüksemburg Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin 35’inci maddesinde, Türkiye’nin üyelik koşulları sıralanırken Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların çözümü ve Kıbrıs sorununa vurgu yapılmıştır.6 Türkiye, Konsey’in sonuçlarına, kendisine ayrımcı muamele yapıldığını ileri sürerek AB ile siyasi diyaloğu askıya aldığını açıklayarak tepki göstermiştir. 7 Türkiye’nin Ege Denizi’nde egemenlik haklarından doğan hayati çıkarlarına yönelik sorunlar, Türkiye’ye 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde yapılan Avrupa Konseyi Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde kendisine adaylık statüsü verilmesiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Söz konusu sorunlar, Türkiye’nin AB’ye aday ülke olması ile birlikte AB müzakere sürecinin bir parçası hâline gelmiştir. Avrupa Birliği’nin “Ege Sorunları”nın Çözümü Hususundaki Beklentileri AB’nin Türkiye ile Yunanistan arasındaki “Ege sorunları” olarak adlandırdığımız husustaki beklentileri esas itibarıyla Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi, Katılım Ortaklığı Belgeleri (KOB), İlerleme Raporları ve Müzakere 4 Karar metni için bk. “Resolution on the Provocative Actions and Contestation of Sovereign Rights By Turkey Against A Member State of the Union”, http:// www. europarl. eu. int/ omk/ omnsapir 6/ PLAGE@ 1&TYPEF=TITRE&NUMB=6&DATEF=960215. 5 Border Disputes, http://europa.eu.int/comm/enlargement/agenda2000/strong/22.htm. 6 Bildiri metni için bk. Luxembourg European Council Press Release, Luxembourg (12 December 1997), Press: 0 Nu. SN400/ 97; bk. http: // eu. eu. int/ Newsroom/ LoadDoc. asp? BID= 76& DID= 43659& from= &LANG= 1. 7 http://belgenet.com/arşiv/ab/ab_rapor98_01.html. 3 Çerçeve Belgesi’yle teyit edilmiş olup, Türkiye’nin ise bu husustaki taahhütleri Ulusal Programları’nda yer almıştır. Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin 4. paragrafında: “Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği’nin anlaşmalarda ifade edilen değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların Birleşmiş Milletler (BM) Anayasası’na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı’na götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir.”8 denilmektedir. Yukarıda yer alan ifadeden de anlaşılacağı üzere, AB üyelik sürecinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar “sınır sorunları ve bağlantılı konular ( any outstanding border disputes and related issues )” başlığı altında ve birer siyasi kriter olarak ileri sürülmüştür. Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin açıklanmasından önce, Türkiye söz konusu belgeyi UAD’ye yapılan atfı gerekçe göstererek kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Bu gelişme üzerine AB Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Paavo Lipponen, Başbakan Ecevit’e gönderdiği mektupla 2004 tarihinin sınır sorunlarına ilişkin gelişmelerin gözden geçirileceği tarih olduğunu yazılı olarak bildirmiş; aynı akşam Türkiye’ye gelen AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen ve AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana, 2004 tarihinin sorunların UAD yoluyla çözümü için son tarih olmadığı konusunda güvence vermiştir.9 Nitekim, gelişmeler de bu yönde olmuş, “Ege sorunları” müzakere tarihi alınmasında ve müzakerelere başlanmasında bir engel teşkil etmemiştir. Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde “sınır sorunları ve bağlantılı konular” ifadesiyle Türkiye-Yunanistan arasındaki “Ege sorunları”nı ima eden husus, 2000, 2003 ve 2005 tarihli Katılım Ortaklığı Belgeleri’ne de olduğu gibi yansımıştır. 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde, “Ege sorunları”nı çözmek amacıyla taraflar arasında sürdürülen istikşafi görüşmelerin memnuniyetle karşılandığı belirtilmekle beraber, katılım sürecine olumsuz etkisi olabilecek çözülemeyen anlaşmazlıkların gerektiğinde UAD’ye götürüleceği teyit 8 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde yapılan Helsinki Zirvesi Başkanlık Sonuç Bildirgesi için bk. www.belgenet.com/arşiv/ab/Helsinki_sonuç.html. 9 İsmail Cem; Avrupa’nın “Birliği” ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Eylül, 2005, s. 199. 4 edilmiştir.10 Nitekim, 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’yle de müzakerelerin ilerlemesinin bir gerekliliği olarak Türkiye’nin süregelen sınır anlaşmazlıklarını gerektiğinde UAD’nin yargı yetkisi de dâhil olmak üzere barışçı yollarla çözümlenmesi yönünde yükümlü olduğu hüküm altına alınmıştır.11 Öte yandan, Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde yer alan “süregelen sınır uyuşmazlıkları ve bağlantılı konular (any outstanding borders and related issues)” şeklindeki ifade biçiminin, 4 Aralık 2000 tarihli Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde12 aynen ifadesini bulmasına rağmen, 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde, 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nde ve 9 Kasım 2005 tarihli Gözden Geçirilmiş Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “bağlantılı konular (related issues)” ifadesine yer verilmediği görülmüştür. Söz konusu ifadenin, Yunanistan’ın Ege’de tek sorunun “kıta sahanlığı” olduğu yönündeki tezi doğrultusunda metinden çıkarıldığı; böylece Türkiye’nin Ege’deki sorunların birden çok, birbiriyle bağlantılı ve bir bütün olarak ele alınması gerektiği yönündeki yaklaşımının aksi yönde AB’nin bir tutum takındığı düşünülmektedir. Diğer taraftan 4 Aralık 2000 tarihli Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi ile 26 Mart 2003 tarihli Gözden Geçirilmiş Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde13 “sınır sorunlarının barışçı çözümü”ne ilişkin husus, “Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler” ana başlığı altında “Orta Vadeli Öncelikler” olarak düzenlenmişken 9 Kasım 2005 tarihinde yayımlanan Gözden Geçirilmiş Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “Kısa Vadeli Öncelikler” olarak ve “Bölgesel Konular ve Uluslararası Zorunluluklar” alt başlığı altında düzenlenmiştir. Böylece, Türkiye-Yunanistan arasındaki sınır sorunları hususu, 1 ile 2 yıl içerisinde yerine getirilmesi veya bu konularda ilerleme kaydedilmesi gereken alanlar olarak kısa vadeli beklentiler içerisine alınmış ve Türkiye, sorunların çözümü konusunda zaman açısından daha dar bir alana sıkıştırılmaya çalışılmıştır. 15-16 Haziran 2006 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Başkanlık Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye paragrafında14, iyi komşuluk ilişkilerinin Kopenhag siyasi kriterlerinin gereği olduğu ve bu 10 Bildiri metni için bk. Presidency Conclusıons; Brussels European Councıl 16-17 December 2004, Brussels (1 February 2005), Nu. 16238/04; http:// www. consilium. europa. eu/ ueDocs/ cms_Data/ docs/pressData/en/ec/83201.pdf. 11 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi için bk http:/ /ec. europa. eu/ enlargement/ pdf/ turkey/ st20002_05_tr_framedoc_en.pdf. 12 4 Aralık 2000 tarihli Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi için bk. http:// www. belgenet. com. arşiv/ ab/kob_200.html. 13 26 Mart 2003 tarihli Gözden Geçirilmiş Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi için bk.http://www.belgenet.com/arşiv/ab/kob_2003_1.html. 14 Bildiri metni için bk. Presidency Conclusıons, Brussels European Councıl 15-16 June 2006, Brussels (17July 2006), Nr: 10633/ 06; http:// www. consilium. europa. eu/ ueDocs/ cms_Data/ docs/ pressData/en/ec/90111.pdf. 5 bağlamda sorunların barışçıl çözüm sürecini olumsuz yönde etkileyecek faaliyetlerden kaçınılmasının talep edildiği görülmekte ve söz konusu ifadelerin de yine Yunanistan marifetiyle eklendiği düşünülmektedir. Türkiye’nin Taahhütleri Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgeleri ile kendisinden beklenen taleplere yönelik olarak 2001 yılında Ulusal Programı’nı ve 2003 yılında da Gözden Geçirilmiş Ulusal Programı’nı açıklamıştır. Süreç içerisinde hazırlanan Ulusal Programlar’a bakıldığında, Türkiye’nin sınır anlaşmazlıklarının çözümü hususunu bir siyasi kriter olarak ele almadığı ve bu anlayışla bu hususa sadece Ulusal Programları’nın “Giriş” bölümünde yer verdiği görülmektedir. Ulusal Programlar’ın “Giriş” bölümünde, Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler geliştirilmesine özen göstereceği ve bu bağlamda Yunanistan’la da arasındaki sorunlara diyalog yoluyla çözüm için girişim ve çaba göstereceği belirtilmektedir. Böylece Türkiye, Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi ile ortaya konulmuş olan Ege sınır anlaşmazlıklarının çözümü hususunun kendisi için bir siyasi kriter olmadığı ve sorunları çözmek için diyalog yöntemini tercih ettiğini ifade etmiştir.15 Türkiye, iyi komşuluk ilişkilerinin devamı için her iki tarafın da çaba gösterme sorumluluğu olduğunu her koşul ve ortamda hatırlatmaktadır. “Ege Sorunları”nın Çözümü Hususundaki Gelişmeler ve Alınan Tedbirler Türkiye, AB üyelik sürecinde üstlenmiş olduğu yükümlülükler kapsamında hazırlamış olduğu Ulusal Programları’nda, Yunanistan’la olan ikili sorunlarını diyalog yoluyla çözmek yönünde çaba göstereceğini taahhüt etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye bugüne kadar Yunanistan’la olan sorunlarını güçlendirilmiş siyasi diyalog kapsamında “İstikşafi Görüşmeler”, “Güven Artırıcı Önlemler” ve “İkili Anlaşmalar” çerçevesinde yürütmektedir. Türkiye, 1999 yılından beri Yunanistan’la 19 alanda “Güven Artırıcı Önlemler (GAÖ)” oluşturmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasında sadece Ege sorunlarının çözümüne yönelik olarak iki ülke Dış İşleri Bakanlıkları Müsteşarları arasında 12 Mart 2002 tarihinde “İstikşafi görüşmeler” başlatılmıştır. 35’incisi 7 Temmuz 2006 tarihinde yapılan söz konusu görüşmelerin çok gizli tutulması nedeniyle, gelinen aşamada ulaşılan sonuçlar konusunda bir bilgi mevcut değildir. Buna karşılık, istikşafi görüşmeler çerçevesinde Yunanistan medyasında: -Yunanistan’ın özellikle “Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar (Coğrafi Formasyonlar)” konusunda, Türk tarafının kendi tezlerinden vazgeçmesi gerektiği yönünde beklentisi olduğu, 15 19 Mart 2001 tarihli Türkiye Ulusal Programı için bk. http:// www. belgenet. com/ arşiv/ ab/ up_001. html ve 24 Temmuz 2003 tarihli Gözden Geçirilmiş Türkiye Ulusal Programı için bk. http://www.belgenet.com/arşiv/ab/up_2003.html. 6 - Ancak, Türk tarafının bu tezinden vazgeçmemesi sebebi ile Yunanistan’ın bu hususta UAD’ye başvuruda bulunmama kararı aldığı, -UAD’ye gidilmesi hâlinde, Türkiye’nin bu adalardan mutlaka birazına sahip olma imkânının bulunmasından dolayı bu durumun Yunan dış politikası için iyi olmayacağı yönünde yorumlar yapılmaktadır. Öte yandan 10 Kasım 2005 tarihinde Yunanistan Dış İşleri Bakan Yardımcısı ve Dış İşleri Sözcüsü’nün basına yaptığı açıklamalarda: -İki ülke arasındaki ilişkilerin iyi ve işlevsel olduğu, istikşafi görüşmelerin ise bir müzakere niteliği taşımadığı, -Görüşmelerin gizli tutulmasının PASOK Hükûmeti’nden alınan bir miras olduğu, -Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde yer alan “süregelen sınır uyuşmazlıkları ve bağlantılı konular (any outstanding borders and related issues)” ifadesindeki “bağlantılı konular (related issues)” tabirinin, karışıklığa neden olması ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki (görüş) farklılıklardan dolayı kaldırılması yönünde girişimde bulundukları, -İki ülke arasında tek sorunun Ege kıta sahanlığının belirlenmesi olduğunu ifade etmişlerdir. 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirve Sonuçları Bildirgesi’nde ve 2004 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin Yunanistan’la ikili ilişkilerinin olumlu geliştiği ve çözülmemiş anlaşmazlıklara ilişkin istikşafi görüşmelerden memnuniyet duyulduğu belirtilmekteydi. Ancak, 9 Kasım 2005 tarihli Türkiye İlerleme Raporu’nda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin olumlu devam ettiği ifade edilmekle beraber, sadece Ege sorunlarının çözümüne yönelik olarak yürütülen istikşafi görüşmelerden kapsamlı bir çözüm çıkmadığına vurgu yapılmış; öte yandan Yunanistan’la ilgili “casus belli” konusunda iç siyasetteki gelişmelere de atıfta bulunulmuştur.16 Avrupa Birliği Komisyonu’nun 8 Kasım 2006 tarihli Türkiye İlerleme Raporu’nun “Bölgesel Konular ve Uluslararası Yükümlülükler” başlıklı bölümünün “Sınır Uyuşmazlıklarının Barışçı Çözümü” başlıklı kısmı ise tamamen Türk Yunan ilişkilerindeki gelişmelere yer vermekte ve içerik ve üslup açısından 2005 Türkiye İlerleme Raporu’yla önemli benzerlikler göstermektedir. Bu çerçevede; Türkiye ve Yunanistan’ın ikili ilişkilerinin olumlu gelişmesini sürdürmeye devam ettiği; üst düzey temasların sürdüğü, Yunan Dış İşleri Bakanı’nın Haziran 2006’da Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret esnasında yeni Güven Artırıcı Önlemler paketinin kabul edildiğini, yaz aylarında Ege Denizi’nde askerî tatbikatların ertelenmesine ilişkin 16 2005 yılı Türkiye İlerleme Raporu için bk. European Commıssıon, Turkey 2005 Progress Report, Brussels, 9 November 2005 SEC (2005) 1426; http:// ec. europa. eu/ enlargement/ archives/ pdf/key_documents/ 2005/ package/ sec_1426_final_progress_report_tr_en.pdf. 7 moratoryumun bir ay uzatıldığını, Yunan Genelkurmay başkanının Türkiye’yi ziyaret ettiğini, Türk ve Yunan askerî uçaklarının Ege Denizi üzerinde çarpışmasından sonra, iki ülke Dış İşleri Bakanlıklarının olayın nedenlerini araştırma konusunda mutabık kaldıkları belirtilmektedir. Raporda yukarıda sıralanan olumlu gelişmelerden sonra, Müzakere Çerçeve Belgesi’nde üyelik müzakerelerinin devamının iyi komşuluk ilişkilerine uyulmasına, sınır sorunlarının BM Şartı çerçevesinde ve UAD’nin yargı yetkisini de içerecek şekilde barışçı yöntemlerle çözülmesine, sınır sorunlarının çözümünü olumsuz etkileyebilecek eylemlerden kaçınılmasına bağlandığı belirtilerek, bu bağlamda Yunanistan’ın kara sularını genişletmesi hâlinde TBMM tarafından 1995 yılında kabul edilen “casus belli” referansının değişmeden kaldığına yer verilmektedir.17 Avrupa Birliği Komisyonu’nun 8 Kasım 2006 tarihli “Genişleme Stratejisi ve Temel Sorunlar 2006-2007” başlıklı raporunda; “Katılım Ortaklığı Belgesi’nde de belirtildiği üzere, Türkiye’nin tüm Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile ikili ilişkilerinin normalleştirilmesi için bir an önce somut adımlar atmasının gerekli olduğu” ve “iyi komşuluk ilişkilerinin anahtar unsur olarak kaldığı” belirtilmektedir.18 Avrupa Birliği Komisyonu’nun en son açıkladığı ilerleme ve genişleme stratejisi raporlarında Türkiye-Yunanistan ilişkilerine ilişkin yukarıda yer alan ifadeler dikkate alındığında; Türkiye-Yunanistan arasındaki sorunların tamamına yakınının Yunanistan tarafından AB gündemine taşınarak sorunların Türkiye-Yunanistan ikili boyutundan çıkarılıp Yunanistan tezleri lehinde AB-Türkiye sorunları hâline getirilmesi yönünde önemli mesafe kaydedildiği düşünülmektedir. “Ege Sorunları”nı Etkilemesi Muhtemel Diğer Gelişmeler 2 Eylül 2005 tarihinde Hamburg’da düzenlenen Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi (ITLOS) Konferansı’nda AB Komisyonu’nun balıkçılık ve denizcilikten sorumlu üyesi tarafından “Okyanuslar ve Deniz Hukuku: Yeni Ufuklara Doğru (Oceans and The Law Of The Sea: Towards New Horizons)” başlıklı bir konuşma yapılmıştır.19 Anılan konuşmada: -Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) hükümlerinin, Topluluk Hukukuyla birleştirilmiş olduğu ve böylece AB hukuki yapısının bir parçası hâline geldiği, 17 2006 yılı Türkiye İlerleme Raporu için bk. Commission of The European Communıtıes, Turkey 2006 Progress Report, Brussels, 8.11.2006, SEC(2006)1390; http: //ec. europa. eu/ enlargement/ pdf/key_documents/2006/nov/tr_sec_1390_en.pdf. 18 AB’nin 2006 yılı Genişleme Stratejisi belgesi için bk. Commission of the European Communities, Enlargement Strategy and Main Challenges 2006-2007, Brussels, 8.11.2006, COM(2006)649; http: //ec. europa. eu/ enlargemenent/ pdf/ key_documents/ 2006/ nov/ com_649_strategy_paper_en.pdf. 19 Dr.Joe Borg’un konuşma metni için bk. Oceans and the Law of the sea:Towards new horizons, Hamburg, 2 September 2005; http:// ec. europa. eu/ maritimeaffairs/ speeches/ speech76_en.html. 8 -Okyanuslar ve deniz hukuku konularında Birleşmiş Milletler bünyesinde gerçekleştirilen Gayriresmî İstişare Süreci’ne AB’nin aktif olarak katıldığı ve bu süreçte AB’nin hakları ve yükümlükleri belli olan bir statüye kavuşturulmasının BM’den beklendiği, -AB’nin, son genişlemesiyle birlikte sadece ekonomik ve politik olarak genişlemediği, aynı zamanda AB Hukuku kapsamındaki kıyı uzunluğu ve topluluk su alanlarının boyutunu da artırdığı, AB’nin kontrol ettiği ticari gemi filosunun tonaj olarak dünyadaki en büyük paya sahip olduğu, bu genişleme ile birlikte Avrupa’nın denizcilik potansiyeli konusunda yeni bir bilinçlenmeye ulaşıldığı, bu nedenle AB Komisyonu’nun, tüm denizcilik politikasını kapsayan bir “Yeşil Kitap (Green Paper)”20 hazırlığı içerisinde olduğu ifade edilmektedir. Türkiye ve Yunanistan arasında Ege’deki deniz yetki alanlarına ilişkin sorunların, kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede yukarıda ifade edilen hususlardan etkilenebileceği düşünülmektedir. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde: -Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerinin Topluluk Hukuku’nun bir parçası hâline geldiğinin ifade edilmesi ve Topluluk Adalet Divanı’nın “Topluluk Hukuku’nun yorumlanmasında ve uygulanmasında” sahip olduğu yetki ve aldığı kararların bağlayıcılığı dikkate alındığında; BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni onaylamamış olan Türkiye’nin, AB’ye mevzuat uyumu çerçevesinde Sözleşmeye taraf olması yönünde bir baskıya maruz kalabileceği, -Diğer taraftan; “Yeşil Kitap”ta deniz yetki alanları konusunda ortak birtakım ilkeler ve uyuşmazlık çözme mekanizmalarının gündeme gelebileceği ve bundan dolayı Türkiye-Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı vb. konuların bu ilkeler ve mekanizmalardan etkilenebileceği düşünülmektedir. Türkiye ile Yunanistan arasındaki “Ege Sorunları”nı etkileyebileceği değerlendirilen bir başka gelişme, Uluslararası Adalet Divanı Divan Kuralları’nın 43. maddesinde 29 Eylül 2005 tarihinde yapılan değişikliktir. UAD Divan Kurallarının 43. maddesinde yapılan değişiklikle, anılan maddeye iki yeni fıkra daha eklenmiş; 43. maddenin ilk hâli birinci paragraf olarak aynen korunarak devletlerin davaya müdahil olma hakları korunmuş, söz konusu maddeye eklenen ikinci fıkra ile uluslararası kamu örgütlerine de (public international organizations) davaya müdahil olma hakkı tanınmış, eklenen üçüncü fıkra ile de bu tür müdahale taleplerine ilişkin uygun usul 20 Avrupa Birliği’nin Denizcilik Politikaları Yeşil Kitabı (Maritime Policy Green Paper) 7 Haziran 2006-30 Haziran 2007 tarihleri arasında Avrupa Birliği üyelerinin görüş ve önerilerine sunulmuştur. Green Paper Towards a future Maritime Policy fort he Union: A European vision fort the oceans and seas, Commıssıon of the European Communıtıes, Brussels, 7.6.2006, COM(2006)275 final, volume II-ANNEX; http:// ec. europa. eu/ maritimeaffairs/ pdf/ com_2006_0275_en_part2.pdf. 9 çerçevesinin ne olacağı düzenlenmiştir.21 Böylece, maddeye eklenen iki yeni fıkra ile davaya taraf olmayan; ancak çok taraflı bir sözleşmeye taraf olan devletlere mahkemece davaya müdahil olabilmeleri için yapılan bildirimlerin, bundan böyle uluslararası kamu örgütlerini de kapsayacağı hüküm altına alınmış olmaktadır. Bilindiği üzere AB, UAD Statüsü’nün 34. maddesi gereği bir devlet olarak kabul edilmediği için kendisinin taraf olduğu sözleşmeler dolayısıyla Divan önünde taraf olamamakta, aynı zamanda Divan kurallarının 43. maddesinin ilk hâli dolayısıyla davaya müdahale de edememekteydi. Yapılan değişiklikle, AB, Divan Statüsünün 63. maddesi kapsamında başka bir deyişle, uyuşmazlık konusu davanın tarafı olmasa bile taraf olunan sözleşmenin yorumu bahis konusu olduğunda, kendisinin de görüşlerine başvurulmak suretiyle, müdahil sıfatıyla davanın seyrini etkileyebilme ve sonuçlarına nüfus edebilme fırsatını elde etmiş bulunmaktadır. Netice itibarıyla, Türkiye, AB’yle üyelik müzakereleri kapsamında Yunanistan’la sınır anlaşmazlığı olarak kastedilen kıta sahanlığı anlaşmazlığının UAD’ye götürülmesi hâlinde, UAD Divan Kurallarının 43. maddesinde yapılan değişiklik kapsamında AB’nin müdahil sıfatıyla davanın taraflarından biri hâline gelebileceği düşünülmektedir. Yunanistan, Ege Denizi alanındaki sorunların kendi millî menfaatlerine uygun şekilde çözümlenmesi maksadıyla AB’nin kendi entegrasyonunu derinleştirme girişimlerinden de istifade etme yönünde çalışmaktadır. Bu kapsamda Yunanistan, Avrupa Deniz Emniyeti Ajansı (EMSA)22, AB Dış Sınırlar Yönetim Ajansı (FRONTEX)23 ve Avrupa Hava Seyrüsefer ve Uçuş Güvenliği Teşkilatı (EUROCONTROL) gibi kurumlar nezdinde Ege’deki statükoyu kendi lehine çevirecek girişimlerde bulunmaktadır. 21-22 Kasım 2005’te EMSA tarafından Brüksel’de icra edilen toplantıda; Yunanistan temsilcisi hâlen Patras, Korfu ve Pire’de işletilen Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi (VTS)’ne24 ilave olarak Limni, İstanköy, Sakız, Sisam, Midilli, Rodos ve Girit VTS merkezlerini de içeren bir VTS ağı tesis edilmesinin planladığını ifade etmiştir.25 Yunanistan tarafından ayrıca Pire’de müşterek arama-kurtarma merkezi ve AB Doğu Sınır Merkezi ile aynı mekânda konuşlu, tüm VTS sistemlerinin bağlı olduğu ve deniz güvenliği ve emniyeti ile ilgili faaliyetlerin kontrol edildiği bir Ulusal VTS Merkezi Sahil Güvenlik Komutanlığı bünyesinde teşkil edilmiştir. 21 UAD Divan Kuralları’nın 43. maddesinde yapılan değişiklik metni için bk. www. icj-cij.org. Avrupa Deniz Emniyeti Ajansı (EMSA) hakkında ayrıntılı bilgi için bk. http://www.emsa.eu.int/com/transport/maritime/safety/index_en.htm. 23 AB Dış Sınırlar Yönetim Ajansı (FRONTEX) hakkında ayrıntılı bilgi için bk. http:/europa.eu.int/scadplus/leg.en/lvb/133216.html. 24 Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi (VTS) hakkında ayrıntılı bilgi için bk. http:/www.turkishpilots.org/tr/köşeyazısı.asp?kategori_Nu. 208id=131 25 Ali Kurumahmut; “Yunanistan’ın Ege Denizi’nde Gerçekleştirmek İstediği Yeni Rejim: Sevr”. http://www.ortadoğugazetesi.net/gazetearsivi/habergoster.asp?id=17701, E. Tarihi: 10 Eylül 2006. 22 10 Yunanistan’ın yukarıda anılan faaliyetleri dikkate alındığında, Doğu Ege Adaları bölgesindeki deniz trafiği ile Ege Denizi’ne güneyden yapılabilecek tüm giriş ve çıkışların Yunanistan tarafından izlenebileceği; barış, gerginlik ve harp şartlarında Türk limanlarına yönelik tüm deniz trafiğinin kontrol edilebileceği;26 öte yandan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) tarafından Atina ve Lefkoşe FIR’ına istinat eden hava sahası kontrol uygulamalarının benzer şekilde deniz trafiğinin ve deniz sahalarının kontrolüne de yansıtılmasının mümkün olabileceği düşünülmektedir. Yunanistan’ın Ege Denizi sorunlarında AB’nin karar alma mekanizmalarında yer alması dolayısıyla avantaj sağlayabileceği düşünülen bir başka gelişme de “Tek Avrupa Hava Sahası (TAHS)’nın oluşturulması ile ilgilidir. AB’nin 8 Haziran 2002 tarihinde yaptığı Avrupa Komisyonu toplantısında, Avrupa hava sahasında yaşanan yoğunluk, ekonomik kayıplar ve uçuş emniyetsizliklerinin ortadan kaldırılması için hava sahasının esnek kullanımı konsepti içinde bir merkezden idare edilecek TAHS27 oluşturulması kararlaştırılmıştır.28 Bu maksatla; EUROCONTROL’e Avrupa için tek bir EUIR/FIR oluşturulması, hava sahasının esnek kullanımı ve Fonksiyonel Hava Sahası Blokları (FHB)’nın oluşturulması görevi verilmiştir. Oluşturulacak FIR bölgesi, sektörlere ayrılarak bölgenin kontrolü bazı AB ülkelerinin sorumluluğuna bırakılacaktır. Projenin en tehlikeli boyutu, Yunanistan ve GKRY ile Türkiye arasında yaşanan hava sahası sorunlarının AB ortamına taşınması, Ercan tavsiyeli hava sahasının hukuki varlığının bu gelişmelerden etkilenecek olması ve havacılık alanındaki mevcut uygulamaların önemli ölçüde değişikliğe uğrayacak olmasıdır. Deniz ve hava güvenliğinin artırılması ve bu çerçevede deniz ve hava trafiğinin düzenlenmesine yönelik IMO, EUROCONTROL ve AB bünyesinde sürdürülen yukarıda ifade edilen çalışmaların önümüzdeki dönemde kurallar sistematiğine dönüşeceği değerlendirilmektedir. Bu yöndeki gelişmelerle AB’nin sadece denizcilik ve havacılık faaliyetlerinin daha emniyetli yürütülmesinin ötesinde, Avrupa Birliği’nin siyasal birliğinin bir parçası olarak coğrafi sınırlarının tüm alanları üzerinde ve bu sınırların ekonomik, teknolojik, çevresel ve güvenlik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiği; bu bağlamda Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi konum itibarıyla ulusal 26 Kurumahmut; s. 1. TAHS Projesi, Uçuş Malumat Bölgesi (FIR) limitleri dikkate alınmaksızın hava sahalarının yüksek ve alçak hava yollarını kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmesini, yeni uçuş rotalarının tahsisini ve NOTAM’ların ihtiyaca uygun olarak ilan edilmesini öngörmektedir. TAHS, AB ülkeleri ile sınırlı tutulmuş olmasına rağmen, AB ile ikili anlaşma yapan diğer üçüncü ülkeleri de söz konusu oluşuma oy hakkı olmadan katabilmektedir. Proje, esnek kullanımı amaçlamaktadır. Bu kapsamda hava sahasının mümkün olduğunca tehlikeli, yasak ve ihtiyaç dışı uzun süreli olarak NOTAM ilan edilen sahalardan arındırılarak tüm sivil ve askeri kullanıcılar tarafından esnek biçimde kullanılmasına imkân sağlamayı hedeflemektedir. 28 TAHS hakkında ayrıntılı bilgi için bk. The Sıngle European Sky, Eurocontrol resmî web sitesi ve “Tek Avrupa Seması (SES) Taslak Zorunlulukları” http: // www. ans. dhmi. gov. tr/ TR/ ATCTR/ dok/ TekAvr.pdf. 27 11 sınırlarının adeta AB’nin dış sınırı olmasından dolayı bu çok yönlü politikalardan önemli ölçüde etkilenmesinin muhtemel olduğu düşünülmektedir. Bu konudaki gelişmelerin Türkiye’nin AB üyeliği hedefini etkilememesi ve AB ile ilişkilerine zarar vermemesi gerektiği düşünülmektedir. Türkiye, Yunanistan ile sorunlarının barışçı yollarla çözümlenmesini desteklemekte; ancak ulaşılacak çözümün Ege Denizi’nin coğrafi, tarihî ve hukuki gerçeklerine uygun adil ve kalıcı bir barışı temin edecek şekilde olmasını arzu etmektedir. Bu amaçla, AB tarafından çözüm bulma sorumluluğu hususunun sadece Türkiye’nin değil sorunun her iki tarafının çözümün gerçekleştirilmesinde eşit çaba ve katkısının olması; AB’nin de sorunların çözümü aşamasında taraflar arasında tarafsız ve dengeleyici bir pozisyonda bulunması ile mümkün olabileceği değerlendirilmektedir. “Ege Sorunları”nın Geleceğine İlişkin Değerlendirme Ege Denizi, Türkiye ve Yunanistan’ın kıyıdaş olduğu, her iki ülkenin bu denizde coğrafi, tarihî, ekonomik, sosyal ve güvenliğe yönelik hayati çıkarlarının bulunduğu bir deniz mahiyetindedir. Söz konusu deniz alanı, tarihsel süreç içinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki temel uyuşmazlık konularının başında yer almıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında “Ege Sorunları” olarak adlandırılan söz konusu anlaşmazlıklar, Kara Suları, Kıta Sahanlığı, Hava Sahası, Komuta Kontrol Sorunları, Doğu Ege Adalarının Silahsızlandırılması ve kısaca Coğrafi Formasyonlar olarak adlandırılan Ege’de Egemenlikleri Uluslararası Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar (EGEAYDAAK)dır. Ege Denizi’nde çok sayıda ada, adacık ve kayalığın Türkiye ana karasının çok yakınında yer alıyor olması, siyasi coğrafyayı oluşturan anlaşma ve sözleşmelerin taraflarca farklı şekilde yorumlanması ve kimi adaların hukuken ihtilaflı statüleri, Ege sorunlarını dünya denizlerindeki mevcut uyuşmazlıklar içinde en önemlilerinden biri hâline getirmektedir. 29 Türkiye-Yunanistan arasında ikili bir sorun olarak devam eden “Ege Sorunları”, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreciyle birlikte bu sürecin önemli bir parçası hâline getirilmiştir. Bu durum, iki ülkeyi de gelinen aşamada mevcut çözümsüzlük noktasından farklı açılımlara zorlayacak bir sürece işaret etmektedir. Yunanistan’ın AB üyesi olması nedeniyle, AB üyesi bir ülkeyle yaşanan sorunların, AB içinde değil de entegrasyon süreci içinde çözülmeye çalışılmasından dolayı Türkiye’nin pozisyonu zorlaşmakta, Yunanistan AB üyesi olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanarak bu sorunun çözümü yönünde AB içinde baskı yapabilmektedir. Yunanistan’ın, Türkiye’nin AB üyeliğini, mevcut sorunlarının çözümünde stratejik bir hedef olarak 29 Yılmaz Aklar; “Türkiye’nin Millî Menfaatleri Önünde Bir Engel: Yunanistan Gerçeği, Sorun Alanları, Politikalar”, Stratejik Analiz, c. 4, Sayı 42, Ekim 2003, s. 25. 12 belirlemesinden dolayı bu süreçte, veto yetkisi dâhil olmak üzere manevra alanını daima kendi lehine olacak şekilde kullanacağı öngörülmektedir. Oysa soruna kalıcı ve hakça bir çözüm bulunabilmesi için iki tarafın hak ve çıkarlarının dengelenmesi gerekmektedir. Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık konularının barışçıl yöntemlerle çözümlenebilmesi için taraflar arasındaki güven ve diyalog ortamının bozulmamasında fayda bulunmaktadır. Bu nedenle; müzakere sürecinin güvenli bir ortamda yürütebilmesi için üçüncü tarafların tek yanlı davranışlardan kaçınması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, AB’nin Türk-Yunan ilişkilerinde izlemiş olduğu tutumun tarafsızlık niteliğine pek uymadığı görülmektedir.30 Özellikle, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin Kıbrıs’ın yasal temsilcisi olarak AB’ye üye kabul edilecek olmasıyla Türkiye’nin tam üyeliği arasında kurulan bağın AB’nin izlediği genişlemeye ilişkin stratejiyle çeliştiği görülmektedir.31 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “Yunanistan’la sorunlarını çözmesini ve Kıbrıs sorunun çözümüne destek olmasını” müzakerelerin başlatılması için dolaylı yoldan bir şart olarak öngören AB’nin, aynı sorunların tarafı olan Yunanistan’ı 1981’de; yaşanan sorunlar nedeniyle 1964’ten bu yana Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNFICYP)’nün bulunduğu Kıbrıs’ta ve üstelik Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş, Garanti ve İttifak Anlaşmalarını yok sayarak GKRY’yi 1 Mayıs 2004’te üyeliğe kabul etmesi birer çifte standart olarak görülmektedir.32 Konu ile ilgili yaşanan diğer örnekler dikkate alındığında, AB’nin Türkiye’ye karşı çifte standart uyguladığı daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Birer AB üyesi ülke olan İspanya ve İngiltere arasındaki Cebelitarık hudut sorunu hâlen sürmektedir. İzlanda ile Danimarka arasında balıkçılık medyan çizgisine ilişkin tartışmalar devam etmektedir. İspanya’nın tek taraflı olarak Kanarya Adaları’ndan itibaren belirlediği orta hattın Fas tarafından reddedilmesinden sonra araştırmalar ve mültecilere sınırlamalar getiren kapsamlı deniz sınırının belirlenmesinde gelişme kaydedilememektedir. AB’nin Yunanistan’ın duyarlılıklarıyla Türkiye’nin gerekçeleri arasında bir denge oluşturamaması; Türkiye’nin AB tarafından tam üyeliğinin istenmediği düşüncesine yol açmaktadır. Bir taraftan, AB’nin Yunanistan’ın veto yetkisini kullanacağı endişesiyle hareket yeteneğini sekteye uğrattığı inanışı varken, öte yandan AB’nin Türkiye’nin üyeliğine engel olmak için Yunanistan’ı bilinçli bir tercih olarak ön planda tuttuğu görüşü giderek daha fazla taraftar bulmaktadır. 33 Türkiye’nin AB üyelik sürecini kendisi için yeni kazanımların elde edilebileceği bir arena olarak gören Yunanistan, içinde bulunulan konjonktürü, kendi ulusal tezlerinden asla ödün verilmeyecek bir zemin olarak görmektedir. Bu durumda, AB’yi stratejik bir hedef olarak seçen 30 Aksu; 2004, s. 116. a. g. m.; s. 117. 32 Sema Sezer; “Rum-Yunan Veto Santajları Gölgesinde AB’ye Üyelik Müzakereleri”, Stratejik Analiz, ASAM, c. 5, Sayı 57, Ocak 2005, Ankara, s. 54. 33 Aksu; 2004, s. 117. 31 13 Türkiye’nin, Ege’deki mevcut statükonun devam etmesi hâlinde AB hedefinin yavaşlaması ve AB ile olan ilişkilerin istenilen düzeyde korunamaması çerçevesinde zarar görebileceği düşünülmektedir. İki ülke arasında Ege sorunlarını karşılıklı diyalog yoluyla çözmek üzere oluşturulan istikşafi görüşmelere rağmen Yunanistan’ın, Türkiye’nin kıta sahanlığı dışında ileri sürdüğü sorunları, sorun olarak kabul etmesinin, Yunan kamuoyunun yerleşik tepkisinden dolayı kısa vadede mümkün olmayacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Ege sorunlarını bir bütün olarak gören yaklaşımının Yunanistan tarafından kabul edilmemesi nedeniyle, Yunanistan tarafından bir müzakere niteliği dahi taşımadığı şeklinde algılanan istikşafi görüşmelerde ilerleme sağlanmasının güç olacağı, böylece istikşafi görüşmelerin kısa vadede başarısızlıkla sonuçlanması muhtemel bir gelişme olarak görülmektedir. Kısa vadede istikşafi görüşmelerden sonuç alınamaması durumunda; Yunanistan’ın AB Zirve Kararları’nın yerine getirilmediği ve sorunların çözümsüz kalmasından Türkiye’nin sorumlu olduğu yönünde uzlaşmaz bir tutum sergileyebileceği, bir süre için bu diyaloğun bozulabileceği ve bu durumun iki ülke arasında bir gerginlik ve krize dönüşebileceği olası görülmektedir. Bütün KOB’larda yer alan sorunların barışçıl çözüm prensibi ile çözülememesi hâlinde gerekirse UAD’ye gidilmesi hükmü, Türkiye’nin Ege sorunlarının diyalog yoluyla çözülmesi görüşüne uygun düşmeyen bir gelişme olarak görülmektedir. Nitekim, Türkiye hazırladığı ulusal programlarında, Ege konularına ilişkin niyetinin, sorunları diyalog yoluyla çözmek olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Buna karşılık, Yunanistan’ın söz konusu hükmü Türkiye aleyhine zaman açısından sıkıştırmak amacıyla kullanabileceği değerlendirilmektedir. Nitekim, 2005 KOB’da sorunun çözümü hususu daha önceki belgelerde “orta vadeli öncelikler” içerisinde yer alırken “kısa vadeli öncelikler” arasına alınmış olup bu durumun Türkiye’yi zaman baskısı içine alarak çözüm adına ödün vermesini sağlamak için yapıldığını akla getirmektedir. Türkiye, sınır anlaşmazlıklarını Birleşmiş Milletler şartının barışçıl çözüm prensibi34 çerçevesinde diyalogla çözeceği yönünde taahhütte bulunmuştur. BM Şartı 33. madde gereği diyalog ya da istikşafi görüşmeler tek çözüm yolu olmayıp, orta vadede tarafların kendilerinin süreç içinde belirleyebileceği yeni çözüm yöntemleri devreye girebilecektir. Dolayısıyla, 34 “BM Anlaşması’nın VI. bölümü, “Uyuşmazlıkların Barışçı Çözümü” başlığını taşımakta olup 33/1. maddesi üye devletlere uluslararası barış ve güvenliği tehdit edebilecek uyuşmazlıklarını barışçı yollarla çözmesi gerektiğini belirtmekte ve söz konusu çözüm yolları olarak şunları saymaktadır: Görüşme, soruşturma, ara buluculuk, uzlaştırma, hakemlik, yargı, bölgesel örgütlere ve anlaşmalara başvurma ya da tarafların kendilerinin seçeceği başka barışçı yollar. BM Anlaşması sayılan bu yollar dışında VI. bölüm çerçevesinde BM Güvenlik Konseyini de uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözme yükümlülüğüne katkıda bulunmakla görevli kılmaktadır.” Prof. Dr.Hüseyin Pazarcı; Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 446. 14 Türkiye’nin muhtemelen oldukça uzun sürebilecek üyelik müzakereleri sürecinde kendisini zaman baskısı altında hissetmeden, sorunun barışçı çözümüne yönelik bir an önce alternatif çözüm yöntemlerine yoğunlaşarak bir strateji dâhilinde ve zamanlamayı da dikkate alarak iyi niyetli çabalarına devam etmesinin faydalı olacağı değerlendirilmektedir. Uzun vadeli düşünüldüğünde; iki ülke arasında ihtilaf konusu olan Ege sorunlarının barışçıl bir anlayışla çözüme kavuşturulmasının hem Türkiye hem de Yunanistan açısından oldukça yararlı olacağını ifade etmek mümkündür. Bununla birlikte mevcut sorunların çözüme kavuşturulmasında iki ülke kamuoyunun hassasiyeti ve hükûmetlerin kendi kamuoylarının hassasiyetlerini dikkate almaları ön plana çıkmaktadır. Bu durum dikkate alındığında öncelikle iki ülke arasında güven artırıcı önlemler ile iki ülke halkını birbirine yakınlaştıracak sivil toplum örgütlerinin katkılarının çoğaltılması; başta enerji olmak üzere ticaret vb. alanlardaki iş birliği ve yatırım faaliyetlerinin çeşitlendirilmesi ve süreç içinde bu faaliyet alanlarının geliştirilmesinin yararlı olacağına inanılmaktadır. Türkiye, müzakere sürecinde sınır anlaşmazlıklarını çözme konusunda Yunanistan’a oranla daha fazla çaba gösteren taraf olmak durumunda kalacaktır. Ancak Türkiye, sorunlarını karşılıklı çözme konusundaki gayretlere yoğunlaşmışken, AB tarafından: -BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin AB müktesebatının bir parçasını oluşturmasından dolayı söz konusu sözleşmenin Türkiye tarafından imzalanması, -Sorunların barışçı müzakere yöntemiyle çözülmesi gerektiği anlayışından hareketle Türkiye’nin, Yunanistan’a karşı sürdürdüğü “casus belli” siyasetinden vazgeçmesi yönünde baskılarla karşılaşabileceği öngörülmektedir. Her iki durumda da Türkiye’nin, AB’yi ikna etme hususunda zorlanacağı bu nedenle, belirtilen bu hususlarda millî menfaatleri doğrultusunda millî stratejilerin geliştirilmesine ihtiyaç bulunduğu değerlendirilmektedir. Türkiye’nin katılım müzakereleri sürecinde üçüncü tarafların müdahalesini içeren çözüm yöntemlerinden kaçınarak her türlü alternatif çözüm yönteminde ısrarını sürdürmesi gerektiği düşünülmektedir. Ancak tüm iyi niyetli çaba ve girişimlere rağmen sorunların UAD’ye götürülmesi sürecine gelinmesi hâlinde, hazırlanacak tahkimname büyük önem kazanacaktır. Bununla birlikte Yunanistan’ın, UAD’nin yargı yetkisini egemenlik konularına çekince getirerek kabul etmiş olması35, tek sorun olarak kıta sahanlığını görmesi ve tarafların sorunları tanımlama konusundaki farklılıkları, sorunun UAD aşamasına gelmesini bile oldukça güçleştirecek niteliktedir. Sorunların UAD’ye götürülmesi hâlinde, Türkiye’nin, Ege’de mevcut uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırılmış olması, FIR hattının bir egemenlik alanı olarak değil teknik nitelikte haklar sunması, hava sahasının 35 Yüksel İnan; Uluslararası Adalet Divanı’nın Yargı Yetkisi, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Nu. 171, Ankara, 1982, s. 10. 15 genellikle kara suları sınırı ile eşit olması ve hatta kara suları konusunda bile Türkiye’nin uluslararası hukuk açısından güçlü gerekçelere sahip olduğu düşünülmektedir. Ancak, Türkiye’nin millî bir davası olan Ege sorunlarını üçüncü kişilerin iradesine bırakmasının en son olarak düşünülebilecek ve kayıp, kazançlarının tüm olasılıkları ile birlikte tahlil edildikten sonra başvurulması gereken bir yol olabileceği mütalaa edilmektedir. Öte yandan sorunun UAD’ye götürülmesi hâlinde, UAD Divan Kuralları’nda 29 Eylül 2005 tarihinde yapılan değişiklikle uluslararası örgütlere de davaya müdahil olabilme imkânı sağlanması nedeniyle, Ege’de deniz yetki sınırlarının aynı zamanda AB’nin dış sınırlarını oluşturması savıyla davaya AB’nin de müdahil olabileceği ihtimal dâhilinde görülmektedir. Bu durumda, AB kendisinin de taraf olduğu BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin yorumlanması sürecine katılacak, Sözleşme hükümlerinin pek çoğunun artık bir teamül kuralı hâline gelmiş olmasından dolayı sözleşmeyi imzalamamış olan Türkiye açısından oldukça olumsuz sonuçlar yaratabilecektir. Sorunların çözümü konusunda muhtemel bir diğer gelişme ise AB’nin siyasi bütünleşmeye gitmesi nedeniyle, üye ülkeler arasındaki sınırların düzenlenmesine yönelik deniz ve hava hukuku alanlarında entegrasyonu derinleştirmeye yönelik çabalar olup “Ege sorunları”nın çözümü sürecinde Türkiye’nin millî menfaatlerini etkileyebilecek nitelikte kavramlar ve düzenlemelerin ortaya çıkacak olmasıdır. Bu kapsamda süreç içinde oluşacak kavram ve düzenlemelerin takip edilerek Türkiye’nin millî menfaatlerine uygun olarak kullanılması gerektiği düşünülmektedir. Sonuç Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirisi’yle Türkiye’nin AB adaylığının kabul edilmesi ve 3 Ekim 2005 tarihi itibarıyla katılım müzakerelerinin başlaması ile birlikte, AB üyeliğini stratejik bir hedef olarak benimseyen Türkiye, tam üyelik sürecinde en önemli adımları gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Türkiye’nin, tam üyelik müzakere süreci içinde, pek çok siyasi, hukuki, ekonomik sorunun yanı sıra, millî menfaatleri açısından hayati öneme haiz ve birer millî dava olan “Ege sorunları”nı adeta tek taraflı gayretlerle çözme yükümlülüğü ile karşı karşıya bırakılmış olduğu anlaşılmaktadır. Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde yer alan, “aday ülkelerin sınır anlaşmazlıklarını çözmede başarısız olmaları hâlinde gerekirse UAD’ye gitmeleri” hükmü, KOB, İlerleme Raporları ve Müzakere Çerçeve Belgesiyle, sürecin önemli kriterlerinden biri hâline getirilmiş, böylece TürkiyeYunanistan arasında tarihten kaynaklanan ve süreç içerisinde adeta kemikleşmiş Ege Denizi’ne ilişkin sorunlar, Türkiye’nin AB üyeliği ile bağlantılandırılarak konunun nitelik değiştirmesine ve aynı zamanda AB’nin de sorunun tarafı olmasına yol açmış görülmektedir. Ege’ye ilişkin mevcut sorunlar şimdilik ikili görüşmelerle sürüyor olsa bile AB, hâlihazırda bir anlamda Ege’deki sorunlara taraf olmuş durumdadır. 16 Bu açıdan ele alındığında, AB ile yaşanacak müzakere süreci, Türkiye’nin daha fazla ödün vermesinin bekleneceği bir süreç olabilecektir. Bununla birlikte, Türkiye vereceği ödünler kadar ne gibi bir kazanım elde edeceğini ortaya koyacak şekilde kendisini çözüme hazır hâle getirmek durumundadır. Ancak Türkiye’nin Ege Denizi’nde egemenlik haklarından doğan hayati çıkarlarını, muhtemel bir çözüm sürecinde üçüncü tarafların müdahil olabileceği ve kendisi açısından arzu edilen beklentilerine cevap vermeyecek çözüm yöntemlerine bırakmaması hayati önem taşımaktadır. Türkiye’nin, Ege sorunları konusunun Yunanistan tarafından Kıbrıs’taki gelişmelere bağlı bir unsur olarak yürütüldüğünü dikkate alarak bir yandan Kıbrıs’taki gelişmeleri göz önünde bulundurarak takip etmesi; tüm iyi niyetli çözüm çabalarına rağmen Ege’deki millî menfaatlerimiz aleyhinde bir çözüm dayatılmasına gidilmesi durumunda, hiçbir devletin kendisinin bekası niteliğindeki hak ve menfaatlerinden vazgeçemeyeceğinin altı çizilerek gerekirse AB üyelik sürecini askıya alabilmesinin gerekli olduğu düşünülmektedir. Abstract: It is known that via Turkey’s EU membership process, Greece has efforts to bring the disputes between Turkey and Greece to the international arena as she always did in the past. Within this context, the position of the EU throughout Turkey’s membership talks determine the outstanding disputes in the Aegean Sea. Meanwhile, EU’s effort to deepen its integration affects Turkey’s interests concerning the Aegean Sea considerably. Furthermore, Greece’s efforts to take benefit of these developments as an EU member causes the power balance between the parties to change. 17 ULUSLARARASI DENİZ HUKUKU KAPSAMINDA DOĞU AKDENİZ’İN HUKUKİ STATÜSÜ VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ İÇİN STRATEJİK ÖNEMİ Şenay KAYA∗ Anahtar kelimeler: Doğu Akdeniz, Yarı Kapalı Deniz, Deniz Yetki Alanları, Türkiye, Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), Avrupa Birliği (AB), Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı, Deniz Güvenliği. Giriş Yakın gelecekte, ülke gündemini fazlasıyla meşgul edeceği değerlendirilen Doğu Akdeniz bölgesinin incelendiği bu çalışmanın amacı, Doğu Akdeniz’in hukuki statüsünün, öneminin ve Türkiye Cumhuriyeti için stratejik değerinin ortaya konarak orta ve uzun vade gelecek için bölgeye ilişkin stratejiler üretilmesine yardımcı olmaktır. Önemli ticaret yolları ile dünya enerji merkezini kontrol eden ve dünyanın en kritik su yolunu oluşturan Doğu Akdeniz hakkında, karar alıcılara ve uygulayıcılara tavsiye içerikli bir çalışma olmasına özen gösterilmiştir. A. Doğu Akdeniz’in Hukukî Statüsü ve Önemi 1. Bölgenin Kısa Tarihçesi Doğu Akdeniz, tarihin değişik bölümlerinde büyük savaşlara sahne olmuş bir arenadır1. Doğu Akdeniz aslında birçok tarihçi ve yazarın “Verimli Hilal” dedikleri bölgede yer alır. Gerçekten de Mısır, Mezopotamya ve Anadolu, dünyanın en verimli topraklarına sahiptir. Bu yüzden tarih boyunca oluşan uygarlıkların ilk hedefi, bu bölgelere hâkim olmak olmuştur. Böylece, kara ve deniz yoluyla dünya ticareti kontrol altına alınabilecektir. Bu nedenle oluşan insan hareketleri, Doğu Akdeniz’i tarihin her döneminde dünyanın en önemli merkezi ve en kalabalık bölgelerinden birisi yapmıştır. Antik Roma’da Akdeniz’e “Mare Nostrum”2 denirdi.3 Latinceden gelen “Mare Nostrum”, kelime anlamı itibarıyla tam olarak “bizim deniz” anlamına gelmektedir4. Akdeniz’e bu ismi veren ilk kişi Jul Sezar’dır.5 Medeniyet dünyasına eski ve tarihî hayatiyetini veren Akdeniz’e hâkimiyet; cihangirlik davasının başlıca unsurlarından biriydi. Roma’nın bu denize hâkimiyeti, onun cihangirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar, ∗ İstisnai Memur, Deniz Hukuk Müşaviri. 1 http://weekly.ahram.org.eg/2003/660/eg4.htm 28.01.2006. 2 http://tr.wikipedia.org/wiki/Akdeniz 8 Mayıs 2006.: Türkçede Akdeniz; İngilizcede Mediterranean Sea denilir. Bu da Latincedeki Mediterraneustan (Medi: Orta + terra: Toprak, yer) gelmektedir. Yunancada da Mesogeios denir. Arapça'daki karşılığı ( طسوتم رحبBahre-l Mutavassit) de 'ortada yer alan deniz' anlamı vermektedir. Farsçada Akdeniz için kullanılan Bahr-e Sefid ismi Osmanlı dönemi haritalarında da gözükmektedir. Romalılar da Mare Nostrum derler ki bu da “Bizim Deniz” anlamına geliyordu. 3 http: // www. tbmm. gov. tr/ ul_kom/ aapa/ orta/ gnkur_kurulus1. html28. 12. 2005, http:// www. beowulf. org/ archive/ 2005-February/ 011910. html 28.01.2006. 4 http://www.beowulf.org/archive/2005-February/011910.html 28.01.2006. 5 http://sourtimes.org/show.asp?t=mare+nostrum 8.02.2006. 19 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 Akdeniz’e Mare Nostrum (Bizim Deniz) adını vermişlerdi. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu da İslâmiyet'in doğuşuna kadar bu hâkimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine, Emevilerin kuruluşundan itibaren Müslümanlar, süratle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz’e hükmetmeye başladılar; kuzey sahillerinden bazıları hariç, bütün Akdeniz kıyılarına hâkim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi, Akdeniz’deki egemenlikleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür. Büyük İskender'in kurduğu imparatorluğun ağırlık merkezi Doğu Akdeniz bölgesi idi. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz bölgesini hâkimiyeti altında birleştirebildi. Doğu Roma-Bizans İmparatorluğu’nun ağırlık merkezi, Kuzey-Doğu Akdeniz bölgesi idi. Araplar, Batı Akdeniz bölgesine de başarılı bir şekilde yayılmasına rağmen halifeliğin ilk yüzyıllarındaki ağırlık merkezi Güney-Doğu Akdeniz bölgesine bağlı kaldı.6 Ancak, XII. ve XIII. yüzyıllardaki Haçlı Seferleri, donanma faaliyetlerinin uzun süre aksamasına sebep olmuştur. XIII. ve XIV. yüzyıllarda, Mısır, Suriye ve Türk Memlûkları, Akdeniz’in doğusunda, ancak mevziî bir kudrette deniz gücüne sahip bulunmuşlardır. Bununla beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hâkim olmanın lüzumunu duymuşlardır.7 Selçuklular; Marmara Denizi, Karadeniz, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'e ulaşarak deniz ve Anadolu gerçeği ile yaşamaya başlamışlar, denizci devlet olma yolunda ilk adımları atmışlar ve önemli başarılar göstermişlerdir. Bununla birlikte, denizlerle ve denizlerde büyüyerek cihan imparatorluğu olma başarısını Osmanlı Devleti gösterebilmiştir. İyi yönetildiği ve yönlendirildiği takdirde Türklerin denizci olabilecek karakterde bir millet olması gerçeği, bu başarıda önemli rol oynamıştır.8 6 http://www.osmanli.org.tr/osmanlidaegitim.php?bolum=7&id=200 , 15.06.2006. 7 http://www.dallog.com/kurumlar/donanmahum.htm. 20.04.2006.: Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi, Osmanlıları tabii olarak denizle alâkadar etti. Nitekim, Karesi Beyliği gemilerinden de istifade edilerek, Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane yapıldı. Bu ilk devirler, Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber, bazı başarısızlıklara rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği ortaya çıkmaktaydı. Çünkü İkinci Murat Han’ın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu denizden tehdit edecek kadar kuvvetlenip, deniz harekâtına alışmıştı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için, Çanakkale Boğazı’nı tahkim ederken, donanmaya da önem verdi. Nitekim, donanmanın desteğiyle, İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz Adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bilahare Akdeniz’de korsanlık yapan Türk leventleri reislerinden, meşhur Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri, İspanya sahillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bayezid döneminde, gemicilik daha da gelişti. Antalya Valisi Şehzade Korkut, Akdeniz’de yelken açan Müslüman ve Türk denizcilerin hamisi oldu. 8 A. Kurumahmut; “Kullanamadığımız Zenginliğimiz: Denizlerimiz” konulu makale, http:// www. ortadogugazetesi. net/ habergoster.asp?id=1721, 10.07.2006. 20 Selçuklulardan sonra XIV. Yüzyılın ortalarında Anadolu kıyılarından ilk defa denizlere ulaşan Osmanlı Devleti'nin denize ve denizciliğe verdiği önem ölçüsünde büyüdüğü, Karadeniz ve Ege Denizi'ni bir Osmanlı iç denizi hâline dönüştürmek suretiyle jeopolitik ve stratejik önemi tartışmasız olan Türk Boğazlarının güvenliğini sağladığı ve Türk Boğazlarında yaklaşık üç asır mutlak egemenlik devri yaşayarak dünya güç merkezi kimliğini muhafaza edebildiği, Girit Adası'nı Çanakkale Boğazı'nın güney karakolu hâline getirdiği, Karadeniz ve Ege Denizi'nde deniz hâkimiyeti tesis edip Akdeniz'de tam anlamıyla deniz kontrolü sağlayarak o günkü şartlarda Kızıldeniz ve Basra Körfezi ile okyanuslara ulaştığı, tarihî bir gerçektir. XV. yüzyılın sonlarından itibaren bir deniz imparatorluğu olarak gelişmeye başlayan Osmanlılar, deniz hâkimiyet teorisinin temelini oluşturan ünlü Türk Amirali Barbaros Hayreddin Paşa'nın "Denizlere hâkim olan cihana hâkim olur" özdeyişini hayata geçirerek rakipsiz bir deniz imparatorluğu olabilmiştir.9 İktidara gelen her Osmanlı Padişahı Akdeniz’e çok önem gösterdi ve nihayet Kanuni zamanında bütün Akdeniz’e egemen oldular. Osmanlı donanması, XVI. yüzyıl boyunca ve XVII. yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyretmiştir.10 XVII. yüzyılda Venedikliler, Osmanlı Donanmasının çağa ayak uyduramamasından istifade ederek Doğu Akdeniz'de tekrar üstünlük sağlamaya başlamışlardır.11 Osmanlı Donanmasında çağın modernizasyonu sağlanıp kalyon devri başlatılınca, Akdeniz'deki yarım asır süren Venedik üstünlüğü de son bulmuştur.12 Ancak, Osmanlı Devleti denize ve denizciliğe verdiği önemin azalması ölçüsünde küçülmüş ve yüzlerce yıl sonra başladığı yere, Anadolu kıyılarına geri dönmüştür.13 2. Doğu Akdeniz’in Önemi Doğu Akdeniz, tarih boyunca çevresindeki halkların iletişim ve fikir alışverişi ile kültürel etkileşim alanı olmuştur. Türkiye’nin dış alım satımının %90’ından fazlasının deniz ulaşımı yolu ile yapıldığı dikkate alındığında, Doğu Akdeniz’de deniz ulaşımının sekteye uğraması durumunda ortaya çıkacak açığın başka yollarla doldurulması mümkün gözükmemektedir. Liman kapasiteleri açısından duruma bakıldığında yaklaşık 44 milyon tonluk yükleme boşaltma kapasitesinin %32’sinin Akdeniz limanlarında bulunduğu görülmektedir. Ancak Marmara ve Karadeniz liman kapasiteleri de Ege ve Akdeniz’deki trafik yoğunluğunu 9 Kurumahmut; http://www.ortadoğugazetesi.net/habergoster.asp?id=1721 , 10.07.2006. 10 http://www.dallog.com/kurumlar/donanmahum.htm 20 Nisan 2006. 11 http://www.osmanli.org.tr/osmanlidaegitim.php?bolum=7&id=200 , 15.06.2006. 12 http://www.osmanli.org.tr/osmanlidaegitim.php?bolum=7&id=200 , 15.06.2006. 13 Kurumahmut; http://www.ortadogugazetesi.net/habergoster.asp?id=1721 , 10.072006. 21 artırmaktadır. Böylece, Akdeniz’de Türkiye limanlarına müteveccih her gün ortalama 50-60 gemi geçiş yapmakta ve ithal edilen petrolün yaklaşık %85’i Akdeniz’i geçerek İzmir, İskenderun ve İzmit rafinerilerine ulaşmaktadır. Bu verilere göre, Akdeniz’de Türkiye’ye yönelik deniz trafiğinin terör nedeniyle sekteye uğraması, dış alım/satımı ve akaryakıt üretimini önemli ölçüde sekteye uğratabileceği değerlendirilmektedir. Dünya ticaretinin % 30’unun mevcut olduğu14 Akdeniz; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirlerine yakınlaştığı ve birleştiği, oldukça geniş ve önemli bir coğrafyayı; Kıbrıs Adası da, Doğu Akdeniz’i kontrol etmektedir. Bu kontrollerin ekonomik, politik ve güvenlik açılarından oldukça önemli bir değeri vardır.15 Hemen hemen 11 Trilyon Dolar değerindeki eşya/yük, dünya çapında küresel ticaret için 4500 limanla bağlantılı olarak, 50.000 den fazla ticaret gemisi ile dünya denizlerinde taşınmaktadır. Kabaca, 4000 gemi Akdeniz sularında ilerlemektedir. Aslında, bu deniz alanı dünya okyanuslarının sadece %3’ünü kapsamasına rağmen, Akdeniz deniz trafik yolları sayesinde dünya deniz trafiğinin 1/6’sını oluşturmaktadır. Cebelitarık Boğazı her gün 160’tan fazla gemiyi görmektedir. Bu sayı Süveyş Kanalında 40 ve Türk Boğazlarında (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı) 150’dir. 2001 yılında bu sayı Türk Boğazlarında 65 idi.16 1990 sonrasında, Hazar’ın berisinde, ham madde kaynakları yönünden de zengin, oldukça büyük bir pazar alanının ortaya çıkmış olduğu dikkate alınırsa Doğu Akdeniz bu coğrafyaya yönelik ithalat ve ihracatta bir geçiş ve ulaşım güzergâhı durumundaki coğrafyanın önemli bir parçası olmaktadır.17 Doğu Akdeniz, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafyadır. Diğer taraftan, Doğu Akdeniz’de yer alan deniz trafik hatları dünya ticareti için hayati öneme sahiptir.18 Yine Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Hazar Bölgesi enerji merkezleri ile bu merkezlere ilişkin boru hatlarını kontrol eder. Önemli ticaret yolları ile enerji merkezlerini kontrol eden Doğu Akdeniz dünyanın en kritik su yolunu oluşturmakta olup doğal olarak kendisini kontrol eden aktörlere önemli politik avantajlar sağlamaktadır. Bu bağlamda, enerji kaynaklarına hükmeden Doğu Akdeniz’in Türkiye tarafından kontrolü, yakın gelecekte Türkiye’ye önemli siyasi ve hukuki avantajlar sağlayacaktır.19 Ayrıca, Doğu Akdeniz’i kontrol 14 D. Kutluk; Hazar-Kafkas Petrolleri, Türk Boğazları, Çevresel Tehdit, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayın Nu. 16, İstanbul 2003, s. 266. 15 O. M. Öztürk; “Doğu Akdeniz’in ve Kıbrıs Adası’nın Stratejik Dengeleri Bağlamında Annan Belgesi”, http://www.stradigma.com/turkce/subat2003/makaleprint_1.htm, 30.06.2005. 16 C. Gürdeniz; “Security, Stability and Co-operation in The Meditarranean Region: building a vision” konulu sunum, 1st International Conference on Mediterranean and Middle East, RomaKasım 2005, s. 101. 17 Öztürk.; “http://www.stradigma.com/turkce/subat2003/makaleprint_1.htm, 30.06.2005. 18 Gürdeniz; s. 101. 19 Öztürk; http://www.stradigma.com/turkce/subat2003/makaleprint_1.htm, 30.06.2005. 22 etmek kadar bu coğrafyaların hasım/rakip aktörlerin kontrolüne girmesinin beraberinde getirebileceği dengeleri de hatırda tutmak gerekir. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Adası, bölgesel ve küresel barış ve istikrar açısından önemli bir coğrafyadır. Bölgenin, Orta Doğu’da ortaya çıkmış kriz, gerginlik ve çatışmalarda önemli roller oynadığı bilinmektedir. Örneğin, Amerikalılar, 1980’li yılların ilk yarısında yaşanan kanlı Lübnan olayları sırasında, bu ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs Adası üzerinden tahliye etmişlerdir. Daha yakın zamanlarda, Körfez Krizi’nde, İngilizler, Irak’a yaptıkları hava saldırılarında Kıbrıs Ada’sını kullanmışlardır.20 Ayrıca, Temmuz 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırması ve akabinde Orta Doğu’da dengelerin değişmeye yüz tuttuğu bu dönemde Fransa’nın 01 Mart 2007’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Baf kentinde bulunan “Andreas Papandreu Hava Üssü”nün kullanımını da içeren bir askerî iş birliği anlaşmasını21 uluslararası hukuk kurallarına tamamen aykırı bir şekilde imzalamış olması, Doğu Akdeniz’in Orta Doğu’ya hâkimiyet ve istikrarda ne kadar önemli rol oynadığının bir göstergesidir. Doğu Akdeniz’i kuzeyden tamamen çevreleyen kıyılara sahip Türkiye için ise bu coğrafya oldukça önemlidir. 13 Temmuz 2006 tarihinde Bakü Tiflis Ceyhan (BTC) petrol boru hattının devreye girmesi ile beraber Hazar berisindeki ülkeler için önemli bir ithalat ve ihracat kapısı durumuna gelmiş olan İskenderun Körfezi, Doğu Akdeniz’i tamamıyla etkisine almıştır. Diğer taraftan, Doğu Akdeniz’de yer alan Kıbrıs Adası’nın ise başta güvenlik olmak üzere ve bölgeye hâkimiyet açısından son derece önemi büyüktür. Bu durumun en önemli göstergesi ise 1 Mayıs 2004 tarihinde GKRY’nin bütün Kıbrıs adına Avrupa Birliği (AB)ne girişidir. AB, başta enerji merkezlerini kontrol olmak üzere, Kıbrıs Adası’nın Doğu Akdeniz’de sunduğu bütün avantajlarından yararlanmaya ve bu bağlamda, Ada’yı AB’ye dâhil etmeye yönelmiş ve bunda da başarılı olmuştur. GKRY’nin AB üyeliğine kabul edilmesi, AB’nin Doğu Akdeniz’e vermiş olduğu önemin en büyük göstergesidir. Unutulmamalıdır ki Türkiye, soğuk savaş sonrası yaşanan barış döneminde en önemli gerilim ve etki alanlarının ortasında yer almaktadır. Türkiye, ayrıca dünyanın en önemli su yollarından biri olan ve alternatifi bulunmayan Türk Boğazları’na (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı) sahip olup, Doğu Akdeniz’de de çok önemli su yolu olan Süveyş Kanalını ve “Doğu-Batı-Kuzey-Güney” enerji koridorunu kontrol eder durumdadır. Böyle bir coğrafyada, Türkiye’yi hedef alan ya da almayan her türlü terörist tehdit, silahlı çatışma ve illegal faaliyetler Türkiye’nin güvenliğini ve ekonomisini doğrudan etkileyebilecektir. 20 Öztürk; http://www.stradigma.com/turkce/subat2003/makaleprint_1.htm, 30.06.2005. 21 09 Ağustos 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi; 02 Mart 2007 tarihli Eleftheros Tipos Gazetesi. 23 Bu yöneliş, 1990’lı yılların başından itibaren, Kıbrıs konusundaki inisiyatifin yavaş yavaş BM’den AB’ye kaymasını beraberinde getirmiştir. AB, Kıbrıs konusunda giderek daha etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Ancak AB’nin Kıbrıs konusunda inisiyatifi ele geçirmek için çok “dikkatli” hareket ettiğini, “sessiz ve derinden gittiğini” ifade etmek gerekir. AB, bir taraftan ilgili bütün aktörleri, BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde sürdürülen çabalara destek olmaya çağırırken, diğer taraftan bildiğini okuyan bir yaklaşım içinde olmuştur. 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Kıbrıs konusunda alınan karar, bu yaklaşımın çok somut bir örneğidir. Bu zirvede, hem BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde yürütülen çalışmalar için destek istenmiş hem de bu çalışmalar hangi aşamada olursa olsun, bunun Kıbrıs’ın mevcut hâliyle AB’ye alınmasına engel teşkil etmeyeceği ifade edilmiştir. Burada iki noktanın altını çizmek gerekir: Birincisi, AB’nin bu yaklaşımının, Rum tarafını rahatlattığı ve masada uzlaşmaz kıldığıdır. Rum tarafı, AB’nin verdiği destekten güç alarak karşılıklı ve dengeli tavizlerle sorunu çözmek yerine, kendi görüşlerini çözüm olarak kabul ettirmeyi öngören bir yaklaşım içine girmiştir. İkinci nokta, AB’nin, Rum kesimi ile, Ada’nın bütünü için katılım müzakerelerinde bulunduğu ve dolayısıyla tam üyelik kararının Kıbrıs’ın tamamını kapsadığıdır. AB’nin Kıbrıs’a ilişkin İlerleme Raporlarında, Ada’nın kuzeyi için, “işgal altındaki AB toprakları” ifadesinin kullanılmış olması oldukça önemlidir. Bu ifadenin, AB’nin Kıbrıs’ın tamamını kapsayan bir genişleme stratejisine sahip olduğu anlamına geldiği değerlendirilmektedir. Bunun bir diğer anlamı da, AB’nin Kıbrıs stratejisinin, Ada’daki ve Doğu Akdeniz’deki mevcut dengeleri hedef aldığıdır. İlk etapta Türkiye’nin Ada ile olan ilgisini kesmeyi hedef almış gözüken bu stratejinin, müteakiben İngiltere’nin Ada’daki varlığını da hedef alacağı düşünülmektedir.22 Ada’nın şu veya bu şekilde, bir bütün olarak AB’ye girmiş olması, Ada’nın ve dolayısıyla Doğu Akdeniz’in kontrolünün de, AB’nin eline geçmiş olduğu anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra, Doğu Akdeniz’in kendisi ve kontrol ettiği coğrafyaların, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) için de oldukça önemli olduğu değerlendirilmektedir. Son olarak, doğal gaz ve hidrokarbon potansiyeli yüksek olduğu değerlendirilen Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs Adası’nın kendisi uyuşmazlık konusu iken GKRY’nin, Kıbrıs Adası’nın tümünü temsil etme savıyla günümüze kadar Doğu Akdeniz’de henüz belirlenmemiş kıta sahanlığını ve Münhasır Ekonomik Bölgeyi (MEB) sahiplenmeye yönelik23 olarak (MEB’e 22 Öztürk; http://www.stradigma.com/turkce/subat2003/makaleprint_1.htm, 30.06.2005. 23 6 Şubat 2007 tarihli Kıbrıs Haber Ajansı (KİPE)’nın internet sayfasında yer alan Yunanca haberin çevirisi: “... Hükûmet Sözcüsü Hristodulos Pasiardis, Mısır ve Lübnan’ın, Kıbrıs 24 ilişkin anlaşma yaptığı Mısır ve Lübnan’ın haklarını da erozyona uğratarak24 yapmış olduğu diplomatik ve uluslararası hukuka aykırı girişimleri,25 Doğu Cumhuriyeti ile denizde hidrokarbon aranması ve çıkarılması konusunda yaptıkları anlaşmadan hiçbir geri adım atmadıklarını bildirdi...” 5 Şubat 2007 tarihli İmerisia Gazetesi: “Türkiye’nin Kıbrıs’ı Korkutma Operasyonu”. 24 Deniz Yetki Alanlarının sınırlarını belirmek üzere uluslararası uygulamada; Hakkaniyet, Eşit Uzaklık, Oransallık, Coğrafyanın Üstünlüğü, Kapatmama (non-encroachment), Özel Koşullar, Beşerî Koşullar gibi genel prensipler veya bu prensiplerin birbirleriyle kombinasyonu kullanılabilmektedir. Sınırlandırmanın hakkaniyet prensipleri temelinde ve bütün ilgili unsurlar dikkate alınarak yapılması kuralı, uluslararası hukuka tartışmasız bir biçimde yerleşmiştir. Yargı kararlarında ön plana çıkan prensip, “coğrafyanın üstünlüğü” prensibidir. Kuzey Denizi davasında bu prensip Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından, “coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz” biçiminde ifade edilmiştir. İngiltere-Fransa davasında coğrafyanın üstünlüğü prensibi, “eşit uzaklık ya da başka herhangi bir sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler” biçiminde özetlenmiştir. Bu prensip, Tunus-Libya Davası kararında “kara, denize hâkimdir” şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca, Libya-Malta Davası kararında “tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur” ifadesi kullanılmıştır. Hem Kıta Sahanlığı hem de MEB alanlarının tek bir davada sınırlandırıldığı kararlarda da “coğrafyanın üstünlüğü” prensibi aynı şekilde ön plana çıkarılmıştır. Kanada-Fransa Saint Pierre & Miquelon davasında Mahkeme, coğrafi unsurların sınırlandırmanın esasını oluşturduğunu ifade etmiştir. Özellikle Kıta Sahanlığı genişliğinin tespitinde mesafe unsurunun kabul edilmesiyle birlikte, sınırlandırma çizgisinin, diğer bir ülkenin deniz yetki alanlarını kısıtlaması veya kapatması hususu ortaya çıkmıştır. Bir ülkenin ana karası ile bütünlük arz eden deniz alanının diğer bir ülkeye ait deniz yetki alanı ile kısıtlanmasının hakkaniyet prensibine aykırı olduğu UAD’nin Kanada-Fransa Mahkemesine ilişkin kararında vurgulanmıştır. Bu kapsamda, Kanada-Fransa davasında mahkeme, Kanada sahillerine yakın Fransız adalarına güneybatı yönünde uzanacak bir deniz alanı vermemiştir. Gerekçe olarak da bu durumun, Kanada kıyılarının deniz alanlarını keseceğini (cut-off) göstermiştir. Yargı kararlarına göre bu ilgili unsurlardan başta geleni, bölgede mevcut “adalar ve diğer coğrafi formasyonlar”dır. Uluslararası Hukuk, adalara Kıta Sahanlığına sahip olma hakkını açıkça tanımaktadır; ancak iddiaların aksine bu durum, adaların sınırlandırma esnasında ana kara ülkeleri ile aynı statüde oldukları manasına gelmemektedir. Sonuçta adalar; coğrafi konumları, ekonomik ve sosyal nitelikleri gibi faktörler çerçevesinde sınırlandırma çizgisini ya hiç etkilememekte ya da sınırlı bir biçimde etkilemektedirler. Kendi ülkesinin kıyılarına yakın adaların rolü ile ilgili örneği, TunusLibya davasında Tunus’un Kerkennah Adaları oluşturmuştur. Mahkeme bu adalara yarım etki (half-effect) tanımış, bölgedeki diğer unsurların daha önemli olduğunu belirterek Jerba Adası’nı ise tümden ihmal etmiştir. Gine-Gine Bissau davasında Mahkeme, kıyı uzunlukları belirgin şekilde farklı olmayan, kıyı coğrafyası benzer olan iki taraf arasındaki sınırlandırmada, bu tür adaların sınırı önemli bir derecede etkilememesi gerektiğini belirtmiştir. Hakem Mahkemesi, Alcatraz Adalarının kuzey kesimlerine doğru bu adalara, 12 millik kara sularının ötesinde hiç Kıta Sahanlığı veya MEB vermemiştir. Bir ülkenin, başka bir ülke kıyılarına yakın konumdaki adalarının sınırlandırmadaki rolü, İngiltere-Fransa davasında gündeme gelmiştir. İngiltere’nin Kanal Adaları sınırlandırma sonucunda sadece 12 mil genişliğinde çerçevelenmiş bir Kıta Sahanlığına sahip olabilmişlerdir. Şayet bu adalara daha önceden 12 mil genişliğinde münhasır balıkçılık bölgesi tanınmış olmasa idi, bu rakam daha da küçük olabilirdi. Bu tür adalar için mahkeme, coğrafi konumlarının Kıta Sahanlığı elde etmeleri açısından ciddi bir negatif faktör oluşturduğunu belirtmiştir. Davada bu adaların ihmal edilmemelerinin sebebi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli oluşları ve İngiltere’den kısmen ayrı bir statüye sahip olmalarıdır. Bir başka devletin kıyılarına yakın olmayan, ancak iki ana kara arasındaki eşit uzaklık çizgisi dikkate alındığında diğer ülkeye daha yakın konumda olan adaların durumu, son zamanlara kadar gündeme gelmemiştir. Ancak bu adaların sınırlandırmadaki rolünün de diğer konumdaki adalar için etkili olan faktörler çerçevesinde değerlendirileceği, Katar-Bahreyn davasında ortaya 25 Akdeniz’in önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bölgede yaşanan son gelişmelerden sonra Ege sorunları ve Doğu Akdeniz sorunları birbirinin içerisine girmiş bulunmaktadır. 3. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı ve Doğu Akdeniz’deki Önemi Günümüzün giderek daha açık ve rekabetçi küresel ekonomik ortamında, sürekli yükselen enerji talebi, ulusların yalnız ekonomi politikalarına değil, aynı zamanda siyasi stratejilerine de şekil vermektedir. Türkiye ve AB üyesi ülkelerin, giderek artan ham petrol taleplerini karşılayabilmede sürekli daha büyük ölçüde ithalata bağımlı olacakları yaygın olarak kabul görmektedir. Bu çerçevede Türkiye, çabalarını Hazar havzasının kayda değer rezervlerinin Batı pazarlarına güvenli ve çevreye dost bir şekilde naklini sağlamak için ekonomik olarak sürdürülebilir projeler geliştirmek üzerinde yoğunlaştırmıştır. BTC Ham Petrol Boru Hattı Projesi bu çabaların bugüne kadar ulaştığı birikimi temsil etmektedir.26 Yıllık 50 milyon ton (günde 1 milyon varil) kapasitesi olan BTC boru hattının açık denizlere çıkışı olmayan Hazar bölgesinin petrol kaynakları için ana ihraç güzergâhı olması öngörülmektedir. Hazar ham petrolü, Avrupa’ya Orta Doğu bölgesinden bağımsız alternatif bir kaynak sağlayarak AB üyesi devletlerin kaynak ve güzergâh çeşitlendirme hedefini gerçekleştirmelerine yardımcı olacaktır. Bu boru hattı, Güney Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı Türkiye’ye ve buradan Batı pazarlarına bağlayacak olan “Doğu-Batı Enerji Koridoru”nun başarıyla tamamlanmasında önemli bir mihenk taşıdır.27 BTC, toplam 1776 km uzunluğuyla dünyanın en uzun boru hatlarından biridir. Türkiye, bunun 1076 kilometresine ev sahipliği yapmaktadır.28 1776 km uzunluğundaki boru hattının ve hat boyunca yer alan pompa istasyonlarının tümünün inşaatı tamamlanmış ve boru hattının tamamı AzeriACG ham petrolü ile doldurulmuştur. 28 Mayıs 2006 tarihinde petrol, çıkmıştır. Bu kapsamda, Bahreyn’e ait Qit’at Jaradah Adası’nın, iki ülke arasındaki eşit uzaklık çizgisi civarında bulunan küçük ve sosyal hayata elverişsiz bir doğal yapıya sahip olduğu vurgulanmıştır. Mahkeme bu özelliklerinden dolayı adaya, bölgenin genel durumu dikkate alındığında bir etki tanımanın hakkaniyete uygun olmayacağını belirtmiş ve bu adayı ihmal etmiştir. Sonuç olarak, GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı olarak Mısır ve Lübnan ile yapmış olduğu MEB sınırlandırmasına ilişkin anlaşmada “Eşit Uzaklık” metodunun kullanılması, taraflar arasında “Hakkaniyet”i sağlamamıştır. 25 http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/TREATIES/EGYCYP2003EZ.pdf, 12.07.2006.: 26 T. C. Dış İşleri Bakanlığı İnternet sayfası, http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/guncel/btcnot.htm , 30.02.2006. 27 T. C. Dış İşleri Bakanlığı İnternet sayfası, http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/guncel/btcnot.htm, 30.02.2006. 28 T. C. Dış İşleri Bakanlığı İnternet sayfası, http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/guncel/btcnot.htm , 30.02.2006. 26 Ceyhan’da inşa edilen ve dünyanın en büyük ham petrol ihraç tesisleri arasında bulunan Ceyhan Haydar Aliyev Terminali’ne ulaşmıştır. 4 Haziran 2006 tarihinde, BTC boru hattıyla Doğu Akdeniz’e ulaşan petrol, ilk tankerle dünya piyasalarına doğru yelken açmıştır.29 Türkiye, Kazakistan’ın BTC’ye katılımına ilişkin anlaşmanın Azerbaycan ve Kazakistan’ın sayın cumhurbaşkanları tarafından 16 Haziran 2006 günü imzalanmış olmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Anlaşma, Kazak petrolünün Doğu Akdeniz’e doğrudan akmasına olanak sağlayacaktır. İlave Kazak petrolüyle BTC, etkinliğini ve kaynak ve güzergâh çeşitlendirmesindeki rolünü pekiştirecek yeni bir boyut kazanacaktır.30 BTC petrol boru hattının resmî açılış töreni, çeşitli ülkelerin devlet ve hükûmet başkanları, dış işleri ve enerji bakanları, bazı uluslararası örgütlerin üst düzey temsilcileri ve dünya enerji camiasının üyelerinin katılımıyla 13 Temmuz 2006 günü Ceyhan’da gerçekleşmiştir. Böylece Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli “Doğu-Batı-Kuzey-Güney Enerji Koridoru” hâline gelmiş ve birçok asimetrik risk ve tehditlere karşı hassas bir bölge niteliğine bürünmüştür. Bölgede yaşanan bu gelişmeler, Doğu Akdeniz’de güvenliği de ön plana çıkarmakta ve bu meyanda Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’de güvenliğin sağlanması hususunda inisiyatif alması gerektiği değerlendirilmektedir. 4. Doğu Akdeniz Siyaseti ve Doğu Akdeniz’de Sınır İki kutuplu yapı sonrasında oluşan ve çok taraflılık olarak nitelediğimiz yeni çok taraflı dünyanın bölgesel, kıtasal ve global seviyedeki güvenlik dengesi iki ana eksen arasında yer almaktadır. Kuzey-Batı Ekseni ve Pasifik ekseni olarak isimlendirdiğimiz bu yeni eksenlerin gerilimini üzerinde taşıyan orta hat güvenlik şeridi bir terazi olarak iki kefe üzerinde bulunmaktadır. Doğu kefesi, Hint üçgeni olarak isimlendirdiğimiz Hindistan-PakistanAfganistan alanıdır. Batı Kefesi ise, Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz olarak isimlendirdiğimiz alandır.31. Hazar havzasının güney-batı alt açılımı, Körfez havzasının batı açılımı ve Afro-Avrasya eklemlerinin kesişme noktası olarak çekirdek güvenlik alanı olarak tanımlanan Doğu Akdeniz alanı,32 kendine özgü bir yapıya sahiptir. 29 T. C. Dış İşleri Bakanlığı İnternet sayfası, http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/guncel/btcnot.htm , 30.02.2006. 30 T. C. Dış İşleri Bakanlığı İnternet sayfası, http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/guncel/btcnot.htm , 30.02.2006. 31 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü İnternet sayfası: http: //www. turksae. com/ face/ index. php?text_id=103&PHPSESSID=92621fa36761891870365097bdf6ba0e, 30.06.2006. 32 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü İnternet sayfası; http: // www. turksae. com/ face/ index. php? text_id= 103 & PHPSESSID = 92621fa3676f891870365097bdf6ba0e , 30.06.2006. 27 Avrupa Birliği açısından, Güneydoğu Avrupa Güvenlik Mimarisi, Türkiye açısından ise (ABD, İngiltere, İsrail ve Mısır) Doğu Akdeniz Güvenlik Mimarisi olarak adlandırılmaktadır. Doğu Akdeniz Güvenlik Mimarisi, Merkezî Avrasya ile Afro-Avrasya alanı arasında temel kontrol noktasıdır.33 Doğu Akdeniz Güvenlik Mimarisi için merkez üs Kıbrıs’tır. Kıbrıs için alan içi denge noktası ise Filistin’dir. Güneydoğu Avrupa Güvenlik Mimarisi için merkez alan orta Balkanlardır. Bu güvenlik mimarisinin alt sınır noktası veya Avrupa’nın güneydoğu sınır merkezi ise Kıbrıs’tır. Global denge üzerinde etkili olma çabası, Doğu Akdeniz Güvenlik Mimarisi’nin tanımlanması ve Kıbrıs için konumlanma stratejisi ile doğrudan orantılıdır.34 Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Doğu Akdeniz bölgesine, kıyısı olan ve olmayan devletlerin büyük bir önem verdiği görülmektedir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz, bu deniz alanına kıyısı olan devletlerin deniz kuvvetleri, sahil güvenlik unsurları ve NATO’nun diğer destekleyici görev kuvvetleri veya görev gruplarına ev sahipliği yapmaktadır. Akdeniz’e kıyısı olmayan diğer güçler de Akdeniz’de bulunmaktadır. Örneğin, Doğu Akdeniz’de son bir yılda, 5’i sahildar ve 11’i sahildar olmayan deniz kuvvetleri dâhil, günlük ortalama 11 savaş gemisi faaliyetlerini görmekteyiz.35 Bu durum Doğu Akdeniz’i daha karmaşık yapmaktadır. a. Akdeniz’de Sınır Genel tarifiyle Akdeniz, Cebelitarık’tan Marmara Denizi’ne kadar iç denizler, körfezler, boğazlar, yarımadalar ve adalarla dolu olarak ılıman iklim kuşağı üzerinde uzanan bir deniz olma özelliği göstermektedir.36 Akdeniz, doğuda Asya, kuzeyde Avrupa ve güneyde Afrika kıtaları tarafından çevrelenmiş bir denizdir. Batıda Cebelitarık boğazı ile Atlas Okyanusu’na bağlanır. Güneydoğudan ise Mısır'daki Süveyş Kanalı (Suez) ile Kızıldeniz'e bağlanmıştır. Akdeniz yaklaşık 2,5 milyon km²'lik bir alanı kapsar.37 Akdeniz, yarı kapalı (semi-enclosed)38 bir deniz olup sadece batıdan Kuzey Atlantik Okyanusu’na Cebelitarık (Strait of Gibraltor) Boğazı ile açılır. 33 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü İnternet sayfası.:http:// www. turksae. com/ face/ index. php? text_id= 103&PHPSESSID=92621fa3676f891870365097bdf6ba0e , 30.06.2006. 34 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü İnternet sayfası; http:// www. turksae. com/ face/ index. php?text_id=103&PHPSESSID=92621fa3676f891870365097bdf6ba0e , 30.06.2006. 35 C. Gürdeniz; “Security, Stability and Co-operation in The Meditarranean Region: building a vision” konulu sunum, 1st International Conference on Mediterranean and Middle East, RomaKasım 2005, s. 101. 36 http://saemk.org/yayin_detay.asp?sbj=icerikdetay&id=3&dba=015&dil=tr 28.01.2006 37 http://tr.wikipedia.org/wiki/Akdeniz 8 Mayıs 2006. 38 http://www.iucn.org/places/medoffice/documentos/Legalspects_en.pdf.. 8 Mayıs 2006. The concept of semi-enclosed sea is defined under Article 22 of the United Nations Convention on the Law of the Sea as “a gulf, basin or sea surrounded by two or more States and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting entirely or primarily of the Territorial seas and Exclusive economic zones of two or more coastal States. 