çoğulculuğun meydan okuması
Transkript
çoğulculuğun meydan okuması
ÇOĞULCULUĞUN MEYDAN OKUMASI Beş Demokraside Kilise ve Devlet Stephen V.Monsma J.Christopher Soper Çeviren Bilal SAMBUR İçindekiler Önsöz 1. Giriş 2. Birleşik Devletler: Katı Ayırımcılık 3. Hollanda: İlkeli Plüralizm 4. Avustralya: Pragmatik Plüralizm 5. İngiltere: Yarı Resmi Kurumsallık 6. Almanya: Ortaklık ve Otonomi 7. Plüralist Demokrasilerde Kilise ve Devlet ÖNSÖZ Devlet ve kilise kurumları arasında uygun bir ilişkinin ne olması gerektiği konusunda Amerika toplumu derin bir bölünmüşlüğü tecrübe etmektedir.Her yıl Yüksek Mahkemenin önüne kilise-devlet ilişkileri konusunda onlarca dava dosyası gelmektedir.Bu davalar Amerika toplumunda kilise-devlet ilişkileri konusunda varolan keskin bölünmenin bir aynası gibidir.Amerika Birleşik Devletler’inde kilise –devlet ilişkilerini tartışırken aklımıza diğer Batı demokrasilerinin kilise ve devlet arasındaki gerilimleri nasıl çözdüğüne dair karşılaştırmalı bir analiz yapmak geldi. Bu karşılaştırmalı analizin Amerika politikasında artık kalıcı hale gelmiş bu konunun anlaşılmasına yeni bir katkı getireceğini umut etmekteyiz. Bu kitap Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda, Avustralya, İngiltere ve Almanya’de uygulanan kilise-devlet politikalarını karşılaştırmalı olarak ele almaktadır.Biz bu kitabın Amerika Birleşik Devletler’inde yapılan bu politik tartışmayı çözeceğini düşünmüyoruz. Beklentimiz bu kitabın tartışmaya farklı bir perspektif getirmesidir. Beş ülke üzerine yaptığımız çalışmanın ilerleyen bölümlerinde bu ülkelerdeki modern kilise-devlet ilişkilerine dair uygulamaların her ülkenin özgün tarihiyle ve dinin kamu hayatındaki yerine dair kültürel öngörüleriyle büyük ölçüde ilgili olduğunu görmek bizi çok şaşırttı.Bu kitap çalışmaya konu olan beş ülkeden herhangi birinde varolan kilise-devlet uygulamasının bir savunması değildir fakat her ülkenin hikayesini anlatırken ülkelerin özgün tarihleri konusunda hassas olmaya çalıştık. Aynı zamanda yapmış olduğumuz bu çalışmada beş ülkenin kilise-devlet tecrübeleri arasında görmüş olduğumuz benzerlikler bazı genel sonuçlara ulaşabileceğimize bizi ikna etmiştir. Bu ülkelerin tecrübelerinden çıkarılacak dersler özellikle şimdi çok önemlidir.Modern dünyada dini plüralizmin gelişen yeni biçimleri dini gruplar arasında gerilimlere neden olmaktadır ve çalışmamıza konu olan ülkelerin kilisedevlet modellerine meydan okumaktadır.Ayrıca refah devletinin büyümesi idareyi toplumun din dahil bütün özelliklerine katılmaya yönlendirmiştir ve bu durum dini ve politik kurumlar arasında geçmişte varolan ilişkileri zayıflatıp tehdit etmektedir. Yaşanılan bu çatışmalara verilecek cevabın şu olması gerektiği konusunda biz ikna olmuş durumdayız: Kilise-devlet ilişkileri konusunda devletin takip edeceği politika bütün dini gruplar arasında, dini gruplar ve seküler perspektifler arasında tarafsız olmaya dayanmalıdır ve bu tarafsızlık politikası her ulusun doğal bir karakteristiği olan dini plüralizmi desteklemelidir. Biz devletin bazı dini grupları ve pratikleri destekleyip diğerlerini desteklememe ya da dine yardım etmeyip görüşlere karşı politikasıyla seküler devletin perspektifleri gerçek anlamda desteklemesi tarafsızlığını şeklindeki dini kilise-devlet gerçekleştiremeyeceğine inanmaktayız. Bu iki politika biçimi devletin tarafsızlığı kriterini ihlal etmektedir. Her ülkenin takip edeceği kilise-devlet politikasının özünü devletin tarafsızlığı ölçüsü oluşturmalıdır. Çalışmamıza konu olan beş ülkenin uygulamalarının bu ölçüye ters düştüğü durumlarda biz onların uygulamalarına karşı eleştirel bir tavır takındık. Bu ülkelerin herbirinin tarafsızlığı gerçekleştiren ve bizim kendi tecrübelerinden dersler çıkardığız modeller olmasını umut ediyoruz. Bu kitap için yaptığımız araştırma boyunca birçok kişiden yardım ve dayanışma gördük. Çalışmamıza konu olan ülkelerde görüşme yaptığımız onlarca kişiye teşekkür etmek istiyoruz. Onlar zamanlarını ve bilgilerini bizimle cömertçe paylaştılar, ülkelerindeki kilise-devlet uygulamaları konusunda değerli fikirler sundular ve onlar bize göstermiş oldukları misafirperverlikle bizim daimi destek kaynağımız oldular. Metnin değişik kısımlarını okuyup değerli önerileriyle çalışmaya katkıda bulunan şu kişilere teşekkür etmek istiyoruz: J.B.Balkenende, Sophie van Bijsterveld, Gary Bouma, Stanley Carlson-Thies, Lothar Coenen, Michael Hogan, Cees Klop, Frans Koopmans, George Moyser, Jorgen Rasmussen, Gerhard Robbers ve Jerry Waltman. Almanya’da birçok kişi ile görüşmemizi sağlayan Lothar Coenen’e yardımları için teşekkür etmek istiyoruz. Kitaptaki hataların bütün sorumluluğu bize aittir. Editörümüz Stephen Wrinn metnin baştan sona dışarıdan biri tarafından okunmasını sağlayarak onun faydalı önerilerini bize ulaştırdı. Çalışmaya konu olan ülkelere yaptığımız gezilerin masraflarını kaşılayan Amerika Politika Bilimi Derneğine ve Pepperdine Üniversitesine teşekkür borçluyuz. Son olarak çalışmamız boyunca bize gösterdikleri sevgi, destek, ilgi ve sabır için ailelerimize teşekkür borçluyuz: eşlerimiz Jane ve Mary, çocuklarımız Katharine ve David ile Martin ve Kristin. Onlar bu kitabın kendilerine ithaf edilmesini fazlasıyla hakettiler. BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ Din ve devletin –kilise ve devlet- insani kurumlar arasında çok güçlü ve köklü bir yeri vardır. Din ve devletin uygun bir şekilde birbiriyle nasıl ilişkilendirileceği sorusu eski dönemlerden günümüze kadar tartışılmaktadır.Plato Yasalar (Laws) isimli kitabında bu soruyu tartışırken ortaçağda kral Henry IV ve Papa Gregory VII arasındaki çatışmanın temelini bu soru oluşturmaktaydı. Günümüzde kamusal politikaların yapımında dini grupların üstleneceği uygun rolün ne olması gerektiği konusunda bu soru çerçevesinde tartışmalar yapılmaktadır. Dünyamız din ve devlet ilişkisi konusunda bir tartışma yetersizliğine şahit olmamıştır.1 Din insan varlığının çok derin ve dominant bir özelliğidir.İnsan toplumlarında dinin önemli roller oynamadığı örnekleri bulmak çok zordur ya da bu tür örnekler çok nadirdir.Din gibi devlette insan toplumlarının hakim bir özelliğini oluşturmaktadır. Hükümet ya da politik çerçevelerden yoksun bir insan toplumu bulmak çok zordur.İnsan toplumlarında kilise ve devletin kalıcı varlığı ve gücü insan toplumlarını sürekli şu soruyla yüzyüze bırakmıştır: İnsan hayatının din ve devlet boyutunu birbiriyle nasıl ilişkilendirmeliyiz? Bu kitap beş batılı liberal demokrasinin –Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda, Avustralya, İngiltere, Almanya- bu soruyla ilgili tavırlarını keşfetmeyi amaçlamaktadır.Bu beş ülke başarılı ve istikrarlı demokrasiler olmalarına rağmen bunların kilise-devlet ilişkisi sorusuna göstermiş oldukları yaklaşımlar birbirinden farklıdır.Özellikle Amerika Birleşik Devletler’inde kilise-devlet konuları ateşli tartışmalara neden olmaktadır.Birleşik Devletler’de kilise-devlet konularının tek bir 1 Kitabımızda kullandığımız ‘kilise (church)’ kelimesi dinin değişik tezahürlerini ifade etmektedir. boyutuyla ilgilenen çıkar grupları vardır.Kongre her sene kilise-devlet ilişkileriyle devlet okullarında ibadet tartışması başkanlık kampanyalarının düzenli konusudurilgili temel anayasal ilkeleri değiştirme mücadelesine sahne olmaktadır. Yüksek Mahkeme her sene kilise-devlet davaları konusunda kararlar vermektedir.Verilen kararlar konusunda derin görüş ayrılıkları vardır. Araştırmamıza konu olan diğer demokrasilerde ise kilise-devlet ilişkisine dair yeni konular ortaya çıkmaktadır. Kilise-devlet ilişkisi konusunda bu ülkelerde ortaya çıkan yeni sorunlar batılı ve Hırıstıyan olmayan ciddi sayıdaki bir kitlenin bu ülkelere göçünün sonucunda ortaya çıkmıştır.Bu ülkelere batılı ve Hırıstıyan olmayanların göçü çoğulculuk yaratmıştır. koymasından sonra büyük bir dini Avrupa Birliği’nin yeni insan hakları standartları ortaya bu dört demokrasiden üçü yeni kilise-devlet sorunlarıyla karşılaşmaktadır.Bu kitap beş Batı demokrasisinde kilise-devlet ilişkisiyle ilgili yaklaşımları mukayese etmektedir.Amacımız kilise-devlet ilişkileri konusunda bütün demokrasilere ve özellikle Birleşik Devletler’e bireylerin din özgürlüğünü ve dinin toplumda oynayacağı rolü destekleyen bir klavuz sunmaktır. Bu ülkelerde kilise-din ilişkilerini araştırmanın yeni bir önemi vardır çünkü devletin yaptığı birçok aktivite ve programın özel organizasyonlara devrinden bahsedilmektedir. Bu özel organizasyonların çoğu dini hayır kurumlarıdır. Batılı hükümetler özel dini organizasyonların üstlenebileceklerini düşündükçe toplumda daha geniş roller kilise-devlet ilişkisi ile ilgili sorularda büyümektedir. Devletin yapmış olduğu bazı aktivite ve programlar dini nitelikli özel kurumlara devredildiği takdirde -devlet finansmanıylaniteliklerini kaybedebilirlermi? Özel organizasyonların oryantasyonlarını kaybetmeleri gerekiyormu? destekli programlardan bu özel kurumlar dini nitelik dini ve Özel dini organizasyonların devlet dışlanmaları-Amerika’da ilköğretim okullarıyla ilgili uygulamada olduğu gibi- bir diskriminasyon biçimi değilmidir?Bu sorular yeni değildir.Yeni olan şudur: Hükümetler sağlık, eğitim ve diğer hizmetleri özel kurumlara devretmeyi esas alan kamusal politikalar oluşturma eğilimi içine girdikçe bu sorular üzerinde geçmişte olduğundan daha çok durulmasıdır. Giriş bölümünde araştırmamızın konteksini demokratik politikalarda kilisedevlet ilişkileriyle ilgili sürekli olarak ortaya çıkan üç temel soruyu ele alarak ortaya koyacağız.İlerleyen bölümlerde beş ülkenin bu soruları nasıl cevapladığını inceleyeceğiz.Gelecek bölümde temel din özgürlüğünü amaç olarak belirleyeceğiz. Bu amaç ışığında beş ülkenin kilise-devlet ilişkileri konusundaki yaklaşımlarının zayıf ve güçlü taraflarını değerlendireceğiz.Üçüncü bölüm kilise-devlet ilişkileri konusundaki üç modeli tasvir edecektir.Son bölüm bu beş ülkenin niçin bu çalışma için seçildiğini açıklayacaktır. Üç Soru İstikrarlı ve başarılı demokrasilerde bile kilise-devlet ilişkisiyle ilgili sorular çok tartışmalıdır. Tarihin değişik dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de demokratik toplumların yüzleşmek zorunda olduğu üç temel soru vardır. Birinci soru şudur: Toplumsal refah ya da normlara zıt olan din motifli davranışlara demokratik bir idare nereye kadar izin verebilir? Bir grubun dini özgürlüğünü kullanması sonucunda toplumsal hayatın işlevselliği kesintiye uğruyorsa ya da diğer insanların sağlık ve güvenliği tehlikeye giriyorsa toplumun geniş kesimlerinin refahı için dini özgürlük iddialarından vazgeçilmesi gerektiği konusunda genel bir fikir birliği vardır.Birçok Batı demokrasisi bu temelden hareketle dini özgürlükler konusunda tavır geliştirmektedir. Örneğin Batılı demokrasiler dini gömme pratiklerinin normal sağlık standartlarına uygun yapılmasını büyüklükte gerçekleştirilmesini ve dini törenlerin uygun zaman şart koşmaktadırlar.Fakat bu tavır birçok soruyu beraberinde getirmektedir. Dini motifli davranışların kullandığı ve sınırlaması için hükümetin kamusal sağlığa ve güvenliğe tehdit oluşturma gerekçesi ne kadar ciddidir?Hükümete dini motifli pratikleri yasaklama ya da sınırlama hakkı veren toplumun normal işlevinin kesintiye uğraması durumu ne kadar önemlidir? Sorunun toplumsal normları ihlal eden dini gruplarla ilgili bir boyutu da vardır.Modern demokrasiler –dini plüralizmi ne kadar benimserse benimsesinlerdini inancın gereği olarak insanın kurban edilmesine izin veremezler.Dini özgürlük adına insanın kurban edilmesine izin verilmesi toplumu birarada tutan insan hayatına saygı gibi bir değerin ihlal edilmesine neden olacaktır. Din özgürlüğünü benimsemiş demokratik toplumlar insan için vazgeçilmez olan kesin norm ve değerlerden vazgeçemezler ve dinin onların ihlal edilmesinin temeli olarak kullanılmasına izin veremezler. Bu durumlarda din geniş toplum kesiminin değerlerine uymak zorundadır.Dini gruplar bu değerleri ihlal ettikleri takdirde onlara karşı yasal güç ve yaptırım kullanılacaktır.Politik düzen bazen belirli dini pratikleri yasadışı yapabilir ya da onları cezalandırabilir. Din adına yapılan pratiklerden hangisine izin verilip verilmeyeceği konusu önemli soruları beraberinde getirmektedir. İnsanın kurban edilmesi konusundaki yasaklama kabul edilebilir fakat poligami gibi bir konuda nasıl tavır takınacağız- ondokuzuncu yüzyıl Amerika’sında bu konu çok hararetli bir şekilde tartışılmıştı-? Kadının sünnet edilmesine günümüzde ne diyeceğiz?Kadının sünnet edilmesi bazı Afrika kültürlerinde dini ritüel olarak uygulanmaktadır. Batıda yaşayan Afrikalıların bu ritüeli yapmalarına izin mi verilmelidir?Batı toplumlarındaki Müslüman okullar Batının reddettiği değer ve tavırları öğrettikleri zaman – toplumda kadının rolüyle ilgili konular gibi- ne yapacağız? Bunlar önemsiz sorular değildir. Dini özgürlük temel bir özgürlüktür.Birçok Amerikalı dini özgürlüğe ‘birincil özgürlük’ olarak atıfta bulunmakta ve onun için dini özgürlük Haklar Düzenlemesindeki yerinden çok daha fazla şeyi ifade etmektedir. Din savaşlarının korkunçluğu ve heretiklerin ateşte yakılması din özgürlüğünün öneminin canlı tanıkları olarak hatırlanmaktadır. Din özgürlüğüne hiç kimse lütuf olarak bakamaz ve onu kenarından bile olsa çiğneyemez. Din özgürlüğü kadar toplumsal birlik ve refah da önemlidir.Bir toplumu toplum yapan temel aynı bölgedeki insanların karışımından fazla bir şeydir.Bir toplumu toplum yapan şeyler toplumsal refahın gelişmesi için kişilerin göstermiş olduğu ortak çabalardır; insanların kendilerini toplum olarak ifade etmesini sağlayan ortak değerler, mitler ve hatıralardır. İnsanlar kendilerini toplumun bir üyesi olarak gördükleri zaman ortak işler yapılabilir, daha geniş yararların elde edilmesi için fedakarlıklarda bulunulabilir ve insanlık kültürünün diğer temel ihtiyaçları gerçekleştirilebilir.Toplumun ortak değer ve inançları sarsıldığı zaman ya da bazı kişilerin pratikleri diğer insanların hayatını kesintiye uğrattığı zaman bütünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı toplum karşıyadır: Böyle bir durumda dayanışmanın olması mümkün değildir ya da barbarizm ve iç savaş artık durumları kaçınılmaz hale gelmektedir.Saygı ve medenilik bağları sarsıldığı zaman ortaya ne kötülüklerin çıkacağının en çarpıcı sembolü Saraybosna’dır. Söz konusu olan toplumsal bütünlükten daha fazla bir şeydir.Birçok teorisyen özgür demokratik idarelerin kesin içsel değerlere ve zihin alışkanlıklarına sahip bir nüfusa dayanması gerektiğini öne sürmektedirler.Clinton Rossiter şunu yazmaktadır: “Özgürlük için mükemmel bir idare planından daha fazla şeye ihtiyaç vardır. Barışçıl itaati güçlendiren ve toplumu ayakları üstünde tutan bir şeye ihtiyaç vardır.Demokratik idare kesin bir ahlaki temel olarak şu unsura dayanmak zorundadır: Erdemli insanlar.”2 Erdemli insanların varlığı bir demokrasinin başarıyla işlemesinin şartı olarak kabul edildiği takdirde bütün hareketlerin –dini olanlar dahil- erdem ve etik hissini toplumda inşa etmeyi ve kişilere diğerlerinin haklarına saygıyı öğretmeyi kendilerine amaç edinmeleri gerekmektedir. Sağlıklı bir demokrasi için bu şarttır. Erdem, etik ve başkalarının haklarına saygı değerlerini zayıflatan her hareket demokrasi için bir tehdit oluşturmaktadır. Demokrasinin kendisini koruması kamusal erdem ve etiği kesintiye uğratan dini hareketlere dini özgürlük ve koruma verilmemesi anlamına mı gelmektedir? Kısacacı din özgürlüğünün, ortak değer ve inançların, kamu güvenliği ve sağlığının büyük bir önemi vardır.İdarenin toplumsal refaha ve normlara aykırı olan davranışlara ne kadar izin verebileceği -bu dini inançlar temelinde olsa bile- sorusunun çözümlenmesi gerçeğiyle bizi yüzyüze meşru kılınmış ne kadar önemli şeyleri kaybedebileceğimiz getirmektedir; bu durum çözümü hiç de kolaylaştırmamaktadır. Bu bizi demokratik idarelerin günümüzde din ve toplum ilişkisi konusunda yüzleşmek zorunda kaldığı ikinci temel soruya yöneltmektedir: Devlet birarada tutan sağlanmış ortak değer ve inançları desteklemek için toplumu üzerinde konsensüs dini inanç ve gelenekleri teşvik edip yaygınlaştırmalımıdır? Bu soru birinci sorunun pozitif versiyonudur. Belirli ortak değerler toplumsal bütünlük ve demokratik idare için önemli olduğu takdirde hükümet bu değerlere karşı olan ya da bu değerleri kesintiye uğratan dini pratik ve hareketlere karşı olmalımıdır?Hükümetler ortak değerlerle uyum içerisinde olan üzerinde konsensüse varılmış dini değer ve sembolleri pozitif tarzda teşvik etmelimidir?Ondokuzuncu yüzyıl Amerika’sında kamu okulları çok önemliydi çünkü bu okullar bilgi ve sanat öğretmenin yanında değer ve inançları da öğretiyorlardı.Horace Mann ve New England okul reformcuları eğitimsiz çiftçilere ve yabancı göçmenlere karşı korunmasında demokrasinin kamu okullarını anahtar araç olarak görüyorlardı. Bundan dolayı Kutsal Kitap okumaları, dualar ve ahlak dersleri kamu okulları müfredatının bir parçasını oluşturmaktaydı.Kamu okullarına üzerinde konsensüse varılmış sivil bir din damgasını vuruyordu. Çünkü devletin bu çeşit bir dini desteklemesinin ve propagandasını yapmasının önemli olduğu düşünülüyordu. Günümüz İngiltere’sinde Anglikan kilisesi ulusal birlik, onur ve ahlakın –bunlar özgür ve demokratik bir idare için önemli olan değerlerdir- esin kaynağı olarak görülmektedir.Fakat devlet bu çeşit bir dini desteklediği zaman 2 C.Rossiter, Seedbed of the Republic, New York : Harcourt, Brace &World, 1953, 447. Ayrıca bkz.: herkes için geçerli olan dini özgürlük normunu ihlal etmiş olmuyor mu? Herşeyden önce farklı azınlık inançlarını benimseyen birçok insan mevcuttur ya da konsensüsel sivil dinin dışladığı seküler nitelikteki dünya görüşlerini kabul eden kişiler vardır.Bu insanlar devletin konsensüsel sivil dini desteklemesini kendi inaçlarının ya da seküler dünya görüşlerinin zayıflatılması olarak görebilirler. Endüstrileşmiş ve şehirleşmiş Batılı demokrasilerde hayatın temel gerçeğinden üçüncü temel soru ortaya çıkmaktadır: Modern devletin hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde genişlemesi.Ekonomiden sağlığa, radyo-televizyon bandrolü ve düzenlemesinden tarihsel alanların korunmasına modern yönetici devlet hayatın her alanını düzenleme, destekleme ve servisler sunma konusunda çok aktiftir.Devletin aktif olduğu alanlar dini grupların da aktif olduğu alanlardır.Bu bizi şu soruya yöneltmektedir: Devlet ve din aynı alanlarda faaliyet gösterdiğine göre devletin bir dini diğeri üzerinde avantajlı ya da dezavantajlı konuma düşürüp düşürmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz? Devlet bütün vatandaşlardan seküler okulları ve geleneksel dini okulları finanse etmek için vergi toplamaktadır. Fakat bu vergiler seküler ve geleneksel dini okullar için harcanırken yeni dini inançlar ışığında eğitim veren okullara ana eğilimin dışındaki hiçbir maddi kaynak ayrılmamaktadır.Bu durum bazı dinlere avantaj sağlarken diğer dinleri avantajsız konuma düşürmüyor mu?Ya da devlet kendi seküler sosyal hizmet programlarını ve diğer seküler organizasyonların faaliyetlerini finanse ettiği zaman devlet desteği almayan fakat aynı hizmet alanlarında faaliyet gösteren dini organizasyonlar dezavantajlı duruma düşmüyor mu? Ya da devletin dini kendi faaliyet alanlarına sokup dinin faaliyetlerini finanse etmesi durumunda bu diğer din ve seküler inanç yapıları karşısında bir dinin yanında olmak değilmidir? Modern devlet hizmetler alanına girdikçe, onları düzenleyip ve finanse ettikçe bütün dini ve seküler gruplar arasında devletin tarafsız olmasıyla ilgili sorunlarda artış meydana gelmektedir. İlerleyen bölümlerde araştırmamıza konu olan beş devletin kilise-devlet ilişkisine dair prensip ve uygulamalarının bu üç soruya nasıl karşılık geldiğini analiz edeceğiz. Temel Amaç Önceki bölümde ortaya koyduğumuz üç sorunun cevaplarını ileride tartışırken din konularında idarenin nötr olması gerektiği (neutrality) şeklindeki amacı J.Q.Wilson, The Moral Sense, New York : Free Press, 1993. desteklediğimizi ifade etmek istiyoruz.Nötraliteyi idarenin hiçbir spesifik dinin ya da bütün olarak ne dinin ya da seküler inanç sistemlerinin ne lehinde ne aleyhinde olması olarak tanımlıyoruz.İdari dini nötralite devletin vatandaşların dini tercihlerine herhangi bir inanç sistemi lehine ya da aleyhine avantajlar ya da dezavantajlar oluşturmak suretiyle müdahele etmemesiyle gerçekleşir.Din konularında devletin nötr olması fikrini ifade etmek için Douglas Laycock ‘asli tarafsızlık (substantive neutrality)’ terimini kullanırken Stephen Monsma ‘pozitif tarafsızlık (positive neutrality)’ ifadesini kullanmaktadır.3 Laycock’a göre devlet hiçbir dini inanç ya da inaçsızlık sisteminin pratize edilip edilmemesi, ona uyulup uyulmaması konusunda teşvik edici ya da teşviksizlik şeklinde bir tavır takınmadığı takdirde asli tarafsızlık yerine getirilmiş olacaktır. 4 Bu amacın kilise-devlet ilişkilerini yapılandırmak için ileri sürülen spesifik araç ve teorilerin üstünde –hakim kilise, çoğulcu yapı, hiçbir dine yardım etmeme, kilise ve devletin birbirinden ayrılması, dinin değişik ifade biçimlerine devletin finansal destek sağlaması gibi- bir önceliğe sahip olduğunu düşünmekteyiz.Bütün bu teori ve araçlar ele aldığımız bu beş demokraside şu ya da bu şekilde uygulanmıştır.Fakat biz bu teori ve uygulamaların hiçbirinin bizatihi amaçlar olarak ele alınması gerektiğini düşünmüyoruz. Bütün dini gruplara, sistem olarak din ve seküler dünya görüşlerine karşı idari tarafsızlık uygun amaç olarak benimsenmelidir.Spesifik kilise-devlet prensip ve teorilerinin ya da bu prensip ve teorilerin uygulama araçlarının değerlendirilmesinde bu uyulması gereken standart olmalıdır. Amerika Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Potter Stewart’ın şu sözleri tarafsızlık idealini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir: “Anayasamız Yahudi, Agnostik, Hırıstıyan, Ateist, Budist ya da Özgür düşünceli (Freethinker) olan herkesin özgürlüğünü korumaktadır. Herkes ibadet ve dua edip etmemeye, inanıp inanmamaya kendi bilincine göre karar vermektedir. İdare bu konuda hiçbir sınırlama ya da zorlamada bulunmamaktadır.” 5 Bkz.: D.Laycock, ‘Formal, Substantive, and Disaggregated Neutrality Toward Religion,’ DePaul Law Review, 39, 1990, 1001-6. S.Monsma, Positive Neutrality, Westport, Conn .: Greenwood, 1993, Beşinci Bölüm. S.V.Monsma, When Sacred and Secular Mix: Religious Nonprofit Organizations and Public Money, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, 1996, Altıncı Bölüm.Hükümetin dini tarafsızlıkla ilgili bu idealinin nötralite olmadığını not etmemiz lazımdır.Bu yaklaşım belirli bir tip dini nötraliteyi gerçekleştirme amacındadır ve belirli değer ve fikirleri yansıttığından dolayı Erastian ve Aydınlanmacı liberal düşünceden farklılık göstermektedir. 4 Laycock, ‘Formal, Substantive, and Disaggregated Neutrality Toward Religion,’ 1001. 5 Bkz.: Abington School District v. Schempp, 374 US , 319-320, 1963. 3 İnanç ve inançsızlık konularında idari tarafsızlık ideali büyük ölçüde Batı toplumundaki liberal geleneğin kapsamı içerisinde bulunmaktadır. Fakat bu ideal bazı açılardan liberal gelenekten farklı açılımlar gösterebilmektedir.Liberal gelenek Batıda onsekizinci yüzyıl Aydınlanmasının ürünü olarak ortaya çıkmış olup Fransız Devriminin somut tezahürü haline gelmiştir. Ondokuzuncu yüzyılda güçlü bir sosyal ve politik hareket haline gelen liberal gelenek ele aldığımız beş demokraside günümüze kadar aktif bir güç olmayı sürdürmektedir.6 Genel olarak bugünkü Batı toplumunun liberal olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel haklara evrensel olarak saygı gösterilmektedir (teori ve pratikte), soyluluğa dayalı sınıfsal gruplara politik ayrıcalıklar tanınmamaktadır, tek kişi-tek oy prensibi norm olarak uygulanmaktadır, politik liderler serbest ve rekabetçi seçimler sonucunda seçilmektedir. Bu prensiplerin uygulanması anlamında seçtiğimiz beş demokrasinin hepsinin liberal demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak liberalizmin daha spesifik bir felsefik hareket ya da teori olarak görülmesi mümkündür.Bu anlamdaki liberalizme genelde Aydınlanma Liberalizmi diye atıfta bulunulmaktadır.Aydınlanma Liberalizmi onyedinci yüzyıl din savaşlarının korkunçluğuna, soyluluğa dayanan ayrıcalıklara, otoriteryan idareleri destekleyen dini kurumların tutucu yapısına tepki göstemiştir. Liberaller insan aklına büyük güven duymuşlardır. Liberallere göre insanlar ekonomik, politik ve dini sınırlamalardan kurtuldukları takdirde akıllarını kullanmak suretiyle müreffeh bir toplum özgür ve için gerekli olan erdem ve kurumlar hakkında konsensüse varacaklardır.Dinin spesifik tezahürlerinin otorite ve hurafelere dayandığı düşünülmüş ve dinin politik alana girmesi çok tehlikeli görülmüştür çünkü dinin politik alana girmesi toplumu bölebilmekte ve politikleşen din bir grubun politik düzeni kullanarak diğer gruplar üzerine iradesini empoze etmesinin temeli olabilmektedir.Öte yandan keşfedebileceği insan aklının iddia edilmiş ve bunun kurulmasında yeterli olacağı temel konsensüsel dini inançları özgür ve müreffeh bir toplumun düşünülmüştür.Aydınlanma liberalizmi parçalayıcı bir güç olarak dinin spesifik tezahürlerinin tehlikeli politik alandan yasaklanmasını öngörürken öte yandan dinin rasyonel ve konsensüsel tezahürlerinin kamusal alanda pozitif ve birleştirici bir rol oynayabileceğini kabul etmektedir. Aydınlanma liberalizmi ve Batı toplumu üzerindeki etkisi için bkz.: P.Gay, The Enlightenment: An Interpretation, New York : Knopf, 1966. H.A.May, The Enlightenment in America, New York : Oxford University Press, 1976. 6 Aydınlanma liberalleri katı bir şekilde kilise ve devletin birbirinden ayrılmasından yanaydılar. Onlar bu ayırım sayesinde spesifik bir dinin empoze ettiği bölünmelerden devletin uzak tutulacağına ve dinin özel alanda gelişmeye devam edeceğine inanmışlardır. Dini inanç bireylerin özel hayatlarında serbestçe ifadelendirebilecekleri bir şeydir ve onun devletle bir ilişkisi yoktur. Bundan dolayı devlet dini konularda nötr kalmalıdır. Devlet hiçbir dine ne yardım etmeli ne de hiçbir dini engellemelidir.Devlet sadece rasyonel görev, dürüstlük, sorumluluk ve saygı gibi konsensüsel dini konuları desteklemeli ve belirlemelidir. Rasyonel konsensüsel dini konular üzerinde dindarlar ve makul olan dinsizler bir anlaşma sağlayabilirler.Din konularında devletin tarafsızlığı ve kilise ile devletin birbirinden ayrılması prensiplerini Aydınlanmacı liberaller katı bir şekilde savunmuşlardır.Bu Aydınlanmacı liberallerin gördükleri dini özgürlüğü tamamen ve din özgürlüğünü negatif bir özgürlük olarak dini uygulamaların devletin sınırlamalarından tamamen bağımsız olması olarak anladıkları anlamına gelmektedir.İnsanların din konularında özgür olmaları için devletin dini konulardan uzak durması gerekli görülmüştür. Aydınlanma liberalizmi var olan kilise otoriteleriyle hep gerilim içerisinde olmuştur. Kilise otoritelerinin liberallerin teorik iddialarına ve bu iddiaların sonuçlarına direnmeleri sürpriz değildir.Bu Aydınlanma liberalizminin anti-klerikel bir doğaya sahip olduğu anlamına gelmektedir. Fransız Devriminin otoriteryan monarşiye olduğu kadar kilise kurumuna ve sosyal sınıf ayrıcalıklarına da karşı olduğu gerçeği günümüzde sıklıkla unutulmaktadır. Araştırmamızda ele aldığımız beş demokrasinin hepsinin geçmişinde güçlü Aydınlanmacı liberal hareketler vardır ve herbirine özgü kilise-devlet ilişkisine dair hikaye Aydınlanmacı liberaller ve karşıtları arasındaki mücadelenin farklı bir hikayesinden başka bir şey değildir. İlerleyen bölümlerde bu konu üzerinde tekrar duracağız. Din konularında devletin tarafsızlığı fikri Batı toplumlarının genel gücü olan liberalizm geleneğinin bir parçasıdır. Fakat bu fikir Aydınlanma liberalizminin inanç ve faraziyelerinden önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Aydınlanma liberalizmi birbiriyle ilişkili üç temel iddia üzerine dayanmaktadır: Kişilerin dini inanç ve pratiklerine müdahele etmeden din tamamen özel alana bırakılmalıdır, bütün dini elementlerden arındırılmış kamusal alan farklı inanç ve inaçsızlık sistemleri arasında nötr bir bölge haline gelmelidir, idari sınırlamalar olmadan dini özgürlüğün gelişmesi mümkündür, din ve dindışı grupların sahip olduğu avantajları eşitlemek için pozitif idari icraatlara gerek yoktur. Günümüzde bu iddialar yoğun eleştirilere maruz kalmaktadır.Robert Bellah ve arkadaşları şöyle yazmaktadırlar: “Din özellikle de Kutsal Kitap dini bütün hayatla ilgilenmektedir-sosyal, ekonomik, politik, özel ve kişisel konuların hepsiyle.Kutsal Kitabın dili Amerika’nın kamusal ve politik söyleminin bir parçasını oluşturmaktadır. Ayrıca kiliseler geçmişten günümüze kamusal hayatı etkilemeye devam etmektedirler.”7 Araştırmamıza konu olan beş Batı demokrasisinde dini gruplar sosyal politika konularıyla yakından ilgilenmekte eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetleri sunmada aktif davranmaktadırlar.Dinin güçlü bir kamusal yüzü olduğu ve onunda devlet kadar eğitim ve diğer hizmetlere katıldığı gerçeğinin farkına varmamız devleti din konularında tarafsız yapmanın tek yolunun dini tamamen özel alana inhisar etmek olduğunu öne süren Aydınlanmacı liberal inancın eksikliğini görmemize olanak sağlayacaktır.Eğer durum bu ise kamusal alanın dini elementlerden arındırılmasını ve hiçbir dinin tanınmaması ve desteklenmemesi için din özgürlüğünü geliştirecek herhangi bir pozitif adıma gerek olmadığını savunan yaklaşımın sorgulanması bir gereklilik haline gelmektedir.Biraz önce yapmış olduğumuz idari tarafsızlık tanımını kilise ve devletin katı bir şekilde ayrılması açısından yapmamıştık.Biz tanımımızı bütün inanç sahiplerinin ve inançsızların eşitliği açısından yapmıştık.Biz nötraliteyi idarenin herhangi bir dini ya da seküler inanç sistemi lehine ya da aleyhine vatandaşların tercihlerine müdahele etmemesi olarak algılamaktayız.Devlet dine ne avantaj sağlamalı ne de engel olmalıdır.Biz devletin desteğini herhangi bir dinden çekerek konsensüsel dine devlet desteğinin sağlanması ya da dinin uygulanmasında bütün idari kısıtlamaların kalkmasının zorunlu bir şekilde tarafsızlığı gerçekleştireceğini düşünmemekteyiz. Üç Model Beş demokraside uygulanan baktığımızda bile herbirisinin farklı kilise-devlet ilişkilerine kuşbakışı olarak kilise-devlet politikalarına sahip olduğunu görebilmekteyiz.Bu ülkelerdeki kilise-devlet ilişkilerine daha sistematik bakmamız ve yoğun olarak yapmış olduğumuz gözlemlerimizi organize etmemiz için modern Batı demokrasilerinde uygulanan kilise-devlet politikalarını üç model açısından düşünmemiz yararlı olacaktır. Birinci model kilise ve devletin katı bir şekilde birbirinden ayrılmasıdır.Bu modelin kökleri Aydınlanmanın gitmektedir-din ve siyaset görülmekte toplum ve siyasetle ile ilgili görüşlerine kadar birbirinden tamamen ayrı insani faaliyetler olarak ve her ikisinin mutlaka birbirinden ayrı tutulması gerektiği varsayılmaktadır.-Bu model dini kişisel ve özel bir konu olarak görmekte ve onu kişisel tercih ve davranışa terk etmenin en iyi şey olacağını düşünmektedir.Din ve politika birbiriyle karıştırıldığı takdirde –devletin dini inanç ve pratikleri dikte etmesi ya da dinin devleti kendi amaçları için araç olarak kullanması- hem din hem siyaset bundan zarar görecektir.Devlet dini konularda tarafsız olmalıdır ve tarafsızlık ancak din ve siyasetin birbirinden uzak tutulmasıyla başarılabilir.Bu modeli savunanlar din ve siyaset birbirine karıştırıldığı takdirde ortaya ne korkunç sonuçların ortaya çıkabileceğine örnek olarak onyedinci yüzyıl din savaşlarını, günümüzdeki BosnaHersek çatışmasını ve Ortadoğuyu örnek olarak vermektedirler.Araştırmamızda incelediğimiz beş demokrasi arasında Amerika Birleşik Devletleri din-devlet ayırımı modelini en katı bir biçimde uygulayan ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci model –kilise-devlet ayrılığı modelinin zıddıdır- hakim bir konuma sahip resmi kilise modelidir. Bu modele göre devlet ve kilise ortak amaçlarını geliştirmek için bir işbirliği biçimi oluşturmuşlardır. Kilise ve devlet istikrarlı ve müreffeh bir toplumun dayandığı iki direk olarak görülmektedir.Devlet kiliseye tanınma, barınma ve finansal destek sağlamaktadır. Kilise ise buna karşılık devlete meşruluk, gelenek ve kabul edilme atmosferini ulusal birlik ve amaçla beraber sunmaktadır. Günümüz modern demokrasilerinde politik istikrar ve dini zenginlik için kilise ve devletin işbirliği yapmış olması zararsız ve geleneksel bir şey olarak görülmektedir. Modern dünyada bu geleneksel ilişki biçiminden çok canlı ve dinamik bir kilise-devlet modeline ihtiyaç duyulmaktadır. Dini kurumun formel ya da informel bir çok biçimi olabilir.Formel kilise kurumlarının olduğu yerde devlet tek bir kiliseyi ya da mezhep grubunu desteklerken diğer dini gruplara ise tölerans göstermektedir. Fakat diğer dini gruplar devlet nazarında hakim konumdaki formel kilise kadar önemli bir yere sahip değildirler.Dini kurum yapısı informel de olabilir. Burada devlet bir kilisenin yanında olabilir ve kilise de varolan politik düzeni destekleyebilir. Fakat bu iki durumun olmasında formel ve yasal şartlar etkili olmayıp bir dinin ya da geleneğin kültürel 7 R.Bellah, R. Madsen, W.M.Sullivan, A. Swindler ve S.M.Tipton, Habits of Heart, New York : Harper ve sayısal ağırlığı gibi informel nedenler etkin olmaktadır.Kilise kurumuna tek bir kilise hakim olabileceği gibi ona birçok kilise sistemine dayalı bir yapı da hakim olabilir.Kilise kurumunun birçok kiliseden oluştuğu durumlarda devlet tek bir kilise yerine birçok kilisenin lehine bir tavır almakta ve onların hepsiyle çalışma yoluna gitmektedir.Burada devlet genele hitap eden bir dini (religion-in-general)8 geliştirmeyi arzulamaktadır. Devlet burada spesifik bir dinin yanında yer almamaktadır. O sadece kendisini ve geleneklerini savunan sivil bir dini desteklemektedir. Çalışmamıza konu olan beş demokrasi arasında sadece İngiltere resmi bir kilise kurumuna sahiptir. Bazıları Almanya’da informel çoğulcu bir dini yapının olduğunu söylemektedirler. Üçüncü model plüralist ya da yapısalcı plüralist modeldir.9 Bu model topluma birbiriyle rekabet eden ya da birbirini tamamlayan kısımlardan oluşan bir birim olarak bakmaktadır. 10 Eğitim, iş, sanat, aile, din ve hükümet toplumsal aktiviteler alanını oluşturmaktadır.Bu alanların hepsinin kendilerine özgü aktiviteleri ve sorumlulukları vardır. Bunlar faaliyet ve sorumluluklarını yerine getirebilmek için otonomi ve özgürlüğe sahiptirler.Plüralist model liberal ayırımcılar gibi dini diğer alanlardan ayırmamakta ya da dinin diğer alanlarla çok az ilişkisi olduğunu düşünmemektedir. Plüralist model dinin hayatın bütünü üzerinde etkisi olduğunu kabul etmektedir.Plüralistler dinden ayrı seküler perspektif ve inançların olduğunun ve bunların da toplumda din kadar önemli roller oynayabileceğinin farkındadırlar. “Plüralizm özgür bir toplumun farklı ihtiyaçlarını karşılayan farklı kurumların benimsediği değişik dünya görüşlerine devletin politik saygı duyması anlamına gelmektedir.”11 İdare toplumdaki farklı dini ve seküler dünya görüşleri arasında taraf olmamaktadır.Devlet onların hepsine eşit ve adil davranmaktadır. Burada adaletten kasıt hiçbir dünya görüşüne avantaj ya da dezavantaj sağlamadan hepsine özgürlük verilmesidirHollanda bu modeli bilinçli olarak takip eden bir ülkedir. Almanya –her ne kadar çoğulcu informel yapı modelinin bazı özelliklerini gösterse de- ve Avustralya bu modelin bazı özelliklerine sahiptirler. & Row, Perennial Library, 1986, 220. 8 Bu terim Martin Marty’ye aittir. Bkz.: M.Marty, The New Shape of American Religion, New York : Harper & Row, 1958, 2, 31-44. 9 Bu model için bkz.: C.H.Esbeck, ‘A Typology of Church-State Relations in Current American Thought,’ içinde L.Lugo, (ed.), Religion, Public Life, and the American Polity, Knoxville : University of Tennessee Press, 1994, 15-18. Monsma, Positive Neutrality, 137-71. 10 J.G.Francis, ‘The Evolving Regulatory Structure of European Church-State Relationships,’Journal of Church and State, 34, 1992, 782. 11 Esbeck, ‘A Typology of Church-State Relations,’ 15. İlerleyen bölümlerde beş ülkedeki kilise-devlet ilişkilerini tasvir edeceğiz ve bu üç model açısından onları sınıflamaya çalışacağız. Fakat bu ülkelerden hiçbiri üç modelden herhangi birinin saf bir örneğini oluşturmamaktadırlar. Beş İstikrarlı Demokrasi Bu kitabın demokrasisinin modern, liberal ve istikrarlı olma niteliklerine sahip beş Batı kilise-devlet ilişkilerinin doğurduğu sorulara nasıl karşılık verdiklerini araştırma amacında olduğunu söylemiştik. Araştırmamız için seçtiğimiz beş ülkenin üç nedenden dolayı amaçlarımıza uygun düştüğüne inanmaktayız. Birinci neden bu ülkelerin hepsinin istikrarlı bir demokrasiye sahip olması ve din özgürlüğünü benimsemiş olmalarıdır.Almanya’nın geçmişinde Nazi rejimi olmasına ve Doğu Almanya’nın baskıcı komünist rejimden yeni kurtulmasına rağmen Batı Almanya -Doğu Almanya onun bir parçası olmuştur- elli yıldan beri liberal Batı demokrasilerinin bir parçası olarak kabul edilmektedir.Olgun ve başarılı demokrasilerin kilise-devlet ilişkilerine dair sorunları nasıl çözümlediğini keşfetmeye yönelik amacımıza bu beş demokrasi çok iyi uymaktadır. İkinci neden bu ülkelerin dini açıdan plüralistik bir yapıya sahip olmalarıdır. Bu ülkelerin nüfusunun hakim çoğunluğu Hırıstıyan Protestan geleneğine mensup olmasına rağmen bu ülkelerde ciddi bir Katolik nüfusu ve birçok dini azınlık grubu mevcuttur.Almanya ve Hollanda’da Protestan ve Katolikler sayı olarak birbirine eşit olmasına rağmen modern dönemde sosyal ve politik anlamda Protestanlar hakim olmuştur. Bundan dolayı bu ülkelerde kilise-devlet ilişkilerinin rengini belirleyen Protestanlar olmuşlardır.Bu beş ülkenin hiçbirinde nüfus İskandinav ülkelerindeki gibi Protestan olmadığı gibi İspanya ve İtalya’da olduğu gibi Katolik de değildir. Dini çoğulculuk bu beş ülkede bir olgu olarak vardır.Geniş sayıdaki Katolik ve Protestanla birlikte diğer Protestan grupların varlığı bu ülkelerdeki dini plüralizmi karakterize etmektedir.Bu beş ülkede son yıllarda Hırıstıyan olmayan inançlar ve dini olmayan inanç grupları varlıklarını hissettirmeye başlamıştır.Dini açıdan bu beş ülke plüralizmin meydan okumasıyla yüzyüzedir. Üçüncü neden şudur: Benzer kültürel miras ve dini kompozisyonlara sahip olmalarına rağmen bu beş ülke kilise-devlet ilişkileri konusunda kendilerine özgü yaklaşımları benimsemişlerdir. İngiltere resmi statüde bir kiliseye sahiptir; Amerika Birleşik Devletleri katı bir şekilde kilise-devlet ayrımını uygulamaktadır; Avustralya’nın Amerika’nınkine benzer anayasal şartları olmasına rağmen bunların yorum ve uygulaması çok farklı olmaktadır; Hollanda bilinçli bir şekilde uyguladığı dini plüralizmiyle bilinmektedir;Almanya resmi bir kiliseye sahip olmamasına rağmen kilise ve devlet arasında gerçekleşen yakın işbirliğinin uzun bir tarihine sahiptir. Bu ülkelerden hiçbiri bir diğerinin kopyası değildir. Bunlar bize zengin farklılıkların olduğu yapılar sunmaktadır ve bu durum onları karşılaştırmalı çalışma için mükemmel konular haline getirmektedir. Bundan sonraki beş bölümün her birinde bu beş ülkeden biri incelenecektir ve hepsinde aynı temel başlıklar ele alınacaktır. İKİNCİ BÖLÜM BİRLEŞİK DEVLETLER: KATI AYIRIM 1947 Yılında Amerika Yüksek Mahkemesi din-devlet ayrımını şu ifadelerle deklare etmiştir: Hiçbir dini grup ve aktivite için öğretileri ve pratikleri ne olursa olsun toplanan vergilerden küçük ya da büyük oranlarda para ayrılmayacaktır.Hiçbir eyalet ya da Federal hükümet açık ya da gizli olarak hiçbir dini organizasyonun ya da grubun aktivitelerine katılmayacaktır.Aynı şekilde hiçbir dini grup ya da kurum devlet işlerine hiçbir şekilde katılamaz. Jefferson’un ifadesiyle din kurumuna karşı hukuk kilise ve dini birbirinden ayıran bir duvar inşa etmelidir.12 Daha sonra Yüksek Mahkeme kilise ve devlet arasında örülen duvarın yüksek ve aşılmaz olmasında ısrar etmiştir.13 Mahkemenin sert sözlerle vermesinden sonra Birinci Tadilata (First Amendment) dayanarak bu kararı devletin dini okullara çocukların taşınması için mali yardımda bulunabileceğine izin vermesi bir ironidir. Bu karara muhalif olan bir hakim Mahkemenin vermiş olduğu bu kararı şöyle değerlendirmiştir: ‘Asla izin verilmemesi gereken bir şeye izin verildi.’14 Yüksek Mahkeme’nin kilise-devlet ilişkilerine olan tipik yaklaşımını gösteren bu eski kararda çok şey vardır.Genellikle Yüksek Mahkeme teorik ve pratik olarak kilise ve devletin birbirinden ayrılmasında ısrar etmesine rağmen bazen kilisedevlet ayrılığı prensibini uygulamada gevşeten Yüksek Mahkeme Amerika halkının yollar bulmuştur.Böyle yapmakla büyük çoğunluğunun benimsediği tavrı yansıtmaktadır çünkü toplum kilise-devlet ayrımını prensip olarak desteklemesine rağmen spesifik durumlarda devletin dini desteklemesine sıcak bakmaktadır. Bunun 12 Everson v. Board of Education, 330 U.S. at 16 (1974) Everson v. Board of Education, 18. 14 Muhalif Yargıç Robert Jackson’dan, Everson v. Board of Education, 19. 13 sonucunda ortaya karışık bir hukuki uygulama çıkmaktadır.15 Birçok gözlemcinin ifade ettiği gibi bu karışık hukuki uygulama bünyesinde birçok zıt ilkeyi, belirsiz bir şekilde tanımlanmış testleri ve eksantrik ayırımları içermektedir.16 Bu bölümde kilise-devlet ilişkisine dair Amerikan yaklaşımını ele alacağız. Kilise ve devletin uygulamada birbirinden ayrılmasına büyük itina gösteren Amerika’nın bazen değişiklikler yaptığını not etmemizde yarar vardır.Amerikan yaklaşımını altı kısım halinde ele alacağız.İlk olarak Amerika toplumu ve politikası hakkında ilgili bilgileri verdikten sonra gerekli tarihsel arkaplan üzerinde duracağız. Sonraki üç kısımda özgür uygulama teorileri ve pratikleriyle (free exercise theories and practices) –bu teori ve pratiklerin ilk ve ortaöğretimle olan ilişkisi bağlamındakurumsalık teorileri ve pratikleri (establishment theories and practices) -bu teori ve pratiklerin diğer konularla olan ilişkisi bağlamında- üzerinde duracağız.Son kısımda ise bazı gözlemlerimizi ifade edeceğiz. Ulus Farklı milletlerden oluşan 250 milyonluk nüfusuyla Amerika Birleşik Devletleri incelediğimiz beş demokrasi arasında nüfusu çok çeşitli ve en büyük olan ülkedir.Amerika dünyanın en istikrarlı ve –bazılarının diyebileceği gibi- en lider demokrasisidir.Dünyanın en eski yazılı anayasasına Amerika sahiptir. Amerika anayasasındaki din özgürlüğüyle ilgili maddeler bu özgürlüğü koruyan en eski yazılı anayasal garantilerdir. Amerika halkının iki karakteristiği araştırmamız açısından not edilmeye değerdir.Birincisi Amerika halkı büyük bir dinsel çeşitliliğe sahiptir. Bu kitapta ele aldığımız beş ülke arasında dinsel çeşitliliği en büyük olan ülke Amerika’dır.Ondokuzuncu yüzyılda Amerika büyük ölçüde Protestan bir ülkeydi. Protestanlıkta kendi içinde birçok farklı kollara ayrılmaktaydı. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Protestanlığın ana mezhepleri –Metodistler, Presbiteryanlar, Kongregasyonalistler, Episkopelyanlar, Baptistler ve Luteranlar- Amerikan dini hayatını işgal etmeye başladılar. Günümüzde muhafazakar evanjelik Protestanlar ile Roma Katolikleri Protestanlığın hakimiyetine meydan okumaktadır –bu okuyuş sayısal açıdan olduğu kapsamaktadır.Araştırmalara göre 15 gibi kültürel ve politik meydan gücü nüfusun yüzde yirmiikisi kendisini de beyaz Bkz.: T.G.Jelen ve C.Wilcox, Public Attitudes toward Church and State, Armonk, N.Y. : Sharpe, 1995, 57-97. Protestan olarak düşünürken nüfusun yüzde yirmiüçü kendisini beyaz Evanjelik Protestan olarak algılamaktadır.Nüfusun yüzde yirmisi ise kendisini beyaz Katolik olarak görmektedir.17 Nüfusun yüzde dokuzu siyah Hırıstıyanlardan oluşmaktadır.Katolik ve Protestanlar arasında daha önce varolan eğitsel ve sosyal farklılığın kapanmış olması önemlidir.İki araştırmacının vardığı sonuç şudur: “Beyaz Katolikler Amerika orta sınıfının bir parçası oldukları gibi üst sınıflarında bir parçası haline gelmişlerdir.”18 Benzer bir şekilde muhafazakar ve evanjelik bir siyasi organizasyon olan Hırıstıyan Koalisyonu’nun ikimilyon üyesi vardır. Bu sayı Evanjelik Protestanların büyüyen sosyal ve politik gücünü ortaya koymaktadır. Amerika nüfusunun yüzde ikisini Yahudiler oluştururken Mormonlar nüfusun yüzde ikisini teşkil etmektedir. Amerika’daki Müslümanlar nüfusun % 0,5’ini meydana getirmektedirler.19 Sekülerler –hiçbir dine bağlı olmayanlar- bugün Amerikan nüfusunun yüzde onbirini oluşturmaktadırlar.20 Yeni Çağ maneviyatı, Hinduizm, Budizm ve Amerika’nın yerel dinlerine mensup küçük dini gruplara Amerika’da rastlamak mümkündür.Dünyada varolan bütün dinlerin Amerika’da mensubu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Protestanlığın ana çizgisine mensup kişilerin sayısının azalması, Katolik ve muhafazakar Protestanların sayısının yükselmesi ve dini çoğulculuk faktörlerinin bir sonucu olarak günümüzde toplumsal ve politik olarak hiçbir din Amerika’da hakim pozisyonunda değildir.Hırıstıyanlık hakim din olmasına rağmen binlerce ayrı gruba bölünmüştür. Amerika halkının ikinci karakteristiği yüksek orandaki dini mensubiyeti ve aktivitesidir. Amerikalılar diğer modern ve endüstrileşmiş ülkelerin halklarıyla karşılaştırıldığında gerçekten çok aktif bir dini hayata sahip gözükmektedirler.1994 Yılında yapılan bir araştırmanın verileri araştırıcıları şu sonuca yöneltmiştir: “Yirminci yüzyılın sonunda dünyanın en zengin, en güçlü ve en eğitimli ülkesi olan P.E.Johnson, ‘Concepts and Compromise in First Amendment Religious Doctrine,’ California Law Review, 72, 1984, 817. 17 Bu oranlar bir araştırma kuruluşunun –Pew Research Center for the People and the Press- 1996 yılında yapmış olduğu araştırmadan alınmıştır. Bkz.: G.Niebuhr, ‘Public Supports Political Voice for Churches,’ New York Times, 25 Haziran 1996, A1 ve C18. 18 B.A.Kosmin ve S.P.Lachman, One Nation under God: Religion in Contemporary American Society, New York : Crown, 1993, 256. 19 R.B.Fowler ve A.D.Hertzke, Religion and Politics in America, Boulder, Colo.: Westview, 1995, 35. G.Gallup ve J.Castelli, The People’s Religion: American Faith in the 90’s, New York : Macmillan, 1989, 114.Bazı araştırmalar Amerika’daki Müslüman nüfusun oranını yüzde iki olarak göstermektedirler. Bkz.: ‘Campaign Highlights Muslims’ Quandary,’ Los Angeles Times, 10 Ağustos 1995, B4. 20 Bkz.: J.D.Hunter, Culture Wars: The Struggle to Define America, New York : Basic Books, 1991, 76. Niebuhr, ‘Public Supports Political Voice for Churches,’ C18. 16 Amerika hala en dindar ülkelerden biridir.”21 Amerika halkının yüzde kırkdördü haftada bir ya da daha fazla dini ayinlere katılırken bu oran Batı Almanya’da yüzde onsekiz, İngiltere’de yüzde ondört ve Fransa’da yüzde ondur.22 Amerikalıların yüzde seksenikisi kendilerini dindar olarak tanımlarken bu oran İngiltere’de yüzde ellibeş, Batı Almanya’da yüzde ellidört ve Fransa’da yüzde kırksekizdir. Bir araştırmacı şöyle yazmaktadır: “Bir araştırmacının kullanacağı her ölçü Amerikalıların diğer endüstrileşmiş uluslardan daha dindar olduğunu ortaya koyacaktır.” 23 Anayasanın yorumlanmasında Amerika Yüksek Mahkemesinin oynadığı politik rolü unutmamak lazımdır.Yüksek Mahkeme’nin hayat boyu üyesi seçilen beş hakim Birinci Tadilatın (First Amendment) dini özgürlük dilini yorumlamada son söze sahiptirler. Onlar lokal ya da ulusal hükümetin herhangi bir uygulamasını Birinci Tadilata aykırı bulup geçersiz sayabilirler.Bundan dolayı Birleşik Devletlerde kilisedevlet ilişkilerinin hikayesi Yüksek Mahkemenin Birinci Tadilatın temel ve basit –ve bir o kadar belirsiz- kelimelerini yorumlamasından oluşmaktadır. Birinci Tadilat şöyledir: “Kongre dini kurumla ilgili hiçbir yasa yapmamalıdır ve dinin özgürce uygulanmasını yasaklamamalıdır (Congress shall make establishment of religion, or prohibiting no law respecting an the free exercise thereof).”Bu alanda yapılan mücadeleler üzerinde durmadan önce kilise-devlet ilişkilerinde gelişen anahtar tavırlar, pratikler ve prensipler üzerinde durmakta yarar vardır. Tarihsel Arkaplan Amerikan kilise-devlet teorisi ve uygulaması geçen üç asırda dört ana aşamadan geçmiştir.Birinci aşama onyedinci ve onsekizinci asırlardaki kolonyal dönemde dinin kurulmasıdır.Amerikan kolonileri yerine oturur oturmaz çoğunun yaptığı ilk işlerden birisi Avrupa modelini esas alarak kiliseler kurmak olmuştur.New England’daki İngiliz Püritanlar, New Amsterdam’daki Dutch Reform kilisesi mensupları, Virjinya’daki Anglikanlar ve diğer kolonilerde yaşayanlar tek biçimli din modelinin kolonilerde yerleştirilmesinin ve devam ettirilmesinin gerekli olduğunu varsaymışlardır.24 Bu düşünce politik birliğin esasının din birliği olduğu varsayımına dayanmaktaydı.Bundan dolayı desteklenen kiliselere değişik vergiler ayrılıyordu. Bu ‘Spiritual America,’ U.S.News & World Report 116, 4 Aralık 1994, 48. The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1995, 25. 23 E.C.Ladd, ‘Secular and Religious America,’ içinde R.J.Neuhaus, (Ed.), Unsecular America, Grand Rapids, Mich.: Eerdmans, 1986, 16. 24 S.E.Mead, The Lively Experiment, New York : Harper & Row, 1963, 17. 21 22 uygulamaya karşı çıkanlar şiddetli bir şekilde cezalandırılıyorlardı. Sivil otoriteler bazı kilise işlerini kendileri kontrol ediyorlardı. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında bu sistemi rahatsız eden büyük bir gelişme yaşandı. Britanya’dan bağımsızlığını isteyen bir hareket aynı zamanda kurulu kiliseleri yıkmayı istiyordu.Bu yıkım isteği birbirine benzemeyen iki hareketin tuhaf bir koalisyonda bir araya gelmesi sonucu oluşmuştu.25Bu hareketlerin birincisi Büyük Uyanış (Great Awakening) hareketidir. Büyük Uyanış hareketi 1740 ve sonrasında bütün kolonileri silip süpürmüştür.Bu ihyacı hareketin derinliğini ve kapsamını abartmak çok zor bir şeydir.Büyük Uyanış hareketi kurulu kiliselere olan karşıtlığına sıklıkla vurgu yapmaktaydı çünkü bu hareket kiliselerin varolan formalizm ve ortodoksluklarına şiddetli tepkilerde bulunuyordu. Büyük Uyanış hareketinin vurgusu güçlendikçe kilise ve ruhban sınıfının onlara karşı gösterdiği negatif tepkide artıyordu. Kilise sivil otoriteler üzerindeki nüfuzunu kullanarak bu hareket mensuplarının hapis ve para cezalarına çarptırılmalarını sağlamıştır. Bu tuhaf koalisyonun ikinci ortağı Aydınlanmacı liberal rasyonalistlerdi.Thomas Jefferson ve James Madison gibi kişiler bu grubu yönlendiriyorlardı. Hırıstıyanlığın Bu insanlar dindar Hırıstıyanlar olmalarına rağmen tarihsel geleneksel doktrinlerini idari konularla ilgisiz buluyorlardı ya da varsayılan böyle bir ilgiyi reddediyorlardı.Bu insanlar iyi eğitim görmüş kozmopolitan kimseler olarak Avrupa’nın geçmişine ve o anda kolonilere damgasını vuran dini baskılara isyan etmişlerdi. Onlar istikrarlı bir ahlaki toplum ve politik düzen için gerekli olan temel dini prensiplerin insan aklı tarafından keşfedileceğini hisseden rasyonalistlerdi.Değişik dinlere ait spesifik doktrinlere ihtiyaç yoktu hatta onlar kamu düzeni için tehlike olarak görülüyordu. Bu yüzden spesifik dini doktrinler kamusal alandan uzak tutulup özel alana hapsedilmeliydi. Bu iki hareket onsekizinci asrın son çeyreğinde bir araya gelip kiliselerin kurumsuzlaşması için bir hareket meydana getirdiler.Entellektüel ve politik elit olarak Aydınlanma liberalleri kurumsuzlaşma için lazım olan gerekçeleri sundular; Büyük Uyanış hareketi ise kurumsuzlaşma için gerekli olan kitle desteğini temin etti.Virjinya’da Anglikan kilisesinin kurumsuzlaşması etrafındaki olaylar kilise- devlet konseptleri açısından meydana gelecek değişmelerde önemli etkilerde Tuhaf koalison (strange coalition) kavramı Mead’a aittir. Bkz.: Mead, The Lively Experiment, 35. Bu iki farklı hareketin onsekizinci yüzılda kiliselerin resmi statülerini kaybetmede oynadıkları rol 25 bulunmuştur. 1776 Yılında Virjinya parlementosu Anglikan kilisesine tanınan birçok yasal imtiyazı iptal edip kilise için vergi toplanmasını yasaklamıştır.26 sonra 1784 yılında Patrick Henry Genel Değerlendirme yasasının Bu olaydan (General Assessment Bill) çıkarılmasını önerdi. Bu düzenleme hakim kilise kavramını ortadan kaldırmasına rağmen toplanan vergilerden bir kısmının bütün Hırıstıyan kiliselerine dağıtılmasını öngörmekteydi.Bu yasama önerisi parlementoda çoğunluğun desteğini almasına rağmen Madison onun oylanmasını bir yıl erteletmeyi başardı. Madison bu arada kendi meşhur önerisini yazdı : ‘Memorial and Remonstrance against Religious Assessments.’ Madison kamusal vergilerin kiliseler için ayrılmasını reddediyor ve şunu iddia ediyordu: “Vatandaşını bir kiliseye üç pens vermeye zorlayan bir otorite vatandaşlarını diğer kiliselere de uymaya zorlayabilir.”27 Madison’un entellektüel eleştirileri sonucunda kökleri Büyük Uyanışa dayanan kiliseler –Baptistler ve Presbiteryanlar- Henry’nin önerisine karşı çıkan bir halk kitlesi oluşturdular. Düzenlemeye karşı onbirbin kadar imza topladılar. 1785 Yılında Virjinya parlementosu Genel Değerlendirme düzenlemesi (General Assessment Bill) ile ilgili yasa tasarısını geri çevirdi ve onun yerine Jefferson’un önerisini (Bill for Establishing Religious Freedom) yasalaştırdı ve yasaya şu ifadeler konuldu: “Hiç kimse dini bir ibadeti yapmaya, dini bir yere gitmeye ya da bir kiliseyi takip etmeye zorlanamaz… Bütün insanlar dini uygulamalarında özgür olmalıdırlar. Kişilerin dini konulardaki görüşlerini korumaya hakları vardır.Dini konulardaki görüşleri kişilerin sivil kapasitelerini zayıflatmamalı, ihata etmemeli ve etkilememelidir.”28 Bundan sonra diğer eyaletlerde kendilerinde hakim olan dini kurumu yasaklayan değişik yasalar çıkardılar.Massachusetts en son eyalet olarak 1833 yılında hakim kilise kurumu uygulamasını terketmiştir. Bu olaylardan ve Birinci Tadilatın yazılmasından sonra kilise-devlet ilişkileri 1800 ve 1950 yılları arasında yeni bir aşamaya girdi.Ondokuzuncu yüzyılın başından itibaren Hırıstıyanlık toplumdaki varlığını kaybetmeye başladı.Kiliseler kurumsal statülerini kaybettiler ve sadece nüfusun yüzde onu herhangi bir kiliseye üye olarak üzerine yapılmış bir araştırma için bkz.: S.V.Monsma, Positive Neutrality, Westport, Conn.: Greenwood, 1993, 83-113. 26 Bu olayların bir sunumu için bkz.: L.W.Levy, The Establishment Clause: Religion and the First Amendment, Chapel Hill : University of North Carolina Press, 1994, 58-75. 27 J.Madison, ‘Memorial and Remonstrance against Religious Assessments,’içinde R.S.Alley, (Ed.), The Supreme Court on Church and State, New York : Oxford University Press, 1988, 19-20. 28 T.Jefferson, ‘Bill for Establishing Religious Freedom,’ içinde Alley, (Ed.), The Supreme Court on Church and State, 26. kaldı.29 Ortodoks olmayan dini görüşlerinden dolayı tutucu kiliseler tarafından inançsız (infidel) olarak damgalanan Jefferson 1800 yılında başkan seçildi. Fakat Amerika hükümeti ve toplumu konusunda saygın bir yorumcu olan James Bryce 1888 yılında farklı bir şey yazmaktadır: “Ulusal hükümet ve eyalet hükümetleri Hırıstıyanlığı resmi olarak tanıyan bir dizi uygulamalarda bulunuyorlardı. Bu tavır sivil idarenin din konularında mutlak olarak tarafsız olmasını öngören görüşle mutlak bir tutarsızlık içerisindeydi. Konu şöyle özetlenebilir: Hırıstıyanlık yasal olarak kurulu din olmamasına rağmen ulusal din muamelesi görüyordu.”30 Ondokuzuncu yüzyıl gayr-i resmi olarak Protestan Hırıstıyanlığının yeniden kuruluşuna şahit olmuştur. Dinin yeniden kurulmasının bir sebebi ondokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıkan İkinci Büyük Uyanış hareketidir.31 Bu harekette birincisi gibi bütün ülkeyi silip süpürdü. Kilise üyeliğinde patlama meydana geldi. Onsekizinci yüzyıl kurumsuzlaşma hareketi kiliseleri yasal ve resmi açıdan kurumsuzlaştırmak istemesine rağmen toplumun genel olarak dini destekleyip desteklememesi gerektiği sorusu üzerinde durmamış olması dinin yeniden kurulmasının bir başka sebebiydi. Büyük Uyanış hareketinin varisleri açık bir şekilde hükümetin Pazar ayini, kumarın önlenmesi ve Hırıstıyan toplumun diğer alamet-i farikalarını destekleyeceğini tahmin etmişlerdir.Madison ve Jefferson gibi Aydınlanmacı liberaller bile bu konuda kararsız kalmışlardır.Madison başkan olarak ulusal dua günleri tertip ettirmiş ve Kongrenin kamusal fonlarından bazı rahiplere ödeme yapılmasına izin vermiştir. Madison daha sonra bu davranışlarının anayasaya aykırı olduğunu yazmıştır.32 Hırıstıyanlık ondokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında bir yükselme yaşamasına rağmen popülist Protestan Hırıstıyanlığı kilise ve devleti birbirinden ayrı tutuma eğilimleri karşısında birçok gerilemeyi tecrübe etmiştir.Dualar ve Kutsal Kitap okumaları devlet destekli kamu okullarındaki eğitimin bir parçasıydı, Amerikan yerlileri arasında yapılan Hırıstıyan misyonerlik faaliyetleri devlet tarafından desteklenmekteydi ve Pazar ayini yasalarla güvence altına alınmıştı.1890 Yılında 29 Bkz.: R.Handy, A Christian America: Protestant Hopes and Historical Realities, New York : Oxford University Press, 1984, 24-25. 30 J.Bryce, The American Commonwealth, cilt. 2, New York : Macmillan, 1911, 769-70. 31 İkinci Büyük Uyanış ve Amerikan Hırıstıyanlığı konusunda meydana getirdiği sonuçlarla ilgili yapılan bir araştırma için bkz.: N.Hatch, The Democratization of American Christianity, New Haven : Yale University Press, 1989. 32 Bkz.: D.L.Dreisbach, Real Threat and Mere Shadow: Religious Liberty and the First Amendment, Westchester, III.: Crossway, 1987, 151-55. birçok devlet üniversite ve kolejinde dini hizmetler icra edilmekteydi hatta bazıları Pazar ayinine katılmayı zorunlu tutmaktaydı.33 İkinci Dünya savaşından sonra Birleşik Devletler kilise-devlet ilişkilerinde dördüncü bir aşamaya girdi. Dördüncü aşamaya dinin ikinci defa kurumsuzlaştırılması olarak bakabiliriz.Aydınlanmacı liberal düşünce yeniden ortaya çıktı ve Yüksek Mahkeme kararlarına ve toplumu idare edenlerin düşünce biçimine hakim olmaya başladı.Bu bölümün başında Yüksek Mahkeme kararından alıntılanan olaylar büyük değişimi temsil etmektedir.Jefferson’un ayırım için kullandığı duvar metaforu yeniden dirildi ve bu ayırımcı yaklaşım mahkemeleri ve Amerikan halkının çoğunluğunu kaplamaya başladı.Daha sonra detaylı olarak göreceğimiz gibi Yüksek Mahkeme kamu okullarında dinsel elementleri yasakladı ve din temelli okullara yapılan bütün yardımların anayasaya aykırı olduğunu ilan etti.Ayrıca Yüksek Mahkeme kilise-devlet dayanışmasının diğer formlarını da anayasaya aykırı bulduğunu deklare etti.Birleşik Devletlerde liberal toplum görüşü açık bir şekilde galip gelmişti.Bu kitapta incelediğimiz diğer demokrasilerde Aydınlanma liberalizmi muhafazakar dini güçlerle uzlaşmaya zorlanmıştır. Fakat Bireşik Devletler’de bu olmamıştır. Paradoks olarak gözüken şey bu beş ülkenin en dindar olanında ulusun kamusal hayatında dinin kendisine meşru bir rol bulmayı başarmış olmasıdır. Bu paradoksun tarihsel açıklaması ondokuzuncu yüzyıl Amerikan Protestanizminin üç temel karakteristiğinde gizlidir: kültürel hakimiyeti, onun Katolik karşıtlığı ve Amerikan Protestanizminin entellektüel sığlığı.Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Protestanizm kültürel olarak hakimdi: Kamusal tartışmanın şartlarını ve sosyal tarihin yönünü Protestanizm belirliyordu.Katolikler büyük ölçüde marjinalize edilmişlerdi ve Aydınlanma liberalizmi bağımsız bir güç olarak çok zayıftı. Hollanda’da olduğu gibi Protestan elit Katoliklerle ortak dayanışmaya gitmedi seküler liberalizme karşı çünkü kültürel olarak hakim olan kendisiydi.Ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığında da Katolisizm karşıtı güçlü eğilimler vardı.34 Roma Katolikleri yabancı bir Papa’nın buyruğunda olarak Bkz.: G.M.Marsden, ‘The Soul of the American University: A Historical Overview,’ içinde G.M.Marsden ve B.J.Longfield, (Ed.), The Secularization of the Academy, New York : Oxford University Press, 1992, 11. 34 Bkz.: J.Higham, Strangers in the Land: Patterns of American Nativism, New Brunswick : Rutgers University Press, 1955. S.V.Monsma, When Sacred and Secular Mix, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, 1996, 136-142. B.Welter, ‘From Maria Monk to Paul Blanshard : A Century of Protestant Anti-Catholicism,’ içinde R.Bellah ve F.E.Greenspahn, (Ed.), Uncivil Religion: Interreligious Hostility in America, New York : Crossroad, 1987, 43, 71. 33 görülüyor ve onların Birleşik Devletler’e olan bağlılığı tartışma konusu haline getiriliyordu.Çoğu Katoliğin göçmen statüsünde olması ve çocuklarını mahalli okullara göndermeleri onların şu imajını güçlendirmekteydi: Amerikan yaşam tarzı ve değerlerine asimilasyonda özel problemler ortaya çıkaran Amerikalı olmayan yabancı bir unsur. Değişik yorumcular ondokuzuncu yüzyıl Protestanizminin entellektüel darlığını not etmektedirler. Popülist ve girişimci nitelikleriyle Protestanizm bir halk diniydi.Tarihçi Nathan Hatch ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığının bu karakterini şöyle tasvir etmektedir: “Kendine güvenen sıradan halk kesimleri artan bir şekilde kendi liderlerinin sade ve mütevazi olmasını, kendi doktrinlerinin gerçekliğinin kendinden menkul ve gökten yere inmiş olmasını, müziklerinin canlı ve söylenir olmasını ve kiliselerin yerel ellerde olmasını istiyorlardı.”35 Tarihçi Sidney Mead’a göre ondokuzuncu yüzyıl popülist Hırıstıyanlığı sonucunda entellektüel yapısının büyük bir bölümü yıkılmıştır.36 Protestanizmin Ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığının bu üç temel karakteristiğine ek olarak Avrupa liberalizminde olduğu gibi Amerika liberalizminin güçlü ve açık anti-klerikal eğilimlere sahip olmadığını not etmek lazımdır.Amerikan liberalizmi genel anlamda dine ve Kutsal Kitab’a dayanan ahlaka izin vermeye ve ona saygı göstermeye hazırdı. Ondokuzuncu yüzyılda Protestanlar ve liberaller genelde dayanışma içinde olmuşlardır. Liberalizm ve Protestanizmin Katolisizme güven duymaması, Amerika liberalizminin katı anti klerikel bir eğilime sahip olmaması ve liberalizmin genel bir Hırıstıyanlık anlayışını barındırmaya arzulu oluşu bu dayanışmada teşvik edici unsurlar olarak etkili olmuştur.Ondokuzuncu yüzyıl Protestanlığının sığ oluşunun bir anlamı da Protestan liderlerin dinin sosyal rolü konusunda gelişmiş bir anlayışa sahip olmamasıydı.Yirminci yüzyılın başında ortaya çıkan yeni teolojik trendler karşısında Amerikan Protestanizmi çok zayıfladı ve onlara karşı entellektüel açıdan direniş gösteremedi. Bir nesil bile geçmeden teolojik açıdan muhafazakar ve biblikal bir oryantasyona sahip Protestanlar ana Protestan gruplarında, üniversitelerde ve diğer kültür liderleri arasındaki hakimiyetlerini kaybettiler. Onların yerine Aydınlanma liberalizmi düşüncesine sahip bir entellektüel ve sosyal elit kaim oldu.İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde –bu dönemde dinin oynayacağı kamusal rol konusunda iyi düşünülmüş bir gerekçe sunulmamamaktadır ve Aydınlanmacı 35 Hatch, The Democratization of American Christianity, 95. liberal düşünce sosyal ve kültürel elit arasında çok yaygındır- Yüksek Mahkeme kilise-devlet ilişkilerini düzenleyen Birinci Tadilatı dinin liberal yorumu ışığında açıklamaktadır. Yüksek Mahkeme dini saf bir kişisel mesele olarak görmekte ve ona kamusal hayatta hiçbir meşru rol tanımamaktadır. Bütün bu eğilimler ondokuzuncu yüzyılda gelişen kamusal okul (common school) hareketinde görülebilir. Bu hareket kilise-devlet ilişkileri konusunda meydana gelen diğer gelişmelerde çok önemli etkiler bırakmıştır.Kamusal okul hareketi Amerikan toplumunda güçlü bir etkiye sahip olmuştur.1789 Yılında Amerika kurulduğundan beri Amerikalılar coğrafik uzaklıklar, keskin sınıfsal farklılıklar ve göç dalgaları karşısında ulusal birliğin nasıl korunacağı konusunda hep kaygılanmışlardır.Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Amerikalıların bu soruya verdiği cevap kamusal okul olmuştur.Ondokuzuncu yüzyılın başında Avrupa’da eğitimin devlet eliyle herkesi kapsayacak şekilde yapılması çabaları Horace Mann ve New England elitlerinin dikkatini çekmişti.Bu reformcular kamusal okula sınıflara mensup ailelerin bütün çocuklarına – özellikle düşük ve eğitimsiz ailelerin çocukları- sosyal ve politik erdemleri öğretecek temel araç olarak bakıyorlardı. Kamusal okul taraftarları kamusal okula birincil olarak çocuklara okuma ve matematik gibi yetenekleri öğreten bir yer olarak bakmaktan çok ona ulusal birlik, özgür ve demokratik bir toplum için gerekli olduğu düşünülen erdemleri öğreten bir yer olarak bakıyorlardı.Os Guiness şu gözlemde bulunmaktadır: “Kamusal okullar belirli yetenekleri öğretmenin ötesinde karakter, idealler ve sadakatler konusunda çocukları eğitiyordu. Bundan dolayı kamusal okullar karakter formasyonu ve ulus inşasında moral güç olmuşlardır.” 37 Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Amerika göç dalgalarıyla yüz yüze kaldığı zaman kamusal okul kavramı elitler arasında yer bulmuştu ve karşılaşılan olaylara uygulanmaya hazırdı.İrlanda, İtalya gibi Katolik ülkelerden Amerika’ya çok göçler olmuştu. Asimilasyonu güç ve demokratik değerler konusunda eğitim almamış milyonlarca insanın göç etmesinin Amerikan toplumunu zayıflatmasından Amerikalılar endişe duyuyorlardı.Bu endişe ve korkular ortak okul idealini elit bir teori olmaktan çıkarıp Amerikan toplumunun büyük ölçüde benimsediği popüler bir ideal haline geldi. Charles Glenn şöyle demektedir: “1830 Yılında olanlar küçük bir 36 Mead, The Lively Experiment, 54. elit grubunun ilgisini çekiyordu ve bu elit Amerikan toplumunu kendi imajlarına göre şekillendirmekle ilgiliydiler. Fakat bu yıldan sonraki yirmi yılda bu durum bütün Amerikalıların ilgilendiği canlı bir konu haline geldi.”38 Kamusal okul ulusal birliğin gerçekleştirilmesi, asimilasyonun sağlanması ve iyi vatandaş alışkanlıklarının öğretilmesi için önemli bir araç olarak görülüyordu. Kamusal okul idealinde spesifik bir dini anlayış önemli rol oynadı. Çünkü din sivil erdemin esin kaynağı ve kültürel ve ulusal asimilasyonda önemli bir araç olarak görülüyordu. Mann bir Üniteryandı –onun New England’daki bir çok reformcu arkadaşıda Üniteryandı.- Bunlar hem partikülaristik dini hemde dindışı sekülarizmi reddettiler. Onlara göre okullar rasyonel, Hırıstıyan ve konsensüsel olmalıydı. Glenn şöyle yazmaktadır: Üniteryanlar mezhepsel ve ayırıcı doktrinleri ayıklamakla onlara göre bunlar İsa’nın öğretisinin bir parçası değillerdiHırıstıyanlığın özünü koruduklarına inanıyorlardı. Bu temel Hırıstıyanlık kamu okullarında öğretilmeliydi çünkü bu temel Hırıstıyanlık cennetin dinini temsil etmekteydi. Kişisel olarak benimsediği ve evde çocuklarına öğrettiği inanç ne olursa olsun hiçbir sağduyulu ebeveyn bu dine itiraz edemezdi.39 Kamusal okullarda öğretilen Hırıstıyanlık –kamusal okulun Üniteryan destekçilerinin gözünde- rasyonel ve konsensüseldi.Kişi sonunda mezhepsel olmayan genel bir Protestanizme varıyordu. Mann şöyle yazmaktadır: Hırıstıyanlığın gerçeği temsil ettiğini iddia eden görüşler ile onun genele ait gerçekleri ifade ettiğini öne süren yaklaşım arasında ile okul müfredatına dahil edilecekler ile yasanın dışladığı mezhepsel görüşler arasında kesin bir çizgi çizmek zor olmasına rağmen okullarımızda bu konuda pratik bir zorluğun çıkmayacağına inanılıyordu.40 Carl Kaestle kamusal okul ideolojisini şöyle tasvir etmektedir: “Bu ideoloji cumhuriyetçilik, Protestanizm ve kapitalizm üzerinde yoğunlaşmıştı. Sosyal inancın bu üç kaynağı karşılıklı olarak bütünleşip birbirini destekliyordu.”41 Kamusal okul O.Guinness, The American Hour, New York : Free Press, 1993, 228. Bu nokta için ayrıca bkz.: C.F.Kaestle, Pillars of the Republic: Common Schools and American Society, 1780-1860, New York : Hill and Wang, 1983, Beşinci Bölüm. 38 C.L.Glenn, The Myth of the Common School, Amherst : University of Massachusetts Press, 1987, 87. 39 Glenn, The Myth of the Common School, 154. Kamu okullarında Hırıstıyanlığın birleştirci doğası için bkz.: G.M.Marsden, The Soul of the American University, New York : Oxford University Press, 1994, 89. 40 Glenn, The Myth of the Common School, 164. 41 Kaestle, Pillars of the Republic, 76. 37 ideali kesnlikle Jefferson’un, Madison’un ve diğer Aydınlanmacı liberallerin görüşleriyle uygunluk içerisindeydi. Çok az Evanjelik Protestan ve Roma Katoliği liberal dinin bu formunu protesto etmiştir. Ondokuzncu yüzyılda Katolikler toplumsal ve politik açılardan marjinalize edilmişlerdi.Protestanların büyük çoğunluğunun Mann ve diğerlerinin ortaya attığı kamusal okul idealini kabul etmesi çok şaşırtıcıdır. Amerika’ya Katoliklerin dalgalar halinde göç etmesini bir tehdit olarak algılayan muhafazakar Protestanlar müfredatlarında Kutsal Kitap okumalarının ve ahlak derslerinin olduğu kamusal okulları Katolik tehdite karşı bir önleyici duvar olarak görüyorlardı. Bu açıdan muhafazakar Protestanlar için bu okulların Kutsal Kitaba dayalı tam bir ortodoks Hırıstıyanlığı öğretmemesi bile büyük sorun olmamıştır. Guinness bu durumu iyi ifade etmektedir: “Ondokuzuncu yüzyılda evanjelik Protestanlar toplumsal bir ruhla dolu olduklarından devletin kontrolündeki okulları desteklemekte bir sakınca görmemişlerdir. Aynı zamanda bu okullar sivil bir din olarak Protestanlığın belirsiz, mezhep dışı ve moralistik olarak kurulmasınında bir aracıydı.”42 Protestan liderlerin Aydınlanmacı liberallerle beraber kamusal okul hareketine yönelmeleri Protestanlığın entellektüel sığlığı anlamına gelmektedir.Egemen Protestan elitler kamu okullarının demokrasi, Amerika ve Hırıstıyanlık ideallerini bütünleştirerek ulusal birliği sağlamada güçlü araçlar olacağına inanıyorlardı.Kamu okullarındaki Hırıstıyan elementler muhafazakar evanjelik Protestanların kendilerine ait ayrı okullar kurma ihtiyacı duymamalarına neden olduğu gibi onların bu harekete bütünüyle katılımlarını sağlamıştır. Onsekizinci yüzyılda kurumsuzlaşma hareketini yönlendiren tuhaf koalisyon (strange coalition) aynı şekilde kamusal okul hareketini de desteklemiştir.Yirminci yüzyışın ortalarında Yüksek Mahkeme Birinci Tadilatın liberal ve katı bir separasyona dayanan yorumunu benimseyip bunu eğitim alanına uyguladığı zaman Protestanlığın bu trende karşı direnecek ne entellektüel ne de politik gücü kalmıştı. Dinin özgürce uygulanması Bu çalışmada incelediğimiz beş demokrasinin hepsi herkes için din özgürlüğünü desteklemektedir.Hiç kimse Tanrı’ya –ya da tanrılara- nasıl ve nerede ibadet edip etmediği için cezalandırılmamalıdır. Ancak Amerika –diğer demokrasiler gibi- dini özgürlüğün tam anlamı ve uygulaması konusunda çözülmesi zor tartışmalı 42 Guinness, The American Hour, 229. konularla karşılaşmaktadır. Bu soruların en zoru şudur: normlara aykırı Toplumsal refah ya da dini davranışlar korunmalımıdır? Bu soruya cevap çabalarında Amerika tutarlı bir yol takip etmemektedir. Birinci Tadilat şöyle demektedir: “Kongre dinin özgürce uygulanmasını yasaklayan hiçbir yasayı çıkarmamalıdır.” açıklamak için hep istikrarsız ve kesin Yüksek Mahkeme bu kelimeleri olmayan bir yol izlemiştir –ifadenin kısalığının bu duruma neden olup olmadığı belli değildir.- 1870 Yılında Yüksek Mahkemenin önüne ilk dava geldiğinde ve Yüksek Mahkeme bu kelimeleri yorumlamakla yüzyüze kaldığında sular iyice bulanık hale gelmiştir.Dava poligamiyi yasaklayan fedaral bir yasayla ilgiliydi. Mormonlar yasaya itiraz etmiş ve dini inançlarının bir gereği olarak çok eşli evlilikler yaptıklarını iddia etmişlerdir. Yüksek Mahkeme federal yasanın Mormonların anayasal haklarını ihlal etmediği kararını vermiştir çünkü Birinci Tadilatın koruduğu şey aksiyonlar değil inançlardır: “Yasalar aksiyonların idaresi için yapılmıştır. Yasalar müdahele edemezler ama pratiklere edebilirler.”43 dini inanç ve görüşlere Bu karar tersinden alınarak şöyle yorumlanmıştır: “Aksi takdirde uygulanan dini inancın doktrinleri yürürlükteki yasalardan daha üstün hale gelebilirler. Bu da her vatandaşın kendi başına bir yasa olması sonucunu doğurabilir.”44 İnanç-aksiyon ayırımı seküler regülasyon kuralı olarak terimlendirilen şeydir: Hükümet geçerli bir seküler nedene ve regülasyonun kesin bir biçimine angaje olmak için legal otoriteye sahip olarak kişilerin dinlerini özgürce uygulamalarına müdahele etmesi ya da kesintiye uğratması vatandaşların yapılan regülasyondan kaçmaları için bir temel olamaz.45 Seküler regülasyon kuralı ve inanç-aksiyon çelişkisi şu soruyu ortaya çıkarmaktadır: Özgürce uygulama için getirilen korumalardan geriye ne kalmaktadır? Eğer özgür uygulama maddesi dini pratikleri değilde sadece inançlar koruyorsa (Anayasanın diğer maddeleride inançları koruyabilir) ve meşru seküler bir yasa bir dini grubun pratiklerinin altındaki inançları dikkate almadan çıkartıldığı takdirde özgür uygulama maddesinin verdiği fakat vatandaşların faydalanmadığı bir koruma varmıdır? Bu sorunun iki cevabı vardır. Yüksek Mahkemenin desteklemeye devam ettiği birinci görüş şudur: Bir dini grup özgür uygulama hakkına getirilen sınırlamaları ve dezavantajları kasıtlı olarak ihlal 43 Reynolds v. United States, 98 US, 166, 1879. Reynolds v. United States, 167. 