Özet Kitabı - Türk Fizyolojik Bilimler Derneği
Transkript
Özet Kitabı - Türk Fizyolojik Bilimler Derneği
TÜRK FİZYOLOJİK BİLİMLER DERNEĞİ XXXII. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ (Uluslararası Katılımlı) 18-22 Eylül 2006 Pamukkale Üniversitesi - DENİZLİ ÖZET KİTABI 18-22 Eylül 2006 Pamukkale Üniversitesi - DENİZLİ TÜRK FİZYOLOJİK BİLİMLER DERNEĞİ XXXII. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ (Uluslararası Katılımlı) PROGRAM VE BİLDİRİ ÖZETLERİ Basım Yeri: Art Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. 0.312. 425 59 96 Kapak Tasarım: Sevda TAVHAN & Hakan GÜNEL Ebru Çalışması: Doç. Dr. Osman GENÇ Fizyoloji Ailesinin Değerli Üyeleri, İlk olarak Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından 19-20 Şubat 1972'de Ankara'da düzenlenen Türk Fizyolojik Bilimler Derneği 1. Ulusal Fizyoloji Kongresi'nden günümüze kadar, Fizyolojik Bilimlerle ilgilenen yurt içi ve yurt dışındaki bilim insanlarını bir araya getirip bilimsel deneyim, araştırma sonuçları ve tecrübelerini paylaşarak birbirlerinin çalışmalarına katkıda bulunmalarını amaçlayan 31 adet Ulusal (bazıları Uluslararası katılımlı) Fizyoloji kongresi düzenlenmiştir. Türk Fizyolojik Bilimler Derneği 32.Ulusal Fizyoloji Kongresi Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı ve Türk Fizyolojik Bilimler Derneği organizasyonu ile Denizli'de (Uluslararası Katılımlı) 18-22 Eylül 2006'da gerçekleştirilecektir. Kongre başlangıcında, çeşitli kurslar yapılması planlanmıştır. Takip eden programların bilimsel doyuruculuğu ve güncel olması ve son gelişmeleri yansıtması için elimizden gelen gayretleri hep birlikte ortaya koyacağız. İnsan biyopsikososyal bir varlıktır. Bu nedenle kongreler, bilim insanlarının birbirlerini tanıyabilecekleri (bilim, iletişim, sosyal, sanat vd.) seviyeli toplantı alanlarıdır. Buralarda elinden tutabileceğimiz, yönlendirebileceğimiz talebelerimiz, arkadaşlarımız olacaktır. Güzel bir iletişim pek çok kapıyı aralayacak ve birlikte çalışma yapılabilecek mekanlara, yerlere geçmeye bir adım olacaktır. Bu kongrede sizlere ayrıca güzel bir sosyal program ile Ege'nin güzel ve tarihi Denizli şehri ve çevresini de tanıtmayı planlamaktayız. Bu program çerçevesinde kongre esnasında Pamukkale gezisi organize edilmiştir. Buldan, Kızılcabölük-Afrodisias, Selçuk-Efes gezileri kongreyi takip eden günde isteğe bağlı ve yeterli çoğunluk sağlandığında tertip edilecektir. Kongrelerin güzel ve verimli olması ve siz bilim insanlarının katılımı, kongrelerden beklenen faydaların elde edilebilmesi, her birimizin içerik için önemli katkıları ve kongreye katılması ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle, siz değerli Fizyoloji bilimine gönül veren güzel insanların kongreye katkılarınızı ve katılımlarınızı bekliyor, hepinizi Denizli'ye davet ediyoruz. Saygılarımızla. Doç. Dr. Osman Genç Kongre Düzenleme Kurulu Başkanı Katkılarından dolayı Teşekkür Ederiz... Commat Ltd. Radon Medikal Medel Tıp Makro Sağlık Ürünleri Türk Fizyolojik Bilimler Derneği 32.Ulusal Kongresi (Uluslararası Katılımlı) Programı 18 EYLÜL 2006 PAZARTESİ 8.30-15.30 KURSLAR : KURS-1 Salon A: Fizyolojide Moleküler Teknikler Başkan : Prof.Dr.Hüseyin Bağcı (Pamukkale Üniversitesi) KURS-2 Salon B: Davranış Çalışmalarında Kullanılan Yöntemler Başkan : Prof.Dr.Lütfiye Kanıt (Ege Üniversitesi) KURS-3 Salon C: Refleksoloji Başkan : Prof.Dr.Kemal Türker (University of Adelaide, Australia) 15.30- 16.00 AÇILIŞ TÖRENİ 16.00-17.20 1. OTURUM (Başkanlar :Prof.Dr.Nimet Gündoğan, Prof.Dr.Neyhan Ergene) SALON A 16.00-16.40 AÇILIŞ KONFERANSI - 1: Hayat; akar su içinde başlamıştır, akar su içinde devam ediyor (Prof.Dr.Abidin Kayserilioğlu - İstanbul Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi) 16.40-17.20 KONFERANS - 2: Aljinat içinde kapsüle edilmiş olan pankreas Langerhans adacıklarının transplantasyonu (Assoc.Prof.Dr.Abdülkadir Ömer - Harvard University, Boston, Massachusetts, U.S.A.) 17.20-17.30 17.30-18.50 17.30-18.50 Kahve Arası 2. OTURUM (Başkanlar : Prof.Dr.Lütfi Çakar, Prof.Dr.Sena Erdal) SALON B Sözlü Bildiriler: (1 6) 1-Sıçanda gentamisin ile oluşturulan akut nefrotoksisite üzerine melanosit stimülan hormonun etkisi M.Kolgazi, S.Arbak, İ. Alican 2- Nitrik oksit ve süperoksid dismutaz'ın antimanik tedavi sırasında değişimleri ve hastalık belirtileriyle ilişkisi H.S.Gergerlioğlu, H.A. Savaş, F. Bülbül, S. Selek, E. Uz, M. Yumru 3- Oksitosin'in oksidan mide hasarı ve endişe algısı üzerine etkileri M.Deniz, S.Tekin, G.Çakırsoy, M.Pehlivancık, T.Öcek, H.Çağlıöz, N.Orak, N.Poçi, H.H. Şahin, S. Arbak, B.Ç.Yeğen 4-Glukagon benzeri peptit-2'nin mide ülserinde koruyucu etkisi M. Deniz, N.Orak, N.Poçi, H.H. Şahin, S.Tekin, G.Çakırsoy, M.Pehlivancık, T.Öcek, H.Çağlıöz, S.Arbak, B.Ç.Yeğen 5-Kronik kadmiyum toksitesine midkin ve galektin-3 ün katılımı N.Yazıhan, M. Koçak E. Akçıl, H. Ataoğlu 6-Testis torsiyonu sonrası gelişen hasarda eritropoietinin koruyucu etkisi N.Yazıhan, N. Koku, H. Ataoğlu 17.30-18.50 17.30-18.50 3. OTURUM (Başkanlar : Prof.Dr.Lütfiye Kanıt, Prof.Dr.Safinaz Yıldız) SALON C Sözlü Bildiriler: (7 12) 7-Ovaryum kanserinde HSP-10'un supresif etkisi S. Akyol, D.D.Taylor. 8-Alkolik gebe sıçanlarda gebeliğin farklı evrelerinde IL-1, IL-2 ve NK etkileşimleri S. Akyol, H. Tunalı 9-Böbrek kitlesi azaltılmış sıçanlarda, farklı orandaki tuz yüklemelerinin baroreseptör refleksin duyarlılığı üzerindeki etkileri E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu 10-Aspirin kullanımının serum VEGF ve endostatin seviyelerine etkisi M. Şencan, R. Güneşaçar, D. Deveci 11-Kardiyopulmoner bypass sırasında çinko ve bakır düzeylerinde meydana gelen değişiklikler Z.I.S. Görmüş, F. Sunar, İ. Halifeoğlu, N. Görmüş, A.K. Baltacı 12-Deneysel hepatik rezeksiyon modelinde dipiridamolün karaciğer rejenerasyonu üzerine etkisi T. Artış, H. Esin, F. Mutlu, S. Artış, Z.Yılmaz 19.30 AÇILIŞ KOKTEYLİ GÖLBAHÇE 19 EYLÜL 2006 SALI 9.00-1020 9.00-9.40 9.40-10.20 4. OTURUM (Başkanlar : Prof.Dr.Tülin Oruç, Prof.Dr.Kemal Türker) SALON A KONFERANS-3: Effects of Environmental Contaminants on Human Health: Cardiovascular, Metabolic, Neuronal and Cognitive Function (Prof.Dr.David O. Carpenter - University at Albany, New York, U.S.A.) KONFERANS-4: Breast Milk and Breast Milk Cells: Biomarkers of Exposure, Effect, and Genetic Susceptibility to Breast Cancer (Asist.Prof.Dr.Kathleen Arcaro -University of Massachusetts at Amherst, Massachusetts, U.S.A.) 10.20-10.30 Kahve Arası 10.30-1150 5. OTURUM (Başkan : Prof. Dr. Abidin Kayserilioğlu) SALON A 10.30-11.50 PANEL-1 : Kardiyopulmoner egzersiz testine sistematik yaklaşım Kardiyopulmoner Testte Gaz Ölçümlerinin Temeli (Prof.Dr.Hızır Kurtel - Marmara Üniversitesi) Egzersiz Sırasında Ölçülen Solunum Gazları Ne İfade Ediyor? (Prof.Dr.Sadi Kurdak - Çukurova Üniversitesi) Anaerobik Eşik: Önemi ve Saptanması (Prof.Dr.Hakkı Gökbel - Selçuk Üniversitesi) Egzersize Kardiyopulmoner Adaptasyon (Doç.Dr.Mehmet Ünal - İstanbul Üniversitesi) 11.50-12.30 6. OTURUM Poster Başında Tartışma 1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Aysel Ağar, Prof.Dr.Halis Köylü) (1-20) P1-Ghrelin antiepileptik ajan olabilir mi? A. Şermet,, B.D. Obay, C. Tümer, E. Taşdemir, M.H. Bilgin P2-Epilepsi oluşturulan sıçanlarda oksidan stres ve ghrelin uygulamasının etkileri B.D. Obay, A. Şermet, C. Tümer, E. Taşdemir P3-Cinsiyetin görsel uyarılma potansiyelleri ve elektroretinogram kayıtları üzerine etkileri B. Reşitoğlu, T. Ergenoğlu, H. Beydağı P4-Farklı destek hücre sistemleri üzerinde insan embriyonik kök hücre izolasyonu ve kültürü Z. Candan , N. Fındıklı, O. Akçın, S. Kahraman P5-Dişi köpeklerde elektrofizyolojik bulbocavernosus refleks testi E. Turan, C. Ünsal, İ.G. Yıldırım P6-PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan farelerde glutatyon etkisinin beyin dokusunda adenosine deaminaz düzeyleri S. Pençe, M. Boşnak, N. Kurtul P7-Deneysel epilepside progesteronun tüm beyin dokusu adenozin deaminaz düzeyine etkisi S. Pençe, M. Boşnak, N. Kurtul P8-Kompleks uyarılmış görsel potansiyellerin fraktal özellikleri G.Ç. Yalçın, O. Seymen, E. Aytaç, S. Oğullar, Y. Ağbulut, K.G. Akdeniz P9-Von hippel lindau hastalığında görsel uyarılmış potansiyeller: olgu sunumu E. Aytaç, S. Oğullar, P. Seymen, G. Dikmen, M. Yıldız, H. O. Seymen P10-Korpus kallozum agenezisinde görsel uyarılmış potansiyeller ve elektroretinogram E. Aytaç, G. Dikmen, S. oğullar, H. O. Seymen P11-Sıçanlarda 30 dakika ve 60 dakika koşu bandı antremanının kas IL-6 ve IL-17 seviyeleri üzerine etkisi H. Düzova, Y. Karakoç, M.H. Emre, G. Yetkin, E. Kılınç, Z.Yılmaz P12-Epileptiform aktivite üzerine farklı teofilin dozlarının etkisi M. Yıldırım, C.Marangoz P13-Farklı frekans bantlarında kortekste seçici koherent yanıtlar M. Özgören, A. Öniz, S. Kocaaslan, O. Bayazıt P14-Deney sürecinde görsel uyarılma potansiyellerindeki değişimlerin power spektral gösterimi O. Bayazıt P15-Uyaran öncesi EEG durumunun uyaran sonrası döneme etkisi O. Bayazıt P16-Deneysel parkinson modelinde dokosaheksaenoik asidin görsel uyarılma potansiyelleri üzerine etkisi Ö. Köse, G. Hacıoğlu, Y. Seval, M. Aslan, P. Yargıçoğlu, A. Ağar P17-Odiyojenik sıçanlarda medial genikulat nükleustaki nöron sayısı: stereolojik bır çalışma R. Kozan, S. Kaplan, C. Marangoz P18-Dipiron (metamizol)'un penisilin kaynaklı epilepsiye etkisi S.Ankaralı, M.F. Gökçe, Ş.Demir P19-Omurilik yaralanmalı sıçanlarda oral tadalafil uygulamasının erektil cevaba etkisi V.Evren, T. Dağcı, G. Temeltaş, İ. Tuğlu, O. Üçer P20-Deneysel siyatik sinir hasarında insan kordon kanı transplantasyonunun etkisi H.A.Erken, T.Karadağ, Z.Kızılay, Ç.Erdoğan, B.Çırak, A.Oğuzhanoğlu, O.Genç, K.Tahta 2 : (Başkanlar: Prof.Dr.