28 Kuzeye doğru Çanakkale Boğazı vasıtasıyla Marmara Denizi’ne39 kadar uzanır. Sınırları Güney Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’dır.40 Akdeniz ve Kuzey Atlantik Okyanusu arasındaki sınır aşağıda olduğu gibidir:41 İspanya’nın batı sahillerinde yer alan Trafalgar Burnu dâhil (36º 11'N6º 02'W), İspanya’nın güney kıyıları, güneye giden Espartel Burnu (35º 47' 36" N-5º 55' 24" W) dâhil, Fas kıyılarının kuzey kıyılarıdır.42 Akdeniz ve Marmara Denizi arasındaki sınır aşağıda olduğu gibidir: Mehmetçik Burnu (40º 02' 40" N - 26º 10' 30" E)’ndan güneye doğru Kumkale Burnu (40º 00' 35" N - 26º 11' 55" E)’na kadar uzanır.43 Akdeniz, Batı Havzası ve Doğu Havzası olmak üzere iki derin havzaya ayrılır.44 b. Batı Akdeniz Havzası Bağlayıcı olmamakla beraber Akdeniz Batı Havzasının sınırları: kuzeyde ve doğuda İspanya, Fransa, Monako ve İtalya sahilleri; güneyde Tunus, Cezayir ve Fas kıyıları olup aşağıda olduğu gibidir.45 Kuzeyde ve doğuda; İspanya’nın güney kıyısında bulunan Trafalgar Burnu’ndan (36º 11' N-6º 02' W), doğuya, İspanya, Fransa, İtalya, Monako sahilleri boyunca, İtalya’nın güneybatı sahilindeki Paci Burnu’na (38º 15' 06"N-15º 42' 10"E) kadar.46 39 1958 tarihli Açık Denizler Konvansiyonu’nun 1’inci maddesine göre, açık denizler, bir devletin kara sularına veya iç sularına dâhil olmayan bütün deniz kesimleridir. Buna göre her yanı kara ile çevrili geniş su alanları ile bir boğaz veya dar bir deniz kesimiyle açık denize bağlanan ve açık deniz ile bağlantıyı sağlayan boğaz da dâhil olmak üzere bir tek devletin kıyılarından oluşan her tarafı kara ile çevrili denizler, iç deniz sayılır ve bu su alanlarına Açık Deniz rejimi uygulanmaz. Marmara Denizi, bir boğazla değil, iki boğazla açık denizlere bağlanan bir su alanıdır. Nitekim Türkiye, Cenevre Konferansı’nda, komisyon açıklamasını bu açıdan eleştirmiş ve bir tek devletin egemenliğine tabi olup da birden fazla boğazla açık denize bağlanan denizlerin, gerek coğrafi ve gerek tarihî nedenlerle, iç sular rejimine tabi deniz kesimleri olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Böylece Türkiye, Marmara Denizi’nin tümünün, iç sulardan sayılması konusunda çekişmesiz uygulamaya dayalı bir hakkı (tarihî hakkı) haiz olduğu yolundaki görüşünü resmen beyan etmiştir. Marmara Denizi’nin, iç sular rejimine tabi olan bir deniz alanı olarak değerlendirilmesi, ulaştırma dışında kalan hususlarda önem kazanmaktadır. Böylece Türkiye, iç sular olarak kabul ettiği Marmara Denizi’nde mutlak egemenlikten kaynaklanan tüm haklarını çekişmesiz uygulayacaktır. 40 “Limits of Oceans and Seas”; Special Publication 23, International Hydrographic Bureau, Drft 4 th edition, Monaco,1986, s. 49. 41 A.g.e.; s. 49. 42 A.g.e.; s. 49. 43 A.g.e.; s. 49. 44 A.g.e.; s. 49. 45 A.g.e.; s. 51. 46 “Limits of Oceans and Seas”, Special Publication 23, International Hydrographic Bureau, Drft 4 th edition, Monaco-1986, sh.51. 29 Güneydoğuda: Paci Burnu’ndan batıya doğru, Sicilya Adası’nın kuzeydoğu çıkıntısını oluşturan Peloro Burnu’nu (38º 16' N-15º 39' 117"E) birleştiren hat. Daha sonra, Peloro Burnu’ndan batıya doğru Sicilya Adası’nın kuzey sahili boyunca Lilibeo Burnu’na (37º 47' 57" N-12º 25' 30"E) ve batı ucuna kadar ve daha sonra Sicilya Adası’nın güneybatısındaki Lilibeo Burnu ile Tunus’un kuzeydoğu ucu olan Bon Burnu’nu (37º 05' N-11º 02' 40"E) birleştiren hat.47 Güneyde: Bon Burnu’ndan batıya Tunus, Cezayir ve Fas kıyıları boyunca ve Fas’ın kuzey sahilindeki Espartel Burnu’na (35º 47' 36" N-5º 55' 24" W) kadar. Batıda: İspanya’nın güney sahilinden Trafalgar Burnu ile Espartel Burnu’nu (36º 11' N-6º 02' W) birleştiren hat. c. Doğu Akdeniz Havzası Bağlayıcı olmamakla beraber Doğu Akdeniz havzasının sınırları: İtalya, Hırvatistan, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, Libya ve Tunus sahilleri olup aşağıda olduğu gibidir. Kuzeyde, doğuda ve güneyde; İtalya’nın güneybatı sahilindeki Paci Burnu’ndan (38º 15' 06" N-15º 42' 40" N) İtalya, Hırvatistan, Arnavutluk, Yunanistan ve Türkiye boyunca, Türkiye’nin kuzeybatı kıyısındaki Mehmetçik Burnu’na (40º 02' 06" N-26º 10' 30" E) kadar; daha sonra Çanakkale Boğazı’ndan güneye doğru, Çanakkale Boğazı girişinden Kumkale Burnu’nu (40º 00' 35" N-26º 11' 55" E) birleştiren hat ve daha sonra Kumkale Burnu’ndan Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, Libya ve Tunus sahilleri boyunca, Tunus’un kuzeydoğu çıkıntısındaki Bon Burnu’nu birleştiren hat.48 Batıda: Bon Burnu ile kuzeydoğuya doğru Sicilya’nın batı çıkıntısındaki Lilibeo Burnu’nu (37º 47' 57" N-12º 25' 30" E) birleştiren hat; daha sonra, Lilibeo Burnu’ndan doğuya doğru, Sicilya’nın güney ve doğu sahilleri boyunca Sicilya Adası’nın kuzeydoğu çıkıntısında bulunan Peloro Burnu’na (38º 16' 06" N-15º 39' 17" E) olan hat; daha sonra, Peloro Burnu ile doğuya doğru İtalya’nın güneybatı sahilindeki Paci Burnu’nu (38º 15' 06" N15º 42' 10" E) birleştiren hat.49 Doğu Akdeniz havzasında Adriyatik Denizi ve kendine özgü bir yapıya sahip olan dünyada bir benzeri dahi bulunmayan Ege denizi bulunmaktadır. Bölgeye farklı özellikler kazandıran Ege Denizi’nin fiziki ve siyasi coğrafyasını tam olarak belirlemek oldukça zordur. 5. Doğu Akdeniz ve “Yarı Kapalı-Semi-Enclosed” Denizler Akdeniz’in yarı kapalı (semi-enclosed) bir deniz olması, Doğu Akdeniz’le ilgili sorunları yakından ilgilendirmektedir. 47 . A.g.e.; s. 51. 48 A.g.e.; s. 57. 49 A.g.e.; s. 57. 30 Burada önemli olan husus, Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olmasının, Doğu Akdeniz havzasında deniz yetki alanlarına (kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge) ilişkin yapılacak sınırlandırmada bölgenin niteliğine uygun olarak ve bütün ilgili durumlar dikkate alınarak özel kuralların uygulanmasını gerektirecek olmasıdır. Uluslararası uygulamada ve öğretide daha önce de karşılaşılan “yarı kapalı” deniz kavramı, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin 122 ve 123’üncü maddelerinde düzenlenmiştir. Türkiye, bu Sözleşmeye50 taraf olmamakla beraber görüşmelere katılmış ve “yarı kapalı” denizlerle ilgili hususlarda önemli katkılarda bulunmuştur. Söz konusu 122 ve 123’üncü maddelerin sözleşme metnine Türkiye’nin katkıları sonucu girdiğini söylemek mümkündür.51 Kapalı ve yarı kapalı denizlerle ilgili hukuki durumun belirginleştirilmesi ihtiyacı Üçüncü Deniz Hukuku Konferansı öncesinde yapılan toplantılarda gündeme gelmiş, Türkiye ve Uruguay Deniz Yatağı Komitesine öneriler sunmuşlardır. Türk heyeti tarafından karasularının genişliği kapsamında yapılan ilk öneriye göre: “Her ne kadar her devletin kendi kara sularının genişliğini saptama hakkı mevcut ise de kapalı ve yarı kapalı denizler gibi özellikleri olan denizlerde devletlerden birinin kara sularını genişliğinin tespiti aynı bölgedeki diğer bir devletin hak ve menfaatlerini zedeleyecek nitelikte ise kara sularının genişliği bölge devletlerinin aralarında yapacakları anlaşma ile tespit edilmelidir.” Deniz Yatağı Komitesinde konferans gündemine alınan bu konu, konferans süresince çeşitli devletlerin ve bu arada Türkiye’nin de önerdiği taslaklar52 çerçevesinde tartışılmıştır. Bu öneriler değerlendirildiğinde, Türkiye’nin bütün kapalı ve yarı kapalı denizlerde özel bir rejim uygulamasını amaçlamadığı görülür. Türkiye için önemli olan husus, yarı kapalı denizlerin özel nitelikleri dolayısıyla, genel kuralların adaletsiz sonuç verdiği durumların göz önüne alınmasıdır.53 Türkiye, bu durumlarda karasularının genişliğinin o bölgedeki devletler tarafından birlikte kararlaştırılmasını istemişti. Kapalı ve yarı kapalı denizlerle ilgili düzenlemeler, sözleşme metnine tam anlamıyla Türkiye’nin istediği biçimde girmemiştir. Bununla beraber, bu kavrama 50 H. Pazarcı; Uluslararası Hukuk Dersleri, B.5, c. 4/1, Ankara 1998, s. 110. “Sözleşme ya da eski adıyla mukavelename (Convention; Konvention): Genellikle önemli ve kural koyucu çoktaraflı anlaşmaları bildirmektedir; ancak bunu özel hukukta kullanılan ve eski adıyla mukavele (contract; contrat; kontrakt) olarak adlandırılan sözleşme ile karıştırmamak gerekmektedir.” 51 S. H. Başeren; Ege Sorunları, Türk Deniz Araştırmaları Yayın Nu. 15, İstanbul 2003, s. 10. 52 Türkiye’nin önerdiği madde taslakları için bk. The Third United Nations Conference on the Law of the Sea (UNCLOS) Off. Rec., Vol.III, s. 188. 53 Başeren; s. 10-11. 31 sözleşmede özel bir bölümde yer verilmiş olması, Türkiye açısından önemli hukuki bir dayanak noktası oluşturur.54 1982 BMDHS’nin 122’nci maddesine göre yarı kapalı deniz: İki veya daha çok devlet tarafından çevrili ve diğer bir denize veya okyanusa dar bir geçitle bağlı bulunan veyahut da bütünüyle veya küçük bir bölümü ile iki veya daha çok devletin kara sularından ve münhasır ekonomik bölgelerinden oluşan bir körfez, bir deniz havzası veya bir denizdir.55 Kapalı ve yarı kapalı denizleri birlikte alan bu hükümdeki tanımın dayandığı ölçütler coğrafî ve hukuki nitelik taşıyan iki ayrı grupta toplanabilir. Tanımda, bir taraftan iki ya da daha fazla devlet tarafından çevrili körfez, deniz havzası veya denizin, diğer bir denize veya okyanusa dar bir geçitle bağlı bulunması gibi coğrafi ölçütlere; diğer taraftan da kapalı ve yarı kapalı daha fazla devletin kara suları ve münhasır ekonomik bölgelerinden oluşacağını belirten hukuki ölçütlere yer verilmiştir.56 Doğu Akdeniz, Türkiye, Suriye, İsrail, İtalya, Hırvatistan, Arnavutluk, Yunanistan, Lübnan, Mısır, Libya, Tunus, Slovenya, Sırbistan, Montenegro, Malta, KKTC ve GKRY ile çevrili olduğu için, coğrafî ölçütler içinde yer alan “iki veya daha çok devlet tarafından çevrili olma” koşulunu sağlamaktadır. 1982 BMDHS’nin yarı kapalı denizlere bağladığı sonuçlar ise esas olarak 123’üncü maddede düzenlenmiştir.57 Buna göre: “Kapalı veya yarı kapalı bir denize kıyısı olan devletler, bu sözleşmeden doğan haklarını kullanırken ve görevlerini yerine getirirken birbirleri ile iş birliği etmelidir. Bu amaçla, doğrudan doğruya veya uygun bir bölge teşkilatı aracılığı ile: a. Denizin canlı kaynaklarını idaresi, muhafazası, araştırılması ve işletilmesinin eş güdümünü yapmak, b. Deniz çevresinin korunması ve muhafazası konusundaki hak ve görevlerinin yerine getirilmesinin eş güdümünü yapmak, c. Bilimsel çalışma politikalarının eş güdümünü yapmak ve uygun olduğu yerlerde bölgede müşterek ilmî araştırmaları deruhte etmek, d. Bu maddenin hükümlerini daha da geliştirmek için yerine göre ilgili devletlerle veya milletlerarası örgütlerle iş birliği yapmak için onları davet etmek hususunda çaba sarf edeceklerdir.” Ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) da Libya-Malta Kıta Sahanlığı Davasına ilişkin 3 Haziran 1985 tarihli kararında, kapalı ve yarı 54 A.g.e.; s. 11. 55 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, (Çev. Özman, A.).: Deniz Ticaret Odası Yayın Nu. 5, İstanbul 1984, s. 55. 56 Başeren; s. 11. 57 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, (Çev. Özman, A.); Deniz Ticaret Odası Yayın Nu. 5, İstanbul 1984, s. 55. 32 kapalı denizlerde, komşu devletler arasında deniz alanlarının sınırlandırılmasının bölgenin bu durumuyla yakından ilişkili olduğunu bildirmiştir58 ve Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olduğu belirtilmiştir. Bu yaklaşım, Türkiye'nin Doğu Akdeniz’de belirlenecek deniz yetki alanları (kıta sahanlığı, MEB) konusunda ileri sürebileceği tezlerden biridir. Yukarıdaki hükmün ifade tarzından da anlaşılacağı üzere, kapalı ve yarı kapalı bir denize kıyısı olan devletlerin, bu sözleşmeden doğan haklarını kullanırken ve görevlerini yerine getirirken birbirleri ile iş birliği yapmaları59 esas olup, hüküm iş birliği yapıp yapmama konusunda devletlere bir takdir hakkı tanımamış ve böylece devletlere bir mükellefiyet getirmiştir. Bu bağlamda, Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı ve MEB gibi deniz yetki alanlarının sınırlandırmasında Akdeniz’in yarı kapalı deniz statüsünde oluşunu ve buna bağlanan sonuçları dikkate almak gerekmektedir. B. Doğu Akdeniz’in Türkiye Cumhuriyeti İçin Stratejik Önemi ve Siyasi Aktörlerin Bölgeye İlişkin Politikaları XXI. yüzyılın ikinci yarısında, devletlerin denizlerde sahip oldukları egemen hakları büyük oranda genişletmelerine tanık olunmuştur.60 Klasik deniz alanları olan kara suları, bitişik bölge ve balıkçılık bölgesi gibi dar deniz alanlarından başka, devletlere belirli konularda egemen haklar ve yetkiler tanıyan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi nispeten çok daha geniş deniz alanları uluslararası hukuka yerleşmiştir.61 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra devletler ilan etmiş oldukları ya da kendilerini ilgili gördükleri deniz yetki alanlarını, denizden gelebilecek asimetrik risk/tehditlere karşı bir güvenlik çemberi olarak görmüşler ve bu deniz alanlarında hatta açık denizlerde dahi deniz emniyeti-güvenliğine ilişkin ulusal menfaatleri doğrultusunda birçok tedbir almak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu kapsamda, 11 Eylül terör saldırıları sonrasında Batılı devletler liderliğinde denizde denetim harekâtı uygulamaları başlatılmıştır. Ayrıca, Birinci Körfez Savaşı ve Adriyatik’te icra edilen “Sharp Guard” harekâtı ile gündeme gelen abluka harekâtı, açık denizlerde “seyir serbestisinin” ve Uluslararası Deniz Hukuku’nun temin ettiği diğer hakların çatışmasına neden olmuştur. “Seyir serbestisi” ilkesinin bu yeni güvenlik ortamında yeniden gündeme geldiği görülmektedir. İlginç bir örnek olarak İran-Irak savaşı esnasında ABD, bayrağı altındaki gemilerin açık denizlerde 58 Başeren; s. 12. A.g.e.; s. 13. 60 A. Yücel; “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye” konulu tebliği, Deniz Hukuku Sempozyumu, 21-22 Haziran 2004, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Ankara, s. 1-3. 61 Deniz Hukuku’nun gelişimi ve bugünkü durumuna ilişkin, bk. Pazarcı, H.; Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara 2003, s. 246-308. Churchill, R.R ve Lowe, A.V; The Law of the Sea, third edition, Manchester: Manchester University Press, 1999. BROWN, E.D.: The International Law of the Sea, Vol. I, Aldershot: Dartmouth, 1994. 59 33 İran tarafından harp kaçağı malzeme kontrolü maksadıyla aranmasına müsaade etmiştir.62 Son on yıllık dönemde güvenliğe ilişkin dünyada yaşanan hızlı gelişmeler paralelinde Türkiye Cumhuriyeti de Doğu Akdeniz’e ilişkin stratejik ve jeopolitik önceliklerini, ekonomik hakları ile deniz emniyet ve güvenliğini yeniden gözden geçirmeye mecburdur. Bu kapsamda, bir an evvel Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını sınırlandırmaya yönelik girişimlere hız vermeli ve bu hususlara ilişkin etkin ve önleyici güvenlik kurallar manzumesini kendi hukuk sistemine ve siyasi politikasına dâhil etmelidir. 1. AB’nin Doğu Akdeniz Politikası Avrupa–Akdeniz ortaklığı içinde, Avrupa Birliği’nin on beş üye devleti ve on iki Akdeniz devleti bir araya gelmiştir. İdeolojik ayrımların sembolü hâline gelmiş olan Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılmasına ve iki Almanya’nın birleşmesine yol açan politik değişimler, Avrupa Birliği’ni stratejik ve jeopolitik önceliklerini yeniden gözden geçirmeye zorlamıştır. Avrupa Birliği’nin dış politika penceresinde güneye doğru derinleşme seçeneğini açan bu gelişme, Akdeniz bölgesiyle ticari ve iktisadi ilişkilerde yaşanan karşılıklı bağımlılıklar ve bölge ülkeleri ile AB ülkeleri arasındaki yüksek gelir farklılıkları göz önüne alındığında, bölgenin barışı, güvenliği, evrenselleşen ekonomiye eklenerek artan refahtan pay alması açısından, AB ve Akdeniz ülkeleri arasında daha yakın ve güçlü ilişkilerin kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bu açıdan AB'nin Türkiye'ye yönelik politikası son derece önemlidir. Yani Kıbrıs çok önemlidir; çünkü Kıbrıs'a hâkim olan Doğu Akdeniz'e hâkim olur, bölgedeki enerji kaynaklarına, ticaret yollarına hâkim olur. Bu nedenle GKRY’nin tüm Ada adına 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye kabul edilmesi, AB’nin Doğu Akdeniz’e göstermiş olduğu önemin bir göstergesidir. AB, 1990'a kadar Akdeniz bölgesiyle sınırlı ilgileniyordu. 1992 yılından itibaren, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra AB yasama organı niteliğindeki AB Konseyi, Akdeniz politikasında değişikliğe gitti ve Akdeniz politikasına daha çok ağırlık vermeye başladı. Bu kapsamda, Avrupa Konseyinin sırasıyla, 1992 Lizbon, 1994 Corfu ve Essen toplantılarında gelişerek, nihayet 1995 Cannes toplantısında, Avrupa Komisyonu tarafından sunulan “Avrupa–Akdeniz Ortaklığı” önergesinin benimsenmesiyle son hâlini almıştır. Bundan sonraki aşama, AB ve Akdeniz ülkelerinden (Cezayir, GKRY, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Malta, Fas, Suriye, Tunus, Türkiye, Filistin Yönetimi) 27 dış işleri bakanının Kasım 1995’te Barselona’da bir araya gelerek bölgenin refahı, barışı, güvenliği gibi 62 Jon M. V. Dyke; “The Disappearing Right to Navigational Freedom In The Exclusive Economic Zone”, 2004, University of Hawaii at Manoa, Hawaii-USA. 34 ana amaçların yanı sıra, bu amaçlara hizmet edecek bir çalışma programını da içeren Barselona Bildirgesi’ni imzalaması olmuştur. AB’nin Akdeniz Ortaklığı Süreci 1995 sonlarında Barselona’da başlamıştır. Bu girişim bölgedeki faaliyetler içinde tarafların katılımda en fazla istek sergiledikleri iş birliği faaliyeti olmuştur. Girişim; tüm AB üyeleri, Cezayir, GKRY, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Malta, Fas, Suriye, Tunus, Türkiye ve Filistin Devleti ile toplanabilecek kadar geniş katılımlı olmuştur. Toplantı serbest ticaret, güvenlik konuları, kültürel faaliyetler ve sivil toplum konularını içermiştir. Bu kapsamda, geniş sayıda Avrupa–Akdeniz semineri, konferansı, araştırmaları gibi faaliyetler gerek hükûmet temsilcilerinin gerekse zaman zaman dış işleri bakanlarının katılımıyla gerçekleşen toplantılar aracılığıyla koordine edilmiştir. Bu faaliyetlere enerji alışverişi konusunda uzmanların yaptıkları çalışmalar da dâhil edilebilir. Bu ortaklık faaliyeti iş birliği anlayışını temel aldığından, güvenlik ve ekonomik konularla ilgili geleceğe yönelik beklentiler de ilk ve temel sıraları almıştır.63 2001 yılından sonra deniz ulaştırması AB ticaret zincirinde kilit bir rol üstlenmeye başlamış, AB üye ülkeleri ticaret filoları ve gemi inşa sektörleriyle ilgili bilim, araştırma ve geliştirmeye dayalı diğer ülke/kurumların sektörleriyle yarışabilir olmuş; dolayısıyla Avrupa’nın Denizcilik Politikasının çatısını oluşturacak sağlıklı dinamik politikalar geliştirme ihtiyacı doğmuştur. 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan’ın da katılmasıyla sınırları Karadeniz’e ulaşacak 27 üyeli AB, etrafı 4 deniz ve 2 okyanusla çevrilerek, ABD’nin 7, Rusya’nın 4 katı uzunluğunda sahil şeridine ve tonaj olarak dünyanın en büyük ticari gemi filosuna sahip olmuş olmayı hedeflemektedir. Bu kapsamda, denizde emniyetin sağlanması maksadıyla yeni oluşturulan (faaliyetlerine 2002 yılında başlamıştır) bir kuruluş olmasına rağmen AB bünyesinde her geçen gün etkinliğini artıran Avrupa Deniz Emniyeti Ajansı (EMSA)’nın, Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) gibi etkili ve yetkili bir kurum olma yolunda çabalarına devam ettiği bilinmektedir. Ayrıca, AB Komisyonunun 7 Haziran 2006 tarihinde kabul ettiği “Birliğin Gelecekteki Denizcilik Politikasına Doğru: Okyanuslar ve Denizlere Yönelik Avrupa Vizyonu” başlıklı Yeşil Belge (Green Paper), AB’nin gelecekteki denizcilik siyasasını oluşturmaktadır. Söz konusu belgede Karadeniz dâhil, Akdeniz, Baltık ve Adriyatik’te deniz emniyeti ve güvenliğinin sağlanmasına yönelik alınması öngörülen tedbirlerden bahsedilmekte, bu hususta EMSA ve Avrupa Birliği Dış Sınırları Yönetimi Ajansı (FRONTEX) tarafından planlanan ve yürürlükte olan projelere değinilmekte, bu kapsamda Akdeniz, Baltık, Adriyatik ve Karadeniz bölgesinde uygun konumdaki AB üyesi ülkelerden birinin yetkilendirilerek, ticaret gemilerinin hareketlerinin kontrol edilmesi konusunda 63 Avrupa Akdeniz Ortaklığı Bildirisi. 35 görevlendirileceği belirtilmektedir.64 Belgede yer alan düzenlemelerin doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin denizcilik siyasasını etkilediği ve etkileyeceği değerlendirilmektedir. Diğer taraftan söz konusu belgede anılan “Deniz Emniyeti SistemiSafeSeaNet system”, “Avrupa Küresel Denizcilik Uydu Sistemi-European Global Navigation Satellite System (GNSS)”, “Ulusal Balıkçılık İzleme Merkezleri-National Fisheries Monitoring Centres” projelerinin Ege ve Akdeniz’de hayata geçirilebileceği kıymetlendirilmektedir. Söz konusu projeler gerçekleştirildiği taktirde, AB’nin 2007 yılında Karadeniz’i ve Akdeniz’i kapsayacak şekilde kesintisiz bir gemi takip mekanizmasına sahip olacağı düşünülmektedir. Söz Konusu belgede sık sık 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’ne atıf yapılmakta, AB Komisyonu uygulamakta olduğu ve uygulayacağı denizcilik politikalarını bu Sözleşmeye dayandırmaktadır. Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti BMDHS’ne taraf değildir.65 Avrupa Topluluğu (AT),66 1998 yılında verdiği bir deklarasyon ile BMDHS’yi ve bu sözleşmenin deniz yatağının işletilmesine ilişkin bölümünün uygulanmasına dair 1994 Anlaşmasını resmen teyit (formal confirmation) ederek taraf olmuştur. AT’nin de BMDHS’ye taraf olması ile anılan sözleşmenin aday devletler için de bağlayıcı hâle gelerek, kuvvetle muhtemel olarak AB müktesebatının bir parçası hâline geldiği çeşitli çevrelerce ifade edilmiştir. Zira Müzakere Çerçeve Belgesi’nin Müzakerelerin İçeriği başlığı altında yer verilen maddesinde de “Topluluğun yaptığı anlaşmaların AB müktesebatına dâhil olduğu” ifadesine yer verilmiştir. 64 Commission of the European Comminities, Brussels 7.06.2006.: Green Paper, Brussels 7.06.2006. Europe is surrounded by many islands and by four seas: the Mediterranean, the Baltic, the North Sea and the Black Sea; and Arctic. This Continent is a peninsula with thousands of kilometres of coast - longer by two oceans: the Atlantic and the than that of other large land masses such as the United States or the Russian Federation. This geographical reality means that over two thirds of the Union’s borders are coastal and that the maritime spaces under the jurisdiction of its Member States are larger than their terrestrial territory. Through its outermost regions, in addition to the Atlantic Ocean, Europe is also present in the Indian Ocean and the Caribbean Sea. Their maritime stakes are many and concern the EU as a whole. 65 Türkiye ise müzakerelere katılmış ancak sözleşmenin 309 ncu maddesi gereğince çekince kaydı koyamadığı için imzalamamıştır. Buna karşılık Türkiye bu sözleşme ile Deniz Hukuku’na giren “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)" kavramına uygun olarak, 5.12.1986 gün 86/11264 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Karadeniz MEB”ni açıklayarak ilan etmiştir. Türkiye, bu beyanla Karadeniz Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde, deniz çevresini koruma, deniz kirliliğini önleme ve azaltma haklarına sahip olduğunu da belirtmiştir. Türkiye BMDHS’ne taraf olmamakla birlikte teamüli uluslararası hukuk kuralları haline gelen bu uygulamaları benimsemektedir. 66 AB’yi kuran 1992 Maastricht Andlaşması ile Birlik, “Ekonomik ve Parasal Birlik”, “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası”, “Adalet ve İçişlerinde İşbirliği” konularından oluşan üç ayaklı bir yapı üzerine oturtulmuştur. Türkiye’deki yaygın inanışın aksine, AT, AB haline gelmemiştir. AT, “Ekonomik ve Parasal Birlik” ayağında hukuki varlığını halen sürdürmektedir. AB ise, diğer iki alanın bünyesinde yer almaktadır. AT tüzel kişiliğe sahipken; AB değildir; bu çerçevede anlaşmalara taraf olma yetkisine sadece AT sahiptir. 36 Ancak, her ne kadar Müzakere Çerçeve Belgesi’nde topluluğun yaptığı anlaşmaların AB müktesebatına dâhil olduğu ifade edilse de BMDHS, AB müktesebatı hâline gelmemiştir; çünkü AB’nin tüzel kişiliği yoktur ve uluslararası sözleşmelere katılma yetkisi Avrupa Topluluğu’nun yetkisindedir. Bununla beraber AT’nin BMDHS’ne ilişkin yetkileri sınırlıdır. BMDHS’nin 9’uncu EK’inde Uluslararası Kuruluşların Sözleşmeye katılımı ve yetkileri düzenlenmektedir. EK’in 4’üncü maddesine göre, bir uluslararası kuruluş sözleşmeye, yine aynı EK’in 5’inci maddesinde öngörülen bildiriler, tebliğler veya ihbarnameler uyarınca sahip olduğu yetkiler ölçüsünde taraf olacaktır. 5’inci maddeye göre, Bir uluslararası kuruluşun resmî teyit veya katılma belgesi işbu sözleşmeye taraf bulunan üye devletlerinin hakkında kendisine yetki devrettiği, sözleşmenin düzenleme konularını belirten bir bildiriyi ihtiva edecektir. Hangi işlem daha sonra ise onun tarihi esas olmak üzere bir uluslararası kuruluşa üye bulunan bir devlet, sözleşmeyi onayladığı veya ona katıldığı sırada veya kuruluş resmî teyit veya katılma belgesini tevdi ettiği sırada, sözleşmede düzenlenen konulardan kuruluşa yetki devrettiklerini belirten bir bildiride bulunacaktır. Bu bildiri ile açık bir şekilde belirtmedikleri takdirde sözleşmenin düzenlediği bütün konularda yetkileri olduğu varsayılacaktır. Üye devlet açık bir şekilde topluluğa yetki vermediğini beyan ederse, uluslararası zorunluluklar gereği topluluk, sözleşmenin üye devletler tarafından uygulanmasını kesinlikle isteyemeyecektir. Bu bağlamda AB, Türkiye’nin BMDHS’ye taraf olmasını talep edemeyecektir. Son olarak, AB’nin Akdeniz’deki balıkçılık kaynaklarının korunmasına ve işletilmesine yönelik olarak hazırlamış olduğu 21 Aralık 2006 tarihli ve (EC) 1967/2006 sayılı Konsey Yönetmeliği bulunmaktadır. 29 Ocak 2007 tarihinde yürürlüğe giren bahse konu AB Konseyi Yönetmeliğinin, AB’nin ortak çıkarları doğrultusunda; Akdeniz’de balık kaynaklarının sürdürülebilir kullanımına yönelik yeni kurallar ve standartlar oluşturulması, balıkçılık koruma alanı ilanında veya genişletilmesinde danışma ve eş güdüm için daha etkin imkânları yaratacak, yasal ve kurumsal altyapının oluşturulması ihtiyaçları doğrultusunda hazırlandığı değerlendirilmektedir. 2. GKRY’nin Doğu Akdeniz Politikası GKRY, Rodos-Meis-Kıbrıs hattının güneyinde Türkiye’nin Kıta Sahanlığı haklarını elinden alma politikasına paralel bir tutum sergilemektedir. GKRY bu bağlamda, Kıbrıs’ın Kıta Sahanlığı sınırlandırmasını Türkiye’yi dışlayarak hâlletmeye çalışmaktadır. 24 Ağustos 2001 tarihinde GKRY Hükûmet Sözcüsü Kıbrıs deniz alanlarındaki petrol yatakları konusunda hükûmetinin Suriye ve Mısır’dan sonra, Lübnan, İsrail ve muhtemelen Libya ile temaslarda bulunacağını ifade etmiştir .67 67 “Papapetru ve Rolandis’in Petrol Yatakları Konusundaki Açıklamaları”,Yunanistan’ın Makedonya Haber Ajansın (MDE), 24.08.2001. 37 Ocak 2001’den itibaren GKRY basınında geniş şekilde yer almaya başlayan Kıbrıs’ın güneyinde petrol bulunduğuna ilişkin haberler,68 bölgeye olan ilgiyi artırmıştır. GKRY Sanayi, Ticaret ve Turizm Bakanı, 11 Eylül 2002 tarihinde basına yaptığı açıklamada, MEB ile ilgili olarak hazırlanan taslağın GKRY Bakanlar Kurulunda uygun görüldüğünü ve bu tasarı ile ilgili olarak Mısır ile görüşmelerde bulunulacağını ve anlaşmanın muhtemelen önümüzdeki dönemde imzalanacağını ifade etmiştir. Türkiye tarafından yapılan girişimlere rağmen GKRY ile Mısır arasında MEB sınırlandırmasını öngören anlaşma GKRY Sanayi, Ticaret ve Turizm Bakanı Nikos Rolandis ve Mısır Dış İşleri Bakanı Ahmed Maher tarafından 17 Şubat 2003 tarihinde imzalanmıştır.69 GKRY ve Mısır basınında, söz konusu anlaşmaya “Ortak Ticaret Bölgesi” Anlaşması olarak atıfta bulunulmuştur. Bu anlaşmanın 1’inci maddesine göre, iki ülke arasındaki MEB sınırları, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında belirlenen sekiz nokta70 ile ana kara statüsünde ve coğrafi açıdan üstün olan Mısır’ın Doğu Akdeniz’deki hakları erozyona uğratılarak eşit uzaklık çizgisi esasında tespit edilmiştir.71 Türkiye bu anlaşmayı tanımamaktadır. Akabinde, 19 Temmuz 2005 tarihinde Mısır Petrol Bakanı Fahmy ile GKRY Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanı Yorgos Lillikas arasında “Anlayış Memorandumu”nun imzalanması ve 8 Eylül 2005 tarihinde, memorandumun uygulanmasını hedefleyen Akdeniz'de petrol yataklarının aranmasını da öngören “Petrol Araştırmaları İş Birliği Protokolü” imzalanmıştır.72 Son olarak, GKRY Dış İşleri Bakanı Yiorgos Lillikas 17 Ocak 2007 tarihinde 68 Kıbrıs'ın Güneyinde Petrol ve Doğal Gaz Bulunmasına İlişkin Belirtiler Cesaret Verici; Kıbrıs Haber Ajansı, 16. 05. 2006, 69 Detaylı bilgi için bk.: http:// www. un. org/ Depts/ los/ LEGISLATIONANDTREATIES/ PDFFILES/ TREATIES/EGY-CYP2003EZ. pdf, 12. 07. 2006. 70 http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/TREATIES/EGYCYP2003EZ.pdf , 12.07.2006. BÖLÜM I Münhasır Ekonomik Bölgenin Sınırlandırmasına İlişkin Mısır Arap Cumhuriyeti ve Kıbrıs Arasında Akdedilen Anlaşmaya Göre Tespit Edilen 8 Noktanın Coğrafi Koordinat Listesi Nokta Enlem (Kuzey) Boylam (Greenwich’in Doğusu) 1. 33°45' 00" 30°05' 00" 2. 33°34' 00" 30°28' 30" 3. 33°30' 40" 30°36' 40" 4. 33°21' 20" 31°07' 00" 5. 33°11' 30" 31°36' 30" 6 33°07' 20" 32°01' 20" 7. 33°00' 40" 32°31' 00" 8a/ 32°53' 20" 32°58' 20" 71 Detaylı bilgi için bk.http: // www. un. org/ Depts/ los/ LEGISLATIONANDTREATIES/ PDFFILES/ TREATIES/EGY-CYP2003EZ.pdf , 12.07.2006. 72 KİPE (Kıbrıs Haber Ajansı), 20.07.2005. 38 Lübnan’a yapmış olduğu ziyaret esnasında, Lübnan ile GKRY arasında “GKRY ve Lübnan Arasında Münhasır Ekonomik Bölgenin Sınırlandırmasına İlişkin Anlaşma” imzalanmıştır.73 Diğer taraftan, GKRY’nin son zamanlarda Doğu Akdeniz’de, diğer sahildar devletlerin uluslararası hukuktan doğan haklarını dikkate almayan statükoyu bozucu faaliyetleri ve tek taraflı hareketleri gözlenmekte; GKRY’nin bölgede kendi lehine siyasi coğrafyadan istifade edip tek taraflı fiilî uygulamaları ile Doğu Akdeniz’de inisiyatifi ele alma gayretleri, bölgeyi bugün ve yakın gelecekte bir sorunlar denizine götürmektedir. GKRY’nin gerçekleştirdiği uluslararası hukuka tamamıyla aykırı tek taraflı fiilî uygulamaları, 1982 BMDHS hükümleri ile bağdaşmamaktadır. BMDHS’nin MEB sınırlarının belirlenmesine yönelik 7474 ve Kıt’a Sahanlığı sınırlarını belirleyen 83’üncü75 maddeleri, GKRY’nin tek taraflı fiilî uygulamalarının hukuksuzluğunun birer göstergesidir. 73 http://www.mfa.gov.cy/mfa/mfa2006.nsf/index_en/index_en?OpenDocument ,18.01.2007. Anlaşma metni, GKRY resmi İnternet sitesinde yayınlanmamıştır. 74 1982 BMDHS.:Madde 74- Kıyıları Karşı Karşıya ve Yan Yana Olan Devletler Arasında Münhasır Ekonomik Bölgenin Sınırlandırılması 1. Kıyıları karşı karşıya veya yan yana olan devletler arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması, hakça bir çözüm bulmak üzere, Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü’nün 38’inci maddesinde zikredilen milletlerarası hukuka göre anlaşma ile gerçekleştirilecektir. 2. Makul bir zaman periyodu içinde hiçbir anlaşmaya varılmazsa, ilgili devletler kısım 15’te öngörülen prosedüre başvuracaklardır. 3. Birinci paragrafta öngörülen anlaşmaya varılıncaya kadar ilgili devletler pratik bir nitelik taşıyan geçici düzenlemeler yapmak ve bu geçici dönem boyunca nihai anlaşmaya varılmasını tehlikeye koymamak veya onu engellememek için bir anlayış ve iş birliği ruhu içinde her çabayı sarf edeceklerdir. Bu düzenlemeler, nihai sınırlandırmaya halel getirmeyecektir. 4. İlgili devletler arasında yürürlükte olan bir anlaşma varsa, münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması ile ilgili sorunlar, o anlaşmanın hükümlerine göre karara bağlanacaktır. 75 Madde 83-Kıyıları Karşı-Karşıya veya Yan-Yana Olan Devletler Arasında Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması : 1. Kıyılan karşı karşıya veya yan yana olan devletler arasında Kıta Sahanlığının sınırlandırılması, hakça bir çözüm bulmak üzere, Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü’nün 38’inci maddesinde zikredilen milletlerarası hukuka göre anlaşma ile gerçekleştirilecektir. 2. Makul bir zaman periyodu içinde hiçbir anlaşmaya varılamazsa, ilgili devletler Kısım 15’te öngörülen prosedüre başvuracaklardır. 3. Birinci paragrafta öngörülen anlaşmaya varılıncaya kadar ilgili devletler pratik bir nitelik taşıyan geçici düzenlemeler yapmak ve bu geçici dönem boyunca nihai anlaşmaya varılmasını tehlikeye koymamak veya onu engellememek için bir anlayış ve iş birliği ruhu içinde her çabayı sarf edeceklerdir. Bu düzenlemeler nihai sınırlandırmaya halel getirmeyecektir. 4. İlgili devletler arasında yürürlükte olan bir anlaşma varsa Kıta Sahanlığının sınırlandırılmasıyla ilgili sorunlar o anlaşmanın hükümlerine göre karara bağlanacaktır. 39 Her ne kadar, Yunanistan Hükûmet Sözcüsü Thodoros Rusopulos ve GKRY Dış İşleri Bakanı Yorgos Lillikas’ın76 “GKRY’nin 146 ülke ile imzaladığı ancak Türkiye’nin imzalamadığı Deniz Hukuku ile ilgili uluslararası sözleşmelere karşı sorumlu ve bağlı olduğuna ve dolayısıyla yapılan anlaşmaların geçerli olduğuna ilişkin” açıklamaları mevcut olsa da aldatmaya yönelik bu tarz açıklamalara katılmak hukuken mümkün değildir. Çünkü; 149 devletin taraf olduğu ve uzlaşma sağladığı 1982 BMDHS’de bilindiği üzere deniz ve deniz yatağına ilişkin uyuşmazlıklarda uzlaşmayı77 düzenlemektedir ve böylece devletler de sözleşmeye taraf olarak sözleşmenin bütün hükümlerini bir bütün hâlinde uygulamaya yönelik olarak büyük bir sorumluluk ve mükellefiyet altına girmiş bulunmaktadırlar. Dolayısıyla sözleşmeye taraf bir devlet salt bir maddeye dayanarak hukuka uygun davrandığını iddia edemez. Ederse de bu sadece bir kandırmacadan ibaret olacaktır. Bu kapsamda, 1982 BMDHS’nin “Sahilleri Bitişik veya Karşı Karşıya Olan Devletler Arasında Kara Sularının Sınırlandırması” na ilişkin 15’inci maddesi,78 “Sahilleri Bitişik veya Karşı Karşıya Olan Devletler Arasında Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırması”na ilişkin 74’üncü madde, “Sahilleri Bitişik veya Karşı Karşıya Olan Devletler Arasında Kıta Sahanlığının Sınırlandırması”na ilişkin 83’üncü madde, “Yarı Kapalı Denizler”e ilişkin 122 ve 123 ncü maddeler,79 “Sözleşmenin uygulanmasında 76 06 Şubat 2007 tarihli Fileleftheros Gazetesi ve 07 Şubat 2007 tarihli Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) internet sayfası. 77 G. M. Danilenko; “International Jus Cogens: Issues of Law-Making”, http: // www. ejil. org/ journal/ Vol 2/ No1/art3.html, 09.11.2006. 78 1982 BMDHS.: Madde 15-Kıyıları karşı karşıya veya yan yana olan devletler arasında kara sularının sınırlandırılması iki devletin kıyısının karşı karşıya veya yan yana (bitişik) olduğu durumlarda, iki devletin hiçbiri, aralarında aksini öngören bir anlaşma olmadıkça, kara sularını, her noktası iki devletten her birinin kara sularının genişliğinin ölçülmeye başlandığı esas hatlar üzerindeki en yakın noktalara eşit uzaklıkta olan hattın ötesine geçirmeye yetkili değildir. Bununla beraber, tarihî bir hak veya diğer özel şartlar sebebiyle iki devletin kara sularını bu hükümle bağdaşmayan bir şekilde sınırlandırmasının gerekli olduğu yerlerde, yukarıdaki hüküm uygulanmaz. 79 1982 BMDHS.:Madde 122-Tarif: Bu Sözleşmenin amaçları bakımından, “kapalı veya yarı kapalı deniz”, iki veya daha fazla devlet tarafından etrafı çevrilmiş ve başka bir denize veya okyanusa dar bir çıkışla bağlanan veya tamamen veya esas itibarıyla iki veya daha fazla sayıdaki kıyı devletinin kara suları ve münhasır ekonomik bölgesinden oluşan bir körfez, havza veya deniz manasına gelir. 1982 BMDHS.:Madde 123-Kapalı veya yarı kapalı denizlere kıyısı olan devletlerin iş birliği: kapalı veya yarı kapalı bir denize kıyısı olan devletler, bu sözleşmeden doğan haklarını kullanırken ve görevlerini yerine getirirken birbirleri ile iş birliği etmelidir. Bu amaçla, doğrudan doğruya veya uygun bir bölge teşkilatı aracılığı ile: a. Denizin canlı kaynaklarını idaresi, muhafazası, araştırılması ve işletilmesinin eş güdümünü yapmak; b. Deniz çevresinin korunması ve muhafazası konusundaki hak ve görevlerinin yerine getirilmesinin eş güdümünü yapmak; 40 hakkın kötüye kullanılmamasını” içeren 300’ncü80 ve 311’nci81 maddeleri aynı zamanda uluslararası kamu düzeni (Jus cogens ) kuralları niteliğine bürünmektedir. Bu bağlamda, sözleşmeye taraf devletler salt sözleşmenin bir maddesine dayanarak diğer hükümlerini uygulamaktan imtina edemeyeceklerdir. Bu durum uluslararası zorunluluk ve mükellefiyetin bir gereğidir. Ayrıca, GKRY Ada’nın tamamını temsil etmemektedir. Bu ve yukarıda sunulan geçerli hukuki nedenlerden dolayı GKRY tarafından çıkarılan yasaların ya da diğer taraflarla yaptığı anlaşmaların Türkiye Cumhuriyeti açısından ve diğer devletler açısından bir geçerliliği söz konusu değildir. Bu kapsamda, hukukun üstünlüğünü tanıyan devletlerin ve uluslararası örgütlerin, GKRY’nin Doğu Akdeniz’e yönelik olarak gerçekleştirmekte olduğu hukuka aykırı girişimlerine ortak olmamaları ve c. Bilimsel çalışma politikalarının eş güdümünü yapmak ve uygun olduğu yerlerde bölgede müşterek ilmî araştırmaları deruhte etmek; d. Bu maddenin hükümlerini daha da geliştirmek için yerine göre ilgili devletlerle veya milletlerarası örgütlerle iş birliği yapmak için onları davet etmek hususunda çaba sarf edeceklerdir. 80 1982 BMDHS.: Madde 300-İyi niyet ve hakların suistimal edilmesi: Taraf devletler, bu sözleşmeye göre üstlenilen yükümlülükleri iyi niyetle yerine getireceklerdir ve bu sözleşmede tanınmış olan hakları, yetkileri ve özgürlükleri, hakkın suistimalini teşkil etmeyecek bir tarzda kullanacaklardır. 81 1982 BMDHS.: Madde 311 Diğer Uluslararası Sözleşme ve Anlaşmalarla İlgili İlişkiler: 1. İşbu sözleşme, Taraf Devletler arasında, Deniz Hukuku hakkında 29 Nisan 1958 Cenevre Sözleşmesi yerine geçecektir. 2. İşbu sözleşme, kendisine aykırı olmayan ve diğer taraf devletlerin sözleşme dolayısıyla elde ettikleri haklardan yaralanmalarına ve sözleşmeden doğan haklardan yükümlülüklerini yerine getirmelerine halel getirmeyen diğer anlaşmalardan doğan hak ve yükümlülüklerini herhangi bir şekilde değiştirmeyecektir. 3. İki veya ikiden fazla taraf devlet işbu sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasını değiştiren veya askıya alan ve sadece karşılıklı ilişkilerinde uygulanacak anlaşmalar akdedebilirler; yeter ki bu anlaşmalar, sözleşmenin, riayet edilmemesi onun konusunun ve amacının gerçekleştirilmesine aykırı düşecek bir hükmüne ilişkin olmasın ve yine aynı şekilde, yeter ki bu anlaşmalar, sözleşmede belirtilen temel ilkeleri etkilemesin ve ne de diğer taraf devletlerin sözleşme dolayısıyla elde ettikleri haklardan yararlanmalarına ve ne de sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getirmelerine hâlel getirsin. 4. Paragrafta öngörülen bir anlaşmayı akdetmeyi amaçlayan devletler, işbu sözleşmenin tevdi makamı aracılığı ile diğer tarafları anlaşma akdetme niyetlerinden haberdar edecekler ve aynı zamanda işbu sözleşmenin değiştirilmesini veya uygulanmasının askıya alınmasını düşündükleri hükümlerini bildireceklerdir. 5. İşbu madde, işbu sözleşmenin diğer maddeleri ile açıkça izin verilen veya muhafaza edilen uluslararası anlaşmalara halel getirmez. 6. Taraf devletler, 136’ncı maddede ifadesini bulan insanlığın ortak mirasına ilişkin temel prensipte herhangi bir değişiklik yapılmayacağını ve bu prensipten sapan hiçbir anlaşmaya taraf olmayacaklarını kabul ederler. 41 Doğu Akdeniz’de barışı ve istikrarı bozacak eylemlere iştirak etmemeleri uluslararası hukuk ve kamu düzeninin gereklerindendir. 3. NATO’nun Doğu Akdeniz Politikası Varşova Paktı’nın yıkılması ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği (SSCB)’nin dağılmasıyla soğuk savaşın sona ermesi ve özellikle Kuzey ve Orta Avrupa’da NATO’ya direkt bir askerî tehdidin ortadan kalkması nedeniyle NATO, “Esnek Mukabele Sistemi” olarak adlandırılan askerî doktrinini değiştirme ihtiyacı hissetmiştir. Bu değişimlere uyum sağlayabilmek için 1994 Brüksel Zirvesi’nde ittifakın iç ve dış adaptasyonu çalışmaları başlatılmış, Washington Zirvesi’nde yeni stratejik konsept ile güvenlik, caydırıcılık, danışma ve kriz yönetimi gibi unsurlara önem verilmesi gerektiği vurgulanarak “5’inci madde dışı krizlere müdahale operasyonları” fikri ortaya atılmıştır. Yeni tehdit algılamaları ve değişen uluslararası ortam, NATO’nun komuta ve kuvvet yapılanmasının bölgesel çatışmalar ile kolektif güvenlik gereksinimlerine cevap verebilecek şekilde daha esnek ve fonksiyonel bir yapıya kavuşturulmasını gerekli kılmış, bu çerçevede müşterek operasyonların etkin bir şekilde yapılabilmesini temin için Birleşik Müşterek Görev Kuvveti (BMGK) Konsepti geliştirilmiştir. NATO güvenlik ortamı açısından bir bütün olarak, güney bölgesinin soğuk savaş sırasında karşı karşıya olduğu güvenlik ortamına benzer şekilde bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Aradaki farklar tek bir tehdit yerine; sınırlara yönelik birden fazla tehdit, kamuoyu güvenliği üzerine daha kapsamlı bir yöneliş ve ABD ile ilişkiler dâhilinde güç intikali imkânlarının merkezileştirilmesi hususlarıdır. Güvenliğe yönelik bu bakış açısı ittifakın güney ve kuzey ülkeleri arasında uzun dönemli farklılıkların ortadan kaldırılması açısından önemli bir rol oynamıştır. NATO’nun genişleyerek daha etkin ve kapsayıcı bir örgüt hâline getirilmesi düşüncesi ve buna göre belirlenen yeni strateji, Batılı güçlerin Akdeniz, Orta Doğu, Kafkaslar ve Güneydoğu Asya’daki çıkarlarını garanti altına alma hedefini içermektedir.82 İttifak, dış adaptasyon bağlamında genişlemeyi hedeflemekte, bu çerçevede “Açık Kapı” politikası uygulamaktadır. Barış İçin Ortaklık (BİO) programı ve Akdeniz Diyaloğu ile ittifak dış adaptasyonunu geliştirmiştir83,84. 1994 yılında hayata geçirilen Akdeniz Diyaloğu ile İsrail, Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya ve Ürdün ile ittifak arasında anlayış birliği sağlanması, güven ve iş birliğinin tesisi hedeflenmiştir. Akdeniz ülkeleri ile 82 Y. G. Yıldız; Büyük Orta Doğu, İstanbul IQ Yayınları, 2004, s. 54. 83 H. Kanbolat; “NATO Kime Karşı Nereye Doğru Ve Nereye Kadar Genişliyor”, Stratejik Analiz, Mayıs 2004, c. 5, Sayı 49. s. 16. 84 E. Yıldızoğlu; “Jeopolitiğin Geri Dönüşü ve Kaynak Savaşları”, Stratejik Analiz, Mart 2004, c. 5, Sayı 47. s. 16. 42 tesis edilen bu tür bir diyaloğa girilmesi, ülkemizin de kıyısı bulunduğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanabilmesi, özellikle BTC petrol boru hattının Doğu Akdeniz havzasına bağlanarak Hazar petrolünün dünyaya pazarlanması ve Orta Doğu’daki güvenlik endişeleri göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye bu diyaloğun daha da geliştirilmesinin taraftarı olagelmiştir. Bununla beraber, NATO’nun güney müttefiklerinin temel politik ve ekonomik açılardan ilerlemeleri kolaylaşmıştır. Türkiye de kendi özel zorlukları olmasına rağmen geçen on yılda bu yönde ilerleme kaydetmiştir. Özet olarak: Akdeniz’e yönelik güvenlik ve strateji tartışmaları ittifakın bir bütün olarak büyüyen şekilde ilgisini çekmektedir. Güney Avrupa ülkelerinin Akdeniz’e yönelik geleneksel yaklaşımları daha aktif ve yeterli hâle gelmektedir. Aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde ilgileri başka yönlerde bulunan İngiltere ve Almanya’nın da bu yönde katılımları olmuştur. Hatta Akdeniz’e yönelik uzun dönemli yakınlaşma hedefleyen bir Avrupa ve Orta Doğu gücü olan ABD de daha belirli bir Akdeniz politikasının yararlarını gözeterek dikkate almaya başlamıştır. Bu kapsamda; güç intikali hususları NATO’nun stratejisinde hatta geleneksel NATO görevleri de dâhil daha merkezî bir rol oynamaya başlamış, ABD ise Orta Doğu güvenliğinde olduğu gibi Akdeniz bölgesindeki ittifaka üye ve üye olmayan devletler arasındaki ilişkilere Avrupa’ya yardım etmek açısından daha ağırlıklı olarak eğilmeye başlamıştır.85 Yakın zamandaki gelişmeler ve tartışmalar, Akdeniz’in güvenlik mülahazalarında bölgeler üstü bağlantıların merkezîleşmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur. Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın güvenlik mülahazaları birbiri ile bağlantılıdır. Bu nedenle Kitle İmha Silahları (KİS)’nın ve balistik füzelerin artışı, enerji güvenliği, mülteci akımları ve Orta Doğu Barış Süreci sorunları NATO’nun bölgedeki ilgi alanlarını oluşturmaktadır. Önümüzdeki on yıllık dönemde Güney Avrupa’nın büyük nüfuslu merkezlerinin Akdeniz çevresine konuşlanmış KİS ve balistik füze tehdidine maruz kalacağına yönelik emareler giderek artmaktadır. Hatta Türkiye hâlihazırda Orta Doğu’da bulunan komşularından kaynaklanan KİS ve balistik füze tehdidine maruzdur. NATO’nun güneyde bulunan üyeleri bu kadar büyük bir tehdide maruz kalmasalar da bu tehdit potansiyel olarak büyümektedir. Bölgedeki KİS ve balistik füze artışı Avrupa ve Orta Doğu güvenlik mülahazalarını birbiri ile irtibatlandırmakta ve NATO’nun Akdeniz ve çevresinde uyguladığı politikalar karşılığında bir misilleme unsuru olarak Avrupa’ya yönelik potansiyel tehdit olma hususu ortaya çıkmaktadır. Bugünlerde Avrupalılar ile ABD arasında 85 Kanbolat; s. 17. 43 en çok tartışmalı husus olan NATO’nun geleceği sorunu, “Büyük Orta Doğu” politikalarıyla yakından ilgilidir.86 KİS ve füze sayısındaki artış ittifakın, merkezdeki büyük üyeleri ile batıda bulunan üyelerini de kapsayacak şekilde coğrafi etkenleri ile birlikte önemli ölçüde strateji değiştirmesine yol açabilecektir. Bu konuda ABD’nin tavrı; ABD ve koalisyonun hareket serbestliği üzerinde doğrudan bir güvenlik riski ve sınırlaması oluşturan KİS ve balistik füzelerdeki artışın NATO’nun stratejik konsepti ve gelecekteki görevlerine yönelik tartışmalarda ön plana alınmasını sağlamaya çalışmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerde enerji yolları ve enerji güvenliği konularında meydana gelen gelişmeler, Akdeniz bölgesinde de kuzey–güney arasındaki bağlantıların da güçlenmesini gündeme taşımaktadır. Günümüzde Hazar bölgesindeki enerji kaynaklarına ve coğrafi durumlarına göre enerji nakil yollarına büyük önem gösterilmektedir. Son analizler, Hazar bölgesindeki kaynakların dünyaya dağıtılmasının son derece önem arz ettiğini ortaya koymaktadır. Her şeye rağmen bölgede petrol ve doğal gaza ilişkin meydana gelen gelişmelerin Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Orta Asya’da meydana gelecek gelişmeler ile birlikte Avrupa ve ABD’yi önemli ölçüde etkileyeceği ve etkilediği değerlendirilmektedir. Karadeniz, Hazar, Orta Asya, İran, Irak bölgelerinde önümüzdeki yıllarda yaşanacak gelişmeler Doğu Akdeniz güvenlik mülahazalarını da önemli ölçüde ilgilendirecektir. Yunanistan da dâhil olmak üzere Balkan ülkeleri de bundan payını alacaktır. Burada üzerinde önemle durulması gereken konu: Hazar ve Orta Asya’da yer alan enerji kaynaklarının dünyaya dağıtılması konusunda başta BTC petrol boru hattı olmak üzere, en güvenli enerji yollarının Türkiye üzerinden geçen ve Doğu Akdeniz’e ulaşan yolların olduğunun ortaya konulması konusudur. Bunun da Doğu Akdeniz güvenlik mülahazalarının üzerinde çok önemli bir etki yaratacağı mütalaa edilmektedir. Ortaya çıkan yeni hatlar Akdeniz çevresindeki ülkelerin ekonomik ve güvenlik geleceklerini birbirine bağlayacaktır. Bu husus NATO’nun Doğu Akdeniz inisiyatifinin gelişiminde temel bir esas olarak yerini almıştır. Bu konuda, NATO çevrelerinde teknik bazı kavramlar da dâhil olmak üzere birçok güvenlik zafiyetinin bulunduğu ve NATO’nun bu enerji kaynaklarının ve enerji intikal yollarının güvenliğini sağlama ve savunma konusunda kendisini çok karmaşık ortamlarda bulabileceği değerlendirilmektedir. Bu kapsamda, Hazar havzası ve Orta Asya’daki enerji kaynaklarının Avrupa ve dünya pazarlarına açılması ve intikal ettirilmesi açısından Türkiye’nin güçlü bir NATO üyesi olarak sunduğu güvenlik mülahazalarının önemi bu şekilde bir kez daha ortaya çıkmaktadır. askerî 86 Soğuk savaş süresince, NATO’nun tüm stratejileri, doktrinleri ve imkân ve kabiliyetleri Sovyetler Birliği’nden gelecek tehdidi Yıldız; s. 23. 44 karşılamaya yönelmiştir. Günümüzde ise tehditler hem çok çeşitli hem de nereden geleceği belirsiz bir hâle gelmiştir. Aynı zamanda, bu risk ve tehditlerin kaynaklandığı mevkiler de değişmiştir. Soğuk Savaş süresince, ana tehdit eski Batı Almanya ve Doğu Almanya sınırı boyunca merkez Avrupa’ya yönelmişti. Günümüzde ise ana tehdit ve riskler başta Güney Avrupa ve Türkiye olmak üzere Avrupa’nın kenar çevrelerine ve sınır ötesine yönelmiştir. Buna ilave olarak çoğu durumda bu risk ve tehditler NATO topraklarına doğrudan bir askerî saldırıyı da içermemektedir. Gelişen risk ve tehditler daha dolaylı ve belirsizdir. Tehditteki değişime karşılık, NATO uzun vadeli bir değişim ve adaptasyon süreci başlatmıştır. Artık 1991’in başlarındaki “ Sorumluluk sahamızın dışındadır ve bizim işimiz değildir.” anlayışı sona ermiştir. NATO’nun Bosna ve Kosova müdahaleleri sorumluluk sahasının dışında ve işin içinde olduğunun bir göstergesidir. Bugün anlaşılmıştır ki NATO topraklarına doğrudan bir saldırıyı içermeyen 5’inci Madde dışı çatışmalar, ittifakın güvenliğine yönelik ciddi tehditlerin varlığını da teyit etmektedir. Buna ilave olarak ittifak hem Merkez Avrupa’ya istikrar getirme amaçlı bir genişleme süreci hem de daha önce düşman olan ülkeler ile ilişkileri güçlendirecek önemli iş birliği girişimlerini başlatmıştır. Bu inisiyatifler, Barış İçin Ortaklık (BİO), Avrupa Atlantik Ortaklık Konseyi (EAPC) ve Rusya Federasyonu (RF) ile Daimî–Müşterek Konsey faaliyetlerini kapsamaktadır. İttifak aynı zamanda bölgesel ve alt bölge komutanlık karargâhlarının da sayısını azaltacak şekilde yeni bir komuta yapısını da hayata geçirmiştir. NATO’nun geçirmekte olduğu değişim süreci, önümüzdeki dönemde NATO’nun karşılaşabileceği tehditlere karşı daha etkin bir yapıya kavuşmasını sağlayacaktır. Bununla beraber bu değişim sürecinin, başta Doğu Akdeniz İnisiyatifi’ne katılan ülkeler olmak üzere Kuzey Afrika ülkeleri tarafından nasıl algılandığı da göz önünde bulundurulmalıdır. NATO’nun ortak çıkarların savunulmasına verdiği öncelikler, gelecekteki faaliyetleri için genişleyen bakış açısı, BM onayı olmadan bazı krizlere müdahale etme isteği ve kuvvet yığınaklandırma kabiliyetlerinin artırılmasına verdiği önem, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da NATO’nun amaçlarına yönelik tepkileri ve kendi bölgelerine müdahale korkusunu açığa çıkarabilir. NATO’nun KİS tehdidi üzerinde yoğunlukla durması da benzer korkulara yol açabilir. Batı Akdeniz’deki ülkeler başta olmak üzere bölgedeki birçok ülke kendi KİS üretme/elde etme programları nedeniyle, Akdeniz’in bir tehdit bölgesi olarak algılanmasından ve bunun bir müdahale için bahane olarak ileri sürülmesinden korkmaktadırlar. Bu nedenle NATO’nun KİS ile ilgili yeni riskleri ortaya koyması için buna yönelik diplomasi ve askerî stratejisini iyi belirleyerek uyumlu hâle getirmesi gerekmektedir. Bunun aksi olduğu takdirde, NATO’nun Güney Akdeniz ülkeleriyle iş birliğine yönelik diyalog ve ortak güvenlik yaklaşımı faaliyetlerine zarar verebilecek yanlış algılama ve yanlış anlamalar ortaya çıkabilir. 45 NATO’nun Orta Doğu ve Akdeniz stratejisi çerçevesinde, ABD ile Avrupa’da askerî gücüyle öne çıkan Fransa arasında iş birliğinin gelişeceğinden söz edebiliriz. Fransa birçok değişikliği yapabilecek askerî güç ve siyasal hırsa sahip bir ülke olarak anahtar konuma sahiptir. Bu çerçevede NATO’nun yeni yapılanmasında Akdeniz ülkeleri, özellikle Türkiye, İspanya, İtalya ve Fransa daha ağırlıklı rol oynayacaklardır.87 Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeler ve özellikle Fransa’nın, GKRY ile Baf kentinde bulunan “Andreas Papandreu Hava Üssü”nün kullanımını da içeren bir askerî iş birliği anlaşmasını88 uluslararası hukuk kurallarına tamamen aykırı bir şekilde imzalamış olması, Fransa’nın Orta Doğu’ya hâkim olmak isteğinin bir işareti olduğu değerlendirilmektedir. Akdeniz bölgesindeki güvenlik sorunu öncelikle oluşturulan parçalanmış yapı nedeniyle, bölgenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. Bu sorunların ekonomik, sosyal ve politik temelleri bulunmaktadır. NATO hâlihazır yapısıyla bu sorunlarla tümüyle başa çıkabilecek durumda değildir. Bu nedenle; Doğu Akdeniz’in güvenliğini sağlamaya yönelik olarak uygun jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle NATO şapkası haricinde millî şapkası ile Türkiye’nin, politik ve diplomatik faaliyetlere daha uygun yapısı ve en önemlisi de bölgedeki en güçlü deniz kuvvetleri gücüne sahip olması nedeniyle bölgede istikrarı ve güvenliği sağlayabileceği ve sağlaması gerektiği kıymetlendirilmektedir. 4. Türkiye’nin Doğu Akdeniz Politikası Türkiye, Doğu Akdeniz’de 800 deniz mili uzunluğunda bir kıyı şeridine sahiptir. Doğu Akdeniz’in; Türk Boğazlarına gelen ve Karadeniz’de üretilen petrol miktarının artması, BTC petrol boru hattının tamamlanması, İskenderun ve Mersin Limanlarında deniz trafiğinin potansiyel artışı nedeniyle Türkiye için önemi gün geçtikçe artmaktadır.89 2004 yılı içerisinde, Karadeniz’de üretilen petrolün 145 milyon tonu Türk Boğazları vasıtasıyla dünya piyasalarına taşınmıştır.90 2009 yılının sonunda, BTC petrol boru hattının tam olarak devreye girmesi ile ortalama günlük 1 milyon ton olmak üzere yaklaşık 50 milyon ton üzerinde üretilen petrolün 6-7 tanker ile Ceyhan terminalinden dünya piyasalarına ihraç edildiğini göreceğiz.91 Türk Boğazlarından gelen tankerler 87 Yıldız; s. 65. 88 9 Ağustos 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi. 89 C. Gürdeniz; “Security, Stability and Co-operation in The Meditarranean Region: building a vision” konulu sunum, 1st International Conference on Mediterranean and Middle East, RomaKasım 2005, s.102. 90 Gürdeniz; s. 102. “ Ayrıca, her gün 3 milyon varil petrol 25 tanker ile dünya piyasalarına, bunun %40’ı Avrupa piyasaları olmak üzere, dünya piyasalarına taşınmıştır. Bu artış 2020 yılında %70’lere ulaşacaktır.“ 91 A.g.e.; s. 102. 46 ve Mersin ile İskenderun Limanlarından dünya piyasalarına açılan tankerler bir arada telaffuz edildiğinde, Türk deniz yetki alanlarını günlük olarak 3035 tanker92 kullanmış olacaktır. Bu resimde Türkiye, Doğu Akdeniz’de deniz trafik yollarının emniyetinin sağlanmasında yeni görevler almaktadır. Bu kapsamda, yasa dışı faaliyetlerin ve terörün önlenmesi, deniz yetki alanların korunması gibi konular, Türk Deniz Kuvvetlerinin birincil sorumluluk alanı hâline gelmektedir.93 Buna paralel olarak, Türk Deniz Kuvvetleri, Doğu Akdeniz’de stratejik deniz güvenlik operasyonlarında yeni pozisyonuna uyum sağlamıştır. Nitekim, Ege ve Doğu Akdeniz’in kesiştiği yerde, Aksaz Deniz Üssünde, fırkateynler, denizaltılar, hızlı botlar ve deniz hava araçlarından oluşan bir filo konuşlandırılmış durumdadır. Böylece, Aksaz Deniz Üssü, Doğu Akdeniz’de deniz güvenliğinin sağlanmasında sadece Türk Deniz Kuvvetleri için değil aynı zamanda müttefik deniz kuvvetleri açısından da anahtar bir rol üstlenmektedir. NATO’nun ACTIVE ENDEAVOUR Harekâtını başlattığı 7 Ekim 2001 tarihinden beri, Aksaz Deniz Üssü tarafından hemen hemen 450 müttefik deniz birimine ev sahipliği yapılmıştır.94 Bir NATO üyesi olan Türkiye, NATO’nun Akdeniz’deki barış ve dengenin sağlanmasına yönelik girişimlerini desteklemektedir. Bundan başka, 87 parça gemi ve 11 hava taşıtıyla Türkiye kıyı şeridinde konuşlanmış Türk Sahil Güvenlik Komutanlığı, deniz güvenliğinin sağlanmasında büyük rol almaktadır.95 Diğer taraftan, limanların güvenliğinin sağlanmasından sorumlu devlet birimi olan Türk Denizcilik Müsteşarlığı; Otomatik Tanımlama Sistemi (Automatic Identification Systems-AIS) ve uzun Türk sahil şeridinin korunmasına yönelik istasyonları (VTS) içeren büyük projeleri üstlenmiştir. 2006 yılının sonunda 17 AIS istasyonu tamamlanmış olacaktır. Ayrıca, İskenderun ve Mersin Körfezlerindeki VTS projeleri de 2007 yılı sonunda tamamlanacaktır. Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmelerin en dikkat çekici olanlarından birisi GKRY’nin bölgede AB adına inisiyatif alma gayretleridir. GKRY’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de kapsayacak şekilde Avrupa Birliği’ne girmiş olması ve Kıbrıs’ta Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması durumunda, güvenlik mülahazaları açısından Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de etkin olarak varlık göstermesi hayati önem taşımaktadır. Aksi takdirde GKRY, Kıbrıs Adası’nın tamamının AB toprağı olması ve demografik ve siyasi şartlar nedeniyle Yunanistan’a müzahir olması nedeniyle adanın kuzey bölgesinde de inisiyatifi ele alarak Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin varlığını zayıflatmaya/ortadan kaldırmaya çalışacaktır. 92 A.g.e.; s. 102. 93 A.g.e.; s. 103. 94 Gürdeniz; s. 103. 95 A.g.e.; s. 104. 47 Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti Doğu Akdeniz’de bir an evvel Kıta Sahanlığını ve Münhasır Ekonomik Bölgesini belirlemeli, bu deniz yetki alanlarında bayrak göstermeli ve bu deniz alanlarında emniyetin ve güvenliğin sağlanmasını kendi inisiyatifine alması gerekli olup, BTC ve Kerkük-Yumurtalık boru hatlarından akan petrolün Ceyhan’daki dolum tesisleri ve denizden yaklaşma bölgesinde asimetrik risk/tehdit unsurlarına karşı güvenliğin sağlanması ile terörizmle mücadele, kitle imha silahlarının yayılmasının ve yasa dışı göçün önlenmesinin sağlanmasının gerekli olduğu değerlendirilmektedir. Böylece, Doğu Akdeniz’de asimetrik risk/tehdit unsurlarına karşı güvenlik, Türkiye tarafından sağlanmış olacak ve NATO’nun bölgeye ilişkin güvenlik faaliyetleri başka bölgelere kaydırılabilecektir. C. Sonuç Tarih boyunca, çevresindeki halkların iletişim, fikir ve kültürel etkileşim alanı olan ve dünya ticaretini kontrol eden Doğu Akdeniz; deniz trafik yolları sayesinde ve kuzey-güney-doğu-batı enerji koridorunun merkezinde yer alması sebebiyle, dünya ticareti için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle, Doğu Akdeniz’i kontrol etmek kadar bu coğrafyanın hasım/rakip aktörlerin kontrolüne girmesinin beraberinde getireceği dengeleri de göz önünde tutmak gerekir. Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli enerji koridoru hâline gelmiş ve birçok asimetrik risk ve tehdide karşı hassas bir bölge niteliğine bürünmüştür. Bölgede yaşanan son gelişmeler Doğu Akdeniz’de güvenliği ortaya çıkarmakta ve bu meyanda Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’in güvenliğine yönelik konularda inisiyatifi almasının gerekli ve önemli olduğu değerlendirilmektedir. Yakın gelecekte, ülke gündemini fazlasıyla meşgul edeceği değerlendirilen Doğu Akdeniz’deki sorunlar; deniz yetki alanları (kıta sahanlığı, MEB) sınırlandırması, kıyıdaş devletlerin ve yönetimlerin bölgeye ilişkin tek taraflı fiilî uygulamaları, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin önünde birbirleriyle ilişkili bir sorunlar dizisi olarak durmaktadır. Denizlerde emniyet ve güvenliğin yanı sıra Türkiye’nin bugün denizlerdeki en önemli problem sahalarından birini, Ege Denizi Kıta Sahanlığı sınırlandırması teşkil etmektedir. Ancak Doğu Akdeniz’de özellikle Kıbrıs Adası’nın güney ve güneydoğusunda bulunduğu iddia edilen zengin petrol ve doğal gaz yatakları, başta GKRY olmak üzere Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ikili ya da çok taraflı anlaşmalar ile Türkiye’yi dışlayarak kendi aralarında Kıta Sahanlığı ve MEB sınırlandırması yapmaya ve yer altı zenginlikleri konusunda ortak araştırmalara yöneldikleri dikkate alındığında; Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunun öncelikli olarak ele alınması ve Türkiye’nin müstakbel Kıta Sahanlığı ve MEB sınırlarına ilişkin uluslararası girişimleri büyük önem arz etmektedir. 48 Bu kapsamda Türkiye, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, “deniz sınırlarının tek taraflı olarak saptanamayacağı ve yapılacak sınırlandırmanın hakkaniyete uygun bir sonuca ulaşmak üzere gerçekleştirilmesi gerektiği” ilkesi çerçevesinde bölgesel görüşmeler sonucunda gerçekleştirilecek bir anlaşma ile konunun çözülmesi gerektiğini savunmalıdır. Burada, Akdeniz’in yarı kapalı deniz statüsünde olması, Doğu Akdeniz’de yapılacak sınırlandırmada bölgenin niteliğine uygun olarak ve bütün ilgili durumlar dikkate alınarak, özel kuralların uygulanmasını gerektirdiği için oldukça önemlidir. Özellikle, Karadeniz ve Hazar bölgesinde üretilen petrolün Türk Boğazları (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı) vasıtasıyla ve BTC petrol boru hattı aracılığıyla dünya piyasalarına taşınması, Doğu Akdeniz’in deniz emniyet ve güvenliğini ön plana çıkarmaktadır. Yaşanan bu gelişmelere paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti, bir an evvel Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını belirlemeli ve yukarıda arz edilen hususlara ilişkin etkin ve önleyici güvenlik kurallar manzumesini kendi hukuk sistemine ve siyasî politikalarına dâhil etmelidir. Unutulmamalıdır ki Türkiye, dünyanın en önemli su yollarından biri olan ve alternatifi bulunmayan Türk Boğazları (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı)na sahip olup, Doğu Akdeniz’de de çok önemli su yolu olan Süveyş Kanalı’nı ve Doğu-Batı-Kuzey-Güney enerji koridorunu kontrol eder durumdadır. Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti, Doğu Akdeniz’e ilişkin stratejik ve jeopolitik önceliklerini, deniz emniyet ve güvenliğe ilişkin önlem ve tedbirlerini yeniden gözden geçirmeye ve bu kapsamda, bir an evvel Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını belirlemeye yönelik siyaset izlemeye mecburdur. Introduction: The aim of this paper, which studies the Eastern Mediterranean Region being appreciated as it will keep busy the national agenda in the near future, is to help create strategies in the region in the both short and long term, by putting forward the legal status of the Eastern Mediterranean, her importance and significance for the Republic of Turkey. Recommendations to decision makers and executers about the Eastern Mediterranean, which is the most crucial line of communication in the world and controls the world’s energy corridor, have been carefully considered within the content. 49 50 EKLER 51 52 EK-1 MEDITERRANEAN SEA (AKDENİZ) 53 Harita-1: Dz.K.K.lığı Seyir Hidrografi ve Oşinografi Daire Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır. EK-2 MEDITERRANEAN SEA, EASTERN BASIN (DOĞU AKDENİZ HAVZASI) 54 Harita-2: “Limits of Oceans and Seas”, Special Publication 23, International Hydrographic Bureau, Drft 4 th edition, Monaco1986, s. 56. 54 ULUSLARARASI ULAŞTIRMA KORİDORLARINDA TÜRKİYE’NİN STRATEJİK ROLÜ Çimen KARATAŞ∗ Ersel Zafer ORAL∗∗ Özet: 1990’lı yıllardan itibaren zengin kaynaklara sahip Orta Asya ülkelerinde yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler, bu ülkeleri Avrupa için daha çekici hâle getirmiştir. Asya pazarlarından yararlanmak isteyen Batı Avrupa ülkeleri ulaştırma ağlarını bu yöne doğru genişletme kararı almış ve Asya-Avrupa ulaştırma koridorları oluşturulmuştur. Hem Avrupa hem Asya, hem de aynı zamanda bir Karadeniz ve Akdeniz ülkesi olma özelliği taşıyan ve üç kıtayı birbirine bağlayan Türkiye, doğu-batı ve kuzey-güney yönlü ulaşım akslarının merkezinde bulunma avantajına sahiptir. Çalışmanın amacı da özellikle son yıllarda Türkiye’yi etkileyen uluslararası ulaştırma koridorları kapsamında yapılan ulaştırma altyapı projelerinin etkilerini incelemek ve ulaştırma koridorlarının kesişim noktasında bulunan ülkemizin stratejik konumunun sağladığı fırsatların değerlendirilmesi için öneriler geliştirmektir. Anahtar kelimeler: Ulaştırma, uluslararası ulaştırma koridoru, Türkiye, ulaştırma altyapısı, transit taşımacılık. Giriş SSCB döneminde Orta Asya’nın dış dünyayla ve özellikle Avrupa ülkeleri ile ilişkilerinin kesilmiş olması AB ülkelerinin ulaştırma alanında Asya’ya yönelmesini kısıtlamış ve bu dönemde daha çok Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri ile entegrasyon üzerinde durulmuştur. Ancak 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Orta Asya ve Kafkas ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanarak serbest piyasa ekonomisine geçmeleri sonucu AB ülkeleri ulaştırma ile ilgili stratejilerine bu ülkeleri de dâhil etmişlerdir. Önemli ham madde potansiyelinin olduğu ve çok sayıda tüketiciden oluşan Asya pazarlarına ulaşmak için güvenli, hızlı ve ucuz taşımacılığa olanak sağlayacak ulaştırma güzergâhları arayışı içine girmişlerdir. AB içindeki ulaşım ağlarını birbirine bağlamak ve birlik içinde dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme sağlamak amacıyla oluşturulan Trans-Avrupa ulaşım ağlarının yanı sıra Doğu Avrupa ülkelerini de kapsayan Pan-Avrupa ulaştırma koridorları aynı amaçla oluşturulmuştur.1 Daha sonra bu koridorlar çevre ülkeleri de kapsayacak ve Avrupa ile birleştirecek şekilde genişletilmiştir. AB ülkelerinin, Doğu Avrupa ve Balkanlardan sonra Asya’nın tümünde bir güç olması ve bölge pazarlarıyla ticaret ve ulaştırma ilişkilerini geliştirmesi amacıyla, zengin kaynaklara sahip Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinin Kafkasya üzerinden Avrupa’ya bağlanmasını sağlayacak ve tarihî İpek Yolu’nun devamı niteliğindeki TRACECA (Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaştırma Koridoru) projesi Mayıs 1993’te ortaya atılmıştır. Bununla beraber AB tarafından bölge ülkelerinin altyapı faaliyetlerini desteklemek amacıyla ∗ Öğr. Gör. Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi Yüksekokulu. ∗∗ Yrd. Doç. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi Yüksekokulu. Devlet Planlama Teşkilatı; Ulaştırma Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 2001. 1 55 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 Bağımsız Devletler Topluluğu Teknik Yardım Fonu (Technical Assistance for Central Independent States-TACIS) oluşturulmuştur.2 Bu süreçte ortaya çıkan Avrupa-Asya ulaştırma koridorları da göstermektedir ki Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya stratejisinde kilit rol oynayan ülkelerden en önemlisi Türkiye’dir. Türkiye; bulunduğu bölge içinde ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan gelişmiş ülkelerin başında gelmesi, hem Avrupa hem Asya, hem de aynı zamanda bir Karadeniz ve Akdeniz ülkesi olması ve tüm bölgelerde güçlü ulaşım bağlantılarına sahip olması dolayısıyla, doğu-batı ve kuzey-güney eksenli uluslararası ulaştırma koridorlarının çekim merkezi konumundadır. Türkiye, jeostratejik ve jeopolitik açıdan önemli özellikler taşımaktadır. Coğrafi ve ekonomik açılardan Ortadoğu ve Hazar petrollerine yakın olması, Türk Cumhuriyetleri ile yakın ilişkileri, doğal kaynak bakımından zengin Kafkas ülkeleri ile ortak tarihsel ve kültürel geçmişe sahip olması, Karadeniz Bölgesi ve Türk Boğazlarının stratejik önemi, Avrupa Birliği ve Balkan ülkeleri ile olan yakın iş birliği, Akdeniz Bölgesi deniz ulaştırma hatlarının kesişim noktasında bulunması ve doğu ve batı ülkelerinin arasında bir geçiş ülkesi konumunda bulunması dolayısıyla uluslararası ulaştırma koridorları açısından stratejik bir rol oynamaktadır. AB tarafından oluşturulan ve çok modlu taşımacılığa ağırlık veren Pan-Avrupa ve Avrupa-Kafkasya-Asya (TRACECA) ulaştırma koridorları ve Birleşmiş Milletler destekli kara yolu ve demir yolu ağırlıklı ulaştırma koridorları, Türkiye üzerinden geçerek Avrupa ile Asya ülkelerini birbirine bağlamaktadır. Çalışmada, öncelikle uluslararası ulaştırma koridoru kavramı üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çevre ülkeleri de kapsayan ulaştırma koridorları içerisindeki stratejik konumu ve önemi incelenecektir. Türkiye’nin, bulunduğu coğrafyada merkez ülke ve bir ulaştırma terminali olma potansiyeli tartışılacaktır. 1. Uluslararası Ulaştırma Koridoru Kavramı Bir ulaşım ağı, iki ya da daha çok merkezi birbirine bağlayan çok sayıda tek tek yollardan oluşmuştur. Bunların bulundukları yerlerin seçiminde, doğal koşullar yanında, ekonomik, stratejik ve toplumsal nedenlerin de büyük rolü vardır.3 Uluslararası ulaştırma koridoru ise, tarafları birbirine bağlayan, kural olarak mal ve yolcuların özellikle en yoğun olduğu yönlerde uluslararası 2 Utku Yapıcı; Küresel Süreç ve Türk Dış Politikasının Yeni Açılımları: Orta Asya ve Kafkasya, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2003, s. 94. 3 Erol Tümertekin, Nazmiye Özgüç; Ekonomik Coğrafya: Küreselleşme ve Kalkınma, Çantay Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 556. 56 boyutta taşınmasını sağlayan çeşitli taşıma şekillerinin gerçekleştirilmesi için yeterli donanıma sahip bir ana ulaştırma sistemleri (mevcut ve yapılacak) ağıdır.4 Uluslararası ulaştırma koridorları çok geniş bölgeleri kapsamakta ve birçok ülkenin ulaştırma ağlarını bağlayacak şekilde oluşturulmaktadır. Bu özellikleri gereği, ülkeler arası ilişkiler, koridorların oluşmasında önemli rol oynamaktadır. Bunun yanında coğrafi, ekonomik ve stratejik faktörler de koridorların oluşmasında etkilidir. Uluslararası ulaştırma koridorlarında, yüklerin varış yerlerine ulaştırılma süresi ve ulaşım maliyetleri önemli bir unsurdur. Yüklerin ulaştırma sürecindeki güvenliği ve yüklerin geçtiği ülkelerdeki yasal formaliteler de koridorların oluşturulmasında belirleyici rol oynamaktadır. Uluslararası ulaştırma koridorları, üzerinden geçtiği ülkelerde ekonomik, sosyal ve politik açılardan önemli katkılar sağladığı için çevre ülkelerin koridorlar üzerinde pay elde edebilmek amacıyla rekabet içinde olmaları kaçınılmazdır. Avrupa-Asya ulaştırma koridorları açısından bakıldığında ise Rusya, İran, Türkiye başta olmak üzere diğer bölge ülkeleri de ulaştırma koridorlarının kendi toprakları üzerinden geçmesi için çalışmaktadır. Böylece Avrupa Birliği'nin altyapı çalışmalarına tahsis edeceği finansman olanaklarından mümkün olduğu kadar çok yararlanacak, bölge içine ve dışına yönelik taşımacılık faaliyetlerinden en büyük payı alacak ve bölgedeki ulaştırma faaliyetlerinin kontrolünü elinde bulunduracaktır. 2. Türkiye’yi Etkileyen Uluslararası Ulaştırma Koridorları Ulaşım ve iletişimdeki hızlı gelişme uluslararası ticarette rekabet şartlarını zorlaştırmıştır. Artık günümüzde bir ürünü kaliteli ve ucuz üretmek kadar hızlı, güvenli ve ucuz ulaştırmak da önemli bir hâle gelmiştir. Bu ise tüm ulaşım modlarının birlikte ve koordineli olarak kullanılması ile mümkündür.5 Türkiye, Avrupa ve Asya arasında bir geçiş ülkesi konumunda bulunmasına rağmen Rusya, İran gibi çevre ülkeler de bulundukları coğrafi konum sebebiyle doğu-batı ve kuzey-güney yönlü ticarette Türkiye’ye alternatif koridorlar yaratmışlardır. Çin’den Avrupa’ya yapılan ve son yıllarda büyük artış gösteren ticaretten pay almak isteyen Rusya, doğu-batı hattında demir yolu taşımacılığı ağırlıklı Trans-Sibirya kavramını yaratmıştır. (İran ise Asya’dan gelip Avrupa’ya gidecek malların Süveyş’ten geçmesine bir alternatif yaratarak Rusya ve Hindistan ile birlikte Kuzey-Güney koridorunu 4 UNESCAP; Development of Trans-Asian Railway: Trans-Asian Railway In The North-South Corridor Northern Europe To The Persian Gulf, New York, 2001, s. 103. 5 Ersel Zafer Oral; Karadeniz, Kafkasya ve Hazar Bölgesi Ulaşım Koridorunda Rize ve Hopa Limanları, Türkiye’nin Kıyı ve Deniz Alanları IV. Ulusal Konferansı, Türkiye Kıyıları 02 Konferans Bildiriler Kitabı, 5–8 Kasım 2002, İzmir, E. Özhan ve N. Alpaslan (Editörler). 57 oluşturmuştur (St. Petersburg–Hazar Denizi–İran–Hindistan).6 Türkiye dışından geçen bu iki alternatif koridorun yanı sıra Türkiye’yi etkileyen diğer uluslararası ulaştırma koridoru projeleri, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği fonları ile mali olarak desteklenmektedir. Türkiye üzerinden geçen, kara yolu, demir yolu ve çok modlu ulaştırma koridorları aşağıdaki gibi sınıflandırılabilmektedir: a. Birleşmiş Milletler Ulaştırma Koridorları Tarafından Desteklenen Uluslararası E-Kara Yolu Projesi (AGR) E-Demir Yolu Projesi (AGC) E-Kombine Taşıma Ağı (AGTC) Birleşmiş Milletler Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu (UNESCAP) Asya Otoyolu (AH) Birleşmiş Milletler Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu (UNESCAP) Trans-Asya Demir Yolu Ağı (TAR) Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE) TransAvrupa Kuzey Güney Otoyolu Projesi (TEM) Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE) TransAvrupa Demir Yolu Projesi (TER) b. Avrupa Birliği Tarafından Desteklenen Uluslararası Ulaştırma Koridorları Pan-Avrupa Ulaştırma Koridorları (PETrC) ve Pan-Avrupa Ulaşım Alanları (PETrA) (Koridor 4: Berlin-Nürnberg-Prag-Budapeşte-KöstenceSelanik-İstanbul/Karadeniz Ulaşım Alanı) Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaştırma Koridoru (TRACECA) (LondraBulgaristan-İstanbul-Ankara-Gürcistan) c. Diğer Uluslararası Ulaştırma Koridorları Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü (KEİ/BSEC) Ekonomik İş Birliği Teşkilatı (EİT/ECO) Güneydoğu Avrupa İş Birliği Girişimi (SECI) Kaynak: Cable, oluşturulmuştur. 2001’den yararlanılarak yazarlar tarafından Not: Pan-Avrupa ve TRACECA koridorlarının Türkiye bağlantıları parantez içinde gösterilmiştir. 6 Uluslararası Nakliyeciler Derneği, AR-GE ve İstatistik Departmanı; Dünya Mal Ticaretinin Akışı ve Lojistik Pazarı, İstanbul, 2002. 58 Türkiye üzerinden geçen ulaştırma koridorlarından AB tarafından desteklenen ve çevre ülkelerle entegrasyonu hedefleyen Pan-Avrupa ulaştırma koridorları, Türkiye-AB arasındaki ticaret ve ulaştırma açısından önem taşımaktadır. Pan-Avrupa ulaştırma koridorlarından Türkiye’den geçen tek koridor, 4. Koridordur. Almanya, Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri üzerinde İstanbul’a ulaşan bu koridorun, Gürcistan üzerinden Kafkaslar, Orta Asya ve Uzak Doğu’ya ve de İran üzerinden Orta ve Güney Asya'ya bağlanması hedeflenmektedir. 7 Türkiye ayrıca, Niş–Sofya–İstanbul hattı ile 10. Koridor üzerinde de yer almaktadır. Türkiye, Karadeniz ulaşım alanı içerisinde yer almaktadır. Karadeniz ulaşım alanı, bölgesel ulaştırma altyapısının Trans-Avrupa ulaştırma ağı ile Merkez ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde birleştirilmesini tasarlamaktadır. Karadeniz Pan-Avrupa Ulaşım Alanının temel amacı ise bölgedeki insan ve malların değişkenliğinin devamlılığını sağlamak, kullanıcılarına yüksek kaliteli altyapıyı kabul edilebilir ekonomik şartlarda sunmak, karşılaştırmalı üstünlüklerini hesaba katarak tüm ulaştırma şekillerini içermek, mevcut kapasitelerin optimal kullanılmasını sağlamak, ekonomik ve çevresel olarak uygulanabilir olmak ve Trans-Avrupa ağlarına, Merkezî, Doğu ve Batı Avrupa ve Akdeniz ülkelerine bağlanabilir olmaktır.8 Karadeniz ulaşım alanı dâhilindeki özellikle deniz yolu bağlantılı ulaştırma faaliyetleri, Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü üye ülkeleri tarafından da desteklenmektedir. Türkiye, Karadeniz ve Marmara’daki limanları ile bu ulaşım alanına dâhildir. Deniz yolu bağlantıları ve limanlar açısından önemli olan bir başka proje ise AB tarafından oluşturulan “Deniz Otoyolları” (Motorways of the Sea) projesidir. Özellikle Avrupa ülkeleri arasındaki ulaşımın kolaylaştırılması, büyük darboğazlar yaratan kara yolu taşımalarının denizyollarına kaydırılması ve yakın yol deniz taşımacılığının desteklenmesi amacıyla oluşturulan dört önemli deniz otoyolunun Güneydoğu Avrupa hattında, Türkiye yer almaktadır. Karadeniz ve Akdeniz’e doğru iki kola ayrılan Güneydoğu Avrupa deniz otoyollarına, Mersin ve Samsun limanları dâhil edilmiştir.9 Türkiye’yi etkileyen bir başka önemli koridor ise, son yıllarda adından oldukça söz ettiren TRACECA koridorudur. Avrupa’da, Karadeniz Bölgesinde, Kafkasya’da, Hazar Denizi bölgesinde ve Asya’da ekonomik ilişkilerin, ticaret ve ulaştırmanın geliştirilmesi amacıyla oluşturulan TRACECA koridoru, başlangıçta Türkiye’yi dışlayan bir proje olarak görülse de 2002 yılında tam üyeliğe geçilmesi ile birlikte Türkiye, TRACECA haritasında yerini almıştır.10 Gürcistan ile ülkemiz arasındaki ulaşım imkânlarının artırılması TRACECA koridorunda ülkemizin etkinliğini artıracaktır. 7 http://www.mfa.gov.tr/turkce/grupe/ues_10/ulastirmaduzenlemeleri.htm. www.bs-petra.org/12/88_1 html. 9 European Commission (EC) Networks for Peace and Development; Extension of the major Trans-european transport axes to the neighbouring countries and regions, 2005, s. 69. 10 TCDD, Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı TRACECA Bilgi Notu; Ankara, 2003. 