45 Bkz.: C.H.Pritchett, The American Constitution, New York : McGraw-Hill, 1977, 392-94. 44 bir hareket yaparsa bu koruma dışında olacaktır. 1993 Yılında örneğin ederek Yüksek Mahkeme Florida eyaletinin Hialet şehrindeki birçok yönetmeliği iptal etmiştir. Yönetmeliklerin spesifik olarak Santeria dininin kurban ettiği hayvanları yasadışı ilan etmeyi hedeflemesi bu iptallerin temeli olmuştur. “Yönetmeliklerin objesi dinin baskı altına alınmasıdır.”46 Yüksek Mahkeme bu sonuca şuradan varmıştır: Yönetmelikler kurban edilecek hayvanların kesimini yasadışı kılmada dar bir yaklaşım sergilemiş olup yemek için bu hayvanların avlanarak öldürülmesini ya da koşer için hayvanların kesilmesini yasaklamamıştır.Yönetmelikler spesifik olarak Santeria dininde uygulanan hayvanların kurban edilmesi ritüelini hedef almıştır ve bu da özgür uygulama maddesinin ihlali olarak görülmüştür. Seküler regülasyon ışığında özgür uygulama için getirilen korumalardan geriye ne kaldığı sorusunun ikinci cevabı güçlü devlet çıkarı testidir. Bu alanda aşırı derecede yasal belirsizlik vardır. Yüksek Mahkeme bu testin uygulanmasında mütereddittir ve etkin olarak bu testi terketmiş gözükmektedir. Kongre bunu yasayla yeniden getirmeyi istemiştir. Güçlü devlet çıkarı testi şuna dayanmaktadır: Seküler ve nötr bir yasa bir grup insana dini inançlarını uygulamada önemli derecede yük ve dezavantaj sağlıyorsa bu durumda devlet güçlü bir gerekçeye sahip olduğu takdirde bu grubu seküler uygulamaya zorlayan bir yasa yapabilir. Bu uygulama seküler regülasyon kuralını değiştirmektedir.Yüksek Mahkemeye göre bu temel alındığı takdirde şu durumlar ortaya çıkacaktır: Amish çocuklarını sekizinci sınıftan sonra okula göndermek zorunda değildir, bir Seventh-Day Adventist Pazar günü çalışmayı reddettiği için işsizlik yardımı almaktan mahrum bırakılamayacaktır, bir pasifist silah endüstrisinde çalışmayı reddetmesi sonucu işini kaybettiği takdirde işsizlik tazminatı alma hakkını kaybetmeyecektir.47 Mahkeme bu üç davada hükümetin güçlü bir toplumsal çıkar gerekçesi ortaya koymadığına ve var olan yasalarda bazı istisnalar yapmanın dini fikirleri desteklemek olmadığına karar vermiştir. Yüksek Mahkeme hiçbir zaman güçlü devlet çıkarı konusunda tutarlı olarak bir standardı takip etmemiştir. 1961 Yılında Yüksek Mahkeme Pazar tatili regülasyonundan dolayı dezavantajlı duruma düşen ortodoks Yahudi işadamlarını özgür uygulama güvencesi altına almamıştır.1982 Yılında sosyal güvenlik vergisi ödemenin dini bilinçlerini ihlal ettiğini iddia eden bir Amish işverenin ve işçinin 46 Church of the Lukumi Babalu Aye v. Hialeah, 508 U.S., 542, 1993. Davalar şunlardı: Wisconsin v. Yoder, 406 U.S. 205, 1972. Sherbert v. Verner, 374 U.S. 398, 1963. Thomas v. Review Board, 450 U.S. 707, 1981. 47 davasında da Yüksek Mahkeme aynı şeyi yapmıştır. 1986 Yılında inancı gereği kippa giymekte ısrar eden ortodok Yahudi olan bir hava subayınında talebini Mahkeme reddetmiştir.48 Her üç davada da Yüksek Mahkeme güçlü devlet çıkarı standartını takip etmesine rağmen bu standarta ulaşılmayı çok düşük düzeyde tutmuştur. Her seferinde Yüksek Mahkeme idarenin güçlü devlet çıkarını başarıyla gösterdiği kanaatine vararak özgür uygulama hakkı konusundaki talepleri geçersiz saymıştır. 1990 Yılında Yüksek Mahkemenin önüne geleneksel dini seremonilerinin bir parçası olarak uyuşturucu kullanan Amerikan yerli dinlerine mensup bir grupla ilgili bir dava geldi. Yapılan testlerde bu kişilerin uyuşturucu kullandıkları tespit edildi ve bundan dolayı işlerinden atıldılar. Geçerli bir nedenden dolayı işten atıldıkları için bunlara işsizlik tazminatı ödenmedi. Mahkeme kararında şu görüşü savundu: “Bireyin dini inançları yasanın yasakladığı bir şeyi –devlet bu konuda istediği düzenlemeyi yapmakta hürdür- ihlal etmek için mazeret olamaz.”49 Güçlü devlet çıkarı testi de parçalanmış olarak sunulmaktadır: “Bireyin bir yasaya uymasını sağlamak için yasanın kişinin dini inançlarıyla uyum içinde olması gerekir. Güçlü devlet çıkarının olduğu ve dini inançların anayasal geleneklerle ve ortak sağduyu ile çatıştığı durumlarda bu prensip geçerli değildir.”50 Yüksek Mahkemenin bu kararına büyük tepkiler ve eleştiriler geldi. Dini kurumsallık sorunları üzerinde geleneksel olarak anlaşamayan kişi ve gruplar bu sefer onun reddi konusunda birleştiler. Bu grupların meydana getirdiği koalisyon 1993 yılında Kongreyi Dini Özgürlük Restorasyon Yasasını (Religious Freedom Restoration Act –RFRA-) geçirme konusunda ikna etti.Bu yasanın bir kısmı şöyledir: “Hükümet güçlü devlet çıkarının devamlılığını ortaya koyduğu takdirde kişinin dini uygulamalarına kısıtlama getirebilir.”51 Bu düzenleme güçlü devlet çıkarını standart olarak yasaya sokmayı amaçlıyordu. Yüksek Mahkeme tarafından güçlü devlet çıkarı ilk olarak ifade edilmesine rağmen bu standart hiçbir zaman tam olarak uygulanmamış olup sonrada reddedilmiştir.1996 Yılında Yüksek Mahkeme San Antonio, Texas’dan bir davayı gözden geçirmeyi kabul etti. Dava konusu bir kilisenin RFRA’yı temel alarak yerel yasaların doğurduğu tüm sonuçlardan hariç Davalar şunlardır: Braunfeld v. Brown, 366 U.S. 599, 1961. United States v. Lee, 285 U.S. 252 1982. Goldman v. Weinberg, 475 U.S. 503, 1986. 49 Employment Division v. Smith, 58 LW, 4435, 1990. 50 Employment Division v. Smith, 4435. 51 Public Law 103-141, 103d Congress, Section 3 (b). 48 tutulmasıyla ilgiliydi. 1997 Yılında Yüksek Mahkeme karar düzenlemenin anayasallığını önemli bir karar verdi. Bu ve onun etkisini güçlendirip ya da sınırlandırmakta ileride belirleyici olacaktır.Bu karar RFRA düzenlemesinin güçlü devlet çıkarını belirlemede çok özgür uygulama davalarında güçlü bir standart olup olmadığını önemli bir referans olacaktır. RFRA düzenlemesi değişik gruplardan oluşan geniş bir koalisyonun desteğini aldığı için büyük bir çoğunlukla Kongrede kabul edildi.Kongrenin ve bu geniş koalisyonun sergilemiş olduğu tavır toplumun ve politik organın dini özgürlükleri koruma konusundaki hassasiyetini ve bağlılığını göstermektedir. Ancak bu normal bağlılık ve hassasiyet zayıfladığı zaman popüler olmayan dini azınlıkların durumu çok hassas hale gelmektedir. Yüksek Mahkemenin yorumladığı gibi özgür uygulama maddesinin getirdiği koruma kesinlikten mahrumdur. Yüksek Mahkemenin kesin pozitif dini hakların uygulanması için özgür uygulama fıkrasını esas alarak ileri sürülen argümanları –Hollanda ve Almanya’da olduğu gibi- reddetmesi enformatif niteliktedir.Bu tarz argümanların oluşturduğu konsept şu şekilde ifade edilebilir: İnsanlar tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları takdirde dini inaçlarına göre davranmayı ileri sürerek yasal sınırlamalardan bağımsız olmaları gerektiği gibi dindar insanlar bazı faaliyetlerini yerine getirmeleri için idarenin yardımına gereksinim duyabilirler-dindar olmayan insanların seküler inançlarına göre hareket etmelerini sağlamak için hükümetin yardım etmesi gibi.Yüksek Mahkemenin bu mantığa dayalı iki davayı reddetmesi bilgilendiricidir. Birinci kararda devletin hiçbir duayı –Lord Prayer dahil- ve Kutsal Kitap okumasını düzenlemeyeceğini ve bunların devlet okulları programının bir parçası olamayacağı şeklinde Yüksek Mahkemenin iki görüşü ortaya konmuştur.52 Her iki davaya Potter Stewart itiraz etmiş ve özgür uygulama argümanını kullanmıştır. Stewart şöyle yazmaktadır: “Her iki davada bazı aileler çocuklarının gittiği okulların Kutsal Kitap’tan pasajlar okunarak açılmasını arzu etmektedir.Her iki dava onların bu isteklerini desteklediği için özgür uygulama iddiasını ihtiva etmektedir.”53 Ve sonra açıklamasını şöyle sürdürmektedir: Zorunlu devlet eğitimi sistemi çocuğun hayatını derin bir şekilde yapılandırmaktadır.Okullarda dini aktivitelere izin verilmediği takdirde din yapay ve dezavantajlı bir konuma getirilecktir. Bu açıdan bakıldığında okulların gerçek anlamda 52 53 Davalar şunlardır: Engel v. Vitale, 370 U.S. 421 (1962). Abington v. Schempp, 374 U.S. 203, 1963. Abington v. Schempp, 313. dini konularda tarafsız olması isteniyorsa isteyenler için okullarda dini aktivitelere izin verilmelidir.Dini aktivitelere okullarda izin verilmemesi devletin tarafsızlığının realizasyonu olarak değil bilakis bu sekülarizm dininin inşa edilmesi olarak görülecektir. Ya da bu dini aktivitelerin özel olarak yapılmasını savunanların görüşünün devlet tarafından desteklenmesi olarak görülecektir.54 Stewart’a göre okullardaki dini aktiviteler isteğe bırakılırsa bu aktiviteleri yapmak isteyenlerin hakları dini aktivitelere katılmak istemeyenlerin hakları ihlal edilmeden korunmuş olacaktır.Alman Anayasa Mahkemesinin bu konudaki pozisyonu da tam olarak bu şekildedir. Fakat Amerikan Yüksek Mahkemesi bu görüşü kesin bir şekilde reddetmiştir. Benzer bir şekilde bazı yargıçlar dini okullara devletin yardım etmesi konusunda özgür uygulama argümanını kullanmışlardır. Mahkemenin çoğunluğu dini okullara yapılacak kamusal yardımın Birinci Tadilatı ihlal edeceği sonucuna ulaşınca Yargıç Byron White özgür uygulama argümanına dayanarak bu görüşe karşı çıkmıştır: Kurumsallık fıkrası Birinci Tadilatın özgür uygulama fıkrasıyla beraber vardır ve bu tür davalarla özgür uygulama maddesi doğal bir şekilde ilişkilidir.Bu anayasal düzenlemeler bir devlet programının özel ya da kamu okullarında dini desteklemeyi yasakladığı gibi öğrencilerin bu kurumlarda inançlarını serbestçe yaşamalarını desteklemeyi de ihtiva etmektedir.55 Dini okullara devlet yardımı yapılması ile ilgili başka bir davada gene Yargıç White özgür yaşama argümanını ileri sürmüştür.Ona göre bu tür okullara devlet yardımının yapılmaması çocuklarının hem seküler hem dini bir eğitim almalarını isteyen velilere bilinçlerine uygun olarak davranmayı imkansız kılmaktadır.56 Fakat Yargıç Stewart ve Yargıç White hep Yüksek Mahkemede yalnız kalmışlardır. Yüksek Mahkemenin Birinci Tadilatın dinin kurumsallaşmasına yönelik kısıtlamalarını dar olarak yorumlaması dinin özgürce yaşanması için devlet yardımı yapılması şeklindeki argümana hep galip gelmiştir.Yüksek Mahkeme serbestçe yaşama fıkrasını insanların inançlarını serbestçe yaşamalarını güvence altına almak için devletin pozitif 54 adımlar atması şeklinde yorumlamamıştır.Gerçekte bu Abington v. Schempp, 313. Lemon v. Kurtzman, 403 U.S., 665, 1971. 56 Committee for Public Education v. Nyquist, 413 U.S.US., 814, 1973. 55 düzenleme insanları inançlarını uygularken dezavantajlı duruma düşüren yasalara karşı korumada belirsiz bir tavır ortaya koymaktadır.Yüksek Mahkemenin açıkladığı gibi özgür uygulama fıkrası doğası gereği sınırlı kalmaktadır.Kamuoyu ve hükümet organlarının azınlıkların dini haklarını koruyamadıkları durumlarda özgür uygulama fıkrası kişilerin inançlarını serbestçe yaşama özgürlüklerini korumada başarısız kalmaktadır. Dini Kurumsallık ve ilk ve orta öğretim Amerika’nın kilise-devlet konularına yaklaşımı bu kitaba konu olan diğer demokrasilerden tamamen farklıdır. Bu kitabın ilerleyen bölümleri bu farklılığı net olarak ortaya koyacaktır.Bu farklılıkların merkezini din ve eğitim konusunda takip edilen zıt yaklaşımlar oluşturmaktadır.Amerika’daki kilise-devlet ilişkilerinin bu önemli bölümüne dikkatlice bakılması önemlidir. İlk olarak kamusal okullarda din konusunu ele alacağız. Daha sonra dini okullara devlet yardımı yapılması sorununu inceleyeceğiz. Otuz yıl sonra bile Yüksek Mahkemenin vermiş olduğu iki karar tartışmalı olmaya devam etmektedir. 1960 Yılında Yüksek Mahkeme kamu okullarında dua etmenin ve Kutsal Kitap okumanın anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. New York otorteleri okulun açılış gününde okunmak üzere hiçbir mezhebe ait olmayan şu duayı yazmışlardır: “Yüce Allahım, Sana olan bağlılığımızı itiraf ediyoruz. Senin lütfunun ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz ve ülkemiz üzerine olmasını niyaz ediyoruz.” Yüksek Mahkeme bu uygulamanın Birinci Tadilatın kurumsallık yasağını (Kongre hiçbir dini kurumla ilgili yasa yapamaz) ihlal ettiğine karar verdi. Mahkemeye göre resmi dua yazmak devletin işi olmadığı gibi hükümet böyle bir duayı da dinsel bir programın parçası olarak hiçkimseye okutturamaz.57 Bir yıl sonra Yüksek Mahkeme okullarda günün başlangıcında Lord Prayer duasının okunmasının ve Kutsal Kitabı okuma programlarının düzenlenmesinin anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Mahkemeye göre burada söz konusu olan dini uygulamalardır. Birinci Tadilatın bütün eyaletlerde devletin tarafsızlığını bozmayacak şekilde uygulanması lazımdır. Devletin tarafsızlığından kasıt devletin hiçbir dine ne yardım etmesi ne de karşı olmasıdır.58 Ayrıca Mahkeme kurumsallık fıkrasını da dikkatlere sunmuştur: “Uygulamada seküler yasama amacı olmalıdır ve 57 58 Engel v. Vitale, 421 U.S., 425, 1962. Abington School District v. Schempp, 203 U.S., 225, 1963. uygulamalar dini ilerletmediği gibi geriletmemelidir.”59 Kutsal Kitap ve dua okumaları bu testlerin ikisini de geçmemiştir. Gerçekte dini uygulamaların isteğe bağlı olması (itiraz eden çocuklar mazur görülebilir) hiçbir farklılık yaratmamaktadır çünkü kurumsallık fıkrasının ihlali zorlama unsurunun varolmasını şart koşmamaktadır. Bu karardan sonraki davalarda da Yüksek Mahkeme kamu okullarında dini uygulamalarla ilgili ayrımcı pozisyonunu tutarlı bir şekilde devam ettirmiştir. Mezuniyet ve açılış günlerinde dua ve meditasyon yapılmasını yasaklayan kararlar vermesi Yüksek Mahkemenin ayrımcı çizgisini tezahür ettirmektedir.60 Bütün bu kararlarında Mahkeme hükümetin hiçbir dini teşvik etmemesi, desteklememesi ve lehinde olmaması prensibine dayanmıştır. Yüksek Mahkemenin bazı kararlarını mahkeme kararlarında bazı açıklar bulmak anayasal düzenlemeler yapmak ve suretiyle delme girişimleri devam etmektedir. Çünkü kamu okullarında belirli dini elementlerin bulunması konusunda ciddi bir halk desteği vardır.61 George Gallup şöyle demektedir: “Yüksek Mahkeme 1962 ve 1963 yıllarında verdiği kararlarla kamuya ait okullarda dua ve Kutsal Kitap okuması gibi dini uygulama ve ibadetlerin anayasaya aykırı olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Yüksek Mahkeme bu pratiklerin ihyası için girişilen bütün çabaları sonuçsuz bırakmıştır.Ancak araştırmalara göre Amerikalılar belirli bir form içinde okulda dua edilmesini desteklemeye devam etmektedirler.”62 Bir araştırmaya göre halkın yüzde yetmişyedisi isteyen öğrencilerin kısa bir süre için dua etmesini desteklemektedir.63 Yüksek Mahkeme kamu okulları programına dinin entegre edilmesi konusunda katı bir separatisyonist tavra sahiptir.Yüksek Mahkeme değişik dini grupların öğrencilerin boş vakitlerinde ya da haftada bir defa okula gelerek kendi mensuplarına dini telkinlerde bulunmasını anayasaya aykırı bulmuştur.Dini öğüt ve telkin almak istemeyen öğrencilere ise alternatif aktiviteler tanınmıştı.Mahkemenin çoğunluğu adına konuşan yargıç Hugo Black seçeneği böyle programların vergilerle kurulan ve desteklenen kamu okullarında dini grupların 59 Abington School District v. Schempp, 222. Bkz.: Lee v. Weisman, 60 LW 4723, 1992. Wallace v. Jaffree, 472 U.S., 38, 1985. 61 Bkz.: K.D.Wald, Religion and Politics in he United States, Washington, D.C. : Congressional Quarterly, 1992, 158-61. 62 Gallup ve Castelli, The People’s Religion, 20. 63 The Williamsburg Charter Survey on Religion and Public Life, Washington, D.C. : Williamsburg Charter Foundation, 1988, Tablo 34. 60 inançlarını yaymaya yardım edeceğini söylemektedir.64 Bir kaç yıl sonra Mahkeme böyle programlara izin verdi. Fakat bu dini rehberlik programlarının okul alanlarından uzak yerlerde yapılmasını şart koştu.65 Yüksek Mahkeme Luisiana yasasının zıddına da bir karar vermiştir. Luisiana yasası evrim teorisinin öğretildiği okullarda aynı şekilde yaratma teorisinin de öğretilmesini şart koşmaktadır.66 Bazen yerel ve bölgesel okullar alt mahkemelerin iznini alarak Yüksek Mahkemenin verdiği kararın gerektirmediği şeylerin ötesinde uygulamalar yapmaktadırlar.Beşinci dereceden bir öğretmene Kutsal Kitabı masasında saklayamayacağı ya da sınıf sessiz okuma periyodunda iken onu okuyamayacağı söylenmiştir.Federal Mahkemenin temyiz desteklemektedir.67 kararları okulun bu uygulamasını Dokuzuncu dereceden bir öğretmen sınıfından bir araştırma yazısı yazmalarını ister. Bir öğrenci İsa’nın hayatı konusunda bir yazı yazar ve öğretmen ona F verir. Öğretmen bunun sebebini şöyle açıklar: “Yasa sınıfta dini konularla ilgilenmememiz gerektiğini söylemektedir.”Daha alt federal mahkemeler öğretmenin bu tavrını teşvik etmektedir.68 Bir sınıf valediktoryanı mezuniyet töreninde bir konuşm yapmaya davet edilir ve o konuşmasının bir bölümünü İsa’nın kendi hayatındaki önemini ifade etmeye ayıracağını okul müdürüne söyler.Ona o bölümü konuşmasından çıkarması söylenince o bunu reddeder ve bunun üzerine onun konuşması bütünüyle mezuniyet programından çıkarılır.69Bu tür uygulamalar işgüzar öğretmenlerin, müdürlerin ya da lokal okul yönetimlerinin marifetleridirler.Yüksek Mahkemenin separasyon duvarı ve dini düşünceye yardım etmeme temeline dayanarak meditasyonu yasaklaması kamu okullarının sınıflarında gibi sessiz duayı ya da çabalarla dini, okulların dışında tutmaya gayret göstermesi sürpriz değildir. Öte yandan Yüksek Mahkeme dine düşman olmadığında ısrar etmektedir.Mahkeme kamu okullarına dinin öğretilmesine, dinin tarihteki rolünün öğretilmesine ve Kitab-ı Mukaddes’in edebiyat olarak öğretilmesine izin verdiğini ifade etmektedir.Örneğin bir kararında Mahkeme şunu ifade etmiştir: “Dinlerin ve Kutsal Kitabın edebi ve tarihsel bir bakış açısıyla öğretilmesi objektifliği ve seküler eğitim programının bir kısmını temsil etmektedir.Böyle bir şey Birinci Tadilatın (First 64 McCollum v. Board of Education, 333 U.S., 210, 1948. Bkz.: Zorach v. Clauson, 343 U.S. 306,1952. 66 Bkz.: Edwards v. Aguillard, 107 S.Ct.2578, 1987. 67 Bkz.: Roberts v. Madigan, 921 F.2d 1047 (10th Cir. 1990). 68 Bkz.: Settle v. Dickson County School Board, 53 F.3rd 152 (1995). 65 Amendment) dinin desteklenmesi şeklindeki yasağına aykırı değildir.”70 1984 Yılında Kongre’den geçen bir yasaya göre (Equal Access Act) okullar müfredat dışı kulüplerin kurulmasına ve bu kulüplere ders dışı saatlerde okul olanaklarını kullanmalarına izin verdikleri takdirde aynı izni dini bir kulübün kurulması ve onun okul olanaklarını kullanması için de vermeleri gerekmektedir.Yüksek Mahkeme bu yasayı destekledi ve bu kanuna göre kurulacak dini kulüpler “bir çok gönüllü öğrenci kulübünden biri olarak kaldıkları sürece” clause) kurumsallık fıkrasının (establishment ihlal edilmemiş olacağına karar verdi.711995 Yılı ağustosunda Başkan Clinton Eğitim Departmanıyla beraber hangi dini pratiklerin kamu okullarına dahil edileceğini hangilerinin dahil edilmeyeceğini belirleyen bir rapor yayınladı.72 Rapor özel olarak dua edilmesine, öğrencilerin arkadaşlarının dini inançlarını etkilemesine ve dinin objektif olarak çalışılmasına izin verirken öğretmenin öncülüğünde dualar ya da dini toplantılar yapılmasına, okulun herhangi bir dini desteklemesine izin vermiyordu. Ancak denge açısından bakıldığında kamu okullarında dine verilen rol çok küçüktür.Burada takip edilen çizgi gene dinin hiçbir şekilde tanınmaması ve desteklenmemesi yaklaşımı şeklindedir.Aynı zamanda kamu okullarına ahlaki hassasiyeti olan konularla –yetişkin öğrencilerin hamile olması, AIDS konusunda bilincin geliştirilmesi, ırksal ve etnik saygı, okulda şiddet, gençlik suçları ve iyi vatandaşlık konuları gibi- daha çok ilgilenmeleri konusunda çağrılar yapılmıştır.Bu konular dinin yakından ilgilendiği konulardır.Okulların seküler cevaplarını verdiği bu sorularla ilgili kendi dini cevaplarını bulmak için Amerikalıların çoğu dinlerine döndüler.Bu Yüksek Mahkemenin ve birçok Amerikalının kabul etmekte başarısız olduğu bir açmazın meydana gelmesine neden oldu.Açmazın bir tarafında şu vardı: Kamu okullarının bazı dini perspektifleri müfredatlarına entegre etmeleri ya da bazı dini pratiklere izin vermeleri durumunda devletin dini konulardaki tarafsızlığı normunun ihlaline yol açabilirlerdi. Toplumun çoğunluğunun mensup olduğu dini reddeden veliler bulunmaktadır.Bazı dini pratiklerin yapılması bu velileri ve çocuklarını dezavantajlı duruma düşürme olasılığı vardır.Dini pratiklere katılmak istemeyen öğrencilere izin verilmesi ya da onların dini boyutu olan sınıflardan muaf 69 Bkz.: Guidlry v. Broussard, 897 F.2d 181 (5th Cir.1990). Epperson v. Arkansas, 393 U.S., 106, 1968. Benzer bir ifade için bkz.: Abington School District v. Schempp, 225. 71 Westside Community Schools v. Mergens, 58 LW, 4727, 1990. 70 tutulmaları bu tür öğrencilerin arkadaşları gözünde “farklı (different)” olarak değerlendirilmesine yol açabilirdi.Bundan dolayı ortak dini uygulamaların ve öğretilerin kamu okullarına entegre edilmesi devletin dini tarafsızlığının bozulmasına neden olabilirdi. Öte yanda dinin okullardan elimine edilmesi din ve sekülarizm arasında tarafsız bir bölge yaratmıyordu; dinin okullardan dışlanması sadece sekülarizme bir alan bırakıyordu –Yüksek Mahkeme ve Amerika elitlerinin anlamakta başarısız oldukları şey budur.- James Reichley şöyle yazmaktadır: “ Dinin dışlanması din ve sekülarizm arasında bir tarafsızlık durumunu temsil etmemektedir; dinden artık hiç söz etmeyen kamusal kurumların davranış tarzı tamamen sekülarizme göredir.”73 Sonuç din karşıtı bir hareket olarak sekülarizmin açık bir şekilde desteklenmesinden ziyade sekülarizmin gizli bir güç ya da etos olarak dolaylı bir şekilde geliştirilmesidir. Suç, AIDS, şovenizm ve ırk problemleri dine referans verilmeden tartışılıyorsa –okulların serbest zaman programlarında bile- böyle bir tavrın verdiği kapalı mesaj dinin bu konularla ya ilgisiz olduğu ya da önemsiz olduğu şeklindedir.Kamu okullarından dinin dışlanması ayrıca devletin tarafsızlığı normunu ihlal etmektedir çünkü devlet dolaylı ve kapalı bir şekilde sekülarizmin yanında yer almaktadır. Devletin sekülarizmin tarafını tutması dindar aileleri ve çocuklarını dezavantajlı bir pozisyona düşürmektedir. Bu açmazın tam olarak tatmin edici bir çözümü olmayabilir fakat okul içinde din eğitiminin verilmesi için düzenlenen serbest zaman programları ile özel olarak dua etmek için zaman ayrılması gibi çabalar farklı inanç topluluklarına mensup öğrencilerin varlığının tanınması anlamına gelmektedir. Bu tür çabalar kamu okullarının çoğunda varolan dini çoğulculuğun ifadelendirilmesini mümkün hale getirmektedir.Okul müfredatlarına konsensüsel dini unsurları koymaktan ya da dini okullardan tamamen atmaktan ziyade bu adımlar tarafsızlık normunun gerçekleştirilmesi yönünde atılan önemli adımlar olacaklardır.Ancak Yüksek Mahkeme okul içi serbest zaman programlarını, özel olarak dua ve tefekkür etmek için zaman ayrılmasını Birinci Tadilat (First Amendment) ile ilgili yapmış olduğu yorumlarla iptal etmiştir.Mahkemenin verdiği kararlar ve bu kararları verirken yürüttüğü muhakeme biçimi Yüksek Mahkeme’nin yukarıda açıklanan açmazı Bkz.: S.Holmes, ‘Clinton Defines Religion’s Role in U.S. schools,’ New York Times, 26 Ağustos 1995, A1 ve A8. 72 tanımadığını göstermektedir. Yüksek Mahkeme açmazın sadece bir bölümünü görmektedir. Diğer bölümlerde göreceğimiz gibi çalışmamıza konu olan ülkeler farklı bir yaklaşımı takip etmektedirler. Bu bizi özel dini okullara devletin yardım etmesi sorusuna getirmektedir.Burada da Yüksek Mahkeme yine katı ayrımcılığa dayanan yaklaşımı benimsemekte ve dina yardım yok şeklinde tavır takınmaktadır.Bu konuyla ilgili alınan ilk kararı bölüme başlarken aktarmıştık. Bu karar şartları açık bir şekilde ortaya koymaktadır: 1.Kilise ve devlet arasında yüksek ve aşılmaz bir duvar vardır. 2. Vergilerle hiçbir dini aktivite ya da kurum desteklenmeyecektir.Bu karardan yirmidört yıl sonra Mahkeme vermiş olduğu bir başka kararında (Lemon v. Kurtzman ,1971) açık bir şekilde özel dini okulların devlet tarafından finanse edilmesini reddetmiştir.Mahkeme daha sonraki resmi kurumsallık fıkrasıyla ilgili davalarda kullanılacak olan üç kısımlı bir testi (buna davanın isminden dolayı lemon testi denilmektedir) –bugün bile bu test tartışmalara neden olmaktadır- ifade etmektedir. Devlet programının Lemon testini geçebilmesi için şu üç şartı gerçekleştirmesi gerekmektedir: “Birincisi programın seküler bir amacı olmalıdır; ikincisi onun temel sonucu dinin gelişmesini sağlamayacağı gibi geriletmemelidir; üçüncüsü program aşırı şekilde dinle ilgili olmamalıdır.”74 Mahkeme özel okullara devlet yardımı yapılması ile ilgili davaların çoğunda geçerli şu seküler amacın olduğuna karar vermiştir: Özel okullara giden çocuklara genel eğitimin sunulmasına yardımcı olmak.Fakat dini okullara devlet yardımı almak için girişilen birçok teşebbüs Lemon testinin ikinci şartını geçememiştir: Devlet yardımının temel olarak dinin güçlenmesine ya da zayıflamasına neden olmaması.Meşhur bir anayasa hukuku uzmanı olan Laurence Tribe pratikte Mahkemenin yardım programının dine olan birincil etkisini sormadığını bu yardımın dini etkileyip etkilemediğini sorduğunu belirtmektedir. ‘Birincil seküler etki’ şeklindeki anayasal şart böylece yanlış bir isimlendirme haline gelmiştir.Mahkeme bu ifadeyi kullanmaya devam etmekle onu dolaylı, ikincil ve uzak olan seküler –ama esasında seküler olmayan- etki şartına dönüştürmüştür.75 Tribe’ın bu gözleminin doğruluğu bir başka davada da görülmektedir. Devlet okullarında çalışan öğretmenlerin özel dini okullarda din dışı derslere girmesi şeklinde bir program 73 A.J.Reichley, Religion in American Public Life, Washington, D.C. : Brookings Institution, 1985, 165. 74 Lemon v. Kurtzman, 403 U.S., 612-613, 1971. düzenlenmişti. Yüksek Mahkeme bu programı anayasaya aykırı bulmuştur.Mahkeme öğretmenlerin dini endoktrinasyonla karşılaştığına dair bir delil bulunmadığını kabul etmektedir.76Ancak Mahkeme dini mesajın açık ya da kapalı bir şekilde sınıfa taşınması tehlikesi olduğu şeklinde bir görüş ileri sürmektedir.77 Mahkeme ayrıca görüntünün önemine de atıfta bulunmaktadır: “Bu program kilise ve devletin sembolik birliği olarak anlaşılıp hükümetin uyguladığı politikaya bir meydan okuma oluşturabilir.Bu programı kontrol eden dini grupların taraftarları bu uygulamayı bir destek olarak algılarken taraftar olmayan kimseler bunu kendi bireysel dini tercihlerinin devlet tarafından onaylanmaması olarak düşünebilir.”78 Devletin bu uygulamasının dini bir etkisi ya da dinin devlet tarafından desteklendiği izlenimi verme tehlikesi olasılığı karşısında Mahkeme devletin davranışının Lemon testinin ikinci bölümünün ihlali olduğu sonucuna varmıştır. Lemon testinin üçüncü ilgilenmemesidir.Yüksek Mahkeme özelliği devletin dinle aşırı bir şekilde bu testi New York belediyesinin bir şehir programını geçersiz kılmak için kullanmıştır. Bu programa göre kamu okullarının dışında okuyan düşük gelirli ailelerin çocuklarına rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesi öngörülüyordu.79 Mahkeme danışmanlık ve rehberlik hizmetine hiçbir şekilde dini unsurların karıştırılmaması gerektiğine karar verdi çünkü bu programa dini unsurların dahil edilmesi devlet ve kiliseyi aşırı bir şekilde birbiriyle ilişkilendirecekti. Mahkeme okula öğrencilerin otobüsle getirilip götürülmeleri için ulaşım ücretinin ödenmesine, bazı seküler ders kitapları, bazı diagnostik psikolojik testler ve bir kaç küçük yardım için ödeme yapılmasına izin verdi.Mahkeme genellikle kamu vergilerinin dini ilköğretim okullarına gitmemesi yönünde karar vermektedir. Birkaç yardım biçimine izin verildi çünkü bu yardımlardan okul değil öğrenciler yararlanacaktı ve bu yardımlarda hiçbir şekilde dini bir unsur bulunmamaktaydı. Kamu okullarında dini uygulamaların kaldırılmasına olduğundan daha fazla kamuoyu desteğine dini okullara devletin yardım etmemesi şeklindeki fikir sahiptir.Kamu okulu ideali Amerika kültürünün derinliklerine kök salmıştır. Bunun sonucunda toplumsal liderlerin ve kamuoyunun büyük bölümü dini okullara devletin 75 L.H.Tribe, American-Constitutional Law, Mineola, N.Y. : Foundation Press, 1988, 1215-16. Grand Rapids Schools District v. Ball, 473 U.S., 388, 1985. 77 Grand Rapids Schools District v. Ball, 387. 78 Grand Rapids Schools District v. Ball, 390. 79 Bkz.: Aguilar v. Felton, 473 U.S. 402 1985. 76 yardım etmesine karşı çıkmaktadır.1988 Yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasında akademi, medya, hükümet, ve iş dünyasında olan toplumsal liderlerin ikisinden biri ya da üçte biri devletin özel dini okullara yardım etmesine karşı çıkmaktadır. Akademisyenlerin yüzde yetmişdördü, medya liderlerinin yüzde altmışyedisi, yüksek düzeydeki federal idarecilerin ve iş dünyasının önde gelenlerinin yüzde altmışikisi devletin özel dini okullara yardım etmesine karşı çıkmaktadır.80 Aynı kamuoyu araştırması halkın da devletin özel dini okullara yardım etmesi konusunda derin bir şekilde bölündüğünü göstermektedir.Kamuoyunun yüzde kırkbiri devletin dini okullara yardım etmesinin lehinde iken yüzde ellisi buna karşı çıkmaktadır. 81 Kısacası Yüksek Mahkeme çoğunlukla –kamuoyunun büyük desteğini arkasına alarak- Anayasanın Birinci Tadilatına (First Amendment) dayanarak devletin özel dini okullara yardımda bulunmasını ya da desteklemesini reddetmektedir.Mahkeme ayrıca dine yardım gibi görünen programları da reddetmektedir çünkü devletin dine yardım etmesi ya da desteklemesi Mahkemenin aşılmaz bir şekilde inşa ettiği devlet-kilise ayrılığı duvarını ve dine yardım yok prensibini ihlal etmektedir.Dini unsurları yasaklayan kararları, kamu okullarında serbest zamanlarda din eğitimi verilmesini yasaklayan kararları özel dini okullara devlet yardımı yapılmasını yasaklayan kararlarla birleştirdiğimizde çocuklarına din eğitimi verilmesini arzu edenlerin düşürüldüğü zor pozisonu açıkça görmekteyiz.Kamu okullarında dindar ailelerin görmek istediği unsurlar elimine edilmektedir ve onlar çocuklarını dini eğitim veren özel okullara gönderdikleri takdirde finansal yardım da almamaktadırlar.Dindar aileler hükümetin uyguladığı politika sonucunda dezavantajlı duruma düşürülürken din eğitimini arzu etmeyen aileler ise avantajlı hale getirilmektedir. Bu çalışmaya konu olan dört demokrasinin hiçbiri bu pozisyonu benimsemememiştir –gerçekte bildiğimiz hiçbir demokratik ülke bu pozisyonu benimsememiştir.-Bu pozisyonun Amerika’da kabul görmesinin –en azından entellektüel ve idari elit arasında- kökenleri kamu okulu idealini asimilasyon ve ahlak eğitiminin temel bir aracı olarak görmeye kadar dayanmaktadır. Ancak kamu okulu ideali okullarda genel bir doğaya sahip din eğitimi verilmesine dayanmaktaydı. Kamu okullarından dini unsurların elimine edilmesi ya da dini okullara devlet yardımının yapılmaması devletin dindar ve dinsiz ailelere eşit ve tarafsız muamele edip etmediği konusunda soruların ortaya çıkmasına neden 80 The Williamsburg Charter Survey. olmaktadır.İleride Amerika’nın bu yolu takip etmeyi niçin seçtiğini, diğer demokrasilerin ise bu yolu niçin seçmediği üzerinde durulacaktır. Dini Kurumsallık: Diğer Konular Yüksek Mahkeme’nin ortaöğrenim konularıyla ilgili davalarda takındığı katı kilise-devlet ayrımı pozisyonunu ve anayasanın kullandığı güçlü dili (‘Küçük ya da büyük hiçbir orandaki vergi adı ne olursa olsun dini aktivite ve kurumları desteklemek için kullanılmayacaktır’) gözönüne aldığımızda anayasal yorumların devletin aynı derecede dinle işbirliği ya da destek tarzında olabilecek ilişkisini kısıtladığını anlayabiliriz.Ortaöğretim konularının dışında Yüksek Mahkemenin kilise-devlet arasındaki dayanışma biçimini anayasaya uygun bulması –Amerika kamuoyu ve diğer politik kurumların desteği sayesinde- çok şaşırtıcıdır.Kilise ve devletin katı bir şekilde birbirinden ayrılması prensibi büyük ölçüde ortaöğrenim konularıyla sınırlıdır.Ancak eğitim konusunda ortaya konan konsept ve ilkelerin kilise-devlet ilişkilerinin diğer biçimlerine temel olması açısından önemli sonuçları olmaktadır. Örneğin Amerika’da birçok özel kolej ve üniversite bulunmaktadır.Üniversite ve kolejlerin yüzde kırkdokuzu özel çıkardışı kurumlar şeklindedir. Üniversite öğrencilerinin yüzde yirmisi bu kurumlara kayıtlıdır.82 Özel üniversite ve kolejlerin yüzde yetmişsekizinin dini bağları bulunmaktadır ve hemen hepsi hükümetten mali yardım almaktadır.83 Devletin özel dini üniversite ve kolejlere yardım etmesi ile ilgili dört dava Yüksek Mahkemenin önüne getirildi.Bu dört davada Yüksek Mahkeme devletin bu üniversitelere ve kolejlere yardım etmesinin anayasanın Birinci Tadilatındaki dine resmi kurumsallık kazandırmayı yasaklayan hükmünü ihlal etmediği şeklinde karar vermiştir.Bu kararlarına rağmen Yüksek Mahkeme kilise ve devletin birbirinden ayrılmasını ve devletin hiçbir şekilde dine yardım etmemesi şeklindeki yaklaşımını korumaya devam etmektedir.Yüksek Mahkeme özel dini kolej ve üniversitelere devletin yardım etmesini onaylarken büyük ölçüde iki legal prensibi uygulamaktadır. Bu legal prensiplerin birincisi kutsal-seküler ayırımıdır. Dava konusu haline gelen devletin dini kolej ve üniversitelere yardım etmesi onaylanmıştır çünkü Yüksek Mahkeme özel dini kolejlerde yapılan eğitimin dini ve seküler özelliklerini kabul 81 82 The Williamsburg Charter Survey, Appendix, Tablo 37. L.M.Salamon, America’s Nonprofit Sector, New York : Foundation Center, 1992, 73. etmektedir. Bundan dolayı Mahkeme yapılan yardımın kolejin dini misyonundan çok verilen eğitimin seküler misyonunu destekleyeceğini düşünmektedir.Kolej eğitiminde seküler ve dini unsurlar arasında böylesine kesin bir ayırım yapıldığı takdirde devletin dini koleje dine yardım etmeden mali destek sağlayabileceği düşünülebilir (en azından legal teori açısından). Davaların birinde Mahkeme yapılan yardımın kolej tarafından dini işlevleri yerine seküler aktiviteleri için kullanılacağının güvence altına alındığı şeklindeki gözlemini ifade etmektedir.84 Başka bir kararda kolejlerin seküler ve dini aktivitelerinin çok kolay bir şekilde birbirinden ayırdedilebileceği ifade edilmektedir.85 Ancak bu yaklaşım yüksek öğrenim ve ortaöğrenimle ile ilgili davaları birbirinden ayırdetmemektedir çünkü Yüksek Mahkeme dini ortaöğrenim kurumlarına devlet yardımı yapılması ile ilgili davaların hemen hepsini reddetmiştir.Mahkemenin yapmış olduğu önemli bir ayırım ölçüsü kolej ve üniversitelerin baskın bir tarzda mezhepsel olmamalarına rağmen dini ortaöğrenim kurumlarının hakim özelliğinin mezhepsel oldukları şeklindeki görüştür.Güney Karolina’da bir kolej ve üniversite binasının kurulması ile ilgili verilen kararda Mahkemenin çoğunluğunu oluşturan altı yargıç –altıya karşı üç- baskın bir dini doğaya sahip olmanın önemine vurgu yapmışlardır: “Devlet yardımı baskın bir dini karaktere sahip bir kuruma gittiğinde bu yardımın dini geliştirebileceği düşünülebilir çünkü yardım alan kurumun faaliyetlerinin büyük bölümü dini misyonunu gerçekleştirmeye yöneliktir.”86 Daha sonra Mahkeme devlet yardımı almaktan dolayı dava edilen kolejin baskın bir dini doğaya sahip olmadığına karar vermiştir. Ancak hakim mezhepsel özelliklere sahip bir kurumu daha az mezhepsel özelliğe sahip bir kurumdan nasıl ayrılacağı konusu tam olarak net değildir. Roemer v.Maryland Public Works Board (1976) davasında çoğunluk adına kararı kaleme alan Yargıç Harry Blackmun dini kolejlere yardım edilmesi şeklindeki Yüksek Mahkemenin yaklaşımını bütüncül olarak ortaya koymaktadır.Blackmun hakim olarak dini bir doğaya sahip olmanın ne anlama geldiğini yazdığı kararda açıklamaktadır.Kararda verilen birinci indikasyon devlet yardımı aldığından dolayı dava edilen Katolik kolejlerin hakim özelliklerinin mezhepsel olmadığı ve kurumsal ‘Institutional Identifying Characteristics,’ HEPS Profile of Independent Higher Education, 1 Nisan 1991, 8. Monsma, When Sacred and Secular Mix, 64-80. 84 Tilton v. Richardson, 403 U.S., 679, 1971. 85 Roemer v. Maryland Public Works Board, 426 U.S., 764, 1976. 86 Hunt v. Mc.Nair, 413 U.S., 743, 1971. 83 otonomiye sahip oldukları şeklindedir.Kolejlerin Katolik Kilisesinin kontrolünde olmaması ve ondan mali yardım almaması önemli kabul edilmektedir.Buckman’ın not ettiği ikinci önemli nokta dini endoktrinasyonun dört kolejin temel amacı ya da aktivitesi olmadığıdır. Bu kolejlerde dini pratiklere katılmak şart olarak ileri sürülmemekte ve manevi gelişim kolejlerin birincil amacı olarak sunulmamaktadır.87 Dört kolej kampüsünde akademik özgürlüğün olması Blackmun’un not ettiği üçüncü noktadır.Hocalar entellektüel özgürlük atmosferinde istedikleri kursu açabilmektedirler.88 Zorunlu din ve teoloji kurslarının olması bu kolejlerin hakim özelliklerinin mezhepsel olduklarını göstermemektedir çünkü böyle kurslar liberal sanatlar programına ek olarak verilmektedir.89 Dördüncü nokta şudur: Derslerin başında dua edilmesine ve kampüslerde dini semboller yaygın olarak bulunmasına rağmen kurslar normal akademik standartlara göre verilmektedir.Ayrıca dua ve dini semboller bu kolejlerin hakim özelliklerinin mezhepsel olduklarını göstermeye yeterli değildir.Öğretim üyelerinin Blackmun’un not ettiği işe alımında dinin kriterlerden beşinci noktadır. Dini inançlarına göre biri olmaması personelin işe alınması kolejlerin baskın özelliğinin mezhepsel olduğunu gösterebilir fakat böyle bir şey bu kolejlerde söz konusu değildir.90 Altıncı nokta dört kolejde öğrenci derneklerine alınan kişilerin seçiminde din dikkate alınmamaktadır.91 Ancak Blackmun’un Roemer davasında ortaya koyduğu bu ilkelere bir dini kurumun baskın özellliğinin mezhepsel olmaktan sakınmak için takip etmesi gereken ölçüler olarak bakılmamalıdır.Blackmun şöyle yazmaktadır: “Bir kurumun hakim özelliğinin mezhepsel olup olmadığı sorusuna cevap bulmak için kurumun genel resminin çizilmesine ve onu oluşturan birçok unsura bakmak lazımdır.”92 Blackmun için bu altı nokta kolejlerin baskın özelliğinin spesifik bir mezhebin hakimiyetinde olmadığını göstermesi açısından önemlidir.Bir kolejin baskın karakterinin mezhepsel olmadığını gösteren kaç noktanın gözden kaçtığı ise pek bilinmemektedir.On yıl sonra Blackmun’un kendisi şu sonuca vardığını itiraf etmektedir: “Hakim bir mezhebi karaktere sahip olma standardı belirsiz ve kesinlikten yoksun bir şekilde tanımlanan bir ölçüdür.”93 87 Roemer v. Maryland Public Works Board, 755. Roemer v. Maryland Public Works Board, 756. 89 Roemer v. Maryland Public Works Board, 756. 90 Roemer v. Maryland Public Works Board, 757. 91 Roemer v. Maryland Public Works Board, 758. 92 Roemer v. Maryland Public Works Board, 758. 93 Bkz.: Bowen v. Kendrick, 487 U.S., 631, 1988. 88 Yüksek Mahkeme kutsal-seküler ayırımı ve hakim mezhep standardına dayanarak genelde devletin dini kolej ve üniversitelere yardım edeceğine karar verirken bazen kararlarında yardımın direkt olmayan doğasına atıfta bulunmaktadır. Dini bir koleje yapılan devlet yardımıyla ilgili görülen son dava 1986 yılında görülmüştür. Dava Protestan bir koleje papaz olmak için giden kör bir öğrenciyle ilgiliydi.Yüksek Mahkeme Waşington eyalet mahkemesinin vermiş olduğu kararı bozdu. Yüksek Mahkeme bu kör öğrenci için kullanılmak üzere koleje yapılan dolaylı yardımın anayasanın kurumsallık fıkrasını ihlal etmediğine karar verdi. Bu kararın temel gerekçesi yardımın dolaylı bir doğaya sahip olmasıydı. Paranın koleje verilmesinin nedeni öğrencinin bunu istemesinden dolayıydı. “Waşington programı çerçevesinde koleje para verilmesi tamamen paranın alıcısı öğrencinin kararı çerçevesinde olmaktadır.”94 Gerçekte dini bir okulda din adamı olmak için okuyan bir öğrenciye yapılan yardımın Mahkeme tarafından onaylanması onun dini kolej ve üniversitelere devlet yardımı yapılmasını -dini ortaöğretim kurumlarına kamusal yardım yapılmasının aleyhinde olmasının aksine- onaylama yönünde büyük bir arzuya sahip olduğunu göstermektedir. Amerika dini kolej ve üniversitelere kamusal yardımda bulunmasının yanında dini özel hayır kurumlarına da kamusal yardım sağlanmaktadır.95 içerisinde Katolik hayır kurumlarının yıllık Son bir yıl gelirinin yüzde altmışbeşini kamu yardımı oluşturmaktadır. Anı şekilde Yahudi Aile ve Çocuk Hizmetleri Kurumunun yıllık gelirinin yüzde yetmişbeşi, Lutherci Sosyal Hizmetler Birliğinin gelirinin ise yüzde ellibeşini devletten sağlanan yardım meydana getirmektedir.96 Bir araştırmaya göre çocuk ve aile konusunda faaliyet gösteren hayır kurumlarının bütçelerinin yüzde kırkı hükümet kaynaklarından oluşmaktadır. 97 Dini hayır kurumlarının çoğuna kamusal yardım yapılmasına rağmen şimdiye kadar bu uygulama iki defa yargıya götürülmüştür.Her iki davada da Yüksek Mahkeme uygulamanın anayasaya uygun olduğu yönünde karar vermiştir.Birinci dava ondokuzuncu yüzyılın sonunda Kolombiya Katolik hastenesiyle ilgili olarak açılmıştı.Yüksek Mahkeme hastaneye yapılan yardımı kutsal-seküler ayırımı 94 Witters v. Washington Department of Services for the Blind, 474 U.S., 487, 1986. Bu alanda yapılan bir çalışma için bkz.: Monsma, When Sacred and Secular Mix, 4-10 ve 64-80. 96 Bu organizasyonlardan ilk ikisi için bkz.: S.Mehegan, ‘The Federal Connection: Nonprofits ara looking more and more to Washington,’ The Nonprofit Times, 8 Kasım 1994, 43. Bu organizasyonların üçüncüsü için bkz.: 1996 Annual Report, Şikago : Division of Church and Society of the Evangelical Lutheran Church in America, 1996. 97 Monsma, When Sacred and Secular Mix, 68. 95 prensibine dayandırarak onayladı.Mahkeme hastaneyi Katolik olan kişiler tarafından idare edilen bir seküler kurum olarak değerlendirdi.98 Ayrıca hastanenin seküler doğası ona devlet yardımı yapılmasını güvence altına almaktaydı: “Kongrenin yapmış olduğu düzenlemeye göre kurumda herhangi bulunmamaktadır.Waşington’da hastanenin açılış amacı bir dini özellik hasta ve ihtiyaç duyan kimselerin tedavisi ve bakımıdır.”99 Anayasal konular 1988 yılında açılan Bowen v. Kendrick davasında çok daha net olarak ortaya çıktı. Yetişkin Aile Hayatı Yasasına göre –The Adolescent Family Life Act (AFLA)- devlet yetişkin cinselliği ve hamilelikleri konusunda hizmet sunan kamu ve özel hayır kurumlarına mali yardımda bulunmak zorundaydı. Yüksek Mahkeme beşe karşı dört oyla vermiş olduğu kararda kongrenin yapmış olduğu düzenlemenin anayasanın kurumsallık fıkrasına aykırı düşmediğine karar verdi ve Yüksek Mahkeme yardımın uygun bir şekilde kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesi işini alt mahkemelere bıraktı.Mahkeme için Lemon testinin ikinci bölümü problem oluşturmaktaydı. Lemon testinin ikinci bölümü bu düzenlemenin dinin gelişmesine sebeb olup olmadığıyla ilgiliydi.Yüksek Mahkeme çoğunluğun oyuyla şu kararı verdi: “AFLA’nın otoritesi çerçevesinde kurulan programlar kurumlara yapılan yardımların dini geliştirmeye yönelik olarak kullanılıp kullanılmadıklarını tespit etmek amacıyla denetlenebilirler.”100 Para dini hayır kurumlarının seküler aktiviteleri için de harcanabilirdi.Ayrıca Mahkeme devlet yardımı alan özel hayır kurumlarının baskın bir dini karakteri olmadığına karar verdi.Dini ortaöğrenim kurumlarına devlet yardımı yapılmasını reddeden Mahkeme üniversiteler ve kolejlerde olduğu gibi özel hayır kurumlarına devlet yardımı yapılmasını onaylamaktadır: “AFLA çerçevesinde federal yardım alan bu hayır kurumunun hakim özelliğinin mezhepsellik olduğunu gösteren hiçbir gösterge bulunmamaktadır.”101 Özet olarak dine yardım yok sınırlaması içerisinde hareket eden Yüksek Mahkeme kamu yardımına dini temeli ya da baskın dini karaktere sahip olmayan özel hayır kurumlarının seküler aktiviteleri için harcandığı sürece izin vermektedir.Para hizmeti alanlar aracılığıyla dini hayır kurumlarına gittiği zaman kamusal yardım programlarının anayasaya uygun görülme şansı çok yüksek olmaktadır. 98 Bradfield v. Roberts, 175 U.S., 298-299, 1899. Bradfield v. Roberts, 299-300. 100 Bowen v. Kendrick, 615. 99 Yüksek Mahkemenin bazen kilise-devlet konularını şimdiye kadar tartıştıklarımızdan farklı olarak bir temel içerisinde değerlendirdiğini not etmemiz gerekmektedir.Bu temel eşit muamele ya da tarafsızlık ilkesidir.1995 Yılında Rosenberg v. Rector isimli davada verilen karar bu prensibin kullanıldığını göstermektedir. Virjinya Üniversitesi öğrencilerin görüşünü yansıtan onaltı yayının giderlerini karşılamasına rağmen Hırıstıyan öğrencilerin görüşünü yansıtan bir yayının masraflarını karşılamayı reddetti çünkü Üniversite Hırıstıyan öğrencilerin yayınlarının giderini karşıladığı takdirde kilise-devlet ayırımı ilkesini ihlal edeceği kanaatindeydi.Dörde karşı beş oyla verilen kararda Mahkeme Üniversitenin bu yayın masraflarını karşılamamakla öğrencilerin özgür ifade haklarını kısıtladığını ve bu yayının giderlerini karşılamanın resmi kurumsallık fıkrasının ihlali olmayacağına karar verdi. Çoğunluğun bu görüşü açık bir şekilde eşit muamele ve tarafsızlık prensibine dayanmaktaydı.Karar tarafsızlık ilkesini şu şekilde ifade etmektedir: Dinin resmi bir statüye kavuşmasını yasaklayan anayasa fıkrasıyla ilgili vermiş olduğumuz kararların ortak özelliği hükümet programlarının dine karşı nötr olmasıdır. Devletin yapmış olduğu yardım programlarının yararları dindarlar dahil değişik fikir ve ideoloji sahiplerini kapsadığı zaman tarafsızlığın güvence altına alınmasını ve tarafsızlık ilkesinin ihlal edilmemesini savunmaktayız.102 Dini bir yayının giderlerinin devlet tarafından karşılanması böylece Üniversiteyi kurumsallık fıkrasını ihlalden kurtarmış olmaktadır çünkü özel olarak dinin lehine bir durumdan bahsedilmemektedir. Dinin yerine dini ya da din karşıtı ya da başka bir görüşü kapsayan geniş bir ifade özgürlüğünden bahsedilmektedir.103 Bu kararda tarafsızlık prensibi çerçevesinde yürütülen muhakeme dine yardım yok yaklaşımı içerisinde yürütülen muhakemeden çok farklı gözükmektedir.Tarafsızlık ilkesi çerçevesi içerisindeki yaklaşım dini gruplara sınırlı biçimlerde –finansal yardım dahil- yardım etmesine olanak sağlamakta ve kapsamına eşitlikçi bir tarzda bütün dini ve din dışı grupları alabilmektedir.Tarafsızlık ilkesi çerçevesindeki bu yaklaşım şimdiye kadar dine yardım yok yaklaşımına meydan okumada bulunmamıştır fakat bunu yapacak potansiyele sahip gözükmektedir. Dine yardım yok ilkesi, kutsal-seküler ayırımı ve hakim mezhepsel nitelikler görmezlikten –bunlara meydan okunmasa bile- gelinerek dini grupların 101 102 Bowen v. Kendrick, 610. Rosenberger v. Rector, 1995 WL 382046 U.S., 10-11. dini özelliklerinden vazgeçmeden din dışı grupların katıldığı kamusal programlara katılmalarına olanak sağlayabilir.Rosenberg davasında karara karşı olan dört yargıç kararın dine yardım yok prensibini ve kutsal-seküler ayırımını –bu legal prensip dini grupların bazen devletten yardım almasına olanak sağlamaktaydı- zayıflattığının farkındaydılar.Karara muhalif yargıçlar şunu yazmışlardır: “Geçmişte Mahkeme seküler ve dini fonksiyonları bir arada yürüten kurumlara vermesine rağmen verilen yardımın yardım edilmesi yönünde kararlar dini aktiviteler yerine seküler aktivitelere harcandığını güvenceye alan araştırmalar yapmıştır.”104 Ve sonra bu yargıçlar eşit muamele yerine dine yardım yok prensibini desteklediklerini ifade etmişlerdir. 105 Bu çalışmaya konu olan diğer demokrasileri incelerken bunların eşit muamele yaklaşımı içerisinde değişik uygulamalar içinde olduklarını göreceğiz. Fakat bu yaklaşımı Amerika Yüksek Mahkemesi asla takip etmemiştir. Yüksek Mahkemenin kilise-devlet dayanışması konusunda onayladığı üç örnek bulunmaktadır: Kiliselerin vergiden muaf tutulması anayasaya uygun buldu, yasama oturumlarının maaşlı bir papazın okuyacağı dua ile açılması onaylandı ve kreş ve monorahlar tatil şovlarının bir parçası olarak onay kazandı.106 Dine yardım yok ilkesi ve ayrılık duvarı destek görmesine rağmen bunlar onaylandı çünkü bu pratiklerdeki dini elementler uzun süreden beri seküler özelliklerin gölgesinde kalmıştı.Devletin dinle olan diğer ilişki biçimleri Yüksek Mahkeme önünde dava konusu edilmedi.Silahlı kuvvetlerdeki din görevlilerine maaş ödenmesi, bayrağa bağlılık yemininde ve paraların üstünde Tanrı’nın tanınması,başkanlık törenlerinde ve ulusal parklarda yapılan kilise ayinlerinde yapılan dualar yargıya götürülmedi. Kısacası ortaöğretim alanının dışında Yüksek Mahkeme kilise-devlet işbirliğinin değişik biçimlerini genellikle anayasaya uygun bulmaktadır ancak bunu katı ayırım ve dine yardım yok –eğitim alanında özellikle uygulanan bu ilkeleriprensiplerini koruyarak yapmaktadır. Yüksek Mahkeme bu yaklaşımında Amerika halkının ve hükümetinin kapalı bir desteğine sahip bulunmaktadır. Ulusal ve eyalet düzeyinde dini hayır kurumlarının kamusal yardım programlarının kapsamına hiçbir tartışma yapılmadan alınması bunun en güçlü kanıtıdır.Temel Eğitim Fırsatı (Basic Education Opportunity 103 Rosenberger v. Rector, 11. Rosenberger v. Rector, 24. 105 Rosenberger v. Rector, 27. 106 Bkz.: Walz v. Tax Commision, Marsh v. Chambers, 463 U.S. 783, 1983. Lynch v. Donnelly, 465 U.S. 668, 1984. Allegheny v. ACLU, 109 S.Ct. 3086, 1989. 104 Grant) ve çalışma bursları (work-study grants) özel kolej ve üniversitelere (seküler ve dini olanlara) düzenli olarak verilmektedir.Bu bursların verilmesi dini ortaöğretim kurumlarına devlet yardımının yapılması konusunda olduğu gibi sıcak tartışmalara neden olmamaktadır.Aynı şey daha önce İkinci Dünya savaşından sonra gazilere verilen harç bursları –GI Bill- (bu harcın seküler kurumlar için kullanılmasına izin verildiği gibi dini kurumlar için de kullanılabilirdi) için de söylenebilir.1993 Yılında Newsday gazetesinin iki muhabiri yüzmilyonlarca dolarlık kamu parasının New York Katolik hayır kurumlarına gittiğini belgeleyen yayınlardan sonra konuyla ilgili küçük ya yazı dizileri yayınladılar. Bu da büyük hiçbir tartışma olmadı.Muhabirlerden birisi yazılarının hiçbir tepkiyle karşılaşmaması karşısında hayrete düştüğünü belirtmektedir.107Bunlardan başka hiçbir protestoyla karşılaşmadan hükümetin dinle işbirliğini gösteren birçok örnek olay vardır. 1996 yılında Kongre refah reformu ile ilgili bir düzenlemeyi geçirirken meydana gelenler bunun en son örneğini oluşturmaktadır.Düzenlemeye Senatör John Ashcroft’un yapmış olduğu bir değişiklik önerisi eklendi. Yapılan değişikliğe göre refah hizmetlerinin sunumunda özel hizmet kurumlarından daha fazla istifade edilecekti.Bu değişiklik devletin özel sosyal kurumlarla hizmet sunulması karşılığı anlaşma yapılması ya da kupon karşılığında hizmet sunulmasına olanak sağlıyordu.Bu durumda devlet dini hizmet kurumlarını seküler sosyal kurumlarla aynı eşitlikçi temelde düşünmek zorundaydı.Ayrıca yapılan düzenleme mali destek alan dini kurumların dini özgürlük haklarını koruma altına alıyordu.Dini kurumlar dini oryantasyonlarını koruma ve geliştirme hakkına sahip olacaklardı, sundukları olanaklarda dini sembol ve resimlerini kullanabileceklerdi ve personelini kendi dini inancından olan kişiler arasından seçebileceklerdi.108 Bu değişiklik Kongrede ezici bir çoğunlukla kabul edildi, Başkan Clinton tereddütsüz bir şekilde düzenlemeyi imzalayarak yasalaşmasını sağladı ve bu değişiklik medyada büyük bir eleştiriyle karşılaşmadı.109 Bu örnek ortaöğrenim alanının dışında olduğu sürece politik sistemin kilise-devlet işbirliğini desteklediğini göstermektedir. Thomas Maier’le yapılan telefon mülakatı, 7 Nisan 1994. Bkz.: Public Law 104-193, section 104. Kanunun bu kısmını açıklayan iyi bir çalışma için bkz.: A Guide to Charitable Choice: The Rules of Section 104 of the Federal Welfare Law Governing State Cooperation with Faith-based Social-service Providers, Washington, D.C. : Center for Public Justice and Annandale, VA : Center for Law and Religious Freedom of the Christian Legal Society, 1997. 109 Bazı istisnalar vardır. Bkz.: J.B.Walker, ‘Separating Church and State,’ New York Times, 14 Eylül 1995, A17. 107 108 Yüksek Mahkeme devletin dini kurumlara yapmış olduğu yardım programlarını onayladığı durumlarda bile dine yardım yok prensibini korumaya özen gösterdiğini daha önce not etmiştik.Yüksek Mahkeme şu teori temelinde bu tarz devlet yardımı programlarına izin vermiştir: Devlet sadece kurumun seküler aktivitelerine mali yardım sağlamaktadır, kurumun dini faaliyetleri seküler fonksiyonlarından kolaylıkla ayrılabilmektedir ve yardım alan kurumların baskın özelliği din değildir.Bu temelde dini kurumlara devletin yardım sunması dini kurumların seküler aktivitelerine dini unsurları entegre edip etmedikleri sorusunu ortaya çıkarmaktadır.Evsizlere hizmet sunan bir sığınma evinde –kamusal yardım alan- dini resimler ve semboller sergilenmelimidir?Kamu yardımı alan bir dini kolej sadece kendi dindaşlarını çalıştırabilirmi?Şiddet gören çocuklara hizmet veren bir hayır kurumu hizmet standartlarının dini inançla uygun olması gerektiğini personelinden isteyebilirmi? Bu yaklaşımda problem olan şey şudur: Bu tür özel dini hayır kurumlarının dini inançlarından bağımsız olarak seküler hizmet sunabildikleri kabul edildikten sonra onların dini standartlarının ya da inançlarının sunmuş oldukları hizmetlerin bir parçası olmasında ısrar etmelerini mantıken düşünmek zor görünmektedir.Ayrıca mevcut uygulamada bir belirsizlik vardır çünkü kamu yardımı alan hayır kurumlarının hakim mezhebsel bir karaktere sahip olmadığını söylemek programı yöneten resmi yetkililerin ya da alt mahkemelerin dini kurumlara dini pratiklerinden vazgeçmeleri için baskı uygulamalarına yol açabilir.Örneğin Connecticut’taki bir evsizler barınma evi yardım alması için duvarlardaki İsa resimlerini indirmeye zorlanmıştır.Mississipi’deki bir alt mahkeme Salvation Army isimli grubun ev içi şiddet programında çalışan Wicca pagan dinine inanan bir danışmanı işten atamayacağına karar vermiştir.110 Ancak eldeki sistematik verilere göre kamu yardımı alan özel dini hayır kurumları dini unsurları aktivitelerine entegre etmektedirler ve periyodik ya da kestirilemeyecek şekilde din özgürlükleri kısıtlamalara maruz kalabilmektedir.111 Katı ayırım duvarı, Yüksek Mahkeme’nin dine yardım yok retoriğine dayanan kararları ve dini hayır kurumlarına devlet yardımını anayasaya uygun bulan kararların dayandığı temeller gözönüne alındığında hayır kurumlarının din özgürlüğünün periyodik olarak kesintiye uğraması sürpriz değildir.İleride göreceğimiz üzere bu çalışmaya konu olan diğer demokratik ülkeler Bkz: ‘Picture of Jesus Blocks Public Funds for Salvation Army,’ Church and State, 42, Ekim 1989, 207. Dodge v. Salvation Army, 1989 WL 53857 (S.D.Miss). 111 Bkz.: Monsma, When Sacred and Secular Mix, 80-99. 110 dine yardım yok yaklaşımı ve kutsal-seküler ayırımı ilkesini benimsemenin yerine eşit muamele temelinde bütün dini kurumlara kamusal destek sağlayarak bu problemlerin ortaya çıkışını engellemişlerdir. Sonuçlar ve Gözlemler Bu bölümde gördüğümüz üzere Amerika kilise ve devletin katı bir şekilde birbirinden ayrılmasına dayanan bir model benimsemiştir. Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında bu modeli benimseyen tek ülke Amerika’dır. Sonuç bölümünde Amerika’nın niçin bu yolu seçtiği sorusu üzerinde durmak istiyoruz. Bu sorunun en ikna edici cevabı bize şu gözükmektedir: Ondokuzuncu yüzyılda Aydınlanmacı liberaller ile Protestanlar bir araya gelip Amerika’daki Katolik etkisine karşı işbirliği yaptılar ve kendi genel Protestan kurumlarını bütün topluma empoze ettiler.Ondokuzuncu ve yirminci asırlarda bu liberal-Protestan koalisyonunun hakim gücünü Protestanlar oluşturmaktaydı.Ancak yirminci yüzılın ortasından itibaren kilise içi çatışmalar sonucunda muhafazakar Protestanlık atıldı ve yerine liberal bir Protestanlık kaim oldu. Liberal Protestanlık Aydınlanmacı liberalizmin birçok temel fikrini kabul etmiş bulunmaktaydı.Evanjelik Protestanlar ve Katolikler sayısal ve sosyal açıdan siyaset ve medyayı etkileyerek kendi pozisyonlarının mahkemelerde ve etkin elitler arasında hissedilmesini sağlayacak güce sahip değillerdi.Sonuç olarak kilise ve devlet konusundaki Aydınlanmacı liberal görüş hakim bir pozisyonda kaldı ve bu pozisyon Yüksek Mahkeme’nin Birinci Tadilatla ilgili yapmış olduğu yorumlarda etkin oldu.Özellikle toplumda asimile edici bir rol oynaması beklenilen kamu okullarıyla ilgili mahkeme kararlarında bu pozisyon açık bir şekilde belirleyici oldu. Amerika’daki mevcut kilise-devlet ilişkisinin üç temel dezavantajı ya da problemi vardır.Birinci problem mevcut kilise-devlet hukukunu bile tehlikeye düşürebilecek olan karışıklık, kızgınlık ve belirsizliktir.Uzmanlar mevcut kilisedevlet hukukunu ‘tutarsız (incoherent),’ ‘eksantrik (eccentric),’ ve ‘karışık hukuki düzenlemeler (tangled body of law)’ olarak nitelemektedirler.112 Hiç kimse mevcut durumdan memnun gözükmemektedir.Steven Smith çok önemli bir noktayı şöyle ifade etmektedir: “Çok nadir bir biçimde Yüksek Mahkeme’nin kurumsallık fıkrası ile düzenlemeleri herkesi şu görüşte birleştirmiştir: Kanundaki herşey konusunda Bkz.: M.A.Paulsen, ‘Religious Equality, and the Constitution: An Equal Protection Approach to Establishment Clause Adjudication,’ Notre Dame Law Review, 61, 1986, 317. Reichley, Religion in American Public Life, 117. Johnson, ‘Concepts and Compromise,’ 817. 112 fikir ayrılığı içinde bulunan herkes kurumsallık fıkrası doktrininin ciddi bir şekilde eksik olduğu konusunda fikir birliği içerisindedir.”113 Yüksek Mahkeme’nin yargıçları bile kilise-devlet konularında kendi aralarında ayrılıklara düşmektedirler. Çoğunluk ya da azınlık durumunda kalan yargıçlar bile niçin bu sonuçlara varmış oldukları üzerinde anlaşamamaktadırlar.Sonuç olarak hukuk yara almakta, belirsizlik büyümekte ve hükümet yetkilileri kişisel dini hakları ihlal eden uygulamalar içerisine girebilmektedirler.Bu çalışmaya konu olan diğer ülkeler kilise-devlet konularını daha az tartışma ve belirsizlikten uzak olarak çözmüş gözükmektedirler. Onlardan kilisedevlet konularında öğrenilecek birçok şey vardır. Kilise-devlet ilişkilerinin mevcut durumunun ve katı ayrımcılık konseptinin neden olduğu ikinci problem dinin toplumda bir sosyal güç olarak saygınlık gördüğü bir etosun yerine seküler kültürün tarafında yer güçlendirilmesidir.Birinci bölümde ortaya koyduğumuz alınması ve onun dini konularda devletin tarafsızlığı normu bundan dolayı açık bir şekilde ihlal edilmektedir.Kamu okullarından bütün dini unsurların elimine edilmesi ile ilgili ısrarlı Amerikan yaklaşımını ele alırken bu durumu not etmiştik.Bu yapıldığı zaman hükümet din ve sekülarizm arasında nötr bir bölgede olmayacaktır çünkü dini implikasyonu olan herşeyin kaldırılması kapalı bir şekilde sekülarizmin yanında yer alınması anlamına gelmektedir.Bütün konuların ve modern problemlerin tartışılması ve sunulması dine hiçbir referans vermeden yapıldığı takdirde verilen dolaylı mesaj dinin bu konularla ilgisinin olmadığı şeklindedir. Aynı şekilde kamu okullarının devlet tarafından finanse edilmesi –kamu okullarında verilen eğitim seküler dünya görüşlerine sahip ailelerin yaklaşımlarıyla daha bir uyum göstermektedir- fakat dini okullara hiçbir yardımda bulunulmaması -çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen aileler için dini okullar vazgeçilmezdir- dinin hükümetin uygulaması sonucunda dezavantajlı bir konuma düşürülmesi anlamına gelmiyormu? Mevcut kilise-devlet ilişkisi teorisi ve pratiğinin dini serbestçe yaşama hakkını hassas ve kırılgan bir pozisyona koyması üçüncü proplemdir. Dini azınlıklara mensup olanlar ya da geleneksel olmayan inançlardan birini benimseyenler bu tehlikeyle yüzyüzedirler.Amishler, Ortodoks Yahudiler ve Yerli Amerikalılar gibi gruplara Anayasanın Birinci Tadilatı dinlerini serbestçe yaşama hakları konusunda çok güvence sunmamaktadır.Ancak problem bu marjinal grupları aşmış olup 113 daha S.D.Smith, ‘Separation and the Secular: Reconstructing the Disestablishment Clause,’ Texas Law geleneksel ve daha büyük olan grupları kapsamaya başlamıştır çünkü Amerika yaklaşımında pozitif dini özgürlük kavramı yoktur.Din özgürlüğü dini inanç ve pratiklerin idarenin sınırlamalarından uzak olması olarak anlaşılmaktadır.Devletin dini ve din dışı gruplar arasında nötr bir bölgede olduğu farzedildiği için devletin dini destekleyen pozitif adımlar atmasına ihtiyaç görülmemektedir.Herşeyden önce idare tarafsız olarak düşünülmektedir.Bazı dini gruplara ya da dine bütünüyle özel bir destek vermek tarafsızlığı ihlal eden bir uygulama olabilir.Ancak bu durumda mevcut olan durumu hatırlatmak zorundayız: Devlet sistematik olarak dini inançları dışlayıp herçeşit seküler görüş ve uygulamayı destekleyip yardım ediyorsa bu durumda devletin tarafsızlığından bahsetmek artık mümkün değildir.Seküler perspektifler ve inanç yapıları dini inançlar gibi bir bakış açısını temsil etmektedirler.Dini inanç gruplarına karşı seküler grup ve programların desteklenmesi tarafsız olmaktan ziyade başka bir şeydir. Kilise-devlet konularındaki Amerikan yaklaşımının kökü Aydınlanma liberallerinin kilise ve devletin birbirinden ayrılması ve dini konularda devletin tarafsızlığını güvenceye alması şeklindeki fikirlerine dayanmaktadır.Ancak bu fikirler liberallerin çok gerçekleştirmek istedikleri tarafsızlık normunu ihlal eder bir hale dönüşebilmektedir.Bu çalışmaya konu olan diğer ülkelerin kilise-devlet konularına olan aykırı yaklaşımlarını incelememiz bize şu soruyu sordurtmaktadır: Günümüz dünyasında devletin dini konularda tarafsız olmasını sağlamaya Aydınlanma liberalizminin fikir ve idealleri yeterli olmaktamıdır? ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HOLLANDA: İLKELİ PLÜRALİZM Hollanda istikrarlı ve başarılı demokrasisiyle uzun bir dini özgürlük geleneğine sahiptir.Hollanda aynı zamanda töleranslı bir toplumdur.Bazı bölgelerde fahişelik ve esrar kullanımı serbest olup ötenazi yaygın değildir.Hollanda’nın sosyal refah sistemi genellikle İsviçre’ninkiyle ilişkilendirilmekte ve ikisi dünyada en cömert iki ülke olarak bilinmektedir.Uluslararası olarak yapılan araştırmalarda Hollanda eğitim alanındaki başarılarıyla önde gelmektedir –Amerika’dan daha yüksek Review, 67, 1989, 955-56. bir eğitim başarısına sahiptir.114- 1876 Yılından beri Hollanda’da ölüm cezası uygulanmamaktadır. Onyedinci yüzyıldan beri Hollanda ve Danimarka baskı gören dini grupların iltica ettiği bir mülteci cennetidir. Hollanda Nazi işgali boyunca Yahudilere en çok koruma sağlayan ülkedir. Kilise-devlet ilişkileri konusunda Hollanda çok köklü teorik yaklaşımlara sahiptir. Bu açıdan Hollanda’nın örnek olarak ele alınması özellikle konumuz açısından aydınlatıcıdır. Bu bölüm başlamaktadır. Hollanda’nın ve onun idari sisteminin kısa bir tasviriyle Sonraki bölümde Hollanda’nın kilise-devlet ilişkilerine olan yaklaşımının tarihsel arkaplanı üzerinde durulacaktır. Daha sonra serbest uygulama konularında ve sorunlarında Hollanda’nın alınacaktır.Hollanda’nın dini kurumları ilişkilendirdiğinin ortaya koyduğu yaklaşım ele eğitim ve sosyal hizmetlerle nasıl üzerinde diğer kısımda durulacaktır. Son bölümde bazı gözlemlerde bulunacağız. Ulus Hollanda onbeş milyon nüfusu ve 16.000 kilometrekare toprağıyla dünyanın nüfus yoğunluğu en fazla coğrafyasının insanları bölgelerinden biridir. Hollanda’nın tarihinin ve hem bağımsız yaptığını hem de birbirine bağladığı söylenmektedir.Hollanda’nın bağımsızlığı büyük ölçüde sosyolojik çoğulculuğunun ürünüdür. Tarihsel olarak Rhine, Meuse ve Scheldt nehirlerinin aktığı bir deltanın ortasında bulunuşu bölgelerin göreceli olarak birbirinden bağımsız olarak gelişmesini sağlamıştır.115 Bugün Hollanda olarak bilinen coğrafya Romalıların bölgeye bütün olarak hakim olmalarına engel olmuştur.Orta Çağlarda Hollanda bağımsız birçok bölgeden oluşmaktaydı. Onaltıncı yüzyılın sonunda bağımsız bölgeler bir araya gelip birleşik cumhuriyeti meydana getirdiler.Günümüzde Hollanda’nın Hollandaca ve Frisian olmak üzere iki resmi dili vardır. Frisian dili ülkenin kuzey bölümünde yaşayan ve nüfusu dörtyüzbin olan Frisianlar tarafından konuşulmaktadır. Protestan Reformasyonu Hollanda’yı Katolik güney ve Protestan kuzey olarak ikiye ayırmıştır. Protestanlarda Reformist, Calvinist, Lutherci ve Mennonites gibi guruplara ayrılmıştır.Hollanda altın çağını ticari zenginliğin geliştiği onyedinci yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde bir Hollandalının gerçek işi iştir denilmekteydi. Amsterdam’ın ve diğer bölgelerin ticari elitleri teolojik gerçeği araştırmak yerine Bkz.:R.W.Philips, ‘Cross National Research in Mathematics Education,’ içinde T.N.Postlethwaite, (Ed.), International Educational Research, New York : Pergamon, 1986, 67-110. 114 para kazanmanın peşindeydiler. Avrupa din savaşlarını yaşarken Hollanda değişik dini geleneklere tölerans göstermiştir. Günümüzde Hollanda değişik etnik, dini ve bölgesel gruplardan oluşan bir mozaiktir. Her grup özgün kimliği ve bağımsızlığı konusunda çok hassas davranmaktadır. Fakat Hollanda’nın bu plüralizm ve bağımsızlığı resmin sadece bir bölümüdür.Resmin diğer tarafını ise güçlü dayanışmaya olan bağlılık oluşturmaktadır.Birçok gözlemci Hollanda’nın bu özelliğini denize karşı verilen sürekli savaşa bağlamaktadır.Nüfusun yüzde altmışı ve Hollanda’nın yüzde yirmibeşi deniz seviyesinin altında bulunmaktadır. Denize karşı birbiriyle entegre halinde bulunan kanallar ve deniz duvarları zinciri yapılmıştır.Hollandalılar hayatta kalmak için birbiriyle dayanışma içinde olma zorunluluğunu duymuşlardır.1953 Yılı baharında ağır fırtınalar serisi 1800 kişinin denizde boğulmasına neden olmuştur. Yirminci yüzyılda Hollanda’nın nüfusu beşmilyondan onbeşmilyona çıkmıştır.Şehir planlaması, ev gelişimi ve ulaşım ağının kurulması için dayanışma içinde olmaya Hollandalılar tekrar ihtiyaç duymuştur. Farklı dini, etnik ve diğer yaşam tarzlarına Hollanda’nın gösterdiği tölerans bağımsızlık ve dayanışma niteliklerinin bir araya gelmesini sağlamıştır.Denize karşı mücadelede ve bir refah ekonomisi kurmak için gösterilen çabaların dayanışmaya dönüştürülmesi birbirinin farklarını kabul etmek ve farklara rağmen birbiriyle çalışmakla mümkün olan bir şeydir. Dini açıdan Katolikler ve Reformcu Protestanlar (Calvinistler) ülkenin en büyük iki dini grubunu meydana getirmektedirler.Onbeş milyonluk nüfusun milyonu Katolik, 4.5 milyonu Protestan olup 4.7 altı milyon kişinin hiçbir dini mensubiyeti bulunmamaktadır. 4.5 Milyon nüfusa sahip Protestanların 3.3 milyonu iki büyük Reform kilisesine mensup bulunmaktadır.Ayrıca 25.000 Yahudi ve 600.000 Müslüman bulunmaktadır. Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye ve Fas’tan göç etmiştir. Budist ve Hindu nüfusun oranı 60.000 civarındadır.116 1960 Yılından beri Hollanda’da güçlü bir sekülarizasyon trendi vardır.1959 ve 1986 Yılları arasında Roma Katolik Kilisesine mensup insanların oranı yüzde otuzyediden yüzde otuzbire düşerken iki büyük Protestan Reform kilisesinin üyelik oranı ise yüzde otuzsekizden yüzde yirmibire düşmüştür. Aynı zaman diliminde Hollanda plüralizminin tarihsel arkaplanı için bkz.: R.C.Tash, Dutch Pluralism, New York : Lang, 1991, İkinci Bölüm. 116 Statistical Yearbook, 1996, The Hague : Central Bureau of Statistics, 1996, 53. 115 hiçbir dine mensup olmayanların oranı yüzde çıkmıştır.117 yirmibirden yüzde kırkdörde Kilise faaliyetlerine katılmada büyük bir düşüş meydana gelmiştir. Katolikler arasında 1959 yılında kilise servislerine katılma oranı yüzde 87 iken bu oran 1986 yılında yüzde 26’ya düşmüştür.Reformcu Protestanlar arasında düşüş yaşanmıştır. Aynı zaman dilimi içerisinde iki büyük Reformcu Protestan kilisesinde bu oran yüzde 36’dan yüzde 33’e düşerken diğer iki küçük kilisede bu oran yüzde 88’den yüzde 65’e düşmüştür.118 Sekülerizasyon eğilimine rağmen güçlü bir dini inanç vardır.Michael Fogarty Hollanda’yı şöyle tasvir etmektedir: “Hollanda batı Avrupa’da kiliseye gitmeyen en yüksek yetişkin nüfus oranına sahip olduğu gibi en yüksek orandaki kalbi Hırıstıyanada sahiptir.Bu Hırıstıyanlar sadece dinlerini pratik etmekle yetinmemekte aynı zamanda kendi kiliselerinin faaliyetlerine aktif olarak katılmaktadırlar. Bu Hırıstıyanların oranı 1990 yılında yüzde yirmiüçtür.”119 1981 Yılında yapılan bir araştırmada Fogarty’nin vardığı sonucu desteklemektedir.Batı Avrupa ulusları arasında sadece İspanya ve İtalya’da kilise katılımı en az ayda bir kere şeklinde yüksek olmakta iken Danimarka ve Fransa’da asla kilise aktivitelerine katılmama açısından yüksek olmaktadır.120 Hollanda ayda bir kilise aktivitelerine katılma açısından yüzde kırk oranına sahipken hiç kilise faaliyetlerine katılmama açısından ise yüzde kırkbir şeklinde bir orana sahiptir. Başka bir deyişle Hollanda hem kiliseye katılım hemde katılımsızlık açısından en yüksek orana sahiptir. Dini açıdan Hollanda güçlü inananlar ile inanmayanlar arasında bölünmüştür. Politik olarak Hollanda anayasal monarşi rejimine sahiptir.Kraliçe Beatrix devlet başkanı konumundadır.121 Parlementer sistem yürürlüktedir-bu sisteme States- G.A.Irwin ve J.J.M. van Holsteyn, ‘Decline of the Structured Model of Electrolar Competition,’ içinde H.D.Daalder ve G.Irwin, (Ed.), Politics in the Netherlands: How Much Change? Totowa, N.J. : Cass, 1984, 34.Burada verdiğimiz bazı oranlar önceki paragrafta verdiğimiz oranlardan farklıdır çünkü bu oranlar değişik araştırmaların bulgularına dayanırken bu paragraftaki oranlar değişik dini gruplardan alınan bilgilere dayanmaktadır.Sekülarizason trendinin son durumu ile ilgili bir araştırma için bkz.: J.C.Kennedy, Building the New Babylon: Cultural Change in the Netherlands during the 1960s, PhD Dissertation, University of Iowa, 1995. 118 Irwin ve Holsteyn, ‘Decline of the Structured Model,’ 36. 119 M.Fogarty, ‘How Dutch Christian Democracy Made a New Start,’ Political Quarterly, 1995, 142.Sophie van Bijsterveld ise şunu not etmektedir: “Hollanda’da sekülerleşme eğilimi diğer Batılı ülkelere göre yüksek olmasına rağmen Hollanda’da kilise üyelerinin kendi kiliselerine aktif katılma oranı da diğer Batılı ülkelere göre daha yüksektir.”S.C. van Bijsterveld, ‘State and Church in the Netherlands,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church in the European Union, Baden-Baden : Nomos Verlagsgesellschaft, 1996, 210. 120 Bkz.: R.J.Neuhaus, (Ed.), Unsecular America, Grand Rapids, Mich.: Eerdmans, 1986, 116. 121 Hollanda hükümet biçimi konusunda yapılan iyi bir çalışma için bkz.: R.B.Andeweg ve G.A.Irwin,Dutch Government and Politics, New York : St. Martin’s Press, 1993. 117 General denilmektedir.- Yüksek Parlemento yetmişbeş üyeden oluşmakta olup bu üyeler bölgesel parlementolar tarafından dolaylı olarak seçilmektedir.Alt parlemento halk tarafından oransal temsil sistemiyle seçilen yüzelli üyeden meydana gelmektedir. Yasamanın çoğu hükümetten kaynaklanmakta ve bütün yasalar her iki parlementodan geçmek zorundadır.Alt parlemento düzenlemeleri değiştirebilir ya da yenilerini ortaya koyabilir. Dört büyük siyasi parti vardır: The Christian Democratic Appeal (CDA), Labor Party (PvdA), The People’s Party for Freedom and Democracy (VVD)-liberal bir karaktere sahiptir- ve Democrats 66 (D66)-değişimden yana politik reformu savunan bir parti.Şu andaki hükümet 1994 seçimlerinden sonra işbaşına gelen bir koalisyon hükümetidir. Koalisyon hükümetini oluşturan partiler şunlardır: PvdA, VVD, ve D66. CDA 1989 ve 1994 seçimlerinde yirmi sandalye kaybetmiş olup-bu kayıp Hollanda standartlarında çok büyüktür- 1918 yılından bu yana ilk defa hükümette yer almamaktadır. Hollanda politik sistemi korporatist ve konsososyonal olarak tasvir edilmektedir.122 Korporatist terimi anahtar toplumsal örgütlerin kendi aralarında ve resmi yetkililerle uzlaşarak kamu politikalarını oluşturma trendini vurgulamaktadır.Konsososyonal demokrasi terimi ise birbiriyle uzlaşmaz taleplere sahip değişik toplum kesimlerinin farklılıklarının yerine pragmatik uzlaşmalarla toplumsal birliği korumalarını ifade etmektedir.Hollanda politik sistemi son yirmi yıl içerisinde önemli değişikliklerden geçmesine rağmen bu sistemin korporatistik karakteri hala korunmaktadır.Rudy Andeweg ve Galen Irwin şöyle yazmaktadır: “Yeni korporatizm hala olgunlaşmış gözükmemektedir… Farklı çıkar gruplarının karar sürecine dahil edilmesi Hollanda politikasının hala karakteristiklerinden birisidir.”123 Danışma organlarının sayısı azaltılmasına rağmen Refah, Sağlık ve Spor departmanındaki danışma organlarının sayısı otuzüç iken bu sayı Tarım departmanında onbirdir.124 Konsososyonal konseptinin hala Hollanda politikasının bir karakteristiği olup olmadığına dair sorular ortaya atılmaktadır. 125 Bu konudaki Bkz.: Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, İkinci ve yedinci bölümler.Konsososyonal teori için bkz.: A.Lijphart, ‘Consociational Democracy,’ Comparative Political Studies, 1, 1968, 3-44. 123 Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, 175. 124 S.C.Bijsterveld’in –Katolik University of Brabant- mektubu, 31 Mayıs 1996. 125 Bkz.: Andeweg ve Irwin, Dutch Government and Politics, 33-44. A.Lijphart, ‘From the Politics of Accommodation to Adversarial Politics in the Netherlands: A Reassessment,’ in Daalder ve Irwin, (Ed.), Politics in the Netherlands, 140-53. 