İnci Alican, Prof.Dr.Gıyasettin Baydaş) (21-40) P21-Adrenalin ile kastırılan sıçan torakal aortasına östrojenin etkisi A. Küçük, S. Çiçek, N. Dursun, C. Süer P22-Supramaksimal egzersiz sonrası eritrosit deformabilite ve agregasyonu değişiklikleri ve oksidan stres ile ilişkisi Ş. Bediz, H. Resmi, B. M. Kayatekin, A. Topçu, İ. Aksu, A. Temiz P23-Diffüz aterosklerotik sürecin gizli bir göstergesi olarak aortik nabız dalga hızı (Metodolojik çalışma) M Yıldız, E.Aytaç, B.Yıldız, B.Kavaklı, P.Seymen, G.Yiğit, H.O.Seymen P24-Propetamfos uygulanan sıçanlarda propolisin bazı kan parametreleri üzerine etkisi E. Çetin, M. Kanbur, S. Silici, G. Eraslan P25-Sıçanlara akut uygulanan deksametazonun total kan volümüne etkisi N. Ekerbiçer, F. Tarakçı, E. Çöllü, T. Gürpınar, H. F. Özel, M. Özbek P26-Karvakrol uygulanan yara dokusunda iyileşme süreci M.Y. Günal, A.O. Heper, N. Zaloğlu P27-Subtotal nefrektomili uyanık sıçanlarda farklı orandaki tuz yüklemesinin kan basıncı ve kalp atım hızı üzerindeki etkileri E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu P28-L-name hipertansif sıçanlarda egzersizin endotel fonksiyonu üzerine etkisi F. Gündüz, O. Kuru, Ü. K. Şentürk, O.K. Başkurt P29-Akut hemoraji sonrası farklı sıvı resusitasyonlarının sıçan akciğer dokusundaki VEGF, VEGFR-2 ve fibronektin düzeylerine etkisi N. Ekerbiçer, S. İnan, F. Tarakçı, M. Özbek P30-Taş ve kağıt işçiliği gibi riskli iş kollarında çalışanlarda trombosit agregasyon, plazma homosistein ve nitrik oksit düzeylerindeki değişiklikler A. Tuncay, H. Yapışlar, S. Aydoğan, N. Şimşek, M. Kendirci P31-Deneysel karaciğer sirozu oluşturulan sıçanlarda karvakrolün biyokimyasal parametreler üzerine olan etkileri A. Karaduman, M. Koruk, Y. Baltacı, E.A. Çakmak, F. Göğüş, C. Bağcı P32-Sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan intraabdominal basınç artışının adrenal gland üzerine etkileri F.G. Seçkin, Y.Baltacı, A.Balık, C. Bağcı, İ. Başkonuş, G. Maralcan P33-Akut egzersizin sıçan kalbinde HIF-1Α ve VEGF üzerine etkileri; sol ve sağ ventrikül farkı AD. Dursun, D. Tekin, H. Fıçıcılar P34-Sıçanlarda mide ülserinde alfa-lipoik asit (ala) tedavisinin iyileştirici rolü B. Karakoyun (Oktar), M. Yüksel, F. Ercan, C. Erzik, B. Ç. Yeğen P35-Santral GLP-1'in soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal hasar üzerine etkisi N. İşbil Büyükcoşkun, G. Güleç, B. Çam Etöz, K. Özlük P36- Sağlıklı kişilerde anjiotensin dönüştürücü enzim I/D polimorfizmi S. Turgut, G. Turgut, B. Akdağ P37- Klasik müzik ve rock müziğinin eritrosit mekanik özelliklerine etkisi G.Erken, M.Bor-Küçükatay, H.A. Erken, R. Kurşunluoğlu, O.Genç P38- Sağlıklı donörlerde trombosit aferezi işleminin kanın reolojik özellikleri üzerine etkisinin araştırılması H. Akdam, M. Bor-Küçükatay, A. Keskin, S. Kabukcu, G. Erken, P. Atsak, R. Kurşunluoğlu , V. Küçükatay . P39-Etanolün plazma ACE düzeyleri ve hemoreolojik parametreler üzerinde nitrik oksit aracılı etkisi P. Atsak, G. Turgut, M. Bor-Küçükatay, N. Karagenç, S. Turgut P40-Sıçanlarda penisilin-G ile indüklenen epileptik nöbetlerin hemoreolojik parametrelere etkisi E. Adıgüzel, V. Küçükatay, G. Erken, N.Yonguç, M. Bor-Küçükatay 12.30-13.30 Öğle Yemeği 13.30-14.50 7. OTURUM (Başkanlar:Prof.Dr.Yusuf Ziya Ziylan, Prof.Dr.Gönül Peker) SALON A 13.30-14.10 KONFERANS-5: Oksitosin ve lenfosit aktivasyonu (Prof.Dr.Günnur Yiğit - İstanbul Üniversitesi) 14.10-14.50 KONFERANS-6: Docosahexaenoic asitin santral sinir sistemine etkisi (Prof.Dr.Aysel Ağar - Akdeniz Üniversitesi) 14.50-15.00 Kahve Arası 15.00-16.20 8.OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Yalçın Yetkin, Prof.Dr.Ruhi Uyar) SALON A 15.00-15.40 KONFERANS-7: Pulmoner vasküler rezistansa etkili faktörler (Prof.Dr.Gülderen Şahin - İstanbul Üniversitesi) 15.40-16.20 KONFERANS-8: Yükseköğretimde yeni eğilimler (Prof.Dr.Cafer Marangoz - Ondokuz Mayıs Üniversitesi) 16.20-16.30 Kahve Arası 16.30-17.40 9. OTURUM (Başkanlar : Prof.Dr.Refik Yiğit, Prof.Dr.H. Oktay Seymen) SALON A 16.30-17.10 KONFERANS-9: Kanser hücrelerinde iyon kanallarının etkileri: Patofizyolojiden moleküler biyolojiye (Prof.Dr.Mustafa BA Djamgoz - Imperial Collage, U.K.) 17.10-17.40 KONFERANS-10: Heat shock proteinleri ve oksidatif stres (Assoc.Prof.Dr.Mustafa Atalay - University of Kuopio, Finland) 17.40-17.50 Kahve Arası 17.50- 19.10 10. OTURUM (Başkan : Prof.Dr.Hüseyin Bağcı) SALON A PANEL-2: Kök Hücre Kardiyolojide Kök Hücre Uygulamaları (Prof.Dr. Serdar Bedii Omay - Karadeniz Teknik Üniversitesi) Nörolojik Bilimlerde Kök hücre Uygulamaları (Doç.Dr.Bayram Çırak - Pamukkale Üniversitesi) Embriyonik Kök Hücreler: Araştırma ve tedavi potansiyelleri (Bio.Necati Fındıklı - International Hospital Tüp Bebek Merkezi) 20 EYLÜL 2006 ÇARŞAMBA 9.00-1020 11.OTURUM (Başkanlar :Prof.Dr.Günnur Yiğit, Prof.Dr.Serdar Demirgören) SALON A 9.00-9.40 KONFERANS-11: Tıp fakültesinde müfredat oluşturulması: temel bilimler ile fizyolojinin müfredattaki yeri (Prof.Dr.Berrak Yeğen - Marmara Üniversitesi) 9.40-10.20 KONFERANS-12: Okside LDL ve Ateroskleroz (Prof.Dr.Gönül Şimşek - İstanbul Üniversitesi) 10.20-10.30 Kahve Arası 10.30-11.50 12. OTURUM - SALON A 10.30-11.50 11.50-12.30 BİRLİKTE TARTIŞALIM : Fizyolojide Uzmanlık Eğitimi (Prof.Dr.İlgi Şemin - Dokuz Eylül Üniversitesi) 13. OTURUM Poster Başında Tartışma 1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Sami Aydoğan, Prof.Dr.Kadir Kaymak) (41-60) P41-T.canis larvaları ile deneysel olarak enfekte edilen farelerin bağırsağında nitrik oksit sentaz dağılımı A. Kandil, C. Demirci, H. Çetinkaya, A. Gargılı P42-Anadolu yer sincabı (spermophilus xanthoprymnus)'nın vücut sıcaklığı karakteristikleri ve LPS'ye verdiği yanıt M.K. Gür, E.S. Akarsu P43- Stres ülseri oluşturulan ratlarda kalsitonin ve kalsitonin gen ilişkili peptid (CGRP)'in mide mukozal bariyerine etkileri Z.Kanay , D. Kurt, C. Güzel, O. Denli, K. Nas P44-Leptin hormonunun Suriye hamsterlerinin suprakiyazmatik nukleusundaki nöronal ateşleme hızı ve ritmi üzerine etkileri A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz P45-Biyoelektrik empedans analizi ve antropometrik yöntemlerle ölçülen vücut yağ yüzdelerinin karşılaştırılması H. Mollaoğlu, K. Üçok, L. Akgün, O. Baş P46-Diyabetik hayvanların yağ dokusunda nitrik oksit ve leptin ilişkisi A. Kandil, A. Kapucu, S. Üstünova, E. Gürel, H. Balcı, İ. Uyaner, B. Ergin, K. Akgün-Dar, C. Demirci P47-Sepsise bağlı karaciğer ve akciğer hasarında ghrelinin rolü S.Ö. İşeri, G. Şener, B. Sağlam, N. Gedik, F. Ercan, B.Ç. Yeğen P48-Sıçanlarda oluşturulan deneysel siroz modelinde ghrelin'in tedavi edici rolü G. Şener, S.Ö. İşeri, B. Sağlam, N. Gedik, F. Ercan, B.Ç. Yeğen P49-diabetik sıçanlarda benfluoreks'in plazma ve aorta NOx düzeylerine ve aorta histopatolojisine etkisi B.Gönül, Ç.Özer, L.Memiş, Ö.Ekinci P50-Benfluoreks ve/veya C vitamininin diyabetik böbrek nitrik oksit düzeyi ve histopatolojisine etkisi Ç. Özer, B. Gönül, L. Memiş, Ö. Ekinci P51-Hiperkalorik diyetle beslenen prepubertal Suriye hamsterlerinde (mesocrıcetus auratus) vücut ve üreme organ ağırlığı ile leptin seviyeleri arasındaki ilişki E. Çakar, A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz P52-Sıçanlarda dexamethasonun bazı akut faz proteinlerine ve iz elementlere etkileri P. A. Ulutaş, H. Ünsal, M. Balkaya, C. Ünsal P53-Wingate testinde vücut ağırlığına ve yağsız vücut ağırlığına göre belirlenen yüklerle elde edilen güç çıktılarının karşılaştırılması K. Üçok, H. Mollaoğlu, R. Demirel, L. Akgün P54-Melatoninin mide mukozasında yaşlanma ve p53 proteini arasındaki etkileşimi K G. Akbulut, B. Gönül , H. Akbulut P55-Normal ve diyabetik sıçanlara leptin uygulanmasının testis üzerine etkisi ve nitrik oksit (NO) ile olan ilişkisi A. Kapucu, S. Üstünova, A. Kandil, E. Gürel, H. Balcı, K. Akgün-Dar P56-Apa baraj gölü'ndeki cyprinus carpio (sazan)'nun kas dokusu yağ asidi kompozisyonu ve kolesterol seviyesine üreme döneminin etkisi S. Bulut, R. Mert, M. Cemek, K. Solak, C. Çevik P57-Sıçan beyninde hiperbarik oksijen uygulaması ile artan oksidatif stres parametrelerinin fizyolojik düzeylerine gerileme süresinin incelenmesi T. Topal, M. Özler, H. Ay, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, H. Bilgiç P58-Meme kanserli hastalarda MDR1 C3435T polimorfizmi S.Turgut, A.Yaren, R.Kurşunluoğlu, G.Turgut P59-Vitamin E' nin hipotermik kobaylarda serum lipit peroksidasyonu ve antioksidan enzim düzeyi üzerine etkisi L.Aslan, İ. Meral P60-Yumurtacı tavuklarda organik ve inorganik Zn, Cu ve Mn'in oksidanantioksidan denge üzerine etkisi A.Bülbül, T.Bülbül, S.Küçükersan, M.Şireli, A.Eryavuz 2 : (Başkanlar: Prof.Dr.Cahit Bağcı, Prof.Dr.Ayla Cerid) (61 80) P61-Obsesif kompulsif bozukluğu bulunan hastalarda spektrofotometrik yöntem ile malondialdehit ve katalaz düzeylerinin belirlenmesi E. Özdemir, S. Küçükosman, S. Çetinkaya, E. E. Erşan, S. Erşan P62-PTZ injeksiyonları ile oluşturulan akut epileptik nöbetlerin oksidan ve antioksidan enzim düzeyleri üzerine etkileri G. İlbay, D. Şahin, M. Dillioğlugil, H. Maral, C.G. Demir, G. Gürol, N. Ateş P63-Tekrarlayan epileptik nöbetlerin oksidan ve antioksidan enzim düzeyleri üzerine etkileri D. Şahin, G. İlbay, M. Dillioğlugil, H. Maral ,G. Gürol, N. Ateş P64-Hiperbarik oksijen uygulamasının torba kanı oksidan-antioksidan parametreleri üzerine etkisi H. Ay, O. Bedir, T. Topal, B. Uysal, M. Özler, Ş. Öter, A. Korkmaz, K. Dündar P65-Yüksek dozda glikokortikoit uygulanan sıçanların akciğerlerinde oluşan oksidatif hasara karşı E vitamini ve selenyum'un etkisi E. Beytut , M. Aksakal, N.N. Kamiloğlu, N. Demirci P66-Kükürtdioksit (SO2)'in ve yaşlılığın hipokampus antioksidan enzim sistemi üzerine etkisi P. Yargıçoğlu, E. Şahin, S. Gümüşlü, A. Ağar P67-Eritrosit antioksidan savunma sistemi ile sirkadiyen ritm değişiklikleri arasındaki ilişki M.B.Yerer, S. Aydoğan, R. Saraymen P68-Yaş ve anksiyetenin spasyal öğrenme üzerine etkilerinin araştırılması A.Küçük, A. Gölgeli P69-Sıçanda stresle oluşturulan depresyon modelinde fluoksetinin öğrenilmiş çaresizlik ve limbik sistemde BDNF ekspresyonu üzerine etkileri E. Yıldırım, O. Gözen, Ö. Donat Eker, Y. H. Doğan, E. O. Koylu, Ç. Eker, A. S. Gönül, Ş. Pöğün P70-Deneysel şizofreni modelinde, omega-3 yağ asidinin sıçan hipokampusuna etkisi H. Erdoğan, B. Özyurt, F. Ekici, H. Özyurt, A. Akbaş P71-İnbred BALB/c farede ketanserin ile 5-HT2 almacı blokajının canlı kedi ile güçlendirilen yükseltilmiş artı düzenekteki açık alan korkusu üzerine etkisi K. Akıllıoğlu, S. Sultanova Kocahan, E. Melik, E. Babar P72-Sıçanlarda erken dönem uzun süreli kalori kısıtlamasının hippokampus hacmine etkileri ve öğrenme performansı ile ilişkisi K. Serbest, F.C. Sazak, O. Karahasanoğlu, Y. Karanfil, S. Canan P73-İnbred BALB/c farede ketaminin canlı yırtıcı (kedi) ile güçlendirilen yükseltilmiş artı düzenekteki açık alan korkusu üzerine etkisi S. Soltanova Kocahan, K.Akıllıoğlu, E. Babar, E. Melik P74-Genç sıçanlarda kalori kısıtlamasının öğrenme performansına etkisi Ş. Gülen, S. Canan, A.C. Yazıcı P75-“Kindling” sürecinde NMDA reseptör antagonisti memantinin öğrenme üzerine etkileri M. Şahiner, G. Erken, R. Kurşunluoğlu, O. Genç P76-Spinal kord iskemi-reperfüzyon hasarı üzerine melatoninin etkisi B. Korkmaz, E. Öz Oyar P77-Kordon kanı oksidan ve antioksidan statü değerlerinin prediksiyon modeli A.Z. Karakılçık, M. Zerin, S. Acun P78-İskemik hipoksi ve kobalt klorid' in iskelet kası ve kalpte hipoksik faktörlere etkileri D. Tekin, H. Fıçıcılar, A.D. Dursun P79-Alkol yoksunluğu modelinde ketyapinin oksidan moleküller üzerine etkileri H. S. Gergerlioğlu, Y. Baltacı, H. A. Savaş, C. Bağcı, M. Boşnak, H. Çelik, M. Bulut 12.30- P80-Böbrek iskemi-reperfüzyon hasarında endotelin-A reseptör antagonisti BQ-123'ün nitrik oksit üretimiyle ilişkili plazma oksidan/antioksidan sistemine etkisi H. Erdoğan, E. Fadıllıoğlu, M.H. Emre, F. Ekici Öğle Yemeği ve Gezi 21 EYLÜL 2006 PERŞEMBE 9.00-1020 14. OTURUM (Başkanlar : Prof.Dr.Berrak Yeğen, Prof.Dr.Neş'e Tuncel) SALON A 9.00-9.40 KONFERANS-13: The role of complexin in regulated exocytosis (Assoc.Prof.Dr.Robert Hsiu-Ping Chow - University of Southern California, Los Angeles, U.S.A.) 9.40-10.20 KONFERANS-14: İnsanda refleks ölçümleri, son gelişmeleri ve standardizasyonu (Assoc.Prof.Dr.Kemal Türker - University of Adelaide, Australia) 10.20-10.30 Kahve Arası 10.30 11.50 15. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr. Cafer Marangoz, Prof.Dr.Erdal Ağar) SALON A PANEL-3 : Hücre içi iyon değişimlerinin dinamiği Hücresel görüntüleme teknikleri (Prof.Dr.Nuhan Puralı - Hacettepe Üniversitesi) Floresan proplar kullanılarak hücre içi fizyolojik ve biyolojik yanıtların gerçek zamanlı olarak ölçülmesi (Doç.Dr.Mehmet Uğur - Hacettepe Üniversitesi) Fotometrik mikrospektrofluorometre ve hücre içi PH kaydı (Doç.Dr.Şeref Erdoğan - Çukurova Üniversitesi) 11.50-12.30 TFBD Bilgilendirme Toplantısı - SALON A 12.30-13.30 Öğle Yemeği 13.30-14.50 16. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Gülderen Şahin, Prof.Dr.Halil Tunalı) SALON A 13.30-14.10 14.10-14.50 KONFERANS-15: Karnozin (Prof.Dr.Sami Aydoğan - Erciyes Üniversitesi) KONFERANS-16: Migren tedavisinde eser metallerin yeri (Prof.Dr.Naci Bor - Hacettepe Üniversitesi, Emekli) 14.50-15.00 Kahve Arası 15.00-16.20 17. OTURUM - SALON A 15.00-16.20 16.20-16.30 BİRLİKTE TARTIŞALIM: Performans testlerinin temel prensipleri (Prof.Dr.Sadi Kurdak - Çukurova Üniversitesi) Kahve Arası 16.30-17.50 16.30-17.50 18. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Bilge Gönül, Prof.Dr.Ziya Karakılçık) SALON B Sözlü Bildiriler: (13 18) 13-Ovaryum steroitlerinin uterus motilitesi üzerine olan etkisinde nitrik oksitin rolü A.Bülbül, A. Yağcı, A. Sevimli, H.A. Çelik, A. Karadeniz, E. Akdağ 14-Diyabetik sıçan akciğerinde nitrik oksit ve leptin ilişkisi F. Öztay, A.Kandil, E.Gürel, S.Üstünova, A.Kapucu, H.Balcı, K.Akgün-Dar, C.Demirci 15-Aspirinin deneysel miyoglobinürik akut böbrek yetmezliğinde koruyucu etkileri N.Aydoğdu, İ.H.Atakan, U.Usta, H.Erbaş, E.E.Gürel, E.Yılmaz, K.Kaymak 16- Eritropoetin uygulamasının değişik organlarda oksidatif stres üzerine etkileri M. Balkaya, P.A. Ulutaş, C. Ünsal, H. Ünsal 17-Fare oosit/zigotunda asidoza karşı savunma mekanizmalarının mayotik matürasyon sürecindeki değişimleri Ş. Erdoğan, A. Çetinkaya, A.Doğan 18-Sıçanlarda tioasetamid ile oluşturulan hepatik ensefalopatide kafeik asit fenetil esterin nöroprotektif etkisi E.Fadıllıoğlu, C.Gürsul, M.Iraz 16.30-17.50 16.30-17.50 19. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Hakkı Gökbel, Prof.Dr.Nermin Yelmen) SALON C Sözlü Bildiriler: (19 24) 19- Hipobarik uygulama ve kronik antrenmanın rat hemopoietik parametrelerine etkisi M. Altan, T. Gülyaşar, M. Mengi, G. Metin, G. Yiğit 20-Sıçanlarda kronik egzersizin karaciğerde yarattığı oksidatif stres üzerine melatonin uygulamasının etkisi K. Ergin, S. Temoçin, M. Serter, E.M. Demir, T. Boylu, S. Çeçen , L.D. Kozacı 21- Sıçanlarda 30 dakika ve 60 dakika koşubandı antremanının kas IL-6 ve IL-17 seviyeleri üzerine etkisi H. Düzova, Y. Karakoç, M.H. Emre, G. Yetkin E. Kılınç, Z.Yılmaz 22-Elit golfcülerin fizyolojik ve antropometrik profilleri Ö. Kasımay, İ. Odabaş, H. Kurtel 23-Bisiklet ergometresinde algılanan eforun derecelendirilmesi: maksimal kapasite farklılıklarının olası etkisi Ö. Kasımay, B. Çakır, H. Kurtel 24-Klinik biyoeşdeğerlililik çalışmasına katılan gönüllülerde deney stresinin elektrodermal aktivite ile araştırılması N. Dolu, B. Göğüsten, S. Artış, A. Erenmemişoğlu 17.50-18.00 Kahve Arası 18.00- 18.40 20. OTURUM Poster Başında Tartışma 1 : (Başkanlar: Prof.Dr. İlgi Şemin, Prof.Dr.Nurcan Dursun) (81-100) P81-Resveratrolün iskemi/reperfüzyona bağlı sıçan mesane kontraktilite değişimleri ve oksidan hasar üzerine etkileri G. Şener,H. Toklu, F. Ercan, İ.Alican P82-Lökotrien reseptör antagonisti montelukast'ın sıçanda iskemi/ reperfüzyona bağlı mesane hasarında koruyucu etkisi G. Şener, Ö. Şehirli, H. Toklu, Ş. Çetinel, İ. Alican P83-Hiperbarik oksijen uygulaması sonrası sıçan akciğer ve eritrositlerinde oluşan oksidan stresin kalış süresi M. Özler, T. Topal, H. Ay, B. Uysal, Ş. Öter, A. Korkmaz, H. Bilgiç P84-Endotelin-1 ve nitrik oksit inhibisyonunun kalp iskemi reperfüzyonuna etkileri M.Ünal, Ç. Özer, D.Erbaş, Ö.Azer, A. Arıcıoğlu P85-Sıçan iskemik yara modelinde topikal E-vitamini ve melatonin uygulamasının etkisi M. Özler, T. Topal, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, C. Köse Özkan, H. Bilgiç P86-Testisteki iskemi-reperfüzyon hasarında trimetazidin'in koruyucu etkisi Ç. Pekçetin, B.U. Ergür, M. Kiray, H.A. Bağrıyanık, K. Tuğyan, G. Erbil, C. Özoğul P87-İskemi-reperfüzyon ile oluşturulan mide hasarına orexin-A' nın etkisi N.İzgüt-Uysal, M.Bülbül, R.Tan, B.Gemici P88-Kronik aralıklı hipoksinin solunumsal düzenleme mekanizmaları üzerine etkisi N.Yelmen, İ. Güner, G.Şahin, T.Oruç P89- Sıçanlarda cisplatine bağlı böbrek ve karaciğer hasarında simvastatinin koruyucu rolü S.Ö.İşeri, M.Yüksel, F.Ercan, N.Gedik, İ. Alican P90-Sıçanlarda deneysel over iskemi-reperfüzyon hasarına dekspantenolün etkileri R.O.Ek, T.Dost, Ç.Yenisey, Y.Yıldız, H.Özkayran, M.Birincioğlu P91-Sıçan over iskemi-reperfüzyon modelinde dimetilsülfoksitin koruyucu etkisi T. Dost, R.O. Ek, Ç. Yenisey, H. Özkayran, S. Kafkas, M. Birincioğlu P92-Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçan beynindeki oksidatif süreç ve apoptozis üzerine etkileri S. T. Köz, M. Tuzcu, E. Ethem, G. Baydaş P93-Kobaylarda uygulanan deneysel akut kolesistit modelinde, gingko biloba ve diklofenak sodyum uygulamasının oksidatif stres üzerine etkisi T.Göktaş, S.Dinçer, S.Göktaş, Ç.Özer P94-Sıçan beyninde hiperbarik oksijen uygulaması ile artan oksidatif stres parametrelerinin fizyolojik düzeylerine gerileme süresinin incelenmesi T. Topal, M. Özler, H. Ay, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, H. Bilgiç P95-Sıçanlarda intestinal iskemi - reperfüzyon harabiyetine bağlı kontraktilite bozukluğunda atorvastatin'in koruyucu etkisi V.H.Özaçmak, H.Sayan, A.İğdem, A.Çetin P96-Maternal hiperhomosisteineminin neden olduğu geciken beyin gelişimine melatoninin etkisi G.Baydas, S.T.Koz , M. Tuzcu P97-Milli güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ve anaerobik performans ilişkisi S.A.Vardar, S.Tezel, L.Öztürk P98-Sıçanlarda farklı koşu hızlarının eritrosit deformabilitesi ve agregasyonuna etkileri A.Topçu, İ.Aksu, C.Ş. Bediz, O.Açıkgöz P99-Tavşanlarda damariçi oksitosin uygulamasının QT, QTc değerleri ve kalp atımı üzerine etkileri M.Uzun, K.Yapar, E.Uzlu, M.Çitil, H.M.Erdoğan P100-Levamizol uygulanan tavşanlarda QT ve QTc aralığındaki uzamalar ile bradikardinin değerlendirilmesi E.Uzlu, M.Uzun, K.Yapar, M.Çitil, H.M.Erdoğan 2 : (Başkanlar: Prof.Dr. Hüseyin Uysal, Prof.Dr.Abdurrahman Şermet) (101-120) P101-Akut egzersizin farklı tipteki iskelet kaslarında HIF-1Α ve VEGF üzerine etkileri D.Tekin, H.Fıçıcılar, A.D. Dursun, F.Arı, O. Öztürk, Z. Telatar P102-Ekzentrik egzersizin nötrofil fonksiyonları üzerine etkisi S.Harbili, E.Gencer, G.Ersöz, H.A.Demirel P103-Egzersiz yapan yaşlı bireylerde altı aylık E vitamini kullanımının fiziksel ve bilişsel performansa etkisi F.Toraman, Ö.Nalbant, Ö.Özdemir, H.Aydın, C.Kaçar , G.Özkaya P104-Egzersiz proteinürisi oluşumunda NADPH oksidaz enziminin rolü G. Koçer, F. Gündüz, Ü.K. Şentürk P105-Düzenli egzersizin sıçan beyninde oksidan-antioksidan denge üzerine etkileri İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz P106-Akut tüketici egzersiz sıçan hipokampus, prefrontal korteks ve striatumunda lipit peroksidasyon düzeylerini ve antioksidan enzim aktivitelerini etkilemez O. Açıkgöz, İ. Aksu, A. Topçu, B. M. Kayatekin P107-Akut egzersizin sıçan beyninde oksidan-antioksidan denge üzerine etkileri İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz P108-Yaşlılık, kronik egzersiz, fizyolojik ve kognitif sistemler N. Kutlu, G. Büyükyazı, G. Karadeniz, D. Selçuki P109-Futbol müsabakalarının futbolcularda lipid peroksidasyonu ve antioksidan duruma etkileri N. Öztaşan, Y. Ocak, İ. Küçükkurt, L. Akgün, A. Eryavuz P110-Egzersizin leptin düzeyleri üzerine etkisi N. Dursun, L. Ogan Keçetepen P111-Sporcularda gliserol takviyesinin serum kortizol düzeyleri üzerine etkisi O. Çakmakçı, T. Keçeci, S. Patlar P112-Sedanterlerde akut submaksimal egzersizin serum epinefrin düzeyleri üzerine etkisi O. Çakmakçı P113-Sedanterlerde gliserol takviyesinin plazma ANF (atrial natriüretik faktör) düzeyleri üzerine etkisi O. Çakmakçı, T. Keçeci, S. Patlar P114-Sıçanlarda akut egzersizin karaciğerde yarattığı oksidatif stres üzerine melatonin uygulamasının etkisi S. Temoçin, M. Serter, K. Ergin, E.M. Demir, S. Çeçen, T. Boylu, L. D. Kozacı P115-Yaşlı erkeklerde izokinetik egzersizlerin kas gücüne etkisi S.A.Yıldız, İ. İpseftel P116-Karnitinin sıçanlarda yüzme egzersizinde dayanıklılık süresi üzerine etkisi S.Gültürk, A. Demirkazık, S. Erdal, T. Demir P117-Erkek tekvandocularda kamp döneminin bazı solunum parametreleri üzerine etkisi S.Patlar, O. Çakmakçı, E. Boyalı, E. Çakmakçı P118-Sporcularda gliserol takviyesinin plazma aldosteron düzeyleri üzerine etkisi S.Patlar, E. Keskin, O. Çakmakçı P119-Sedanterlerde gliserol takviyesinin plazma renin düzeyleri üzerine etkisi S.Patlar , E. Keskin, O. Çakmakçı P120-Pamukkale üniversitesi spor bilimleri ve teknolojisi yüksekokulu öğrencilerinin fizyolojik profilinin belirlenmesi A.Yapıcı, E.Bozyiğit, U.Dündar 20.30 GALA YEMEĞİ 22 EYLÜL 2005 CUMA 9.00-9.40 9.00-9.40 21. OTURUM (Başkanlar: Prof Dr.Tuncay Özgünen, Prof.Dr.M.Hanifi Emre) SALON A KONFERANS-17: Descartes'tan Eccles'a beyin araştırmalarının öyküsü (Prof.Dr.Yalçın Yetkin - Yüzüncü Yıl Üniversitesi) 9.40-9.50 Kahve Arası 9.50-1110 22. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Gönül Şimşek, Prof.Dr.Ertan Yurdakoş) SALON A 9.50-10.30 KONFERANS-18: Eski bir soruya yeni yanıtlar: Niçin uyuruz? (Doç.Dr. Levent Öztürk - Trakya Üniversitesi) 10.30-11.10 KONFERANS-19: Kisspeptin: Yeni bir endokrin düzenleyici mi? (Doç.Dr. Bayram Yılmaz - Fırat Üniversitesi) 11.10-11.20 Kahve Arası 11.20-12.00 23. OTURUM Poster Başında Tartışma 1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Ayşe Doğan, Prof.Dr.Fehmi Özgüner) (121-138) P121-Aydın 2. lig profesyonel ve amatör lig futbolcularında BIA yöntemi ile vücut kompozisyon ölçümleri S.Karakaş, Y. Yıldız,H. Köse,R.O. Ek, S. Temoçin, K. Kızılkaya P122-Sedanterlerde akut submaksimal egzersizin plazma renin ve aldosteron düzeyleri üzerine etkisi S. Patlar, O. Çakmakçı P123-Dört haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin lökosit ve lökosit alt grupları üzerindeki etkisi S. Patlar, O. Çakmakçı P124-Yüzücülerde oksijen tüketimi ve anaerobik pik güç Ö. Kasımay, C. Ayabakan, F. Akalın, H. Kurtel P125-Basketbolcularla sedanterlerin plazma leptin ve çinko düzeylerinin karşılaştırılması Ş. Arıkan, H. Akkuş, İ. Halifeoğlu, A. K. Baltacı P126-Elit haltercilerle sedanterlerin plazma npy ve çinko düzeylerinin karşılaştırılması Ş. Arıkan, H. Akkuş, İ. Halifeoğlu, A. K. Baltacı P127-Tavşanlarda amitraz zehirlenmesinin glikoz-6-fosfat dehidrojenaz enzimi üzerine etkisi A. Bülbül, S.M. Soylu, M. Şireli, A. Filazi, T. Bülbül P128-Akut flor zehirlenmesinin nitrik oksit ve methemoglobin oluşumu üzerine etkisi A. Bülbül, M. Şireli P129-L-arjinin ve 7-nitroindazol'ün demirin neden olduğu serebellar purkinje hücre kaybına etkileri F. Bağırıcı, S. Gültürk, R. Kozan, F. Sefil, M.Ö. Bostancı P130-Sıçanda demirin neden olduğu serebellar purkinje hücre kaybına NOS inhibitörü L- name'nin koruyucu etkisi R.Kozan, F.Bağırıcı, F.Sefil, M.Ö.Bostancı P131-Sülfitle muamele edilen hiperkolesterolemik sıçanlarda görsel uyarılma potansiyel değişiklikleri ve E vitamininin koruyucu rolü F.Savcıoğlu,G.Hacıoğlu, Ö. Köse, P.Yargıçoğlu, A.Ağar P132-Kafeik asit fenetil esterin kadmiyuma bağlı kalp dokusu hasarı üzerine koruyucu etkisi H.Mollaoğlu, A. Gökçimen, F. Özgüner, F. Öktem, A. Koyu, A. Koçak, H. Demirin,O. Gökalp, K. Üçok P133-Akut ve kronik nikotinin nukleus akkumbens “CORE” ve “SHELL”de DOPAC düzeyine etkisinde cinsiyet farkı Y.H. Doğan, S. Demirgören, Ş.Pöğün P134-Sıçanlarda farklı dozlarda deksametazonun ileum mikrobiotasına etkileri H.Ünsal, M.Balkaya, C. Ünsal, H. Bıyık, G. Başbülbül, E. Poyrazoğlu P135-Amonyağın sıçan böbreğinde ksantinoksidaz enzimine etkisi O. Elmas, S. Çalışkan, O. Elmas, N. Gümral, A. Koyu P136-Taurin, melatonin ve n-asetilsisteinin kadmiyuma bağlı akciğer hasarındaki etkileri N. Aydoğdu, H. Erbaş, K. Kaymak P137-Farklı şiddetlerde uygulanan kuvvet antrenmanlarının hemoreolojik parametreler üzerine akut ve kronik etkileri H. Çakır, P. Atsak, N. Gündüz, B. Akdağ, M. Bor-Küçükatay P138-Sıçanlarda hamilelik süresince yapılan egzersizin plasenta hücre ölümü varlığı ve maternal plazma GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeylerine etkileri G. Turgut, P. Atsak,A.Ç. Tufan, S. Turgut 2: (Başkanlar: Prof.Dr.Sadettin Çalışkan, Prof.Dr.Şenol Dane) (139155) P139-Yeni bir siklooksijenaz-2 inhibitörü parekoksib'in izole sıçan miyometriyumunda spontan ve prostaglandinle indüklenen kasılmalara etkisi: bir in vitro dismenore modeli A. Ayar P140-Parekoksibin izole sıçan miyometriyumunda oksitosinle uyarılmış kasılmalar üzerine inhibitör etkisi A. Ayar, M. Özcan P141-Fare oosit / zigotunda Cl / HCO3- değiştirici aktivitesinin mayotik matürasyon sürecindeki değişimleri A. Çetinkaya, Ş. Erdoğan, Ç. Zeren, A. Doğan P142-Stresli uyaran ve 5-androstan-3-ol-16-one (AND) varlığında gözlenen bazı psikofizyolojik değişimlerin menstrual siklusun farklı evrelerinde incelenmesi Ç. İşman, Z. Olgaç, D. Seyhan, D. Bulut,T. Alıcı P143-Postmenapozal kadınlarda çinko uygulamasının serum östrojen ve progesteron düzeylerine etkisi F. Sunar, Z.I. Görmüş, A.K. Baltacı P144-Seminal sıvı şeker düzeyleri ile embden meyerhof yolu arasındaki ilişki H. Leventerler, S. Taga, S. Solmaz, N. Dikmen P145-Sigara içen gebelere diyet ile vitamin verilmesinin kordon kanı lipit profili ve antioksidan enzim aktiviteleri üzerine etkileri S. Acun, A.Z. Karakılçık, M. Zerin P146-Ratlarda doksorubisine bağlı karaciğer hasarına karşı erdosteinin koruyucu etkisi M. Yağmurca, O. Baş, H. Mollaoğlu, Ö. Şahin, A. Nacar, Ö. Karaman, A. Songur P147-Sıçanlarda 2,4-dichlorophenoxy acetic acid ve endosulfan'ın androjenik ve anti- androjenik etkilerinin hershberger metoduyla araştırılması Ö. Bulmuş, B. Yılmaz, Z. Şahin, S. Sandal, H. Keleştimur P148-Cuprizone demiyelinasyon ve remiyelinasyonu: Elektrofizyolojik bulgular C. Ünsal, M. Özcan P149-Sıçanlarda yem kısıtlamasının bazı kan parametrelerı ve sekum mikrobiotasına etkileri H. Ünsal, Ü. Çötelioğlu P150-Deksmedetomidin'nin, topikal nimesulid, celecoksıb ve DFU'nun antinosiseptif etkisini arttırması B. Karadaş, T. Kaya, S. Gültürk, A. Parlak, A. Çetin, N. Durmuş, A. Otağ P151-Fizyoloji pratik derslerinde hayvan kullanımına ilişkin hacettepe üniversitesi tıp fakültesi öğrencilerinin görüşleri Z.D. Balkancı, B. Pehlivanoğlu, A. Erdem, M. Tuncer, E. Karaağaoğlu P152-Kalabalık sınıflarda fizyoloji pratik derslerinin iyileştirilmesi ve öğrenci memnuniyeti; HÜTF fizyoloji anabilim dalı deneyimi Z.D.Balkancı, B. Pehlivanoğlu, A.Erdem, M. Tuncer, N.H. Dikmenoğlu, S. Bayrak, E. İleri, İ. Karabulut, A.M. Sevgili, S. Yörükan, M. Elçin, E. Karaağaoğlu P153-Sülfit'in hücresel toksisitesinde plazma proteinlerinin önemi V. Küçükatay, a.i. kaya P154-Nepeta cadmea boiss' in fizyolojik parametrelere etkisi H. A. Erken, G. Erken, İ. Aslan, A. Çelik, O. Genç 12.00-13.00 Öğle Yemeği 13.00-14.30 24. OTURU (Başkanlar: Prof.Dr.Cem Şeref Bediz, Prof.Dr.Cihat Güzel) SALON B 13.00-14.30 Sözlü Bildiriler: (25 31) 25- Manyetik rezonans (MR) görüntüleme sistemi ile beyin korteks hacmi ve yüzey alanının hesaplanması C. Gündoğdu, İ. Can, D. Ünal, S. Can, C. Bağcı, S.Kaplan, B. Ünal 26-Corti organının frekans seçiciliğinde dış tüy hücrelerinin baziler membran üzerindeki etkisi: yeni bir hipotez E. Bulut, L. Öztürk 27-Sirkadiyen tipi farklı gençlerde öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik özellikler S.A.Vardar, E. Vardar, T. Molla, Ç. Kaynak, E. Ersöz 28- Skleroderma hastalarında 'Dysanapsis' B.Müsellim, N.Koç, G.Öngen 29-Simvastatin'in sıçanlarda günlük aktivite ve psikomotor performansa etkileri Ş.H. Baytan, M. Alkanat, M. Okuyan, A. Akgün 30-Alkolün öğrenme merkezleri üzerindeki etkilerine karşı propolisin koruyucu rolü Z.Yılmaz, M.H.Emre 31-Aromataz enzim inhibitörü letrozolün intakt sıçanlarda katekolaminerjik nörotransmitter seviyeleri, NCAM ekspresyonu ve kognitif fonksiyonlar üzerine etkileri M.Aydın, B.Yılmaz, E.Alçin, V.S.Nedzvetskii, Z.Şahin, M.Tuzcu 13.00-14.30 13.00-14.30 25. OTURUM (Başkanlar: Prof.Dr.Ömer Bozdoğan, Doç.Dr.Osman Genç) SALON C Sözlü Bildiriler: (32 38) 32-Adenozin'in iskemi ve reperfüzyon ile uyarılan aritmiler üzerine etkisi Ö.Bozdoğan, E.Gonca, N.Ekerbiçer, R. M.Nebigil 33-Maternal hiperhomosisteineminin neden olduğu geciken beyin gelişimine melatoninin etkisi. G.Baydas, S.T.Koz , M.Tuzcu 34-Önemli bir kimyasal savaş ajanı olan mustardın toksik etkilerinin önlenmesinde melatoninin etkinliği T.Topal, H.Yaren, B. Kurt, B. Uysal, M. Özler, Ş. Öter, A. Korkmaz, H. Bilgiç 35- Şizofreni ve panik bozuklukta el tercihi, göz tercihi ve çapraz el-göz dominansı S.Yıldırım, E.Oral, N. Ustaoğlu, Ş.Dane 36-Deneysel septik şok modellerinde endotelin reseptör blokörü tezosentanın mezenter kan akımı ve organ hasarına etkileri A.Erdem, A.M.Sevgili, F.Akbıyık, P.Atilla, N.Çakar, Z.D.Balkancı, A.B. İskit, M.O.Güç 37-Taurinin septik şoktaki organ hasarına etkisinin histopatolojik incelenmesi A.Erdem, A.M. Sevgili, P.Atilla, N.Çakar, A.B.İskit, D.Balkancı, M.O.Güç 38- Eritropoietin tedavisinin U-937 monositlerde LPS uyarımı sonucu sitokin yapımına etkisi N.Yazıhan, Ö.Karakurt, F.Kocaay, H.Ataoğlu 14.30-14.40 Kahve Arası 14.40-16.00 ÖDÜL TÖRENİ, DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ K-1 HAYAT; AKARSU İÇİNDE BAŞLAMIŞTIR, AKARSU İÇİNDE DEVAM EDİYOR. ABİDİN KAYSERİLİOĞLU İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Emekli, İSTANBUL abidinkayserilioglu@ttnet.net.tr Oparin ilk olarak Rusya'da 1924 yılında yazdığı sonra Amerika'da yayınladığı hayatın kaynağı kitabında “ilkel çorba” diye tarif ettiği metan, amonyak hidrojen ve su buharının bulunduğu ortamda güneş ışığının etkisi ile hayat gelişir diyerek modern teorinin öncülüğünü yapmıştır. Haldane ve Urey hayatın başlangıcına ve yerkürenin ilk dönemlerindeki atmosfer bileşenlerine ait teorileriyle modern görüşün öncüleri arasına katılmışlardır. Urey in öğrencisi olan Stanley Miller Oparin ve Urey in ilkel atmosfer bileşenlerinin içinden oksijensiz ortamda yüksek voltajlı elektrik arkından geçirerek amino asitlerin oluştuğunu bulmuştur. Buna benzer çalışmalar yapılarak doğrulanmış ve 1961 de Joan Oro' su içinde hydrogen cyanide ve amonyaktan adenin elde etmiştir. RNA, DNA ve ATP de bulunan adenin' oluşturularak hayatın başlangıcına doğru ilk adımlar atılmıştır. Yerküre bir ateş parçası iken soğumaya başladı. Böyle bir kitlede yüzeyinin %70 şini kaplayacak şekilde suyun bulunması şaşırtıcıdır. Bu suyun buz kitlelerinden oluşan kuyruklu yıldızların atmosfere sürtünmesi ile eriyip milyarlarca yıl içinde okyanusları oluşturduğu ileri sürülmüş ve son yıllarda NASA nın gözlemleri ile de bu doğrulanmıştır. Uzaydan gelen bu sular , tozlar ve göktaşları ile aminoasitlerin yerküreye geldiği de gösterilmiştir. Okyanuslar yerkürenin %70’ini kaplar ve dünyamızın toplam hacminin % 15'i kadardır. Okyanuslar durgun su birikintileri değildir. Gulf Stream incelendiğinde bu su akıntısının her saniye taşıdığı su Missipi nehrinin taşıdığından bin misli fazladır. Bu akıntı soğuyup okyanusların derinliklerine iner ve birlikte oksijeni de okyanusların