8 59 Yunanistan'ın da Volos (Yunanistan)-Lazkiye (Suriye) bağlantısını gerçekleştirdiği düşünülecek olursa, Türkiye üzerinden yapılacak taşımacılığın ciddi bir tehdit altında olduğu görülecektir.11 Hâlen girişimlerini sürdüren Yunanistan’ın TRACECA’ya dâhil olması hâlinde gerekli iş birliği sağlanırsa iki ülke arasında oluşturulmakta olan Selanik-İstanbul koridoru, taşımalar açısından önem kazanabilir. İran'ın tam üye ve Yunanistan'ın da potansiyel bir aday olması dikkate alınarak yeni bir deniz/demir yolu güzergâhı şeklinde, Selanik/Pire-İzmir Limanı-EskişehirAnkara-Sivas-Kapıköy/Razi üzerinden Trans-Asya Orta Koridoru yoluyla devam eden transit koridor, TRACECA'ya önerilebilecektir. Selanik/Pire'den İzmir'e gelecek transit konteynerler, belirtilen güzergâh üzerinden diğer TRACECA hatlarına taşınabilecektir. Ayrıca, Pan-Avrupa koridor 4 veya 10 üzerinden Kapıkule-Sirkeci-Haydarpaşa'ya ulaşacak transit konteynerlerin Ekonomik İş Birliği Teşkilatı kapsamında işletilen, İstanbul-Tahran-Almatı treni ile TRACECA koridoruna taşınması da mümkün olacaktır.12 Böylece, Avrupa’dan özellikle de Almanya’dan yüklenen transit konteynerler, Boğaz Tüp Geçişi projesinin de gerçekleşmesi ile Kazakistan’a kadar kesintisiz olarak taşınabilecektir. Almatı-İstanbul blok konteyner treni güzergâhının Çin’e kadar uzatılması da projeler arasında yer almaktadır.13 İran, Türkmenistan demiryolları ile kendi demiryollarını bağlayarak Türk Cumhuriyetlerinin yükünü güney limanlarına akıtma çabası içindedir. İran, Türkiye üzerinden transit geçerek Kafkasya, Orta Asya ve Uzak Doğu ülkelerine, özellikle Türk Cumhuriyetlerine yönelik taşımacılığı kuzey-güney koridoruna çekmek istemektedir. Bu nedenle, ülkesindeki güney limanlarını çok büyük yatırımlarla geliştiren ve Bandar Abbas Limanı’nı çift hatlı modern demir yolu ile Tahran'a bağlayan ve yine Meshed ile Türkmenistan arasındaki demir yolu bağlantısını tamamlayan İran, bunun yanında iki ayrı hatla Irak üzerinden Lazkiye limanına bağlanma çabası içindedir.14 İran’ın TRACECA’ya dâhil olma girişimleri göz önünde bulundurulursa İran ile bir iş birliğine gidilmesi kuzey-güney koridorundaki trafiğin belli ölçülerde Türkiye’ye kaydırılmasını sağlayacaktır. İran, Rusya-Orta Asyaİran ulaşım koridorunu Trabzon üstünden Hazar Denizi’ne açmayı planlamaktadır. Avrupa’dan yük taşıyan araçların, Ro-Ro gemileri ile Trabzon, Samsun veya Karadeniz’deki başka bir Türk limanına getirilip, buradan İran’a ve aksi yönde İran’dan gelip Rusya, Ukrayna, Gürcistan ve diğer ülkelere gidecek araçların yine Karadeniz limanları üzerinden bu ülkelere gönderilmesi düşünülmektedir. Bu projelerin gerçekleşmesi durumunda, Kuzey-Güney koridorunun da Türkiye yönlü kaydırılması 11 Muhteşem Kaynak; Ulaştırmada Yeni Eğilimler ve Türkiye’nin Bölgesel Lojistik Güç Olma Potansiyeli, Avrasya Etütleri, 2003. 12 İzzet Işık; TRACECA, Dünü, Bugünü ve Yarını, Demir Yolu Dergisi, 2004, s. 7. 13 http://www.tcdd.gov.tr/yuk/almatı/almaati.htm. 14 Ulaştırma Bakanlığı, 9. Ulaştırma Şurası; Demir Yolu Ulaştırması Çalışma Komisyonu Raporu, Ankara, 1998, s. 25. 60 sağlanabilecektir. Limanlardan kara yolu ile yapılan transit ticaretin gelişmesi için Trabzon-İran arasındaki 592 km’lik kara yolu ve Mersin-Suriye ve Irak arasındaki transit karayolları güçlü bir altyapı oluşturmaktadır.15 İran’ın TRACECA programına dâhil olması durumunda faaliyetleri izlenmektedir. Kuzey-Güney koridoru yerine, ana doğu-batı Trans-Asya demir yolu güzergâhı olan İstanbul-Tahran-Taşkent hattının kullanılması için TRACECA platformunda ortak girişimlerde bulunma yolları aranmaktadır. Van Gölü Kuzey Geçiş Projesi'nin hayata geçirilmesi de bu güzergâhın önemini ve avantajını daha da artıracaktır.16 Ancak Rusya da, son yıllarda demir yolu yatırımlarını hızla artırmakta ve Trans-Sibirya koridorunu daha etkin hâle getirmek için çalışmalar yapmaktadır. Demir yolu taşımacılığı, Karadeniz Bölgesi limanları arasındaki ulaştırma faaliyetlerinde büyük önem taşımaktadır. TRACECA kapsamında yer alan Samsun Limanı ile Romanya’nın Köstence Limanı arasındaki taşımacılık feribot hattı ile sağlanmaktadır. Bunun yanında, Samsun Limanı ile Batum, Poti, Varna, Burgaz, Köstence, Illychevsk limanları arasında, demir yolu-deniz yolu kombine taşımacılık hattının oluşturulması için bir proje mevcuttur. Demir yoluyla Derince ile Köstence Limanı bağlantılı çalışan tren ferisiyle Romanya'ya ve Romanya ilerisindeki ülkelere taşıma yapılması da mümkündür. Derince Limanı’nın da TRACECA kapsamına dâhil edilmesi çalışmaları devam etmektedir.17 Sonuç Küreselleşme çağında ayakta kalabilmek, her alanda olduğu gibi ulaştırma alanında da rekabet şartlarını yerine getirmek ile mümkün olabilecektir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan yeni Bağımsız Devletler Topluluğu, enerjiden–ulaşıma kadar çok değişik sektörlerdeki dengeleri ve gelişim dinamiklerini etkilemiştir. Özellikle Orta Asya cumhuriyetleri Hazar ve Kafkasya bölgesinden geçerek Karadeniz’i kullanarak dünyaya açılmaya çalışmaktadırlar. Bölge üzerinde nüfuz alanları oluşturmak isteyen ülkeler de aynı hattı kullanarak bölge üzerinde söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Gerek bölgeye olan coğrafi yakınlığımız, gerek ulusal menfaatlerimiz gerekse bölgeyle olan tarihî bağlarımız nedeniyle gelişmelerin dışında kalmamız mümkün görünmemektedir. Batı Avrupa ülkeleri, Asya pazarlarına ulaşmak için güvenli, hızlı ve ucuz taşımacılığa olanak sağlayacak güzergâhların arayışı içine girmişlerdir. Türkiye, bu güzergâhın üzerinde bulunması ve Avrupa'dan Çin'e ve Uzak Doğu'ya kadar uzanan doğu-batı koridorundaki en kısa bağlantıyı oluşturması sebebiyle asırlar boyu tarihsel koridorların geçiş durağı olmuş ve uluslararası taşımalardaki yük trafiğini çekebilmiştir. Ancak, ticaretin giderek 15 Uluslararası Nakliyeciler Derneği, AR-GE ve İstatistik Departmanı; Dünya Mal Ticaretinin Akışı ve Lojistik Pazarı, İstanbul. 2002 a, s. 3. 16 Barış Tozar; TRACECA-Türkiye İlişkileri (2003-2005 arası Faaliyetler), Ankara, 2005. 17 İzzet Işık; TRACECA, Dünü, Bugünü ve Yarını, Demir Yolu Dergisi, 2004, s. 7. 61 artması alternatif koridor ihtiyacını da beraberinde getirmiş ve özellikle doğubatı arasındaki ticarette son yıllarda Rusya ve İran da koridorlar üzerinde etki sahibi olmuşlardır. Türkiye, hem kuzey-güney hem de doğu-batı hattının kesiştiği bir ülke olarak buradan geçen koridorlardaki fırsatları değerlendiremez ise Avrupa, Asya, Orta Doğu üçgenindeki ticaret hareketinden, tali koridorlar üreten komşu ülkeler nedeniyle pay alamayabilir. Yunanistan-Suriye hattı ile güneyden, TRACECA kapsamında olmasına rağmen bu koridorun öneminin kavranmamış olması dolayısıyla Karadeniz hattından, Trans-Sibirya hattı ile kuzeyden, Rusya, İran ve Hindistan arasında oluşan koridorlar ile kuzeygüney yönlü ticaret hatlarında devre dışı kalma tehlikesi mevcuttur. Ulaştırma koridorlarında gerçekleştirilen taşımaların, maliyet ve süreye göre değişim gösterdiği bilinse de ülkeler arası ilişkilerin de belirleyici bir kriter olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle, denizle bağlantısı olmayan Merkezî Asya ülkelerinin Türkiye ile olan yakın ilişkileri bu koridorlardaki trafiği ülkemize çekmemizi sağlayabilecektir. Ancak asıl önemli nokta Türkiye’nin ulaştırma altyapısının koridor trafiğini taşıyabilmesi için ne yapılması gerektiğidir. Özellikle koridorlar kapsamında değerlendirilen transit yük taşımalarında Türkiye, tüm ulaştırma sistemlerini entegre ederek ülke içinde etkin kullanıma sahip bir kombine ulaşım ağı oluşturmalıdır. Bu şekilde, kombine taşıma sistemlerinden oluşan koridorların Türkiye üzerine çekilmesi mümkün olacaktır. Özellikle Pan-Avrupa 4 ve TRACECA gibi koridorlar bu sistemlerle işlemektedir. Ülkelerin doğu-batı koridorundan pay alma çabası ve yoğun rekabeti düşünülürse bölge ulaşımında Türkiye’nin söz sahibi olabilmesi için demir yollarında uluslararası hatları kısaltan projelerin en kısa zamanda gerçekleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu konuda yitirilecek zaman, alternatif güzergâhların benimsenmesi ve Türkiye’nin çok büyük potansiyele sahip Batı Avrupa-Asya transit taşımacılığının dışında kalmasına yol açacaktır. Türkiye’nin transit taşımacılığının geliştirilmesi ve doğu-batı ticaretinin Türkiye üzerinden gerçekleştirilmesini sağlamak için en kısa zamanda hayata geçirilmesi gereken projeler şunlardır: Kars-Tiflis Demir yolu Hattı Projesi, Boğaz Tüp Geçişi Projesi ve Van Gölü Kuzey Geçişi Projesi. Ayrıca Samsun-Mersin demir yolu hattının modernizasyonu hâlinde, Karadeniz’in kuzey, doğu ve batısından gelen yükler Türkiye üzerinden geçebilecek ve Mersin Limanı’nın dağıtım merkezi olması sağlanarak, bu yükler Akdeniz ana denizcilik hattına ulaşabilecektir. Demir yolu projelerinin gerçekleşmesi hâlinde Avrupa-Asya ulaşımının Türkiye hattında daha hızlı ve kesintisiz bir ulaştırma sağlanabilecektir. Türkiye, Kafkaslar ve Orta Asya’da, ayrıca gittikçe artan bir şekilde Ortadoğu pazarlarında taşımacılık konusunda yeni fırsatlar yakalamaktadır. Özellikle İran, Irak ve Suriye pazarındaki gelişmelerle Mersin ve Trabzon limanları ağırlıklı olmak üzere bölge ülkelerine yapılacak taşımalarda Türkiye’nin transit ülke olması itibarıyla konumu gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Akdeniz’de Mersin ve Karadeniz’de Trabzon limanlarına gelen transit yükler daha çok kara yolu taşımacılığı ile Ortadoğu ülkelerine 62 ulaştırılmaktadır. Transit kara yolu taşımacılığının güvenli, ekonomik ve hızlı taşıma yapabilen bir yapıya kavuşabilmesi amacıyla bu hattaki karayollarının modernizasyonu ve KEİ kapsamında ve Pan Avrupa Karadeniz Ulaşım Alanı’ndaki kara yolu ağını oluşturan ve Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaşım Koridoru açısından önem taşıyan Karadeniz Sahil Yolunun en kısa zamanda tamamlanması, öncelikli projeler içerisinde yer almalıdır. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında artan deniz trafiği, özellikle çevre açısından deniz ulaştırması konusunu üzerinde önemle durulması gereken bir konuma getirmektedir. Bu açıdan, Karadeniz ve Kafkaslardan gelen yüklerin Akdeniz’e ve Avrupa’ya Boğazlar dışında bir güzergâh üzerinden ulaştırılması için Samsun ve Mersin limanları önemli rol oynamaktadır. TRACECA kapsamında yer alan diğer Karadeniz limanları da altyapı ve kapasite açısından oldukça yetersizdir. Türk limanlarının, nitelik ve nicelik olarak geliştirilmesi, modernleştirilmesi ve kapasitelerinin artırılması gerekmektedir. Türkiye’nin ulaştırma koridorlarındaki yerini sağlamlaştırmasını sağlayacak en önemli unsur, kara yolu-demir yolulimanlar olmak üzere tüm ulaştırma sisteminde modernizasyon ve etkin kullanıma gitmektir. Türkiye, ancak bu şekilde Avrupa ve Asya arasındaki jeostratejik konumunu avantaja dönüştürebilecek ve bölgesel bir güç olma özelliğine sahip olabilecektir. Ülkemiz tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de önemli ulaştırma ve enerji koridorlarının üzerinde bulunmaktadır. Ulaştırma ve enerji koridorlarının şekillenmesinde en önemli husus ise hiç şüphesiz koridorun güvenliğidir. Bu açıdan ülkemizin üzerinde bulunduğu koridorlarda oluşabilecek bir istikrarsızlık sadece ülkemizi ve müttefiklerimizi değil, tüm ülkeleri olumsuz etkileyecektir. Abstract: Since 1990’s, the economic, social and political developments seen in natural resource rich Middle-Asian countries makes them more attractive for Europe. West Europan countries trying to benefit from Asian markets decided to enlarge their transportation networks through this region and with this objective developed Europe-Asia transportation corridors. Turkey, with a distinctive identity as a European, Asian, Mediterranean and Black Sea country connecting the three continents has the advantage of locating between the crossroads of eastwest and north-south oriented transport axes. This study aims to analyze the likely effects of the recent projects regarding the transport infrastructure on the transport corridors in all of which Turkey has been well involves and to develop propositions about the opportunities emaneted from the strategic role of the country which is located in the crossroad of the international corridors. Kaynaklar Black Sea PETrA, Criteria for the Selection of the Priority Projects for the Black Sea Pan–European Transport Area; http://www.bspetra.org/12/881.html. CABLE, Barry; Study Outline and Terms of Reference. 1st Expert Group Meeting on Developing Euro-Asian Transport Linkages. 9-11 March 2004, Almati, Kazakistan. Devlet Planlama Teşkilatı; Ulaştırma Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara. 63 Dış İşleri Bakanlığı Çok Taraflı Ulaştırma Düzenlemeleri; http://www.mfa.gov.tr/turkce/grupe/ues10/ulastirmaduzenlemeleri.htm. European Commission (EC) Networks for Peace and Development; Extension of the major Trans-european transport axes to the neighbouring countries and regions. International North-South Transport Corridor; http://www.instc.org. IŞIK, İzzet; TRACECA, Dünü, Bugünü ve Yarını. Demir Yolu Dergisi. KAYNAK, Muhteşem; Ulaştırmada Yeni Eğilimler ve Türkiye’nin Bölgesel Lojistik Güç Olma Potansiyeli, Avrasya Etütleri. Milli Savunma Bakanlığı, Genel Plan ve Prensipler Dairesi Başkanlığı; Beyaz Kitap: Türkiye'nin Jeopolitik, Jeostratejik ve Ekostratejik Önemi, http://www.msb.gov.tr/Birimler/GnPPD/GnPPDBeyazKBol1Kis2.htm. ORAL, Ersel Zafer; Karadeniz, Kafkasya ve Hazar Bölgesi Ulaşım Koridorunda Rize ve Hopa Limanları, Türkiye’nin Kıyı ve Deniz Alanları IV. Ulusal Konferansı, Türkiye Kıyıları 02 Konferans Bildiriler Kitabı, 5–8 Kasım 2002, İzmir. E. Özhan ve N. Alpaslan (Editörler). ÖZEY, Ramazan; Türkiye Coğrafyası ve Jeopolitiği, Aktif Yayınevi, İstanbul. SANDER, Oral; Yeni Bir Bölgesel Güç Olarak Türkiye’nin Dış Politika Hedefleri. Türk Dış Politikasının Analizi. (Ed: Faruk SÖNMEZOĞLU) DER Yayınları, İstanbul, s. 607–613. TCDD, Avrasya Blok Konteyner Treni,http: //www. tcdd. gov. Tr /yuk /almati /almaati. htm TCDD, Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı TRACECA Bilgi Notu; Ankara TOZAR, Barış; Faaliyetler), Ankara. TRACECA-Türkiye İlişkileri (2003-2005 arası TRACECA Resmi web sayfası; http://www.traceca-org.org. Trans-Sibirya Rusya web sayfası; What's Transsib is? What's one have to understand under this word?, http://www.transsib.ru/Eng/catgeo.htm. TÜMERTEKİN, Erol, ÖZGÜÇ, Nazmiye; Ekonomik Küreselleşme ve Kalkınma, Çantay Kitabevi, İstanbul. Coğrafya: Ulaştırma Bakanlığı, 9. Ulaştırma Şurası; Demir Yolu Ulaştırması Çalışma Komisyonu Raporu, Ankara. Uluslararası Nakliyeciler Derneği, AR-GE ve İstatistik Departmanı; Dünya Mal Ticaretinin Akışı ve Lojistik Pazarı, İstanbul. 64 Uluslararası Nakliyeciler Derneği, AR-GE ve İstatistik Departmanı; Kuzey-Güney Koridoru Araştırma Raporu, İstanbul. UNESCAP; Development of Trans-Asian Railway: Trans-Asian Railway In The North-South Corridor Northern Europe To The Persian Gulf, New York. YAPICI, Utku; Küresel Süreç ve Türk Dış Politikasının Yeni Açılımları: Orta Asya ve Kafkasya, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. 65 GENİŞLEME VE DERİNLEŞME SÜREÇLERİNDE AVRUPA BİRLİĞİ ENERJİ POLİTİKALARI M. Hakan KESKİN∗ Özet: Soğuk savaş sonrası tek kutuplu bir yapıda kendisini gösteren siyasal sistem, kapitalizmin mutlak zaferini ilan ettiği bir küresel ekonomik yapıyı da beraberinde getirmiştir. Kapitalist bir yapıda en önemli maliyet unsurlarından birisi olan enerjiyi ucuz ve kesintisiz elde etmeden var olabilmek imkânsızdır. 1950’li yıllarda ekonomik bütünleşme maksadıyla yola çıkan Avrupa Birliği son genişleme kuşağından sonra en önemli küresel aktörlerden birisi hâline gelmiştir. Kurulduğu yıllara göre önemli ölçüde değişen Topluluk için enerji, giderek artan ithalat bağımlılığı nedeniyle günümüzde hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Bu kapsamda Topluluğun enerji konusuna yaklaşımını gösteren AB enerji politikaları Topluluğun genişleme ve derinleşme sürecine bağlı olarak değişime uğramıştır. Anahtar kelimeler: Enerji, AB, Kapitalizm, Küreselleşme, Enerji Politikası. Giriş Enerjiyi önceleri ısınmak, avlanmak, pişirmek gibi ilkel uygulamalar için kullanan insanoğlu, günümüzde çıplak gözle görülemeyen atomun parçalanması vasıtasıyla elde ettiği enerji ile yerkürenin sonunu getirebilecek seviyeye gelmiştir. Tarih boyunca tüm küresel aktörler, güçlerini muhafaza ederek refahlarını sağlamak ve olası rakiplerini bu imkândan yoksun bırakmak için sürekli olarak dönemin enerji merkezlerine egemen olma gayreti içinde olmuşlar, yaşanan dönemin dinamiklerine bağlı olarak enerji bölgelerini kontrol edebilmek için savaşmaktan bile çekinmemişlerdir. Kendisini medeniyetin beşiği olarak adlandıran Avrupa, iki büyük dünya savaşına ev sahipliği yaparken her iki savaşta da sadece kentler, binalar gibi fiziki değerlerini harabeye çevirmekle kalmamış, aynı zamanda kitle cinayetleri işleyerek manevi değerlerini uzun süre tamir edilemeyecek şekilde ayaklar altına alabilmiştir. İnsanlığın en büyük projelerinden biri olarak da adlandırılan ve dünya savaşlarının tekrar etmesinin engellenmesi felsefesine, ekonomik bir yaklaşımla dayandırılan, Avrupa Birliği’nin (AB) kuruluş fikri, AB anayasasının kabulü noktasında bir eyleme dönüşmek üzeredir. Bütünleşme hareketi 1950’li yıllarda, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT), Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) ve Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) oluşturulması birleşmesi ile başlamıştı. Bu üç topluluktan ikisinin enerji ile ilgili “atom” ve “kömür” gibi kavramların üzerinde inşa edilmiş olması, Avrupa bütünleşmesinin temelinde enerji kaynaklarının paylaşımı üzerindeki uzlaşma olduğunu göstermektedir. Günümüzde uluslararası ilişkilerde baş döndürücü hızla değişen süreç, yerkürede homojen olmayan dağılıma sahip enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerin belli aktörlerin eline sıcak savaşları göze alarak geçmesi yönündedir. Fosil yakıtların yerini alacak alternatif bir enerji biçimini ticari boyutu ile kullanma imkânı olmayan ve yakın gelecekte önemli oranda fosil yakıtlara bağımlı olacağı öngörülen AB’nin enerji ile ilgili yeni stratejik ∗ Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Avrupa Çalışmaları (AB) Doktora Öğrencisi (Tez Aşaması). 67 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 yaklaşımlara günümüzde, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ihtiyacı bulunmaktadır. A. AB Enerji Politikası Gelişim Süreci 2006 yılının AB’si 1950’li yılların AB’sinden oldukça farklıdır. Topluluğun enerji politikalarının temelleri kurulduğu yıllarda atılmıştı. Önce AKÇT, altı yıl sonra 1958'de AAET'yi ve AET'yi kuran Anlaşmaların imzalanması ile 1950'lerde ilk şeklini alan enerji politikası, küresel gelişmelerden, Topluluğun genişleme ve derinleşme dinamiklerinden etkilenerek kademeli olarak gelişmiştir.1 Bu çalışmada Topluluğun kurulmasından başlayarak günümüze kadar izlediği enerji politikalarına değinilmiş ve Topluluk enerji politikasının geleceği hakkında bir yaklaşım getirilmeye çalışılmıştır. 1. 1950-1970 Yılları Arasında AB Enerji Politikası 1950’lerde Komisyon enerji ile ilgili icraatlarını 235. madde2 esaslarına dayandırmaktaydı. 1960’lardan sonra, daha ziyade sadece enerji arzının güvenliğini sağlamak olarak belirlenmiş tek bir hedefin gerçekleştirilmesine çalışılmaktaydı. Bu yaklaşım Konseyin 1995’te ulaşılması için genel ve özel hedefler belirleyen bir ilke kararını, 1986 yılında kabul etmesi ile ortaya konuldu. Bu yaklaşımla hedeflenenler; Topluluğun sınırları içindeki enerji kaynaklarının geliştirilmesi, sınırların dışındaki eneji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, esnekliği artırılmış enerji sistemleri, müşterek kriz sistemleri, farklı enerji türleri ile çeşitlilik sağlanması ve enerji tasarrufuydu. Bu hedefler hâlâ etkinliğini korumaktadır. Bu genel yaklaşıma ilave olarak konulan özel hedefler ise enerji etkinliğini artırmak, benzin tüketim seviyesini düşürmek ve kömür kullanımını artırmaktır. Kronik olarak çok düşük maliyetlere sahip petrol piyasasında yapılması gereken ani müdahale gerekleri ve çevre konularının baskısı nedeniyle, hedeflerin yarısına bile ulaşılamadan özel hedefler güncelliğini yitirmişti.3 Doğal kaynakların işletilmesi ve korunmasına ilişkin karar alma alanında Topluluk etkinliklerinde enerji türlerine göre farklı sorumluluk alanları bulunmaktadır. Atomun barışçıl kullanım maksadıyla parçalanmasına ilişkin görev AAET’nin tekelindedir. AKÇT, kömür sektöründe yükümlülük ve sorumluluk taşırken, AET de elektrik, gaz ve petrolü içine alan geniş bir enerji politikasından sorumludur.4 Kömür Ortak 1 Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği; s. 2. AET’yi Kuran Anlaşmanın 235. maddesi: “Ortak Pazarın işleyişi süresince Topluluk amaçlarından birinin gerçekleştirilmesi için Topluluğun girişimde bulunmasının gerekli olduğunun anlaşılması hâlinde, işbu Antlaşmada gerekli yetkiler verilmemişse, Konsey, Komisyonun önerisi üzerine ve Avrupa Parlamentosunun görüşünü aldıktan sonra oy birliğiyle karar alarak gerekli düzenlemeleri yapar.” şeklindedir. http: // ekutup. dpt. gov. tr/ ab/ antlasma/ at1. pdf (2 Ocak 2006). 3 Paul K. Lyons; What ıs energy Polıcy? EC INFORM - EU Energy Policies towards the 21st Century, s. 5. 4 İbrahim S. Canbolat; Uluslar Üstü Sistem AB Bir Dönüşümün Analizi, İkinci Bası, Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti., İstanbul, 1998, s. 112. 2 68 Pazarı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ülkeleri arasında gerçek anlamda bir dayanışmanın gerçekleştirilmesine yönelik arayışların ürünü olarak kurulan AKÇT’nin önemli bir parçasıdır. Diğer yandan, AKÇT’yi kuran Anlaşmanın 3. maddesinde öngörüldüğü şekilde çeşitli ulusal engellerin ortadan kaldırılarak kömür ve çelik üretiminin bir uluslar üstü otorite denetiminin altında birleştirilmesi genel olarak ekonomik entegrasyonu geliştirici bir unsur olmuştur.5 Bu sektörde politikalar önceleri Ortak Pazar Komisyonu ve Bakanlar Konseyi ile birlikte Yüksek Otorite tarafından yürütülürken 1967’de Yüksek Otorite ile Ortak Pazar Komisyonunun tek Topluluk Komisyonu olarak birleştirilmesinden sonra yürütme görevini Topluluk Komisyonu üstlenmiştir. Bugünkü uygulama böyledir.6 Ancak 1958’den itibaren Topluluk kömür sektöründeki başarılı çizgisinin altına düştü. Bu kez aşırı kömür üretimi sorun olmaya başladı. Talepten çok fazla kömür üretimi karşısında yüksek otoritenin ortak çözüm geliştirmede yetersiz kalışı, üye ülkelerin Topluluğa güvenini de sarstı. Böylece kömür sektöründeki bu gelişmeler Topluluk sisteminde bir gerileme yarattı. Bir anlamda dağıtım bürokrasisi olan Kömür Birliği, söz konusu dönemde Topluluğu olumsuz bir değişimle karşı karşıya getirmiştir. Kömür sektöründe gerilemenin nedenleri; Toplulukta kömür sektöründe uyulması gerekli kuralların üye ülkeler tarafından düzenli olarak uygulanmaması ve buradaki sorunlara tek yanlı çözümler aramalarıdır. Burada da en belirgin etken petrol gibi yeni enerji kaynaklarının kullanıma hazır hâle gelmesi ve uzak mesafeli deniz taşımacılık ücretlerinin düşürülmesi nedeniyle enerji sektöründe rekabetin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yeni durum, üye ülkelerin optimum çözümleri tercih etmelerine neden olmuştur. Örneğin, İtalya bir yandan Amerikan kömürünü uygun koşullarda ithal etmeyi düşünürken, diğer yandan da Orta Doğu’dan petrol sağlamaya yönelik görüşmelerde bulunuyordu. Almanya ve Hollanda, Kuzey Denizi’nden doğal gaz elde etmek için planlar hazırlıyorlardı. Topluluk, özellikle yetmişli yıllarda yaşanan enerji krizinden de dersler çıkararak ortak bir enerji politikası uygulama zorunluluğu hissetmiştir. Büyük ölçüde petrol ithalatına bağımlı olan Topluluk üyelerinin enerji gereksinimlerinin, öncelikle kömür ve nükleer enerjiden karşılanması yolunda çalışmalar başlatılmıştır. Ancak bu da Topluluk ülkelerinin üzerinde anlaştıkları ortak bir enerji politikası için yeterli olmamıştır. Aslında Topluluk anlaşmalarında, Topluluğa bir ortak enerji politikası öngörülmemiştir. AKÇT sadece kömüre yöneliktir. AAET de nükleer enerji alanında sınırlı AR-GE projeleri ile uğraşmaktadır. Ama bununla birlikte Topluluk düzeyinde bir enerji politikası uygulamasına karşı Anlaşmaların getirdiği bir engel de yoktur. Nitekim 1958’de kömür sektöründe baş gösteren krize paralel olarak aynı yıl, bir ortak enerji politikasının hedeflerini ve uygulanış biçimlerini 5 A.g.e. ; s. 192. Burada 1987 Avrupa Tek Senedi ile sağlanan yenilikler ve Parlamentonun katkısı da belirtmek gerekir. 6 69 belirlemek amacıyla bir çalışma gurubu oluşturulmuştur. Bu arada ortak müdahale ilkeleri konusunda bir uzlaşma sağlandığı hâlde, enerji politikası yine üye ülkelerin inisiyatiflerinde kalmıştır. Daha sonraki dönemlerde ortak bir enerji politikası belirlenmesi için Ekim 1968’deki ilk girişimler, Aralık 1968’deki yönlendirme ile Nisan 1973’teki ivedi önlemler çabaları da sonuçsuz kalmıştır. Ancak bu girişimlerin sayesinde sağlanan mutabakat sonucunda ortak bir enerji politikasının ana hatları belirlenmiştir. Topluluğun yeni enerji politikası stratejisi 1974 Mayısında Bakanlar Konseyi, Komisyonun yeni enerji politikası stratejisi yönünde bir karar alarak ortak enerji politikasının hedeflerini belirlemiştir. Ortak enerji politikasına ilişkin bu güçlükler üye ülkelerin birbirlerinden farklı beklentilerinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Fransa bazı Arap ülkeleriyle sıkı iş birliği içinde olduğu için ortak bir enerji politikası ile kendini bağlamak istemiyordu. Diğer yandan İngiltere, Topluluğun tek petrol ihraç eden üyesi olarak petrol ithal eden öteki Topluluk ülkelerinin bu alandaki kararlarında etkili olmak amacındaydı.7 2. 1970-1986 Yılları Arasında AB Enerji Politikası 1973'teki ilk petrol bunalımından önce, AB üyesi devletler, gelişmiş ülkelerin çoğu gibi, enerji tüketimlerinde tutumsuz davranıyorlardı ve ithalata aşırı bağımlıydılar. Petrol bunalımı, enerji arzını dış şoklardan koruyacak bir stratejiye ihtiyaç olduğunu gösterdi. 1980'lerde bir başka ilgi konusu ortaya çıktı: Çevre. Çıkarımdan kullanıma kadar, mevcut enerji sisteminin küresel çevreye çok zararlı olduğu genel olarak kabul edildi. Çevreyi tehlikeye atmadan enerji sistemlerinin nasıl yeniden yönlendirileceği konusu, önemli bir sorun hâline geldi. 1980'lerin sonunda, Enerji piyasaları serbestleşme yönünde ilerlerken ülkeler arasında parçalanmış mevcut piyasaların bütünleştirilmeleri ayrı bir sorun hâline geldi. Enerji iç pazarı, artık artan rekabetin odağı olmuştu. 8 Sömürgecilik döneminin sonuna kadar düşük maliyetlerle enerji kaynaklarını kontrol eden Batı Avrupa ülkeleri, sömürgelerini kaybettikten sonra enerji politikalarında önemli revizyonlar yapmak zorunda kaldılar. 1973-1974 petrol şoku, Avrupa’da önemli etkiler yaparken, aynı zamanda petrol üreticisi olan ABD bu şoklardan Avrupa ülkeleri kadar etkilenmemiştir. Avrupalılar, bu şokların ardından petrol ithalat bağımlılıklarının farkına varmışlardır.9 1970'li yıllarda meydana gelen enerji kriziyle birlikte Avrupa ülkeleri iki engelle karşılaşmışlardır: Birincisi, dışa olan bağımlılığı azaltmak için enerji ikamesi ve enerji tasarrufu alanında yatırım yapmak zorunluluğu; ikincisi 7 8 9 Canbolat; s. 194-196. Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği; s. 2. Havva Çaha; “Avrupa Birliği Enerji Politikaları”, Yeni Türkiye Dergisi, s. 1543. 70 petrol üreten ülkelerin ithal edecekleri malları üreterek uzun dönemde ticaret dengesini sağlamak için seçilmiş ihracat sektörlerine yatırım yapmak zorunluluğudur. İki politika birbirini tamamlayıcı nitelik taşımaktadır. Sonuçta bu Avrupa genelinde büyük yapısal değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle Topluluk ortak bir enerji politikası oluşturmanın gerekliliğine inanmıştır. Daha önce belirtildiği gibi, nihayetinde 17 Nisan 1974 tarihli konsey kararı ile Yeni Enerji Politikası adı altında yeni bir strateji10 oluşturulmuştur.11 Bu strateji 1986 yılına kadar yapılması düşünülen değişiklikleri içermektedir. Bunun için topluluk bünyesinde Enerji Komitesi adı verilen bir kuruluş oluşturulmuştur. Avrupa uzun vadede politika önceliğini Ortadoğu ve Afrika petrolünü ikame edecek enerji kaynaklan bulmaya ve enerji tasarrufunu sağlayacak teknolojik araştırmaların yapılmasını teşvik etmeye vermiştir. Petrole alternatif olarak ilk etapta mevcut kömür madenleri öne çıkmış ve madenlerin kapatma kararından vazgeçilmiştir. İkinci olarak, Kuzey Denizi'nde ve güvenli bölgelerde petrol ve gaz çıkarılmasını sağlamak için kendi ulusal petrol şirketlerine destek sağlamaya başlamışlardır.12 Avrupa ülkeleri enerji ikamesinde üçüncü seçenek olarak nükleer enerjiyi seçtiler ve İkinci Dünya Savaşı sırasında askerî amaçla kullanılan nükleer araştırmalar İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra bu yöne kanalize edildi. Savaşın mağlubu olan Batı Almanya ise barış amaçlı nükleer enerji kullanımına ancak 1954 yılından sonra girebilmiştir. Avrupa ülkelerinin nükleer enerji, nükleer güç konusundaki tutumlarının tamamen bağımlılıkbağımsızlık sorunu çerçevesinde ele alındığı görülmektedir. Savaş sonrası dönemde ABD'nin nükleer teknolojiye hâkim olmasına Avrupalı hükümet adamları kuşkuyla yaklaşmışlardır. Avrupa'nın güvenliğinin ABD'ye bırakılması, Avrupa'nın çıkarının ABD çıkarlarına bağlı olup olmadığı, çıkarlarının farklılaşacağı yerlerde Avrupalıların nasıl davranacakları sorunu gündeme gelmiştir. ABD'nin nükleer güç alanında tekel konumda olması, Fransa'nın Almanya ile ortak hareket ederek ABD'nin nükleer tekel konumunu kaldırmaya yönelik arayışlar içine girmesine yol açmıştır. Nükleer güç alanındaki AR-GE faaliyetleri ulusal bir politika olarak ele alındı. Devletin bu alana destek vermesi Avrupa genelinde kabul gördü. 1973 ve 1986 arasında enerji yoğunluğu13 yaklaşık yüzde 25 oranında artmış, enerji bağımlılığı yüzde 65'ten yüzde 45'e düşmüştür. 1973 yılında 10 Yeni Enerji Stratejisinin başlıca amaçları şunlardır: Enerji kullanımını kısıtlayarak ekonomik büyümenin sınırlandırılması kabul edilemez. Amaç topluluğun enerji kullanımında daha yüksek bir verime ulaşmasıdır. Ekonomik ve siyasal güvenliği korumak için yakıt ithalatını korumak gerekmektedir. Yapılacak ithalatın mümkün olduğunca çok farklı ülkelerden karşılanması sağlanmalıdır. İthalatı azaltmak için kömür petrol ve gazın topluluk bünyesinde daha çok çıkarılmasına gayret edilecektir. Daha etkin bir enerji kullanımı sağlanacaktır. Kömür ve nükleer enerjiye alternatif olabilecek yeni enerji kaynakları bulmak konusundaki araştırmalar desteklenecektir. 11 Rıdvan Karluk; AB ve Türkiye, Genişletilmiş Altıncı Baskı, Beta Basın Yayın Dağıtım, İstanbul, 2002, s. 398. 12 Çaha; s. 1545. 13 Brüt gayrisafi millî hasıla/enerji tüketimi. 71 petrol tüketim oranı yüzde 63 iken 1986 yılında bu oran yüzde 47’ye inmiştir. Elektrik üretiminde petrol ve gaz kullanım oranı yüzde 40'tan yüzde 15'e düşmüştür. Bu süre zarfında topluluğun enerji üretiminde yüzde 70’ten fazla bir artış olmuştur. Bu artış, başlıca petrol (10 milyon tondan 150 milyon tona) ve nükleer enerjiden kaynaklanmaktadır. Nükleer enerji kullanımı 6 kat artmıştır. Nükleer enerjiden üretilen elektrik enerjisi toplam elektrik üretiminin üçte birinden daha fazladır. Bu miktar toplam enerji tüketiminin yüzde 13'üne karşılık gelmektedir. Bu süreç zarfında topluluk, enerjinin üretimi hizmeti ve ekipmanının daha serbest dolaşabildiği ortak bir enerji pazarı oluşturmuştur. 3. 1986-1995 Yılları Arasında AB Enerji Politikası Topluluk 16 Eylül 1986 tarihli Konsey kararıyla 1995 yılına kadarki enerji politikasının amaçlarını oluşturmuştur. Konsey bu kararla, Topluluğun enerji politikası üye ülkelerin enerji sektöründe kendi kendine yetecek tarzda yeniden yapılanmalarını öngörmektedir. Topluluğun 1995 yılına kadar öngördüğü enerji politikası, yeterli enerji arzını sağlamak, enerji fiyatlarının kontrol altında tutulması ve çevreyi koruyucu enerji arayışlarının desteklenmesidir.14 Çevre ve Tek Pazar politikaları 1990’ların başına dek Topluluk seviyesinde oldukça sıkı biçimde takip ediliyordu ve enerji konularında eski arz güvenliği politikalarından daha fazla etkiye sahipti. Daha önce koymuş olduğu hedeflerin 1986’da ara değerlendirmesini Körfez Savaşı ve enerji iç pazarındaki gelişmeler nedeni ile yapmayan Komisyon, 1993-1994’te yeni bir enerji politikasını uygulamasına başladı. Bu gelişmeleri Topluluğun arz güvenliği, sürdürülebilir kalkınma ve rekabet olmak üzere üç temel hedef üzerine inşa edilmiş enerji politikası için önce bir yeşil kitap15 ardından Avrupa Birliği İçin Bir Enerji Politikası başlıklı Beyaz Kitap hazırlanması izledi.16 Beyaz Kitap’la bahsedilen üç hedefe ilave olarak sosyal ve ekonomik kaynaşma, yaşam kalitesi, istihdam yaratılması ve bölgeler arasında dayanışmanın geliştirilmesi de dikkate alındı. Beyaz Kitap, üç kurucu anlaşmada ve AB Anlaşması'nda yer alan enerji konusunda AB'nin bütün mevcut yetkilerini birleştiriyordu. Yetki ikamesi ilkesine göre ancak ulusal politikalar ticaret önünde engeller yaratabildikleri veya AB amaçlarına erişilmesini önleyebildikleri durumlarda AB eylemleri söz konusu olacaktı.17 Kasım 1995’te Konsey, üye ülkeler arası iş birliği ve danışmaya önem verilmesi ve iç pazarın gerektirdiği koşulların oluşması için Topluluk karar 14 Council Resolution of 16 September 1986 concerning new Community energy Policy http://europa.eu.int/eur-lex/lex/en/repert/1210.htm (22 Aralık 2005). 15 Yeşil Kitaplar (Green Papers), enerji, sosyal politika, tek para, telekomünikasyon gibi tek bir alanda bir düşünce ileri sürerek Avrupa düzeyinde bir danışma süreci başlatmak amacıyla oluşturulan belgelerdir. Bu şekilde ortaya çıkan görüşler daha sonra Beyaz Kitaplarda (White Papers) yer alan somut birlik faaliyetlerine dönüşmektedir. 16 Lyons; s. 5. 17 Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği; s. 2. 72 verme mekanizmasını güçlendirecek olan enerji piyasalarının liberalleşmesi konusunda üye ülkelere zorlayıcı tavsiyelerde bulunan yeşil kitaba dayalı olarak, bir ilke kararı (Resolution) benimsedi. Bu ilke kararının ikinci bölümü, Beyaz Kitap’ta18 vurgulanan bir dizi enerji politikası hedefini içermektedir. Böylece bu dönem için belirlenen Topluluk enerji politikası hedefleri: Topluluk içinde rekabet edebilme, istihdam, büyüme, uyum (cohesion) için oluşturulan strateji kapsamında; doğal gaz ve elektrik iç pazarının tamamlanmasını içeren enerji politikalarının müşterekleştirilmesi, Topluluğun var olan enerji yasal düzenlemelerinin düzenli olarak gözden geçirilmesi ve güncelliğini yitirmiş enerji ile ilgili düzenlemelerin uygulamadan kaldırılması, Enerji ve çevre hedeflerine daha etkin biçimde ulaşılabilmesi adına, mali destek enstrümanları, çevre maliyetlerinin ulus üstü yapılandırılması ve bilgi paylaşımı gibi gerekli, pratik ve uygulanabilir araçların kullanılması, İhtiyaç duyulan ve ekonomik, uygulanabilir rakamsal hedeflerin bulunduğu özellikle Trans-Avrupa Şebekeleri kapsamındaki zorunluluk hâline gelen enerji alt yapısının geliştirilmesi, Avrupa Enerji Şartına imza atan ülkeler ve Akdeniz ülkeleri gibi aktörlerle yapılan uluslararası anlaşmaların geliştirilerek, enerji alanında üçüncü ülkelerle daha yakın ilişkiler kurulması ve enerji politikalarının temel değerleri konusunda gerekli diyaloğun geliştirilmesi, Çevrenin korunması ve enerji bağımlılığının azaltılması maksadıyla, ulaştırma tasarrufları ve uygulanabilir olması hâlinde müşterek ısı ve güç üretimi, yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları ile Topluluk sınırları içindeki enerji kaynaklarının kullanımı alanında etkinliğin sağlanması ve sürdürülmesi, Mevcut tedbirlerin geliştirilmesi ve yeni oluşturulanlarla mukayese edilmesi, enerji arzının kesintiye uğraması riskine ve uzun dönemde enerji arzının sürdürülebilirliğinin sağlanması adına (mümkün olduğu hâllerde) Uluslarası Enerji Ajansı ile iş birliği yapılması, Tüm enerji formlarını göz önüne alarak enerji sektörünün stabilizesini sağlamak maksadıyla; kaynakların çeşitliliğini sağlayarak güvenlik, emniyet ve çevre konularına önem veren Topluluğu kuran Anlaşmanın gereklerinin yerine getirilmesi olarak sıralanmıştır. Komisyon Avrupa Birliği için Bir Enerji Politikası19 isimli Beyaz Kitap’ta Topluluk için gelecekte enerji kullanımı hakkında bazı temel parametreleri belirlemişti: Avrupa’nın ithal enerjiye bağımlılığı önemli ölçüde artacaktır. 18 1995’teki Topluluk ortak enerji politikası oluşturmak için yapılan yoğun tartışmalarının ardından, Komisyon Avrupa Birliği için Bir Enerji Politikası isimli bir beyaz kitap yayımladı. European Commission, White Paper; “An energy policy for the European Union” 1995. 19 73 Doğal gaz, yarışacaktadır. yakıt karışımının temel bileşeni olarak petrolle Avrupalı tüketiciler, giderek artan oranda belli noktalardan (gridsupplied) arz edilen enerjiye bağımlı hâle geleceklerdir. Pazarın liberalleşmesi, yenilenebilir enerji kaynakları, teknolojinin etkileri, iklim değişikliği politikası gelecekte kayda değer esneklikler sağlayacaktır. Beyaz Kitap’ın büyük bölümü ve belki de en önemli kısmı Enerji politikasının uygulaması için kılavuz ilkeler isimli bölümüdür. Daha ziyade Topluluk seviyesinde özlü kısa tartışmalara neden olan bu bölümde: “Enerji politikası, diğer tüm Topluluk eylemlerinde olduğu gibi Topluluğun temel anlaşmalarının Pazar entegrasyonu, sürdürülebilir ekonomik gelişme, istihdam yaratma ve vatandaşlar için refah gibi ana hedefleri ile uyumlu ve bu hedeflere katkıda bulunacak şekilde değerlendirilmiştir. Bu kapsamda, rekabet koşullarının sağlanması, enerji arzının güvenliği, çevrenin korunması enerji sektörü ile en çok ilintili hedeflerdir. Bu üç hedefin en az ikisinin oluşma koşulları birbirine tezat olsa da enerji ile ilgili alınacak tedbirlerin etkili olmayacağını düşünmek güçtür. Enerji politikaları mümkün olan her şartta bu hedeflerle uzlaşmış olmalıdır... Topluluk için gelecekteki öncelik, uzun dönemli bir perspektifte yoğunlaşmış Topluluk enerji eylemlerinin sürdürülmesi ve mümkün olan her şartta güçlendirilmesidir... Bu üç hedef zirvede tutulurken sosyal ve ekonomik uyum gibi diğer boyutlar da ihmal edilmemelidir. İstihdam yaratma ve yaşam kalitesi için önem taşıması nedeniyle enerjinin sosyal boyutu daha rekabetçi bir Pazar oluşması adına ihmal edilmemelidir.” Beyaz Kitap’ta gelecekteki enerji politikası için dört temel alan tartışılmıştır: Pazarın entegre edilmesi, dış bağımlılığın yönetilmesi, sürdürülebilir kalkınma ve son olarak enerji teknolojisi ve araştırma. Ayrıca bu alanların her biri için pratik eylemler ve potansiyel politikalar ve mevcut kurallar analiz edilmiştir. Tüm bunlar miatları verilmiş, hedefleri olan bir eylem planı içinde özetlenmiştir. Beyaz Kitap’ın son kısmında Enerji Politikası İçin Araçlar isimli bölümde, destek ilkesi ve uygulanması hâlinde katma değer getirecek eylemler vurgulanmıştır. Ayrıca daha uyum içinde ulusal politikalara ve uyumlaştırılmış bir Topluluk stratejisine doğru adım atılmasına ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Kitabın sonunda geliştirilmiş bir diyalog için bir çerçeve oluşturmak adına çeşitli aktörlerle birlikte üç somut öneri oluşturulmuştur: Paylaşılmış analizler temelinde politik kararların verilebilmesini sağlamak maksadıyla, enerji eğilimlerini gözlemlemek için üye ülkelerin, sanayicilerin ve diğer aktörlerin iş birliği ile bir program geliştirmek, 74 Komisyonun yardımı ve desteği ile enerji sektöründeki önemli ekonomik ve sosyal aktörlerin temsilcilerinden oluşan bir Enerji Danışma Komitesi20 teşkil edilmesi, Konsensüs oluşmuş enerji hedeflerinde üye ülkeler arasındaki iş birliği organizasyonunun sağlanması. Konsey tarafından, Beyaz Kitap’ın yayımlanması konusunda duyulan memnuniyeti belirten kısa bir İlke Kararı (Resolution) 1996’da kabul edildi. Konsey, bu kararda yerellik ve ekonomik-sosyal uyum ilkelerini dikkate alarak rekabet, arz güvenliği ve çevrenin korunması hedeflerine Beyaz Kitap’ta değinilmesinden duyduğu memnuniyetini belirtti. Konsey, “Anlaşmaların tanıdığı yetkiler çerçevesinde, mümkün olan tüm enstrümanların kullanılarak Topluluk enerji hedeflerinin başarılmasının mümkün olduğunu kabul etmektedir. Bu kapsamda: -elektrik ve doğal gaz iç pazarının tamamlanarak, işleyen bir enerji iç pazarı yaratmak, -Rekabetin genel prensiplerine saygılı olmak, -Enerji etkinliği ve yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması için bir standardizasyon programı oluşturmak, -Çevre alanında kapsamlı bir yaklaşım sağlamak, -Trans Avrupa Şebekelerinin geliştirilmesi, -Gelecekteki araştırma programlarına enerji önceliklerini de yerleştirmek, -Dış ilişkilerde kapsamlı bir yaklaşım sağlamak, -Daha etkili bütçe kullanımının sağlanmasına imkân vermek adına daha uyumlu yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji etkinliğinin tanımlanması”. Konsey, aslında Beyaz Kitap’tan önce, Yeşil Kitap’ta belirtilen enerji hedeflerinin ve Topluluk enerji politikasının tüm tarafların katılımı ile ortaklaşa olarak Topluluk seviyesinde belirlenmesini desteklemiş, ulusal enerji politikalarının Topluluk politikası ile birbirini tamamlar şekilde oluşturulması gereğini vurgulamıştır. Üstelik Topluluk enerji kararmekanizmasının enerji durumu konseptine ihtiyaç duyduğunu belirterek Komisyonu üye ülkelerin enerji çalışmalarını organize etmeye davet etmiştir. Yönergenin sonuç paragraflarında yenilenebilir enerji türlerinin kullanılmasına destek verilirken, “Konsensüs sağlanmış enerji hedeflerine odaklanmış olarak Topluluk seviyesinde bir enerji politikası geliştirmek maksadıyla bir rapor” isimli bir süreli yayın çıkarılması istenmiş ve ekonomik göstergelerin izlenebilirliğinin sağlanması için Komisyon önlemler almaya davet edilmiştir. AB Parlamentosu da Komisyonun Beyaz Kitap’ında belirtilen konularına ana dürtü ile aynı kanıda olduğunu ifade eden bir ilke kararı benimsemiş; ancak AB’nin yenilenebilir enerji kaynakları politikasının güçlendirilmesi, Doğu Avrupa’daki güvenli nükleer enerji eylemeleri için bir enerji paneli düzenlemek ve daha düşük seviyede ithalat bağımlılığı hedefi konulması gibi konularda da eylem yapılması çağrısında bulunmuştur. Parlamento ayrıca, Avrupa Yatırım Bankası, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası aktörlerin ev sahipliği ile iyi hazırlanmış bir veya 20 Energy Consultative Committee (http: // europa. eu. int/ comm/ dgs/ energy_ transport/ forum/ index_ en. htm). 75 daha fazla bölgesel enerji konferansının düzenlenmesini ve Phare ve Tacis programlarının fonlarından Doğu ve Merkez Avrupa’daki enerji NGO’larının yararlanmalarını talep etmiştir.21 Topluluk ülkelerinin kamuoylarında, nükleer enerjinin kullanımına karşı bir direnç olması, Topluluğun nükleer enerjiden yararlanmayı öngören politikalarını gerekli destekten yoksun bırakmakla kalmayıp tepki de toplamaktaydı. Bu dönemde Topluluk kamuoyunun bu konudaki tutumu, ortak enerji politikasının geleceği hakkında belirleyici etkenlerden birisi olmuştur.22 1986-1995 yılları arasında Topluluk seviyesinde önceden belirlenmiş 1995 yılına kadar elektrik üretiminde petrol ve doğal gaz kullanım oranını yüzde 15'in altına düşürmek, petrolün toplam enerji içindeki payını yüzde 40 oranında sabitlemek, petrol ithalatını toplam petrol ihtiyacının üçte bir oranında tutmak, Topluluk içindeki enerji teknolojisinin geliştirilmesi gibi spesifik hedefler ile arz güvenliğinin sağlanması, çeşitli bölgelerdeki enerji potansiyellerinin maksimum düzeyde kullanılması ve Avrupalı şirketlerin rekabet edebilirliklerinin yükselmesi için yasal ve idari düzenlemeleri gerçekleştirme gibi genel hedeflere ulaşmak için çeşitli programlar hayata geçirilmiştir. Bunlar: Joule, Thermıe, Save, Altener ve Valoren programlarıdır.23 Bu dönemin bir başka özelliği, Konsey tarafından 1972’de kabul edilmiş ve 1989’a dek nadiren kullanılmış bir yönergenin 1989’da Komisyon tarafından güçlendirilmesinin teklif edilmiş olmasıdır. Komisyonun teklifine göre bundan böyle üye ülkeler öncelikle daha önce konulmuş kuralların uygulamaları ile ilgili yıllık raporlar oluşturacaklar, ardından elde ettikleri tecrübeler ışığında tekliflerde bulunacaklardır. 4. 1995-2000 Yılları Arasında AB Enerji Politikası 1997 yılında yayınlanan yıllık raporların sonuncusunda, eski yönerge kapsamında, Komisyon; rafineri sektöründe kapasite yetersizliğini vurgulayarak hâlâ yapısal bir revizyona ihtiyaç duyulduğunu, doğal gaz altyapısına yapılan yatırımlarda artış olduğunu, elektrik sektöründe yatırımların İtalya, Birleşik Krallık ve Almanya’da yoğunlaştığını, planlanan ve inşa edilen termal enerji üretim tesislerinin toplam uygulanabilir kapasitenin yüzde 70’i civarında olduğunu belirtmiştir.24 Konseyin kararını takiben, Komisyon ilk adım olarak yeni enerji araçlarını uygulamaya koymak için çabuk davrandı. 1996 yılında ortak enerji politika hedefleri için Komisyon tarafından sunulmuş bir öneri taslağı zaten vardı ve Enerji Danışma Komitesi (Energy Consultative Committee) kurulmuştu. Üçüncü enstrüman olarak enerji eğilimlerini izleyebilmek 21 Lyons; s. 8. Canbolat; s. 196. 23 Bu programların detayları çalışmanın bu bölümünde “Enerji Politikası Araçları” başlığı altında verilmiştir. 24 Lyons; s. 6. 22 76 maksadıyla önceden DGXVII’nin25 üzerinde çalıştığı ve 1997’de resmî statü kazanan bir program olan Enerji Çerçeve Programı (Energy Framework Programme) dır. Ekim 1996’da, Komisyon üye ülkelerin üzerinde anlaşabilecekleri ortak enerji hedeflerini içeren, üye ülkelerin bu hedeflere düzenli biçimde ilerleme şeklini değerlendiren ve bilgi değişimi için uygun koşulları sağlayacak taslak bir Konsey Kararı (Decision) hazırladı. Komisyonun önerisi, Parlamentonun görüşü (Parliament’s Opinion) alındıktan sonra 1998’de az da olsa değiştirildi. Değiştirilmiş bu taslak Konsey Kararı (Decision) sadece üç temel unsur içeriyordu. Birinci unsur ile Topluluk ve Üye ülkeler arasındaki enerji iş birliği oluşturularak bir seri enerji politikası prensipleri belirleniyordu. Bu prensipler aşağıda sıralanmıştır: Topluluk seviyesinde oluşturulacak enerji politikası hedefleri, Tek Pazar oluşumunu, sürdürülebilir kalkınmayı, çevrenin korunmasını ve enerji arz güvenliği göz önünde bulundurularak anlaşmalara dayalı olarak belirlenmelidir. Rekabetçi ve açık pazar sisteminin hâkim olacağı Topluluk enerji pazarının entegrasyonu, enerji sektöründe elastikiyetin, etkinliğin ve uzun dönem arz güvenliğinin sağlanması için önemlidir. Entegrasyon sürecinde Üye ülkelerde hem fosil hem de fosil kaynaklı olmayan farklı enerji kaynaklarının karışımı, ekonomik ve sosyal kaynaşmanın güçlendirilmesi ve TENs’lerin aşamalı olarak geliştirilmesine dikkat edilmelidir. Adil rekabet koşullarının sağlanması ve çevre dostu sürdürülebilir kalkınmayı dikkate alarak Topluluğun tüm yakıt biçimlerinin pazarlarında daha etkili olmasını sağlamak maksadıyla daha şeffaf enerji fiyatları oluşturulmalıdır. Anlaşmalarda geçen sürdürülebilir kalkınma çevre ve enerji hedeflerinin başarılı olabilmesi için entegre edilmeleri gerekmektedir. Mümkün olduğu hâllerde tüm enerji üretim ve tüketim maliyetleri fiyatlarda belirtilmelidir. Ekonomik olan ve fosil enerji kaynağı olamayan yenilenebilir kaynaklar ve en üst seviyede güvenlik tedbirleri alınmış nükleer enerji, bu hedeflere ulaşmak adına önemli katkılarda bulunabilir. Geliştirilmiş çeşitlendirme ve Topluluk sınırları içinde mevcut kaynaklarla ithal edilen kaynakların esnekliği yoluyla, çevre dostu önemli miktarda yerli enerji kaynakları ve enerji üreticilerinin güvenliğini sağlayarak enerji arzının güçlendirilmesi, özellikle petrol ve doğal gaz arz kesintilerine daha esnek yanıt verme kabiliyeti sağlayacaktır. 25 Topluluğun politikalarını yürütmekten sorumlu olan ve AB’nin hükûmeti gibi görev yapan Avrupa Komisyonunun sorumluluklarını yerine getirmesi için farklı numaralar verilmiş, Genel Müdürlüklerden oluşan bir idari yapısı bulunmaktadır. AB Enerji politikalarından sorumlu Enerji ve Ulaştırma Genel Müdürlüğünün numarası 17’dir. (DGXVII-Directorate General of Energy Transport). 77 Serbest ve açık ticareti temin etmek ve çevre dostu uygulanabilir teknolojileri kullanabilmek adına enerji yatırımları için güvenli bir çerçevede koordine edilmiş dış enerji ilişkileri oluşturulmalıdır. Üye olmayan ülkelerle iş birliğini geliştirmek enerji arzının güvenliğini artıracak, çevre hedeflerine ulaşılmasını sağlayacak ve optimum enerji teknolojilerinin üçüncü ülkelere transferini mümkün kılacaktır. Hem topluluk hem de üye ülkeler seviyesinde destekleyici tedbirlerin alınması yoluyla yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına geçilmesi bu yakıt türünün 2010’a kadar toplam enerji içindeki payının önemli ölçüde artırılmasını mümkün kılacaktır. 2010 yılına kadar ulusal seviyede ve Topluluk seviyesinde geliştirilmiş iş birliği ile enerji etkinliğinde kayda değer artış sağlanacaktır. İkinci maddedeki enerji hedeflerinin başarılması için birtakım eylemler belirtilmiştir: Üye ülkelerin enerji politikalarındaki gelişmelerin etkilerini izlemek ve değişiklik olduğu hâllerde üzerinde hemfikir olunan enerji hedeflerinde revizyon gerektirebileceği dikkate alınarak küresel enerji durumunu değerlendirmek, Topluluk seviyesinde ve ulusal seviyede enerji alanındaki eylemlerin dikkatle incelenmesi ve en iyi eylemlerin paylaşılması, Enerji politikasının tüm alanlarında enerji ile ilintili tüm bilgilerin izlenmesi, değerlendirilmesi ve değişimi, Enerji alanında iş birliğini, bağlantıyı geliştirmek ve elde edilen sonuçların en geniş manada dağılımının sağlanması, Sürdürülebilir enerji politikaları hedefleri ile ilintili bir vergi veya teşvik sisteminin gelişimi ve hızla kullanımına geçilmesi, (Parlamentonun görüşü alındıktan sonra değiştirilen önergede bu eylemden bahsedilmişti.) Üye ülkelerin aldığı bazı destek tedbirlerini destekleyebilmek adına bazı spesifik Topluluk eylemlerinin gözden geçirilmesi. Üçüncü madde, üye ülkelerin Komisyona her yıl ortak enerji hedeflerine ulaşmak için aldıkları tedbirler konusunda bilgi vermelerini ve aldıkları bilgilerle bir iletişim kâğıdı hazırlamalarını şart koşmuştu. Bu öneri AP’nin Mayıs 1977 görüşünde (Opinion) Parlamentodan tam destek almıştı. Parlamentonun, bazı önerileri öneriye komisyon tarafından dâhil edilirken; Avrupa İklim Ajansı (European Climate Agency) kurulması ve Bir Enerji Tüketim Vergisi konulması gibi bazı önerileri dikkate alınmadı. Konsey, bununla birlikte, kısmen üye ülkelerce pek kabul görmediğinden kısmen de resmî bir kararın (a Formal Decision) kullanımının Konseyin adli müşavirliğince reddedilmesi üzerine, önerinin oluşum sürecinde hiçbir ilerleme kaydedemedi. Adli müşavirlik öneri hakkında şu sonuca vardı: “Karar için yapılan öneri, Anlaşmanın Komisyona Konsey tarafından verilen yetkiler bölümüne 78 uygun değildir ve yasal zemine dayanmamaktadır. Bu yüzden, sırası ile yasal bir kanun için duyulan ihtiyacın tanımlanması ve Komisyonca uygulanacak tedbirlerin belirlenmesi konuları komisyon tarafından tekrar gözden geçirilmelidir.” 1997’nn sonuna dek Komisyon tutumunu değiştirmedikçe öneride Konsey tarafından yapılacak bir değişiklik pek mümkün gibi görünmüyordu. Endüstri ile diyalog için Enerji Danışma Komitesi: Yukarıda detayları verilen Beyaz Kitap’ta önerilen önemli enstrümanlardan birisi, Enerji Danışma Komitesi26 (the Energy Consultative Committee, ECC)’nin, oluşturulmasıydı. Komite 8 Kasım 1996’da, 31 üyesi27 ile resmen kuruldu. Komisyon, Enerji Danışma Komitesinden, Avrupa enerji politikasının uygulanması ve hedefleri için tavsiyeler getirmesini bekliyordu. Kararda, Topluluğun enerji politikası ile ilgili tüm problemlerde Komisyonun Enerji Danışma Komitesine danışabileceği ve Komitenin talep üzerine veya kendi inisiyatifi ile Komisyona rapor sunacağı belirtilmişti. Aslında karar ile Komisyon, Enerji Danışma Komitesinin Komisyonun eylemlerine hangi alanlarda, hâllerde ihtiyaç duyulacağını ve görevini28 açıklamıştır. Komisyon kararının 14. maddesine göre komite üyelerinin çalışmaları gizli tutulacaktı. Komisyon, Enerji Danışma Komitesine tüm ofis hizmetleri desteğini sağlayacak, böylece aktivitelerini izleyebilecekti. Daha 1998’e gelinmeden Komisyon marttan başlamak üzere orijinal kararda belirtilen kurallara bağlı kalarak Enerji Danışma Komitesinin gerçek üyelerini atadı. İlk toplantısı nisan ayında Komitenin başkanlığına atanan Lionel Taccoen başkanlığında üç başkan yardımcısı ile yapıldı. DGXVII’nin Enerji Programlarının Yeniden Yapılandırılması Özellikle Almanya gibi bazı üye ülkelerden gelen Save ve Synergy programlarının bloke edilmesi gibi ciddi baskılardan sonra Enerji Komiseri Christos Papoutsis 1996’da DGXVII tarafından yönetilen çeşitli enerji programlarını tekrar gözden geçirmek zorunda kaldı. Bu sürecin ilk adımı Enerji Politikaları ve Eylemlerini Genel Bir Değerlendirilmesi (An Overall View of Energy Policy and Actions) isimli 20 sayfalık bir haberleşme metninin 26 Energy Competition Committee (ECC) Raison D’Etre, (Statement of Reason). http://www.energy.qld.gov.au/zone_files/ECC/statement_of_reason.pdf (4 Şubat 2006). 27 ECC’nin 31 üyenin 15’i enerji sanayiini, 8’i enerji tüketicilerini, 6’sı enerji sektörü birliklerini, 1’i çevre koruma organizasyonlarını ve 1’i Komisyon’ u temsil ediyordu. 28 Komisyonun enerji politikası önerilerinin uygulanma biçimlerinde tavsiyelerde bulanacağını ve son olarak resmî olarak kabul edilmeden önce Enerji Danışma Komitesinin fikir vermesi gerektiği ifade edilmiştir. Komitenin Komisyon kararında belirtilen çalışma parametreleri, oldukça genel olarak ifade edilmiş, bu konu Komitenin inisiyatifine bırakılmıştır. Üç yılda bir seçilen Komitenin başkanı ve üç başkan yardımcısı (Üç başkan yardımcısından birisi sanayi , birisi tüketicilerden ve üçüncüsü birlik temsilcilerinden seçilecekti.) üçte iki çoğunlukla belirlenecekti. Üye ülkelerin gerektiğinde uzman üye bulundurabilecekleri, maksimum 11 kişiden oluşan çalışma grupları gerektiğinde kurulacaktı. Enerji Danışma Komitesi, Komisyona kendi fikirleri doğrultusunda tavsiyelerde bulunacaktı. Enerji Danışma Komitesi üyeleri oy birliği sağladığı hâllerde, ortak sonuçlar (common conclusions) yayınlarken oy çoğunluğu hâlinde farklı görüşler hâlinde de olsa Komisyona rapor ileteceklerdir. 79 Nisan 1997’de yayınlaması oldu. Bu metnin büyük bir kısmında Beyaz Kitap’ta yer alan dört en önemli öncelikten29 bahsediliyordu. Bunlara ilave olarak Komisyon daha bütünsel bir yaklaşım adına enerji alanında alınan tedbirler kapsamında beş argüman ileri sürmüştü: Madde 235 yetersiz kaldığından enerji konularında açık ve spesifik yasal bir zemine duyulan ihtiyaç, Hem enerji endüstrisi hem de yasal kararları verenler adına mevcut eylemlerin bazen şeffaf olmaması nedeni ile AB enerji politikası uygulamalarında daha fazla şeffaflığa ihtiyaç duyulması, Daha iyi hedeflere ulaşılabilmesi adına, (ilk yapılması gereken tüm politika boşluklarını kapatmak, sinerjiyi cesaretlendirmek, Topluluk önlemlerinde desteklemek dublikasyonlardan kaçınmak) hedeflerin etkinliğini maksimize etmek, Topluluk ile üye ülkeler arasında iş birliği ihtiyacı (amaç tüm üyelerin enerji tercihlerinin Topluluk hedeflerini bütünlemesi ve başarılmasına yardımcı olmasını sağlamak), Tüm ilgili tarafların tam katılımının temini. Bu yaklaşımı aynı yıl içerisinde, birçok taslak yasal öneri paketi ile donatılmış Enerji Çerçeve Programı (Energy Framework Programme, EFP) adı verilen resmî bir öneri takip etti. Madde 235’e dayanılarak oluşturulan bu taslak karar zemininde genel çerçevede bu kararın ana mali elemanları ve uygulayıcıları tanımlanmıştır. Bunun ötesinde: Madde 130 (Chapter Four B) kapsamında enerji etkinliği ve yenilenebilir enerji programları için iki taslak Konsey Kararı, Madde 235 kapsamında, Carnot isimli kömür teknolojisi programı için bir taslak Konsey Kararı 235 madde kapsamında Sinerji programı hakkında taslak bir Konsey Yönergesi hazırlamak; Yasal olmayan iki program, bir Pazar izlenmesi ve içerik incelemesine dayanan bir program ve Nükleer malzemelerin taşınması, nükleer güvenlik alanında iş birliği gibi diğer alanlarda programlar. Enerji Çerçeve Programı(Energy Framework Programme, EFP)’nın yapısı; Komisyon tarafından yapılan öneride, EFP kapsamında, tek esnek bir komite kullanımı şeklinde temel faktör olarak gösterilmişti. Mevcut durumda çeşitli programların uygulanmasında Komisyonu destekleyen farklı komiteler mevcuttu. Bunun ötesinde; Komisyon, bütün komiteler, programlar ve politikalar arasında daha formülize edilmiş bir yaklaşım olabileceğini savunmaktadır. 29 1. Arz güvenliğinin sağlanması ve uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesi, 2. Avrupa Enerji pazarlarının entegrasyonu 3. Sürdürülebilir Kalkınmanın sağlanması ve 4. araştırma ve geliştirmenin sağlanması. 80 AB Enerji Eylemlerinin Mali Boyutu; AB enerji eylemleri konusunda gerek Komisyon gerekse Topluluklar vasıtası ile veya Avrupa Yatırım Bankası kredilerinden yıllara sari olarak önemli tahsisat yapmıştır. Lyons’ın yaptığı çalışmada30 derlediği rakamlara göre; 1994-97 yılları arasında toplam 4 milyar Ecu’nun üzerindedir.31 Enerjiden sorumlu Komisyoner Papoutsis Komisyondan 1998-2002 yılları için 300 milyon Ecu talep ederken, Komisyon bu rakamı32 200,4 milyon Ecu’ya (Nükleer ulaştırma ve güvenlik tedbirleri için artı 12,5 milyon Ecu ilave) indirdi.33 AB Enerji eylemlerinin mali boyutu, enerji politikasının eylem araçları olan AB enerji programlarının verildiği bölümde detaylandırılmıştır. B. AB’nin (2000-2006 arası) Günümüzdeki Enerji Politikası Küresel gelişmeler bağlamında enerji arz problemleri yaşamaya başlayan ve çevre etkisini önemli derecede hisseden AB, 2000’li yılların başında 10-20 yıl içerisinde yaşanacak olası problemler için yeni çözümler üretme arayışına girmiştir. Daha önceki yıllarda yaşanan ve daha ziyade iç etkenlerden kaynaklanan sorunlar, enerji yoğun bölgelere yapılan askerî müdahalelerle başka boyutlar kazanmaya başlayınca Topluluk yeni bir enerji stratejisi oluşturma çalışmalarına başladı. Marcel Rommerts’in34 hazırladığı özel rapora göre, Topluluk inisiyatifi dışında gelişen etkenler, AB’nin yeni enerji stratejileri oluşturmasına daha fazla önem vermesini gerektirmekteydi. Bu yaklaşımların ışığında öncelikle, Avrupa Komisyonu, Avrupa’nın gelecekteki enerji stratejisini ve ortak enerji politikası oluşturmak maksadıyla Avrupa Enerji Arzı Stratejisine Doğru Yeşil Kitap isimli bir dokümanı yayınlayarak geniş tabanlı tartışma başlattı. Komisyonun yayınlamış olduğu Yeşil Kitapta, enerji etkinliğinin artırılması, 30 Main Sources of Finance for Community Energy Actions; Com/97/167. 1994-97 yılları arasında tahsis edilen 4 milyar Ecu’nun dağılımı şöyledir: 1994-96 yılları arasında AKÇT, kömür sektörünün desteklenmesi kapsamında, dengeleme (readjustment) maksatlı 164,7 milyon Ecu, araştırma geliştirme maksatlı 69,6 milyon Ecu ve sosyal tedbirler için 103,2 milyon Ecu olmak üzere toplam 337,5 milyon Ecu tahsis etmiştir. AKÇT, ayrıca 97,3 milyon Ecu kredi imkânı sağlamıştır. AAET, 1997 yılında nükleer güvenlik alanlarında kullanılmak üzere, 15,8 milyon Ecu tahsis etmiştir. 1995-1998 yılları arasında nükleer füzyon güvenliği çalışmaları (Safety of nuclear fusion) için 170,5 milyon Ecu, nükleer füzyon (nuclear fusion) alanında kullanılmak üzere 846 milyon Ecu tahsis edilmiştir. 1995-99 yılları arasında enerji şebekelerinin finansı için ayrılan miktar 182 milyon Ecu’dur. Enerji alanında kullanılmak üzere 1996 yılında üçüncü ülkelere Avrupa yatırım fonundan (garanti bölümü) 182 milyon Ecu, Avrupa Yatırım Bankası kredilerinden 97,3 milyon Ecu, üye ülkelere Avrupa yatırım fonundan (garanti bölümü) 88 milyon, Avrupa Yatırım Bankası kredilerinden 4,975 milyon Ecu kaynak sağlanmıştır. Bu dönemde uluslararası ilişkiler adına 1994-1996 yılları arasında Asya’daki gelişmekte olan ülkelere 20 milyon ve Latin Amerika’daki gelişmekte olan ülkelere 28,5 milyon Ecu ayrılırken, Avrupa Gelişim Fonundan (European Development Fund,Africa/Caribbean) aynı dönem için 18,2 milyon Ecu tahsis edilmiştir. Yapısal fonlardan enerji alanında kullanılmak üzere 1994-99 yılları arasında Topluluk Desteği olarak (Community support) 2,500 milyon Ecu, Topluluk İnisiyatifi (Community Initiatives, Regen and Regis) olarak 534 milyon Ecu kaynak sağlanmıştır. 32 Komisyonun belirtici tahsisatı Analyses (Observatory) için 7,8 milyon Ecu; -International (Synergy) için 36,4 milyon Ecu; -Renewables (Altener) için 81,1 milyon Ecu; Energy etkinliği (Save) için 68,4 milyon Ecu; Katı yakıtlar (Carnot) için 4,1 milyon Ecu; Nukleer güvenlik için 2,6 milyon Ecu; Nükleer emniyet için 12,5 milyon Ecu şeklindeydi. 33 Lyons; s. 11. 34 Marcel Rommerts, Avrupa Komisyonu Enerji ve Ulaştırma Dairesinin yönetici müdürüdür. 31 81 alternatif ulaştırma politikası, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması, arz güvenliğinin otonomisinin sağlanmasının sürdürülmesi ve Topluluk seviyesinde üye ülkelerin genel sorunlarına çözüm bulunması olmak üzere beş alanda inisiyatifi kendisi almıştır. Yeşil kitapta talep tarafından oluşturulan pazarın transformasyonu ve tüketici davranışlarındaki eşsiz değişim için Komisyon birtakım aktif eylemler başlatmayı önermiştir. Örneğin 2000 baharında Komisyon enerji etkinliği ve “Avrupa İklim Değişim Programı” için eylem programını35 kabul etmiştir. Topluluğun enerji politikası, çevre, maliyet ve tek pazar üç ayağı üzerine oturtulmuş ortak bir yaklaşıma sahip olması nedeniyle, her bir üyenin izleyeceği enerji politikası diğer üyeleri de etkilemektedir.36 15 üyeli AB ortak bir enerji stratejisi uygulayamazken, son genişleme kuşağı ile Topluluğun enerji politikası yeni bir boyut kazandı. Daha yoğun enerji kullanan 10 yeni üyenin Topluluğa katılımının Topluluk seviyesinde ithalat bağımlılık oranının artırması gibi olumsuzlukların yanında, enerji etkinliğinin artması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım oranlarının yükselmesi gibi olumlu etkileri de olmuştur. Genişleme sonrasında Topluluğa katılan yeni üyelerin enerji problemleri, kendi aralarında benzerlik gösterse de eski üyelerden farklı olması nedeniyle, Topluluk adına yeni çözümler üretilmesini gerektirmiştir. Tablo-1 AB’de Enerji İthalat Bağımlılığı (2005 yılı) (%) Yakıt Cinsi Yüzde Katı Yakıtlar 30,1 Sıvı Yakıtlar 76,5 Doğal Gaz 49,5 AB 15 49,4 AB 25 29,9 Kaynak: European Commission, European Energy and Transport Trends to 2030, January 2003 s. 112 Topluluk için aynı zamanda kısa ve orta vadede enerji arz şartlarını etkilemede de güçlüler çekilmektedir. Topluluk gaz ve petrol üreten ülkelerle iyi ilişkiler kurma ve enerji arzını güvence altına alma gayreti içindedir. Ortak 35 Hâlâ bu planda önerilenler uygulamadadır. Binaların enerji performansları ile ilgili bir Konsey direktifi onaylanmak üzeredir. Komisyon son olarak Parlamento ve Konseyde tartışılmakta olan ısı ve güç kombinasyonu hakkında bir önergeyi kabul etmiştir. 36 Marcel Rommerts; "New Challenges to Energy Security”, Special Report, Shaping an EU Energy Strategy Has Become More Urgent, http:// www. ciaonet. org/ olj/ ea/ 2003_ winter/ 2003_winter/html. (17 Ekim 2005). 82 çözüm arayışları içerisinde stratejik petrol ve doğal gaz stokları37 oluşturma süreci devam etmektedir. Aynı zamanda enerji arzının sürekliliği için ikmal ulaşım imkânlarının güçlendirilmesi önem kazanmaktadır. Topluluğun enerji ithalatına 2000’li yıllarda bağımlılığı (Tablo-1)’de verilmiştir. Gerekli ve etkili önlemler alınmaması hâlinde gelecekte daha da artacağı değerlendirilmektedir. Çevre etkilerinin ulusal sınırlar aştığı dikkate alındığında, Topluluk seviyesinde ortak bir yaklaşımın gereği ortaya çıkmaktadır. İklim değişikliği kapsamında, artan emisyon miktarları Kyoto Protokolünün getirdiği yükümlülükleri sağlamayı zorlaştırmaktadır. Söz konusu protokole göre 1990’lardaki emisyon miktarının 2030’da yüzde 8 oranında azaltılması gerekmektedir. Gerekli tedbirler alınmazsa yakın gelecekte Toplulukta emisyon oranı yüzde 5 artacaktır. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin hedeflerini ortaya koyan bir direktif geçen yıl kanun hâlini almıştır. Üyelerce bu hedeflere ulaşılması hâlinde yenilenebilir enerji kaynakları ile üretilen yüzde 22 AB elektrik tüketimi 2020’de yüzde 14’e düşecektir. Ulaştırma sektöründe bu eğilimin devam etmesi hâlinde emisyonlar 1990 yıllarına göre 2010’da yüzde 40 oranında artacaktır. Bunu engellemek için demir yolları yeniden canlandırılmalı, özel araç kullanımı rasyonelleştirilmeli ve kara yolu ulaştırma sektörü yeniden organize edilmelidir. Komisyon 2002’de “Avrupa 2010 yılı Ulaştırma Politikası İçin Beyaz Kitap” yayımlamıştır. Bu kitapta Komisyon, alternatif motor yakıt stratejisini teşvik ederek ve kara yolu taşımacılığında vergilendirme yoluna giderek, 2010 yılına kadar kara yolunda biyo-yakıtların oranının yüzde 6’ya çıkarılmasını öngörmüştür. Bu öneri hâlâ Konseyde ve Parlamentoda tartışılmaktadır. Bununla birlikte orta ve uzun vadede doğal gaz ve hidrojenin yakıt olarak kullanımının otomotiv sektöründe yaygınlaşacağı tahmin edilmektedir. Komisyon rüzgâr enerjisinde elde edilen başarıdan bahsederken toplam enerji tüketiminde yenilenebilir enerji oranının 2010’a kadar yüzde 6’dan, yüzde 12’ye çıkarılmasını içeren bir plan hazırlamaktadır. Pratikte daha etkin olunabilen yerleşim birimlerinde ve ulaşım sektöründe önemli ilerlemeler kaydedilmişse de Topluluk seviyesinde yasal düzenlemeler yapılması, enerji talebinin düşürülmesi ve tüm üyelerin üzerinde uzlaştığı yeni inisiyatiflere ihtiyaç bulunmaktadır. Geliştirilmiş enerji etkinliği şimdiden enerji talebinin düşürülmesine önemli katkılarda bulunmuştur. 16 Eylül 1986 tarihli Konsey kararında 1995 yılına kadar Topluluğun seviyesinde gerçekleştirilmesi hedeflenen enerji politikasının amaçları38 ortaya konulmuştur. Söz konusu Konsey kararında Topluluğun enerji politikasının esasını üye ülkelerin enerji sektöründe kendi kendine yetecek 37 Stratejik petrol ve doğal gaz stokları ile ayrıntılı bilgi bu bölümde ayrı bir başlık altında detaylı olarak verilecektir. 38 1995 yılına kadar petrol tüketimi toplam enerji tüketiminin yüzde 40’ına düşürülmeli ve net ithalatı da Topluluğun toplam enerji tüketiminin üçte birine indirilmelidir. Katı yakıt kullanımı teşvik edilmelidir. Doğal gazın enerji dengesi içindeki yeri korunmalı ve enerji kaynaklarında güvenilirlik sağlanarak bunlar çeşitlendirilmelidir. Yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları geleneksel enerjinin yerine konmalıdır. 83 şekilde yeniden yapılandırılması oluşturmaktadır. Kararda tüm enerji sektörlerinde enerjinin etkin kullanımının sağlanmasına ve enerji tasarrufunun önemine dikkat çekilmiştir. Komisyon, üye ülkelerin kararda belirtilen hedeflere ulaşma seviyesi hakkında Konseye düzenli olarak rapor verecektir.39 Günümüzde AB enerji politikasının40 amaçları: Rekabet gücü, enerji arzının güvenliği ve çevrenin korunması arasında bir dengeye vararak, toplam enerji tüketiminde kömürün payını korumak, Toplam enerji talebinde doğal gazın payını artırmak, Nükleer enerji santralleri için azami güvenlik şartları tesis etmek ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırmaktır. C. AB Enerji Politikasının Geleceği Topluluğun enerji politikasının geleceği Topluluğun siyasi bütünleşme sürecinde elde edeceği başarı, ABD’nin enerji bölgelerinde izlediği stratejiler, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer enerji konularında izleyecekleri politika, çevre konularında yaşanan olumsuz etkiler ve son olarak teknolojik gelişmelerle fosil yakıtlara alternatif enerji biçimlerinin üretilmesi gibi etkenlere bağlı olacaktır. Komisyonun öngörüsü, gerekli ve etkili önlemler alınmaması hâlinde Topluluğun enerji ithalatına bağımlılığının petrol ve doğal gazda 2030’larda yüzde 70’lere çıkacağı şeklindedir. (Tablo- 2) Tablo-2 AB’nde Enerji İthalat Bağımlık Öngörüsü (%) Yakıt Cinsi (yüzde) 2010 2020 2030 Katı Yakıtlar 37,4 51,8 65,7 Sıvı Yakıtlar 81,4 86,1 88,5 Doğal Gaz 61,4 75,3 81,4 Toplam 53,3 62,1 67,5 AB 15 54,3 62,9 67,8 AB 25 45,7 56,7 65,2 Kaynak: European Commission, European Energy and Transport Trends to 2030, January 2003 s.112 2000’li yıllarda değişen küresel dengeler kapsamında Komisyonun Topluluğun enerji politikası ile ilgili açıklamaları yakın gelecekte enerji konularında daha etkin eylemlerin gündeme geleceğinin göstergesi olarak gösterilebilir. Komisyon Başkanı Barrosso AB’nin enerji pazarının hızlı bir 39 40 Karluk; s. 398. Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği; s. 2. 84 şekilde reforma tabi tutulması gereğinden bahsederek, aksi takdirde enerji arzının güvenliğinin ve sürdürülebilirliğinin sağlanamayacağını ifade etmiştir. Yeni bir enerji çağına girildiğini, talebin arttığını, Avrupa rezervlerinin azaldığını, enerji yatırımlarının yetersiz olduğunu ve iklimin olumsuz yönde değiştiğini ifade eden Jose Manuel Barroso’ya göre Fransa, İspanya, İtalya ve Almanya ana enerji sağlayıcılarını kontrol edebilmek için savaşmaktadır. Oysa üye ülkelerin 25 farklı ve koordinesiz enerji politikası yerine tek bir sese ihtiyacı bulunduğunu ve bu yaklaşımın realiteye dönüşmesi için yapılacak tartışmalarda hiçbir tabunun olmaması gerektiğini savunmaktadır. 2006 kışında Rusya ve Ukrayna’dan kaynaklanan enerji kesintisi nedeniyle, birkaç AB üyesi ve bu ülkelerle yaşanan siyasi kriz, Avrupa enerji pazarını sarsarken, Fransa ve İspanya’nın yabancı enerji şirketlerini yerli olanların lehine olacak şekilde bloke etmesi gibi somut gelişmeler Topluluk seviyesinde bir enerji düzenleme kurulunun oluşturulması ve bir Avrupa Tek Enerji Şebekesi tanımlamasının gündeme gelmesine neden oldu. Komisyon Başkanı Barosso’nun AB-Rusya enerji ilişkisini, toplam tüketiminin yüzde 40’ını Ukrayna üzerinde boru hattı ile Rusya’dan ithal edildiği bu ülke ile karşılıklı bağımlılık (Interdependence) şekilde nitelendirmesi, AP’de konuşan İngiltere Başbakanı Tony Blair’in petrol ve doğal gaz bağımlılığının yüzde 90’lara varacağını ve enerji kaynaklarının iletilmesi için alt yapının yetersiz olduğunu ifade etmesi, Topluluk adına en yetkili kişiler tarafından yapılmış olması nedeniyle enerji politikasının yetersizliğinin en üst seviyede itirafı şeklindedir. İngiltere Enerji Bakanı Malcolm Wicks’e göre enerji alt yapısının Topluluk seviyesinde ülkeler ve şirketler tarafından revizyonu için 1 Trilyon Euro’ya ihtiyaç bulunmaktadır. Bu kapsamda derhâl eylem için yeni bir ajandaya ihtiyaç duyulmaktadır.41 Tüm bu yaklaşımlar kapsamında AB, içlerinde İngiltere’nin de bulunduğu 17 ülkeyi42 Topluluğun enerji pazarında rekabetin sağlanması için koyulan önlemlere uymadıkları için uyardı43 Üye ülkeler 2007’ye kadar ortak enerji stratejisi kapsamında enerji pazarlarını tamamen serbestleştirmek durumundadırlar. Son enerji politikasının AB için Yeni Bir Enerji Politikası (The EU's new Energy Policy for Europe,EPE) şeklinde adının resmen konulduğu 23 ve 24 Mart 2006 tarihleri Barroso’ya göre ortak bir enerji politikasının artık doğduğu tarihtir. 2007’nin ortalarına kadar tek bir gerçek elektrik ve doğal gaz pazarı oluşturulması, 2015’e kadar yenilenebilir enerjinin yüzde 15 biyoyakıt kullanımının yüzde 8’e çıkarılması, 2020’ye kadar genelde yüzde 20 daha az enerji kullanılması gibi bu enerji politikasının koyduğu somut hedeflerdir. Bu hedeflerin yanı sıra politikaya dış ilişkiler boyutu kazandırılmış ve Rusya, Hazar Bölgesi, Kuzey Afrika ülkeleri ile ikili ilişkiler için Javier Solana ve üye ülkelerden önerilerini sunmaları istenmiştir.44 41 EU calls for joint energy policy http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/4785474.stm (4 Mart 2006). 42 Avustuya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Almanya, Estonya, ispanya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, İrlanda, Italya, Litvanya, Letonya, Polanya, İsveç, Slovakya, Birleşik Krallık. 43 EU warns 17 states on energy laws, http://news.bbc.co.uk/1/hi/business/4875164.stm (4 Mart 2006). 44 Andrew Rettman; EU's new energy policy born, http://euobserver.com/9/21233 (24 Mart 2006). 85 Sonuç Yerküredeki fosil enerji kaynaklarının yaklaşık yüzde sekseninin bulunduğu bölgeler olan Irak ve Afganistan’a yapılan son müdahaleler, şimdiye dek daha ziyade ekonomik boyutta süren enerji mücadelelerinin, sıcak savaş noktalarına taşındığını göstermektedir. Bu küresel gelişmeler, Topluluğun yakın gelecekte enerji politikalarına daha önce hiç olmadığı kadar yoğunlaşacağını göstermektedir. Topluluk için asıl mücadele, üye ülkelerin enerji konularında egemenlik yetkilerini devrederek Topluluk seviyesinde bir enerji politikası oluşturmasında olacağı değerlendirilmektedir. Bu kapsamda, AB’nin yeni enerji politikasının öncelikleri; enerji arz güvenliğinin ve sürekliliğinin sağlanması, çevre konularına duyarlı olunması, enerji etkinliğinin artırılması olacaktır. Doğal olarak Topluluğun enerji politikalarında elde edeceği başarılar ve enerji politika seçimleri küresel aktörlerin enerji politikalarında ve uluslarası ilişkilerde önemli etkiler yapacaktır. Abstract: The political system which came out as a single-poled structure after the cold war, brought a global economical system in which capitalism has announced its absolute victory. In a capitalist system it is impossible to survive without obtaining cheap and continuous energy, which is one of the most important cost elements. The European Union which started out with a goal of economical unification in the 1950s, became one of the most important gloabal actors after the last expansion generation. For the union which changed in a great extent compared to its starting years, the energy gained an importance like it never had before because of the continuously increasing import dependence. In this respect, the EU energy policy which shows the approach of the Union to the energy subject, has changed as a result of the Union’s expansion and deepening process. Keywords: Energy, EU, Capitalizm, Globalization, Enegy Policy. 86 NİHAİ STATÜSÜNÜN BELİRLENMESİ AŞAMASINDA KOSOVA Altuğ GÜNAL∗ Giriş Yıllardan beri süregelen Kosova meselesi, Balkanların coğrafik, tarihî, etnik, dinsel ve sosyal koşullarının kompleks özelliklerini taşımaktadır. Zaten “Balkan” kelimesi de dünya dillerinin önemli bir kısmında “etnik çeşitlilik, çok kültürlülük ve bu karışıklıktan doğan çatışmaları tek kelimede anlatan bir kök hâline gelmiştir. Daha önce de birçok kez sorun yaşanan bölgede son büyük kıvılcım, Kosova Savaşı’nın 600. yıl dönümünde Miloseviç’in Kosova ovasında yaptığı konuşmada, Kosovalı Sırpları Arnavutlardan koruyacağı sözü vermesi sonucu parlamıştır. Yaklaşık bir milyon Sırp’ın katıldığı gösterilerde, önceden hazırlanmış bir mizansenle sıradan bir Sırp vatandaşın, Miloseviç’e seslenerek Arnavutları şikâyet etmesi üzerine Miloseviç: “Bir Sırp’a kimse zarar veremez.” demişti. Kosova gibi Sırplar için hayati önemde olan bir yerde böyle bir söylemin Sırplar’daki milliyetçi duyguları coşturması ve onları büyük liderlerine sorgusuzca bağlatması şaşırtıcı değildi.1 Sırbistan’a bağlı Kosova, Sırplar için kutsal bir bölgedir. Balkanlardaki Arnavut nüfusun önemli bir bölümü de yüzyıllardır Kosova’da yaşamaktadır. Zaman içerisinde nüfusu daha da artan bu Arnavut halk şimdi bağımsızlık istemektedir. Sırplar ise bu bölgenin kendilerinden ayrılmasına asla müsaade etmeye razı değildir. Yugoslavya’nın son iki mirasçısı Sırbistan ve Karadağ’ın da birbirinden ayrılmasıyla Kosova meselesinde, Balkanlarda ve hatta belki de tüm dünyada yeni bir dönemece girilmiştir. Karadağ’ın bağımsızlığıyla, sadece 13.812 km2 büyüklüğünde, 672 bin nüfuslu bağımsız bir mini devletin doğması, Balkanlarda yeni bir deprem dizisinin tetiklenmesine; ayrılıkçı hareketler ve bağımsızlık hayallerinin kamçılaması tehlikesine yol açmaktadır. Buna ilaveten bir de Kosova’nın Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesi durumunda gelişmenin; Makedonya’nın doğu ve kuzeyindeki Arnavutlara, Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhazya’ya, İspanya’da Bask ve Katalonya bölgelerine, Moldova’da Transnitri’ye ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki daha birçok bölgeye emsal oluşturması kuvvetle muhtemeldir. Bunun sinyalleri şimdiden gelmeye başlamıştır. İngilizcede iki tür patlama vardır. Birisi örneğin hava dolu lastiğin çevresine zarar vermeden içeri doğru çökerek patlaması (implosion); diğeri ise içi mühimmat dolu bir cismin, dışarısını da tahrip edecek şekilde patlamasıdır (explosion). Kosova sorunu yüzünden Balkanların da patlaması kuvvetle muhtemeldir; fakat bu patlamanın hangi şekilde olacağı önem ∗ Ege Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Devletler Hukuku Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi. 1 Bengi Muzbeg; “Büyük Hayal Küçük Son”, Radikal, (26.03.2006). 