122 görüşümüz ne olursa olsun Hollanda politik sistemi kazanan ve kaybeden arasındaki zıtlaşmadan çok uzlaşmaya ve tartışmaya dayanmaktadır. Bütün bunları Hollanda’nın kilise-devlet ilişkileri konusundaki prensiplerini ve uygulamalarını daha iyi anlamak için anlattık.Hollanda’nın kilise-devlet ilişkileri konusundaki prensip ve pratiklerini daha iyi anlamak için Hollanda’nın konuya yaklaşımının arkasındaki tarihsel güçleri üzerinde durmamız lazımdır. Tarihsel Arkaplan Ondokuzuncu yüzyılda Batı dünyasında liberal Aydınlanma düşüncesi ortaya çıkınca Amerika ve Hollanda benzer bir meydan okumayla yüzyüze kaldılar.Amerika ve Hollanda bu meydan okuma karşısında birbirinden farklı iki yol takip ettiler.İki ülkenin kilise-devlet ilişkileri konusundaki farklı yaklaşımları günümüze kadar devam etmiştir.Hollandanın kilise-devlet ilişkileri sorusuna verdiği cevab ve bu cevabın sonuçları eğitim etrafında dönmektedir.Ondokuzuncu yüzyıl Hollandalı liberaller yarı resmi Reform kilisesini (Netherlands Hervormde Kerk) destekleyen eski muhafazakar düzene ve aristokratik sınıflara tanınan ayrıcalıklara reaksiyon gösterdiler.Liberaller idareye halkın daha çok katılması, devletin rolünün daha çok sınırlanması ve hiçbir dini grubu devletin desteklememesi için çalıştılar. Aydınlanma liberallerinin desteklediği reformlar onların ideal toplum hakkında sahip oldukları görüşten kaynaklanmaktadır.Bu toplum görüşü toplumsal istikrar bozulmadan politik sisteme daha çok halk katılımının olması gerektiğine liberallerin niçin inandıklarını açıklamaktadır.Bir Hollandalı araştırmacı bu zamanın temel liberal yaklaşımını şöyle tasvir etmektedir: “Bütün sınıflar arasında eğitimin yaygınlaşması ve liberal kültürün propagandasının yapılması vatandaşlarının bakışaçısını ve devletin temelini genişletecektir.Bu çerçevede liberal bir renk alan daha homojen bir Hollanda ulusu meydana gelebilecekti.”126 Liberallerin amacı mezhepdışı olan ortak değerler üzerinde konsensüse varmış bir toplum meydana getirmekti.Böyle bir toplum sosyal ve politik kaos yaratmadan geniş demokratik katılımı mümkün kıldığı gibi aristokratik sınıflara tanınan ayrıcalıkları elimine edebilirdi. Kamu okulları liberal kültürün ortak değerleri olan birlik, tölerans ve erdemin öğretilmesinde anahtar bir role sahiptiler. Bundan dolayı ondokuzuncu yüzyılın başında Hollanda’da kamu okullarının açılmasını öne süren güçlü bir hareket meydana geldi. Bu hareket kamu okullarına bütün çocukların gitmesini şart koşuyordu.Stuurman ulusun homojenize edilmesinin liberal okul politikalarının özünü oluşturduğunu yazmaktadır: “Ulusu şekillendiren kurumlar olarak okullar birbiriyle yarış halinde olan mezhep okulları ile siyasi ya da kilise partisinin ellerine terk edilmemeliydi.”127 Johannes van der Palm (1763-1840) liberal harekette yer alan bir Protestan din adamı ve üniversite profesörüydü.O okulların kiliselere bırakılması problemiyle ilgili yazarken fanatizm ve toplumsal kaosu önlemek için eğitimin ulusal regülasyonuna duyulan ihtiyacı etmektedir: “Eğitimin ulusal regülasyonu şöyle ifade fanatik aptalların öğretmen olarak atanmaması ve gençlerin önyargı duvarlarının arkasında kalmaması için-bunun yıkıcı sonuçları toplumda görülmektedir- bir ihtiyaçtır.”128 etmemektedir. Bilakis o O din ve ahlakı ihmal doktrinel farklılıkların üstünde olan bir Hırıstıyanlık anlayışının çocuklara öğretilmesini istemektedir.129 Bu liberal eğitim görüşünün özünü oluşturmaktadır ve bu görüş Amerika’da Horace Mann’in savunduğu görüşle benzerlik göstermektedir.Eğitim evrensel olmalıdır ve devlet ayrımcı Hırıstıyan doktrinleri elimine edip ulusal birliğe inanan iyi ve sorumlu vatandaşların yetişmesi için eğitimi dikkatle regüle etmelidir. Fakat Hollanda’nın farklı dini topluluklarına ne olacaktır?Liberal çerçeve bu soruya farklı dini inançların özel alana bırakılması şeklinde bir cevap vermektedir.Sonuç olarak kamusal okul şemasının dışında kalan okullara şüphe ile bakılmakta ya da yasaklanmaktaydı.Ancak 1848 anayasası ve 1857 okul yasası ile ebeveynlere kendi çocukları için okul kurmaları hakkı tanınmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ilerleyen yıllarında Katolikler ve ortodoks Reformcular (en büyük reformcu grup Gereformeerde Kerk grubudur)-ortodoks reformcu grupların çoğu yarı resmi Reform kilisesinden (The Hervormde Kerk) kopmuştu- bu okul konseptine karşı çıkarak böyle bir eğitim anlayışının geleneksel ortodoks Kalvinist teoloji ve pratiğini terketmek anlamına geldiğine inanıyorlardı.130 Bu karşıtlığın bir sonucu olarak hem Katolikler hem Reformcular 1860’ larda kendi politik hareketlerini meydana getirdiler. 126 C.L. Glenn, The Myth of the Common School, Amherst : University of Massachusetts Press, 1987, 46. 127 Glenn, The Myth of the Common School, 46. 128 Glenn, The Myth of the Common School, 47. 129 Glenn, The Myth of the Common School, 47. 130 Bu mücadele için bkz.:Glenn, The Myth of the Common School, 244-49.S.Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands: Consociational or Pluriform? PhD Dissertation, University of Toronto, 1993, 44-231. Bu arada liberalizmde değişmekte daha sert çizgilere doğru kaymaktaydı. Liberalizm daha çok anti klerik olmaya ve seküler felsefeye daha çok bağlanmaya başladı.Politika bilimcisi Stanley Carlson-Thies 1870’lerde Hollanda liberalizminde meydana gelen değişmeleri şöyle özetlemektedir: “Gelişme, bilim yoluyla ilerleme, eskimiş dogmalardan kurtulma.Bunlar yeni neslin sloganlarıydı.Günün gerisinde kalan Hırıstıyan dogmalarını reddetmek yeterli değildi.Bu dogmalara dayanan inançlar, okullar ve politik hareketlerle yüzleşmek ve onları yenmek bir zorunluluktu.”131 Parlementoda çoğunluğa sahip Aydınlanma liberalleri ile Ortodoks reform grupları-çoğunluk Hervormde Kerk grubundan ayrılmıştı- ve Katolikler arasındaki gerilim çok yükselmişti. Katolikler ve ortodoks Reformcu gruplar 1878 yılında yeni bir okul yasasının geçmesine ortak reaksiyon gösterdiler.Kappeyne van de Coppello liderliğindeki liberaller yeni bir eğitim yasasının zorladılar.Yeni eğitim yasası bütün okullar için geçmesi için parlementoyu yeni ve yüksek sandartlar getiriyordu-kamusal okullar belediyeler tarafından idare edilirken alternatif okullar ise Katolik ve ortodoks Reform gruplarının kontrolündeydi.-Zorunlu görülen gelişmeleri gerçekleştirmek için kamusal okullara devletin parasal yardımda bulunması öngörülürken alternatif dini okullara ise hiçbir maddi yardımda bulunulmuyordu.Alternatif dini okullar yeni standartlara ulaşmak için ek parasal kaynaklar bulmak zorundaydılar. Aksi takdirde bu alternatif dini okullar eğitim otoriteleri tarafından kapatılacaktı.Bu kontekste Katolikler ve ortodoks Reformcular bunu dini okullara bir saldırı olarak gördüler ve bunu 1848 anayasası ile 1857 okul yasasının – liberaller anayasa ve yasayı desteklemişlerdi- tanıdığı eğitim özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirdiler. Bu yeni yasa ülkede fırtına gibi esti. Bu yasa kitlesel politik bir hareketin doğmasına ve ortodoks Reformcular ile Katoliklerin-bu iki grup tarih boyunca birbirlerine karşı antagonistik ve güvensiz bir tavır içerisindeydiler- güçlü ve aktif politik müttefikler haline gelmesine neden oldu.Sadece beş gün içerisinde-yasanın parlementodan geçmesi ve kralın onaylanmasından sonra- yasaya karşı ortodoks Reformcular 300.000 imza toplarken Katolikler 160.000 imza topladı.Carlson-Thies şöyle yazmaktadır: “Toplam nüfusun dört milyon olduğu dikkate alınırsa 122.000 seçmen ciddi bir sayıdır.Bu kitlesel duygunun giderek kabarması anlamına 131 Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 138. geliyordu.”132 Bir yıl içerisinde Reformcu gruplar Anti-Revolutionary Party isimli bir parti kurdular. Hans Daalder bu partinin Hollanda’da modern kitle-parti teknikleri konusunda öncülük yaptığını söylemektedir.133 1883 Yılında Katolik parti için bir program hazırlandı Katolikler arasında program yaygın bir şekilde dolaştırıldı.Bu olay resmi bir Katolik partisinin kurulmasından yıllarca önce meydana gelmiştir. 1878 Okul yasası bir Hollandalı gözlemcinin deyimiyle Katolikler ve ortodoks Reformcular arasında korkunç bir ittifakın (monstrous alliance) oluşmasına neden olmuştu.134 ARP-Katolik ittifakı kısa sürede en büyük siyasi güç haline geldi ve 1888 yılında alt parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etti.Kırk yıl süren mücadele sonunda bu hareket kendi eğitim vizyonunun bütün olarak onaylanmasını sağladı: Değişik tipteki dini okullar ve kamu okulları nötr ve konsensüsel bir felsefeyi destekleyeceklerdi ve her iki okul da kamu yardımı alacaktı.Bu konsept 1917 anayasasında yer aldı ve günümüze kadar bu anlayış anayasada kalmaya devam etmektedir.Bu anayasal zafer şu partiler arasındaki pragmatik koalisyon sayesinde elde edilmiştir: Bütün okulların eşit kamu yardımı almasını isteyen ARP-Katolik koalisyonu, erkeklerin oy kullanma hakkını savunan sosyal demokratlar, oransal temsile dayanan seçim sistemini isteyen Liberal parti.Bütün partiler elde etmek istediklerine kavuşmuşlardı. Buna 1917’inin pasifikasyonu denilmektedir. Güçlü Katolik-Reformcu ittifakı Hollanda politikasında önemli roller oynamaya devam etmektedir. Catholic People’s Party, the ARP, ve Christian Historical Union (1908 Yılında kurulan ikinci Reformcu partidir) isimli partiler 1980 yılında Christian Democratic Appeal (CDA) isimli siyasi oluşumu meydana getirdiler. Bu parti Hollanda politikasında büyük bir güç olmaya devam etmektedir ve 1918 yılından 1994 yılına kadar kurulan bütün hükümetlerde yer almıştır. Bu ittifakın liberallere entellektüel açıdan üstün geldiğini not etmek lazımdır. Birçok Reformcunun öncülüğünü yaptığı ve Katolik liderliğininde desteklediği çoğulcu toplum anlayışına dayanan birçok teori geliştirilmiştir.Bu teoriler devletin hem özel hem kamusal eğitimi desteklemesini öngörmekteydi.Bu teoriler okulların dışındaki toplumsal alanlarda uygulandı ve Hollanda toplumunda büyük kabul gördü. 132 Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 144. H.Daalder, ‘The Netherlands: Opposition in a Segmented Society,’ içinde R.A.Dahl, (Ed.), Political Opposition, New Haven : Yale University Press, 1966, 201.Partinin karşı olduğu devrim Fransız devrimiydi ve özellikle reformcu grupların dayandığı liberal ilkelere karşıydı. 134 Bu terimi G.J. Rooymans’dan aldık. Bkz.: Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 172. 133 1996 Yılında Hollandalı birçok hükümet yetkilisi, kilise, eğitim ve sosyal hizmet lideriyle yaptığımız röportajlarda bu kavramların Hollanda zihin yapısının bir parçası haline geldiğini görmek bizi çok etkilemişti. Bu konseptleri anlamak önemlidir. Bu konseptler ilkeli plüralizm dediğimiz olgunun özünü oluşturmaktadır. Hollandalı Protestanların kamu okulları ile ilgili liberal vizyona genel, ahlaki ve dini kültür görüşüyle ve ondokuzuncu yüzyılın sıcak Hırıstıyan Protestanlığına dayanan yaklaşımı çerçevesinde reaksiyonda bulunduklarını düşünebiliriz.Bu liberal kamusal vizyonuna gösterilebilecek birinci yoldur. Onlar bunu uygun ve iyi bir şey olarak kabul etmiş olabilirler.Ne de olsa sınıfların atmosferini dolduran genel bir Protestan ruhtu.Böylece Katolikler ve inançsızlar mezhepsel olmayan bir Hırıstıyanlık anlayışıyla karşılaşacaklardı. Mezhepler üstü Hırıstıyanlık Katolisizm ve militan sekülarizmden ziyade Protestanlığa daha yakındı.Önceki bölümde gördüğümüz gibi ondokuzuncu yüzyılda Amerika Protestanlarıda benzer bir durumla karşılaştıklarında temelde aynı şekilde reaksiyon göstermişlerdir.Daha liberal olan büyük Hervormde Kerk grubu da aynı biçimde reaksiyonda bulunmuştur. Daha aşırı ve ortodoks olan Calvinist gruplar-Gereformeerde Kerk grubunun öncülüğünü yaptığı- liberal görüşlerden esinlenen kamusal okulları reddetmişlerdir. Protestanlar kamu okullarının bütünüyle kendi doğru inançlarını yansıtması şeklinde liberal okul vizyonuna ikinci bir reaksiyonda bulunabilirlerdi. Benzer bir şekilde Katoliklerde okulların tamamen Katolikleşmesini isteyebilirlerdi. Tarihte devlet gücü yanlarında olduğu zamanlarda her iki dini geleneğin inançlarını bütün topluma empoze etmek istediği ve teokrasiler kurmak arzusunda olduğu dönemler ve yerler olmuştur. Fakat Hollanda’da hem ortodoks Reformcu gruplar hem Katolikler farklı bir yolu seçmişlerdir. Onlar plüralizm yolunu seçerek değişik dini ve entellektüel hareketlere olanak tanımışlardır.İki grubun kendilerini içinde buldukları pragmatik durum onları böyle bir karşılık vermeye teşvik etmiş olabilir çünkü iki grupda azınlık olduğundan bütün ulusa inançlarını empoze edemezlerdi.Ancak onlar pozisyonlarına uygun ilkeli bir tavır takınmışlar ve bu ilkeli tavır Hollanda toplumunu kalıcı bir şekilde etkilemiştir.Bunun nasıl meydana geldiğini anlamada özellikle üç kişi –iki Calvinist bir Katolik- önemli rol oynamıştır. Guillaume Groen van Prinsterer (1801-1976) tarihçi ve milletvekilidir. O büyük Hervormde Kerk grubundan ayrılıp kendi kiliselerini kurmak isteyen daha ortodoks grupların yaşlı bir büyüğüydü. O bir geçiş kişiliğidir. Onun muhafazakar kişiliği belirli teokratik görüşleri korumasına neden olmasına rağmen o plüralistik düşünceye büyük eğilim duymaktaydı.Onun plüralistik eğilimi 1840 yılında ifade ettiği görüşlerinde bulunabilir. O kamu okullarının Reform, Katolik ve Yahudi okulları şeklinde ayrılmasını önermiş ve her okulun kendisine ait dini öğretmesini istemiştir. O kamu okullarının dini açıdan çoğulcu olan bir toplumun bütün unsurlarına hizmet etmesinin zor olduğunu iddia etmiştir çünkü eğitim tek bir bakış açısına dayandığı için bazı görüşler diğerlerine göre diskrimine edilmektedir. Ortodoks Calvinistlerin takip ettiği çoğulcu yolun benimsenmesinde rol oynayan merkezi figür Abraham Kuyper’dir (1837-1920). Bir teolog ve eğitimci olan Kuyper 1901 ve 1905 yılları arasında başbakanlık yapmıştır.Fogarty Kuyper’den Hollanda Protestanizminin modern zamanlarda ürettiği en büyük lider olarak söz etmektedir.135 The Hague’deki günümüzdeki Kuyper caddesinde CDA’nın genel merkezi bulunmaktadır. Genel merkezde bulunan Kuyper odasında ondan kalan birçok tarihi hatıra sergilenmektedir.Kuyper’in ve kurmuş olduğu ortodoks Reform Partisinin (ARP) etkisini abartmak mümkün değildir. Kuyper açık bir şekilde Hırıstıyan inanç ve değerlerini yaymayı kendisine görev kabul eden teokratik devlet görüşünü reddetti.O sürekli toplumun dini plüralizmini tanıyan ve destekleyen bir siyasi sistemi savundu.Liberallerin dini özelleştirmesine karşı onun amacı toplumsal alanda teokrasiyi değildi.Başbakan ve inanç blokunun lideri olarak görüşlerin eşit olduğu bir sistem yeniden kurmak o devlet ve toplumda bütün kurmayı amaçladıklarını söylemiştir.136 1898 Yılında Kuyper Princeton Üniversitesinde Stone konferansları serisini vermek üzere davet edildi. Onun konferanslarından birisinin konusu Calvinizm ve politikaydı.Bu konferansta o idarenin her vatandaşına tam bir bilinç hürriyeti tanıması gerektiğini ifade etmiştir çünkü bilinç hürriyeti insanın en orijinal vazgeçilmez hakkıdır.137 O ‘özgür bir devlette özgür kilise’ konseptini övmüştür. O Çarlık Rusya’sının ve Luthercilerin seküler idarecilerin kendi krallıklarındaki dini belirleme şeklindeki konseptlerini eleştirmiştir çünkü bu konseptler onun özgür kilise ve çoğulcu toplum ideallerini ihlal ediyordu.Kuyper ayrıca Fransız devriminin dinsiz tarafsızlığa dayalı yaklaşımınıda eleştiriyordu 135 çünkü bu yaklaşım özgür devlette özgür bir kilise M.P.Fogarty, Christian Democracy in Western Europe, 1820-1953, Londra : Routledge & Kegan Paul, 1957, 172. 136 Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 229. 137 A.Kuyper, Calvinism: Six Stones Foundation Lectures, Grand Rapids, Mich.: Eerdmans, 1943, 108. kavramını ihlal ediyordu.138 Kuyper sıklıkla paralelizmin lehine konuşmuştur. Paralelizm farklı dini ve felsefi perspektiflerin ve hareketlerin ayrı fakat birbirine paralel yollar takip ederek özgürce gelişmeleri anlamına gelmektedir. İdare onları engellemediği gibi onlara yardımda etmemektedir. Kanadalı siyaset bilimcisi Herman Bakvis’in vardığı sonuç şudur: “Groen van Prinsterer ve Abraham Kuyper liderliğindeki Calvinistlerin tecrübesi Katoliklere bir parti organizasyonuna gitmeleri için esin kaynağı olmuştur.”139 Katoliklerin partileşme hareketlerini yönlendirecek kişi Herman Scheapman’dır (1844-1903). Bir papaz olan Scheapman aynı zamanda bir gazeteci ve milletvekiliydi.1883 Yılında o bir Katolik siyasi partinin kurulması çağrısında bulundu ve bu partinin programını oluşturmak üzere bir gazete kurdu.Scheapman’ın düşüncesi büyük ölçüde Kuyper’inkiyle paralellik göstermektedir.Carlson-Thies’a göre Scheapman’ın arzu ettiği Katolik Parti Katolikler için egemenlik değil eşitlik istemektedir.Bu parti din özgürlüğünü teşvik etmekte, kiliselerin devletten bağımsız olmasını savunmakta ve bütün vatandaşlar ve dini gruplar için eşit hakları istemektedir.140 Ona göre okullar konusunda Katolikler ile Devrim karşıtlarının amacı aynıydı çünkü her iki grupda kendi eğitim sistemlerini kontrol etmek istiyorlardı.141 Yirminci yüzyılın başında liberal düşünceye karşı zafer kazanan bu plüralistik ilkelerdir-bu ilkelere dayanan yaklaşım töleransı savunmakla beraber değişik dini inançların kamusal politikaların oluşumunda en az seküler görüşler kadar eşit haklara sahip olmasında ısrar etmiştir.-1917 Yılında yapılan anayasal düzenlemeyle kamusal okullarla beraber bütün inanç okullarına finansal yardımda bulunulması kabul edildi. Böylece plüralizmin ilkeleri toplumsal düşünceye hakim hale geldi ve plüralist zihniyet kamusal hayatın diğer alanlarınada uygulanmaya başlandı. 1920 Yılından 1970’e kadar –bazıları günümüze kadar diyebilir- pilarizasyon (verzeuiling) denilen sistem Hollanda toplumuna damgasını vurdu. Pilarizasyon sistemi altında insani aktivitenin birçok sosyal alanı-siyasi partiler, sendikalar, eğitim, televizyon yayıncılığı, huzurevleri, sosyal servis ajansları, rekrasyon klüpleri gibi- farklı dini ve seküler görüşleri temsil eden ayrı 138 Kuyper, Calvinism, 106. H.Bakvis, Catholic Power in the Netherlands, Kingston, Ontario : McGill-Queen’s University Press, 1981, 61. 140 Carlson-Thies, Democracy in the Netherlands, 168-169. 141 Bakvis, Catholic Power in the Netherlands, 62. 139 organizasyonlarla dolmaya başladı.142 Dört ana direk vardı: Reformcular, Katolikler, Sosyalistler, tarafsızlar (liberaller). Örneğin bu Katolik bir siyasi partinin olduğu, ilkokuldan üniversiteye kadar Katolik okulların olduğu, Katolik televizyon ağının olduğu, Katolik gazetenin olduğu ve Katolik rekereasyon kulüplerinin olduğu anlamına gelmektedir.Bu organizasyonlar Katolik direğini oluşturmaktaydı. Katolik bir ailede büyüyen bir kişi hayatını büyük ölçüde Katolik organizasyonlarının konteksinde yaşıyordu (Katolik direk).Reformcu, Sosyalist ya da liberal bir evde büyüyen bir kimsede benzer bir durumla karşı karşıyaydı.Bu sosyal yapı Groen van Prinsterer ve Kuyper tarafından ifade edilen ilkelere çok uygundu ve Katoliklerde bu yapıya çok rahat adapte olmuşlardı.Hayatın her alanına dini ve seküler inançlar dokundukça kişi ne okuduğunda, nasıl oy verdiğinde, nasıl bir eğitim istediğinde hatta nasıl bir rekreasyon yapmak istediğinde bile kişinin dini inançları ilgili hale geliyordu.Bu sistem bir Amerikalı gözlemciye her ne kadar yabancı gözüksede 19201960 yılları arasında Hollanda’da iyi işlemiştir. Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya gibi Avrupa uluslarının aksine çoğulcu bir toplum sosyal ve politik istikrar içerisinde yaşayabilmiş ve müreffeh hale gelebilmiştir. 1960 Yılından itibaren olaylar değişmeye başladı.Güçlü sekülarizasyon trendi dini direklerin sahip olduğu manalara büyük darbeler vurdu. Din adına oy verenlerin oranı özellikle Katolikler arasında büyük düşüş gösterdi.Hollandalı çocukların yüzde yetmişi hala özel okullara gitmesine rağmen ebeveynler okulları dini karakterinden çok başka nedenlerle seçmektedirler. Birçok Protestan Katolik okullarına giderken Katolikler Protestan okullarına gitmektedir. İnançsızlar ise her ikisine gidebilmektedir. Direk organizasyonların diğer formlarına olan destek büyük ölçüde azalmıştır. Sonuç olarak eski direk organizasyonlar birleşmektedir: Protestanlar Katoliklerle ya da ikisi seküler olanlarla birleşmektedir. Hollandalılar artık hayatlarını tek bir direğin sınırları içerisinde yaşamamaktadır. Onlar artık istediğini seçip almaktadır. Bir aile Gereformeerde Kerk’in üyesi olmasına rağmen çocuklarını Katolik bir okula gönderebilir. Eş seküler bir uyuşturucu tedavi merkezinde çalışırken koca CNV’ye (Hırıstıyan-Katolik-Protestan işçi birliği) üye olabilir.Kişiler büyük ölçüde ticari televizyon kanallarının izleyicisi olabilir ve son seçimde dindar olmayan reform yanlısı D66’ya oy vermiş olabilir.Günümüz Hollanda’sında pilarizasyonun Pilarizasyon için bkz.: E.H.Bax, Modernization and Cleavage in Dutch Society, Aldershoot, Netherlands : Avebury, 1990, Beşinci ve altıncı bölümler.H.Post, Pillarization: An Analysis of Dutch and Belgian Society, Aldershot, Netherlands : Avebury, 1989. 142 negatif bir anlamı vardır çünkü o artık geçmişe ait bir şey olarak düşünülmekte ve dini dışlayıcılık ve bölünmüşlüğün olduğu bir çağı anımsatmaktadır. O zaman pilarizasyon öldümü?Bazıları bu soruya evet diyerek cevap verebilir.Fakat başkaları pilarizasyonun ölmediğini fakat onun otuz ya da kırk yıl öncesine göre radikal olarak değiştiğini söyleyebilir.1996 Yılında CNV’den resmi bir yetkili pilarizasyondan nötr, Hırıstıyan ya da diğer ilkeli organizasyonlar arasındaki ayırım kastedildiği takdirde pilarizasyon sisteminin hala çok canlı olduğunu söylemiştir.Değişik alanlarda dini ve seküler temellere dayanan birçok organizasyon hala varlığını sürdürmektedir.Bu organizasyonların spesifik bir dini ya da seküler görüşü temsil etmelerini hükümet tanımakta ve buna izin vermektedir.Dayanışmacı bir tarzda bu grupların liderleri kendilerini ilgilendiren konularda çağrılmakta ve bunlar hükümete konuyla ilgili tavsiyelerde bulunmaktadırlar.Müslüman bir organizasyonun başında olan yaşlı bir zat bize gururla son olarak yaşlı müslümanların problemlerini görüşmek üzere resmi bir grupla görüştüğünü bize aktarmıştır –daha önce sadece Katolik, Protestan ve Hümanist organizasyonların temsilcileri hükümete sunumda bulunabiliyorlardı.-Organizasyonların dini ve felsefik temelleri dikkate alındığında bunların temsilcilerini görüp dinlemek aydınlatıcıdır. Seküler bir yaşlılar organizasyonunun bütün yaşlılar için konuşabileceği düşünülmemektedir.Toplumun dinsel, inançsal ve etnik plüralizmi hala tanınmaktadır ve korunmaktadır. Pilarizasyon 1950 yılından beri değişmektedir. Fakat bu sistem toplumsal organizasyonlar konusunda Hollanda’nın takip ettiği idare ve düşünce biçiminin hala bir parçasıdır.Pilarizasyon terimi artık çok tasvir edici değildir.Var olan şey şudur: Dini ve felsefik oryantasyonlarına göre ayrılmış organizasyonlar vardır, toplum ve devlet bu organizasyonların meşruluğunu tanımakta ve bunları değişik alanlarda barındırmaktadır.Organizasyonlar toplumun değişik görüşlerini ödeyen vatandaşlara hizmet eden kurumlar olarak yansıtan ve vergi desteklenmekte ve tanınmaktadır.Şimdiki bölümde bu plüralistik toplum görüşüne dayanarak kilisedevlet ilişkilerinin nasıl geliştiğini ele alacağız. Dinin özgürce uygulanması Kişinin dinini özgürce uygulama hakkı Hollanda anayasasının bir ve altıncı maddelerinde temel hak olarak ortaya konmuştur. 1983 Yılında anayasa revize edilmiştir. Birinci madde şöyle demektedir: . Hollanda’daki bütün kişiler eşit şartlarda eşit muamele görmelidir.Dine, inanca, politik görüşe, ırka, cinsiyete ya da başka bir şeye dayanarak insanlar arası diskriminasyon yapılmasına izin verilemez.143 Altıncı madde ise şöyle demektedir: 1.Herkes dinini ya da inancını serbestçe bireysel ya da grupsal olarak yasaya karşı sorumluluk önyargısı olmadan tezahür ettirme hakkına sahiptir. 2.Bu hakkın uygulanacağı yerler ve binalar ile ilgili kurallar halkın sağlığının korunması, trafiğin engellenmemesi, karışıklıkların önlenmesi ya da onlarla mücadele edilmesi için parlamento tarafından düzenlenebilir. Bu anayasal kuralları anlamak için Hollanda yargısının parlementodan geçen yasaları yargısal olarak değerlendirme gücüne sahip olmadığının bilinmesi lazımdır.Yüzyirminci madde bunu açıkça ifade etmektedir: düzenlemeler anlaşmaların ve anayasallığı “Parlementer mahkemeler tarafından yargılanamaz.”Ancak mahkemeler belediye, yerel yönetim ve yönetici kurumların bazı düzenlemelerini anayasaya aykırı bulabilirler.Ayrıca doksandördüncü madde uluslararası kurumlarla-Avrupa Birliği gibi- yapılan anlaşma ve düzenlemelerle çatışan parlementer düzenlemelerin kabul edilir etmektedir.Tarihsel olarak Hollanda mahkemeleri kurumların parlementer olup olmadığını ifade yerel yönetimlerin ve yönetici düzenlemelerini anayasaya aykırı ya da doksandördüncü maddeyi düzenlemelere karşı kullanma konusunda çok mütereddit davranmışlardır. Ancak son yıllarda mahkemelerde bu eğilimin değiştiğine dair davranışlar görülmektedir.Hollandalı vatandaşlar ve gruplar Amerikalılarla karşılaştırıldığında mahkemelerde anayasal haklarını ortaya koyma konusunda daha yavaştırlar.Hollanda kültürü legal davalardan çok uzlaşma ve tartışarak çözüm bulmaya daha çok eğilimlidir.Bundan dolayı Amerika’da olduğu gibi yargısal yorumlar serbest uygulama haklarının gelişiminde dominant bir etkiye sahip değildir.Ancak anayasal şartlar önemlidir çünkü onlar hem Hollanda düşünce biçimini yansıtmakta hem de yasal olarak bağlayıcı şartlar getirmektedir. Bir ve altıncı maddelerde kullanılan dini özgürlük dilinin dört önemli özelliği vardır. Birincisi altıncı madde özgürce uygulama hakkını hem dine hem inanca tanımaktadır.İnanç ve dinin korunmasıyla ilgili düzenleme 1983 yılında yapılan Hollanda Anayasasından yapmış olduğumuz alıntıları şu kurumun yapmış olduğu İnglizce baskıdan yapıyoruz: Constitutional Affairs and Legislative Division of the Ministry of Home Affairs, Ekim 143 anayasal revizyonla gerçekleştirilmiştir. Bu değişikliğin amacı dinlere olduğu gibi seküler görüşleride yasal koruma altına almaktır.Bu değişiklik Hollanda’nın plüralist anlayışına çok uygundur çünkü bu anlayışa göre dinlerle beraber seküler görüşlerde saygı ve korunmayı hak etmektedir. İnanç için kullanılan Hollandaca terim levensovertuiging ‘yaşamsal hüküm (life conviction)’ olarak tercüme edilebilir.Sadece inançlar anayasal koruma altına alınmakla yetinilmemekte ayrıca kişiye yaşamında rehberlik eden güçlü kanı ve hükümlerde koruma altına alınmaktadır. Bunların geleneksel olarak bir dine dayanmaması önemli değildir. İkinci özellik şudur: Altıncı madde bireyin inancını kişisel ya da grupsal olarak uygulamasını açık bir şekilde koruma altına almaktadır.Bireyin hakları korunduğu gibi geniş bir topluluğun parçası olarak grupların da hakları korunmaktadır.Bu toplumsal vurgunun kökenlerini gene Hollanda plüralizminde bulabiliriz. Çünkü Hollanda plüralizmi dini ve yaşamsal hükümlerin çoğulluğuna ve farklı grup ve derneklerin toplumda oynayacakları meşru role vurgu yapmaktadır.Bu yaklaşım Amerikan düşüncesine hala hakim olan Aydınlanmacı liberal düşünceyle zıttır.Liberalizm bireyi ve özel dini inancı korumanın yeterli olduğu kanısındadır ve dinin hemen hemen bütünüyle inanç grupları içinde yaşandığı gerçeğini gözardı etmektedir. Üçüncü özellik şudur: Altıncı maddenin ikinci bölümü Amerikanın zorunlu devlet çıkarı testi (compelling state interest) gibi bir istisna yapmaktadır.Din özgürlüğünün uygulanması kamu sağlığı yararına, trafik akışını sağlamak ve kamusal düzensizliği önlemek için kısıtlanabilir. Dördüncü nokta özellikle önemlidir.Birinci madde bütün vatandaşların eşit şartlarda eşit muamele göreceği hükmünü getirerek dini organizasyonlarında seküler organizasyonlar gibi inançlarını uygularken devlet yardımı alacaklarının temelini meydana getirmektedir.Hollanda’daki kilise-devlet ilişkileri konusunda uzman olan Sophie van Bijsterveld şöyle yazmaktadır: Birinci madde bütün vatandaşların eşit şartlarda eşit muamele göreceğini garanti etmektedir.Anayasaya göre kamu otoritelerinin Hollanda’da dini ve din dışı organizasyonlara karşı tarafsız olması lazımdır.Otoriteler bir aktiviteyi destekledikleri ya da finanse ettikleri takdirde dini grupların 1989. bundan dışlanması düşünülemez. Çünkü birinci madde bunu yasaklamaktadır.144 Sonra o şu notu düşmektedir: “Eşit muamele finansal desteğin dini ya da din dışı olarak faaliyet gösteren bütün organizasyonlara sunulmasını gerekli kılmaktadır.”145 Kendisiyle yapılan bir röpörtajda Van Bijsterveld şöyle demektedir: İdare dinin serbestçe uygulanmasını mümkün kılmalıdır. Hiçbir şekilde idare dinin serbestçe uygulanmasını imkansız hale getirmemelidir.Bu dinin pozitif olarak korunması anlamına gelmektedir.Örnek olarak eski kilise anıtlarını ele alalım. İdare eski şato ve diğer eski yapıları koruduğu gibi eski kilise anıtlarını da korumalıdır. Onlar dışlanmamalıdır. Eşit muamele bu anlama gelmektedir.146 Hollanda zihin yapısında ayırım yapmamak ve eşit muamele şu anlama gelmektedir: Genel yardım ya da destek programları dine dayalı inanç yapılarını ve organizasyonlarını dışlamamalıdır.Bu plüralizmin temel konseptinin uygulanmasıdır.Değişik dini ve seküler inançlar organizasyonlarıyla beraber hükümet tarafından eşit muameleye tabi tutulmalıdır.Bu prensip kilise-devlet ilişkilerine Hollanda’nın göstermiş olduğu yaklaşımda temel olduğu gibi Amerika’nın dine hiçbir yardım yapılmaması prensibine de terstir. İlgili anayasal şartlara ek olarak yürürlükteki yasal düzenlemelerle çelişebilecek azınlık dinleriyle Hollanda’nın nasıl ilgilendiği üzerinde durmamız faydalı olacaktır.Biz Hollanda’nın tölerans anlayışının problemleri tartışarak çözme yönünde olduğunu not etmiştik.Bu töleransın ve tartışarak sorunları çözmenin sınırlarının gözlemlenmesi mümkündür.Gerilim konularından birisi dini tatil günlerine uyulmasıyla ilgilidir. Dini tatil günlerine uymanın iş saatlerini ve okula gitmeyi nasıl etkileyeceği endişe verici bir soru olarak önümüzde durmaktadır.1919 Yılında yapılan düzenlemeyle Yahudilere ve Seventh-Day Adventistlere Pazar yerine Cumartesi günleri tatil etme olanağı sağlanmıştır.Dükkan kapatma yasasıyla tatil günü pazarın dışında olan tüccarlara istedikleri günde tatil yapma hakkı S.C. van Bijsterveld, ‘The Constitutional Status of Religion in the Kingdom of the Netherlands,’ The Constitutional Status of Churches in the European Union Countries, European Consortium for Church-State Research, proceedings of the 1994 meeting, University of Paris, 207 ve 211. 145 Van Bijsterveld, ‘The Constitutional Status of Religion,’ 211. 146 Van Bijsterveld’le yapılan röportaj, 9 Şubat 1996. 144 verilmiştir.147Mahkemeler dini bayram günlerinde çalışanların önceden başvurmaları halinde izinli sayılacaklarına dair kararlar vermiştir.Zorunlu eğitim yasasında önceden bildirildiği takdirde çocukların dini bayram günlerinde okula gelmeyeceklerine dair bir düzenleme vardır.Özel bir düzenleme ile uygun sağlık şartlarına uymaları koşuluyla Hindulara ölülerinin yakılan küllerini etrafa serpmeleri ile Müslümanlara ölülerini tabutsuz gömmeleri izni verilmiştir. Son olarak Eşit muamele komisyonu -azınlık dinlerinin sorunlarıyla ilgilenmek üzere kurulan mahkeme statüsünde bir organ- okul idarecilerinin Müslüman kız öğrencilerin başörtüsü giymelerini yasaklayamayacağı hükmünü vermiştir.148Yahudi toplumunun liderlerinden birine Yahudilerin tam olarak Hollanda’nın plüralist politikalarına dahil edilip edilmediği sorulduğunda o tereddütsüz bir şekilde evet demiştir.149 Hollanda Hırıstıyanlık dışı dinlerin ortaya çıkması sonucu gelişen yeni plüralist durumla başa çıkmaya devam etmektedir.Azınlık dinlerine tam bir din özgürlüğünün verilmesi her zaman başarılmamaktadır.Ortaya çıkan konulardan birisi kilise çanlarının çalınması ya da başka biçimlerde ibadete yapılan çağrılarla ilgilidir.1988 Yılında Kamusal tezahürler düzenlemesi yasalaştı. Bu düzenleme kilise çanlarının çalmasına ve diğer ibadete çağırma biçimlerine izin vermekteydi. Fakat yasa ses ve süreyi belediyelerin düzenlemesine bırakmıştı. Van Bijsterveld şunu not etmektedir: Kilise çanının çalması hala genel bir ifade biçimi olarak kabul edilmektedir.Lokal topluluklar güçlerini daha çok İslami ezan konusunda bir düzenleme yapılması için sarfetmetmektedir.Normal olarak bu tür ibadet çağrılarına haftada bir izin verilmektedir.Çok az topluluk ezanın günde bir defadan fazla okunmasına izin vermektedir.150 Van Bijsterveld Hollanda mahkemelerinin Hırıstıyanlık dışındaki dinlerin dini tatil günlerinin Pazar günü gibi değerlendirilmeyeceğine karar verdiğine dikkat çekmektedir çünkü Pazar günleri sadece dinsel bir fonksiyona sahip olmayıp aynı Paragrafda sözü edilen yasal şartlar için bkz.: S. Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches in the Netherlands,’ içinde The Legal Status of Religious Minorities in the Countries of the European Union, European Consortium for Church-State Research, proceedings of the 1993 meeting, Thessaloniki, 293-94. 148 C.J. Klop’un 30 Mayıs 1996 tarihli mektubu. 149 Haham R.Evers’le yapılan röportaj, 29 Şubat 1996. 150 Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 90. 147 zamanda sosyal bir fonksiyona da sahiptir.151 O başka bir proplemli alana da işaret etmektedir. Lokal planlama ile çatışan binaların dini amaçlarla kullanılması önemli bir problem alanıdır: Müslümanlar ve Evanjelikler gibi dini topluluklar binaları dizayn amacına aykırı bir şekilde kullanmaktadırlar. Belediyeler bu duruma tölerans gösterme eğilimi içerisindedirler.Fakat bazen bu duruma tölerans göstermedikleri de olmaktadır.Anayasanın din ve inanç özgürlüğüyle ilgili maddelerine rağmen mahkemeler binalar konusunda belediyelerin güçlendirilmesi gerektiği görüşündedirler.152 Müslüman bir organizasyonun lideriyle yaptığımız görüşmede o bize bazı işverenlerin Müslüman işçilere Cuma namazı için izin vermediklerini ve Ramazan ayında onlara esnek davranılmadığını söylemiştir.153 O ayrıca Müslüman çocukların okullarda bazı problemlerle karşılaştığını ifade etmiştir. Özellikle kız çocukların erkeklerle beraber sportif ve jimnastik faaliyetlere katılması geleneksel Müslüman aileler tarafından hoş karşılanmamaktadır.Onun bildirdiğine göre bazı okul idarecileri bu endişelere olumlu yaklaşım gösterirken bazıları göstermemektedir.Müslümanların taleplerine olumsuz yaklaşılınca birçok Müslüman kendisini bu konuda bir şey yapamaz olarak hissetmektedir.Bazı Müslümanlara şu denilmiştir: “Şu anda Hollanda’dasınız. Buraya gelmeyi siz seçtiniz. O halde bizim kurallarımıza uymak zorundasınız.”Onun bildirdiğine göre çok az olayda mahkemeler Müslüman öğrencileri koruyan kararlar vermişlerdir ve Müslümanlar mahkemelere gitme konusunda çok mütereddittirler. Ancak ona göre Hollanda’da birçok Batı Avrupa ülkesiyle karşılaştırıldığında daha çok özgürlük ve daha az diskriminasyon vardır-bu durum Müslümanları pasifizme itmekte ve onların güçlü organizasyonlar meydana getirmelerini zorlaştırmaktadır. Azınlık dinleri ve pratikleri konusunda asıl norm kapsayıcı olmaktır. Fakat bazı istisnalar da vardır. Hollanda’da Hırıstıyanlık dışı azınlık dinlerinin sayısı arttıkça -özellikle Müslümanların- Hollanda tölerans ve esnekliğinin tam olarak ortaya konmadığı gerilim alanları meydana gelmektedir.Fakat dinin özgürce uygulanması konusunda Hollanda’nın geniş ve kapsayıcı bir anlayışa sahip olduğu inkar edilemez.Hollanda dini ve din dışı organizasyonlara ve programlara eşitlik Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 294. Van Bijsterveld, ‘Religious Minorities and Minority Churches,’ 290-91. 153 Süleyman T.K.Damra ile yapılan röportaj, 1 Şubat 1996. 151 152 içerisinde yaklaşmaya çalışmakta ve azınlık dini grupların pratiklerini buna dahil etmeye gayret etmektedir. Kilise, Devlet ve Eğitim Hollandanın plüralizm anlayışı eğitime uygulandığında seçim özgürlüğüne olan derin bağlılık ortaya çıkmaktadır.Hollanda’da ebeveynlerin çocuklarının alacakları eğitim türünü seçebilmeleri düşüncesine büyük destek vardır.Bu düşünceye göre Katolik, Reformcu Protestan, Müslüman, Hindu, seküler görüşleri benimseyen kişiler ya da Montessori gibi felsefeleri kabul eden kimseler çocuklarına istedikleri eğitimi vermekte hürdürler.OECD’nin yapmış olduğu bir araştırma şu sonuca varmaktadır: “Seçim özgürlüğünün merkezi değeri bugünkü Hollanda eğitim sisteminin temel özelliğidir.”154 Protestan okullar federasyonundan bir yetkili şöyle demektedir: “Biz eğitim özgürlüğü üzerine çok titremekteyiz.Bu Hollanda düşünüş biçiminin bir parçasıdır.” O Hollanda toplumunu bölen ayrı okulların yaratacağı potansiyel problemlerin hiç gündeme gelmediğini ifade etmektedir. “Fakat bu problemler tartışıldığı anda özgürlüğe duyulan arzu hep üstün gelmektedir.”155 Seçme özgürlüğü anayasanın yirmiüçüncü maddesinde şu şekilde yer almaktadır: “Bütün kişilere özgür bir eğitim olanağı sağlanmalıdır.” “Bütün özel ilkokulların devlet okullarının standartlarına sahip olması için onlara kamu fonlarından para ayrılmalıdır.” Bu madde ayrıca özel ortaöğrenim okullarına da kamu fonlarından para aktarılmasını öngörmektedir. Eğitim ve Bilim bakanlığının ortaöğretim dairesi başkanı L.S.J.M. Henkens yirmiüçüncü maddenin şu üç temel özgürlüğü koruma altına aldığını ifade etmektedir: Okul kurma özgürlüğü, bu okulların dayandığı prensipleri belirleme özgürlüğü, müfredatı organize etme özgürlüğü.Bu özgürlüklerden ikincisi okul idaresine okuldaki eğitimin dayanacağı ideolojik ya da felsefik prensipleri belirleme özgürlüğü vermektedir. Üçüncü özgürlük okul idaresine öğretimin içeriğini ve okulda takip edilecek öğretim metodlarını belirleme hakkı tanımaktadır.”156 Ve en sonunda o şöyle demektedir: “Seksen yıl önce anayasaya konulan bu özgürlüklere hiçbir şekilde dokunulmamıştır.”157 154 OECD, School: A Matter of Choice, Paris : OECD, 1994, 68. W. Bos’la yapılan röportaj, 26 Ocak 1996. 156 L.S.J.M Henkins, ‘The Development of the Dutch Education System,’ içinde T.J. van der Ploeg ve J.W.Sap, (Ed.), Rethinking the Balance: Government and Non-Governmental Organizations in the Netherlands, Amsterdam : VU University Press, 1995, 52. 157 Henkens, ‘The Development of the Dutch Education System,’ 55. 155 Bir Reform araştırma merkezinin müdürü olan Wilfred Vollbehr bir bakanın son olarak yirmiüçüncü maddenin değişmesi ya da ondan vazgeçilmesi ile ilgili önerisi hakkında şöyle demektedir: Bu konuda çok tartışma yapıldı. Ve herkes bu maddenin değişmemesi ve onun olduğu gibi korunması konusunda fikir birliğine vardı. Çünkü bu maddenin anayasamızda temel bir yeri vardır: Bu madde bütün gruplara kendi eğitim biçimine sahip olma olanağı sunmaktadır.Bu madde anayasamızdaki önemini hala korumaktadır.Liberaller plüralistik bir eğitime sahip olmanın önemini vurgulasalarda eğitim özgürlüğüne sahip olmak çok daha önemlidir.158 Biz bu bölümde eğitimi seçme özgürlüğünün-anayasanın yirmiüçüncü maddesinde yer alan ve Hollanda’nın plüralizm anlayışında kök salmış bulunan bu özgürlüğün- pratikte nasıl uygulandığı ve bunun kilise-devlet ilişkilerini nasıl etkilediği üzerinde durmak istiyoruz. Anayasanın yirmiüçüncü maddesine uygun olarak merkezi hükümet bütün okullara fon ayırmaktadır. Buna belediyelerin idaresindeki kamu okulları, özel dini ve dini olmayan okullar dahildir. Seçme özgürlüğünü maksimum derecede güvence altına almak için yeni bir okul kurmak isteyen yeterli sayıda ebeveyn olduğu takdirde hükümet onların kurmak istediği okulu devlet okulu gibi finanse etmektedir. Bu seçim özgürlüğünü maksimum derecede güvence altına almak için yapılmaktadır.Devletin yapmış olduğu yardım okul olanaklarının kurulmasını da kapsamaktadır. Bir bölgede yeterli sayıda okul bile varsa böyle bir okul okul önerisi desteklenmektedir. Hollanda’da günümüzde ilkokul öğrencilerinin yüzde altmışikisi ve ortaokul öğrencilerinin yüzde yetmişüçü kamusal olmayan okullara gitmektedirler. Bu oranlar araştırmamıza konu olan beş ülkenin en yüksek oranlarını oluşturmaktadır.159 1993 Yılında ilkokul düzeyinde 2900 kamu okulu, 2400 Katolik okulu, 2200 Protestan (liberal) okulu, 260 Protestan (Ortodoks) okulu, 320 seküler özel okul, 76 Rudolph Steiner okulu, 30 İslami okul, 3 Hindu okulu, ve 2 Yahudi okulu vardı. 160 Ortaokul düzeyinde İslami ve Hindu okulu olmamasına rağmen benzer bir durum söz Wilfred Vollbehr’le –Center for Reformational Philosophy- yapılan röportaj, 25 Ocak 1996. OECD, ‘The Netherlands: Equal Treatment for public and private schools,’ içinde OECD, School: A Matter of Choice, 68. Bu rakamlar 1990 yılına aittir. 160 B.M.Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations, Advocacy and Commitment to the Central Policy,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 65-66.Haham Evers’in bildirdiğine göre üç Yahudi okulundan biri ortodokstur.Özel okullardaki öğrenci sayısı için bkz.: E.James, ‘Public Subsidies for Private and Public Education, The Dutch Case,’ içinde D.C.Levy, (Ed.), 158 159 konusudur.Hollanda’nın bütün özel okulları finanse etmesi okullar konusunda geniş bir seçim alanının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hollanda’nın bütün okulları finansal açıdan desteklemesi pratik düzeyde birçok konuyu çözümsüz bırakmaktadır.Birinci konu okul açılması için hükümetin şart koştuğu yeterli ebeveyn ve öğrenci sayısı ile ilgilidir.Yeni bir okul açılması için gerekli olan öğrenci sayısı ulusal standartlara göre belirlenmektedir ve bu sayı bölgenin çocuk nüfusu yoğunluğuna göre değişiklik göstermektedir.Kırsal bölgelerde seksen öğrenci yeterli olabilirken şehirlerdeki yerleşim birimlerinde bu sayı ikiyüz ya da üç yüz olarak şart koşulabilmektedir. Bir bölgede aynı ya da benzer oryantasyona sahip bir okul varsa o okul yakın olarak düşünülmektedir. Eğer halihazırda benzer ya da aynı dini ve seküler oryantasyona sahip bir okul bölgede olduğu takdirde resmi makamlar yeni bir okul açmak için yüzelli ya da daha fazla sayıdaki bir öğrenci sayısını zorunlu kılabilmektedirler.Hollanda’nın kompakt biçimi, mükemmel ulaşım sistemi ve bisiklet yolları okula ulaşımı çok kolay hale getirmektedir.Resmi yetkililer yeni bir seküler ya da dini okulun kurulmasını neyin gerekli kıldığını belirlemek zorundadırlar. Bir toplumda bir Protestan okulu mevcut olmasına rağmen bazı annebabalar onun teolojisinin çok modern olduğuna inanabilirler.Fakat bu okul kurmak için yeterli bir temelmidir?Bazı Müslümanlar hükümetin İslam içindeki farklı gruplara karşı duyarsız olduğunu düşünmektedir.Başka bir konu öğrenci sayısının azalması durumunda okulun kapanmak zorunda oluşudur.Eğer kırsal kesimde öğrenci sayısı otuzun altına ya da şehirde bu sayı yüzellinin altına düştüğü takdirde okul devlet yardımından yararlanamama durumuyla yüzyüze kalmaktadır. Böyle bir durumla karşılaşıldığında bu okulun benzer bir okulla birleşmesi konusunda baskı yapılabilmektedir.Bu konuda kesin standart kurallar yoktur. İdare konuyla ilgili birçok hükümde bulunmak zorundadır.Son yıllarda hükümet küçük ölçekteki okulları önleyici daha ekonomik bir politika takip etmeye başlamıştır.Yeni okullara fon aktarılması konusunda daha yavaş davranılmaktadır ve küçük okulların büyük olanlarla birleşmesi teşvik edilmektedir. İki faktör bu sistemi potansiyel olarak istismar ve çatışmaya uygun hale getirdiği gibi aynı faktörler sistemin birçok gerilim ve çatışma ile başa çıkmasını da sağlamaktadır.Birincisi Hollanda halkı bütün olarak -kamu otoriteleri dahil- plüralistik bir eğitim sistemini desteklemektedir. Otomatik olarak devlet yardımı Private Education: Studies in Choice and Public Policy, New York : Oxford University Press, 1986, almadan okul açmaya teşebbüs eden aile gruplarına saygı duyulmakta ve onların yardım talepleri ciddi olarak ele alınmaktadır.İkincisi Hollanda idari sistemi tartışmaya, uzlaşmaya ve konsensüse varmaya dayanmaktadır.Eğitim alanında faaliyet gösteren değişik dini ve seküler grupları temsil eden ana organizasyonlar vardır.Özel bir gruba ait olarak herhangi bir okulun kurulması ya da kapatılması söz konusu olduğunda bu ana organizasyonlarla aktif fikir alış-verişleri yapılmakta ve sorun uzlaşma ile çözülmeye çalışılmaktadır.Görüştüğümüz kimseler hükümet otoritelerinin kararlarından duymuş oldukları mutsuzluğu ifade etmelerine rağmen kamu otoriteleri temelde seküler ve dini okulların kurulmasına destek vermektedirler. Okul açmak için ailelerden bir talep geldiği takdirde kamu otoriteleri genelde bu isteklere olumlu cevap vermektedirler. Özel okullara mali destek sağlama biçimleri hem değişken hem de komplekstir.Geleneksel olarak merkezi hükümet bütün maaşları ödemektedir.Bu özel ya da devlet okullarındaki öğretmenlerin aynı ölçülerde maaş aldığı anlamına gelmektedir. Normal olarak binaları yerel idareler bulmakta ve daha sonra merkezi hükümet binaların ücretlerini yerel idarelere ödemektedir.Her okul yıllık harcamaları –bina bakımı, malzeme ve hizmet harcamaları gibi- için belirli bir oranda devletten mali destek almaktadır.161 Son dönemde okullara aktarılan yeni fonlarla okullar büyük bir mali özerkliğe kavuşturulmuştur.Bu fonlar öğrenci sayısı, bina tipi ve diğer ilgili faktörler dikkate alınarak okullara verilmektedir. Bütün ortaokullar bu sisteme 1996 yılında dahil edilirken ilkokullar sisteme 1998 yılında dahil edilmiştir. Bu değişim kurumsal hale getirilmiştir çünkü hükümet yetkilileri okul bütçelerinin çok açık uçlu olduğunu düşünmekteydiler ve okul bütçelerinin daha idare edilebilir olmasını istemekteydiler. Velilerin okullara gönüllü bağışta bulunmalarına izin verilmesine rağmen okulların ek ücret talep etmelerine izin verilmemektedir.Özel okulların çoğu ve bazı kamu okulları bu türlü bağış taleplerinde bulunmaktadırlar fakat onlar yıllık olarak ortalama 100 guilder (ortalama altmışüç dolar) bağış almaktadır. Kamu yardımı alan özel okulların çoğu baskın bir dini doğaya sahip bulunmaktadır –Katolik, Protestan, Yahudi, Müslüman ve Hindu okulları.-Yahudi okulları arasında devletten yardım alan bir okulun dini doğası ortodokstur.Katolik 118. 161 Bkz.: James, ‘Public Subsidies,’ 119-21. M.L.Kreuzen, ‘Freedom within Bonds-or the Regulated Autonomy,’ içinde Vander Ploeg ve Sap, (Ed), Rethinking the Balance, 73-74. okulların dini doğasını vurguladığımızda Dominique Majoor bir Katolik eğitim organizasyonundan bazı Katolik okulların sadece ismen belirttikten sonra şunu sözlerine eklemektedir: “Ancak isimlerinin yanında organizasyonum Katolik olduğunu bazı Katolik okulları ne yaptıkları ve nasıl yaptıklarıyla da Katoliktirler. Benim Katoliklik idealini geliştirmeye çalışmaktadır.Ancak bize bağlı okullara baktığımızda onların gerçekten Katolik olduğunu görmekteyiz.”162 Hatta katı Reformcu inançlara sahip ve devletten mali yardım alan çok küçük bir okulu ziyaret ettik. Bu okul Zwolle şehrinde Greijdanus Kolejidir.Kolej müdürü Kars Veling okulun mali kaynağının yüzde yüzünü devletten aldığını söylemektedir ve bütün öğretmenlerin uygun niteliklere sahip olduğunu ve bütün gerekli konuların okulda öğretildiğini vurgulamaktadır.Ancak o din eğitimi sınıflarının olduğunu ve diğer konularla dini ugun bir şekilde ilişkilendirdiklerini vurgulamaktadır. “Derslerin muhtevasını nasıl öğreteceğimiz tamamen bizim tercihimize kalmış bir şeydir.”163 Bütün öğretmenlerin aynı dini inançtan olmaları gerekmektedir ve öğrencilerin yüzde doksanı aynı dini inanca mensup bulunmaktadır.Amerika Yüksek Mahkemesinin tabirini kullanacak olursak kolej ‘hakim bir mezhebi karaktere (pervasively sectarian)’ sahip bulunmaktadır.Kısacası kamu yardımı alan özel okulların çoğu dini bir doğaya sahipken bazı okullar spesifik bir mezhepsel ya da dinsel karaktere sahip bulunmaktadır. Hollandalılar sistemlerini kilise-devlet ayırımının tipik bir biçimi olarak karakterize etmektedirler. “Kilise ve devlet ilişkilerini bütünüyle kilise ve devlet ayırımı karakterize etmektedir.”164 Bu kelimelerin yazarına okullar dahil dini organizasyonlara devletin yardım etmesinin nasıl devlet-kilise ayırımıyla uyuştuğunu sorduk.Onun vermiş olduğu cevap şu şekildedir: “Hollanda’da resmi bir kilise yoktur ve devlet kiliselere maddi yardımda bulunmamaktadır.Ancak hizmetleri destekleyen düşünülemez.”Devlet nötr eğitim ve sosyal devletin bu alanlarda dine karşı ayırımcı organizasyonları desteklediğine olması göre dini organizasyonların mali destek alması kilise-devlet ayırımını ihlal etmemektedir. Hükümetin sosyal işi, hayır işi ve gençlik işini desteklemek zorunda olmadığına dair mahkeme kararları vardır ancak devlet bu çeşit bir Dominique Majoor – General Bureau for Dutch Catholic Education- ile yapılan röportaj, 26 Ocak 1996. 163 Kars Veling ile yapılan röportaj, 1 Ocak 1996.1991 Yılında Newsweek dergisi bu okulu dünyanın en iyi on okulu arasında saymaktadır.Bkz.: ‘The Best Schools in the World,’ Newsweek, 2 Aralık 1991, 38-50. 164 Van Bijsterveld, ‘Church and State in the Netherlands,’ 215. 162 işe destek verdiği zaman hayır kurumları arasında din ve inanç temelinde diskriminasyon yapamaz.Nötr bir organizasyon bu işe başvurduğunda işi ve yardımı alabilir ancak kilise ya da dini bir kurum bu işi yapmak için başvurduğunda o bu işi yapmaktan dışlanmamalıdır çünkü böyle bir şey eşit muamele olmayacaktır.165 Eşit muamele temelinde -bütün dini ve seküler okullara devletin eşit mali destek sağlaması- dini okulların desteklenmesi kilise-devlet ayırımıyla uygun hale getirilmektedir. Bu uygulama dini okullara ne kadar özgürlük ve otonomi verildiği sorusunu ortaya koymaktadır.Dini okullar istedikleri kadar dini olmakta özgürmüdürler? Dini mesajlarını zayıflatacak baskılarla karşılaşmaktamıdırlar?Birincisi bütün okullar – kamu ve özel, dini ve seküler- birçok sınırlama altındadır.Hollanda ileri derecede düzenlenmiş bir toplumdur ve hükümet regülasyonları hayatın bütün alanlarını etkilemektedir.Eğitim bunun istisnası değildir.Diploma standartları ve öğretmenler için çalışma standartları olduğu gibi müfredatın büyük bölümü ulusal düzeyde belirlenmiştir.Bütün okul öğrencileri aynı sınavlardan geçmektedirler.Okullar istediklerine istedikleri şeyi öğretme özgürlüğüne sahip değildirler. Ancak okullar resmi anlamda istedikleri kadar dindar olma özgürlüğüne sahiptirler.Anayasanın yirmiüçüncü maddesi bu din özgürlüğünü korumaktadır. Bu madde “hükümet standartlarının özel okullara dini inancına ya da diğer görüşlerine göre madde eğitim verme özgürlüğü sağlaması” gerektiğini ifade etmektedir.Sonra bu özel okulların kullandıkları öğretim metodlarına ve istedikleri öğretmeni çalıştırma özgürlüğüne saygı gösterilmesi gerektiğini ifade etmektedir.Bu kontekste ders kitapları, haritalar, filmler ve diğer eğitim materyalleri öğretim malzemesi olarak kabul edilmektedir.Önemli bir Katolik okul organizasyonunun müdürü şöyle yazmaktadır: “Eğitim kurumları bütün düzeylerde istedikleri eğitimi verme konusunda özgürdürler.Kendi ders kitaplarını ve öğretmenlerini seçme özgürlüğüne sahiptirler. Hatta öğretmenlerini din ve yaşam tarzı kriterine göre seçebilmektedirler.”166 Greijdanus Koleji müdürü Veling sınıflarında istedikleri şeyi öğretme konusunda özgür olduklarını söylemektedir. Ancak bu hikayenin tamamı değildir.Okulların dini karakteri üzerinde üç baskı kaynağı vardır.Birincisi dini okullarla ilişkili birçok kimse ulusal müfredat ve ulusal 165 166 Van Bijsterveld’le yapılan röportaj, 9 Şubat 1996. Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations,’ 68. sınıfların yarattığı baskı duygusundan yakınmaktadır. Müfredat derslere ne kadar zaman ayrılması gerektiğini bile belirlemektedir ve ulusal sınavlar her okulun öğrencilerini ona iyi hazırlamaları anlamına gelmektedir.Ulusal müfredat genişletildiği zaman ya da ek derslerin müfredata dahil edildiği durumlarda okullara kendi özgün perspektiflerini öğretecek hükümet çok az ders saati kalmaktadır. Ulusal daha çok şart koşma ve daha çok amacı gerçekleştirme eğilimi içerisindedir.Son olarak evrim teorisinin geçerliliğini varsayan soruların ulusal sınavlara dahil edilip edilmemesiyle ilgili sıcak bir tartışma meydana geldi. Birçok tartışmadan sonra Kraliyet Bilimler Akademisi okullara evrim teorisini öğretip öğretmeme konusunda seçim özgürlüğü tanınmasına karşı çıktı. Bilimler Akademisi dini okullarla mutabakat sağlanması gerektiğini vurgulayarak sınavlara evrimle ilgili soruların dahil regülasyonlarının edilmemesi gerektiğini savundu.Ancak bu tartışma devlet dini okulların din özgürlüğüne koymuş olduğu baskının bir örneğini oluşturmaktadır. Dini okulların devlet baskısını hissedecekleri ikinci şey işe alma uygulamalarıyla ilgilidir.Bir boş pozisyon olduğu zaman okullar istedikleri nitelikli elemanı işe alma konusunda özgürdürler ancak halihazırda çalışmayan bir öğretmeni –onun okulun dini inancını benimseyip benimsemediğine bakılmaksızın- işe almanın birtakım finansal avantajları vardır. Bir Protestan okulunun müdürü şöyle yazmaktadır: “Diğer okullardaki işlerini kaybetmiş öğretmenlere güçlü bir neden olmadıkça öncelik vermek zorunda kalmaktayız.”167 Bu baskılara direnilebilir fakat bu baskılar mevcut bulunmaktadır. Üçüncü baskı okulların kayıtlarında düşme olması ve okulları ekonomik maliyetleri düşünerek hükümetin küçük özendirmemesinden kaynaklanmaktadır.Okulların kayıtlarında düşme meydana geldiği durumlarda devlet bu okullara başka okullarla –aynı dini oryantasona sahip olmasalar bile- birleşmeleri için baskı uygulamaktadır. Kısacası Hollanda yüksek düzeyde regüle olmuş bir toplumdur ve okullar da bu yüksek regülasyon sisteminin içinde yer almaktadır.Okullar dini karakterleri üzerinde ciddi baskılarla karşılaşmaktadırlar. Dini okullar bu baskılara direnmek istiyorlarsa kendi dini karakterleri konusunda özgün bir anlayışa sahip olmaları gerekmektedir.Böyle bir anlayış olmadığı takdirde onlar baskılara başarılı bir şekilde 167 Krauzen, ‘Freedom within Bounds- Or the Regulated Autonomy,’ 73. direnemeyeceklerdir ve onlara anayasada söz verilen resmi özgürlük pratikte gerçekleşmeyecektir. Bu bizi kamu okullarında dinin rolünün ne olması gerektiği sorusuyla başbaşa bırakmaktadır.Yirmiüçüncü madde şöyle demektedir: “Kamu otoritelerinin sağladığı eğitim herkesin din ve inancına saygılı olmalıdır.” Bu “dine pozitif olarak yaklaşmayı gerekli kılan tarafsızlık fıkrası olarak yorumlanmıştır.Bu madde kamu okullarında din eğitiminin isteğe bağlı olmasını şart koşmaktadır. Ayrıca din dışı inançların – hümanizm gibi- öğretiminin desteklenmesine sağlanmasına ve onlarında dini eğitim gibi yönelik bir dizi mahkeme kararı vardır.”168 Bu şartların nasıl gerçekleştirileceği bir yerden diğerine göre değişiklik göstermektedir.Dinler ve onların toplumsal rolleri ile ilgili bir çeşit objektif öğrenme biçimiyle bu şartlar yerine getirilmeye çalışılmaktadır.Normal okul saatlerinin dışındaki boş zamanlarda değişik din temsilcilerinin din dersi verdiği serbest zaman programları uygulanmaktadır.Dua ve diğer ibadet aktiviteleri nadir olarak kamu okullarında yerine getirilmektedir ancak bu uygulamalar mahkeme ya da parlemento kararıyla asla yasa dışı hale getirilmemişlerdir.Kamu okullarında konsensüsel dini inançları teşvik etmeye ya da geliştirmeye yönelik hiçbir teşebbüs yapılmamıştır.Böyle bir çaba Hollanda’nın benimsediği dini plüralizm ilkesine aykırı olacaktır. Ancak üniversite düzeyinde çok az eğitim tercihi vardır.Bir Reform üniversitesi ve iki Katolik üniversitesi bulunmaktadır.Üniversite öğrencilerinin yüzde sekseni kamu üniversitelerine giderken, yüzde yedisi Reform üniversitesine ve yüzde onikisi Katolik üniversitelere gitmektedir.169 bölümüdür.Protestan ve Katolik Ancak bu hikayenin sadece bir üniversitelerinin kamu üniversitelerinden ayırdedilmesi imkansızlık derecesinde zordur.Üniversitelere aşırı bir talep olduğunda öğrenciler bir çeşit kura sistemiyle değişik üniversitelere gönderilmektedirler.Dini üniversiteler dahil bütün üniversiteler merkezi hükümetten mali yardım almaktadır.Teolojik okullar da hükümetten yardım almakta ve bu okullar arasında özgün dini farklar hala devam etmektedir. 1962 Yılından itibaren Hümanist Danışmanlar Eğitimi de devlet yardımı programının içine dahil edilmiştir. Hollanda’nın eğitim yaklaşımının özünü eğitsel tercih oluşturmaktadır.Dini okullar devlet tarafından desteklenmektedir ve bu kilise-devlet ayırımı ve dini tarafsızlık ilkelerinin ihlali olarak algılanmamaktadır.Bilakis bu devletin dini ve 168 Van Bijsterveld, ‘State and Church in the Netherlands,’ 219. seküler inanç ve perspektifler karşısında gerçek anlamda tarafsız olmasının şartı olarak görülmektedir.Bunun aksine bir uygulama bir tarafın tutulmasını dışlanan diğer tarafların ise özgür uygulama haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğuracaktır. Kilise, Devlet ve Hayır Kurumları Özel dini okulların devlet tarafından desteklenmesi mücadelesi hayır kurumlarının toplumda oynadığı role ve onların devlet tarafından özel dini finanse edilmesi konusuna yönelik Hollanda’nın yaklaşımı üzerinde şekillendirici bir etkide bulunmuştur.Eğitim alanında uygulanan model hayır kurumları alanında da uygulanmaktadır çünkü bu alanda hayır kurumları devlet desteğiyle değişik kamusal hizmetleri yerine getirmektedirler.Bu model sağlık, sosyal hizmet, yayın ve diğer toplumsal hizmetler alanında takip edilmektedir.Özel kurumlar –bunların çoğu dini niteliklidir- sosyal hizmetlerin çoğunu sağlamakta ve devlet yardımının büyük bölümünü bunlar almaktadırlar.Herman Aquina şöyle yazmaktadır: “GNP’lerin yüzde yetmişi bir şekilde hükümet tarafından dağıtılmış bulunmaktadır; GNP’lerin sadece yüzde onu direkt olarak hükümet tarafından kontrol edilmektedir. Kurumların yüzde altmışı hükümet dışı organizasyon (para-government organisation-PGO-) olarak değerlendirilmektedir.” 170 Uyuşturucu tedavisi alanında da benzer bir durum sözkonusudur: “Yetmiş kurumda çalışan yaklaşık üçbin kişi Hollanda’ya dağılmış ikiyüz yerde uyuşturucu tedavisi konusunda çalışmaktadır. Yıllık olarak bu kurumların seksenbin müşterisi olmaktadır.Çok az sayıdaki belediyenin sunmuş olduğu uyuşturucu bağımlılığını tedavi programlarını bir tarafa koyacak olursak bu hizmet alanının tamamen özel bir karaktere sahip olduğunu söyleyebiliriz.”171 Radyo ve televizyon yayıncılığı da geleneksel olarak hayır kurumlarının elinde bulunmaktadır. Hayır kurumları kendilerine bağlı radyo-televizyon istasyonlarında perspektifleri halka sunmaktadırlar. BBC gibi değişik dini ve felsefik bir devlet yayıncılık kurumu Hollanda’da mevcut değildir. “Ful programlar (hafif ve ciddi programlar artı magazinsel programlardan oluşan bir karışık yayın çizgisi) yapabilen, kültürel ve dini grupları temsil eden ve yeterli sayıda aboneye sahip her hayır kurumu yasal olarak Janssen, ‘The Position of Umbrella Organizations,’64. H.Aquina, ‘PGOs in the Netherlands,’ içinde C.Hood ve G.F.Schuppert, (Ed.), Delivering Public Services in Western Europe, Londra : Sage, 1988, 94. 171 M.J.Hoekstra, ‘The Division of Roles between Government and Non-Governmental Organizations in Making Youth Drug Polic,’ Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 98. 169 170 radyo-televizyon yayıncılığı yapabilir.”172 Devlet yardımı almak için yaklaşık olarak dörtyüzbin aboneye sahip olmak lazımdır. Devletin özel hayır kurumlarına yardım etmesini güvence altına alan bir madde -Yirmiüçüncü madde gibi- anayasada mevcut değildir ve yapılan devlet yardımlarının oranı ve biçimi kurumdan kuruma göre değişmektedir.Fiziksel ve zihinsel engelli insanlara hizmet veren bir hayır kurumunun başı bütçelerinin birbuçuk milyon insana hizmet vermeye göre ayarlandığını söylemektedir. Ancak hükümet altmışbin kişiye vermiş oldukları hizmet oranında onlara yardımda bulunmaktadır. 173 Fakat bu hayır kurumunun barınma ile ilgili branşı tamamen devlet tarafından finanse edilmektedir.Yaşlılara hizmet veren Müslüman bir hayır kurumunun yetkilisi devletten hiçbir yardım almadıklarını fakat bazı belli projeler için devletin kendilerine yardımda bulunduğunu ifade etmektedir.Uyuşturucu rehabilitasyonu alanında faaliyet gösteren bir hayır kurumunun temsilcisi devlet yardımı almak için dokuz yıl uğraştıklarını ve bütün faaliyetlerinin şimdi devlet tarafından finanse edildiğini söylemektedir.Bu farklı tecrübeler karşısında iki gerçeğin unutulmaması lazımdır. Birincisi özel organizasyonların yapmış olduğu hayır hizmetlerinin büyük bölümü devlet tarafından desteklenmektedir –Aquina’dan daha önce yapmış olduğumuz alıntıdaki oranların gösterdiği gibi.- İkincisi hayır kurumları devletin yapmış olduğu genel kamu desteğinden istifade etmeseler bile projelerinin devlet tarafından finanse edilmesi için başvurabilmektedirler kurumlar uygun nitelikteki müşterileri için sosyal güvenlik özel ve bu yardımı alabilmektedirler.Özel hayır kurumlarına çok yaygın bir şekilde kamusal mali destek verilmektedir. Çoğu hayır kurumu başlangıçta dini çizgilerde teşkilatlanmıştı.174 Okul ve diğer gönüllü kurumlar alanında varolan pilarizasyon sistemi hayır kurumları için de geçerliydi. Ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar değişik dini motifler ve politik ideolojiler bir çok farklı nitelikte organizasyonun ortaya çıkmasına sahne oldu – Katolik, Protestan (Kalvinistik), sosyalist ve hümanist nitelikte olan organizasyonlar gibi.- Toplumun bütününü bu dini ve ideolojik Aquina, ‘PGOs in the Netherlands,’ 99. Martin J. De Jong –The Child of the King- ile yapılan röportaj, 30 Ocak 1996. 174 R.M.Kramer, ‘Governmental-Voluntary Agency Relationships in the Netherlands,’ Netherlands’ Journal of Sociology, 25, 1979, 155. 172 173 organizasyonlar yapılandırdı.Pilarizasyon sistemi politik alanda olduğu gibi hayır hizmetleri alanında da geçerliydi.175 Özel hayır sektörü pilarizasyon sisteminin zayıflamasından ve sekülerizasyon trendinin güçlenmesinden büyük ölçüde etkilenmiştir.Bu gelişmelere rağmen din temelli hayır kurumlarının çoğu varlığını sürdürmeyi başarmıştır ve seküler hayır kurumları gibi devletten yardım almaya devam etmektedirler.Hayır kurumlarının çoğu isimlerinin ötesinde gerçek anlamda dini bir karaktere sahip bulunmaktadırlar.Örneğin dört tane uluslararası yardım kurumu vardır –bir Katolik, bir Protestan ve iki seküler.- Hollanda bulunmaktadır.Yapılan kamusal her dört kuruma da kamusal yardımda yardımın yüzde altmışını iki dini kurum almaktadır.176 Bir Katolik organizasyonu olan Cebemo’nun özel programlarından sorumlu olan yetkili kişi bize şunu söylemiştir: “Köklerimiz misyoner harekete dayanmaktadır ve bunu inkar etme ihtiyacını duymamaktayız.Biz Hırıstıyan olduğumuzu ve Katolik bir felsefeye sahip olduğumuzu söylüyoruz.Dünyada herkes için adalet fikrinden biz şunu anlıyoruz: Toplumda bizim sahip olduğumuz adalet düzeyinden yoksun olan Güneyin halkına biz elimizden gelen desteği vermek istiyoruz.”177 Cebemo hem Katolikleri hem Katolik olmayanları sunmuş olduğu hizmetlerde çalıştırmaktadır ancak on anahtar pozisyonun Katolik kimselerin elinde bulunmasını şart koşmaktadır. Bir Yahudi hahamı yaşlılara hizmet veren üç Yahudi huzurevinin, bir Yahudi sosyal refah organizasyonunun, birYahudi çocuk refahı organizasyonunun ve diğer birçok Yahudi organizasyonun olduğunu bize bildirdi.Yahudi organizasyonların Hırıstıyan hayır kurumları gibi kamu yardımı alıp almadığını ya da onlara bu konuda bir diskriminasyon yapılıp yapılmadığını sorduğumuzda o çok tereddütsüz bir şekilde devlet yardımı aldıklarını ve kendilerine hiçbir diskriminasyonun yapılmadığını ifade etti.178Protestan yayın kuruluşu olan NCRV’nin genel merkez lobisinin duvarında Zebur’dan şu ifade yer almaktadır: “Tanrım!Senin ismin bütün yeryüzünde ne büyüktür. (Psalm 8)”Bu yayın organizasyonunun araştırma bölümü sorumlusu T.J. van der Ploeg, ‘Changing Relationships between Private Organizations and Government in the Netherlands,’ içinde KD.McCarthy, V.A.Hodgkinson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit Sector in the Global Community, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 194. 176 Ellen van Moorsel –Cebemo- ile yapılan röportaj, 31 Ocak 1996. Bkz.: B. Van Leeuwen, ‘The Netherlands’ Co-Financing Programme,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 115-19. 177 Ellen van Moorsel ile yapılan röportaj, 31 Ocak 1996. 178 Haham R. Evers ile yapılan röportaj, 29 Şubat 1996. 175 yayınlarının Kutsal Kitaba dayandığını ve açık bir Hırıstıyan karaktere sahip olduğunu ifade etti.179 Bu yayın kurumunun gelirlerinin üçte ikisi radyo-televizyon vergisinden sağlanmaktadır. Dordrecht’te De Hoop (Umut –the Hope) isimli bir uyuşturucu tedavi programı vardır. Resmi olarak bu program bir psikyatri hastanesi olarak kamusal yardım niteliğine sahip kabul edilmektedir.Umut programı belirli bazı projeleri için başvurduğunda devletten kamu yardımı alabilmektedir.Evanjelik Protestanık anlamında bu program bir Hırıstıyan programıdır. Personelle beş on dakika görüştükten sonra bu programın özgün karakterinin Hırıstıyanlık olduğunu hemen anladık.Bu programda çalışan herkesin Hırıstıyan olması gerekmektedir. Ayrıca bu kuruma ait yerlerde yemeklerden önce dua edilmekte, her akşam ibadet ve dua yapılmakta ve haftada iki defa Kutsal Kitap çalışması yapılmaktadır.Bütün bu dini aktivitelere katılım isteğe bağlıdır ancak müşteriler bu dini hizmetlere katılmaya davet edilmektedirler.Daha önce belirttiğimiz gibi katı bir şekilde Reformcu olan bir organizasyon altmışbin müşterisi için devletten yardım almakta ve kurumun barınma branşının bütün masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır.Açık bir dini karaktere sahip olan Tanrının Çocuğu (Dit Koningskind -The Child of the King) –bu kurumun isminden bile onun dini karaktere sahip olduğunu anlayabiliriz- isimli hayır kurumunun amacı sadece kendi mezhep mensuplarına hizmet vermektir. Kısacası Hollanda özel hayır kurumlarının sosyal hizmetleri yaygın bir şekilde yerine getirmelerine büyük olanak sağlamaktadır ve özel hayır kurumlarının büyük bölümü dini bir oryantasyona –az ya da çok- sahip bulunmaktadır. Birçok Amerikalı bu uygulamaları din özgürlüğünün inkarı olarak görmektedir.Çünkü inançsızlardan toplanan vergilerin paraları Yahudi huzurevine gitmektedir, Yahudilerden toplanan paralar Hırıstıyan uyuşturucu rehabilitasyon programlarına gitmektedir, Katoliklerden toplanan paralar Protestan yayın kurumlarına gitmektedir.Ancak Hollandalılar bu tür dini organizasyonların finanse edilmesinin din özgürlüğünün inkarı olmadığında ısrar etmektedirler.Yapmış olduğumuz görüşmelerde bu konu tekrar tekrar gündeme geldi. De Hoop uyuşturucu tedavi merkezi direktörü Frans Koopmans devletin özel hayır kurumlarına yardım etmesi şeklindeki Hollanda yaklaşımını iyi ifade eden bir şey söyledi: “Her hastanenin ve her yardım kurumunun kendi ilkeleri ve öncelikleri vardır. Hayır kurumlarının 179 Daan Buddingh –NCRV- ile yapılan röportaj, 7 Şubat 1996. hepsi Hırıstıyan olmasa bile herkes bir felsefeye göre çalışmaktadır.Biz Hırıstıyan felsefesine göre çalışmaktayız çünkü biz Hırıstıyanlığın gerçek olduğuna bütün kalbimizle inanmış bulunmaktayız.”180Bu yaklaşım dini ve din dışı organizasyonlara eşit ve tarafsız olarak yardım edilmesinii gerekli kılmaktadır.Hoopmans gene şunu söylemiştir: “Hollanda’da Hırıstıyanlar vardır. Biz nüfusumuzun bu spesifik bölümüne yardım etmekteyiz. Bir yerde hümanist insanlar varsa o yerde hümanist bir hastane de olmalıdır.Böyle bir durumda antroposofik psikyatri hastanesine bile sahip olmamız gerekmektedir.”181 Bu zihniyet biçiminin temelleri Hollanda’nın kendi plüralizm anlayışında kök salmış durumdadır. Ödedikleri vergilerin açık bir şekilde Hırıstıyan organizasyonlara gitmesine inançsızların, Müslümanların ve Yahudilerin negatif tepki göstermesi konusunda Tanrı’nın Çocuğu isimli organizasyondan Martin de Jong şöyle demektedir: Biz şimdiye kadar asla böyle bir şeyi tartışmadık çünkü onlar da benimsemiş oldukları yaşam yorumları çerçevesinde yaptıkları benzer faaliyetler için para almaktadır.Bu tür aktiviteler için para almak herkesin hakkıdır.Onların bu tarz aktiviteleri için para almaya hakları vardır; bizim de bu tür aktivitelerimiz için para almaya hakkımız vardır. Ben bunun sadece benim hakkım olduğunu söylemiyorum. Ben bunun ortak bir hak olduğunu söylüyorum. Bu sadece Hırıstıyanlara ya da Yahudilere özgü bir hak değildir;bu ortak bir haktır.182 VKMO’dan (Katolik sosyal hizmet kurumlarının ana organizasyonu) Maria Martens kendi kurumlarının devletten yardım almasını şu ifadelerle savunmaktadır: “Eğer hükümet yaşlılara hizmet veren huzurevlerine yardım ediyorsa neden Katoliklere yardım etmesin?Bütün vergilerimizi ödediğimize göre neden yapmış olduğumuz bu faaliyetler için devletten yardım görmeyelim?”183 Koopmans, De Jong ve Marten açık bir şekilde plüralist toplum kavramı çerçevesinde devletin değişik dini ve seküler görüşler arasında tarafsız olmasını ve hepsini aynı oranda desteklemesini savunmaktadırlar.Van Bijsterveld’in bahsetmiş olduğu şey de aynı konsepttir: “Hükümet herhangi bir sosyal işi, hayır faaliyetini ya da gençlik aktivitesini desteklemek zorunda değildir.Ancak bu tip herhangi bir işi desteklediğinde din ve inancı esas alarak diskriminasyon yapmamalıdır.Eğer kilise ya da dini kurum bu işi yapmak istiyorsa onlar bunu yapmaktan dışlanmamalıdır çünkü Frans Koopmans –The Hope- ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996. Frans Koopmans ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996. 182 M.J. de Jong ile yapılan röportaj, 30 Aralık 1996. 180 181 böyle bir şeyin yapılması eşit muamele olmayacaktır.”184Devlet dini ve seküler kurumlara eşit bir şekilde yardım ettiği sürece özel hayır kurumlarına devletin mali destek sağlaması Hollanda’da kilise-devlet ayırımı ilkesinin ya da devletin dini tarafsızlığı prensibinin ihlali olarak görülmemektedir. Bunun aksi bir uygulama dine karşı diskriminasyon olarak algılanmaktadır. Bu yaklaşım seküler organizasyonları nötr, dini organizasyonları ideolojik gören Amerikan anlayışını reddetmektedir.Hollanda’da hem seküler hem dini kurumlar özgün ideolojik çizgilere göre hareket eden kurumlar olarak görülmektedirler. Bu bizi dini hayır kurumlarının -kamu yardımı alan- ne kadar özgürlüğe sahip oldukları sorusuna götürmektedir.Kamusal yardımın devletin özel hayır kurumları üzerindeki kontrolünü arttırdığı şeklinde güçlü iddialar vardır.Amsterdan Free Üniversitesi Hukuk Fakültesi aile hukuku profesörü Jaap Doek şöyle yazmaktadır: Hükümet çocukların korunması konusunda özel kurumlar üzerindeki etkinliğini arttırmaktadır.Bu kurumlar çocuk bakımı ve himayesi konusunda hükümetin kullandığı araçlardır.Bu kurumlar hükümetin ortaya koyduğu şartlara sahip olduklarında devlet bunları tanımaktadır ve ancak onlar çocuk koruması ile ilgili hizmetler alanında faaliyet gösterebilmektedirler.185 Birçok kişi bu fikri başka alanlarda dile getirmektedir.186 Kamu yardımı alan özel hayır kurumları üzerindeki devlet kontrolünün derecesi çok büyüktür. 1980 Yılında hükümet daha ekonomik olmak amacıyla küçük hayır kurumlarının birleşmesi hususunda ve diğer bazı konularda bir takım değişiklikler yaptı.Yapılan değişiklikleriin kurumların otonomisi açısından ciddi implikasyonları vardır. Hayır kurumları okullar gibi anayasal koruma altında değildirler –anayasanın yirmiüçüncü maddesi okulları koruma altına almaktadır. Ancak hükümetin özel hayır kurumları üzerindeki kontrolünün onların dini aktiviteleri ve kimliklerini kapsamadığına dair önemli göstergeler bulunmaktadır.De Hoop’un evanjelik uyuşturucu rehabilitasyon programının başında olan Koopmans Maria Martens –VKMO- ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996. S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996. 185 J.E.Doek, ‘Relations in Child Protection: An Overview,’ içinde Van der Ploeg ve Sap, (Ed.), Rethinking the Balance, 86. 186 Hayır kurumları üzerinde hükümet kontrolünün olması olayı son dönemde ortaya çıkmış bir şeydir.Ralph Kramer’e göre bu uygulama 1981 yılından itibaren başlamıştır: “Parayı veren düdüğü çalar şeklinde bir inanç olmasına rağmen CRM’nin (Ministry of Culture, Recreation and Social Welfare) gönüllü kurumlar üzerinde çok az kontrolü vardır.” R.M.Kramer, Voluntary Agencies in the Welfare State, Berkeley : University of California Press, 1981, 32. 