derinliklerine taşıyarak derinlerde hayatın devamını sağlar. İnsan organizmasının %56 sı sudur. Su fizik özellikleri ile canlılığın devamı için vazgeçilmez bir unsurdur. Vücutta su dağılımı hücre içi ve hücre dışı kompartımanlarına ayrılmıştır. Hücre dışı kompartımanına iç ortam denir. Bu terimi ilk defa Claude Bernard “ milieu interieur” olarak kullanmıştır. Canon iç ortamın statik koşullarda korunmasına “homeostasis” terimini kullanmıştır. Bu ortamın değişen koşullarda dengede tutulması hücreler çevresinde sürekli akıntının dolaşım sistemi ile sağlanması ve böbrekler, hormonlar ve susama hissi ile olmaktadır. Egzersizde sıcak yaz günlerinde litrelerce su kaybedilmektedir, bu şartlarda yeni düzenlemeler ve ayrıca özel su içme programları oluşturulmuştur. K-2 Transplantation of pancreatic islets contained in alginate capsules Abdülkadir Ömer Joslin Diabetes Center, Section on Islet Transplantation , Harvard Medical School Abdulkadir.Omer@joslin.harvard.e Pancreatic islet transplantation is a promising treatment for patients with type one diabetes mellitus and frequent hypoglycemia. However, limited organ supply and need of immunosuppression are limiting factors to bring the islet transplantation as a treatment for the majority of the diabetic population. The search for unlimited cell sources focused on stem cells and use of islet cells from other species. The alternative of using pig islets and transplanting them after they are enclosed with biocompatible materials (encapsulated islets) can solve both problems. The islets contained in the capsules can survive and function since the biomaterial allows penetration of oxygen, glucose and insulin. Several polymer materials such as alginate, agarose have been successfully used to capsulate the islets. It has been shown that encapsulation can protect the islets against allorejection and xenorejection in rodent transplant models. Current studies are ongoing to improve the survival of encapsulated islets in large animal models, which can ultimately be applied to human subjects. Aljinat içinde kapsüle edilmis olan pankreas langerhans adacıklarının transplantasyonu ile diyabet tedavisi Adacık nakli, son yıllarda sık hipoglisemisi olan tip 1 diyabetlilere tedavi seçeneği olarak başarı ile uygulanmaktadır. Insan kadavrasından alınan pankreas sayısının sınırlı olması ve nakil sonrası immunosupresif ilaç kullanım zorunluluğundan dolayı, adacık naklinin kullanilabileceği hasta sayısı sınırlı düzeyde kalmaktadır. Alternatif arayışlar içinde kök hücre calışmaları ve başka tür canlılardan adacıkların elde edilmesi konularında ilerleme sağlanmıştır. Örneğin domuz adacıklarının elde edilmesi ve biyolojik olarak uyumlu materyelin içine konulduktan sonra transplante edilmesi ile yapılan calışmalar bu iki büyük sorunun cözülebileceğini ve tip1 diyabetlilere tedavi olarak sunulabilecegini göstermektedir. Kapsüllerin içine konulduktan sonra diyabetik farelere nakledilen adacıklar, allojeneik ve xenojenik immun reaksiyona karşı adacıkları korumakta, alıcı farelerin ve ratların kan şekerini normale indirebilmekte ve uzun süre normalde tutabilmektedir. Enkapsülasyonda kullanılan adacıkların cevresindeki materyel polimer yapıda olup genellikle aljinat ve agaroz turevi maddelerdir. Bu maddeler, yarıgeçirgen zar olarak işlev görmekte, oksijen glikoz ve diğer besin maddeleri içeri girmekte, insülin ve atık maddeler kapsül dışına difüzyonla çıkabilmektedir. Halen enkapsülasyonla ilgili çalışmalar, insan dışı omurgalılarda devam etmekte ve insan denemelerine geçiş için hazırlık aşamasındadır. K-3 Effects of Environmental Contaminants on Human Health: Cardiovascular, Metabolic, NEuronal and Cognitive Functions David O. Carpenter Institute for Health and the Environment, University at Albany, Rensselaer, NY 12144 USA. Carpent@uamail.albany.edu My colleagues and I have investigated a Native American community that resides along the St. Lawrence River between the US and Canada, and have studied measures of health in relation to exposure to polychlorinated biphenyls (PCBs). The community has been exposed to PCBs from contamination of the river from three aluminum foundries that used PCBs as hydraulic fluids, that then leaked into the river and contaminated the fish that are a major part of their diet. We have obtained blood samples from some 1,200 adolescents and adults and have analyzed these bloods for PCBs, three chlorinated pesticides (DDE, mirex and hexachlorobenzene), cholesterol, triglycerides and fasting glucose, and in the case of the adolescents have administered a series of cognitive and neurobehavioral tests. Using the levels of cholesterol and triglycerides as a basis for calculating total serum lipids, we find that the higher the levels of PCBs, the higher the total serum lipids. The relationship was strongest for dioxin-like PCBs, where the odds ratio for having elevated serum lipids was 2.6 and was statistically significant. Since elevation of serum lipids is the best documented risk factor for cardiovascular disease, these observations suggest that exposure to PCBs may increase the risk of ischemic heart disease and myocardial infarction. We identified individuals with diabetes on the basis of their either being on anti-diabetic medication or having a fasting blood glucose level of greater than 125 mg/dl. Of 352 adults in this part of the study, 71 were diabetic on this basis. The odds ratio for being diabetic in relation to upper vs. lower tertile of total PCBs was 3.9. In this case the most elevated odds ratio was found for the phenobarbitol-type PCBs, not those that are dioxin-like. Thus exposure to PCBs increases risk of diabetes. Cognitive function is known to be impaired by exposure to PCBs early in life. We studied adolescents, whose exposure is a combination of prenatal, postnatal via breastfeeding and from diet at older ages. While those adolescents who were breast fed had higher total PCB levels, there was a decrement in performance on cognitive tests in relation to current total PCB levels for both breast fed and non-breast fed adolescents. The most striking relationship with cognitive decrement was with prenatal exposure. Thus it appears that prenatal exposure to PCBs causes long-lasting, perhaps permanent, loss of cognitive potential. These observations show clearly that environmental contaminants perturb several aspects of human physiological function, but by doing so contribute to human disease. Our observations suggests an important role of environmental exposure to persistent organochlorine contaminants, such as PCBs, in the development of chronic diseases such as cardiovascular disease and diabetes, and support previous studies that demonstrate that early life exposure to these substances results in altered cognitive function.. K-4 Breast Milk and Breast Milk Cells: Biomarkers of Exposure, Effect, and Genetic Susceptibility to Breast Cancer Kathleen ARCARO University of Massachusetts at Amherst, Department of Veterinary & Animal Sciences, College of Natural Resources and the Environment, Environmental Sciences Program, Amherst, MA karcaro@nre.umass.edu Genetic instability is associated with the etiology of breast cancer. It is important, therefore, to determine the extent to which exposure to environmental pollutants increases genetic instability in breast epithelial cells. We have addressed this issue by examining both the pollutants in breast milk and the health of the cells isolated from breast milk samples of women living in the northeast USA. Levels of pollutants in the breast milk samples were assessed by either chemical analysis or activity in a reporter assay. Health of breast milk cells was assessed by determining levels of DNA damage. In the first study, breast milk samples collected from twenty-one women were analyzed for levels of 101 polychlorinated biphenyl (PCB) congeners and 8 organochlorine pesticides/metabolites (Hexachlorobenzene, oxychlordane, pp'-DDE, op'-DDE, -Chlodane, trans-Nonachlor, Mirex, and cis-Nonachlor). Cells in the milk were separated by centrifugation within one hour of milk collection, and DNA damage was assessed using the single cell gel electrophoresis assay under alkaline conditions (also known as the Comet Assay). Each woman completed a questionnaire providing information on her age, age of her nursing child, her cigarette smoking history and current exposure, and number of children she previously nursed. Mother's age ranged from 21 to 40 years, and child's age ranged from 3.5 to 67 weeks. PCBs and pesticides were detected in all 21 milk samples. Among women who had not previously nursed a child (n = 15), there were significant positive correlations between age of the woman and 1) total PCB level, 2) Hexachlorobenzene level, and 3) pp'-DDE level. None of these correlations were significant in women who had previously nursed a child (n = 6), indicating that nursing a child reduces a woman's organochlorine pollutant load. All milk samples contained cells with detectable levels of DNA damage, but no significant correlations between levels of pollutants and DNA damage were observed. Since the Comet Assay had been conducted on the total breast milk cell population, which includes neutrophils, lymphocytes, erythrocytes as well as breast epithelial cells, we conducted a second study in which DNA damage was assessed in a pure breast epithelial cell population. In the second study fifteen women between the ages of 26 and 40 and nursing children between 6 and 60 weeks old, donated a single milk sample. The volume of milk obtained ranged from 21 to 140 mL and contained between 4 and 50 million cells. Epithelial cells, isolated using immunomagnetic beads, ranged from 3 to 23 percent of the total cell population. The Comet Assay conducted on these cells revealed a 14-fold difference between the lowest and highest levels of DNA damage. An extract from each milk sample was examined for activity in an arylhydrocarbon receptor reporter assay which detects the presence of as little as 3.2 ppt of dioxinlike compounds. None of the milk samples had detectable levels of dioxin-like compounds. Results from these two pilot studies demonstrate that the methods of isolating breast epithelial cells from milk and examining DNA damage and pollutant load are