87 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 kazanmaktadır.2 Çalışmamızda Kosova’nın geçmişteki ve bugünkü durumu hakkında bilgi verildikten sonra, Balkanların genel çerçevesi içerisinde, bölgenin 2006 yılı sonunda kesinleşmesi beklenen nihai statüsü ve bunun muhtemel sonuçları ile ilgili yorum ve değerlendirmelerimize yer verilecektir. A. Kosova’nın Kısa Tarihçesi Kosova’nın ilk yerleşimcileri Arnavutların ataları olarak kabul ettikleri İlliryalılardır.3 Bölge, milattan önce 300 yılında Büyük İskender tarafından fethedilmiş ve Truva’nın bir eyaleti hâline gelmiştir. Slavlar Tuna nehrini geçerek VI. yüzyılda Balkanlara ve Kosova’ya gelmiştir. Göç eden bu Slavlar; bugünkü gibi Sloven, Hırvat ve Sırp olarak üçe ayrılmaktadır. 1190 itibariyle Kosova, Orta Çağ Sırp Devletinin idari ve kültürel merkezi hâline gelmiştir.4 Hanedanlık 200 yıl yaşamış ve 1389’da ünlü Kosova Savaşı’nda Sırp ve müttefiklerinin yenilgisi sonucu Kosova Osmanlıların eline geçmiştir. Bu dönemde çok sayıda Arnavut, Kosova’ya göç etmiş ve Ortodoks Kilisesinin öncülüğünde direnen Sırpların aksine Hristiyanlık’tan İslam dinine geçmiştir. XVII. yüzyılda Osmanlılar karşısındaki askerî yenilgileri sonucu çok sayıda Sırp Kosova’yı terk etmiş ve Sırpların ağırlık merkezi Belgrad bölgesine kaymıştır.5 1878 Berlin Konferansı’nda Kosova’nın büyük bir kısmı Sırbistan ve Karadağ’a verilmiştir. Bu karar, konferanstan önce başlamış olan baskıları artırmış ve Nis, Leskovik ve Toplika gibi bölgelerin nüfusu Türkiye'ye göç etmeye zorlanmıştır. Bugün de bu bölgelerde yaşayan çok az sayıda Müslüman Arnavut kalmıştır. Sırplar ve Arnavut kökenliler arasında bölgenin denetimi için yaşanan rekabet XX. yüzyıl boyunca sürmüştür. Aradan geçen yüzyıllarda etnik denge Arnavutlardan yana değişirken, Kosova, özellikle destansı şiirlerde de örnekleri görüldüğü gibi Sırbistan’ın altın çağının simgesi hâline gelmiştir. 1913 Londra Konferansı’nda Balkanların haritası yeniden çizilmiş ve Kosova Sırbistan’a verilmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından imzalanan anlaşmalarla çizilen Balkan haritasında Arnavutluk ilk kez bağımsız ve egemen bir devlet olarak ortaya çıkmıştır; fakat Balkanlarda önemli bir nüfus olan Arnavutlar tek bir devlet çatısı altında birleştirilmek yerine, çeşitli devletler içinde dağınık bırakılmıştır. 1960’larda bölgede Arnavut ulusal kimliği göreceli olarak bastırılmış, bu da Belgrad’ın Arnavutlara karşı 2 Benzetme 25.02.2006 tarihli Radikal gazetesinde Gündüz Aktan’ın, “Nasıl Patlayacak” isimli makalesinde Irak için kullanılmıştır. 3 Arnavutların ataları olduğu ileri sürülen eski bir Güney Avrupa Irkının ülkesi. Anthony D. Smith; Millî Kimlik, Çev.: Bahadır Sina Şener, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s. 226 . Nuray Bozbora; ‘‘Arnavutların Kökeni’’, Balkanlar El Kitabı, c. 1, Der: Osman Karatay & Bilgehan Gökdağ, Ankara, Karam&Vadi, 2006, s. 261. 4 Orta Çağda Sırp Devleti hakkında bk.: Ayşe Kayapınar & Levent Kayapınar; ‘‘Ortaçağda Sırplar ve Devletleri’’ Balkanlar El Kitabı, c. 1, Der.: Osman Karatay & Bilgehan Gökdağ, Ankara, Karam&Vadi, 2006, s. 129-138. 5 Richard Jansen; ‘‘Albanians and Serbs in Kosova an Abbreviates History’’, http://lamar.colostate.edu/~grjan/kosovohistory.html, s. 1-4 (04.04.2006). 88 tutumunun yumuşamasını sağlamıştır. Böylece Arnavut kökenliler Kosova ve Yugoslav yönetimi içinde yer edinebilmeye başlamıştır. Kosova gerek Sırpların, gerekse Arnavutların kültürel kimlikleri açısından büyük önem verdikleri bir bölgedir. Kosova altı yüzyıldan fazla bir süre Sırp millî kültürünün merkezi olmuştur. Sırpların devletlerinin doğduğu yer olarak kabul ettikleri Kosova ile ilgili sayısız şiir, roman, hikâye, destan, Sırp edebiyatında büyük yer tutmakta ve Sırp çocuklar okullarda bu şiirler ile yetişmektedir. Dolayısıyla Kosova ile ilgili yoğun hisler Miloseviç ile doğmuş değildir. Yine de bugünkü modern Kosova’nın, Tito zamanında oluştuğu söylenebilir. Zaman içerisinde sosyalizm ve komünizmin yerini milliyetçiliğin alması ile zaten Yugoslavya içerisinde birçok özgürlük elde etmiş olan Kosova bölgesinde ayrılık talepleri güçlenmiştir. Kosova 1970 anayasası ile ayrılma hakkı hariç diğer cumhuriyetlerin sahip olduğu tüm haklara erişmişti. Ayrıca Priştine Üniversitesi, Yugoslavya’nın en iyi üniversitelerinden biri hâline gelmişti ve birçok bölgeden Arnavutların bir araya gelmesi ile entelektüel bir birleşmeyi de sağlanmıştı. Fakat Arnavutların koruyucuları olarak gördüğü Tito’nun ölümü sonrası artan bağımsızlık talepleri, Belgrad’ın sert tepkisiyle karşılanmıştır. Arnavut milliyetçiliği, Sırp milliyetçiliğinin de artmasına yol açmış ve bu da Miloseviç’in yönetime gelmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. 1989’da, Kosova Savaşı’nın 600. yıl dönümünde Kosova’nın özerkliğinin feshedilmesinden sonra, tüm Kosova kurumları yer altına geçmiş ve 10 yıl içinde biri resmî olan ve Sırbistan tarafından kontrol edilen, diğeri ise dış Arnavutların maddi desteğiyle Arnavutların kontrolünde olan iki paralel yönetim oluşmuştur. Balkanlar’da XIX. yüzyıldan itibaren, ulus duygusunu geliştirmek ve güçlendirmek konusunun aciliyeti, beraberinde, en iyi bakış açısıyla türdeş bir ulus-devlet kurabilmek yolunda engel olarak, kötü bakış açısıyla ise, “düşman komşunun beşinci kolu”6 olarak görülen azınlıklardan kurtulma isteğini getirmiştir. 1945’te federal ve çok uluslu temelde yeniden kurulan Yugoslavya bu gelişmelerden yoğun olarak etkilenirken, Kosova bu deneyimi en pahalı ödeyenlerden olmuştur. B. Yugoslavya Tecrübesi Curtis’in deyişiyle, “Yugoslavya kompleks bir tarihin kompleks bir ürünüdür.”7 Yugoslavya fikri; Sloven, Hırvat, Sırp ve Boşnakların akraba halklar olduğu ve bir arada, ortak bir devlet içerisinde iyi şekilde yaşayabileceği üzerine kurulmuştur.8 6 Stefanos Yerasimos; Milliyetler ve Sınırlar: Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, Çev.: Şirin Tekeli, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s. 35. 7 Library of Congress-Federal Research Division; Yugoslavia: A Country Study, Ed : Glen E. Curtis, Üsküp, 2000, http://lcweb2.loc.gov/cgi-bin/query/r?frd/cstdy:@field(DOCID+yu0012) (08.06.2004). 8 Sabrina P. Ramet; ‘‘The Dissolution of Yugoslavia: Competing Narratives of Resentment&Blame’’, s. 1 : http: // www. cla. purdue. edu/ academic/ history/ facstaff/ Ingrao/ si/ Team2Report. pdf (21.03.2005). 89 1. Yugoslavya’nın Yapısal Özellikleri Hem ilk Yugoslavya’nın Sırpçı baskı politikasının sonuçlarını, hem de Çetnik şovenizminin ve Ustaşa faşizminin taze yaralarını kapatmak isteyen; fakat zaten gücünü ulusalcı olmayan, uluslar-üstü çizgisinden alan Halk Cephesi yönetimi, üniter ve ulusal olmayan bir devlet yapısı oluşturmayı amaçlamıştı.9 Yüklenen bu tarihsel misyonu yerine getirebilecek bir model olarak, federatif bir devlet yapısı oluşturuldu. Bu uluslar, farklılıklarına rağmen bir arada yaşamak istiyorlarsa, bunun tek yolunun federasyon olduğunun farkındaydı.10 Yugoslavya, altı Cumhuriyet ve iki otonom eyaletten oluşan bir federasyondu. Cumhuriyet olarak kabul edilenler; Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Bosna-Hersek ve Karadağ iken; otonom eyalet olarak kabul edilenler ise Voyvodina ve Kosova idi. Her cumhuriyet, kendi özelliklerini yansıtacak şekilde, federal anayasayla uyum içerisinde kendi anayasalarını uygulayacaktı.11 Cumhuriyetlerden Slovenya dışında hiçbiri ulusal esasa dayanmıyordu ve hepsinde önemli miktarlarda azınlık yaşıyordu. Cumhuriyetlerin tekil ulusal varlığa ve üniter özelliğe dayanmayan yapısı, ulusal olmayan bir birlik ve beraberliğe imkân tanıyordu. Yugoslavya’da kimlik ayrımını oluşturan tarihsel geçmişin, geleneğin ve dilin dışında çok önemli bir faktör de din ve mezhep ayrılığıydı. Doğuda kalan Sırplar Hırvatların Katolikliği benimsediği yıllarda Ortodoksluğu benimsemişken; Arnavutlar, Osmanlı yönetimi altında İslam dinini kabul etmiştir.12 Genel konuşulursa Yugoslavya’nın kuzeyi Katolik, doğusu Ortodoks ve güneyi de Müslüman’dı. Eski Yugoslavya’da en büyük iki milliyetten biri olan Arnavutların kullandıkları dil de Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur; fakat Slavca değildir. Bunun dışında da Sırplar ve diğer Slav ulusları ile aralarında birçok bakımdan farklılık bulunur.13 Osmanlılara karşı ulusal kimlik oluşturma mücadelesine girmeyen ender Balkan uluslarından olan Arnavutlar, son dönemlerine kadar Osmanlı hâkimiyetinin Balkan yarımadasında mümkün olduğunca devam etmesi için çalışmıştır. Arnavutluk, Balkanlarda Slavlığın ulaşamadığı bir yer olmuştur.14 Kosova’da çoğunluk oluşturan Arnavutlar 9 Tanıl Bora; Bölgeler, Sorunlar, Yugoslavya: Milliyetçiliğin Provokasyonu, İstanbul, Birikim Yayınları, 1995, s. 80. 10 Vojislav Kostunica; “The Constitution and the Federal States”, Yugoslavia: A Fructured Federalism, Ed: Dennison Rusinow, Washington, The Wilson Center Press, s. 89. 11 Mitja Zagar; “Yugoslavia : What Went Wrong?Constitutional Aspects of the Yugoslav Crisis from the Perspective of Ethnic Conflict”, The Lessons of Yugoslavia, Ed : Metta Spencer, Oxford: JAI, 2000, s. 79, 81. Nicholas V. Gianaris; Geopolitical and Economic Changes in the Balkan Countries, London, Praeger, 1996, s. 91. 12 Daniel J. Elazar; Federal Systems Of The World : A Handbook Of Federal, Confederal And Autonomy Arrangements, Harlow, Longman Current Affairs, 1991, s. 349. İrfan Kaya Ülger; Yugoslavya Neden Parçalandı?: Balkan Dramının Perde Arkası, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2003, s. 16, 29. Gianaris; s. 84. 13 Zagar; s. 89. 14 Karatay& Gökdağ; s. 4 90 üzerinde Sırp baskısının yoğunlaşmasında bu tarihsel arka plan da önemlidir. Nitekim Sırplar kendi ulusal kimliklerini canlı tutmak için Osmanlı yönetimi zamanını ve 1389 Kosova yenilgisi hatıralarını canlı tutmaktadır.15 Eski Yugoslavya’da, Tito’nun kurduğu serbestinin de yardımıyla Sırp milliyetçiliği ülke genelinde hâkimiyet kurup üniterizme yaklaşmayı, Kosova’daki Arnavutlar ise, Arnavutluk’la birleşmeyi hayal etmiştir. Bosnalı Müslümanlar16 ayrı bir ulus kimliği oluşturmaya çalışmış, Karadağlılar ise ayrı bir ulus kimliği yerine Sırplarla hareket etmeyi tercih etmiştir.17 Yugoslavya, bir ulusun diğerleri üzerinde egemenlik ve baskı kurmasını engellemek ve tek başına hâkimiyet kurmasını önlemek amacıyla federal devlet şeklinde örgütlenmişti. Dolayısıyla bu da nüfusu en fazla ve egemenlik kurmaya en elverişli olan Sırpları tatmin etmiyordu ve onlar güçleri ile orantısız temsil edildiklerine inanıyorlardı. Tito, Sırpların diğerleri üzerinde hâkimiyet kurmasına engel olmuştu. Tito’nun yaşadığı yıllarda, Yugoslav kimliği altında büyük ölçüde denetim altında tutulabilen milliyetçilikler, onun ölümünden sonra giderek daha baskıcı bir şovenizme dönüştü ve tüm cumhuriyetlerin birbiri ile olan ve ayrıca iç ilişkilerini belirleyen temel nitelik hâlini aldı. 2. Yugoslavya’da Nedenleri Çatışmaların Başlaması ve Dağılma Yugoslavya’da çözülme, SSCB’nin çözülmesi ile eş zamanlı olarak başladı; ancak, SSCB’den farklı olarak, barışçı yollardan değil, yıllarca sürecek çatışmalar sonucu tamamlandı. Tito döneminin sonlarına doğru ve özellikle ertesinde Yugoslav ekonomisinin hızla kötüye gitmesi rejimi istikrarsızlaştırdı. Buna ilk tepki, etnik tansiyonların artması olarak ortaya çıktı. Arnavutlar, Sırbistan’a ait otonom bölge olan Kosova için, ayrılma hakkını da içeren “bağımsız cumhuriyet” statüsü talep etti; bu da Sırplar için kabul edilemezdi.18 1981 Martında, Kosovalı Arnavutlar, Sırp liderliğine karşı 15 . Nitekim, 1912’de Sırplar Kosova’yı aldıklarında, yüzyıllardır bekledikleri ve edebiyatlarında büyük rol alan Kosova rövanşını kazandıklarını düşünmüşlerdir. Sırpların Kosova’ya karşı büyük duygusal hislerinin diğer nedenleri de Sırp Ortodoks Kilisesi ile ortaçağ Sırp İmparatorluğu’nun merkezi olması ve o döneme ait tarihî yapıtların bulunmasıdır. Ayrıca Sırplar tarihî olarak bu bölgede çoğunluğu oluşturduklarını iddia ederler. Kosova zaten Sırplarca, “Eski Sırbistan” olarak anılır. Sırplar Kosova'daki Müslüman Arnavutları ise "Osmanlı'nın devamı" olarak görmektedir. Yerasimos; s. 26. Vojislav Stanovcic; “History and Status of Ethnic Conflicts”, Yugoslavia : A Fructured Federalism, Ed. Dennison Rusinow; Washington: The Wilson Center Press, s. 24. Bora, s. 110 ; 16 Bosnalı Müslüman deyimi 1961’den beri resmî olarak İslami gelenekten Bosnalılar ve özellikle Sancaklılar için kullanılır. Boşnak ise ilkesel olarak çok etniklilikten yana, bağımsız Bosna taraftarları için kullanılıyor. Joseph Krulic; ‘‘Hırvatlar, Bosnalı Müslümanlar ve Sırpların UlusDevlet Kavrayışı’’ Uluslar ve Milliyetçilikler, Ed: Jean Leca, Çev: Siren İdemen, İstanbul, Metis Yayınları, 1998, s. 89. 17 Ülger; s. 86. 18 Gerçekte Kosova zaten ayrılma hakkı haricinde hemen tüm cumhuriyet yetkilerine sahipti; ama zaten asıl sorun da ayrılma hakkı idi. Cumhuriyet statüsü, federasyondan ayrılıp Arnavutlukla birleşmek için kullanılmak isteniyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı 91 baş kaldırdı. Ayaklanma sonucu 1982-1983 arası 7000 Sırp ve Karadağlı Kosova’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Kosova’daki Sırp liderlik, isyancılara karşı yoğun bir tutuklama operasyonu başlattı ve bir miktar Sırp ve Karadağlı geri dönebildi.19 25 Ekim 1987’de Federal Kolektif Başkanlık’ın, anayasa karşıtlığı ile ulusalcı ve ayrılıkçıların yasa dışı hareketlerine karşı özel polis birimleri kurmayı da içeren acil güvenlik önlemlerini ilan etmesiyle, tutuklama hareketleri olağan bir hâl aldı. Arnavutça şarkı söylemek, Arnavut örgütlere üye olmak, Arnavut bayrağı taşımaktan yargılananların sayısı çığ gibi arttı.20 Öyle ki 1979-88 yılları arasında tüm Yugoslavya'da hüküm giyenlerin %58'i Kosovalıydı.21 Yugoslavya’da Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Karadağlılar, Cumhuriyetin “kurucu ulus” unsuru olarak sayılmışken; Makedonlar ve Karadağlılardan çok fazla, Slovenlerle ise yakın nüfusa sahip Arnavutlar’a -ki Kosova Yugoslavya’nın nüfus olarak en homojen bölgesidir- ve Müslüman Boşnaklara kurucu ulus statüsünün tanınmaması, daha en baştan bu iki unsuru rahatsız ve rencide etmiştir. Müslüman Boşnaklar 1968’deki anayasa değişikliği ile “bağımsız bir Güney Slav Ulusu” olarak tanınmışlardır fakat Arnavutların büyük çoğunluğu oluşturduğu Kosova'nın hukuki statüsünde değişiklik ise ancak 1963 ve Belgrad tarafından diğer eski Yugoslav cumhuriyetleri ile hemen hemen aynı olan geniş siyasi özerkliğin tanındığı 1974 senesinde gerçekleşmiş; Kosova Sırbistan’a bağlı bir özerk bölge statüsünü kazanmıştır. Bununla birlikte diğer cumhuriyetlere tanınan ayrılma hakkı Kosova'ya tanınmamıştır ve tüm uygulamalarla beraber düşünüldüğünde Kosova ülkenin “üçüncü dünyası”, Arnavutlar da Yugoslavya’nın “zencileri” olarak kalmaya devam etmiştir.22 1988 yılı boyunca Arnavut ve Voyvodinalılar, Sırp Cumhuriyeti’nin merkeze geniş yetkiler tanıyan anayasa değişiklik teşebbüslerini protesto etmiştir. Bunlar, karşı ulusalcı tepkileri de beraberinde getirmiştir. 1988 Kasımında Yugoslav tarihinin en büyük gösterisi düzenlenmiş ve büyük çoğunluğunu Sırpların oluşturduğu bir milyon kadar kişi Kosova’daki Arnavut ulusalcılığını protesto etmiştir.23 ortak mücadele veren Yugoslav komünistleri, Arnavutların da bu mücadeleye desteğini alabilmek için savaş sonrası Kosova’yı da içerecek şekilde etnik Arnavutluk’un özgürleştirilmesi ve Kosova’ya ayrılma hakkını da vaat etmişti; fakat 1945’teki Prizren Konferansı’nda bölgenin Arnavutluk’un değil Sırbistan’ın parçası olmasına karar verilmişti. Bu karar Kosova Komünist Partisinin elle seçilmiş birkaç üyesinin aldığı bir karardı. Dolayısıyla Kosova Arnavutları hiçbir zaman Yugoslavya’yı kendi serbest iradeleriyle katıldıkları bir ülke olarak görmediler. ICG Europe Report; Pan-Albanianism: How Big a Threat to Balkan Stability?, Nu. 153, 25 February 2004. Elazar; s. 353. 19 Sayımlara katılmayı kabul etmedikleri için kesin rakam bilinmese de 1991’de Arnavutların Kosova nüfusunun % 90’ını oluşturduğu tahmin ediliyor. Dusko Seculic & Randy Hudson; “Territories With Mixed Populations: Are They Good or Bad for Peace?”, The Lessons of Yugoslavia, Ed: Metta Spencer, Oxford, JAI, 2000, s. 101. Elazar, s. 353-354. 20 Elazar; s. 354. 21 İnsani Yardım Vakfı: http://www.ihh.org.tr/cgi-bin/index.pl?mod=news;op=news_id;id=1407 (17.04.2006) 22 Bora; s. 82-83. 23 Elazar; s. 354. 92 Sonuç olarak ise Sırplar Yugoslavya’yı, Hırvat Tito’nun yarattığı Sırpkarşıtı sistem olarak; Arnavutlar da, Slav olmayanların ikinci sınıf sayıldığı ve haklarının hiçe sayıldığı bir sistem olarak değerlendirmişlerdir.24 C. Kosova’daki Çatışmaların Başlaması ve NATO’nun Müdahalesi 1991’de Arnavut liderlerin bağımsızlık ilanına rağmen 1990’lar boyunca süren pasif direniş hareketi bağımsızlık ya da özerkliğin iadesini sağlamayı başaramadı. Ancak yine de savaş hemen başlamadı. Mayıs 1998’de Miloseviç ile Rugova25 arasında ilk doğrudan görüşmeler yapıldı. Arnavut tarafı görüşmeleri “sonuç vermediği” için boykot kararı aldı. Ağustos 1998’de, nihai amacı Arnavutların yaşadığı tüm yerleri birleştirmek olan UÇK26 adlı etnik Arnavut gerilla örgütü (Ushtria Çlirimtare e Kosoves-Kosova Kurtuluş Ordusu) Sırp hedeflerine saldırılarına hız verdi ve Kosova’nın %40’ını kontrolüne aldı. Saldırıları büyük ve şiddetli bir Yugoslav askerî harekâtı takip etti. 1998 Mart ayındaki Yugoslav askerî harekâtı 1 milyon yeni mülteciye ve 10 binden fazla Arnavut’un hayatına mal oldu.27 Üstelik Kosova'nın birçok yönden; Bosna-Hersek'in iç savaş esnasında karşılaştığına oranla daha büyük zorluklar yaşadığı söylenebilir. Çünkü Bosna-Hersek'te iç savaş başladığında, Yugoslavya Federasyonu dağılmış olduğundan, mirasçısı Sırbistan, Bosna-Hersek'teki olaylara doğrudan askerî müdahalede bulunma hakkını kendinde göremiyordu. Sadece oradaki Sırp isyancılara silah ve lojistik destek veriyordu. Ancak Sırbistan Kosova'yı kendi topraklarından bir parça ve kendi yönetiminde bir bölge, oradaki bağımsızlık mücadelesini de 24 Tarafların milliyetçilerinin farklı bakış açıları için bk. Ramet, s. 5-40, 52. 1990 yılında Kosova Demokratik Ligi (LDK)'ni kuran İbrahim Rugova, 2002 yılında Kosova Parlamentosunca bölge yönetiminin başkanlığına seçildi. Aslında edebiyatçı-yazar olan ve sonradan siyasete soyunan Rugova uzun yıllar Batı yanlısı bir siyaset izlemiştir. Mesafeli ve otokratik olarak tanınır. Rugova 1990’lı yıllarda Sırp yönetimine karşı barışçıl-pasif direniş hareketinin başını çekiyordu ve bu nedenle Balkanların Gandhi’si olarak da tanınırdı. Resmî olmayan seçimlerde daha önce iki kez başkanlığa seçilmişti. Rugova, Kosova’nın bağımsız olmasından yana olmuştur. Siyasi hayatı boyunca askerî hareketlenmelere ve dolayısıyla Kosova Kurtuluş Ordusuna (KKO-UÇK) karşı olmuştur. Rugova ile ilgili kısa bilgi için: http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2965 (11.03.2006)); http://www.ihh.org.tr/cgibin/index.pl?mod=news;op=news_id;id=1407(17.04.2006) ; http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3148 (12.05.2006) ; ICG Balkans Report, Who’s Who in Kosovo, Nu. 76, Pristina, 31 August 1999, s. 4. 26 1999’da resmî olarak feshedilen UÇK gerçekte hiçbir zaman düzenli bir ordu hâline gelememiştir; fakat son zamanlarında daha organize olduğu söylenebilir. Bugün en azından teoride Agim Çeku’nun liderliğinde tek bir komutanlık altında yönetilmektedir; fakat disiplin tam olarak sağlanabilmiş değildir. NATO operasyonu sırasında UÇK askerleri ve NATO sık sık iş birliği yapmışlardır. Askerî başarıları dolayısıyla politik olarak da Kosovalıların gözünde prestije sahiptir. Bununla birlikte Kosova’daki siyasal partiler UÇK’nin bir parti kurmasına karşıdır.UÇK tüm Kosovalıların direnişinin ifadesiydi ve tüm siyasi görüşleri bir araya getirmişti; dolayısıyla kendi başına bir siyasi görüş değildi. Örgütün üyelerinin Arnavutluk, İran ve Pakistan’da eğitim aldığı bilinmektedir. ICG Balkans Report; s. 2-3. 27 İnsani Yardım Vakfı; http://www.ihh.org.tr/cgi-bin/index.pl?mod=news;op=news_id;id=1407 (17.04.2006). 25 93 bir iç mesele-terör olarak nitelendiriyor ve bölgeye istediği kadar asker sevk edebiliyordu. Askerî açıdan bugün de Sırbistan’ın pozisyonu daha rahattır çünkü Bosna-Hersek'te Müslümanlar, Sırplar ve Hırvatlar karışık hâlde yaşıyorken ve dolayısıyla hedef belirlemek güç iken, Kosova'da halkın % 90'ı Müslümandır ve taraflar iç içe yaşamamaktadır. Dolayısıyla hedefi belirlemek ve bulmak da daha kolaydır. Slobodan Miloşeviç’in, dışarıyı ilgilendirmeyecek bir “iç savaş” olarak tanımladığı krize çözüm çabalarını reddi ve Kosovalı Arnavutlara karşı uygulanan acımasız politikaya yanıt 1999 Mart ayında başlayan NATO hava saldırıları oldu. Sırp güçleri ise bu sırada Arnavutlara karşı etnik temizlik kampanyasına girişti. Yüz binlerce mülteci Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ’a kaçtı. 28 Ocak 1999’da NATO’nun her an askerî güç kullanmaya hazır olduğunu ilan etmesinin ardından toplanan Rambouillet28 konferansında alınan kararlar, hava bombardımanın başlaması için verilen son tarihin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen hem Sırp hem de Arnavutlarca kabul edilmemişti. Yoğun baskılar sonucu Arnavutlar anlaşmayı imzalamış fakat Miloseviç ancak ülkesi 78 gün süreyle NATO uçakları tarafından bombalandıktan sonra Kosova’dan çekilmeye ve imza atmaya razı olmuştu.29 NATO ilk kez egemen bir devletle karşı karşıya kalmıştı. Sırplar tam 41.000 asker ve polis kuvvetini, 20 Haziran 1999’da, yani NATO’nun verdiği yeni sürenin son günü çekmeyi tamamladı. G-8 ülkelerinin girişimi ve Rusya’nın ara buluculuğu ile NATO ve Yugoslavya anlaşma imzaladı. Anlaşmak için iki taraf da ödün vermek zorunda kaldı. Yugoslavya; Kosova’ya verilen otonomiye, tüm güçlerini çekmeye ve mültecilerin geri dönüşüne ve NATO katılımı ile uluslararası askerî gücün varlığına razı olurken Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunmasını, Kosova’nın sınırları içinde kalmasını, anlaşmanın NATO değil, BM Güvenlik Konseyi otoritesinde olması ve Barış Gücü’ne Rus askerlerin katılımını sağlamış oldu. NATO operasyonlarının sona ermesi ve Sırpların bölgeden çekilmesinin ardından BM Güvenlik Konseyi, Kosova’da kalıcı barışın sağlanması ve korunması için çok uluslu barış gücü KFOR’un (Kosova Force-Kosova Gücü) acilen konuşlandırılmasına imkân sağlayan 1244 sayılı kararı kabul etti ve hemen ardından Kosova’ya Haziran 1999‘da toplamda 46 bin kişilik bir güç girdi. Bunun üstüne bir kısım Kosovalı Arnavut evine 28 Konferans kararlarına göre acil olarak Sırbistan’ın tüm güçlerini Kosova’dan çekmesi ve UÇK’nin silah bırakması gerekiyordu. Konferans kararlarının tamamı için bk.: http://www.state.gov/www/regions/eur/fs_990301_rambouillet.html (15.03.2006). 29 Miloseviç’in anlaşmayı imzalamayı kabul etmemesinin ardından, ABD Başkanı Clinton 22 Martta, Miloseviç’i son kez imzaya ikna için Richard Halbrooke’u özel elçi olarak Belgrad’a yollamıştı. Halbrook Miloseviç’e, “anlaşmayı imzalamamanın ne anlama geldiğini biliyorsun değil mi?” diye sormuş, Miloseviç de: “Bizi bombalayacaksınız.” diye cevap vermişti. Ona gelen yanıt ise: “Evet, aynen öyle.” idi. Jansen; s. 11. 94 dönebildi. Kosova beş İdari Askerî bölgeye ayrıldı, Priştine’de İngilizler, Gnjilane’de Amerikalılar, Prizren’de Almanlar, Kuzeydeki Kosovska Mitroviça’da Fransızlar, İtalyanlar ise Kosova’nın Batısındaki İpek Kentinde karargâh kurdu. Türk askeri de, Kosova'da Türk azınlığın yaşadığı Prizren, Mamuşa ve Dragosa’ya Kosova tesadüfen Meydan Muharebesi'nin 610'uncu yıl dönümünde girdi. KFOR’da görev yapacak olan 5 kafilelik Türk Tabur Görev Kuvvetinin bölgeye sevki 1-7 Temmuz 1999 tarihinde sona erdi ve askerî birlik bölgesindeki asayişi sağladı. İlk aşamada Kosova’da kaos ve savaşın bitmesine rağmen Kosova’ya barış gelmedi. Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) askerlerinin bölgeye geri dönmeye başlamasıyla Arnavutlar, Kosova’da kalan Sırplara karşı intikam eylemlerine ve ters yönde bir etnik temizlik sürecine başladı. KFOR’un Kosova’ya konuşlanmasından itibaren, 173 binden fazla Sırp ve Arnavut etnik kökenli olmayanların bölgeden kaçtığı ve azınlığın oranının %5 düzeyine gerilediği açıklandı. UÇK’nin bölgede denetimi ele geçirmeye çalışması ve KFOR askerleriyle çatışmaların yaşanması Kosova’da durumu oldukça gerginleştirdi; ancak KFOR’a rağmen Arnavutların Sırp hedeflerine karşı başlattığı saldırılar devam etti.30 Ç. Kosova’nın Genel Durumu Kosova bugünkü hâliyle, Sırbistan ve Karadağ devleti sınırları içinde kalan ve denize çıkışı olmayan, 1999 yılından bu yana fiilen Birleşmiş Milletler idaresinde olmakla birlikte 1244 No’lu BM kararı ile hukuken Sırbistan-Karadağ devletine bağlı bulunan bir bölgedir. Uluslararası hukuka göre aynı karara bağlı olarak BM yönetimi bahşetmedikçe Kosova’da başka hiçbir otorite meşruiyet kazanamaz. 1990’lı yıllarda etnik farklılıklar ve siyasi baskı sonucu alevlenen bir savaş yaşayan Kosova’dan hâlihazırda Birleşmiş Milletler sorumlu olsa da bölgenin nihai statüsü belirlenebilmiş değildir. Sırp ve Arnavut nüfus arasındaki gerginlik her an yeniden kıvılcımlanmaya hazır durumdadır. 1. Kosova’nın Genel Yapısı Kosova, Yugoslavya zamanından beri Avrupa’nın en yoksul bölgelerinden biridir; halkının yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşar. 1983 yılında işsizlik oranı Yugoslavya için %14 iken bu oran Kosova'da %50'lere varmıştır. 1989-1994 arasında 150 bin Arnavut işlerinden çıkarılmış, bu insanların büyük çoğunluğu çalışmak için Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bölge zengin yer altı kaynaklarına sahip olsa da temel ekonomik gelir kaynağı hâlâ tarımdır. Savaş sonrası hızlı bir yapılanma içine giren Kosova'da hemen her ailenin bir ya da daha fazla bireyi yurt dışında olduğundan bu insanlar ülkenin kalkınmasına ve evlerin yeniden onarılmasına katkıda bulunmaktadır. Bu 30 Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü; http: // www. byegm. gov. tr/ YAYINLARIMIZ/ ANADOLUYAHABERLER/ AHA99X08X20.HTM (20 Ağustos 1999) Yıl: 15 Bülten Nu. 30. 95 dönemde Kosova gelirlerinin %40'ı dışarıdaki Arnavutlarca sağlanmış; ayrıca insanlar, yardım kurumlarının destekleri ve düşük ticaret ile geçimlerini sağlamışlardır.31 Kosova’nın 2 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ını Arnavutlar, geri kalan yüzde 10’unu ise Sırplar ve diğer azınlıklar oluşturmaktadır. Ayrıca, bölgede 30.000 civarında Türk azınlık da yaşamaktadır.32 (Özellikle Prizren, Mamuşa, Priştine, Gilan ve Mitroviça’da). Türkçe, savaştan önce Kosova'daki resmî diller arasında yer alırken, bugün üçüncü "bölgesel dil" sayılmaktadır. 1991'de Sırpların karşı çıkmasına rağmen Kosova'da genel seçimler yapılmıştır. Bunun neticesinde Kosova parlamentosu oluşmuştur. 1991'de yapılan referandumda halkın 99,87 %'si bağımsızlık için oy kullanmış ve Kosova'nın bağımsızlığına ilişkin karar tasarısı kabul edilmiştir. Kosova'nın bağımsızlığını Arnavutluk tanımış, Bosna, Hırvatistan ve Slovenya desteklemistir.33 NATO’nun sınır değişikliği amaçlamadığını açıkça ilan eden müdahalesinin ardından Kosova yeni bir yapılanma sürecine girmiştir. Güvenliğin sağlanması için dünyanın birçok ülkesinden gelen askerlerden oluşan KFOR’un (Kosova Force-Kosova Gücü) kurulmasının yanı sıra Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) çalışmalarına başlamıştır. İnsan haklarına, sosyal yaşama, eğitime, kültürel ve yöresel değerlere önem veren hükûmet dışı örgütler, sivil toplum örgütleri kurulmuştur.34 2. Kosova’da Yönetim Kosova, Haziran 1999’da savaşın sona ermesinden bu yana seçilmiş bir parlamento, cumhurbaşkanı ve başbakana sahiptir. 1999 Şubatında Rambouillet barış görüşmelerinde üç Kosovalı Arnavut Siyasi grubu tanınmıştı: Haşim Taci liderliğinde UÇK, Recep Kosa liderliğindeki LBD koalisyonu ve İbrahim Rugova liderliğindeki LDK. Rugova, Kosa ve Taci, 23 Şubatta Kosovalı Arnavutları seçimler yapılabilene kadar temsil edecek geçici bir hükûmet kuran bir anlaşma imzalamışlardı. O dönem UÇK’nin 31 Kosova genç bir nüfusa sahiptir. Ülkenin %50'den fazlası 19 yaş altı gençlerden oluşmaktadır. İşsizlik oranının yüksekliği özellikle bu grubu çok zor durumda bırakmıştır. Ayrıca misyonerlerin ilk hedefleri arasında bu genç kitlenin bulunması, onları daha farklı alanlarda da sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. İnsanların ekonomik ve fikrî alanlardaki zayıflıkları istismar edilmektedir. Kosova'da gençler için diğer bir tehlike de BM Kosova Misyonu (UNMIK) ve Kosova Barış Gücü (KFOR) görevlilerinin gelişiyle zirveye çıkan ahlaki zafiyet ve fuhuştur. İstatistiklere göre 20012003 tarihleri arasında fuhuş iki kat artmış, daha çocuk yaşlardaki Arnavutlar fuhuş sektörünün kurbanları olmuştur. CIA Factbook http://www.cia.gov/cia/publications/factbook/geos/yi.html (12.12.2005) . http: // www. ihh. org. tr/ cgi- bin/ index. pl? mod= news; op = news_ id ; id = 1407 (17.04.2006). 32 Provisional Institutions of Self Government; Kosova and its Population: A Brief Description, June 5, 2003 http: // www. sok - kosovo. org/ pdf/ population/ Kosovo _ and _ its _ population. pdf (11.05.2006). 33 http://www.enfal.de/tarih28.htm (12.04.2006). 34 http://ilef.ankara.edu.tr/akildefteri/yazi.php?yad=3265 (21.03.2006). 96 başbakanlığı üstlenmesi konusunda anlaşılmıştı. 2 Nisan 1999’da geçici hükûmet Taci yönetiminde Priştina’da kuruldu.35 4 Ekim 2002’de Rugova, Kosova’nın ilk cumhurbaşkanı oldu. Düşük katılım ve Sırpların boykotuna rağmen Kosova otoriteleri ilk kez organize ettikleri 2004 seçimlerini de başarıyla gerçekleştirdiler ve uluslararası toplum, seçimlerin barışçıl bir ortamda gerçekleşmesini memnuniyetle karşıladı. Seçim ilk defa yerel bir organ tarafından yapıldı (merkezî seçim komisyonu). NATO’nun kontrolü ele almasından itibaren ikinci seçim olan 23 Ekim 2004’teki seçimlerde 1,3 milyon kayıtlı seçmenin sadece %53’ü oy kullandı. Neredeyse hiçbir Sırp seçmen sandığa gitmedi. Sonuçta Rugova’nın liderliğindeki Kosova Demokratik Birliği seçimi kazanırken, Ramuş Haradinay başbakanlığa geldi. Haradinay üç ay süren başbakanlığından Lahey Savaş Suçları mahkemesinin suçlamaları nedeniyle istifa ederek 2005 Martında teslim oldu. Kosova Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova, istifa ederek Lahey Savaş Suçları Mahkemesi'ne teslim olan Ramuş Haradinay'ın yerine, onun yakın bir arkadaşı olan Bayram Kosumi’yi getirdi. 1999’dan sonra çeşitli değişikliklerden sonra bugün Kosova'da, İbrahim Rugova’nın 61 yaşında akciğer kanserinden ölümüyle boşalan başkanlık görevine Kosova Demokratik Birliği'nden, Rugova'nın en yakın çalışma arkadaşlarından olan 54 yaşındaki Dr. Fatmir Seydiu seçildi. 120 sandalyeli mecliste 80 'evet' oyu alan Seydiu’nun ilk demeci demokratik bir Kosova'nın yaratılması için Sırpları da iş birliğine ve Kosova kurumlarına katılmaya çağırmak oldu.36 Rugova’nın hayatını kaybetmesinin ardından, eski Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) Komutanı General Agim Çeku'nun kurduğu koalisyon hükûmeti de güvenoyu aldı ve yönetime geldi. Çok etnili bağımsız bir Kosova'nın kurulması için çaba harcayacağını söyleyen Çeku’nun ilk işi de benzer şekilde tüm kurumları iş birliğine çağırmak oldu.37 D. Kosova’nın Muhtemel Nihai Statüsü ve Getireceği Sonuçlar Kosova için, Türkiye’nin AB müzakereleri öncesi yerine getirmek zorunda kaldığı Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni hatırlatan sekiz standart belirlenmiş durumdaydı. Kosova’daki BM Misyon Şefi Harri Holkeri, 10 Aralık 2003’te Uluslararası toplumun, Kosova’nın nihai statüsünün tespiti için, “işleyen bir demokrasinin kurulması, hukuk devleti, hareket özgürlüğü, mültecilerin ve yerinden edilmiş insanların güvenli geri dönüş hakkı ve yeniden entegrasyonu, serbest pazar ekonomisi, mülkiyet haklarının 35 ICG Balkans Report; s. 9. Radikal, 11.02.2006. Avrupa’nın en modern binalarından olan Kosova Meclisinin duvarlarının Arnavut ve Arnavutluk tarihini simgeleyen resimler ve simgeler ile süslenmiş olması da Kosovalı Sırpların büyük tepkisini çekmekte ve BM Misyonu tarafından da Kosova Meclisinin çok etnikli bir yapı olduğu onlara hatırlatılıp bunu sergilemesi gerektiği eleştirisi yapılmaktadır. Ciao-Policy Briefs; ‘‘Paintings Empty Kosovo’s Parliament’’, Week in Review, February, 17-23, 2004. 37 Radikal; 11.03.2006. 36 97 sağlanması, Belgrad ile diyalog ve Kosova Koruma Kolordusunun (TMK)38 uygun boyutu” ile ilgili sekiz şartını öne sürmüştü.39 Bu şartların yerine getirilmesi durumunda 2005 ortalarında müzakerelere başlanması planlanıyordu. BM Güvenlik Konseyi de 12 Aralıkta standartları desteklediğini ilan etti.40 İlk aşamada Kosova geçici yönetiminin standartlara karşı cevabı olumlu oldu ve başarı sözü verdi. Sırbistan Yönetimi ve Kosovalı Sırplar ise memnuniyetsizliğini dile getirdi ve bu standartların Kosova’daki insanların güvenliğini sağlayamamakla beraber gelecekte bağımsızlık için kapıyı araladığından şikayet etti.41 Şartların ne derece tamamlandığına dair raporunu BM Güvenlik Konseyine sunan BM Kosova Özel Temsilcisi Kai Eide, standartlar konusunda pek çok soruna değinmesine karşın ilerleme sağlandığını ve statüyü belirleme vaktinin geldiğini belirtmişti ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan da Güvenlik Konseyi’ne bir mektup göndererek Kosova’nın gelecekteki statüsüne dair görüşmelerin başlatılması tavsiyesinde bulunmuştu. Ardından Annan, BM Güvenlik Konseyinin 15 üyesine gönderdiği mektupta, Kosova müzakerelerinin yürütülmesi için eski Finlandiya Başbakanı Martti Ahtisaari’yi atadığını, Ahtisaari’nin yardımcılığını da eski Avusturya Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı Albert Rohan’ın üstleneceğini bildirdi.42 Müzakerelerin yürütülmesi için Ahtisaari’nin atanması Kosovalı liderler arasında da memnuniyetle karşılanırken Sırbistan-Karadağ Dış İşleri Bakanı Vuk Draskoviç atamaya şüpheyle yaklaşmıştı. Ahtisaari atanmasının ardından başlattığı Balkan gezisiyle, Kosova'nın geleceğini belirleme amaçlı çabalar resmen başlamış oldu ve ilk görüşmesini 22 Kasım 2005’te Priştine’de yaptı. Müzakere görüşmeleri mekik diplomasisi şeklinde uygulandı. Kosova Savaşı’nın sona ermesinde etkin rol üstlenen Ahtisaari, NATO harekâtının yapıldığı 1999’da Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’le savaşın sona ermesine yönelik müzakereleri de yürütmüş konuya hâkim bir müzakerecidir. Fakat Kosova’nın geleceğine ilişkin birbirinin tamamen zıttı iki vizyon arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışmak oldukça zordur. Anlaşma sağlanması için tespit edilmiş bir süre sınırlaması bulunmamaktadır. Ancak Kosova’da sık sık patlak veren şiddet olayları bir sonuca ulaşmak için hızlı hareket edilmesini zorunlu kılmaktadır. BM Güvenlik Konseyinin onayının ardından Nihai Statü müzakerelerinin Ocak ayında başlaması planlanmıştır; fakat Rugova’nın vefatı üzerine müzakerelere 20 Şubat’ta Viyana'da başlanmıştır. 38 TMK 1999’da Kosova sorunu sona erdiğinde Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK)’den ayrılan sivil güvenlik birimidir. 39 Holkeri’ye göre bu sekiz standart tamamlandığı zaman Kosova zengin, hoşgörülü ve ekonomik olarak gelişmiş bir toplum olacaktır. Ciao-Policy Briefs, ‘‘UN Sets out Vision for Kosovo’’, Week in Review, December 9-15, 2003. 40 http://www.un.org/News/Press/docs/2004/sc7999.doc.htm (13.04.2006). 41 Ciao-Policy Briefs; ‘‘UN Sets out Vision for Kosovo’’, December 9-15, 2003. 42 http://www.ntvmsnbc.com/news/348043.asp (10.05.2006). 98 Müzakereleri Belgrad ile Kosovalı Arnavutlar yürütmektedir ve BM müzakerelere başkanlık etmektedir. Görüşülen ilk mesele, etnik azınlıkların korunmasına yönelik merkezî yetkilerin yerel yönetimlere devridir. Kanımızca nihai statü, bir geçiş döneminin ardından koşullu bağımsızlık olacaktır. Statü hakkındaki son sözün BM Güvenlik Konseyine bırakılması da güçlü bir olasılıktır. Savaştan yaklaşık yedi yıl sonra başlayan görüşmelerin oldukça zorlu geçeceği açıktır. Özellikle Sırp ve Arnavut radikallerin görüşmeleri sekteye uğratmaya çalışması beklenmelidir. Hâlihazırda müzakereler, Kosovalı Sırplar tarafından çok şiddetli biçimde protesto edilmekte ve hatta görüşme heyeti için binlerce “ölü ya da diri isteniyor” posterleri bastırılmaktadır.43 1. Tarafların Görüşleri Kosova’nın nihai statüsü konusunda Sırp ve Arnavutlar tamamen zıt görüş içerisindedirler. Diğer taraflar ise olayı kendi çıkarları ve güvenliklerini ilgilendirdiği çerçevede değerlendirmekte ve yönlendirmeye çalışmaktadır. a. Arnavut ve Sırplar Sırbistan-Karadağ, Kosova’nın bağımsızlığına şiddetle karşı çıkmaktadır. Resmî açıklamalarına bakıldığında kanımızca Sırbistan hükûmeti Kosova’ya özerklik verilmesini kabul edebilir; fakat bunun ötesinde bir öneriyi reddedecektir. Sırbistan Başbakanı Vojislav Kostunica müzakerelerde Kosova’nın bağımsızlığı konusunda taviz verilmeyeceğini her fırsatta belirtmektedir. Kostunica'nın hükûmeti de 2005 Kasımında Kosova'ya tam bağımsızlık verilmesine karşı çıkan bir kararı oy birliğiyle kabul etmiştir.44 Zaten Miloseviç ve sonrasındaki tüm Sırbistan hükûmetleri Kosova’nın Sırbistan’ın bir parçası olarak kalması gerektiği konusunda hemfikir olmuştur ve çok nadiren görüş ayrılığına düşülmüştür. Mesele hâlen Sırbistan medyasında oldukça duygusal şekilde dile getirilmeye devam etmektedir. Sırbistan eski başbakanı Djindjic’in Kosova’nın bölünebileceğinden söz etmesi, halkın muhalefetine rağmen Miloseviç’i Hague Mahkemesine teslim etmesi ve benzer esnek fikirleri ile birçok tabuyu yıkmıştı; fakat suikast sonucu öldürülmesiyle tüm bu esnek görüşler tekrar rafa kaldırıldı. Kosova yönetimi, basına ve uluslararası topluma karşı açıklamalarında, kabul edecekleri tek nihai seçeneğin bağımsızlık olduğu konusunda nettir.45 Kosovalı Arnavut halkın kesin isteği de bağımsızlıktır; 43 Radikal; 21.02.2006. http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/11/051117_kosovo.shtml (01.05.2006). 45 Kosova eski Başbakanı Bayram Kosumi Güvenlik Konseyine yazdığı mektupta, Kosova halkının büyük çoğunluğunun bağımsızlıktan yana olduğunu belirtmişti. Kosumi, basına verdiği demeçlerde de statü müzakerelerin 2006 yılının haziran ayında Kosova’nın devlet olmasıyla sonuçlanacağı inancını belirtiyordu. Radio Kosova; http: // www. rtklive. com/ site/ news/ news _ list. php? &cid = 11; Rilindiya, (30.12.2005) Kosova Demokratik Ligi’nin (LDK) kurucusu Kosova 44 99 Sırp Cumhuriyeti’ne sembolik bir bağlılık bile istenmemektedir. Yine de Kosova milletvekillerinin başta tek taraflı olarak bağımsızlık ilanında bulunacaklarını açıklamış olmalarına rağmen Kosova Meclisi -ABD ve AB’den gelen baskılar üzerine- bağımsızlık ilan etmemiştir. Meclis, Kosova’nın bağımsızlığına ilişkin bir karar tasarısını onaylamakla yetinmiştir. Kararda, Kosova’nın nihai statüsüne ilişkin görüşmelerde, tam bağımsızlık dışında başka bir seçeneğin kabul edilmeyeceği ilan edilmiştir. Kabul edilen metnin bir kısmında, "Kosova halkının bağımsızlık iradesi pazarlık konusu olamaz." ifadesi yer almıştır. Ayrıca Kosova’nın bağımsız bir devlet olarak tanınması konusunda, uluslararası toplumun desteği de istenmiştir. On maddeden oluşan bu karar, BM aracılığında yürütülen görüşmelerde de Kosovalı müzakere ekibine zemin görevi görmektedir. Söz konusu karar ezici oy çoğunluğuyla kabul edilirken meclisteki Sırp temsilciler boykotlarını sürdürmüşlerdir. İfadeleri yumuşatılmış hâldeki bu karar bile bölge yönetimini Sırbistan ile karşı karşıya getirmiştir. Aynı tarihlerde, bölünmüş Mitrovica kentinin Sırp tarafında, kendi kendini ilan etmiş bir Kosovalı Sırp Belediyeler Meclisi, Kosova'nın bağımsızlığının Sırplara yönelik etnik temizliğin sürmesi anlamına geleceğinin öne sürüldüğü bir bildirgeyi kabul etmiştir.46 Gelecek bağımsızlığı pekiştirmek amacıyla Kosova meclisi, 11 Ocak 2003’te 1989 Martı itibarı ile Sırbistan Parlamentosunun Kosova ile ilgili aldığı tüm kararları feshettiğini ilan etmiş;47 fakat Sırpların yoğun tepkisine ilaveten Holkeri’nin meclisin böyle bir yetkisi olmadığına dair beyanatıyla karar hayata geçirilememiştir. Kanımızca ılımlı Arnavutlar Sırpların Kosova’da varlığını kabul edebilir fakat Sırbistan‘ın değil. Arnavut çoğunluğun bakış açısına göre Kosova’da şiddetin nedeni öncelikli olarak etnik gruplar arası çatışma değil, ekonomik fırsatların ve ileriye dönük net bir politikanın olmamasıdır. Sırplar ise onları Kosova’dan çıkaracak veya buradaki varlıklarını iyice azaltarak dağınık bir kırsal topluma dönüştürecek bir planın var olduğu ve bunun eninde sonunda gerçekleşeceği endişesini taşımaktadır.48 Sırplar yoğun oldukları alanlarda daha fazla özerklik, kimliklerini koruyacak ve sürdürecek mekanizmaların garanti edilmesini istemektedir. Eğer bu sağlanırsa, ayaklanmalar sırasında kaçan Sırpların evlerine dönmeleri mümkün olabilir ve bu da liderlerini siyasi diyaloğu yeniden başlatmaya ikna edebilecektir. Sırpların birçoğu, Arnavutların isteklerini elde etmek için çalışırken kendilerinin politik sürecin dışında kalmalarının doğru olmadığını, zira aksi bir yaklaşımın kendilerine uluslararası toplumun iyi niyetine mal olacağını anlamıştı. Dolayısıyla, Sırp eski cumhurbaşkanı İbrahim Rugova da, “Kosova’nın artık hiç kimsenin özerk bölgesi olmayacağını ve Sırp Başbakanı’nın bunun bilincinde olması gerektiğini ifade ediyordu. 46 http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2005/11/18/feature -02 (18.11.2005). 47 Ciao-Policy Briefs; ‘‘UN Sets out Vision for Kosovo’’, December, 9, 15, 2003. 48 Kai Eide 2004 yazında BM Genel Sekreteri Kofi Annan için hazırladığı Kosova’nın geleceği ile ilgili raporu üzerinde çalışırken edindiği izlenimlerini anlatıyor. NATO Dergisi; “Balkanlarda Tarihî Değişim” Kış 2004, http://www.nato.int/docu/review/2004/issue4/turkish/opinion.html (21.12.2005). 100 liderlerin Kosovalı Sırpları Ekim seçimlerini boykot etmeye teşvik etmeleri büyük hayal kırıklığı yaratmıştı.49 Amaçları seçimin meşruiyetini ortadan kaldırmak olsa da Sırplar seçimleri boykot etmemiş olsalardı en azından siyasi kararları etkileme şansları olacaktı. Aynı hatayı Sırbistan seçimlerini boykot eden Arnavutlar da yapmıştı. Nüfusu oldukça yüksek olan Arnavutlar seçimlere katılsaydı, karar mekanizmalarında ciddi oranlarda yer alabilir ve hatta Miloseviç’in politikalarına bile engel olabilirlerdi. Yine de bugün her şekilde eyaletin anayasal çerçevesinde mecliste 10 adet Sırplar, 10 adet de diğer azınlıklar için sandalye ayrılmış durumdadır(Roman, Mısırlı, Aşkali, Boşnak ve Gorani). Sırbistan, bölgenin bağımsızlık ihtimaline karşı önlem mahiyetinde çeşitli planlar geliştirmektedir. Belgrad yönetimi şu an, bölgeyi tam olarak kaybetmemek için İpek kentinden Mitroviç’e uzanan ve Sırpların yoğun yaşadığı yerleri Arnavut bölgelerinden ayırmayı hedefleyen bir planı uygulamaktadır. Bir bölünme zaten hâlihazırda mevcuttur ve Belgrad yönetimi evlerini terk edenlerin geri dönüşlerini plan dâhilinde bu bölgeye yaptırmaktadır. Sırbistan, Kosova’nın nihai statüsünün istemediği bir şekilde sonuçlanması olasılığına karşı en azından Sırpların yoğun olduğu bu bitişik bölgeleri kendi egemenliğinde tutmayı hesaplamaktadır. Aynı zamanda Kosova’nın diğer bölgelerinde sıkışan Sırp halk için de güçlü yerinden yönetim sağlamaya çalışmaktadır. Bu şekilde kendi kendini yöneten, birbirlerine ve dolayısıyla Sırbistan’a bağlı bir Sırp yapı oluşturmaya çalışmaktadır. Avrupa Konseyi de bu konuda bir adem-i merkeziyet planı hazırlamış durumdadır. Bölgeleri nüfus oranlarına göre sınıflandıran plan, azınlık nüfusuna göre alt belediyeler kurulmasını öngörmektedir. Böyle bir yapının oluşturulması, merkezî yönetimin etkinliğini kırarken aşırı hareketleri de engelleyebilir. Bölgenin etnik hatlarla bölünmesi durumunda ise egemenliğe sahip Sırp bölgelerine Sırp güvenlik güçleri geri dönebilir. Bu da Belgrad’a bölgenin geleceğinin belirlenmesi konusunda güç kazandırabilir.50 Kosova, Arnavut nüfusun yoğun olarak bulunduğu Arnavutluk, Makedonya, Karadağ ve Preşova vadisi arasında kalır ve jeopolitik konumuyla Balkanların Müslüman yoğunluklu bölgeleri arasında stratejik bir geçiş sağlar. Belgrad yönetimi bağımsız bir Kosova'nın, PanArnavutçuluğun51 etkisiyle, Makedonya ve Karadağ gibi komşu ülkelerde, ayrıca Kosova’yla sınırı olan Sırbistan’ın güney bölgelerinde etnik huzursuzluğa yol açacağına ve sonuçta tüm Balkanların karışabileceğine işaret etmektedir. Gerçekten de bu hareket, Balkanlarda yeni bir bağımsızlık 49 Yalnızca Sırbistan başkanı Boris Tadic Sırpların seçimlere katılmaları yönünde beyanat vermiştir. 50 Celil Sağır; ‘‘Kosova’da Nihai Statü Başka Bahara’’, Aksiyon, Yıl: 9, Sayı: 517, 01.11.2004 : http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=17603 (12.12.2005). 51 Pan-Arnavutçuluk, (Pan-Albanianism) Arnavutların sıkça kullandığı bir terim değildir. Onun yerine 1998’de “Arnavut Bilim Akademisi”nce sunulan bildiride, tüm Arnavut bölgelerini işgalden kurtarıp tek bir devlet altında birleştirmek olarak tanımlanan, “Arnavut Millî Meselesi” kullanılmaktadır. Albanian Academy of Sciences, Platform for the Solution of the National Albanian Question, Tirana: 1998, s. 5. 101 ve dolayısıyla yerel savaşlar dalgasını beraberinde getirebilir. 21 Mayıstaki referandum sonuçlarının 3 Haziranda Karadağ parlamentosunda kabul edilmesiyle Yugoslavya’nın son iki mirasçısı Sırbistan ve Karadağ ayrıldı. Macar azınlığın yaşadığı Voyovodina ve hatta Müslüman azınlığın yaşadığı Novi Pazar sancağı da hareketlenmiş durumda. Çok yakın bir süre içerisinde yapay bir devlet olarak görülen Bosna-Hersek’teki kırılgan düzen tehdit altına girebilir ve hatta Daytona Anlaşması’nın iptali52 ile Sırp Cumhuriyeti’nin Bosna’dan ayrılıp Sırbistan ile birleşmesi söz konusu olabilir. Kosova ve Makedonya arasındaki sınır da hâlen belirlenebilmiş değildir. 1991’deki anayasa değişikliği ile Arnavutlara yönelik koruyucu hakların ortadan kaldırılması sonucu 1992’de Makedonya’nın batısındaki Arnavut bölgelerinde düzenlenen referandumda “bölgesel özerklik” ve nihai olarak Kosova ile birleşme kararı alınmıştı.53 Makedonya Hükûmeti hâlen Kosova yönetiminden Arnavut topraklarının birleşmeyeceği konusunda bir deklarasyon imzalamasını beklemekte ve Kosova sorunu nasıl çözülürse çözülsün topraklarını korumak istemektedir.54 Arnavutluk'un %95'ten fazlası Arnavut nüfustan oluşmaktadır. Makedonya sınırları içinde %25 oranında önemli bir Arnavut nüfus vardır ve bu 500.000 civarındaki Arnavut’un coğunluğu Arnavutluk ve Kosova sınırında yaşamaktadır.55 Nitekim 2001’de Arnavutların en iyi koşullarda yaşadığı bölge olan Makedonya’da yaşanan ve Kosovalı Arnavutlar tarafından güçlü şekilde desteklenen Arnavut ayaklanması, Sırplara uluslararası kamuoyu önünde önemli bir avantaj sağlamıştır. Farklı etnik grupların barış içinde yaşayabilmesi ile ünlenen ve övülen Makedonya’da bile radikal Arnavut milliyetçilerinin sorun çıkarması, aslında Kosova’daki tüm sorunların yine Arnavutlar’dan kaynaklandığı şeklinde propaganda için Sırpların eline koz vermiştir. Gerçi 2001 Ohrid Anlaşması’ndan beri Makedonya’daki Arnavutlar, devlete karşı şiddeti desteklememekte; fakat yine de kendileri lehine yapılacağı vaat edilen reformların yavaşlığından şikayet etmektedirler.56 İlaveten Makedonya'nın 52 Bununla birlikte Dayton Anlaşması’nda Yugoslavya sınırlarında herhangi başka bir değişikliğin kabul görmeyeceği belirtilmiştir ve bu da Kosova için Sırpların lehine bir karardır. 53 Ülkede Slav Makedonyalılar ve Makedonca konuşan Arnavutlar arasında demografik ve politik alanlarda hassas bir denge vardır. Mülteciler bu dengeyi bozmakta ve çoğunluk durumundaki Slav nüfusu bunun bir Arnavutluk ayrılıkçığına yol açacağından korkmaktadır. Slav Makedonlar politik açıdan mutsuz ve rahatsiz ev sahibi durumundadırlar. Şu an itibariyle problem kontrol altındadır; ancak Makedon hükûmeti sınırı daha fazla mülteci gelmemesi için fiili olarak kapatmıştır. Immanuel Wallerstein; "Multeciler", Fernand Braudel Center for the Study of Economies, Historical Systems and Civilizations, Yorum Nu. 16, Mayıs 15, 1999 : http://fbc.binghamton.edu/16-tr.htm (22.03.2006). 54 Belçika’da yayımlanan "La Libre Belgique" gazetesine verdiği demeçte “Büyük Arnavutluğun kurulmasından korkuyor musunuz?” diye bir soru üzerine “Evet” yanıtı veren Makedonya Başbakanı Buçkovski, Arnavut Ulusal Ordusu yetkililerinin çok defa “Büyük Arnavutluktan” bahsettiklerini söyledi. Buçkovski: “Avrupa perspektifiyle bu gibi tehditlerin ortadan kalkacağına inanıyorum.” diye konuştu. http: //www. internetajans. com/ haber _ detay. asp? id= 3012 (12.04.2006). 55 1 Aralık 2003’te yayınlanan resmî Makedonya sayım sonuçlarına göre. ICG Europe Report; 25 February 2004. 56 Elez Biberaj; Albania in Transition, The Rocky Road to Democracy, Boulder, Colorado : Westview Press, 1998, s. 256’dan aktaran ICG Europe Report, 25 February 2004, s. 14. 102 parçalanması bu topraklarda gözü olan Yunanistan ve Bulgaristan'ın da bunalıma sürüklenmesine neden olabilir.57 Bunun dışında Karadağ'da da 60 bin civarında Arnavut nüfus yaşamaktadır. Kosova dışında da Sırbistan’ın güneyinde 60.000’in üzerinde Arnavut yaşamaktadır. Birbirleri ile sınırları olan bu ülkeler birleşip Avrupa'nın ortasında Büyük Arnavutluk'u kurma hayalini uygulamaya koyabilir. Nitekim 2003’te tüm Arnavutların tek bir devlet içerisinde birleşmesini amaçlayan ve radikal kesimleri etrafında toplayan “Arnavut Millî Ordusu” (ANA) adı altında yeni bir örgüt daha kurulmuştur. Yine de tüm bunlara rağmen hem Makedonya, hem de Slovenya gerekirse Kosova'nın bağımsızlığını destekleyeceklerini bildirerek Sırbistan'ı rahatsız etmiştir. 58 Kosova’daki ana partiler yine de tüm bu hassasiyetleri dikkate alarak programlarında Arnavutluk ile ya da diğer Arnavutlarla birleşmeyi gündeme getirmeden, bağımsızlığa konsantre olmuş durumdadırlar. Partiler böyle bir girişimin, desteğine çok bağımlı oldukları uluslararası toplum için kötü etki yapacağının farkındadır. Ayrıca tek bir Arnavutluk devletindense, ayrı iki Arnavut devletinin varlığı, uluslararası platformda daha fazla oy ve daha güçlü olmak anlamına gelecektir. Arnavutluk yönetimi ve halkı, Kosova davasını ulusal bir dava olarak gördüğünden sahip çıkma zorunluluğu hissetmektedir fakat yine de yönetim Pan-Arnavutçuluğa ve dış Arnavutların mücadelesine beklenenden mesafeli yaklaşmaktadır. Bu ise Arnavutlar için hayal kırıklığı ve kızgınlık yaratmaktadır.59 Aslında Arnavutların bir gün birleşme hayali, ortak bilinçlerin parçası olagelmiştir; fakat çoğunlukla resmî olarak siyasi programlarına bunu koyamamışlardır; çünkü her zaman çok zayıf olmuşlardır. Fakat kendilerinde yeteri gücü ya da uygun siyasi konjonktürü yakaladıkları an tekrar çok kuvvetli şekilde bu arzularını gündeme getirilebilir. Bu ise tüm Balkanların ve hatta Avrupa’nın yeniden kaynaması anlamına gelecektir. Kosovalı Arnavutlar Pan-Arnavutçuluğu ve Büyük Arnavutluk projelerini uluslararası topluma karşı bir tehdit olarak da kullanmaktadır. Verilmeye çalışılan mesaj şöyledir: “Bize bağımsızlığımızı vermezseniz, daha kötü arayışlara girebiliriz.” Bununla birlikte Kosova’da, aynı Kıbrıs’ta Türk-Yunan kimliği dışında bir Kıbrıs kimliğinin oluşması gibi, Arnavut 57 Aslında Tito, ölmeden önce Arnavutluk ve Bulgaristan’ı da Yugoslavya’ya dâhil etmeyi arzulamıştır; fakat bunu gerçekleştirecek imkânı bulamamıştır. ICG Europe Report; 25 February 2004 ; Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, 10 Temmuz 1998, Yıl: 14, Bülten Nu. 26. 58 Makedonya Başbakanı Vlado Buçkovski Belçika’da yayımlanan "La Libre Belgique" gazetesine verdiği demeçte, Kosova’nın bağımsız olacağını söyledi. http: // www. internetajans. com/ haber _ detay. asp? id= 3012 (30/12) yine başka bir gazeteye Kosova’nın bağımsızlık için aday olduğunu ifade etti. “ Radio Kosova, 30/12/2005, http: // www. rtklive. com/ site/ news/ news _ list. php? & cid = 11 (30.12.2005) ; BBC Turkish http: // www. bbc. co. uk/ turkish/ europe/ story/ 2005/11/051121_un_kosovo.shtml (05.11.2005) ; CIAO - Public International Law and Policy Group, Unbreakable Bond between Serbs and Kosovo, A Field Report, December 2003, s. 5. 59 ICG Europe Report; 25 February 2004, s. 15-16. 103 kimliğinin dışında ayrı bir Kosovalılık kimliği tartışmaları başladığı ve taraf bulduğu da dikkat çekmektedir. Sırbistan’ın istikrarın bozulacağı söylemlerine karşın Kosova’nın bağımsızlığı Balkanlar’da istikrarın sağlanmasına katkıda bulunabilir. Bağımsızlığın sağlanmasıyla Arnavut radikallerin ve diasporanın aşırı eğilimleri yumuşayacaktır. Böylelikle iki egemen devlet Arnavutluk ve Kosova, AB’ye entegrasyon yolunda siyasi ve çağdaş kurumlar kurmaya konsantre olabilecektir. Arnavutlar ve Arnavutluk arasında sağlıklı bir ilişki kurulabilmesi, komşulara karşı tehdidin de azalması ve istikrar anlamına gelecektir. Nihai statünün belirlenmesi aşamasında, Belgrad ile diyaloğun artırılması gereklidir. Belgrad makamları bugüne kadar kendilerine yeterince rol verilmediğine inanmaktadır. Statü sürecinin her aşamasında başarı kaydedilebilmesi ve istikrar için Belgrad’ın desteği, katılımı şarttır; o yüzden bu inancın en kısa zamanda silinmesi gerekmektedir. Katılıma Sırp hükûmetini ikna etmek de kilitsel meselelerden biridir. Kosova hâlen uluslararası toplumca yönetilmektedir ve bu noktada Sırbistan'ın rolü en alt düzeydedir. Kosova'da sadece durumu normalleştirmeye çalışmak yeterli olmaz; aynı zamanda bölgeye istikrar kazandırmak amaçlanmalıdır ve bunun için Belgrad’ın desteği şarttır. Zaten Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1244 sayılı kararı da hâlen Kosova'da Belgrad için önem bir rol öngörmektedir. Bununla birlikte Rusya’nın da desteği ile Sırbistan’ın planın bir bölümünü veya tamamını reddetmesi söz konusu olabilir. Ret sorunu kronik hâle gelirse müzakere sürecinin bu durum karşısında tutsak olamayacağı da açıkça ortaya konulmalıdır. Kosova’daki durum çok hassastır ve statükonun belirsiz bir süre devam etmesi tehlikelidir. Özellikle Sırp azınlığın statüsü ile ilgili Sırbistan’ın kaygılarının dikkate alındığı gösterilmelidir; fakat “trenin Belgrad ile ya da Belgrad olmadan” da bir şekilde hareket edeceğinin net şekilde gösterilmesi gerekir. Nitekim uluslararası toplum bu yönde uyarılarını yapmaktadır. Bu ülkeler müzakelerde yapıcı olurlarsa çıkarlarını daha iyi koruyabilecekleri konusunda ikna edilmelidirler. b. Diğer İlgili Taraflar ve Uluslararası Toplum Uluslararası toplum, Kosova’daki olayları, artık şiddetin görmezden gelinemeyecek kadar ciddi ve Avrupa güvenliğini tehdit edici boyutlara ulaşmasına kadar önemseyip harekete geçmeyi düşünmedi. Bunun temel nedeni, bölgedeki diğer azınlıkların da bağımsızlık için bastırmasına teşvik olma korkusuydu. Eski Yugoslavya’nın sorunlarına Avrupa’nın müdahil olması ise daha çok, batılı iki cumhuriyet Slovenya ve Hırvatistan’daki krizler nedeniyleydi ve Kosova yine gündemde değildi. Fakat bunun bir istisnası ABD idi. Kosova sorunu, daha 1980’lerde ABD-Yugoslavya ilişkilerinin gündemindeydi. 1992’de ABD Başkanı George Bush, Kosova’da polis ve askerî güçler aracılığıyla uygulanması planlanan etnik temizlikten haberdar olunca, o zamanın Sırbistan devlet başkanı olan Miloseviç’e, böyle bir şey 104 olduğu taktirde ABD’nin tepkisinin sadece Kosova’daki askerî hedeflere yönelik olmayacağına yönelik bir uyarı yollamıştı. Öyle ki Amerikan Başkanı bu mesajı o zamanki federal yönetimi ve tüm diplomatik gelenekleri baypas ederek doğrudan Miloseviç’e yollamıştı. Bu mesajın etkisi ile Miloseviç bir süre Kosova’da maceraya girişemedi.60 Kosova’daki Amerikan hayranlığı dikkat çekici boyutlardadır. Priştine’de Bill Clinton isimli bir cadde ve New York’taki özgürlük anıtının küçük bir modeli mevcuttur. Son yıllarda Arnavut çocukların bazılarına Tony ve Clinton isimleri verilmektedir. Örneğin seçimlerde yarışan adaylardan Edita Tahiri’nin reklam afişinin arka fonunu Amerikan bayrağı ve Özgürlük Abidesi oluşturmuştur.61 Bugün için Kosovalı Arnavutlar millî meselelerinde herkesten çok ABD’ye güvenebileceklerini düşünmektedir; fakat aynı şeyin AB için söylenmesi mümkün değildir. Kosova’nın Arnavut idaresindeki geçici hükûmet ve kurumlarına önemli yetki devrine arzu edilen oranda destek vermemesi bu güveni daha da azaltmaktadır ve bağımsızlık yolunda tek güvenilecek kuvvetin ABD olduğu inancı pekişmektedir. Öyle ki Tiran’ın bile Kosova ve Sırbistan arasında arabuluculuk yapma önerisi Priştina tarafından destek bulmamıştır.62 AB ülkeleri tam olarak ortak bir tavır belirlemiş olmasa da bağımsızlık taraftarı yaklaşımlar her geçen gün artmakta ve konuya daha çok müdahil olunmaktadır. Örneğin müzakerelerin başlamasının ardından Britanya Dış İşleri Bakanı Jack Straw, Kosova'yı Sırbistan'ın bir parçası olarak tutmanın "gerçekçi olmadığını" belirterek bağımsızlığa giden yolun neredeyse kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir.63 Müzakereler ilerledikçe UNMIK’ın buradaki varlığını azaltmaya ve Avrupa Birliği’ne giderek daha fazla sorumluluk kaydırmaya çalışması beklenebilir. Uluslararası toplumun desteği olmadan UNMIK tek başına sorumluluklarını yerine getirecek gücü ve inanılırlığı sağlayamaz. NATO da Kosova’nın gelecekteki statüsü ile ilgili görüşmelere uzanan süreçte ve görüşmelerden sonra ortaya çıkabilecek gerginliklerle başa çıkabilmesini sağlayacak güçlü bir varlık bulundurmayı garanti etmelidir.64 Uluslararası toplumun Kosova’da karşı karşıya olduğu ve hepsi de birbirine paralel olarak ele alınması gereken sorunlar daha entegre ve geniş kapsamlı bir stratejik yaklaşım gerektirmektedir. Belki de XIX. yüzyılda Berlin’de yapılan konferans gibi Balkanlar’da da tüm önemli konuların bir defada ele alındığı büyük bir uluslararası konferansa ihtiyaç vardır; fakat bugün uluslararası toplumun ilk aşamada önceliği, güvenliğin sağlanmasıdır. 60 CIAO-Public International Law and Policy Group, s. 4-5. Öyle ki Amerikan hayranlığı, elbiselerine kadar yansımış olan Kosova Özürlüleri Derneği Başkanı Agim Vatovci Amerikan bayraklı kravatını öperek: “Önce Allah, sonra ABD. Kimse bizimle ilgilenmezken ABD para veriyor” demektedir. Sağır, 01.11.2004. 62 ICG Europe Report; 25 February 2004, s. 17. 63 Radikal; 11.03.2006. 64 Kai Eide 2004 yazında BM Genel Sekreteri Kofi Annan için hazırladığı Kosova’nın geleceği ile ilgili raporu üzerinde çalışırken edindiği izlenimlerini anlatıyor. NATO Dergisi: http: // www. nato. int/docu/review/2004/issue4/turkish/opinion.html (21.12.2005). 61 105 Yaklaşık 42.500 KFOR askeri, bölgenin dış güvenliğini garanti altına almış durumdadır; fakat bu rakama ilaveten 4000 BM polisi ise iç güvenliği sağlamakta yetersizdir. Etnik çatışmalar ve Arnavut toplumu arasındaki intikam hareketleri engellenememektedir.65 Bu konuda Irak’ta ve diğer bir çok örnekte görüldüğü gibi eski savaşçıların uluslararası destek ve eğitimle polis gücü hâline getirilmesi düşünülebilir. Uluslararası toplumun bir an önce, şiddet kullanmanın amaca ulaşmakta araç olarak görülmesini ve yapanların yanına kâr kalmasını engelleyecek önlemler alması hayati önemdedir. Bosna ve Hersek’te olduğu gibi günlük güvenliğin sorumluluğunu Avrupa Birliği’nin üstlenmesi düşünülmelidir. Tüm bu verilerden yola çıkılınca Kosova için Sırp ve Arnavutların talepleri ve kırmızı çizgilerinin bambaşka olduğu açıktır; ancak uluslararası toplumun çözüm reçetesi her iki tarafın da taviz vermesini gerektirecektir. 2. Çözümün Çerçevesi 27 Mart 1999’daki NATO müdahalesinin ardından Kosova yeni bir yapılanma sürecine girse de bölge halkları arasında 2004 yılı Mart ayında, beş yıl aradan sonra yeniden patlak veren etnik çatışmalar, istikrarın sağlanamadığının göstergesi olmuştur. Son dönemlerde olanlar, Kosova’da beklenmedik çatışmaların olabileceğini göstermektedir.66 Sırpların kovaladığı 3 Arnavut çocuğun İber Nehri’nde boğulmasının ardından patlak veren ve 19 kişinin öldüğü olaylar, bölgedeki gerilimi bir kez daha su yüzüne çıkarmıştır. Olaylar sırasında 50 kadar UNMIK aracının yakılması da uluslararası toplum için bir uyarı olmuştur. Ayaklanmalardan sonra Kosova’nın gelecekteki statüsü konusunu da ele alacak yeni bir stratejiye ihtiyaç olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Nihai statü meselesi artık göz ardı edilemeyecek ya da ertelenemeyecek kadar tehlikeli hâle gelmiştir. Uluslararası toplumun mümkün olan en kısa vadede mevcut ve acil çözüm bekleyen sorunları ele alması, geçiş dönemi için idari bir mekanizma oluşturması ve statü konusunu çözüme kavuşturması gerekmektedir. Çünkü şiddet olaylarının sebebi kısmen ekonomide ilerleme olmamasından kaynaklanan hayal kırıklığı, kısmen güvenlik durumu ile ilgili sıkıntılar ve kısmen de ileriye dönük net bir planın olmamasının yarattığı belirsizliktir. Nihai statü kararlaştırıldığı zaman da bunun gerçekleştirilmesi evresinin ne kadar zor, çetrefilli ve zaman alıcı olacağı da düşünüldüğünde bugün için hızlı hareket etmenin zorunlu olduğu anlaşılmaktadır. a. Çözülmesi Gerekenler Kosova’da çözülmesi gereken en acil sorun, çeşitli etnik grupların bir arada yaşayabilmesi için belirlenen bir dizi öncelikli konularla ilgili standartların uygulanmasını sağlamaktır. Tüm alanlarda birden aynı anda ilerleme yapmayı amaçlamak gerçekçi olmayacağı için öncelikli konular olarak güvenlik, hukukun üstünlüğü, dolaşım özgürlüğü, yerlerinden olmuş 65 66 ICG; ‘‘After Miloseviç’’, A Pratical Agenda for Lasting Balkans Peace, s. 84. http://ilef.ankara.edu.tr/akildefteri/yazi.php?yad=3265 (21.03.1985). 106 kişilerin dönüşü ve ademimerkeziyetçilik belirlenmiştir. Temas Grubu67 da bu öncelikleri onaylamıştır. Diğer büyük sorun ise ekonomidir. Bir tarafta büyük Sırbistan, diğer tarafta ise büyük Arnavutluk hayallerinin sık sık alevlenmesinin önemli nedenlerinden biri de bölgedeki yüksek işsizliktir. Yine önemli sorunlardan biri Kosovalı Sırpları seçimlere ve siyasi yaşama katılmaya ikna etmektir. Örneğin 23 Ekim 2004’teki seçimlerde Kosovalı Sırplar boykot uygulamış ve sadece yüzde biri oy kullanmıştır. Oy kullanmayan ya da korktuğu için boykota karşı çıkamayan Sırpların endişelerini giderebilmenin yolu ise öncelik alanlarında derhâl ilerleme kaydetmektir. Kosovalı Sırpları kazanmanın bir yolu da ademimerkeziyetçiliği teşvik etmektir. Örneğin, Kosovalı Sırplar çoğunluğu oluşturdukları yerlerde yerel hizmetlerin sağlanması gibi konuları üstlenebilirlerse Kosova’da bir gelecekleri olduğuna ve barış sürecinin kendileri için önemli olduğuna inanabilirler. Kosova’nın kuzeyinde Sırbistan’a yakın kısımlarda yaşayan az sayıdaki Sırp, seçimleri boykot etmekle kaybedecek bir şeyleri olmadığını düşünebilir; fakat Kosova’nın güneyinde yaşayan ve bölgelerinde çoğunluk teşkil eden Sırpların kaybedecek şeyleri vardır.68 Dolayısıyla Sırp azınlığın politik sürece katılma hakkını garanti altına almak da büyük önem taşımaktadır. Bölgede hareket özgürlüğü konusunda da ciddi sorun yaşanmaktadır. Kosova’da hâlâ dikenli tellerle çevrilmiş, izole olmuş ve KFOR’un sıkı korumasına muhtaç durumda Sırp köyleri vardır. Yine Kosova’daki insanların yüzde 20'den fazlası rahatça hareket edemediklerini söylemektedir.69 Bugün için yukarıda anlatılanlara yönelik çözümün çerçevesi; Kosova’nın parçalanmaması, bölgedeki Sırpların belli bir oranda otonomi elde etmesi ve NATO Barış Gücü’nün süresiz olarak bölgede kalması olarak çizilmektedir.70 İstemediği bir sonuç durumunda Sırbistan’ın askerî bir müdahale ihtimali artık çok az olsa da Yugoslav Halk Ordusu’ndan kalan çoğu silahın mirasçısı olarak Sırbistan’ın bölgedeki en büyük askerî güç olmasından dolayı uzun süreli bir NATO varlığı Kosovalı Arnavutlar tarafından istekle kabul edilecektir. Kosova'nın nihai statüsüne ilişkin görüşmelerde, daha önce üzerinde anlaşılan prensiplerden sapılmamalıdır. Bu prensipler; Kosova'nın paylaşılmaması, 1999 yılı Mart ayı öncesine dönülmemesi71, Kosova'nın komşu devletlerle birleşmemesi, azınlıkların korunması gibi hususları içermektedir. UKG-ICG (International Crises Group) raporu da aynı görüşleri 67 Temas Grubu 1994’de Bosna’ya barış getirebilmek amacıyla kurulmuştur ve ABD, Rusya, Fransa, Almanya ve İtalya temsilcilerinden oluşmaktadır. 68 http://www.nato.int/docu/review/2004/issue4/turkish/interview_b.html (21.12.2005). 69 BBC Turkish; http: // www. bbc. co. uk/ turkish/ europe/ story/ 2005/ 10/ 051024_ kosovainterview. shtml (05.10.2005). 70 http://www.ntvmsnbc.com/news/346595.asp (03.05.2006). 71 Ahtisaari Tiran'a gelişinden önce, Karadağ'ın başkenti Podgorica'yı ziyaret etti. Elçi buradaki temaslarında, Kosova'nın Mart 1999 öncesi döneme geri dönemeyeceğini ve eyalette toprak veya sınır değişikliği olmayacağını yineledi. 107 savunmaktadır.72 Nihai statü müzakerelerinde yerel yönetim süreci, mültecilerin dönüşü ve asayişin sağlanması da önemli öncelikler arasında yer almaktadır; bununla birlikte Kosova'nın statüsüyle ilgili herhangi bir anlaşmada, azınlıkların statüsünün hayati bir konu olacağı açıktır. Azınlıklara Kosova’da bir gelecekleri olduğu garantisini verecek konular üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. Polis ve yargıyla ilgili konularda Avrupa Birliği'nden yardım istenecektir. Kosova Yüksek Mahkemesine belirli miktarda tarafsız yargıç atanması ve azınlık hakları gibi konuların bu mahkemelerin önüne getirilmesi söz konusu olabilir. Son dönemde, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Kosova'daki çatışmalardan dolayı 50 bini aşkın kişinin evini terk ettiğini, evini terk eden Arnavutlardan 3700 kişinin Arnavutluk'a, 4000-6000 arasında kişinin de Karabağ'a sığındığını belirtmiştir. Kosova'daki çatışmalardan dolayı, bölgede yaşayan Arnavutların Aranavutluk'a olan göçü ise sürmektedir.73 NATO’nun resmî görüşü, mültecilerin evlerine dönebilecekleri yolundadır ve NATO bunu güvence altına almıştır; fakat gerçekte hâlen çok az sayıda mülteci geri dönebilmiş durumdadır. Evlerine dönen Sırpların oldukça vahşi şekilde öldürülmeleri ise dönmeyi arzulayan diğer Sırplar arasında tedirginlik yaratmaktadır. Bu şiddet eylemleri yolu ile radikal Arnavutlar Sırplara dönmemeleri yolunda mesaj vermeye çalışmaktadır. Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatının (AGIT) raporunda da şiddet eylemlerinin nedeninin bu olduğu ifade edilmektedir.74 İleride mültecilerin tamamının dönebileceğini iddia etmek güçtür. Tarihte bunun örneği çoktur. Türkiye-Yunanistan ihtilafı sonucu ana vatanlarına kaçmak zorunda kalan Türkler ile Yunanlar; ve 1948’de bağımsızlık kazanmalarının ardından yaşanan Hindistan-Pakistan ihtilafında milyonlarca Müslüman ve Hindu, yaşadığı yerden kaçmak zorunda kalırken, bu insanların çok küçük bir kısmı geri dönebilmiştir. Bununla birlikte yine de çözüm için Kosova’daki Sırplar başta olmak üzere mültecilerin evlerine dönmesinin sağlanması çok önemlidir; diğer türlü etnik temizliğin sonuçları kabullenilmiş olur. Tabii bunun için yeterli istikrar ve güvenliğin sağlanmış ve yerleşmiş olması gereklidir; aksi takdirde evine geri dönen ve çoğunluk içinde azınlık olan mülteciler yeni sorunlara ve kan dökülmesine yol açacaktır. b. Şartlı Bağımsızlık Görüşmelerin muhtemel sonucuyla ilgili olarak en çok kullanılan terimlerden biri “şartlı bağımsızlıktır”. Örneğin 17 Haziran AB Brüksel Zirve sonucunda da Kosova'nın gelecek statüsüne yönelik ayrı bir bildiride de tartışmalı bölgenin koşullu bağımsızlığına açık kapı bırakılmıştır. Şartlı 72 Assembly Support Initiative Newsletter, OSCE Mission in Kosovo, s. 13 : http: // www. osce. org/ publications/ mik/ 2005/ 03/ 13989_ 227_ tr. pdf (13.03.2005). 73 Mültecileri komşu ülkelerdeki kamplara yerleştirmek, bu ülkeler için tavır sorunları çıkartmaktadır. Kosovalı mültecilerin politik kabul edilirliğinin oldukça yüksek olduğu Arnavutluk’ta, fakir Arnavutlar, Kosovalı mültecilerden daha kötü koşullarda yaşadıklarından ve hiç yardım almadıklarından yakınmaktadırlar. Wallerstein; 15.05.1999. 74 OSCE; Kosova/Kosova: As Seen, As Told, 1999, s. 12, www.osce.org (25.05.2006). 108 bağımsızlıkla kastedilen, bağımsızlığın sağlanması; fakat bunun Bosna Hersek’te olduğu gibi veto yetkisi bulunan uluslararası bir temsilciliğin denetim mekanizması altına alınmasıdır. Kosova’da uluslararası gözetlemeyi, “Kosova Gözetleme Misyonu” temin edecektir. Bu misyonun görevi geniş bir uluslararası topluluğa rapor vermek ve eğer Kosova hükûmeti yükümlülüklerini yerine getirmede başarılı olamazsa gerekli önerileri sunmaktır.75 Hükûmet kurulduktan sonra uluslararası toplumun ve mevcut BM Geçici Misyonu UNMIK’in yetkilerini hızla ve önemli ölçüde yerel kurumlara devretmesi, sadece kritik konularda veto yetkisini sürdürmesi söz konusu olacaktır. Bölgede barış gücü olarak görev yapan 17.000 NATO askerinin sayısının da azaltılması ve Makedonya ile Bosna’da olduğu gibi AB misyonuna devredilmesi söz konusudur. Bu konu, Norveç’in NATO Büyükelçisi Kai Aide’nin Kosova’daki son durumla ilgili BM Güvenlik Konseyine sunduğu raporda da zikredilmektedir. Raporun temel felsefesinde BM’nin daha fonksiyonel hâle gelmesi ve yetkiyi yerel yönetime devrederek hızla gözlemci-denetçi konumuna geçmesi savunulmaktadır. Uluslararası toplum, Kosova’nın sonsuza dek koruyucusu olamayacağının farkındadır; dolayısıyla belirlenen süre sonucunda, bölgeye tam bağımsızlık verilmesi kaçınılmazdır. Yukarıda değinilen tüm planlamalara ve alınan kararlara rağmen bu geçiş oldukça yavaş gerçekleşmektedir. Bu yavaş ilerleyişin bir nedeni de uluslararası görevlilerin bölgeyi kazanç kapısı olarak görmeleridir. Zira bu kişiler, aylık 6000 ile 12.000 dolar arasında para kazanmaktadır. Aynı durum bölgede istihdam edilen Arnavutlar için de geçerlidir.76 Tam bağımsızlık konusunda üzerinde uzlaşılan kritik nokta ise bölge ülkelerinin AB çatısı altına alınması şartıdır. Washington ile Brüksel, Sırbistan’a gelecek için AB ve NATO üyeliği perspektifi vererek ülkenin Kosova konusunda taviz vermesini kolaylaştırmaya çalışmaktadır. AB’nin Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlattığı 3 Ekim 2005’te SırbistanKaradağ ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması görüşmelerini resmen başlatması da bu yönde atılan bir adımdır. Bu konudaki planlar uygulanırken Sırbistan’daki iç siyasi dengelerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Sırbistan’daki, Batı ile uzlaşmaya sıcak bakan hükûmetin gücü sınırlıdır ve aşırı milliyetçi muhalefet uzlaşma için önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Sırplar tarafından kutsal kabul edilen Kosova konusunda taviz verecek liderlerin, önemli siyasi risklerle karşılaşması kaçınılmazdır. Nitekim eski Sırbistan Başbakanı Zoran Djinjic, kendisi ile yapılan bir mülakatta: “Kosova artık kapanmış bir sayfadır; ama siyasi koşullar böyle bir gelişmenin ilan edilmesi için uygun değildir.” demiştir.77 75 Assembly Support Initiative Newsletter; OSCE Mission in Kosovo, s. 13-14: http: // www. osce. org/ publications/ mik/ 2005/ 03/ 13989_ 227_ tr. pdf (13.03.2005). 76 Sağır; 01.11.2004. 77 Assembly Support Initiative Newsletter; OSCE Mission in Kosovo, s. 12: http: // www. osce. org/ publications/ mik/ 2005/ 03/ 13989_ 227_ tr. pdf (13.05.2005). 109 Kanımızca Belgrad, Kosova’yı kaybedeceğinin farkındadır ve artık bunu maksimum kazanç sağlayarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sırbistan sınırına yakın olan ve Sırpların yoğun olarak bulundukları bölgelerde, bağımsız Kosova’dan özerk bir bölge yaratmak ya da BosnaHersek’te olduğu gibi bir federasyon kurmak amaçlanmaktadır. Zaten Kosova’da Sırp ve Arnavutlar hiçbir zaman iç içe yaşamamış; hep birbirlerine komşu bölgelerde birikmişlerdir. Bundan sonra da iç içe yaşayan çok etnili bir Kosova tasarlamak, sadece yeni çatışmalar anlamına gelecektir. Yine de istediği statüyü elde edememesi durumunda, Miloseviç milliyetçiliğinin ve yakın tarihte yaşanan kanlı savaşların yorgunluğunu taşıyan Sırp halkının Kosova için savaşma seçeneğine sıcak bakması kanımızca güçlü bir olasılık değildir. Tüm önlemlere rağmen bölgede şiddeti engellemek oldukça zor olacaktır. Kanımızca uluslararası toplumun Kosova’ya bağımsızlık vermek yolunda inanılır adımlar atması hâlinde, Arnavutların radikalizme verdikleri destek de azalacaktır ve bu da şiddet olaylarının azalmasını sağlayabilir. Bu şekilde Kosova Arnavutlarının sivil otoriteye olan bağlılığı artacaktır ve böylece uluslararası toplulukla iş birliği içinde, bölgede yaşayan Sırp azınlığın haklarının da daha iyi korunması mümkün olabilir. Avrupa’nın barut fıçısı olarak anılan bölgenin sorunlu parçası Kosova ile ilgili müzakereler başarısızlıkla sonuçlanırsa şiddet riski artabilir, fakirlik ve örgütlü suç olaylarında da büyüme beklenebilir. Dönemin UNMIK yöneticisi Hans Haekkerup Mayıs 2001'de Kosova'daki Arnavut ve Sırpların siyasi temsilcileriyle bir araya gelerek; fakat temsilcilerin görüşlerini çok fazla dikkate almaksızın "Kosova Anayasa Çerçevesi"ni imzalamıştır. Söz konusu belgenin en büyük zaaf noktasını, Kosova halkına bir halk oylaması ile Kosova'nın statüsünü belirleme hakkını vermemesi oluşturmaktadır; dolayısıyla Arnavutlar için Kosova'nın bağımsızlığına giden yolda önemli bir engel teşkil etmektedir.78 Görüşmelerin ne zaman ve ne şekilde sonuçlanacağı net değildir. Kosova eski başbakanı Bayram Kosumi, Abdullah Gül’le görüşmesinde, bağımsızlık için Haziran 2006 tarihini zikretmişti.79 Nihai statünün belirlenmesinin gecikmesi, uluslararası toplumun Kosova’nın iç meselelerine konsantre olup ilerleme sağlamasını da engellemektedir. Birçok ekonomik ve hukuki mesele, statünün getirecekleri hakkındaki belirsizlik nedeniyle çözüme kavuşturulamamaktadır. Ayrıca Belgrad yönetiminin geri dönmesine yönelik Arnavut korkusu ile Sırp umudu ve dolayısıyla sonucun belirsizliği, tarafları başka bir savaşa hazırlanmaya zorlamaktadır. Kosova için zaman bir lükstür. Birleşmiş Milletler ve önde gelen üye devletlerin bu sürecin nasıl 78 İnsani yardım vakfı: http://www.ihh.org.tr/cgi-bin/index.pl?mod=news;op=news_id;id=1407 (17.04.2006). 