183 184 şöyle demektedir: “Bizim uygulamak zorunda olduğumuz regülasyonları bütün psikyatri hastaneleri uygulamak zorundadır.Bu düzenlemeler Hırıstıyanlık karşıtı regülasyonlar değildirler.Hollanda bilinmektedir.Başkalarına zarar her zaman vermediğin töleranslı sürece bir ülke istediğine olarak inanmakta serbestsin.”187 Bazı kimseler devlet kontrolüne karşı koymanın en etkili yolunun kurumların spesifik inanç doğalarını güçlendirmek olduğunu bize söylediler.Van Bijsterveld şöyle demektedir: “Özgün bir Hırıstıyan kimliğine sahip kurumların diğer organizasyonlarla birleşme baskısına dayanmaları daha kolaydır. Genel bir Hırıstıyan kimliğine sahip olan kurumlar ise bu baskılara çok güçlü bir şekilde karşı koyamamaktadırlar. Çünkü bu kurumlar başka kurumlarla birleşmeleri halinde spesifik kimliklerini –richting- kaybedeceklerini belgeleyememektedirler.”188 Protestan yayın şirketi NCRV’nin araştırma bölümünün başında olan Daan Buddingh kuruluşlarının istedikleri kadar dini program yapma özgürlüğüne sahip olup olmadığı sorusuna şu cevabı vermiştir: “Bu soruya vereceğim cevap evetten öte bir evettir.Hükümetin açısından bu sorunun cevabı evettir.Seyirciler açısında bu sorunun cevabı sınırlı bir evet şeklinde olacaktır –televizyon programlarının çoğu eğlence programıdır.Bu bizim sınırımızdır.Hükümet bizden maksimum düzeyde dini görünmemizi beklemektedir. Bizim dini kimliğimizin ekranda tanınmasını hükümet istemektedir.”189 Hollanda’nın hayır kurumlarıyla ilgili uygulamaları okullar konusundaki uygulamalarıyla benzerlik göstermektedir.Her iki alanda da Hollanda hükümeti dini ve seküler kurumlara büyük mali destekler sağlamaktadır.Bu kamu politikası dayanağını plüralist toplum kavramından almaktadır.Plüralist toplum görüşüne toplumda birbirinden çok farklı seküler ve dini görüşler bulunmaktadır.Bu görüşlerin hepsi meşru olarak görülmekte ve topluma pozitif katkılarda bulunacak güçler olarak devlet onlara eşit yardım –kendisine uygun düşen pay oranında- sağlamaktadır. Hükümetin yapmış olduğu regülasyonlar kamu yardımı alan kurumları ciddi bir şekilde etkilemektedir –son regülasyonların yapmış olduğu etkiler gibi.Ancak devlet özel hayır kurumlarının dini kimliklerine ve aktivitelerine karışmamakta onların dini doğasına saygı göstermektedir. Frans Koopmans ile yapılan röportaj, 5 Şubat 1996. S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996. 189 Daan Buddingh ile yapılan röportaj, 7 Şubat 1996. 187 188 Gözlemler ve Sonuçlar Hollanda kilise-devlet ilişkileri konusunda plüralist modelin açık bir örneğini meydana getirmektedir.Amerikalılar dine olan herhangi bir yardımı katı kilise-devlet ayırımı politikasıyla engelleyerek devletin dini tarafsızlığını korumaya çalışırken Hollanda bunu farklı bir yol izleyerek gerçekleştirmeye çalışmaktadır.Hollanda devletin dini tarafsızlığını bütün dini ve seküler grup ve okulları destekleyen bir plüralizm anlayışı ile gerçekleştirmektedir.Bu ilkeli plüralizm sistemidir.Hollanda’nın plüralist modeli bilinçli olarak sahip olunan ilkelere dayanmaktadır. Kilise-devlet ilişkilerinde Hollanda’nın uyguladığı ilkeli plüralizm sistemi iki temel fikirde kendisini göstermektedir.Birinci fikir şudur: Toplumun farklı din ve inançlardan oluşması toplumun refah ve birliğine tehdit teşkil etmeyip bilakis toplumun çoğulcu yapısı sınırlanmamakta ya da normal görülmektedir.Bu hareketler özel alanla inançlar ve değerler konsensüsel nitelikte olduğu sürece kamusal alana sokulma gibi bir anlayış takip edilmemektedir.İkinci fikir şudur: Din dışı fikir ve hareketler nötr olarak görülmemektedir -Aydınlanmacı liberal toplum görüşünün düşündüğünün aksine- bilakis onlar da belirli bir yönü gösteren –richtingdeğerler ve inançlar olarak ele alınmaktadır. Din dışı fikir ve inançlar dini inançlar kadar eşit olarak meşru –daha fazla meşru değil- kabul edilmektedir. Uygulanan kamu politikaları dini ve seküler inanç yapılarını desteklemekte ve kapsamaktadır.Amsterdam Free Üniversitesinde ekonomi profesörü olan Bob Goudzwaard’ın şu yorumları Hollanda’nın kilise-devlet konularındaki yaklaşımını anlamamıza yardım eder niteliktedir: “Hollanda zihin yapısında dine karşı diskriminasyonun olmaması şu anlama gelmektedir: Hırıstıyan yaklaşımına sahip olmanın iyi bir şey olduğunu düşünen bir organizasyona yapılan yardımları kesmek için bir neden bulunmamaktadır. Böyle bir şeyin yapılması diskriminasyon olacaktır.Bu yaklaşım hala Hollanda zihin yapısını oluşturmaya devam etmektedir.”190Bu temel nokta çalışmamız boyunca değişik biçimlerde ortaya çıktı.Amerika’da dinin lehine ve dini resmileştiren olarak algılanan bir şey Hollanda’da dine karşı diskriminasyon olarak algılanmaktadır.Bu temelden hareket eden hükümet özel dini okullara, üniversitelere, teoloji okullarına, sosyal hizmet ve sağlık kurumlarına büyük mali yardımlarda bulunmaktadır. Bunun aksi bir uygulama dini grupları seküler gruplar karşısında eşit olmayan bir muameleyle karşılaşma 190 Bob Guidzwaard –Free Üniversity- yapılan röportaj, 7 Şubat 1996. durumunda bırakacaktır.Van Bijsterveld şöyle demektedir: “Din özgürlüğü sadece devletin müdahele etmemekle yetindiği bir negatif özgürlük değildir. Aynı zamanda devlet dinin özgürce yaşanabileceği dini bir atmosfer yaratacak yasal bir yapı oluşturmak zorundadır.”191 Dinin tam olarak özgür olması için hükümetin seküler inançlarla beraber onun serbestçe yaşanmasını mümkün kılan pozitif adımları atması gerekmektedir. Bu plüralizm konseptini takip eden Hollanda dini konularda devletin tarafsız olması şeklindeki liberal ideali realize etmiş gözükmektedir.Ancak burada bir paradoks vardır.Spesifik dini inançların özel alana itilmesi ve genel nitelikteki inançların desteklenmesi şeklindeki liberal toplum vizyonunun aksine Hollanda herkese özgürlük veren plüralistik bir yaklaşımı uyarlayarak liberal tarafsızlık idealini gerçekleştirmiştir.Hollanda spesifik dini inançların hepsine izin vermekte ve destek sağlamaktadır.Liberalizm geleneksel olarak bunun ayırımcılığa ve bir grubun diğer bir gruba karşı farzetmektedir.Konsensüsel baskı moral-dini altına alınmasına inançların çoğunluk yol açabileceğini tarafından kabul edilmesine rağmen onların bütün toplum tarafından kabul edilmediğini ve kamu kurumlarından ve uygulanan programlardan bütün dini elementlerin atılmasının tarafsızlık olmadığını bilakis bunun belirli bazı felsefik ya da moral perspektifleri yansıttığını kabul ettiğimizde Hollanda’nın şu fikrinin aksine düşünmek çok zor hale gelmektedir: Gerçek idari tarafsızlık bütün dini ve din dışı inançlara sahip kişi ve kurumlara eşit muamelede bulunmak, diğerlerinin aleyhine hiçbirinin lehinde ya da aleyhinde olmamaktan geçmemektedir. Hollanda’nın ilkeli plüralizmi bu kadar başarı ile nasıl uyguladığını anlamamız için Katolik-Protestan dayanışmasının oynadığı rolü unutmamamız lazımdır.1870 Yılında Katolikler ve Reformcu Protestanlar arasında meydana gelen bu korkunç ittifak (monster alliance) hakim liberal güçlere üstün geldi ve o dönemdeki politik gelişmelere hakim oldu. Amerika’da ise Protestanlar Katolik kilisesine karşı liberallerle ittifak yaptılar.Ancak Hollanda’da Protestan-Katolik ittifakı kendi amaçları için bir rasyonalizasyon geliştirme yerine dini plüralizm ilkelerini geliştirdiler. Realitede bu ittifakın bağlandığı şey bir ideolojiydi.Başlangıçta Yahudiler, sosyalistler ve seküler hümanistler bu plüralist sisteme dahildiler. 191 S.C. van Bijsterveld ile yapılan röportaj, 9 Şubat 1996. Günümüzde Müslüman ve Hindular sisteme dahil edilmiştir.Bu ittifak plüralizme gerçek anlamda bir bağlılıktan meydana gelmektedir. Son olarak bu sistemin Hollanda’da başarılı olmasının bir nedeni Hollanda’ya özgü koşullar olduğunu not etmemiz lazımdır.Ülkenin küçük ve kompakt yapısı mükemmel bir ulaşım sisteminin ve harika bisiklet yollarının oluşumunda bile etkili olmaktadır.Bu uzak yerlerden çocukların güvenli bir şekilde okula gidip gelmeleri anlamına gelmektedir ve bu ulaşım kolaylığı dini ve felsefik değerlere bağlı çocukların çözülmesine olanak sağlamaktadır.Toplu ulaşım sistemi vatandaşların istedikleri özel sosyal ya da sağlık kurumundan hizmet almalarını mümkün kılmaktadır.Ortak tarih ve dilin meydana getirdiği (Frisian diye bir dil konuşan azınlık bir grup hariç) dayanışma ve ulusal birlik duygusunun da bu sistemin iyi işlemesinde bir payı olabilir.Uzun bir beraber yaşama geleneğine sahip olmayan ülkeler Hollanda gibi dayanışma ve birlik duygularını kolaylıkla koruyamamaktadırlar.Ancak Hollanda önümüzde dini konularda idari tarafsızlığın, dini ve seküler okul ve kurumlara eşit muamelenin ve ulusal birliğin gerçek bir örneği olarak durmaktadır.Hollanda tecrübesinden öğrenecek çok şey vardır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM AVUSTRALYA: PRAGMATİK PLÜRALİZM Avustralya’nın kilise-devlet ilişkilerindeki en önemli ilkeleri pragmatizm ve töleranstır.Avustralya tarihinin her döneminde kilise-devlet ilişikilerinde meydana gelen sorunlara devletin ürettiği çözümler pragmatik düşünceler ışığında şekillenmiştir.Çünkü kilise-devlet problemlerine getirilen pratik çözümler zamanla değişmektedir. Avustralya ikiyüz yıllık tarihinde kilise-devlet ilişkileri konusunda dört farklı modele sahip olmuştur: kurumsallık (establishment), çoğulcu kurumsallık (plural establishment), liberal ayrımcılık (liberal separationism), ve pragmatik plüralizm (pragmatic pluralism).Hollanda gibi Avustralya politikası da idari tarafsızlık ve dini plüralizmle tutarlılık içerisindedir. Fakat Avustralya politikası Hollanda’da olduğu gibi temel teorik prensiplere dayanmaktan çok pragmatik endişeleri esas almaktadır.Avustralya’da Amerika’nın ayrımcı modeline çok az destek vardır. Avustralya’nın pragmatizm politikasının arkasında sosyal töleransa dayanan bir politik kültür vardır. Avustralya’nın sosyal ve politik töleransa dayanan kültürünün esasını “yaşa ve bırak yaşasın (live and let live)” tavrı oluşturmaktadır.Bu tölerans tavrı dini azınlıklara saygı duyulmasını ve onların korunmasını sağlamaktadır. Bu bölümün başında Avustralya’nın dini kompozisyonunu ve ulusun politik yapısını kısaca tasvir edeceğiz.Bundan sonra Avustralya kolonilerinde kilise-devlet ilişkileri tarihini ve 1901 yılında kolonilerin Avustralya federasyonunu oluşturduktan sonra meydana Avustralya’nın gelen gelişmeler üzerinde duracağız.Bu dinin özgürce uygulanması ve bölümden sonra kurumsallık konularına olan yaklaşımını inceleyeceğiz.En son kısımda Avustralya’nın pragmatik plüralizminin kilise-devlet konularıyla ilgili kamusal politikalar hakkındaki implikasyonları üzerinde duracağız. Ulus Onyedimilyon nüfuslu Avustralya Amerika Birleşik Devletleri büyüklüğünde bir yüzölçüme sahiptir.Ağır çevre koşullarından dolayı –Avustralya’nın bölümü yerleşime uygun değildir- nüfusun yüzde sekseni büyük güneydoğu sahil şeridindeki Adelaide ve Brisbane şehirleri arasındaki bölgede yaşamaktadır. Avustralya’nın en büyük iki dini grubunu Roma Katolikleri ve Anglikanlar oluşturmaktadırlar.1991 Nüfus sayımına göre Avustralya’da 4.6 milyon Katolik ve 4 milyon Anglikan bulunmaktadır.1.3 Milyon nüfusuyla Birleşik Kilise ve 700.000 mensubuyla Presbyteryanlar diğer iki büyük Hırıstıyan grubunu oluşturmaktadırlar. Ülkede ayrıca 150.000 Müslüman, 150.000 Budist ve 75.000 Yahudi bulunmaktadır.192 Geçen yıllarda dini açıdan yoğun olarak farklılaşan Avustralya aynı zamanda daha çok seküler hale gelmiştir.1971 ve 1991 Yılları arasında kendisini Hırıstıyanlık dışı dinlere mensup olarak bildirenlerin sayısı yüzde 0.78’ den yüzde 2.64’e yükselmiştir.Asya ve Ortadoğu ülkelerinden yapılan göçler sonucu Müslüman ve Budist sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir.Avustralya’da yükselen bir sekülerizasyon trendi vardır.1971 ve 1991 Yılları arasında kendisini hiçbir dine mensup olmayan olarak bildirenlerin sayısı yüzde 6.1’den yüzde 12.9’a yükselirken dini bildirimde bulunmayanların sayısı yüzde 6.1’den yüzde 10.1’e yükselmiştir. 1950 ve 1989 Yılları arasında kiliseye aylık katılım oranı yüzde 36’dan yüzde 24’e düşmüştür. 1983 Yılında Avustralya nüfusunun yarısı hiçbir kilise ayinine katılmadığını bildirmiştir. Özellikle Anglikan, Presbyteryan ve Birleşik kiliselerde kiliseye katılım oranı belirgin bir ölçüde düşmüştür. Evanjelik Hırıstıyan gruplar arasında insanlar kiliseye gitmediklerini daha az ifade etmekte olup Hırıstıyan olmayan kimselerde dini faaliyetlere katılmadıklarını getirmektedirler.Karşılaştırılacak olursa daha düşük bir sesle dile Avustralya’da kiliseye katılım oranı İngiltere’nin iki katı iken Amerika’daki oranın yarısına denk düşmektedir. 193 Politik yapı olarak Avustralya İngiltere’nin parlementer idare biçimiyle Amerika’nın kurumsal federalizmini birleştirmiştir.194 Avustralya devlet başkanı olarak İngiliz monarşisinin başında bulunan kişiyi kabul etmektedir.İngiliz kral ya da kraliçesi çok az yetkisi olan genel bir vali ile temsil edilmektedir.Temsilciler Meclisine karşı sorumlu olan Başbakan etkili bir yönetim gücüne sahiptir.148 Üyeli Temsilciler Meclisi İngiliz Avam Kamarasının dengi olup Avustralya parlamentosunun en etkili organıdır.Başbakan ve Temsilciler Meclisinden daha az politik güce sahip olan senatonun 76 üyesi vardır.Avustralya’da iki büyük ve birçok küçük siyasi parti vardır.Avustralya’nın politik solunu temsil eden Avustralya İşçi Partisi (Australian Labor Party-ALP) ve serbest teşebbüs yanlısı Liberal Parti en büyük partilerdir. Kırsal kesimin çıkarlarını temsil eden Ulusal Parti (The National Party) Temsilciler Meclisinde 16 sandalyeye sahip olup Liberal Parti’nin koalisyon ortağıdır. Ulusal Parti Avustralya’nın üçüncü büyük partisidir.1996 Yılı seçimlerinden sonra iktidara gelen Liberal Parti hükümetinin başında John Howard vardır.1983 Yılından beri iktidarda olan Avustralya İşçi Partisi 1993 ve 1996 yıllarında yapılan seçimlerde 31 sandalye kaybetmiştir. Bu seçim sonuçları onun İkinci Dünya Savaşından sonra yaşadığı en büyük siyasi yenilgilerdir. Federal politikalarıyla Avustralya federalizmi çok komplekstir. Federal hükümet ile altı eyalet hükümeti ve özerk iki bölge arasında çok dinamik ilişkiler vardır.Federasyon döneminde federal hükümetin gücü sayılı anayasal güçlerle- devletler arası ticaret, savunma, dış işleri, kitle iletişimi ve göçmenlik- sınırlıydı.Eyaletler federal hükümetin spesifik olarak yasa yapmadığı konularda yasal düzenlemeler yapabiliyorlardı.195 Ancak güç dengesi geçen elli yıl içerisinde federal 192 P.Bentley, T.Blombery ve P.J.Hughes, A Yearbook for Australian Churches: 1994, Melbourne : Christian Research Association, 1993. 193 G.D.Bouma ve M.Mason, ‘Bab Boomers Downunder: The Case of Australia,’ içinde W.C.Roof, J.W.Carroll ve D.A.Roozen, (Ed.), The Post-War Generation and Establishment Religion, Boulder, Colo.: Westview, 1995, 27-58. P.Kaldor, Who Goes Where, Who Doesn’t Care? Canberra : Lancer Books, 1987. 194 D.Solomon, Australia’s Government and Parliament, Melbourne : Longman Cheshire, 1988. 195 G.Maddox, Australian Democracy: In Theory and Practice, Melbourne : Longman Cheshire, 1985, Beşinci Bölüm. hükümetin lehine değişmiştir.Federal hükümet finansal otorite olarak tanındıktan sonra iyice güçlenir hale gelmiştir.Gelir ve satış vergilerini toplama yetkisi ulusal hükümete aittir.Ancak eyalet ve yerel idareler eğitim, sağlık, refah, ceza yasası, şehir sorunları ve adaletin idaresi konularında yasal düzenleme yapma yetkisine sahip bulunmaktadırlar.196 Bu federal hükümetin eyalet ve lokal düzeyde yapılacak programların idaresini finanse edeceği anlamına gelmektedir.Federal hükümet toplam bütçesinin üçtebirini eyalet ve yerel idarelere ayırmaktadır. 197 Avustralya’nın dini kompozisyonu ve politik yapısının kilise-devlet ilişkileriyle ilgili uygulamalara çok önemli etkisi vardır.Bu faktörlerin kilise-devlet politikasını nasıl şekillendirdiğini ortaya koymak için şimdi Avustralya’nın politik tarihi üzerinde duracağız.Çünkü Avustralya politik tarihi pragmatik plüralizm modelinin çerçevesini meydana getirmektedir. Tarihsel Arkaplan Avustralya kolonilerinde din Amerika kolonilerinde olduğu gibi ortaya çıkmamıştır. Kilise-devlet konuları yeni doğan Avustralya devletinde çok farklı bir seyir takip etmiştir.1788 Yılında İngiltere İngiliz şehirlerindeki suçluları hapishaneye koymak için New South Wales bölgesinde bir yerleşim merkezi kurmuştu.Amerika devriminden sonra suçlular artık Georgia’ya gönderilmiyordu. Avustralya’daki bu bölge İngilizlerin suçlularını hapiste tutmak için kullanacakları alternatif bir yerdi.Avustralya’ya yerleşim için gönderilen geminin yolcularından beşyüz tanesini bu İngiliz suçlular oluşturuyordu.Devletin bu seküler amacı Avustralya’da dini ve politik kurumlar arasındaki ilişkinin şekillenmesine neden olmuştur. Bu etkileşim İngiltere’nin Avustralya’ya 1868 yılında yolladığı son suçlu kafilesine kadar devam etmiştir.Kolonyal elitler Avustralya’da da İngiltere’de olduğu gibi resmi statüde bir Anglikan kilisesinin varolacağını varsaymışlardır.Yıllarca eğitim, ruhban sınıfı ve kilise binaları için devletten mali yardım alan tek dini kurum Anglikan Kilisesi olmuştur.Kolonyal yöneticilerin bunu yapmaktaki amacı dini konversiyon ya da dini özgürlük olmaktan çok Avustralya’ya gönderilen suçlu nüfusunu kontrol altında tutmaktı.198 C.Sharman, ‘The Commonwealth, The States and Federalism,’ içinde D.Woodward, A. Parkin ve J. Summers, (Ed.), Government, Politics and Power in Australia, Melbourne : Longman Cheshire, 1985, 108-20. 197 Solomon, Australia’s Government and Parliament, İkinci Bölüm. 198 I.Breward, A History of the Australian Churches, Sydney : Allen and Unwin, 1993, İkinci Bölüm. 196 Kurumlar bütünleştikçe güçlü ve aktif olan devlet kilise ve diğer sivil toplum kurumlarına hakim olmaya başladı.Devlet finansal açıdan zayıf olan dini kurumlara yardımda başı çekti. Amerika kiliselerde büyük enerjinin doğmasına neden olan dini ihya hareketlerine ve onların devlet yardımı almadan büyümelerine şahit olmuştu.Ama Avustralya’da devlet böyle bir şeyi tecrübe etmemişti.199 Avustralya Anglikan Kilisesi finansal yardım için kolonyal otoritelerin merhametine bakıyordu. Papaz ve yöneticiler arasında sık sık devlet desteğinin yeterliliği konusunda tartışmalar çıkıyordu.Devlet kiliseye utiliteryan ve pragmatik amaçlarla yardım ediyordu.Devlet yardımının arkasında dini unsur hemen hemen hiç yok gibiydi. Din topluma ahlaki bir düzen sunmakla ve tehlikeli suçlu nüfusunu kontrol etmekle devletin seküler amacına hizmet etmiş oluyordu.Yapılan yardımlara karşılık kolonyal otoriteler kilisenin yeni devletin meşruluğunu desteklemesini istiyorlardı.200 Bazı Anglikanlar kilisenin evanjelist mesajından ve bağımsızlığından taviz verildiği gerekçesiyle bu ilişkiyi eleştirmişlerdir.Ama Anglikanların çoğu ahlak zabıtası, suçlu ve göçmen nüfusun papazı şeklinde kendilerine verilen rolleri benimsemiş bulunmaktaydılar.İngiliz tahtına Anglikan Kilisesinin geleneksel bağımlılığı düşünüldüğünde bu durum hiç de sürpriz değildir.Kilise geleneksel olarak devlet yardımına alışmış bir haldeydi ve yapılan yardımlara karşılık devletin meşruluğunu savunuyordu. 201 Devletin dini regüle etme derecesi Avustralya’da değişmekteydi.New South Wales kurulduğunda inançlardan devlet buraya papazların kolonilere göre bölgesinde ilk kolonyal yerleşim merkezi Anglikan din adamlarını tayin etmiştir ve diğer hükümlü nüfusun din işlerine karışmasına izin vermemiştir.1800 Yılının başlarında hükümlü nüfusunun üçte biri Roma Katoliği olmasına rağmen hapishane yetkilileri Katolik papazların cezaevlerine girmesine izin vermemişler ve bütün hükümlülerin Anglikan ayinlerine katılmasını zorunlu tutmuşlardır.Hükümlü nüfusun büyük çoğunluğunun Anglikan Kilisesini reddetmesi sürpriz değildir.202 Ancak büyük ölçüde koloniler dini pratikleri regüle etmedikleri H.Jackson, ‘White Man Got No Dreaming: Religious Feeling in Australian History,’ Journal of Religious History, 15, 1988, 1-11. 200 B.S.Turner, ‘Religion, State and Civil Society: Nation-Building in Australia,’ içinde T.Robbins ve R.Robertson, (Ed.), Church-State Relations: Tensions and Transitions, New Brunswick, N.J.: Transaction Books, 1987, 233-51. 201 M.Hogan, The Sectarian Strand, New York : Penguin Books, 1987, Birinci Bölüm. 202 R.C.Thompson, Religion in Australia: A History, Melbourne : Oxford Universit Press, 1994, Birinci Bölüm. 199 gibi sosyal ve politik rahatsızlıkların sorumluluğunu diğer inançlara mensup insanların üstüne yıkmıyorlardı.Devlet yetkilileri kendilerini Anglikan Kilisesinin yayılmasına adamamışlardı. Onlar için önemli olan İngiltere’de din yanlıları arasında meydana gelebilecek olan politik tartışmalara neden olmamaktı.Sonuç olarak her kolonide dinin özgürce uygulanma hakkı konusunda liberal bir politika geliştirilmişti.Devletin bir dini empoze etmemesi Avustralya’nın dini açıdan çoğulcu olmasına neden olmuştur. Anglikanlar, Katolikler, Presbyteryanlar ve diğer inançlar Avustralya’nın dini çoğulculuğunu oluşturan unsurlar olmuşlardır. Dini çoğulculuk kolonilerin İngiliz kilise-devlet modelini takip etmelerini zorlaştırmıştır. Anglikan Kilisesine yapılan devlet yardımı diğer inançların düşmanlığına neden olmuştur.Devlet elitleri resmi bir kilise modeli uygulama konusunda kendilerini dini nedenlerden dolayı zorunlu hissetmiyorlardı. İngiliz modelinden farklı bir politik düzenleme arayışında olan devlet elitleri daha zevkli bir kilise-devlet düzenlemesi için yeni seçenekler üzerinde durmaya başladılar.1836 Yılında yapılan New South Wales Kilise Yasası devlet elitlerine ideal çözümü sunar gibi gözüküyordu.Bu yasa resmi kilise modelinde bir değişiklik yapmıştı. Yasaya göre kolonyal fonlar üç büyük dini grup (Anglikanlar, Katolikler ve Presbyteryanlar) arasında hiçbir diskriminasyon yapılmadan bölüştürülecekti.Bu çoğulcu düzenleme o zaman için çok cesur ve yenilikçi bir adımdı. Diğer Avustralya kolonileri bu düzenlemeyi sonraki yıllarda takip etmişlerdir.203 Kilise Yasası dini çoğulculuğa dinle pek ilgisi olmayan kolonyal idarecilerin vermiş olduğu seküler bir karşılıktı.Kolonilerdeki dini tartışmaları politika dışında tutmak ve kiliselerin daha etkili bir şekilde Hırıstıyanlık ahlakını ve Avustralya devletinin politik meşruluğunu desteklemeleri için devlet üç büyük dini grup arasında tarafsız kalmayı seçmişti. Bu görüşe göre tarafsızlık devlet yardımının kesilmesi ya da devletin mevcut bütün dinlere yardım etmesi anlamına gelmiyordu; sadece politik açıdan en güçlü üç Hırıstıyan grup kilise ve ruhban sınıfı için para alacaktı.Hollanda tecrübesinin aksine Avustralya elitleri bu çeşit devlet tarafsızlığının felsefik ya da dini meşruluğu konusunda çok az şey öne sürmekteydiler. Onları bu politikaya yönelten plüralizme olan ilkeli bağlılıkları değildi; çok az kişi kilise yasasını dini çoğulculuğu destekleyen ve dinler arasında ayrım yapmama temelinde G.D.Bouma, ‘The Emergence of Religious Plurality in Australia: A Multicultural Society,’ Sociology of Religion, 56, 1995, 285-302. H.Mol, The Faith of Australians, Sydney : Allen and Unwin, 1985, Dokuzuncu Bölüm. 203 savunmaktaydı.Bu politikanın iki amacı vardı: Birincisi mezhep çatışmalarından bunalan kolonyal otoritelerin hayatlarını kolaylaştırmak ve ikinci olarak kiliseleri güçlendirerek onların üyelerine ahlaki rehberlik yapmalarını sağlamak. Aynı zamanda Kilise yasası çok önemli iki temeli kurmuş bulunmaktadır. Bu iki temel modern Avustralya’nın kamu politikalarını şekillendirmeye devam etmektedir.Birincisi hükümet dini gruplar için ayrılan fonları onlara bir çeşit eşitlik temelinde dağıtacaktı.204 Devlet yardım yaptığında kiliseler arasında ayırım yapmama prensibine bağlı olmalıdır.Devletin dini okullara ve diğer hayır kurumlarına yapmış olduğu yardımlarla ilgili şu andaki politikasına bakıldığında bu daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.İkincisi politik liderler kilise-devlet konularında pragmatizmi norm olarak benimsemişlerdir. Politika yapıcılar dini konuları en pratik biçimde çözmenin peşinde olmuşlardır.Bu yaklaşım onları ondokuzuncu yüzyılın ortalarında çoğulcu kurumsallaşmayı çok etkileyici bir şekilde destekleyen bir politikaya yönlendirmiştir.Başlangıçta devlet yardımı üç büyük Hırıstıyan grubuyla sınırlıydı fakat bu kiliseler Avustralya nüfusunun neredeyse tamamını temsil etmekteydiler. O günkü şartlar içerisinde bu politika Roma Katolikleri gibi dini azınlıkların haklarına saygı göstermekteydi.Bir karşılaştırma yapacak olursak bu dönemde İngiltere Katoliklerin üniversitelere girmesini yasaklamıştı. New South Wales bölgesinde Kilise Yasası yürürlüğe girdiği zaman İngiltere daha yeni Katoliklere politik özgürlük tanıyordu. Ancak Kilise Yasası gruplar arasındaki mezhepsel çekişmeyi yumuşatamamıştı.Birçok kilise bu politikanın Anglikan Kilisesinin avantajlı pozisyonunu devam ettirdiğine inanmaktaydı çünkü onun büyüklüğü, organizasyonu ve Anglikan olan devlet idarecilerinin Roma Katoliklerine ve diğer inanç gruplarına olan önyargılı yaklaşımı Anglikan Kilisesini daha avantajlı kılıyordu.Yasa mezheplere yapılan devlet yardımı farkını en aza indirgemesine rağmen Anglikan Kilisesi payından daha fazlasını almaya devam etmekteydi. 205 Roma Katolikleri yasanın yeniden düzenlenmesini istediler. Dinin dışında farklı düşünceleri benimseyen kimseler Anglikan hakimiyetinden kurtulmak için devlet yardımının kaldırılmasını önerdiler. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında sekülerler Avustralya’da artık taban bulmaya başlamışlardı.206 Avustralya devleti istikrarlı hale geldikçe Hogan, The Sectarian Strand, İkinci Bölüm. Breward, A History of the Australian Churches, Dördüncü Bölüm. 206 Gary Bouma bize bu noktayı açıklığa kavuşturduğu için teşekkür ederiz. 204 205 politik meşruiyet için kilise gibi sosyal kurumların desteğine eskisi gibi ihtiyaç duymamaya başladı.Devlet yardımının seküler temellerinin olmaması siyasi liderlere bu politikayı savunmak için çok az şey bırakıyordu.Çünkü devlet dini plüralizmi destekleme konusunda çok istekli değildi. Resmi yetkililer bedelinin çok yüksek olması, yönetiminin zorlaşması ya da politik olarak tartışmalı duruma gelmesi hallerinde Kilise Yasasını çok kolaylıkla terkedebiliyorlardı.Yüzyılın başında her Avustralya eyaleti kilise-devlet ayırımına dayanan yeni politikayı kendisine göre uyarladı. Kilise-devlet ayırımının kökleri Aydınlanma liberalizmine dayanıyordu.Bu politika değişikliği devletin kilise binalarını ve ruhban sınıfını finanse etmesinin sonu anlamına gelmekteydi. Çoğulcu kurumsallık modeline en büyük politik meydan okuma eğitim alanından geldi.Ondokuzuncu yüzyılda Avustralya kolonilerinde dini okullar özellikle Anglikan okullar eğitim üzerinde tam bir tekele sahiptiler.Kilise Yasası çerçevesinde kolonyal idareler mezhep okullarını eşitlikçi bir temelde desteklemişlerdi.Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dini okullar artık kamusal eğitim talebini karşılayamaz duruma gelmişlerdi.Bütün Avustralya kolonilerinde serbest, zorunlu, ve seküler bir eğitim sistemi için yapılan baskılar büyüyordu.207 1860 Yılına kadar Anglikanlar ve Katolikler eleştirel dindarlara ve seküler liberallere karşı mezhebsel eğitim sisteminin korunması için güçlü bir politik koalisyon meydana getirmişlerdi.Eleştirel dindarlar ve seküler liberaller eğitimin devletin bir fonksiyonu olması gerektiğine inanıyor ve eğitimin dinsel kontrolünün evrensel eğitim sisteminin asimilasyoncu amaçlarını zayıflattığını düşünüyorlardı. Ancak Anglikan dini liderler Katolikler gibi eğitimin dini bir fonksiyonu olması gerektiği prensibine o kadar bağlı değillerdi.Bundan dolayı Anglikanların devlet kontrolünde eğitime olan muhalefetleri kademeli olarak azaldı.Amerika’da Protestanların dini okulların kamusal destek görmesine itirazları Katolisizme olan Protestan düşümanlığıyla yakından ilgiliydi.Protestanlar mezhepsel eğitim sisteminin devlet tarafından finanse edilmesinin Katolikleri güçlendireceğine inanmışlardı. Katolisizme güçlü bir şekilde karşı olduklarından dolayı bütün dini okullara devlet yardımının kesilmesi konusunda Protestanlar kamusal eğitimini savunanlarla birleşmişlerdi.208 Ayrıca Protestanlar seküler bir eğitim sisteminin kendi dini değerlerini tehdit ettiğini düşünmüyorlardı 207 Thompson, Religion in Australia, İkinci Bölüm. çünkü seküler eğitim sistemi Hırıstıyanlığın genel prensiplerinin öğretilmesine ve ibadetlerinin yapılmasına izin vermekteydi.Hollanda’nın aksine Avustralya’da kamu okullarını kendi dini değerlerine zıt olarak gören bir Protestan hareketi yoktu. 1880 Yılında çıkan bir yasa (The New South Wales Public Instruction Act) din öğretimine gösterilen seküler yaklaşımın tipik bir örneğini oluşturmaktadır: “Bu yasaya göre öğretim bütünüyle mezhepler üstü olmak zorundaydı. Seküler öğretim kavramı dogmatik ve polemiksel teolojiden uzak olarak genel dini bilgileri kapsamaktaydı.” Henry Parker seküler eğitimin 209 dini öğretimi dışlamadığını Yasanın yazıcısı Sir not etmektedir: “Bu yasayı hazırlayanların niyeti asla bütün Hırıstıyanların sahip olması gereken Kutsal Kitap bilgisini ya da Vahyin büyük doğrularının bilgisini dışlamak değildir.” 210 Avustralya’nın seküler eğitim sistemi Amerika kamusal okul hareketinin birçok liberal fikrini paylaşmaktaydı.Birinci benzerlik kamu okullarının birincil işlevi konusundaydı çünkü Avustralya seküler eğitim sistemine göre kamu okullarının temel fonksiyonu kişilere Avustralya toplumunun anahtar değerlerini öğreterek farklı dinsel, etnik ve sınıfsal orijinlere sahip kimselerin asimilasyonunu sağlamaktı.Avustralya’da bu birincil olarak Roma Katolikleri anlamına gelmekteydi. Roma Katolikleri yabancı dini görüşlere sahip kişiler olarak düşünülmekte ve onların politik bağlılıklarından şüphe edilmekteydi.Bütün okul çocuklarına Tanrı’ya sadık olmanın yanında İngiliz kral ya da kraliçesine sadık olmanın öğretilmesi sürpriz değildir.Kamu okullarının çocuklara öğreteceği anahtar değerler arasında yurtseverlik önemli bir yere sahipti çünkü İngiliz imparatorluğuna tarihsel olarak muhalif olan İrlandalı Katolikler gibi uygun sosyal ve politik değerlerle topluma adapte edilme ihtiyacında olan başka gruplarda vardı. İkincisi kamusal okul hareketini yönlendiren okullarda mezhepler üstü görüşündeydiler.Reformcular ve ahlaki nitelikli değişik kiliselerin tehlikeli olarak görmelerine rağmen Aydınlanmacı liberaller bir dine yer olduğu spesifik unsurlarını bölücü ve Hırıstıyanlığın konsensüsel inançlarının ortak bir ahlak için temel oluşturabileceğine inanmaktaydılar.Onlar ortak dini inançların insan aklıyla keşfedilebileceği şeklindeki Horace Mann’in optimistik yaklaşımını benimsemişlerdi. Dini ve ahlaki görüşler arasındaki eşitsizlik ve politik iktidar yapılarının kurumsal Protestan bakışaçısını rasyonel ve konsensüsel olarak algılaması Hogan, The Sectarian Strand, Dördüncü Bölüm. Bu alıntı şu eserden alınmıştır: Discrimination and Religious Conviction, Sydney : New South Wales Anti-Discrimination Board, 1984, 319. 208 209 bu görüşün ihmal ettiği bir şeydi.Protestan kilise liderleri bu liberal vizyona itiraz etmemişlerdir çünkü onlar bu görüşü Hırıstıyanlığın sosyal rolü konusundaki anlayışlarıyla uyumlu görmüşlerdir.Bununla birlikte ancak Protestanlar liberal eğitim modelinin okullarda dini bakış açısını zayıflatan rasyonel faraziyelerini kabul etmemişlerdir. Değişik eyaletlerde yürürlükte olan eğitim yasaları bağımsız dini okulların açılmasına izin vermesine rağmen onlara hiçbir devlet yardımında bulunulmamıştır.Resmi yetkililer kamusal mali destek olmadan Katolik okulların biteceğini ve kamu okulları aracılığıyla İrlandalıların asimile ummuşlardır.Bu beklenti gerçekleşmemiştir.Katolik hiyerarşi tehlikeli derecede liberal ve din karşıtı bularak reddetmiştir. olmasını kamu okullarını Katolik eğitim prensiplerini savunan Katolik hiyerarşi Katolik okul sisteminin korunması için ek kaynak ayırmıştır.Katolik aileler kamusal okulları kendi kültürel ve dini hassasiyetlerine yakın bulmamışlardır. Katolik okul sisteminin çocukları Protestanlık antipatisiyle doldurması gelecek yarım yüzyılda Avustralya’da Katolikler ve Protestanlar arasındaki dini gerilimin yoğunlaşmasına neden olmuştur. Yüzyılın sonunda Avustralya’nın federasyona doğru gitmesinde din çok küçük bir rol oynamıştır.1901 Yılında altı koloni federal Avustralya’yı oluşturmak üzere bir araya gelmiştir. Yeni ulusal anayasanın girişinde Tanrı’dan lütuf talep edilmektedir. Anayasayı hazırlayanlar bilinçli bir şekilde Amerika Anayasasının Birinci Tadilatını (First Amendment) model alarak 116.Kısmı hazırlamışlardır. 116.Kısım şu şekildedir: Federal idare hiçbir dini resmi olarak benimsemek için ya da herhangi bir dini pratiği empoze etmek için ya da herhangi bir dinin serbestçe uygulanmasını yasaklamak için ya da resmi bir görev için herhangi bir dini testten geçmeyi şart koşan bir yasa yapmayacaktır. 116.Kısmın amacı mümkün olduğu kadar dini politika dışı tutmak ve federal idarenin dini alanın dışında kalmasını sağlamaktı.Bütün Avustralya kolonilerinde mezhepler arası mücadele politik bir realiteydi ve politik liderler dini çekişmelerin federal politikalara bulaşmasını istemiyorlardı.Avustralya’nın dini çoğulculuğu resmi bir kilisenin kurulmasını savunulmaz kılıyordu.Federasyon döneminde Anglikanlar 210 Discrimination and Religious Conviction, 321. nüfusun yüzde kırkını, Katolikler yüzde yirmiüçünü, Metodist ve Presbiteryanlar ise yüzde yirmidördünü oluşturmaktaydı.211 Ayrıca anayasayı hazırlayanlara göre resmi bir Anglikan kilisesi için bastırmanın pratik bir nedeni yoktu.Din konusunda devlet çıkarları genellikle pragmatizmi gerektirdiği gibi Anglikan Kilisesi politikacılara resmi kilise statüsü için yaptırım uygulatacak politik gücede sahip değildi.Aynı zamanda Avustralya’daki politik elitler devletin resmi bir kilise kurmak gibi pozitif bir görevi olduğunu düşünmüyorlardı.Resmi bir kilisenin kurulması fikrine felsefik olarak bağlı olmayan politik liderler bütün enerjilerini federasyona olan desteğin maksimum düzeyde artması için harcamışlardır.Anayasa federal idare için kurmasına ya da resmi olarak bir kilise dinin serbestçe yaşanması hakkını kısıtlamasına yasaklama getirmesine rağmen eyalet idareleri ikisinide yapabilmekteydi.Kilise-devlet sorunlarının çözümünde eyalet idarelerinin önemi Avustralya Yüksek Mahkemesinin özgür uygulama hakkıyla ilgili daha sonraki kararlarında belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dinin Özgürce Yaşanması Avustralya çalışmamıza konu olan beş ülke gibi toplumsal refah ve normlarla çatışma içinde bulunan dini inanç ve pratiklere nereye kadar izin vereceği sorusuyla mücadele etmektedir.Avustralya Anayasasının 116. Kısmı ve Avustralya Yüksek Mahkemesi hükümete dinin özgürce uygulanmasını yasaklayan yasa yapmasını yasaklamaktadır.Ancak Avustralyalılar dinin özgürce uygulanımı konusunda Hollandalılar gibi teorik yeterliliğe sahip değildirler.Yüksek Mahkeme agresif düzeyde din özgürlüğünü korumamaktadır.Özgür uygulama ile ilgili iki davada Mahkeme Anayasanın Avustralya vatandaşlarının dini inanç ve pratiklerini koruduğuna dair yaklaşım geliştirmiştir. 116. Kısmı çok dar olarak yorumlayan Mahkeme dini özgürlük haklarını politik sürecin merhametine bırakmaktadır.Daha sonra göreceğimiz gibi Avustralya ideal din özgürlüğü yönünde büyük manevra yapmıştır fakat bu gelişme Mahkeme kararları aracılığıyla olmamıştır. Avustralya’da özgür uygulama hakkını test eden birinci dava Adelaide Company of Jehovah’s Witnesses Inc v. Commonwealth (1943) dosyasıdır. Dava Yahova Şahitlerinin Avustralya’nın İkinci Dünya Savaşına katılmasına karşı göstermiş olduğu tavırla ilgilidir. Quakerlar dahil birçok Avustralya kilisesi dini 211 Mol, The Faith of Australians, Birinci Bölüm. temellerde savaşa karşı çıkmıştır fakat onlar devlet için bir güvenlik riski taşımadıkları konusunda devleti ikna etmeyi başarmışlardır. Yahova Şahitleri bu kadar şanslı değillerdi. Yahova Şahitlerinin kiliselerinin mallarına federal hükümetçe el konuldu ve kilisenin Adelaide kolu yasaklandı.Yasaklama bir eyalet hükümetinden değil federal hükümetten gelmişti.Kilise Anayasanın 116. Kısmında yer alan serbest uygulama hakkının federal hükümetçe ihlal edildiği gerekçesiyle mahkemeye gitti. Başyargıç John Latham mahkeme kararında 116. Kısmın amacının azınlık gruplarının dini haklarını korumak olduğunu kabul ettiğini ifade etmektedir. Ancak o sivil idareyi ve toplumun devamlılığını korumak için devletin dini özgürlüğe müdahele edebileceği kararını vermiştir: “Anayasanın 116.Kısmı federal hükümetin dini inançlardan dolayı savaş karşıtlığını öneren doktrinleri yasaklamasına engel değildir.”212 Latham bu kararda şu önemli konuya vurgu yapmaktadır: Dini serbestçe uygulama hakkı politik topluluğun varlığını tehlikeye düşürdüğü takdirde devletin dini özgürlüğü kısıtlaması uygun görülmektedir.İkinci Dünya Savaşında Avustralya Japonya tarafından işgal edilme tehlikesiyle yüzyüzeydi ve Darwin şehri daha önce bombalanmıştı.Devletin savaşa girme konusunda meşru kaygıları vardı ve hükümetin kendisine savaş konusunda muhalif olan gruplar hakkında endişe duyması anlaşılır bir şeydi.Ancak Latham’ın kararla ilgili incelemediği şey problem oluşturmaktaydı: Yahova Şahitlerinin söz ve davranışları gerçekten hükümet ya da toplum için bir tehdit oluşturuyormuydu?Bu sorunun cevabını bulmak yerine o federal hükümeti şeytanın bir organı olarak gören kilise öğretisinden hareket ederek bu inancın ülkenin savunmasına önyargılı yaklaştığı sonucuna varıyordu.Böyle bir durumda hükümetin böyle bir organizasyonu yasaklaması meşru hale gelmektedir. Mahkeme bu kararı devletin hangi durumlarda dini özgürlükleri kısıtlayabileyeceğinin meşru olduğuna dair bir ölçü ortaya koymak için kullanmamıştır.Bunun yerine din özgürlüğünün güçlü bir destekçisi olmayacağının mesajını vermiştir.Bu yaklaşım Hollanda’nın durumuyla tezat teşkil etmektedir.Hollanda Anayasasının Altıncı Maddesi spesifik olarak devletin din özgürlüğünü kısıtlayabileceği durumları ifade etmektedir. Özgür uygulama ile ilgili ikinci önemli dava Grace Bible Church Inc. v. Reedman (1984) dosyasıdır. Bu dava Avustralya Anayasası altında özgür uygulama 212 Hogan, The Sectarian Strand, 228. hakkının sınırlı bir şekilde korunduğunu göstermektedir.Dava 1972 ve 1981 yılları arasında Grace Bible Kilisesinin Güney Avustralya’nın eğitim yasalarına aykırı olarak kayıt dışı bir okul işletmesiyle ilgiliydi.Yasaya göre eyalet yönetimi okul idaresini kayıt dışı olarak öğrencilere eğitim verdiği için cezalandırabilmektedir.Kilise kaydın okulu devletin otoritesi altına almak olduğunu iddia ett. Böyle bir durum ise kendi dini inançlarını ihlal etmektedir çünkü inançlarına göre Tanrı okulu kontrol etmektedir. Güney Avustralya otoriteleri Grace Bible Kilisesini yargıladılar ve okul idaresini 365 dolar para cezasına çarptırdılar. Okul kararı Yüksek Mahkemeye götürdü ve Güney Avustralya eğitim yasasının dini ibadet ve ifade özgürlüğüne-Avustralya anayasasına göre bu özgürlük vazgeçilmezdir- müdahele ettiğini iddia etti.Mahkeme bu argümanı reddetti ve bu davayla 116.Kısmın ilgisinin olamayacağına karar verdi çünkü 116.Kısım Federal Parlementonun yasa yapma gücüne bir yasaklama getirmektedir.213 Devletin davranışlarının din özgürlüğünü sınırlandırıp sınırlandırmadığı tartışmalı bir konu olmasına rağmen Mahkemenin böyle bir eyalet yasasını yargısal olarak gözden geçirme gücü yoktu.Mahkeme 116.Kısmın dini alanda devlet gücünün sınırlanması olarak yorumlanmasını reddetti. Adelaide davasından sonra Mahkeme Avustralya Anayasasına ya da federal yasaya göre din özgürlüğü diye vazgeçilmez bir özgürlük olmadığını ileri sürdü. Böyle bir hak olsa bile devlet parlamentosu ona yasa ile müdahele edebilirdi.214 Mahkeme okul açmazına sempatiyle yaklaştı ve hükümet dışı bir okulun kaydının okul yönetiminin tatminine bağlı bir şey olduğuna karar verdi. Bu karar resmi yetkililerin dini eğitim için daha uygun yerler belirlemelerine neden olmuştur.Ancak Mahkeme eyalet yasalarından tatmin olmayan gruplar için tek yolun politik süreç olduğu sonucuna vardı: “Bu tür sorunların çözüm yolu politiktir, yasal değildir.”215 Mahkeme Güney Avustralya yasasının dine bir yük getirip getirmediğini tartışmadı. Ayrıca Mahkeme bu yasanın dine yük getirmesi durumunda yasadaki devlet çıkarının böyle bir sınırlamayı meşru kılıp kılmadığını da tartışmadı. Kendisinin kanun idaresi ve anayasayla bağlı olduğunu ortaya koyan Yüksek Mahkeme 213 anayasa ve yasaların dar bir yorumunu yapmıştır. Dini özgürlük Grace Bible Church Inc. v. Reedman, 54 ALR 571, 1984. Grace Bible Church Inc. v. Reedman. 215 Grace Bible Church Inc. v. Reedman. 214 uygulamaları konusunda eyalet parlementolarının yasalarını yargısal olarak kontrol etme gücü olmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Avustralya Yüksek Mahkemesi Amerika’nınkinden daha az araca sahiptir. Amerika Anayasasındaki Ondördüncü Maddenin dengi olan bir madde Avustralya Anayasasında yoktur: “Hiçbir eyalet Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının ayrıcalıklarını sınırlayan yasalar yapamaz.” 116.Kısmın eyaletleride kapsaması şeklindeki öneri Avustralya’da 1944 referandumunda reddedildi.Son dönemde haklar düzenlemesinin ya da 116.Kısmın eyaletleride kapsaması için teşebbüslerde bulunulmaktadır.216 Yüksek Mahkemenin dönüm noktası niteliğindeki son kararı Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia (1992) davasıyla ilgilidir.Karar dinin serbestçe uygulanması hakkının gelecekte Mahkeme tarafından onaylanabileceği olasılığıyla başlamaktadır.217 Bu davada Mahkeme televizyon ve radyo yayıncılığını düzenlemekle görevli bir yönetici kurulla ilgili yasal düzenlemeyi değiştirdi.Yasa yayın istasyonlarının politik propaganda için her partiye belirli bir süre ayırmasını zorunlu tutarken diğer politik yayın ve bilgilerin yayınlanmasını ise yasaklıyordu. Yasanın amacı partiler üzerindeki baskıyı ve adayların televizyon ve radyo propagandalarında büyük oranlarda para harcamalarını en aza indirgeyerek seçim sürecinin güvenilirliğini korumaktı.218 Başyargıç Anthony Mason Anayasanın temel hak ve hürriyetleri garanti altına almadığını itiraf etmektedir: “Anayasayı yazanlar –hakim İngiliz düşünce tarzına uygun olarak- vatandaşların haklarının korunmasının en iyi yolunun parlementer hakimiyet doktriniyle bağlantılı olarak onları anayasanın (common law) korumasına bırakmak olduğunu düşünmüşlerdir.”219 Ancak Mason Anayasada yer almayan iletişim özgürlüğüyle ilgili şunları söylemektedir: “İletişim özgürlüğü etkili br temsili idare biçimi için vazgeçilmez niteliktedir. Anayasa etkin bir temsili hükümeti şart koşmuştur. Bu şart iletişim özgürlüğünün vazgeçilmezliğini içermektedir.”220 Bu kararın verdiği implikasyon şudur: Anayasa federal hükümete ve Yüksek Mahkemeye liberal bir politikayla ilişkili olarak hakları ve özgürlükleri savunma 216 P.A.Buttar ve L.J.Mattingley, Religious Conviction and the New Magna Charta, Brisbane : James Cook University, Centre for Southeast Asian Studies, 1986. 217 Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia, 108 ALR 577, 1992. 218 Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia, 587. 219 Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia 592. 220 Australian Capital Television Pty Ltd and Others v. The Commonwealth of Australia 596. gücü vermektedir.Mahkeme ima edilen haklar fikrini dini özgürlük alanında test etmemesine rağmen o teorik olarak 116.Kısmı dini özgürlüğün temel güvencesi olarak yorumlayabilir. Ancak bunun için Mahkemenin gücünü dini haklar alanında etkin olarak kullanması gerekmektedir. 221 Grace Bible Kilisesi ile ilgili kararında Mahkeme şu temeli meydana getirmiştir: Eyalet idarelerinin uygulamalarına karşı anayasal temeller yoktur.Adelaide davasında belirleyen dini özgürlükleri koruyan Mahkeme dini hakların sınırını bir standart ortaya koyma konusunda başarısız olmuştur. Bu davada önemli olan şey Mahkemenin kurumsal olarak dini özgürlüklerin bir destekleyicisi olmayacağının mesajını vermiş olmasıdır. Özgür uygulama konularına Mahkemenin göstermiş olduğu yaklaşımı kilise-devlet ilişkilerinde bütün Avustralya tarihi boyunca sergilenen pragmatizm politikasının bir yansıması olarak görmek mümkündür.Devlet din ile ilgili tartışmalarda hep pratik çözümlerin peşinde olmuştur.Bu kilise-devlet politikasında takip edilecek en iyi şeyin ne olduğuna karar verilmesi gücünün kolonilere ya da eyaletlere bırakılması anlamına gelmektedir.222 Yüksek Mahkeme gibi eyalet anayasaları ve yasal düzenlemelerde Avustralya’da dini hakları çok az savunmaktadır.Eyalet anayasaları içinde sadece Tazmanya anayasasında özgür uygulama şart olarak yer almaktadır. Anayasada serbest uygulama hakkı bir şart olarak yer almasına rağmen anayasa bu hakkı çok az güvence altına almıştır. Tazmanya parlementosunun bir yasal düzenlemesiyle bu hak etkisiz hale getirilebilmektedir.Federal düzenleme (Commonwealth legislation) dini korunmuş bir hak olarak içermektedir fakat bu spesifik olarak güçlü değildir ve dini ayırımcılığı önlemede yetersiz kalmaktadır.Avustralya’da dini ayırımcılık vardır ve bazı durumlarda politik süreç büyük kiliseleri korurken azınlık inançlarını dezavantajlı bir konuma düşürebilmektedir.223 Ancak daha önce not ettiğimiz gibi Avustralya dini haklar alanında önemli ilerlemeler kaydetmiştir.Hukuk her ne kadar yeni yeni bu değişimi yakalamaya başlamışsada en kamuoyu ve kültürel değerler bu değişimim belirleyicileridirler.Gary Bouma şunu not etmektedir: “Avustralya adalet, önemli insan Michalel Hogan’a dikkatlerimizi mahkeme kararına çevirdiği için teşekkür ederiz. Avustralya’da dini serbestçe yaşama konusunda yapılan bir çalışma için bkz.: Discrimination and Religious Conviction. 223 G.D.Bouma, Mosques and Muslim Settlements in Australia, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1994, 90. 221 222 onurunun eşit değeri, yaşa ve bırak yaşa nosyonlarını geliştirmştir.”224 Politik tölerans kültürüne sahip Avustralya tarihsel olarak dini pratiklerin çoğulculuğuna açık bir geleneğe sahiptir.Bu toplumsal değerler dini serbestçe yaşama atmosferine katkı sağladı ve göçmen dini grupların yaşam tarzlarını Avustralya hayat stiliyle uzlaştırmalarını olanaklı kıldı.Bunun en iyi örneği Avustralya’nın şu an yürürlükteki okul politikasıdır. Avustralya şu anda büyük ya da küçük bütün dini gruplara kamusal fon ayırmaktadır. Eşitlikçi muameleye dayanan adalet ve sosyal tölerans anlayışı dini özgürlüğü koruyan daha çok yasanın yapılmasını sağladı. Birçok eyalet hükümetinin antidiskriminasyon yasası çıkardığını ve bu yasalara dinin koruma altına alınan özgürlük olarak dahil edldiğini not etmemiz lazımdır.Bu yasaların uygulanabilirliğini sağlamak için eyaletler dini ayırımcılık olaylarıyla ilgilenmek üzere anti-diskriminasyon kurulları oluşturmuşlardır.Avustralya’nın en kalabalık eyaleti olan New South Wales-eyalet anti-diskriminasyon kurulunun dinin yasaya dahil edilmesi gerektiği şeklindeki güçlü tavsiyesine rağmen- Anti-diskriminasyon yasasına dini dahil etmemiştir.225 Kamuoyu ve kültürel değerler dini özgürlüğü korumanın belirsiz bir yoludur ancak Avustralya’da İngiltere’de olduğu Müslümanların hakları konusunda belirgin bir çatışma yoktur.Avustralya dini azınlıklarla uzlaşma sürecine girmiş gözükürken İngiltere resmi kilise modelini daha çok savunma pozisyonundadır.İngiltere’nin bu yaklaşımı dini hakları kısıtlamakta ve dini gruplar arasında çatışmaya davetiye çıkarmaktadır. Avustralya’nın yaklaşımında meydana gelen değişikliğin birinci nedeni göçmen politikasının liberalizasyonudur.Göçmen politikasının liberalizasyonu son yirmi yılda Avustralya’nın dini ve etnik yapısının daha çok heterojen olmasına neden olmuştur.Beyaz Batılı göçmenlere öncelik tanınması Avustralya’nın yirminci yüzyıldaki politikasının büyük bir kısmını oluşturmaktaydı.1900 ve 1945 yılları arasında uygulanan Beyaz Avustralya göçmen politikası ırki özelliklere dayanmış olup beyaz ve Hırıstıyan olmayanları Avustralya’ya girmekten dışlamıştır. 1947 ve 1972 yılları arasında devlet kamu parasını batılıların -İngiliz, kuzey ve güney Bu New South Wales Anti-diskriminasyon kurulu raporunun vardığı sonuçtur.Discrimination and Religious Conviction. 225 L.Foster ve D.Stockely, Australian Multiculturalism: A Documentary History and Critique, Philadelphia : Multilingual Matters, 1988. 224 Avrupalılar- Avustralya’ya göç etmelerini teşvik için kullanmıştır.Örneğin 1957 yılında devlet ‘bir Britanyalı getirmek (Bring out a Briton)’ kampanyası düzenlemiş ve bu politikanın gerçekleşmesi için kiliselerle yakından işbirliği yapmıştır.226 Bu politikanın amacı Protestan ve Katoliklerin Avustralya’ya göçünü sağlamaktı. Bu grupların çok kolay bir şekilde varolan kültürel ve dini potaya gireceği ve onların rahat bir şekilde Avustralya toplumunun hakim değerleri içinde asimile olacağı düşünülüyordu.1947 Yılının sonlarına kadar üç büyük dini grup –Anglikan, Roma Katolisizmi ve Birleşik Kilise- Avustralya’nın dini nüfusunun yüzde doksanını oluşturmaktaydı. Bu üç büyük dini grup hala Avustralya’nın dini nüfusunun yüzde seksenini temsil etmektedir.Ancak yeni Hırıstıyan grupların –Pentekostal, Mormon, Yahova Şahitleri ve Ortodokslar- ve Hırıstıyanlık dışı dinlerin –Budist, Hindu ve Müslümansayısında büyük bir artış gerçekleşmiştir.Yeni dini grupların göçü Avustralya’yı dünyada etnik çoğulculuğa en fazla sahip ülkelerden biri haline getirmiştir ve Hırıstıyan olmayan grupların politik gücünün artmasına neden olmuştur. 227 Birçok organizasyon giyim, diyet kısıtlamaları ve dini tatil günlerinin tanınması gibi konularda dini serbest uygulama hakkının şart olarak benimsenmesini sık olarak gündeme getirmektedirler.Diğer ülkelerde olduğu gibi Avustralya Hırıstıyan olmayan grupların göçüne savunmacı bir karşılık vermemiştir. Avustralya azınlıklarla dini çatışmaları minimize eden bir uzlaşma sürecine girmiş gözükmektedir. Dini hakların Avustralya’daki mevcut durumu ideal değildir. Dini özgürlük anayasal koruma altında değildir ve hiçbir federal yasa spesifik olarak dini ayırımcılığı yasaklamamaktadır.Ancak devlet bütün dinlerin eşit muamele gördüğü çoğulcu bir yaklaşıma doğru gitme çabası içerisindedir. Birçok resmi otorite diskriminasyon konusunda yapılan şikayetlere dini temelli olanları dahil etmektedir ve büyük dini gruplar da dini diskriminasyonu yapmaktadırlar.Gelecek bölümde ortaya koyacağımız gibi önleyici çalışmalar dini kurumsallık konularında bu plüralistik modele bağlılık görülmektedir. Özellikle bu durum dini okullara ve çıkardışı organizasyonlara yapılan kamusal yardımlarda belirgin kılmaktadır. 226 227 Foster ve Stockely, Australian Multiculturalism, 21. Hogan, The Sectarian Strand, Dokuzuncu Bölüm. kendisini Kilise, Devlet ve Eğitim Devletin mezhep okullarına yardımı kesmesine rağmen Katoliklerin kendi bağımsız okul sistemlerini ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar koruduğunu tarihsel arkaplanı bölümünde gördük.Protestan mezhebine ait yüksek ücretli çok az özel okulda bu dönemde varolmaya devam etmiştir.Sınırlı mali kaynaklar ve artan okul masraflarından dolayı Katolikler devlet okullarıyla rekabet edemeyeceklerini anladılar. 1950 Yılının sonlarında devlet ve Katolik okulları arasındaki eşitsizlik artık kapanamaz bir duruma gelmişti ve Katolikler devlet yardımı olmadan Katolik okul sisteminin son bulacağı sonucuna vardılar. Katolik okullarını korumak amacıyla kolları sıvayan Katolik din adamları devlet yardımı almak için baskılarını yoğunlaştırdılar. 1963 Yılında yapılan federal seçimde ondokuzuncu yüzyıldan bu yana ilk defa devlet yardımı siyasi bir gündem maddesi oldu.Devlet yardımı için yapılan baskılar Katolik sağ ve İşçi Partisi içindeki seküler sol arasındaki böyük bölünmenin olduğu bir döneme rastlamıştı.Geleneksel olarak İşçi Partisine oy veren işçi kökenli Katolikler dini okullara devlet yardımı yapılmasına muhalif parti politikasının değiştirilmesi yönünde parti üzerinde yoğun baskı oluşturdular.Katoliklerin İşçi Partisine olan soğukluğunu oya tahvil etme umuduyla Liberal Başbakan Robert Menzies bilimsel eğitimi geliştirmek için kamu ve özel okullara devlet yardımı öngören bir politika takip edeceklerini ilan etti.Protestanlar başından beri seküler liberallerle beraber dini okullara devlet yardımı yapılmasına karşı çıkıyorlardı çünkü Protestanlar Katoliklere düşümanlık duyguları içerisindeydiler. Ancak 1960 yılının başında Protestanların Katoliklere beslediği düşmanlık ciddi düzeyde kayboldu. Bu durum Protestan Liberal Partinin desteklemesini özel okullara devlet yardımı yapılması fikrini kolaylaştırdı.Protestanlar ebeveynlerin okul seçme haklarını kullanmaları için bu fikri desteklerken hükümette öğrencilerin bu hakkını finanse etmek için devlet yardımı fikrine sıcak yaklaşım gösterdi.Bunun sonucunda İşçi Partisinin başbakan adayı Gough Whitlam partisinin okullara devlet yardımı yapılması fikrine olan geleneksel muhalefetini bastırmayı başardı.228 Menzies’in girişimi federal hükümetin okullara devlet yardımı yapılması sorununa ilk defa girmesi anlamına gelmektedir.Fakat bu sorun buzdağının sadece görünürdeki bir yüzüydü.Hem Liberal Partinin hem İşçi Partisinin devlet yardımı için bastırmak konusunda politik yükümlülükleri vardı. 1972 Seçimlerinde her iki partide özel okullara yapılan mali yardım oranlarını büyük ölçüde arttırma sözü verdi.Whitlam’ın liderliğindeki İşçi Partisi seçimi kazandı ve federal eğitim politikasını formalize etmek için Okullar Komisyonunu oluşturdu. Komisyonun oluşturduğu politika çerçevesinde 1974 yılında federal hükümetin özel okullara yardım yapması öngörüldü. Devlet yardımına muhalif olanlar bu politikaya şu temelde bir itiraz geliştirdiler: Mezhep okullarına devlet fonlarından yardım yapılması Avustralya Anayasasının 116.Kısmını ihlal etmektedir çünkü bu bölüm federal hükümetin herhangi bir dinin resmiyet kazanması yönünde kanun yapmasına izin vermemiştir.Hemen hemen bütün özel okulların dini bağları vardı ve onlara devlet yardımı yapılmasına muhalif olanlar dini okullara yardım etmenin fiili olarak dini kurumsallaştırmak anlamına geldiğini iddia ettiler. Attorney General for the State of Victoria v. The Commonwealth of Australia (1981) isimli davada Yüksek Mahkeme idari uygulamanın geçerliliği yönünde karar verdi. Çoğunluk adına kararı yazan Yargıç Garfield Barwick 116.Kısımda yer alan ‘herhangi bir dinin kurumsallaştırılması (for establishing any religion)’ kelimeleri için şöyle demektedir: “Herhangi bir dinin resmen kurumsallaştırılması dinin sivil otoriteyle özdeşleşmesini ve vatandaşlara uymaları gereken bir görev verilmesini kapsamaktadır. Böyle bir durumda resmi dinin korunması, yaygınlaştırılması hükümetin yükümlülüğü haline gelecektir.”229 ve desteklenmesi Federal 116.Kısmın böyle okunması durumunda özel okullara maddi kaynak aktarılması düzenlemesini Hırıstıyanlık dinini resmleştiren bir yasa olarak görmenin rasyonel olarak mümkün olamayacağını Barwick söylemektedir.230 Aynı görüşü Yargıç Harry Gibbs daha güçlü bir şekilde ifade etmektedir: “Ben 116.Kısmın kelimelerini şöyle anlıyorum: Federal Parlemento herhangi bir din ya da kiliseye devletin resmi dini pozisyonu verecek bir yasa yapamaz.”231 228 Attorney General for the State of Victoria (at the Relation of Black) v. Australia, 146 CLR 559, 328, 1981. 229 Attorney General for the State of Victoria (at the Relation of Black), v. Australia, 330. 230 Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v. Australia, 345. 231 Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v. Australia, 326. The Commonwealth of The Commonwealth of The Commonwealth of The Commonwealth of Devletin özel okullara kaynak aktarması düzenlemesine karşı çıkıp Mahkemeye başvuranlar Amerikan Yüksek Mahkemesinin anayasanın Birinci Tadilatını (First Amendment) resmi kurumsuzluk olarak algılayan anlayışını referans olarak gösteriyorlardı. Mahkeme bunu reddetmiştir.Barwick Amerika dava kararlarının dini okullara yardımı yasaklamasının konuyla ilgisi olmadığını iddia etmiştir çünkü Avustralya kullanılmaktadır. Avustralya Anayasasında Anayasasında radikal yer derecede alan farklı “herhangi bir bir dil dini kurumsallaştırmak (for establishing any religion)” ifadesi Amerika Anayasasının Birinci Tadilatında yer alan “dinin kurulmasıyla ilgili olarak (respecting an establishment of religion)” ifadesinden anlam olarak daha dardır.Barwick’e göre Avustralya Anayasası resmi olarak dini kurumsallaştıran parlementer yasaları yasaklamaktadır. getirmemektedir.232 Anayasa dini pratiğe yardım eden yasalara yasak Böylece dini okullara devlet yardımı yapılmasının önündeki engelde aşılmış olmaktaydı. Fakat şu soru hala cevapsızdı: Devlet yardımı okul kurmak isteyen bütün dini gruplaramı yapılacaktı ya da kamusal yardım sadece varolan kilise okullarınamı yapılacaktı? Yardım programlarına göre –General Recurrent Grants Program, the Capital Grants Program ve The National Equity Program for Schools- özel okullar federal yardımı almaya yeterli durumdaydılar. Öğrenci başına genel ve düzenli yardım yapılıyordu.Hükümet okulları finans ve gelir kaynaklarına göre oniki yardım programından birine yerleştiriyordu.233 En fakir okullar en büyük yardımları alırken zengin özel okullar bile yardımdan yararlanıyorlardı.Küçük sayıdaki zengin okula yardımın yapılmaması için sarfedilen çabalar başarısızlığa uğradı çünkü özel okul lobisinin gücü ve birliği tutarlı bir şekilde bu çabalara karşı çıktı.1993 Yılında özel okullara öğrenci başına verilen yardım 423 ile 1701 dolar arası değişiyordu –bu oran ilkokullarda 315 ve 1275 dolar arası iken ortaokullarda bu oran 671 ile 2486 dolar arasıdır.-234 Düzenli federal yardımlar federal hükümetin özel okullara yapmış olduğu yardımların üçteikisini oluşturmaktadır.Federal hükümet okul olanaklarının geliştirilmesi ve korunması içinde özel okullara yardım etmekteydi -National Equity Program for Schools.- Bu politikanın amacı 232 İngilizcenin çocukların ikinci dili Attorney General for the State of Victoria (at the relation of Black) v. The Commonwealth of Australia, 330. 233 1990 Yılında yapılan bir revizyona göre yeni okullar altı yardım kategorisinden sadece birine uygun olabilirler. olmasını sağlamak ve sakat çocukların eğitimini olanaklı kılmaktır.Özel okullar ayrıca eyalet hükümetlerinden de öğrenci başına yardım almaktaydılar. Özel okullara devlet yardımının yapılması Avustralya eğitim sisteminde köklü etkilere sebeb olmuştur.Özel okullara kaydolan öğrencilerin oranı 1960 yılında yüzde 25 düzeyinde düşerken bu düşme oranı 1971 yılında yüzde 22’dir. Ancak hükümetten düzenli olarak yardım alınmasıyla beraber özel okullardaki öğrencilerin oranı 1994 yılında yüzde 29’a yükselmiştir.Devlet yardımını savunanlara göre bu büyüme özel okul pazarının öğrenci sayısının dörtte birine ya da üçte birine karşılık geldiğini göstermektedir.Devlet okulu taraftarlarına göre ise özel okullar paylarını büyütmüşlerdir çünkü onlar şimdi daha çok güçlerini arttırmışlardır. Devlet yardımı özel okulların ücretlerini düşürdü ve onları orta gelirli aileler için bir cazibe merkezi haline getirdi.Özel okullar devlet okullarını test sınavlarında ve mezuniyet notlarında geçtiler.Özel okul ücretleri ödenebilir hale geldikçe onlara olan talepde doğal olarak artmaktadır. Toplam mali kaynakları içerisinde federal ve eyalet yardımları birçok özel okul için çok önemli bir gelir kaynağı durumundadır. Federal ve eyalet yardımları Katolik okulların öğrenci masraflarının yüzde 75’ini235, Avustralya Hırıstıyan Okulları Birliğine (AACS) bağlı –evanjelik sektörün en önemli kuruluşu- okulların masraflarının yüzde altmışını karşılamaktadır.236 eyalet yardımları diğer okullar için Federal ve çok daha az önemlidir çünkü onlar Katolik okulların üç ya da dört katı fazla okul ücreti almaktadırlar. 1994 Yılında Katolik okulları ortaöğrenim için yıllık olarak 1214 dolar alırken diğer özel okullar 3639 dolar tahsil etmekteydi. 237 Daha çok elit olan özel okulların yıllık harcı 7000 dolara kadar yükselebilmekteydi. Aynı zamanda özel okulların popülaritesi ebeveynlerin eğitim tercihlerinin dini perspektifle birleştiğini göstermektedir.Bu özellikle göçmen grupları ve Evanjelik Hırıstıyanlar için doğrudur.Avustralya Yahudi Göçmen Bürosu tarafından yapılan bir araştırmaya göre Melbourne’de Yahudi okullarına giden çocuk sayısı 8800’dür. Bu sayı Yahudi toplumunda okul çağına gelmiş 234 çocuk nüfusunun yüzde yetmişini National Report on Schooling in Australia: 1994, Melbourne : Ministerial Council on Education, Employment, Training ve Youth Affairs, 1994. 235 National Catholic Education Commission: School Funding Policy, Canberra : National Catholic Education Commission, 1987. 236 1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, Australian Association of Christian Schools, tarihsiz. 237 Discussion Paper: Review of the New Schools Policy, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1995, 27. meydana getirmektedir. Araştırmanın vardığı sonuç şudur: “Gençlerin Yahudi fikir ve değerlerini destekleyen pedagojik ve sosyal çevrede okul yıllarını geçirmeleri halinde daha güçlü bir Yahudi kimliği geliştireceklerine dair güçlü ortak bir inanç vardır.”238 Başka bir Göçmen Bürosu Avustralya Müslüman topluluğunun durumunu araştırmıştır. Araştırmayı yapan Gary Bouma ebeveynlerin büyük çoğunluğunun Müslüman okulları tercih ettiğini yazmaktadır. Raporun sonucu şudur: “Göçmenler kendi kültürlerine uygun okul ve programları kurmak için daha çok bir araya gelmektedirler.”239 Müslüman okullara kayıt olan öğrenci sayısı 1986 yılında 325 iken bu sayı 1994 yılında 2500’e çıkmıştır.240 Evanjelik Hırıstıyan okulların sayısında da geçen yıllarda büyük bir artma meydana gelmiştir. Bu da din temelli eğitimin daha çok tercih edildiğinin bir yansıması olarak görülebilir.AACS 1994 yılı raporunda şöyle demektedir: “Çocuklara İsa merkezli dünyayı anlamalarını öğretme ihtiyacı ve onları İsa’yı hayatlarının her alanında takip edecek şekilde donatmak tarihin herhangi bir döneminde olduğu kadar acil bir ihtiyaçtır.”241 Devlet yardımının orijinal amacı Katolik okul sistemini korumaktı.Bu politikanın beklenmeyen bir sonucu Katolik olmayan din temelli özel okulların ortaya çıkmasıydı.1971 Yılında Katolik okullar özel okul öğrencilerinin yüzde seksenini kaydederken bu oran 1992 yılında yüzde altmışsekize kadar düşmüştür.1986 Yılından bu yana Katolik okullara kayıt oranı yüzde 3.5 oranında artarken bu artış oranı Katolik olmayan okullarda yüzde 33’tür.1994 Yılında devlete bağlı 6428 ilköğretim okulu varken 1977 özel okul vardı. Birçok değişik dini gruba ait okullara devlet yardımı yapılmıştır: Roma Katolik (1686 okul), Anglikan (120), Luterci (72), Seventh-Day Adventist (71), Baptist (42), Pentekostal (21), Yahudi (19), Assemblies of God (17), ve Hare Krishna (2).Ayrıca devlet dini temelli olmayan şu özel okullara da yardım sağlamıştır: Montessori (19 okul), Rudolph Steiner (34).242 Katolik olmayan özel okul sektörünün büyümesi özel okullara mali yardımda bulunma konusunda hükümetin tarafsızlığını yansıtmaktadır.Yüksek Mahkeme Federal hükümetin dini okullara yardımda bulunabileceğine karar verdikten sonra hangi dini okulların yardım alacağı sorusu cevapsız kalmıştı.Federal hükümet ve 238 J.Goldlust, The Melbourne Jewish Community: A Needs Assesment, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1993, 62. 239 Bouma, Mosques and Muslim Settlements in Australia, 52. 240 Discussion Paper: Review of the New Schools Policy, 15. 241 1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, 1. eyalet yöneticileri büyük bir tarafsızlık politikası takip ederek dini ve dini olmayan okullara eşit derecede yardımı dağıtmaya çalıştılar. Avustralya’nın bu durumu İngiltere ile büyük zıtlık içerisindedir.İngiltere’de yapılan kamu yardımı büyük mezhep okullarını avantajlı hale getirirken azınlık okullarını dezavantajlı konuma düşürmektedir.Amerika Birleşik Devletler’inde kamu okullarına mali yardımda bulunulurken bağımsız dini okullar desteklenmemektedir.Eğitim, İş ve Gençlik İşleri bölümünden (Department of Education, Employment, and Youth Affairs –DEEYA-) Aurora Andrushka’ya göre “mali yardım konusunda favoritizm yapılmamaktadır. Avustralya’da dini bağına, müfredatına, ya da felsefesine bakılmaksızın bütün okullara yardım edilmektedir.”243 Bize göre Avustralya politikası hiçbir dini spesifik olarak avantajlı ya da dezavantajlı kılmayan, genelde de dini ya da sekülerizmi avantajlı ya da dezavantajlı konuma düşürmeyen bir tarafsızlık politikasıdır.Devlet yardımı çocuklarına dini eğitim vermek isteyen ebeveynlere bu isteklerini gerçekleştirmeyi mümkün kıldığı gibi seküler eğitim almak isteyenler içinde devlet okulu ya da dini olmayan özel okul seçeneğini sunmaktadır. Devlet kademeli olarak gereken bir değer olduğunun farkına kazandırma komitesinin eğitim tercihinin desteklenmesi varmıştır.Senato’nun İş, Eğitim ve Beceri 1995 yılı raporunda vurgulanmaktadır: “Komite özel okulların uygulanan politikadaki bu değer topluma zengin eğitim seçenekleri sunduğunu düşünmektedir.” 244 Hükümetin bütün okullara eşit mali yardımda bulunma politikası kendisini yeni okulllar açılmasına izin veren politikasında da göstermektedir.Yeni Okullar Komitesi –bu komiteyi hükümetten, Katoliklerden ve diğer özel okul sektöründen temsilciler oluşturmaktadır- okul açmak için yapılan her başvuruyu değerlendirmektedir.Komite birincil olarak yeni okulun mali yardım almak için minimum öğrenci sayısına ulaşıp ulaşmayacağını ve okul açılması düşünülen bölgede yeni bir okula ihtiyaç duyulup duyulmadığını değerlendirmektedir.Komite yıllık olarak yeni okul açma başvurularının çoğunu kabul etmektedir. Çünkü yeni dini okullara olan talep çok yüksektir, hükümet bütün okullara ayırım yapmadan yardım etmektedir ve dini okulların sayısı artmaktadır. 242 Discussion Paper: Review of the New Schools Policy. Aura Andrushka ile yapılan röportaj, Eğitim, İş ve Gençlik İşleri Departmanı, 26 Temmuz 1995. 244 Report of the Inquiry into Accountability in Commonwealth-State Funding Arrangements in Education, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1995, 76. 243 Düzinelerce özel okul organizasyonunun kuruluşu –mezhepsel ve üst organizasyonlar şeklinde- yeni okul açma için geçilmesi gerekli olan sürecin atlatılmasını kolaylaştırmakta ve özel okul sektörüne büyük politik destek sağlamaktadır.Organizasyonlar yeni okul başvuruları için danışmanlık yapmakta ve özel okulların çıkarlarını hükümet mercileri önünde temsil etmektedirler. Devlet yardımı konusu geçmişte dini gruplar arasında varolan din ayrılığını bir hiç düzeyine indirdi. 1960 Yılında bütün büyük kiliseler birleşerek devlet yardımı konusunda birleşik cephe oluşturdular ve uygun nitelikteki bütün özel okulların devlet yardımı almasını savundular. Ulusal Katolik Eğitim Komisyonunun (National Catholic Education Commission-NCEC-) ve Avustralya Hırıstıyan Okullar Derneğinin (Australyian Association of Christian Schools) yöneticileri devlet yardımının Müslüman okullarını kapsamasını desteklediklerini bize ifade etmişlerdir. Sayıları hızla artan dini okullar diğer ülkelerde en çok tartışmaya neden olan iki dini gruba aittir: Evanjelik Hırıstıyanlar ve Müslümanlar.Parlementoda bu gruplara ait okulların müfredatıyla ilgili bazı sorular ortaya atılmıştır fakat özel okulların özerkliğine hiçbir resmi müdahele olmamıştır ve hükümetin politikasının hikmeti kamuoyunda tartışılmamıştır.Bağımsız Okul Dernekleri Ulusal Konseyinin başında olan Fergus Thomson görüşünü şöyle ifade etmektedir: “Genel kabul gören prensip şudur: Hükümet okullara neyi öğretip neyi öğretmeyeceğini söylememelidir.”245 Cinsel Ayrımcılık Yasasının geçmesinden sonra dini okulların iş alımları konusunda da bazı sorular ortaya atılmıştır. Ulusal Katolik Eğitim Konseyi 1994 yılı raporunda kendi pozisyonunu şöyle ifade etmektedir: “Kilise medeni bir hak olarak Katolik doktrin ve ahlakını yaşam tarzları ya da öğretileriyle açık ya da kapalı bir şekilde rededenleri teşvik etmeyip desteklememeye devam etmelidir.” 246 Özel okullar yürürlükte olan politikanın dini bir prensibi ihlal ettiğini ortaya koydukları anda antidikriminasyon yasasından istisna tutulmaktadırlar. Hiçbir Katolik okulu şimdiye kadar ayırımcılık yapıldığı iddiasıyla kendisine karşı açılan bir davayı kaybetmemiştir.247 Düzenli olarak yardım almak için özel okullar DEEYA ve her eyaletin Eğitim Departmanından izin almak zorundadırlar.Avustralya federalizmine göre Fergus Thomson’la yapılan röportaj, Bağımsız Okullar Birliği Ulusal Konseyi direktörü, 27 Temmuz 1995. 246 1994 Annual Report of National Catholic Education Commission, National Catholic Education Commission, tarihsiz, 12. 247 Kevin Vassaroti ile yapılan röportaj, Katolik Ulusal Eğitimi Komisyonu üyesi, 28 Temmuz 1995. 245 eyaletler özel okullar üzerinde düzenleme gücünün çoğunu ellerinde bulundurmaktadırlar.Bazı eyaletlerde öğretmenlerin resmen kayıtlı olması yerine getirilmesi gereken bir zorunluluktur ve okullar tatmin edici bir müfredatı takip etmek zorundadırlar. Eyalet regülasyonu pratikte çok esnek olup personel, kayıt ve müfredat üzerinde kontrol gücüne özel okullar sahip bulunmaktadır.248 Dini okulların çoğu kendi okul felsefelerini benimseyen personeli çalıştırmayı tercih etmektedir.Dini okulların kendi müfredatlarını geliştirme hakları da vardır. Avustralya Hırıstıyan Okullar Birliğine mensup okullar kollektif olarak İsa merkezli bir eğitimi savunmaktadırlar.249 Roma Katolik okullarında müfredat inanca merkezi bir yer vermek zorunda olup Hırıstıyanlığın bütün hayat alanlarıyla olan ilgisi Katolik geleneğe göre açıklanmak zorundadır.250 DEEYA bütün okullardan aldıkları yardımları nasıl kullandıklarının hesabını vermeyi ve bu politikanın etkinliğini değerlendiren araştırmalara katılmalarını şart koşmaktadır. Bu şarta rağmen Federal Hükümet özel okulları katı bir şekilde regüle etmemektedir.Andrushka’ya göre verilen yardımlarla ilgili tam bir hesap verilebilirliğin açık bir resmini elde etmek zordur.251 Federal ve eyalet hükümetleri gelire dayalı bir stratejiyle özel okulları regüle etme eğilimi içerisindedirler.Özel okul öğrencileri diploma almak için bitiş sınavlarını vermek ve üniversiteye yerleşmek için giriş sınavlarını geçmek zorundadırlar.Dennis Doyle şöyle demektedir: “Avustralya özel okullarının değerlendirilmeye tabi tutuldukları standart performanslarıdır.”252 Bu özel okulların yüksek kalitede sonuç alma konusunda hep içten baskı duyacakları anlamına gelmektedir.Öğrenci çekmek için özel okullar öğrencilere çıkış ve üniversiteye giriş sınavlarını kazandıracak bir eğitim müfredatı sunma konusunda kendilerini zorunlu hissetmektedirler. Sistem pazar güçlerini kullandığı zaman bu durum tamamen serbest piyasa yaklaşımına dayanmayıp işletilebilir tercih sistemi içerisinde gelişmektedir.253 Özel okullar minimum sayıdaki öğrenciyi çekme konusunda başarısız oldukları takdirde mali 248 H.Praetz, Public Policy and Catholic Schools, Hawthorn, Victoria : Australian Council for Educational Research, 1982, 63. 249 1994 Annual Report of the Australian Association of Christian Schools, 13. 250 National Catholic Education Commission: School Funding Policy, 3. 251 Aurora Andrushka ile yapılan röportaj, Eğitim, İş ve Gençlik İşleri departmanı, 26 Temmuz 1995. 252 D.P.Doyle, ‘Family Choice in Education: The Case of Denmark, Holland and Australia,’içinde W.L.Boyd ve J.G.Cibulka, (Ed.), Private Schools and Public Policy: International Perspectives, Londra : Falmer Press, 1989, 53. 253 J.Knight, B.Lingard ve P.Porter, ‘Restructuring Schools Toward the 1990’s,’ içinde J.Knight, B.Lingard ve P.Porter, (Ed.), Schooling Reform in Hard Times, Londra : Falmer Press, 1993, 2-22. yardım hakkını kaybetmektedirler ve hükümet yeni okullara izin verme ve onlara yapılacak mali yardım düzeyini belirleme gücünü saklı tutmaktadır. Örneğin yaratıcı bilim öğreten okullar vardır. Bu tür okulların karşılaştığı baskı hükümetten gelmemektedir fakat bu baskı ortaöğrenimin sonundaki sınavlarda öğrencilerin başarılı olmasını isteyen velilerden ve Hırıstıyan eğitimcilerden gelmektedir.AACS direktörü tam olarak bu görüşü şöyle ifade etmektedir: “Hırıstıyan eğitim perspektifi temeldir fakat okullarımızın kabul edilebilirliği de çok önemlidir. Hırıstıyan okullar ülkedeki en iyi özel okullar olduklarını göstermedikleri takdirde öğrencilerini ve velilerini kaybedeceklerdir.”254 İronik olan özel okul taraftarlarının devlet yardımından çok devlet okulu yanlılarından korkmasıdır.Geçmişte değişik eğitim sektörleri arasında büyük bir dayanışma meydana geldi. Bu dayanışma özel okul organizasyonlarının gönüllüce okul için ulusal amaçlar konusunda anlaşmalarına ve ulusal bir müfredat oluşturmaya doğru bir eğilimin doğmasına neden oldu. Okullara yardımın eşitlenmesi ve değişik okul sektörleri arasında dayanışmacı politik düzenlemelerin yapılmasının özel ve devlet okulları arasındaki farkları arttırması bir paradokstur.255 Crimmins kendi organizasyonundaki bazı okulların Hırıstıyanlıktan çok akademik performansa vurgu yaptığına dikkat çekmektedir.Devlet yardımı potansiyel bir tehdit oluşturmasına rağmen dini organizasyonun özerkliğine biz esas meydan okumanın devlet regülasyonundan çok dini okul ve kurumların değişen normlarından geldiğine inanmaktayız.