sensitive and appropriate for a larger epidemiological study in which milk samples from potentially exposed and unexposed women are compared. K-5 OKSİTOSİN VE LENFOSİT AKTİVASYONU GÜNNUR YİĞİT İstabul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL. yiğitg@İstanbul.edu.tr. Oksitosin (OT) ve Arginin Vazopressin (AVP) yalnız (2) aminoasidi farklı, nörohormonlardır. Hipotalamusun supraoptik (SON) ve paraventriküler (PVN) nukleuslarında, magnosellüler nöronlarda sentezlenirler. Nörohipofizde genel dolaşıma katılır, hedef organlarda etkili olurlar. OT hormonu uterotonik ve süt ejeksiyonu, AVP kan basıncı regülasyonu ve antiüretik fonksiyonları ile ön plandadır. Son yıllarda beyinde nörotransmitter yada nöromodülatör olarak, regülasyon özellikleri araştırılmaktadır. Her iki hormonun birbirini destekleyen ve tamamlayan etkileri bulunmuştur. OT ve AVP sentezleyen nöronların beyindeki projeksiyon alanları saptanmış, nöroanatomik haritaları çıkarılmıştır. Hormon reseptörlerinin beyinde limbik sistem ve otonom merkezlerde yoğunlaşması, afferent ve efferent liflerle merkezlerin bağlantısı, refleks modulasyonların önemini göstermiştir. OT ve AVP ile sosyal davranış modellerinin değişebileceği görüşü ortaya çıkmıştır. OT ile sosyal ilişkilerin kolaylaştığı, agresyonun önlendiği, anne çocuk ilişkisinin kuvvetlendiğini kanıtlayan deneysel sonuçlar bildirilmektedir. OT maternal, AVP paternal davranışlarla bağıntılı gösterilmektedir. OT'nin uterusla etkileşimi, doğumla ilişkisi, laktasyonda gerekliliği yanında, gebe kadını beyin olarak anneliğe hazırlamasındaki rolü konusuda yoğun şekilde araştırılmaktadır. Cinsel ya da sosyal yaşamda sağlıklı iletişim, OT ile bağıntılı olarak çok farklı bilim dallarının araştırma alanlarına girmiştir. Biz konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşıp, OT ile ilgili beyin endokrin, immun sistemler arasındaki endojen iletişim araçlarından söz edeceğiz. İletişim molekülleri; sitokinler, peptid hormonlar, nörotransmitter ve reseptörleri şeklinde sıralanabilir. Beyinde reseptör yoğunluğu sitokinler ve peptid hormonlarla kontrol edilir. İmmun sistemin nöronal kontrolü otonom sistem üzerinden, hipotalamus ve hipofiz hormonlarıyla düzenlenir. Kompleks nöroendokrinimmun sistem ilişkilerindeki regülatörler; timus, gonad hormonlar, kortikosteroidler, sitkokinlerdir. OT sentezinden sorumlu PVN bu üç sistemin integrasyonunda merkez konumundadır. Sistemler arasındaki ortak iletişim yolu reseptörler ve 2. habercilerdir. OT ve AVP timus bezini aktive ederek timik hormonları salgılatırlar. Her iki hormonun timus hücrelerinde de sentezlendiği saptanmıştır. Lokal olarak sentezlenen hormonlar parakrin etkiyle T lenfositlerden Interferon (IFN) gama salgılanmasına neden olurlar. Sitokinin görevi timusun hormon sentezini sınırlamaktır. Büyüme hormonu (GH) ve Prolaktin (PRL) immun sistemi geniş sınırlarda etkilerler. Hematopoetik sistemin tümünde GH reseptörleri bulunur. PRL reseptörleri lenfosit alt gruplarında yoğunlaşır. Uyarılmış lenfositlerden, aktif PRL salgılanır. Lokal hormonlar otokrin ve parakrin etkiyle immun sistemi tetikler. Sistemik Dolaşımdaki GH ve PRL ile hücresel ve humoral sistem hücreleri proliferasyona uğrar, timik hormon sentezi artar, NK hücreleri aktifleşir, nötrofil ve makrofajlarda oksidatif ve enzimatik öldürme fonksiyonları artar. PRL hormonu OT ile fonksiyonel bağlantısı nedeniyle araştırma sonuçlarımızla irdelenecektir. Hipotalamus- Hipofiz- Gonad Hormonları ile immun sistem ilişkisi konferansımızın ana çerçevesini oluşturacaktır. Gebelerde immun profil çalışmalarımız, gebelik hormonlarıyla bağıntılı olarak, OT hormonu üzerinde odaklanacaktır. K-6 DOKOSAHEKSAENOİK ASİTİN SANTRAL SİNİR SİSTEMİNE ETKİSİ AYSEL AĞAR Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ANTALYA ayagar@akdeniz.edu.tr Dokosaheksaenoik asit (DHA) biyolojik sistemlerde bulunan en uzun zincirli çoklu doymamış yağ asididir. DHA'nın da içinde bulunduğu esansiyel yağ asitleri, hücre membranında fosfolipid tabakasının entegral bileşeni olarak membran akışkanlığına etki etmektedir. Membran akışkanlığı ise taşıyıcı proteinlere, hormon ve nörötransmiterlerin reseptörlerine etki ederek işlevlerinin artmasına veya kaybolmasına neden olmaktadır. DHA'nın ayrıca hücresel enzimlere de etkisi olduğu bilinmektedir. Diyetle alınan DHA sinir ileti hızını ve sinaptik veziküllerin boşalmasını değiştirmektedir. DHA, nörötransmiter salınımını ve LTP'yi artırarak öğrenme ve belleği etkilemektedir. Bunun yanında, görsel sisteminin gelişiminde rolünün olduğu daha önceki çalışmalarda gösterilmiştir. Amaç: Hipertansiyon ve Parkinson, toplumda sık görülen hastalıkların başında gelmektedir. Dolayısıyla çalışmalarımız, her iki hastalıkta da etkilenen öğrenme ve görsel sistem parametrelerine DHA'nın etkisini ve bu etkinin mekanizmasını araştırmak üzere planlanmıştır. Yöntemler: Deneyler, hipertansif sıçanlarda ve deneysel Parkinson oluşturulmuş C57BL/6 ırk farelerde yapılmıştır. Deneysel hipertansiyon (1K-1C) sol renal artere 0,2 mm klip takılıp sağ böbrek çıkarılarak oluşturulmuştur. Hipertansif hayvanlara, iki ay süre ile 36 mg/kg/gün dozda DHA gastrik gavaj yoluyla uygulanmıştır. Bu sıçanlarda aktif sakınma cevapları şartlı refleks kafesinde tayin edilmiş, daha sonra görsel uyarılma potansiyelleri (VEP) deri altına yerleştirilen iğne elektrotları yardımıyla kaydedilmiştir. Deneysel Parkinson, 4x20mg/kg dozda MPTP (1-methyl-4-phenyl-1,2,3,6-tetrahydropyridine hydrochloride) toksininin 12 saat aralıklarla intraperitonel yolla verilmesi ile oluşturulmuştur. Parkinsonlu farelere bir ay süre ile 36mg/kg/gün dozda DHA gastrik gavaj yoluyla verilmiştir. Aktif sakınma cevapları ölçülerek farelerin öğrenme performansları değerlendirilmiştir. Bulgular: Hipertansif sıçanlarda yükselen kan basıncının düşmesine (önce 154 mmHg, sonra 112 mmHg) paralel olarak uzayan P2, N2 ve P3 VEP bileşenleri latenslerinin DHA uygulaması ile kısaldığı saptanmıştır. Aktif sakınma cevaplarının 5. günde kontrol grubunda %33 iken hipertansif grupta %13'e düştüğü, DHA uygulanmasının ise %34'e varacak ölçüde cevapları düzelttiği tespit edilmiştir. Parkinson deneylerinde ise kontrol grubunun 5. gündeki aktif sakınma cevapları %26,8 iken Parkinson grubunda %16'ya düşmüş, Parkinson + DHA grubunda %23,6'ya yükselmiştir. Sonuç: DHA tedavi edici olmamakla birlikte hastalıkların ilerlemesini önleyebilir. DHA'nın koruyucu mekanizması aydınlatılmaya çalışılmıştır. K-7 PULMONER VASKÜLER RESİSTANSA ETKİLİ FAKTÖRLER GÜLDEREN ŞAHİN İstanbul Üni,. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL sahing@istanbul.edu.tr Pulmoner vasküler tonus deniz seviyesinde ve fizyolojik istirahat koşullarında maksimal vazodilatasyona yakındır. Sistemik perfüzyonun vasküler rezistansının 1/10'u kadar olan pulmoner vasküler resistans (PVR), pasif ve aktif faktörlerden etkilenir. Relatif olarak vasküler düz kasın miktarının az, intravasküler basınçların düşük olması ve pulmoner dolaşımın yüksek distensibilitesi, PVR üzerine, ekstravasküler etkilerin çok büyük önemine yol açar. Bu pasif etkiler; gravite, vücut pozisyonu, transmural basınç, sol atrial basınç, akciğer hacmi, akım, viskozitedir. PVR üzerine etkili aktif faktörler; hipoksi, K+ kanalları, nöral ve humoral etkilerdir. Pulmoner dolaşım, otonom sinir sisteminin adrenerjik, kolinerjik ve non adrenerjik- non kolinerjik lifleriyle zengin bir şekilde inerve olmasına karşın, PVR'ın otonomik kontrolü çok zayıftır ve esas olarak proksimal kompliansın modülasyonunda etkilidir. Pulmoner vasküler tonusun vazoaktif mediatörleri prekapiller ve postkapiller olarak etkilerini oluştururlar. Vazokonstriktör etki oluşturanlar, noradrenalin, serotonin, histamin, angiotensin II, endotelin, tromboksan A2, leukotrienler C4 ve D4, platelet-aktive edici faktör, aktive edilmiş oksijen türevleri' dir. Bu mediatörler, pulmoner vasküler düz kas üzerindeki reseptörlerine bağlanır ve çeşitli mekanizmalarla hücre içi Ca+2 konsantrasyonunu arttırarak, pulmoner düz kas kontraksiyonu oluşturur. Vazodilatatör etki oluşturanlar, isoprenalin, dopamin, vazoaktif intestinal peptid, bradikinin, natriüretik peptid, prostaglandin I2/E1, adenozin'dir. Vasküler tonusun regülasyonunda endotelyum önemli role sahiptir. Vazokonstriktör olan ve hücre büyümesini uyaran Endotelin (ET1), özellikle pulmoner dolaşımın başlangıç tonusunu tayin eden prostasiklin (PGI2) ve ayrıca NO endotelyumdan salınır. Endotelyumdaki fonksiyonel değişiklik sonucu ET1 in yanında angiopoietin-1 in arttığı ve serotonin salınmasının kuvvetlendiği, NO ve prostasiklin metabolizmasının değiştiği, K+ kanal fonksiyonunun azaldığı görülür. Belirtilen pasif ve aktif etkilerdeki normalden değişimlerin pulmoner vasküler resistans üzerindeki etkileri ve pulmoner hipertansiyonun gelişmesine yol açmaları ayrıntılı bir şekilde açıklanacaktır. K-8 YÜKSEKÖĞRETİMDE YENİ EĞİLİMLER CAFER Marangoz Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Tıp fakültesi, Fizyoloji AD; SAMSUN caferm@omu.edu.tr Son yıllarda yükseköğretimin, yapı, organizasyon ve yönetim şeklinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Artık yükseköğretim kitle eğitimi dönemini de geride bırakarak tüm toplumun eğitim-öğretimini üstlenme devresine girmiştir. Dünyada öğrenci ve öğretim elamanı hareketliliğinin aşırı ölçüde artması yükseköğretimi en önemli ekonomik sektörlerden biri haline getirmiştir. Diğer taraftan, girişimci üniversite ve bilgiye dayalı ekonomi kavramları ile birlikte üniversitelerin bir büyük şirket gibi yönetilmeleri ve üst akademik idarecilerin özel liderlik eğitimi görmeleri gerektiği ileri sürülmektedir. Yani meslektaşların yönettiği bir üniversiteden, meslektaş olan veya olmayan profesyonel liderlerin yönettiği bir üniversiteye yönelim söz konusudur. Bu konu, aynı zamanda kamu sektörünün ve kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması süreciyle de yakından ilgilidir. Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili temel modellerden birisi, verimliliği esas alan işletme modelidir. Bu modelin temel amacı kamu sektörünü, özellikle girdiler-çıktılar ve verimlilik bakımından ticari kurumlara benzetmektir. Yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasında beş önemli eğilimden söz edilmektedir: 1) Kurumsal özerklik (otonomi), 2) Genişletme ve çeşitlendirme, 3) Uyum ve ahenk (harmonizasyon), 4) Pazarlama (marketizasyon), 5) Kalite güvencesi, kalite kontrolü ve hesap verebilirlik. Amerikan yükseköğretiminde öteden beri var olan, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ise daha yeni bir eğilim sayılan marketizasyon anlayışı, beraberinde yeni yönetim ve yeni yönetici anlayışını getirmektedir. Bu eğilim Avrupa yükseköğretiminde en önemli değişim olarak görülmektedir. Artık yükseköğretim kurumları daha girişimci, daha intibakçı ve daha pazar şartlarına göre davranır olmuşlardır. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliğinin artması üniversiteler arası yarışı kamçılamıştır. Üniversiteler özel şirketler gibi kar merkezli ve hesap verebilen kurumlar haline gelmektedir. Öğretim üyeleri daha girişimci olmakta, performansa göre bütçeden pay alma esası gittikçe yaygınlaşmaktadır. Anlatılan tabloya elbette itirazlar da vardır. Bu eğilime karşı olanlar, akademik kurumlara dış güçlerden etki ve baskı olduğunda, iç değerler sisteminin yıkılacağını, “akademik kapitalizm”in doğacağını ve birer kültür yuvası olan üniversitelerin tahrip olacağını ileri sürmektedirler. Üniversitelerin ve diğer yükseköğretim kurumlarının ticari şirketlerdekine benzer bir şekilde organize edilmesi, yönetilmesi ve girişimci üniversite görüşü, yükseköğretimde liderlik konusunun tartışılmasını derinden etkilemiştir. Bu konuşmada, yükseköğretimdeki yeni eğilimler açıklanacak, yeni eğilimler ışığında Türk yükseköğretiminin önemli sorunları, çıkmaz sokakları ve çıkış yoları belirtilecektir. K-9 Expression and activity of voltage-gated Sodium channels in cancer cells: From pathophysiology to molecular biology Mustafa B A Djamgoz Neuroscience Solutions to Cancer Research Group, Imperial College London, Division of Cell & Molecular Biology, South Kensington Campus, London SW7 2AZ, U.K. m.djamgoz@imperial.ac.uk Background Voltage-gated ion channels have classically been investigated in 'excitable' tissues, but recent evidence suggests that such channels also occur in 'non-excitable' cells where their functions are much less understood. As regards cancer, a variety of cellular behaviours (eg motility, secretion), integral to the metastatic cascade, would involve ion channel activity. Electrophysiology Abnormally high levels of voltage-gated Na+ channel (VGSC) activity has been detected in human metastatic prostate cancer (PCa), glioblastomas, oligodendrogliomas, melanomas, lung cancer, medullary thyroid carcinomas, neoplastic mesothelia and breast cancer (BCa). Interestingly, where studied, an inverse relationship has been found between VGSC activity and size of outward currents, thus raising the possibility that metastatic cells are 'excitable'! Protein-level studies Western blots and immunocytochemistry confirmed that VGSC protein was expressed in metastatic PCa and BCa cells. Surprisingly, subcellular fractionation and digital image analyses revealed that VGSC protein was also present in internalised form in weaklymetastatic cells. Internalised VGSC protein could be trafficked to plasma membrane under the control of protein kinase A. Molecular biology Semi-quantitative and real-time PCRs showed that the predominant VGSC subtypes expressed in human strongly-metastatic BCa and PCa were Nav1.5 and Nav1.7, respectively. Importantly, in both cancers, the channel gene was the neonatal splice variant. In the case of BCa, this resulted in a significant amino acid sequence difference from the adult and we could raise an antibody that recognised specifically the neonatal channel. Functional studies Application of tetrodotoxin, siRNA or antibody suppressed in vitro invasiveness and other cell behaviours. We concluded that VGSC activity was a significant accelerator of metastatic tendency. Pathology and clinical potential Immunohistochemical and PCR studies of human biopsy tissues confirmed that VGSC upregulation also occurred in BCa and PCa in vivo. The expression pattern suggested that channel expression/upregulation could be an early event in metastasis. We concluded that VGSCs have clinical potential as regards both early, functional diagnosis and novel therapies. K-10 OKSİDATİF STRES VE STRES PROTEİNLERİ Mustafa Atalay Kuopio Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, KUOPİO, FİNLANDİYA Mustafa.Atalay@uku.fi Uzun süreli ve organizmanın kontrolu dışındaki oksidatif stress biyolojik moleküllerin yapısında hasara neden olabilmekte, dokuların ve organların işlevlerini bozabilmekte ve pek çok hastalığın patogenezi ile ilişkili olabilmektedir. Oksidatif stress zararlı etkilerinin yanı sıra, düşük seviyelerinde hücre fonksiyonlarında mesaj iletici rol oynayarak “heat shock protein” (HSP: stres proteini) sentezi, antioksidan savunmanın güçlenmesi ve doku rejenerasyonu gibi adaptasyonlarını da regüle etmektedirler. Grubumuzun oksidatif stress'e yönelik çalışmalarında kullandığı modellerden birisi de fiziksel egzersizdir. Akut, şiddetli fiziksel egzersiz dokuların oksijen tüketimini dramatik olarak artırarak oksidatif stres'e neden olmakta ise de, düzenli fiziksel aktivite, endojen antioksidant savunmayı ve HSP cevaplarını artırarak, dokuların oksidatif stres'e direncini yükseltmektedir. Diğer pek çok kronik hastalıkta görüldüğü gibi diabetes mellitus da oksidatif stresi artırmakta ve dokuların savunma eşiğini düşürmektedir. Yaptığımız çalışmalarda sıçanlarda streptozosinin indükte ettiği diyabet, HSP72 düzeylerini kalp, karaciğer, böbrek ve iskelet kasında düşürdü. Diğer taraftan diyabet incelenen tüm dokularda oksidatif stresi ve protein oksidasyonunu artırdı ve inflamasyona neden oldu. Endurans antremanı HSP72 seviyelerini gerek kontrol, gerek diyabetik sıçanlarda artırdı. Antioksidan eklemeler ise oksidatif stresi azatırken, HSP adaptasyonlarını da azalttı. Sonuç olarak; HSP sentezinin regulasyonu mutlifaktöriyeldir ve oksidatif stress bu faktörlerden ancak bir tanesidir. Akut bazda oksidatif stressi ve stress proteinlerini artıran fiziksel aktivite uzun sürede oksidatif stresi azalmakta, stres proteini cevaplarını ve diğer biyolojik adaptasyonları güçlendirmektedir. K-11 TIP FAKÜLTESİNDE MÜFREDAT OLUŞTURULMASI: TEMEL BİLİMLER İLE FİZYOLOJİNİN MÜFREDATTAKİ YERİ Berrak Ç. YeğEn Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, İSTANBUL byegen@marmara.edu.tr Tıp Fakültesi müfredatının, mezunlarının tıp mesleğini icra edebilmesi için uygun bilgi, beceri ve tutum ile donanmış, yaşam boyu öğrenim alışkanlıkları kazanmış, hizmete gönüllü kaliteli hekimler yetiştirecek şekilde planlanması beklenmektedir. Müfredat, eğitim programı modeli ne olursa olsun, değişik disiplinlerin bakış açısıyla, tıbbın bilimsel temellerini kapsamalı, etik, davranış ve tıbbı ilgilendiren sosyoekonomik konulara da yer vermelidir. Günümüzde tıp eğitimi müfredatının planlanmasında fakülteler yeni arayışlara yönelmektedir. Bu değişim arayışlarına neden olan güncel sorunlar, bilginin giderek çok artması, programlarda uygun ya da gerekli olmayan çok fazla bilgiye ya da ayrıntılara yer veriliyor olması, buna karşın temel kavram ve prensipler üzerinde yeterli vurgu olmaması olarak sıralanabilmektedir. Klinik öncesi ve klinik dönem eğitimlerinin ayrı olması ve çoğu kez bütünleştirici ya da uyumlu olamaması, sunumların çoğu kez motive edici olmayıp pek az eğitsel yöntem çeşitliliği içermesi de, müfredat tasarımlarının gözden geçirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Dünyada birçok tıp fakültesinde müfredatın disiplinlere dayalı olmak yerine mezun profiline dayalı olarak yeniden planlandığını, tek disipline dayalı programlar yerine disiplinler arası ayrımın kaybolduğu, klinik ve klinik öncesi ayrı dönemlerin entegre hale getirildiği, konuların kısıtlanıp çekirdek müfredatın dikkate alınarak kavramlar ve genel prensiplere dayalı müfredat tasarımları yapıldığını gözlemekteyiz. Müfredatın tasarımında toplumda en sık karşılaşılan sağlık problemleri, doktorun yetkinlikleri (neyi bilmesi ve neyi yapabilmesi gerektiği), o tıp fakültesi mezununun ne öğrenmesi gerektiği tanımlanmalıdır. Müfredatın planlanması ve kontrolü için müfredat kurulu, farklı düzeylerde yapılandırma ve geliştirme çalışmaları için planlama grupları oluşturulmalıdır. Bu çalışmalarda klinik ve temel tıp bilimlerinden öğretim üyelerinin yeterli katılımları sağlanmalıdır. Fizyoloji bilimi, hekimlik mesleğinin bilimsel ilkelerinin kazanılmasında temel disiplin olma özelliğini taşıdığı gibi, müfredatın mantıksal sıralamasında, içeriğin koordine edilmesinde de kritik bir köprü görevi görmektedir. Bu nedenle, fizyoloji disiplinine ait içeriğin yerleştirilmesinde yol gösterebilmek için, müfredatın hem tasarımında hem de yönetiminde fizyoloji eğitmenleri liderlik yapmak ve yön vermek amacıyla sorumluluk almalıdırlar. K-12 OKSİDE LDL VE ATEROSKLEROZ GÖNÜL.ŞİMŞEK İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi .Fizyoloji Anabilim Dalı, İstanbul gdincsimsek@yahoo.com Ateroskleroz gelişiminde lipoprotein metabolizması büyük önem taşımaktadır.Bunlardan özellikle LDL, okside LDL'ye dönüştüğünde aterojenik özellik kazanır.LDL genellikle endotelyal membrandan arteryal duvara geçtikten sonra çeşitli molekül veya enzimlerle oksitlenerek okside LDL'ye dönüşür.LDL.normalde özel reseptörleri aracılığı ile hücre içine alınır..Hücrede kolesterol konsantrasyonu arttığında hücrenin LDLreseptörleri azalır.Böylece intrasellüler kolesterol konsantrasyonu kontrol edilir. Ancak LDL okside LDL ye dönüştüğünde bu reseptörlerden farklı 'scavencer'reseptörleri olarak adlandırılan reseptörler aracılığı ile kontrolsüz bir şekilde hızla içeri alınır.LDL'nin hücre içine hızlı ve düzensiz alınımı ağır kolesterol birikimine ve böylece makrofajların köpük hücrelerine dönüşümüne neden olur.Aterosklerozun erken evresinde görülen yağsı çizgiler köpük hücrelerinin subendotelyal toplanmasından ibarettir.Okside LDL, aterojenik olaya çeşitli mekanizmalarla katılır. Okside LDL; monositleri damar lümeninden subendotelyal alana çeker ve makrofajlara dönüştürür. Düz kas hücre migrasyonunu ve proliferasyonunu indükler, endotelyal hasar oluşturabilir. Köpük hücrelerinin birikimi, düz kas hücre migrasyonunu ve proliferasyonu intimal kalınlaşmaya neden olur. Arteryal lümen daralır ve vazodilatatör kapasite bozulur. Nitrik oksitin inhibisyonuna, endotelinin stimulasyonuna neden olarak vazokonstriksiyonu indükleyebilir. Ayrıca