79 Celil Sağır; ‘‘Kosova Şartlı Bağımsızlık Yolunda’’, Aksiyon, Yıl: 10, Sayı 576, 17.10.2005: http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=22682 (26.05.2006) 110 öne alınacağı konusunda düşünceler üretmesi gereklidir.80 Bölgede etkin bir yargılama sistemi yoktur ve birçok konuda açık yasalar bulunmamaktadır. Etnik saldırılar genelde cezasız kaldığından dolayı bu yeni saldırılara teşvik olmaktadır.81 Bununla birlikte yakın tarihte konuyla ilgili bazı ilerlemeler de sağlanmış durumdadır. Lahey Savaş Suçları Mahkemesi tarafından 1998’de Kosova’da savaş kanunlarını çiğnemekle suçlanan ve 2004’te davaları görülmeye başlanan eski UÇK Komutanı Fatmir Limay ve Lapusnik esir kampı komutanlarından Isak Musliu aklanırken, yine Lapusnik Esir kampı komutanı Haradin Balay savaş yasalarını çiğneme suçundan 13 yıl hapisle cezalandırıldı. Böylece ilk kez Kosovalı bir Arnavut, savaş suçundan hüküm giymiş oldu. 82 Sırbistan’ın da statü müzakerelerinde daha güçlü bir pozisyon elde edebilmek için Firardaki Sırp savaş suçu zanlısı Radovan Karadziç’i Lahey’deki Savaş Suçları Mahkemesine teslim etmesi mümkün olabilir. Sonuç AB ve BM çeşitli inisiyatifler ele alarak sorunun çözümü için aşamalar kaydetmekteyse de bugün için ABD’nin liderliği olmadan herhangi bir nihai çözüme varılabilmesi mümkün görünmemektedir. Kosova’nın statüsünün belirlenmesi, bu eyaletin ve Sırbistan’ın geleceğinden çok daha geniş bir meseledir. Mesele daha çok Avrupa içi ilişkilerin, kıtanın güvenliğinin ve ABD’nin küresel ve Avrupa’daki pozisyonunun belirlenmesidir. Aynı zamanda mesele AB’nin ortak güvenlik ve dış politikasını kurabilmesi açısından da çok önemlidir. AB açısından nihai hedef, Kosova'yı Sırbistan'la birlikte Avrupa Birliği'ne almak değil, bölge ülkelerini tümüyle Avrupa Birliği bünyesine katmak olmalıdır. Bu durumda sınırların önemi göreceli olarak azalacaktır. Zaten AB liderleri de Balkan ülkelerine geleceklerinin AB ile birlikte olduğu konusunda güvence vermektedir.83 Bunun karşılığında istenen ise reformları hızlandırmaları, serbest seçime gitmeleri ve uluslararası savaş suçları mahkemesi ile tam iş birliği göstermeleridir. Kosova’nın nihai statüsü belirlenene kadar komşu ülkelerin huzursuzluğu sürecektir. Kanımızca en doğru çözüm ilk aşamada Sırp Cumhuriyeti ve Kosova arasında nüfus değişimi ile birlikte iki eşit devlet temeline dayalı gevşek bir federasyon kurulmasıdır. Önceden karar verilmiş bir sürecin sonunda -üç ila beş yıl- Kosova’da yapılacak halk oylaması ile nihai statü belirlenebilir. İlk aşamada trafik, suç örgütleri, ticaret ve kimlik 80 Kai Eide 2004 yazında BM Genel Sekreteri Kofi Annan için hazırladığı Kosova’nın geleceği ile ilgili raporu üzerinde çalışırken edindiği izlenimlerini anlatıyor. NATO Dergisi : http: // www. nato. int/ docu/ review/2004/issue4/turkish/opinion.html (21.12.2005). 81 ICG; ‘‘After Miloseviç’’, A Pratical Agenda for Lasting Balkans Peace, s. 84, 86. 82 http: // www. ntvmsnbc. com/ news/ 352057. asp (13. 04. 2006) ; http: // www. setimes. com/ cocoon/ setimes/ xhtml/ tr/document/setimes/features/2004/11/15/feature-01 (15.11.2004). 83 Örneğin 16-17 Haziran AB Konseyi Başkanlık Sonuç Bildirgesi; http: // www . eu2005. lu/ en/ actualites/ conseil/ 2005/ 06/ 17 conseur- concl/ conseil.pdf (17.06.2005). 111 kartları gibi daha genel konular; sonrasında yerinden edilmiş Sırpların durumu ele alınmalı; son olarak da nihai statü görüşmelerine geçilmelidir. Kosova’da Kıbrıs’ta önerilene benzer bir formülasyon ortaya çıkabilir. Buna göre Kosova, Sırplar ve Arnavutların eşit haklara sahip olacağı şekilde iki etnik topluma bölünebilir. Nüfusun gönüllü olarak yeniden yerleştirilmesi, yani azınlıkta kalanların mübadele ile çoğunluk olunan bölgelere göçü sonucu, asimetrik bir bölünme yaratılabilir. Sırplar azınlık değil, Sırbistan ile kurumsal bağları olan oluşturucu-kurucu (constituent) halk olmalıdır. BosnaHersek’teki Sırp Cumhuriyeti’nin statüsü ile Kosova’nın statüsünün arasında bağ kurulabilir. Sırplar en azından Bosna-Hersek’te sahip oldukları statüyü elde etmelidir.84 Bugün Kosova’daki Sırpların temel endişeleri güvenlikleridir; dolayısıyla onlara güvenlik sağlayabilecek herhangi bir anlaşmayı destekleyeceklerdir. Bununla birlikte kısa vadede Sırpların evlerine geri dönüşleri ve güvenlikleri hakkında ilerleme sağlanmaz ise Sırp tarafında esnek görüşlerin tekrar ortaya çıkmasını beklememek gerekir; hatta Kosova’nın bağımsızlığı gerçeğe yaklaştıkça radikal liderlerin oy potansiyelinin artması beklenebilir; nitekim Sırp Cumhuriyeti’nden sık sık, aynı Türkiye ve Kıbrıs ilişkisinde olduğu gibi- “eğer AB üyeliğinin bedeli Kosova ise üye olmak istemiyoruz sesleri yükselmektedir. Sırplar, önemi tartışılmaz olan Kosova’yı kaybederse, bu onların -Kıbrıs’ta Rumların Girne için hissettiklerine benzer şekilde- intikam hisleri ve ileride tekrar geri alma hayalleriyle yaşamalarına yol açabilir. Bu da Arnavutların devamlı savunmada ve gergin kalmasını, karşılıklı güvensizliği ve uygun koşullar ortaya çıktığı an tekrar çatışma riskini beraberinde getirebilecektir. Kosova ve Sırbistan arasında özellikle ekonomi alanında bağlayıcı ve iyi ilişkiler kurulabildiği takdirde, bugün için imkânsız gözükse de Kosovalı Arnavutların ayrılık talepleri soğutulabilir. Refah içerisinde bir yaşam, tarafları bir arada yaşamaya ikna edebilir. Zaten çözümün uluslararası güvenlik garantileri ve mali yardımlarla desteklenmesi gerekecektir. Kosova’da tarafları iş birliğine yöneltecek ve belki de zorunda bırakacak ekonomik düzenlemeler yapılmalıdır; dış yatırımlar teşvik edilmelidir. Yalnız bu süreç öncesinde Kosova, mutlaka uluslararası anlaşmalar ile 1974 Yugoslav Anayasası’ndaki sınırlarını kabul ettiği, sınırlarını genişletmeye veya Arnavutlukla birleşmeye yönelik hareketler içine girmeyeceği konusunda bağlanmalıdır. Kosova’daki azınlık haklarının korunup korunmadığı mutlaka uluslararası örgütlerin gözlemcileri tarafından takip edilmeli ve sonuçlar resmî olarak belirli aralıklarla yayınlanmalıdır. Geçiş döneminin sonucunda Kosova’nın, azınlık haklarını koruduğu, uluslararası ilişkiler yürütmek için yeterli kapasiteye sahip olduğu, 1974’te belirlenen sınırlarına; Makedonya ve Arnavutluk’un toprak bütünlüğüne saygı gösterdiği, Arnavutluk’la herhangi bir siyasi ya da ekonomik bütünleşmeyi reddettiğini uluslararası topluma kanıtlarsa ve yine bağımsızlığını talep ederse, bağımsızlığı tanınmalıdır. 84 CIAO - Public International Law and Policy Group; s. 10. 112 Daha önce değinildiği üzere, Kosova’nın bağımsızlığı yeni bir bağımsızlık dalgası yaratma tehlikesi taşımaktadır; fakat uluslararası toplum, Kosova’nın bağımsızlığı için karar verirken, balkanlar için getireceği tehlikenin yanı sıra şunları da dikkate almalıdır: 1) Kosova ile diğer eski Yugoslavya Cumhuriyetleri arasındaki hukuki ve olaysal benzerlik ve bunların uluslararası toplumca tanınmış olması, 2) Yugoslavya’nın dağılmış olduğu ve Sırbistan-Karadağ’ın, Yugoslavya’nın uluslararası hukuki kişiliğini devam ettirdiği iddiasının kabul edilmiyor olması, 3)Kosova’nın yasal olarak olsa da hiçbir zaman meşru olarak Sırbistan’ın bir parçası olmaması, 4) Kosova halkının etnik temizliğe maruz kalmış olması. Nihayetinde Kosova için bulunacak çözüm; ilgili iki toplum, komşu ülkeler, diğer anahtar ülkeler ve AB ile ABD’nin çıkarlarına uygun olmak zorundadır; aksi takdirde kalıcı bir çözüm beklenemez. Bu kadar çok tarafı tatmin edecek bir anlaşmanın ise ne kadar zor olacağı ortadadır. Çözüme daha geniş açılı bakılmalıdır. Balkan ülkelerinde çok sayıda azınlık yaşamaktadır ve eski Yugoslavya’nın bir bölgesindeki karışıklık tüm bölgedeki istikrarı tehdit edecektir; dolayısıyla bölgenin tamamının sorunları kapsamlı şekilde ele alınmalıdır. Kosova sorununun kalıcı çözümü, Balkanlar’daki sorunların kalıcı çözümünden geçecektir. 113 İRAN’IN, AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NE YÖNELİK MUHTEMEL BİR KITALAR ARASI BALİSTİK FÜZE TAARRUZUNUN, TÜRKİYE VE DİĞER BÖLGE ÜLKELERİ AÇISINDAN SONUÇLARI * Kubilay Uzun Özüm S. Uzun∗∗ Özet: Bu araştırmanın amacı; İran’ın, ABD’yi vurabilecek güçte balistik füzeler elde etmesi veya geliştirmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçları ortaya koymaktır. Bu araştırmanın önemi; İran’ın gelecekte anılan kabiliyeti elde etmesi durumunda, ABD’nin bu füzeleri önlemesinin teknik kısıtlamalar sebebiyle kolay olmayacağını ifade etmesi, ayrıca Türkiye’nin doğru politikaları geliştirebilmek için ihtiyaç duyacağı teknik altyapıyı ortaya koymasıdır. Anahtar kelimeler: Balistik füze, Kıtalar arası balistik füze, tepki safhası, önleme, tepki safhası önlemesi, önleme füzesi, önleme füzesi konuşlandırma bölgeleri, İran, İran’ın füze çalışmaları, Şahab, elektronik taarruz, savaş başlığı, çoklu savaş başlığı, sahte hedef, görünmezlik teknolojisi, faydalı yük, atmosfer dışı imha aracı, enkaz, enkaz düşme bölgeleri, önleme zamanı, azami fırlatma gecikmesi, X-bant radar. Giriş Büyük Orta Doğu Projesiyle Orta Doğu bölgesini şekillendirmeye başlayan ABD’nin öne sürdüğü niyetler, bölgenin demokratikleşmesi, insan haklarının sağlanması ve kadınların siyasi ve ekonomik hayata dâhil edilmesi olarak özetlense de Afganistan ve Irak savaşlarıyla başlamış olan süreçte uygulanan stratejilerin bu niyetlere yönelik olmaması, ABD’nin Orta Doğu bölgesine yönelik amaçlarının sorgulanmasına neden olmaktadır. ABD’nin küresel güç özelliğini koruyabilmesi için öncelikle Orta Doğu ve Orta Asya petrolleri ve güzergâhlarını kontrol altına alması ve kendisine tehdit oluşturabilecek ülkelerin ekonomik ve askerî ilerlemesini önlemesi gerektiği düşünülmektedir.1 Bu bağlamda, Orta Doğu ve Orta Asya petrolleri ve güzergâhlarının kontrolü için jeopolitik öneme sahip ve uzun vadede ABD’nin ulusal güvenliğine yönelik potansiyel bir tehdit olan İran, ABD’nin hedefi hâline gelmiştir. 17 Haziran 2005 tarihinde cumhurbaşkanlığına seçilen Ahmedinecad’ın radikal söylemleri de İran’ın, ABD’nin hedef ülkeleri listesinde yer almasında etkili olmuştur. 1970’lerin ortalarından itibaren balistik füze edinme çabası içine giren İran’ın füze programlarını sistemli olarak devam ettirmesi, hem ABD hem de İsrail tarafından endişe ile takip edilmektedir. Mevcut bilgi ve teknolojisi ile İran, İsrail’i de kapsayan orta menzilli füzelere sahiptir. Kıtalar Arası Balistik Füze (KABF) yapımının ileri teknoloji ve bilgi gerektirdiği bilinse de mevcut uluslararası ilişkiler ortamında bazı ülkelerin yardımı ile İran’ın, KABF elde etmesinde çok büyük engeller olmadığı düşünülmektedir. * Hv. Plt. Bnb., Gnkur. Hrk. Bşk.lığı, Eğt. D. Bşk.lığı, Tatb. Şb. Md.lüğü. Orta Doğu Uzmanı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi. 1 Son 20 yılda küresel anlamda petrole olan ihtiyaç % 30 artmıştır. Dünya pazarları, 2001 yılında günde 77,1 milyon varil petrole ihtiyaç duyarken, 2025 yılında bu oranın 118,8 milyon varile çıkması öngörülmektedir. Dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık %70'i Orta Doğu ve Orta Asya coğrafyasındadır. ∗∗ 115 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 Bu noktada, İran’ın hâlihazırda ABD’yi tehdit edebilecek menzilli füzelere sahip olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Dolayısıyla bu makale incelenirken, ortaya konulan çalışmanın bir senaryo olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu araştırma, “İran’ın gelecekte ABD topraklarını tehdit edebilecek güçte füzelere sahip olması durumunda, muhtemel bir füze taarruzundan Türkiye ve bölge ülkeleri nasıl etkilenecektir?” sorusuna cevap bulmayı amaçlamaktadır. İran, mevcut füzeleri ile İsrail’i tehdit etmektedir. Eğer ABD, İran’da kendi çıkarları doğrultusunda bir rejim oluşturamaz ise İran’ın füze programlarını ilerleterek ABD’ye tehdit oluşturabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu çalışmada, İran’ın füze çalışmaları ve KABF’ler kısaca anlatıldıktan sonra, İran’ın ABD’ye yönelik muhtemel KABF taarruzunun Türkiye ve bölge ülkelerine etkileri araştırılacaktır. Bu araştırmada uluslararası ilişkiler ortamı göz önünde bulundurularak bilgisayar ortamında simüle edilmiş senaryolar yorumlanmaya çalışılmıştır. 1. İran’ın Füze Çalışmaları İran, 1980’lerin sonlarından itibaren, nükleer programı gibi balistik füze çalışmalarına da büyük önem vermiş, Üçüncü Dünya Ülkeleri arasında balistik füze gücü bakımından Kuzey Kore’den sonra ikinci sıraya yükselmiştir. İran’ın kısa, orta ve uzun menzilli balistik füze çalışmalarında sistemli bir programa sahip olduğu bilinmektedir.2 Bu süreç sonunda İran 1300–1500 km menzile sahip Şahap–3 füzelerini üretmiş ve 22 Temmuz 1998 günü ilk uçuş testlerini yapmıştır. İran, bu tarihten sonra Şahap–3 füzelerinin seyrüsefer sistemi ve roket motoru üzerinde çalışmalarını artırmış ve bu füze üzerinde çeşitli düzenlemeler yapmıştır. İran Savunma Bakanı Ali Şamhani, Şahap–3 füzesinin menziline eş değer, katı yakıt kullanan bir füzenin denemesinin %100 başarıyla yapıldığını ifade etmiştir.3 ABD, İran'ın Rusya, Kuzey Kore ve Çin ile füze teknolojisine ilişkin iş birliğinden endişe duyduğunu açıklarken, son yıllarda üst üste ''Şahap'' serisi balistik füze denemeleri yapan İran, füze programının tamamen savunmaya yönelik olduğunu ileri sürmektedir.4 İç ve dış etkenlere bağlı olarak tahmin edilen sürenin uzayabileceği veya kısalabileceği ifade edilse de İran’ın 2015 yılı itibari ile ABD’ye ulaşabilecek KABF’ye sahip olabileceği düşünülmektedir.5 İran, kimi tahminlere göre Rusya’nın yardımı ile 2010 yılına kadar KABF denemesi yapabilecektir. Aynı zamanda uzmanlar, İran’ın Kuzey Kore ile iş birliği yaparak Taepo Dong tipi KABF elde edebileceğini de ifade etmektedirler. 2 İran’ın balistik füze çalışmalarıyla ilgili daha fazla bilgi için bk. http://www.nti.org/e research/profiles/Iran/missile/index. html. Anthony Cordesman; “Proliferation in Iran,” Center for Strategic and International Studies, Gözden Geçirilme Tarihi 20 Şubat 2004. 3 “İran’dan Yeni Füze Denemesi,” http: //www. cnnturk. com. tr/ DUNYA/ haber detay. asp? PID= 319&HID=1&haberID=99956, 31 Mayıs 2005. 4 “ABD’ye Kalkan Türkiye’ye Kılıç,”http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~3@tarih~2001-0723m@nvid~11505,00.asp, 23 Temmuz 2001. 5 “Missile Overview,”http://www.nti.org/eresearch/profiles/ıran/missile/index.html. 116 Önümüzdeki yıllarda İran’ın yörüngeye uzay aracı gönderme denemesi yapabileceği, bu sayede orta menzilli ve kıtalararası balistik füzelerine teknik alt yapı oluşturabileceği ifade edilmektedir.6 5 Ocak 2004 tarihinde İran Savunma Bakanı, İran’ın 18 ay içerisinde uydu konuşlandırabileceğini açıklamıştır.7 Tahminler, İran’ın KABF geliştirebilme yeteneğini elde etmesinde farklı zamanları işaret etse de İran’ın balistik füze geliştirme ve füze menzillerini artırma çabası içerisinde olduğuna işaret etmektedir.8 2. Kıtalar Arası Balistik Füzeler Bir KABF’nin uçuşu Şekil-1’de görüldüğü gibi üç temel safhaya ayrılır. Bunlar; Tepki Safhası (Boost Phase), Orta Yörünge (Mid-course) ve Son Safhadır (Terminal Phase). Şekil-1 Kıtalararası Balistik Füzelerin Safhaları9 KABF’leri hedeflerine ulaşmadan önce tahrip etme düşüncesi, Soğuk Savaş dönemi boyunca gündeme gelmişse de özellikle Soğuk Savaş döneminin bitişini takip eden on beş yılda, füze teknolojisinin kontrolsüzce yayılması ve kullanılmasından duyulan endişe ile beslenerek daha çok tartışılır hâle gelmiştir. 6 Anthony Cordesman, “Proliferation in Iran,” Center for Strategic and International Studies, Gözden Geçirilme Tarihi 20 Şubat 2004. 7 Andrew Feickert, “Iran’s Ballistic Missile Capabilities,” Congressional Research Service Report for Congress, 23 Ağustos 2004, http:// fpc. state. gov/ documents/ organization/ 39332. pdf# search=’iran% 27s% 20ballistic% 20missile.' 8 İran’ın son dönem füze programı ve denemeleri ile ilgi detaylı bilgi için bk. http://www.nti.org/eresearch/profiles/Iran/Missile/1788 6278.html. 9 Missile Defense Agency; http://www.mda.mil/mdalin/html/mdalink.html 117 Tehdit açık olmakla birlikte, bu tehdidin önlenmesinde izlenecek yol haritası konusunda bilim adamları tarafından değişik yaklaşımlar ortaya konulmuştur. KABF’ler fırlatıldıktan sonra yaklaşık 10.000–12.000 km yol kat ederler ve 30 ila 40 dakika uçarlar ki bu oldukça uzun bir zamandır. Bu durumda, ilk bakışta bir KABF’yi hedefine çarpmadan önce herhangi bir noktada tespit ve imha etmek akla gelen en mantıklı çözümdür. Bu tip önlemeye, “orta-yörünge” ve “son safha” önlemesi adı verilir. Orta-yörünge ve son safha önlemesinin, KABF’yi tespit etmek için yeterince zamanın mevcut olması ve önleme füzeleri/araçlarını dost topraklara yerleştirebilme gibi avantajları vardır. Öte yandan, başka bir grup bilim adamı ise işlerin bu kadar da kolay olmayabileceğini savunmuştur. Orta-yörünge ve son safha önlemesinin bazı dezavantajları şunlardır: Balistik füze tarafından önleme füzesi ve diğer savunma sistemi bileşenlerine karşı uygulanabilecek elektronik taarruz,10 Savaş başlığı11 tamamen tahrip edilmediği takdirde enkazın dost topraklara düşme riski, Tek bir savaş başlığı yerine çoklu alt-mühimmat kullanılması sonucu savunma sisteminin işba hâline gelmesi olasılığı,12 Orta-yörünge ve son safha önlemesinin elektronik taarruza karşı hassas oluşuna ilave olarak bir KABF tarafından tepki safhasının bitiminden itibaren kalan uçuşu süresince kullanılabilecek pek çok elektronik taarruz tekniği mevcuttur. Lewis ve Postol bunları: çoklu alt-mühimmat13, sahte hedefler14, radar ve kızıl ötesi görünmezlik teknolojisi15 ve manevra olarak listelemektedir.16 10 Elektronik taarruz, füze savunma sisteminin sensörlerine (Radar ve Kızılötesi) ve diğer bileşenlerine sahte hedefler, elektronik karıştırma vb. yollarla müdahale ederek, sistemi yanıltmayı ve iş göremez hâle getirmeyi amaçlar. Elektronik taarruzun tepki safhasında kullanımı, diğer safhalarda olduğu kadar pratik değildir. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Kubilay Uzun, “Requirements and Limitations of Boost–Phase Ballistic Missile Intercept Systems”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2004. 11 Savaş Başlığı (warhead) füze tarafından taşınan faydalı yüktür (payload). Patlayıcı madde ve bu patlayıcıyı harekete geçirecek patlatma mekanizmasından (detonator) oluşur. 12 Jennifer C. Davis and James J. Lisowski; “Developing a Remote Staring Sensor for Optimizing Successful Boost Phase Intercept,” Proc. of IEEE Aerospace Conference, IEEE Press, Piscataway, New Jersey, Cat. no. 02TH8593, 2002, s. 4-1649–4-1661. 13 Çoklu alt-mühimmat (multiple sub-munitions) kullanımı, füze savunma sistemi bileşenlerini yanıltmayı ve işba hâline getirmeyi amaçlar. Modern KABF’lerin savaş başlıkları birden fazla altmühimmattan oluşmaktadır. Tepki safhasının sona ermesini müteakiben alt-mühimmatları koruyan muhafaza açılarak savaş başlıkları birbirinden ayrılır. Bu sayede, savunma sistemi tek hedef yerine, örneğin 10 ayrı hedefi takip etmek ve belki de 10 ayrı savunma füzesi atmak zorunda kalacaktır. 14 Sahte hedefler (decoys); harp başlıklarını taklit eden ve bu sayede füze savunma sistemlerinin işini daha da zorlaştırmayı amaçlayan yapılardır. KABF orta-yörüngesi tamamen atmosfer dışında gerçekleşir. Havanın mevcut olmadığı bu ortamda, harp başlığından ayrılan tüm sahte hedefler kütlelerinden ve şekillerinden bağımsız olarak gerçek savaş başlığı ile beraber hareket ederler. Bu safhada sıklıkla kullanılan sahte hedeflere örnek olarak metalize 118 Tartışmaya son noktayı koyan ise, 2000 yılının Nisan ayında yayımlanan ünlü MIT Karşı-tedbirler Raporu (MIT Countermeasures Report) olmuştur. MIT Karşı-tedbirler Raporunun vurguladığı hususlar şunlardır: KABF üretebilen bir ülkenin, basit elektronik taarruz tekniklerini kullanabileceğine inanmamak için hiçbir sebep yoktur. Elektronik taarruz, orta-yörünge/son-safha önlemesine dayalı bir savunma sistemini büyük olasılıkla etkileyecek, işba hâline getirecek veya başarısızlığa uğratacaktır. Bu elektronik taarruz: Alt-mühimmat, sahte hedefler, radar kesit alan azaltma, kızıl ötesi görünmezlik, savaş başlığını saklama ve manevrayı içerecektir.17 Gerçekleştirilen ciddi ve kapsamlı araştırmalar göstermiştir ki bir KABF savunma sisteminin başarılı olabilmesi için KABF’nin elektronik taarruz imkânının kısıtlı olduğu tepki safhasında (boost phase) vurulması şarttır. Tepki safhası, KABF’nin rampasından fırlatıldığı andan başlayarak roket motorlarının söndüğü ana kadar geçen ilk safha olarak tanımlanır.18 Tepki safhası önlemesinin amacı, KABF’nin imha edilmesi değil, ivmelenme safhası tamamlanmadan vurulması (faydalı yükün roket motorları ile bağlantısının kesilmesi) suretiyle güçsüz bırakılması ve bu sayede hedefe varmadan düşmesini temin etmektir. Vurulma zamanının, tepki safhasının toplam süresine oranına bağlı olarak bu kısalık binlerce kilometreyi bulabilir. Tepki safhası dışındaki tüm yaklaşımlar şu iki gerçeği dikkate almak durumundadır: Füzenin ivmelenmesi sona erdiğinde (tepki safhası bittiğinde), değişik elektronik taarruz tekniklerinin kullanılması olasıdır. balonlar gösterilebilir. Metalize balonlar, faydalı yük içinde gerçek savaş başlıkları ile birlikte çok az yer gereksinimi ve ağırlıkla atılabilir. Tepki safhası sona erdiğinde, çoklu alt-mühimmat ile birlikte metalize balonlar da gruptan ayrılırlar. Bu safhada, uzayda bulut hâlinde büyük bir hızla ilerleyen bir grup hedef ortaya çıkar. Füze savunma sistemi açısından, bu bulutun içerisinde gerçek harp başlıklarını bulmak ve imha etmek oldukça iddialı bir görevdir. 15 Görünmezlik (stealth) teknolojileri; radar veya kızıl ötesi sensörlerin algıladığı enerji miktarını, dolayısıyla tespit ve izleme mesafesini azaltmayı hedefleyen teknolojilerdir. Radar kesit alanını azaltmak maksadıyla kullanılan geometrik şekillendirme (geometrical shaping) ve radar dalgalarını emici malzeme (RAM: Radar Absorbent Material), kızılötesi sensörleri etkilemek için kullanılan soğutma (cooling) ve gizleme (shrouding) teknikleri buna örnek olarak gösterilebilir. 16 George N. Lewis and Theodore A. Postol; “Future Challenges to Ballistic Missile Defense,” IEEE Spectrum, Vol. 34, no. 9, (1997), s. 60-68. 17 Andrew M. Sessler, John M. Cornwall, Bob Dietz, Steve Fetter, Sherman Frankel, Richard L. Garwin; et al., “Countermeasures: A Technical Evaluation of the Operational Effectiveness of the Planned US National Missile Defense System,” Union of Concerned Scientists, MIT Security Studies Program, Cambridge, Massachusetts, April 2000. 18 Jennifer C. Davis and James J. Lisowski; “Developing a Remote Staring Sensor for Optimizing Successful Boost Phase Intercept,” Proc. of IEEE Aerospace Conference, IEEE Press, Piscataway, New Jersey, Cat. no: 02TH8593, 2002, s. 4-1649–4-1661. 119 Uzun menzilli balistik füzeler için ana faydalı yükten (payload ) ayrılan her parçacık, kütlesine bağlı olmaksızın faydalı yükle aynı yörüngeyi izleyecektir. Dolayısıyla, atmosferik etkilerin ihmal edilebileceği dış uzayda, küçük bir chaff parçacığı ile ağır savaş başlığı arasında yörünge açısından hiçbir fark yoktur. Tepki safhası, KABF’nin tüm uçuş safahatına oranla oldukça kısa bir zamanda gerçekleşir. Kıtalar arası ölçekte füzeler için kullanılan yakıta bağlı olarak tepki safhasının süresi 3 ila 5 dakika arasında olacaktır. Tepki safhası önlemesinin diğer yöntemlerle ilgili problemlerden etkilenmemesine rağmen uğraşması gereken başka faktörler vardır. Bunlar, genellikle tespit ve karar verme gereksinimleridir ki nihayetinde önleme füzesinin, KABF fırlatma noktasına çok yakın bir bölgeye konuşlandırılması ihtiyacını doğurur. Önleme füzesi kullanmanın bir diğer alternatifi ise Havada Konuşlu Lazer (Airborne Laser-ABL) olmakla birlikte, işe yarayacağı oldukça şaibeli olan bu sistem bu araştırmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. İlave olarak -her ne kadar günümüz teknolojisi için uzak bir hedef olsa da- önleme füzelerinin yörüngeye konuşlandırılması da araştırılmaya değer olasılıklardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır19. Benzer şekilde, uzaya konuşlu önleme füzeleri de bu araştırmanın kapsamı dışındadır. O hâlde akla gelen başlıca sorular şunlar olabilir: Önleme füzesi, KABF fırlatma noktasının ne kadar yakınına yerleştirilmelidir? Önleme füzesinin, arzu edilen yakınlığa yerleştirilmesi her zaman mümkün olabilecek midir? Hepsinden daha kritik olan ve insan muhakemesini dehşete düşüren soru ise şudur: KABF’ler bugünün teknolojisiyle önlenebilir mi? KABF’lerin önlenmesi bazı koşullarda mümkün değilse KABF teknolojisine sahip ülkelerin bu teknolojiyi başka ülkelerin geliştirmesine engel olmaya, KABF teknolojisine sahip olmayan ülkelerin ise bu teknolojiyi geliştirmeye çalışmaları çok mantıklıdır. KABF fırlatma kabiliyetine sahip, bilinen güçlerin dışındaki bir ülkenin bu kabiliyeti elde etmeye çalışmasının sebepleri neler olabilir? Oberg’e göre bu arzu üç önemli amaca hizmet eder: Düşman topraklarına savaş başlıklarını taşıyabilmek, Uzay çalışmalarında fiilen var olmak, Bir “küresel güç” olmak.20 KABF fırlatma kabiliyetine sahip olarak bir “küresel güç” olunabilir mi? Genel kanının aksine fırlatılan bir KABF’nin yıkıcı etkilerinden korunmak, şu anki teknoloji düzeyi ile mümkün değilse, “küresel güç” değilse bile bir 19 Uzaya konuşlu füzeler ile önleme hakkında daha fazla bilgi için bkz. Tarık AYDIN, “Orbit Selection and Exo-atmospheric Kill Vehicle (EKV) Guidance for Space-based Intercontinental Ballistic Missile (ICBM) Intercept”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2005. 20 James Oberg, “Missiles for all: the new global threat,” IEEE Spectrum, Vol. 36, no: 3, (1999), s. 20-28. 120 “küresel aktör” olmak kuvvetle muhtemeldir. O hâlde bölgesel bir güç olma arzusu içinde olan İran’ın küresel güç ABD ile çatışan bölge çıkarlarını korumak için küresel bir aktör olma yolunda kabiliyetlerini artırma çabası içinde olması beklenebilir. İran’ın yıllardır geliştirerek devam ettirdiği füze programı da bu çabanın bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. 3. Tepki-Safhası KABF Önlemesinin Simülasyonu Tepki-safhası KABF önlemesinin irdelenmesinde kullanılan araç21, üç boyutlu bir bilgisayar modelidir ve MATLAB22 dilinde yazılmıştır. Orijinal model, yerde konuşlu X-Bant radarlar ve uzayda konuşlu kızıl ötesi sensörler ile veri tümleştirme23 hususlarını da kapsamasına rağmen bu araştırmada kullanılan sürümü, sensör kısıtlamalarını dikkate almayacak şekilde basitleştirmiştir. Başka bir deyişle, KABF pozisyon bilgisinin mükemmel şekilde önleme füzesine bildirildiği varsayılmıştır. KABF ve özetlenmiştir:24 önleme füzesi modelleri ile ilgili konular aşağıda Simülasyon, çok kademeli25 füzeleri modelleyebilmektedir. araştırma için faydalı yük hariç, üç kademeli roketler modellenmiştir. Bu Füzelere etkiyen temel kuvvetler; Tepki (Thrust), Ağırlık (Weight) ve Sürüklemedir (Drag). Önleme füzesi için buna kumanda kuvvetini de ilave etmek uygun olur. Her kademenin yanma süresi boyunca, kademe yakıt kütlesi lineer olarak azalmaktadır. Tepkinin büyüklüğünün, üç temel parametrenin (kademe yakıt kütlesinin birinci zaman türevi, hâlihazır yükseklikteki yer çekimi ivmesi ve yakıt spesifik impalsı26) çarpımına eşit, tepkinin yönünün ise 21 Kubilay Uzun, “Requirements and Limitations of Boost–Phase Ballistic Missile Intercept Systems”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2004. 22 MATLAB (MATrix LABoratory), The Mathworks Inc. tarafından yaratılmış olan bir programlama dilidir. 23 Veri Tümleştirme (Data Fusion) farklı enerji kaynaklarını takip eden sensörlerden gelen hedef pozisyon bilgilerinin uygun bir algoritma ile birleştirilmesi işlemidir. Daha fazla bilgi için bk. Gökhan HUMALI; “Sensor Fusion for Boost Phase Interception of Ballistic Missiles”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2004 ve Kürşad YILDIZ; “Electronic Attack and Sensor Fusion Techniques for Boost-phase Defense against Multiple Ballistic Threat Missiles”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2004. 24 (Modeller ile ilgili detaylar ve kaynak kodları için bk. UZUN, a.g.e.) 25 Birden fazla roket motoru kademesi (multi-stage) kullanımı, kütle bölümünü (mass fraction) iyileştirmek maksadıyla kullanılan bir tekniktir. Çok-kademeli füzelerde her kademe yanması tamamlandıktan sonra atılır, böylece yakıtın haricinde kalan safra ağırlığın bir bölümü atılmış olur. Kademe sayısı ne kadar fazla olursa genel kütle bölümü o derece iyileşecek, dolayısıyla aynı miktarda yakıtla ulaşılabilecek maksimum hız (maksimum menzil ve/veya taşınabilecek maksimum faydalı yük) artacaktır. Öte yandan, kademe sayısı arttıkça, füzenin karmaşıklığı da artar; bu sebeple modern füzelerin kademe sayısı uygun bir değer olan 3 ile sınırlandırılmıştır. 26 Spesifik İmpals, roket yakıtının etkinliğini gösteren bir büyüklüktür. Birimi saniyedir. Roket yakıtlarının spesifik impalsları kabaca 200 ila 400 saniye arasında değişmektedir. 121 hız vektörüne paralel olduğu kabul edilmiştir. Sürükleme vektörü ise her zaman hız vektörüne ters yöndedir. Dünya, 6370 km yarıçapında dönmeyen mükemmel bir küre olarak kabul edilmiştir. Ağırlık vektörünün yönü her zaman dünyanın merkezine doğrudur. Her füze, kademe başına dört temel parametre ile tanımlanmıştır: Toplam kütle, yakıt kütlesi, spesifik impals ve yanma süresi. Füze boyutları ve toplam kademe ağırlıkları için ABD Peacekeeper füzesi model alınmıştır. Öte yandan yakıt ağırlıkları; KABF modeli için kademe başına toplam ağırlığın %85’i, önleme füzesi için ise %90’ı olarak kabul edilmiştir. Tüm füzelerin tüm kademeleri için spesifik impals 300 saniye, yanma zamanı ise 60 saniye kabul edilmiştir. Dolayısıyla, KABF ve önleme füzesinin toplam tepki safhası 180 saniyedir. Buna göre KABF ve önleme füzesi veri matrisleri Tablo-1 ve Tablo-2’de verilmiştir: Tablo-1 1.KADEME 2. KADEME 3. KADEME FAYDALI YÜK 108,000 61,000 17,000 3,800 91,800 51,850 14,450 0 Spesifik İmpals (s) 300 300 300 0 Yanma Zamanı (s) 60 60 60 0 Toplam (lb) Yakıt (lb) Kütle Kütlesi KABF Veri Matrisi Tablo-2 1. KADEME 2. KADEME 3. KADEME ADİA Toplam Kütle (lb) 108,000 61,000 17,000 500 Yakıt (lb) 102,600 57,950 16,150 0 Spesifik İmpals (s) 300 300 300 0 Yanma Zamanı (s) 60 60 60 0 Kütlesi Önleme Füzesi Veri Matrisi 122 Verilen parametreler ile tasarlanan KABF, İran’ın herhangi bir noktasından ABD’nin herhangi bir noktasına 3800 lb. (yaklaşık 1725 kg) faydalı yük taşıyabilmektedir. Önleme füzesinin faydalı yükü ise AtmosferDışı İmha Aracıdır (ADİA) (Exoatmospheric Kill Vehicle- EKV27). ADİA’nın kütlesi 500 lb. (yaklaşık 225 kg) olarak kabul edilmiştir. Önleme füzesi güdümü Oransal Seyrüseferdir28 (Proportional Navigation- PN). Seyrüsefer Kat sayısı29 (Navigation Coefficient- N’) 4’tür. Füze modellerinin performansları hakkında fikir vermesi açısından, her iki model de simülasyonda serbest atış ile koşturulmuştur. Buna göre; KABF modelinin tepki safhası sonunda (t = 180 s, söndüğü anda) sürati 7,5 km/s, önleme füzesinin sürati ise aynı noktada 12,8 km/s olarak ölçülmüştür. Bu çalışmanın hâlihazırda mevcut olmayan balistik füze ve önleme füzesi teknolojilerini simüle ettiğini ve ortaya koyulan durumun bir senaryo olduğunu tekrar vurgulayalım. Bu durumda “Simülasyonları koşturmak için yapılan varsayımlar ne kadar gerçekçidir?” sorusu önem kazanmaktadır. KABF ve önleme füzesinin birbirine yakın performanslara sahip olmaları, ilk bakışta oldukça kötümser bir kabul gibi gelebilir. Ne var ki bu oldukça gerçekçidir. KABF önleme problemleri, hızlı füzelerle, yavaş hedeflere karşı yapılan klasik önleme problemlerinin çözümlerinden oldukça farklı bir karakter arz eder. Yörüngeye faydalı yük taşıyan füzeler için ulaşılması gereken süratler yaklaşık 8 km/s değerine yakınsar. Bu ise kaba bir hesapla (0°C için) 24 mach civarında bir sürate tekabül eder. Bu sürat, taktik önleme problemlerinde kullanılanların çok üzerindedir. Bu süratlerde yapılan önlemelerde, performans farkından ziyade, atışın uygun pozisyondan, uygun açılarda ve makul bir gecikme ile yapılması önem kazanır. “Roket Denklemi”ne göre, bir roketin ulaşabileceği en yüksek sürati belirleyen sadece iki parametre vardır: Bunlardan biri egzoz çıkış hızı olup esasen spesifik impals ve yer çekimi ivmesinin çarpımına eşittir. Spesifik impals ise kullanılan yakıtın karakteristiğine bağlıdır. Diğer ve en önemli parametre ise “Kütle Bölümü”dür (Mass Fraction). Bir roketin kütle bölümü yakıt ağırlığının toplam ağırlığa oranı olarak tanımlanır ve roketin ulaşabileceği maksimum sürati logaritmik olarak etkiler.30 Bütün bunların anlamı şudur: Bir roket ne 27 Atmosfer-Dışı İmha Aracı (ADİA) genel olarak tüm atmosfer-dışı kinetik imha önleme araçlarına (kinetic kill interceptor), özelde ise ABD Orta-yörünge savunma sistemi önleme füzelerinin faydalı yükü olarak kullanılmak üzere Raytheon tarafından üretilmiş olan araca verilen addır. 28 Oransal Seyrüsefer (Proportional Navigation), hava-hava önleme füzelerinde yaygın olarak kullanılan bir güdüm algoritmasıdır. Temelde, füzenin hedef ile çarpışacağı noktaya doğru yönelmesini sağlar. 29 Oransal seyrüsefer, güdüm komutlarının hesaplanmasında, füze-hedef arasında çizilen hattın değişme oranını (Line-of-sight rate) ve yaklaşma hızını (Closing Velocity) kullanır. Güdüm komutu hesaplanırken mevcut girdiler son olarak “seyrüsefer kat sayısı” adı verilen sabit bir sayı ile çarpılır. Bu kat sayının değeri genel olarak 3, 4 veya 5’tir. Seçilen seyrüsefer kat sayısına bağlı olarak füzenin manevra karakteristikleri değişir. 30 Paul Zarchan; Tactical and Strategic Missile Guidance, (Reston, Virginia: American Institute of Aeronautics and Astronautics, 2002). 123 kadar ağır ve büyük olarak tasarlanırsa tasarlansın performansını, faydalı yükü de kapsamak koşuluyla toplam ağırlığının ne kadarının yakıta ayrıldığı belirler. Dolayısıyla, bu simülasyonların koşturulmasında yapılan kabuller, önleme füzesini tasarlayanın daha iyi bir teknolojiye sahip olduğu (%85, %90), öte yandan daha az faydalı yük taşımak zorunluluğundan (3800 lb., 500 lb.) kaynaklanan avantajı kullandığı varsayımı ile yapılmıştır. Bu kabuller çerçevesinde KABF’nin tepki safhası sonunda yaklaşık 7,5 km/s (0°C için 22,6 mach), önleme füzesinin ise yaklaşık 12,8 km/s (0°C için 38,6 mach) sürate ulaştığı görülmüştür. Önleme füzesinin 10 ila 15 km/s sürate ulaşabilecek bir füze olacağı tahmin edilmekte olduğundan 12,8 km/s değerinin, gerçeğe çok yakın sonuçlar vereceği değerlendirilmektedir. Fizik kuralları çerçevesinde kalmak koşuluyla yapılabilecek farklı tasarımlar, bu araştırma sonucunda elde edilecek sonuçları trajik şekilde değiştirmeyecektir. Kaldı ki arzu edilen her türlü tasarımın aynı simülasyonu kullanarak denenmesi mümkündür. İran’dan atılacak KABF’lerin hedefleri, Şekil-2’de görüldüğü gibi, ABD’nin doğu ve batı kıyısından birer adet olacak şekilde seçilmiştir. Doğu kıyısı hedefi, Washington D.C. şehir merkezi olup coğrafi koordinatı 38º53’K 77º00’B’dır. Batı kıyısı hedefi ise San Francisco şehir merkezi olup coğrafi koordinatı 37º47’K 122º26’B’dır. İran’ın hâlihazırdaki füze tesisleri Şekil-3’te gösterilmiştir.31 Şekil-2 KABF Hedefleri 31 “Iran Missile Facilities,”http://.nti.org/e research/profiles/Iran/Missile/3876 3922.html. 124 Şekil-3 İran’ın Hâlihazırdaki Füze Tesisleri İran’ın füze tesislerinin coğrafi konumları incelendiğinde genellikle ülkenin kuzey bölgesinde ve güneydeki adaları üzerinde konuşlandırıldığı görülür. Bunun sebebi taktik düşüncelerdir. Unutulmamalıdır ki, İran hâlihazırda KABF’lere sahip değildir. Bu sebeple, füze tesislerinin konuş ve kuruluşu da kısa/orta menzilli taktik füzelere göre değerlendirilmiştir. Örneğin 1,300 km menzilli bir taktik balistik füzenin fırlatma üssünü 300 km ileri veya geri konuşlandırmak çok şey değiştirebilir. Öte yandan KABF’ler, uygun faydalı yük seçimi ile tüm dünyayı kapsayabilirler. Tüm dünyayı kapsayabilme kabiliyetine sahip olmanın göstergesi, yörüngeye uzay cismi gönderebilmektir. Faaliyetlerini ivmeli şekilde sürdüren küresel aktör adaylarının güncel uzay çalışmalarını incelediğimizde, kendi tasarladıkları roketlerle yörüngeye küçük çapta uydular fırlattıklarını görürüz. Yörüngeye uydu fırlatma olayından alınması gereken mesaj, bu ülkenin KABF fırlatma kabiliyetine de (iradesine olmayabilir) sahip olduğudur. İran’ın füze programlarından bahsedilen önceki bölümde bazı uzmanların İran’ın uydu fırlatma testlerini 2010 yılına kadar gerçekleştirebileceğinden endişe ettiklerini ifade etmiştik. Kıtalar arası uzaklıklara erişebilecek füzeleri dizayn etme kabiliyetini elde eden ülkelerin KABF tesislerinin konuşlarında değişiklik yapması icap eder. KABF tesisleri ve fırlatma rampaları/siloları, önleme füzelerini etkisiz hâle getirmek maksadıyla taarruz edilecek istikametin aksi yönünde, mümkün olduğunca derinlik sağlayacak şekilde konuşlandırılmalıdır. Bu derinliğin sınırı ülke sınırlarına kadar dayanabilir. Öte yandan mevcut KABF ve KABF tesislerinin bekasının sağlanması bakımından her istikamette sınırlara uzak olan noktalar da tercih edilebilir. Bu bakımdan, mevcut olan 125 füze tesisleri içinde İran’ın gelecekte geliştirebileceği KABF’lerini konuşlandırabileceği en uygun üs İsfahan’dır. Öte yandan, hâlihazırda İran tarafından füze kolaylığı olarak kullanılmayan coğrafi bölgeleri de hesaba katarsak, olabilecek en uygun üssün İsfahan olduğunu söylemek doğru olmaz. Bu araştırmada, bilinen İran füze tesisleri içinde yer almayan; ancak yer almaya aday olan iki farklı coğrafi nokta daha kapsanacaktır. İsfahan’a ilave olarak, bu noktalar Yezd ve Kerman’dır. Hemen ilave etmek gerekir ki bu coğrafi bölgelerin ele alınması, bu noktaların ideal olduğunu göstermez. Bu daha çok, beka ve önleme füzesi etkisizleştirme faktörlerinin dengelenmesini gerektiren bir karardır. Öte yandan, ele alınan noktalar, taarruz istikametinin aksi yönünde yapılan konuşlandırmaların ne kadar etkili olduğunun gösterilmesi açısından faydalı olacaktır. Bu durumda, muhtemel KABF atış noktası olarak ele alınacak bölgeler, Şekil-4’te görüldüğü gibi, İsfahan (32º39’K 51º04’D), Yezd (31º55’K 54º22’D) ve Kerman (30º18’K 57º05’D) olacaktır. Şekil-4 Seçilen KABF Tesisleri Seçilen KABF tesislerinden, seçilen hedeflere olan istikamet ve mesafeler Tablo-3’te verilmiştir. 126 Tablo-3 NEREDEN NEREYE İSTİKAMET (º) MESAFE (km) Washington D.C. 322 10,400 İsfahan San Francisco 355 12,100 Washington D.C. 324 10,600 Yezd San Francisco 357 12,200 Washington D.C. 326 10,900 Kerman San Francisco 360 12,400 KABF Atış Noktalarından Hedeflere İstikamet ve Mesafeler İran’dan, ABD ana karasının doğu ve batı kıyısındaki hedeflere yapılacak taarruzlar, Şekil-5’te Yerküre üzerinde gösterilmiş, bu taarruzlara ait bazı parametreler ise Tablo-4’te verilmiştir. Şekil-5 Taarruzların Yerküre Üzerinde Gösterimi Tablo-4 Hedef Washington D.C. San Francisco Sönme Hızı (km/s) 7,5 7,4 Sönme İrtifası (km) 92 134 Tepe İrtifası (km) 361 777 Taarruzlara Ait Bazı Parametreler Tablo-3 incelendiğinde, İran’dan ABD’de herhangi bir noktaya gerçekleşebilecek olası bir KABF taarruzunun ortalama istikametinin 340º olduğu görülecektir. Bu, şu anlama gelir: İran, KABF tesislerini, mümkün olduğunca 160º istikametine çekmeye çalışırken, ABD ise bu eksende 127 mümkün olduğunca 340º istikametine yerleşmeyi hedefleyecektir. Bu durum, Şekil-6’da harita üzerinde ifade edilmiştir. Şekil-6 ABD’nin Olası Önleme Füzesi Yerleştirme Bölgesi Taarruz Ekseni İran’ın Olası KABF Yerleştirme Bölgesi 30º K İran-ABD Taarruz Ekseni ve Karşılıklı Stratejiler Sıradaki husus ise ABD’nin, dev satranç tahtası üzerinde önleme füzelerini nerelere yerleştireceği veya yerleştirmek isteyebileceğidir. ABD’nin, olası önleme füzesi yerleştirme talebiyle başvurabileceği ülkeler; Irak, Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan ve Türkmenistan’dır. Bunlara ilave olarak Hazar Denizi’ni de bu amaçla kullanmak isteyebileceği değerlendirilmektedir. Bu amaçla, sözü edilen bölgelerden seçilmiş uygun altı adet nokta ve koordinatları Tablo-5’te verilmiştir. Tablo-5 NOKTA ÜLKE KOORDİNAT Süleymaniye Irak 35º33’K 45º26’D Yüksekova Türkiye 37º34’K 44º18’D Meghri Mevkii Ermenistan 38º55’K 46º15’D Astara Mevkii Azerbaycan 38º30’K 48º48’D Güney Hazar İran 37º12’K 51º50’D Güneybatı Türkmenistan Türkmenistan 37º47’K 54º20’D Muhtemel Önleme Füzesi Konuşlandırma Bölgeleri 128 Tablo-5’te verilen önleme füzesi konuş noktaları, Şekil-7’de harita üzerinde gösterilmiştir. Şekil-7 Muhtemel Önleme Füzesi Konuşlandırma Bölgeleri (Harita) ABD’deki iki hedefe, İran’daki üç noktadan yapılacak KABF taarruzlarını, komşu ülkelerde altı farklı noktaya konuşlandırılmış önleme füzeleri ile vurma senaryosundan toplam 36 farklı kombinasyon ortaya çıkmaktadır. Bütün kombinasyonların simülasyona girilerek koşturulması sonucunda ortaya çıkan sonuçlar Tablo-6’da verilmiştir. 129 Tablo-6. 1 KABF HEDEF 130 Washington D.C. TAARRUZ BAŞI (º) ATIŞ NOKTASI 322 İsfahan 324 Yezd 326 Kerman ATIŞ NOKTASI MESAFE (km) Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan 611 823 821 681 511 643 919 1128 1070 889 631 652 1233 1427 1377 1186 907 869 130 ÖNLEME FÜZESİ ÖNLEME AZAMİ ÖNLEME ZAMANI (s) FIRLATMA BAŞI (º) (Sıfır GECİKMESİ Gecikme) (s) 106 142 123 158 153 157 178 149 221 144 250 173 095 169 110 178 131 174 146 162 170 143 206 152 Tepki Safhasında Önleme Başarısız Tepki Safhasında Önleme Başarısız Tepki Safhasında Önleme Başarısız Tepki Safhasında Önleme Başarısız 149 163 176 163 54 30 40 54 32 4 16 28 10 32 55 31 29 27 Tablo-6. 2 KABF HEDEF TAARRUZ BAŞI (º) 131 San Francisco ATIŞ NOKTASI 355 İsfahan 357 Yezd 360 Kerman ATIŞ NOKTASI Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan Süleymaniye Yüksekova Meghri Astara Hazar Türkmenistan ÖNLEME FÜZESİ ÖNLEME AZAMİ MESAFE ÖNLEME ZAMANI (s) FIRLATMA (km) BAŞI (º) (Sıfır GECİKMESİ Gecikme) (s) 084 159 18 611 823 101 170 11 129 162 25 821 153 147 51 681 198 132 72 511 231 150 37 643 919 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 1128 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 1070 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 122 169 13 889 144 145 49 631 182 144 58 652 1233 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 1427 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 1377 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 1186 Tepki Safhasında Önleme Başarısız 125 171 11 907 151 164 23 869 Önleme Sonuçları 131 Tablo-6’da verilen sonuçlar çok çarpıcıdır. Sonuçları yorumlamadan önce tablonun değerlendirilme yöntemlerine değinmek faydalı olacaktır. Tablodaki pek çok ayrıntı, okuyucu tarafından farklı yorumlar yapılabilmesi ve sonuçların tutarlılığının değerlendirilebilmesi için verilmiştir. KABF taarruz istikameti sütunu, İran’dan ABD’ye yapılacak KABF taarruzlarının yaklaşık yönünü ifade etmek amacıyla verilmiştir. Önleme füzesi ve KABF fırlatma noktaları arasındaki mesafe sütunu, önleme füzesinin yerleştirilebileceği uzaklık hakkında fikir vermesi açısından konulmuştur. Bununla birlikte, mesafenin yakın oluşunun tek başına avantajlı olmadığına dikkat edilmelidir. Önlemenin başarılı olabilmesi için açısal olarak taarruz istikametinden uzaklaşmamak gerekir. Önleme başı sütunu ise bu mukayesenin okuyucu tarafından yapılabilmesi için verilmiştir. Önleme zamanı sütunu, önlemenin başarılı olup olmadığına karar vermede asıl kriterdir. Önleme zamanı 180 saniyeyi geçen durumlarda önleme başarısız kabul edilmiştir. Çünkü, KABF tepki safhasının bitiminden sonra vuruluyor olsa bile bu, enkaz ve harp başlıklarının hedefe yakın bölgelere düşmeyeceğini garanti etmeyecektir. Önleme zamanının bir başka önemi de enkazın nereye düşeceğini belirlemesidir. Önleme zamanı 180 saniyeye eşit veya bundan büyük olduğunda enkazın hedef civarına düşeceğini söylemiştik. Önleme zamanı 180 saniyeden ne kadar küçük ise KABF o kadar kısa düşecektir. Bunun minimum mesafesini belirlemek üzere, önleme zamanları “Sıfır Gecikme” ile verilmiştir. Sıfır gecikme, KABF ile önleme füzesinin aynı anda fırlatıldığını kabul eden teorik bir durumdur. Gerçekte ise KABF’nin tespit ve teşhis edilmesi ile önleme füzesi fırlatılıncaya kadar belirli bir gecikmenin olması kaçınılmazdır. Sıfır gecikme ile önleme zamanı aynı zamanda enkazın da düşebileceği minimum mesafeyi belirler. Azami fırlatma gecikmesi sütunu ise KABF ve önleme füzesi pozisyonlarını optimize etmede kullanılacak asıl parametredir. Bu değer, önleme füzesinin fırlatılabileceği, önleme zamanının 180 saniyeden küçük olduğu en fazla gecikmeyi ifade eder. Bu durumda İran, KABF’lerini yerleştireceği pozisyonu azami fırlatma gecikmesini minimize etmek suretiyle, ABD ise, önleme füzelerini yerleştireceği pozisyonu azami fırlatma gecikmesini maksimize edecek şekilde seçecektir. İran topraklarından ABD topraklarına (Alaska ve Hawaii hariç, bir aradaki 50 eyalet) yapılacak bir KABF taarruzu, kabaca 320º ve 360º istikametleri arasında olacaktır. Taarruz ekseninin orta hattı ise 340º’dir. Bu durumda, Şekil-6’da da görüldüğü gibi, ABD’nin Hazar Denizi ve çevresinde üs elde etme çabasına yönelmesi, İran’ın ise KABF’leri, taarruz ekseni boyunca 160º istikametinde ilerleyerek 30º Kuzey enleminin güneyine konuşlandırma çabasında olması kaçınılmazdır. Seçilen önleme füzesi yerleştirme noktalarının, yine seçilen KABF atış noktalarına olan uzaklıkları 511 ila 1427 km arasında değişmektedir. Genel olarak, mesafe ile önlemenin başarısı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Tepki safhası önlemesinde hiçbir şey KABF atış sitesinin yakınına 132 sokulmaktan daha önemli olamaz. Öte yandan, taarruz istikametine yakın olmak da önemlidir. Örneğin Ermenistan’ın Meghri mevkiinin Yezd’e olan uzaklığı 1070 km’dir. Yezd’den Washington D.C.’ye 324º başta yapılan taarruz, Meghri mevkiinden 174 saniyede önlenebilmesine rağmen, aynı yerden San Francisco’ya 357º başta yapılan taarruz ise önlenememektedir. Bunun sebebi önleme füzesi atış mevkiinin, önleme geometrisine uygun olup olmamasıdır. Genel bir kural olarak, -kabaca- tepki safhası önlemesi için, önleme füzesi konuşlandırmada limit 1000 km’dir. Bu mesafenin dışında, önleme başarı ile gerçekleşse bile azami fırlatma gecikmesi makul değerlerin çok altında gerçekleşecektir. Bunun iki önemli sonucu vardır: KABF önlemesini tepki safhasında gerçekleştirmek bir zorunluluk olduğuna göre, hasım ülkenin KABF’lerini durdurmayı hedefleyen bir ülke, hasmın KABF atış noktalarına, taarruz istikametinde kabaca 1000 km’den daha yakına sokulmak, bu bölgelere deniz gücüyle nüfuz etmek ve/veya dost ve müttefik ülkelerden üs temin etmek zorundadır. KABF fırlatma kabiliyetine sahip olan bir ülkenin füzelerini durdurmak, bu ülke taarruz etmeyi amaçladığı istikamette kabaca 1000 km’den daha fazla derinliğe sahip ise mümkün değildir. Verilen tabloda minimum önleme zamanı 132 saniye olarak gerçekleşmiştir. Bu önleme zamanı ise son derece elverişli koşullarda (mesafe 511 km, taarruz başı 355º ve önleme başı 198º) oluşmuştur. Her hâlükarda, füzelerin performanslarının yakınlığı ve ilgi alanına giren menzil ve süratlerin büyüklüğü sebebiyle, bir tepki safhası KABF önlemesinin 120 saniyenin altında gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı değerlendirilmektedir. Tablo-6’ya göre, önlemenin mümkün olmayacağı durumlar açıkça görülmektedir. Önleme zamanının bir öneminin de enkaz düşme pozisyonu olduğunu söylemiştik. Bunun önemi ise tepki safhası önlemesine kalkışan ülkenin hareketlerinin, büyük bir coğrafyadaki ülkeleri etkileme olasılığıdır. Şimdi, kendi senaryomuza göre etkilenen ülkelere bakalım. Enkaz düşme sahalarının tespitinde Kerman mevkiinden 320º ve 360º başlar arasında yapılan taarruzlar dikkate alınmıştır. Bu istikametlerde yapılan taarruzlar, simülasyon yardımıyla, 120 ila 180 saniye arasında vurulmuş ve enkaz düşme koordinatları kaydedilmiştir. Sonuçlar Tablo-7’de verildiği gibidir. 133 Tablo-7 Enkaz Koordinatı Taarruz Başı 320º 120 40º25’K 45º23’D 130 42º14’K 42º44’D 140 44º29’K 39º03’D 150 47º45’K 32º44’D 160 52º12’K 20º39’D 170 56º16’K 12º02’B 180+ Hedef Enkaz Düşme Bölgeleri Önleme Zamanı (s) Taarruz Başı 360º 44º13’K 57º05’D 46º52’K 57º05’D 50º19’K 57º05’D 55º42’K 57º05’D 64º31’K 57º05’D 84º17’K 57º05’D Hedef Tablo-7’de verilen değerler ışığında, enkaz bölgesi Şekil-8’de harita üzerinde ifade edilmiştir. Şekil-8 170 s 160 s 150 s 140 s 130 s 120 s Enkaz Düşme Bölgeleri (Harita) 4. İran’ın KABF’lerinin Önlenmesi Durumunda Oluşabilecek Sonuçlar Önceki bölümdeki hesaplamalar, İran’ın KABF’lerinin önlenmesi durumunda bölge ülkeleri açısından ciddi sonuçların ortaya çıkacağını göstermektedir. ABD’nin, İran KABF’lerini tepki safhasında önlemesi sonucunda, füzeleri İran topraklarına düşürme olasılığı yoktur. KABF’lerin vurulması sonucunda etkilenen ülkeler şunlardır: Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Ukrayna, Polonya, Belarus, Litvanya, Letonya, Estonya, Almanya, Danimarka, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, İzlanda ve Kanada. Bu tip bir önlemenin 21 ülkeyi 134 etkileyebilecek olması ciddi bir varılabilecek sonuçlar şunlardır: sonuçtur. Önleme zamanına göre ABD’nin, tepki safhası önlemesi uygulayarak savaş başlıklarının kendi ülkesine düşmesini engellemesi, bu savaş başlıklarının yukarıda sözü edilen 21 ülkeden birine düşmesine sebep olacaktır. KABF’nin hedefi (taarruz başı) ve önleme zamanı, enkazın nereye düşeceğini tayin edecektir. KABF enkazının, hangi anda önlendiğinde nereye düşeceği Şekil-8’de gösterilmiştir. ABD, önleme füzelerini uygun yere konuşlandırma şansına sahip olsa bile bu 21 ülkenin ciddi protestosu ile karşılaşacaktır. Bu bilgilerin açığa çıkması, ilgili ülkelerde ciddi kamuoyu tepkisine yol açacaktır. Özellikle, bu ülkelerden ikisinin B.M. Güvenlik Konseyi üyesi olması, tepki safhası KABF önleme planlarının dünyada kabul görme olasılığını düşürmektedir.Türkiye, enkazdan etkilenen ülkelerden birisi değildir. Son olarak, KABF ve önleme füzesi yerleştirme bölgelerinin optimizasyonunu ele alacağız. Bu sonuçlar incelenirken, başarısız önlemeler için önleme zamanına 180 saniye, azami fırlatma gecikmesi ise 0 saniye değeri verilmiştir. KABF fırlatma noktalarının değerlendirmesi takip eden şekildedir: Batı Kıyısı (San Francisco) taarruzu için azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Kerman için 5,6 s, Yezd için 20 s ve İsfahan için 35,6 saniyedir. Doğu Kıyısı (Washington D.C.) taarruzu için azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Kerman için 9,3 s, Yezd için 28,6 s ve İsfahan için 35,6 saniyedir. Her iki kıyı içinse azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Kerman için 7,5 s, Yezd için 24,3 s ve İsfahan için 35,6 saniyedir. Görüleceği üzere, İran açısından azami fırlatma gecikmesini minimize eden nokta Kerman, daha uygun bir deyişle önleme noktalarına göre, taarruz istikametinin ters yönünde en uzak olan noktadır. Buna göre en iyiden en kötüye doğru sıralama her üç durum için de Kerman, Yezd ve İsfahan’dır. Önleme füzeleri fırlatma noktalarının değerlendirmesi takip eden şekildedir: Batı Kıyısı (San Francisco) taarruzu için azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Hazar için 44 s, Türkmenistan için 39,3 s, Astara için 21,3 s, Meghri için 8,3 s, Süleymaniye için 6 s ve Yüksekova için 3,6 saniyedir. Doğu Kıyısı (Washington D.C.) taarruzu için azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Hazar için 38,6 s, Astara için 28,6 s, Süleymaniye için 23,3 s Türkmenistan için 20,6 s, Yüksekova için 19,3 ve Meghri için 16,6 s ve saniyedir. Her iki kıyı içinse azami fırlatma gecikmelerinin ortalaması; Hazar için 41,3 s, Türkmenistan için 30 s, Astara için 25 s, Süleymaniye için 14,6 s, Meghri için 12,5 s ve Yüksekova için 11,5 saniyedir. Önleme füzesi yerleştirmek için azami fırlatma gecikmesini maksimize etmek gerektiğine göre, optimum 3 pozisyon Hazar Denizi, Güneybatı Türkmenistan ve Güney Azerbaycan’dır. Irak, Türkiye ve Ermenistan ise önleme füzesi yerleştirmek için uygun ülkeler değildir. Her iki taraf da kendi seçeneklerini optimize ettiğinde (İran Kerman’ı, ABD ise Hazar Denizi’ni kullandığında), azami fırlatma gecikmelerinin 135 ortalaması 20 saniye olarak gerçekleşmektedir. Buna göre aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilir: ABD, eğer tepki safhası önlemesini hayata geçirmeyi kafasına koymuşsa bu konuda görüşeceği ülkeler Azerbaycan ve Türkmenistan’dır. ABD’nin, Azerbaycan’a yönelik askerî girişimleri özellikle Haydar Aliyev sonrasında hız kazanmış, İlham Aliyev’in resmen devlet başkanı olduktan sonra daha fazla gündeme gelmiştir. 20 Aralık 2003 tarihinde Haydar Aliyev’in danışmanı Vefa Guluzade, Aliyev’in yıllar önce ABD Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright’a ABD askerlerinin yerleştirilmesi planına “evet” dediğini açıklamıştır.32 2004 ve 2005 yıllarında üst düzey ABD yetkililerinin Azerbaycan’a yapmış oldukları ziyaretlerin de ABD’nin Azerbaycan ile üslere ilişkin anlaşmalar yapmak amacıyla gerçekleştirildiği söylenebilir. Bunun en güçlü kanıtı, Eylül 2005 tarihinde ABD’nin Azerbaycan’ın Hazar kıyısındaki kuzey ve güney sınırlarında (Hızı ve Astara) iki radar üssü kurmuş olduğunun açıklanmasıdır. ABD’nin İran’ın olası bir füze taarruzunu tepki safhasında önleyebilmesi için görüşeceği diğer bir ülke Türkmenistan’dır. Türkmenistan, uluslararası ve bölgesel örgütlenmelere sıcak bakmamakta ve tarafsızlık politikası gütmektedir. Şanghay İş Birliği Örgütünün talepleri ve Özbek yönetiminin Hanabad üssünün boşaltılması talebi sonrasında ABD Merkez Komutanı General John Abizaid'in 23 Ağustos 2005 tarihinde gerçekleştirdiği Aşkabad ziyareti ve Türkmenbaşı ile görüşmesi ABD’nin Türkmenistan’dan üs talep ettiği iddialarını gündeme getirmiştir. ABD, diğer bölge ülkeleriyle X-Bant radar konuşlandırma konusunu görüşebilir; ama önleme füzesi yerleştirmek isterse bunun iki sebebi olabilir: ABD, yanlış hesaplama yapmıştır. ABD’nin başka amaçları vardır. Türkiye toprakları, enkazdan etkilenmediği gibi önleme füzesi yerleştirmek için de en kötü seçimdir. Bu sebeple, bu konuda Türkiye’nin hiçbir etkisi ve rolü olamaz. Türkiye her şekilde bu konunun dışında kalma özgürlüğüne sahiptir. Türkiye açısından bir başka muhtemel konu da ABD’nin önleme füzesi değil, X-Bant radar konuşlandırma talebiyle karşı karşıya kalmasıdır. Radar konuşlandırmada kilit konu, önleme geometrisinden ziyade sinyal/gürültü oranını maksimize etmektir. Bu da radarı hedefe mümkün olduğunca yakın menzile konuşlandırmak ve KABF’den maksimum Radar Kesit Alanı (Radar Cross Section-RCS) görmekle mümkündür. Bu koşulları sağlamak için uygun pozisyon ise taarruz istikametine göre yanal bölgelerdir.33 Bu durumda, X-Bant radar konuşlandırmak için en uygun ülkelerin Irak ve Afganistan olduğu değerlendirilmektedir. Öte yandan, önleme füzesi 32 Araz Aslanlı; “Azerbaycan Zorlanıyor,” Cumhuriyet Strateji, 23 Ocak 2006, s. 10. Kubilay UZUN; “Requirements and Limitations of Boost–Phase Ballistic Missile Intercept Systems”, Yüksek Lisans Tezi, Naval Postgraduate School, Monterey, California, Eylül 2004. 33 136 yerleştirme amacını kamufle etmek amacıyla örneğin Azerbaycan’a da radar yerleştirilmesi mümkündür. Her hâlükarda, Türkiye X-bant radar yerleştirmek için uygun bir bölge değildir. ABD ve İran seçeneklerini optimize ettiğinde, azami fırlatma gecikmesi 20 saniyeye kadar düşmektedir. Güncel kaynaklarda, ABD’nin kurmayı planladığı sistemde, bir KABF’yi tespit ve teşhis edebileceği ve önleme füzesini ateşleyebileceği sürenin 30-40 saniyeyi bulabileceği ifade edilmektedir.34 Buna göre, simülasyon sonucu ulaşmış olduğumuz 20 saniye değeri oldukça iddialı bir süredir. Bu durumda, İran’ın hesabını doğru yaptığı durumda, KABF’lerinin ABD tarafından önlenmesi zordur. 5. Sonuç Önceki bölümlerde bahsedilen simülasyonun sonuçları ışığında aşağıdaki genel sonuçlara ulaşılabilir: İran, ABD topraklarını vuracak bir balistik füze geliştirir ve bunu kullanma iradesini gösterirse ABD, bu olası taarruzu önlemede iki sebepten ötürü zorlanacaktır: Coğrafi sınırlamalar ile İran’ın ülke derinliğinin taarruz istikametine göre konumundan dolayı, tespit ve atışa karar verme için gereken sürenin sonunda, önleme için yeterli reaksiyon süresi kalmamaktadır Önleme gerçekleştirilse bile ortaya çıkan enkazın birçok ülkeyi etkileme olasılığı vardır. Bu durumda, ABD için en uygun hareket tarzının daha başlangıçtan itibaren İran’ın böyle bir kabiliyet kazanmasını önlemek şeklinde olabileceği değerlendirilmektedir. Dolayısıyla ABD’nin İran’a yönelik uygulayabileceği yaptırımlar, politik ve ekonomik baskıdan, askerî operasyona kadar varan bir spektruma yayılabilecektir. ABD’nin, İran’ın bu kabiliyeti kazanmasını engelleyinceye kadar teşebbüslerinden vazgeçmeyeceği değerlendirilmektedir. Bu sebeple kısa ve orta vadede ABD’nin İran’a müdahale etmesi kuvvetli bir olasılıktır. ABD her şeye rağmen bölgeye önleme füzesi konuşlandırmaya karar verirse yerleşmek isteyeceği bölgeler Azerbaycan ve Türkmenistan topraklarını da kapsayacak şekilde Güney Hazar Havzası olacaktır. Bu yöndeki diplomatik girişimlerin de başlamış olduğuna dair emareler mevcuttur. Türkiye, Irak ve Ermenistan ise önleme geometrisinin optimum olmamasından dolayı önleme füzesi konuşlandırılacak uygun ülkeler değildir. Türkiye, ABD’nin tepki safhası önleme planlarından negatif veya pozitif yönde etkilenmeyen bir ülkedir. Bu sebeple kendi kartlarını arzu ettiği 34 Dean A. Wilkening; “Airborne Boost-Phase Ballistic Missile Defense,” Science and Global Security, 12: –67, 2004, http: // iis-db. stanford. edu/ pubs/ 20366/ Airbone_BoostPhase_Missile_Defense. pdf. 137 şekilde oynama şansına sahiptir. Öte yandan bu sonuç, İran’ın Taktik Balistik Füzelerinin Türkiye için büyük bir tehdit olduğu gerçeğini göz ardı edecek şekilde yorumlanmamalıdır. Taktik Balistik Füzelerin tepki safhalarının daha da kısa olduğu (1-3 dakika) düşünüldüğünde, benzer problemlerin taktik ölçekte de yaşanması kaçınılmazdır. Bununla birlikte, Taktik Balistik Füzelerle ilgili konular bu araştırmanın kapsamı dışındadır. ABD’nin Türkiye’ye X-Bant radar yerleştirme talebinde bulunması da mantıksızdır. Ancak olası bir talebin teknik zorunluluktan dolayı değil, Türkiye’nin bir şekilde planın içine çekilmesi amacıyla yapılabileceği değerlendirilmektedir. Abstract: The objective of this research is to examine the consequences when Iran seizes or develops ballistic missiles, which are able to hit the US. The significance of this research is expressing the difficulty of intercepting such missiles due to technical constraints and exposing the technical infrastructure Turkey needs while developing the appropriate policy. Keywords: Ballistic missile, intercontinental ballistic missile, boost phase, intercept, boost-phase intercept, interceptor, interceptor launch sites, Iran, Iran’s missile program, Shahab, electronic attack, warhead, multiple warhead, decoy, stealth, payload, exoatmospheric kill vehicle, EKV, debris, debris fall locations, intercept time, maximum launch delay, X-band Radar. 138 AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE KIBRIS’IN HUKUKİ DURUMU VE KIBRIS TARİHİNE KESİTSEL BİR BAKIŞ Ulvi KESER• Özet: Önce İngiltere tarafından haksız ve tek taraflı olarak ilhak edilen, daha sonra Yunanistan tarafından uluslararası sorun haline getirilen, devreye önce Birleşmiş Milletler, daha sonra da Avrupa Birliği’nin girmesi sonrasında çok yönlü bir sorun olan Kıbrıs, Türkiye’nin önünde AB yolunda önemli bir engel olarak gösterilmektedir. Annan Planı ve referandum sonrasında da verilen vaatler tutulmamasına rağmen, adada yaşayan Kıbrıslı Türkler karamsarlığa itilmekte, Türkiye Cumhuriyeti devleti de köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Anahtar kelimeler: Kıbrıs, Avrupa Birliği, Annan Planı, Referandum. Giriş Adını kına çiçeği olarak bilinen Kypros, mitolojide Kiniros’un kızı, aşk tanrıçası Kipris veya bakır anlamındaki Latince Cuprum kelimesinden aldığı ileri sürülen Kıbrıs Adası tarihin her döneminde uluslararası kamuoyunun ilgi alanında olmuştur.1 Kıbrıs Adası, 9251 km2 yüzölçümü ile2 Doğu Akdeniz’in en büyük, Sicilya ve Sardunya’dan sonra da Akdeniz’in üçüncü büyük adası olup, çok eski, bu itibarla çok zengin bir tarihe sahiptir. Doğu Akdeniz’de jeopolitik önemine bağlı olarak Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kilit noktadadır. Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kilit noktada bulunan Kıbrıs; Fenikeliler, Egeliler ve Frekler adaya zaman zaman yerleşmiş olsalar da etnik çoğunluğunu Anadolu insanının oluşturduğu ve özellikle 1571 yılından Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan sürede Anadolu çiftçisi ve zanaatkârlarının göç ettiği bir adadır. Çeşitli uygarlıkların doğup kaynaştığı Akdeniz’in doğusunda çok önemli geçiş yolları üzerinde ve bunlara hâkim bir mevkide bulunan Kıbrıs Adası’nın tarihi taş devrine kadar uzanmakla beraber coğrafi, fiziki, kültürel, folklorik değerler göz önüne alınınca ada Anadolu’nun bir parçasıdır.3 Adada Türk nüfus 1572’den XVIII. yüzyıl ortalarına kadar devam eden göç hareketleriyle mütemadiyen artar.4 Evliya Çelebi’nin “Yüz elli bin kefere var.”5 dediği ve “Çevresi 700 mildir. Silifke yanında ak limandır.” şeklinde ifade ettiği adaya6 Osmanlı İmparatorluğu adına ekonomik bir değer ifade edebilmesi için7 yerleşmek isteyenlere müsaade edilir. 21 Eylül 1572 tarihli göç emriyle amaçlanan, adayı sömürge adası hâline getirmek değil, tekrar • Dr. Öğ. Alb., Kara Harp Okulu. George Hill; A History Of Cyprus, Volume I, Cambridge University Press, 1949, s. 1. Halil Fikret Alasya; Kıbrıs Tarihi ve Kıbrıs’ta Türk Eserleri, Ankara, 1964, s. 13. Robin Parker; Aphrodite’s Realm, Zavallis Press, Lefkoşa, 1962, s. 9. 2 Atilla Atan; ”Kıbrıs-Yeni Bir Türk Devletinin Doğuşu”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 14, Ankara, Nisan 1986, s. 56. 3 BA. 030.01.64.394.7. 4 Robert Stephens; Cyprus-A Place Of Arms, Pall Mall Press Yay., Londra, 1966, s. 37. 5 Harid Fedai, Mustafa Haşim Altan; Lefkoşe Mevlevihanesi, KKTC Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay., 38, Ankara, 1997, s. 3. 6 Salah Birsel, Oktay Akbal; Kıbrıs’a Selam, İstanbul, 1987, s. 9. 7 Pierre Oberling; The Road To Bellapais, Columbia University Press Yay., New York, 1982, s. 3. 1 139 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 kalkınıp gelişmesini, yeniden yapılanıp imarını sağlamaktır.8 Eşitlik esasına bağlı olarak ırk ayrımı ve adaletsizliği önleyen Türk yönetimine karşı 1877 Nisanında Türk-Rus Savaşı’nın başlamasıyla beraber “balayı dönemi”9 biter ve Ortodokslar, Türk yönetiminden şikayetçi olmaya başlar. Böylece Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye geçişi de böylece hızlanmış olur. Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye Devredilmesi Stratejik açıdan Doğu Akdeniz’in düğüm noktasını teşkil eden Kıbrıs Adası, Anadolu ve Suriye kıyılarına olan yakınlığı, Ege Denizi’nin giriş ve çıkışına etkisi ve Mısır ile Süveyş Kanalı’na olan yakınlığıyla İngiltere için de önemli bir adadır. Doğu Akdeniz ve çevresi, Ortadoğu ve Hindistan’daki çıkar ilişkileri ve politikası açısından stratejik öneme haiz bu adanın İngiltere açısından tek kusuru ise Osmanlı İmparatorluğu’na ait olmasıdır. 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşması sonrasında Rusların ilerlemesini önlemek amacıyla İngiltere10, Osmanlı Devleti’ne yardım talebinde bulunur.11 Ayastefanos Anlaşması’nı Türklerin lehine ve çıkarlarına uygun hâle getirmeye çalışacağını belirterek Kıbrıs’ın yönetiminin geçici olarak kendisine devredilmesini ister.12 4 Haziran 1878’de13 Hariciye Nazırı Safvet Paşa ve İngiliz Elçisi Ostan Henry Layard arasında Yıldız Sarayı’nda14 iki maddelik nihai anlaşma imzalanır15 ve yıllık 92.986 Sterlin icar karşılığında16 Kıbrıs Adası “mader-i aslisinden (öz anasından) ve ağuş-i şefkat ve merhametten (ana kucağından)” ayrılır ve İngiltere’ye verilir. Ancak İngilizler bu parayı da Kıbrıs’tan toplayıp öderler.17 17 Temmuz 1878 tarihinde İngilizlere ait 400 kişilik bir Hint Bölüğü Malta’dan Larnaka Limanı’na getirilir.18 İngiliz Hükûmeti’nin adanın idaresini ele almasıyla beraber pek çok Yunanlı, İngilizlerin adanın yönetimini kısa bir zaman içinde Yunanlara devredeceğini düşünür ve Rum Ortodoks Kilisesi İngiliz idaresine yazılı müracaatta bulunarak “Yunanistan’ı istiklaline kavuşturan İngiliz Hükûmeti’nin Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak ettirmesini”talep ederler.19 23 Temmuz 1878’de20 ilk İngiliz Yüksek Komiseri Sir Garnet Wolseley’in 21 yılda 8 Ahmet C. Gazioğlu; Kıbrıs’ta Türkler (1570-1878), Cyrep Yay., Lefkoşa, 1994, s. 101. Rober Stephens; s. 37. 10 Stephens, s. 63. 11 Colin Thubron; Journey Into Cyprus, Middlesex, 1986, s. 217. 12 Uluslararası İlişkiler Ajansı; Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, Uluslararası İlişkiler Ajansı Yay.,İstanbul, 1992, s. 24. 13 İbrahim Artuç; Kıbrıs’ta Savaş ve Barış, Kastaş Yay., İstanbul, 1989, s. 31. 14 Uluslararası İlişkiler Ajansı; s. 24. 15 Achille Emilianides; Histoire De Cyprus, Paris, 1963, s. 90. 16 Alasya; s. 112. 17 Salahi R.Sonyel; ”İngiltere Dış İşleri Bakanlığı Belgelerine Göre: Osmanlı Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrıs’ı İngilizlere Nasıl Kiraladı?” Belleten, c. 42, Sayı 165-168, Ankara, 1978, s. 741. 18 Stephens; s. 70. 19 Rauf R. Denktaş; Rauf Denktaş’ın Hatıraları, c. 3, Boğaziçi Yay., İstanbul, Mart 1997, s. 20. 20 Emilianides; s. 93. 21 Oberling; s. 11. 9 140 5000 Sterlin maaşla22 adaya gelmesiyle beraber hem Yunanlar hem de Enosis taraftarı Kıbrıslı Rumlar, İngilizleri de adadan atmanın yollarını aramaya başlar.23 Kıbrıslı Türkler ise Rauf R. Denktaş’ın da belirttiği üzere “Bir gün gelecekler özlemiyle Mustafa Kemal’in askerlerini bekleyeceklerdir.“24 Türk İstiklal Savaşı’nın kazanılması sonrası 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasıyla Türk Devleti, İtilaf Devletleri’nce resmen tanınmasına rağmen Antlaşmanın 16, 20 ve 21. maddeleri ile Kıbrıs’ın İngiliz toprağı olduğu kabul edilir.25 Lozan Antlaşması’nın hemen sonrasında antlaşma hükümleri İngiltere tarafından 6 Ağustos 1924 tarihinde tasdik edilir.26 Hemen ardından, 10 Mart 1925 tarihinde İngiliz Kralı V. George’un emriyle Kıbrıs bir Taç Koloni (Crown Colony) hâline gelir.27 Ancak Kıbrıslı Türklerin her ne şart altında olursa olsun ana vatan olarak Türkiye’yi görmeleri ve Türkiye’ye sığınmaları aynı şekilde devam eder.28 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ne Giden Yol Öte yandan, Yunanistan 27 Şubat 1947’de aldığı bir kararla “Yunanistan’ın Kıbrıs’la Birleşmesi” gerektiğini kabul eder29 ve bunu bütün dünyaya ilan eder. Bu arada Michael Mouskos’un 1948’de Kition Piskoposu olarak adaya dönmesiyle yeni bir dönem başlar.30 Daha sonra Kıbrıs Rum toplumu lideri ve Başpiskoposu olan Makarios’un çabasıyla Enosis faaliyetleri hızlı bir ivme kazanır. 21 Kasım 1949 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat eden Yunanlar “Ana vatan Yunanistan’la birleşmek için selfdeterminasyon hakkının halkımıza tanınmasını istiyoruz.” diyerek31 adada 15 Ocak 1950 tarihinde plebisit yaparlar32 ve seçimden ilhak sonucu çıkar.33 Plebisit ve akabinde Kıbrıs Rumlarının ayaklanma girişimlerinin meydana getirdiği gerginlikler Kıbrıs meselesinin fiili olarak 1950 yılından itibaren ortaya çıkmasına sebep olur.34 Ayrıca Yunanistan35 16 Ağustos 1954 tarihinde36 “halkların eşit hakları ve self-determinasyon ilkesinin Birleşmiş 22 Nasim Zia; Kıbrıs’ın İngiltere’ye Geçişi ve Adada Kurulan İngiliz İdaresi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1975, s. 81. 23 Durrel; s. 12. 24 Erten Kasımoğlu; Eski Günler Eski Defterler, Lefkoşa, 1986, s. 14. 25 Nihat Erim; Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara, 1975, s. 3. 26 Murat Sarıca, Erdoğan Teziç, Özer Eskiyurt; Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., İstanbul, 1975, s. 7. 27 Gürel; s. 113. 28 1915 Kıbrıs doğumlu Ekrem Taşel ile 18 Ekim 2002 tarihinde İzmir’de yapılan görüşme. 29 Zeki; s. 30 30 Clement Dodd; Storm Clouds Over Cyprus, The Eothen Press Yay., Huntingdon, Cambridgeshire, 2002, s. 9. 31 Ahmet C. Gazioğlu; Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi ( 1878 - 1960 ), Cyrep Yay., Lefkoşa, Eylül 1997, s. 115. 32 Suat Bilge; Le Conflit De Chypre Et Les Cypriotes Turcs, Ankara Üniversitesi, Ankara, 1961, s. 31. 33 Zeki; s. 53. 34 Oberling; s. 3. 35 Halük Bayülken; Cyprus Question And The United Nations, Ankara, 1983, s. 5. 36 B.Y.G.M.; Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1954, Nu. 249, s. 99. 141 Milletlerin himayesi altında Kıbrıs halkına uygulanması” isteğiyle37 Birleşmiş Milletlere müracaat eder;38 ancak bu teklif reddedilir.39 Böylece konu ilk defa olarak uluslararası kamuoyunun40 önüne getirilip Yunan teklifleri reddedildikten sonra Grivas41 yönetimindeki EOKA teşkilatı devreye girer ve 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren adayı kan gölüne çevirir.42 Önce İngilizlere karşı başlayan EOKA tedhişi çok geçmeden Türklere de yönelir ve Türkler için Kıbrıs’ta hayat katlanılmaz hâle gelir.43 Olup bitenleri henüz kavrayamayan İngilizler ise ne yapacaklarını bilmez bir durumdadırlar.44 Kıbrıs’taki kaos ortamı Zürih ve Londra anlaşmalarına kadar devam eder ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili görüşmeler sonrasında Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti tesis edilir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kurulması Londra ve Zürih’te görüşülen ve 19 Şubat 1959 günü kabul edilip imzalanan45 ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yapısını ortaya koyan anlaşma Kıbrıs’ta %60’ı Rumlardan, geriye kalanı da Türklerden oluşacak 2000 kişilik bir ordu tesis edilir. Varılan anlaşmanın belki de en önemli maddesi garantör devlet sıfatıyla Türkiye’ye gerektiğinde adaya tek taraflı olarak müdahale hakkını sağlayan dördüncü maddesidir. Böylece Garanti Anlaşması anayasa hükmünde olacak ve bu esas maddeler arasına alınarak anayasaya da geçirilecektir. Bunların dışında bu ittifakın gereği olarak adada üçlü bir karargâh teşkiline gidilecektir. Varılan anlaşmayla birlikte İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 16 Ağustos 1960 günü resmen açıklanır. Ancak kurulan yeni yönetim de uzun ömürlü olmayacaktır; çünkü 1960-1963 yılları arasındaki 3 yıl içinde Londra ve Zürich anlaşmalarının isabetsiz ve kendi iradesinin dışında imzalandığını tekrarlayıp duran Makarios, Enosis hedefine ulaşabilmek için 37 Bayülken; s. 3. Emilianides; s. 111. Ayrıca Sevin Toluner; Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul, 1977, s. 55. 39 BasınYayın Genel Müdürlüğü; Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1954, Nu. 49, s. 179 40 Esasında “Yeni Diplomasi” çerçevesinde ülkelerin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularla ilgili olarak sorunların çözüm şekli, probleme taraf olan ülkeler arasında yürütülecek olan ikili diplomasidir. Buna paralel olarak farklı devletleri ilgilendiren küreselleşme, çevre kirliliği, açlık, nükleer enerji, silahlanma, uluslararası terör gibi konularda ise çok yanlı diplomasi uygulanması gerekmektedir. Yunanistan’ın 1950’li yıllardan sonra Kıbrıs konusunu ikili diplomasi yönüyle çözüme kavuşturmak yerine uluslararası problem haline getirilmesi maksatlı bir harekettir. Oysa bu soruna en azından bugüne kadar BM aracılığıyla bir çözüm bulunamadığı da açıktır. Hüner Tuncer; Kıbrıs Sarmalı, Ümit Yay., Ankara, 2005, s. 127. 41 Daha sonra adadan ayrılıp Yunanistan’a dönmek zorunda kalan Grivas’a emekli Albay olmasına rağmen Yunan hükûmeti tarafından korgenerallik rütbesi verilecektir. BCA.030.01.64.394.29 42 Stephens; s. 140. Charles Foley; Guerrilla Warfare and EOKA Struggle; General Grivas, Longman Yay., Londra, 1964, s. 109. 43 Derviş Manizade; Kıbrıs Dün Bugün Yarın, KTKD İstanbul Bölgesi Yay., İstanbul, 1975, s. 34. 44 Ali Tilki ile 10 Temmuz 2003 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme 45 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 030.01.38.227.17. 38 142 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni atlama tahtası olarak görmektedir. Bu dönemde EOKA’nın bütün ileri gelenleri kilit noktalarda görevlere getirilir ve gizli silahlanmaya da hız verilir. Makarios bunun için bu dönemde bütün gücünü anayasanın ve özellikle Türklerle ilgili olan 13 maddenin değiştirilmesi yönünde yoğunlaştırır. Makarios'un 30 Kasım 1963'te Türkiye'ye takdim ettiği ve değiştirilmesini istediği 13 madde ile ilgili teklifi Türk hükûmetince derhâl reddedilir. Makarios’un Onikiada’dan sonra Kıbrıs’ı da 13. ada olarak Yunanistan’a bağlama isteğinin bir parçası olan46 bu teklifle ilgili olarak Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne sokacak ve Kıbrıs Temsilciler Meclisi kararlarını Türklerin veto edebilmesi hakkını ortadan kaldıracak anayasa değişikliğinin kabul edilmemesi üzerine Makarios, hükûmetteki Türk memurlar ile Temsilciler Meclisi'nin Türk üyelerini azleder. Oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmaya ve daha sonra ortaya çıkacak Akritas Planı ile adadaki bütün Türkleri katletmeye yönelen Rumlar, tesis edilen yeni yönetimin korunmasına da engel olurlar. Türklere verilen hakların ortadan kaldırılması ve bu hakların Rumlara verilmesi veya Rumlar lehine değiştirilmesi Türk toplumunu adada azınlık hâline getireceğinden Makarios, İngilizlerden aldığı olumlu sinyallerle planını uygulamaya koyar. Rum tarafının bütün ileri gelenleri ellerine geçen her fırsatta tahrik edici davranışlar ve konuşmalarla Enosis fikrini sıcak tutma gayreti içine girer. Ayrıca İngiltere’nin adada Akrotiri ve Dikelia askerî üslerini açmasını müteakip Yunanistan, Türkiye ve İngiltere’nin garantör ülke olarak geri planda kalmaları, kağıt üzerinde nüfus olarak Türklerden daha fazla olan Rumların Türkleri nasıl olsa kolayca alt edebiliriz düşüncesine kapılmalarına sebep olur.47 Bu dönemde bütün resmî törenlerde Yunan millî marşı çalınır, Lefkoşa'daki Başkanlık Sarayı ile Cumhurbaşkanı Makarios'un makam aracına da Yunan bayrağı asılır. 21 Aralık 1963’ten 20 Temmuz 1974’e Kadar Kıbrıs Rumlar tarafından yaratılan siyasi anlaşmazlık konularının gittikçe artması, olumlu düşüncelerin yerini huzursuzluğa terk etmesiyle Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti'ni Enosis'e giden yolda bir atlama tahtası olarak gördüklerini iyice su yüzüne çıkarır.48 Bunun sonucunda da EOKA önderliğinde adada yaşayan Türkleri topyekûn imhaya yönelik Akritas Planı devreye sokulur ve adanın her köşesinde Türklere saldırılar başlatılır. Saldırıların devam etmesi üzerine Türk Hava Kuvvetlerine ait 5 savaş uçağı 25 Aralık 1963 Çarşamba günü saat 14.00'den itibaren Lefkoşa üzerinde ihtar uçuşları yapar.49 Savaş uçaklarının ihtar uçuşları sonrasında Kıbrıs Türk Alayı da Wayne Kalesi'ndeki kışlasından çıkarak50 Gönyeli ve Ortaköy civarındaki stratejik bölgelere yerleşir ve Girne yolunu kontrol altına alır.51 46 Rauf R. Denktaş; Rauf Denktaş’ın Hatıraları c. 5, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1997, s. 155. Fahir Armaoğlu; ”Crisis The Cyprus Question Initiated In Turco-Greek Relations”, Revue Internationale d’Histoire Militaire, Ankara, 1988, s. 228. 48 Fahir Armaoğlu; 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi c. 1-2, İstanbul, 1996, s. 229. 49 A.g.e., s. 229. 50 Oberling; s. 78. 51 Stephens; s. 185. 47 143 Öte yandan,Gölcük’te bulunan Türk Donanması da 25 Aralık günü Doğu Akdeniz’e doğru yola çıkar, Trakya ve Güney Anadolu bölgelerindeki birlikler de alarma geçer.52 Aynı gece saat 23.00’te Yunanistan Dış İşleri Bakanı Sofokles Venizelos ve Savunma Bakanı Petrol Garufalyas’ı53 arayan ve ondan “Ana Yunanistan’ın çocuklarını desteksiz bırakmamasını isteyen” Makarios, Venizelos’tan: “Ben Yunanistan’ı sizin hatalarınız yüzünden savaşa sürükleyemem.”cevabını alır.54 Böylece Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluşundan üç yıl, bir ay, beş gün sonra fiili olarak ortadan kalkar. Ancak Rum saldırıları bununla sınırlı kalmaz ve 15 Temmuz 1974 günü Nikos Sampson’un yaptığı darbe girişimiyle Türklere karşı yeni bir saldırı dalgası başlatılır.55 Makarios’un milis ve polis teşkilatında aldığı tedbirler üzerine darbenin gündüz yapılması kararlaştırılır56 ve Afrodit-3 Harekâtı, 15 Temmuz 1974 saat 08.00’de “Makarios Hastaneye Girdi.