Önemli olan nokta mevcut sistem altında dini okul ve kurumların özgün manevi ya da felsefik perspektiflerini koruma kapasitesine sahip olarak işine devam etmesidir ve birçoğu bunu yapmayı seçmektedir. Özel ve devlet okullarının performanslarını değerlendirmede birçok zorluk olmasına rağmen bütün ölçülere göre özel okullar daha iyi durumda gözükmektedirler. Özel okul öğrencilerinin mezuniyet ortalamaları devlet okullarında okuyan öğrencilere göre daha yüksek olmakta ve üniversiteye giren özel okul öğrencilerinin oranı hayli yüksek bir yüzdede bulunmaktadır.Fakültelere giden öğrenci oranında Katolik okullar devlet okullarına göre önde giderken bu oran diğer özel okullarda daha düşüktür. Aynı zamanda özel sektörün seçebilmesi ve problemli öğrencileri atabilme şansına sahip olması ona devlet okullarıyla rekabette avantaj Peter Crimmins ile yapılan röportaj, Avustralya Hırıstıyan Okullar Birliği üyesi, 27 Temmuz 1995. W.L.Boyd, ‘Balancing Public and Private Schools: The Australian Experience and American Implications,’ içinde Private Schools and Public Policy: International Perspectives, 162. 254 255 sağlamaktadır. Çoğu dini okul üyelerinin sosyo-ekonomik şartlarına bakmaksızın onları eğitmeyi amaçlamaktadır. Devlet okullarının çoğu büyük ihtimalle devlet yardımına bağlı kalmaya devam edeceklerdir ve öğrencilerinin çoğunun ikinci dili İngilizce olduğundan özel okullara göre daha dezavantajlı durumda olacaklardır.256 Son olarak kamu okullarında dinin rolü sorusu üzerinde durmak istiyoruz.257 Birçok eyalet mezhepsel olmayan seküler bir eğitim müfredatı sunmakta ve bu müfredat içerisinde genel din eğitimi yer almaktadır. Daha önce not ettiğimiz gibi liberal reformcular devlet okullarında mezhepsel dini eğitime karşı çıkmışlardı fakat onlar ortak bir ahlakın temelini sağlayabilir düşüncesiyle seküler bir eğitimin Hırıstıyan inancının konsensüsel özelliklerini düşünmekteydiler.Devlet ortak kimliği güçlendirmek ve kapsaması gerektiğini temel sosyal değerleri yerleştirmek için dini pratikleri meşrulaştırdı.Ondokuzuncu yüzyılın sonunda devlet kamu eğitimi vermeye başladığı zaman düzenleme dogmatik olmayan din eğitimine izin veriyordu.Pratikte genel din eğitimi Hırıstıyanlık –Protestan Hırıstıyanlığıüzerinde yoğunlaşıyordu ve Katolisizme büyük antipati gösteriliyordu.Genel din öğretimi son yıllarda genel Hırıstıyanlık üzerinde daha çok durmaya başladı fakat okullarda dini eğitimin uygun olup olmadığı sorusu ortaya çıktı.1976 Yılında New South Wales eyaleti Yüksek Mahkemesinin vermiş olduğu karara göre okul yemekleri öncesinde dua edilmesi, Kutsal Kitap okunması ve ilahi söylenmesi genel din eğitimiyle tutarlılık göstermekteydi. Mahkemenin kararına göre devlet spesifik bir kilisenin doktrinini desteklemediği sürece dini eğitim hatta Hırıstıyanlık eğitimi uygun bir şeydi: “Devlet okullarında öğretilmek üzere Hırıstıyan inançlarının ortak bir biçiminin adapte edilmesi doğal ve kabul edilir bir durumdur.Ancak devlet spesifik bir kilisenin inançlarını diğerlerinin üstüne hakim kılmamalıdır.Devlet genel din eğitiminde parçalanmayı en düşük seviyede tutacak ortak değerleri öğretmeyi güvence altına almalıdır.”258 Avustralya dini açıdan plüralistleştikçe bu yaklaşımın neden olduğu problemler daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Hırıstıyan ve Hırıstıyan olmayan gelenekler devlet okullarında Hırıstıyanlığın ayırımı en düşük seviyede tutacak ortak değerlerinin öğretilmesinden rahatsızdırlar. Onlar konsensüsel dini 256 National Report on Schooling: Statistical Annex 1993, Melbourne : Ministerial Council on Education, Employment, Training and Youth Affairs, 1994. 257 Kamu okullarında dinin durumuyla ilgili yapılan bir araştırma için bkz.: Discrimination and Religious Conviction, Altıncı Bölüm. 258 Discrimination and Religious Conviction, 325. inançların devlet okullarında öğretilmesiyle ortak sosyal bir ahlakın temelinin yaratılacağı şeklindeki ondokuzuncu yüzyıl düzenlemesinin optimizmine itiraz etmektedirler.Toplumu bir arada tutacak duyulmasına rağmen bazı ortak değer ve inançlara ihtiyaç onları dinle temellendirmek devletin dini konulardaki tarafsızlığını ihlal etme riskini beraberinde getirmektedir.Devlet konsensüsel dini değerleri desteklemekle Hırıstıyanlığın geleneksel pratiklerine resmi onay vermiş olmaktadır. Bizce bu uygulama kilise-devlet ilişkilerini yönlendirmesi gereken devletin tarafsızlığı ilkesini ihlal etmektedir. Din eğitimini devlet okullarından kaldırmanın büyük bir riski vardır çünkü bu köklü bir şekilde dindar olan velilere karşı diskriminasyon olacaktır.Ancak dini eğitim müfredatının gerçekten nasıl tarafsız olacağını düşünmek çok zordur. Avustralya’nın tarafsızlık ve plüralizme daha çok bağlanması sonucu yüzyılın başında her altı eyalette Özel Dini Egitim Programları (Special Religious Instruction –SRI-) kurulmuştur ve bu programlar hala kullanılmaktadır.Özel Dini Eğitim Programlarına göre-Amerikalılar bu programlara serbest zaman programları demektedir- okulu ziyaret eden din görevlileri çocuğunun din eğitimi almasını isteyen velilerin çocuklarına bu hizmeti sunmaktadırlar. 1980 Yılında New South Wales eyaletinin Eğitim Bakanlığı devlet okullarındaki din eğitimini incelemek üzere bir komisyon kurdu ve bu komisyon özel din eğitimi programlarının şartlarına uyulup uyulmadığına yakından baktı. Komitenin raporuna göre devlet kiliseyle olan ilişkilerinde sağlıklı bir tarafsızlık içerisindedir. Bu raporun vardığı iki ana sonuç vardır. Birincisi dini grupların okulların ulaşma kriterleri genişletilmelidir. Toplum tarafından kabul edilen bütün grupların dini bir karaktere sahip olduğu düşünülerek bütün dini grupların okullara ulaşması sağlanmalıdır.259 İkincisi özel dini eğitim programlarını seçen öğrencilere education)” verilmelidir.260 “amaçlı seküler eğitim (purposeful secular Bu politikalar dinler arasında ve dinler ile dinsizlik arasında devletin tarafsız olmasını güvence altına alacaktır. Kilise, Devlet ve Yarardışı Hizmet Organizasyonları Dini okullara kamu yardımının yapılması devletin dini refah organizasyonlarına yardım etmesi modelinin bir parçasını oluşturmaktadır.Hırıstıyan gruplar Avustralya tarihi boyunca hayır sektörünün büyük bölümüne hakim olmuşlardır. Ancak eğitim alanından başlamak üzere tarafsızlık politikasının bir 259 Discrimination and Religious Conviction, 339. sonucu olarak devlet Hırıstıyan olmayan hayır kurumlarına da kamusal yardımda bulunmaya başlamıştır.Kiliseler kolonyal Avustralya’da sosyal refahın temininde öncülük etmişlerdir.Özellikle Evanjelik Hırıstıyanlar hayır kurumlarının oluşmasına dini bir unsur katmışlardır. Bu organizasyonlar fakirlik, çocukların ihmal edilmesi ve evsizlik gibi problemleri gündeme getirmişlerdir.261 Ondokuzuncu yüzyılın başında hayır işlerini yönlendirmede devletin direkt olarak çok az katkısı vardı. Bundan dolayı bu organizasyonlar işsiz ve fakirlere yardım eden tek hayır kurumlarıydı.Bu hayır kurumlarını kiliseler ve zengin filantropistler finanse etmekle birlikte devlette hayır kurumlarına ciddi bir şekilde destek veriyordu.Kilise kurumlarının yoksulların dini reformasyonuna yönelik çalışmaları devlet tarafından memnuniyetle karşılanmaktaydı çünkü artan yoksul nüfusun sosyal kontrolü devletin çıkarına hizmet ediyordu.262 Yüzyılın başında ortaya çıkan reformist fikirler kilise temelli hayır organizasyonlarının değerini sorgulamaya başladı. Reformcular hayır hizmetlerinden yararlanmanın evrensel bir hak olduğunu ve ahlaki değerin seçiciliği fikrinden çok ihtiyaç temelinde desteklenmesini savunuyorlardı.Aynı zamanda 1890 ve 1930 yıllarında çıkan ekonomik krizler sonucunda hayır işlerine ihtiyaç duyanların sayısındaki patlama kilise kurumlarını hayır taleplerini karşılayamaz hale getirdi. Kademeli olarak devlet daha önce desteklediği hayır alanlarına daha çok el atmaya başladı. Temel gelir desteği, çocuk bakımı ve yaşlılık aylığı gibi reformcu fikirleri politika olarak adapte etti.1946 Yılında yapılan anayasa değişikliği Federal hükümetin sosyal refah alanındaki gücü konusundaki şüpheleri dağıttı. Bu anayasa değişikliğiyle hükümet sosyal refahın onbir önemli alanında düzenleme gücünü elde etti. Annelik ve aile yardımları, dul aylığı, çocuk bağışları, işsizlik ve hastalık yardımları bu onbir sosyal refah alanına dahil edilmiştir. 263 İkinci Dünya Savaşından sonra federal hükümet bütçe konusunda eyaletlere üstün hale geldi ve federal hükümetin vergi gelirlerini toplaması ve ulusal refah önceliklerini belirlemesi modeli doğmaya başladı. Ancak bu dönemde insani hizmetlerin çoğunu sağlayan eyalet hükümetleri ya da özel kurumlardı.264 Hükümet 260 Discrimination and Religious Conviction, 334. B.Dickey, No Charity There, Sydney : Allen and Unwin, 1989. 262 E.Windschuttle, ‘Women and the Origins of Colonial Philanthropy,’ içinde R.Kennedy, (Ed.), Australian Welfare History: Critical Essays, Melbourne : Macmillan, 1982, 10-31. 263 Australia’s Welfare 1993: Services and Assistance, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1993, Birinci Bölüm. 264 A.Graycar ve A.Jamrozik, How Australians Live: Social Policy in Theory and Practice, Melbourne : Macmillan, 1989, 115. 261 1960 ve 1970 yıllarında refah rolünü genişletti çünkü sağlık sigortasına, gelir dağılımına ve Aboriginal haklara olan kamu desteği çok büyümüştü.Özel refah organizasyonları (NGWOs) sosyal refah şebekesinin önemli bir parçası olmaya devam ettiler ancak onlar devlet yardımına daha çok bağımlı hale geldiler ve kademeli olarak yeni yeni doğmaya başlayan sosyal refah işinin normlarını adapte etmeye başladılar.Savaş sonrası yıllarda çok sayıda seküler nitelikli özel hayır kurumu ortaya çıktı ve bu kurumlar profesyonel sosyal iş modelini hayır faaliyetlerinde kullandılar. İlerleyen yıllarda organizasyonlar profesyonel sosyal uzmanları çalıştırdıkça ve Federal hükümetin refah önceliklerini benimsedikçe Hırıstıyan değerlerine dayanan kilise kurumları ortadan kalkmaya başladı.265 1970 ve 1980 yıllarında İngiltere ve Amerika’da refah sistemlerine yönelik muhafazakar eleştiri Avustralya politikasını da etkiledi. Kısa vadede yeni sağın refah devletine yönelik saldırılarından özel organizasyonlar yarar sağladılar çünkü onların sunduğu hizmetler devletin sunduklarından daha etkili, daha esnek ve daha düşük maliyetli olarak görülüyordu.Politika yapıcılar sosyal hizmetlerin özel organizasyonlara devrinin lehinde oldular. 1976-77 ve 1986-87 yılları arasında Avustralya hükümeti özel organizasyonlara olan desteğini iki katına çıkardı.Bir değerlendirmeye göre Avustralya’da sosyal refah hizmetlerinin yarısından fazlasını özel organizasyonlar sağlamaktadır.266 Özel refah sektörünün 1992-1993 yılları arasında yapmış olduğu harcamaların toplam tutarı 4.4. milyar dolardır. Hükümet özel organizasyonların genel harcamalarının yüzde altmışını (2.5 milyar dolar) karşılamıştır. Ancak büyük organizasyonlar küçüklere göre daha az devlet yardımına bağımlı kalmışlardır.267 Avustralya’nın refah politikası pragmatizminin bir yansımasıdır. Pragmatik nitelikli bu politika hükümetin hizmetlerde ekonomik etkinliği ve düşük maliyeti esas almasının bir sonucudur.Özel organizasyonlara devletin yapmış olduğu yardımın en tipik biçimi hizmet için harç ödenmesi şeklindedir.Organizasyonlar hükümetle belirli bir bedel karşılığında anlaşarak huzurevi gibi hizmetleri yerine getirmişlerdir.Hizmet programlarının kontrolünde olan bu muhafazakar model özel A.Nichols, ‘From Charity to Social Justice,’ içinde D.Harris, D.Hynd ve D.Millikan, (Ed.), The Shape of Belief: Christianity in Australia Today, Canberra : Lancer Books, 1982, 140-62. 266 M.Lyons, ‘Government and the Nonprofit Sector in Australia,’ içinde K.D.McCarthy, V.A.Hodgkinson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit Sector in the Global Community, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 254-77. 267 Charitable Organizations in Australia, Melbourne : Australian Government Publishing Service, 1995, Onikinci Bölüm. 265 organizasyonlar tarafından üretilen hizmetlerin sonuçları yoğunlaşmaktadır.Seküler kurumlar gibi dini organizasyonlar da ekonomisinin prensiplerini uygulamadıklarından sosyal sorumlu hizmetlere uygun olmuşlardır.Avustralya üzerinde serbest piyasa olarak uygulayıp Toplumsal Hizmetler Kurumuna göre- Birleşik Kilise refah kurumlarının en üst organı- “hizmetin kalitesi ekonomik etkinlikten ziyade insanların hayatları, iyi halleri ve toplumda kabul edilmeleriyle ilgili birşeydir.”268 Zihinsel sağlık ya da sakat insanlara verilen hizmetler konusunda pozitif müşteri memnuniyetini oluşturan şeylerin tartışmaya açık olduğu kaçınılmaz bir şeydir.Hükümetin etkin ve düşük maliyetli hizmetler üstüne yoğunlaşması özel bir kurumun sunduğu hizmetin nasıl değerlendirileceği sorusunu çözmemesine rağmen pragmatizm politikasının erdemi hizmetlerin nasıl ve kimlere sunulacağı konusunda hükümetin tarafsız kalmasını sağlamasıdır.Sosyal hizmetler konusunda analizler yapan ve hükümete önerilerde bulunan Endüstri komisyonunun başkanı Pollard fon düzenlemelerini şu şekilde tasvir etmektedir: “Fon ayırma David hedeflenen bir gruba hizmetlerin sunulması şeklinde bir anlaşma yapılmasını içermektedir. O hedeflenen gruba kilisenin hali hazırda hizmet götürüyor olmasi ihtimal dahilindedir.”269 Pollard’ın tavrı hükümetin kurumların sunduğu hizmet sayısına gösterdiği tavrın pragmatik bir yansımasıdır. Hükümet geniş kitlelere hizmetlerin sunulmasıyla ilgilenirken kimin o hizmetleri nasıl sağladığıyla pek ilgilenmemektedir. Pragmatizme ek olarak Avustralya sosyal refah politikasında plüralizm, tölerans ve idari tarafsızlık ilkeleride yeterince oturmuştur.Özel organizasyonların büyük bölümü dini kimliklerini korumaktadır. 1995 Yılında Endüstri Komisyonunun hayır sektörü konusunda yapmış olduğu araştırmaya göre en büyük elli özel hayır kurumundan yirmibirinin dini bağı tespit edilmiştir. Bu dini bağı olan organizasyonlar arasında Salvation Army, World Vision, Wesley Sydney Mission, Anglican Homes for Elderly, ve Baptist Commünity Services gibi kurumlar vardır. Binlerce küçük Müslüman, Yahudi ve Hırıstıyan hayır kurumu daha vardır. Dini etosun bu kurumların aktivitelerini ne dereceye kadar desteklediği büyük değişkenlik gösteren bir konudur. Orijinal dini misyonlarını kaybeden birçok hayır kurumu olmasına ‘Response to Draft Report: Charitable Organizations in Australia,’Community Services of Australia, tarihsiz . 269 David Pollard’la yapılan röportaj, Endüstri Komisyonu, 7.19.1995. 268 rağmen dini misyonlarını koruyan hayır kurumlarının sayısı da az değildir.Kendisini kilise olarak sunan Wesley Sydney Mission –Avustralya’nın beşinci büyük özel hayır organizasyonu- misyonunun İsa’nın İncilini bütün Avustralya’ya yaymak olarak deklare etmektedir.270 Hükümet dini ve dini olmayan hayır kurumlarına eşit derecede mali yardımda bulunmaktadır.Büyük dini kurumların gelirlerinin ortalama yüzde 48.4’ünü hükümet yardımı oluştururken bu oran dini olmayan organizasyonlar için yüzde 51.6’dır.271 Hükümet dini hayır kurumlarına yaptığı yardımların yanında onlara hizmetleri nasıl sunacakları konusunda da ciddi bir otonomi tanımaktadır. Dini kurumlar kimi çalıştıracaklarına tamamen kendileri karar vermektedir.Dini kurumların hepsi kendi dinlerinden olan insanları çalıştırmaya öncelik vermemesine rağmen çoğu kurum çalıştırdığı personelin dindaşı olmasına dikkat etmektedir.Katolik Sosyal Refah Komisyonundan Marilyn Webster şöyle demektedir: “Hizmet anlaşmaları personelin niteliklerini spesifik olarak belirlememektedir.Katolik kurumların çoğunda işe alma konusundaki standart uygulama Katolik sosyal refah şebekesi içerisinde yer almış olan kimseleri çalıştırmaktır.”272 World Vision, Salvation Army ve Wesley Sydney Mission gibi Hırıstıyan hayır kurumları kendi dindaşlarını çalıştırmaya öncelik veren kurumlar arasındadır.World Vision kurumunun Avustralya direktörü Philip Hunt kurumun bu personel politikasını şu şekilde meşrulaştırmaktadır: “World Vision organizasyonunun dini misyonunu korumasının tek yolu kurumun değerlerini benimseyen kişileri çalıştırmasıdır.” World Vision personeli için dini ayinler ve Kutsal Kitap çalışmalarıda düzenlemektedir. Bu dini faaliyetlere personalin katılması zorunlu olmamasına rağmen personelin büyük bir bölümünün onlara gönüllü olarak katıldığını Hunt not etmektedir.273 Yardım programlarının bir parçası olarak hayır kurumlarının dini hizmetler yapmasına izin verilmektedir. Salvation Army’nin Doğu Karargahı toplum hizmetleri sekreteri Ed Dawkins şöyle demektedir: “Güçlü bir manevi boyuta sahip olan uyuşturucu ve rehabilitasyon programımız vardır. Rehabilitasyon için boyutun hayati derecede önemli olduğuna inanıyoruz.”274 manevi Salvation Army müşterilerini programlarının dini unsurlarının farkına varması için çaba sarfetmesine Wesley Sydney Mission Response to the Industri Commission’s Draft Report on Charitable Organizations, Wesle Sydney Mission, tarihsiz. 271 Charitable Organizations in Australia, Appendix C. 272 Marilyn Webster ile yapılan röportaj, Katolik Sosyal Refah Komisyonu, 18 Temmuz 1995. 273 Philip Hunt ile yapılan röportaj, Avustralya World Vision direktörü, 21 Temmuz 1995. 270 rağmen kendi programlarına katılan Hırıstıyan olmayan kişilere karşı bir diskriminasyon tavrı içerisinde değildir.Dawkins yirmibeş yıllık sosyal hizmeti boyunca yapmış olduğu dini faaliyetlere kimsenin karışmadığını söylemektedir.275 Denizaşırı ülkelerde faaliyet gösteren yardım ve gelişme kurumlarının projelerindeki dini amaçlar için devletin parasını kullanmalarına izin verilmemesine rağmen dini değer ve pratikler bu organizasyonlardan çoğunun faaliyetlerinde önemli bir parça oluşturmaktadır. Kilise merkezli gelişme kurumlarıyla lokal kilise aracılığıyla kontak kurulmaktadır. World Vision dahil bu kurumların çoğu literatürlerinde evanjelizm ve gelişme arasındaki bağa sıklıkla vurgu yapmaktadırlar.276 Bazı hükümet programları dini organizasyonlardan sundukları hizmetlere eşitçe herkesin oryantasyonu ulaşabilmesini olan bir sosyal sağlamalarını hizmet şart isteyen koşmaktadır.Ancak dini müşterilerin dini kendi organizasyonlarını seçmelerinden dolayı kaynaklanan bir önyargı vardır.Cantacare – Katolik sosyal refah kurumları ulusal konseyi- direktörü Paul Tyrell Centacare’in müşterileri arasında din temelli bir diskriminasyon yapmamasına rağmen hükümetin Katolik bir kurum olarak müşterilerinin çoğunun Katolik olmasını anlayışla karşıladığını ifade etmektedir.Tyrell’a göre müşterilerinin yarısını Roma Katolikleri oluşturmakta olup kurumlarını müşterilerine genelde yerel kilise papazı tavsiye etmektedir. Biz bu veriyi David Pollard’a bildirdiğimizde o bize şunu ifade etmiştir: “Dini kurumların müşterilerinin kendi dindaşlarından olmasında endişe verici bir şey yoktur.”277 1970 Yılında sosyal hizmetlerin özel organizasyonlara devredilmesi Avustralya’ya yeni dini ve etnik grupların göç etmesi olayına rastlamıştı.Bu çok kültürlülük hükümetin plüralizme olan bağlılığını yeni bir testle yüzyüze bıraktı çünkü yeni göçmen grupları mevcut olarak hükümetin ve özel kurumların sunduğu hizmetler yerine kendi gruplarının sunduğu hizmetleri tercih etmekteydiler.Avustralya’daki Yahudi topluluğu hakkında yapılan bir araştırmaya göre Yahudi ebeveynlerin yüzde elliüçü çocukları için Yahudi çocuk bakım hizmetlerini tercih ederken yaşlı Yahudilerin yüzde seksenikisi Yahudi E.Dawkins-Salvation Army- ile yapılan röportaj, 31 Temmuz 1995. E.Dawkins –Salvation Army- ile yapılan röportaj, 31 Temmuz 1995. 276 L.Zivetz ve A.Ryan, ‘World Vision of Avustralya,’ içinde L.Zivetz, (Ed.), Doing Good in Australia, Sydney : Allen and Unwin, 1991, 267-80. 277 P.Tyrell –Centacare direktörü- ile yapılan röportaj, 26 Temmuz 1995. 274 275 huzurevlerinde kalmayı istemektedir.278 Aynı şey Müslüman ve Budistler içinde geçerlidir.Hükümet bu taleplere dini ve etnik organizasyonları kendi toplumlarına birinci dereceden hizmet sunan kurumlar olarak tanımakla karşılık verdi. Özel hayır kurumlarının çoğu etnik ve spesifik hizmetler sunmaya başlamıştır. Bu eğilim Endüstri Komisyonunun son raporunda desteklenmektedir: “Kültürel farklılıklar toplumun ihtiyaçlarının tamamen yeni bir yaklaşımla karşılanmasını gerekli kılmaktadır.”279 Hükümet dini ve etnik organizasyonların göçmenler arasında çok popüler olduğunun ve göçmen gruplarına en iyi onlar aracılığıyla ulaşılacağının farkındadır. Pollard’ın bize ifade ettiği gibi “İslami organizasyonlara hükümet yardım etmektedir çünkü ulaşmaktadır.”280 hükümetin hedeflediği gruplara en iyi biçimde onlar Bu yorum devletin çıkardışı özel organizasyonlara yardm etmesinde takip ettiği normun pragmatizm olduğunu bir kere daha yansıtmaktadır. Sonuç ve Gözlemler İki yüzyıllık tarihi boyunca Avustralya’nın kilise-devlet politikası dört model arasında gidip gelmiştir: resmi dini kurumsallık, çoğulcu kurumsallık, liberal seperasyonizm ve pragmatik plüralizm. Avustralya’da politika yapıcıları kendilerini asla bir modelle sınırlamamışlardır çünkü onlar zamana uygun model hangisiyse politik olarak onu adapte etmişlerdir. Avustralya’da teorik yaklaşımlardan çok politik ve pragmatik düşünceler kilise-devlet ilişkilerinde daha çok önemlidir. Avustralya’nın bu durumu tamamen Hollanda’ninkine çok ters düşmektedir çünkü Hollanda devletin tarafsızlığı ve plüralizm gibi önemli ilkeleri çok bilinçli olarak kilise-devlet politikasında uygulamıştır.Avustralya’nın kilise-devlet ilişkilerine dair uygulamaları pragmatik bir karaktere sahip olmasına rağmen Hollanda’nın konuyla ilgili yaklaşımına yakındır. İki ülkede birçok dini ve seküler inancı kapsayacak ve destekleyecek politikaları takip etmeye çalışmaktadır.Bu yüzden Avustralya’nın politikaları üçüncü modelimize daha uygun gelmektedir: Plüralizm. Devlet dini hayatın özel alanla sınırlı olmadığını kabul etmektedir ve dinin kamusal hayatın önemli bir parçası olduğunu tanımaktadır. Bundan dolayı devlet birçok farklı dini grubun eğitim, zihinsel sağlık ve sosyal yardım alanlarında yapmış oldukları faaliyetlere mali destek sağlamaktadır. Ayrıca devletin genel politikası diğer dini gruplara karşı spesifik bir dini grubun tarafında olmamaya ya da dini inançları 278 Goldlust, The Melbourne Jewish Community, xv-xvii. Charitable Organizations in Australia, 48. 280 David Pollard –Endüstri komisyonu- ile yapılan röportaj, 19 Temmuz 1995. 279 seküler perspektifler karşısında dezavantajlı konuma düşürmemeye dayanmamaktadır. Avustralya’nın pragmatik plüralizmi dini grupların özgürce dinlerini yaşama haklarını arttırmıştır. Avustralya’nın bu alandaki uygulaması çalışmamıza konu olan diğer ülkelerin uygulamalarından çok farklı değildir.Diğer ülkeler gibi Avustralya’da dini hakların ne kadar genişletilebileceği sorusu ile cedelleşmektedir çünkü Avustralya’nın dini fikirlerin özgürce ifade edilmesini mümkün kılan tarafsızlık, uyuşma, tölerans ve kapsayıcı olma değerlerine kültürel bağlılığı vardır. Ancak Avustralya yaklaşımında problem olan şey devletin garantisini yargı kararları ya da dini özgürlük konusundaki düzenlemeleri ile güçlendirmemiş olmasıdır.Avustralya Yüksek Mahkemesi Anayasanın 116. Kısmını çok dar olarak yorumlamaktadır ve federal yasa dini diskriminasyonu spesifik olarak yasaklayan herhangi bir bulunmamaktadır.Bize göre spesifik olarak dini diskriminasyonu yasaklayan bir yasanın olmaması önemli bir eksikliktir. Bunun eksiklik olarak görülmesinin nedeni Avustralya’da yaygın olarak dini diskriminasyonun olması şeklinde bir şey değildir çünkü Avustralya’da çok yaygın bir dini diskriminasyon yoktur. Böyle bir yasanın olmayışının grupların dini özgürlüklerini eksiklik olarak görülmesinin nedeni dini nereye kadar kullanabileceklerini gösteren resmi nitelikte klavuz bir belgenin olmamasıdır. Pragmatizm devletin dini okullara ve çıkar dışı dini hayır organizasyonlarına yardım etmesine neden olmuştur.1960 ve 1970 yılları arasında devletin dini okullara yardım etmesinin pragmatik ve politik bir nedeni vardı.İki büyük politik parti dini okullara yardım etmekle Katolik desteğini arkalarına almayı umuyorlardı. Benzer bir şekilde hizmetlerin daha düşük maliyetle karşılanması şeklindeki pragmatik yaklaşım hükümetin sosyal hizmetleri 1970 ve 1980 yıllarında hayır kurumlarına devretmesine neden olmuştur.Devlet çok kültürlü hale geldikçe dini temelli eğitime ve hizmetlere olan talep artış göstermiştir.Avustralya Müslümanlar gibi yeni dini grupları başarılı bir şekilde entegre etmiştir ve onlara farklılıklarını kamusal yardım gören organizasyonlar aracılığıyla ifade etmelerine izin vermiştir.Bu devletin pratik düzeyde farklılığı ve plüralizmi teşvik ettiğini göstermektedir.Avustralya bu politikaları çalışmamıza konu olan ülkelerde dinle ilgili meydana gelen tartışmalara meydan vermeden uygulamıştır. Bu çok etkileyici bir başarıdır. Avustralya’lı politika yapıcıları kendi kilise-devlet politikalarının normatif implikasyonlarını pek hesaba katmamaktadırlar. Devletin korumak zorunda olduğu pozitif bir hak olarak dini özgürlüğe pek atıfta bulunulmamaktadır.Ancak Avustralya’nın pragmatik plüralizmi kapalı bir şekilde devletin tarafsızlığı kilise-devlet konularında idealini gerçekleştirmiş gözükmektedir. Pratikte Avustralya politikası bir dini diğerlerine karşı korumadığı gibi dini ve dindışı perspektifler arasında da ayırım yapmamaktadır. BEŞİNCİ BÖLÜM İNGİLTERE: YARI RESMİ KURUMSALLIK Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında resmi bir kilise kurumuna sahip tek ülke İngiltere’dir.Anglikan Kilisesi onaltıncı yüzyılın yarısından bu yana İngiltere’de resmi kilise statüsündedir. O zamandan beri kilisenin politik güç ve imtiyazlarına ilerici bir ruh hakim olmasına rağmen resmi bir kurum olarak kilisenin varolması önemli bir realitedir. Kısmi kurumsallık olarak terimlendirdiğimiz kilisedevlet modeli İngiltere’de kilise-devlet işlerinin çözüm yapısını meydana getirmektedir. Bu modelde önemli olan şey dinin olduğunun kabul edilmesi ve bir kamusal fonksiyonunun bu yüzden devlet ve dinin ortak amaçları gerçekleştirmek için dayanışma halinde bulunmasının uygun olarak görülmesidir. Bu bölüm İngiliz politik kurumlarının ve dini hayatının kısa bir tasviriyle başlamaktadır.Ardından İngiliz dini kurumuna tarihsel olarak bakılacaktır. Bu kısımdan sonra bu kilise-devlet modelinin serbest uygulama konularına, sorunlarına, eğitim ve çıkardışı organizasyonlarla ilgili kurumsallık konularına İngiliz yaklaşımını nasıl şekillendirdiği üzerinde durulacaktır. Son kısımda yapmış olduğumuz gözlemler ifade edilecektir Ulus Büyük Britanya İngiltere, İskoçya ve Galler’den oluşmaktadır.Birleşik Krallık bu ülkelere ek olarak Kuzey İrlanda’yıda içermektedir.Bu bölüm sadece İngiltere üzerinde yoğunlaşacatır çünkü İngiltere arasında kırksekiz milyon nüfusuyla bu ülkeler nüfus ve yüzölçümü açısından en büyük olanıdır.281 İngiliz politik kültürünü pragmatizm karakterize etmektedir çünkü bu kültürün oryantasyonu soyut teoriden çok neyin işe yaradığına yöneliktir.Bu açıdan İngiltere Avustralya gibidir.İngliz tarihindeki değişimlerin devrimci bir biçim yerine kademeli olarak gerçekleşmesi bu pratik oryantasyonun bir ürünüdür.Onüçüncü yüzyılda Büyük 1991 Yılında Birleşik Krallığın toplam nüfusu 57.5 milyondu (İngiltere 48 milyon, İskoçya 5 milyon, Galler 3 milyon, Kuzey İrlanda 1.5 milyon).Aksi belirtilmedikçe ifade edilen oranlar sadece İngiltere için geçerlidir. 281 Buyruğ’u (Magna Charta) imzalamakla sınırlı temsili demokrasiye geçen İngiltere tam katılımcı demokrasiye geçişini kademeli olarak ondokuzuncu yüzyılın sonunda tamamlamıştır.Günümüzde İngiltere iki yasama organına dayanan parlementer idare biçimine sahiptir. Üyeleri seçimle belirlenen 650 kişilik Avam Kamarası politik açıdan çok güçlüdür.Hükümetin başında olan Başbakanı Avam Kamarası seçmektedir.Lordlar Kamarası 1100 kişiden meydana gelmiş olup üyeleri seçimle belirlenmemektedir. Lordlar Kamarası’nın üyeleri ya doğuştan dolayı bu hakka sahip olmakta ya da Kraliyet tarafından atanmakta ya da pozisyonuna göre belirlenmektedir. Resmi olarak yasaların başbakan ve iki kamaradan geçmesi zorunlu olmasına rağmen Lordlar Kamarasının bir hükümet düzenlemesini geri çevirme gücü yoktur. Onların rolleri yapılan düzenleme hakkında tartışma yapmakla sınırlıdır.282 Çalışmamıza konu olan diğer ülkelerin aksine İngiltere’nin yazılı bir anayasası –-yazılı anayasa maddelerinin kilise-devlet konularına çok etkisi olmaktdıryoktur. Yazılı olmayan İngiliz anayasasına göre hukukun üstünlüğü, sınırlı bir monarşi altında parlementonun parlementer idare sistemi, politik sistemin bütünlüğü ve egemenliği en önemli prensiplerdir.Dini haklar özgürlüklerin hiçbiri dahil temel anayasal emir ya da haklar düzenlemesi bağlamında ifade edilmemesine rağmen demokratik toplumun ve parlementonun kapasitesi ortak değerleri korumaya büyük ölçüde yeterli olmaktadır. İngiltere’deki en büyük dini gruplar Anglikanlar (% 37), Roma Katolikleri (%11) ve Metodistlerdir (% 4).Ancak yirminci yüzyıl boyunca din önemini büyük ölçüde kaybetmiştir.Aktif kilise üyeliği ve katılımı açısından (haftada bir ya da daha fazla) İngilter çalışmamızda en seküler ülke olarak gözükmektedir.1970 Yılında İngiltere’de aktif kilise üyeliği yüzde yirmi iken bu oran 1990 yılında yüzde onbire düşmüştür. Bu oran Galler’de çok az yüksekken İskoçya ve Kuzey İrlanda’da ciddi derecede yüksektir.Geçen yirmi yıl içerisinde Anglikan, Roma Katolik, Metodist ve İskoç Presbiteryan kiliseleri ciddi derecede üye kaybına uğramışlardır.Geçen yıllarda büyüme kaydeden Hırıstıyan kiliseler bağımsız Evanjelik ve Pentecostal kiliseleridir.Fakat bu kiliseler 600.000 gibi çok küçük bir üye sayısına sahiptirler.Anglikan Kilisesi 1.5 milyon aktif üyesiyle İngiltere’nin en büyük kilisesidir. Onu 1.3 milyon üyesiyle Roma Katolik ve 400.000 üyesiyle Metodist 282 İngiliz siyasi sistemi için bkz.: P.Norton, The British Polity, New York : Longman, 1991. kilisesi takip etmektedir.283 İngiliz nüfusunun çoğu nominal olarak Hırıstıyan, Tanrı’ya inanan ve dini uygulayan Anglikanlar olduklarını idda etmelerine rağmen İngiliz halkının büyük bölümü dini açıdan aktif değildir.Son olarak yapılan bir araştırmaya göre İngiliz nüfusunun yüzde ellibeşi kendilerini dindar kişiler olarak görmekte iken nüfusun yüzde elliyedisi cennete inandığını söylemektedir. Nüfusun yarısı Anglikan Kilisesinde vaftiz edildiğini ifade etmiştir.284 Hırıstıyanlık dışındaki dini grupların en büyüklerini Müslümanlar, Sihler ve Yahudiler meydana getirmektedir.Şu anda İngiltere’de birmilyon Müslüman bulunmaktadır (bu ülke nüfusunun yüzde ikisini oluşturmaktadır).Ancak aktif dini üyelik açısından Müslümanlar Anglikan ve Roma Katoliklerinden sonra üçüncü büyük din grubunu oluşturmaktadırlar.İngiltere’de yaklaşık olarak 500.000 Sih ve 300.000 Yahudi’nin olduğu tahmin edilmektedir.Büyük bir kesim hiçbir dini inanca sahip değildir.1992 Yılında yapılan bir araştırmada kendisinin inanmış Ateist olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde dört iken hiçbir sepesifik dine inanmadığını söyleyenlerin oranı yüzde otuzdörttür.285 Anglikan Kilisesi daha önce ‘dua eden Muhafazakar Parti’ olarak tasvir ediliyordu.Bu tasvir iki kurum arasında tarihsel olarak varolan güçlü politik ittifakı göstermektedir. 1992 Yılında Muhafazakar Parti üyeleri arasında yapılan bir araştırmaya göre parti ve kilise arasındaki ilişkinin hala güçlü olarak varolduğu ortaya konmuştur. Parti üyelerinin yüzde yetmişi düzenli olarak kilise ibadetine katıldığını iddia etmiştir.286 Öte yandan Muhafazakar Parti’ye Anglikan ruhban sınıfı ve avamdan gelen destek gerileme içerisindedir.Anglikan Kilisesi Genel Meclisinin (General Synod of the Church of England) beşyüz üyesi arasında yapılan bir araştırmaya göre üyelerin sadece dörtte biri 1992 seçiminde Muhafazakar Parti’ye oy vermiştir. Muhafazakar Parti’ye avam kesiminden gelen yüzde ellibirlik destek 1983 yılında yüzde kırkdörde düşmüştür.287 Kuzey İrlanda hariç bütün Britanya’da din önemini kaybetmiştir. Dinin yerine sosyal sınıf İngiltere’de politik ayrılığın en önemli noktası haline gelmiştir.İngiliz Parti sistemi sınıfın önemini yansıtmaktadır çünkü İşçi Partisi çalışan sınıfın desteğine dayanırken Muhafazakar Parti orta sınıflardan destek 283 P.Brierley ve D.Longley, United Kingdom Christian Handbook 1992-93, Londra : MARC Europe, 1993. 284 The Public Perspective, 1995, 25. 285 British Social Attitudes: Cumulative Sourcebook, Brookfield, Vt.: Gower, 1992. 286 P.Whiteley, P.Seyd ve J.Richardson, True Blues: The Politics of the Conservative Party, Oxford : Clarendon Press, 1994. 287 R.Gledhill, ‘Church Turns into Liberal Democrats at Prayer,’ The Times, 14 Şubat 1996. görmektedir.İngiltere büyük ölçüde beyaz ve İngilizce konuşan bir nüfusa sahip olmasına rağmen nüfus yapısı tamamen homojen değildir.Beyaz olmayan nüfus son yıllarda büyük bir artış göstermiş olup toplam nüfus içerisindeki oranı şu anda yüzde beşe dayanmış bulunmaktadır. Bu farklılaşmalar etnik ve ırksal gerilimlere neden olmaktadır. Etnik ve ırksal gerilimler özellikle beyaz olmayan nüfusun yoğun olarak yerleştiği şehir yerleşim bölgelerinde meydana gelmektedir. İngiltere’nin dini farklılığına ve sekülarizmi üzerinde sonra duracağız. Şu an için İngiltere’de mevcut kilise-din ilişkisini şekillendiren modelin tarihsel güçlerini anlamak daha önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Tarihsel Arkaplan Papa Clement VII İngiliz kralı Henry VIII’ye Aragon’lu Catherine’den boşanma izni vermeyince o Anne Boleyn’le evlenerek Roma Katolik Kilisesinden koptu ve Anglikan Kilise’sinin politik kontrolünü eline aldı. İngiliz Protestan Kilisesinin resmi kuruluşu Elizabeth I döneminde 1559 yılında yapılan İkinci Üstünlük Düzenlemesiyle (Second Act of Supremacy) gerçekleşmiştir.Kurulduğu ilk günden itibaren Anglikan Kilisesi yaptığı atamalarda ve mali kaynaklarını yönetmede geniş bir özerkliğe sahip olmuştur.Kilise ve devlet arasındaki yakın ilişki iki kurumunda ortak politik ve dini amaçlar için çalışmasına neden olmuştur. Richard Hooker’in idealine göre –Richard Hooker onaltıncı yüzyılda Anglikan Kilisesinin resmi kilise olmasını savunan birisidir- kilise üyeliğiyle politik toplumun üyeliği birleşmeliydi böylece devletin seküler amaçları ve kilisenin kutsal amaçları arasındaki parçalanma ortadan kalkacaktı. Hooker böylece bu politik düzenleme için gerekli olan teolojik meşrulaştırmayı sağlamış oluyordu. Hooker kilisenin sivil topluma karşı pozitif bir yükümlülüğü olduğuna ve devletin kilise içerisinde yer almasının değerine inanıyordu. Hukuki açıdan bu devlet destekli dinin farklı dini fikirlere sahip kişiler üzerine değişik kısıtlamaları dayatması anlamına geliyordu.288 1661 Tarihli Korporasyon düzenlemesi ve 1673 tarihli Test düzenlemesi Roma Katoliklerini ve konformist olmayan Protestanları politik işlere katılmaktan dışlıyordu. Dini plüralizm ve dini gruplar arasında –Anglikanlar, Roma Katolikleri ve konformist olmayan Protestanlar- meydana gelen yoğun gerginlikler Hooker’in organik vizyonunu devam ettirmeyi zor hale getiriyordu.Örneğin 1707 Yılında İskoçya ile yapılan birleşme anlaşması İskoç Presbiteryan Kilisesinin kurulmasına izin veriyordu. Dini huzursuzluğun bütün Büyük Britanya’ya yayılması üzerine devlet 1689 yılında geçirdiği Tölerans Aktiyle Protestan gruplara isteksiz bir şekilde ibadet etme özgürlüğü hakkı tanıdı. Tölerans Akti konformist olmayan Protestanlar üzerindeki ibadet için toplanma ve uygulama konusundaki kısıtlamaları kaldırmasına rağmen Test ve Korporasyon Akitleri oldukları gibi devam etmişlerdirir.Devlet ancak ondokuzuncu yüzyılda farklı dini düşüncelere getirilen kısıtlamaların çoğunu kaldırmıştır. Konformist olmayan Protestanlar ve Katolikler 1824 ve 1829 yıllarında politik özgürlüklerini kazanırken Yahudiler 1858 yılında parlemento üyesi olma hakkını elde etmişlerdir. Parlemento üniversiteye giriş için yapılan dini test sınavlarını 1871 yılında kaldırmıştır. 1920 Yılında Galler Kilisesi’nin resmi statüsüne son verilmiştir.289 Anglikan Kilisesi yapılan bu reformları destekleyen bir güç olmadı. Bilakis Anglikan Kilisesi Lordlar Kamarasındaki gücünü kullanarak dini kısıtlamaları kaldıran değişik düzenlemelerin geçmesini engellemeye kalkıştı. Kilise reformların idareyi Hırıstıyansızlaştırmasından ve ülkenin dinini tehlikeye sokmasından korkuyordu. Reformlar kilise-devlet ayrılığına dayanan liberal bir politik felsefenin sinyallerini vermiyordu. Sosyal ve dini plüralizm çok politize olmuş dini çatışma konusunda devleti daha liberal bir politika izlemeye zorladı. Steve Bruce ve Chris Wright şöyle demektedir: “Dini kültürün parçalanması bir araya getirilemeyecek hale geldiyse ve dini ortodoksiyi desteklemenin bedelinin büyük olduğu durumlarda devlete etkin bir devlet dininin olmayacağının farkına varmaktan başka bir şey kalmamaktadır.”290 Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsünün ortadan kaldırılması içinde bir takım çabalar vardı. Devlet Kilisesi Karşıtlığı Derneği (The Anti-State-Church Association) 1844 yılından kurulurken Özgürlük Topluluğu (the Liberation Society) 1853 yılında kuruldu. Bu iki topluluk kilisenin resmisizleştirilmesi hareketinin öncülüğünü yapıyorlardı. Ancak bu dönemde bu hareketin etkin politik ve elit desteği yoktu.Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsüne en büyük meydan okumanın dindar özgürlükçülerden çok Anglikan Kilisesi içindeki Katolik (Anglo-Katolik) ve Hooker’ın etkisi için bkz.: P.Cornwell, Church and Nation, Oxford : Basil Blackwell, 1983, Birinci Bölüm. 289 Bu dönemin iyi bir analizi için bkz.: J.Madeley, ‘Politics and the Pulpit: The Case of Protestant Europe,’ West European Politics, 1982, 149-71. 288 Evanjelik kanattan gelmesi bir ironidir.Her iki tarafda resmi din kurumuna karşı değildi; her iki fraksiyonda devletin zorlayıcı gücünü tek doğru dinin yayılması için kullanmasını istiyordu. Ondokuzuncu yüzyılda devlet kilisesini ele geçiremeyeceklerini anlayan Anglo-Katolikler devletle bütünleşmiş bir kiliseye sahip olmanın hikmetini sorgulamaya başladılar.291 Ondokuzuncu yüzyılda Anglikan Kilisesi ve diğer konformist olmayan kiliseler arasındaki çekişme parti politikalarına da sıçradı. Liberal Parti dini gruplar arasında devletin tarafsızlığını savundu ve konformist olmayan grupların büyük desteğini aldı. Ondokuzuncu yüzyılın seçim modelleri konusunda önemli bir çalışma yapan Kenneth Wald konformist olmayan Protestanlığın bu dönemde Liberal Parti için en büyük destek kaynağı olduğunu not etmektedir.292 Öte yandan Muhafazakar Parti resmi kilise statüsünü savundu ve Anglikan oyların büyük bölümünü aldı. Bu dönemde İngiliz politikasındaki dini bölünmeyi kristalize eden konu eğitim konusudur. Anglikan okulları sayıca çok olmalarına rağmen ondokuzuncu yüzyılda bütün büyük kiliseler kendi okullarını kurup çocuklara kendi inançları doğrultusunda eğitim vermeye başlamışlardı.1870 Yılında yapılan Eğitim Aktine –bu düzenleme vergilerle desteklenen ve yerel yönetimlerin kontrolünde olan okullar yaratmıştırkadar devletin eğitimdeki rolü çok azdı.Hükümet yapılacak devlet yardımıyla dini okulların üyelerine eğitim olanağı sunacağını öngörüyordu. Devletin görevi kiliselerin eğitime olan büyük talebi karşılayamaması durumunda ortaya çıkacak boşlukları doldurmaktı.Devlet okulları mezhepler üstü bir dini eğitim veriyordu. Fakat dini eğitimin müfredatında Hırıstıyanlık kilise okullarına göre daha az yer alıyordu.293 Özgürlükçü Protestanlar ve Liberal Parti eğitim düzenlemesine iki temelde karşı çıktılar.Birincisi dindar voluntarist olan bazı Liberaller dini organizasyonlara devlet yardımı yapılmasına karşı çıktılar çünkü bunun kilisenin otonomisinden taviz vermek anlamına geldiğini hissettiler. Ayrıca onlar kamusal eğitimin kilise ve Anglikan kontrolünden bağımsız olması gerektiğini iddia ettiler. Aydınlanma liberalizminin hamurunda yoğrulan etkilerden tamamen arınmış Liberal Partinin daha radikal unsurları dini seküler bir devlet eğitim sistemini talep S.Bruce ve C.Wright, ‘Law, Social Change and Religious Toleration,’ Journal of Church and State, 37, 1995, 110. 291 K.H.Smith, Evangelicals in the Church of England, Edinburgh : T & T Clark, 1988. 292 K.D.Wald, Crosses on the Ballot, Princeton : Princeton University Press, 1983. 290 etmekteydiler.İkincisi Protestanların çoğu Roma Katoliklerine karşıydı ve devlet parasının doğru olmayan bir dine gitmesini istemiyorlardı. Öte yandan düzenlemeyi Muhafazakarlar ve Anglikanlar beraber savundular ve onlar bu düzenlemenin hem kilise hem devlet için en iyi sonuçları gerçekleştireceğine inanmaktaydılar. Düzenleme daha çok çocuğun temel eğitim almasını olanaklı kılmasına rağmen o devletin varolan kilise okullarına –bu okulların çoğu Anglikanlara aittir- yardım etmesine hala izin vermekteydi. Ayrıca Anglikanlar devlet destekli okullarda dini eğitim yapılmasının bütün ulusa yarar getireceğine inanıyorlardı. Bu zihinsel yapıya göre dini eğitim ulusun çocuklarına ortak bir Hırıstıyanlık ahlakının temelini sunabilirdi. Düzenleme yasalaştı ama eğitim konusu gelecek otuz yıl boyunca dini tarafları bölmeye devam etti.294 Farklı dini görüşlere sahip kişiler üzerindeki ondokuzuncu yüzyılda İngiliz toplumunun sınırlamaların gevşetilmesi hızla sekülerleştiği bir zamana denk geliyordu. Bu durum yirminci yüzyılın başında dini tartışmaların depolitize olmasına yardım etti. Yeni doğan İşçi Partisinin kökleri özgürlükçü kiliselerde atılmıştı ama İşçi Partisi yirminci yüzyıl ilerledikçe sosyalist ideolojiyle daha yakınlaşma içerisine girdi. 1920 Yılında İşçi Partisi Liberal Partinin yerine geçip iki büyük partiden biri olunca dini konuların yerine sosyal sınıf konuları politik alana hakim olmaya başladı.295 Bu dönemde diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de kiliselerin politikadan atılması onların yokluğunu belirgin derecede hissettiriyordu.Michael Fogarty’nin not ettiği gibi İngiliz kiliseleri kendileri üzerinde devletin ya da sekteryan liberalizmin üstünlük kurması gibi bir meydan okumayla yüz yüze gelmemişlerdir.296 Aydınlanmacı liberalizmden bir tehdidin gelmemesi kiliselerin sahip olduğu güçle açıklanamaz. Bu durum ancak kiliselerin politik açıdan önemsiz olmasıyla açıklanabilir.Çünkü devlet din konularıyla ne düşmanca ne de çok yakın olarak ilgilenmekteydi. Bundan dolayı İngiltere’de asla bir Demokratik Hırıstıyan hareketi gelişmemiştir. Böyle bir tehlike olmadığı için –sosyalist İşçi Partisi bile dine düşman olmaktan çok ona karşı sadece ilgisizdi- kiliseler Hollanda’da olduğu gibi kendilerini korumak için politik bir Hırıstıyan parti ya da başka sosyal organizasyonlar kurma yoluna gitmemişlerdir. Bu yasa hakkında yapılan bir çalışma için bkz.: D.Beales, From Castleragh to Gladstone: 18151885, New York : Norton, 1969, Ondokuzuncu Bölüm. 294 D.W.Bebbington, Evangelicalism in Modern Britain, Londra : Unwin Hyman, 1989, Dördüncü Bölüm. 295 S.Beer, Modern British Politics, Londra : Faber & Faber, 1969, İkinci Bölüm. 293 Hukuken olmasa bile pratikte Anglikan Kilisesi ondokuzuncu yüzyıl mezhep düşmanlıklarından doğmuştur. Yirminci yüzyılın başları ise Hooker’in ikiyüz yıl önce öngördüğü idealden çok farklı bir şeydi.Amerika ve Avustralya’nın aksine Anglikan Kilisesi İngiltere’de resmi kilise olma statüsünü korudu ve bu resmi kurumun doğası radikal olarak değişti. Parlemento kilise organları üzerindeki kontrolünden vazgeçtikçe kilise ve devlet arasındaki resmi bağlar gevşemeye başladı. Kilisenin sosyal ve politik rolü kaybolmaya ve törensel bir nitelik kazanmaya başladı.Hooker’ın modelinin aksine Anglikan Kilisesi kendisini ulusal kültürel normları koruyan ve sivil toplumun dini bir organı olarak çalışan tamamlayıcı bir ulusal kurum olarak görmeye başladı.Din sosyal açıdan daha az önemli hale geldikçe Anglikan Kilisesi daha ekümenik ve plüralizmi kabul eden bir pozisyona geldi. Sonuç olarak hem kilise hem devlet diğer dini grupların devlet tarafından tanınmasını destekledi ve yirminci yüzyılda politik dini tartışmaların İngiliz politikasından kaybolmasına neden oldu. Kilise politik bir rol için bastırmaya devam etti fakat ulusal konularda mezhepsel bir görüşten çok ekümenik nitelikte olan bir Hırıstıyan yaklaşımını benimsedi. 1944 Tarihli Eğitim Akti etrafındaki tartışmalar İngiltere’de dinin değişen rolünü ortaya koymaktadır.Ondokuzuncu yüzyılın sonunda Anglikan Kilisesi ve diğer Hırıstıyan gruplar eğitim konusunda birbiriyle kavgalıydılar. Ancak 1944 yılında kiliseler arası düşmanlıklar en aza indirgendi ve kiliseler okullarının ayrıcalıklı pozisyonunu korumak için güçlü bir politik koalisyon kurdular.Anglikan ve Katolikler –özel dini okulların çoğu bunlara aitti- dini gruplara ait okulların devlet yardım alması gerektiğini savundular çünkü kilise okulları kamu yararını temin etmelerinin yanında anne-babalara çocuklarının eğitimini yönlendirme hakkı da sağlamaktaydı. Bu dini grupların politik gücünün farkında olan politika yapıcıları dini eğitimin kamu yararına uygun olduğu görüşünü paylaşıyorlardı ve bütün kilise okullarının giderlerini finanse ediyorlardı.Eğitim Akdi devlet okulları ve dini okullar şeklinde ikili bir sistem yaratmıştı.Devlet ve dini okullar İngiliz çocuklarını eğitme sorumluluğunu ortak olarak paylaşıyorlardı.297 Ayrıca Eğitim yasası devlet okullarında dini eğitimin verilmesini şart koşuyordu ve okullar her gün toplu ibadetle eğitime başlıyordu. Eğitim Yasasına göre yerel yöneticilere dini eğitimin nasıl verileceği konusunda danışmanlık yapmak üzere 296 M.Fogarty, ‘The Churches and Public Policy in Britain,’ Political Quarterly, 63, 1992, 302. Dini Eğitim Danışma Konseyi (Standing Advisory Council for Religious Education – SACRE-) kuruldu.Bu konsey Anglikan Kilisesinden, diğer Hırıstıyan gruplardan öğretmen sendikalarından ve yerel oluşuyordu.Kısacası mevcut kiliselerin hepsi yönetimlerden gelen temsilcilerden devlet okullarındaki dini eğitimin müfredatının belirlenmesinde ciddi bir etkinliğe sahiptiler. Ancak Eğitim Yasası devlet okullarında dar bir mezhep öğretiminin yapılmasını yasaklıyordu. Çünkü dini eğitimin amacı geniş kapsamlı bir Hırıstıyan perspektifini öğrencilere vermekti. Ebeveyn ve öğrencilere dini eğitim ve ibadete katılmama seçeneği tanınıyordu fakat diğer inançlara göre dini eğitim verilmesi yasaklanıyordu.298 Politika yapıcılar kilise liderlerini tatmin etmekten çok dini eğitimin devletin amaçlarını destekleyecek şekilde dizaynını sağlamışlardı.Yasa çıktıktan sonra dini eğitimin İngiliz çocuklarına bir amaç birliği sağlayacağı şeklinde iyimser bir beklenti vardı.Çocukların İngiliz toplumunun hakim değer ve inançlarına –bu değerler ve inançlar Hırıstıyan değer ve inançlarıydı- göre büyümeleri umut ediliyordu. Alan Storkey’in ifadesiyle “dini eğitim dinin genel sivil tanımının bir parçası haline gelmişti.Ulusal mirasın bir parçası olarak Hırıstıyanlık inancının kamusal ve kültürel bir rol oynayacağı düşünülüyordu.”299 Devlet okullarında dini eğitimin verilmesi Anglikan Kilisesinin resmi statüsü konusunda varolan kültürel konsensüs ile uyum içindeydi.Her iki durumda da politik elitler İngiliz kültürü, toplumu ve tarihi üzerinde önemli bir etki bırakmış olan Hırıstıyanlığın toplumun moral değerlerinin şekillenmesinde faydalı bir rol oynamaya devam edeceğine inanıyorlardı. Çalışmamıza konu olan beş ülke arasında sadece İngiltere’nin resmi kilise modelinde devlet konsensüsel dini değerlerin geliştirilmesini desteklemektedir.Resmi kilise devletle beraber ortak değerleri geliştirme rolünü daha çok üstlenmiş gözükmektedir. Kilise bu rolüne son dönemde ekümenizm ve plüralizm açısından yaklaşmaktadır.Toplumu birbirine bağlayan normları İngiliz çocuklarına öğreterek moral bir çerçeve oluşturma ihtiyacını karşılamak için din eğitimi uygun araç olarak gözükmekte ve Anglikan Kilisesine biçilen rolle uyum göstermektedir. Ancak dini farklılığın ve sekülerizasyonun çatışmaya sebeb olabileceği ve bu sivil din modeline meydan okuyacağı ya da dindarların kamu hayatında dine biçilen utiliteryan konuma itiraz edecekleri pek hesap edilmiyordu.Yirminci yüzyılın B.O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, Londra : Falmer Press, 1986. P.Mitchell, ‘Protestanism and Educational Provision,’ içinde W.Tulasiewicz ve C.Y.To, (Ed.), World Religions and Educational Practices, Londra : Cassell, 1993, 125-43. 297 298 sonlarında meydana gelen değişmeler bu öngörülere meydan okumaya başladı ve devlet okullarında dinin yerinin sorgulanmasına neden oldu. Ancak şimdi bu tartışmalar üzerinde durmaktan çok Anglikan Kilisesinin yasal rolü üzerinde duracağız. Bu kilisenin resmi statüsü kilise-devlet konularının çözümünü etkilemeye devam etmektedir. İngiltere’nin Kısmi Resmi Kurumsallığı Ondokuzuncu yüzyılın sonunda kaybetti Anglikan Kilisesi imtiyazlarının çoğunu ancak İngiltere’nin resmi kilise kurumu ile ilgili legal ve kültürel implikasyonlar kalmaya devam etti. Avrupa topluluğundaki bazı kiliselerin aksine Anglikan Kilisesi devletten direkt yardım almamaktadır ancak birçok açıdan kilise ve devlet arasındaki bağlar daha yakın gözükmektedir. Anglikan Kilisesi sadece İngiltere’de resmi kilisedir. Britanya’nın hepsinde bu statüye sahip değildir. İskoç Presbiteryan Kilisesi 1707 yılından beri İskoçya’da resmi kilise statüsündedir ve Galler Kilisenin resmi statüsü 1920 yılında ortadan kaldırılmıştır.300 Kilisenin başı monark olup onun Katolik olması ya da bir Katolikle evlenmesi hala mümkün değildir. Kilise tahta çıkma törenini düzenlemekte ve dua ya da dini ritüellerin gerektiği devlet işlerinde bunları yerine getirmektedir. Tarihsel açıdan bakıldığında Parlemento ve Anglikan Kilisesi resmi bağlar arasındaki büyük ölçüde ortadan kalkmış gözükmektedir ama mukayeseli bir perspektifden bakıldığında kilise hayatında hükümetin hatırı sayılır bir rolü olduğu görülecektir.Resmi bir kilise olarak Anglikan kilisesi hukuku İngiliz hukuk sisteminin bir parçasıdır ve yirminci yüzyılın başına kadar yapılan yasama faaliyeti Anglikan kilisesini etkilemekteydi. 1919 Yılında çıkarılan bir yasa ile (Enabling Act) Kilise genel meclisi (general synod) litürji ve doktrinde değişiklik yapma otoritesine sahip olmasına rağmen Parlementonun teknik olarak kilise hukukunun bazı konularındaki sorumluluğu devam etmekte ve parlemento kilise genel meclisinin yaptığı bir düzenlemeyi reddedebilmektedir (böyle bir durum nadir olarak meydana gelmektedir). Ayrıca monark başbakanın görüşünü alarak başpsikoposları ve psikoposları atama gücüne sahip bulunmaktadır. Ancak bu atamalar kilisenin gösterdiği adaylar arasında yapılmaktadır.Çalışmamıza konu olan ülkelerin hiçbirinde devlet ve kilise arasındaki resmi bağlar İngiltere’deki gibi güçlü değildir ve 299 A.Storkey, ‘The Case for Christian Schools,’ Spectrum 16, 1983, 4-14. bu ülkelerde devletin varolan kiliseler üzerinde böyle bir otoriteye sahip olmasını hayal etmek bile imkansızdır.301 Kilise özellikle Lordlar Kamarasında politik bir rol oynamaya devam etmektedir. Lordlar Kamarası çok az etkili politik güce sahiptir ve o Avam Kamarasının altında bir pozisyonu işgal etmektedir Ancak hükümet geçirdiği her yasanın Lordlar Kamarası tarafından onaylanmasını güvence altına almak zorundadır. Ancak Lordlar Kamarasının yaptığı şey hükümetin yapmış olduğu düzenlemeler hakkında tartışmalar yapmaktır.Canterbury ve York başpsikoposu ile Anglikan Kilisesinin önde gelen yirmidört psikoposu Lordlar Kamarasında sandalyeye sahip bulunmaktadır.Diğer kiliselerin dini liderleri de Lordlar Kamarasına atanmasına rağmen sandalye sayısı saklı tutulan tek kilise Anglikan Kilisesidir.Anglikan Kilisesinin ve onun psikoposlarının ahlaki düzenlemelerden önemli bir rol oynadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Boşanma yasasında yapılan son reform bu kanaati yansıtmaktadır. 1995 Yılında hükümet Avam Kamarasından Aile Hukuku Yasasını geçirmek istedi. Yasa yirmi aylık bekleme döneminden sonra boşanmaya izin veriyordu.Yasa Lord Mackay tarafından Lordlar Kamarasına getirildiğinde ciddi bir muhalefetle – Anglikan Kilisesinin muhafazakar kanadı özellikle yasaya karşı çıktı- karşılaştı.Canterbury Başpsikoposu Dr. George Carey hükümetin düzenlemesine destek verirken York Başpsikoposu Dr. David Hope ve önde gelen diğer psikoposlar evliliğin hayat boyu süren bir bağ olduğu şeklindeki Hırıstıyan evlilik idealini ihlal ettiği gerekçesiyle düzenlemeye karşı çıktılar. Lordların yasayı onaylamama riski vardı fakat onlar pozisyonlarını hükümeti zor duruma düşürmek ve hükümetin düzenlemesinde bazı değişiklikler yapmak için kullandılar. Medya Anglikan kilisesi liderlerinin düzenlemeye olan muhalefetlerine geniş yer ayırdı ve kamuoyunda bu muhalefetin düzenlemenin yapılmasında ciddi bir engel olduğu kanısı oluşturuldu.302 Düzenleme iki kamaradanda geçti ancak hükümet Lordlardan gelen talepler üzerine boşanma anında tazminat ödenmesi önerisini ve Avam Kamarasında Anglikan Kilisesinin legal statüs, içibn bkz.: K.Medhurst ve G.Moyser, Church and Politics in a Secular Age, Oxford : Clarendon Press, 1988. K.Medhurst, ‘Reflections on the Church of England and Politics at a Moment of Transition,’ Parliamentary Affairs, 44, 1991, 240-61. 301 D.McClean, ‘State and Church in the United Kingdom,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church in the European Union, Baden-Baden : European Consortium of Church and State Research, 1996, 307-22. 302 A.Doran, ‘Divorce Bill is against God’s Will, says Bishop,’ The Daily Mail, 11 Ocak 1996. 300 Muhafazakarlardan gelen boşanmayı zorlaştıran önerileri kabul etmek zorunda kaldı.303 İngiltere’nin irtidat yasası da (blashemy kaw) Anglikan Kilisesinin özel yasal statüsünü yansıtmaktadır çünkü bu yasa sadece Anglikan Hırıstıyan doktrinlerini koruma altına almaktadır.304 Son yıllarda çok önemli irtidat davaları yaşanmıştır. Şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde İngiliz irtidat yasasına itiraz eden bir dava bulunmaktadır. İngiliz Film Sınıflama Kurulu Nigel Wingrove’ un Visions of Ecstasy isimli filmini yasakladı. Kurula göre filmde İsa’nın bir rahibeyle cinsel ilişkide bulunmasını işleyen sahneler İngiliz irtidat yasasına aykırıydı ve bundan dolayı yasaklanmalıydı.305 Bu karara AİHM nezdinde itiraz edildi. Hakaret, saldırı ve sapkınlıklara karşı Hırıstıyan olmayan dinler irtidat yasasının korumasında değildir. Bu durum Salman Rüşdi olayı esnasında Müslüman toplumun kendi arasında büyük bir tartışma yapmasına neden olmuştur.306 Kilisenin legal statüsünden daha önemli olan şey Anglikan Kilisesinin vazgeçilmezliğini savunan kültürel öngörülerdir.307 Daha önce ifade ettiğimiz gibi kilise üyeliği çok düşüktür. Aktif olarak kiliseye üye olanların oranı sadece yüzde beştir. Ancak kiliseye üye olanların çoğu orta sınıfa mensup kişilerdir.308 Ayrıca İngiltere’nin en iyi özel okulları Anglikan Kilise’sine bağlı bulunmaktadır. Bu iki gerçek Anglikan Kilisesinin politik ve yasal kurumlarda üst derecede bu kadar nasıl temsil edildiğini açıklamaktadır. Anglikan Kilisesi çok ciddi bir politik ve sosyal nüfuza sahiptir. Bu durum sadece kilise hayatına katılan kişilerin sayısıyla açıklanamaz.İki yazarın not ettiği gibi Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsü sosyal ve politik konularda yapılan tartışmalara katkı sunması için ona önemli bir platform olma olanağı sağlamaktadır.309 Kilise basında genişçe yer almaktadır. Özellikle kilise hükümet politikasına aykırı görüşler ifade ettiği zaman basının kiliseye olan ilgisi artmaktadır.1982 Yılında Kilisenin A.Leathley ve A.Thomson, ‘Pension Split Deal Saves divorce Reforme Bill,’ The Times, 18 Haziran 1996. 304 E.Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ içinde T.Robbins ve R.Robertson, (Ed.), ChurchState Relations: Tensions and Transitions, New Brunswick, N.Y. : Transaction Books, 1987, 273. 305 S.Lyall, ‘Rights Panel for Europe Stirs Anger in Britain,’ New York Times, 6 Mayıs 1996. Mary Whitehouse’ın Gay News isimli dergiye karşı açmış olduğu dava en meşhur irtidat davasıdır. Bu dergi İsa’ya karşı homoseksüel aşkı ifade eden bir şiiri basması sonucu dava edilmişti. 306 T.Modood, ‘British Asian Muslims and the Rushdie Affair,’ Political Quarterly, 61, 1990, 143-60. 307 G.Moyser, (Ed.), Church and Politics Today, Edinburgh : T &T Clark, 1985, 7. 308 D.Martin, ‘Great Britain,’ içinde H.Mol, (Ed.), Western Religions: A Country by Country Sociological Study, The Hague : Mouten, 1972, 229-45. 309 Medhurst and Moyser, Church and Politics in a Secular Age, 316. 303 Sosyal Sorumluluk Komitesinin hazırladığı ve tek taraflı nükleer silahlanmanın savunulduğu Kilise ve Bomba (The Church and the Bomb) isimli rapor basında geniş bir şekilde yer almıştır. 1985 Yılında Canterbury Başpsikoposuna bağlı Şehirde Öncelikli Bölgeler Komisyonunun hazırladığı Şehirde İnanç (Faith in the City) isimli rapor medyanın büyük ilgisini çekmiştir Rapor şehirlerdeki sosyal problemlere dikkat çekmiş ve kilise Başbakan Thatcher’in politikalarını reddetmiştir. Canterbury Başpsikoposu George Carey’nin 1996 yılında hükümetin kriminal adalet politikasına saldırması büyük sansasyon yaratmıştır. Dr. Carey’e göre hükümetin suç politikası adaletten çok intikama dayanmaktadır.310 Kilise temsilcilerinin hükümet politikalarına karşı ifade ettikleri görüşlere medya geniş yer ayırmaktadır. Bu medyatik ilginin nedeni kısmen Anglikan Kilisesinin Lordlar Kamarasında politik görüşlerini ifade edeceği bir platforma sahip olmasıdır. Ama bundan daha önemli olan şey Anglikan Kilisesinin ulusun dini sesi olarak görülmesi ve kilisenin ulusal konularda Hırıstıyan görüşleri ifade etmesinin doğal karşılanmasıdır. Ayrıca kamuoyu resmi kilise kurumunun lehindedir.Kilisenin aktif üyelik oranı çok düşük olmasına rağmen halkın yüzde altmışı kendisini Anglikan Kilisesinin üyesi olarak düşünmekte vaftizm, düğün ve cenaze işlerini yerel kiliselerde icra etmektedir. Kamuoyu araştırmalarına göre bu nominal Hırıstıyanların çoğu Kilise kurumunu desteklemekte ve çocuklarına okullarda din eğitimi verilmesini istemektedir.311 Zaman zaman Anglikan Kilisesi’nin resmi statüsünün kaldırılmasına yönelik çağrılar Liberal Parti tarafından yapılmaktadır ancak yapılan çağrıların arkasında halk desteği bulunmamaktadır.312 Tarihsel durumla karşılaştırıldığında devletin ve halkın resmi kiliseye olan desteğinin azaldığı görülmektedir.Anglikan Kilise’sinin sahip olduğu legal avantajlar politik açıdan çok önemli değildir. Devlet Anglikan Kilisesi’ni yaymak için çok çaba sarfetmediği gibi Anglikan olmayan kiliselere de sınırlamalar getirmemektedir.Devlet yarı resmi bir kilise kurumunu benimsemiş gözükmektedir. Devlet bütün olarak kurumsal dinin lehine olan politikaları izlemeye özen göstermektedir çünkü elitlerin ve halkın çoğu dinin sosyal ve ahlaki açıdan yararlı olduğunu düşünmektedir. Halk en iyi şartlarda resmi kilise kurumuna sosyal R.Gledhill ve J.Sherman, ‘Carey Attacks Howard over Wild Frontier Policy of Revenge,’ The Times, 10 Mayıs 1996. 311 P.Brierley, (Ed.), United Kingdom Christian Handbook: 1987-88, Londra : MARC Europe, 1989. 312 D.McClean, ‘Church and State in England, 1993,’ European Journal of Church and State Research 1, 1994, 19-22. 310 bütünlüğün ve konsensüsün kaynağı olarak bakmakta ya da onu en kötü şartlarda zararsız olarak değerlendirmektedir. Geçen yüzyılda -Kuzey İrlanda hariçBritanya’da dinin politik çatışma kaynağı olmaması bu düşünceleri desteklemektedir.313 Bu resmi kilise zihniyeti İngiltere’de çok az kişi kiliseye gitmesine rağmen halkın çoğunun niçin kendilerini Hırıstıyan olarak gördüğünü açıklamaktadır. Çünkü devlet özgür bir din sunmaktadır – kişiler kilisede evlenmek istediklerinde ya da çocuklarını vaftiz etmek istediklerinde Anglikan kiliseleri diyememektedir- ve insanlar onlara kolayca hayır formel olarak kiliseye gidip gelme konusunda çok isteksizdirler. Rodney Stark ve Laurence Iannacone’nin önerdiği gibi devletin resmi kiliseyi desteklemesi –bu destek minimal düzeydedir- diğer kiliselerle bir rekabete girişilmesini önlemekte ve dini katılımı genel düzeylerde tutmaktadır.314 Anglikan olmayan kiliseler genellikle Anglikan Kilisesinin resmi statüsünü sorgulamamaktadır çünkü hükümet politikaları nerdeyse onlara Anglikan Kilisesi kadar eşit muamele etmektedir ve onlar devletin dinin kamusal rolünü güçlendirmesi gerektiği fikrini desteklemektedirler. BBC kiliselere dini yayın yapmaları için yılda yüzlerce yayın saati ayırmaktadır.Dini Danışma Merkez Kurulu BBC’ye dini yayın yapmasını tavsiye etmekte ve son yıllarda yapılan dini yayınlar değişik dini inançları kapsayacak şekilde çeşitlendirilmiştir.315 Bu politika resmi kilise modeliyle uyum göstermektedir çünkü devletin medya gibi resmi kurumlarda dini organizasyonları desteklemesi uygun görülmektedir.Bu model dinin önemli kültürel ve sosyal bir fonksiyon icra edeceği fikrini desteklemekte olup devlet bu fikri gerçeklik olarak tanımakta ve desteklemektedir. Hırıstıyan olmayan dini azınlıklar resmi Anglikan Kilisesine ciddi bir meydan okuma içerisindedirler çünkü devlet onları bazen sistemden dışlamaktadır.Ancak dini azınlıklar aktif olarak resmi kiliseyi geriletme çabası içerisinde değildirler.Örneğin Müslümanlar Anglikan Kilisesini sekülerizasyondan daha az ciddi bir meydan okuma olarak görmektedirler.Tarıq Modood’a göre “gerçek fikir ayrılığı Anglikan Kilisesinin muhafazakar kanadı ile ülkenin diğer kesimi arasında değildir. Gerçek fikir ayrılığı Amerika’da dinin kapsanmasıyla ilgili benzer bir argüman için bkz.: T.G.Jelen ve C.Wilcox, Public Attitudes toward Church and State, Armonk, N.Y. : Sharpe, 1995. 314 R.Stark ve L.R.Iannaccone, ‘A Supply Side Reinterpretation of the Secularization of Europe, Journal for the Scientific Study of Religion, 33, 1994, 230-52. 315 D.Winter, Battered Bride, Eastbourne : Monarch, 1988, Onüçüncü Bölüm. 313 seküler kamusal kültürde dinin bir yeri olduğunu ve dini grupların devletin bir parçası olduğunu düşünenler ile böyle düşünmeyenler arasındadır.”316 Modood’un ifade etmek istediği şey sekülerizasyonun Anglikan Kilisesinden daha fazla İslam için ciddi tehdit oluşturduğudur çünkü sekülarizm dinin modern toplumda kamusal bir rol oynayamayacağını öne sürmektedir. Sekülarizmin aksine resmi kilise kurumu kiliselerin sosyal ve politik işlerde aktif roller üstlenmesini ve devletin de bu rolü desteklemesi gerektiğini savunmaktadırlar.Müslümanlar geçmişte devletin Roma Katoliklere ve konformist olmayan Protestanlara yaptığı gibi bugünde kendilerini sisteme katmasını –özellikle dini uygulamalar ve eğitim konularındaistemektedirler.Dini azınlıkların bu hakları devletten ne kadar elde ettiğini analiz etmek için şimdi dini serbestçe yaşama konuları üzerinde duracağız. Dinin Serbestçe Uygulanması Çalışmamıza konu olan ülkelerin aksine İngiltere’nin yazılı bir anayasası ya da haklar düzenlemesi yoktur. Bundan dolayı dini özgürlükler için yazılı anayasal güvenceler mevcut değildir. Almanya ve Hollanda’nın aksine İngiltere serbest uygulama hakkına teorik olarak bağlı değildir.Almanya ve Hollanda’da olduğu gibi İngiltere devlet okullarındaki din konularını ve kilise okullarına kamu yardımı yapılmasını dinin serbestçe uygulanma hakkı ve özgürlüğü olarak görmemektedir. İngiliz hukukuna göre böyle bir korumanın olmaması İngiltere, İskoçya, İrlanda’daki kiliselerin Avam Kamarasında oturmalarını ve yasaklayan bir düzenlemenin legal olacağı anlamına gelmektedir.Böyle bir uygulama çalışmamıza konu olan hiçbir ülkede mümkün değildir çünkü din özgürlüğü anayasada güvence altına alınmıştır. Yasal şartlar, uluslararası hukuk ve kamuoyundan oluşan bir kombinasyon İngiltere’de dini hakları korumaktadır.317 Ondokuzuncu yüzyılın sonunda yürürlüğe giren ve farklı dini görüşlere sahip olanlara değişik haklar veren yasalar en önemli legal güvenceleri oluşturmaktadır ancak bu yasaların uygulanması çok sınırlıdır ve mahkemeler bu yasaları halkın dini serbestçe uygulama hakkını garanti altına alan yasal düzenlemeler olarak yorumlamamaktadırlar. 1976 Yılında çıkarılan Irk İlişkileri Akti (Race Relations Act) ırksal diskriminasyona karşı yasal bir çerçeve sunmasına T.Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’ Political Quarterly, 65, 1994, 53-73. 317 J.A.Robilliard, ‘Religious Freedom as a Human Right within the United Kingdom,’ Human Rights Review, 4, 1981, 90-111. 316 rağmen aynı şekilde dini diskriminasyonu yasaklayan bir yasa bulunmamaktadır.318 Modood bu yasanın potansiyel olarak dini eşitsizliğin yeni bir çeşidine katkı yaptığını vurgulamaktadır: “Mahkemelerin etnik grup olarak tanıdığı dini gruplar ile etnik grup olarak tanımadığı dini gruplar arasındaki eşitsizlik bu yasanın potansiyel olarak yarattığı dini eşitsizliğin yeni bir formudur.”319 Son olarak mahkemeler Irk İlişkileri Yasasına göre Sihlerin etnik grup olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusuyla karşılaştılar ancak mahkemeler genel olarak dini grupları bu yasa kapsamına almama eğilimindedirler. Teorik olarak uluslararası hukuk dini diskriminasyona karşı bir çeşit koruma sağlamaktadır.İngiltere İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin legal önemini kabul etmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre devlet din özgürlüğünü korumak zorundadır: Herkes düşünce, bilinç ve din özgürlüğüne sahiptir.Kişinin dinini ya da inancını yaşama hakkı ancak kamu güvenliği, düzenin sağlanması, sağlık ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi yasanın emrettiği hallerde kısıtlanabilir. Pratikte bu ilkenin anlamı ve implikasyonu konusunda tartışma vardır. Dini özgürlükler konusundaki bu deklarasyon maddesini İngiliz hukukunu bağlayan bir yasal prensibe dönüştürmek çok zordur.320 Anayasal ve yasal güvencelerin yokluğu halkın dini haklarının korunması konusunda kamuoyuna ve politik sürece güvenmeleri gerektiği anlamına gelmektedir.Halk dini açıdan daha töleranslı hale geldikçe ve özgürce dini yaşama hakkının farkına vardıkça birçok olayda kamuoyu desteği yeterli bir güvence olarak gözükmektedir.Son yıllarda değişik dini gruplara farklı hakların tanınması bu kültürel değeri yansıtmaktadır. Örneğin ebeveynler devlet okullarında çocuklarını dini eğitim ve ibadetlere katılmaktan alıkoyabilmektedirler ve okuldaki eğitimi aksatmayacak şekilde çocuklarını başka yerlere din eğitimi için gönderebilmeyi talep edebilmektedirler.Cezaevi, sendika ve hastane gibi kurumlar politikalarını azınlıkları ve dinsizleri kapsayacak şekilde dini düzenlemeye daha çok dikkat etmektedirler.321 318 M.Anwar, Race Relation Policies in Britain, Warwick : Centre for Research in Ethnic Relations, 1991. 319 Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’ 57. 320 Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ 270-1. 321 Robilliard, ‘Religious Freedom as a Human Right within the United Kingdom,’ 98-100. Hırıstıyan olmayan farklı din mensuplarının İngiltere’ye göç etmesi ve yeni dini hareketlerin ortaya çıkması İngiltere’de bazı dini gerilimlere neden olmuştur.Mevcut yasalara aykırı olan dini pratiklere karşı İngiltere’nin tavrının ne olduğu önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Çalışma Güvencesi Yasası (Employment Protection Act) meşru bir neden olmadıkça kişilerin dini inançlarından dolayı işten çıkarılmasını yasaklamaktadır. Ancak işçilerin dini pratikleri iş sözleşmesi şartlarını ihlal etmeye başlayınca mahkemeler bu tür işten çıkarmaları destekleyen kararlar verdiler. Cumartesi günü dini nedenlerden dolayı çalışmayacağını öne sürüp iş sözleşmesini ihlal etmesi üzerine işten atılan SeventhDay Adventist Kilisesine mensup bir kişinin davasında Temyiz Mahkemesi onun işten atılma kararını yerinde bulmuştur.Aynı şekilde bir dondurma fabrikasında çalışan bir Sih sakalını uzatıp hijyen kurallarını ihlal edince işini kaybetmiştir.Bir Müslüman Cuma namazı saatinde camiye gittiğinden dolayı işten atılmıştır çünkü çalıştığı işyeri onun bütün gün işyerinde bulunmasını zorunlu tutmaktaydı. Mahkeme onun işten atılma gerekçesini yerinde bularak çalışma şartlarını dini özgürce uygulama hakkının önünde tuttuğunu bir kere daha göstermiştir.322 Bu İngiltere’de dini diskriminasyonun çok yaygın olduğu anlamına gelmemektedir çünkü dini diskriminasyon İngiltere’de çok yaygın değildir.Diskriminasyonun varolduğu bir gerçektir. Anayasal ve yasal güvencelerin olmaması en çok yeni dini hareketleri korkutmaktadır çünkü onların dini pratikleri geleneksel dinlerinki kadar eski olmadığından toplumsal açıdan zor kabul görmektedirler.Eileen Barker’in not ettiği gibi bir dini inanç ne kadar eskiyse onun yasa tarafından korunma şansı o kadar artmaktadır.323 Roma Katolikleri ve Yahudiler gibi daha önce toplumdan dışlanan gruplar İngiliz toplumunun saygın üyeleri haline gelmişlerdir ve dini ayırımcılıkla karşılaşmamaktadırlar.Kamuoyu bu iki dini inancı kabul etmeye başlamıştır ve yarı resmi kilise onların dini görüşlerini entegre etmeyi başarmıştır.Aynı şey dini inancı olmayanların kabulü konusunda da geçerlidir.1992 Yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre halkın sadece yüzde dokuzu inançsız bir politikacının işbaşına gelmesini doğru bulmamaktadır. Bu oran Amerika’da yüzde otuzdur.324 Sihlere ve Müslümanlara olan kamuoyu desteği çok azdır. Bunlara karşı açık bir diskriminasyon vardır ve halk bu dini grupların İngiliz toplumuna –dini McClean, ‘State and Church in the United Kingdom,’ 319. Barker, ‘The British Right to Discriminate,’ 279. 324 The Public Perspective, 1992, 9. 322 323 açıdan Yahudi-Hırıstıyan bir altyapıya sahip bir topluma- entegre olup olmayacağını sorgulamaya kadar işi götürmektedir.Rastafrianlar, Siyahi Müslümanlar, SeventhDay Adventistleri ve Scientolojistler gibi dini hareketlere karşı çok köklü bir diskriminasyon vardır çünkü toplum onların görüş ve davranışlarını kabul etmemektedir. İngiltere ve Amerika arasındaki en belirgin fark azınlık inançlarına mensup kişilerin dini görüşlerinden dolayı İngiltere’de Amerika’ya göre daha çok zorlanmalarıdır çünkü dini haklarını koruyacak bir yasal sistem İngiltere’de mevcut bulunmamaktadır.Amerika’daki yasal sistemin dini hakların kesin bir güvencesini oluşturmadığını daha önce not etmiştik.İngiltere’de dini özgürlükler konusunda anayasal güvencenin olmaması özgür uygulama konularını ciddi bir şekilde etkilemektedir. Devlet genel olarak dindar ve dinsizlerin haklarını korumaktadır fakat dini haklar legal düzenlemelerden çok elit, kamuoyu ve sosyal realite ile ilgili bir fonksiyondur.Kurumlarını oturtmuş kiliseler kamuoyundan ve politik süreçten daha az korkmaktadırlar çünkü onlar toplum tarafından kabul görmüş değerlere sahiptirler.Dini azınlıklar haklarının korunması konusunda her zaman politik sürece güvenme lüksüne diskriminasyon sahip değildirler.Azınlık dini gruplarına karşı yapılan özel dini okullara yapılan kamu yardımı alanında kendisini daha belirgin kılmaktadır. Kilise, Devlet ve Eğitim Eğitim alanında İngiltere’nin yarı resmi dini kurumsallık modeli dini ve dindışı eğitim perspektifleri arasında eşitliği desteklemektedir ama aynı zamanda bu model dinler karşısında devletin tarafsızlığı normunu ihlal etmektedir.1944 Yılında çıkarılan Eğitim Yasası (Education Act) şu okul türlerini yarattı: Yerel Eğitim Otoritelerinin (Local Education Authorities) kontrolünde olan okullar (county schools), iki geniş kategoride ele alınan kilise okulları - gönüllü olarak yardım edilen ve kontrol edilen okullar-.325 Bir kilisenin mütevelli heyeti gönüllü yardımlarla ayakta duran bir okula sahip olur ve yönetim kurulu okulun giriş kayıtlarında, dini eğitiminde, okul binalarında, personel atamalarında, ortaöğreniminde ve müfredatında tam bir kontrole sahiptir.Anglikan Kilisesi okulları üzerine bir çalışma yapan Bernadette O’Keeffe’nin bulgularına göre Anglikan Kilisesi okullarına girişin birincil şartı çocuğun ailesinin Hırıstıyan olmasıdır ve birçok okul Anglikan personel çalıştırmaya öncelik vermektedir.326 Gönüllü olarak kontrol edilen okullarda ise kilise temsilcileri yönetim kurulunda azınlık olarak bulunmaktadır ve kayıtlarında ve personel alımlarında okula giriş sorumlu olan yerel mercilerdir.Kilise okullarının çoğu gönüllü yardıma dayanan okullardır. Sistem içindeki dini ilkokul ve ortaokullar kayıtlı her öğrenci adına devletten yardım almaktadırlar.Ayrıca devlet okul binalarının masraflarının yüzde seksenbeşini karşılamaktadır.Şu anda İngiltere’de dört ilkokul öğrencisinden biri dini ilkokullara giderken her altı ortaöğrenim öğrencisinden biri dini ortaokullara gitmektedir.İlkokulların yüzde otuzbeşi ile ortaokulların yüzde onaltısı kilise ile ilişkilidir.327 Kilise okulları İngiltere’de çok popülerdir çünkü onlar devlet okullarından daha iyi bir performans göstermektedirler ve bir çok anne-baba –aktif olarak dindar olsun ya da olmasın- çocuklarının dini eğitim almasını istemektedir.328 1944 Yılında eğitim alanında en çok faaliyetleri olan iki dini grup Anglikan ve Katoliklerdi. Onlar eğitim politikasının oluşturulmasında ve planlanmasında devletle çok çabuk partner oldular. Her iki kiliseninde çok güçlü eğitim organizasyonları vardı. Bu organizasyonlar kiliseler adına mali destek, müfredat ve okul yönetimi konularında devletle masaya oturup anlaşmalar yaptılar. 