“ mesajıyla başlatılır, darbe gerçekleşir ve Makarios’un kaçtığı Baf hariç bütün bölgeler Sampson’un adamlarınca kontrol altına alınır. Makarios’u ortadan kaldırmak ve adı “Kasap“57 olarak anılan Nikos Sampson’u “Kukla Başkan“58 yapmak için başlatılan hareketin hedefi Enosis’e yönelik olarak Makarios’tan kurtulup adanın Yunanistan’a bağlanmasını sağlamak ve adada yaşayan Türklerin yok edilmesidir. Böylece 21 Aralık 1963 tarihinde Akritas Planı çerçevesinde Kıbrıslı Türkleri topyekûn yok etmeye ve adayı Yunanistan’a bağlamaya yönelik olarak hareket eden Rumlar, aynı girişimi 15 Temmuz 1974 günü bir kere daha tekrarlarlar. Her iki girişimin de ortak noktası esasında Türklerin ada sathından temizlenmesine yönelik olmasıdır. Yapılan görüşmelere ve uyarılara rağmen somut bir adım atılmaması nedeniyle dönemin Dış İşleri Bakanı Turan Güneş’in “Ayşe Tatile Çıksın“59 işaretiyle harekât 20 Temmuz 1974 günü başlatılır. Böylece 15 Temmuz 1974 günü yaratılan Nikos Sampson’un de facto darbe girişimi sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri garantör devlet olarak adaya müdahale eder. Daha sonra gelinen noktada 52 Fahir Armaoğlu; ”Kıbrıs Meselesinin Türk-Yunan Münasebetlerinde Yarattığı Krizler”, Üçüncü Askerî Tarih Semineri-Türk-Yunan İlişkileri, Genelkurmay Başkanlığı, Ankara, 1986, s. 320. 53 Garufalyas daha sonra yaptığı bir açıklamada “Eğer Türkler İskenderun’daki 39 ncu Tümeni tanklar ve 200 paraşütçü ile destekleyip Hava Kuvvetlerinin yardımıyla Kıbrıs’a saldırsaydı Lefkoşa’yı 5 saat içerisinde alabilirdi.”diyecektir. Armaoğlu; s. 230. 54 A.g.e., s. 320-321. 55 “Darbeden önceki gece... sivil elbiseler giymiş yüzden fazla Yunan subayı Olympic Havayollarının tarifeli olmayan 727 sefer sayılı uçağına bindiler... Bu uçuşu 24 saat sonra, yüz kadar insan taşıyan başka bir uçuş takip etti. “ Pierre Oberling; Kıbrıs Faciası, Ankara, 1990, s. 16. 56 Darbeyi gerçekleştirenler General Yoannidis, Kıbrıs’taki Yunan birliğinin komutanı General Yorgitsis ve General Yanakodimus ile beraber 102 Yunan subayıdır. Samtay Vakfı; Özgürlük ve Barış 27 Yaşında, Gazi Mağusa, Temmuz 2001, s. 91. 57 1963 yılında çocukları ve karısının gözleri önünde bir İngiliz turisti öldüren Nikos Giorgiades Sampson, Chicago’da Amerikalı gangster Al Capone’un sahip olduğu gibi berbat bir üne sahip eli kanlı bir katildir. Birçok masum Türkü öldüren bu eli kanlı katil insan öldürmenin bir fincan kahve söylemek gibi sıradan bir iş olduğunu söyleyecek kadar fütursuz biridir. The New York Times; 15 ve 20 Temmuz 1974. Ali Fikret Atun; Yunan Karakterinin Anatomisi, Lefkoşa, 1996, s. 36. Manizade; s. 509. 58 Oberling; s. 17. 59 Milliyet; 20 Temmuz 1995. 144 önce Kıbrıs Türk Federe Devleti, 15 Kasım 1983’ten bu yana da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tesis edilir. Kıbrıs’ın AB Üyeliği ve Referandum Sonrasında Bugünkü Kıbrıs Uzun bir süre Kıbrıs konusunun dışında kalan AB, 1964’ten 1983 tarihine kadar tek taraflı temsil konusundaki müracaatları reddetmesine rağmen Rumların tek taraflı olarak ve bütün adayı temsilen Kıbrıs Cumhuriyeti olarak yaptıkları müracaatı gerek Türkiye ve gerekse KKTC yetkililerinin yazılı ve sözlü itirazlarına rağmen kabul eder. 4 Temmuz 1990 tarihinde Rumların tek taraflı ve anlaşmalara aykırı olarak, ekonomik değil aksine tamamen siyasi nedenlerle Kıbrıs Cumhuriyeti adına ve Kıbrıslı Türkleri yok kabul ederek ve garantörlük anlaşmalarına aykırı olarak60 siyasi ve ekonomik iş birliği içine girmek için AB’ye tam üyelik müracaatında bulunmaları ve bu yönde olumlu adımlar atılması 1974 yılında adada meydana gelen de facto durumu değiştirmeye ve Kıbrıslı Türkleri adada yine ikinci sınıf vatandaş yapmaya yönelik girişimlerdir. Bugün gelinen noktada ise gerek Türkiye’nin AB üyeliği konusunun gündemde olması, gerekse Kıbrıslı Türkler üzerinde baskıyı artırmak amacıyla yeni planlar yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak uluslararası kuruluşlar, Türkiye’ye karşı devamlı olarak kriz politikası yürüten Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin etkili lobicilik faaliyetleri sonucunda yıllardır savaşla, ambargoyla adada yok edemedikleri Kıbrıs Türk toplumunda işin bel kemiğinin Türkiye ile Kıbrıs arasındaki kopmaz bağlardan kaynaklandığını anlar ve tüm planlarını bunun üzerine kurmaya başlar. 61 Ancak bu bağlamda Türkiye açısından unutulmaması gereken noktalardan birisi de masa başı diplomasisinde güç kullanma desteğinin de söz konusu olduğudur. Mudanya’da, Lozan’da masaya yumruğunu vuran İsmet İnönü örneği gibi PKK elebaşısının yakalanması aşamasında Suriye ile girilen diyalog bu konuda canlı örneklerdir. Türkiye yeri ve zamanı geldiğinde güçlü bir devlet olduğunu göstermek zorundadır; ancak “Kıbrıs draması, siyaset sahnelerinde oynanırken perdeler hep Rumların ‘silahlı soykırım sahneleri’ ile açılıp siyasi zafer teraneleri ile” kapanmaktadır.62 Çünkü Kıbrıs hemen bütün uluslararası organizasyonları yakından ilgilendiren bir konudur ve bu konuyu Yunanlar her zaman istismar etmektedir. Böylece Yunanistan, Türkiye’yi AB’nin himayesine ve güdümüne sokma konusunda bir adım daha 60 Bu durum sadece Garanti Anlaşması’nın ihlal edilmesiyle sınırlı değildir. Buna ilaveten hukukun üstünlüğü ilkesinin de ihlali söz konusudur. Kıbrıs anayasasının 185. maddesi de ekonomik ve siyasi birlik içerisinde bulunmayı yasaklarken, Kıbrıs anayasasının 50 ve 57. maddeleri de “Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devlet ile tamamen veya kısmen, herhangi bir siyasi veya ekonomik birliğe katılmamayı taahhüt eder. Bu itibarla herhangi bir devletle birleşmeyi veya dolayısıyla bunu teşvik edecek her nevi hareketi yasak ilan eder.” ifadesiyle bu durumun anayasa ihlali olarak hukukun üstünlüğü prensibine ters düştüğünü göstermektedir. 61 KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’tan aktaran Kıbrıs Mektubu Dergisi; MartNisan 2002, Sayı 2, c. 15, s. 2, Ankara. 62 İsmail Tansu; “Neden Hâlâ Kıbrıs Sorunu Var?”, Kıbrıs Mektubu Dergisi, Ocak-Şubat 2006,c. 19, Nu. 1, Ankara, s. 2. 145 atar. Esasında Kıbrıs meselesi 1960’ta kurulmuş olan ortaklık cumhuriyetinin tüm garantilerine rağmen yıkım planını hazırlayıp gizlice Rumları silahlandırıp vur emrini verdiği an yıkılmasından, Türk ortağın tüm anayasal organlardan atılmasından ve “Azınlık haklarını kabul ederlerse kalsınlar, etmezlerse çeksinler gitsinler.” denilerek %33 toprak sahibi bir halkı %3 bir toprağa hapsedip dünya karşısında meşru hükûmet ve cumhurbaşkanı gibi görünmekten başka bir şey değildir.63 Bütün bunlara Yunanistan’la inişli çıkış bir seyir izleyen ancak hâlâ çözüme bağlanmamış Kıta Sahanlığı, karasularının 12 mile çıkarılması, Ege adalarının silahsızlandırılması, hava sahası ve FIR hattı, Batı Trakya’da bulunan Türk azınlığı, Fener Rum Patrikhanesi konuları, ayrıca Dicle-Fırat hattı, Ege adaları, Boğazlar, Lozan’ın yeniden gündeme getirilmesi, Karadeniz’in ısıtılmaya başlanması gibi konular da eklenecek olursa sorunun ne kadar karmaşık olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bütün bu sorunlar teker teker ısıtılıp Türkiye’nin önüne getirilirken bunlar artık Türkiye-Yunanistan sorunu değil Türkiye-AB sorunları hâline getirilmektedir. Esasında Türkiye’yle ilgili taleplerini tek başına gerçekleştirme imkânı bulamayan Yunanistan’ın AB üyeliğini sonuna kadar istismar ederek kendi isteklerini sanki Avrupa’nın istekleriymiş gibi dayatması bugünkü sıkıntıların temel kaynağını oluşturmaktadır.64 AB’ye göre, Türkiye, Kıbrıs’ı haksız yere işgal etmiştir ve bu işgalden vazgeçmelidir. AB, kendi çıkarları için Kıbrıs konusuna büyük önem vermektedir; çünkü Kıbrıs, Avrasya ve özellikle de Orta Doğu ve Doğu Akdeniz açısından son derece stratejik bir konumdadır. Yunanistan açısından ise bunun farklı bir anlamı bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak AB’nin 16 Nisan 2003 tarihli toplantısında Kıbrıs Rum Kesimi’nin üyeliğinin kabul edilmesini ve duyduğu memnuniyeti Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis, “Enosisi başardık.” diyerek belirtir.65 BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın birbiri ardına gelen ve sonuncusu 9000 sayfadan fazla tuttuğu için adada yaşayan insanları “Evet” ve “Hayır” kelimeleri arasında sıkıştıran referandum süreci de böylece başlar.66 Öte yandan “Ben bir devlet 63 KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ın 10 Mayıs 2002 tarihinde Ankara’da “Avrupa Birliği Süreci İçerisinde Kıbrıs’ın Geleceği” konferansında yaptığı konuşma. 64 Anıl Çeçen; Kıbrıs Çıkmazı, Toplumsal Dönüşüm Yay, İstanbul, Eylül 2005, s. 137. 65 Aynı konuyla ilgili olarak daha 1976 yılında Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in de “Avrupa Birliği’ni arkamıza alarak Elenizm emellerini gerçekleştireceğiz.” şeklinde bir açıklaması söz konusudur. Ayrıntılı bilgi için bk. 21-22 Nisan 2003 tarihli günlük gazeteler. 66 Esasında referandum yapılması düşüncesi bile kendi içerisinde çelişkilerle doludur. Her şeyden önce dünya üzerinde savaşla kazanılmış toprak ve egemenlik haklarının bu kadar kolay verilebildiği bir başka örnek daha yoktur. Türkiye açısından ekonomik,siyasi, askerî ve stratejik önemi yadsınamaz bir konumda olan Kıbrıs Adası’nın geleceğinin sadece adada yaşayanlara ve referanduma bırakılması da örneğine rastlanmayan bir olgudur. Öte yandan referandum yapılması yönünde alınan kararla beraber dünya kamuoyunun Kıbrıs adasında iki ayrı toplum yaşadığını fiilen kabul etmesi gibi bir gerçek ortaya çıkmaktadır ki referandum sonuçlarının istendiği gibi çıkmaması durumunda Kıbrıs Türk toplumunu tanımamak veya işlerine geldiği gibi kabul etmek gibi bir husus ise uluslararası temayüllere ve mantığa aykırı bir durumdur. 146 devraldım. Bir toplum devredemem.” diyen Tassos Papadopulos liderliğindeki Rumların referandumda “Hayır”67 yönünde oy kullanacaklarının ortaya atılması sonrasında da yeni senaryolar kurulmaya başlanır.68 Esasında sorulması gereken soru, “AB üyesi olması düşünülen Türkiye ile sorunlarını hâlletmeyen Güney Kıbrıs’ın neden AB üyesi yapıldığıdır. Ayrıca Rumların ve Yunanların Megali İdea fikrinden vazgeçip geçmedikleri de sorgulanması gereken hususlar arasındadır. Gerek Rumların AB üyeliğinin kabul edilmesi, gerekse referandum sonrasında bugün gelinen nokta ise son derece ilginçtir. Kıbrıs konusunu 1950’li yıllarda BM kanalıyla uluslararası kamuoyunun önüne koyan Yunanistan, aynı şekilde bugün de ince diplomatik taktikler kullanmak suretiyle konuyu doğrudan AB sorunu hâline getirir. AB de daha sonra yaptığı bir açıklamayla Finlandiya’nın Kıbrıs Özel Temsilcisi Jaako Blomberg’in müzakerelerde AB adına yetkili olduğunu bildirir. AB ayrıca 2003 Katılım Ortaklığı Belgesi’nden farklı olarak 2005 yılında Türkiye’den Ankara Anlaşması’nı Kıbrıs da dâhil olmak üzere 10 yeni ülkeye uygulamasını ister ve “Ulaştırma Politikası” başlığı altında ilk defa olarak Türkiye’nin Rum bandıralı gemilere limanlarını açmasını da talep eder. Böylece bugün itibarıyla “Türkiye’ye vereceği hiçbir şeyi olmayan AB” ise söz sahibi konumuna gelince sorunu iyice içinden çıkılmaz hâle getirir. Referandum döneminde Lüksemburg’da yapılan AB-Türkiye Ortaklık Konseyi toplantısında Türk tarafına “Rumlarla ilişkileri normalleştirme” çağrısında bulunulur. 24 Nisan 2004 tarihli referandum sonrasında ise Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilen; fakat Rumların neredeyse tamamı 67 Kıbrıslı Rumların referandumda olumsuz oy kullanma gerekçeleri, aslında daha önceden olduğu üzere Kıbrıs’ın hepsini ve hemen istemeleridir. Annan Planı sonrasında adanın tamamında yerleşme, mülk edinme ve azınlık olarak gördükleri Kıbrıslı Türkleri yönetme imkânına hemen değil, belli bir sürenin sonunda ulaşacak olan Rumlar uzun süreli bekleme heveslisi değildir. 68 Referandum öncesi dönem öyle bir hâl alır ki KKTC, kendi içerisinde “Statükocular” ve “Ver kurtulcular” olarak ikiye ayrılır. Türkiye’de de bazı köşe yazarları referandum sonucunda ortaya çıkan yeni durumla beraber KKTC halkının Türkiye’deki 72 milyon insana medeniyet mücadelesinde yol açacaklarını veya köstek olacaklarını belirterek Kıbrıs’ı Türkiye için bir ayak bağı olarak ifade ederler. Bu noktada hatırlanması gereken noktalardan birisi ise Fransa’da ulusal kahraman olan De Gaulle’ün Fransa’nın bir parçası olmayan, denizaşırı sömürgesi konumundaki, üstelik Arap ve Müslümanlardan oluşan Cezayir’i daha fazla elde tutamayacağını görüp elden çıkarmaya kalktığı anda Fransa’da halkın ve silahlı kuvvetlerin ayaklanması ve De Gaulle’e karşı tam 5 kez suikast girişiminde bulunulmasıdır. Siyasi, kültürel, coğrafi, ulusal, dinî kimlikler açısından Anadolu’nun bir parçası değil, Anadolu’nun ta kendisi olan Kıbrıs Adası’nı ve orada yaşayan Türkleri Türkiye’nin başına bela olmuş bir unsur olarak görmek ve onlardan kurtulmaya çalışmak ne derece doğrudur, bunun üzerinde tartışılması gerekir. Ancak bundan çok daha kötü ve vahim olanı ise miting meydanlarında ulusal değerlerin bile ayaklar altına alınabilmesidir. Bazı siyasi parti liderlerinin özellikle Lefkoşa’da yapılan “Evet” yanlısı mitinglerde Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Garantörlük Anlaşması neticesinde tamamen haklı, insani ve hukuksal temellere dayanan adada mevcudiyetini koruma durumunu işgalcilikle nitelemesi ve Türk askerini adadan çıkmaya çağırması akıl ve izanla bağdaşan bir durum olmasa gerek. Bu arada hızını alamayan bazı yöneticilerin de Kıbrıslı Türklere önayak olarak: “Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türk yoktur, Kıbrıslılar vardır.” gibi temelsiz ve referandumla ilgisiz bazı iddiaların peşine düşmesi de referandum sürecinin genel havasını tamamen bozar. 147 tarafından reddedilen Annan Planı ise ölü doğmuş bir bebek konumundadır.69 Ekonomik sıkıntılardan, ambargolardan, tecrit edilip izolasyonda yaşamaya mahkûm edilmekten, yıllar içinde ülkede meydana gelen siyasi çürümeden bıkan Kıbrıslı Türklerin çeşitli baskılar ve yanıltmalarla “Evet” oyu vermesi hayal edilen uluslararası desteği de meşruiyeti de getirmez. Böylece her durumda kazanan olmaya alıştırılmış Rumlar, referandumda olumsuz oy kullanmak suretiyle millî duruşlarından taviz vermez ve kendi haklı davalarından da geri adım atmamış olurlar. Türk askerini adada işgalci olarak gören zihniyet, ayrıca 1975 Şubat sonrasında adaya göç eden Türk vatandaşlarını da adada kesinlikle istemediğini açıkça ifade eder. Bu şartlarda Türklerin verdikleri “Evet” oylarının boşa gitmeyeceğini, yılların getirdiği dışlanmışlığın, ekonomik sıkıntıların ve yok sayılmışlığın ortadan kaldırılacağını ve Kıbrıslı Türklerin ödüllendirileceğini ifade eden AB yetkilileri ile Batılı diplomatik kaynaklar zaman içerisinde bütün bu sözleri ve vaatleri unuturlar. Örneğin ABD kongre üyesi Edward Whitfield başkanlığındaki bir heyet Ercan Havaalanı’ndan giriş yapmak suretiyle adaya gelir ve izolasyonların kaldırılması yönünde çalışılacağını belirtir; ancak bu da daha önceki vaatler gibi havada kalır.70 Sonuçta AB’den de ABD’den de izolasyonların kaldırılması konusunda hiçbir somut adım atılmaz. O dönemde Başbakan olan “AB yönelimli bir çözüm yanlısı olan”71 Mehmet Ali Talat ise yaptığı açıklamada, “Hem mali yardım, hem Ticaret Tüzüğü, hem de doğrudan uçuşlar başlayınca Papadopulos neye uğradığını şaşıracak. Annan Planı’nda öngördüğü gizli değişiklikleri deşifre edecek ve çözümün Rum tarafı için de zorunlu olduğunu anlayacak...” der. Fakat bu beklentilerin hiçbiri gerçekleşmez ve KKTC tanınmadığı gibi izolasyonlar, ambargolar ve kısıtlamaların kaldırılması konusunda hiçbir ciddi adım da atılmaz. Hemen bugünlerde gazete sayfalarına yansıyan Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nin Kıbrıs’la ilgili kısımları ise Türkiye Cumhuriyeti devletinin adaya bakış açısını yansıtması bağlamında son derece önemlidir.72 Bu 69 Her ne kadar Rumlar tarafından büyük bir ekseriyetle “Hayır” oyu verilerek kabul edilmemiş olsa da Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Demetris Hristofias yaptığı açıklamada AKEL üzerinde hiçbir baskı ve unsurun söz konusu olmadığını, böylece Yunanistan’a bağlı kalmadan kendi kararlarını verdiklerini belirtir ve neden “Hayır” dediklerini de “Türkiye neden sonsuza kadar Kıbrıs’ta bir askerî birlik bulundursun? Yunanistan, Türkiye ya da İngiltere, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulduktan sonra neden Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iç işlerine müdahale etsinler? Neden Türkiye’den gelen binlerce göçmen Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak bu adada yaşamaya devam etsinler? Üstelik bunların sayıları Kıbrıslı Türklerin sayılarının iki misline çıkıyor...” diyerek açıklar. Oysa Yunanistan’ın eski BM Daimî Temsilcisi Büyükelçi Costas Zepos, Annan Planı ile ilgili olarak “...son 30 yıldır müzakere edilmiş ve edilebilir her konuyu kapsamaktadır. Dolayısıyla da Annan Planı kısmi, adım adım gelişim süreci içinde ya da nihai bir çözüme ulaşmak için bölümler hâlinde, parça parça uygulanabilir...” der. Cumhuriyet; 19 Haziran 2005 ve 26 Mart 2006. 70 Milliyet; 1 Mayıs 2005. 71 Hakkı Büyükbaş; Kıbrıs’ta Yeni Dönem Yeni Çözüm Getirecek mi?” Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara, Nisan 2005, Sayı 384, s. 35. 72 Buna göre Kıbrıs ve Yunanistan ile ilgili olarak yapılan değerlendirmeler şu şekildedir: Kıbrıs’ta barış Türkiye’nin de isteğidir; ancak bu adil, garanti altına alınmış ve yaşayabilir bir barış olmalıdır. Kıbrıs sorununun temel çözüm yeri BM’dir, başka yer aranmamalıdır. Türkiye’nin 148 arada KKTC tarafından Kuzey Kıbrıs’taki Rum mülklerinin tek taraflı olarak iadesini, tazminatını veya güneyde kalan Türk mallarıyla takasını öngören “Taşınmaz Malların ve 13 Şubat 1975’ten Önce Kıbrıs’ın Kuzeyinden Göç Etmek Zorunda Kalanlara Ait Taşınır Malların İadesi, Takası ve Tazmini Yasası” kabul edilir73 ve böylece Rumlara iade, takas veya tazminat bağlamında önemli haklar kazandırılır. Öte yandan KKTC’nin eski Başbakanı Derviş Eroğlu ise bu yasanın anayasanın 159. maddesine aykırı olduğunu belirterek: “Kıbrıs Türk’ü mülksüz ve devletsiz bırakılıyor.” açıklaması yapar. Bu durum ayrıca Rumlara verilen yeni bir taviz olarak da değerlendirilir. Konuyla ilgili olarak Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs’ta kalan taşınmaz malları, bağ ve bahçeleri ile ilgili olarak herhangi bir adım söz konusu değildir ve Kıbrıslı Rumlar bu konuyla ilgili yaptıkları çalışmalarla böyle bir müracaatı da imkansız hâle getirmişlerdir. 259 milyon Euro karşılığı AB yardımı74 ve KKTC’nin AB ile doğrudan ticaret yapabilme durumu ise yine Rumların ve Yunanların insafına bırakılır. Oysa Kıbrıslı Türkler yapılan propagandalar ve çeşitli baskılar sonrasında referandumda verecekleri “Evet” oyu karşılığında kendilerine AB pasaportu verileceğini, sınır kapılarının açılacağını, gelecek kaygısı çekmeden rahat ve müreffeh bir hayat yaşayacaklarını ve AB ülkelerinde serbestçe dolaşabileceklerini sanmaktadır. Bu durum en azından uzun bir süre bu şekilde devam etmiştir. Oysa haksız, yanlış ve yasal olmayan izolasyonların ve ambargoların kaldırılmasıyla ilgili olarak Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den herhangi bir taviz beklenmeden otuz yıldan fazla bir süredir devam eden bu kısıtlamaların derhâl ve şartsız kaldırılması gerekmektedir. Rum Hükûmet Sözcüsü Yorgos Lillakis ise son 32 yıl içinde Rumların sadece bir kez çözüm planına “Hayır” dediklerini belirterek “Biz neden suçlanıyoruz? Kıbrıs bir suçlama oyununa dönüşmemeli..” der. Lillakis, ayrıca Kıbrıslı Türkleri “nalıncı keseri” olmakla suçlar ve 1960 Anayasasına göre vatandaşlık haklarını almak isteyen Kıbrıslı Türklerin adadaki askerî varlığı 1959-60 Londra ve Zürih anlaşmalarına dayalıdır. Adanın tümüne ilişkin garantörlük hakkımız bulunmaktadır. Adadaki askerî varlığımız Kıbrıs Türk halkının güvenliği içindir. Bunun sürdürülmesi esastır. Adadaki Rum nüfusu büyüktür. Rum nüfusu Türk nüfusundan fazladır. Bu dikkate alınarak Türk nüfusunun manevi yapısı güçlendirilmelidir. KKTC, kalıcı bir barış sağlanıncaya dek güçlendirilerek korunmalıdır. Kıbrıs’ın çevresindeki deniz sahası ayrı bir konudur. Bu bölgede Türkiye ve KKTC’nin hukuki hakları vardır...“ Cumhuriyet; 14 Kasım 2005. 73 Konuyla ilgili bir açıklama yapan ve bugüne kadar Annan Planı’na tam destek veren ve seçimi kazanması sonrasında KKTC adına resmî “Baş müzakereci” konumuna gelen KKTC Cumhurbaşkanı ise bu konuyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu yasayı yeterli iç hukuk yolu olarak kabul edip etmeyeceğini bilmediğini belirtir ve “Halka yalan söylemedim. Diyebilirdim ki bu olunca her şey düzelecek, artık böyle davalar açılamayacak. Yok böyle bir şey...” açıklamasında bulunur. Rauf R. Denktaş ise bu yasayla ilgili olarak:“Çulsuz bir halk kitlesi hâine getiriliriz.” uyarısında bulunur. Cumhuriyet; 4 Kasım ve 5 Aralık 2005. 74 AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısında bu yardımın 120 milyon Euro tutan kısmı önceki yıla ait olması nedeniyle daha karar aşamasındayken iptal edilir. AB Komisyonu Genişleme Komiseri Olli Rehn ise yaptığı açıklamada “yardım paketinin onaylanması Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kaldırılması yönünde ilk adım olarak görülmelidir.” derken Türkiye ile KKTC arasında yaşanan mekik diplomasisi sonrasında “Rum tarafı üzerinden yapılacak yardımın kabul edilmemesi” kararı çıkar. 149 yükümlülüklerinden kaçtıklarını, Kıbrıs’ın AB üyeliği için gerekli parasal yükümlülüklerin hiçbirine destek vermediklerini; ancak pasaport ve kimlik almak suretiyle AB vatandaşı olduklarını, Rum hastanelerinde ücretsiz tedavi gördüklerini belirtir. Bu arada, Papadopulos yönetiminin Kıbrıslı Türklere yönelik baskı politikası o kadar olumsuz bir hava yaratır ki İngiltere Dış İşleri Bakanı Jack Straw bu durumu sert bir dille eleştirerek Papadopulos’un bugünkü uzlaşmaz politikasını devam ettirmesi hâlinde istemediklerinin başlarına geleceğini belirtir ve “Böyle giderse KKTC aşamalı olarak tanınacak. Bugünkü şartlar olsaydı Güney Kıbrıs, AB’ye üye olamazdı. Üyelik, eski Cumhurbaşkanı Glafgos Klerides’in politikasının hatırına gerçekleşmiştir.” açıklamasında bulunur.75 Öte yandan 7 milletvekilinden oluşan bir heyetin 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı için 60 kişilik bir ticaret heyetinin de 31 Temmuz 2005 günü görüşmelerde bulunmak için Azerbaycan’dan adaya gelmeleri olumlu görünmekle beraber Yunanistan’ın Ermenistan’ı kullanmak suretiyle muhtemel olumlu gelişmeleri engellemesi, faaliyetlerin daha başlangıçta bitmesine neden olur.76 Ayrıca ABD Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı Mathew Bryza’nın KKTC’ye yapacağı ziyaret de Rumlar tarafından tepkiyle karşılanır. Rum Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Hristodulos Başardis konuyla ilgili olarak: “Biz halkımızın hassasiyetlerine, yasal ve uluslararası alanda tanınmış olana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tezlerine saygı gösterilmesini istiyoruz.” der. Ancak üzerinden neredeyse üç yıl geçmiş olmasına rağmen Türk tarafınca Annan Planı’na bir alternatif hazırlanmamış olması da üzücü ve aynı zamanda da düşündürücüdür.77 Öte yandan, 28 Şubat 2006 günü Papadopulos’un Annan’la görüşmesi, Rum meclis başkanının açıklamaları hep bu yönde atılmış adımlardır. Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından AB’ye havale edilen Kıbrıs konusunda Rumlar yine de boş durmamakta ve inisiyatifi her zaman ellerinde tutacak adımlar 75 Ancak Jack Straw’un bu açıklamasına başta Rum Dış İşleri Bakanı Yorgo Yakovu, Rum hükûmet sözcüsü Yorgos Lillias ve Sosyalist EDEK Başkanı Yannakis Omiru çok sert tepki gösterir ve “İngiliz sömürgeciliğinin hortlamasına tahammül göstermeyeceğiz.” derler.Jack Straw’un KKTC’de yaptığı görüşmeler konusunda çok tepkili olan Rumlar esasında gezi programı ve güzergâhı konusunda daha önceden çalışmalara başlar ve Straw’un Kıbrıs’ta Rum yetkililerle görüşmelerde bulunduktan sonra uçakla doğrudan Larnaka’dan Ankara’ya gitmesini ve böylece Türkiye’nin Rumlara uyguladıkları ambargoyu da delmek düşüncesindedirler; ancak bu plan işlemez ve Straw, Ankara’ya İngiliz üslerinden havalanan bir uçakla gider. 76 Azerbaycan Devlet Bakanı Nazım İbrahimova da daha sonra yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in “Referandumda ‘Evet’ çıkar ve dünyada KKTC’yi tanıma hareketi başlarsa biz tanıyanların arasında birinci oluruz.” sözünün sulandırıldığını ileri sürer. 77 Bugün gelinen noktada Türkiye’nin AB üyeliği de Kıbrıs’ın bir sorun olmaktan çıkartılması da hep aynı noktada kesişmektedir. 1963 yılından başlayarak neredeyse 1999 yılına kadar bu konuda herhangi bir talebi olmayan Batılıların 1999 yılında sadece sorunun çözülmesi bağlamında bir talepleri söz konusudur. Ancak daha sonraki dönemde işin rengi değişir. Örneğin bu faaliyetlerin daha başlangıcında 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Rumlar AB’ye Kıbrıs Cumhuriyeti olarak alınamazlar. Yapılan bu girişim Londra ve Zürih anlaşmalarına tamamen aykırıdır.” denilmesi, ayrıca “Bu Gümrük Birliği Anlaşması’nı kabul etmiyorum ve tekrar normal aday statüsüne dönüyorum” denilmesi, 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 belgelerinin de askıya alınması gerekirdi. Temelde yapılan bu büyük yanlışlar sonrasında bugün gelinen noktada hareket serbestisi çok da fazla değildir. 150 atmaktadırlar. Rumların referandumda olumsuz oy kullanması sonrasında Türkiye’nin KKTC’yi uluslararası alanda daha somut adımlar atmak suretiyle tanıtması ve Türkiye’nin haklılığını göstermek için çaba sarf etmesi daha uygun bir hareket tarzı olacaktı. Bu bağlamda Batılı ülkeler yanında Uzakdoğu, Doğu ve Orta Doğu’dan Pakistan, Gambiya, Katar gibi Türkiye ile sıcak ilişkiler içinde olan dost ülkelerle bir araya gelinerek Kıbrıs konusundaki haklılığın objektif veriler ortaya konularak anlatılması daha gerçekçi bir hâl tarzıdır. Türkiye tarafından hazırlanan eylem planıyla Rum gemilerine limanların açılabilmesi için ambargoların kaldırılması, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında çalışmalar başlatılması ve Annan Planı’nın tekrar masaya yatırılması şart koşulmasına rağmen Annan Planı’nı ezici çoğunlukla reddeden Rum kesiminden bu konuda hiçbir somut adım gelmez. Referandum, genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ulus ve bir devlet olma niteliklerini uzun bir süreçte göstermekte olan KKTC’nin bugün içinde bulunduğu izolasyonlar ve ambargolarla çevrili durumu, böylece daha kolay anlaşılabilir. Öte yandan Kıbrıslı Rumlar ise İstanbul’da konsolosluktan Ankara’da büyükelçilik açılmasına, Türk askerlerinin adadan derhâl ve şartsız olarak çekilmesine78, havaalanları ve limanların Rum gemilerine açılmasına kadar baskılarını artırmaktadır. 22 Şubat 2006 tarihinde Mersin limanına girmesine müsaade edilmeyen Rum bandıralı geminin Türkiye’nin Gümrük Birliği kurallarına aykırı hareket etmekte olduğunu gösterecek bir kanıt olarak yazılı belge istemesinden79 sadece beş gün sonra AB Daimî Temsilciler Komitesi, KKTC’ye uygulanan ambargoları hafifletme amaçlı tasarılarla ilgili yeni bir karar alır ve KKTC ile doğrudan ticareti bir daha görüşülmemek üzere ortadan kaldırır. KKTC’yi finansal bağlamda ayağa kaldırabilecek, izolasyon ve ambargolara son verebilecek tüzüğün iptal edilmesiyle bir kere daha Rumların ekmeğine yağ sürülür.80 Rum bandıralı geminin Mersin limanına 78 Örneğin eski Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu, Türk askerlerinin adadan çekilmesiyle adada güvenli bir şekilde yaşanacağını ifade ederek: “Evet buna yüzde bin oranında garanti veriyorum. Bugüne kadar 7 milyon karşılıklı geçiş yapıldı ve önemli bir sorun yaşanmadı. Ülkemizi federasyon temelinde yeniden birleştireceksek korku zincirini kırmamız gerekir. AB üyeliği ile tüm Kıbrıslılar olarak, korkuları aşabileceğimize inanıyorum. Karşılıklı güven ve iş birliğine giden yolu açabilmeliyiz. Avrupa ödevi; modernleşme ve yeni uluslararası verilere uyum sağlama ödevidir...”der. Cumhuriyet; 23 Şubat 2006. 79 22 Şubat 2006 günü sabah 04.00 sularında limana yaklaşan ve bir Rum armatöre ait olduğu bildirilen Able-F Ro-Ro gemisi limana giriş müracaatı yapar. Bu talebin rastlantı olabileceği beklenmediği gibi Rumların böyle bir girişimde bulunması da öncelikle Türkiye aleyhine yürütülmekte olan propaganda faaliyetlerinin bir parçasıdır ve ayrıca Türkiye’nin etkisini ölçmeye yöneliktir. Dış İşleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığının devreye girmesinden sonra limana sokulmaz ve yaklaşık 13 saat sonra Türk kara sularından ayrılır. Yetkililer ise limana girmek isteyen gemilerin en azından 24 saat önce yükü, bandırası, bayrağı, armatörü, teknik özellikleri, hangi limandan kalktığı ve takriben saat kaçta limanda olacağı konusunda bilgi verilmesi gerektiğini, öte yandan uluslararası hukuka göre, bir ticaret gemisinin limana kabul edilmesinin bayrak devletinin “siyasi olarak tanınması anlamına geleceğini” de belirtirler. 80 Rumların bu noktada ticaret tüzüğüyle ilgili olarak en çok tepki gösterdikleri nokta ise bu tüzükle beraber KKTC’nin ayrı bir devlet olarak kabul edilmesidir. Gerek Kıbrıs Türk Federe Devleti ve gerekse 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan KKTC ile ilgili olarak Rumların iddiaları ise 151 sokulmamasını Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Demetris Hristofias, “Yaklaşım değil yaklaşımsızlık” olarak niteler.81 Hemen hemen aynı günlerde Avrupa Birliği dönem başkanı Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel ise Türkiye’nin 2006 sonuna kadar Kıbrıs Rum kesimini tanıması gerektiğini açıklar. Schüssel ayrıca Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını da Rumlara açmasını talep eder. Öte yandan Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ise yaptığı açıklamada Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimiyle ilgili politikalarını gözden geçirmesi gerektiğini belirterek “Diplomasi zaten bir ahlak ve adalet değil, güç ve çıkar meselesidir. Yunanistan ve Rum kesimi, Gümrük Birliği Anlaşması’nın Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde genişletilmesini başardı. Bu şart, ne kadar baskı yapılırsa yapılsın zaman aşımına uğramaz.” der.82 İzolasyon ve ambargolara bağlı olarak sanayinin neredeyse sıfır olduğu, işsizliğin giderek artmakta olduğu KKTC’ye karşılık Kıbrıslı Rumlar ise Türkiye tarafından 25 AB üyesi ülke karşısında imzalanacak “Ek Protokol”83 ile Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul edileceği düşüncesindedirler. Kıbrıslı Rumlar tarafından “Ek Protokol” vasıtasıyla dayatılmak istenen ve bir oldubittiye getirilen konu ise bu protokolün imzalanmasının “KKTC’nin Türkiye eliyle tasfiye edilmesi”84 anlamına geldiğidir. böyle bir devletin var olmadığı, adada Türkiye’nin “de facto” bir durum yarattığı, adada sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bulunduğu ve işgal altında olması sebebiyle kuzeye gidilemediği yönündedir. 81 Hristofias bu konuyla ilgili olarak ayrıca: “... Ben Türkiye’ye çağrıda bulunuyor ve diyorum ki bu yaklaşım ya da yaklaşımsızlıkla AB’ye yakınlaşmak ya da AB üyesi olmak mümkün değil. Türkiye’deki liderlerin sonunda bunu anlaması lazım. Aksi halde hem kendilerini, hem de tabii ki bizi zora sokacaklar. Biz işgalin kurbanlarıyız. Hiç kuşkusuz sabredip işgali sürdürebilirler. Ama bu durum Kıbrıslı Türklere de zarar veriyor. Çünkü Kıbrıslı Türklerin bu durumdan memnun olduklarını sanmıyorum. Bu durum Kıbrıslı Türklerin dış dünyayla serbest ticaret yapmalarını, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğinden doğan bütün nimetlerden yararlanmalarını engelliyor.” açıklamasında bulunur. Esasında Türk askerini işgalci olarak nitelendiren Hristofias’ın yaptığı aba altından sopa göstermekten başka bir şey değildir.Cumhuriyet; 26 Mart 2006. 82 Cumhuriyet; 23 Şubat 2006. 83 Söz konusu bu protokol AB Dış İşleri Bakanları tarafından 13 Haziran 2005 tarihinde imzalanmıştır. 84 Söz konusu bu protokolün imzalanması, Kıbrıs adasındaki ticareti tamamıyla Kıbrıslı Rumların ellerine teslim etmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda “...Protokol bu şekliyle imzalanmamalıdır. Çünkü çok ağır yükümlülükler getirmektedir. Kıbrıs’ın yapılacak tüm dış ticaret belgelerinin Rumlardan, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nden alınması ve onlara verilmesi mecburiyeti vardır. Kaldı ki Rumlar bu belgelerle Yunanca vuracakları mührü bile şimdiden belirlemişlerdir. Protokol ile ada üzerindeki ticaretin tamamı Rumların tekeline verileceğinden böyle bir protokolü imzalayıp uygulamaya koymak; Rumları Ankara Anlaşması’na taraf yapmaktır. Ankara Anlaşması’nda taraf ülkelere uygulanan hükümler Rumlar için de geçerli olacaktır. Ankara Anlaşması’na göre üye ülkeler arasında ayrımcılık yapılamaz. Yani üye bir ülkenin vatandaşları ve şirketleri için uyguladığınız bir durumu, başka bir üye ülke vatandaşları ve şirketleri için kısıtlayamazsınız. Herhangi bir üye ülkenin gemileri ve uçakları Türkiye’nin liman ve havaalanlarını kullanıyorsa, Rumların da Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla da olsa kullanma hakkı doğar. Aksi takdirde gerginlik çıkar ve mahkemelik olur. Ankara Anlaşması’na göre anlaşmanın uygulanması ve yorumlanmasıyla ilgili uyuşmazlıklarda yetkili olan merciler AB kurumlarıdır. Rumlar bu kurumları (AB Ortaklık Konseyi, AB Komisyonu, AB Adalet Divanı) 152 Bu dönemde “Çözümsüzlük çözüm değildir.” veya “Kazan kazan.” gibi uluslararası ilişkilerde ve diplomaside hiç yeri olmayan iddialı ifadelerle ve “bir adım önde” olma çabasıyla başlatılan girişimler ise maalesef Kıbrıs konusunu hakikaten içinden çıkılamaz bir hâle getirir. Bundan en çok zarar görenler ise yine Kıbrıslı Türkler olur. Bu bağlamda özellikle Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların “bir adım önde” olmaktan anladıkları ise Türkiye’nin daha fazla taviz vermeye hazır olduğudur.85 Bu durum böylece Türkiye’yi haklı olduğu bir konuda uluslararası platformda haksız duruma düşürür ve kendi kalesine gol attığı düşünülür. Türkiye’nin 29 Temmuz 2005 tarihinde Ek Protokolü imzalamasıyla Rum gemileri ve uçaklarının serbestçe Türk limanlarına ve havaalanlarına girmesini taahhüt ettiğini ileri süren Rumlar baskılarını bu yönde artırır. Aynı gün itibarıyla Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum kesimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımayacağını açıklaması ise hukuken geçersiz kabul edilir. Kıbrıs konusunu AB’ye havale eden Kıbrıs Rum lideri Papadopulos ise bizzat KKTC Cumhurbaşkanı tarafından “Kıbrıslı Türkleri köle bir azınlığa dönüştürmeye çalışmak ve şovenistlikle” suçlanır.86 Ancak Rum yetkililere göre Türkiye’nin AB üyeliği yolu da Lefkoşa’dan geçmektedir. Sonuç Yunanların “Anadolu Faciası” olarak adlandırdıkları ve 9 Eylül 1922 günü İzmir’de sona eren Megali İdea düşünceleri gibi bugün Kıbrıs’ta da Enosis düşüncesi 20 Temmuz 1974 günü tarihe karışmıştır. Adanın her iki tarafında bu gerçeğin iyi anlaşılması ve adada fiili olarak iki ayrı milletin yarattığı iki ayrı devletin doğduğu artık görülmelidir. Bundan sonra yapılacak olan ise karşılıklı iyi niyet çerçevesinde iyi komşuluk ilişkileri ve bir saldırmazlık anlaşmasının yapılmasıdır. Türkiye’ye ve özellikle KKTC yetkililerine düşen tarihi görev ise: “Bizi tanıyan tek devlet Türkiye; bütün dünya tanımadıktan sonra dört-beş ülke daha tanısa ne değişir?” demeden üstünde yaşadıkları, havasını soludukları ülkelerine sahip çıkmak ve tek vücut olarak uluslararası platformda haklılıklarını hep beraber dosta düşmana göstermeleridir. Ciddiye alınması ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir önemli husus ise Avrupa Parlamentosu tarafından alınan ve hem Türkiye’yi, hem de Kıbrıs’ı kapsayan kararların tavsiye Türkiye aleyhinde kullanacaklardır...” Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan’ın 29 Haziran 2006 tarihli basın açıklaması. 85 KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın “İzolasyonların kaldırılması halinde Maraş’ı vermeye hazırım. Başka bir şey istemiyorum.” açıklaması, Papadopulos tarafından uluslararası bir çözüm olmadan bile Kıbrıslı Türkleri teslim alabileceği şeklinde algılanır. İki kesimliliğin korunması, mülkiyet konusu, Maraş’ın iadesi gibi konularda geri adım atılması böylece Kıbrıslı Türklerin müzakere sürecindeki gücünü olabildiğince azaltır. 86 KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat yaptığı açıklamada “Rumlar; AB ve uluslararası hukuk kalkanının arkasına saklanarak haklarımızı gasp etmiştir. Dünyayı ve AB’yi aldatan Papadopulos tüm dünyaya meydan okuyor. Demokratik yollarla seçilen dışında kimse KKTC halkını temsil edemez. Papadopulos hiçbir söz söyleyemez. Papadopulos’un geri plana çekilerek sözcüleri aracılığıyla verdiği mesajlar kendi düzeylerini ortaya koyar. En yakın destekçimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Her koşul altında bizi destekleyen ve destekleyecek olan Türkiye’nin devlet geleneğinden yararlanacağız.” der. Cumhuriyet; 16 Kasım 2005. 153 kararları olarak algılanmamasıdır. Bugün tavsiye olarak gösterilen hususlar nihai çözüm noktasına gelindiğinde Türkiye’nin önüne uygulanması gereken talepler olarak getirilecektir. Özellikle son dönemde hemen bütün AB ülkeleriyle ABD’nin de karıştığı çok uluslu bir görüntüdeki Kıbrıs sorunu konusunda denetim ve inisiyatif neredeyse Türkiye’nin elinden çıkmış gibi görünmektedir. Öncelikle bu sorunun Türk-Yunan sorunu olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. İngiltere’nin adada askerî üsleri konusunda taviz vermediği ve bu üslerin özerk bir statüde bulunduğu, adadaki dinleme istasyonlarının her dönemde adayı özel bir konuma soktuğu da değerlendirilecek olursa adanın stratejik öneminin artık kalmadığı gibi bir tez çok da gerçekçi olmaz.87 Zamana yayılmış sözde bir plan çerçevesinde Türkiye ile bağları yavaş yavaş eriyen ve AB’nin çekiciliğine kapılan bir KKTC, süreç içerisinde Rum-Yunan siyasetine uygun olarak Enosis düşüncesinin bir parçası olacaktır. Kıbrıs; partiler üstü bir konudur ve ancak bütün Kıbrıslı Türkler tarafından aynı doğrultuda sahiplenilmesi hâlinde başarıya gidilebilecektir.88 Özellikle Türkiye’yi ilgilendiren coğrafyada konjonktürel yapı ve dengeler hızla değişme sürecine girmişken, jeostratejik, eko-stratejik önemi yadsınamaz konumdaki Kıbrıs adasıyla ilgili olarak ortaya çıkan bu yeni tablonun çok hassas bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Türkiye, güçsüz ve kararsız bir devlet olmadığını, aksine güçlü, dengeleyici, farklı stratejileri olan, Avrupalı olduğu kadar Asyalı bir ülke olduğunu dosta düşmana göstermek durumundadır. Farklı ve çok yönlü uygulanacak stratejiler ve diplomasi ile bölgede merkez oluşturan Türkiye’nin gücü ve kararlılığı gösterilmelidir. İşlenmemiş dev sanayi altyapısı, zengin tarım kaynakları, bütün dünyayı kıskandıran muazzam iş gücü, kültür, sanat, eğitim, bilim başta olmak üzere sosyal hayatın her alanında yetişmiş büyük bir beyin gücü ve genç nüfusu ile Türkiye’nin AB’ye değil, AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır. AB müzakere sürecinde ısıtılıp önüne konulan Kıbrıs sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin bu gerçeği göz ardı etmeden sağlam bir duruş göstermesi gerekmektedir. Devlet geleneği olan güçlü bir devlete yakışan da budur. 87 Öte yandan ABD Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’ın resmî davetlisi olarak Amerika’ya giden ve 28 Ekim 2005 günü bir görüşme yapan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’tan hemen önce Amerikan hükûmetinin resmî konuğu ise Irak Kürdistan Demokratik Partisi (IKDP) lideri Mesut Barzani olmuştur. Böylece Amerikan hükûmeti geleceğe yönelik olarak Kıbrıs’ı bir askerî üs olarak kullanmanın ince hesapları içinde olduğunun ilk sinyallerini de vermiş olur. Kıbrıslı Rumları her ne kadar meşru hükûmet olarak tanıyor olsa da Amerikan hükümetinin Kıbrıslı Türklere olan bu ilgisi bölgesel bir sorunun çözümlenmesinden ziyade Amerikan çıkarlarına hizmet edecek bir deniz üssü olmasındandır. 88 Bu konuyla ilgili en yakın ve somut örnek 1 Nisan 2005 günü yaşanmıştır. Kıbrıs Adası’nı yıllarca kan gölüne çeviren EOKA teşkilatının 50. yılı nedeniyle Kıbrıs Rum hükûmeti EOKA mensubu yaklaşık 2500 kişiye “Devlet Onur Madalyası” vererek onları ödüllendirip sahiplenmiştir. Aynı dönem içerisinde Kıbrıslı Türklerin can, mal ve namuslarını Rum saldırılarına karşı korumak amacıyla mücadele eden Türk Mukavemet Teşkilatı mensupları ve aileleri de 1 Nisan 2005 günü Lefkoşa’da Ledra Palas sınır noktasına gelerek EOKA’cıları protesto eden bir gösteride bulunmuşlardır. Bu gösteriye müdahale eden ve yıllarca Rumlarla “kardeş gibi” yaşadıklarını iddia ederek oradaki Kıbrıslı Türklere saldıranlar ise bazı siyasi parti ve kuruluşlar tarafından desteklenen yine Kıbrıslı Türklerdir. 154 Abstract: Cyprus annexed in 1871 by the British Goverment bilateraly and unjustly, and turned to be an international issue by Greece nowadays seems to be a critical barrier just ahead of Turkey on the way of European Union membership. Despite the fact that the promises never get realized by EU, the Western countries and the USA subsequent to the Annan Plan and the referendum held in both sides of Cyprus, Turkish Cypriots, Cypriot Turks force to be pessimistic not to have a fair solution while Turkey is forced to a blind alley. Keywords: Cyprus, European Union, Referendum. 155 NÜKLEER TEKNOLOJİNİN PARLAYAN YILDIZI: TORYUM, TÜRKİYE’NİN TORYUM POTANSİYELİ VE STRATEJİK ÖNEMİ Turan ÜNAK∗ Özet: Bu yazıda, toryumun bilim ve teknoloji yönünden bir değerlendirilmesi yapılarak Türkiye’de mevcut toryum madeninin Türkiye açısından çok büyük bir potansiyel olduğu ve bu yüzden, toryuma dayalı nükleer yakıtlarla ilgili olarak Türkiye’nin kendine özgün bir teknolojiye sahip olabilmesinin gelecekte sağlayacağı büyük imkânlar üzerinde durulmuş ve bir devlet stratejisi belirlenerek atılması gerekli adımlar ve öneriler dile getirilmiştir. Anahtar kelimeler: Toryum, Nükleer yakıt, Türkiye, Nükleer teknoloji, Hızlandırıcı. Giriş ve Genel Bilgiler Toryum Nedir? Toryum doğada kendi başına var olan ve varlığı diğer bir radyoaktif elementin varlığına bağımlı olmayan iki radyoaktif elementten biridir. Bu iki ana radyoaktif elementin diğeri ise uranyumdur. Bu yüzden toryum başlı başına doğal bir değerdir. Bilindiği üzere, bazı elementler doğada yalnızca tek bir izotoptan oluşmuşken, bazıları iki ya da daha fazla sayıdaki izotopun farklı oranlarda bir araya gelmesinden oluşmuşlardır. Örneğin, doğada bulunan uranyum elementi, esas olarak % 99,276 oranında 238U izotopu ile % 0,7196 oranında 235 U’den oluşmuştur. Toryum elementi ise doğada % 100 olarak yalnızca 232 Th izotopu şeklinde bulunmaktadır. Bu da, toryumun uranyumdan olan en önemli farklarından ve de avantajlarından birini oluşturmaktadır. 232 Th izotopu her şeyden önce radyoaktif özellik gösteren bir izotoptur ve yaklaşık 14 milyar (1,39 x 1010) yıl kadar olan bir yarı-ömre sahiptir. 235 U’in yarı ömrü yaklaşık 713 milyon (7,13 x 108) yıl, 238U’in ise 4,5 milyar (4,51 x 109) yıldır. 238U’in 235U’den çok daha uzun bir yarı ömre sahip olması, bugün 238U’in 235U’e oranla doğada çok daha fazla bulunmasının tek nedenidir. Fisyon Nedir? Fisyon genel anlamda büyük bir atom çekirdeğinin genellikle dışarıdan, bazen de içten gelen bir etki ile iki büyük parçaya bölünmesi anlamını taşımaktadır. Ancak, nükleer teknoloji açısından önemli olan fisyon türü termal nötronlarla meydana gelen fisyon reaksiyonlarıdır. Burada önemle vurgulanması gerekli olan husus, termal nötronlarla her ağır çekirdekte fisyon reaksiyonlarının oluşmasının söz konusu olmayışıdır. Zira fisyon reaksiyonu vermeyen bir ağır çekirdeğe termal nötronun girmesiyle basit bir (n, γ) nükleer reaksiyonu oluşur. ∗ Prof. Dr., Nükleer Kimya Öğretim Üyesi ve Uluslararası Nükleer Kimya Derneği Başkanı. 157 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 Fisyon ve (n, γ) Nükleer Reaksiyonlarının Karşılaştırılması Fisyon ve (n, γ) nükleer reaksiyonlarının karşılaştırılmasının 235U, 238U ve Th izotopları üzerinde yapılması yararlı olacaktır. Aşağıda şematik olarak gösterildiği gibi, termal nötronlarla bu üç izotoptan yalnızca 235U izotopu fisyon reaksiyonu verirken diğer ikisi (n, γ) nükleer reaksiyonları vermektedir. 232 235 U 144 Ba + 89Kr + Enerji + Hızlı nötronlar Görüldüğü üzere, bir 235U çekirdeğinin fisyona uğraması sonucunda çekirdek iki büyük parçaya bölünmüş ve bu arada dışarıya 2 veya 3 yeni nötron (ortalaması 2.5 nötron) ile bir miktar enerji salınmıştır. Yüksek enerjili nötronlar olarak salınan bu nötronların bulundukları ortam içinde atom çekirdekleriyle yapacakları çarpışmalarla bu enerjilerini kaybederek fisyona elverişli termal nötronlar durumuna geçmeleri söz konusudur. İşte, fisyon reaksiyonun bu özelliği, yani kullanılan bir nötrona karşılık ortalama olarak 2,5 adet fisyona elverişli yeni nötron oluşumu ve bunun yanında önemli miktarda enerjinin serbest hâle geçmiş olması, fisyon reaksiyonlarını, dolayısıyla 235U’i son derece önemli bir konuma getirmektedir. Zira, bir 235U çekirdeğinin fisyonu sırasında serbest kalan enerji miktarı 200 MeV kadardır. Yalnızca 235U izotoplarından oluşan 10 kg’lık bir kütle içindeki tüm 235U’lerin, yani yaklaşık 2,56 x 1026 adet 235U çekirdeğinin fisyona uğraması sonucunda serbest kalan toplam enerji miktarı 5.12 x 1028 MeV kadardır ki bu da 8.192 x 1015 Joul’lük bir enerji demektir. Bir anda küçük bir alanda bu kadar büyük bir enerjinin serbest kalması kuşkusuz ki kendini korkunç bir patlama seklinde gösterir; işte bu da bir atom bombasıdır. Fisyon reaksiyonları ile serbest hâle geçen bu denli korkunç miktardaki enerji, günümüz dünyasında gerek askerî amaçlarla kullanılan nükleer silahların, gerekse barışçıl amaçlarla kullanılan nükleer santrallerin 158 esasını oluşturan enerjidir. Bu yüzden de fisyon reaksiyonları günümüz dünyasını şekillendiren ve son derece önemli sosyal ve teknolojik sonuçlar doğuran bir özelliğe sahiptir. Bu arada, şunu da önemle vurgulamak gereklidir ki günümüz dünyasında 235U’in fisyonunun son derece önemli olması yanında, doğada bulunmadığı hâlde yapay olarak bol miktarda üretilebilen239Pu da fisyon reaksiyonları vererek bugünkü nükleer silahların esasını oluşturması bakımından, son derece önemli bir izotoptur. 238 239 U + n (termal) U + γ - ışınları 235 U’in fisyon reaksiyonu verme özelliğine karşılık, ne 238U, ne de 232Th fisyon reaksiyonu verir. Yukarıda da gösterildiği gibi, bu iki izotop basit (n, γ) nükleer reaksiyonlarıyla sırasıyla 239U ve 233Th radyoaktif izotoplarına dönüşmektedir. Bu yüzden, bu iki izotopun nükleer teknoloji açısından hiçbir öneminin olmadığı sanılırsa da durum hiç de sanıldığı gibi değildir. 238 U’den 239Pu Üretimi 238 U’in (n, γ) nükleer reaksiyonu sonucu oluşan 239U yarı ömrü 23,5 dakika olan bir radyoaktif izotop olup kendiliğinden β- bozunması yaparak yarı ömrü 2334 gün olan 239Np’a dönüşmektedir. 239Np da yine kendiliğinden β- bozunması yaparak yarı ömrü 24.400 yıl olan 239Pu’a dönüşmektedir. 159 Bunun anlamı da 239U’un kısa bir süre içinde kendiliğinden yarı ömrü çok uzun olan 239Pu izotopuna dönüşeceğidir. İşte, doğada bulunmayan 239Pu izotopu da termal nötronlarla aynı 235U gibi fisyon reaksiyonu vermektedir. Üstelik, bu izotopun 235U’e göre daha avantajlı yönleri de vardır ve de 235U fisyonuyla çalışan nükleer santrallerde eskiyerek değiştirilmesi gerekli olan yakıt çubukları içinde bol miktarda kendiliğinden oluşan bir maddedir; bu kullanılmış yakıt çubukları içinden özel işlemlerle 239Pu’un ayrılarak nükleer silah yapımında kullanılması kolaylıkla mümkün olabilmektedir. Bu yüzden de bugünkü nükleer silahların esasını daha çok bu 239Pu maddesi oluşturmaktadır. 235 U’in İzotopik Zenginleştirilmesi Günümüz dünyasının nükleer teknolojisi 235U’in fisyonuna dayalı olarak başlatılmış ve hâlen de buna dayalı olarak sürdürülegelmektedir. Zira barışçıl amaçlı nükleer santrallerin yakıt maddesi doğal uranyumun içindeki 235 U oranı zenginleştirilmiş uranyum, yani 235U’in doğal olarak bulunma oranı olan % 0,7196 değerinin daha yüksek değerlere çıkarılmış olduğu uranyumdur. Nükleer silahlarda kullanılan 239Pu’un üretimi ise yine 235U’in fisyonundan elde edilen nötronlarla nükleer yakıt maddesi içinde bulunan 238 U’in nükleer reaksiyonu sonucunda sağlanmaktadır. Bu yüzden, günümüz nükleer teknolojisinin kilit maddesi 235U’dir. Yukarıda da değinildiği gibi, bu izotopun doğal uranyum içindeki bulunma oranı % 0,7196’dir. Bu kadar düşük oranda 235U içeren doğal uranyumun doğrudan doğruya, ne nükleer silah ham maddesi, ne de doğru dürüst bir nükleer santral için yakıt maddesi olarak kullanılması mümkündür. Bu yüzden, doğal uranyum içinde bulunan 235 U oranının bir şekilde artırılması gerekmektedir. Buna izotop zenginleştirilmesi denmekte ve çeşitli yöntemlerle bu iş teknolojik olarak yapılabilmektedir. Ancak ne var ki izotop zenginleştirme işlemleri büyük miktarda zenginleşmiş uranyum elde edilmek istenmesi durumunda, uygulama açısından pek de kolay olmayan, zahmetli ve pahalı yatırımları gerektiren işlemlerdir.1 2 Ancak bu teknolojiye sahip olup da izotop zenginleştirmesini yapabilen bir ülke özellikle nükleer silah üretme potansiyeline de sahip olacağından, dünya genelinde nükleer teknolojiye sahip bir ülke konumuna gelmektedir. Bugün için dünyada bu teknolojiye sahip olduğu bilinen ülkeler ABD, Rusya Federasyonu, Çin, İngiltere, Fransa, Hindistan ve Pakistan’dır. İran’ın da dünyanın tepkisine rağmen bu teknolojiye sahip olmak için verdiği çabaların son günlerde dünya kamuoyunu ne denli meşgul ettiği de çok iyi bilinmektedir. Bu yüzden izotop zenginleştirme teknolojisi bugün için nükleer teknolojinin omurgasını oluşturan bir nitelik taşımaktadır. 1 2 http://www.uic.com.au/nip33.htm. http://en.wikipedia.org/wiki/Uranium_enrichment. 160 Toryumla İlgili Son Durum 233 Th’den 233U Üretimi Aşağıda gösterildiği gibi 232Th’in (n, γ) nükleer reaksiyonu sonucu oluşan 233Th’ün yarı ömrü 22,3 dakikadır. Bu da, kendiliğinden β- bozunması yaparak yarı ömrü 27 gün olan 239Pa’a dönüşmektedir. 239Pa da yine kendiliğinden β- bozunması yaparak yarı ömrü 162.000 yıl olan 233U’a dönüşmektedir. 232Th’nin 233U’a bu dönüşümü yukarıda verilen 238U’ün 239 Pu’a dönüşümüyle büyük benzerlik göstermektedir. Esas büyük benzerlik ise elde edilen çok uzun ömürlü ve doğada bulunmayan yeni bir uranyum izotopu olan 233U’ün de aynı 239Pu gibi termal nötronlarla çok iyi bir fisyon reaksiyonu veren bir madde olmasıdır. Hatta, 233U 239Pu’dan bile daha iyi fisyon karakteristiklerine sahiptir3. Çizelge-1 232 233 Th (n, γ) Th (Yarı ömrü: 22,3 dakika) β233 Th 233 Pa 233 Pa (Yarı ömrü: 27 gün) β233 U (Yarı ömrü: 162.000 yıl) 233 U’ün Kullanılma Potansiyeli Var mıdır? Mademki 233U de 235U ve 239Pu gibi fisyon yapabilen bir maddedir; o hâlde onun da nükleer santrallerde yakıt maddesi ve de nükleer silahların ham maddesi olarak kullanılabilmesi mümkün değil midir? Kuşkusuz ki mümkündür. Ancak bunun için her şeyden önce 233U’e dayalı bir nükleer teknolojinin geliştirilip uygulanabilir hâle getirilmiş olması gereklidir. Peki o hâlde bu niçin yapılmıyor? Bu sorunun cevabı kuşkusuz ki bugünkü 235U’e dayalı nükleer teknolojiyi geliştirerek onun sağladığı tüm sosyal ve ekonomik üstünlükleri elinde tutan ülkelerin ve bu ülkelerdeki nükleer teknoloji devi firmaların bu işten ne kadar çıkar sağlayabilecekleri ya da sağlayamayacakları sorularına getirilecek cevapların içinde gizlidir. Zira, 235U’e dayalı olarak geliştirilen nükleer teknolojiden vazgeçilerek bir anda 233U’e dayalı yeni bir teknoloji geliştirilmesinin, ilk bakışta ne bu ülkelerin ne de bu ülkelerdeki teknoloji devi firmaların çıkarına uygun bir iş olduğu kolayca fark edilebilmektedir. Peki, bugünkü 235U’e dayalı nükleer teknolojinin yerini 233 U’e, yani toryuma dayalı bir teknolojinin alması hâlinde, dünya genelinde insanlık daha fazla avantajlara mı, yoksa dezavantajlara mı sahip olacaktır? Hemen belirtmek gerekir ki bu konuda bugüne kadar yapılan bütün çalışmalar toryumun geleceğin parlayan bir yıldızı olacağını göstermektedir. 3 G. R Choppin and J. Raydberg; Nuclear Chemistry, Theory and Applications, Pergamon Press, ISBN 008-023823-8, 1980, s. 445. 161 Toryuma Dayalı Nükleer Yakıtlarla Yapılan Çalışmalar Kuşkusuz ki nükleer teknolojiyi geliştiren ülkeler her ne kadar işe 235U ile başlamış ve yollarına 235U ile devam etmekte olsalar da bir yandan da toryumun önemini sezinlediklerinden 233U’ün nükleer silah potansiyelini ve toryuma dayalı yakıtların nükleer santrallerde kullanılabilme potansiyellerini de incelemekten geri kalmamışlardır. Denebilir ki bu tür çalışmalar daha atom bombası projesinin geliştirildiği ABD’nin Manhattan projesi ile 1940’lı yıllarda başlamış ve 233U’in nükleer silah ham maddesi olma potansiyeli göz önünde tutularak 1950’de ABD’de 232Th’den 55 kg 233U üretilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada gereksinim duyulan yoğun enerji talebinin, sanayileşmiş ülkelerin nükleer enerjiyi silah yapımı alanında kullanım teknolojilerini geliştirmeye yönelik çabalarını, paralel olarak nükleer enerjiden barışçı amaçlarla yararlanma yollarının araştırılmasına da yöneltmiştir ve ABD’nin Idaho eyaleti Acro kentinde 20 Aralık 1951’de ilk olarak fisyon olaylarından kontrollü bir şekilde enerji üretimine ve bu enerjinin barışçı amaçlarla kullanımına imkân veren bir nükleer reaktör faaliyete geçirilmiştir. Bundan sonra, nükleer silahların yapımı ve geliştirilmesinin büyük bir hızla yayılmaya devam etmesi yanında, nükleer enerjinin elektrik enerjisine dönüştürülerek barışçı amaçlarla kullanımı da büyük bir hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da nükleer santrallerde kullanılan nükleer yakıt üretim teknolojisiyle ilgili olarak teknoloji liderliğini elinde tutan ülkeler için ekonomik ve de stratejik açıdan iki önemli husus ön plana çıkmış ve bu ülkelerce geliştirilen nükleer yakıt teknolojisi de ön plana çıkan bu hususlar çerçevesinde geliştirilmiştir. Bu hususlar da: 1) Nükleer yakıtların ham maddesi olan uranyum ya da toryuma kolaylıkla sahip olabilmek, 2) Bu ham maddelerden üretilecek elektriğin olabildiğince ucuza mal edilebilmesi için nükleer santrallerde kullanılacak nükleer yakıtların üretim maliyetlerini en düşük düzeyde tutabilmektir. İşte, basit gibi görünen; ancak sonuçları itibarıyla son derece önemli bu iki faktör, bu konuda teknoloji üretebilen lider ülkelerce nükleer yakıt üretimi konusunda ana ham maddenin toryuma değil, uranyuma verilmesi sonucunu ortaya çıkarmış ve bugünün nükleer teknolojisi işte bu nedenlerle toryuma değil, uranyuma; yani, 233U’e değil 235 U’e dayalı olarak geliştirilmiştir. Bu nedenle de daha 1950’li yıllarda başlamasına rağmen, âdeta pek ekonomik ve stratejik değeri olmayan; ancak çok uzun vadeli ihtiyaçlara cevap verebilecek bir teknoloji yatırımı olarak görülen ve de bilimsel açıdan el altında bulundurulmasının sağlayacağı avantajların göz önünde bulundurulmasıyla, yine de tam olarak terk edilmeden yavaş bir hızla da olsa toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojilerinin geliştirilmesi üzerinde önemli çalışmalar da yapılmıştır. Bu çerçevede, toryumdan 233U elde edilmesi üzerine çeşitli teknikler geliştirilmiş ve 1960–1980 yılları arasında ABD’de toplam olarak 1,5 ton, Fransa’da da 2 ton dolayında 233U üretilmiştir. Bu arada, ABD, o zamanki Batı Almanya, İngiltere, Hollanda gibi çeşitli ülkelerde toryuma dayalı nükleer yakıtlarla 162 çalışan bazı prototip nükleer reaktörler de yapılmış ve buralarda çeşitli test amaçları gerçekleştirilmiştir. Çizelge-2 bu prototip reaktörleri göstermektedir. Çizelge-2 Toryuma Dayalı Nükleer Yakıtlarla Test Amaçlı Çalıştırılan Bazı Prototip Nükleer Reaktörler4 Location or Name Operation time Country Power SHIPPINGPORT 1977-1982 ABD 100 MW INDIAN-POINT 1962-1980 ABD 285 MW ELK-RIVER 1963-1968 ABD 24 MW ORNL 1964-1969 ABD 7.5 MW PEACH BOTTOM 1966-1972 ABD 40 MW DRAGON 1966-1973 İNGİLTERE 20 MW AVR 1967-1969 ALMANYA 2.4 MW SUSPOP 1974-1977 HOLLANDA 1 MW FORT ST-VAREN 1976-1989 ABD 300 MW THTR 1985-1989 ALMANYA 300 MW Toryuma Dayalı Nükleer Yakıt Teknolojisinin Bugünkü Durumu Dünyada Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve nükleer silahların yaygınlaşmasının önlenmesi anlaşmasının yapılmasından sonra, nükleer teknolojiye sahip ülkelerin gerek stoklarda, gerekse üretilmiş olan nükleer silahlar nedeniyle ellerinde birikmiş bulunan gereksiz miktardaki 239Pu ve 235 U’dan kurtulmak düşüncesi, artan terörizm tehdidinin nükleer terörizm boyutuna taşınma potansiyelinin verdiği kaygılar, dünya kamuoyunun nükleer teknolojiye karşı takındığı olumsuz tavır ve Çernobil olayındaki gibi karşılaşılmış ve karşılaşılması muhtemel benzer çevresel sorunlar gibi nedenlerle, dünyada bilim ve teknoloji ile uğraşan çevrelerin dikkatlerini yeniden toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojileri üzerine yöneltmesine ve geleceğin nükleer teknolojisi olarak bu yakıt türünün ön plana çıkarılmasının tartışılmaya başlanmasına neden olmuştur. Bu çerçevede, önemli toryum 4 T. Ünak;, What is the potential use of thorium in the future energy production thechnology?Progress in Nuclear Energy, 37/1-4, 137-144, 2000. 163 rezervlerine sahip olan ve nükleer potansiyelini ispatlamış bir ülke olarak Hindistan, toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojilerinin geliştirilmesi üzerinde yoğun çalışmalar başlatmış5 ve Ağustos 2005’te 600 kW elektrik üretim gücüne sahip toryuma dayalı yakıtla çalışan bir prototip nükleer reaktörünü çalıştırmaya başlattığını dünya kamuoyuna ilan etmiş bulunmaktadır.6 Hindistan’a paralel olarak Rusya Federasyonu, Japonya, Çin, Hollanda, Kanada ve ABD’de de son 20–30 yıllık süre içinde toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojileri üzerinde büyük bir ilgi uyanmıştır. Bu konuda yapılan çeşitli çalışmalar özetle toryuma dayalı nükleer yakıtların hâlen işletilmekte olan birçok nükleer reaktöre kolaylıkla adapte edilebileceğini ve bu reaktörlerde kullanılabileceğini ortaya koymuştur.7 Kuşkusuz ki bu da toryumun ekonomik ve stratejik önemini bir anda çok önemli bir konuma taşımış bulunmaktadır. Öte yandan, özellikle, A. Radkowsky tarafından ortaya konan ve Radkowsky toryum yakıtları denen nükleer yakıtların uranyuma dayalı nükleer yakıtlarla yer değiştirilebileceğinin öngörülmesi, toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojilerinin geleceği açısından son derece önemli ve ideal bir yaklaşım ortaya çıkarmıştır.8 Bu yaklaşımdan hareket edilerek 1992 yılında ABD’de Radkowsky Thorium Power Corporation adı altında ticari bir şirket kurulmuş ve bu şirket esas olarak Radkowsy toryum yakıtlarının bazı ticari nükleer santrallerde kullanımını hedef alarak işe başlamış ve ilk etapta Rusya Federasyonu’nun saygın araştırma kurumlarından biri olan Kurchatov Enstitüsü, ABD’nin benzer araştırma merkezlerinden biri olan Brookhoven Ulusal Laboratuvarı ve yine ABD’deki dünyaca ünlü Massachusetts Institute of Technology (MIT) ve İsrail’deki Ben Gurion Üniversitesi gibi kuruluşlar ile iş birliği kurarak bu çalışmalara başlamıştır.9 Özellikle, Rusya Federasyonu’ndaki Kurchatov Enstitüsü ile kurulan iş birliğinde Rus yapımı VVER-440 and VVER-1000 ve muhtemelen hafif su reaktörlerinin (LWR) Radkowsky toryum yakıtlarıyla çalışmalarının test edilmesi amaçlanmıştır.10 Böylece, hâlen çalışmakta olan bazı ticari reaktörlerdeki uranyuma dayalı yakıtların toryuma dayalı yakıtlarla değiştirilebileceğinin ve bunun ekonomik açıdan da uygulanabilir olacağının kanıtlanması hedeflenmiştir. Son olarak da yukarıda da değinildiği gibi Hindistan bu yolda büyük bir sıçrama yaparak kendi teknolojisi ile ürettiği Prototip toryum reaktörünü işletmeye sokarak 5 S. Majumdar; D.S.C. Purushotham, Bhabha Atomic Research Centre, Mumbai, India, Conference Article: Experience of thorium fuel development in India, Proceedings of three IAEA meetings held in Vienna in International Atomic Energy Agency, Vienna (Austria), IAEATECDOC-1319, 1997, 1998, and 1999, s. 69–76. 6 . http://www.rediff.com/news/2005/aug/25nuke.htm 7 V. M. Mourogov; Nuclear power development, Global challenges and strategies, IAEA Bulletin, 1997, 39/2. 8 8. A. Radkowsky, M. Segev and A. Galperın; The power sharing formula for seed-blanket core: Resolution of a paradox, Nuclear Science and Engineering, 1986, 94, s. 80-86. 9 http://www.thoriumpower.com. 10 H. A. Feiveson and S. N. Rodionov; Thorium fuel for light water reactors: Reducing proliferation potential of nuclear power fuel cycle, Science and Global Security, 1997, 6, s. 265290. 164 elektrik enerjisi üretimini yaklaşık iki yıldır başarıyla sürdürmektedir. Bu arada, önemle vurgulamak gereklidir ki Hindistan, Japonya11 ve Rusya Federasyonu12 ile bu alanda yakın ilişkiler de kurmuş bulunmaktadır. Bütün bu çalışmalar ve ilişkiler açıkça göstermektedir ki toryuma dayalı nükleer yakıtların kullanımına yönelik teknolojilerin geliştirilme çalışmaları ileriki yıllarda da katlanarak sürecek ve gelecek nesil, ticari nükleer santraller açısından son derece önemli bir çalışma alanı hâline dönüşecektir. Hızlandırıcı İle Yönlendirilmiş (Accelerated - Driven Hybrid Systems) Melez Reaktör Sistemleri Hızlandırıcı adı verilen tesislerde proton, dötron, vb. gibi yüklü parçacıklar çok yüksek hızlarla hızlandırılabilmekte ve bu hızlı parçacıklar atom çekirdekleri üzerine gönderilerek yeni izotoplar üretilebilmektedir. Bu şekilde oluşturulan nükleer reaksiyonlar sırasında bombardıman edilen atom çekirdeklerinden dışarıya çeşitli parçacıklar, bu arada nötronlar da salınabilmektedir. İşte, uygun nükleer reaksiyonların seçilmesi hâlinde, son derece yüksek nötron verimi, yani kullanılan parçacık başına, örneğin bir proton başına, oluşan serbest nötron sayısının çok yüksek olduğu nükleer reaksiyonlar söz konusu olabilmektedir. Bu şekilde, hızlandırıcıların âdeta bir nötron kaynağı olarak kullanılabilmesi mümkün olabilmektedir. Böyle bir hızlandırıcının aynı zamanda bir nükleer reaktörün kritik edilmesi denen olayı, yani minimum çalışma koşulları için gerekli olan nötron üretiminin sağlanmasını temin edebileceği de düşünülmektedir. Böylece, hızlandırıcının nükleer reaktörü çalışmaya başlatması ve istendiği zaman durdurması olanağını sağlayan bir araç olarak kullanılabilme fırsatı ortaya çıkmış olacaktır. Bu düşüncenin 1960’lardan beri ortada olmasına rağmen, ancak 1981 yılında “Ergimiş toryum tuzu üretken reaktörlerinin bir hızlandırıcı ile güç kazanması” (the concept of molten salt thorium breeder reactor enhanced by an accelerator) şeklindeki bir başlıkla Japonya’da patenti alınmıştır.13 1997’de, bu patentin içerdiği düşünce ABD’nin Los Alamos laboratuvarlarından Bowman ve İsviçre’deki CERN Laboratuvarlarından Rubbia tarafından büyük bir heyecan ve ilgi ile dünya bilim ve teknoloji aktif gündemine “Hızlandırıcı İle Yönlendirilmiş Melez Reaktör Sistemleri” (Accelerated-Driven Hybrid Systems) olarak taşınmış bulunmaktadır.14 Söz konusu bu sistemler günümüzde nükleer silahların yaygınlaşmasına izin vermeyen ve nükleer silah ham maddesi olarak kullanılan ve hâlen elde fazla 11 Proceedings of the Indo-Japan Seminar on Thorium Utilization; India Nuclear Society, Bombay, 1991, India. 12 www.expressindia.com/ie/daily/20001004/ina04043.html. 13 . K. Furukawa, K. Tsukada, and Y. Nakahara; Single fluid type accelerator molten salt breeder concept, Journal of Nuclear Science and Technology, 1981, 18/1, s. 79. 14 C. Rubbıa, S. Buono, E. Gonzalez, Y. Kadı, and J. A. Rubıa; A realistic plutonium elimination scheme with fast energy amplifiers and thorium-plutonium fuel, Cern, Report CERN/AT/9553(ET), 1997. 165 miktarda stoğu bulunan 239Pu ve 235U’in imha edilerek insanlığın bu musibetlerden kurtulmasını sağlayabilecek sistemler olarak da değerlendirilmektedir. İşte, bu sistemler nükleer yakıt olarak 232Th/233U dönüşümüne, yani toryuma dayalı nükleer yakıtı esas alan ve geleceğin nükleer enerji üretim sistemlerinin de temelini oluşturacağı düşünülen sistemlerdir. Önemli miktarda toryum rezervine sahip bir ülke olarak Norveç’te bu türde bir reaktörün kurularak elektrik üretiminin sağlanması tartışılmaya açılmış bulunmaktadır.15 Toryuma Dayalı Nükleer Yakıtların Avantajları Toryuma dayalı nükleer yakıtların uranyuma dayalı nükleer yakıtlara oranla önemli avantajları vardır. Bunlar da aşağıdaki şekilde özetlenebilir: 1) Daha önce de vurgulandığı gibi, 233U 235U ve 239Pu’den daha üstün fisyon karakteristiklerine sahiptir. Zaten bu karakteristikler de 233U’in hâlen işletilen nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanılabileceğinin önemli bir göstergesidir. 2) Bilindiği üzere kullanılan nükleer yakıtların içinde zamanla fisyon sonucu oluşan ve fisyon ürünü denen çok çeşitli ve çok farklı yarı ömürlere sahip radyoaktif maddeler oluşup birikmektedir. İşte, bunlar nükleer teknolojinin atık maddeleridir ve içlerinde oldukça uzun yarı ömürlere sahip olan pek çok ürün de bulunmaktadır. Bu yüzden bu atık maddelerin nereye ve nasıl depolanacağı ve çevreye bulaşmadan çok uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca oralarda nasıl tutulabilecekleri son derece önemli bir sorundur. İşte, toryuma dayalı nükleer yakıtların fisyon ürünleri içinde oluşan uzun yarı ömürlü ürünlerin miktarı, uranyuma dayalı nükleer yakıtların fisyon ürünleri içinde oluşan ürünlerden çok daha azdır. Kuşkusuz ki bu da toryuma dayalı nükleer yakıtlara çevresel güvenlik açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır. 3) Uranyuma dayalı nükleer yakıtların fisyon ürünleri içinde 238U’in (n, γ) nükleer reaksiyonu sonucu oluşan 239Pu’un bulunduğu da daha önce vurgulanmıştı. Bu ürünler içinden 239Pu’un ayrılarak nükleer silah yapımında kullanılması da mümkün olabilmektedir. İşte, toryuma dayalı nükleer yakıtların en büyük avantajlarından biri de kullanılmış yakıt içinde 239Pu gibi nükleer silah ham maddesinin bulunmamasıdır. Bu da dünyada kontrol dışı nükleer silahların yayılması riskini en aza; hatta sıfıra indirebilecektir. Öte yandan, bu husus dozu ve türü gittikçe artan uluslararası terörizm alanında önemli bir risk oluşturan nükleer terörizmin de bir ölçüde önlenebilmesi anlamını taşımaktadır. Bunlar da insanlık için paha biçilemeyecek avantajlar oluşturmaktadır. 4) Nükleer yakıt olarak genellikle uranyum ve toryumun oksit bileşikleri kullanılmaktadır. Bu yüzden, bu oksit bileşiklerinin özellikle fiziksel karakteristikleri de nükleer yakıt teknolojisi açısından son derece önemlidir. İşte, ThO2’in fiziksel karakteristikleri UO2’e göre çok daha iyidir ve bu, 15 http://innovationsreport.de/html/berichte/energie_elektrotechnik/bericht-71533.html? 166 toryuma dayalı nükleer yakıtların özellikte yüksek sıcaklıklarda çalışan reaktörler için tavsiye edilebilecek nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır. 5) Bilindiği üzere, dünya uranyum rezervleri de sonsuz olmayıp sınırlı düzeydedir. İşte, en azından bazı tür reaktörlerde toryuma dayalı nükleer yakıtların kullanılmasının, ilk etapta global uranyum kullanımında yaklaşık % 20–30 düzeyinde bir azalmaya yol açabileceği düşünülmektedir. 6) Toryuma dayalı nükleer yakıtların diğer ve belki de en önemli avantajlarında biri de izotop zenginleştirme teknolojisine gerek kalmadan bu tür yakıtların hazırlanabilecek olması, dolayısıyla yakıt üretiminin ve elektrik üretiminin birim maliyetlerinin daha ucuza sağlanabilecek olmasıdır. Zira yukarıda da değinildiği gibi doğal uranyum içinde % 0,7196 oranında bulunan 235U’in zor ve pahalı bir teknoloji uygulanarak zenginleştirilmesi gerekirken, toryumun doğada yalnızca 232Th izotopu hâlinde bulunması nedeniyle, böyle bir izotop zenginleştirme teknolojisinin uygulanmasına hiçbir şekilde gerek kalmamaktadır. 7) Toryuma dayalı nükleer yakıtlarla çalışan nükleer reaktörler aynı zamanda, bugün dünyada ihtiyaç fazlası olarak ortada duran çok fazla miktardaki 239Pu ve 235U’un imha edilebilmesi yolunda da imkânlar sağlayabilecek niteliktedir. Zira özellikle ABD ve Rusya Federasyonu bugün ellerindeki baş belası niteliğindeki bu fazla 239Pu ve 235U’u nasıl imha edebileceklerini ve bunun için hangi teknolojileri kullanabileceklerini âdeta kafa kafaya vermiş olarak düşünmektedirler. Toryuma Dayalı Nükleer Yakıtlara İlişkin Bazı Teknik Sorunlar Toryuma dayalı nükleer yakıtlara ilişkin çözülmesi gereken pek çok detay yanında bazı önemli teknik problemler de vardır. Aşağıda kısaca bunlar özetlenmiştir: 1) İlk aşamada, 232Th’den (n, γ) nükleer reaksiyonuyla 233U üretilebilmesi için öncelikle nötronlara ihtiyaç vardır. Bu nötronların da özellikle 235U ve 239Pu’un fisyonundan elde edilebileceği aşikârdır. Bu yüzden de 233U üretimi için 235U’e ihtiyaç olduğu düşünülerek toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin, uranyuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin gölgesinde gelişme durumunda olduğu iddia edilebilir. Ancak yukarıda da etraflıca değinildiği gibi hızlandırılmış yönlendirici melez sistemler (accelerated-driven hybrid systems) denen sistemlerin devreye sokulmasıyla, toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin uranyuma dayalı nükleer yakıt teknolojisine bağımlı olması bertaraf edilerek kendi başına bağımsız bir teknoloji hâline dönüştürülebilmesi de pekâlâ mümkün görülmektedir. 2) ThO2’in çözünürlüğü UO2’e kıyasla daha zordur; bu da kullanılmış yakıtların işleme tabi tutulmasını toryuma dayalı nükleer yakıtlar için daha zor bir hâle getirmektedir. Ancak, Radkowsky toryum yakıtlarının kullanılması, kullanılmış yakıtların işleme tabi tutulması gereksinimini de ortadan kaldıracağı düşünülmektedir. 167 3) 232Th’den (n, γ) nükleer reaksiyonuyla 233U üretimi sırasında aşağıda gösterilen nükleer reaksiyonlar sonucunda bir miktar 232U izotopunun da oluşması kaçınılmazdır. Bu da gerek 233U yakıtının, gerekse kullanılmış yakıtın içinde 232U de bulunacağı anlamını taşımaktadır. 232U’nin önemi daha sonra kendiliğinden radyoaktif bozunma sonucunda oldukça etkin gama ışıması yapan radyoaktif maddelere, örneğin 208Tl’e, dönüşmesi, bunların da özellikle kullanılmış yakıtların işlenmesi süreçlerini oldukça zora sokmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu sorunun kullanılmış uranyum yakıtların içinden 239Pu’un ayrılmasında uygulanan ileri ayırma tekniklerinin uygulanmasıyla aşılabileceği de düşünülmektedir. Çizelge-3 232 231 Th (n, 2n) Th (Yarı ömrü: 25,5 saat) - β 231 231 231 232 Th Pa (Yarı ömrü: 32 500 yıl) Pa (n, γ) Pa (Yarı ömrü: 1,31 gün) - β 232 Pa 232 U (Yarı ömrü: 72 yıl) Türkiye’nin Toryum Potansiyeli Türkiye’nin toryum potansiyelini değerlendirebilmek için her şeyden önce dünyadaki uranyum ve toryum rezervlerinin siyasal coğrafyadaki dağılımına bir göz atmak gereklidir. Uranyum ve Toryumun Global Dağılım Durumu Her şeyden önce şunu belirtmek gereklidir ki elementlerin evrensel dağılımı içinde en az miktarda bulunan element 92 atom numaralı uranyumdur. Ancak bunu dünyadaki dağılımla karıştırmamak da gereklidir. Zira dünyada en az bulunan element uranyum değildir; ancak uranyum dünyada pek fazla bulunan bir element de değildir. Evrensel boyutta toryum uranyuma oranla miktar olarak daha fazla bulunan bir elementtir ve bu, dünya için de aynıdır; yani dünyada doğal olarak bulunan toryum miktarı uranyum miktarından daha fazladır ve bu fazlalık aşağı yukarı üç kat olarak tahmin edilmektedir. Ancak doğal uranyum içinde nükleer yakıt olarak kullanılabilen 235U’in % 0,7196’lık değeri göz önüne alındığında ve % 100 olarak bulunan 232Th miktarı ile karşılaştırıldığında, dünyadaki toryum miktarının kullanılabilir uranyumun yaklaşık 416 katı kadar olduğu kolaylıkla anlaşılır. Dünyadaki mevcut uranyumun nükleer enerji üretimi için yaklaşık 200 yıl yeteceği varsayıldığında, toryumun 83.200 yıl dünyaya yetecek miktarda olduğu sonucu ortaya çıkar ki bu da dünya için büyük bir ganimet niteliğindedir. Öte yandan, gerek uranyum, gerekse toryum dünya genelinde yaygın olarak dağılmış durumda bulunmaktadır; yani her yerde çok az da olsa 168 uranyum ve toryuma rastlamak mümkündür. Bununla beraber uranyum da toryum da özel mineraller hâlinde yer kabuğunun belirli bölgelerinde yoğunlaşmış olarak bulunmaktadır. Ancak toryum genellikle Lantanid diye bilinen ve çok az miktarda bulunan minerallerle birlikte bulunmaktadır. Uranyum ve toryumun çeşitli ülkelerdeki rezervleri hakkında bu minerallerin stratejik değerleri nedeniyle tam doğru bilgilere sahip olunduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Bu yüzden de çeşitli uluslararası belgelerde zaman zaman bu rezervler hakkında verilen değerler arasında bazı önemli farklılıklara rastlanmakta ise de gerek uranyum, gerekse toryumun en azından hangi ülkelerde daha fazla olarak bulunduğu konusunda fazla bir tereddüdün söz konusu olduğu söylenemez. Çizelge-3 uranyum mineralinin dünya genelindeki dağılımını göstermektedir. Buradaki değerlerden görüldüğü üzere, dünya uranyum rezervlerinin yaklaşık üçte biri Batılı ülkelerin elinde bulunmaktadır. Bir o kadarı da eski Sovyetler Birliği ülkelerinin elindedir. Geriye kalan üçte birlik kısmın yarısı da Afrika ülkelerindedir. Uranyumun dünya genelindeki rezervinin ancak altıda biri kadar kısmı azar azar dünyanın diğer ülkelerine dağılmış olarak bulunmaktadır. Uranyum rezervlerinin bu global dağılımı, nükleer teknolojinin niçin 235U’e dayalı olarak başlatılıp geliştirildiğinin anlaşılması bakımından son derece önemlidir. Zira, teknoloji liderliğini elinde bulunduran Batılı ülkeler kuşkusuz ki geliştirecekleri bir teknolojinin bel kemiğini oluşturan ana ham madde kaynaklarının ya ellerinde ya da elleri altındaki ülkelerde bulunan kaynaklar olmasını hedefleyeceklerdir. İşte, teknoloji liderliğini elinde bulunduran Batılı ülkelerinin ve ham madde zenginliklerini kolayca kullanabilecekleri, özellikle gelişmemiş Afrika ülkelerinin, ellerinde bulunan uranyum rezervlerinin toplam miktarı, dünya rezervinin yarısından fazlasına karşılık gelmektedir. Eski Sovyetler Birliği’nin de nükleer teknolojiyi batılı ülkelerin paralelinde 235U’e dayalı olarak başlatılıp geliştirmiş olmasının ana nedeni de dünya uranyum rezervlerinin üçte birinin kendi elinin altında bulunmasıdır. Kuşkusuz ki buna, Batılı ülkelerden el altından yaptığı bilgi transferini kullanarak paralel teknolojiler geliştirmenin kolaylığı da eklenmiştir. Uranyum rezervlerinin dünya genelindeki dağılımının durumuna karşılık, toryum rezervlerinin dağılımı ise âdeta tam bir terslik göstermektedir. Dünya genelinde toryum rezervlerinin dağılımı konusunda da verilen değerlerdeki belirsizler oldukça fazladır; buna rağmen Çizelge-4 ve 5’te verilen değerlerden de açıkça anlaşılacağı gibi kesin olan bir husus vardır ki o da Batılı ülkelerin elinde bulunan toryum rezervlerinin toplamı dünya genelinde % 15 civarında dolaşmaktadır. Bu, dikkatle düşünülmesi gereken son derece önemli bir husustur. Bu yüzden, buna ileriki paragraflarda tekrar dönülecektir. 169 Çizelge-4 16 Uranyum Rezervlerinin Dünya Genelindeki Dağılımı (16). Ülke Ortalama Üretim Garantili Rezervler (Ton U, 1993-1999) (%) (Ton U) (%) Batılı Ülkeler Kanada 10.688 29,98 471.590 8,65 Avustralya 3928 11,00 911.000 16,09 ABD 1896 5,30 369.000 6,67 985 2,76 23.000 0,74 Fransa Toplam: 32.15 Afrika Ülkeleri Nijerya 3207 8,99 471.190 8,69 Namibya 2282 6,40 149.620 2,74 Güney Afrika 1385 3,88 295.26 4,85 599 1,68 24.00 0,44 Gabon Toplam: 16.72 Eski Sovyetler Birliği Rusya Federasyonu 2,269 6.36 519,30 9.52 Özbekistan 1,939 5.40 230,00 4.21 Kazakistan 1,690 4.74 929,00 17.04 500 1.40 211,10 3.87 Ukrayna Toplam: 34.64 Diğer Ülkeler Çek Cumhuriyeti 648 1.82 43,00 0,78 Çin 593 1.66 72,00 1,32 Macaristan 233 0.65 17,79 0,33 Hindistan 200 0.56 66.36 1,22 İspanya 200 0.56 43.20 0,79 Romanya 106 0.30 26,00 0,47 2,298 6.46 663,43 11,06 Diğerleri Toplam: 16,51 Dünya geneli: 35,646 100.00 16 5,455,840 100,00 Core issues; Journal of Uranium Institute, Nu. 1, January-May 1999. Red Book; Uranium Institute, 1993. 170 Türkiye’nin Toryum Rezervi Çizelge-4 ve 5’ten de açıkça görüldüğü üzere Türkiye, önemli ölçüde toryum rezervine sahip sayılı ülkelerden biridir. Çizelge-4’te verilen değerlere göre dünya toryum rezervinin % 20–35 kadarı Türkiye’dedir. Ancak bu çizelgede yer alan 880.000 tonluk rezerv miktarının da doğru bir değer olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Her ne kadar bu değer, 1999 yılında Türkiye madenlerinin miktarını gösteren İnternet’teki resmî bir dokümandan alınmış olan ve bazı uluslararası yayınlarda da yer alan171819 bir değer olsa da yine de bu değerin doğruluğu konusunda şüpheler vardır ve bunun o zaman muhtemel en yüksek miktar olarak öngörüldüğü düşünülmektedir. Bu konuda Türkiye’de çeşitli kaynaklarda verilen değerler ve yetkililer tarafından yapılan değerlendirmeler arasında da önemli uyuşmazlıklar vardır. Nitekim bugün için Türkiye Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğünün İnternet sayfasında yalnızca Eskişehir SivrihisarKızılcaören bölgesindeki görünür toryum miktarı olarak 0,217 ThO2 tenörü ile 380.000 ton değeri verilmektedir ki bu değerin de kesinlik kazanmış en az değer olarak verildiği tahmin edilmektedir. Ancak Eskişehir’in daha başka bölgelerinde de toryum göstergelerine rastlandığı da ifade edilmektedir. Öte yandan zengin toryum rezervlerine sahip olduğu bilinen Brezilya için de benzer belirsizlikler söz konusudur. Zira Brezilya’da da kesinleşmiş değer ile tahminî değerler arasında çok büyük farklar vardır. Bu yüzden Brezilya’nın tahminî değerleri göz önüne alındığında Türkiye’deki toryum rezervinin en iyi tahminlerle bile dünya genelinde Brezilya’nın ardından yine de ikinci sırada olarak % 20’ler düzeyinde bir orana sahip olduğu bir durum ortaya çıkmaktadır. Gerek Brezilya’daki gerekse Türkiye’deki toryum rezervlerindeki bu önemli belirsizliklere rağmen kesin olan bir husus söz konusudur ki o da Türkiye’nin dünya genelinde en önemli toryum rezervine sahip iki ülkeden biri durumunda olduğu gerçeğidir. Kuşkusuz ki bu gerçek Türkiye açısından son derece önemli sosyal ve stratejik boyutlar içeren bir potansiyeldir. Bu arada Çizelge-4 ve 5’ten görüldüğü üzere, Hindistan da toryum zengini olan ülkeler arasındadır. Hindistan’ın nükleer teknolojide sergilediği kapasitesi toryum konusunda ne kadar büyük potansiyele sahip bir ülke olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuya ilerideki paragraflarda tekrar dönülecektir. 17 T. Ünak;, What is the potential use of thorium in the future energy production thechnology?Progress in Nuclear Energy, 37/1-4, 137-144, 2000. 18 T. Ünak; Nuclear renaissance and Thorium as a brighten star of the next nuclear era,-1. Eurasia Conference on Nuclear Science and its Applications, 23-27 October 2000, Izmir, Turkey. 19 D. J. Wilson; The use of thorium as an alternative nuclear fuel, Australian Atomic Energy Commission, Research Establishment, 1992. 171 Çizelge-5 20 Toryum Rezervlerinin Dünya Genelindeki Dağılımı Öngörülen Toplam Rezervler Ülke İlave Rezervler (Garanti + Tahmin edilen) Ton (%) Ton (%) Brezilya 1.200.000 52,06 1.268.000 32,29 Türkiye* ----------- -------- 880.000 22,41 ABD 278.000 12,06 400.000 10,18 Hindistan ----------- ------- 319.000 8,12 Mısır 280.000 12,14 295.000 7,51 Kanada 293.000 12,71 293.000 7,46 Norveç 132.000 5,71 264.000 6,72 Danimarka 32.000 1,39 86.000 2,20 Finlandiya 60.000 2,60 60.000 1,53 İran 30.000 1,30 30.000 0,76 Avustralya ---------- -------- 21.000 0,54 Güney Afrika ---------- -------- 11.000 0,28 Dünya geneli: 2.305.000 100.00 3.927.000 100,00 ( ) * 1991 IAEA-NEA "Red Book. 20 IAEA-TEKDOK-1155, Thorium based fuel options for the generation of electricity developments in 1990’s, IAEA, Vienna, 2000. 172 Çizelge-6 Dünya Genelinde Garanti Edilmiş Toryum Rezervleri Ülke Rezerv Ton (%) Türkiye* 380.000 33,88 Hindistan 319.000 28,43 Norveç 132.000 11,76 ABD 122.000 10,87 Brezilya 68.000 6,06 Danimarka 54.000 4,81 Avustralya 21.000 1,87 Mısır 15.000 1,33 Güney Afrika 11.000 0,99 Dünya geneli 1.112.000 ( ) * 21 100,00 MTA’nın İnternet sayfasından alınmıştır. Türkiye’deki Toryum Rezervlerinin Mineorolojik Kalitesi Bilindiği üzere, mineorolojide bir madenin işletilebilir olmasının en önemli unsurlarından biri, oradan elde edilecek olan metalin birim maliyet fiyatının dünya piyasalarında işlem gören ticari değerinin altında olmasıdır. Eğer, uygulanacak mineorolojik arıtma ve saflandırma işlemleri söz konusu metalin birim maliyet fiyatını o günkü piyasa değerlerinin çok üzerine çıkarıyorsa, bu madenin ekonomik açıdan işletilebilir olmadığı kabul edilir ve bunun işletimine geçilmez. Kuşkusuz ki birim maliyet fiyatını etkileyen en önemli unsur da o mineralin söz konusu metali içerme oranı, yani tenörüdür. Kuşkusuz ki yüksek tenörlü bir mineralden söz konusu metalin ister saf hâlde, isterse endüstride ham madde olarak işlem gören bir kimyasal formu hâlinde olsun, sonuçta istenen maddenin elde edilmesi düşük tenörlü bir mineralin işlenmesine oranla çok daha ucuza sağlanabilir. Bu hususlar Türkiye’nin sahip olduğu toryum madeninin işletilmesi için de geçerli olan kriterleri oluşturmaktadır. Toryum madeninin bugünkü dünya piyasalarında toryumun geçerli olan değeri göz önüne alındığında bu kriterler çerçevesinde Türkiye’deki toryum madeninin işletilmesinin ekonomik olmadığı geçtiğimiz yıllarda konuyla ilgili yetkili elemanlar tarafından zaman zaman çeşitli vesilelerle dile getirilmiş bulunmaktadır. Bugünkü global ekonomi koşulları içinde ilgililerce varılan bu sonuç kuşkusuz ki geçerlidir. Zira her şeyden önce bugün dünya piyasalarında toryum gerçek anlamda ticari bir nükleer 21 IAEA-TEKDOK-1155, Thorium based fuel options for the generation of electricity developments in 1990’s, IAEA, Vienna, 2000. 173 yakıt ham maddesi durumuna gelmediği için pek fazla maddi değeri olan bir nesne değildir. Öte yandan Türkiye’deki toryum minerallerinin toryum tenörü de maalesef ki son derece düşük düzeydedir. Buna karşılık Hindistan’ın sahip olduğu ve daha sınırlı miktardaki toryum minerallerinin son derece kaliteli ve yüksek tenörlü olması, bu ülkeye toryum konusunda çok daha uygun imkânlar sağlamaktadır. Ancak Türkiye’deki toryum minerallerinin düşük kalitede olmasına ve hâlen geçerli olan global ekonomik koşullar çerçevesinde bu madenlerin işletilmesinin ekonomik görülmemesine rağmen söz konusu madenlerin toryum yanında zengin lantanitlere de sahip olduğu ve bunların mineorolojik arıtma ve saflandırma işlemleri sırasında alınacak önlemlerle yan ürünler olarak elde edilebileceği, bunun da üretilecek toryum ham maddesinin birim maliyet fiyatını önemli ölçüde düşüreceği de önemle ve dikkatle göz önünde bulundurulmalıdır. Bu arada yukarıda uranyumun dünyada yaygın olarak bulunan bir element olduğuna değinilmişti. Bu çerçevede, deniz suyu da çok düşük konsantrasyonda da olsa bir miktar uranyum içermektedir. Ancak dünya genelinde deniz suyunun içerdiği toplam uranyum miktarı son derece fazladır. Bu yüzden de çeşitli ülkelerde deniz suyundan ekonomik koşullarda uranyum elde edilebilmesi üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır; hatta bu konuda alınmış patentler bile vardır22 23. Bazı ülkeler çok çok düşük konsantrasyona sahip deniz suyundaki bu uranyumdan bile yararlanabilme yollarını ararken Türkiye’de tenörü düşük olduğu gerekçesiyle, toryum madenlerinin işletilemez olarak değerlendirilmesinin kabul edilebilmesi mümkün değildir. Nükleer Rönesans Yaklaşımı ve Bazı Somut Gerçekler Buraya kadar yapılan bu genel açıklamalardan ortaya çıkan somut gerçekleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 1) Doğanın milyonlarca yılda ürettiği; fakat insanlığın 100 yıl gibi kısa bir sürede çoğunu tükettiği fosil enerji kaynaklarının en iyimser tahminlerle 100 yıl gibi kısa bir süre içinde tamamen tükenecek olması söz konusudur. İnsanların güneş enerjisi, biyoenerji, rüzgâr enerjisi, hidroelektrik enerji, vs. gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının tümünü en verimli biçimde kullanması hâlinde bile ihtiyaç duyduğu ve fosil yatakların tükenmesinden sonra ihtiyaç duyacağı enerjinin tümünü karşılayabilmesi imkânı bulunmamaktadır. Hidrojen enerjisi diye söz edilen enerji türü de aslında kendi başına bir enerji kaynağı değildir. Daha çok ikincil bir enerji kaynağı olarak kullanılabilir, yani başka bir enerji kaynağından temin edilen enerjinin kullanılmasıyla hidrojen enerjisi üretilebilir. Diğer bir deyişle de global enerji potansiyeline hidrojen enerjisi diye yeni bir enerji kaynağının eklenmesi diye bir şeyin söz konusu 22 N. Ogata, H. Kakihana; Collection of uranium in sea water. II Adsorbents for uptake of uranium in sea water, Nippon Genshiryoku Gakkaishi, 11: 82-7, Feb. 1969. 23 United States Patent; 4911835. 174 olmadığı göz önüne alınmalıdır. İnsanoğlunun istese de istemese de nükleer enerjiye ihtiyaç duyduğu ve duyacağı, bundan yararlanmak zorunluluğunda olduğu gerçeğini açık, net ve tartışılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır. 2) Dünya kamuoyu 235U’e dayalı nükleer teknolojinin yarattığı nükleer silahların yaygınlaşması, getirdiği çevresel problemler nedeniyle ve en önemlisi nükleer enerjiyi ilk kez atom bombası olarak tanımak zorunda kalışı nedeniyle, genelde haklı, bazen de haksız nedenlere dayalı olsa da sonuç olarak nükleer teknolojiye sıcak bakmamakta ve âdeta ona karşı büyük bir tepki duymaktadır. Oysa yukarıda da değinildiği gibi nükleer enerji insanlık için vazgeçilemez bir enerji kaynağıdır. Peki o hâlde ne yapılmalıdır? Yapılması gerekenlerin tümü özet olarak “Nükleer Rönesans” kavramının içinde açıkça ifade edilmektedir. Dünya bilim ve teknoloji platformlarında artık nükleer teknolojide Rönesans devriminin başlatılması konuşulmaya başlanmıştır. Bilindiği üzere Rönesans; yeniden doğuş, yeniden yapılanma anlamını taşımaktadır. Yani bugünkü sicili pek iyi olmayan nükleer teknolojinin dünya kamuoyunun hissiyatıyla barışık ve çevre ile daha iyi uyuşum içinde olan yeni bir yapılanmaya kavuşturulması zamanı gelmiştir ve bu, muhakkak surette de yapılması gereken bir zorunluluk hâlini almıştır. 3) Peki nükleer Rönesans nasıl gerçekleştirilebilir? İşte, bu sorunun cevabı yukarıda verilen genel bilgilerin içinde zaten verilmiştir ve bunun somut cevabı ise bugünkü nükleer teknolojinin toryuma dayalı nükleer yakıtları kullanan bir teknoloji hâline dönüştürülmesidir. Bu yüzden de gelecekte nükleer teknolojinin parlayan yıldızının toryum olacağından kimsenin kuşku duymaması gereklidir. 4) Peki bu işin ekonomik ve politik barajları nasıl aşılabilir? Kuşkusuz ki işin en zor yönü de budur. Zira bugün dünyada nükleer enerji piyasalarına hâkim, mali potansiyeli çok yüksek dev sermaye çevrelerinin, ellerinin altında bulunmayan bir yakıt ham maddesini esas alarak sahip oldukları teknolojileri yeni bir ham madde, yani toryum ile değiştirmek amacıyla dünya kadar yatırım yaparak kapitallerinden dünya kadar harcama yapmalarını, insanlık uğruna felsefesiyle güle oynaya kabul edeceklerini düşünmek mümkün değildir. Tam tersine, sahip oldukları teknolojik üstünlüğü elden kaçırmamak ve sağladıkları kârlılıklarını sürdürebilmek için bu tür yeni teknolojilerin üretilmesine ellerinden geldiğince karşı çıkacaklardır, buna engel olmaya çalışacaklardır. Kuşkusuz ki bu aşamada siyasi otoritelere büyük görevler düşmektedir. 5) Elinde önemli ölçüde toryum bulunmayan ülke siyasetçilerinin de bu aşamada devreye girerek teknoloji devlerini bu alana yatırım yapmaya ve toryuma dayalı nükleer teknolojiyi geliştirmeye zorlamak için gerekli yasal ve siyasal yönlendirmeleri yapmak isteyeceklerini ummak da doğrusu pek mümkün görülmemektedir. Bunu niye yapsınlar ki! Elinde bol miktarda toryum bulunan Brezilya için mi yoksa Türkiye için mi ve de sahip olduğu nükleer teknolojiden büyük sıkıntı duydukları Hindistan için mi yapacaklar? Böyle bir girişimi ve siyasi yönlendirmeyi yapsa yapsa, birinci derecede ya 175 Türk ya Hintli ya da Brezilyalı siyasiler kendi ülkeleri içinde yaparlar. Ancak bugüne kadar Türk siyasilerinin böyle bir yönlendirme içine girmeleri maalesef ki söz konusu olmamıştır. Brezilya’da da biraz kıpırdanma olsa da pek etkili bir eylem söz konusu değildir. Ancak Hindistan için durum tamamen farklıdır. Zira Hintli siyasiler aldıkları kararlar ve uyguladıkları devlet politikasıyla önce, 235U’e dayalı nükleer teknoloji konusunda güvenebileceği bilim ve teknoloji elemanlarının yetiştirilmesini sağlamış, ardından da bu elemanları ve kendi öz kaynaklarını kullanarak Batı’nın bütün itirazlarına ve karşı koymalarına karşın bu teknolojiye sahip olduğunu tüm dünyaya kanıtlamıştır. Son zamanlarda da bütün gücünü kendilerine özgü toryuma dayalı nükleer teknolojilerini geliştirmeye yönlendirmiş ve bu alanda büyük aşamalar kaydederek toryuma dayalı yakıtla çalışan ilk nükleer reaktörünü Ağustos 2005’te devreye sokmayı başarmıştır.24 25 26 Geleceğin yıldızı parlayan iki önemli gücünden biri olarak Çin ile birlikte gösterilen Hindistan’ın sahip olduğu bu imkânlar, kuşkusuz ki onun geleceğin yıldızlarından biri olarak gösterilmesinin başlıca nedenleri arasındadır. Türkiye ve Toryum İle İlgili Somut Gerçekler Türkiye’nin toryum potansiyeliyle ilgili olarak aşağıdaki somut gerçekleri sıralamak mümkündür: 1) İster dünya genelinin yarısına yakınına, ister üçte birine, isterse % 20 kadarına sahip olsun, Türkiye toryum zengini bir ülkedir ve Eskişehir yöresindeki dağlarının içi toryum doludur. 2) Türkiye uzun vadeli enerji taleplerinin karşılanmasını bugünden planlamaya başlamak zorundadır. Bugünlerde gündemde olan petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiye üzerinden pazarlanma projeleri unutulmamalıdır ki 30–40 yıl, bilemediniz 40–50 yıl gündemde kalacak, daha sonra bu hatlardan geçecek ne petrol ne de doğal gaz kalacaktır. 3) Toryum Türkiye için çok büyük bir potansiyeldir. Bundan azami ölçüde yararlanabilmesi için gerekli siyasi iradenin vakit kaybedilmeden ortaya konması gereklidir. 4) Toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin geliştirilerek dünya genelinde ekonomik duruma getirilmesi hâlinde, Türkiye dünya devletleri arasında gerek teknolojik, gerekse ekonomik açıdan bugün için hayal bile edilemeyecek derecede güçlü bir konuma gelebilme imkânına sahip olabilecektir. 5) Ancak Türkiye hemen yarın bu potansiyelini kullanabilecek bilimsel ve teknolojik alt yapı imkânlarına bugün için sahip değildir. Bunun için bu konunun devlet politikası olarak ele alınarak akılcı ve programlı bir şekilde üzerine gidilerek hedefler belirlenmeli ve adım adım söz konusu potansiyeli kullanabilecek hâle gelebilmemizin kapıları aralanmalıdır. 24 S. Majumdar; s. 69–76. http://www.hindustantimes.com/news/181_1471875,00040006htm. 26 http: //www. accessmylibrary. com/ comsite5/ bin/ pdinventory. pl? pdlanding= 1& referid= 2930&purchase_type=ITM&item_id=0286-9566731. 25 176 Toryum Stratejisinin Ana Unsurları, Alınması Gerekli Acil Önlemler ve Öneriler 1) Toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin geliştirilmesi ve Türkiye’nin sahip olduğu zengin toryum rezervlerinden yararlanabilmesi yolunun açılabilmesi için Batılı ülkelerin bu amaçla yapacağı teknoloji geliştirme çalışmalarını beklemek ve bu çalışmalardan medet ummak akılcı ve çıkar bir yol olamaz. 2) Türkiye kendi inisiyatifiyle sahip olduğu toryum potansiyelini yine kendi kullanabileceği şekilde özgün teknolojisini geliştirebilmek için gerekli atılımları yapma azim ve kararlılığını bir devlet politikası olarak ortaya koymak zorundadır. 3) Bu konuda belirlenecek bir devlet politikası çerçevesinde, özellikle Hindistan’la ve ekonomik, teknolojik açıdan son derece iyi bir durumda olan, kendi öz enerji kaynakları bulunmayan; ancak 50–100 yıl sonrasının enerji politikalarını bugünden şekillendirmeye çalışan Batılı ülkelerin genel tutum ve politikalarından daha farklı bir konumda bulunan Japonya ile bu alanda iş birliği, yardımlaşma içine girilebilir ve bu girişimlerden büyük yararlar sağlanabilir. 4) Türkiye bu konuda belirlenecek bir devlet politikasının uygulamaya konmasının organizasyonunu yalnızca pek çok değişik görev üstlenmiş olan TAEK, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK, bir ya da birkaç üniversite veya buna benzer bir başka devlet kurumu ya da kurumlarından yapmasını bekleyemez ve beklememelidir. Bunun için her şeyden önce Başbakanlığa ya da tercihen kurulması çok yerinde olacağı düşünülen yeni bir bakanlık olarak Bilim ve Teknoloji Bakanlığına27(24) bağlı olarak bir “Devlet Toryum Ar-Ge ve Organizasyon Kurumu (DTAr-GeOK)” veya buna benzer bir ad altında bir birimin oluşturulması ve bu birimin de TAEK, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK, üniversiteler ve ilgili diğer tüm devlet ve özel sektör kuruluşları ile iş birliği içinde ve strateji hedefleri doğrultusunda atılacak adımları ve yapılacak işleri planlaması ve uygulamaya dönüştürmesi son derece yararlı olacaktır. 5) DTAr-GeOK tarafından uygulamaya konacak olan detaylar arasında, Türkiye’nin nükleer alanda hâlen ihtiyaç duyulan ve de şiddetle ihtiyaç duyulacak olan üstün vasıflı bilim ve teknoloji elemanlarının yetiştirilmesi için YÖK ve Üniversitelerle iş birliği içinde ülkede temel nükleer bilimler ve nükleer teknoloji alanındaki eğitim, öğretim ve araştırma programlarının yaygınlaştırılması ve üniversitelerin bu yönde desteklenmesinin birinci planda yer alması son derece yararlı ve zorunlu görülmektedir. 6) Son derece önemli bir husus da Türkiye’nin bu yönde bir devlet politikasıyla ulusal toryum potansiyelini değerlendirme yolunda alacağı kararın kuşkusuz ki büyük Atatürk’ün çizdiği “Yurtta ve Dünyada Barış” genel 27 Prof. Dr. Ali Rıza Berkem; Bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığının Kurulması Gereklidir, Kimya ve Sanayi Dergisi, Eylül 2003, c. 37, Sayı 205-207, s. 2. 177 dış politikasına uygun bir biçimde ele alınıp uygulamaya konmasının gerekli olmasıdır. Bunun için de, her şeyden önce: a) Toryuma dayalı nükleer yakıt teknolojisinin uygulamasında, bugün olduğu gibi barışçı amaçlarla bile kurulmuş olsa, işletilen bir nükleer santralin kullanılmış yakıtları içinden gizlice 239Pu maddesinin ayrılarak nükleer silah yapımında kullanılabilmesi gibi bir durumun asla söz konusu olmayacağı, zira toryuma dayalı kullanılmış nükleer yakıt içinde ne 239Pu ne de bunun gibi bir nükleer silah ham maddesinin kesinlikle bulunmayacağının, b) Toryuma dayalı nükleer yakıt olarak üretilecek olan ve nükleer santrallerde kullanılacak malzemenin içereceği 233U miktarının da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)nın bugün çalışmakta olan ve uluslararası denetime açık nükleer tesislerde uygulamakta olduğu denetimlere benzer denetimlere açık olarak üretileceği, dolayısıyla bunun da bir nükleer silah yapımında kullanılmasının kesinlikle mümkün olamayacağının, tüm ilgili ülkelere, IAEA’ya ve diğer tüm uluslararası kuruluşlara açık ve net bir şekilde anlatılması gereklidir. Böylece, hiç kimsenin Türkiye’nin bu girişiminin altında, bugün İran’da olduğu gibi bir art niyetin yattığını düşünmemesi sağlanmalıdır. 7) Bu arada, bu konuda Türk kamuoyunun, içinde “nükleer” ibaresi bulunan her şeye gelişigüzel karşı çıkan ve bilinçsizce karşı çıkarılan bazı çıkar odaklarının provokasyonlarına alet olmaması yolunda bilinçlendirilmesi için de özellikle üniversiteler kanalıyla toplumsal eğitim programlarının etkin bir şekilde uygulamaya konması son derece yararlı olacaktır ve zorunludur. Bu konuda, Japonya’da uygulanan toplumsal eğitim programları örnek olarak alınabilir. Zira iki atom bombası vahşetini bizzat ülkesinde yaşamış bir toplum olan Japonların ilk bakışta nükleer teknolojiye en şiddetle karşı çıkan toplum olması gerektiği düşünülürken durum gerçekte hiç de böyle değildir. Zira Japon halkı devlet tarafından küçük yaşlarda başlayan bilinçli eğitim programlarıyla nükleer teknolojinin ne olduğu, aslında çevre ile diğer enerji sektörlerindeki risk oranlarına göre daha barışık olduğu ve Japonya’nın hiçbir öz enerji kaynağına sahip olmaması nedeniyle ekonomik bağımsızlığı açısından nükleer enerjiden başka çıkar yolunun bulunmadığı anlatılarak Japon halkının bu konuda devletinin arkasında durması ve oldukça küçük yüzölçümüne karşılık, bugün Japonya’da 54 nükleer santralin çalışıyor olması ve 3 tanesinin de hâlen inşa hâlinde bulunması sağlanmış bulunmaktadır. Benzer şekilde, Türk halkının da bu konuda devletinin yanında yer alacak şekilde eğitime tabi tutulması son derece önemli görülmektedir. Summary Title: A Brıght Star Of Nuclear Technology: Thorium, The Thorıum Potentıal Of Turkey And Its Strategıc Importance In this paper, the scientific and technical aspects of Thorium have been discussed and the importance of the potential use of Thorium mines found in Turkey has been emphasized. Also, the extensive future advantages of the development of a domestic Thorium based nuclear fuel technology of Turkey as a Governmental strategic goal, the first steps for its application, and some concrete suggestions have been expressed. Keywords: Thorium, Nuclear fuel, Turkey, Nuclear technology, Accelerator-driven. 178 İlgili Bazı İnternet Adresleri 1. http: //www. americanscientist. org/ template/ AssetDetail/ assetid/ 25710/ page/ 3 2. http://www.iaea.org/inis/aws/fnss/fulltext/te_1319_web.pdf 3. http: // www. osti. gov/ energycitations/ product. biblio. jsp? osti_ id= 678102 4. http: // www. goliath. ecnext. com/ comsite5/ bin/ comsite5. pl? page= description& 5. http://www.iaea.org/inis/aws/fnss/abstracts_c/abst_te_1319_31.html 6. http: // www. nuclearmarket. com/ Suppliers/ details2. cfm? IDcompany= 1116 7. http: // www. osti. gov/ energycitations/ product. biblio. jsp? osti_ id= 4804963 8. http://www.wise-uranium.org/upin.html 9. http://www.energyadvocate.com/fw24.htm 10. http: // www. ndtv. com/ morenews/ showmorestory. asp? slug= India+ unveils+ thorium+ reactor&id= 7798. 179 AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE TÜRK LOJİSTİK HUKUKU-ÖZELLİKLE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ YÖNÜNDEN İNCELEME Huriye KUBİLAY∗ Şebnem Meral BAKKALCI∗∗ Özet: Avrupa ve Asya’yı bağlayan konumu bakımından Türkiye için büyük bir önem taşıyan lojistik faaliyetlerle ilgili ulusal ve uluslararası mevzuatın birlikte değerlendirilmesi ve birbirleriyle uyumunun sağlanması, uygulamaya getireceği katkılar göz önünde bulundurulduğunda son derece yerindedir. Lojistik faaliyetler, farklı hukuk alanlarını ilgilendirmekte ve bu konudaki hukuki çalışmalar sürekli gelişme göstermektedir. Anahtar kelimeler: Lojistik, kamu ihalesi, Avrupa Birliği, offset uygulamalar, tahkim. Giriş Bu makalede, askerî yönden büyük bir önemi haiz olan ve ilk olarak, 1900’lü yılların başında, Amerika Birleşik Devletleri’nde askerî alanda literatüre girdiği bilinen lojistiğin hukuki yönü üzerinde durulmaktadır. Lojistik, yalnızca askerî alanda değil, günümüz ticari yaşamının da vazgeçilmez bir unsurunu oluşturmaktadır. Türkiye’de yürürlükte bulunan birçok yasa Avrupa Birliği mevzuatıyla uyumlu olup uyumlu olmayanların da uyumlaştırılması çalışmaları sürmektedir. Lojistik1 hukukunu yakından ilgilendiren Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanunu, teknolojik gelişmeler ve ülkemiz gereksinimleri göz önünde bulundurularak Avrupa Birliği hukukuna uyumlu hâle getirilme çalışmaları tamamlanmak üzere olan temel yasalarımızdandır. Bu makalenin amacı, Türk Lojistik Hukukunu ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin lojistik faaliyetlerini yöneten hukuk kurallarının incelenmesidir. Bu nedenle, lojistik faaliyetlerin daha çok yerli ve yabancı özel sektör kuruluşları tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla Türk Cumhuriyeti Anayası’nda ve ihale mevzuatımızda yapılan değişiklikler ele alınmaya çalışılacaktır. A- Lojistik Hukuku İle İlgili Yürürlükteki Türk Mevzuatı Lojistik faaliyetlerin hukuki dayanağını oluşturan kurallar, başta Anayasamızda olmak üzere çok sayıdaki mevzuat kapsamında düzenlenmiş bulunmaktadır. 1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Milletlerarası anlaşmaları uygun bulma konusunu düzenleyen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90’ıncı maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti ∗ Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi. ∗∗ Arş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi. 1 “Lojistik, tedarik zinciri sürecinin, müşterinin gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla malların, hizmetlerin ve bunlara ilişkin bilgilerin menşe noktasından tüketim noktasına kadar akışını ve saklanmasını planlayan, uygulayan ve kontrol eden bir parçasıdır.” Lojistik kavramı hakkında çeşitli tanımlar ve geniş açıklama için bk. www. igeme. org. tr/ tur/ pratik/ lojistik. pdf, Kubilay; Taşıma Terminali, s. 128-132. 181 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan anlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hâllerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde, bu anlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur. Milletlerarası bir anlaşmaya dayanan uygulama anlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari anlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren anlaşmalar yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz. Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü anlaşmanın yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 5170 Nu.’lu Kanunla2, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrasına şu cümle eklenmiştir (5170 Nu.’lu Kanun, m. 7): “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, doğrudan lojistik konusunu düzenleyen bir hüküm içermemekle birlikte, sözleşme özgürlüğüne (m. 48), milli ve milletlerarası tahkime (m. 125), özelleştirmeye (m. 47) ve ekonomik hükümlere (m. 166-173) yer veren yapısıyla lojistik faaliyetleri yönetmektedir. Anayasa’nın 90’ıncı maddesi de uluslararası sözleşmelerin ülkemizde uygulanmasını ayrıntılı olarak düzenleyen bir hüküm içermektedir. Lojistik konusunda Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizi göz önüne aldığımızda bu hükmün önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. 2. Kamu İhale Kanunu (Kanun Nu. 4734, R.G. 22.01.2002 tarih ve Sayı: 24648) Kamu İhale Kanunu’nun 4’üncü maddesinde ihale şöyle tanımlanmaktadır : “İhale: Bu Kanunda yazılı usul ve şartlarla mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinin istekliler arasından seçilecek birisi üzerine bırakıldığını gösteren ve ihale yetkilisinin onayını müteakip sözleşmenin imzalanması ile tamamlanan işlemler” Kamu İhale Kanunu’nun ihale tanımı Devlet İhale Kanunu’ndaki ihale tanımından, sözleşme sürecini de içermesi bakımından farklıdır3. Kamu İhale Kanunu’nun 1inci maddesine göre, “ Bu Kanunun amacı, kamu hukukuna tabi olan veya kamunun denetimi altında bulunan veyahut kamu kaynağı kullanan kamu kurum ve kuruluşlarının yapacakları ihalelerde 2 3 5170 Nu.lu Kanun; Kabul tarihi: 07.05.2004, R.G. 22.05.2004 tarih ve Sayı: 25469. Kars Devlet Ihale Kanunu m. 4. 182 uygulanacak esas ve usulleri belirlemektir.” Kamu kapsamını belirleyen 2’nci maddesinde de bu maddede kullanımında bulunan her türlü kaynaktan karşılanan alımları ile yapım işlerinin ihalelerinin bu Kanun yürütüleceği ifade edilmektedir. İhale Kanunu’nun belirtilen idarelerin mal veya hizmet hükümlerine göre Kamu İhale Kanunu’nun, 4964 Nu.’lu Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun4 2’nci maddesi ile değişik “istsnalar” başlığını taşıyan 3’üncü maddenin b bendi uyarınca, “Savunma, güvenlik ve istihbaratla ilgili mevzuat uyarınca gizlilik içinde yürütülmesi gerektiği, her bir ihale için ihale yetkilisince onaylanan; uçak, helikopter, gemi, denizaltı, tank, panzer, roket, füze gibi araç, silah, silah malzeme ve techizatı ve sistemleri ve harp malzemeleri ile bunların araştırma-geliştirme, eğitim, üretim, modernizasyon, yazılım ve muhimmat ihaleleri ile bunlarla ilgili sefer stokları, bakım, işletme ve idameye yönelik mal ve hizmetler, devlet güvenliği ve istihbaratı kapsamındaki hizmet, malzeme, techizat ve sistem alımları” Kamu İhale Kanunu’na tabi değildir. 3’üncü maddenin c bendine göre, uluslararası anlaşmalar gereğince sağlanan dış finansman ile yaptırılacak olan ve finansman anlaşmasında farklı ihale usul ve esaslarının uygulanacağını belirtilen mal veya hizmet alımları ile yapım işleri de Kamu İhale Kanunu’nun kapsamı dışında bırakılmıştır. Kamu İhale Kanunu’nun bu hükümleri incelendiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bazı ihalelerinin Kamu İhale Kanunu’na tabi tutulduğu bazı ihalelerinin ise bu kanunun kapsamı dışında bırakıldığı açıkça görülür. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaptığı sözleşmelerin bazıları idari sözleşme niteliğinde iken bazı sözleşmeleri özel hukuk sözleşmesi niteliğinde olabilir. İdari sözleşme ve özel hukuk sözleşmesi ayrımı içtihatlarla gelişen bir ayrım olarak karşımıza çıkmaktadır. İdare tarafından yapılan bir sözleşmenin özel hukuk veya kamu hukuku rejimlerinden hangisine bağlı olacağının belirlenmesinde yargıç tarafından iki unsur; maddi unsur ve organik unsur göz önünde tutulur. Bir sözleşmenin idari sözleşme olarak nitelendirlebilmesi için gerekli olan unsurlardan biri olan organik unsur uyarınca, sözleşmenin taraflarından en az biri kamu tüzel kişisi olmalıdır. Maddi unsur ise bir sözleşmenin konusu ile kamu hizmeti arasında bağın bulunmasını veya özel hukuku aşan yetkileri içeren kuralların sözleşmede yer almasını ifade eder5. Kamu İhale Kanunu’nun 18’inci maddesine göre uygulanacak ihale usulleri, a) Açık ihale usulu, b) Belli istekliler arasında ihale usulü, c) Pazarlık usulü, d) Doğrudan temin usulüdür. 4 5 4964 Nu.’lu Kanun icin bk. R.G. 15.08.2003 tarih ve Sayı: 25200. Ayrıntılı açıklama için bk. Kutlu; s. 25-38. 183 3. Devlet İhale Kanunu (Kanun Nu. 2886, R.G. 10.09.1983 tarih ve Sayı: 18161; Düstur: Tertip:5, Cilt: 22, Sayı: 573) Bu kanunun kapsamını düzenleyen 1’inci maddesine göre, “Genel bütçeye dâhil dairelerle katma bütçeli idarelerin, özel idare ve belediyelerin alım, satım, hizmet, yapım, kira, trampa, mülkiyetin gayriayni hak tesisi ve taşıma işleri bu kanunda yazılı hükümlere göre yürütülür.” Bu durumda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kamu İhale Kanunu kapsamına girmeyen hukuki işlemleri Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre yürütülür. Devlet İhale Kanunu’nda ihale kavramı “Bu Kanunda yazılı usul ve şartlarla, işin İstekliler arasından şeçilecek birisi üzerine bırakıldığını gösteren ve yetkili mercilerin onayı ile tamamlanan sözleşmeden önceki işlemler” olarak tanımlanmaktadır. Bu kanunda, ihale süreci ve sözleşme ayrılmıştır. Bu yönüyle Devlet İhale Kanunu, daha kapsamlı olan Kamu İhale Kanunu’ndan farklıdır. İhale sürecine egemen olan ilkeler6: İdarenin ihale yöntemini belirleme ilkesi, tarafsızlık ilkesi, iradelerin uyuşumu ilkesi, eşitlik ilkesi, pazarlık ilkesi, açıklık ilkesi, rekabet ilkesi, en düşük bedelden en uygun bedele doğru gelişim-uygun bedel ilkesi, ihalenin bölünmezliği ilkesidir. 4. Savunma Tedarik İşlemlerinde Offset Uygulamaları Yönergesi2003 02.05.2000 tarihinde Millî Savunma Bakanlığı Savunma Sanayii Müsteşarlığı tarafından yayınlanmıştır. Yönerge’ye göre (m. 3.2.1.), “Savunma alanında ihtiyaç duyulan ürün ve hizmetlerin tedariki çercevesinde; ülke sanayii ve hizmet sektörlerinin üretim olanak ve yeteneklerinin ve/veya uluslararası alandaki pazar paylarının/rekabet gücünün artırılması ve ödenekler dengesinde oluşacak olumsuz etkinin azaltılması için gerçekleştirilecek aşağıda belirtilen işlemler offsettir: a) Savunma ürün ve hizmetlerinin ihracı, b) Öncelikli sanayi ve/veya hizmet sektörlerinde ürün ve hizmetlerin yeni dış pazarlara ihracı veya mevcut dış pazarlarda ihracat artışı, c) Ana Tedarik Sözleşmesi kapsamında taahhüt edilenin üzerinde gerçekleştirilen Yurt İçi Net Katma Değer, d) Proje kapsamı dışında kalan, ihracata yönelik olarak savunma sanayisi alanında ve/veya diğer yüksek teknoloji gerektiren alanlarda teknolojik işbirliği, yeni ve/veya tevsi, yatırım, Ar-Ge ve eğitim faaliyetleri.” Offset tanımında geçen Ana Tedarik Sözleşmesi, ülke savunma ve güvenliği ile ilgili ihtiyaç duyulan ürün ve hizmetlerin tedariğine yönelik hususları düzenleyen sözleşmedir (m. 3.2.2). 6 Bu ilkeler hakkında ayrıntılı açıklamalar için bk. Kutlu; s. 169-210. 184 Yönergenin yüklenici tanımına (m. 3.2.4), gerçek ve tüzel kişilerin yanı sıra ortak girişimler de eklenebilir. 5. Borçlar Kanunu (Kanun Nu. 818, R.G. 29.04.1926 tarih ve Sayı: 359) Borçlar Kanunu Hazırlama Komisyonu tarafından hazırlanan Tasarı Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuş bulunmaktadır. Sözleşmelere uygulanacak genel esaslar ve belirli bazı sözleşme türleri Borçlar Kanunu’nda düzenlenmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin özel hukuk sözleşmeleri Borçlar Kanunu hükümlerine tabidir. Örneğin, lojistik faaliyetler arasında önemli bir yer işgal eden depolama faaliyeti hakkında Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır (BK.m. 463)7. 6. Türk Ticaret Kanunu (Kanun Nu. 6762, R.G. 09.07.1956 tarih ve Sayı: 9353) Türk Ticaret Kanunu’nun pek çok hükmü lojistik faaliyetleri yakından ilgilendirmektedir. Türk Ticaret Kanunu Hazırlama Komisyonu tarafından hazırlanan Türk Ticaret Kanunu Tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmak üzeredir. Yürürlükteki Türk Ticaret Kanunumuz: Başlangıç, Birinci Kitap :Ticari İşletme, İkinci Kitap: Şirketler Hukuku, Üçüncü Kitap: Kıymetli Evrak Hukuku, Dördüncü Kitap: Deniz Ticaret Hukuku, Beşinci Kitap: Sİgorta Hukuku olmak üzere beş kitaptan ibaret iken yeni hazırlanan Türk Ticaret Kanunu, gelişmeler göz önüne alınarak; Başlangıç, Birinci Kitap: Ticari İşletme, İkinci Kitap: Ticaret Şirketleri, Üçüncü Kitap: Kıymetli Evrak, Dördüncü Kitap: Taşıma İşleri, Beşinci Kitap: Deniz Ticareti, Altıncı Kitap: Sigorta Hukuku’nu içermekte olup Taşıma İşleri eklenmiş olarak altı kitaptan oluşmaktadır. Taşıma, lojistik faaliyetlerin en önemlisidir8, bu nedenle Taşıma İşleri’nin ayrı bir kitap hâlinde Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’nda düzenlenmesi yerindedir. Türk Ticaret Kanunu Tasarısı, lojistik alandaki hukuki işlemleri ve bu işlemlerin taraflarını ilgilendiren ayrıntılı hükümler içermektedir. 7. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (Kanun Nu. 4077, R.G.08.03.1995 tarih ve Sayı: 22221)9 Lojistik faaliyetler, Tüketicinin Korunması hükümlerinin uygulanmasını gerektirebilir10. 7 Hakkında Kanun Yavuz; 740-760 ; Zevkliler/Aydoğdu/Petek ; s. 48, 389-393 ; Kubilay ; Taşıma Terminali, s. 14, 23-24. 8 www.igeme.org.tr/tur/pratik/lojistik.pdf, 20. 9 Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, 06.03.2003 kabul tarihli ve 4822 sayili Tuketicinin Korunmasi Hakkinda Kanunda Degisiklik Yapilmasina Dair Kanun’la degistirilmistir (R.G. 14.03.2003 tarih ve Sayi:25048). 185 8. Rekabetin Korunması Hakkında Kanun (Kanun Nu. 4054, R.G. 13.12.1994 tarih ve Sayı: 22140) Lojistik kavramı, doğru ürünün, doğru yerde, doğru zamanda ve uluslararası rekabet şartları çerçevesinde istenilen ürünü makul ve kabul edilebilir bir masrafla yani rekabet edebilir bir fiyatla sağlamayı ifade etmektedir11. Bu nedenle, Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un kurallarına uygun olarak yürütülmesi gereken bir faaliyetle karşı karşıya bulunulmaktadır. 9. Finansal Kiralama Kanunu (Kanun Nu. 3226, R.G. 28.06.1985 tarih ve Sayı: 18795, Düstur Nu. 5-Tertip: 24) Lojistik faaliyetler sırasında, bazı taşınır malların finansal kiralama yolu ile edinilmesi durumunda Finansal Kiralama Kanunu hükümleri uygulanır. 10. Elektronik İmza Kanunu (Kanun Nu. 5070, R.G. 03.01.2004 tarih ve Sayı: 25355) İnternetin lojistik alanda kullanımının her geçen gün giderek arttığı görülmektedir. Sözleşmelerin elektronik ortamda kurulması, belgelerin elektronik elektronik ortamda oluşturulmaya ve saklanmaya başlaması, şeffaflığın bu yolla sağlanabilmesi internetin yaşamdaki önemini ortaya koyan birkaç örnektir. Türk Ticaret Kanunu Tasarısı hazırlanırken tasarının hazırlanmasında etken olan unsurlardan biri olarak teknolojik gelişmeler kapsamında elektronik gelişmeler göz önünde bulundurulmuştur12. Güvenli elektronik imzanın uygulama alanını düzenleyen Elektronik İmza Kanunu’nun m. 5, f. 2 hükmüne göre, kanunların resmî şekle veya özel bir merasime tabi tuttuğu hukuki işlemler ile teminat sözleşmeleri güvenli elektronik imza ile gerçekleştirilemez. Bu durumda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Elektronik İmza Kanunu’nun m. 5, f. 2 hükmü kapsamına girmeyen özel hukuk sözleşmelerinin bu kanun çerçevesinde yapılabilmesi mümkündür. 11. Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hakkında Kanun (Kanun Nu. 2675, R.G. 22.05.1982 tarih ve Sayı: 17701) a) Sözleşmeden Doğan Hukukun Esasına Uygulanacak Hukuk Sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların esasına uygulanacak hukuku belirleyen kanunlar ihtilafı kuralları, MÖHUK m. 24’te düzenlenmektedir. Bu hüküm (MÖHUK m. 24/1) uyarınca, öncelikle, taraflar uygulanacak hukuku belirleme konusunda yetkiye sahiptirler. Aşağıda değinilen Roma Sözleşmesi13 de taraflara, öncelikle sözleşmelerine uygulanacak hukuku seçme yetkisi tanımaktadır (Roma Sözleşmesi, m. 3). 10 Bu konuda geniş bilgi için bk. Zevkliler/Aydoğdu. www.igeme.org.tr/tur/pratik/lojistik.pdf, s. 17-18. 12 Türk Ticaret Kanunu Tasarısı, 335-336. 13 19 Haziran 1980 tarihinde imzaya açılan “Convention on the Law Applicable to Contractual Obligations” (80/934/EEC) için bk. OJ L; s. 266, 09/10/1980. 11 186 Tarafların, uygulanacak hukuku sözleşme ile belirlememiş olmaları durumunda, uygulanacak hukuk, sırasıyla ifa yeri, karakteristik edimin ifa yeri, sözleşmenin en sıkı bağlantılara sahip olduğu yer kriterlerine göre belirlenir. Satış, kira ve taşıma sözleşmelerine karakteristik edimin ifa yeri hukuku uygulanır. Karakteristik edim, sözleşmeyi diğer sözleşmelerden ayırt etmeye, onu karakterize etmeye yarayan ve genellikle para ediminin karşılığını teşkil eden edimdir. Bu anlamda, satış sözleşmesinde satıcının, kira sözleşmesinde kiraya verenin, taşıma sözleşmesinde taşıyanın edimi karakteristik edimdir14. İnternet ortamında gerçekleştirilen sözleşmelerde, edim internet ortamı dışında, fiziksel olarak ifa edilecek nitelikte ise -ki lojistik kapsamda satış, kira ve taşıma sözleşmelerinde edim, genellikle, fiziksel olarak ifa edilecek niteliktedir- ifa yerinin tespitine ilişkin genel hükümler uygulanır15. Tarafların, uygulanacak hukuku sözleşmede belirlememiş olmaları durumunda, Roma Sözleşmesi, sözleşmenin en yakın bağlantılara sahip olduğu ülke hukukunun uygulanacağını öngörmek ve sözleşmenin karakteristik edim borçlusunun mutat meskeninin, tüzel kişi ise idare merkezinin bulunduğu ülke ile en yakın bağlantılara sahip olduğu ilkesini ve dolayısıyla sözleşmenin karakteristik edim borçlusunun mutat meskeninin, tüzel kişi ise idare merkezinin bulunduğu yerde yürürlükte olan hukukun uygulanması esasını benimsemek suretiyle bu hususta MÖHUK’tan ayrılmış bulunmaktadır (Roma Sözleşmesi, m. 4). b) Sözleşmenin Şekil Bakımından Geçerliliği Sözleşmenin şekil bakımından geçerliliği, MÖHUK’ta ve Roma Sözleşmesi’nde (Roma Sözleşmesi, m. 9) benzer şekilde düzenlenmektedir. MÖHUK, m. 6 hükmüne göre, sözleşmenin şekil bakımından geçerliliği, sözleşmenin yapıldığı yer hukuku (Locus regit actum-LRA) veya sözleşmenin esasına uygulanan hukuktan (Lex contractus) birinin şekil kurallarına uyulmuş olmasına bağlıdır. B. Avrupa Birliği Mevzuatı Avrupa Birliği Mevzuatı (acquis communautaire), Birliği kuran anlaşmalardan (birincil mevzuat) ve daha sonra yapılan düzenlemelerden (İkincil hukuk) oluşmaktadır. Kurucu anlaşmalar olarak da anılan birincil hukuk, Avrupa Topluluklarını ve Birliği Kuran Anlaşmaları16, planları, ekleri, protokolleri, mektupları ve bunları değiştiren veya bunlara ekleme yapan anlaşmaları ifade eder. Birincil hukuk, üye devletlere olduğu gibi üye ülkelerin uyrukluğunu taşıyanlara ve üye ülkelerde ikamet edenlere de 14 Kocasakal; S. 637-638. “Nitekim, Cenevre’de yapılan La Haye Konferansında, elektronik ortamda kurulmasına rağmen, ifası maddi olarak gerçekleşen sözleşmelerde, uygulanacak hukukun tespitinde, ifa yeri kriterini esas alan kuralların aynen uygulanması gerektiği belirtilmiştir.” Kocasakal; s. 638. 16 Consolidated version of the Treaty Establishing the European Community, OJ C 325 of 24 December 2002, p. 1-118. 15 187 doğrudan uygulanır17. “Organ hukuku” veya “organlarca oluşturulan hukuk” olarak da adlandırılan ikincil hukuk, Avrupa Birliği’nin organları tarafından oluşturulan; organların görevlerini yerine getirebilmeleri ve konulan hedeflere ulaşabilmeleri için anlaşmaların kendilerine verdiği yetkiler çerçevesinde koydukları çeşitli etkiyi haiz kurallardır18. Avrupa Birliği’nin ikincil hukukunu oluşturan hukuki tasarruflar şunlardır: Tüzük (Regulation/Verordnung), bütünüyle üye ülkeleri bağlayıcı hükümlere sahiptir ve üye ülkelerin ulusal mevzuatlarına geçirilmeksizin doğrudan uygulanır (Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma, m. 249,2). Tüzüklerin doğrudan uygulanabilme özelliği, onların yalnızca Topluluk kurumları ve Üye Devletler için değil, aynı zamanda Topluluk yurttaşları için de doğrudan biçimde haklar ve yükümlülükler ihdas etmesi anlamını taşır19. BORCHARDT, tüzüklerin hukuki niteliği konusunda şu açıklamayı yapmaktadır20: “Tüzük, Topluluk kurumlarının ulusal hukuk sistemlerine müdahale etmesine en çok olanak tanıyan araçlardan biridir. Tüzüklerin, uluslararası hukukta çok olağan dışı olan iki özelliği vardır: (1) Uluslararası sınırları dikkate almaksızın topluluğun bütününde geçerli bir düzen kurarlar ve bütün üye devletler bakımından aynı şekilde ve eksiksiz olarak geçerlidirler. Hiçbir üye devlet bir tüzüğü eksik uygulayamaz; kabulü sırasında kendisinin karşı çıkmış olduğu ya da ulusal çıkarlarına aykırı saydığı bir düzenlemenin yürürlüğe girmesinden kaçınabilmek amacıyla, sadece uygun gördüğü hükümleri uygulamak için seçmesi ya da ulusal hukukunda Topluluk tüzüklerinin bağlayıcı biçimde uygulanmasına aykırı hükümler kabul etmesi mümkün değildir. (2) Doğrudan uygulanabilirlik özelliği, bu mevzuatın üye devletlerin ulusal mevzuatlarına eklenmesine gerek olmaksızın Topluluk yurttaşları için tıpkı ulusal yasalar gibi haklar ve ödevler ihdas etmesi anlamına gelir. Üye Devletler ve onların idari kurumları ve mahkemeleri Topluluk hukukuna doğrudan tabidirler ve ulusal hukuk kadar Topluluk hukukuna da uymak zorundadırlar.” Yönerge/Direktif (Directive/Richtlinie), bütün üye ülkelerin ulusal mevzuatlarına geçirerek uygulamak zorunda oldukları bağlayıcı kuraldır. Yönergelerin ulusal mevzuatlara geçirilmesi yönteminin seçimi ulusal makamlara bırakılmaktadır (Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma, m. 249,3)21. 17 Ünal Tekinalp (Tekinalp/Tekinalp); AB Hukuku, 68 (par. 12). Borchardt;s. 34. Ünal Tekinalp (Tekinalp/Tekinalp) AB Hukuku, 69 (par. 14). Borchardt; s. 58. 20 Borchardt; s. 35-36. 21 “Yönergelerin amacı, Topluluk hukuku için kaçınılmaz olan tek örnekliği sağlarken ulusal geleneklerin ve yapılanmaların farklılığına saygı gösterilmesi şeklindeki ikili hedefi bağdaştırmaktır. Dolayısıyla, tüzüklerden farklı olarak yönergeler mevzuatın tekleştirilmesine değil, uyumlaştırılmasına yöneliktir. Ana fikir, ulusal mevzuatlar ve düzenlemeler arasındaki çelişkileri ve çatışmaları gidererek ya da tutarsızlıkları tedricen törpüleyerek bütün üye devletlerde esas olarak aynı koşulların oluşmasını sağlamaktır…Yönergeler, öngörülen hedef bakımından üye devletler için bağlayıcıdır; ama topluluk düzeyinde mutabık kalınmış hedeflere 18 19 188 Karar (Decision/Entscheidung), muhatapları için tümüyle bağlayıcı nitelikte kural oluşturmaktadır (Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma, m. 249,4). Topluluk kurumları, kararlar aracılığıyla herhangi bir üye devleti veya yurttaşı herhangi bir eylemde bulunmaya ya da bulunmamaya zorlayabilirler veya onlarla ilgili haklar ve ödevler tesis edebilirler. BORCHARDT, kararla ilgili şu üç özelliğe işaret etmektedir22: “(1) Karar, münferit bir uygulama olması bakımından, tüzükten ayrılır. Karar, yalnızca, açıkça belirtilen muhatapları bağlar. (2) Karar, bütün unsurlarıyla bağlayıcı olması bakımından, yalnızca hedefleri ortaya koyan yönergeden ayrılır. (3) Karar, muhataplarına doğrudan uygulanabilir niteliktedir.” Tavsiye (Recommendation/Empfehlung), belirli konularda uygulamanın nasıl yapılması gerektiği konusunda ilgili Avrupa Birliği kurumu tarafından çıkarılan ve bağlayıcı olmayan hükümleri ifade eder (Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma, m. 249,5). Görüş (Opinion/Stellungnahme), ilgili Avrupa Birliği kurumunun görüşünü yansıtır ve bağlayıcı değildir (Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma, m. 249,5). Önerge, deklarasyon ve faaliyet programları, bağlayıcı olmayan diğer belgelerdir. Politik anlaşmalar ve demeçler, mevzuat niteliğinde olmayan politik önlemler ve taahhütler ‘soft law’ olarak adlandırılmaktadır. ‘Soft law’ kuralları, hukuken uygulanmaya zorlanamayan; fakat her şeye rağmen Avrupa Birliği kurumlarının, üye devletlerin ve bunların ekonomik faaliyetlerini üstlenenlerin eylemlerine yön veren kurallardır23. C. Avrupa Birliği Hukukunun Lojistikle İlgili Mevzuatı 1. Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma24 Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma’nın 86’ncı maddesine göre, kamu teşebbüslerinin ve üye devletlerin özel veya imtiyazlı haklar bahşettiği teşebbüslerin varlığı durumunda, üye devletler, bu anlaşmanın içerdiği; özellikle 12 ve 81-89uncu maddelerdeki kurallara aykırı önlemlerle ilgili yasa koyamazlar ve varsa bu türden yasalarının yürürlükte kalmasını kabul edemezler. Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma’nın 12’nci maddesine göre, bu anlaşmanın uygulama alanı kapsamında ve oradaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla milliyete dayalı her türlü ayrımcılık yasaktır. Konsey, kendi hukuk sistemleri içinde ulaşma biçimini ve yöntemin seçimini ulusal mercilere bırakırlar…Yönergeler, üye devletlerin yasalarının üzerinde değildir; ama üye devletlere ulusal mevzuatlarını Topluluk kurallarıyla aynı hizaya getirecek biçimde ayarlama yükümlülüğünü getirmektedir…Adalet Divanı,…üye devletlerin, yönergeleri bütünüyle ya da kısmen kendi mevzuatlarına aktarmadaki kusurlarından dolayı ortaya çıkan zararları tazmin etmekle yükümlü olduklarını belirlemiştir” Borchardt; 37-38. 22 A.g.e.,s. 39. 23 Durman; s. 65-84. Pallis; s. 214. 24 OJ C 325 of 24 December 2002. 189 251’inci maddede yer alan usule göre, bu tür ayrımcılığı yasaklayan kuralları kabul edebilir. Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma’nın 81-89’uncu maddeleri hükümleri ise Rekabet Hakkındaki Kurallara ilişkindir. Avrupa Topluluğu’nu Kuran Anlaşma ile hedeflenen tek pazarın amacı kişilerin, malların, sermayenin ve hizmetlerin serbestçe dolaşabilmesidir. Bu kapsamda, kamu ihalelerinin de rekabet ortamı içinde serbestçe gerçekleştirilmesi esastır. 2. AET-Türkiye Ortaklık Konseyi 1/95 sayılı Kararı 6 Mart 1995 tarihinde, Brüksel’de, AET-Türkiye Ortaklık Konseyi 1/95 sayılı Kararı ile 31 Aralık 1995’te yürürlüğe girmek üzereTürkiye ve Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında Gümrük Birliği’ni kararlaştırmış bulunmaktadır. Bu kararın kamu alımlarına ilişkin 46’ncı maddesi uyarınca, “Bu kararın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mümkün olan en kısa zamanda, Ortaklık Konseyi Akit Tarafların kamu alımları piyasalarının karşılıklı olarak açılması amacıyla görüşmelerin başlatılması için bir tarih belirleyecektir. Ortaklık Konseyi, bu alandaki gelişmeleri her yıl gözden geçirecektir.” Kararın, Yasaların Yakınlaştırılması başlığını taşıyan IV. Kısım, Bölüm II hükümleri uyarınca da Türkiye, ulusal hukukumuzu Avrupa Birliği mevzuatına uyumlu hâle getirmekle yükümlüdür. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu konuyla ilgili olarak “Kamu ihaleleri alanında, özellikle rekabetin ve şeffaflığın sağlanması amacıyla Türk İhale Mevzuatında değişiklikler yapılacaktır.” denilmektedir. 3. Hükûmet İhaleleri Government Procurement) Hakkında Anlaşma (Agreement on İlk olarak Tokyo Round sırasında müzakere edilen Hükûmet ihaleleri Hakkında Anlaşma25 1 Ocak 1981’de yürürlüğe girmiştir. Avrupa Birliği’nin üye olduğu ve Türkiye’nin gözlemci hükûmet olarak yer aldığı bu anlaşmanın amacı, ihaleleri olabildiğince uluslararası rekabete açabilmektir. Anlaşma, hükûmet alımları konusundaki kanunları, tüzükleri, usulleri ve uygulamaları daha şeffaf hâle getirmek ve ulusal ürünlerin veya tedarikçilerin korunmamasını veya yabancı ürünlere veya tedarikçilere karşı ayrım yapılmamasını sağlamak için getirilmiş bir düzenlemedir. Anlaşma, değeri SDR26 130.000 (Haziran 2003’te $185.000) geçen ihalelere uygulanır. Merkezi hükûmete bağlı kuruluşlar tarafından yapılan mal ve hizmet alımlarında eşik SDR 200.000 kamu kuruluşlarının mal ve hizmet alımlarında SDR 400.000 ve inşaat sözleşmelerinde SDR 5.000.000’dur. Bu anlaşmanın 16’ncı Maddesi uyarınca gelişmekte olan ülkelerin offset uygulamalarına olanak verilmiştir. İhale sürecine ilişkin olarak offset uygulamalarına izin verilmekle birlikte sözleşme koşullarının objektif, açıkça tanımlanmış ve tarafsız olması gerektiği belirtilmektedir. 25 26 www.wto.org Special Drawing Rights=SDR (Özel Çekme Hakkı) 190 4. Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk Hakkında Convention on the Law Applicable to Contractual Obligations (Rome Convention)27 Lojistik faaliyet alanında önemli yer tutan temin, tedarik ve satın alma işlemleri sözleşme hukukunun kapsamına girer. 5. Hukuki ve Ticari Konularda Yargılama Yetkisi ve Tenfizi Hakkında The Convention on Jurisdiction and Enforcement of Judgements in Civil and Commercial Matters, 1968 (Brussels Convention) Bu konuda, Avrupa Birliği’nde yapılan değişikliklerin28 izlenmesi gerekmektedir. 6. Elektronik Ticaret 2000/31/EC Bilgi toplumu hizmetlerinin bazı hukuki yönleri ve özellikle iç pazarda elektronik ticaret konusunda 8 Haziran 2000 tarihli Avrupa Parlamentosu ve Konsey Yönergesi (Elektronik Ticaret Yönergesi)29 Bu Yönerge, “ üye devletlerin hukuk sistemlerinin, elektronik sözleşmelerin imzalanmasına olanak sağlayacak şekilde düzenlenmesini ve özellikle sözleşmelerin yapılışına ilişkin hukuki rejimlerinin, elektronik sözleşmelerin kullanımına engel oluşturmamasını ve sadece elektronik ortamda yapıldıkları gerekçesiyle bu sözleşmelerin hukuki etkiden ve geçerlilikten yoksun olmalarının önlenmesini gerektirmektedir (Yönerge, m. 9).”30. Yönerge’ye göre üye devletler, yönergenin bazı sözleşme kategorileri için uygulanmayacağını bildirme konusunda yetkilidirler. Bu sözleşme kategorileri: Taşınmaz mallara ilişkin sözleşmeler, mahkemelerin veya resmî makamların müdahalesini gerektiren sözleşmeler, aile veya miras hukukuna ilişkin sözleşmelerdir (Yönerge, m. 9/2). Türkiye için olduğu kadar, Amerika Birleşik Devletleri31 ve Avrupa Birliği ülkeleri için de çok büyük meblağlara ulaşan savunma harcamaları söz konusudur. Asker ve internet üzerinden işlem yapan özel sektör arasındaki iş birliği Savunma makamlarının temin, tedarik ve satın alma konusunda devrim niteliğindeki yaklaşımına yol açmaktadır. 27 19 Haziran 1980 tarihinde imzaya açılan “Convention on the Law Applicable to Contractual Obligations” (80/934/EEC) için bk. OJ L 266, 09/10/1980. Değişiklikler : Regulation/EC, Nu. 44/2001, yürürlük tarihi: 01.03.2002 için bk. OJ L 12, 16.1.2001; Regulation/EC, Nu. 1496/2002, yürürlük tarihi: 29.08.2002 için bk. OJ L 225, 22.08.2002; Regulation/EC, Nu. 1937/2004, yürürlük tarihi: 17.11.2004 için bk. OJ L 334, 10.11.2004: Regulation/EC, Nu. 2245/2004, yürürlük tarihi: 04.01.2005 için bk. OJ L 381, 28.12.2004; Kanun, yürürlük tarihi: 01.05.2004 için bk. OJ L 236, 23.09.2003. 29 OJ L 178, 17.07.2000, p.1-16, Türkçe metin için bk. Zevkliler/Aydoğdu; s. 855-877. 30 Kocasakal; s. 635. 31 Amerika Birleşik Devletleri hakkındaki açıklamalar için bk. NEEF; s. 115-117. 28 191 General Electric, askeriyeye malzeme sağlayan işletmeler arasında, elektronik-tedarik reformu alanında güzel bir örnek oluşturmaktadır. General Electric Uçak Motorları (GE’nin uzay bölümü) dünyanın en büyük uçak motorları yapımcısıdır. GE Uçak Motorları, genel taahhütlerinin bir parçası olarak, elektronik-tedarik alanında fonksiyonel birimlerinin süratle hareketini temin etmek üzere, bilgisayar üzerinden 400’ün üzerinde yedek parça ve savunma malzemesi tedarikçisine ulaşabilmeyi sağlayacak bir uygulamayı başlatmıştır. Bu hizmet, yalnızca bilgisayardaki katalogları içermemekte, bilgisayar üzerinden teklif sunmayı, ifayı talep etmeyi, takip etmeyi, ödemeyi ve teknik bilgiye ulaşmayı da içermektedir. Benzer şekilde, Lockheed Martin’in füze bölümü, işçilere dolaylı tedarik malzemesi32 temin etmek için SAP sistemini kullanmaktadır. İşçiler, tedarikçilerin katologlarına elektronik ortamda göz gezdirebilmekte ve dolaylı malzemelerin satın alınması ve dağıtımının izlenmesi işlemlerini bilgisayar üzerinden yapabilmektedirler. Sözleşme taraflarınca sürdürülen bu türden elektronik-tedarik girişimleri ile elde edilen verim, maliyetlerin düşmesine neden olmaktadır. Yoğun elektronik-tedarik faaliyetinin bir başka alanı, 1988’de Ortak Elektrik Ticareti Programı’nı (Joint Electric Commerce Program Office) başlatan, çoğunlukla Elektronik Veri Değişimi teknolojilerini kullanan ve geçen on yılın üzerinde bir süredir kâğıtsız tedarik işlemlerini geliştirmede uzun bir yol almış olan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı tarafından desteklenmektedir. 1999’da Savunma Bakanlığı, tüm askerî alanda bilgisayar üzerinden ödeme ve ifayı talep etme bakımından hâlâ daha çok esneklik ve işlevsellik gerektirmesine karşılık, tedarikin yaklaşık %80’inin elektronik ortamda gerçekleştirilmesini öngören, elektronik tedariği teşvik edecek bir strateji açıklamıştır. Savunma ile ilgili bilgisayar üzerinden tedarik anlamındaki en işlek faaliyet alanı, herhangi bir şirket veya büyük bir müteahhitten bağımsız, bilgisayar üzerinden ticaret yapan bir topluluk oluşturan, sınai elektronik piyasaların çağdaş ve süratli gelişimini de beraberinde getirmektedir. Diğer elektronik piyasalarda olduğu gibi bu ticari topluluklar da önemli bir kısmı itibarıyla, ilgilinin konsorsiyumları ve karşılıklı ilişki içinde bulunulan kuruluşlar tarafından desteklenmektedir. Bu alandaki ilk temel girişimlerden biri, Boeing, Lockheed Martin, Raytheon ve bu büyük müteahhitlere dolaylı malzeme satın alma konusunda uzmanlaşan BAE Systems tarafından kurulan bir elektronik piyasa; Exostar idi. Bu şekilde bilgisayar üzerinden değişim yoluyla tedarik edilecek malzeme miktarının, tüm savunma sektörü tedarik harcamalarının neredeyse beşte 32 Tedarik malzemeleri, doğrudan ve dolaylı tedarik malzemeleri olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Dolaylı tedarik malzemeleri, bitmiş mallarla doğrudan ilgili olmayan her tür mal veya hizmeti ifade eder. Dolaylı tedarik malzemeleri de büro ürünleri ve seyahat hizmetleri (ORM-Operating Resource Management) ve yedek parçalar gibi (MRO-Maintenance Repair and Operations) malzemeler olarak iki gruba ayrılır. Doğrudan tedarik malzemeleri ise bitmiş malların üretimiyle doğrudan ilgili olan, bunların imali veya dağıtımında kullanılmak üzere satın alınan malzemelerdir. NEEF; s. 24-25. 192 birine tekabül eden 70 milyon doların üzerinde olması beklenmektedir. Exostar’ın karşısına başka rakip ticari sistemler çıkmıştır. Bunlar, Honeywell ve United technologies tarafından kurulan MyAircraft, Aviation X, Tradeair ve Aerospan’dır. Daha pek çok örnek vardır ve eyalet, federal birimler, üniversiteler ve ulusal sağlık sistemleri tarafından, ihalelere katılmak veya elektronik piyasaları desteklemek veya bu piyasalara katılmak amacıyla bilgisayar üzerinden tedarik olanaklarının avantajlarını elde etmek üzere yeni duyurular yapıldığı görülmektedir. 7. İhalelerle İlgili Yönergeler Avrupa Birliği Hukukunda ihalelerle ilgili Yönergeler, ihale konuları bakımından dört konu başlığı altında ayrı ayrı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bunlar: 1. Bayındırlık işleri konusunda (Council Directive 93/37 EEC of 14 June 1993 concerning the coordination of procedures for the award of public works contracts) 2. Malzeme alımları konusunda (Council Directive 93/38 of 14 June 1993 coordinating the procurement procedures of entities operating in water, energy, transport and telecommunications sectors) 3. Hizmet ihaleleri konusunda (Council Directive 92/50/EC of 18 June 1992 relating to the coordination of proceedings for the award of public service contracts amended by 97/52/EC) 4. Su, enerji, ulaşım ve telekomunikasyon ihaleleri konusunda (Council Directive 90/531 of 17 September 1990 on the procurement procedures of entities operating in the water, energy, transport and telecommunications sectors, amended by Council Directive 92/13/EEC of 25 February1992 on coordinating the laws, regulations and administrative provisions relating to the application of Community rules on the procurement procedures of entities operating in the water, energy, transport and telecommunications sectors33). Bu konuda en yeni “Yönerge, Directive 2004/17/EC of the European Parliament and of the Council of 31 March 2004 coordinating the procurement procedures of entities operating in the water, energy, transport and postal services sectors”dir34. İhalelerle ilgili diğer düzenlemeler; - Genel İhale Sözlüğü hakkındaki 2195/2002 Nu.’lu Avrupa Parlamentosu ve Konsey Tüzüğü’nü değiştiren 2151/2003 Nu.’lu 16 Aralık 2003 tarihli Komisyon Tüzüğü35 - Genel İhale Sözlüğü hakkında 2195/2002 Nu.’lu 5 Kasım 2002 tarihli Avrupa Parlamentosu ve Konsey Tüzüğü36’dür. 33 OJ L 076, 23.03.1992, p. 0014-0020. OJ L 134, 30.04.2004, p. 0001-0113. 35 OJ L 329, 17/12/2003, p. 0001-0270. 34 193 Ç. Avrupa Birliği İle Başlayacak Olan Uyum Görüşmeleri Sürecinde Ulaştırma Alanında Türkiye’yi Bekleyen Muhtemel Önemli Yasal Değişiklikler Avrupa Birliği taşıma politikası; taşıma altyapısı kapsamında; koordinasyon ve yatırım, mali destek, kullanıcı gümrük vergileri, kara taşımacılığı kapsamında, rekabet kuralları, devlet müdahalesi, piyasanın işleyişi, piyasanın izlenmesi, piyasaya giriş, taşıma fiyatları ve koşulları, yapısal uyum, teknik koşullar ve emniyet koşulları, sosyal koşullar, vergilendirme, kombine taşımacılık, ECSC koşulları, denizcilik, rekabet kuralları, piyasanın işleyişi, piyasanın izlenmesi, düzenli hat konferansları için davranış Kodu, piyasaya giriş, denizde emniyet, yapısal uyum, teknik koşullar, sosyal koşullar, vergilendirme, bayraklar, gemi sicili, uluslararası ilişkiler, danışma usulü, üye olmayan ülkelerle sözleşmeler, hava taşımacılığı konusunda rekabet kuralları, piyasanın işleyişi, piyasaya giriş, rota dağılımı, fiyatlar ve koşullar, yapısal uyum, uluslararası ilişkiler, danışma usulü ve üye olmayan ülkelerle sözleşmeler konularını içermektedir. Ulaştırma alanında, müktesebat ile uyum ve idari kapasiteyi güçlendirme konusunda ilerleme kaydedilmekle birlikte, Avrupa Birliği bakımından Avrupa Birliği Müktesebatıyla uyumun sağlanması müktesebatının sürekli izlenmesi ve uyum çalışmalarının yürütülmesi, koordinasyonun geliştirilmesi, demir yolu sektörünün müktesebata uygun olarak yeniden yapılandırılması için gerekli yasal ve kurumsal çerçevenin oluşturulmasına öncelik verilmesi, deniz güvenliği ve karayolu taşımacılığı alanlarındaki uluslararası anlaşma ve kuralların kabulü, ilgili müktesebatın aktarılması ile ilgili çalışmaların tamamlanması hususları üzerinde durulmalıdır. Multimodal taşımacılık olarak bilinen birden fazla değişik tür araçla taşımacılık konusunda hukukumuzda boşluk bulunmaktadır. Yürürlükte bulunan Türk Ticaret Kanunumuzda, birden çok araçla taşıma, tek türden (kara yolu) birden çok araçla taşıma konusu yalnızca iki madde içersinde yetersiz hükümlerle düzenlemektedir. Bu açıdan, konuyu „Değişik tür araçlarla taşıma“ başlığı altında hukuki düzene kavuşturan Türk Ticaret Kanunu Tasarısı, yasalaştığında önemli bir hukuki boşluk doldurulmuş olacaktır. Taşıma alanında, Türk kara sularında, yalnızca Türk vatandaşlarına ve Türk gemilerine deniz ticareti faaliyetinde bulunma hakkı veren Kabotaj Kanunu konusunda yapılacak değişiklik sorunlar yaratabilir. Türk gemisi kavramını düzenleyen Türk Ticaret Kanunu’nun 823’üncü maddesinde yapılan değişikliklerle yabancılara önemli haklar tanınmış bulunmaktadır; ancak Avrupa Birliği’ne tam üyelik durumunda bu değişikliklerin yeterli olmayacağı açıktır; bu hususta Yunanistan’a tanınan kademeli geçiş prosedürünün Türkiye’ye de uygulanması önerilebilir. Kıyı deniz taşımacılığı hizmetlerini (kabotaj) sağlama özgürlüğü 4055/86 sayılı Tüzüğün kapsamı 36 OJ L 340, 16/12/2002, p. 0001-0562. 194 dışında bırakılmıştır. Fransa, Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi üye devletler, ulusal kargo kabotajını ve iç yolcu hizmetlerini kendi bayraklarını taşıyan gemilerle sınırlandırmışlardır. „Kabotaj Tüzüğü“37 olarak bilinen üye devletlerde deniz taşımacılığı hizmetleri sağlama serbestisi ilkesini uygulayan 3577/92 Konsey Tüzüğü, ilk deniz mevzuatı paketinden altı yıl geçtikten sonra kabul edilmiştir. Kabotaj Tüzüğü, bu piyasaya giriş serbestisini kademeli olarak getirmektedir. Topluluktaki bütün deniz kabotajı hizmetleri, 2002 yılında en son serbestleştirilen Yunanistan piyasası dışında, Ocak 1999’dan itibaren serbest bırakılmıştır. 2004 yılına kadar Yunanistan’a ada kabotajı muafiyeti38 tanınmış olmasına karşın Yunanistan hükûmeti bu piyasayı daha önce açma sözü vermiştir. 3577/92 Tüzüğü, bir üye devlette tescilli gemisi olan ve kendi üye devletindeki kabotaj koşullarına uygun faaliyette bulunan topluluk gemi maliklerine başka bir üye devlette kabotaj hizmetleri sunma olanağı vermektedir (Madde 1(1)). Tüzük ana yurt kabotajını, kıyı ötesi tedarik hizmetlerini ve ada kabotajını içermektedir (Madde 2(1)). 39 D- Hava ve Deniz Kazalarında Yolcu ve Kargo Açısından Sigorta Uygulamaları 1- Türk Ticaret Kanunu Hava ve deniz kazalarında yolcu ve kargo açısından sigorta sözleşmesi, Türk Ticaret Kanunu’nun Sigorta Hukuku kitabındaki hükümlere tabidir. Bu hükümlere uygun olarak hazırlanan genel şartlar ve taraflarca eklenen özel şartlar sigorta sözleşmesinin içeriğinde önemli bir yer tutar. Yolcu açısından riziko, ölüm, bedenî zarara uğrama ve/veya bagajın kaybı ve/veya hasarı olarak ortaya çıkabilir. Bu tür rizikolara karşı yolcu kaza sigortası (TTK. m. 1334 vd.) ve karada ve iç sularda taşıma rizikolarına karşı sigorta sözleşmesi (TTK. m. 1311 vd.) aktedebilir. Denizcilik rizikolarına karşı sigortalar yürürlükteki Türk Ticaret Kanunu’nda ayrıntılı olarak düzenlenmektedir. Yükle ilgililerin de yükün kaybı ve/veya hasarlanması rizikosuna karşı bu sigortalardan yararlanması mümkündür. Ayrıca, yolcular seyahat sigortası yaptırmak suretiyle belirli bir seyahatin rizikolarına karşı kendilerini sigorta güvencesi altına alabilirler. Taşıyıcı da yolcu taşımalarında yolcu ve bagajın, yük taşımalarında yükün uğrayacağı zararlar bakımından yolcunun ve yükle ilgili kimselerin yaptırabilecekleri kazaya ve taşıma rizikolarına karşı sigortayı başkasının hesabına sigorta şeklinde yapabilirler40. Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’nda, sorumluluk sigortası ve kaza sigortası düzenlenmekte; denizcilik rizikolarına ilişkin sigortalar ise Kanunun kapsamından çıkartılmaktadır. 37 OJ 1992 L364/7. Muafiyet, düzenli yolcu hizmetlerine, ferry hizmetlerine ve 650 gros tondan daha küçük olan gemiler tarafından sağlanan hizmetlere uygulanır (Madde 6 (3)). 39 Greaves; s. 116-117. 40 Ülgen; s. 241-247. 38 195 Çevre zararlarına karşı sorumluluk sigortaları da uluslararası anlaşmalarla giderek önem kazanan bir sigorta branşı hâline gelmiştir. Örneğin, petrol taşıyan gemilerin çevreye verebilecekleri zararlara karşı sorumluluk sigortası yaptırma zorunluluğu bulunmaktadır. Türkiye’nin taraf olduğu CLC 1992 ve Fund Convention, 1992 hükümleri uyarınca petrol taşıyan Türk gemileri sorumluluk sigortası yaptırmak zorundadırlar ve buna ilişkin sigorta belgeleri de borda evrakındandır41. 2- Türk Sivil Havacılık Kanunu (Kanun Nu. 2920, R.G.14.10.1983 tarih ve Sayı: 18196)42 a) Üçüncü Kişilere Verilecek Zararlara Karşı Sorumluluk Sigortası Bu kanunun 138’inci maddesinde bir zorunlu sigorta öngörülmüş bulunmaktadır. Buna göre Türk hava sahasında uçuş yapacak Türk ve yabancı sivil hava araçları için; üçüncü şahışlara verilecek zararın teminatı olarak işleten tarafından mali mesuliyet sigortası yaptırılması zorunludur. Bu yükümlülüğü yerine getirmeyen hava taşıtları uçuştan men edilir. Kanunun 139’uncu maddesi uyarınca, uluslararası hatlarda işletilecek Türk sivil hava araçlarının gerektiğinde tabi olacakları ek sigorta veya teminat şartlarını saptamaya Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar uyarınca Ulaştırma Bakanlığı yetkilidir. Üçüncü şahıslara karşı verilecek zararın teminatı olarak işleten tarafından yapılacak mali mesuliyet sigortasının şartları uluslararası standartlar göz önünde bulundurularak Ticaret ve Ulaştırma Bakanlıklarınca tespit edilir (m. 140). b) Yük Zararlarına Karşı Sorumluluk Sigortası Yurt içi veya yurt dışı yolcu, yük ve posta taşımaları yapmaya yetkili kılınan taşıyıcılar, taşıma sözleşmelerinden doğabilecek zararlardan dolayı tazminat taleplerinin teminatı olmak üzere sorumluluğun sınırlandırılmasına ilişkin hükme uygun olarak saptanan sorumluluk sınırları içerisinde mali mesuliyet sigortaları yapmakla yükümlüdürler. Bu sigorta, taşıyıcının adamlarının bu kanunda öngörülen sorumluluğunu da kapsar. Yurt içi veya yurt dışı taşıma yapan taşıyıcıların yaptıracakları sigorta ve teminat şartları; uluslararası standartları göz önünde bulundurularak ve Ulaştırma Bakanlığının görüşü de alınarak Ticaret Bakanlığınca onaylanır. Bu sigorta yükümlülüğünü yerine getirmeyen hava araçları Ulaştırma Bakanlığınca uçuştan men edilir (m. 132). 3- Varşova Sözleşmesi Taşıyıcının yaptırmakla yükümlü olduğu sorumluluk sigortasının sınırları 12 Ekim 1929 tarihinde Varşova’da imzalanan ve Uluslararası Hava Taşımalarına ilişkin Bazı Kuralların Birleştirilmesi Hakkında Sözleşme ve bu Sözleşmeyi değiştiren Türkiye’nin katıldığı sözleşme ve protokollerin hükümlerine göre tayin olunur (Türk Sivil Havacılık Kanunu, m. 124). 41 Kubılay; Sigorta, s. 115-117. Türk Sivil Havacılık Kanunu’ndaki sigortaya ilişkin hükümler hakkında bk. KUBİLAY; Sigorta, s. 17, 109-111. 42 196 E. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Taraf Olduğu (Olabileceği) Ticari Anlaşmalarda Çıkabilecek Uyuşmazlıklar İçin Alınması Gereken Önlemler Türk Hukukunda, uyuşmazlıkların çözümünde göz önünde bulundurulması gereken temel mevzuat T.C. Anayasası, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, Milletlerarası Tahkim Kanunu ve Kamu Hizmetleri İle İlgili İmtiyaz Şartlaşma ve Sözleşmelerinden Doğan Uyuşmazlıklarda Tahkim Yoluna Başvurulması Hâlinde Uyulması Gereken İlkelere Dair Kanun43’dur. Türkiye’nin kabul ettiği uluslararası sözleşmeler ise New York Sözleşmesi44, Avrupa (Cenevre) Sözleşmesi45 ve Washington Sözleşmesi’dir (ICSID Tahkim Kuralları)46. Tahkimin ülkemizde yaygınlaşması amacıyla47 Anayasamızda ve Danıştay Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır48. a) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Anayasamızda askerî yargı (m. 145), Askerî Yargıtay (m. 156) ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (m. 157) düzenlenmektedir. Askerî yargı mercileri ile adli ve idari yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını çözümlemeye yetkili olan mahkeme ise Uyuşmazlık Mahkemesi’dir (m. 158). Anayasa‘nın 125. Maddesi uyarınca, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (m. 125,f.1); ancak Yüksek Askerî Şuranın kararları yargı denetimi dışında bırakılmıştır (m. 125,f.3). 13.08.1999 tarihinde 4446 sayılı Kanun’un 2’nci Maddesi ile eklenen bir hükümle, kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların millî veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir hükmü getirilmiştir. Bu hükme göre, milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir. b) Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (Kanun Nu. 1086, R.G. 02.03.04.07.1927 tarih ve Sayı:622, 623, 624)49 Hukuki uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin genel hükümler Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu‘nda yer almaktadır. 43 R.G. 22.01.2000 tarih ve Sayı: 23941. 10 Haziran 1958 tarihinde New York’da imzalanan Sözleşme, Türkiye tarafından 08.05.1991 tarihinde 3731 sayılı New York Sözleşmesi’nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun ile kabul edilmiştir. 45 Avrupa ülkeleri arasında ticaretin gelişmesine katkıda bulunmak ve bu ülkeler arasında tahkimin daha teşkilatlı bir şekilde yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla 21 Nisan 1961 tarihinde hazırlanmış olan sözleşme, Türkiye tarafından 8 Mayıs 1991 tarihli ve 3730 sayılı kanunla kabul edilmiştir. 46 Devletler ve diğer devletlerin vatandaşları arasındaki yatırım uyuşmazlıklarının çözümlenmesi maksadıyla 18 Mart 1965 yılında imzalanan sözleşme, Türkiye tarafından 27.05.1988 tarihinde 3453 sayılı Kanunla onaylanarak yürürlüğe konmuştur. 47 Tahkim konusunda, Türkiye’nin dışa açılmasına parelel olarak tahkim konusuna daha evrensel bir yaklaşımın getirilmesinin kaçınılmaz olduğu görüşü için bk. BİLGİÇ; s. 47. 48 Bu değişiklikler için bk. Çelik; s. 360-361. Karan; s. 226. 49 Bu kanuna yürürlüğe girdiği tarihten bu yana 25 ek ve değişiklik yapılmış, bunlardan sonuncusu 5219 Nu.’lu Kanunla yapılmış olup, bu Kanun 21.07.2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 44 197 c) Milletlerarası Tahkim Kanunu (Kanun Nu. 4686, R.G. 05.07.2001 tarih ve Sayı: 24453) Bu kanun, yabancılık unsuru taşıyan ve tahkim yerinin Türkiye olarak belirlendiği veya bu Kanun hükümlerinin taraflar ya da hakem veya hakem kurulunca seçildiği uyuşmazlıklar hakkında uygulanır (m. 1/2). 21.01.2000 tarihli ve 4501 sayılı Kamu Hizmetleri ile ilgili İmtiyaz Şartlaşma ve Sözleşmelerinden Doğan Uyuşmazlıklarda Tahkim Yoluna Başvurulması Hâlinde Uyulması Gereken İlkelere Dair Kanun uyarınca yabancılık unsurunun bulunduğu kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi de bu kanuna tabidir (m. 1/5). Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu milletlerarası anlaşma hükümleri saklıdır (m. 1/6). Bu kanunun kapsamının belirlenmesini sağlayan “yabancılık unsuru” 2’nci maddede50 şöyle açıklanmaktadır: “Yabancılık unsuru Madde 2- Aşağıdaki hâllerden herhangi birinin varlığı, uyuşmazlığın yabancılık unsuru taşıdığını gösterir ve bu durumda tahkim, milletlerarası nitelik kazanır. 1. Tahkim anlaşmasının taraflarının yerleşim yeri veya olağan oturma yerinin ya da iş yerlerinin ayrı devletlerde bulunması 2. Tarafların yerleşim yeri veya olağan oturma yerinin ya da işyerlerinin: a) Tahkim anlaşmasında belirtilen veya bu anlaşmaya dayanarak tespit edilen hâllerde tahkim yerinden, b) Asıl sözleşmeden doğan yükümlülüklerin önemli bir bölümünün ifa edileceği yerden veya uyuşmazlık konusunun en çok bağlantılı olduğu yerden, Başka bir devlette bulunması. 1. Tahkim anlaşmasının dayanağını oluşturan asıl sözleşmeye taraf olan şirket ortaklarından en az birinin yabancı sermayeyi teşvik mevzuatına göre yabancı sermaye getirmiş olması veya bu sözleşmenin uygulanabilmesi için yurt dışından sermaye sağlanması amacıyla kredi ve/veya güvence sözleşmeleri yapılmasının gerekli olması 2. Tahkim anlaşmasının dayanağını oluşturan asıl sözleşme veya hukuki ilişkinin, bir ülkeden diğerine sermaye veya mal geçişini gerçekleştirmesi” 50 Kubilay; Kamu Hizmetleri, s. 240. 198 Türk Silahlı Kuvvetleri için hazırlanacak sözleşmelerde özellikle uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin koşul ülke çıkarları açısından, hak kaybına veya elde edilmesine yol açabilmesi nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Bu kapsamda, uygulanacak hukuk, yetkili mahkeme veya yetkili tahkim kurulu gibi konuların sözleşmelerde açıkça belirlenmesinde yarar vardır. Sonuç Türk hukukunda lojistikle ilgili yasal mevzuatın oldukça dağınık hâlde olduğu, bunun lojistik kavramının içeriğinin çok yönlü olmasından ve çeşitli hukuk branşlarıyla ilişkili olmasından kaynaklandığı görülmektedir. Türk Lojistik Hukuku genelde Avrupa Birliği mevzuatıyla uyumlu olmakla birlikte, gelişmeler sürekli takip edilmelidir. Uyumlaştırma sırasında mevzuatımızın bütünüyle ele alınması, gereksiz tekrarların yapılmasının önlenmesine ve yürürlükteki mevzuatımızda, aynı konuda çelişkili hükümlerin yer alması sakıncasının ortadan kaldırılmasına katkı sağlar. Kaynaklar ATEŞ, Dilek İştar-ÇAKIR, Meltem; AB Komisyonu 2004 Türkiye İlerleme Raporu ve Tavsiye Kararı Temel Değerlendirmeler, TŞ/BXL/04.-31, Ekim 2004, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği Avrupa Birliği TemsilciliğiBrüksel. BAYLES, L. Deborah; E-Commerce Logistics & Fulfillment, Delivering the Goods, 2001, United States of America. BİLGİÇ, Haluk; Ticari Tahkimde Yabancılık Unsuru, Prof.Dr.Mahmut Tevfik Birsel’e Armağan, İzmir, 2001. BORCHARDT, Klaus-Dieter; Topluluk Hukukunun ABC’si (Kasım 1993’te yazılması tamamlanan bu metnin Türkçe çevirisi Aralık 1995’te yapılmış, Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımının gerektirdiği değişiklikler gözönünde tutularak çeviri güncellenmiştir.) ÇELİK, Cemil; Uluslararası Sözleşmeler Işığında Milletlerarası Tahkim Kanunu, Yargıtay Dergisi, c. 29, Temmuz-2003, Sayı: 3. DURMAN, Okay; The Role of Soft Law in Globalisation: A Legal Perspective, Yeditepe Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Dergisi, ½, c. 1, Sayı: 2, Yıl: 2005. GREAVES, Rosa; The provision of maritime transport services in the European Community, Lloyd’s Maritime and Commercial Law Quarterly, (2004) LMCLQ 1-128, Part 1, February 2004. KARAN, Hakan; Milletlerarası Ticari Tahkimin Hukuki Mahiyeti ve Bu Alandaki Kanunlaştırmalara Etkisi, Prof.Dr. Mahmut Tevfik Birsel’e Armağan, İzmir, 2001. 199 KOCASAKAL, Hatice Özdemir; İnternet Aracılığıyla Kurulan Uluslararası Özel Hukuk İlişkilerine Uygulanacak Hukukun Belirlenmesi, Prof. Dr. Fahiman Tekil’in Anısına Armağan, İstanbul, 2003. KUBİLAY, Huriye; Uygulamalı Özel Sigorta Hukuku, İkinci Baskı-İzmir 2003 (Metin içinde “Sigorta” olarak yollama yapılacaktır.). - Kamu Hizmetleri İle İlgili İmtiyaz Şartlaşma ve Sözleşmelerinden Doğan Uyuşmazlıklarda Ulusal ve Uluslararası Tahkim, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Hukuku 1. Uluslararası Sempozyumu; 22-24 Nisan 2003, Ankara, 235-242 (Metin içinde “Kamu Hizmetleri” olarak yollama yapılacaktır.). - Deniz Ticaretinde Taşıma Terminali İşleticilerinin Hukuki Sorumluluğu, İzmir 2001 (Bu esere metin içinde “Taşıma Terminali” olarak yollama yapılacaktır.) KUTLU, Meltem; İdare Sözleşmelerinde İhale Süreci, İzmir, 1997. NEEF, Dale; E-Procurement, From Strategy to İmplementation, 2001, United States of America. PALLIS, A. Athanasios; The Common EU Maritime Transport Policy, Policy Europeanisation In the 1990 s, 2002, England. TEKİNALP, Gülören-TEKİNALP, Ünal (Katkıda bulunanlar: Yeşim M. Atamer-Bertil Emrah Oder-Burak Oder-Gül Okutan); Avrupa Birliği Hukuku, 2. Baskı, İstanbul, 2000. ÜLGEN, Hüseyin; Hava Taşıma Sözleşmesi, İstanbul 1987. YAVUZ, Cevdet; Türk Borçlar Hukuku, Özel Hükümler, Tümüyle yenilenmiş 6. Baskı, İstanbul, 2002. ZEVKLİLER, Aydın-AYDOĞDU Murat; Tuketicinin Korunması Hukuku, 3. Baskı, Ankara, 2004. ZEVKLİLER, Aydın-AYDOĞDU, Murat-PETEK, Hasan; Özel Borç İlişkileri, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 8. Baskı, Ankara 2004. T.C. Adalet Bakanlığı, Türk Ticaret Kanunu tasarısı, Ankara 2005. http://europa.eu.