329 Bu iki kilise şu anda kamudan yardım alan okulların yüzde doksanbeşine sahip bulunmaktadır. Çok az sayıda Baptist, Metodist ve Presbiteryan okulu vardır. Devlet yeni kilise okullarını finanse etmeye kararlı gözükmektedir. Ancak devlet yeni dini okulları finanse ederken Anglikan ve Katolik eğitim otoritelerine danışmaktadır. 1944 Yılında eğitim yasasının geçmesinden sonra mezhepsel okul sistemine dahil edilen tek din gubu Yahudi okulları olmuştur. Kendi çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen Anglikan, Katolik, Metodist ve Yahudi anne-babaların çoğu buna güç getirebilmektedir. Bu gruplar ülke dindar nüfusunun yüzde doksanbeşini oluşturmaktadır. Bu politika devletin dini ve dinsiz perspektifler arasında sağlıklı bir tarafsızlık politikası yürüttüğünü göstermektedir. İngiltere’nin bu durumu Amerika’nın uyguladığı politikayla büyük Gönüllü yardım edilen ile gönüllü kontrollü edilen okullar arasındaki farklar için bkz.: D.W.Laksheare, A Shared Vision: Education in Church Schools, Londra : Church House, 1992. 326 O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, 152. 327 R.Burgess, ‘Five Items for the Policy Agenda in Church Schools,’ içinde B. O’Keeffe, (Ed.), Schools for Tomorrow: Building Walls or Building Bridges, Londra : Falmer Press, 1988, 162-81. 328 ‘UK Education-Further Blessings of a Religious Schooling,’Daily Telegraph, 4 Ocak 1995. 329 R.Waddington, ‘The Church and Educational Policy,’ içinde Moyser, (Ed.), Church and Politics Today, 221-55. 325 bir zıtlık içerisindedir çünkü Amerika politikası çocuklarının kendi dini inançlarına göre eğitim almasını isteyen anne-babaları dezavantajlı duruma düşürmektedir.1980 Yılında iki faktör dini eğitimin gelişimini etkiledi: İngiltere’ye yeni dini grupların göç etmesi ve Başbakan Thatcher’in muhafazakar politikaları. Hırıstıyan olmayan grupların göçü devlet okulları ve dini okullar arasındaki partnerlığı tehdit etmeye başladı. Müslümanlar kendi dini okullarını kurma yönündeki arzularını ifade ettiler. Düzinelerce okul Müslümanlar tarafından kuruldu fakat hiçbiri devlet yardımı alamadı çünkü bu okulların masrafları çok yüksekti ve sayıları ikiyüzellibin olarak tahmin edilen Müslüman öğrencilerin sadece yüzde beşi Müslüman okullara gitmekteydi.330 Mevcut sisteme ikinci meydan okuma Thatcher’ın yapmış olduğu eğitim reformlarından geldi.Onun reformlarının iki felsefik dayanağı vardı: bireysel seçim alanı genişletilmelidir ve serbest pazarlar kamusal planlamadan daha etkilidir.Bu yaklaşım 1980 ve 1988 yıllarında Eğitimde Reform yasalarının çıkarılmasına sebeb oldu. 1980 Yılında yapılan Eğitimde Reform Yasasıyla eğitim alanına ‘ebeveynin seçimi’ kavramı getirildi. Bu yasal düzenleme ebeveynlere lokal otoritelerin kontrolünde olan okullardan herhangi birini tercih etme hakkı veriyordu ve okullara sınav sonuçlarını, giriş prosedürlerini ve eğitim felsefelerini basma zorunluluğu getiriyordu. Yasa okulların öğrenci için rekabet edebilmelerini sağlamak için onlara piyasa baskılarını uyguluyordu ve okulları yeterli öğrenciyi –tüketiciyi- çekmedikleri takdirde kapanma olasılığıyla yüzyüze getiriyordu.331 1988 Yılında çıkarılan Eğitimde Reform Yasası eğitim alanında daha radikal değişiklikler yapıyordu. Kanun Yerel Eğitim Otoritelerinin elinde olan birçok yetkiyi onlardan alıp okulların ve velilerin kendisine devrediyordu. Bu yasanın getirdiği en önemli şey okulların artık lokal merciyi aşıp direkt olarak Eğitim ve Bilim Departmanından (DES) finansal yardım alabilmesiydi. Veliler arasında yeterli ilgi sağlandığı takdirde okulun lokal kontrolden çıkıp Eğitim ve Bilim departmanından yardım alan bir okul statüsüne gelmek konusunda veliler arasında bir seçim yapılabilmesi bu yasanın getirdiği en önemli şeydi.332Yeni sisteme göre okullar öğrenci başına yardım almaktan ve masraflarının karşılığını direkt olarak devletten M.Halstead, ‘Educating Muslim Minorities: Some Western European Approaches,’ içinde Tulasiewicz ve To, (Ed.), World Religions and Educational Practices, 168. 331 Bu eğitim reformları hakkında yapılan bir tartışma için bkz.: M.Feintuck, Accountability and Choice in Schooling, Philadelphia : Open University Press, 1994. 330 almayacaklardı. Thatcher bu politikayı şu temelde meşrulaştırıyordu: Devletin gücü ve büyüklüğü özel teşebbüs için tehdit oluşturmaktadır. Thatcher’a göre yerele okullar kendi mahalli idarecilerinin kontrolünde oldukları zaman daha ucuz ve daha kaliteli eğitim sunacaklardı. Ayrıca Eğitim Reformu yasası ilk ve ortaokullar için ilk defa bir ulusal müfredat belilrlemekle Eğitim ve Bilim Departmanının (DES) gücünü merkezileştiriyordu. Bu politikanın muhafazakar özellikleri İngiltere’de devlet yardımı alan özel okulların sayısını potansiyel olarak arttırabilirdi. Hükümet iddia ettiği gibi eğitim seçeneklerini ve müşteri tercihlerini arttırdığı takdirde dini okullar dahil bütün özel okulları -bunlara yönelik bir müşteri tercihi olması ve piyasanın bu okulları taşıması durumunda- finanse etmeliydi.Fakat bu politikada şu problem vardı: Popüler okullar kendilerine olan talebi karşılayacak kaynağı sunacak bir mekanizmaya sahip değillerdi ve hükümet sistemin dışında olan kiliselerin okullarını finanse etme konusunda isteksizdi.İki ayrı olayda hükümet Brent’teki bir Müslüman okuluna mali yardım yapmayı reddetmiştir. Bu okula binlerce kişi çocuğunu yollamak için isimlerini bekleme listesine yazdırmıştı. Bu karar eğitim politikasına muhafazakarların gösterdiği yaklaşımla çelişmekteydi.333 Devlet yardımı almak için başvurmayan yüzlerce dini okul –Evanjelik Hırıstıyan ve Ortodoks Yahudi okulları dahil- vardı. Süreç daha açık olsaydı bu okullar devlet yardımı almak için başvurabilirlerdi. Hükümetin denominasyon sisteminin içine yeni kiliseleri alma konusunda isteksiz davranmasının birçok sebebi vardı. Hükümetin birinci iddiasına göre göçmen dini grupların ayrı olarak açtıkları dini okullar bir demokraside eğitim ve dinin rolü konusunda liberal fikirlere dayanan bütüncül devlet okul modeli için tehdit oluşturmaktadır.1985 Yılında hükümetin oluşturduğu bir komisyon eğitim ve etnik topluluklar konusunda Swann Raporu denilen bir rapor yayınladı.Rapor dini tamamen özel bir konu olarak gören seküler bir bakışaçısıyla yazılmıştı ve raporun vardığı sonuç şuydu: “Uzun vadede ayrı okullar etnik azınlık topluluklarının çıkarına değildir.”334 Rapor çok kültürlü bir eğitime olan ihtiyacı –çok kültürlü eğitim sayesinde öğrenciler İngiltere’deki dini plüralizm gerçeğini anlayabilirlerdi- M.McVicar, ‘Education Policy: Education as a Business?’ içinde P.Savage ve L.Robins, (Ed), Public Policy under Thatcher, Londra : Macmillan, 1990, 131-44. 333 G.Hackett, ‘The Scramble for State Funding,’ Times Educational Supplement 3971, 7 A ğustos 1992, 8. ‘Religion and Education,’New Statesman and Society, 27 Ağustos 1993, 5. 334 O’Keeffe, Schools for Tomorrow, Birinci Bölüm. 332 tanımakla beraber devlet okullarının etnik ve dini azınlık okullarından daha iyi hizmet verdiğini öngörmekteydi çünkü devlet okullar azınlıkları İngiliz kültürünün ana çizgisine entegre konusunda daha etkiliydi. Yeni dini okullara yardım edilmesine karşı çıkanlara göre dini okullar bütün toplumun çıkarlarına en iyi şekilde hizmet etmemektedirler. Onlar dini okulları toplumu bölen kurumlar olarak algılamaktadırlar çünkü dini okullar çocukları dini çizgilerde birbirinden ayırmakta ve liberal ve çoğulcu bir kültür için gerekli olan ortak değer ve bağların gelişimine emgel olan bir sürecin oluşumuna neden olmaktadırlar.335 Devletin kendisine ait okullardaki eğitimin içeriği üzerinde daha büyük ölçüde söz sahibi olarak etnik ve dini azınlıkların İngiliz demokrasisini devam ettirecek değerleri öğrenmelerini güvence altına alabileceği bu görüşün içerdiği implikasyondur. Liberal normlar arasında en önemlisini tölerans oluşturmaktadır. Birçok kişi tölerans normunun ayrı dini okullar özellikle Müslüman okullar tarafından zayıflatıldığına inanmaktadır.İngiltere’deki müslüman toplum liderlerinin Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri ismli kitabına saldırması, İngiltere’li Müslümanların kendilerini kendilerini Humeyni’nin idam fetvası kararından soyutlamamaları ve Bradford’da yapılan sokak gösterileri Müslümanların liberal olmayan dini grup olarak sterotipleştirilmelerine neden olmuştur.Rüşdi olayı ve basının İngiltere’deki Müslümanları dini fundamentalist olarak sunması kişinin devletin Müslüman okullarına yardım etmemesi gerektiğine birçok inanmasını sağlamıştır.336 Son olarak bazı dinlerin mevcut eğitim sistemin destekleyen sivil dini ve dini kurumsallık fikirlerine uymadığı şeklinde bir fikir ileri sürülmektedir.Birçok kişi mevcut kilise okullarının –Anglikan ve Roma Katolik okulları- ayrı dini okullardan özellikle Müslüman okullarından ayrı olduğunu düşünmektedir çünkü Anglikan ve Katolik okullar sadece kendi üyelerine değil bütün halka hizmet sunmaktadırlar.Anglikan Kilisesi eğiim komisyonu başkanı David Lanksheare bizimle yapmış olduğu görüşmede bu perspektifi şöyle ifade etmiştir: “Anlikan Kilisesi okullarında kiliselerin vardır.Okullarımızın çoğu devletle ortak olduğuna dair açık bir anlayış Hırıstıyanlığa bağlılık temelinde topluma hizmet P.White, ‘The New Right and Parental Choice,’ Journal of Philosophy of Education, 22, 1988, 19599. 336 Modood, ‘British Asian Muslims and the Rushdie Affair,’ Political Quarterly, 143-60. 335 sunmaktadır.”337 Lanksheare bir Anglikan Kilisesi ilkokulunun öğrencilerinin çoğunluğunun müslüman olmasını topluma sunulan Hırıstıyan hizmetine örnek olarak vermektedir.Onun iddiasına göre bu okullar Müslüman öğrencilere İngiliz toplumu içerisinde asimile olmalarını sağlayacak değerleri öğretme hizmeti sunmaktadır.Lanksheare kilise okullarının bütün ulusa hizmet sunduğunu ima etmek istemektedir çünkü kilise okulları sosyal ve dini plüralizmi kabul etmektedirler. Müslüman ve Evanjelik Hırıstıyan okulları bu fikirlere meydan okumada bulunmuşlardır çünkü onlar kendi müfredatlarının merkezi özelliğini oluşturan dini dünya görüşü konteksinde eğitim vermektedirler ve devlet okullarının liberal ve plüralistik amaçlarını reddetmektedirler. Müslüman Eğitim Vakfı (Muslim Education Trust) tarafından basılan bir müfredat programında şu ifade edilmektedir: “İslami eğitim bütüncül bir eğitim sistemi olup normal hayat işlerini ahlaki ve manevi özelliklerinden soyutlamamaktadır… Amacımız genç insanları İslam’a göre eğitmek, onları hayatlarında İslam’a göre yaşayan bilinçli bireyler haline getirmek ve onları hayata hazırlamaktır.”338 Evanjelik ve fundamentalist eğitim kurumları Hırıstıyan eğitiminin amacı konusunda benzer iddialarda bulunmaktadırlar çünkü bu gruplar bütün ulusa hizmet vermekten ziyade kendi dini topluluklarına hizmet vermeyi amaçlamaktadırlar. Evanjelik Hırıstıyan ve Müslüman okulları bu yüzden mevcut eğitim sisteminin fikirleriyle uyuşmaz gözükmektedirler. Mevcut sistemin dışındaki relijyonistlerin perspektifine göre denominason sisteminin genişlemesine karşı ileri sürülen argümanlar değişik açılardan yanlıştırlar. Birincisi mevcut sistem genel halktan ziyade kilise üyelerine yarar sağlamaktadır çünkü kilise okullarına girişin ana şartı öğrencinin ebeveyninin dini inancıdır.Kendilerine aşırı talep olan okulların öğrenci kayıtlarını sadece Hırıstıyan öğrencilerle sınırlı tuttuğunu söyleyen O’Keffe şöyle demektedir: “Bununla gönderilmek istenen mesaj şudur: Hırıstıyan eğitimi Hırıstıyan çocuklar içindir.Böylece Hırıstıyan okullar bütün ulusa hizmet götürmeyen mezhep okulları olduklarını göstermiş olmaktadırlar.”339 İslami Kültür Merkezinden Mughram Al Ghamdi’ye göre Müslüman okulların devletten yardım almaması büyük eşitsizliktir çünkü devletten yardım alan okullar Roma Katolikleri ve Anglikanlar için vardır.340 Ona göre kilise okulları sadece kilise mensuplarına hizmet götürmektedir ve David Lanksheare ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994. Syllabus and Guidelines for İslamic Teaching, Londra : Muslim Educational Trust, 1984, 1. 339 O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, 152. 337 338 yürürlükteki politika ayrımcılık yapmaktadır. Devlet diğer kiliselere büyük olanaklar tanımasına rağmen politikacıların azınlıklar için özel düzenlemeler yapmanın toplumun genel çıkarlarına karşı onların militanize olacaklarını söylemelerinin büyük bir ikiyüzlülüktür.341 Anglikan okulları büyük olasılıkla devlet okullarından daha fazla öğrenci kaydetmektedir; ilkokulların yüzde ellibeşi ve ortaokulların yüzde seksenikisi fazla öğrenci yazmaktadır.342 Çünkü bu okullara olan talep genellikle fazladır ve bu okullar kilise üyelerine öncelik tanımaktadırlar. Müslümanlar ve diğer azınlık grupları eğitim alanında Anglikan ve Roma Katoliklerinden daha az seçeneğe sahiptirler. İkincisi Müslüman aktivistler ve eğitimciler mevcut eğitim sisteminin seküler fikirlerini sorgulamaktadırlar. Syed Ali Ashraf şöyle yazmaktadır: “Müslümanlar onların eğitim politikalarını Müslüman çocukların kafalarını yıkayan ve onları kültürel köklerinden koparan koparan bir şey olarak algılamaktadırlar. Gelecek nesiller için daha tehlikeli olan şey onların güvenle dayanacağı bir normlarının olmamasıdır.”343 Devlet eğitim sisteminin seküler ve din karşıtı olduğu şeklindeki yargı Müslüman ailelerin çocuklarını devlet okulları yerine Anglikan okullara göndermesine neden olmaktadır. Müslümanlar Hırıstıyan bile olsa kilise okullarını tercih etmektedir çünkü onlar kilise okullarının devlet okullarından daha fazla dini bakış açısına açık olduğuna inanmaktadırlar.344 Müslümanlar ayrıca mevcut sistemin asimilasyonist fikirlerinide sorgulamaktadırlar. Kendilerine ait özgün dini ve kültürel kimliklerini korumak isteyen dindarlara göre –Müslümanlar, Ortodoks Yahudiler ve Hırıstıyan fundamentalistleri gibi- seküler ve liberal bir toplumun değerleri içinde asimile olmak geliştirici olmadığı gibi onların yararına da değildir. Entegrasyon toplumun ana sosyal ve politik kesiminin dışında kalan kesimlerini dışlamak için mevcut eğitim sisteminin kullandığı bir savunma aracı haline gelmiştir.345 Devlet eğitim sistemine olan düşmanlık Yahudiler, Hırıstıyanlar ve Müslümanlar arasında –kendi okulları için devletten yardım almak isteyenler- ilginç bir politik koalison meydana Mughram Al Ghamdi –Islamic Cultural Centre, 17 Mayıs 1994. E.Hulmes, ‘Christian Education in a Multi-Cultural Society,’ içinde V.A.McCleland, (Ed.), Christian Education in a Pluralistic Society, Londra : Routledge, 1988, 93. 342 O’Keeffe, Faith, Culture and the Dual System, Birinci Bölüm. 343 S.A.Ashraf, ‘A View of Education-An Islamic Perspective,’ içinde O’Keeffe, (Ed), Schools for Tomorrow, 5. 344 Modood, ‘Establishment, Multiculturalism and British Citizenship,’62. 345 Bkz.: O.Cole, ‘Religious Education after Swann,’ içinde O’Keeffe, (Ed.), Schools for Tomorrow, 125-44. 340 341 getirmiştir.Öte yandan devlet okulları azınlık gruplarını İngiliz toplumuna entegre etmek için kullanmak istemektedir ancak devlet Müslüman ve Hırıstıyan fundamentalistlere ait okulların bu entegrasyonu gerçekleştiremeyeceğine inanmaktadır. Ancak azınlık gruplarına ait okulların kendi dini kimliklerini koruyarak –Katolik ve Anglikan okulları gibi- çocuklarını toplumsal hayata hazırlamaları mümkün gözükmektedir.346 İngiltere’de yürürlükteki politika açık bir şekilde inançlara eşit olarak muamele etmemektedir.Bağımsız dini okulların artması –özellikle Müslüman okulların gelişmesi- yeni dini okullara talebin olduğunu göstermektedir ancak devlet bu okullara yardım etme konusunda isteksiz davranmaktadır. İngiltere tarihsel olarak farklı dini grupları kendi dini sistemine dahil edebilmiştir ve İngiltere’nin yeni dini gruplarıda sistemine en sonunda dahil etmesi mümkün gözükmektedir. Böyle bir şey İngiltere’nin geleneksel politik pragmatizmiyle uygunluk göstermektedir. 1988 Yılında çıkarılan Eğitim Reformu Yasası devlet okullarında dini eğitimi ve ibadeti şart koşmasından dolayı gerilimlere neden olmuştur.Kültürel muhafazakarlardan gelen eleştirileri karşılamak için hükümet din eğitimini –bu din eğitimi İngiltere’deki Hırıstıyan inançlarını yansıtacağı gibi diğer büyük inaçları da kapsaacaktı- ve günlük ibadet –bu ibadet büyük ölçüde Hırıstıyan bir karaktere sahiptir- şartlarını yasaya dahil etti.347 Velilerin çocuklarını dini eğitimden alıkomaya hakları vardı.Bu dini şartları savunanlar birçok okulun 1944 yasasının dini şartlarını yerine getirmediğini ve bu okulların çok inançlılık yaklaşımını benimseyerek Hırıstıyanlığı azınlık inancı pozisyonuna düşürdüklerini iddia ettiler.348 Birçok okulun 1944 tarihli eğitim yasasının dini şartlarını yerine getirmediği doğruydu. Bu İngiltere’nin daha seküler ve daha plüralist bir hale geldiğini yansıtmaktadır. Yasa Lordlar Kamarasında tartışıldığı zaman hükümet bakanı Barones Hooper şöyle demiştir: “Böyle bir toplu ibadet kişilerin kendilerini topluma ait olma duygularını geliştirecektir.”349 Hooper’in bu yorumu İngiltere’nin kilise-devlet konularına olan yaklaşımını birçok açılardan yansıtmaktadır. Birincisi resmi kilisenin olması bir realite olmasına rağmen onun legal gücünün sınırlı olması dinin kamusal hayatta belirli bir rolü oynayabileceği görüşünün desteklenmesini mümkün Bkz.: Halstead, ‘Educating Muslim Minorities: Some Western European Approaches.’ Bu yasanın dini provizyonları için bkz.: R.Gower, Religious Education at the Primary Stage, Oxford : Lion Educational Trust, 1990. 348 J.Burn ve C.Hart, The Crisis in Religious Education, Londra : Educational Research Trust, 1988. 349 P.Vallely, ‘UK Keeping Faith in the System,’ The Independent, 7 Ocak 1995. 346 347 kılmaktadır.Yeni şartlara muhalefet dini azınlıklardan ve çok az seküler elitten gelen eleştirilerle sınırlıydı.Dini eğitimine kamuoyunun verdiği destek çok yüksekti ve devlet okullarında dini eğitim verilmesinden ve ibadet edilmesinden şikayetçi olan velilerin sayısı yok denecek kadar azdı.350 1992 Yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasında katılımcıların yüzde yetmişikisi kamu okullarında günlük ibadet ve duaların olması gerektiğine inandığını belirtmiiştir. Bu oran dini açıdan çok aktif olan Amerika’dan daha yüksektir.351 Bu zihinsel yapı Hooper ve diğerlerinin devlet okullarında Hırıstıyanlığa –çünkü İngiltere’nin çoğunluğu Hırıstıyandır- dayalı din eğitimi verilmesinin ve ibadet edilmesini şart koşmanın parlemento için anlaşılır bir şey olduğunu iddia etmelerine neden olmuştur.Kilise liderlerinden ziyade resmi yetkililer devlet okulları için bir dini eğitim müfredatı düzenlemeye kalktılar çünkü onlar okulların ortak amaçlara ulaşmadaki etkinliğini görmek istiyorlardı. İkincisi İngiltere’de dini kurumsallık agresif bir şekilde Hırıstıyan değildir. Bu fikir din eğitiiminin ve kollektif ibadetin toplumun ortak değerlerine uygun olarak çocuklara verilmesi gerektiği yaklaşımıyla uygunluk göstermektedir.York Psikoposu Dr. John Habgood’a göre okullar ahlaken çökmüş bir neslin meydana gelmesinin önüne geçmek için dini eğitime öncelik vermeliydiler.352 Çok dinli bir toplum konteksinde dini eğitimin birinci amacı İngiltere’yi Hırıstıyanlaştırmaktan ziyade çocuklara ahlaki ve değerleri öğretmek ve onları İngiltere’nin büyük inanç tradisonlarının farkına vardırmaktı.Okullarda din eğitimi verilmesinin öncülüğünü yapan Eğitim Araştırmaları Vakfına göre din eğitimi kişiye bireysel ve sosyal davranışlarında Tanrı bilincine dayalı ahlaki normları öğretecekti.353 Bu yorum jenerik optimizmi bir din eğitiminin neyi başarabileceği konusundaki göstermektedir.Bu yaklaşıma göre genel karakterde olan, resmi bir dini kurumun klavuzluğunda hazırlanan ve mezhepler üstü bir perspektife göre hazırlanan bir din eğitimi okul çocuklarına gerekli ahlaki ilkeleri sunacaktır.Bu yaklaşımın anlamakta başarısız olduğu şey çocukların mensup olduğu spesifik inanç gruplarından bağımsız olarak hazırlanan bir müfredatın çocuklara yeterli bir ahlak eğitimi sunamama olasılığıdır.Ayrıca bu yaklaşım konsensüsel dini inançları kabul etmeyen dindar ve dinsizlere eşitlikçi bir olarak muamele etmemektedir. F.Abrams, ‘Education,Breaking the Government Commandments,’ The Independent, 6 Eylül 1994. The Public Perspective, 1992. 352 B.Preston, ‘Habgood urges support for religious education,’ The Times, 9 Mart 1995. 353 Burn ve Hart, The Crisis in Religious Education. 350 351 Düzenlemeye en büyük muhalefet öğretmen birlikleri ve Müslümanlardan geldi.En büyük öğretmenler birliği dini eğitime ve ibadete son verilmesini isteyen bir karar yayınladı.Baş Öğretmenler Birliği üyelerinin yüzde yetmişdokuzu hükümetin dini eğitim ve ibadetten beklentilerinin gerçekçi olmadığını düşünüyordu.354 Birmingham’da Müslüman aileler din derslerinin boykot edilmesini organize ettiler fakat Müslüman liderler eğitime seküler bir yaklaşımda bulunma çağrısında bulunmadılar.355Bunun yerine Müslümanlar devlet okullarında İslami eğitime olanak tanınmasını istediler.Müslümanlara göre dini eğitimin amacı çocuklara neyin doğru ve yanlış olduğunu sunmaksa İslami eğitiminde Hırıstıyan doktrini kadar etkili olduğunu ileri sürdüler.Çok az okul politikasını liberalleştirerek İslami eğitime izin verdi. Ancak okulların çoğu buna izin vermedi ve hükümet okullarda geniş katılımlı Hırıstıyan dini toplantılarının yapılmasını şart koşan yasada herhangi yumuşamaya gitmeyeceğini deklare etti.356 Teoride 1988 Eğitim Reform yasasının amacı okullarda dini eğitim verilmesine ve ibadet edilmesine olanak sağlanması için devletin bu konudaki kararlılığını göstermektedir.Bu yasa velilerin bazı okullarda dini sınıflara taşımalarına olanak sağladı –böyle bir şeyin Amerika’da olması mümkün değildir.Ancak pratikte okulların çoğu yeni yasanın şartlarını yerine getirmekte başarısız oldular.357 İngiltere’nin dini açıdan plüralist bir kültüre sahip olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda ortaya çıkan sonuç sürpriz değildir. Okullarda dini eğitim verilmesi ve ibadet yapılması için geniş destek vardır ancak dini eğitimin neyi kapsaması gerektiği konusunda ortak bir fikir birliği mevcut değildir.Bu durum dini açıdan farklı olan bir toplumda konsensüsel dini eğitimin kültürel bütünlüğün temeli olup olmayacağı sorusunu gündeme getirmektedir.İngiltere’deki dini farklılıklar resmi modelin dinin bu fonksiyonu yerine getirebileceği şeklindeki iddiasına meydan okumaktadır. Devlet okullarında dinin konumu resmi din modelinin gücünü göstermektedir çünkü devlet jenerik bir Hırıstıyan perspektifinden hareketle dini eğitim ve ibadet hizmeti sunmaktadır.Ancak bu politika devletin değişik dinler karşısında tarafsız L.Gerard, ‘Delegates demand an end to law on Daily Prayers,’ The Independent, 13 Nisan 1995. P.Vallely, ‘Keeping Faith in the System,’ The Independent, 7 Ocak 1995. 355 M.Bunting ve M.Wainwright, ‘Muslims to step up boycott of religious lessons,’The Guardian, 12 Nisan 1996. 356 P.Vallely, ‘How much Tolerance can we tolerate,’ The Independent, 4 Mart 1996. 357 Religious Education and Collective Worship: A Report from the Office of Her Majesty’s Chief Inspector of Schools, Londra : HMSO, 1994. 354 olması gerektiği normunu ihlal etmektedir çünkü devlet spesifik nitelikteki bir Hırıstıyanlık eğitimini ve ibadetini tercih etmektedir ve bu perspektifin dışındaki grupları dini eğitim ve ibadetin dışında tutmaktadır. Bu çocukların keşfedebilecekleri din eğitimine sınırlama getirmektedir. Kilise, Devlet ve Hayır Kurumları Kiliseler eğitim alanında olduğu gibi sosyal hayır işlerinde de ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren kendi kurumlarını oluşturmaya başladılar.358 Dini değerler çocuk bakımı, fakirlere yardım, cezaevi reformu ve kamu sağlığı konularındaki reform çabalarını motive etti.Dini hayır kurumları yirminci yüzyılda insani hizmetlere olan yüksek talebi karşılayacak durumda olmadığı gibi bu hizmetleri eşitlikçi bir şekilde yerine getirmeleri de mümkün değildi.Dini hayır kurumları Lester Salamon’un ifadesiyle filantropik partikülarizmi uyguluyorlardı.359 Dini filantropi özellikle toplumun ihmal edilmiş alt gruplarıyla ilgileniyordu.İngiltere’de refah reformunun öncülüğünü yapan Evanjelik gruplar ‘hak eden yoksul (deserving poor)’ ve ‘hak etmeyen yoksul (undeserving poor)’ ayırımını refaha popüler talep arttıkça devlet yapmaktaydılar.Kamusal gönüllü hayır sektörünün eksikliklerini kapatmakla daha çok ilgilenmeye başladı.360 İkinci Dünya savaşından sonra sağlık, konut, eğitim ve gelir desteği konusunda yapılan yasal düzenlemeler İngiliz refah sisteminin temelini oluşturdu.James Beckford’un not ettiği gibi İngiltere’deki refah sistemi birçok Avrupa ülkesinin –refah sisteminin dini farklılıklara dayanmadığı ülkeler- refah sisteminden farklı olarak gelişmiştir.Dini filantropi savaş sonrası dönemde devam etmiştir ancak yeni sistemde dini hayır kurumlarının rolü giderek zayıflarken devlet kamusal refahın regülasyonunda ve sunumunda birincil sorumluluğu üstlendi.361 Dini kurumlar ortaya çıkan sosyal hizmet ve sağlık bakımı mesleklerinden büyük seküler baskılar gördüler.Sosyal hizmet uzmanları sık sık dini dışlayan ya da onu sosyal hizmetle ilgisiz bulan objektif ve bilimsel kritere vurgu yapmaktaydılar.Mesleğin ideolojik fikirlerini çoğunlukla kabul eden Hırıstıyan Bu aktivite hakkında yapılan bir çalışma için bkz.: D.W.Bebbington, Evangelicals in Modern Britain, Dördüncü Bölüm. J. Rose, For the Sake of the Children: Inside Dr.Barnardo’s, Londra : Hodder and Stoughton, 1987. 359 L.Salamon, ‘Partners in Public Service: The Scope and Theory of Government-Nonprofit relations,’ içinde W.M.Powell, (Ed.), The Nonprofit Sector: A Research Handbook, New Haven : Yale University Press, 1987, 99-117. 360 Salamon, ‘Partners in Public Service,’ 111. 361 J.A.Beckford, ‘Great Britain: Voluntarism and Sectional Interests,’ içinde R.Wuthnow, (Ed.), Between States and Markets, Princeton : Princeton University Press, 1991, 30-63. 358 kurumlar sekülarizason süreciyle dolmuş olarak işlerini daha kabul edilir din dışı terimlerle tanımlamaya başladılar. Thatcher gönüllü hayır hizmeti sektöründe önemli değişiklikler yaptı. Özelleştirmeye, kamu tercihi ve hükümetin rolünün azaltılması ilkelerine olan bağlılına uygun olarak Thatcher devletin kamusal hizmetleri sunması yerine gönüllü hayır kuruluşlarının bu alanda kullanılmasına vurgu yaptı.O gönüllü kuruluşların müşteri tercihlerini genişleteceğini, maliyetleri düşüreceğini ve kamusal hizmetlere rekabetin girmesiyle etkinliğin artacağını iddia etti.O popüler imajı ve retoriğinin aksine kamusal refah konusundaki harcamalarda indirime gitmedi; refah devleti için yapılan harcamalar onun döneminde hep yüksek kaldı.362 Ancak Thatcher devletin kamu hizmetlerini sunma biçimini değiştirdi; onun politikaları gönüllü kuruluşları daha çok hizmet sunan haline getirdi.Bir hükümet yayını yeni düzenlemeyi şöyle tasvir etmektedir: “Hükümet kurumları ve lokal otoriteler sosyal hizmetlerin sunulması için gönüllü kuruluşlarla anlaşmalar yapmaktadırlar.”363 1990-91 Yılları arasında hükümetin gönüllü kuruluşlara ödediği para 2.6 milar pounddur –bu oran 1980-81 yılından beri gönüllü kuruluşların gelirinde yüzde 140.5 oranında artış olduğu anlamına gelmektedir.-364 Dinin hayır kurumlarındaki önemi kurumuna göre değişmesine rağmen dini kurumlar gönüllü hayır hizmetleri sektörünün önemli bir parçası olmayı başardılar.İngiltere’deki uyuşturucu rehabilitason merkezlerinin üçte biri Hırıstıyan bir temele dayanırken çocuk bakım merkezlerinin yarısının bir dini oryantasyonu bulunmaktadır.365 Dini hayır kurumlarının çoğu kendilerine özgü dini perspektifleri korumaya devam etmektedirler.Örneğin Yeldall Hırıstıyan merkezleri İngiltere’deki alkol ve uyuşturucu rehabilitason evlerini işletmektedir. Yeldall yıllık gelirinin – 600.000 sterlin- yüzde otuzunu devletten almakta ve yaptığı sosyal iş ile dini perspektifi arasında sıkı bir bağ olduğunu algılamaktadır. Yeldall misyonunu şu şekilde ifade etmektedir: “Yeldall Hırıstıyan merkezlerinin amacı parçalanalara hayatı şifa ve bütünlük sunarak Tanrı’yı yüceltmektir.Bir uyuşturucu I.Crewe, ‘The Thatcher Legacy,’ içinde A.King, (Ed.), Britain at the Polls: 1992, Chatham, N.J.: Chatham House, 1993, 1-28. 363 Britain’s Voluntary Organizations, Londra : Foreign and Commonwealth Office, 1993. 364 Britain’s Voluntary Organisations. Perr 6 ve P.Fieldgrass, Snapshots of the Voluntary Sector, Londra : NCVO Publications, 1992. 365 Bu değerler bize Rachel Westall –Evangelical Coalition on Drugs, ve Tom White –National Children’s Home- tarafından ulaştırılmıştır. 362 bağımlısını özgürlüğüne kavuşturmanın en iyi yolu onu İsa’nın takipçisi olmaktır. Ancak biz kimseyi İsa’nın takipçisi olmaya zorlamıyoruz.”366 Yeldall’da çalışan personelin hepsi Hırıstıyandır ve hepsi Kitab-ı Mukaddes’e inandıklarına dair (bible believing) bir dokümanı imzalamak zorundadırlar.367 Yeldall’in barınma merkezlerinde kalanlar günlük danışma seanslarına ek olarak haftada iki defa Kutsal Kitap çalışmalarına ve kilise ayinlerine ilk ondört hafta bounca katılmak zorundadırlar. Kurtuluş Ordusu (Salvation Army) İngiltere’de en yaygın olan hayır kurumudur. Onun onmilon sterlinlik bütçesi olup bu bütçenin üçte ikisini hükümet karşılamaktadır.2200 Kişi ful time olarak bu hayır kurumunda çalışmakta olup yaklaşık beşbin kişi her zaman için bu kurumun hizmetlerinden yararlanmaktadır.Salvation Army’nin Londra evsizlere barınma hizmeti veren evlerin yardımcı direktörü Christine McMillan bize Salvation Army’nin Londra’daki hostelleri bin kişiye yatak sağlayabilecek bir kapasiteye sahip olduğunu ifade etti.Her hostelin duvarlarında dini semboller bulunmakta, yemek öncesi dualar yapılmakta ve gönüllü katılıma dayalı dini hizmetler ve Kutsal Kitap çalışmaları yapılmaktadır.Hükümet destek verdiği bütün hayır kurumlarının personel almında herkese eşit şartlar ve fırsatlar altında muamele etmesini gerekli kılmaktadır.Bu yasal gerekliliğe karşlık olarak Kurtuluş Ordusu kendi eşit fırsatlar politikasını uygulamakta ve yönetici pozisyonunda olan işlerin dinlerini yaşayan Hırıstıyanların işgal etmesini gerekli görmektedir.McMillan hükümetin bu politikaya müdahele edeceğini ummamaktadır.368 Politika yapıcılar daha çok özel hayır kurumlarının sunmuş oldukları hizmetlerin kalitesi konusunda endişe duymaktadırlar. Hiç kimse özel hayır kurumlarına kamu yardımı yapılmasına izin veren sorgulamamaktadır.Sağlık Departmanından bir etkili olan yasal düzenlemeyi Rab Rabindran bir mülakatında bu noktayı açık bir şekilde vurgulamaktadır: “Hükümet özel sosyal organizasyonların sağlık ve diğer alanlarda sunmuş oldukları hizmetlerin kalitesiyle ilgilenmektedir.Özel hayır kurumları hizmetleri en iyi bir biçimde sundukları sürece biz kimin nasıl hizmet sunduğuyla ilgilenmemekteyiz.”369Dini kurumlar sunmuş Bu ifadeler şu eserlerden alınmıştır: ‘Yeldall Christian Centres: A Christian Response to Addiction and Homelessness’ ve ‘Yeldall Manor Care Plan,’ Yeldall Christian Centres Publications, tarihsiz. 367 David Partington ve Jeremy Parr ,Yeldall Christian Centres- ile yapılan röportaj, 12 Mayıs 1994. 368 Christine McMillan –Salvation Army- ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994. 369 Rab Rabidran –Department of Health- ile yapılan röportaj, 16 Mayıs 1994. 366 oldukları hizmetlerin kalitesinin tamamen enstrümental yollarla ölçülüp ölçülmeyeceğini sorgulamaktadırlar. Ancak devlet seküler sosyal hizmet modeli lehine onlara diskriminasyon tavrı içerisinde değildir.Görüştüğümüz hiçbir organizasyon yetkilisi bize kurumlarının seküler sosyal hizmet kurumlarından daha fazla regüle ettiğine dair bir şikayette bulunmamıştır. Bazı araştırmacılar devlet yardımı alan hayır kurumlarının karşılaşabileceği risklere dikkat çekmektedirler.370 Kamusal yardım hesap verme noktasında hayır kurumları üzerinde bir baskı meydana getirmektedir. Özellikle bu baskı dini hayır kurumlarının kalitesi konusunda problem yaratmaktadır. Peter Dobkin Hall şunu not etmektedir: “Hizmet kalitesini matematiksel ölçülere göre daha az tanımlama eğiliminin olduğu yerde dini hayır kurumları güçlükle karşılaşmaktadırlar.”371 Hayır kurumları büyük bir regülasyon ve kontrolle karşılaşmaktadırlar ve bir çok dini kurum sekülerleşmektedir. Ancak kurum başkanları bizimle yapmış oldukları mülakatlarda dini hayır kurumlarının spesifik dini oryantasonlarını koruyabileceklerini ifade etmişlerdir. Dini kurumlar sunmuş oldukları hizmetlerle ilgili birçok soruyla karşılaşmaktadır ancak plüralizme doğru büyük bir gidişin olduğu belirtmemiz gerekmektedir. Plüralizme olan yöneliş dini hayır kurumları için büyük bir esneklik meydana getirmektedir.372Yeldall Hırıstıyan merkezlerinin tecrübesi dini hayır kurumlarının dini değerleri temsil eden hizmetleri isteyen müşterilerine bu nitelikte hizmetler sunma fırsatına sahip olduklarını göstermektedir. Devletin dini hayır kurumlarına mali yardımda bulunması eğitim alanında olduğu gibi mücadelelere sahne olmamıştır. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında hayır sektörünü Anglikan Kilisesi işgal etmemekteydi ve ilk hayır organizasyonlarının çoğu mezhepler üstü bir karaktere sahiptiler. Şu anda Britanya’da 112 Hırıstıyan hayır kurumu ve sosyal organizasyonu vardır.373 Bu kurumların yarısı mezhepler arası bir karakterdedir. Dini hayır kurumlarının yüzde onbeşi Katolik kilisesine, yüzde onu Anglikan kilisesine ve geriye kalanlar ise küçük kiliselere bağlı bulunmaktadır. Anglikanlar ve Katolikler eğitim alanına hakim oldukları gibi hayır sektörü alanına Bkz.: M.Lipsky ve S.R.Smith, ‘Nonprofit Organizations, Government, and the Welfare State,’ Political Science Quarterly, 104, 1989-90, 626. 371 P.D.Hall, ‘The History of Religious Philanthropy in America,’ içinde R.Wuthnow ve V.A.Hodginkson, (Ed.), Faith and Philanthropy in America, San Francisco : Jossey-Bass, 1990, 56. 372 M.Taylor, ‘The Changing role of the Nonprofit Sector in Britain: Moving toward the Market,’ içinde B.Gidrow, R.M.Kramer ve L.Salamon, (Ed.), Government and the Third Sector: Emerging Relationships in Welfare States, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 147-75. 373 Brierley ve Longley, United Kingdom Christian Handbook 1992-93. 370 hakim değildirler.Devlet değişik hayır kurumlarını finanse etmede çok eşitlikçi davranmaktadır.Yahudi kurumlar büyük devlet yardımları almaktadırlar. Müslüman ve Sih kurumlar ise daha çocukluk dönemindedirler ancak hükümetten şimdiye kadar bazı yardımlar almayı başarmış olan bazı Müslüman ve Sih organizasyonlar vardır. Yapmış olduğumuz mülakatlar resmi dini yapının Anglikan olmayan kurumları dezavantajlı konuma koymadığını ortaya koymaktadır.Salvation Army’den McMillan bağlı bulunduğu kurumun Anglikan olmamasına rağmen herhangi bir diskriminasyona uğramadıklarını ifade etmektedir.Hatta o resmi dini yapının devletin kendi kurumuna yardım etmesini desteklediğini söylemektedir.Ona göre sosyal hizmetler karşılığında devletin sosyal hayır kurumlarına yapmış olduğu yardımların kabul edilmesi belirli bir perspektif meydana getirmektedir.374 Bu argüman hakkında söylenecek çok şey vardır. Ancak şunu söylememiz lazımdır: İngiltere’de resmi bir kilisenin olması dinin kamusal rolü konusunda kültürel bir öngörü yaratmaya yardım etmektedir. Devlet dini sosyal hizmet kurumlarını desteklemektedir çünkü devlet onları kamuya yararlı kurumlar olarak algılamaktadır. Kilise kaynaklı bütün hayır kurumları devletle işbirliği içerisindedirler ve bütün dini kurumlar devlet yardımı almaya uygun kabul edilmektedir. Bütün hayır kurumlarının kamusal yardım alması onların arasında bir çatışmanın olmamasını sağlamaktadır. Sonuçlar ve Gözlemler Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında resmi bir kilise modeline sahip tek ülke İngiltere’dir.İngiltere’nin resmi bir kiliseye sahip olması ilk bakışta tarihsel bir tesadüf ya da bugün pratik anlamı kalmamış bir geçimişin kalıntısı olarak görünebilir.Devlet ve kilise arasındaki ortaklığın eskisi gibi güçlü olmadığı doğrudur çünkü bugünkü algılamanın aksine geçmişte bu iki güçlü kurum arasındaki ilişkiler ulusal istikrarın teminatı olarak görülüyordu. Ancak biz İngiltere’nin resmi kurumsal yapısının plüral demokrasiler için hala bir model olduğunu –özellikle yansıttığı kültürel fikir ve değerler açısından- düşünmekteyiz.Bu değer ve fikirler arasında şunlar çok önemli bir yere sahip bulunmaktadır: 1.Din ve kiliselerin oynayacağı önemli kamusal roller vardır, 2.Dini tanımak, kapsamak ve desteklemek için devletin pozitif adımlar atması uygundur.Devletin kabul ettiği gibi İngiliz resmi din kurumu kamuya hizmet eden bir karaktere sahiptir.İngiltere’nin kilise-devlet politikasının 374 C.McMillan -Salvation Army-ile yapılan röportaj, 13 Mayıs 1994. sınırları ve fırsatları yarı resmi dini kurumsallığında saklı olan değerlere dayanmaktadır. İngiliz kilise-devlet modeli belirli bir dereceye kadar dini konularda devletin tarafsız olması normunu zayıflatmaktadır.Mevcut sistemin en büyük açmazı bütün dinlere eşit muamele anlamında din özgürlüğü –özellikle eğitim alanında- tanımıyor olmasıdır.Onaltıncı yüzyılda Anglikan Kilisesi resmen kurulduğundan beri azınlıkların hakları dini tedrici olarak genişlemektedir. Ancak dini hakları koruyan anayasal güvenceler olmadığı gibi dini özgürce yaşama ilkesine devletin doktrinel bir bağlılığı da yoktur.Bazı durumlarda hükümet regülasyonları azınlık inançlarını diskrimine etmektedir.Dindarlar inançlarından dolayı mağdur edildikleri zaman onlar haklarını güvence altına alan legal bir sisteme başvuramamaktadır.İngiliz eğitim sistemi açık bir şekilde dinlere eşit muamele ilkesini ihlal etmektedir çünkü devlet bazı dini okulları finanse ederken bazılarını etmemektedir.Mevcut sistem 1944 Eğitim yasasına göre desteklenmesi kararlaştırılan kiliseleri avantajlı kılarken bu orijinal paktta yer almayan dini okulları ise dezavantajlı yapmaktadır. Devlet isteyerek dini desteklemektedir. Ancak devletin dini desteklemesi kabul edilir sınırlar içerisinde olmaktadır.Kabul edilir ve kabul edilmez din arasındaki sınır sivil bir din modeline göre belirlenmektedir.Sivil din modeli kiliselerin İngiliz liberal değerlerini güçlendirmesi ve dayanmaktadır.Dini genel ahlaki konsensüse vurgu yapmalarına kamu okullarına sokma çabası bu modelin sınırlarını göstermektedir.Okullarda genelde öğretilen din genelde Hırıstıyanlıktır. Ancak idareciler spesifik Hırıstıyan doktrinlerinin okullarda öğretilmesini kabul edilmez olarak değerlendirmektedirler.Bu model çoğunluğun benzer kültürel değerleri paylaştığı ve çok az kişinin dini ciddiye aldığı bir yerde iyi Sekülaristlere, bazı Hırıstıyan mezheplerine –fundamentalist işlemektedir. ve pentekostal Hırıstıyan gruplar- ve Müslümanlara ait okullar bu sistemin dışındadır çünkü bunlar değişik nedenlerden dolayı kamu okullarında öğretilen konsensüsel dini reddetmektedir. İngiltere’nin yarı resmi dini kurumsallığı dini konularda devletin tarafsızlığının gerçekleşmesine engel olurken öte yandan bu normun realizze edilmesine değişik açılardan yardımcı olmaktadır. Bu İngiliz sisteminin paradoksudur. Yarı resmi kurumsallık sistemi bazı kiliseleri dezavantajlı kılmaktadır ancak sistem içindeki kiliseler ise devlet tarafından tanınmakta ve desteklenmektedir.Mevcut eğitim sistemi bütün dinlere eşit olarak muamele etmemektedir ancak Yahudi ve Hırıstıyan velilere çocuklarını dini fikirlere göre eğitim veren okullara gönderme seçeneği tanımaktadır. Bu açıdan bakıldığından dini ve seküler eğitim perspektiflerine karşı İngiliz sistemi Amerika sisteminden daha fazla nötrdür.Özel hayır sektörü alanında bu daha belirgin bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır çünkü devlet değişik hizmetleri yerine getiren bir çok dini hayır kurumuna mali destek sağlamaktadır.Devlet yarımı olmasaydı dini hayır kurumlarının bu kadar değişik hizmetleri sunması mümkün olmayacaktı. İngiltere’de dini plüralizmin ortaya çıkışı bu sistemin devam etmesini zor hale getirmektedir çünkü yeni dini gruplar kendi haklarının güvence altına alınmasını ve okullarına devletin mali yardım yapmasını istemektedirler.Dini plüralizmin yarattığı bu problemin çözüm biçimlerinden birisi dini okullara yapılan mali yardımın durdurulması ve devlet okullarındaki dini elementlerin elimine edilmesidir –Amerika katı ayırımcı yaklaşımının yaptığı gibi.- Bu görüşe göre nötralite dini okullara devletin hiçbir mali yardımda bulunmaması anlamına gelmektedir.Bu şekilde devlet hiçbir spesifik inancın yanında yer almamış olacaktır –şu anda devlet kilise okullarına kısmi destek sağlamaktadır.-Bu ayırımcı yaklaşımın gerçekte tarafsız olmaması onun en büyük problemidir çünkü ayırımcı yaklaşım dini görüşlere karşı din dışı etosun yanında yer almaktadır. Bize göre gerçek bir nötralite için alternatif yol devletin daha çok dini grubu sistemin içine almasıdır –Hollanda ve Avustralya’da olduğu gibi.- Bu alternatif seçeneği gerçekleştirecek böyle bir yapı zaten eğitim alanında vardır – dini okullar için gönüllü yardım statüsü.- Hayır kurumlarına kamusal yardım sistemi gerçek tarafsızlık normunu mevcut durumda realize etmektedir.İngiltere geçmişte dışlanan dini grupları –Yahudiler ve konformist olmayan Yahudiler gibi- bugün sistem içine almayı başarmıştır. Aynı şekilde İngiltere Müslümanları ve diğer dini grupları kurumsallık nosyonunun kapsamına gelecekte alabilir.İngiltere’nin dini tarihi pragmatizmini göz önüne aldığımızda en büyük olası sonuç budur. Bize göre böyle bir uygulama dini gruplar ve seküler perspektifler arasında devletin nötr olması normuyla büyük tutarlılık içerisindedir. Üç güç bu genişlemenin sınırlarını oluşturmaktadır.Birinci güç resmiyetinin iptalini ve devletin kilise okulları ve dini hayır kurumlarına kilisenin yaptığı yardımların durdurulmasını isteyen küçük bir toplum kesimidir. İkinci güç Hırıstıyanlık resmi kurumsallık modelini savunan gruplardır.Bu gruplar 1988 Eğitim Reformu Yasası ile ilgili tartışmalarda kendilerini güçlü bir şekilde göstermişlerdir ve denominasyon sisteminin genişlemesi yönünde mücadeleler vermişlerdir. Kısa vadede Hırıstıyan olmayan grupların sayısının artması İngiltere’de daha net olarak tanımlanmış bir resmi Hırıstıyanlık kurumu isteyenlerin pozisyonunu çok güçlü hale getirebilir. Üçüncü güç mevcut sistemin yararlarının dışında tutulan dini gruplardır. Sistemden dışlanan gruplar politik olarak güçlü değildirler ve devletten tavizler almak için politik baskı uygulayacak güce sahip bulunmamaktadırlar. ALTINCI BÖLÜM ALMANYA: ORTAKLIK VE OTONOMİ Almanya’da kilise-devlet ilişkileri iki prensibe dayanmaktadır: Ortaklık ve otonomi. Almanlar kilise ve devlete birbirini karşılıklı olarak dışlayan ve birbirinden tamamen farklı insani faaliyetler olarak bakmamaktadırlar. Bilakis Alman halkı bu iki kurumu birbiriyle dayanışma içinde Alman toplumunun istikrarına ve refahına katkıda bulunabilecek ortaklar olarak algılamaktadır. Ortaklık prensibiyle bir şekilde gerilim içinde bulunan ya da onu bir ölçüde dengeleyen bir başka prensip otonomi ya da self-determinasyon ilkesidir. Alman zihin yapısı kilise ve diğer dini organizasyonların bağımsız olmasını temel bir hak olarak algılamakta ve onları tamamen ve kendi kaderleriyle başbaşa bırakmaktadır. Kiliseler dini organizasyonların sahip oldukları otonomi alanına devlet hiçbir şekilde müdahele etmemektedir. Bu prensipleri destekleyen iki ek değer ya da ilke daha vardır: Tarafsızlık ve pozitif özgürlük olarak din özgürlüğü. Kilise-devlet ilişkileri konusunda otorite makamında olan bir Almanın dediği gibi tarafsızlık şu anlama gelmektedir: “Devlet hiçbir kilise ile özdeşleştirilemez. Devletin resmi statüde bir kilisesi yoktur. Devletin spesifik olarak herhangi bir dine eğilim duyması mümkün değildir. Öte yandan dini kurumlar sosyal gruplara göre dezavantajlı bir duruma düşürülemezler. Devlet ateizmi tamamen yasaktır.”375 Devlet bütün dini gruplara ve dindışı gruplara karşı tarafsız olmak zorundadır ve herhangi birinin yanında yer alarak diğerlerine karşı olmamalıdır. Pozitif bir özgürlük olarak din özgürlüğü negatif özgürlükten daha fazla bir şeydir.Din özgürlüğü devletin kişinin inanç ya da pratiklerine sınırlama koymamasının ötesinde devletin dinin özgürce uygulanmasına katkı sağlayacak pozitif çabaların içine girmesini de kapsamaktadır. Donald Kommers bu noktayı iyi açıklamaktadır: “Pozitif anlamda din özgürlüğü devletin dini kişiliğin rahat ve özgür olarak gelişmesi için uygun bir sosyal düzen yaratması demektir.”376 Bu dört ilke bir araya gelerek Almanya’nın kilise-devlet ilişkilerine olan yaklaşımını meydana getirmektedir. Bu ilkelerin oluşturduğu Alman modeli Amerikalılara çok karışık ve anlaşılmaz gelmektedir. Alman Anayasasında açık bir şekilde şu yazmaktadır: “Devletin kilisesi olamaz.” Almanlar sık sık kilise-din ayrımından ve dini konularda devletin tarafsızlığından bahsetmektedirler. Ancak Almanların aynı eşitlikte devlet-kilise ortaklığına vurgu yapmaları ve dini özgürlükten pozitif özgürlük olarak söz etmeleri onları Amerikalıların kilise-devlet ayrılığının ihlali olarak görecekleri uygulamalara yöneltmiştir. Kilise-devlet ilişkileri konusundaki Alman düşünce biçimi ve uygulaması Hollanda’nın ilkeli plüralizmi ve İngiltere’nin yarı resmi kilise kurumu modeliyle bazı paralellikleri paylaşmaktadır. Almanya’nın kilise-devlet ilişkilerine dair prensiplerini anlamak için Almanya ile ilgili bazı önemli gerçeklerin anlaşılması lazımdır.Gelecek kısımda kilise-devlet ilişkisine dair uygulamaların tarihsel arkaplanı ele alınacaktır.Bu kısımda tarihsel arkaplanın dört prensibin oluşumuna olan katkısı üzerinde özellikle durulacaktır.Bu kısımdan sonraki dört bölümde bu dört prensibin ve diğer güçlerin özgür uygulama konularında Alman yaklaşımını nasıl belirlediği, kiliselerle hükümetin kurduğu değişik dayanışma biçimleri, din-eğitim ilişkileri ve hükümetin din kaynaklı sosyal programlara yönelik politikaları üzerinde durulacaktır. Son kısımda ise yapmış olduğumuz gözlemler ifade edilecektir. Ulus Almanya seksenbirmilyon nüfusa ve 137.OOO kilometre kare toprağa sahip bir ülkedir. Almanya Rusya’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük kalabalık ülkesidir. İkinci Dünya Savaşının küllerinden doğan Almanya Avrupa’nın hatta dünyanın en önde gelen ekonomik ve politik güçlerinden biri olmuştur.Bazılarına göre yıllarda yaşanan ellili ekonomik mucize politik mucizeyi de beraberinde getirmiştir. Otoriteryan bir idarenin ve politik istikrarsızlığın damgasını vurduğu bir ulus gerçekleştirilen ekonomik ve politik mucizeler sayesinde elli yıl boyunca istikrarın ve G.Robbers, ‘State and Church in Germany,’ içinde G.Robbers, (Ed.), State and Church in the European Union, Baden-Baden : Nomos Verlegsgesellschaft, 1996, 60. 375 liberal demokrasinin modeli haline gelmiştir.Alman hükümetine ve politikalarına demokratik kurumlar damgasını vurmakla kalmamış Alman halkının değer ve tavırları da –yapılan araştırmalara göre- demokratik normlara uygun tarzda değişme göstermiştir. 1945 Yılında Amerika ve Alman öğrenciler üzerinde yapılan bir araştırmada Amerikalıların daha az otoriteryan olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. 1970 Yılında yapılan benzer bir araştırmada ise Alman çocukların Amerikalılar gibi otoriteryan olmadıkları hatta bazı açılardan onlardan bile daha az otoriteryan oldukları tespit edilmiştir.377 Nüfusun yüzde doksanüçü etnik orijin olarak Almandır.Nüfusun kalan yüzde yedilik bölümü Türkiye’den, Yugoslavya’dan, İtalya’dan ve diğer dağılan ülkelerden göç eden insanlardan oluşmaktadır. Dini açıdan nüfus dağılımı şu şekildedir: 29 milyon Protestan ya da Evanjelik kiliselerin üyesi (nüfusun yüzde otuzbeşi), 28 milyon Katolik Kilisesi üyesi (nüfusun yüzde otuzaltısı), 2.5 milyon Müslüman (nüfusun yüzde üçü), 47.000 Yahudi (nüfusun yüzde birinden daha az), 16 milyon hiçbir dine bağlı olmayan (nüfusun Kilisesi (EKD) yüzde yirmibiri).378 Almanya’da Evanjelik yirmidört bölgesel Protestan kilisesinin bir araya gelmesinden meydana gelen bir kiliseler federasyonudur.Bu kiliselerden çoğunun arkaplanı Luterciliğe dayanmasına rağmen Reformcu gelenekten (Calvinist gelenekten) gelen ya da Luterci ve Calvinist kiliselerin birleşmesinin ürünü olanlar da vardır.379 Bölgesel kiliseler ciddi derecede bir otonomiye sahip bulunmaktadır. Nazi döneminden kurtulup ayakta duran kiliselerin itibarı hala devam etmektedir çünkü onlara Nazilere karşı çıkan çok az kurumdan biri olarak saygı duyulmaktadır. Kiliselerin ve onlara yakın Hırıstıyan Demokrat hareketin Almanya’nın İkinci Dünya Savaşının yıkımından kurtulup modern bir güç haline gelmesinde çok önemli rolleri olmuştur.Ancak 1973 yılında bir yorumcu şunu yazmaktadır: “Popüler tavırlar üzerinde kilise kontrol edici nüfuzunu ve toplumdaki 376 D.P.Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, Durham : Duke University Press, 1997, 461. 377 Bkz.: G.Lederer, ‘Trends in Authoritarianism: A Study of Adolescents in West Germany and the United States since 1945,’ Journal of Cross-Cultural Psychology, 13, 1982, 299-314.D.P.Conradt, ‘From Output Orientation to Regime Support: Changing German Political Culture,’ içinde U.Hoffman-Lange, (Ed.), Social and Political Structures in West Germany: From Authoritarian to Postindustrial Democracy, Boulder, Colo.: Westview : 1991, 127-42. 378 Bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 57. 379 Kullandığımız bu terminoloji Alman Protestan kilisesine atıfta bulunmaktadır. Evanjelik kavramını Amerikalılar yanlış anlayabilirler. The Evangelische Kirche in Deutschland (EKD) genelde Evanjelik Kilisesi olarak tercüme edilmektedir.Buradaki Evanjelik kavramının tutucu bir teoloji ve kutsal kitap merkezli bir dini anlayışı ifade etmediğini belirtmek isteriz. hakim pozisyonunu kaybetti.”380 Evanjelik Kilisesi raporlarına göre 1987 yılında üyelerinin sadece yüzde dokuzu düzenli olarak değişik kilise gruplarının faaliyetlerine katılmaktaydı.381 Bu oran gerçekte bir tarihçinin yüzyıl önce Protestan Kilisesine olan katılımın yüzde üç olduğu şeklindeki tahmininden daha yüksektir.382 Fakat bu orandaki kilise aktivitesi çok düşük olarak değerlendirilebilir.Evanjelik ve Katolik Kiliselerine olan saygı ve destek toplumun geniş kesimlerinde devam etmektedir.1991 Yılında yapılan bir araştırmaya göre Batı Almanya nüfusunun yüzde yirmisekizi kiliselere ve dini organizasyonlara çok güvendiğini ifade ederken nüfusun yüzde otuzaltısı kilise ve dini organizasyonlara belirli bir dereceye kadar güven duyduğunu ifade etmiştir.383 Savaş sonrası dönemin büyük bölümünde iktidar Hırıstıyan Demokratların elinde olmuştur. 1995 Yılında Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu bir karara göre kamu okullarında haç taşınması ve gösterilmesi yasaklanmıştır. Karar kamuoyunda büyük bir öfke ve protestoyla karşılanmıştır. Politik açıdan Almanya onaltı eyaletten (Länder) oluşan federal bir sisteme sahiptir.Amerika’da olduğundan daha fazla bir şekilde ulusal hükümete güç verilmiştir. Ancak eyalet hükümetlerine tanınan güç ve otorite de önemlidir.Almanya parlementer idari sisteme sahip bir ülkedir. Alman parlementer sisteminde iki parlemento vardır: Üyeleri direkt halk tarafından seçilen alt parlemento (Bundestag) ve eyalet temsilcilerinden oluşan üst parlemento (Bundesrat). Yasama kararlarının eyaletlerde yürürlüğe girmesi için Bundestag tarafından onaylanması gerekmektedir. Bundestag Bundesrat’ta çoğunlukla verilen bir kararı veto edebilir.Başbakan Bundestag tarafından seçilmektedir.Almanya’da iki büyük parti vardır: Hırıstıyan Demokratik Birliği (Bavyera’da Hırıstıyan Sosyal Birliği) ve Sosyal Demokrat Parti.1994 Yılında yapılan seçimlerde Hırıstıyan Demokratlar Bundestag’daki sandalyelerin yüzde kırkikisini kazanırken Sosyal Demokratlar yüzde otuzaltısını kazanmışlardır.Önemli olan küçük partiler ise şunlardır: Özgür Demokrasi Partisi (serbest teşebbüsü savunan bir parti), Yeşiller (reform zihniyetli çevreci bir parti) ve Demokratik Sosyalizm Partisi (eski Komünist Parti’nin devamı).Şu anda hükümetin başında Helmut Kohl bulunmaktadır. Kohl 1982 yılından beri başbakan olup Hırıstıyan Demokrat-Özgür Demokrat koalisyonunun başındadır. 380 F.Spotts, The Churches and Politics in Germany, Middletown, Conn.: Wesleyan University Press, 1973, 352. 381 The Evangelical Church in Germany: An Introduction, Hannover, Germany : Church Office of the Evangelical Church in Germany, 1987, İkinci Bölüm. 382 Spotts, The Churches and Politics in Germany, 6. Anayasa Mahkemesinin rolünü vurgulamamız gerekmektedir çünkü o yargısal denetleme gücüne sahiptir.Bu mahkeme 1949 anayasasıyla oluşturulmuş olup anayasayı yorumlama ile ilgili sorular konusunda karar vermektedir. 384 Anayasa Mahkemesi iki senatodan oluşmaktadır. Her senatoda sekiz yargıç vardır. Anayasa Mahkemesine açılan davalara bu senatolardan biri (Birinci ya da İkinci Senato) bakmaktadır. Yargıçların yarısı Bundestag tarafından seçilirken diğer yarısını Bundesrat seçmektedir.Yargıçlar yirmi yıllık bir dönem için seçilirler ve bir dönemden fazla görev yapamazlar.İleride göreceğimiz üzere Anayasa Mahkemesi çok önemli kilise-devlet konularına dair kararlar vermiştir. Tarihsel Arkaplan Almanya’da modern kilise-devlet uygulamalarına ve dört prensibe kaynaklık eden beş önemli tarihsel dönem vardır.Birinci dönem Ortaçağ Reformasyonu dönemidir.Bu dönemde Almanya ve Protestan birçok krallık ve prenslikten meydana gelmekteydi. Bu prenslik ve krallıklar Kutsal Roma İmparatorluğunu meydana getiriyorlardı çünkü bu dönemde bir Alman ulus devleti yoktu.Ortaçağda ‘iki kılıç’ ya da ‘iki otorite’ –kilise ve sivil idareciler- kavramı bütün Alman bölgelerinde -ve Hırıstıyan dünyanın çoğunda- kök salmış durumdaydı. Bu kavrama göre halk kilise ve prensin idaresi altındaydı ve her ikisi toplumun refah ve istikrarı için çalışacaktı.Ancak bu kavram hangi otoritenin neyden sorumlu olduğunu belirlemiyordu. Bu durum Papalık ve Kutsal Roma İmparatorları arasında birçok çatışmanın çıkmasına (Kral Henry IV ve Papa Gregory VII arasındaki çatışma gibi) neden olmuştur. Reformasyon Hırıstıyan Avrupa’nın birliğini sarsmıştır.Alman bölgeleri şu prensibi uygulamaya başlamışlardır: cuius regio, eius religio (Yöneticinin dini devletin dinidir).Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren 1848 tarihli Westphalia Barışı yöneticilere kendi bölgelerinin dinini belirleme hakkı vermesinin yanında farklı dinlere sahip olanların haklarını da kabul ediyordu.Her bölgede prens tebasının Katolik, Luterci ya da Calvinist olacağını belirlemekteydi.Bu uygulama her bölgenin Hırıstıyanlığın bir koluna tamamen bağlı olması durumunu yaratmıştır.İkinci Dünya Savaşına kadar Alman eyaletleri artan zenginlikleri ve refah düzeyleriyle beraber dini açıdan ya Katolik ya da Protestandılar.Bazı eyaletlerde bu durum hala devam 383 Bkz.: ‘Religion in Society,’ American Enterprise, 1992, 96. etmektedir.Pratikte seküler otorite manevi otoriteye hakim olmasına rağmen cuius regio, eius religio politikası ‘iki kılıç (two swords)’ kavramını devamlı hale getirmiştir. Katolik ya da Protestan Kiliselerin varlıklarını sivil otoriteye bağlılıklarına borçlu olmaları sürpriz değildir. Kilise-devlet ortaklığı geleneği bu dönemde doğmaya başladı.Toplumun refah ve huzuru kilise ve devlet direklerine ya da başka bir ifade ile tahta ve mihraba dayanıyordu.Kilise ve devletin genellikle ortak bir amacı gerçekleştirmek için bir araya geldikleri görülmektedir.Dayanışma ve karşılıklı destek kilise-devlet ilişkilerinde norm olmaya başladı.Ayrı prensliklerde tek dini inancın olması kilisedevlet dayanışmasını ve karşılıklı desteği mümkün kılmıştır ve bu durum dini diskriminasyon ve favoritizm suçlamalarına neden olmamıştır.Kilisenin otonom olması şeklindeki Alman geleneğinin kökenlerini bu döneme kadar götürmek mümkün gözükmektedir. ‘İki Kılıç’ doktrini teoride tutulmasına ve çoğu durumda uygulanmamasına rağmen kilise ve devlet –iki kılıç- eşit ortak kurumlar olarak değerlendirilmiş ve herbirisinin kendisine ait hak ve sorumlulukları olmuştur. Almanya’da kilise-devlet ilişkilerinde ikinci tarihi dönemi 1815 tarihli Viyana Kongresi ile Birinci Dünya Savaşı arası oluşturmaktadır.Napolyon döneminin sonuna doğru onun empoze ettiği birliğin derecesi zayıflamaya başladı.Almanya birçok küçük prenslikten oluşan zayıf bir federasyon kurdu ve bu federasyonun başında muhafazakar ve demokratik olmayan güçler vardı. 1815 ve 1871 yılları arasında liberal hareketler kontrolü ele geçirmekte başarısız oldular.Prusya tedrici olarak hakim güç haline geldi ve 1871 yılında Danimarka, Avusturya ve Fransa’ya karşı kazanılan askeri zaferler sayesinde Almanya’yı gerçek bir ulus devlet olarak kurmayı başardı.Prusya böylece Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar devam edecek olan ikinci Alman imparatorluğunu kurmuş oldu.Bu imparatorluğun tutucu bir rejimi, bir monarkı (sırasıyla William I, Frederick III, ve William II monark olarak başa geçmiştir), zayıf bir parlementosu ve monarka karşı sorumlu olan güçlü bir başbakanı vardı. Otto von Bismarck Almanya’nın birleşmesinin öncülüğünü yaptı ve 1890 yılına kadar başbakanlık görevini sürdürdü. Kilise-devlet ilişkilerinde sonradan meydana gelecek gelişmeleri ve biçimleri anlamak için bu dönemin üç önemli özelliğine dikkat çekilmelidir. Bu dönemin Anayasa Mahkemesi için bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 3-29. D.P.Kommers, The Federal Constitutional Court, Washington, D.C. : Institute for Contemporary German Studies, 1994. 384 birinci özelliği zayıf olan bir liberal hareketin varlığıdır.Aydınlanma liberalizmi diğer ülkelerde olduğu gibi asla Almanya’da etkili bir güç haline gelmemişti. 1848 Devriminde liberal hareket kısa bir süre kontrole sahip oldu fakat bir yıl içinde tutucu toprak sahipleri ve asil sınıflar tekrar kontrolü ele geçirdiler. Bu Katolik ve Protestanların Hollanda’da olduğu gibi kendilerini devletle dayanışmaya zorlayacak güçlü bir liberal hareketle karşılaşmamaları anlamına gelmekteydi. Güçlü bir liberal hareketle karşılaşmak yerine Katolikler İmparatorluğun Protestan yönetiminin gölgesindeydiler ve Protestan liderlik tutucu ve anti liberal güçlerle ittifak yapmış bir durumdaydı. Not edilmesi gereken nokta ikinci imparatorluk döneminde yeni Alman devleti ile Evanjelik Kilisesi arasında güçlü bir ittifakın varolmasıdır.Devlet kiliseye direkt olarak mali yardımlarda bulunuyordu ve “kilise ve litürjisi ulusu hanedana bağlayan Alman tarihinin ulusal bir yorumunu sunan birleştirici bir güç haline gelmişti.” 385 Ortaçağ ve Reformasyon dönemlerinde kilise ve devlet arasında varolan yakın ittifak ikinci imparatorluk döneminde de devam etmiştir. Üçüncü önemli nokta Katoliklerin bu dönemde önemli bir politik hareket meydana getirmeleridir.Almanya’nın birleşmesi sırasında yeni ulus açık bir şekilde Protestan bir ulustu.Onun dinamik gücü olan Prusya güçlü bir şekilde Protestandı.1870 Yılında Bismarck Katoliklere karşı bir dizi baskıcı ve ayırımcı uygulamalara girişti. Bu baskıcı ve ayırımcı uygulamalara ‘Kültür savaşı (kulturkamf)’ denilmekteydi. Kültür savaşı politikasının sonucunda umulanın tamamen tersi bir şey oldu çünkü Katolikler Katolik Merkez Partisini kurarak hesaba katılması gereken önemli bir politik güç haline geldiler. Ayırımcı uygulamaların çoğu 1880 yılında kaldırılmasına rağmen Merkez Parti önemli bir politik güç olarak kalmaya devam etti. Birinci Dünya Savaşından Almanya’nın yenik çıkması ikinci imparatorluğun yıkılmasına neden oldu ve onun yerine Weimar Cumhuriyeti kuruldu (bu cumhuriyetin anayasası Weimar şehrinde yazıldığı için ona bu isim verilmektedir). Bu kaydedilmesi gereken üçüncü önemli tarihsel dönemdir.Yenilginin yarattığı kriz, devrim havasına girilmesi ve yeni anayasanın liberal doğası gibi bu dönemin önemli özelliklerini gözönüne alan birisi Weimar Anayasasının geçmişteki kilise-devlet J.S.Conway, ‘The Political Role of German Protestanizm, 1870-1990,’Journal of Chruch and State, 34, 1992, 820. D.R.Borg, ‘German National Protestanizm as a Civil Religion,’ içinde M.Mor, (Ed.), International Perspectives on Church and State, Omaha : Creighton University Press, 1993, 255-67. 385 ilişkileri uygulamalarından büyük ölçüde vazgeçeçeğini düşünebilir. Tarihçi Paul Means şunu not etmektedir: “Kilisenin düşmanlarının umut ettiğinin ve kilisenin dostlarının korktuğunun aksine devrim kilise boyutunda tamamlanamadı.”386 Katolik ve Evanjelik Kiliselerin sahip olduğu imtiyazlar ve onlara yapılan yardımlar aynen devam ettirildi. Ancak Weimar Anayasası resmi olarak ilk defa kilise-devlet ayırımı prensibini kabul etti ve devletin resmi kilisesi olmayacağını deklare etti. Ayrıca bu anayasa şunu da getirmekteydi: “Sivil ve politik haklar ve görevler dini özgürlüğün uygulanmasına bağlı olmayacağı gibi onu kısıtlayıcı nitelikte de olamazlar.”387 Böylece dini konularda devletin tarafsızlığı ve otonomi prensibleri tanınmış oluyordu.İkinci Dünya Savaşından sonra yürürlüğe giren şimdiki Alman anayasası dini özgürlükler konusunda Weimar Cumhuriyeti Anayasasının temel maddelerini özünde korumuştur. Bu Weimar Cumhuriyeti Anayasasının dini özgürlükler alanındaki öneminin bir göstergesidir. Günümüz kilise-devlet ilişkileri açısından önemli olan dördüncü tarihi dönem Nazi dönemidir. Katolik ve Evanjelik kilise liderlerinin çoğu Weimar Cumhuriyeti Anayasasına karşı çıkmıştır.Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti kiliselere istikrar, refah ve özgürlük vadederken ulusa da büyük bir anavatan sözü veriyordu. Birçok kilise başlangıçta Hitler’e büyük destek verdi. Katolik Merkez Partisi 1933 yılında çıkarılan ve Hitler’e diktatöryel yetkiler veren yasayı (Enabling Act) destekledi. Aynı yıl Vatikan Nazi rejimiyle Reichskonkordat olan bilinen anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşma Katolik Kilise’sinin temel haklarını güvenceye almakla beraber Nazilerin iktidarını da güçlendiriyordu.Evanjelik Kilise içinde doğan Alman Hırıstıyan Hareketi büyük bir şevkle Hitler’in iktidara gelmesini destekledi ve Alman disiplin ve büyüklüğünü Hırıstıyanlıkla birleştirdi. Öte yandan Katolik Kilisesi gerçek anlamda Nazi rejimini desteklemiyordu. O daha çok kurumsal otonomisini korumanın kaygısındaydı. Politik gerilim ve savaşın çıktığı bir ortamda Katolik Kilisesi Nazizmi desteklemek ya da ona karşı çıkmak yerine kendisini korumakla meşguldu.Ancak Münih Kardinali Graf Galen gibi kişilerin bireysel olarak Nazi rejimine cesurca karşı çıktığını not etmemiz lazımdır.Nazizmin gerçek yüzü ortaya çıktığı zaman Evanjelik Kilisesi içerisinde Hitler’e karşı güçlü bir muhalefet –ilk başta onu şevkle destekledikten sonra- ortaya P.B.Means, Things that Are Caesar’s: The Genesis of the German Church Conflict, New York : Round Table Press, 1935, 84. 387 Madde 136. Devlet kilisesinin illegal hale getirilmesi madde 137. dedir. 386 çıkmaya başladı. Frederic Spotts şunu not etmektedir: “1939 Yılı mayısında Nazizme muhalif olanların Barmen’in bir kasabası olan Rhineland’da toplanması Nazi karşıtı direniş hareketini yeterince kristalize etmektedir. Burada Karl Barth’ın etkisiyle bir İnanç Kilisesi (Confessing Church) kuruldu. İnanç Kilisesi Kutsal Kitabın en üstün otorite olduğuna inanıyor ve onun ideolojik ya da politik kanaatlere uygun olarak değiştirilemeyeceğini savunuyordu.”388 İnanç Kilisesi geniş bir destek kazandı ve Nazi yanlısı Alman Evanjelik Kilisesine karşı başarılı bir muhalefet gösterdi. Hitler rejimi boyunca 3000 papaz yakalandı, 125 kişi toplama kamplarına gönderildi ve 25 papaz idam edildi –bunlar arasında ünlü teolog Dietrich Bonhoeffer’de vardır.- 389 Savaştan sonra kurulan yeni Evanjelik Kilisesi -yedi yılını toplama kamplarında geçiren Martin Niemöller’in liderliğinde kuruldu- yayınladığı Stuttgart Deklarasyonunda kiliselerin ve ulusun suçunu şu şekilde itiraf etmekteydi: Biz ulus olarak çekilen acılarda ortak olduğumuz gibi işlenen suçta da ortak olduk.Büyük bir acı içerisinde biz şunu söylüyoruz: Bizim yüzümüzden birçok ülke ve halk acı çekti.Kendimizi kınıyoruz çünkü cesurca inanmadık, samimi olarak dua etmedik, daha büyük bir heyecanla inanmadık ve daha derin bir aşkla sevmedik. Kiliselerimizde şimdi taze bir başlangıç yapılacaktır.390 Bu travmatik dönemin sonucunda Alman düşüncesi kilise-devlet ilişkisi konusunda iki önemli ders çıkardı. Birincisi kilisenin devlete çok tabi olması onu büyük bir tehlike haline getirmekteydi. Bu noktada Alman tarihinde kilisenin devlete çok yakın olduğu, onunla aynı ortak amacı paylaştığı ve devletin takip ettiği politika ne olursa olsun kilisenin onu desteklediği görüldü.Alman geleneğinde zaten varolan kilisenin otonomisi prensibine acil olarak yeniden vurgu yapıldı. İkinci ders kilisenin ulusun sosyal ve politik hayatında mutlaka bir rol oynaması gerektiği şeklindeydi. Kilisenin en büyük hatası Hitler’i aktif olarak desteklemesi değildi –bu destek kısa ve sınırlı olmuştur,- onun en büyük hatası olanlar karşısında pasif ve sessiz kalmasıydı.Hem Katolik hem Evanjelik Kiliseler Nasyonal Sosyalizm döneminden toplumda aktif ve pozitif roller oynamaya kararlı güçler olarak çıktılar. Bugün bile devlet ve dinin katı bir şekilde birbirinden ayrılması tehlikeli bir konsept olarak 388 Spotts, The Churches and Politics in Germany, 9. Spotts, The Churches and Politics in Germany, 9. 390 Spotts, The Churches and and Politics in Germany, 11. Bu deklarasyon için bkz.: Conway, ‘The Political Role of Protestanizm,’ 830-31. 389 görülmektedir çünkü bu konsept politik alanın tamamen sekülerize edilmesi ve dini etkinin olmaması anlamına gelmektedir. Savaş sonrası dönem not edilmesi gereken beşinci önemli dönemdir.Bu dönemin en güçlü politik gücü olan Hırıstıyan Demokrasi Hareketi savaş sonrası dönemde doğdu. Hırıstıyan Demokrasi hareketi çok az sayıda kişi –bu kişilerin çoğu antiNazist aktivitelerinden dolayı Nazi rejimi tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştı- tarafından kuruldu.Bu küçük grup Nazi rejimi yıkıldıktan bir ay sonra inanç referanslı bir partiyi Berlin’de kurmayı başardılar ve altı ay içinde bu partiyi bütün Almanya’da teşkilatlandırdılar.391 Bu yeni parti hem Katolikleri hem Protestanları kapsıyordu ve kendisini çok güçlü bir şekilde liberal demokrasiye bağlamıştı.Ayrıca bu parti Weimar Cumhuriyeti ve Nazi rejimi tecrübelerinden çok acı dersler çıkarmıştı.Bu yeni partinin çok güçlü bir şekilde Hırıstıyanlıkla (hem Katoliklik hem Protestanlıkla) bağının olması ve demokratik değerlere sadık olması onun Almanya’da yaygınlaşmasını sağladığı gibi devletin dinle bir ortak olarak çalışması geleneğinin devam etmesini mümkün hale getirdi.Din ve Hırıstıyanlık Nazizmin yeniden doğması tehlikesine karşı pozitif ve demokratikleştirici güçler olarak görülüyordu.Bu yüzden kilise-devlet dayanışmasına sakınılması gereken bir tehdit olarak bakılmıyordu bilakis bu demokrasi arayışında kullanılacak bir kaynak olarak algılanıyordu. 1948 Yılında Batılı müttefikler Almanya’nın üç bölgesi için yeni bir anayasa hazırlanmasına karar verdiler.Onbir Alman eyalet parlementosu daha önceden yeni bir anayasa yazmak amacıyla bir Parlemento Konseyi kurmuşlardı.Anayasa uzmanlarıyla yapılan ortak çalışmadan sonra bu konsey yeni anayasayı yazdı. 392 Yeni Anayasa Müttefikler ve eyalet parlementoları tarafından onaylandı ve 1949 yılı mayısında uygulamaya konuldu. Anayasanın girişi Tanrı’nın tanınmasıyla başlamaktadır: “Tanrı ve insanlığın önünde sorumluluklarının bilincinde olarak…”393 İlk ondokuz madde hakları düzenlemektedir. Dördüncü madde din özgürlüğünü güvence altına almaktadır: “1. İnanç ve vicdan özgürlüğü, dini ve ideolojik doktrin özgürlüğü ihlal edilemez, 2. Dinin müdahele edilmeden uygulanması garanti altındadır.”Dördüncü maddenin 391 üçüncü fıkrası itirazda bulunanları askerlikten Spotts, The Churches and Politics in Germany, 291. Batı Alman otoriteleri Anayasa için Temel Yasa –Grundgesetz- (Basic Law) kavramını kullanmaktadırlar. 392 istisna tutmaktadır. Üçüncü madde de kilise-devlet konularıyla ilgilidir: “Herkes kanun önünde eşittir. Hiçkimseye cinsiyetinden, doğumundan, ırkından, dilinden, ulusal ya da sosyal orijininden, inancından, dininden ya da politik görüşlerinden dolayı ayırımcılık yapılamaz.”Bu madde de devletin tarafsızlığı ilkesi vardır. Anayasanın yedinci maddesi eğitimle ilgili hususları içermesi bakımından kilisedevlet ilişkileri açısından önemlidir.Üçüncü ve dördüncü maddeler yüzkırkaltıncı madde ile desteklenmiştir. Yüzkırkaltıncı madde Weimar Anayasasının dini özgürlükle ilgili maddelerini Temel Yasaya (Basic Law) eklemiştir.Temel Yasaya eklenen hususlar arasında resmi bir devlet kilisesinin varlığının yasaklanması ve resmi dini kurumsallıkla ilgili birçok implikasyon bulunmaktadır. Doğu Almanya’da kiliseler kırk yıl boyunca büyük bir baskıyla karşılaşmışlardır.394 Komünist idarenin ortadan kalkması kilise üzerindeki baskıları ortadan kaldırmıştır. Komünist dönemde ebeveynlerin çocuklarını vaftiz etmelerine, kiliseye giden insanların kolej eğitimi almasına ve aktif Hırıstıyanların idari ve iş alanlarında yükselmelerine izin verilmiyordu.Kilise bu baskılar yüzünden çok mağdur olmuştur. 1989 Yılında Berlin Duvarı yıkılmadan kısa bir süre önce John Burgess şunu bildirmektedir: “Geleneksel dini hayata katılım olmasına rağmen Doğu Almanya bugün dünyanın en çok sekülerleşmiş ülkelerinden birisidir.”395 Batı Alman Evanjelik Kilisesi 1961 ve 1989 yılları arasında üyelerinin yüzde onbeşini kaybederken Doğu Alman Evanjelik Kilisesi üyelerinin yüzde ellisini kaybetmiştir.396 Birçok açıdan eski Doğu Almanlar eski Batı Almanlara göre daha seküler tavırlar göstermektedirler.397 1989 Yılında Almanya’nın birleşmesi onun bütün olarak eski Batı Almanya’dan daha fazla sekülerleşmesi anlamına gelmekteydi. Doğu Almanya’daki kilise liderliği devlete Batı Alman kilisesinden daha fazla şüpheci ve dikkatli yaklaşıyordu. Kırk yıl boyunca komünist idare altında kalan Doğu Almanlar Hitler’in kiliseleri kullanmasından ve onlara baskısından çok dersler çıkarmışlardı. Anayasadan alınan alıntıların hepsi şu kurumun bastığı İngilizce baskıdan alınmıştır: Press and Information Office of the Federal Republic of Germany,1994. 394 Doğu Almanya’da kilisenin durumuyla ilgili yapılan bir çalışma için bkz.: K.Cordell, ‘The Role of the Evangelical Church in the GDR,’ Government and Opposition, 25, 1990, 48-59.P.Burgess, ‘Church-State Relations in East Germany: The Church as a Religious and Political Force,’Journal of Church and State, 32, 1990, 17-35. 395 Cordell, ‘The Role of the Evangelical Church in the GDR,’ 20. 396 Cordell, ‘The Role of the Evangelical Church in the GDR,’ 21. 397 Bkz.: ‘Religion in Society,’94-97. 393 Özgür Uygulama Konuları Almanya’da dinin serbestçe uygulanması temel bir hak olarak görülmekte ve mahkemeler bu hakkın kapsamını geniş olarak yorumlamaktadırlar.Dini serbestçe uygulama hakkı dini kurumsallık konularının üstünde bir öneme sahiptir. Kilisedevlet ilişkileri konusunda bir uzman olan Axel von Campenhausen bu noktayı açık bir şekilde ifade etmektedir: “Ana soru şudur: Dini özgürlük herkes içinmidir ya da değilmidir?Avrupanın eski demokrasileri dini özgürlüğün temel amacının bu olduğunu söyleyeceklerdir. İnsanlar istedikleri gibi özgürce ibadet ediyorlarsa kilisenin devlete bağlı olup olmaması ya da İngiliz Kraliçesinin Anglikan ya da İskoç Kilisesinin başı olup olmaması önemli değildir.”398 Alman Anayasa Mahkemesi özgür uygulama haklarını Amerika Yüksek Mahkemesinden daha geniş olarak yorumlamaktadır çünkü Alman Anayasa Mahkemesi dini serbestçe uygulama hakkının inanma hakkıyla beraber inandığını yaşama hakkını da içerdiği görüşündedir. Bir suç davasında şahit olarak çağrılan bir papaz yemin etmeyi reddedince Anayasa Mahkemesi şunu ifade etmiştir: “Temel Yasanın dördüncü maddesinin birinci fıkrasına göre din özgürlüğü bireyin bir şeye içsel olarak inanıp inanmamasını kapsadığı gibi onun içsel inançlarına göre davranma hakkını da kapsamaktadır.”399 Alman mahkemeleri davalarda dinin serbestçe uygulanmasına vurgu yaparken Amerikan mahkemeleri dinin resmi kurumsallık kazanıp kazanmamasna vurgu yapmaktadırlar. Bunun nedeni Alman mahkemelerinin din özgürlüğünün hem pozitif hem negatif özelliklere sahip olduğunu görmelerinden dolayıdır.1979 Yılında kamu okullarında dua edilmesiyle ilgili verilen bir kararda Anayasa Mahkemesi kararını pozitif din özgürlüğü kavramına dayandırmıştır: “Devlet okulda ibadet etme hakkını okulda ibadet edilmesine karşı çıkan veli ve öğrencilerin haklarıyla dengeli bir şekilde ele almalıdır.Okullar ibadete katılıp katılmamayı öğretmen ve öğrencilerin serbest tercihlerine bırakarak bu dengeyi gerçekleştirebilirler.”400 Anayasa Mahkemesi okullarda dua ve ibadete izin verilmesine okulda ibadet etmek isteyen öğrencilerin haklarının korunması ve böyle ibadet ve dualara izin verilmemesine ise dindar öğrencilerin ibadet haklarının ihlal edilmesi olarak bakmaktadır. Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996. Religious Oath Case (1972), 33BVerfGE 23.Bu davanın İngilizce tercümesi için bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of th Federal Republic of Germany, 454. 400 School Prayer Case (1979), 52BverfGE 223. Bu davanın İngilizce tercümesi için bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 464-65. 398 399 Kiliselerin ve diğer dini hayır organizasyonlarının çalışmalarını kapsamına alan din özgürlüğü Almanya’da geniş bir doğaya sahiptir. 1986 Yılında kullanılmış eşyaları toplayıp bunları ihtiyaç sahiplerine gönderen Katolik Gençlik Derneğiyle ilgili açılan bir dava Anayasa Mahkemesinin önüne geldi. Bir eski eşya tüccarı gençlik derneğinin böyle bir şeye hakkı olmadığını ve kullanılmış eşyaları toplamasının haksız rekabete neden olduğunu iddia etti. Mahkeme gençlik derneğinin kullanılmış eşyaları verdi.Kiliselerin toplamasının onun hakkı olduğu serbest uygulama haklarının kapsamına şeklinde bir karar onlara bağlı hayır kurumlarının da -gençlik derneği gibi- alınmış olması bu dava sonucunda ortaya çıkan en önemli şeydir. Dördüncü maddenin birinci fıkrası ile Temel Yasanın ikinci maddesi dini ve ideolojik organizasyonların üyelerinin inanç ve fikir yaşamlarını geliştirme şeklindeki temel haklarını güvence altına almıştır.Herhangi bir organizasyonun dini bir amacı gerçekleştirmeyi hedeflemiş olması bu hakkın korunması için yeterli olmaktadır.Gençlik derneğinin kuruluş maddeleri onun kilisenin misyonuna uygun olarak dünyanın her tarafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunacağını ifade etmektedir.Bu yüzden dinin serbestçe uygulanması hakkı bu derneği kapsamaktadır.401 Bu yaklaşımın aksine Amerika Yüksek Mahkemesi hem seküler hem dini aktivitelerde bulunan bu tarz organizasyonların faaliyetlerini sadece dini aktivitelerle sınırlama eğilimi içerisindedir. Dinin serbestçe yaşanmasına yapılan güçlü vurgunun kökeni dini özgürlüğe pozitif bir hak olarak bakılması ve tarafsızlık ilkesine eşit derecede vurgu yapılmasıdır.Anayasa Mahkemesi özgür uygulama ile ilgili kararlarında sıklıkla tarafsızlığa atıfta bulunmaktadır.Özgür uygulama hakkı bütün inanç sahiplerini ve inançsızları kapsayacak şekilde genişletilmiştir.Mahkeme bir kararında şunu deklare etmiştir: “Özgür uygulama hakkı Hırıstıyan kiliselerini, diğer dini inançları ve ideolojileri kapsamaktadır.Bu devletin ideolojik ve dini konularda tarafsız olmasının ve bütün kiliselere ve inançlara karşı eşitlikçi davranma prensibinin bir sonucudur.”402 Bir suç davasında şahit olarak çağrılan bir papazın yemin etmeyi reddetmesi üzerine Mahkeme devletin ideolojik ve dini alanlarda tarafsız olması zorunluluğuna atıfta 401 Rumpelkammer Case (1968), 24 BVerfGE 236.Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 446-447. 402 Rumpelkammer Case (1968), 24 BVerfGE 236. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 446. bulunmuştur403 ve temel din özgürlüğü şu ifadelerle desteklenmiştir: “Devlet hiçbir inancın tarafını tutamayacağı gibi değerlendirmelerde de vatandaşlarının inanç eksikliğine yönelik bulunamaz.Devlet vatandaşlarının inançlarını değerlendiremeyeceği gibi onları yanlış ya da doğru olarak karakterize edemez.”404 Mahkeme papazların mahkemede yemin etmeyi reddetme hakkına sahip olmalarını desteklemektedir. Pozitif bir hak olarak din özgürlüğü özgür uygulamaların korunması açısından da önemlidir çünkü özgürlüğe özgürlüğün uygulanma fırsatını kapsayan olarak bakılmaktadır.Trier Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Gerhard Robbers pozitif din özgürlüğünün dini tarafsızlıkla uyum içinde olduğunu vurgulamaktadır: “Pozitif din özgürlüğü devletin dini davranış ve hayat için aktif olarak alan yaratması anlamına gelmektedir. Bu dinin geliştirilmesi ya da desteklenmesi anlamına gelmemektedir.Ateistler devletin dini desteklemesine itiraz edebilirler.Bu dine uygulama alanı oluşturulmasıyla ilgilidir. Dindar insanların dinlerini uygulamaları için böyle bir şeye ihtiyaç vardır.”405 Özgür uygulama konusunda güçlü ve kapsayıcı bir konseptin olması din özgürlüğünün sınırsız olduğu anlamına gelmemektedir.Anayasa Mahkemesi ve Alman hukuk yorumcuları dinin serbestçe uygulanmasının insan onurunu ya da kamu sağlığı ve güvenliğini ihlal etmesi durumlarında dengeleyici bir sürecin devreye girmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar.Mahkeme bir kararında Anayasanın kilisedevlet şartlarının mahkemelerin farklı kiliselerin değişik değer ve çıkarları arasında bir dengeleme yapmasını zorunlu kıldığını ve din özgürlüğüne bu bağlamda kısıtlamalar getirilebileceğini yazmaktadır.406 Tobacco Atheist davası dengeleme sürecinin bir örneğini oluşturmaktadır.Bu çok tuhaf bir davadır.Bir tutuklu cezaevinde iken vermesinin karşılığında onlardan davranışlarından dolayı tutuklunun diğer mahkumlara tütün kiliseyi reddetmelerini istiyordu. Bu kışkırtıcı şartlı salıverilmesi iptal edilmişti. Anayasa 403 Religious Oath Case (1972), 33 BVerfGE 23. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany,454. 404 Religious Oath Case (1972), 33 BVerfGE 23. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 454-55. Gerhard Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996. Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 494-95. Catholic Hospital Abortion Case (1983), 70 BVerfGE 138. 405 406 Mahkemesi salıverilme hakkının iptal edilmesini dini ya da dinsizlik özgürlüğünün bir sınırı olduğu temelinde haklı buldu: Dini açıdan tarafsız olan devlet dini özgürlüğün yanlış kullanılmasına engel olmalıdır.Temel Yasa değerler düzeninin özellikle insan onurunun korunmasını emretmektedir. Özellikle din özgürlüğünün yanlış kullanımı başka bir kişinin onurunu ihlal ettiği zaman bu yanlış kullanıma engel olunmalıdır. İnanç için çalışmak ya da başka birini inancından döndürmeye iknaya çalışmak normal olarak yasal faaliyetlerdir.Ancak bir kişi başkalarını inançlarından vazgeçirmek için ahlakdışı araçları kullanırsa bu din özgürlüğü hakkının yanlış kullanılması anlamına gelmektedir.407 Değerler düzeni olarak kararda bahsedilen şey Anayasada değerler hiyerarşisi olarak ifade edilen konsepttir. Bu şekilde değerlerin birbirini desteklemesi sağlanmış olmaktadır.Burada Mahkeme insan onurunun temel değer oluşunu esas almaktadır (Madde 1: İnsan onuru ihlal edilemez. İnsan onuruna saygı duyulması ve korunması kamu otoritesinin görevidir). İnsan onurunun korunması hakkı cezaevi koşullarında başkalarının dini görüşlerini etkileme hakkını moraldışı araçlarla kullanmanın önüne geçmiş bulunmaktadır.408 Von Campenhausen kamu sağlığı ya da güvenliği için din özgürlüğünün kısıtlanabileceğini söylemektedir.O şehir suyu şebekesine kilise mezarlığının yakın bir yerde bulunmasını örnek olarak vermektedir: “Temiz suyun sağlanabilmesi için devlet tarafsız bile olsa –din karşıtı değil- kiliselerin self-determinasyonunu aza indirgeyebilir. Birlikte yaşamak bunu gerekli kılmaktadır.”409 Sonra o ikinci örneği vermektedir: “Cadde ve sokaklarda dini yürüyüşler yapmak elbette bir haktır. Ancak trafiğin de hakları vardır. Uzlaşmak zorundasınız. Sonuç olarak yapılan bir dengelemedir.”410 Alman yaklaşımı Amerika Yüksek Mahkemesinin bazen uyguladığı zorunlu devlet çıkarı testine çok benzemektedir. Zorunlu devlet çıkarı testi 1993 yılında Kongreden geçirilen bir yasa ile (Religious Freedom Restoration Act) güçlendirilmiştir. Şu ana kadar tartışılan bazı prensiplerin tezahürleri Anayasa Mahkemesinin önüne gelen şu dramatik serbest uygulama davasında görülmektedir. Evanjelik Kardeşlik Topluluğunun üyesi olan 407 evli bir çift kan transfüzyonunun tıbbi Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 452. Tobacco Atheist Case (1960), 12 BVerfGE1. 408 Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 452-453. Tobacco Atheist Case (1960), 12 BVerfGE1. 409 Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Ocak 1996. problemleri çözmediği şeklinde bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Kadın dördüncü çocuğun doğumunda meydana gelen komplikasyonlardan çok acı çekmiştir ve doktorlar kan transfüzyonunun şart olduğunu söylemişlerdir.Kadın kocasıyla birlikte kan transfüzyonu yapılmasını reddetmiş ve kadın ölmüştür. Koca daha sonra eşine gerekli yardımı yapmadığından dolayı tutuklanmıştır. Temyizde Anayasa Mahkemesi alt mahkemenin almış olduğu kararı Temel Yasanın dördüncü maddesi temelinde – dini serbestçe uygulama hakkını güvence altına alan madde- bozmuştur. Anayasa Mahkemesinin bu kararında üç özellik göze çarpmaktadır. Birincisi Mahkeme din özgürlüğünü açık olarak desteklediğini teyid etmiştir: “İnsan onurunun en yüksek değer olarak kabul edildiği bir devlette ve bireyin özgür selfdeterminasyonunun toplumsal değer görüldüğü bir yerde inanç özgürlüğü kişiye devletin müdahelesinden uzak olarak benimsediği inançlarına göre yaşama hakkı vermektedir.”411 İkincisi Mahkeme bu davada kişisel dini özgürlükle kişinin yasalara uyma zorunluluğunun çatıştığını not etmektedir. Fakat Mahkemeye göre bu davada kanundan vazgeçilmelidir: Temel Yasanın dördüncü maddesinin birinci fıkrası ciddi dini inançlara saygı göstermenin kamu otoritelerinin görevi olduğunu ifade etmektedir.Bu hüküm çerçevesinde inanç emirleri ile genel yasal görevler arasında gerçek bir çatışma çıkması durumunda suç kanunlarının esnek olarak uygulanması gerekmektedir.Manevi kriz anlarında kişinin kanun önünde suçlu olarak damgalanması onun insani onurunun toplum nazarında aşırı bir şekilde ihlal edilmesine sebebiyet verebilir.412 Mahkeme kanunun amacının bazı dini pratikleri sınırlamak yerine meşru kamusal amaçları korumak olduğunu not etmesine rağmen kanuni düzenlemeyi özgürce dini yaşama hakkını düzenleyen dördüncü madde ile geçersiz kılmıştır.Bu pozisyonu uyarlamayı Amerika Yüksek Mahkemesi çoğunlukla reddetmektedir. Üçüncü ve en önemli şey mahkeme kararında kocanın dini inançlarının önemine ve samimiyetine duyulan temel saygının ifade edilmesidir. Çoğu kimse onun dini inançlarının karısının ölümüne yol açtığı yargısına varabilir. Axel von Campenhausen ile röportaj, 13 Ocak 1996. Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 450. 412 Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98.Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 451. 410 411 Sanığın çocuklarına karşı sorumluluğu onu çok farklı bir sonuca yöneltmiştir.İnançları çerçevesinde karısının ölmesine izin vermiş ve çocuklarının annesiz kalmasına yol açmıştır.Bu tamamen sanığın istemediği bir sonuçtur.O karısını korumanın en yetkin yolunun dua olduğu konusunda samimi bir inanca sahipti.Çocuklarına karşı olan sorumluluklarının bu dereceye geleceğini düşünmüş olsaydı Tanrı’nın yardımı olmadan etkisiz olduğuna inandığı tıbbi tedavi lehine daha önceki düşüncesinden vazgeçecekti. Toplumun moral standartları sanığa iki yolu aynı anda takip etmesini dikte ettirmiştir.Ancak kişinin dini inançları eşinin hayatını kurtarmasına izin vermemiştir.Mahkeme ona verilen cezayı meşru görmemektedir. 413 Özgür uygulama konusunda yapılan önemli tartışmalardan ikisi Müslümanlar ve Scientology Kilisesi ile ilgilidir.Almanya’da ciddi bir Müslüman nüfusu olmasına rağmen onları tamamen Alman dini özgürlük konseptine entegre edecek yollar henüz bulunamamıştır. Müslümanlar yüzde üç nüfuslarıyla Almanya’nın üçüncü büyük din grubunu oluşturmaktadırlar.Onların Almanya’ya gelişlerinin çok yeni olması, merkezi bir organizasyondan yoksun olmaları ve onların özgün dini pratikleri dini özgürlük problemlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.Kilise ve devlet arasındaki dayanışma tam olarak Müslümanları kapsayacak hale getirilmemiştir. Merkezi bir organizasyondan yoksun olma problemi Joseph Listl tarafından şöyle tasvir edilmektedir: Almanya’da ciddi sayılarda değişik Müslüman topluluklar bulunmaktadır.Ancak onlar tek bir organizasyon ya da dini topluluk etrafında bütünleşmemişlerdir. Şu ana kadar Almanya’da kamu hukukunda belirtilen dayanışmacı statüyü elde eden tek bir Müslüman organizasyon (Katolik ve Evanjelik Kiliseler gibi) yoktur. Müslümanların devletle olan ilişkilerini dayanışmaya ve kalıcı bir işbirliğine dönüştürmelerinin önündeki en büyük engel merkezi bir organizasyondan yoksun olmalarıdır.414 413 Blood Transfusion Case (1971), 32 BVerfGE 98. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 452. 414 J.Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’European Journal for Church and State Research, 2, 1995, 17-18. Alman kilise-devlet sistemi büyük iki kilisenin varolduğu –Katolik ve Evanjelik Kiliseler- bir durumdan doğmuştur. Uygulamaların ve yasaların çoğu Müslümanların farklılıklarının ve resmi bir yapıdan yoksun olmalarının yarattığı durumla uyum göstermemektedir. Bazı Müslüman gruplar neo-Nazilerin saldırılarına maruz kalmaktadır.Ancak Alman otoriteleri bu saldırıları engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır.En çok tartışma yaratan birinci problem Müslümanların Alman kilise-devlet uygulamaları kapamına alınmasında –kilise vergisi, okullarda dini eğitimin verilmesi ve diğer konular- yaşanmaktadır. İkinci problem Müslümanların dini pratiklerini serbestçe uygulama haklarını güvence altına almakta ortaya çıkmaktadır. İki Müslüman lider ikinci sorunla ilgili olarak kurbanı vermektedirler. Onlara göre Müslümanların kurbanlarını dini şartlara uygun olarak kesmeleri için resmi onayın hala elde edilmemiş olması onların din özgürlüğü açısından ciddi bir eksikliktir. Müslümanların kurban ibadeti vahşet olarak düşünüldüğünden yasaklanmıştır.Müslüman liderler kurban kesiminin Yahudilerin koşer şartlarına göre hayvan kesmekten farklı olmadığında ısrar etmektedirler. Ancak Yahudilere koşer şartlarına göre hayvan kesmelerine izin verilirken Müslümanlara kurbanlarını dini emirler çerçevesinde kesmelerine müsaade edilmemektedir.Benzer problemler karma eğitimin yapıldığı ilköğretim okullarında da yaşanmaktadır. Genç kızların beden eğitimi derslerine spor kıyafetlerle katılması şart koşulmaktadır. Ancak bu kıyafetlerin ahlakdışı olarak düşünülmesi sorunlara neden olmaktadır. Lokal mercilerin ezanı yasaklaması, pasaportlara Müslüman kadınların başörtülü fotoğraf yapıştırma hakkı ve dini bayramlarda Müslüman işçi ve öğrencilerin tatil hakkı tartışma yaratan diğer konulardır.En son olarak Berlin Federal İdare Mahkemesi (Federal Administrative Court) –Almanya’nın en üst idare mahkemesi- Müslüman kız öğrencilerin karma beden eğitimi sınıflarına katılmama hakkına sahip olduklarına karar vermiştir.415 Müslüman kadınların pasaport resimlerinin başörtülü olmasına şimdi izin verilmektedir. Önceden başvuran Müslüman işçi ve öğrencilere dini bayram günlerinde izin verilmektedir.Alman hükümeti ve toplumu müslümanların kendi ibadetlerini yapmaları için kısa vadeli tedbirler almayı tercih etmektedir.Hollanda ve İngiltere’de olduğu gibi hala bazı gerilim alanları varolmaya devam etmektedir. 415 Bkz.: Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’ 15-16. Müslümanlardan sonra ikinci olarak Scientology Kilisesi ile ilgili uygulama hakkı konusunda devamlı problemler özgür yaşanmaktadır.Scientology Kilisesinin otuzbin üyesi vardır ve bu kiliseye mensup insanların çoğu Hamburg ve diğer büyük bir kaç şehir civarında yaşamaktadır.416 Bu kilise birçok ticari faaliyette bulunmaktadır ve üyelerinden sunduğu hizmetler karşılığında büyük paralar almaktadır.Bu grubun kendisinin kilise olduğunu iddia etmesi ve dini kurumlara tanınan haklardan yararlanmak istemesi problem yaratmaktadır.Alman otoriteleri ise bu grubun kilise değil ekonomik bir organizasyon olduğunu iddia etmektedirler.Scientology Kilisesine karşı yaygın bir düşmanlık vardır ve Alman medyası beyinlerinin nasıl yıkandığını ve nasıl soyulduklarını anlatan eski üyelerin hikayelerine genişçe yer ayırmaktadır.Bavaria eyaleti bu kilise mensuplarını sosyal hizmetlerde kullanmayı reddetmiştir ve onlar ekonomik diskriminasyonun değişik biçimleriyle karşılaşmışlardır.Scientology Kilisesi hemen hemen bütün yargı davalarını kaybetmiştir. Federal İdare Mahkemesi Scientology Kilisesinin kitap satışının, düzenlediği kurs ve seminerlerin iş olduğuna karar vermiştir.1995 Yılında Kassel eyaleti Federal İş Mahkemesi resmen Scientoloji Kilisesinin kilise olmadığına, onun kilise adı altında faaliyet gösteren ekonomik bir organizasyon olduğuna karar verdi.417 Scientology Kilisesi bu suçlamalara kendi mensuplarının da Yahudiler gibi Naziler döneminde baskıya uğradığını belirterek cevap vermiştir.Her iki taraf birbirlerine karşı taşmak üzere olan duygular içerisindedir.Scientology bütün Avrupa ülkelerinde büyük tartışmaların çıkmasına sebeb olmuştur.Amerika’da Scientology Kilisesi gelir vergisinden muaf olmak için otuz yıl mücadele etmiştir.Scientology Kilisesi mensuplarının inançlarını serbestçe uygulama haklarını ihlal eden davranışlar meydana gelmektedir. Bu ayırımcı tavırların Anayasa Mahkemesi tarafından çözülmesi gerekmektedir. Dışarıdan çok kimse Scientology Kilisesinin dini doğaya sahip bir yerde durduğunu düşünmektedir. Ancak Almanya’nın onun gerçek bir kilise statüsüne sahip olduğunu reddetmesini dini özgürce uygulama hakkının ihlalinin açık bir örneği olarak ele almak tamamen doğru değildir. Bu konu için bkz.: Listl, ‘The Development of Civil Ecclesiastic Law in Germany 1994-1995,’ 1921.C.R.Whitney, ‘Scientolog and its German Foes: A Bitter Conflict,’ New York Times, 7 Kasım 1994, A12. M.W.Walsh ve J.T.Dahlburg, ‘Germany versus Scientology,’ Los Angeles Times, 6 Şubat 1997, A1 ve A6. 417 Listl, ‘The Development of Civil Eccelesiastic Law in Germany 1994-1995,’20. 416 Kiliselere Devletin Yardım Etmesi Kilise-devlet ortaklığı kavramı devletin değişik biçimlerde dinle dayanışma içinde olması ya da dini desteklemesi birçok sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.Evanjelik Kilisesine ait bir kitapçıkta tam olarak bu nokta şu şekilde ifade edilmektedir: “Aynı toplum ve halka karşı sorumluluk taşıyan devlet ve kilise akıllı bir şekilde işbirliği yapmak zorundadırlar.”418 Robbers benzer bir bakışaçısını ifade etmektedir: “Kiliselerin özel pozisyonu onları özel bir şekilde kamu hizmeti yapmaya zorlamaktadır.”419 Kendisiyle yapılan bir mülakatta o şöyle demektedir: “Dinin kamuya ait bir şey olduğu kabul edildikten sonra devlet ve toplum bu konuda bir şeyler yapmak zorunda kalmaktadır.”420 Kilise ve devlet –taht ve mihrap- farklı sorumluluklara sahip olarak görülmektedir ancak ikisi de toplumun refahı için önemlidirler. Bundan dolayı ikisi arasında faydalı bir çalışmanın olması bütün topluma fayda sağlayacaktır. Sonuç olarak kilise-devlet ayrılığından uzak bir sistem oluşmaktadır. Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle esnekliğe dayanan (hinkende) bir kilise-devlet ayırımı sistemi ortaya çıkmaktadır.421 Von Campenhausen şöyle yazmaktadır: “Din özgürlüğü ve kilise ve devletin birbirinden ayrılması karşılıklı olarak birbirini dışlamaktadır.”422 Bu ifadenin ne olduğu sorulduğunda von Campenhausen şu cevabı vermiştir: Bu ifade doğrudur.Vatandaşlar din özgürlüğüne sahip oldukları takdirde devletin şunu söylemeye hakkı kalmamaktadır: “Senin çocuklarını zorunlu olarak okula göndereceğim.Bütün hayatlarını benim devlet okulum işgal edecek.Sen özgürlüğe sahipsin fakat ben çocuklarının hayatını işgal edeceğim.” Böyle bir şey olamaz. Bu bir çelişkidir. Kilise ve devlet arasında tam bir ayırım olduğu zaman separasyonun ve din özgürlüğünün birleştirilmesi mümkün olmamaktadır. Devletin vatandaşlarının dindar olmasını engellememe sorumluluğu vardır.423 Dini özgürlük kavramına hem negatif hem pozitif özgürlük olarak bakılabilir.Bu devletin bir dini grubu diğer dini gruplara karşı desteklemek hatta dini 418 The Evangelical Church in Germany: An Introduction, parag. 6.1. Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 66. 420 Gerhard Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996. 421 Bkz.: D.P.Currie, The Constitution of the Federal Republic of Germany, Şikago : University of Chicago Press, 1994, 268. 422 Currie, The Constitution of the Federal Republic of Germany, 268. 423 Axel von Campenhausen ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996. 419 olanı dinsiz olanın üstünde tutma anlamına gelmemektedir. Kendisiyle mülakat yaptığımız bir Alman gözlemci bu noktayı vurgulamıştır. Fakat bu devletin kiliseyle dayanışma içerisinde olmaktan ziyede devletin kilisenin sorumluluklarını yerine getirebileceği bir alanı yaratma anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım devletin birçok aktivitede kiliselere yardım etmesine ve desteklemesine neden olmaktadır. Üç ana tarihsel dini gruba –Evanjelikler, Katolikler ve Yahudiler- devletin kamusal kurum statüsü (public corporation) vermesi bu yaklaşımın bir tezahürüdür.424 Kamusal kurum statüsü bu grupların dinsel organlarının yasal otonomluğunu güvence altına almaktadır.Bu kilise hukukunun kamu yönetimi hukuku statüsüne sahip olduğu anlamına gelmektedir. Ayrıca bu durum kiliselerin devletle ortak konularda anlaşmalar yapmasına olanak sağlamakta ve kiliselerin birçok imtiyazı elde etmesine neden olmaktadır.Bu bakışaçısının önemi büyük dini kurumları kamusal ve toplumsal öneme sahip olgular olarak görmesidir.Dine tamamen kişisel bir olgu olarak bakılmamaktdır.Bu üç dini grubun dışında kalan dini gruplar gerekli şartları yerine getirdikleri takdirde kamusal kurum statüsünü elde edebilirler ama şimdiye kadar hiçbiri bu statüyü elde etmeyi başaramamıştır. Üçüncü büyük dini grup olarak Müslümanların kamusal kurum statüsünü elde etmekte başarısız olmaları özellikle kaydedilmeye değerdir.Bu başarısızlığın birinci nedeni İslam’a karşı açıktan yapılan diskriminasyon değildir. Bunun temel nedeni Müslüman organizasyon yapısının Alman modeline uymamasıdır.Hem Katolik hem Evanjelik kiliseler doğaları gereği bir hiyerarşiye sahiptirler.Onları merkezi hükümetin bürokratları ve yetkilileri nezdinde temsil edecek ana konsey ve liderleri vardır.Fakat İslam doğası gereği merkezi değildir.Bunun yerine Müslüman toplumu merkezi temsil gücüne sahip olmayan birçok lidere ve gruba sahip bulunmaktadır. Bu durum Müslümanların kamusal kurum statüsü elde etmelerinin önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Alman otoriteleri Müslümanların kamusal kurum statüsünü elde etmelerini sağlayacak bir organizasyon yapısına gitmeleri gerektiğini söylemektedirler. Buna karşılık Müslümanlar Almanların kendi organizasyonel yapılarına izin vermeleri gerektiğini savunmaktadırlar.Alman Müslümanları Merkez Konseyi başkan yardımcısı durumu şöyle tasvir etmektedir: “Kamusal kurum statüsünü elde etmek kolay bir şey değildir ve Müslümanların bu statüyü elde etmek 424 Üç dini grubun kamusal kurum statüsü için bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 61-62. için şimdiye kadar sarfetmiş oldukları çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Alman otoriteler Müslümanlara bu statüyü verme konusunda pek istekli değildirler. Almanlar Müslümanların merkezi bir organizasyonları olmadığını söylemektedirler…. Fakat doğruyu söyleyecek olursak Müslümanların kamusal kurum statüsünü elde etmedeki başarısızlıklarında kendileri hatalı olduğu kadar Almanlar da hatalıdır.”425 Kamusal kurum olarak kiliselere tanınan en önemli ayrıcalıklardan birisi kilise vergisidir (Kirchensteuer).426 ödenmemesinde olduğu Kilise vergisini ödemeyen kişilere diğer vergilerin gibi cezalar verilerek vergilerini ödemeleri sağlanmaktadır.Kilise vergisinden kaçmanın tek yolu kişilerin kilise üyeliklerini iptalleriyle mümkün olmaktadır. Kilise bir kamu kurumu olduğundan onun üyeliğinden çıkma işlemi resmi yasal bir süreçle ve sivil otoritelerin önüne çıkmakla mümkün olmaktadır. 1992 Yılında Katolik ve Evanjelik kiliselere onyedi milyar Alman markı (yaklaşık oniki milyar Amerika doları) kilise vergisi olarak ödenmiştir. Bu oran kiliselerin toplam gelirlerinin yüzde seksenini meydana getirmektedir. 427 Kilise vergisi Evanjelik ve Katolik kiliselerin en büyük gelir kaynağını oluşturmakta olup onları Avrupa’nın en zengin kiliseleri haline getirmektedir.Bu parayı kiliseler kendi ana faaliyetlerinde kullandıkları gibi geniş bir kapsama alanına sahip eğitim ve hayır faaliyetlerinde de harcamaktadırlar. Kilise vergisinin legal temeli Weimar Anayasasının 137 (6). Maddesinde bulunmakta olup bu madde mevcut Alman Anayasasına uyarlanmıştır. Madde şu şekildedir: “Kamu kurumları olarak dini gruplar devletin sivil hukuk düzenlemesine uygun olarak vergi alma hakkına sahiptirler.”Anayasa Mahkemesi vermiş olduğu kararlar serisinde kilise vergi sisteminin yasallığını desteklemiş olmasına rağmen geçmişte yapılan bazı uygulamaların aksine kilise vergisinin sadece dini kurumların gerçek üyelerinden alınmasında ısrar etmiştir. Bir davada Mahkeme eşi kiliseye üye olan ama kendisi üye olmayan bir kocanın maaşından kilise vergisi kesilemeyeceğine karar vermiştir: “Kişiyi üyesi olmadığı dini kuruma parasal ödeme yapma zorunda M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996. Kilise vergisi için bkz.: Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 68-70. Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 484-489. 427 Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 69. 425 426 bırakan bir yasa anayasal düzenin bir parçası değildir.Kişinin eşinin kiliseyle bağlantılı olması onu kiliseye karşı yükümlü duruma getirmemektedir.”428 Kilise vergi sisteminin kökenleri ondokuzuncu yüzyılın başına dayanmaktadır. Devlet bu dönemde kilise mallarına el koyduktan sonra sivil idareler tazminat olarak kiliselere yıllık ödemelerde bulunmayı kabul ettiler. Zamanla kiliselere yapılan nakit ödemeleri kiliselerin üyelerinden vergi alması hakkına dönüştürüldü ve kiliseler sivil otoritelerin yardımıyla vergileri toplamaya başladılar. Kilise vergisinin ne olup olmadığını anlamak önemlidir. Kilise vergisi kiliselere aktarılan basit bir gelir vergisi kalemi değildir. Kilise vergisini sivil otoriteler ve kiliseler ortak olarak toplamaktadır. Kiliseler üyelerine belirli vergiler koyarken sivil otoriteler konulan oranlarda vergileri toplamakta ve yapmış oldukları giderleri toplanan vergilerden düşürmektedirler.Bundan dolayı kilise vergisinin devletin tarafsızlığı normunu ihlal etmediği söylenebilir –vergiler sadece kilise üyelerinden belirlenen oranlarda alınmaktadır ve devlet vergileri toplarken yapmış olduğu giderleri vergilerden düşmektedir.- Hırıstıyan ve Yahudi gruplar bu uygulamadan fayda sağlamaktadır. Öte yandan devletin tarafsızlığı ilkesinin ihlal edildiği savunulabilir çünkü devletin zorlayıcı gücü kiliselerin hizmetine verilirken bu güç din dışı ideolojik organizasyonlar ile azınlık gruplarının –kamu kurumu statüsüne sahip olmayan özgür kiliseler ile Müslüman gruplar gibi- hizmetinde değildir. Alman olmayan bir gözlemci için kilise vergi sisteminin geniş kabul görmesi şaşırtıcıdır. Özellikle kilise üyelerinin çoğunluğunun dini konularda pek istekli davranmadığı dikkate alınırsa bu durum daha şaşırtıcı hale gelmektedir. Kiliselere üye Almanlar kilise faaliyetlerine düzensiz olarak katılmalarına rağmen kiliselerine vergi ödeme konusunda çok az şikayet etmektedirler.Yeşiller ve Demokratik Sosyalist Parti (Doğu Almanya’nın eski Komünist Partisi) kilise vergi sistemine karşı olmasına rağmen iki büyük parti –CDU/CSU ve SPD- bu sisteme karşı değildir.Özgür Demokrasi Partisi yetmişli yıllarda bu sisteme karşı çıkmasına rağmen şimdi karşı çıkmamaktadır. Kilise vergi sisteminin genel kabul görmesi kilise-devlet ortaklığı konseptinin bir tezahürü olup bu kavramın elit ya da teorik bir ilke olmaktan ziyade bütün Alman toplumu tarafından benimsendiğini ortaya koymaktadır.Görüştüğümüz hiç kimse kilise vergi sistemi ile Amarika’da uygulanan Birleşik Yol (United Way) hayıra katkı sistemi arasında bir karşılaştırma yapmamasına rağmen Alman kilise 428 Mixed Marriage Church Tax Case I (1965), 19 Bverf GE 226. Bkz.: Kommers, The Constitutional sistemini ve onun kabulünü dinledikçe birçok defalar biz ikisi arasında bağlantı kurduk.Kiliseler genellikle önemli sosyal kurumlar olarak görülmektedir; onlar Alman toplumunu güçlendirmekte, Alman kültürünü sembolize etmekte ve birçok hayır ve eğitim hizmeti sunmaktadırlar. Kilise vergisi bütün bu önemli kültürel, hayır ve eğitim kurumlarına karşı olan mali yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlayan önemli araçlardan biridir. Bu kilise vergisinin tartışma ve eleştiriden uzak olduğu anlamına gelmemektedir.Kilise hiyerarşisiyle farklılıkları olan bir Katolik gazeteciye göre kilise vergisi büyük ölçüde merkezi kilise hiyerarşisini güçlendirmektedir çünkü para kiliselerin bölge ofislerine gitmekte ve buradan diğer kiliselere dağıtılmaktadır. Bazı kimseler kilise vergisinin kiliseleri umursamaz kıldığını hissetmiştir. Görüştüğümüz bir kişi bu durumu gelişmiş bir ülkenin gelişmemiş bir ülkeye çok para yardımında bulunması haliyle karşılaştırmaktadır. Ona göre bolca yardım alan az gelişmiş ülke umursamazlık tavrı içerisine girecek, bu yardım statükoyu savunan kesimleri güçlendirirken teşebbüs ve yaratıcılığı zayıflatacaktır. 1990 Yılında iki Almanya’nın birleşmesi kilise vergisi sisteminde bazı problemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Birleşmeden sonra toplanan gelir vergilerinin yüzde yedibuçuğu Doğu Almanya’nın ekonomik yardıma ihtiyaç duyan bölgeleri için ayrılması kilise vergi sistemi için önemli bir problem meydana getirmektedir. Bu aynı orandaki kilise vergisinin kişinin gelirinden kesilmesi demektir. Bazı insanlar altrüistik ya da ulusal amaçlardan dolayı iki defa vergilendirildiğini düşünmeye başlamıştır. Bundan dolayı birçok insan kilise üyeliğini iptal etmiştir.İkinci faktör eski Doğu Almanya vatandaşları kiliseye vergi ödemeye alışık değildirler ve aniden böyle bir vergi yükümlülüğüyle karşı karşıya kalmaları onlarda rahatsızlık yaratmıştır. Eski Doğu Almanya’da kiliseler vergi almaya devam etmesine rağmen devlet vergi toplamada kiliselere yardım etmediğinden dolayı bu sistem gönüllü bir bağış haline gelmişti.Kilise üyeliğini iptal edenlerin sayısı özellikle Doğu Almanya’ya ait bölgelerde yüksektir.Fakat kilise üyeliğinde meydana gelen azalmanın abartılmamasına dikkat edilmelidir.Evanjelik Kilisesi dahili araştırma ofisi başkanına göre kiliselerin üyeliklerinde yılda yüzde bir oranında azalma meydana gelmektedir ve o bu trendin devam edeceğine inanmaktadır.429 Ancak o Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 487. 429 Rüdiger Schloz ile yapılan röportaj, 12 Şubat 1996. Bkz.: ‘Notes on Church-State Affairs,’ Journal of Church and State, 35, 1993, 440. eldeki verilere göre kiliselerin üyelik kaybının üçte ikisinin düşük doğum oranı gibi demografik faktörlerin oluşturduğunu söylerken bu kaybın sadece üçte birinin insanların kiliseyi terketmesinden dolayı meydana geldiğini ifade etmektedir (kilise vergisi yüzünden kilise üyeliğini bırakanların oranı bilinmemektedir). Kilise vergisine ek olarak eyalet ya da lokal düzeyde devletin kiliselere yapmış olduğu değişik yardım biçimleri vardır. Bazı eyalet ya da belediye yönetimleri kilise görevlilerinden bazılarının maaşını ödemekte ya da kiliselerin inşasına ya da kilise binalarının tamir edilmesine yardım etmektedir. Bu tür yardımlar kiliselere birçok maddi yardımın yapıldığı dönemlerden günümüze miras kalmıştır. Günümüzde din dışı organizasyonlarında böyle yardımlar aldığı öne sürülerek bu tür yardımlar meşrulaştırılmaktadır.Robbers şöyle demektedir: “Birçok kamu destekli aktivite gibi kiliselerde devletten faaliyetleri için yardım görmektedirler.Devletin tarafsızlığı idealinin bir gereği olarak kilise faaliyetleri devlet destekli bir lokal atletizm külübünün pozisyonundan daha kötü bir duruma düşürülmemelidir.”430 Bu bölümde devletin kiliseyle ibadet dahil birçok aktivitede dayanışma içinde olduğunu anahatlarıyla ortaya koymaya çalıştık.Resmi bir devlet kilisesi olmamasına rağmen Evanjelik, Katolik ve Yahudi gruplar diğer dini ve seküler grupların sahip olmadıkları birçok avantaja sahip bulunmaktadırlar. Kilise, Eğitim ve Devlet Son dönemlere kadar din ve eğitim konusunda Almanya’nın göze çarpan en belirgin özelliği kamusal eğitimin dini okulların egemenliğinde olmasıydı (bu okullar devlet tarafından finanse ve kontrol edilmelerinden dolayı kamusal nitelikte iken Katolik ya da Evanjelik uygulama ve fikirlerin öğretilmesi açısından dini nitelikteydiler).Weimar Anayasası yazıldığı sırada yeni liberal ve politik düzeni öğretmeyi amaçlayan seküler okulların kurulmasını isteyen güçlü bir hareket vardı. Ancak muhafazakar Evanjeliklerin desteğini alan Katolik Merkez Partisi’nin baskısıyla dini okullar varlıklarını devam ettirdiler.431 Sonuç olarak savaş arası dönemde dini okullar kamu eğitimi alanına hakim olmaya devam ettiler. Sayıları elliüçbin olan kamu okullarının dini gruplara göre dağılımı şu şekildedir: Okulların yüzde ellibeşi Evanjelik okulu, yüzde yirmisekizi Katolik okulu, mezheplerarası eğitim veren okullar (bu okullar mezhepler üstü yüzde onbeşi bir çizgide Robbers, ‘Church and State in Germany,’69-70. Bkz.: C.L.Glenn, Choice of Schools in Six Nations, Waşington, D.C.: U.S. Department of Education, 1989, 193-95. 430 431 Hırıstıyanlığın daha genel bir eğitimini vermekteydiler), doksanyedi tane Yahudi okulu ve ikiyüzdoksanbeş tane seküler okul.432 Nazi döneminde bu farklı okul sistemini zayıflatıp onun yerine rejimi destekleyen tek tip okul sisteminin kurulmasına yönelik birçok çaba oldu. Nazilerin önde gelen isimlerinden biri şöyle diyordu: “Bütün kategorilerdeki okulların müfredatı Hırıstıyanlık ve Yahudilik karşıtı bir ruhla dolu olarak değiştirilmiştir. Böylece yeni nesil ruhban sınıfının sahtekarlıklarından korunmuş olarak büyüyecektir.”433 İkinci Dünya Savaşından sonra işgal kuvvetleri desteklemekten çok varolan dini okulları bütüncül eğitim veren seküler okullardan yanaydılar.434 Bu duruma kilise otoriteleri özellikle Katolik Kilisesi direndi.Bu baskı sonucunda işgal kuvvetleri Batı Almanya’da halkın mezhepsel ya da mezhepler üstü okulları tercih etmelerine izin verdiler.1949 Yılında çıkarılan Temel Yasa (Basic Law) eğitim sorumluluğunu ulusal hükümet yerine eyalet hükümetlerine verdi.Başlangıçta Katolik bölgelerin çoğu mezhep okullarını tercih ederken Protestan bölgelerin büyük bölümü mezhepler üstü eğitim veren okulları seçtiler. 1967 Yılında Almanya’da okul dağılımı şu şekildeydi: Bütün kamu okullarının yüzde kırkını Katolik okulları, yüzde onyedisini Evanjelik okullar, yüzde kırkını mezhepler üstü okullar (bazen bu okullara Hırıstıyan okullar denilmektedir), ve yüzde üçünü özel okullar oluşturmaktaydı.435 Fakat durum değişmeye başlamıştı.Protestanlar bir süreden beri ayrı mezhep okullarına artık ihtiyaç duymuyorlardı ve altmışlı yıllardan itibaren kamuoyu özel Katolik okulların –bu okulların çoğu çok küçüktü- düşük kalitesi üzerinde dikkatini yoğunlaştırmaya başlamıştı.436 Sonuç olarak birçok Katolik bölgesi mezhepler üstü eğitim veren Hırıstıyan okullarını tercih etmeye başladı. (Burada kullanılan terminoloji Amerikalılar için anlaşılmaz olabilir. Mezhepler üstü ya da Hırıstıyan terimleriyle nitelendirilen okullar kamusal okullardır).Örneğin 1968 yılında Bavaria eyaleti –bu eyaletin nüfusu büyük ölçüde Katoliklerden oluşmaktadır- referandumda Katolik okulların aleyhine Hırıstıyan okulların lehine oy kullandı.Hırıstıyan okulların 432 Glenn, Choice of Schools in Six Nations, 195. Yazar Alfred Rosenberg’dir. Bkz.: J.S.Conway, The Nazi Persecution of the Churches, 1933-1945, New York : Basic Books, 1968, 182. 434 Bkz.: Glenn, Choice of Schools in Six Nations, 197-201. Spotts, The Churches and Politics in Germany, 212-19. 435 Spotts, The Churches and Politics in Germany, 219. 436 Bkz.: Spotts, The Churches and Politics in Germany, 219-28. 433 dini doğası dualar, isteğe bağlı din dersi sınıfları ve Alman toplumunda dinin oynadığı tarihsel ve kültürel role genel bir vurgu yapmaktan ibaretti. Günümüz Almanya’sında dört tip okul vardır. Mezhepler üstü nitelikteki Hırıstıyan okullar en yaygın okul tipini oluşturmaktadır. Hırıstıyan okullarını mezhep okulları (bu okullar Katolik ya da Evanjelik bir doğadadır) takip etmektedir.Ayrıca seküler okullar –bu okullar özellikle Berlin ve Bremen’de bulunmaktadır- ve özel dini okullar bulunmaktadır. Kamusal okullarda dini uygulama ve eğitim onların müfredatının doğal bir parçasıdır. Okullardaki din eğitimi ve uygulamalarının yasal ve anayasal temelleri vardır –bu uygulamalar Amerika’da Yüksek Mahkeme’nin yorumları çerçevesinde değerlendirildiğinde anayasa dışı olacaktır.- Kamu okullarında verilen din eğitimi ve uygulamalarının legal ve anayasal dayanağı Temel Yasanın (Basic Law) yedinci maddesinin iki, üç ve dördüncü altkısımlarında yer almaktadır: 2.Ebeveynler çocuklarının din eğitimi alıp almamasına karar verme hakkına sahiptirler. 3.Mezhep dışı okullar hariç din eğitimi devlet okullarında müfredatın bir parçası olmalıdır.Dini eğitim dini topluluğun doktrinine uygun olarak verilmelidir.Öğretmenler din eğitimi vermeye zorlanmamalıdırlar. 4.Özel okul kurma hakkı güvence altına alınmalıdır.Devlet okullarının alternatifi olarak kurulan özel okullar için devletin onay vermesi şarttır ve özel okullar Toprak düzenlemesine (Land legislation) tabidirler. 1975 Yılında Anayasa Mahkemesinin karara bağladığı bir dava direkt olarak kamusal okullarda dini eğitim konusuyla ilgilidir.1967 Yılında Baden-Württenberg eyaleti interdenominasyonel Hırıstıyan okulları kurmaya karar verdi.Bazı dinsiz ebeveynler çocuklarının din eğitimi almasına itiraz ettiler.Mahkeme interdenominasyonel okul lehine karar verdi. Mahkemenin gerekçesi konuyla ilgili Alman yaklaşımını ortaya koymakta ve Alman yaklaşımının Amerika yaklaşımından nasıl farklı olduğunu göstermektedir.Mahkeme ilk olarak şunu not etmektedir: “Şikayetçilerin çocuklarının eğitimini dini etkilerden uzak tutma talebi çocuklarına dini eğitim verilmesini isteyen diğer vatandaşların arzularıyla çatışmaktadır…”437 Mahkeme Amerika Yüksek Mahkemesinin asla kabul etmeyeceği şu önemli gözlemi yapmaktadır: “Bütün dini ve ideolojik referansların elimine edilmesi varolan ideolojik gerilim ve çatışmaları nötralize etmeyecektir. Fakat böyle bir şey çocuklarına Hırıstıyan eğitimi verilmesini isteyen ebeveynleri dezavantajlı konuma düşürecektir ve bu onları çocuklarını sıradan bir okula göndermelerine yol açaçaktır.”438 Mahkemenin ifade etmek istediği temel nokta şudur: Dini elementlerin müfredattan atılması okulu tarafsız bir bölge haline getirmekten ziyade doğasını dolaylı bir şekilde okulun seküler hale getirecektir.Seküler bir okulda dinsiz ebeveynlerin çocukları istedikleri şekilde bir eğitim alırken dindar ailelerin çocukları istedikleri eğitimi almayacaklardır. Bu gerçeği ve iki pozisyon arasında uzlaşmacı bir çözüm bulma gereksinimini dikkate alarak Mahkeme eyalet yönetiminin kararını verebilmesi için serbest davranması gerektiğine karar vermiştir. “Sonuç olarak eyalet yönetimine ilkokul kurarken Hırıstıyanlığa referans vermesine mutlak yasak getirilmemiştir. Azınlık bir veli grubunun çocuklarını okula göndermekten başka bir seçenekleri yoktur.”439 Karar okulun din değiştirme yeri olmadığı, hiçkimsenin din derslerine katılmaya zorlanamayacağını ve seküler disiplinlerde Hırıstıyanlığa Batı medeniyetini şekillendiren kültürel güç olarak atıflarda bulunulması gerektiğini ifade etmektedir. Yedinci maddenin üçüncü fıkrası devlet okullarında dini eğitimin olmasını idarenin güvence altına almasını şart koşmaktadır: “Din eğitimi devlet okulları müfredatının bir parçası olmalıdır….” Anahtar kelime burada ‘olabilir (may)’ yerine kullanılan ‘olmalı (shall)’ ifadesidir. Dini eğitimin müfredat dışı ya da yardımcı bir çalışma kursu yerine standart müfredatın bir parçası olarak görülmesi çok önemlidir.Ancak din dersleri isteğe bağlı olacaktır. Çocuklar ondört yaşına gelinceye kadar ebeveynleri din dersi alıp almamalarına karar verebilecektir. Ondört yaşından itibaren din dersi alıp almamaya veli değil öğrenci karar verecektir. Alman okullarının çoğunda verilen din eğitimi Amerika’daki okuldaki boş zaman programları çerçevesinde din eğitimi verilmesine çok benzemektedir. Amerikan Yüksek Mahkemesi 1948 yılında vermiş olduğu kararında bu uygulamayı Birinci Tadilata (First Amendment) aykırı olduğu gerekçesiyle reddetmiştir.440 437 Interdenominational School Case (1975), 41 BVerfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469. 438 Interdenominational School Case (1975), 41 BVerfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469. 439 Interdenominational School Case (1975), 41BVerfGE 29. Bkz.: The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 470. 440 McColum v. Board of Education, 333 U.S. 203 (1948). Din eğitimi belirlememekte bizzat programlarının muhtevasını kamusal okul otoriteleri dini kurumlar belirlemektedir.Burada kilise otonomisi kavramının işin içine girdiğini görmekteyiz.Evanjelik Kilisesinden bir yetkili bunun devletin dini tarafsızlığını güvence altına almaya yardım ettiğini söyledi. 441 O açık bir şekilde çocuklara dini, değerleri ve dünya görüşleri öğretmenin devletin değil ebeveynlerin sorumluluğu olduğunu ifade etti.Ebeveynlerin çocuklarının hangi din eğitimi almasına karar vermeleriyle ve bağlı bulundukları dini toplulukların bu eğitimin içeriğini belirlemesiyle bu sorumluluk yerine getirilmektedir.Devlet çocukları din eğitimi derslerine girmeye zorlamadığı gibi bu derslerin içeriğini de belirlememektedir. Uygulamada haftada iki ya da üç saat din dersi verilmektedir. Bu dersleri düzenli olarak okuldan bir öğretmen (Anayasanın yedinci maddesinin üçüncü fıkrasına göre hiçbir öğretmen iradesine aykırı olarak din dersine girmeye zorlanamaz) ya da bu görev için atanan bir papaz girmektedir.Bu sistem küçük Hırıstıyan gruplar, Yahudiler ve Müslümanlar için problem oluşturmaktadır.Almanların büyük çoğunluğunun Katolik ya da Evanjelik kiliselere mensup olduğu dikkate alındığında bu sistemin küçük dini grupları kapsaması zor görünmektedir. Bu sisteme göre normal olarak bir din dersi sınıfının açılması için altı ya da sekiz öğrencinin bulunması gerekir ve kursların içeriğini belirleme görevi olmaları ve kamu okullarında dini toplulukların takip edilecek vardır.Dini toplulukların yeterince büyük din dersi verilmesi konusunda bir araya gelip anlaşmaları gerekmektedir. Seksenbir milyonluk ülke nüfusu içerisinde Yahudilerin toplam sayısı kırkyedi bindir.Yahudilerin okullarda ayrı din dersi sınıfı açılmasını sağlayacak yeterli sayıyı bulmaları zordur.Aynı şey küçük Hırıstıyan grupları için de geçerlidir.Müslümanlar genelde yeterli sayıya sahip olmalarına rağmen onlar merkezi ve hiyerarşik bir organizasyona sahip olma geleneğinden yoksundurlar. Kamusal kurum statüsü zorluklara neden olmaktadır çünkü yürürlükteki Alman sistemi yapısı ve bürokrasisi olan Katolik ve Evanjelik kiliselere göre dizayn edilirken Müslümanların dini durumlarını kapsamamaktadır.Müslüman liderlerle yaptığımız görüşmelerde bu durum özgür uygulama konuları ya da kamusal kurum statüsünü elde etmenin zorluklarından daha önemli olmaktadır.Alman Müslümanları Merkez Konseyi başkan yardımcısı ve Bonn Kral Fahd Akademisi direktörü Hobohm’a bu 441 Rüdiger Schloz ile yapılan röportaj, 13 Şubat 1996. sorunun dört ya da beş yıl içerisinde çözülüp çözülmeyeceğini sorduğumuzda o Müslümanların bu konudaki hem umutlarını hem öfkelerini ifade eden şu cevabı vermiştir: Biz bunun daha erken olmasını umut ediyoruz. Bu işin bir gecede çözülmeyeceğinin farkındayız. Hiçkimse bir gecede Müslüman öğrencilerin olduğu Alman okullarında din dersi sınıflarını bir gecede açamaz.Fakat biz bir ya da iki eyalette üç ya da dört okulda din eğitimi dersi açmak zorundayız ve zamanla din dersi veren okulların sayısını arttırmamız gerekmektedir… Bu ağır ve zor bir süreçtir. Alman otoriteler prensipte buna karşı değildirler. Ancak onlar o kadar anlayışlı ve yardımsever de değildirler. Alman otoriteleri genellikle bize şunu söylemektedirler: “Bu konuları kiminle konuşacağımızı bilmiyoruz çünkü birçok İslam topluluğu ve organizasyonu var.”Onlar İslamda merkezi hiyerarşik bir düzenin ya da merkezi bir organizasyonun olmadığını ya gerçekten anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar.Bazen hissettiklerimizi onlara ifade ediyoruz. Onlar gerçekten bizi anlamıyorlar çünkü onlar bu konuda anlayış kıtlığına sahip bulunmaktadırlar.442 Birçok teorik ve pratik nedenden dolayı eski Doğu Almanya eyaletlerindeki okulların çoğu din eğitimi vermemektedir.443 Pratik açıdan din dersi verecek niteliğe sahip yeterli öğretmen bulunmamaktadır.Teorik olarak Brandenburg gibi çok sekülerleşmiş eyaletler kamu okullarında din dersi vermeyi reddetmektedirler.Brandenburg eyaletinde şu anda seçmeli olarak ortak din ve ahlak dersleri verilmektedir ancak öğrenciler Katolik, Evanjelik ve inançsız olarak ayrılmamaktadır. Bazı insanlar –eski komünist idarenin okulları bir propaganda yeri olarak kullanmasına tepki olarak- okulların değerleri, dini ya da dünya görüşlerini öğretme işine karıştırmaması gerektiğine inanmaktadır.Aynı zamanda özel dini okullara dindar ailelerin büyük ilgi göstermesi başka önemli bir gelişmedir. Kamu okullarındaki dini uygulamalara baktığımızda mezhepsel ve Hırıstıyan okullarda günün başında ya da bazen sonunda dua edildiğni görmekteyiz.Kommers şöyle yazmaktadır: “Seçim özgürlüğü olduğu müddetçe özgürlüğünün önemli bir özelliğini bu tür pratikler din meydana getirmektedirler.”444 1979 Yılında Anayasa Mahkemesi bu tür uygulamaların anayasal olup olmadığı sorusunu ele aldı ve bunların anayasal olduğuna karar verdi.Mahkemenin kararının gerekçesi şuydu: M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996. K.J.Kiderlen ile yapılan röportaj, 27 Şubat 1996. 444 Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 472. 442 443 Dua etme isteğe bağlı olduğu sürece veliler çocuklarının dua ve ibadet etmesini bir pozitif hak olarak isteyebilirlerdi. Bavaria eyaletindeki bir yasanın sınıflara haçın konulmasını zorunlu tutması Almanya’da kilise-devlet tartışmasını çok sıcak bir şekilde gündeme getirdi.1995 Yılında Anayasa Mahkemesi herhangi bir öğrencinin itiraz etmesi durumunda haçın sınıftan kaldırılacağına karar verdi.Verilen kararın özünü şu teşkil ediyordu: “Temel Yasanın (Basic Law) dördüncü maddesinin birinci fıkrasının güvence altına aldığı inanç özgürlüğü devletin inanç ve din konularında tarafsız olmasını gerekli kılmaktadır.”445 Ondan sonra Mahkeme dindar velilerin konulmasını istemek şeklindeki pozitif özgürlükleriyle sınıflara dini sembolleri dinsiz ya da Hırıstıyan olmayan velilerin sınıfın Hırıstıyan sembollerden arındırılması şeklindeki negatif hakkını değerlendirdi.Mahkeme bu konuda şu sonuca varmıştır: “Hırıstıyan inancına sahip veli ve öğrenciler sınıflara haç konulmasını pozitif din özgürlüğü adına meşrulaştıramazlar.Sadece Hırıstıyan veli ve öğrenciler değil bütün veli ve öğrenciler pozitif inanç özgürlüğüne eşit olarak sahiptir.”446 Karara göre sınıflara haç konulması ile okullardaki dua, ibadet ve diğer dini uygulamalar arasındaki teme farkın voluntarizm olduğu vurgulanmaktadır. Okullar din konularındaki uygulamalarında Anayasaya uygun davranmak zorundadırlar.Anayasaya uygun olarak okullar din eğitimi, okul duası ve diğer dini aktivitelere olanak sağlamak zorunda oldukları gibi bu aktivitelere katılımın gönüllü olmasını, katılmak istemeyenlerin katılmaya zorlanmamasını, katılmayanlara karşı katılmadıklarından dolayı bir diskriminasyon yapılmamasını güvence altına almak zorundadırlar.Sınıflarda haçın sergilenmesiyle ilgili durum farklıdır.Hırıstıyanlık inancını taşımayan öğrenciler kendilerini haçın varlığından ve mesajından alıkoyma özgürlüğüne sahip bulunmamaktadır. 447 Muhalif görüşü savunan yargıçlar şunu iddia ettiler: “İkisinin çatışması durumunda dinin negatif özgürlüğünün kişinin dini özgürlüğünü şeklindeki pozitif tezahür etme hakkını ortadan kaldırmasına izin verilmemelidir.”448 Bu pozisyonu benimsemekle onlar haçın din değiştirtmek gibi bir mesaja sahip 445 Classroom Crufix II Case, (1995), 93 BverfGE, 1. Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 474. 446 Classroom Crufix II Case (1995), 93 BverfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 478. 447 Classroom Crufix II Case (1995), 93 BVerfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 478. 448 Classroom Crufix II Case (1995), 93 BVerfGE 1. Bkz.: Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 481. olmadığını ve haç gösteriminin Hırıstıyan olmayan öğrencilerden kabul ya da tanınmayı açık bir şekilde istemediğini vurgulamış oluyorlardı. Bu karar Almanya genelinde eleştirilere uğradı.Başbakan Kohl kararı reddetti.Gazeteler ve radyolar karar aleyhine görüşler yayınladılar.Eleştiriler çok büyüdü ve Mahkeme kararının dikkate alınmaması istendi.Eleştirilerin büyümes üzerine anayasal düzenin ve Mahkemenin meşruluğunun tartışılmaya açılmasından korkuldu. Anayasa Mahkemesi yargıçlarından Dieter Grimm hukukun üstünlüğü ilkesini savunan ve herkesi Mahkemenin kararına uymaya çalışan bir bildiri yazmak zorunda kaldı.449 Mahkeme Bavaria eyaletindeki bütün okullarda haçların kaldırılmayacağını sadece herhangi bir öğrencinin şikayet etmesi durumunda haçın sınıftan kaldırılacağını deklare etmesi üzerine öfke dalgası dinmeye başladı.Haçların büyük çoğunluğu sınıf duvarlarında kamaya devam etmektedir. Bu karar ve ona gösterilen tepkiler birçok önemli noktayı göstermektedir.Birincisi Amerikalı bir gözlemci için –On Emrin sınıflara asılmasının ve şehir çıkışlarına haçın konulmasının anayasa dışı sayıldığı bir yerden gelen biri-450 kamu okullarının sınıflarına haçın konulup konulmamasının tartışılması bile çok şaşırtıcıdır.Almanya’da yapılan bu tartışma devlet ve kilise arasındaki dayanışmanın boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Karara gösterilen tepkiler halkın devlet ve kilise arasında varolan ilişkiyi hala desteklediğini göstermektedir.İkincisi bu dava nötralite ve pozitif din özgürlüğü kavramlarının genişçe kabul gördüğünü ortaya koymaktadır.Hem çoğunlukta olan hem muhalif olan hakimler gerekçelerini bu kavramların etrafında temellendirmişlerdir.Bu davada her iki tarafda bu kavramları kabul etmektedir; onlar bu kavramların bu spesifik duruma nasıl uygulanacağı konusunda farklı düşünmektedirler. İki tarafda devletin din konularında tarafsız olması gerektiği, hiçbir din ya da ideoloji lehine ya da aleyhine olmaması gerektiği konusunda fikir birliği içerisindedirler. Ayrıca her iki tarafda insanların inançlarını yaşamaları için devletin bazen pozitif adımlar atmasının tarafsızlık ilkesinin bir gereği olduğu hususunda da aynı fikirdedir. Bu çalışmaya konu olan ülkelerle karşılaştırıldığında Almanya’da seküler ya da dini temelli çok az özel okulun olduğu görülmektedir.Öğrencilerin sadece yüzde 449 Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 483-84. On Emir davası için bkz: Stone v. Graham, 449 U.S. 39 (1980). ‘Supreme Court refuses review of Oklahoma City Seal Cross Case,’ Church and State, 49, 1996, 134. 450 beşi özel okullara gitmektedir.451 Öğrencilerin yüzde sekseni kiliseyle ile ilişkili okullara giderken dörtte biri Katolik okullarına geriye kalan dörtte biri ise Evanjelik okullara gitmektedir.452Özel okullar harcamalarının –yaptıkları nakit harcaalar hariçbüyük bölümünü kamu fonlarından karşılamaktadırlar. Onların yapmış oldukları masraflar için aldıkları mali yardımın oranı yüzde yetmişbeş ve doksan arası değişmektedir.453 Anayasanın yedinci maddesinin dördüncü fıkrası özel okul kurma hakkını tanımasına rağmen devletten izin alınmasını şart koşmaktadır. Özel okul kurma onayının devletten alınması zor ve zaman alıcı bir süreçtir. Eğitim kalitesi açısından okulun kamu okullarına eşit olduğunun ve öğrenci alımında ailenin ekonomik durumuna göre çocuklar arasında diskriminasyon yapılmayacağının belgelenmesi devlet onayının alınmasının temel şartıdır.Ancak bu standartlara ulaşan özel okullar 1987 yılındaki Anayasa Mahkemesi kararına göre- kamusal yardım alabilmektedir.Mahkeme kararını şu temele dayandırarak vermiştir: Eğitim özgürlüğü ebeveynlerin çocukları için kendi inanç ve ideolojilerine uygun okulları seçebilmelerini gerekli kılmaktadır.Devlet yardımı olmadığı takdirde bu özgürlüğü sadece zengin aileler kullanabileceklerdir. “Kişilerin mali durumlarına bakılmaksızın özel okul olanağı bütün vatandaşlara eşit sunulduğu takdirde anayasal koruma altındaki eğitim özgürlüğü gerçekleştirilmiş olacaktır ve bütün ebeveynler bu haktan yararlanma hakkına eşitlik temelinde sahip olacaklardır.Kanun yapıcılar tarafından özel okulların korunması ve geliştirilmesi anayasal bir yükümlülük olarak görülmelidir.”454 Berlin ve Münih’de iki özel Müslüman okulu vardır. Bu okullar normal Alman eğitim müfredatını takip etmelerinin yanında İslami eğitim de vermektedirler.455 Bu Müslüman okullar –İngiltere’deki Müslüman okulların yaşadığı tecrübeden farklı olarak- diğer Katolik ve Evanjelik okullar gibi kamusal yardım almaya hak kazanmışlardır.Alman eğitim müfredatını takip etmeyen diğer Müslüman okullar Glenn, ‘Parental Choice in German Education,’ 203. M.Weiss, ‘Financing Private Schools: The West German Case,’ içinde W.L.Boyd ve J.G.Cibulka, (Ed.), Private Schools and Public Policy: International Perspectives, Londra : Falmer Press, 1989, 193. Bu yüzde beşlik oran sadece Batı Almanya için geçerliydi.Ancak Almanya’nın değişmesinden sonra büyük bir değişiklik meydana gelmemiştir. 452 Weiss, ‘Financing Private Schools,’ 194. 453 Weiss, ‘Financing Private Schools,’ 199. Bkz.: J.E.Coons, ‘Educational Choice and the Courts: U.S. and Germany,’ American Journal of Contemporary Law, 34, 1986, 5-7. 454 Glenn, ‘Parental Choice in German Education,’ 204-5. 455 M.A.H.Hobohm ile yapılan röportaj, 20 Kasım 1996. 451 ağırlıklı İslami ders ve pratiklere almamaktadırlar çünkü onlar vurgu yapmakta olup kamu yardımı kamu okullarına denk olan bir eğitim verdiklerini kanıtlayamamaktadırlar. Alman kamu okullarında dine ayrılan yer dikkate alınırsa din temelli okulların resmi olarak tanındıktan sonra dini elementleri programlarına entegre etme konusunda yok denecek kadar az kısıtlamayla karşılaşması şaşırtıcı değildir. Örneğin dini okullar kendi kilise üyelerini öğretmen olarak atama özgürlüğüne sahiptirler.456 Dini okulların gerçekleştirmek zorunda oldukları temel standartlar şunlardır: Devletin müfredat standartlarına uymak ve öğrencilerinin genel olarak yapılan sınavlarda başarılı olması –bu sınavlar Alman eğitim sisteminin doğal bir parçasıdır.Kiliseyle ilgili özel okul eğitimi konusunda söylemek istediğimiz son söz kilisenin sponsorluğunu yaptığı anaokullarıdır.Alman çocuklar okula altı yaşında başlamaktadır ve düzenli eğitim süresine anaokul eğitimi dahil değildir –Amerika’nın aksine.-Ailelerin çoğu çocuklarını üç yaşından beş yaşına kadar anaokullarına göndermektedir. Bu anaokulların çoğu kiliseler ya da bu amaçla kurulan bağımsız organizasyonlar aracılığıyla desteklenmektedir.Evanjelik Kilisesinin Rhineland bölgesindeki anaokullarının resmi sorumlusu masraflarının üçtebirinin devlet yardımlarından, üçtebirinin yerel kiliselerden ve üçtebirinin veliler tarafından karşılandığını bize ifade etmiştir.457Devlet anaokullarında dualar, Kutsal Kitap hikayeleri ve diğer dini unsurlar konusunda hiçbir kısıtlama getirmemektedir. Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Çocukların dini gelişiminin ebeveynlerin kontrolünde olması anlayışını, dini konularda devletin tarafsız olması normunu ve pozitif dini özgürlük kavramını takip eden Almanya gönüllü katılım prensibine uyulduğu sürece kamu okullarında dinin değişik biçimlerine izin vermektedir.Ayrıca Almanya okulların eğitim kalitesi korunduğu sürece dini okullara kamusal yardım yapmakta ve onların dini misyonlarına karışmamaktadır.Almanya’da önemli bir dini azınlık olan Müslümanlar özel okullara kamusal yardım yapılması sisteminin kapsamına alınmalarına rağmen kamu okullarındaki dini eğitim müfredatını takip etme konusunda zorluklarla karşılaşmaktadırlar.Din özgürlüğü ve eğitimi alanında Müslüman azınlığı kapsayacak yeni süreç ve biçimlerin geliştirilmesi Almanya’nın karşılaştığı en büyük meydan okumadır. 456 457 FEST ile yapılan röportaj, 22 Şubat 1996. C.M.Coenen ile yapılan röportaj, 14 Şubat 1996. Kilise, Devlet ve Çıkardışı Hayır Kurumları John Hopkins Üniversitesi’nden Helmut Anheier şunu not etmektedir: “Almanya’da hayli gelişmiş hayır sektörü ve hayli gelişmiş refah devleti beraber varolmaktadır.Refah devleti geliştikçe Almanya’da hayır sektörü genişlemiştir.”458 Durum gerçekten bu şekildedir çünkü Alman hükümeti refah devletinin esasını oluşturan sosyal hizmetlerin çoğunun karşılanmasında özel hayır kurumlarına güvenmektedir. Katolisizmin ‘yardımcı olma (subsidiarity)’ prensibi burada önemli rol oynamaktadır. Yardımcı olma prensibine göre ihtiyaç içindeki kişilere yardım sorumluluğu onlara en yakın olan sosyal birimlere aittir –aile, kilise, cemaat ve gönüllü dernekler- ve problemler bu sosyal birimlerden birinin kapasitesini aşmaya başladığında bu birimler bir araya gelmelidirler. Bu doktrin ayrıca yüksek birimlerin alt birimlerin pozisyonunu işgal etmek yerine onlara görevlerini yerine getirmede yardımcı olmayı gerekli kılmaktadır.459 Anheier ve Wolfgang Seibel şunu bildirmektedirler: “Kamusal refahın yardımcı olma prensibi devlet merkezli refah anlayışına karşı en önemli ideolojk araç haline gelmiştir.”460 Birçok yasal düzenlemeye göre özel sosyal hizmet kurumlarının varolması ve ihtiyaç duyulan hizmetleri sunması durumunda devletin o hizmet alanlarına girmemesi gerekmemektedir.Sosyal Yardım Yasasının (Social Assistance Act) dördüncü kısmında şu ifade edilmektedir: “Özel refah kurumlarının bireylere hizmet sunması durumunda kamusal yardım kurumları o durumlara müdahele etmekten sakınmalıdırlar.”461 Gençlik Refah Yasası da (The Youth Welfare Act) bu şartı içermektedir: “Özel gençlik yardım organizasyonlarının durumlarda resmi Gençlik Refah Ofisi kendi hizmet sunduğu yardım düzenlemelerine H.K.Anheier, ‘An Elaborate Network: Profiling the third sector in Germany,’ içinde B.Gidron, R.M.Kramer ve L.M.Salamon, (Ed.), Government and the Third Sector, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 31. 459 ‘The third Route: Subsidiarity, Third Party Government and the Provision of Social Services in the United States,’ içinde OECD, Private Sector Involvement in the Delivery of Social Welfare Services: Mixed Models from OECD countries, Paris : OECD, 1994, 26. 460 H.K.Anheier ve W.Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ Working Papers of the John Hopkins Comparative Nonprofit Sector Project, Baltimore : John Hopkins Institute for Policy Studies, 1993, 1993, 7. 461 Anheier, ‘An Elaborate Network,’38. 458 girişmemelidir.”462 Anheier’in ifadesiyle “yardım etme teorisi devlet destekli hizmet ve yardım sunma sistemi kadar koruyuculuk sunmaktadır.”463 Sosyal hizmetlerin sunumunda özel hayır kurumlarına dayanmanın teorik ve tarihsel temelleri vardır.Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir dernekler grubu ortaya çıktı ve “ devlete karşı siyasi muhalefetin elementer biçimine dönüştü. 1848 Devriminin başarısızlığa uğramasından sonra devlet düzeni içerisinde gerçekleştirilemeyen demokrasinin yerine kaim oldular.”464 Sonuç olarak birey ve devlet arasında aracı rolü oynayan kurumlar kesin bir meşruiyet kazandı.Almanların Nazi deneyimleri bu meşruiyeti güçlendirdi.Bu deneyimden sonra özel kurumlar idarenin aşırı ve tehlikeli bir şekilde merkezileşmesini önleyen bir yol olarak algılandı. Kendilerine serbest refah kurumları olarak atıfta bulunulan altı ana sosyal hizmet ve sağlık organizasyonu vardır.Bu organizasyonlar özel olarak sunulan hizmetlerin çoğunu karşılamaktadır.Bu altı ana organizasyon şunlardır: Diakonisches Werk (Evanjelik Kilisesinin sosyal hizmetler ve sağlık kurumları federasyonu), Caritas (Katolik Kilisesinin sosyal hizmetler ve sağlık kurumları federasyonu), Zentralwohlfahrsstelle der Juden in Deuthschland (Yahudiler için Merkezi Refah Kurumu), Arbeiterwohlfahrt (İşçilerin Refahı Kurumu –bu kurum seküler yardım ajanslarının meydana getirdiği bir kurum olup Alman Sosyal Demokrat Parti ile bağları vardır-), Deutscher Paritätischer Wohlfahrtsverband (Alman Eşitlikçi Refah Kurumu –bu kurum seküler yardım ajanslarının bir araya gelmesinden oluşmasına rağmen hiçbir politik parti ile ilişki içerisinde değildir-) ve Deutsches Rotes Kreuz (Alman Kızılhaçı).Bu özel hayır kurumları “bütün aile hizmetlerinin yüzde yetmişini, yaşlılık hizmetlerinin yüzde altmışını, hastane yatak kapasitesinin yüzde kırkını ve engelliler için yapılan kurumları 548420 hizmetlerin yüzde doksanını sunmaktadırlar.Özel refah personeli çalıştırmaktadır.Gönüllülerin full-time, sayısı ise 202706 birbuçuk personeli milyon part-time olarak olarak tahmin Anheier, ‘An Elaborate Network,’38. Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 38-39. 464 W.Seibel, ‘Government-Nonprofit Relationships in a Comparative Perspective: The Cases of France and Germany,’ içinde K.D.McCarthy, V.A.Hodginkson ve R.D.Sumariwalla, (Ed.), The Nonprofit Sector in the Global Community, San Francisco : Jossey-Bass, 1992, 213. Anheier ve Seibel Alman hayır sektörünün otokratik devletin antitezi olarak ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Anheier ve Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ 29. 462 463 edilmektedir.”465 Bu refah kurumlarının ilk üçü dini bir doğaya sahip bulunmaktadır. Hayır kurumlarının en büyükleri Caritas ve Diakonisches Werk ‘dir. Dini kurumlar kamu fonlarını değerlendirmeye göre Caritas’ın kaynaklarının tamamen paylaşmaktadırlar.Bir yüzde yirmibeş ve yüzde kırkını kamu yardımları oluştururken bu oran Diakonisches Werk için yüzde yirmibeş ile yüzde otuz arasındadır.466Bu rakamlara kilise vergi sisteminden elde edilen kaynaklar dahil değildir.Kiliselerin çoğu sosyal yardım programlarına girmenin bir yolunu bulmaktadır.Maliye Bakanının bildirdiğine göre federal hükümet 1995 yılında değişik sosyal ve araştırma amaçları için Katolik Kilisesine 227 milyon mark (162 milyon dolar) ve Evanjelik Kilisesine 177 milyon mark (126 milyon dolar) yardımda bulunmuştur. Örneğin Evanjelik Kilisesine 21 milyon mark, Katolik Kilisesine 26 milyon mark yaşlılar, çocuklar, aileler ve kadınlara yönelik yürüttükleri programlar için verilmiştir.467 Neukirchen kentinde engelli genç insanların kaldığı ve Diakonisches Werk tarafından finanse edilen bir evi ziyaret ettiğimizde masrafların yüzde yüzünün devlet tarafından karşılandığı bize ifade edilmiştir.Yahudiler kendilerine ait Merkezi Refah Kurumu aracılığıyla kamu yardımı almaktadırlar. Bu Yahudi organizasyon özellikle doğu Avrupa ülkelerinden göç eden Yahudilere yerleşmeleri konusunda yardım etmektedir. Günümüzde çok az sayıda Müslüman hayır organizasyonu bulunmaktadır. Görüştüğümüz bir Müslüman lider dakikalarca düşündükten sonra Müslüman hayır kurumlarına örnek olarak şu ikisini vermiştir: Münih’te insanların psikolojik yardım için gidebilecekleri bir hayır kurumu ile telefonla danışmanlık hizmeti yürüten kadın Müslümanlara ait bir organizasyon.468 Bu az sayıdaki Müslüman hayır kurumları bazı eyalet ve belediyelerden yardım almalarına rağmen federal hükümetin kurumsal yardım programı kapsamına alınmamışlardır.Teorik olarak onlar mali yardım almaya uygundurlar fakat Müslümanların sayısının küçük olması ve merkezi bir yapı içerisinde mali fonlardan yararlanmayı talep etmeyişleri onları Hırıstıyan ve Yahudilerin aksine ulusal yardım programının kapsamı dışında bırakmıştır. Anheier ve Seibel devlet ve hayır kurumları arasındaki ilişkinin mali desteğin ötesinde olduğunu vurgulamaktadırlar: “Yardım etme ve kendi kendini idare etme Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 41. Anheier, ‘An Elaborate Network,’ 44. Yirmi beş yıl önce Caritas ve Diakonisches Werk’in devletten almış olduğu büyük yardımlar için bkz.: Spotts, The Churches and Politics in Germany, 201-3. 467 Geschaftsbereich des Bundesministeriums der Finanzen, ‘Antwort der Paarlementarischen Staatssekretarin Irmgard Karwatzki,’ 3 Mayıs 1995. 465 466 prensiplerinin bir sonucu olarak hayır kurumları idarenin yürütme işlevine iyi entegre olma eğilimindedirler.Kamu otoriteleri yapmış oldukları düzenlemelerde ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarda hayır kurumlarına danışmaktadırlar.”469 Hayır kurumları ve devlet arasında önemli sosyal ve sağlık hizmetlerini sunma konusunda tam bir işbirliği vardır ve bu işbirliği içerisinde dini organizasyonlar tam ortak olarak yer almaktadırlar. Kilise otonomisi kavramı dini hayır kurumlarının devletle işbirliği yaptıkları durumlarda bile dini misyonlarını yerine getirmede sahip oldukları özgürlüğün derecesini anlamak açısından önemlidir. Kilise otonomisi kavramı dini hizmet kurumlarını kapsamaktadır.Robbers bunu açık bir şekilde ifade etmektedir: Bir kilisenin self-determinasyon hakkı sadece kilise faaliyetleriyle sınırlı değildir.Dini yaşama özgürlüğü fikri diğer alanlarda da –hastanelerin, anaokulların, huzurevlerinin, özel okul ve üniversitelerin işletilmesi gibidini amaçlarını gerçekleştirmeyi kapsamaktadır. 470 Kendisiyle yapılan bir mülakatta Robbers bu noktayı tekrar vurgulamaktadır: “Caritas, Diakonisches parçasıdırlar.Onlar kişinin Werk, özel okullar ve anaokulları kilisenin bir inancını ve İsa’yı takip etmesinin araçlarıdırlar.Onlar kilisede dua etmek ya da mum yakmak kadar kiliseye aittirler.Self-determinasyon prensibi kiliselerin kendisine uygulandığı gibi bu faaliyetlere de uygulanmaktadır.”471 Weimar Anayasasının yüzotuzyedinci maddesinin üçüncü fıkrası –bu madde şu anki Alman Anayasasına da girmiştir- kısmen şöyledir: “Her dini topluluk yasal sınırlar içerisinde bağımsız olarak işlerini düzenlemeli ve yönetmelidir.” Bu madde dini temelli organizasyonların kilisenin doğal bir parçası olduğu fikriyle birleştirilince önem kazanmaktadır. Bu maddenin önemi 1983 tarihli Katolik Hastanesi Kürtaj davasında ortaya çıkmıştır.Katolik Hastanesinde çalışan bir doktor kürtaş konusundaki Katolik doktrinini açıkça reddettiğini ifade edince hastane yönetimi onu işten atmıştır.Anayasa Mahkemesi hastanenin kilisenin bir işi olduğuna ve kilise regülasyonuna tabi olduğuna karar vermiştir İş sözleşmesi bu tür bağlılık şartları ortaya koymakla işveren olarak kilise genel sözleşme özgürlüğüne dayanmakla kalmamış aynı zamanda anayasanın kendisine verdiği self-determinasyon hakkını Halima Krausen –İslamic Center in Hamburg- ile yapılan röportaj, 19 Kasım 1996. Anheier ve Seibel, ‘Defining the Nonprofit Sector: Germany,’ 30. 470 Robbers, ‘State and Church in Germany,’ 63. 471 G.Robbers ile yapılan röportaj, 23 Şubat 1996. 468 469 kullanmıştır.Anayasa kiliselere sosyal aktivitelerini şekillendirme ve kendi spesifk Hırıstıyan hayır vizyonunu paylaşan üyeleri çalıştıran sözleşmeler yapma hakkı tanımıştır.472 Mahkeme Katolik doktrinin kürtaja masum bir insanın hayatına son vermek olarak baktığını ifade ettikten sonra doktorun bu doktrini reddetmesinin kilisenin dini misyonunu zayıflattığı sonucuna varmıştır.Katolik hastanesinin kilisenin bir parçası olduğu ve kilisenin self-determinasyon hakkına sahip olduğu fikirleri bu davanın kararına beraber girmiştir. Değişik dini hayır kurumları ile hükümet regülatörleri arasındaki mücadeleler sık sık devam etmektedir. Fakat Hollanda örneğinde olduğu gibi yapılan mücadeleler hükümetin finanse ettiği programlara entegre edilen dini konular hususunda değildir. Yapılan tartışmalar mali yardım kesintileri ve profesyonel performans standartları ile ilgilidir.Stuttgart’taki Diakonisches Werk genel merkezinden bir yetkili bize şunu ifade etmiştir: “Bir refah kurumu olarak Bonn’daki değişik hükümet kurumları açık ya da kapalı olarak otonomluğumuza müdahele ettikleri zaman onlarla mücadele etmekteyiz.Bizim iki çeşit otonomluğumuz vardır: Manevi ve profesyonel otonomi.Manevi standartlarımıza onlar gerçekten müdahele etmemektedirler. Ama profesyonel standartlarımıza hükümet kurumları sürekli müdahele etmektedirler.”473 Bu devlet yardımı alan dini hayır kurumlarıyla ilgili ve ilişkili herkesin dile getirdiği bir konudur.Ancak görüştüğümüz kimseler dini hizmetlerin yerine getirilmesi için ücretli din görevlilerinin tutulması, çalışanların kilise mensupları arasından seçilmesi ve yardım programlarının bir parçası olarak dini hizmetlerin yapılması gibi hususlarda resmi yetkililerin hiçbir problem çıkarmadığı ifade edilmiştir.Evanjelik Kilisesi genel merkezinden bir yetkili hükümet müdahelesinin sorun olmadığını, sorun olan şeyin kilise sosyal kurumlarında çalışmayı arzulayan yeterli sayıda dindar genç bulmak olduğunu ifade etmiştir. Kısacası Almanya dini nitelikteki sosyal ve sağlık hizmet kurumlarına mali yardımda bulunan kapsamlı bir sisteme sahiptir.Alman hükümetinin kendi bürokratik kurumlarından çok özel hayır kurumları aracılığıyla sosyal hizmetleri yerine getirmeye öncelik vermesi, dini çoğulculuğa bağlılığı, devletin tarafsızlığı ve pozitif din özgürlüğü ilkelerini benimsemesi bu sistemi devletin güçlü bir şekilde desteklemesini sağlamaktadır.Evanjelik ve Katolik kiliseleri gelişmiş kurumsal 472 Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 494. yapılarıyla sosyal ve sağlık hizmetleri alanında devletle tam bir işbirliği içerisindedirler. Yahudiler bu işbirliği içerisinde tam olarak yer almalarına rağmen Müslüman toplulukların sosyal ve sağlık hizmetleri alanında devletle yapmış olduğu işbirliği çok düşüktür. Gözlemler ve Sonuçlar Bu bölümün başında kilise-devlet işbirliğine ve kilise otonomisine dayanan Alman sisteminin Hollanda’nın ilkeli plüralizmi ve İngiltere’nin yarı resmi kilise sistemiyle önemli paralellikler gösterdiğini ifade etmiştik. Bu gözlemimiz üzerinde tekrar duracağız. Almanya’nın İngiltere gibi resmi bir kilisesi yoktur.Ancak kilise-devlet işbirliği kavramını destekleyen yaklaşım ile yarı resmi kilise kurumunu benimseyen İngiliz yaklaşımı arasında bazı benzerlikler vardır.Almanya’nın kilise-devlet konusundaki yaklaşımı gayr-i resmi ve çoğulcu kilise modelinin bazı özelliklerine sahip bulunmaktadır.Bonn’daki Katolik Kilisesi temsilcisi Leopold Turowski şöyle yazmaktadır: “Dini ve seküler sorumluluklar tek ortak iyinin temel özellliklerini meydana getirmektedirler.Dini ve seküler olan toplumsal varlığı tek ve aynı olan insanın ihtiyaçlarını karşılamak anlamına gelmektedir.”474 Kilise-devlet ilişkisiyle ilgili Alman yaklaşımının özünü bu ifade oluşturmaktadır.Kilise ve devlet –taht ve mihrap- güçlü ve müreffeh Alman toplumunun dayandığı temel iki direk olarak görülmektedir.Taht ve mihrap işbirliği içerisindedir.Bu Almanların çoğunun dini birleştirici, eğitici ve ilham verici önemli bir güç olarak toplumda kamusal bir role sahip olduğunu kabul ettiği anlamına gelmektedir.Bir Amerikalı araştırmacı şunu not etmektedir: “Kilise ve devleti sosyal düzenin iki önemli unsuru olarak düşünme şeklindeki Alman eğilimi Alman kilise-devlet hukukunun (Staatskirchenrecht) kalıcı bir özelliğini meydana getirmektedir. Dinin kamusal alanın doğal bir parçası olduğu nosyonu hala geçerliliğini sürdürmektedir.”475 Sonuç olarak Almanya birçok aktivitede dinle işbirliğine gitmekte, ona yardım etmekte ve kilise vergisi, kamu okullarında konsensüsel doğaya sahip dualar gibi faaliyetlere izin vermekle dine yaşama alanı yaratmaktadır.İngiltere’deki gibi kilise ve devlet arasındaki resmi bağlar Almanya’da bulunmamaktadır.Fakat K.D.Pfisterer ile yapılan röportaj, 20 Şubat 1996. L.A.W.Turowski, ‘The Church and the European Community: Developments and Prospects,’ European Vision, 10, 1990, 15. 475 W.C.Durham, ‘Religion and Public Schools: Constitutional Analysis in Germany and the United States,’ (paper given at the Western Association for German Studies,Kasım 1977, 35). 