İnt/comm/enlargement/report www.igeme.org.tr/tur/pratik/lojistik.pdf 200 TÜRKİYE’DE DOĞAL AFETLER VE DOĞAL AFETLERDE RİSK YÖNETİMİ Fatma Neval GENÇ∗ Özet: Bu çalışmanın konusu doğal afetlerde risk yönetimidir. Bu konu kapsamında öncelikle risk, risk yönetimi, risk azaltımı kavramları üzerinde durulmaktadır. Makalede, ülkemizde doğal afetler karşısında yerleşim yerlerini riskli hâle getiren unsurlar, doğal afet potansiyeli, kentleşme, afet yönetimi ve kent yönetimi boyutlarında ele alınarak değerlendirilmektedir. Bunun ardından ülkemizde yaşanmış olan büyük depremler ve son olarak Marmara Depremi’nin ardından başlatılan risk azaltımı çalışmaları incelenmekte ve gelecekte olası afetler karşısında etkili risk azaltımı stratejisi için öneriler ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin temel amaçlarından biri de ülke vatandaşlarının iç ve dış, her tür tehlike karşısında güvenliğini sağlamaktır. Dolayısıyla doğal afetler hâlinde kurtarma, ilk yardım vb. aşamalarda olduğu kadar risk azaltımı sürecinde de Silahlı Kuvvetlerin yer alması, sürecin başarısı açısında önem taşımaktadır. Anahtar kelimeler: Doğal afetler, risk azaltımı, deprem. Giriş Doğal afetler, ülkemizin değişmez gerçekliklerindendir. 1999-Marmara depremi başta olmak üzere her yaşanan afet bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ülkemizde kentlerde nüfus yoğunluğunun fazla olmasının yanında yerleşim ve yapılaşma kararları verilirken çeşitli nedenlerden dolayı, güvenlik önceliğinin ihmal edildiği görülmektedir. Doğal afet zararlarının azaltılmasında en etkili yöntemlerden biri henüz afet olmadan, yapılacak olan risk azaltımı uygulamaları ile olası kayıpların en aza indirilmesidir. Bu çalışmada, ülkemizde yaşanan depremler ve sonrasında yapılan uygulamalar ışığında kentsel riskler ve ülkemiz için uygun risk azaltımı stratejileri ortaya konulmaya çalışılacaktır. A. Kavramsal Çerçeve: Risk ve Risk Yönetimi Sosyal bilimler açısından afetlerle ilgili literatür incelendiğinde, öne çıkan başlıca kavramlar: kriz, afet, acil durum, risk, risk azaltımı, tehlike, hasar görebilirliktir. Gündelik yaşamda “Tehlikelere açık olma durumu”nu ifade eden risk kavramı afet çalışmalarında “Bir tehlikenin tahmin edilebilme derecesi sonucunda ortaya çıkması beklenen muhtemel kayıpların miktarı”1 “Belirli bir süre içinde, belirli bir tehlikenin risk altında olan belirli bir unsur üzerinde etkisi sonucunda ortaya çıkması beklenen yada tahmin edilen olumsuz sonuçlar”2 :“Bir tehlikenin meydana gelmesi sonucunda oluşabilecek kayıplar“3 “Krize neden olabilecek kötüye gidiş”4 şeklinde ∗ Yrd. Doç. Dr. Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli İİBF Kamu Yönetimi Bölümü. , Ben Wisner, P. Blaike, T. Cannon, I. Davis; At Risk-Natural Hazards, People’s Vulnerability and Disasters, Second Edition, Routledge (Taylor And Francois Group) Press. 2003, s. 50. 2 Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu Riskin Azaltılması-Afetlere Hazırlık ve Müdahale Eğitimi Programı; Yorum Matbaacılık, Ankara, 2001, s. 12. 3 Mustafa Erdik; “İstanbul’da Olası Depreme Hazırlık: Deprem Senaryoları”, Bilim ve Teknik, Sayı 32, 1999, s. 54. 4 Hilary Davies, M. Walters; “Do All Crises Have to Become Disasters? Risk and Risk Mitigation”, Property Management, 1998, Sayı 15, s. 6. 1 201 Stratejik Araştırmalar Dergisi Şubat 2007 Sayı 9 tanımlanmaktadır. Risk kavramının başlıca unsurları: Afet tehlikesinin meydana gelme ihtimali, afete maruz kalan insan yapısı ve unsurların dağılımı, sayılan unsurların afetten ne derece etkilendiklerini belirleyen hasar görebilirlik düzeyidir.5 Kavramı, “Afetin olma ihtimalini artıran, potansiyel insan ve mal kayıplarını tetikleyici faktörlerle karşı karşıya kalma ihtimali” olarak tanımlayanlar da vardır.6 Risk, tehlike ve hasar görebilirlik arasındaki ilişki matematiksel olarak şu şekilde ifade edilmektedir:7 Risk= tehlike x hasar görebilirlik Riskle ilişkili olarak üzerinde durulması gereken bir başka kavram, risk yönetimidir. En genel ifadesi ile risk yönetimi, “Bireyleri ve örgütleri çok çeşitli kaynaklardan gelebilecek tehlikelere karşı aydınlatmak suretiyle ve bu alanlardaki denetimi artırmaya yönelik önlemler dizisi”dir.8 Doğal afetlerde risk yönetimi ise yerleşim yerlerinin afetler karşısında daha dayanıklı olmalarını sağlamak amacıyla olası afetler öncesinde yerleşim yerinin risk düzeyini belirlemek ve bunları azaltacak, ortadan kaldıracak önlemleri geliştirmek olarak ifade edilebilir.9 Risk yönetimi kapsamında yapılacak faaliyetler çeşitlidir. Bunlardan ilki mevcut kent planı içinde tehlike taşıyan yerlerin belirlenmesi ve kentin tehlike haritasının oluşturulmasıdır. Yerleşim yerinin risk özelliklerinin belirlenmesi risk analizi olarak adlandırılır. Risk analizi kapsamında yapılan başlıca çalışmalar şunlardır: kent içinde yaşayan nüfusun günün farklı zamanlarındaki dağılımı, altyapı ve üstyapıya ilişkin bilgilerin derlenmesi, mevcut bina stokları, enerji santralleri gibi deprem sırasında öncelikli olarak hasar görebilecek olan unsurlara ilişkin risk durumlarının belirlenmesi, mevcut kent planlarının tüm riskler göz önünde tutularak gözden geçirilmesi; yerleşimin zemin koşullarının araştırılması, yolların genişlik-darlık durumu, yapı yoğunluğu, tehlikeli madde üretim ve depolama alanlarının belirlenmesi, yeşil ve açık alanlarının miktarının ve dağılımının tespit edilmesi.10 Yerleşim yerlerinin yapısal özelliklerinden, düzensiz kentsel gelişmeden ve kentte yaşayanlara bağlı olarak ortaya çıkan bu risklerin ortadan kaldırılması için yapılan faaliyetlerin tümü ise risk azaltımı veya genel olarak azaltım olarak 5 Hikmet Yavaş; “Doğal Afet Yönetimi ve Yerel Gündem 21 Çalışmaları Kapsamında İzmir’de Deprem Riski”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2001, Sayı 3, s. 119. 6 , David Mc Entire; “Triggering Agents, Vulnerabilities and Disaster Reduction: Towards a Holistic Paradigm”, Disaster Prevention and Management, 2001, Sayı 10, s. 191. 7 Wisner vd.; s. 16. 8 Bozkurt vd.;s. 155. 9 Ian Christopholos, J. Mıtchell, A. Liljelund; “Re-framing Risk: The Changing Context Of Disaster Mitigation And Preparedness”, Disasters, 2001 Sayı 26, s. 186. 10 Murat Balamir; “Painful Steps of Progress from Crisis Planning to Contingency Planning: Changes for Disaster Preparedness In Turkey”; Journal Of Contingencies And Crisis Management, 2002a Sayı 10, s. 42. P. Gülkan, O. Ergünay; “The 1992 Erzincan Earthqukae: a Case Study”, R. Parker, A. Kreimer, M. Munasinghe (Ed.), Informal Settlements, Environmental Degration And Disaster Vulnerability: The Turkey Case Study. The International Bank For Reconstruction And Development-The Word Bank, Washington, USA, s. 61. 202 ifade edilmektedir.11 Azaltım, afet olayının yol açacağı olası zararları azaltmak amacıyla afetin meydana gelmesinden önce alınan tüm önlemleri kapsayan geniş bir terimdir.12 Riskleri ortaya çıkaran faktörlerin çeşitli olması nedeniyle risk azaltımı faaliyetleri de ekonomik, sosyal ve teknik yönleriyle çok yönlüdür. Risk azaltımının teknik boyutu fiziksel planlama, nüfus yoğunluğunun azaltılması gibi çözümleri kapsarken sosyal boyutu, toplumun afetler ve bunlardan korunma konusunda bilinçlendirilmesi, güvenlik kültürünün yaygınlaştırılması, sosyal yapının bütün olarak afetlere hazır hâle getirilmesi amacıyla sivil toplum örgütleri gibi çeşitli aktörlerin bu sürece katılmasını ve risk azaltımının kalkınma planları içine dâhil edilmesini ifade eder.13 Risk azaltımı kapsamında yapılan başlıca işler: tehlikeli alanların tespit edilmesi, haritalanması, bu bölgelere yerleşimin, kamu hizmetlerinin götürülmesinin sınırlanması; bu bölgelerin yerleşim dışı faaliyetler (park, otopark vb.) için kullanılması;14 fiziksel planlama (okul, hastane, altyapı tesislerinin çok seçenekli olarak planlanması, risk altında olan öğelerin yoğunluğunun azaltılması ve nüfus yoğunluğunun küçük kümeler hâlinde dağıtılması); güçlü bir ekonomik sistemin kurulması; toplumda güvenlik kültürünün yerleştirilmesi; daha iyi mühendislik ve inşaat tekniklerinin uygulanması; afetler karşısında etkin bir yönetim sisteminin oluşturulmasıdır.15 Bu konular çerçevesinde risk azaltımı faaliyetinin hedefleri, tehlikenin doğası, hasar görebilirlik ve mevcut kapasite konusunda yöneticilerin ve halkın bilinçlendirilmesi; hasar görebilirlik durumunun analiz edilmesi ve buna yol açan faktörlerin belirlenmesi, bölgeyi hasar görebilir hâle getiren kökleşmiş nedenleri ortaya koymak, risk azaltımını, sürdürülebilirlik yaklaşımı içine entegre etmek, yaşam kalitesini artırarak riskleri azaltmak, afet sonrasında yeniden inşa sürecinde risk azaltımını esas hedef olarak belirlemek, toplumda güvenlik kültürünü yaygınlaştırmaktır.16 Doğal afetler kentler üzerinde farklı sonuçlar meydana getirdiklerinden ve kente dair unsurları (yapı, altyapı, haberleşme, ulaşım vb.) farklı şeklilerde etkilediklerinden, olması muhtemel afetin türüne göre yapılacak risk azaltımı çalışmaları da farklılaşmaktadır. Örneğin, deprem tehdidi altındaki bir bölgede yerleşim kararları verilirken, bölgenin sismik duyarlılığı, toprağın jeolojik yapısı, arazinin eğim durumu, yer altı su seviyesi gibi unsurlar dikkate alınır, tampon bölgeler oluşturularak17 olası depremin etkileri 11 Davis S. Brumbaugh; Earthquakes, Science And Society, Prentice Hall, New Jersey, 1999, s. 241. 12 UKKDF; s. 35. 13 Christopholos vd.; s. 186. 14 David Godschalk ve diğerleri; “Avoding Coastal Hazard Areas: Best State Mitigation Practices”, Environmental Geosciences, 2000, Sayı 7, s. 14. 15 UKKDF; s. 19. 16 Wisner vd.; s. 330. 17 http://www.jmo.org.trdeprem/ramazan. PDF (1. 11. 03). 203 azaltılmaya çalışılır.18 Yangın tehlikesi karşısında konut alanlarının bloklar hâlinde tasarlanması, ana yolların uygun genişlikte inşa edilmesi, önemli kamu tesislerinin bir arada bulunmaması, silah ve kimyasal madde tesislerinin kent dışında yapılması şeklinde azaltım stratejileri geliştirilebilir.19 Afet yönetimi süreci (hazırlık, müdahale, iyileştirme) içinde risk azaltımı, hazırlık ve iyileştirme aşamalarında hayata geçirilmektedir. Buna göre ya doğal afet ortaya çıkmadan hazırlık aşamasında gerekli önlemlerin alınması amacıyla veya afet olup bittikten sonra başlatılan iyileştirme sürecinde, gelecek afetler karşısında güvenli yerleşim yerleri oluşturma sürecinde uygulanabilir. Doğal afetlerle ilgili olarak risk ve risk yönetimi kavramları üzerinde bu şekilde durulduktan sonra, çalışmanın devam eden bölümünde, ülkemizde doğal afetler karşısında mevcut risk kaynakları üzerinde durulacaktır. Risk Yönetimi Bakış Açısından Türkiye’de Doğal Afetler ve Risk Kaynakları Ülkemizde doğal afetler sık ve yıkıcı özellikleri ile gündeme gelmektedir. Bu sonuçların ortaya çıkmasında doğal ve jeolojik yapıdan kaynaklanan faktörler kadar sosyal ve ekonomik faktörlerin de etkisi büyüktür. Doğal afet potansiyeli ve yerleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar bir araya geldiğinde, doğal afet kayıpları kaçınılmaz olmaktadır. Ülkemizde doğal afetler karşısında yerleşim yerlerini riskli hâle getiren bu faktörler, risk unsurları belli başlıklar altında incelenebilir: 1. Türkiye’de Doğal Afet Potansiyeli Ülkemiz coğrafyasının yüksek, eğimli ve fay hatları üzerinde yerleşmiş olması doğal afetlerin sık yaşanmasına neden olmaktadır.20 Türkiye’de son 70 yıldır doğal afetler nedeniyle hayatını kaybeden insan sayısı 100.000; hasar gören konut sayısı 600.00021 ve çeşitli şekillerde depremden etkilenen konut sayısı 500.000 civarındadır. Ortalama olarak her yıl 1000 kişi depremde hayatını kaybetmekte, 2100 kişi yaralanmakta, 7000 yapı hasar görmektedir.22 18 Erol Ataman, A.Tabban; “Türkiye’de Yerleşme Alanlarının Doğal Afetlerle İlişkileri”, Mimarlık, 1977 Sayı 15, s. 6. Yıldız Sey ve M. Tapan; “Dünya Kenti İstanbul ve Deprem”, İstanbul ve Deprem Özel Sayısı, İstanbul 1999, s. 52. 19 Fazlı Demirel; “Sivil Savunma Bakımından Şehir Planlarında ve Yapılarda Uygulanacak Tedbirler ve Yapılacak Acil Kurtarma ve Yardım İşleri”, Türk İdare Dergisi, 1985, Sayı 367, s. 87. 20 , Necip Çakmak; “Afet Yönetimiyle İlgili Bilgi Notu”, Yerel Yönetim ve Denetim, 2001, Sayı 6, s. 21-23. Selçuk Pehlivanlı, O. Ataman; “Türkiye’de Afet Konutlarına İlişkin Sorunlar”, Mimarlık, 1977, s. 28-32. Ruşen Keleş; Kentleşme Politikası. 7. Baskı, Ankara 2002, İmge Kitabevi. 21 Sadece 1960-1975 yılları arasında tutulan kayıtlara göre ülkede toplam 3218 yerleşim birimi çeşitli doğal afetlere maruz kalmış, bunlar sonucunda 141.130 yapı ağır hasar görmüş, 8000 kişi hayatını kaybetmiş, 10.000 civarında insan da yaralanmıştır. 22 Keleş; s. 639. Mustafa Erdik; s. 55. Perihan Kiper; “Doğal Afet-Planlama İlişkisi,” Planlama, (TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını) 2001 s. 3. 204 Ülkemizde sık yaşanan doğal afetler, deprem başta olmak üzere sel, toprak kayması, kaya düşmesi ve çığdır. Doğal afetin türüne göre bakıldığında bu hasarların %66’sı depremlerden, %15’i sellerden, %10’u toprak kaymasından, %7’si kaya düşmesinden, %2’si de meteorolojik olaylardan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de diğer doğal afetlere göre en sık meydana gelenler ve etkileri itibariyle en yıkıcı olanlar depremlerdir.23 Coğrafi konumu itibarıyla ülkemizin büyük bölümü deprem kuşağı üzerinde yer almaktadır; yerleşim yerlerinin ve nüfusun çoğu da burada yerleşmiştir.24 1990 nüfus sayımından elde edilen verilere göre Türkiye nüfusunun %44’ü, birinci derece, %26’sı ikinci derece, %15’i üçüncü derece, %13’ü dördüncü derece ve %2’si beşinci derece deprem bölgesinde yaşamaktadır.25 Bu veriler ışığında görülmektedir ki nüfusun %98’i çeşitli derecelerde deprem tehlikesi altında yaşamaktadır. Bunlar içinde, nüfusu 1 milyondan fazla olan 17 il26 vardır. Anadolu coğrafyası yerleşim yerinin bu özelliği dolayısıyla tarih boyunca sayısız deprem yaşamış; pek çok kent depremlerle yıkılmış, ardından aynı veya başka yerde yeniden inşa edilmiştir. Geçmişte yaşanmış depremler üzerinde durmak, söz konusu kentlerin bugün de karşı karşıya olduğu risklerin ortaya konulması açısından önem taşımaktadır. XX. yüzyılda ülkemizde meydana gelen büyük depremlerden bazıları Tablo1’de yer almaktadır. Kentleşme hızı ve dolayısıyla kent nüfusundaki artışla bağlantılı olarak son yıllarda depremlerin daha çok kent merkezlerinde hasarlar meydana getirdiğini söylemek mümkündür. 23 Erdik; s. 55. Erkin Erten, M. Yeğin vb.; “Planlama Sürecinde Yönetmeliklerin Afetler Açısından Etkin Hâle Getirilmesi”, Kocaeli Deprem Sempozyumu, 2003, s. 334. 24 Cevat Geray; ”Türkiye’de Yıkım (Afet) Olayları Karşısında Önlemler ve Örgütlenmeler”, Amme İdaresi Dergisi, 1977a, Sayı 10, s. 112. Keleş; 2002, 25 Bülent Özmen, M. Nurlu, H. Güler; Coğrafi Bilgi Sistemi İle Deprem Bölgelerinin İncelenmesi, T.C. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü, 1997, Özyurt Matbaası, Ankara, s. 7. 26 Bu iller: Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, İçel, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Konya, Manisa, Samsun, Şanlıurfa’dır. 23 Erdik; s. 55. Erkin Erten, M. Yeğin vb.; “Planlama Sürecinde Yönetmeliklerin Afetler Açısından Etkin Hâle Getirilmesi”, Kocaeli Deprem Sempozyumu, 2003, s. 334. 24 Cevat Geray; ”Türkiye’de Yıkım (Afet) Olayları Karşısında Önlemler ve Örgütlenmeler”, Amme İdaresi Dergisi, 1977a, Sayı 10, s. 112. Keleş; 2002, 25 Bülent Özmen, M. Nurlu, H. Güler; Coğrafi Bilgi Sistemi İle Deprem Bölgelerinin İncelenmesi, T.C. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü, 1997, Özyurt Matbaası, Ankara, s. 7. 26 Bu iller: Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, İçel, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Konya, Manisa, Samsun, Şanlıurfa’dır. 205 Tablo 1 Türkiye’de Önemli Depremler Tarih Yer Ölü Yaralı Ağır hasarlı ev 1912 Mürefte 216 5540 1930 Hakkari 2514 3000 1939 Erzincan 33.000 116.720 1942 Niksar-Erbaa 3000 1943 Tosya-Ladik 2824 2500 1944 Bolu-Gerede 3959 20.865 1946 Varto 839 349 1.986 1966 Varto 2394 1489 20.007 1970 Gediz 1086 1260 9.452 1975 Lice 2385 3339 8.149 1976 Van-Çaldıran 3840 497 9.552 1983 Erzurum-Kars 1155 1142 3.241 1992 Erzincan 653 3850 6.702 1995 Dinar 94 240 4.909 1998 Ceyhan 150 1000 12.000 1999 Kocaeli 17.000 32.000 50.000 1999 Düzce 763 6300 32.000 133.496 Kaynak: Bağcı ve diğerleri, 1991: 113’ ten uyarlanmıştır. 2. Kentleşme ve Yerleşme Özelliği Meydana gelen doğa olaylarının afete dönüşmesinde ülkemizin coğrafi, topografik özellikleri yanında kentleşme sistemi ve buna bağlı sorunların büyük etkisi vardır. Doğal afet risklerini artıran ve kentlerin doğa olayları karşısında dayanıksız hâle gelmesine neden olan bu faktörler, kentlerin yerleşim yerlerinin seçiminde, planlanması sırasında, gelişme alanları belirlenirken doğal afet risklerinin göz önüne alınmamasından kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca pek çok uygarlığın yerleştiği Anadolu’da modern anlamda kentleşmenin 1950’li yıllarla birlikte gelişmeye başladığı kabul 206 edilmektedir.27 Bu yıllarla beraber kentler sağladıkları istihdam olanakları nedeniyle büyük nüfus kitlelerini çekmiş ve bu sayede hızlı bir kentleşme süreci başlamıştır. Ancak kentlerin altyapısının hazır olmadığı bu süreç başta barınma olmak üzere kentsel kamu hizmetlerinin sunumunda yetersizlik, plansız büyüme gibi günümüze kadar devam eden sorunları da beraberinde getirmiştir. Kentler, yapısal özellikleri (nüfusun, yapıların, sosyo-ekonomik faaliyetlerin, büyük altyapı yatırımlarının vb. yoğunluğu) yanında kentleşme sisteminin sorunlu yönlerinin bir araya gelmesi sonucunda riskli hâle gelmektedirler. Bu anlamda kentsel risk, “kentlerdeki nüfus, yapılar, kamu hizmetleri, her tür sosyoekonomik faaliyetin afetler karşısındaki durumu”nu ifade etmektedir.28 Bu risk kaynaklarının başlıcaları şu başlıklar altında ele alınabilir: a. Hızlı Kentleşme ve Buna Bağlı Sorunlar Türkiye’de kentleşmenin özelliklerinden biri kentleşme hızının yüksek olmasıdır.29 Kentsel risklerin önemli bölümünü hızlı kentleşme ve buna paralel dönüşümlerin yaşanmaması, gecekondu, kamu hizmetlerinde yetersizlik, riskli bölgelere yerleşme gibi sorunlar oluşturmaktadır. Aşağıda yer alan tabloda kentleşme hızı ve yıllar içindeki gelişimi izlenebilir: Tablo 2 Türkiye’de Kent ve Kır Nüfusu Yıl Toplam Nüfus Kent Nüfusu Kent Nüfus Oranı (%) Kır Nüfusu Kır Nüfus Oranı (%) 1970 35.605.176 10.221.530 28,7 25.383.646 71,3 1975 40.347.719 13.271.801 32,9 27.075.918 67,1 1980 44.739.957 16.064.681 35,9 28.672.276 64,1 1985 50.664.458 23.238.030 45,9 27.426.428 54,1 1990 56.473.035 28.958.300 51,3 27.514.735 48,7 2000 67.420.000 39.815.727 59,1 27.604.273 40,9 2001 68.529.000 40.881.741 59,6 27.647.259 40,4 2002 69.626.000 41.953.824 60,2 27.672.176 39,8 2003 70.712.000 43.033.989 60,8 27.678.011 39,2 Kaynak: DPT, 2003-Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950) 27 Eyüp G. İsbir; Şehirleşme ve Meseleleri, 2. Baskı, Ankara 1991, Gazi Büro Yayınları. Keleş; 2002. 28 Mustafa Erdik, J. S. Avcı; “İstanbul İçin Deprem Tehlikesi ve Hasar Senaryosu”, Özel Sayıİstanbul ve Deprem, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s. 64. 29 İsbir; s. 38. Kemal Görmez; Kent ve Siyaset, Gazi Kitabevi, Ankara 1997, s. 17. Keleş; s. 41. 207 Hızlı kentleşme ve kent nüfusunun hızlı artışı gerek kent merkezlerinde gerekse kentlerin çevresinde, yayılma alanlarında dönüşüm sürecini başlatmıştır. Kent merkezlerinde tek katlı konutların yerine çok katlıların yapılması, boş arsaların hızlı biçimde konutlarla kaplanmasıyla nüfus yoğunlukları giderek artmıştır.30 1980’ler sonrasında kentler, çevrelerine eklenen yeni oluşumlarla (gecekondu alanları, sanayi bölgeleri, devlet kurumları, üniversite kampusları vb.) “yağ lekesi” gibi, boşluksuz31 büyüyen bir görünüm kazanmaya başlamış32 çok katlı, birbirine bitişik binalar yükselirken yeşil alan ve boşluklar azalmış, yollar daraltılmıştır.33 Kent estetiğini bozan bu durum afet hâlinde de türlü güçlüklere neden olmaktadır (yolların kapanması, arama-kurtarma çalışmalarının güçleşmesi, geçici barınma alanları için yer sıkıntısı vb.) b. Yanlış Yerleşme Stratejilerinden Kaynaklanan Riskler Türkiye’de kentleri doğal afetler karşısında riskli hâle getiren unsurlardan bir bölümü de kentlerin yer seçimi ve gelişme süreçlerinde isabetli yerleşim kararlarının verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca Anadolu’da yerleşme özelliği jeolojik kütleler arasında, verimli, sulak ovalar ve düzlüklerde yoğunlaşmıştır.34 Kentler yerleşim açısından uygun; ancak başta deprem olmak üzere doğal afetler açısından sakıncalı olan bu alanlarda kurulmuş ve gelişmiş; bunu takip ederek sanayi ve ulaşım da aynı bölgelerde yoğunlaşmış ve nihayetinde bu toprakların yapısal özelliklerinden kaynaklanan riskler nüfus artışıyla beraber daha da artmıştır. Kentlerin gelişme süreçlerinde de tarım toprakları, kent dışına çıkan konut, sanayi ve depolama tesislerinin yerleşim yeri olarak, kıyı bölgelerde ise yazlık konut amaçlı olarak, otoyolların ve enerji santrallerinin inşa edildiği alanlar olarak kullanılmışlardır.35 Sonuç olarak doğru olmayan arazi kullanımı, kentleşmenin giderek plansız bir hâl alması, tarım toprağının verim ve kalitesinde azalma yanında, kentlerin kırsal alanlara, tarım alanlarına doğru ilerlemesi, doğal afetler karşısında riskleri artırıcı bir etki yapmaktadır. 30 Mübeccel Kıray; “Modern Şehirlerin Gelişmesi ve Türkiye’ye Has Bazı Eğilimler”, Toplumbilim Yazıları, Gazi Üniversitesi İİBF Yayın Nu. 7, Ankara 1982a, s. 270. İlhan Tekeli; Kent Planlaması Konuşmaları, TMMOB Yayını Ankara, s. 41. 31 TEKELİ’nin üzerinde sıklıkla durduğu “boşluksuz büyüme” kavramı, kentlerin genişleme süreçleri içinde yaptıkları sıçramalar sonucunda gerek kent içinde gerekse çevresindeki genişleme alanlarında boş yeşil alanların zaman içinde yapılarla kaplanmasını ifade eder. Bu durum, diğer sonuçlarının yanında özellikle doğal afet hâllerinde gerek afet öncesi, gerek afet anında kurtarma çalışmaları sırasında ciddi bir engel oluşturmaktadır. 32 İlhan Tekeli; Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi, Ankara 2001, s. 83. 33 A.g.e.; s. 82. Betül Şengezer; “Deprem Bölgelerinde Arazi Kullanım İlkeleri” Yapı, 1999a, s. 73. 34 Murat Balamir; “Kentsel Risk Yönetimi; Depremlere Karşı Güvenli Kent Tasarımı İçin Yöntem ve Araçlar”, E. M. Komut (Ed.), Doğal Afetler: Güvenlik İçin Tasarlama, Armoni Matbaası, Ankara 2002b, s. 29 59. 35 Feral Eke; “75 Yıllık Cumhuriyetimizde İmar”, Mimarlık, 1998, Sayı 284, s. 24. 208 Bu açıdan değerlendirildiğinde, 1966-Varto, 1967-Adapazarı, 1970-Gediz, 1974-İzmir depremlerinde -ve son olarak 1999 Marmara Depreminde- en belirgin şekilde görüldüğü gibi depremlerin yol açtıkları hasarların en önemli nedenlerinden biri doğru olmayan arazi kullanımıdır.36 c. Kaçak Yapılaşma ve Sağlıksız Kent Parçaları Hızlı kentleşmenin sonucunda ülkemizde kaçak ve sağlıksız yapılar, gecekondu bölgeleri, kent içinde kalan sanayi tesisleri, yanıcı ve patlatıcı madde üreten ve depolayan tesisler ve çöp alanları sağlıklı kentsel gelişmeyi tehdit eden unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlar ülkedeki doğal afet riskleri ile birleşince mevcut olumsuzlukları daha da artırmaktadır. Hızlı kentleşme sonucunda ortaya çıkan sorunlardan bir başkası ise kentsel kamu hizmetlerinin sunumunda görülen yetersizliklerdir. Kentlerin genişlemesi, kent nüfusunun artması yönetimlerinin yerine getirmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerine (eğitim, sağlık, ulaşım, çöp toplama, elektrik su vb. kentsel kamu hizmetleri) olan talebi artırmaktadır.37 Bu yetersizlikler, kentte yaşayanların çoğunun elverişsiz fiziksel koşullar altında yaşamalarına neden olurken, barınma sorunu, gecekondulaşma ile çözülmeye çalışılmış, çevresel bozulmalar, altyapı yetersizlikleri gündeme gelmiştir. Kentleşme sistemi içinde gecekondular ve sağlıksız kent parçaları, plansız kentleşme açısından olduğu kadar afetler karşısında da birer risk unsurudurlar. Büyük kentlerin çoğu, birinci derece deprem kuşağı üzerinde yer alırken, bu kentlerdeki gecekondu bölgelerinde, inşaat kalitesindeki yetersizlikler, yerleştikleri riskli bölgeler ve yaşayanların sosyoekonomik yetersizlikleri nedeniyle doğal afetler karşısında riskler fazladır.38 İstanbul için hazırlanan deprem senaryosunda, en riskli konumda olan bölgelerin, sağlıksız yapılaşma alanları (patlayıcı madde depoları, çöp depolama alanları) ile dere yatakları ve yüksek eğimli yamaçlarda yerleşmiş bulunan gecekondu bölgeleri olduğu ifade edilmektedir.39 Türkiye’de kentleri afetler karşısında daha hasar görebilir hâle getiren faktörlerden biri de inşaat yapımı konusundaki yetersizlikler, standartların altında inşaatlar yapılmasıdır. Bu durum, kentleşme sisteminin yapısından kaynaklanan özelliklerle birleşince sorun daha da büyümektedir. Geray’a 36 P. Gülkan, O. Ergünay; “Deprem Zararlarının Azaltılmasında Arazi Kullanımı”, E. M. Komut (Der.), Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler. Ankara 2000, Ankara Mimarlar Odası Yayını Armoni Matbaası, s. 59. Nüvit Soylu; “Toprak-Deprem İlişkisi”, Tarım ve Mühendislik, TMMOB, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, 1999, s. 398. 37 İlhan Tekeli; Kent Planlaması Konuşmaları TMMOB Yayını, Ankara 1991, s. 41. Kemal Görmez; Kent ve Siyaset, Gazi Kitabevi, Ankara 1997, s. 17. 38 Ronald Steven Parker; “Disaster Vulnerability: Lessons From Four Turkish Urban Areas”, London-New York, 1995, s. 5. 39 Betül Şengezer; “İstanbul Metropolünde Deprem Tehlikesi ve Bir Deprem Senaryosu” Planlama, 1993, s. 32. 209 göre.40 Türkiye’de konutların ancak %58’i fiziksel açıdan “sağlam” olarak kabul edilmekte, buna karşılık, %19’u “çürük”, %25’i de onarımın gerekli olduğu yapılar olarak kabul edilmektedir. Deprem bölgesindeki çoğu yapının deprem yönetmeliklerine uygun olarak inşa edilmemesi, depremler sonucunda kentlerde hasarın büyük olmasına neden olmaktadır.41 3. Yönetsel Riskler: Türkiye’de kentsel risklerin önemli bir bölümü de yönetimin aldığı bazı kararlar, yaptığı eylem ve işlemler sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bunların başlıcaları, planlama etkinliğine dair sorunlar ve kamu yönetimi sisteminin yapısal özeliklerinden ve uygulamalarından kaynaklanan sorunlardır. a. Planlamaya dair sorunlar Bu çalışmada, planlamanın bir risk faktörü olarak ele alınmasının nedeni, planlama sisteminin sorunlu yapısından, işleme(me)sinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’de planlamanın sorun oluşturan boyutu yapılan planların belirlenen amaçlara ulaşamaması, hayata geçememesidir. Örneğin bölgesel gelişmişlik farklarını azaltma amacında olan beş yıllık kalkınma planlarının bu amacına ulaşamadığı, ülkenin doğu ve batısı arasındaki gelişmişlik farkları ile ortaya çıkmaktadır.42 Bununla bağlantılı olarak nüfus da tüm kentlere dengeli dağılmamaktadır.43 Bu durum bazı büyük kentlerin daha da büyümesine, sayılarının artmasına, küçük ve orta büyüklükteki yerleşim yerlerinin öneminin giderek azalmasına neden olmuştur.44 Planlamanın hayata geçememesinin nedenleri farklıdır: 1) Farklı grupların çeşitli yöntemler kullanarak planlama kararlarının dışında kalma eğilimi ve popülizm45 2) Planlama anlayışının sadece teknik, statik bir operasyon olarak görülmesi, planlamanın yapıldığı bölgenin yerel özelliklerinin, afet vb karşısındaki risk durumlarının, zemin özelliklerinin dikkate alınarak buna uygun bölge ve kent planları hazırlanmaması46 40 Cevat Geray; “Konut Gereksinmesi ve Karşılanması”; Amme İdaresi Dergisi, 1981, s. 42. Nuray Karancı, B. Akşit, H. Sucuoğlu vb.; “Dinar’da Afet Yönetiminin Psiko-Sosyal Boyutları”, TÜBİTAK Deprem Sempozyumu-Erzincan ve Dinar Depremleri Işığında Türkiye’nin Deprem Sorunlarına Çözüm Arayışı, Ankara 15-16 Şubat 1996, s. 276. 42 Betül Şengezer; 2002 s. 263. Cevat Geray; “Kentleşme ve Konut Politikaları Açısından Yeni Yerleşmeler”; Kent Kooperatifçiliği, 1998a, s. 14. Kemal GÖRMEZ; Bir Metropol Kent, Odak Yayınevi, Ankara 2004, s. 14. Zeynel Dinler; Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi, Bursa 2001, 6. Basım, s. 138. 43 Sencer; 1979, s. 87. İsbir; 1991, s. 39. Keleş; 2002, s. 63. F. Yavuz, R. Keleş, C. Geray; Şehircilik-Sorunlar-Uygulama ve Politika, Sevinç Matbaası, Ankara 1973, s. 28. 44 Keleş; 1985 s. 69. 45 İlhan Tekeli; Kent Planlaması Konuşmaları, TMMOB Yayını, Ankara 1991, s. 3. 46 A.g.e.; s. 66. Pehlivanlı ve Ataman; 1977. Cevat Geray; “Afetler Ülkesi Türkiye’de Doğal Yıkımlar Bir Yazgı Olmaktan Çıkarılamaz Mı?”; Kent Kooperatifçiliği, 1998b, s. 4. Betül Şengezer, M Özkaraman; “Deprem Etkilerinin Azaltılmasında Kent; Planlaması-Yapı 41 210 3) Planlarda mevcut tehlikeler (fay hattı, taşkın riski yüksek dere yatağı, heyelana müsait toprak yapısı gibi) belirtilmiş olmasına rağmen planların uygulanmasında bunların dikkate alınmaması47 4) Geniş ölçekli çalışmaları ifade eden deprem haritaları ile depremlerin bölgelere göre dağılışları, dereceleri bilinmekle beraber, bu haritaların yerleşim yerlerinin, kentlerin yer seçiminde dikkate alınmaması.48 b. Yerel Yönetimlerden Kaynaklanan Sorunlar Yerel yönetimler kentler üzerinde aldıkları kararlarla kentsel gelişmeyi yönlendiren temel birimlerdendir. 1580 sayılı Belediye Kanunu, 3030 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunları ve ilgili yönetmeliklerle belediye sınırları içinde imar planı yapma, tadilatta bulunma görevleri belediyelere verilmiştir. Ancak bu kararlar üzerinde denetimin olmaması; yerel siyasi ilişkiler, sosyal fayda, güvenlik gibi önceliklerin göz ardı edilmesi; yerel yönetimlerin denetim, imar ve inşaata ilişkin görevlerini tam olarak yerine getirememeleri gibi nedenlerden dolayı kentler, genel olarak sağlıksız ve doğal afet riskleri karşısında güvenli olmaktan uzaklaşarak gelişmektedir. Bundan dolayı Türkiye’de kentleri doğal afetler Uygulanması Süreci”, Erzincan ve Dinar Depremleri Işığında Türkiye’nin Deprem Sorunlarına Çözüm Arayışları, TÜBİTAK Deprem Sempozyumu, 15-16 Şubat 1996, Ankara, s. 355. 47 Örneğin Kuzey Anadolu Fay hattının varlığı 1948 yılından bu yana bilinmesine rağmen ülkenin önemli tersanelerinden biri ve donanma Gölcük’te inşa edilmiş, SEKA gibi büyük kamu yatırımları ve sanayi tesisleri İzmit’te kurulmuştur. Benzer şekilde 1999 Marmara Depremi’nde İstanbul’da büyük yıkımın meydana geldiği Avcılar, 1960’ta İstanbul Nazım Planlama Bürosunun hazırladığı nazım planda, “düşük yoğunluklu ve az katlı” yerleşim alanı (T.C. Sayıştay Başkanlığı; 2002a, s. 33.), 1980 imar planında da “jeolojik sakıncalı alan” olarak belirtilmiş olmasına rağmen kontrolsüz biçimde gelişmesini sürdürmüştür (Şengezer; 1999a, s. 70.). Dinar kenti için 1976 ve 1987 yıllarında hazırlanan jeolojik etüt raporlarında da deprem riskine dikkat çekilmiş, kentin doğuya doğru çekilmesi gerektiği belirtilmiş; ancak bu raporlar doğrultusunda bir gelişme söz konusu olmamıştır. Kentte 1971, 1980 ve 1990 tarihli imar planlarında, mevcut yapılaşma, veri kabul edilmiş ve kentin gelişme çizgisi, batı yönündeki alüvyal ovalara doğru devam etmiştir. Dinar depreminin etkilerinin bu denli yıkıcı olmasında bir diğer etken de 19441948 yılları arasında belediye tarafından ovadaki bataklığın kurutularak yerleşime açılması ve daha sonra belediyenin yaptığı plan değişiklikleriyle parçalı ve kat yoğunluğunu artırıcı kararlar alınmasıdır (Kiper; s. 10. Geray; 1998b, S. 4. Karancı vd.; s. 276.). Düzce’de ilk imar planı 1963 yılında yapılmış ve bu planda, kentin güneyinden geçen fay hattı gerçeği karşısında kentsel gelişmenin kısmen batıdaki ve kuzeydeki daha güvenli bölgelere doğru yönlendirilmesi, önemli kamu tesislerinin ve ana ulaşım bağlantılarının bu bölgede inşa edilmesi gereği dile getirilmiştir (T. C. Düzce Belediyesi; 2001, s. 49). Yıllar içinde bu hedefe ulaşılamadığı gibi 1980’li yıllardan itibaren sık uygulanan imar planı değişiklikleri ile yoğunluklar artmış ve planlarda güneydeki riskli bölgelerde gelişme dondurulmuş olmasına rağmen bu bölgeler plan dışında, kaçak yapılaşmalarla hızlı biçimde gelişmiştir. 48 Örneğin 1944 Gerede Depremi sonrasında yer bilimcilerin hazırladıkları raporda, fay hattının iki yanında, 25 metrelik şeritler boyunca riskli bölgelerde yapılaşmaya izin verilmemesi gerektiği belirtilmiş; ancak sonraki yıllarda bu durum dikkate alınmadan yapılaşma sürmüştür (BALAMİR; 2002b, s. 53.). Lice’de, depremden on yıl önce uzmanlar tarafından yerleşimin boşaltılması önerilmiş; ancak bu, yönetim tarafından dikkate alınmamıştır (Geray; 1977a, s. 100.). 211 karşısında daha tehlikeli hâle getiren durumlar arasında yerel yönetimlerin karar ve uygulamalarının da etkili olduğunu söylemek mümkündür. Genel olarak kamu yönetimi sistemi içinde yaygın olan popülizm, yerel yönetimlerde daha belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır. Merkezî yönetimin kente dair kararlarında ise popülizm, gecekondu afları ile gündeme gelmektedir. İmar afları, zaman içinde politik getiri sağlamanın, seçmene hoş görünmenin, popülizmin49 bir aracı olarak kullanılmaya başlanmış ve bu özellikleri nedeniyle başlı aşına bir risk kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle seçim dönemlerinde “ödül” anlayışı içinde değerlendirilen imar afları yasal olmayan mevcut yapılaşmaya meşruluk kazandıran bir fonksiyon üstlenmiştir. Depremle ilişkilendirerek yerel siyasete ilişkin konular (rant, spekülasyon ve kişisel çıkarların belirleyiciliği), özellikle 1999 depremi sonrasında en çok vurgulanan temalardan biri hâline gelmiştir. Yerel yönetimler bazında belediye meclislerinin yapısından kaynaklanan yerel siyasi ilişkiler bu şekilde ortaya çıkarken bu durumun bir başka boyutu da halkla belediye yönetimi arasında ortaya çıkmaktadır. Belediyelerin kentleşmeye dair görevleri arasında önemli bir yeri olan kentte yapıların güvenli bir şekilde yapılmasını sağlamak ve inşaat denetimi görevi bazen de halktan gelen taleplerle görmezden gelinebilmektedir.50 51 Yerel yönetimlerin sorumluluk alanlarında olan yapı denetimlerinin tam ve amacına uygun olarak yapıldığını söylemek güçtür.52 Kentlerde mevcut yapı stoğu içinde ruhsatsız ve ruhsata aykırı yapıların fazlalılığı, yapı denetimlerinin yeterli olmadığını göstermektedir.53 Yapı denetimi konusunda öne çıkan en 49 Popülizmin bir başka yansıması, belli merkezlerin risk durumlarına bakılmaksızın tamamen politik kaygılarla il ilan edilmesi, nüfus ve yatırımlar için çekim merkezi hâline getirilmesidir. 40 45 yıl önce Adapazarı’nın il olmasına benzer süreç, deprem sonrasında Düzce’de yaşanmıştır (Kurucu; 2000, s. 52.). 50 Gerek Erzincan, gerekse Dinar depremlerinin ardından yapılan incelemeler, belediyelerin bu görevlerini tam olarak yerine getirmediğinin işaretlerini vermektedir(Karancı ve diğerlerine göre 1996: s. 277.). Belediye başkanlarının kendi ifadelerine göre bunun iki temel nedeni vardır: Birincisi, belediyelerin yeterli sayıda nitelikli eleman istihdam edecek kaynaklarının olmaması; ikincisi, halkın kendi seçtiği yöneticilerden imar ve yapı mevzuatı konusunda sürekli olarak taviz istemesi ve seçilmiş yöneticilerin de popüler olma kaygısı ile bu tavizi vermeleridir. Denetim görevinin tam olarak yerine getirilememesinin diğer nedenleri ise ekonomik yetersizlikler, teknik personelin nitelik ve nicelik olarak yetersizliği (Keleş; 1993b, s. 137. Esen; s. 49. Destan; s. 12.); yerel yönetimlerin imar ve ruhsatla ilgili görevleri açısından denetlenmemeleri, kent ve coğrafi bilgi. 51 Asım Esen; “Doğal Afetlerde Yerel Yönetimler: Erzincan Örneği”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyumu Bildirileri-1, TODAİE Yayını, Ankara 1995, s. 328. 52 Oktay Ergünay; “A Perspective Of Disaster Management In Turkey: Issues And Prospects”, H. Gökçekuş (Ed.), Proceedings Of International Conference On Earthquake Hazards And Risk In The Mediterranean Region, Zincir Ajans, Ankara 1999a. s. 477. Alparslan Özerdem; “Tiles, Taps and Earthquake-Proofing: Lessons for Disaster Management in Turkey”, Environment and Urbanization, 1999, s. 177. 53 T.C. SAYIŞTAY Başkanlığı; İstanbul Depreme Nasıl Hazırlanıyor?, 832 Sayılı Sayıştay Kanununa 26.06.1996 tarih ve 4149 Sayılı Kanunla Eklenen EK 10. Maddesine Göre Hazırlanan Rapor, 2002, s. 35. 212 büyük sorun kamu kurum ve kuruluşlarına ait yapıların bu denetimin dışında kabul edilmesidir. Diğer yandan, afet yönetimi sürecinde yerel yönetimlerin yapı, personel ve kaynak eksiklikleri afet yönetimine, risk azaltımına ilişkin görevlerini yerine getirmelerine engel olmaktadır. Yerel yönetimlerin görev alanına girmesine rağmen, deprem riski yüksek olan çoğu birimde dahi, arazi kullanımı ve kent planlamada temel ölçü olan yerel tehlike haritaları (mikro bölgeleme haritaları), teknik personelin nitelik ve nicelik olarak yetersizliği ve bu çalışmaların maliyetlerinin çok yüksek olması dolayısıyla hazırlanamamaktadır.54 4. Afet Yönetim Sisteminden Kaynaklanan Yetersizlikler Ülkemizde kentleri riskli duruma getiren faktörlerden bir bölümü de afet yönetim sisteminin yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Ülkemizde 1940’lı yıllardan bu yana afetler konusunda yasal kurumsal düzenlemelerle bir afet yönetim sistemi oluşturulmuştur. Ancak zaman içinde yaşanan doğal afetlerin niteliğinin değişmesi, kırsal alanda yaşanan doğal afetlerin yanında kentlerde afetlerin artması mevcut mevzuatı yetersiz hâle getirmiştir. Özellikle 1999 Marmara Depremiyle su yüzüne çıkan bu yetersizlikler sistemin yeniden düzenlenme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu sorunlu alanlar çerçevesinde afet yönetimi sistemimizin yetersizlikleri yapısal sorunlar, işleyiş ve uygulamada ortaya çıkan sorunlar ve mali sorunlar olarak sıralanabilir. Afetler konusunda bütüncü ve geniş bir bakış açısına sahip olmasına rağmen afet yönetimi sisteminin kurumsal yapısından kaynaklanan tüm afet türlerini aynı kategoride değerlendirmekten ve hepsi için aynı düzenleme türünü öngörmekten kaynaklanan zayıflıkları vardır.55 Afet yönetimi sistemimiz afet öncesinden ziyade afet sonrası üzerinde yoğunlaşmaktadır.56 Bu süreçte de risk azaltımı önlemlerinden, tatbikat ve hazırlık çalışmalarından daha çok yasal düzenlemeler yapılmaktadır.57 Afet yönetimi sisteminin zafiyetlerinden biri de merkeziyetçi bakış açısıdır.58 Afete en yakın olan yerel yönetimlerin sistem içindeki yeri sınırlı ve ikinci sıradadır. Bununla beraber merkezî yönetim birimlerinin etkinliği de 54 Betül Şengezer, M. Özkaraman; s. 355. Ergünay; 2000, s. 5. Murat Balamir; “Mimari Tasarımda Deprem Bilincinin Geliştirilmesi”, Mimarlık 1999, s. 13. 56 Oktay Ergünay; “Afet Yönetimi Nedir? Nasıl Olmalıdır?”; Türk Psikoloji Bülteni-Deprem Özel Sayısı, 1999b. V. Balamir, 1999, s. 13. 57 Murat Balamir; “Kaderci Toplumun Yeniden Üretimi; Türkiye’de Afetler ve İmar Mevzuatının İrdelenmesi”, E. M. Komut (Ed.), Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler, Armoni Matbaası, Ankara 2000, s. 103. 58 Oktay Ergünay; “A Perspective Of Disaster Management In Turkey: Issues And Prospects”, H. Gökçekuş (Ed.), Proceedings Of International Conference On Earthquake Hazards And Risk In The Mediterranean Region, Zincir Ajans, Ankara 1999a, s. 474. 55 213 tartışılmaktadır.59 Örneğin, afet yönetim sürecinin her aşamasında tek yetkili, merkezî bir birim yoktur; her bakanlığın afetlerle ilgili görevleri olmasına, afet planları yapılmasına rağmen, bunlar güncellenemedikleri için işlerlikten uzak kalmaktadırlar. Sistemde ikinci planda yer alan yerel yönetim birimlerinin de afet yönetimi sürecinde görevlerini tam olarak yerine getirdiklerini söylemek güçtür. Acil Yardım Teşkilatı ve Planlama Esaslarına Dair Yönetmeliğe göre kente dair bilgiler İl Kurtarma ve Yardım Komitelerince önceden hazırlanması gerektiği hâlde yapılmamakta, kaymakamlık ve valiliklerce afetin öncesinde bildirilmesi gereken personel ve malzeme ihtiyacı bildirilmemekte; planlar hazırlanırken yerel koşullar ve ihtiyaçlar dikkate alınmamakta; eğitim ve tatbikatlar yapılmamakta; önemli kamu tesislerini gösteren haritalar hazırlanmamaktadır. Afet yönetimi sistemimizin sorun alanlarından bir başkası da sürecin işleyişinde, uygulama boyutunda ortaya çıkmaktadır. Afet yönetimi sürecinde yer alan çok sayıda birimin olması, çok başlılığa, koordinasyon eksikliğine neden olmaktadır.60 Özellikle merkez ve yerel yönetimler arasındaki koordinasyon, bilgi paylaşımı eksikliği afet anında daha fazla hissedilmektedir.61 Mevcut kurumlar, sistematik ve düzenli biçimde bilgi toplama, kayıt tutma, yayınlama, bilgilendirme gibi konularda kurumlaşamadıklarından yetersiz kalmakta, dolayısıyla toplanan bilgiler dağınık ve gelişigüzel olmaktadır.62 Mali yapısı açısından da mevcut sistemin sorunları vardır. Afetle ilgili kaynaklara sadece afet sonrasında ihtiyaç olduğu anlayışı yaygındır. Dolayısıyla mevcut kaynakların afet öncesinde, önleme amacıyla kullanılması anlayışı gelişmemiştir.63 Diğer yandan, afetler için ayrı fonlar oluşturulmuş olmakla beraber bunlar geçerlik kazanmamıştır ve afet harcamaları genel bütçeden karşılanmaktadır. Genel olarak afetlerde harcanan kaynaklar, önceden bu iş için tasarlanmadıkları için geri dönüşsüz olarak dağıtılmakta ve bu da ek maliyetleri ortaya çıkarmaktadır.64 5. Kentlilik ve Güvenlik Kültürünün Gelişmemiş Olması Doğal afetler sık yaşanmasına rağmen ülkemizde afetlere hazırlıklı olma,65 önlem alma vb. konularındaki yetersizlikler, afet kültürünün olmaması 59 Ergünay; 1999b. T.C. SAYIŞTAY BaşkanlığI; 2002a, s. 2. Çakmak; 2001, s. 22. 61 Ergünay; 2000, s. 6. 62 Balamir; 2000, s. 101. 63 Balamir; 2000.; s. 105. Ergünay; 1999a, s. 477. 64 Balamir; 1999, s. 13. 65 Bu durumun yansıması olarak halk, güvenliği bir tarafa iterek ekonomik anlamda faydasını artırmak için yerel yöneticilerden yasal olmayan taleplerde bulunabilmekte, imar planlarında 2 katla sınırlanan bir bölgede 3 4 kat ruhsatı almak için çabalayabilmekte, yeşil alanları yok 60 214 da toplumun afetler karşısında dayanıklılığını azaltan bir durumdur. Afet kültürünün gelişmemiş olması, genel olarak ülkemizde kent bilinci, kentliliğin gelişmemiş olması ile bağlantı kurularak ortaya konulabilir. Doğal afetler ve neden oldukları kayıplar sadece teknik değil, sosyal ve ekonomik boyutları olan sonuçlar doğurmaktadırlar. Kişisel bazda, bilinçsizlik, güvenliğe önem verilmemesi, ekonomik nedenlerden dolayı, bunun getireceği ek maliyetlerden kaçınılması; yapıyı projelendiren mimar ve mühendisin konuya gereken duyarlılığı göstermemesi, yapıyı inşa eden ustanın güvenlik endişesi olmaması, bilgisizliği ve eğitimsizliği diğer sorunlardır.66 afetler karşısındaki tutumlarına göre toplumları kaderci ve dirayetli toplumlar olarak ikiye ayırmaktadır. Kaderci toplumlar afetler karşısında hazırlıksız, afetler sonrasında harekete geçen, afetlerle ilgili bilgilerin sistematik olarak tutulmadığı, toplumları ifade ederken; dirayetli toplumlar, tam tersi olumlu özelliklere sahiptir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde afetler karşısında kaderci toplum özelliğinin hâkim olduğu söylenebilir. Afetle mücadelede toplumların afeti, tehlikeyi algılama düzeyi önem taşımaktadır. Eğer toplumun afetin neden olabileceği tehlikeleri, riskleri algılama düzeyi düşük ise afet azaltımı ve hazırlık anlamında önlemler almadığı, diğer yandan eğer riskleri algılama düzeyi yüksek ise hazırlık yaptığı ve problem üzerinde odaklanma, toplulukla beraber hareket etme gibi özellikler gösterdiği ortaya konulmaktadır (Paton ve Johnson, 2001: 271). Bu anlamda afet kültürünün oldukça önemli bir yeri vardır. Afet kültürünün veya güvenlik kültürünün yerleşmiş olduğu toplumlarda, afetlerle mücadelenin daha etkin yapıldığı, hazırlıklı olma, bilinçli olma, her alanda önlem geliştirme gibi konuların ön plana çıktığı kabul edilmektedir. Benzer biçimde, afete dayanıklı bir toplum oluşturmak için gereken ilk adım, yerel topluluğun, gelecekteki afet risklerinin farkına varmalarını ve azaltım ve hazırlıklı olma konularında gereken planları hazırlamaları, iş birliği yapmaları ve harekete geçmeleri olarak belirtilmektedir.67 Ülkemizde Depremler Sonrasında Risk Azaltımı Örnekleri Ülkemizde yaşanan doğal afetlerin ardından, dönemin koşullarına uygun olarak azaltım önlemleri hayata geçirilmektedir. Örneğin İstanbul ve İzmir her yangının ardından dönemin azaltım önlemlerine (kargir binaların inşa edilmesi, yolların genişletilmesi, çıkmaz yol yapılmaması vb) göre etmekte, yapının projesinde belirtilen malzemeden daha azını kullanma yoluna gidebilmektedir. Benzer bir durum ise bazı bölgelerde İller Bankası tarafından hazırlanan jeolojik raporların veya belediye mücavir alan sınırları dışındaki mevzi imar planlarına esas olan raporların gayrimenkul sahiplerinin talepleri üzerine, özel jeoloji bürolarına veya üniversitelere yeniden inceleterek söz konusu rapordaki kararları kendi çıkarlarına uygun olarak değiştirme taleplerinde kendisini göstermektedir. 66 Şengezer; 1999a, s. 72. Balamir; 2002a, s. 40. 67 Karancı ve Akşit; 2000, s. 405. 215 yeniden inşa edilirken68 dönemin imar planlama anlayışını yansıtan 1882 tarihli “Ebniye Nizamnamesi” de yollar, yangın yerleri ve binalara ilişkin hükümler taşıyan özelliği ile yangınların Osmanlı kentleri için ne kadar önemli bir kent planlama gereği olduğunu ortaya konulmaktadır. Ülkemizde depremlerin ardından da yıkılan, tahrip olan kentlerin dönemin koşullarına göre azaltım önlemleri doğrultusunda yenilendiği görülmektedir. Deprem sonrası hayata geçirilen risk azaltımı stratejileri, iki bölümde incelenebilir. Bunlardan ilki kentlerin bulundukları yerde yenilenmesi, diğeri ise kentlerin tamamen veya kısmen başka bir yere taşınmasıdır. Yaşanan büyük depremin ardından kentin aynı yerde kalarak tekrar inşa edildiği durumlara 1992-Erzincan, 1995-Dinar, 1998-AdanaCeyhan Depremleri örnek olarak verilebilir. Bunun yanında, büyük bir doğal afetin ardından kuruluş yerinden ayrılarak yakın çevresinde başka bir yerde yeniden kurulup gelişen pek çok yerleşme de vardır.69 Erzincan, Gediz ve Erbaa, Tavas, Malazgirt, Hakkari, Tosya, Bolu, Varto, Lice, Çaldıran, Erzurum, Adapazarı kentleri tarihleri boyunca birkaç kez şiddetli depremlere maruz kalmış ve yeniden inşa edilmişlerdir. Bunlar içinde Antakya, Adıyaman gibi bazıları tam fay hattı üzerinde kurulmuş olmalarının sonucunda yaşadıkları depremler nedeniyle; Erciş ve Köyceğiz gibi bazıları ise göl sularındaki seviye değişikliği nedeniyle yakın tarihlerde yer değiştirmek zorunda kalmışlardır. Ülkemizde sık yaşanan depremler sonrasında kentler azaltım ilkeleri doğrultusunda yeniden inşa edilmiştir. 1509 İstanbul Depremi sonrasında deniz kenarındaki dolgu zeminler üzerine inşaat yapılması yasaklanmış, taş ve kargir binaların yerine ahşap, “bağdadi” evlerin yapılması teşvik edilmiştir.70 1826 yılında yayınlanan bir Nizamname'de ise inşa edilecek olan binaların deprem ve yangına karşı dayanıklı olması ve ahşap binaların azaltılması için tedbirlere yer verilirken, İstanbul'da taştan ve en fazla iki katlı olan yapıların yapılmasına başlanmıştır.71 1855 Depreminin ardından minareler güçlendirilmiş, kentin yamaçtaki mahallelerinde kaya düşmesi tehlikesini önleyici düzenlemeler yapılmıştır.72 68 İlhan Tekeli; “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kentsel Yeniden inşa”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları İstanbul, 1985, s. 879. Hüseyin Özgür ve Sedat Azaklı; “Osmanlı’da Yangınlar ve İtfaiye Hizmetleri”, Gazi Üniversitesi İİBF Dergisi 2001, s. 157 69 Tekin Aydın; “Anadolu’nun Organizasyonunda Depremin Yeri” İTÜ Mimarlık Fakültesi Deprem Paneli: Türkiye’nin Deprem Durumu ve Etki Alanları, 2-3 Mart, İstanbul, 1967. Füsun Baykal; “Salihli Kentsel Alanının Genişlemesinde ve Belirli Yönlere Kaymasında Rol Oynayan Faktörler”, Coğrafya Araştırmaları Dergisi, Sayı 1-2, s. 2. Turgut Timur; “Jeolojik Olaylar ve Tabii Afetler Bölgelerinde Bulunan Köy, Kasaba ve Şehirlerin Yeniden İmarı”, İdare Dergisi, Sayı 31, s. 263264. Abdullah Yılmaz; Türkiye’de Afet Zararlarının Azaltılması Çalışmalarının Tarihsel Gelişimi Üzerine Notlar”, Türk İdare Dergisi 2002, Yıl 74, s. 434. 70 Yılmaz; s. 156. 71 N. N. Ambraseys, C. F. Finkel; “İstanbul’u Sarsan Depremler”, Çev. Kıvanç Sabırlı, İstanbulÖzel Sayı-İstanbul ve Deprem, Tarih Vakfı Yayını 1998, s. 83. 72 Andrew Coburn, R. Spence; “Evaluating Alternative Earthquake Protection Strategies”, Afete Karşı Hazırlık ve Yönetim Konferansı, 6-10 Kasım 1984, Ankara. T.C. Bayındırlık ve İskân 216 1992-Erzincan Depremi sonrasında getirilen kat sınırlamalarının uygulanmasıyla kent deprem öncesinden daha güvenli bir yapıya kavuşturulmuştur. 1995-Dinar Depremi sonrasında kent güvenli mimarlık ve mühendislik gereklerine uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Deprem riskine karşı, sıvılaşma tehlikesi olan yerler, yapılan imar planında açık ve yeşil alan olarak ayrılmıştır. Gelecekteki muhtemel depremlere karşı risk azaltımı kapsamında çalışmalar da yapılmıştır. Dinar kent bütününde daha sağlıklı bir kent oluşturmak amacıyla deprem durumu, zemin özellikleri dikkate alınarak imar planları gözden geçirilmiş, kat sayısı ve yoğunluklar azaltılmış, yollar genişletişmiş, bitişik nizamdan ayrık nizama geçmek için binalara ön ve arka bahçe bırakma zorunluluğu getirilmiştir. Kentin yeni gelişme alanları için güneydoğuda, daha sağlam zemine sahip bölgeler öngörülmüş, kamu lojmanları bu alanlara kaydırılarak bu yönde bir çekim yaratılmaya çalışılmıştır.73 1939-Erzincan Depremi sonrasında tercih edilen azaltım stratejisi, kentin yerleştiği Erzincan Ovası’ndan uzaklaşarak bütün olarak jeolojik açıdan daha güvenli olduğu belirlenen kuzey yönüne taşınmasıdır.74 Kentin daha güvenli bir alanda inşa edilmesi yanında en çok 2 veya 3 kata izin verilmiş, dar caddeler yasaklanmış, kent merkezinde nüfus yoğunluğu azaltılmış, binaların birbirlerine fazla yaklaşması da engellenmiştir. Ulusal ölçekte de Erzincan Depremine özel bazı yasal düzenlemeler yapılmıştır; kentin taşınması planlanan yerdeki belediyeye kamulaştırma yetkisi verilmiş, ardından, 1948 yılında ”Erzincan’da Yapılacak Meskenler Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir.75 1944 yılında da “Yer Sarsıntılarından Önce ve Sonra Alınacak Tedbirler Hakkında Kanun“ yürürlüğe konulmuştur. bu önlemler sayesinde 1983 ve 1992 depremlerinde çok daha fazla hasarın ortaya çıkmasının önüne geçilmiştir. Kent merkezinde nüfus yoğunluğunu düşük tutan bir yerleşim planlaması hazırlanmıştır (400 kişi/hektar). Yapı sınırlaması ile geniş bir alanın az katlı yapılardan oluşması sağlanmış ve zemin kat kullanımına sınırlar getirilmiştir. Kent merkezinde geniş kaldırımlar inşa edilmiştir, deprem sonrasında çadırların ve geçici barınakların kurulmasına olanak verebilecek şekilde geniş meydanlar yapılmıştır. Kurtarma çalışmalarına kolaylık olması açısından planlarda çıkmaz sokaklara yer verilmemiştir, tahliyede kolaylık sağlayacak şekilde toplu konut alanlarında bloklar arasında ve çevrede geniş yeşil alanlar bırakılmıştır. Altyapı sistemi çok alternatifli ve kentin bütününe dağılmış vaziyette inşa Bakanlığı Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlü yayın Nu. 78, Ankara (yayınevi yok), s. 170. 73 Kiper; 2001, s. 13. 74 Betül Şengezer, E. Koç, A. Kılıç; “17 Ağustos 1999 Sonrası Sakarya Bölgesi Üzerine”, Mimarlık 2000, s. 205. Elif Kesici; Deprem Etkilerinin Azaltılmasında Planlamanın Rolü: Örnek Kent Kocaeli, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara 2002. 75 Ömer Kıral; “1939 ve 1992 Erzincan Depremleri Şehircilik Düzenimizde Hasar Yarattı mı?”, Planlama, 2001, s. 148. 217 edilmiştir. Gediz’de de yer değiştirmenin benzer olumlu yönleri olduğu görülmektedir; deprem sonrasında planlama aşamasında doğru arazi kullanım kararlarının verilmesi, kentin her yerine ulaşım imkânı veren bir yol ağı kurulmuş, planlı bir altyapı ile gelecek depremlerin olası hasarları en aza indirilmeye çalışılmıştır.76 1970 depremleri sonrasında Gediz ve Lice77 1942 depremi sonrasında Erbaa; Denizli78 1983 yılındaki Erzurum-Kars Depremi’nin ardından kırsal alanda hasar gören bazı yerleşim yerleri de79 yakındaki güvenli yerlere yeniden yerleşmişlerdir. 1999-Marmara Depremleri, ülkemiz tarihinde yaşanan en büyük afetlerden biri olması yanında sonrasında, risk azaltımına dayalı bir yeniden inşa projesi olan Dünya Bankasının finanse ettiği MEER (Marmara Earthquake Recontrution Project) projesi kapsamında yapılan risk azaltımı çalışmaları (bunun yasal, kurumsal, örgütsel boyutları ile ) ile önemli sonuçlara sahiptir. Deprem sonrasında en çok hasar gören Kocaeli, Adapazarı, Düzce ve Yalova’da yeniden inşada hasar tespitleri sürecinde aynı zamanda hasarın nedenlerinin, zeminden, yerleşim özelliğinden kaynaklanan risk durumları araştırılmış ve risklerin azaltılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Depremin hasar verdiği kentlerden Kocaeli, Körfez, Adapazarı ve Düzce’de deprem sonrasında kent merkezinin aynı yerde kalmakla beraber, kentin yakın çevresinde, jeolojik etütlere göre güvenli, sağlam zeminli alanlar belirlenerek kentsel gelişmenin bu yönlere doğru gelişmesi için uygulamalar yapılmaya başlanmıştır. Kenti güvenli alanlara yönlendirme stratejisinin benimsendiği belediyelerde, mevcut kent merkezlerinin aynı yerde yenilendiği, deprem sonrasında yapılan kalıcı konut alanlarının seçiminde ise bu gelişme alanları dikkate alınmıştır. Kalıcı konutlarla beraber valilik, askerlik şubesi, hastane gibi bazı önemli kamu hizmet binalarını bu bölgelere taşıyarak veya burada yenilerini inşa ederek, yeni altyapı tesisleri yaparak kentsel gelişmenin bu bölgelere doğru hızlanması ve çekim etkisi oluşturmak amaçlanmıştır. Depremin ardından kentlerin hepsinde risk analizleri yapılmış ve belirlenen risk unsurları giderilmeye çalışılmıştır. Kocaeli’de kentin risk durumunun ortaya konulması ve risk analizi kapsamında “Sismik Alanda Hız Modeli ve Yayılma Yolları” adı verilen ve zemin topografyasının belirlenmesini amaçlayan proje uygulanmış; ağır hasar görebilecek alanlar belirlenmiştir. Bunun dışında Kocaeli merkez ve ilçelerini kapsayacak biçimde (Saraybahçe ve Bekirpaşa Belediyeleri), mevcut yerleşim yerlerinin imar planlarına esas jeolojik, jeofizik ve jeoteknik incelemeleri yapılmış, bunların haritaları hazırlanmış ve her bir yerleşim yerinin deprem 76 Gülkan ve Ergünay; s. 73. A.g.e. 78 Cengiz Bektaş; “Denizli Depremi, Öncesi, Deprem Sonrası”, Mimarlık, 1977, s. 53. 79 Yaşar Gök; “Erzurum-Kars Depreminden (1983) Sonra Yeri Değiştirilen Yerleşmeler”, Doğu Coğrafya Dergisi 2001, Yıl 7, s. 145. 77 218 karşısındaki risk durumu ortaya konulmuştur. Depremin ardından hasarın nedenleri; planlama kararlarına uyulmaması, projelere aykırı olarak kat sayıları artırılan veya çıkma katlarla ilaveler yapılması, belirtilen yol genişliklerine uyulmaması, otopark ve yeşil alanlara planlarda belirtildiği şekilde yer bırakılmamasıdır. Saraybahçe Belediyesi tarafından 2002 yılında hazırlanan kentsel risk analizi raporunda, belediye sınırları içindeki yerleşim alanlarının risk durumları ortaya konulmuş, hasar bölgeleri tespit edilmiş ve gerek normal koşullarda gerekse afet durumunda birer risk unsuru olabilecek akaryakıt istasyonu, fırın, tüp gaz bayilerinin yerleri belirlenmiştir.80 Saraybahçe Belediyesi sınırları içindeki yapılarda meydana gelen hasarın nedenleri zemin etüdünün bulunup bulunmaması ile ilişkilendirilmektedir. Buna göre 1995 yılından sonra yapılan, zemin etüdü olan binalarda hasar olmazken daha önceki yıllarda yapılan ve zemin etüdü bulunmayan binalar ile dere yataklarının doldurulması suretiyle yerleşime açılan alanlarda hasarın fazla olduğu ortaya konulmuştur Düzce’de yerleşim alanının risk durumunu ortaya koymak ve gelecekteki yerleşim düzenini belirlemek amacıyla kentin jeolojik yapısı incelenmiş ve haritalanmıştır. Yapılan çalışmalarda kentte daha güvenli alternatif yerleşim alanları belirlenmeye çalışılmış, Düzce Havzası’nın jeolojik yapısı incelenmiş ve Düzce alüvyal ovası üzerinde ve Düzce fayının hemen yakınında (Düzce kent merkezi) veya üzerinde (Gölyaka ve Çilimli) yerleşmiş olmanın riskleri belirtilmiştir.81 Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın 12 Kasım Depremi sonrasında Düzce kentinin jeolojik ve jeoteknik zemin durumunu ortaya koymaya yönelik yaptığı çalışmada kentin zemini, uygun olmayan alanlar, önemli alanlar ve yerleşime uygun alanlar olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Yerleşime uygun olmayan alanlar Düzce şehir merkezi ve bunun yakın çevresini kapsamaktadır.82 Kaynaşlı’da ilçenin fay hattı ve alüvyal ova üzerinde yerleşmesi, hasarın temel nedeni olarak ortaya konulmuş ve kentin zemini yerleşime uygunluk açısından bölgelere ayrılmış, haritalanmıştır. Adapazarı’nda deprem öncesinde risk analizi çalışmalarının yapılmış, yeni yerleşim alanları için Maltepe, Hızırtepe gibi kentin yüksek rakımlı bölgeleri seçilmiştir. Ayrıca SABONET Projesi kapsamında sismik ölçüm aletleri kentte farklı noktalara yerleştirilmiş ve bölgedeki depremler kayıt altına alınmıştır. Deprem sonrasında çeşitli üniversitelerin iş birliği ile mikro bölgeleme çalışmaları yapılmış ve kalıcı konut alanları ve hangi zeminde kaç kata izin verileceği bu etütlerin sonuçlarına göre belirlenmiştir. Parsel 80 T.C. Saraybahçe Belediyesi; 2004, s. 10. TÜBİTAK; 1999, s. 19. 82 T.C. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü; Düzce Kenti 1 Nu.’lu Kesim (3444 hektar-MİA yakın Çevresi) 12 Kasım Depremi Sonrası Yeniden inşa Kapsamında Jeolojik-Jeoteknik İnceleme Raporu, 2000, s. 33. 81 219 bazında zemin etütleri yapılarak binaların risk durumu ortaya konulmuş bunlara dayanarak kent bilgi sistemleri kurulmuştur Yalova’da kentin jeolojik yapısı, altyapı hizmetleri; kent ve ulaşım planlaması incelenmiş ve yeniden inşa için bir uygulama planı hazırlanmıştır. Planda kent genelinde yapılaşmanın sakıncalı olduğu alanlar (alüvyonlu alanlar, aktif fay kırıklarının hemen üstü veya yakınları, sıvılaşma riskinin yüksek olduğu alanlar, derin toprak kaymalarının ortaya çıkabileceği eğimli alanlar, kıyı şeridi boyunca tsunami tehlikesinin olduğu alanlar) belirlenmiştir. Farklı kentlerde yapılan çalışmalarda ortaya konulan bu risk analizi sonuçlarına göre belirlenen risklerin azaltılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar genel olarak belirlenen hasar nedenlerinden hareket ederek bunların giderilmesine yöneliktir. Bu önlemlerden bazıları kentlerin mevcut yerleşim alanlarında hayata geçirilirken, önemli bir bölümü de kalıcı konutların yapıldığı yeni yerleşim alanlarında uygulanmaya konmuştur. Yapılan risk analizi sonuçlarına göre kentin bazı bölgeleri yapılaşmaya kapatılmış veya belli kat sınırlaması koşullarında yapılaşmaya imkân verilmiştir. Deprem sonrasında yapılan imar planı düzenlemelerinde bazı bölgelerde yol genişlikleri, yeşil alan miktarı artırmış, TÜPRAŞ vb. büyük sanayi tesislerinin çevresinde koruma alanları belirlenmiş ve bu bölgelerde yapılaşma yasaklanmış, Değirmendere’nin sahil şeridi, Kaynaşlı’da fay hattının üzerindeki alanlar gibi depremde yoğun hasar gören bazı alanlar yerleşimden farklı amaçlarla (park, dinlenme alanı vb) kullanılmaya başlanmıştır. Depremin hasara neden olduğu bölgelerde kalıcı konut alanları, yapılan jeolojik incelemelere göre kentin sağlam zeminli bölgelerine inşa edilmişlerdir. Bu yeni yerleşim alanlarında binalara bodrum kat yapma zorunluluğu getirilmiş, en çok üç katla sınırlanmış ve kalıcı konutlar, aralarında büyük yeşil alanların olduğu bloklar hâlinde birbirlerinden ayrı biçimde tasarlanmışlardır. Sonuç ve Öneriler Son yaşanan depremler, neden oldukları kayıplar yanında mevcut afet riskleri ve gelecekte olası afetlerin de sinyallerini vermektedir. Bu durum, genel olarak kriz durumlarının doğasında bulunan tehlike ve fırsatların algılanması ile ilişkili bir sonuçtur. Bu aşamada, yaşanan afetin ortaya çıkardığı sonuçlardan yola çıkarak bunu fırsata dönüştürme imkânı ortaya çıkmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde 1999-Marmara Depremi sonrasında geçmiş dönemdekilerden farklı olarak afet yönetimine, risk azaltımına ilişkin önemli adımların atıldığı görülmektedir. Deprem bölgesinde hasar gören kentlerin yeniden inşasında yapılan düzenlemeler yanında ulusal bazı düzenlemeler de yapılmıştır. Yapı Denetimi Kanunu, Zorunlu Deprem Sigortası ve Doğal Afet Sigortaları Kurumunun kurulması; Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü ve Ulusal Deprem Konseyinin kurulması, makro ölçekte risk azaltımı kapsamına giren kurumsal, örgütsel düzenlemeleri ifade etmektedir. Aynı zamanda bu kurumsal-örgütsel düzenlemelere paralel yasal düzenlemelerle mevzuatın güncellenmesi 220 yönünde de önemli adımlar atılmıştır. Deprem sonrasında özellikle İstanbul’da beklenen depreme karşı da azaltım önlemleri geliştirilmiş ve bunlar İstanbul Deprem Master Planı başta olmak üzere, Zeytinburnu Kentsel Yenileme Pilot Projesi gibi çeşitli çalışmalarla hayata geçirilmeye başlanmıştır. İstanbul dışında İzmir ve Bursa’da da risk azaltımına dayanan RADIUS Projesi sürdürülmektedir. Günümüzde (İstanbul, İzmir gibi) büyük ve riskli kentleri tamamen başka bir yere taşımak, fiziki koşullar, ekonomik olmama vb nedeniyle imkânsız olduğundan, ülkemiz için en etkili risk azaltımının afetler karşısında doğru arazi kullanım planları ile olacağını söylemek mümkündür. Bu anlamda riskli kentlerde güvenli, yeni yerleşim alanları belirlenerek kentsel gelişmenin bu bölgelere doğru kaydırılması, bu bölgelerde önemli kamu tesislerini, hizmet binalarını yaparak çekim etkisi yaratılması önemlidir. Diğer yandan riskli kentlerin bir bütün olarak ele alınıp yenilenmesi, kent planlamada afet risklerini dikkate alan planların yapılması konusunda yerel yönetimlerin teşvik edilmesi, gereken teknik ve mali imkânların tanınması, mevcut afet yönetiminin afet sonrasından ziyade afet öncesinde risk azaltımını dikkate alan bir anlayışla yeniden tasarlanması; afet yönetimi sürecinde yer alan kurumların işler hâle getirilmesi; risk azaltımının sosyal boyutu ile ilgili olarak birey ve toplum bazında afet ve güvenlik kültürünün oluşturulması için eğitim faaliyetlerinin yaygın ve sürekli hâle getirilmesi; ülke, bölge ve yerel ölçekte kalkınma planlarında afet gerçeği göz önüne alınarak düzenlenmesi gerekmektedir. Summary: The subject of this article is risk management in disasters management. In this context, as first, the study has been focus on concepts of risk, risk management, risk minimization. In this article major elements which causes natural disaster risks in our country, potential of natural disasters, urbanization, disaster management and urban management will be examined. Secondly, disasters occurred in our country, risk management activities which started after earthquakes (particularly 1999-Marmara Earthquake) has been analyzed. Lastly, this study try to offer a proposal for effective risk minimization strategies about our country. One of the main object of Turkish Military Force is provide the security of the citizen. Because of this reason, military forces must be occur both relief and security process in emergency and risk minimization. Keywords: natural disasters, risk minimization, earthquake. Kaynaklar AMBRASEYS N.N, C. F. FINKEL; “İstanbul’u Sarsan Depremler”, Çev. Kıvanç SABIRLI, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul-Özel Sayı-İstanbul ve Deprem, 1998. ATAMAN, Erol, A.TABBAN; “Türkiye’de Yerleşme Alanlarının Doğal Afetlerle İlişkileri”, Mimarlık, 1977. AYDIN, Tekin; “Anadolu’nun Organizasyonunda Depremin Yeri” İTÜ Mimarlık Fakültesi Deprem Paneli: Türkiye’nin Deprem Durumu ve Etki Alanları, 2-3 Mart, İstanbul 1967. BAYKAL, Füsun; “Salihli Kentsel Alanının Genişlemesinde ve Belirli Yönlere Kaymasında Rol Oynayan Faktörler”, Coğrafya Araştırmaları Dergisi, I-II, 1990. 221 BALAMİR, Murat; “Mimari Tasarımda Deprem Bilincinin Geliştirilmesi”, Mimarlık, 1999 . BALAMİR, Murat; “Kaderci Toplumun Yeniden Üretimi; Türkiye’de Afetler ve İmar Mevzuatının İrdelenmesi”, E. M. KOMUT (Ed.), Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler, Armoni Matbaası, Ankara 2000. “Painful Steps of Progress from Crisis Planning to Contingency Planning: Changes for Disaster Preparedness In Turkey”; Journal Of Contingencies And Crisis Management, 2002a. “Kentsel Risk Yönetimi; Depremlere Karşı Güvenli Kent Tasarımı İçin Yöntem ve Araçlar”, E. M. KOMUT (Ed.), Doğal Afetler, Güvenlik İçin Tasarlama, Armoni Matbaası Ankara, 2002b. BAĞCI G. vd.; ”Türkiye’de Hasar Yapan Depremler”, Deprem Araştırma Bülteni, 1991. BEKTAŞ, Cengiz; “Denizli Depremi, Öncesi, Deprem Sonrası”, Mimarlık, 1977. BRUMBAUGH, Davis S.; Earthquakes, Science And Society. Prentice Hall, New Jersey, 1999. COBURN, Andrew, R. SPENCE; “Evaluating Alternative Earthquake Protection Strategies”, Afete Karşı Hazırlık ve Yönetim Konferansı, 6-10 Kasım 1984, Ankara, (T.C. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlü yayın no. 78), Ankara (yayınevi yok), 1984. Earthquake Protection. England; John Wiley and Son Ltd. 2002. CHRİSTOPHOLOS, Ian, J. MITCHELL, A. LILJELUND; “Re-framing Risk: The Changing Context Of Disaster Mitigation And Preparedness”, Disasters, 2001. ÇAKMAK, Necip; “Afet Yönetimiyle İlgili Bilgi Notu”, Yerel Yönetim ve Denetim, 2001. DAVİES, Hilary, M. WALTERS; “Do All Crises Have to Become Disasters? Risk and Risk Mitigation”, Property Management, 1998. DEMİREL Fazlı; “Sivil Savunma Bakımından Şehir Planlarında ve Yapılarda Uygulanacak Tedbirler ve Yapılacak Acil Kurtarma ve Yardım İşleri”, Türk İdare Dergisi, 1985. DİNLER, Zeynel; Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi Bursa, 6. Basım 2001. EKE, Feral; “75 Yıllık Cumhuriyetimizde İmar”, Mimarlık, Sayı 284, 1998. ERDİK, Mustafa; “İstanbul’da Olası Depreme Hazırlık: Deprem Senaryoları”, Bilim ve Teknik, Sayı 32, 1999. 222 ERDİK Mustafa, J. S. AVCI; “İstanbul İçin Deprem Tehlikesi ve Hasar Senaryosu”, İstanbul-Özel Sayı-İstanbul ve Deprem, Tarih Vakfı Yayınları 1999. ERTEN, Erkin, M. YEĞİN vb.; “Planlama Sürecinde Yönetmeliklerin Afetler Açısından Etkin Hâle Getirilmesi”, Kocaeli Deprem Sempozyumu 2003. EROL, Cemalettin; “Deprem ve Kent Planlama”, Tabiat ve İnsan, Sayı 3, 1999. ERGÜNAY, Oktay; “A Perspective Of Disaster Management In Turkey: Issues And Prospects”, H. GÖKÇEKUŞ (Ed.), Proceedings Of International Conference On Earthquake Hazards And Risk In The Mediterranean Region, Zincir Ajans Ankara, 1999a. “Afet Yönetimi Nedir? Nasıl Olmalıdır?”; Türk Psikoloji Bülteni-Deprem Özel Sayısı, 1999b. (http:www.pkikolog.org.tr/bulten/14/14.Afet_htm) “Türkiye’nin Afet Yönetim Sistemine Genel Bir Bakış: Sorunlar ve Çözümler”, Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler; E. M. KOMUT (Ed.), Armoni Matbaası Ankara, 2000. ESEN, Asım; “Doğal Afetlerde Yerel Yönetimler: Erzincan Örneği”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyumu Bildirileri-1, TODAİE Yayını Ankara, 1995. GÖK, Yaşar; “Erzurum-Kars Depreminden (1983) Sonra Yeri Değiştirilen Yerleşmeler”, Doğu Coğrafya Dergisi, Yıl 7, 2001. GÖRMEZ, Kemal; Kent ve Siyaset, Gazi Kitabevi Ankara, 1997. Bir Metropol Kent: Ankara; Odak Yayınevi Ankara, 2004. GERAY, Cevat; ”Türkiye’de Yıkım (Afet) Olayları Karşısında Önlemler ve Örgütlenmeler”, Amme İdaresi Dergisi, 1977a . ”Yıkım (Afet) Olaylarında Kurtarma, İlk Yardım, Konutlandırma ve Yerleştirme Önlemleri”; Amme İdaresi Dergisi, 1977b. “Konut Gereksinmesi ve Karşılanması”; Amme İdaresi Dergisi, 1981 . “Afetler Ülkesi Türkiye’de Doğal Yıkımlar Bir Yazgı Olmaktan Çıkarılamaz Mı?”; Kent Kooperatifçiliği, 1998b. GODSCHALK, David vd.; “Avoding Coastal Hazard Areas: Best State Mitigation Practices”, Environmental Geosciences, 2000. GÜLKAN P, O. ERGÜNAY; “The 1992 Erzincan Earthqukae: a Case Study”, R. PARKER, A. KREİMER, M. Munasinghe (Ed.), Informal Settlements, Environmental Degration And Disaster Vulnerability: The Turkey Case Study. The International Bank For Reconstruction And Development-The Word Bank, Washington USA, 1995. 223 “Deprem Zararlarının Azaltılmasında Arazi Kullanımı”; E. M. KOMUT (Der.), Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler, Ankara Mimarlar Odası Yayını, Armoni Matbaası Ankara, 2000. İSBİR, Eyüp G.; Şehirleşme ve Meseleleri (2. Baskı), Ankara, Gazi Büro Yayınları, 1991. KARANCI Nuray, B. AKŞİT, H.SUCUOĞLU vb.; “Dinar’da Afet Yönetiminin Psiko-Sosyal Boyutları”, TÜBİTAK DEPREM SEMPOZYUMUErzincan ve Dinar Depremleri Işığında Türkiye’nin Deprem Sorunlarına Çözüm Arayışı, Ankara, 15-16 Şubat 1996. KELEŞ, Ruşen; Kentleşme Politikası, 7. Baskı, İmge Kitabevi Ankara, 2002. KESİCİ, Elif; Deprem Etkilerinin Azaltılmasında Planlamanın Rolü: Örnek Kent Kocaeli, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara 2002. KIRAL, Ömer; “1939 ve 1992 Erzincan Depremleri Şehircilik Düzenimizde Hasar Yarattı mı?”, Planlama, 2001. KIRAY, Mübeccel; “Modern Şehirlerin Gelişmesi ve Türkiye’ye Has Bazı Eğilimler”, Toplumbilim Yazıları, Gazi Üniversitesi İİBF Yayın no: 7, Ankara 1982a. KIRAY, Mübeccel; “Gecekondular”, Üniversitesi İİBF Yayın no: 7, Ankara 1982b. Toplumbilim Yazıları, Gazi KİPER, Perihan; “Doğal Afet-Planlama İlişkisi,” Planlama, 1/3: 4-15 TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını, 2001. PATON, Douglas, D. JOHNSTON; “Disasters And Communities: Vulnerability, Resilience And Preparedness”, Disaster Prevention And Management, 2001. SEY, Yıldız ve M. TAPAN; “Dünya Kenti İstanbul ve Deprem”, İstanbul-İstanbul ve Deprem Özel Sayısı, 1999. TAPAN, Mete; ”İstanbul 2000 İçin Yapı Teknolojisi”, İstanbul 2000Depremle Yaşamak- 21. yy İçin Öngörüler. TMMOB, İstanbul Büyük Kent Şubesi, Özdil Basımevi, İstanbul, 2000. T.C. BAYINDIRLIK VE İSKAN BAKANLIĞI AFET İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ; Düzce Kenti 1 No’lu Kesim (3444 hektar-MİA yakın Çevresi) 12 Kasım Depremi Sonrası Yeniden İnşa Kapsamında Jeolojik-Jeoteknik İnceleme Raporu, 2000. T.C. DÜZCE BELEDİYESİ; Düzce Revizyon ve İlave İmar Planı Raporu, 2001. T.C. SAYIŞTAY BAŞKANLIĞI; İstanbul Depreme Nasıl Hazırlanıyor? 832 Sayılı Sayıştay Kanununa 26.06.1996 tarih ve 4149 Sayılı Kanunla Eklenen EK 10. Maddesine Göre Hazırlanan Rapor, 2002. 224 T.C. SARAYBAHÇE BELEDİYESİ ZEMİN ARAŞTIRMA MÜDÜRLÜĞÜ; Deprem Öncesi ve Sonrası Saraybahçe, Saraybahçe Belediyesi Zemin Araştırma Müdürlüğü Çalışma Raporu, 2004. TEKELİ, İlhan; “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kentsel Yeniden İnşa”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları İstanbul, 1985. TEKELİ, İlhan; Kent Planlaması Konuşmaları, TMMOB Yayını Ankara, 1991. TEKELİ, İlhan; “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, Kent Kooperatifçiliği, 1998. TEKELİ, İlhan; Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi Ankara, 2001. TERCAN, Binali; Post Earthquake Relocation Process In Turkey. Yayınlammamış Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara 2001. TİMUR, Turgut; “Jeolojik Olaylar ve Tabii Afetler Bölgelerinde Bulunan Köy, Kasaba ve Şehirlerin Yeniden İmarı”, İdare Dergisi, 1960. ÖZERDEM, Alparslan; “Tiles, Taps and Earthquake-Proofing: Lessons for Disaster Management in Turkey”, Environment and Urbanization, 1999. MC ENTIRE, David; “Triggering Agents, Vulnerabilities and Disaster Reduction: Towards a Holistic Paradigm”, Disaster Prevention and Management, 2001. SOYLU, Nüvit; “Toprak-Deprem İlişkisi”, Tarım ve Mühendislik, TMMOB, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, 1999. ŞENGEZER, Betül; “Deprem Bölgelerinde Arazi Kullanım İlkeleri” Yapı, 1999a. ŞENGEZER, Betül; “1992 Erzincan Depreminde Toplu Konut Alanlarında ve Merkezde Hasarın Yoğunlaşmasının Nedenleri”; E. M. KOMUT (Der.), Kentsel Yerleşmeler ve Doğal Afetler, Mimarlar Odası Yayını Ankara, 2000. ŞENGEZER, Betül; “İstanbul Metropolünde Deprem Tehlikesi ve Bir Deprem Senaryosu”, Planlama, 1993. ŞENGEZER Betül, M ÖZKARAMAN; “Deprem Etkilerinin Azaltılmasında Kent; Planlaması-Yapı Uygulanması Süreci”, Erzincan ve Dinar Depremleri Işığında Türkiye’nin Deprem Sorunlarına Çözüm Arayışları, TÜBİTAK Deprem Sempozyumu, 15-16 Şubat 1996, Ankara, 1996. ŞENGEZER Betül, E. KOÇ, A. Kılıç; “17 Ağustos 1999 Sonrası Sakarya Bölgesi Üzerine”, Mimarlık, 2000. 225 WISNER, Ben, P. BLAİKE, T.CANNON, I. DAVİS; At Risk-Natural Hazards, People’s Vulnerability and Disasters, Second Edition, Routledge Taylor And Francois Group Press, 2003. London-New York: PARKER, Ronald Steven; “Disaster Vulnerability: Lessons From Four Turkish Urban Areas”, R.PARKER, A. KREIMER vb. (Ed.), Informal Settlements, Environmental Degradation and Disaster Vulnerability-The Turkey Case Study”. The International Bank For Reconstruction And Development/The World Bank, Washington USA, 1995. PEHLİVANLI, Selçuk, O. ATAMAN; “Türkiye’de Afet Konutlarına İlişkin Sorunlar”, Mimarlık, 1977. ÖZGÜR Hüseyin ve Sedat Azaklı; “Osmanlı’da Yangınlar ve İtfaiye Hizmetleri”, Gazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 2001. ÖZMEN Bülent, M. NURLU, H. GÜLER; Coğrafi Bilgi Sistemi İle Deprem Bölgelerinin İncelenmesi. T.C Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Özyurt Matbaası Ankara, 1997. ULUSLARARASI KIZILHAÇ VE KIZILAY DERNEKLERİ FEDERASYONU; Riskin Azaltılması-Afetlere Hazırlık ve Müdahale Eğitimi Programı, Yorum Matbaacılık, Ankara, 2001. YAVAŞ, Hikmet; “Doğal Afet Yönetimi ve Yerel Gündem 21 Çalışmaları Kapsamında İzmir’de Deprem Riski”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2001. YAVUZ, F, R. KELEŞ, C. GERAY; Şehircilik-Sorunlar-Uygulama ve Politika, Sevinç Matbaası Ankara, 1973. YILMAZ, Abdullah; Türkiye’de Afet Zararlarının Azaltılması Çalışmalarının Tarihsel Gelişimi Üzerine Notlar”, Türk İdare Dergisi, Yıl 74, 2002. 226 STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ YAYIM İLKELERİ 1. Makale Hazırlanmasında Dikkat Edilecek Hususlar a. Yazıların A - 4 kâğıdının bir yüzüne gelecek şekilde 5 - 20 sayfa olarak bilgisayarda Arial 10 puntoyla yazılması, paragraf başlarında tab tuşu, paragraf aralarında enter tuşu kullanılmaması, disketi ile birlikte gönderilmesi, b. Bilimsel esaslara uygun olarak (dipnot ve kaynakça gösterilmesi) makalelerin kaleme alınması, verilen dipnotların Arial 8 punto ve iki yana yasla olarak yazılması, c. Makalenin başlangıç kısmına (50 kelimeyi geçmeyecek şekilde) Türkçe ve İngilizce özeti ile beş adet anahtar kelimenin yazılması, ç. Makalenin konusu ile ilgili belge ve fotoğrafların orijinallerinin veya baskıya uygun nitelikte olanlarının seçilmesi, d. Makalenin ilk veya son sayfasında makaleyi yazanın adı ve soyadı, sınıf ve rütbesi, telefon numarası, elektronik posta (e - mail), kurumu ve açık adreslerinin yazılması, e. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasa ile kurulmuş rejimine, kurumlarına, yasalarına ve tüzüklerine tamamen saygılı bir tutum ve uyum içinde kaleme alınmış olması, f. Kaynakçanın alfabetik sıraya göre yazılması, g. Makalelerin bizzat yazarı tarafından “Genelkurmay Askerî Tarih, Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı 06100 Bakanlıklar - ANKARA” adresine gönderilmesi gerekmektedir. ğ. Yukarıda belirtilen kurallara değerlendirmeye alınmayacaktır. uygun olmayan yazılar 2. Diğer Esaslar a. Gönderilen yazılara Genelkurmay Askerî Tarih, Stratejik Etüt Başkanlığı Süreli Yayınlar Yönergesi (GKY 66 - 4)’nde belirtilen esaslara göre telif ücreti ödenir. b. Yazarı tarafından telif ücretinin ödenmesi istenmediği takdirde bu husus dilekçe ile belirtilmelidir. c. Makalesi yayımlanan yazara 3 adet dergi gönderilir. ç. Gönderilen yazılar, Hakemler, Yayın ve Danışma Kurulları tarafından incelenip yayımlanmaya değer görüldüğü takdirde yayımlanır. Yayımlanmayan yazılar iade edilmez. d. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan düzeltmeler Gnkur. ATASE Bşk.lığı SAREM tarafından yapılabilir. e. İrtibat telefon numaraları aşağıda belirtilmiştir: 0312 4022346 - 0312 4022348 f. Elmek : sarem@tsk.mil.tr