473 474 İngiltere’de olduğu gibi kilise-devlet işbirliğinin gayr-i resmi araçları ve konsensüsel dini inanç ve pratiklerin desteklenmesi vardır.Kilise-devlet işbirliği gayr-i resmi kilise kurumunu meydana getirecek boyuttadır. Gayr-i resmi kilise sistemi Protestan, Katolik ve bir dereceye kadar küçük dini grupları kapsayan çoğulcu bir sistemdir. Fakat herşey bundan ibaret değildir.Alman kilise-devlet uygulaması Hollanda’nın ilkeli plüralizmiyle de bazı önemli paralellikler göstermekte ve onun plüralist kilise-devlet modelini kapsamına almaktadır.Almanya güçlü bir şekilde kilisenin otonomluğuna vurgu yapmakta ve açık bir şekilde dini konularda devletin tarafsızlığını ifade etmekte ve din özgürlüğünden pozitif hak olarak söz etmektedir.Bu prensipler Hollanda’nın plüralistik modelinde de bulunmakta olup Almanya’nın kilise-devlet işbirliği yaklaşımını değişikliğe uğratır niteliktedir.Almanların işbirliği, tarafsızlık, otonomi ve pozitif din özgürlüğü prensiblerini birbirini tamamlayan ilkeler olarak anlamaları herkes için büyük bir özgürlüğün ortaya çıkmasını sağlamaktadır.Kommers şöyle yazmaktadır: “Toplumsal tek tipliliğe ve ahlaki köksüzlüğe doğru giden seküler eğilimler karşısında Alman anayasa hukukunun kapsayıcı yaklaşımı plüralizmin ve farklılığın korunması aracı olarak savunulmaktadır.”476 Birçok Amerikalı gözlemcinin dini plüralizm ve farklılığa aykırı gördüğü dini kurumun önemli özelliklerini Almanlar plüralizm ve farklılığın vazgeçilmez temelleri olduğunda ısrar etmektedir. Bu iki farklı perspektifin anlaşılmasında şu nokta anahtar bir öneme sahiptir: Almanlar dini özgürlük konseptinin hem pozitif hem negatif özelliklere sahip olduğunu düşünürken Amerikalılar dini özgürlüğü büyük ölçüde negatif özgürlük olarak anlamaktadırlar.Neukirchen’deki Evanjelik sosyal kurumların direktörü Rudolf Weth bizimle yapmış olduğu görüşmede “pozitif dini tarafsızlığa” atıfda bulundu.477 Pozitif dini tarafsızlığa göre devlet hiçbir felsefik ya da dini bakışaçısını geliştirmemelidir, devlet dini konularda nötr olmalıdır.O devletin bunu Nazi dönemi ve Doğu Almanya’da yeterince yaptığına vurgu yapmaktadır. Bu anlamda kilise ve devletin ayrı olmasından bahsedebiliriz.Fakat o devletin bütüncül bir insan görüşüne sahip olması gerektiğini iddia etmektedir.İnsanlar dini ve ideolojik görüşlere sahip varlıklardır.Devlet hiçbir din ya da ideolojinin tarafını tutmamalıdır ancak devlet insanlığın dini ve ideolojik doğası için bir yaşam alanı açmak zorundadır. D.P.Kommers, ‘West German Constitutionalism and Church-State Relations,’ German Politics and Society, 19, 1990, 11. 477 Rudolf Weth ile yapılan röportaj, 14 Şubat 1996. 476 Bu bakış açısına göre devlet dini bir hayat yaşamak isteyenlerin inançları için bir yaşam alanı oluşturmak amacıyla bazı pozitif adımlar attığı takdirde gerçek anlamda tarafsız olacaktır.Anayasa Mahkemesinin şu dava (Interdenominational School Case) ile ilgili kararını hatırlayalım: “Bütün ideolojik ve dini referansların elimine edilmesi varolan ideolojik gerilim ve çatışmaları nötralize etmeyecektir. Böyle bir şey ancak çocuklarına Hırıstıyan eğitimi verilmesini isteyen ebeveynleri dezavantajlı konuma getirecektir.”478 Bir okulda varolan dini referansların elimine edilmesi onu dini gelenekler arasında nötr yapmasına rağmen okul dini ve seküler perspektifler karşısında nötr olmayacaktır.Dahası böyle bir şey genel anlamda “seküler tek tipliliği ve ahlaki köksüzlüğü” geliştirmektedir.Amerikan hukukunun aksine Alman hukuku bu yaklaşımı kabul etmekte ve onu kendi kilise-devlet yaklaşımına dahil etmektedir. Kilise-devlet ilişkileri konusundaki Alman yaklaşımında ve bu yaklaşımın arkasındaki tarafsızlık ve pozitif dini özgürlük prensiplerinde bir mantık ve çekicilik vardır.Almanya açık ve uygun bir şekilde dini özgürlüğe ve plüralizme bağlıdır.Almanya başarılı bir şekilde ulusun ve vatandaşların hayatlarında dinin öneminin farkında olmanın yanında dini bir inana sahip olmayanların özgürlüğünü de güvence altına almayı başarabilmiştir.Onun dinin serbestçe yaşanması konusunda geniş bir konsepti vardır.Almanya’nın kamu okullarına hem dini hem seküler ideolojileri entegre etme çabaları, özel durumdaki seküler ve dini sosyal hizmet kurumlarına ve okullara mali yardımda bulunması dini plüralizme ve devletin dini tarafsızlığına uygun çabalardır.Alman Anayasa Mahkemesinin özel durumlarla – konsensüsel dualar ve kamu okullarına haç konulması gibi- ilgili vermiş olduğu kararların çoğunun devletin dini tarafsızlığı ve herkes için özgürlük ilkeleriyle uyuşup uyuşmadığı tartışma konusu edilebilir.Ancak Almanların dinin serbestçe ve genişçe yaşanması konseptine sıklıkla vurgu yapmaları, dini konularda devletin tarafsızlığını önplanda tutmaları ve pozitif dini haklar kavramına sahip olmaları Alman mahkemelerinin sorunları uygun bir çerçeveye oturtmalarını ve doğru sorular sormalarını sağlamıştır. Bütün bunları söylemek kilise-devlet problemleri konusundaki Alman yaklaşımının problemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmemektedir.Pozitif din özgürlüğü kavramını gözönünde bulundursak bile kilise vergisi uygulaması devletin 478 Interdenominational School Case (1975), 41 BverfGE 29. Bkz.: Kommers, The Constitutional tarafsızlığı normunu ihlal eden bir uygulama gibi gözükmektedir.Kilise vergisi sadece kilise üyeleri için zorunlu olmasına ve sivil idare yapmış olduğu toplama masraflarını geri almasına rağmen bu uygulama sadece üç dini topluluğa kamusal kurum statüsü vermektedir. Üç dini kuruma kamusal kurum statüsü verilmesi onları diğer dini topluluklara ve seküler ideolojik organizasyonlara karşı avantajlı duruma getirmektedir.Ayrıca Almanya şu anda Müslümanları kendi dini özgürlük ve kilisedevlet sistemine tam olarak entegre etmede zorluklarla karşılaşmaktadır.Müslümanların yeni ortaya çıkan bir dini azınlık olduklarının ve onların organizasyonel yapılarının Alman sistemine uygun olmadığının belirtilmesi gerekmektedir. Fakat bu başarısızlıklar Almanya’nın büyük ölçüde dini plüralizm konularında sağladığı başarıları –tarafsızlık, kilisenin özerkliği, pozitif dini haklar ve serbest yaşama hakları prensipleri temelinde gerçekleştirdiği başarılar- görmemize engel olmamalıdır.Burada ayrıca geleneksel Alman anlayışının dini toplumsal bir güç olarak gördüğünü hatırlamalıyız.Almanya Aydınlanma liberalizminin yaptığı gibi dini özel alana ait görmemiştir. Bunun yerine Almanya dine kamusal bir rol ve yer yaratmış ve aynı zamanda dini ve seküler inanç sistemlerinin çoğulculuğuna izin vermiştir.Amerika’daki Aydınlanmacı gelenek bunun mümkün olmadığını söylerken Almanya bunu çok etkileyici bir biçimde gerçekleştirmiştir. YEDİNCİ BÖLÜM PLÜRALİSTİK DEMOKRASİLERDE KİLİSE VE DEVLET Birinci bölümde bu çalışmadaki amacımızın kilise ve devlet arasındaki ilişkilerin vatandaşların dini özgürlüklerini destekleyen şekilde demokrasisine ve dinin oynadığı toplumsal rolü düzenlenmesi için demokrasilere ve özellikle Amerikan yeni bir klavuz sunmak istediğimizi belirtmiştik. Şimdiye kadar çalışmamıza konu olan beş demokratik ülkede kilise-devlet ilişkisine dair prensipleri ve pratikleri inceledik.Şu anda önceki bölümlerin sonuçlarını özetlemek ve ülkelerin tecrübelerinden çıkarabileceğimiz dersler ve gözlemler üzerinde durmak istiyoruz. Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, 469. İlk olarak girişte sorduğumuz üç soruya beş ülkenin herbirinin verdiği cevapları özetleyeceğiz. 1.Demokratik bir idare sosyal refah ve normlara aykırı din motifli davranışlara nereye kadar izin verebilir? 2.Devlet toplumu bir arada tutan ortak değer ve inançları desteklemek amacıyla konsensüsel dini inanç ve gelenekleri destekleyip teşvik etmelimidir? 3.Devlet ve dini grupların aktif olduğu aynı alanlarda devletin herhangi bir dini gruba avantaj ya da dezavantaj sağlamaması ya da bir dini grubu diğerlerine karşı üstün duruma getirmemesi nasıl güvence altına alınabilir? İkinci olarak kilise-devlet ilişkilerini araştırdığımız beş ülkenin tecrübeleriyle ilgili beş temel gözlemimizi sunacağız.Üçüncü olarak dinin kamusal hayatta oynadığı rolle ilgili ileri sürülen beş itiraza cevap vereceğiz. Ancak bir hususu ifade etmemiz lazımdır.Beş ülkenin kilise devlet uygulamalarıyla ilgili yaptığımız araştırmanın verileri kilise-devlet ilişkileri alanındaki modern uygulamaların her ulusun özgün tarihi ve kültürel kabulleriyle yakından ilişkili olduğunu göstermiştir.Bir ülkede tartışma konusu bile edilmeyen konuların –İngiltere’nin resmi kilisesi ya da Almanya’nın kilise vergisi gibi- Avustralya ve Amerika gibi başka ülkelerde hayal edimesi bile imkansızdır.Ülkeler kilise-devlet ilişkilerini ve çatışmalarını çözme konusunda birbirlerinin tecrübelerinden çok şey öğrenebilirler çünkü her ülke kendisine özgü bir kilise-devlet politikasına sahip olup bu tecrübelerden kilise-devlet çatışmalarının çözümünde verimli bir şekilde kullanılabilir. Özet Sonuçlar Özgür Uygulama Hakları Teorik olarak incelediğimiz beş ülkenin dini serbestçe uygulama hakları önemli derecede farklılık göstermesine rağmen pratikte aralarında umulduğu kadar büyük bir fark yoktur.Beş ülke üzerinde yapmış olduğumuz araştırmanın sonunda ortaya çıkan resim şudur: Her ülke din özgürlüğünü temelde korumaktadır (bu az bir başarı değildir) fakat onlar din özgürlüğünün özel durumlarda nasl yorumlanacağı konusunda zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Bu ülkeler din özgürlüğünü güvence altına almak için üç ana mekanizmayı kullanmaktadırlar: Anayasal şart, yasama, kültürel tavırlar ve fikirler.İngiltere hariç yaşaması diğer dört ülkenin anayasasında kişinin dinini özgürce temel bir hak olarak yer almaktadır.Ancak dört ülke üzerinde yapmış olduğumuz inceleme bu ülke mahkemelerinin dini serbestçe uygulama hakkını tutarlı bir şekilde savunmadığını göstermektedir.Avustralya ve Amerika’daki davalar bireylerin ve grupların dini pratiklerinin mevcut yasalarla çatıştığı durumlarda anayasaların onları korumamakta ve o pratiklerin arkasındaki dini inançların önemini dikkate almamaktadır.Amerika Yüksek Mahkemesi 1990 yılında vermiş olduğu bir kararla (Employment Division v. Smith) zorunlu devlet çıkarı testini (compelling state interest test) terketmiştir.Avustralya Yüksek Mahkemesi bu testi asla dini serbestçe yaşama ile ilgili davalarda kullanmamıştır.Amerika ve Avustralya Yüksek Mahkemelerinin aksine Alman Anayasa Mahkemesi din özgürlüğünü koruma konusunda daha arzuludur.Alman Anayasa Mahkemesi birey ve grupların dini hakları ile kamusal güvenlik ve sağlık alanındaki devlet çıkarları arasında hep dengeyi gözetmiştir.Alman Mahkemesi bunu yaparken Avustralya ve Amerika mahkemelerinden daha fazla bir şekilde dini inanç ve uygulama ile çatışma içinde olan yasaları ihlal etmiştir. Avustralya ve Amerika dini diskriminasyona karşı insanları koruyan yasaları çıkarmada çok ileri gitmişlerdir.Birçok Avustralya eyaletinde insanları dini diskriminasyona karşı koruyan antidiskriminasyon kurulları kurulmuştur.Amerika’da da dini diskriminasyona karşı çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Çıkarılan bir yasaya (Religious Freedom Restoration Act) devlet bireyin serbestçe dinini yaşama hürriyetini kısıtladığı durumda idare bu kısıtlama zorunlu bir devlet çıkarının olduğunu göstermek zorundadır.Ancak mahkemelerin bunu nasıl yorumlayacakları yasada açıklığa kavuşturulmamıştır.İngiltere’de dini grupları diskriminasyona karşı koruyan çok az yasa vardır. Anayasal ve yasal haklar önemlidir ancak kamuoyu ve kültürel fikirlerde dini özgürlüğün korunmasında en az anayasal ve yasal düzenlemeler kadar önemlidir.İngiltere din özgürlüğünü anayasal korumaya almadığı gibi dini diskriminasyonu spesifik olarak yasaklayan bir yasaya da sahip değildir.Ama İngiltere’nin ulusal uygulaması din özgürlüğünü anayasal güvenceye almış ve dini diskriminasyonu yasa ile yasaklamış olan Amerika’dan çok farklı değildir.İngiltere din özgürlüğünü korumaktadır ama bunun nedeni yasal olmaktan ziyade İngiliz kültürünün bu hakka değer vermesidir.İngiltere’de kamusal tavırlar geçen asırdan itibaren liberalleşmiştir ve kamu idaresi dini azınlıkların haklarını daha çok kapsamaya başlamıştır.Hollanda örneğide dini özgürlükler konusunda kültürel fikirlerin önemli olduğunu ortaya koymaktadır.Hollanda Anayasası din özgürlüğünü korumaktadır ancak yargı parlementodan geçen yasaları yargısal kontrole tabi tutma hakkına sahip değildir. Teorik olarak Meclisten geçen yasalar kişilerin ya da grupların dini serbestçe yaşama haklarını ihlal edebilir fakat uygulamada bu çok nadir gerçekleşmektedir.Çünkü din özgürlüğü konusunda çok büyük bir kamuoyu desteği vardır. Hollandalılar din özgürlüğünü güvence altına almada diğer ülkelerden daha başarılıdırlar. Bu anayasal korumaların anlamsız olduğunu söylemek değildir. Anayasal güvenceler devlet dini grupların haklarını ihlal ettiği durumlarda anayasal güvenceler dini gruplara yargıya gitme fırsatı vermektedir –birçok dini grup devletin dini haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle Amerika’da mahkemelere gitmektedir ve Yüksek Mahkeme açılan davalarda dini serbestçe uygulama hakkını genişleten kararlar verebilmektedir.-Aynı şey Avustralya içinde geçerli olup son dönemde Yüksek Mahkeme devletin hak ihlallerine karşı anayasal hakları koruma konusunda daha istekli davranmıştır.Mahkemelerin dini haklar konusundaki anayasal güvenceleri azınlık dini grupları savunmaya uygun şekilde yorumlamaları ideal olan bir şeydir çünkü azınlık grupların dini görüşleri pek popüler olmayıp politik süreç onlara yeterli koruma sağlamamaktadır. Anayasal davalar özgür uygulama haklarının genişlemesi için bir araç olabilir ancak din özgürlüğünün kültürel olarak desteklenmesi bu ülkelerin çoğunda dini hakları genişleten önemli bir güç olmuştur. Serbest uygulama haklarının koruma altına alınması –hangi şekilde olursa olsun- dini konularda devletin tarafsızlığı ilkesinin önemli bir ifadesidir.Bu şü güçlü mesajı vermesi açısından önemlidir: Devlet hiçbir inancın lehinde ya da aleyhinde olmayarak insanların yapmış olduğu hiçbir dini tercihi avantajlı ya da dezavantajlı konuma getirmeyecektir.Bu mesaj özellikle devlet tarafından serbest uygulanma hakları güvence altına alınmamış olan azınlık dini inançları için çok önemlidir. Özgür uygulama haklarıyla ilgili olarak bu ülkelerde çok önemli bir şey daha ortaya çıkmaktadır.Almanya ve Hollanda diğer üç ülkeden daha fazla uygun bir din özgürlüğü ve genişletme anlayışına sahiptirler.Alman modeli dini inancın dini davranışı gerektirdiğini kabul ettiği için inanma hakkının o inanca göre davranma hakkını içerdiğini de benimsemektedir. Alman Anayasa Mahkemesi açık bir şekilde bunu ifade etmektedir: “Din özgürlüğü kişinin davranışlarını inancının ilkeleriyle temellendirmesini ve içsel kanaatlerine göre davranma hakkını kapsamaktadır.”479 Almanya’nın aksine Avustralya ve Amerika’da mahkemeler Aydınlanmanın liberal din anlayışını uyarlamışlardır. Aydınlanmacı liberal din anlayışına göre inanç birinci dereceden bireysel bilinç ile ilgili bir konudur.Bu anlayış çerçevesinden bakıldığında devlete düşen bireyin inanma hakkını koruma altına almaktır. Bu yaklaşımın zayıflığı Amerika Yüksek Mahkemesinin inancı gereği kipa giymek isteyen hava ortodoks bir Yahudinin hakkını korumadaki başarısızlığında görülebilir. Ayrıca Avustralya Yüksek Mahkemesinin İkinci Dünya Savaşında görüşlerinin devleti tehdit edip etmediğini tartışmadan Yahova Şahitlerini yasaklaması bu yaklaşımın zayıflığını gösteren bir başka örnektir.Zorunlu devlet çıkarı testini terketmiş ya da asla uygulamamalarına rağmen Amerika ve Avustralya mahkemelerinin eksikliği insanların inançlarını yasal çerçevelerde ne zaman uygulayabilecekleri ile serbestçe uygulama haklarının mevcut yasalarla çatıştığı durumlarda bu haklarının snırlanmasını birbirinden ayıran bir mekanizmadan yoksun olmalarıdır. Hollanda Anayasasının altıncı maddesi din özgürlüğünün daha bütüncül bir kavrayışını ifade etmektedir. Altıncı madde dini inancın hem bireysel hem toplumsal düzeyde yaşanmasını koruma altına almaktadır.Bu sosyal vurgu sadece din özgürlüğü olarak bireylerin ibadet etme hakkını koruyan Aydınlanmacı liberal anlayış ile ters düşmektedir.Liberal teoride devlet dini hakları dolaylı olarak korumaktadır . Devlet müdahelesi korkusu olmadan ibadet özgürlüğünün garanti altına alınması devletin dini hakları dolaylı bir şekilde koruduğunu göstermektedir.Ancak Michael Sandel, Alisdair MacIntyre ve Will Kymlicka gibi komüniteryan teorisyenler modern bireyin toplumun bir ürünü olduğunu not etmektedirler.480 Bireyler dinlerini toplumda izole olmuş olarak yaşamayı seçmemektedirler. Sonuç olarak dini özgürlük haklarını toplumdan ayırma şeklindeki liberal teşebbüsler yetersiz kalmaktadır.Ülkeleri araştırdığımız bölümlerde dinin güçlü bir sosyal boyuta sahip olduğu ve dini grupların birçok hizmet aktivitesine katıldığını görmekteyiz.Dini özgürlüğün daha kararlı bir biçimi devletin dini grupların ya da toplulukların kendi dini inançlarını ifade haklarını koruyan ve geliştiren pozitif Religious Oath Case (1972), 33BvergGE 23. Bu dava kararının tercümesi şu eserde yer almaktadır: D.P.Kommers, The Constitutional Jurisprudence of the Federal Republic of Germany, İkinci Baskı, Durham : Duke University Press, 1997, 454. 480 M.Sandel, Liberalism and the Limits of Justice, Cambridge : Cambridge University Press, 1982. A.MacIntyre, After Virtue: A Study of Moral Theory, Notre Dame : University of Notre Dame Press, 1984. W.Kymlicka, Liberalism, Community, and Culture, Oxford : Clarendon Press, 1989. 479 adımlar atmasıyla gerçekleşebilir çünkü insanlar inançlarını dini grup ve topluluklar içinde yaşamaktadırlar. Tarihi Hollanda pilarizasyon modelinin kabul ettiği şey budur. Pilarizasyon modeli toplumdaki Katolik, Reformcu ve seküler grupları donanımlı hale getirmiştir.Daha önce not ettiğimiz gibi son yıllarda Hollanda pilarizasyon modeli ciddi bir şekilde değişmesine rağmen onun kamu politikası sayesinde Hollandalılar devletin hem dini hem seküler organizasyonları kapsaması gerektiği fikrini korumaya devam etmişlerdir çünkü insanlar doğal olarak seküler ya da dini ilkelerini grup içinde ya da grup aracılığıyla ifade etmeyi istemektedirler.Hollandalılar’a göre dini okul ve organizasyonlara kamu desteğinin sağlanması konusu dine resmi bir kurum kimliği kazandırmaktan ziyade -Amerika’da algılandığı gibi- dini serbestçe yaşama hakkıyla ilgili bir husustur.Bu devlet ve kilise arasında dayanışmacı bir düzenlemenin yapılmasına yol açmıştır ancak Hollanda devletin dini konularda tarafsız olması gerektiği fikrini korumaya devam etmektedir.Hollanda’nın tarafsızlık anlayışı devletin dinden bütün desteğini çekmesi anlamına gelmemektedir fakat bu tarafsızlık anlayışı kendi seküler ya da dinsel gelenekleri dahilinde eğitim ve sosyal hizmetlerinin karşılanmasını isteyen bütün grupların ihata edilmesi ve desteklenmesi anlamına gelmektedir.Devlet bütün dinler arasında tarafsız olduğu gibi dini ve seküler inanç sistemleri karşısında da tarafsızdır. Beş ülkenin her biri insan varlığı ve demokratik toplum için temel olan değerlerin din özgürlüğü adına ihlal edilemeyeceğini hem teoride hem pratikde kabul etmektedir. İhlal edilmeyecek değerlerin başında kamu sağlığı ve güvenliği ile vatandaşların sosyal refahı gelmektedir.Bu temeller çerçevesinde bu ülkelerden hiçbiri grubun dini inançlarının bir parçası bile olsa insanın kurban edilmesine, çocukların cinsel olarak istismar edilmesine ve şiddete tölerans göstermemektedir. Bunlar kolay davalardır ancak devletin değişik çıkarları ile özgür uygulama hakları arasında tam bir sınır çizmek gerçekten çok zordur. Özellikle bir dini grubun öğretisi ya da pratiğin sosyal değerleri ihlal ettiği fakat kimseye zarar vermediği durumlarda bu sınırı tam olarak çizmek daha da zorlaşmaktadır.Ancak böyle durumlar devletin bazen meşru bir şekilde dini pratikleri regüle edebileceği hatta yasadışı kılacağı zamanların olabileceği gerçeğini ortaya koymaktadır çünkü devletin müdahele ettiği ya da yasadışı kıldığı dini pratikler toplumsal birliği ve demokratik idareyi zayıflatan uygulamalardır.Demokratik bir toplumun vatandaşlarına temel bazı değerleri vermesi gerektiği sorusu bizi tartışmamızın ikinci sorusuna götürmektedir. Konsensüsel Değerler Bu ülkelerin herbirinde birey ve grupları demokratik toplum içerisinde asimile etmenin yolu olarak konsensüsel değerleri –dini değerleri bilegeliştirme arzusu vardır.Demokratik bir toplum için önemli olan değerler genellikle şöyle sıralanmaktadır: tölerans, kanun hakimiyetine saygı, ve demokratik sürece bağlılık. Bu ülkelerde bu değerlerin kurum olarak koruyucusu okul olmuştur.Özel okullardan ziyade –özellikle dini okullar- kamu okulları bu kültürel asimilasyon amacının gerçekleştiği yerler olarak algılanmıştır.Özel dini okullara hiçbir yardımda bulunmayan tek ülke Amerika’dır çünkü devlet okulları bütün sosyal sınıfların ve dinlerin çocuklarına sosyal ve politik değerlerin öğretildiği yerler olarak görülmektedir.Özel dini okulların bu modeli zayıflattığı şeklinde bir algılama vardır çünkü özel dini okullar çocukları din hatta sosyal sınıf ve ırk temelinde birbirinden ayırmakta ve çocuklara demokratik normları öğretmekte başarısız olmaktadırlar.Müslüman okulların demokratik olmayan yapısı hakkındaki benzer bir korku onların İngiltere’de devlet yardımı almasını imkansız hale getirmiştir. Devletin Müslüman okulların dışındaki özel dini okullara yardım ettiğini hatırlatmamız gerekmektedir. Konu devletin spesifik bazı değerleri geliştirip geliştirmemesi sorunu değildir.Biz demokratik bir devletin demokrat niteliğini koruyabilmesi için bu değerleri geliştirmesi gerektiğine inanıyoruz. Problem hangi kurum ya da kurumların bu meşru amacı gerçekleştirebileceği sorusudur.Biz organizasyonların kamu okul ve kurumları kadar özel dini okul ve temel demokratik değerleri – tölerans, hukukun üstünlüğüne saygı, demokratik sürece bağlılık- ilerletip geliştirebileceğini iddia ediyoruz.Dini eğitim konusundaki Alman yaklaşımı bunun iyi bir örneğidir.Alman modelinde iki ana dini geleneğin temsicileri kendi din eğitimi müfredatlarını geliştirmekte ve kendi geleneklerine mensup çocuklara ayrı sınıflarda din eğitimi verilmektedir.İnançsız ebeveynlerin çocukları seküler perspektifden ahlak konularının işlendiği sınıflara katılmaktadırlar.Almanya’da boş zamanlarda yapılan dini uygulamaların ya da özel dini okul ve kurumların temel demokratik normların gelişimine zarar verdiğine dair bir gösterge bulunmamaktadır. Temel demokratik normları desteklemeyen bir kaç dini ya da seküler grup çıkabilir. Bu tür gruplar uygun bir şekilde kamu yardımı programlarından ve kilise-okulun ortaklaşa düzenledikleri serbest zaman programlarına katılmaktan dışlanmalıdırlar.Diğerlerine karşı nefret ve şiddet öğreten ya da modern dünyada nasıl fonksiyonel olunacağının eğitimini vermeyen ya da demokratik bir toplumun ortak değerlerini benimsemeyen özel bir dini okul kamu desteği almamalıdır.Aynı şey dini bir danışma merkezi için de geçerli olabilir.Eğer dini bir danışma merkezi ev içinde şiddete uğrayan kadınlara saldırgan kocalarına teslim olmalarını tavsiye ediyorsa böyle bir danışma merkezi kamu yardımı almamalıdır.Ancak genel olarak dini okul ve kurumlar demokratik değerleri zayıflatmaktan ziyade güçlendirmektedirler. Azınlık gruplarının kültürel asimilasyonunun önemine vurgu yapan liberallerin kaygılarına karşı dini okul ve kurumların liberal demokratik bir idarede yaşayabilmek için gerekli olan değerlerle vatandaşları sosyalize etme konusunda başarısız olduklarına dair çok az veri vardır. Kamu politikalarında grup farklılıklarını tanıyacak kadar ileri giden Hollanda ve Avustralya kültürel asimilasyona olan bağlılıklarından vazgeçmiş ya da politikaları herhangi bir negatif kültürel etkiden dolayı zarar görmüş gözükmemektedirler.481 Toplumun temel sosyal değerler üzerinde bir ölçüde uzlaşmaya varma ihtiyacı ile grup kimliklerini kapsayan kamu politikaları arasında doğal bir gerilim yoktur. Michael Walzer şunu not etmektedir: “Etnik vatandaşlar özel toplumsal hayatı adil bir şekilde koruyup geliştiren devlete olağanüstü derecede sadık olmaktadırlar.” 482 Bu ülkelerin bazısında problem olan şey bunların kamu politikalarının grup farklılıklarını kapsamasıyla ilgili olmaktan çok bunun adil bir şekilde yapılıp yapılmadığıyla ilgilidir.Bu Müslüman okullarına mali yardımda bulunmayan İngiltere için doğrudur. Bu Protestan ve Katolik öğrencilerin dini eğitim ihtiyacını karşıladığı ölçüde müslüman öğrencilerin din eğitimi ihtiyacını karşılamayan Almanya için doğrudur. Bu eğitim seçeneklerini devlet sektörüyle sınırlayan Amerika için doğrudur. Bunları söylemekle kamu okullarının ortak dini değerlerin öğretildiği yerler olabileceği ya da olması gerektiğini kastetmiyoruz.Kamu okullarında devlet destekli din eğitimi veren ülkelerin -İngiltere, Avustral ve çok az derecede Almanyatecrübeleri kamu kurumlarında ortak dini değerlerin öğretilmeye kalkışılmasının başarısızlıkla sonuçlandığını bize göstermektedir.Bu toplumların herbiri dini açıdan plüralisttirler ve ülkenin önemli dini azınlıklarının sorgulayamayacağı ortak dini değerleri belirlemek artık mümkün değildir.Ortak dini değerler ondokuzuncu yüzyıl Bkz.: A.Lijpart, ‘Self-Determination versus Pre-Determination of Ethnic Minorities in Power Sharing Systems,’ içinde W.Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority Cultures, Oxford : Oxford University Press, 1995, 275-87. 482 M.Walzer, ‘Pluralism: A Political Perspective,’ içinde Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority Cultures, 153. 481 Aydınlanmacı liberal eğitim reformcularının inandığı bir mitti. Onlar kişinin spesifik dini inançlarını baskı altına alabileceğine ve bütün dini geleneklerin paylaştığı temel değerleri koruyabileceğine inanıyorlardı.Bir ülke çoğunluğu tatmin eden bir dini eğitim ve ibadet programını uygulamaya koyabilir fakat böyle bir seküler ve dini azınlıkların haklarını inkar anlamına gelmektedir.Alman Anayasa Mahkemesi 1995 yılında Bavaria eyaleti yasalarından birini –bu yasaya göre kamu okularının sınıflarında haç bulunacaktı ve bazı öğrenciler itiraz bile etse haç sınıfta kalmaya devam edecekti- reddetmekle bu gerçeği doğru bir şekilde tanımıştır.Dini plüralizm çalışmamıza konu olan her ülkenin realitesidir. Dini çoğulculuk gerçeğinden dolayı devletin tek bir dini dünya görüşünü desteklemesi doğru olmayacaktır. Böyle bir teşebbüs büyük ihtimalle başarısızlıkla sonuçlanacaktır.Dini eğitim araçları olarak devletin ayrı din dersi sınıflarına izin vermesi –Avustralya ve Almanya’nın yaptığı gibi- daha iyi bir yaklaşım olacaktır. İngiltere’de kanun Hırıstıyan din eğitimi ve ibadetine izin vermenin ötesinde onu zorunlu kılmaktadır. Bu konuyla ilgili yapılan tartışmalar kamu okullarının tek bir dini geliştirmeye kalkması durumunda ortaya çıkan problemleri göstermesi açısından önemlidir.İngiltere’de dini eğitim müfredatı mümkün olduğunca ortak dini değerler üzerinde yoğunlaşmaktadır fakat bu durumun ortaya çıkardığı sonuçlar Hırıstıyan olmayanları, inançsızları ve birçok Hırıstıyanı tatmin etmemektedir.Hırıstıyan olmayanlar ve inançsızlar okulların çocuklarına Hırıstıyanlık dinini empoze etmesinden korkmaktadırlar. Birçok Hırıstıyan grubu ise ortak dini değerler üzerine yoğunlaşmanın kendi inançlarını bozduğunu ve önemsiz kıldığını iddia etmektedirler.Birçok okulun 1988 yılında çıkarılan eğitim reformu yasasının (Education Reform Act) şartlarını yerine getirmede başarısız olması sürpriz değildir.Halkın çoğunluğu kamu okullarında dini eğitimin verilmesini istemesine rağmen devletin dini eğitimin ve ibadetin hangi biçimini geliştirmesi konusunda çok az bir uzlaşının olması önemli bir çelişkidir. Dini Okullara ve Çıkardışı Dini Hayır Kurumlarına Kamusal Yardım yapılması Çalışmamıza konu olan her beş ülkede dini organizasyonlar kamuya eğitim ve sosyal hizmetler alanlarında devletin sunduğu hizmetler gibi birçok hizmet sunmaktadırlar.Her devlet dini konularda tarafsız olma prensibine bağlıdır ancak onlar devlet ve dini gruplar aynı alanda faaliyet gösterdiği takdirde dini hayır kurumlarına verilecek kamusal finansal destek açısından devletin dini tarafsızlığının ne ifade ettiği konusunda farklı düşünmektedirler.Bu konu ondokuzuncu yüzyılda devletin eğitim hizmetlerini sunmaya başlamasıyla devlet ve kilise otoriteleri arasında meydana gelen gerilimde kristalleşmişti.Geleneksel olarak dini topluluklar kendi mensuplarına eğitim hizmetini sunuyorlardı fakat sunulan eğitim hizmeti düzensiz olduğundan devlet tedrici olarak bütün vatandaşlara eğitim hizmetini sunmaya başladı.Eğitim reformcuları devletin dini okullara yardım etmemesi gerektiğine inanıyorlardı çünkü dini okullar mezhep ayrılıklarını teşvik etmekteydiler ve onlar kamu okullarının asimilasyonist amaçlarına aykırı çalışıyorlardı.Her ülkenin Aydınlanmacı liberal reformcuları spesifik dini inançları tehlikeli olarak görüyorlardı fakat liberal reformcular dini inançları kamu okulu müfredatına dahil ettiler çünkü bu müfredat Aydınlanmacı liberal reformcuların rasyonel ve ortak dini inançlar olarak düşündüğü unsurları kapsıyordu. Bu pozisyona birçok kilise lideri –özellikle her ülkede Roma Katolikleri ve Hollanda’da muhafazakar Protestanlar- itirazda bulundu çünkü onlar devletin böyle bir hareketinin dini toplulukların gücünü ve otoritesini tehdit ettiğini düşünüyorlardı. Bu temelsiz br korku değildi. Walzer şunu ifade etmektedir: “Refah devleti etnik toplulukların kendi içinde organize ettiği özel hayırseverliği ortadan kaldırdı; o özel ve yerel okulların yaşamasını zorlaştırdı; o kültürel kurumların gücünü erozyona uğrattı.” 483 Almanya’da devletin sponsorluğunu yaptığı okulların çoğu dini okullardı ve zamanla bu dini okullar mephepüstü bir nitelik kazanaran kelimenin geniş anlamıyla Hırıstıyan okulları haline geldiler.Reformist ideal asla Almanya’da yer bulmadı.Hollanda ve İngiltere’de kilise liderleri dini okulların devlet okulları gibi eşit yardım almasını güvence altına aldılar.Amerika ve Avustralya’da kilise okulları çok az ya da hiç devletten yardım almadılar çünkü hakim Protestan gruplar paranın Roma Katolik okullarına gitmemesi için liberal reformcularla ittifak yaptılar.1960 Yılından itibaren Avustralya dramatik bir şekilde politikasını değiştirdi ve kilise okullarına büyük mali destek sunmaya başladı.Bu dönemde Amerika’da ise Yüksek Mahkeme katı kilise-devlet ayrılığı politikasına vurgu yaparak devletin dini okullara mali yardımda bulunamayacağına karar veriyordu. Amerika’da tarafsızlık devletin dini okullara mali yardımda bulunmaması anlamına gelmektedir çünkü böyle bir devlet yardımı dini görüşlerin seküler görüşlere tercih edildiği anlamına geldiğinin göstrgesi olabileceği konusunda 483 Walzer, ‘Pluralism: A Political Perspective.’ bir kaygı duyuluyordu.Amerika’nın aksine diğer dört ülke ise dini okullara yapılan devlet yardımını farklı bir şekilde meştulaştırıyorlardı. Onlara göre devletin eğitim hizmetlerine tek başına hakim olmaması ve devlet mali yardım konteksinde insanların kendi lerini dini açıdan ifade edeblimelerini sağladığı ölçüde o seküler ve dini perspektifler arasında gerçek anlamda tarafsız olabilir. Devlet yardımının olduğu ülkelerde dini okullarda büyük gelişmeler ve başarılar kaydettiler. İngiltere, Hollanda ve Avustralya’da kilise mensuplarının sayısından daha fazla bir vatandaş yüzdesi çocuklarını dini okullara yollamaktadır.Bu ülkelerde hangi dini grupların sisteme katılacağı sorusu gerilime neden oldu.Avustralya ve Hollanda bütün dini grupların devlet yardımı alabileceğine karar verdi. Bu iki ülkede büyük sayıda hem seküler hem dini okul bulunmamaktadır.Dini elementleri kamu okullarına entegre etme geleneğine sahip olduğu için Almanya’da çok az özel dini okul vardı. Ama Almanya varolan dini okulları gerekli şartlara sahip olanlarına mali yardımda bulundu.İngiltere mevcut sistemin dışındaki okullara – Müslüman topluluklara ve Hırıstıyan fundamentalistlere ait okullara- devlet yardımı yapmamaktadır.Hırıstıyan ve Yahudi okulları sistem içinde kabul edilerek İngiltere sadece bu iki dini gruba ait okullara yardım yapmaktadır. Yirminci yüzyılda bu ülkelerde devlet sosyal refah alanındaki rolünü genişletince kilise ve devlet arasında meydana gelen gerilimin düzeyi çok düşüktü.Aydınlanmacı liberal düşünce kamusal eğitime verdiği önem kadar –çünkü eğitim alanı ulusal birlik ve demokratik değerlerin öğretilmesi konularını içeriyordudini hayır kurumlarının sunduğu sosyal hizmetlere o kadar önem vermiyordu.Bu yaklaşım kamu politikalarına dini hayır kurumlarının entegre edilmesini kolaylaştırmıştır.Sonuç olarak bu beş ülke sosyal refah hizmetlerinin sunulmasında büyük ölçüde dini hayır kurumlarına dayanmaktadır.Beş ülke dini hayır kurumlarına mali destek sağlamakta ve dini kurumlara işlerini yapmada otonom tanımaktadırlar.Bu umulmadık bir şey değildir çünkü çalışmamıza konu olan beş ülkenin dördü dini okullara mali yardımda bulunmaktadır.Şaşırtıcı olan şey İngiltere’nin bu sisteme Müslüman hayır kurumlarını dahil etmesidir. Müslüman hayır kurumlarını mali yardım programının kapsamına alan İngiltere Müslüman okulları bu program kapsamına almamaktadır.Amerika dini okulları mali açıdan desteklememesine rağmen bulunmaktadır.Amerika katı dini bir hayır şekilde kurumlarına kilise-devlet finansal ayrılığı destekte politikasını uyguladığından dolayı dini okullara mali yardımda bulunmayı reddetmiştir. Ancak dini hayır kurumları Amerika’da sahip oldukları geniş dini otonomiye hiçbir ülkede sahip bulunmamaktadırlar. Gözlemler Kitabımızda incelediğimiz beş demokratik ülkenin tecrübelerininde desteklediğine inandığımız beş gözlem yapmak istiyoruz. Dini konularda tarafsızlık normu yapacağımı bu değerlendirici gözlemlerde klavuzumuz olacaktır. Bu nötralite pozitif idari eylemleri ya da eylemsizlikleri destekleme anlamında pozitiftir ve önemlidir.Temel amaç devletin hiçbir dini ya da bütün olarak dini yapıları ya da bütün olarak seküler inanç yapılarının yanında ya da karşısında olmamasıdır.Ancak bu şekilde devlet insanlara dini ya da seküler bir inancı benimsediklerinde avantajlı ya da dezavantajlı duruma düşmeyeceklerinin güvencesini sağlayabilir. Devletin Tarafsızlığı ve Dinin Serbestçe Yaşanması İlk olarak zorunlu toplumsal çıkarlardan dolayı özgür ugulama haklarının sınırlanmasıyla devlet tarafsızlığının gerçekleşeceğine ikna olmuş durumdayız.Devlet bazı dini uygulamalara kısıtlamalar getirdiği takdirde –bunu geçerliliği olan düzenleyici amaçlardan dolayı bile yapsa- idari uygulama dini pratikleri kısıtlananları dezavantajlı duruma düşürecektir.Ondokuzuncu yüzyılda poligamiyi yasaklayan Amerika yasaları Mormonların dinlerini serbetçe yaşamalarını kısıtlamaktaydı.Bugün Hollanda’nın düzenleyici yasaları Hırıstıyanların kilise çanlarının çalınmasına izin verirken Müslümanların Ezanının okunmasına izin vermemektedir.İngiltere, Hollanda ve Almanya’da Müslümanlarla ilgili değişik konular sık sık tartışmaya neden olmaktadır.Müslümanlar karma beden eğitimi derslerinde ahlaka aykırı gördükleri spor kıyafetlerinin Müslüman ız öğrenciler için zorunlu olmamasında ısrar etmektedirler.Avustralya İkinci Dünya Savaşında Yahova Şahitlerini etkin bir şekilde yasakladı.Almanya Müslümanlara dini kurallara göre kurban kesmelerine izin vermemektedir ve Scientology Kilisesini din olarak tanımamaktadır Biz dini grupların yapmış oldukları iddiaların her zaman toplumun düzene olan ihtiyacı ve diğer çıkarlarıyla örtüşmek zorunda olduğunu ve bunun tarafsızlığın bir gereği olduğunu söylemiyoruz.Bizim üzerinde ısrar ettiğimiz konu şudur: Eğer devlet dini tarafsızlığını koruyacaksa o sadece zorunlu bir toplumsal amaç için d dini ya da seküler pratikleri kısıtlayabilir.Bunun spesifik durumlara adil ve eşit bir biçimde uygulanan bir standart haline gelmesi çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşında işgal edilme tehlikesiyle yüzyüze gelen Avustralya’nın devlet karşıtı görüşleri böyle kritik bir zamanda savunan Yahova Şahitlerini yasaklaması meşru bir hareketti çünkü sözkonusu olan çok yüksek bir çıkarın yani devletin bizzat varlığının korunması sözkonusuydu.Avustralya Yüksek Mahkemesinin Yahova Şahitlerinin devletin yüksek çıkarlarını tehdit etme temelinden değilde başka bir gerekçeye dayandırarak onları yasaklaması bizim açımızdan problem teşkil etmektedir.Benzer bir şekilde Amerika Yüksek Mahkemesinin ondokuzuncu yüzyılda Mormonların poligami isteklerini çok yanlış bir gerekçeye dandırması da bizim için problem oluşturmaktadır (bize göre mahkemenin kararının dayanması gereken doğru gerekçe şudur: Dini özgürce uygulama hakkının korunması dini inançları kapsarken inançlardan esinlenen davranışları kapsamamaktadır). Ezanın ses düzenine getirilen kısıtlamalar – toplumsal nitelikli olup diğer vatandaşları rahatsız Hırıstıyan pratikleri dahil- kamu düzeninin sağlanmasında varolan zorunlu devlet çıkarı temelinde meşrulaştırılabilir.Altıncı bölümde not ettiğimiz gibi Alman hükümeti Scientology Kilisesini tanımama kararını halkı ticari sahtekarlıktan koruma gibi meşru bir temele dayandırabilir. Diğer ülkelere –özel durum ve şartlarını sadece genel olarak bildiğimiz- bu zor ve hassas konularda nasıl davranması gerektiğini söylemek değildir.Ancak biz devletlerin geleneksel hakim uygulama ya da egemen dini grupların politik ve sosyal gücü temelinde karar vermemeleri gerektiğinde ısrar ediyoruz.Onlar toplumsal düzen, sağlık ve güvenlikle uyumlu dini uygulamalara maksimum düzeyde özgürlük vermelidirler.Bunun dışında yapılacak bir şey toplumsal bir fayda olmadan din mensuplarını dezavantajlı konuma düşürecektir.Böyle bir şey ise devletin dini tarafsızlığının ihlali anlamına gelmektedir. Devlet Tarafsızlığı ve Ortak Dini Değerlerin Geliştirilmesi İkinci gözlemimiz devletlerin hem dini konularda tarafsız olması hemde ortak dini değerleri geliştirmeyi desteklemesi zor gözükmektedir. Almanya ve İngiltere bu iki şeyi beraber yapmaya çalışan iki ülkedir. Almanya farklı dini inançlara saygı göstererek dini konulardaki tarafsızlığını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.Ancak Almanya’nın uygulamalarını inceledikten sonra onların devletin dini tarasızlığını koruma konusunda tam olarak başarılı olamadıkları sonucuna varmış bulunuyoruz.Ortak dini değerler çoğunlukla ilkokul ve ortaokul öğrencilerine verilmeye çalışılmaktadır. (Biz burada dini ibadet ve uygulamaların okul gününün bir parçası yapılması -Alman okullarının çoğunda olduğu gibi- ya da dini sembollerin kamu okulu sınıflarına konulması üzerinde düşünüyoruz.Boş zamanlarda çocukların ailelerinin seküler ya da dini inançlarına göre eğitim almalarını ele almıyoruz.) Gerçekte birçok İngiliz okulu yasal olarak zorunlu olarak yapılması gereken Hırıstıyan ibadet ve dualarını uygulamamaktadır çünkü okul yetkilileri böyle bir şeyin farklı dini inançlara mensup ailelerden gelen öğrencilere karşı bir eşitsizlik olduğunun farkındadırlar.Alman Anayasa Mahkemesi çocuğun okuldaki toplu dua ve ibadetlere katılmama hakkında ve öğrenci ve veliler itiraz ettiğinde sınıftaki haçın kaldırılması gerektiğinde ısrar etmektedir.Böyle öğrenciler dini inançlarına aykırı bir atmosferde yaşamak ile kendilerini diğer öğrencilerden ayırmak arasında bir seçim yamak zorundadırlar.İngilizlerin Anglikan Kilisesini sürekli olarak kamusal törenlere ve önemli devlet olaylarına katma çabaları dini tarafsızlık konusunda önemli sorunların gündeme gelmesine yol açmaktadır.Bütün bu çabalarda problem oluşturan şey şudur: Dini ve seküler inanç yapıları doğaları gereği spesifik ve somut olup genel v belirsiz değildirler.Herkes için anlamlı ortak bir dini temel bulmak kolay değildir.Devletin belirlediği ortak dini altyapıdan ayrılan kimseler kimseler daha sonra kendilerini devletin yarattığı dezavantajlı bir pozisyonda bulacaklardır. Devletin Tarafsızlığı ve Kilise-Devlet Ayırımı Üçüncü gözlemimiz devleti ve kiliseyi katı bir şekilde birbirinden ayırmaya yönelik çabalarında -Amerika’da uygulandığı gibi- devletin dini tarafsızlığını ihlal ettiği yönündedir.Kilise-devlet ayrımcılığına dayanarak kamu okullarındaki boş zaman programlarının yasaklanması, dini okulların mali yardım hakkının inkar edilmesi uygulamalarıyla devlet dini tarafsızlık ilkesini ihlal etmektedir. Dini sosyal hizmet ve sağlık kurumları diğer sosyal kurumlar gibi devletten mali yardım almak için dini karakterlerini arkaplana atarak dini kimliklerini riske koymaktadırlar.Devlet artık dini ve seküler görüşlere ve gruplara eşit olarak yaklaşmamaktadır.Devlet dindar ve seküler olan bütün vatandaşlardan vergi vatandaşların toplamasına karşı sadece bir kısmını vergi gelirleriyle desteklemektedir.Katı ayrımcılık okullardan dinin atılmasını ya da sosyal hizmet kurumlarının dini doğasının tartışılmasını savunanları avantajlı konuma getirmektedir.Ancak çocuklarının kendi spesifik inançlarına göre eğitim almasını ve dini nitelikli sosyal kurumlardan hizmet almak isteyen kişiler ise dezavantajlı bir konuma düşürülmüştür. Kilise ve ruhban sınıfının kamusal yardımlarla desteklenmesinin uygun olup olmadığı konusunda onsekizinci yüzyılda yapılan tartışmaların konteksinde katı ayrımcılık doğmuştur.Bu durumda katı ayırımcı pozisyon devletin kendisini kiliseden kesin bir şekilde ayırmasını ve hiçbir kiliseye yardım etmemesini söylemiştir.Bütün dinlere eşit olarak yardım edilmesi bile hiçbir inanca sahip olmayan vatandaşlara karşı bir diskriminasyon olarak düşünülmüştür.Ayrıca devletin kilise ve ruhban sınıfını direkt olarak desteklemesinin diğer dini ve seküler grupları dezavantajlı duruma düşüreceği öne sürülmüştür çünkü devlet diğer dini ve seküler inançlara maddi yardımda bulunmayacaktı.Devlet tarafsız olmalıydı. Ancak günümüzde bu sorun değildir. Çalışmamıza konu olan beş demokrtik ülkeden hiçbiri kiliselere ya da ruhban sınıfına direkt olarak yardımda bulunmamaktadır.Böyle bir şey artık sorun bile değildir. Ancak bu konunun yerine dikkatler okullara, sosyal ve sağlık hizmet kurumları alanına çevrilmiştir.Devlet, dini kurumlar ve seküler organizasyonlar aynı hizmetleri sunmaktadırlar.Katı kilise-devlet anlayışı çerçevesinde devlet kendi yapmış olduğu seküler sosyal hizmetleri finanse edecek ve büyük bir olasılıkla diğer özel seküler organizasyonları destekleyecek ya da mali yardımda bulunacaktır. Ama devlet dini organizasyonlarla işbirliğine gitmediği gibi yardımda bulunmayacaktır (ya da dini organizasyonlar dini özelliklerinden birini sundukları hizmetlere entegre ederlerse devlet hiçbirine yardım etmeyecektir).Fakat bu tarafsızlık değildir.Devlet dindışı niteliğe sahip organizasyon ve okulları dini bir doğaya sahip okul ve kurumlara tercih etmektedir.Amerika hariç diğer dört demokratik ülke bu gerçeği tanımaktadır.Hollanda, Avustralya ve Almanya’da halkla yapmış olduğumuz görüşmelerde onlar dini okul ve sosyal hizmet kurumlarının desteklenmesi, kamu okullarında boş zamanlarda din dersi sınıflarının açılmasını eşitlik ve tarafsızlık yönünde atılan adımlar olarak gördüklerini ifade etmişlerdir.Hollanda’dan Sophie van Bijsterveld Amerika dışında tanınan fakat Amerika içinde pek tanınmayan şu temel gerçeği şöyle ifade etmektedir: İdarenin sosyal, hayır ya da gençlikle ilgili işleri finanse etmemesi yönünde verilmiş mahkeme kararları vardır. Ancak devlet bu işleri desteklediği takdirde inanç ya da din temelinde bir ayırım yapmamalıdır. Sonuç olarak tarafsız (neutral) bir organizasyon bu işleri yaptığında devlet yardımı alabilir ancak kilise ya da herhangi bir dini organizasyon bu işi yaptığında devlet yardımı almaktan dışlanmamalıdır çünkü böyle bir şey eşit muamele değildir. 484 Devletin Tarafsızlığı ve Serbest Zaman Programları Dördüncü gözlemimiz yapmış olduğumuz üçüncü gözlemle yakından ilgilidir.Kamu okullarında serbest zamanlarda din eğitimi verilmesini öngören programlara izin verilmesi ile dini ve seküler okulların, sosyal hizmet kurumlarının devlet tarafından desteklenmesinin devletin dini tarafsızlığı normuyla uyuştuğunu hatta bu normun bazen bunları gerekli kıldığını öne sürmüştük. Bu özgür uygulama haklarıyla ilgili yapmış olduğumuz birinci gözleme karşılık gelmektedir.Birinci gözlemimizde zorunlu bir toplumsal yarar sözkonusu olmadığında devletin bazı dini grupların pratiklerini kısıtlaması halinde onların dezavantajlı bir duruma düşerken diğer dini ve din dışı grupların bu duruma düşmediğini söylemiştik.Aynı şekilde devlet bazı okulllara -bu okullar kamu okulu ya da özel okul olabilir- mali yardımda bulunurken dini okullara finansal açıdan yardım etmediği takdirde dini okullar devletin yarattığı dezavantajlı bir duruma düşeceklerdir.Ya da devlet kendisine bağlı sosyal ve sağlık hizmet kurumları ile özel seküler sağlık ve sosyal hizmet kurumlarını maddi açıdan destekleyip dini hayır kurumlarını desteklemediği takdirde dini hayır kurumları aynı şekilde devletin yarattığı deavantajlı bir durumda kendilerini bulacaklardır. Bu durumlar kadar açık ve net olmasada bir başka önemli bir şey vardır. Kamu okulları bütün alanlarda her çeşit seküler eğitimi vermelerine rağmen dini grup mensuplarına çocuklarına kendi inançlarına göre eğitim verme izin vermedikleri takdirde dinin bu durumda dezavantajlı duruma düşürüldüğü iddia edilebilir.Ancak bu iddiaya karşı argüman olarak dini grup mensuplarının okul saatleri dışında çocuklarına dini eğitim verebilecekleri ileri sürülebilir.Bu karşıt iddia hemen çürütülebilir çünkü yaz ve haftalık tatil günleri hariç çocuklar günün en önemli bölümleri olan sabah ve öğleden sonrası saatlerde önemli vakitlerini okullarda geçiriyorlar. Bu durum din eğitimi için uygun zaman bırakmamaktadır.Devlet okullarında serbest zamanlarda verilen din eğitimi için yeterli zamanın olmayışının devletin tarafsızlığını ihlal edip etmediği konusunda belirli bir tavır takınma ihtiyacı hissetmiyoruz.Fakat biz okullarda serbest zamanlarda verilen din eğitimi programlarına izin veren kamu politikalarının devletin dini tarafsızlığı normunu ihlal etmediğini ileri sürmekteyiz.Okullar öğrencilerin mensup olduğu bütün dini inançlara uygun din eğitimi sınıfları ve seküler değerler sistemine ya da diğer konulara alternatif sınıflar açtıkları sürece devlet eşitlikçi olarak değerlendirilecektir. Çünkü böyle yapmakla devlet spesifik bir dini inancın ya da seküler inanç sisteminin yanında yer almamaktadır. 484 C. Van Bijsterveld’le 9 Şubat 1996 tarihinde yapılan röportaj. Devletin Tarafsızlığı ve Dini okul ve Hizmet Kurumlarına Devlet Tarafından Mali Yardım Yapılması Beşinci gözlemimiz devletin dini okul ve dini hayır kurumlarını desteklemesi devletin tarafsızlığı normuyla uyuştuğu gibi böyle bir yardım liberal demokrasinin anahtar değerlerinin gelişmesine de aktif katkıda bulunduğu şeklindedir. Liberal demokrasinin anahtar değerleri şunlardır: tercih, sosyal plüralizm ve katılımcı demokrasi.Devlet yardımının bu değerleri nasıl geliştirdiği üzerinde biraz uzunca durmak istiyoruz. Dini okullara devlet yardımının yapılması düşük ve orta gelir düzeyine sahip ailelerin din eğitimi ihtiyaçlarını karşılamalarını mali açıdan mümkün kılmıştır.Çocuklarının dini bir eğitim almasını isteyen ebeveynler Avustralya, Hollanda, İngiltere ve Almanya’da Amerika’dakinden daha fazla seçeneğe sahiptirler.Benzer bir şekilde dini hayır kurumlarına sağlanan kamu yardımı olmasaydı sosyal ve sağlık hizmetleri alanında daha az seçenek blunacaktı.Bu ülkelerdeki insanlar zihinsel sağlık, uyuşturucu ve alkol rehabilitasyonu, huzurevi ve evlilik hizmetleri alanında felsefik ve dini kabüllerine uygun kurumlardan hizmet alabilmektedirler.Yürürlükteki politikalar vatandaşların daha çok seçeneğe sahip olmasını teşvik ettiği gibi dinler arasında tarafsız oluşunun yanında dini ve seküler perspektifler arasında da tarafsızdır.Tercihte bulunmak bir değerdir (Ancak tercihin liberal demokrasilerin tek değeri olduğunu söylemiyoruz) ve kamusal yardım alan dini okullar ve hayır kurumları daha çok tercih edilmektedirler. Devlet özel okul ve refah kurumlarına ciddi derecede özerklik verdiği takdirde gerçek bir seçim mümkün olabilmektedir.Hükümet dışı organizasyonlar almış oldukları mali yardımlardan devlete hesap vermelidirler, standartlara uygun hizmetler sunmalıdırlar. Ancak özel kurumlar işlerini nasıl yapacakları konusunda özerk olmalıdırlar.Bu özgürlüğün sınırları vardır. Devlet kamu düzeni, sağlığını ve güvenliğini zayıflatan illegal faaliyetlere destek veren dini ve seküler kurumlara müsade etmemelidir.Ayrıca dini ve seküler kurumların medeni hayatın nefret ve şiddetle ihlal etmelerine ve diğer insanların haklarını hiçe saymalarına izin verilmemelidir.Ancak devlet Müslümanlara, Katoliklere, Yahudilere ve seküler görüşe sahip olanlara çocuk bakımı ve evlilik danışma hizmetleri konusunda standart bir modeli empoze etmemelidir.Dini ve din dışı hayır kurumlarına ortak kuralların ve standart hizmetlerin empoze edilmesi çağdaş politikanın erdemi olan çoğulculuğu reddedecektir.Spesifik bir değer sistemine hizmet almak isteyen insanlar vardır. Özel okul ve hayır kurumları iş, giriş ve teslim politikalarında spesifik karakterlerini koruma konusunda özgür olmalıdırlar. Dini okulların ve hizmet kurumlarının devlet tarafından desteklenmesi sosyal plüralizmi ve kültürel farklılığı geliştirmektedir.Dini okullar grupların kimliklerini korumalarını ve devam ettirmelerini sağlamasının yanında inançlarını modern dünya ile ilişkilendirmelerini mümkün kılmaktadır.Bü özellikle asimilasyon politikasını –bu politikanın temel iddiası yeni grupların toplumun hakim değerleri ve etosu içerisinde eritilmesi şeklindedir- desteklemeyen göçmenler için doğrudur.Devlet okulları ve kurumları tipik olarak konsensüsel dini ya da seküler görüşleri desteklediklerinden dolayı spesifik ve azınlık dini görüşleri benimseyen insanlar kendilerini ciddi bir dezavantaj içerisinde bulacaklardır.Plüralizme göre devlet farklı eğitim ve sosyal hizmet fikirlerine tölerans göstermelidir çünkü ulusu meydana getiren farklı dini ve seküler fikirler devlet tarafından hiçbir zorlamaya tabi tutulmadan yaşama hakkına sahiptirler.Kültürel asimilasyon yoluyla spesifik kimliklerin yerleştirilmesi suretiyle kamusal eğitimin ya da sosyal hizmetlerin birleştirilmesi fikrine plüralizm meydan okumaktadır. 485 Bu beş ülke daha çok plüralistleştikçe particülarist hizmetlere olan talep büyümektedir.Söz konusu olan şey her devletin kurumlarını finanse etmesi aracılığıyla onları dini okul ve sosyal hizmet kapsayıp kapsayamayacağı sorusudur.Etnik ve dini topluluklar içinde organize olan eğitim ve hizmet kurumlarına talep oldukça devletin bu organizasyonları finanse etmesi bir anlam ifade edecektir.Kamusal yardım grup kimliklerini güçlendirmektedir. Devlet yardımı dini ve etnik hayatın büyük ölçüde okul gibi toplumsal organizasyonlar içinde yaşandığı gerçeğini büyük ölçüde gerçeğinin tanındığının bir göstergesidir.Devletin özel hayır kurumlarının sundukları hizmetlerin minimal standartlarının olmasında yararı olduğunu kabul etmekle birlikte merkezi hizmet koşullarının ekonomik açıdan etkin olmadığını ve böyle bir şeyin özellikle özgün perspektiflerini korumak isteyen gruplar için potansiyel olrak tehlikeli olduğunu ifade etmek isteriz.Biz gerçek plüralizmi tercih etmekteyiz çünkü gerçek plüralizm bu toplumların herbirinin bir parçası olan dini grup farklılıklarının kamusal olarak desteklenmesini ve tanınmasını göstermektedir. J.C.Cibulka, ‘Rationales for Private Schools,’ içinde W.L.Boyd ve J.C.Cibulka, (Ed.), Private Schools and Public Policy, Londra : Falmer Press, 1989, 91-104. 485 Dini okullara ve hayır kurumlarına yapılan kamusal yardım katılımcı demokrasiyi ve yerel düzeyde karar yapma sürecini güçlendirmektedir.Kamu yardımı alan okullar ve kurumlar yerel düzeylerde kendileriyle ilgili önemli kararlara daha güçlü bir şekilde katılmaktadırlar. Paul Hirst’in ifadesiyle kamusal yardım “kurumsal demokrasiyi (associative democracy)” güçlendirmektedir.486 Asosisyonalizmin idiasına göre toplumsal işler kendi kendini idare eden demokratik ve gönüllü kuruluşlar tarafından yerine getirildiği takdirde bireysel özgürlük ve insan refahı onlardan en iyi yararı elde edecektir.487 Kurumsal demokraside devlet eğitim ve sosyal hizmetler gibi kamu yararları için kuruluşların finansman ayırmakta ve yerel kamu yararına olan işleri yapmasına izin vermektedir.Bu gruplar kendilerine verilen mali yardımı kullanma konusunda devlete karşı sorumludurlar fakat bu kurumlar hizmet sundukları kişilere daha çok cevap vermekle yüzyüzedirler. Hirst ve diğer komüniteryan teorisyenler grup hakları konusunda bir fikir geliştirdiler.Kendilerine tanınan haklar ve verilen politik güç sayesinde grupların kendilerini organize etmelerinin devlet tarafından teşvik edilmesi bu fikrin özünü oluşturmaktadır.Hollanda korporatist düzenlemesi bu politikanın pratikte bir göstegesidir.Korporatizmin bu beş ülkeden herhangi biri için uygun olduğunu önermiyoruz ama biz bir model devletin dini grupların hayatını organizeli hale getirmek için meşru adımlar atabileceğine inanıyoruz.Amerika hariç çalışmamıza konu olan dört ülke dini grupların dini hayatlarını yaşamalarını güvence altına almak için kamusal kurumların en önemlisi olan okullar konusunda pozitif ve meşru adımlar atmışlardır.Amerika’da dini hayır kurumlarının özerkliği ve statüsü tartışılsada bu ülkelerin her biri sosyal refah kurumlarının gelişmesine izin vermiştir.İngiltere eğitim sisteminde plüralizmin sınırlı bir biçimini uygulamaktadır çünkü o mevcut sistemin dışında olan yeni dini gruplara yardım sağlama konusunda başarısız olmuştur.Almanya’da kamusal okul sistemi içerisine Müslümanların dini eğitim ihtiyaçlarını yerleştirme konusunda başarısızdır.Devletin tarafsızlığının bütün dini gruplara kamusal yardım yapmayı gerekli kıldığına inanıyoruz. Ayrıca biz devlet yardımının seçim, sosyal plüralizm ve katılımcı demokrasi gibi toplumsal açıdan faydalı değerleri geliştirdiğini düşünüyoruz. 486 P.Hirst, Associative Democracy: New Forms of Economic and Social Governance, Amherst : University of Massachusetts Press, 1994. 487 Hirst, Associative Democracy, 19. İki İtiraz Bu kitapta Amerika’nın kilise-devlet uygulamalarının –özellikle devletin dini okullara ve hayır kurumlarına yardım etmesi konularında- diğer dört demokratik ülkeden oldukça farklı olduğunu açık bir şekilde ortaya koyduk.Ayrıca Amerika’nın bu katı ayırımcı yaklaşımının devletin dini tarafsızlığı normunun ihlaline neden olduğunu söyledik. Biz çalışmamıza konu olan dört demokratik ülkenin –özellikle Hollanda ve Avustralya’nın- devletin dini tarafsızlığı normuna uyma konusunda ve herkesin din özgürlüğünü güvence altına alma hususunda Amerika’dan daha başarılı olduklarına inanıyoruz. Kitabımızı Amerika’da pratiklerle diğer ülkeler tarafından uygulanan prensip ve ilgili yapılan iki itiraza temas ederek kapatmanın uygun olacağını düşünüyoruz. Dini okullara ve sosyal hizmet kurumlarına devlet yardımı yapılmasına karşı çıkanların birinci itirazı şudur: Böyle bir yardım toplumu dini çizgilerde bölmekte liberal bir idarenin temel amaçları olan toplumsal bütünlük ve töleransı zayıflatmaktadır.488 Bu argümana göre grup farklarını özellikle dini grup farklılıklarını tanımak ve kapsamak yanlış bir şeydir çünkü böyle bir şey toplumda tehlikeli bölünmelerin olmasına ve demokrasi için sağlıklı olmayan sosyal ayrılıklara neden olmaktadır.Başarılı bir demokrasi gerçek plüralist bir toplumun başaramayacağı minimum bir konsensüsü düşünmek zorundadır.Ayrı dini grupların eğitim ve sosyal hizmet kurumlarının finanse edilmesi kabul edilemez çünkü böyle bir şeyi insanları etnik, sınıfsal ve dini çizgilerde bölünmeye götürmektedir.Kuzey İrlanda’daki mzhep çatışmaları, eski Yugoslavya topraklarında yaşananlar ve onsekizinci yüzyılda Avrupa’da yaşanan din savaşlarının korkunçluğu din ve politikanın birbirine karışması durumunda ortaya çıkabilecek tehlikeli şeyleri göstermektedir.Tercih edilmesi gereken model kilise ve devletin birbirinden katı bir şekilde ayrılmasıdır. Bu modelde din özelleştirilmiştir, liberal bireycilik kişileri grup üyelikleri temelinden ziyade onları bireysel başarıları açısından değerlendirmektedir. Bu liberal değerlere bağlılık vatandaşlar arasında ortak bir bağın oluşmasını sağlamakta ve çok çoğulcu toplumlarda varolan problemlerin daha rahat çözülmesini olanaklı kılmaktadır. S.Macedo, ‘Transformative Constitutionalism and the Case of Religion: Defending the Moderate Hegemony of Liberal Constitutional Values,’Amerika Politika Bilimi Topluluğu konferansında sunulan tebliğ, 1995 488 Bu çok güçlü hatta bazı durumlarda çok ikna edici bir argümandır. Kuzey İrlanda v eski Yugoslavya devlet insanlar arasında sadece grup üyelikleri temelinde negatif ayrımlar yaptığı zaman ortaya çıkabilecek kötü sonuçların iki korkunç örneğini oluşturmaktadırlar.Liberal individüalizm grup kimliği nosyonu kontrolden çıktığı zaman ortaya çıkabilecek sonuçlara haklı bir şekilde dikkat çekmektedir.Grup kimliğini –grup kimliği dine, etnisiteye, dile ve diğer şeylere dayanabilir- diğer kimlerden katı bir şekilde ayıran, gruba bağlılığı diğer bağlılıkların üstünde tutan bir anlayışın ortaya çıkarabileceği tehlikeleri kabul ediyoruz.Grubun dini ya da başka bir özelliğine bağlanmak insanı tamamen tüketen bir şeydir ve plüralist bir toplumda varolan ulus-devlete, topluma ve diğer mevcut güçlere bağlılıkla dengelenmemektedir.Böyle bir doğaya sahip ayrımcılık toplumun bütünü ve azınlık grupları için uygun bir demokratik ideal değildir. Ancak iki gerçeğin kabul dilmesi gerekmektedir. Birincisi din toplumsal bütünlüğü tehdit eden aşırı ayrımcılığın tek kaynağı değildir. Amerika iç savaşını, Guatemala’da son yıllarda meydana gelen çatışmaları ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra meydana gelen olayları düşündüğümüzde dinin dışındaki birçok gücün toplumsal bütünlüğü tehdit ettiğini ve iç savaşa neden olduğunu görmekteyiz.Din toplumsal bölünmenin biricik tehlikeli kaynağı değildir. Kabul edilmesi gereken ikinci gerçek şudur: Bir ya da daha fazla din monopolistik iddialarda bulundukları zaman din toplumda tehlikeli ve ayırımcı bir güç haline gelmektedir. Din devlet ve toplum üzerinde hakimiyet iddiasında bulunup diğer dini grupların haklarını inkar ettiği zaman bu toplumda gerilimlere ve çatışmalara neden olmaktadır.Onyedinci yüzyılda Avrupa’da meydana gelen din savaşları ve 1990 yılında başlayan Bosna-Hersek iç savaşı bu gerçeğin en tipik örnekleridirler.Aynı şekilde Anayasanın değiştirilerek Amerika’nın Hırıstıyan bir ulus olarak ilan edilmesini isteyip kamu okullarında toplu dua ve ibadetlerin güçlü bir şekilde yerine getirilmesini talep edenler hata içerisindedirler.Bunlarda problem olan şey şudur: Bunların bakışaçısına göre devlet diğer dini ve seküler perspektiflere karşı tek bir dini destekleyip geliştirmelidir.Bu doğal olarak o tercih edileni benimsemeyenler arasında şiddetli politik ve toplumsal çatışmalara neden olmaktadır. Karşılaştığımız temel soru şudur: Dini okul ve hayır kurumlarının devlet yardımıyla desteklenmesi ya da bütün dini ve seküler inanç yapılarını kapsayan pozitif adımların atılması kişinin dini mensubiyetini herşeyin üstünde tutması, monopolistik iddialarda bulunması şeklinde aşırı ayrımcılığı besleyen kültürel ayrımcılıklara neden olabilirmi? Bizim bu soruya verdiğimiz cevap hayırdır. Bütün dini grupların karşılıklı saygı ve özgürlük içerisinde yaşadığı gerçek bir plüralizmin toplumsal ayrımlaşmalara neden olduğunu bildiğimiz tek örnek bulunmamaktadır. Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında dini okullara ve hayır kurumlarına plüralistik bir sistem içerisinde yardım eden devletler –Hollanda ve Avustralya- daha az yardımda bulunan devletlere göre –Amerika ve İngiltere- dini gruplar arasında meydana gelen daha az çatışmaya ve sosyal farklılığın neden olduğu çok az probleme şahit olmaktadır. Hollanda ve Avustralya tecrübelerinin özgün ve ilginç özelliklerinden birisi farklı dini grupların –Katolik, Protestan, Yahudi ve Müslümanortak statülerini korumak için politik koalisyonlar meydana getirmeleridir.Bütün dini okullara ve kurumlara plüralistik bir sistemiçerisinde yardım edilmesi bu dini gruplara politik sistem içerisinde ortak bir çıkara sahip olmalarını ve dini tartışmaların ülke içinde kontrol altında tutulmasını sağlamıştır.Bu küçük bir başarı değildir.Bunun zıddına İngiltere’de Müslümanların ve fundamentalist Hırıstıyanlara karşı diskriminasyon yapılması dini tartışmalara sebeb olmaktadır çünkü bazı dini okullara yardım ederken bazılarına yardım etmemektedir. Benzer bir şekilde Amerika’da da dini gerlimler çük yüksektir çünkü birçok dini grup katı kilise-devlet ayrımı politikasının kendilerini dezavantajlı bir konuma düşürdüğünü iddia etmktedir. Ayrıca biz dini ve etnik organizasyonların eğitim ve sosyal çalışmalarına devletin yardım etmesinin göçmenlerin topluma entegre edilmesi amacına katkıda bulunacağını ve sosyal plüralizmi teşvik edeceğini düşünmekteyiz. 489 Örneğin Avustralya’daki Müslüman ve Yahudi toplulukları üzerinde yapılan araştırmalara göre etnik ve dini organizasyonları sınırlamak yerine onlarla işbirliğine girişmek göçmen grupların asimilasyon sürecine yardımcı olmaktadır.Bir rapora göre Yahudi kurumlarıyla yapılan işbirliği yeni göçmenlere Avustralya toplumunuyla daha geniş alanlarda sosyal etküleşime girmelerini sağlamaktadır.490 Dini tartışmların politize edilmesinin demokratik istikrar için taşıdığı potansiyel tehlikelerin hepimiz farkındayız. Ancak biz bu problemlerin dini ve seküler gruplar arasında ayırımcılık yapan ülkelerde daha çok ortaya çıktığını düşünmekteyiz.Bütün dini gruplara devletin yardım sağlaması şeklinde plüralist bir politika takip eden ülkelerde sosyal farklılıklar yoğunlaşmamıştır ve Amerika’nın . Bu pozisyonun iyi bir analizi için bkz.: I.M.Young, ‘Together in Difference: Transforming the Logic of Group Political Conflict,’ içinde Kymlicka, (Ed.), The Rights of Minority Cultures, 155-78. 489 plüralist bir politika takip etmesi halinde dini gruplar arasında büyük çatışmaların çıkacağına inanmamız için elimizde bir sebeb bulunmamaktadır. Amerika’daki katı ayırımcılar devletin dine yardım etmemesi şeklindeki yaklaşımın dinin refahını güvence altına aldığını iddia etmektedirler. Bu argümana göre devletin dine yardım etmesi –eğitim ve hayır kurumları alanında bile olsadevletin dine regülasyonlarını empoze etmesine yol açaçağından din zayıflamakta ve devletten aldığı yardım sonucunda din çok şişmekte ve rehavete ulaşmaktadır.Amerikalı katı ayırımcılar iddialarına dayanak olarak İngiltere, Almanya ve Hollanda’dan örnekler vermektedirler. Bu argüman sahipleri bu ülkelerdeki kiliselerin devlet yardımı almalarından dolayı pasiflik içerisinde olduklarını Amerika’da devletten yardım almayan kiliselerin çok canlı ve aktif olduğunu iddia etmektedirler.Ekonomik destek teorisini dini aktivizme uygulayan çalışmalar yapan Roger Finke, Rodne Stark ve Laurence Iannoccone aynı görüşü savunmaktadırlar.491 Onlar devletin dini regülasyonu temelinde uluslardaki dini katılım konusundaki varyasyonları hesaba katmaktadırlar. Onlar düzensiz dini ekonominin katılımı ve bağlılığı arttırdığını ve kiliselerin ayakta kalmak için değişik dallarında faaliyet gösterdiklerini kiliselere dini piyasanın iddia etmektedirler.Bunun zıddına düzenlenmiş bir dini ekonomi doğal olmayan bir dini monopoli yaratmakta ve kiliseler arası rekabeti bastırarak dini aktivizmin ve canlılığın gerilemesine sebeb olmaktadırlar.Dine kamusal desteğin sağladığı Avrupa ülkelerinde yükselen sekülarizasyon trendi böyle bir şeyin kötü olduğunu göstermektedir.Buna karşılık devletin dini kurumlara ardım sağlamadığı Amerika’da yaygın ve yükselen bir sekülarizasyon hareketi bulunmamaktadır. Biz bu fikirlere iki cevapla karşılık vermek istiyoruz. Finke, Stark ve Iannoccone’e göre Amerika’daki kilise canlılığının nedeni Amerikan kilise-devlet ayırımı modeli olmayıp kiliseler arası rekabettir.Bu durum Amerika’da gerçek bir dini plüralizmin oluşmasını mümkün kılmaktadır fakat bu tip rekabet mücadelesini teşvik edecek başka kilise-devlet modelleri de vardır.Devlet kiliseler arası rekabeti azaltmadan dini okul ve hayır kurumlarına mali yardımda bulunabilir.Kiliseler, dinler ve seküler perspektifler arasında uyguladığımız devletin tarafsızlığı politikamız dini 490 J.Goldlust, The Melbourne Jewish Community: A Needs Assessment, Canberra : Australian Government Publishing Service, 1993, 85. 491 R.Finke ve R. Stark, The Churching of America, 1776-1990, New Brunswick : Rutgers University Press, 1992. R.Stark ve L.R.Iannoccone, ‘A Supply-Side Reinterpretation of the Secularization of Europe,’ Journal for the Scientific Study of Religion, 33, 1994, 230-52. rekabeti tartışmalıda olsa kızıştırabilir.Bu ülkelerdeki kilise aktivitelerine yakından baktığımızda esas konunun katı kilise-devlet ayırımının olması ya da olmaması ya da bazılarının iddia ettiği gibi kamu yardımlarının kiliseler arası rekabeti zayıflatması değildir. Amerika dini özgün bir şekilde ticari bir ton kazandı çünkü çünkü Amerika’da aşırı derecede bir dini farklılık bulunmaktadır ve yeni ve hızla gelişen Amerika’da sosyal şartlar hızla değişmekte olup istikrara bulunmamaktadır.Gerçekte devletin dini rekabete kısıtlama getirmemesi sahip sıradan insanların ihtiyaç ve arzularına cevap veren yeni dini hareketlerin ortaya çıkması için uygun bir atmosfer sağladı.Yeni dini hareketler daha saygın ve geleneksel olarak daha iyi bir kurumsallaşmış kiliselerin üyelerini (kurumsallaşma kavramı burada politik anlamda olmayıp sosyal anlamdadır) kendilerine çektiler.Amerika’nın kuruluş yıllarında Presbiteryanlar, Baptistler ve Metodistler daha iyi bir şekilde kurumsallaşmış olan Anglikan ve Kongregasyonalistlere meydan okudular.Şimdi bu kiliseler kurumsallaşmış ana kiliseler haline gelmiş ve şimdi onlar üyelerini Tanrı Meclislerine (The Assemblies of God), evanjelik mega kiliselere (megachurches), ve diğer karizmatik ya da Amerika’da kiliselerin evanjelik gruplara kaptırmaktadırlar.Bütün bunlar ticari bir karaktere sahip olması gerektiği anlamına gelmektedir.Kiliselerin ticari bir karaktere olması onların yeni üyeler kazanmak için rekabet içinde olması, mevcut üyelerini koruması ve üyelerinin ve potansiyel üyelerinin ihtiyaçlarına karşılık vermesi anlamına gelmektedir.Bu kiliseler bunları yapmadıkları takdirde başka kiliseler onların yerine bunları yapmaya hazırdır.Devletin empoze ettiği bir dini monopolinin olmaması yeni dini hareketlere çok kolay bir şekilde kendilerini şekillendirme özgürlüğü vermekte ve Amerikan kiliselerini taraftarlarının arzu ve istekleri karşısında popülist ve duyarlı olmalarını sağlamaktadır. Sonuç olarak kilise katılımı ve diğer dini faaliyetlere bağlılık artmaktadır.Amerika’daki bu durum radikal bir şekilde İngiltere ve Almanya’nın durumuna terstir.Almanya ve İngiltere’de tarihsel olarak devletin dini ekonomii regüle etme biçimi dini plüralizm ve dini canlılığın gelişimini zayıflatmaktaydı.Almanya ve İngiltere’nin kilise-devlet politikaları yeni kiliselerin dini pazara ulaşmalarını kısıtlamaktadı ve ana kiliseler avantajlara sahiptiler. Ana kiliseler ayakta kalmak için dini piyasanın taleplerine duyarlı olmayınca dini aktivizmde büyük bir gerileme meydana geldi.Gerçekte Almanya’da devletin vergi toplaması (Finke, Stark ve Iannoccone’ye göre) kilisenin dini piyasanın ihtiyaçlarını karşılamada kendisini çok az sorumlu hissetmesine neden olmaktadır. Bu yaklaşıma göre Amerika ve Avrupa arasındaki en büyük fark çoğulcu ve rekabetçi bir dini manzaranın olması ya da olmamasıdır: “Hiçbir riskle karşılaşmayan tek bir inanç mevcut olduğunda uzmanlaşmış şirketler o tek inançtan daha fazla olarak müşteri çekebileceklerdir.Rekabet canlı organizasyonlar yaratmaktadır.”492 Çalışmamıza konu olan ülkeler arasında dini bağlılık konusundaki farklılıkların tek nedeni bu olmamasına rağmen Finke, Stark ve Iannoccone’nin tezinin yararlı olup olmadığı konusunda çok tartışma yapılmıştır. Biz sadece onların tezinin ülkeler arasındaki dini farklılık derecelerinin oluşumunda sadece bir neden olabileceğini söyleyebiliriz.493 Kiliseler arası rekabeti sınırlayan bir kilise-devlet politikası -resmi kilise uygulaması gibi- din için sağlıklı değildir. Kiliseler arası rekabeti canlı tutmanın tek yolunun kilise ve devletin birbirinden katı bir şekilde ayrılması olduğuna dair bulunmamaktadır.Bizim yapmış olduğu öneri Amerika’yı elimizde bir neden rekabeti zayıflatmamaktadır ya da dini canlılık açısından Avrupa ülkeleri gibi yapmaktadır.Bizim önerdiğimiz politikaya göre devletin empoze ettiği bütün monopolist uygulamalar – seküler ya da dini- elimine edilmelidir – devletin seküler ya da dini bir perspekifi dayatması ideolojiler arasında ayırımcılık yapmak demektir ve böyle bir şey Finke, Stark ve Iannoccone’nin altını çizdiği Pazar başarısızlıklarına neden olmaktadır.Kilise-devlet konularında Amerikalıların yapmış olduğu şu anahtar konu hep gözden kaçmaktadır: Kilise ve devletin birbirinden ayrılması ideolojik perspektifler arasında tarafsız olmayı sağlamamakta sadece seküler ideolojilere avantaj sağlamaktadır.Açık bir tarafsızlık uygulaması olan devlet yardımı dini ekonomi ve canlılık için gerekli olan plüralizmi geliştirmektedir.Hollanda ve Avustralya’da devletin dini okullara ve hayır kurumlarına yardım etmesi rekabeti sınırlamamıştı. Bilakis böyle bir uygulama yeni dini organizasyonların kendi özgün perspektiflerini sunmalarını mümkün kılmıştı.İngiltere yardım sisteminin içine Müslümanları ve Evanjelik Hırıstıyanları alması halinde ve Amerika’nın dini okullara kamu yardımı yapılmasına izin vermesi Stark ve Iannoccone, ‘A Supply-Side Reinterpretation of the Secularization of Europe,’233. Bir çok araştırmacı Stark, Finke ve Iannoccone’nin argümanını eleştirmiştir. Bkz.: S.Bruce, ‘The Truth About Religion in Britain,’ Journal for the Social Scientific Study of Religion, 34, 1995, 417-30. F.Lechner, ‘Secularization in Netherlands?’ Journal for the Social Scientific Study of Religion, 35, 1996, 252-64. 492 493 halinde Hollanda ve Avustralya’da olan şeyin bu ülkelerde de gerçekleşeceğine inanmaktayız. Dini ve seküler okul ve organizasyonlara yapılan eşit devlet yardımının dini zayıflattığı şeklindeki argümana bizim verdiğimiz ikinci karşılık şu şekildedir: Almanya, İngiltere, Avustralya ve Hollanda’da yaşanan sekülarizasyon trendinin yükselişini –hatta kilise aktivizminin zayıflamasını- dini okul ve hayır kurumlarına yapılan devlet yardımıyla ilişkilendiren bir kanıt bulunmamaktadır.Örneğin 1960 ve 1970 yılları arasında Hollanda’da büyük bir sekülerizason trendi vardı.494 Dini okul ve hayır kurumlarına yapılan devlet yardımının sekülerizason trendine neden olduğunu iddia edenlere devlet yardımı uygulamasının çok öncelere dayanan bir geçmişi olduğunu hatırlatmak isteriz çünkü dini okul ve hayır kurumlarına devletin yardım etmesi uygulaması ondokuzuncu yüzılın sonunda başlamıştır. Ayrıca Hollanda’daki sekülarizasyon trendi büyük ölçüde okul ve hayır kurumlarında başlamadı, sekülarizasyon trendi bizzat kiliselerde başladı. Ve kiliseler hiçbir şekilde devletten yardım ya da destek almamaktadır.Devlet yardımının Hollanda’da sekülarizasyon trendinin nedeni olduğu kabul edildiği takdirde sekülarizasyonun devlet yardımı alan yerlerde –okullar ve hayır kurumları- olması gerekmektedir. Bu iddiaya göre devlet yardımı almayan kiliselerde sekülerizasyon eğiliminin gelişmemesi gerekirdi.Ancak bu şekilde kurulan bir ilişki için destek bulunmamaktadır. Hollanda için söylediğimiz şeyin benzerini diğer üç ülke –devletin dini okulları ve hayır kurumlarını destekleyen ülkeler- hakkkında da söyleyebiliriz. Bu dört ülkede dini okul ve hayır kurumlarına mensup kişilerle yapmış olduğumuz görüşmelerde hepsinin dini bağlılıklarının güçlü olduğunu gördük.Ancak mensup oldukları dini okul ve kurumlar devletten yardım almaktadır. Bu bile kamu yardımı ve dini bağlılıkların zayıflaması arasında zorunlu bir bağ olmadığını göstermektedir. Kitabımızı bitirirken herkes için din özgürlüğü konusuna tekrar dönmek istiyoruz –devlet desteği ya da müdahelesi olmadan kişinin bilincinin dikte ettirdiği ezeli gerçeklere özgürce inanması ve onları takip etme hakkı.- Plüralizmin arttığı ve refah devletinin toplumun bütün özellikleriyle ilgilendiği bir çağda bu idealin James Kennedy altmışlı yıllarda Hollanda’da yaşanan sekülerleşme eğilimini iyi araştırmıştır.Ona göre bu eğilimin ana nedeni devletin dini ve seküler nitelikteki okul ve hayır kurumlarını tanıması ve onlara yardım etmesi değildir.Sekülerleşmenin ana nedeni altmışlı yıllarda bütün batı toplumlarında dini, politik ve sosyal elitlerin kültürel değişmelere verdikleri cevaplarda yatmaktadır.Verilen cevaplar değişime direnme yerine yaşanılan değişmelerin kabul edilmesine dayanmaktadır. Bkz.: J.C.Kennedy, Building New Babylon: Cultural Change in the Netherlands during the 1960s, PhD Dissertation, University of Iowa, 1995. 494 gerçekleşmesi daha zor hale gelmiştir. Liberal demokrasilerin birbirinden öğreneceği çok şey vardır.Özellikle dini çoğulculuğu kabul eden ve onu geliştiren toplumların tecrübelerinden öğreneceğimiz daha çok şey vardır.Dini plüralizmi destekleyen ve ugulamalarıyla geliştiren ülkeler dini tarafsızlığı gerçekleştirmeyi istemektedirler.Fakat dini tarafsızlığı dine yardım yok standardıyla ya da ortak dini inançları destekleme şeklinde bir politikala gerçekleştirememektedirler.Dini tarafsızlığı gerçekleştirmek isteyen bu ülkelerin yaklaşım biçimini belirleyen ol haritasının çizgileri şunlardır: Bütün dinleri ve seküler inançları olduğu gibi kabul etmek, kamu çıkarlarını ihlal etmedikleri müddetçe onları korumak, idari yardım ve işbirliği programlarında hepsine eşit olarak davranmak. Bu yaklaşım biçimi kendisinde büyük bir bilgeliği barındırmaktadır.