okside LDL endotelin prokoagulan aktivitesinin artmasına,fibrinolitik aktivitesinin azalmasına neden olur. HDL ile ilşkili enzim paroksanaz, LDL' nin oksidasyonunu inhibe edebilir. K-13 ROLE OF COMPLEXIN IN SYNAPTIC TRANSMISSION Robert H Chow Department of Physiology and Biophysics, Zilkha Neurogenetic Institute, University of Southern California, Los Angeles, CA 90089 rchow@usc.edu Properly regulated synaptic transmission is crucial for functional neural circuits. The work here studies how complexin (CPX), a small presynaptic protein that binds stoichiometrically to the SNARE complex, regulates exocytosis. At least 3 distinct steps are involved before synaptic vesicles release neurotransmitters: (1) docking of vesicles at the presynaptic membrane; (2) priming of vesicles to a readily releasable state; and (3) calcium-dependent fusion of vesicle membrane and plasma membrane, resulting in the release of the vesicle contents. Neurons lacking complexin 1 and 2 show dramatically reduced Ca2+-dependent neurotransmission, but due to the technical difficulties in studying neurons, the step at which complexin plays a role is still unknown. We chose as our model system the adrenal chromaffin cell, which shares the same release machinery as neurons but is more amenable to studies of exocytosis mechanisms. We used knock out mice (mice lacking complexin 2, the only complexin isoform expressed in chromaffin cells) and combined biophysical approaches to tease out the role of complexin in the three distinct exocytosis steps outlined above. The approaches used to monitor secretion included membrane capacitance measurements, which tracks membrane addition and removal, and amperometry, which is a fast and sensitive electrochemical measurement of the released catecholamines. We elicited calcium elevations to trigger secretion by repeated step depolarizations or ultraviolet flash photolysis of caged calcium. Amperometry on complexin 2 knockout chromaffin cells revealed no obvious changes in kinetics of transmitter release at the single vesicle level, suggesting that complexin 2 is not involved in modulating the kinetics of early fusion pore that connects the vesicle membrane and plasma membrane. On the other hand, capacitance responses in knockout chromaffin cells were markedly diminished, especially the early steps in a train of depolarizations and the early burst phase for caged calcium photolysis. Transduction of knockout cells using semliki forest virus vector encoding for complexin 2 restored the size of the capacitance responses to step depolarizations and to caged calcium photolysis. The reduction in the early capacitance responses indicates either that the size of the readily releasable pool is reduced, such as may occur if priming of vesicles depends on complexin 2, or the calcium sensitivity of vesicle fusion is diminished. The studies are ongoing, and we look forward to reporting our conclusions on the role of complexin 2 in regulating exocytosis. K-14 REFLEKS ÖLÇÜMLERİ, SON GELİŞMELER, STANDARDİZASYON KEMAL S. TÜRKER Discipline of Physiology, School of Molecular and Biomedical Sciences, University of Adelaide, Adelaide, S.A.5005; AVUSTRALYA kemal.turker@adelaide.edu.au Deney hayvanlarında sinir sisteminin incelenmesinde direk metodlar kullanılarak sinapsların işleyişleri, presinaptik ve postsinaptik etkileşimler araştırılmıştır. Deney hayvanlarının aksine, insanda santral sinir sisteminin çeşitli unsurlarının çalışmaları sadece indirek olarak incelenebilmektedir. İndirek çalışmalarda bir/birkaç reseptör sistemi elektriksel yada mekanik olarak uyarılır. Bu uyarıya sinir sisteminin verdiği yanıt kaslara yerleştirilen elektrotlar ile kaydedilir. Bu yöntem, şu ana kadar, insan sinir sisteminin işleyişi hakkında son derece ilginç bilgilerin açığa çıkmasını sağlamıştır. Ancak indirek çalışmalar, indirek olmalarından dolayı çeşitli hataları içermektedirler. Bu hataların önüne geçebilmek ve refleks çalışmalarının standardizasyonu sağlamak için yeni bir metod geliştirdik. Bu metodu geliştirebilmek için hipoglosal motor nöronları içeren sıçan beyin dilimlerini (brain slices) kullandık. Bu preparattaki motor nöronları, önce tonik bir şekilde ve insandaki motor birimlerin çalıştığı gibi çalıştırıp, içerilerine bilinen sinaptik potansiyelleri enjekte ettik. Bu şekilde, motor nöronun içerisine enjekte ettiğimiz potansiyeli bildiğimiz ve çıkan aksiyon potansiyelleri de yazdırabildiğimiz için, bu iki faktör arasında bir ilişki kurmamız mümkün oldu. Kurduğumuz bir analiz protokolü, motor nöronun çalışma sıklığına ve frekansına bağlı olarak bilmediğimiz sinaptik potansiyelleri de doğru tahmin etmemizi beraberinde getirdi. Bu yeni buluş, şu ana kadar kullanılan indirek tekniklerin özünde bulunan ve yanlış sinir ilişkilerin ileri sürülmesini beraberinde getiren hataları ortadan kaldırılacak bir buluştur. Bu yeni metod, şimdiye kadar yapılmış olan reflekslere dayalı tüm sinaptik potansiyel ölçümlerin, bu metodu kullanarak yeniden yapılması gerekliliğini de ortaya koymuştur. Sinir sisteminin değişik fonksiyonel birimlerinin birbirleriyle ilişkilerini doğru tahmin etmenin önemi yadsınamaz ve bu yüzden tüm sinir bilimleri araştırıcılarına bu yeni ve hatadan arındırılmış ve standardize edilmesi kolay olan sistemi önemle tavsiye ederiz. Bu çalışma Avustralya Millî Sağlık ve Tıp Araştırma Konseyi (NH&MRC of Australia) tarafından desteklenmiştir. K-15 KARNOZİN Sami AydoğAn Erciyes Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; KAYSERİ aydogans@erciyes.edu.tr İlk kez Gulewitsch ve Amiradzibi tarafından 1900 yılında et ekstraktlarından izole edilen karnozin, β-alanil-L-histidin yapısında, suda çözünebilen fizyolojik bir dipeptiddir. Homokarnozin ve anserin gibi aminoaçil histidin dipeptidlerin en basit üyesidir .Vücutta endojen olarak sentez edilen karnozin, özellikle iskelet kası ve beyin gibi uyarılabilir ve uzun ömürlü dokularda 20 mM gibi yüksek konsantrasyonlarda bulunmakta ancak yaşlanma ile azalmaktadır. Karnozin, karnozin sentetaz ile β-alanin ve L-histidin amino asitlerinden sentezlenir. Geniş bir substrat özgüllüğüne sahip karnozin sentetazın sitozolde bulunduğu ve farklı dokularda tüm aminoaçil histidin dipeptidlerini sentezleyebildiği bilinmektedir.Fizyolojik şartlarda ,karnozinin yıkılmasından sorumlu enzim ise karnozinaz enzimidir. Doku karnozin düzeyleri diyetten etkilenmektedir. Diyette histidin eksikliği, iskelet kası karnozin düzeyini azaltırken, histidin takviyesi bu oranı artırmaktadır. Kas dokusu karnozin seviyeleri; açlık , enfeksiyon , travma ve şoktan sonra azalmaktadır. Karnozin ile ilgili yapılan araştırmalar çok yönlü biyolojik etkileri olduğunu ortaya koymuştur. Karnozin, serbest oksijen radikallerini yakalama ve etkisiz hale getirdiğinden dolayı antioksidan özelliği vardır. Ayrıca hücreiçi fizyolojik tamponlayıcı, metal çelatörü, antiglikasyon özelliği ve nörotransmitter olarak rol oynadığı saptanmıştır.Yara iyileştirici özellikleri, radyasyon hasarına karşı koruyucu etkisi, mide ülserlerini azaltması,deriyi yaşlanmaya karşı koruması diğer etkileri olarak sayılabilir.Bu etkileri ile ilgili olarak enflamasyon, kanser, aterosklerozis, yaşlanma, katarakt ve otizim gibi fizyopatolojik şartlarda tedavi edici ajan olarak kullanılmaktadır. Beyinde beta amiloid oluşumunu önlemesi Alzheimer hastalığında ve nöron koruyucu etkisiyle de Parkinson ve Epilepsi gibi durumlarda ümit bağlanan bir ilaç durumundadır. Antiglikasyon,antioksidan ve AGE oluşumunu önlemesi nedeniyle de diyabetik komplikasyonları önlediği görülmektedir.Bu kadar geniş ve olumlu etkileri olması ve toksik olmaması, Karnozini önümüzdeki yıllarda daha popüler ve özellikle antiaging ajan olarak daha yaygın kullanılır hale getirecek gibi görünmektedir. K-16 Migren Tedavisinde Eser Metallerin Yeri Naci bor nacibor@bir.net.tr 1970'li yıllardan beri eser metallerin biyolojik etkileri ile ilgilenmekte idik. Bu konuda laboratuvarımızda birçok tez yapılmıştı. Bu çalışmalar esnasında yaptığımız bazı müşahedeler bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde eser metallerin bir yeri olacağına işaret ediyordu. Zamanla allerjik hastalıklardan başlayan bu liste bir çok kronik iltihabî hastalıkları da kapsadığı anlaşılmıştı. Gittikçe uzayan bu liste beslenme bozukluklarından, allerjik hastalıklardan, G. Intestinal hastalıklara ve dermatolojinin bir çok rahatsızlığına kadar uzanıyordu. Göz hastalıkları, gelişme gerilikleri bunları takip ediyordu. Bize başvuran hastalar arasında başkaca sapa sağlam insanları bir atakta 10 gün kadar yatağa bağlayan migren de bunlardan biri olarak öne çıkıyordu. Bu sebeple son 20 yıl içinde bize başvuran 972 hastadan 30 unu rastgele metoduna göre seçerek T. Fizyolojik Bilimler 2006 yılı kongresinde sunmağa karar verdik. Materiyel ve Metodlar: Hastalar muhtelif şikayetlerle Anadolu Sağlık ve Araştırmalar Vakfına baş vuranlar arasından rastgele metoduna göre seçilmişlerdi. Yapılan ilk görüşmede baş ağrısından şikayet edenler migren'in vasıflarını taşıyorlarsa anamnez bu istikamette genişletilmiş ve her birinde rutin Kan sayımları ve Eser metal ölçümleri yapılmıştı. Çoğunluk migren teşhisi veya şüphesi ile nörolojik servislerde incelenmişler ve röntgen teknikleriyle incelenmişlerdi. Kan tetkiklerine ilave olarak eser metal ölçümleri ve malondialdehid her vakada ölçülmüştü. Bulgular Zn ve Cu'ın serumda normalin yarısına kadar düştüğü bu hastalarda M.D.A.'nın çoğunlukla normalin iki misline çıktığını gösterdi. Tedavi seviyesi serumda düşen parametreleri normale çıkarmayı hedef olarak seçmişti. Bu hedefe ulaşınca M.D.A.'nın da normale döndüğü ve migren ataklarının ortadan kalktığı görüldü. İstatistik çalışmalar bu bulguları teyid etti. K-17 DESCARTES'TAN ECCLES'A BEYİN ARAŞTIRMALARININ ÖYKÜSÜ YALÇIN YETKİN Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN yyetkin@yyu.edu.tr Moleküler, hücresel, dizgesel, davranışsal yada bilişsel tanımlara karşın, sinir dizgesi biyolojik yapının şaşırtıcı bir parçasıdır. İnsan, beyni geliştikçe doğayı, çevreyi ve kendini anlamaya ve çözmeye çalışmıştır. Bu yöndeki aydınlanmaya çok sayıda bilim adamı araştırma ve görüşleriyle; öneri ve eleştiriyle katkı sağladı. Descartes beyin temelinde, can (=ruh) ve maddenin yeri olarak corpus pineale'yi gösterdi: Ona göre tüm sinirler buradan başlar yada burada sonlanırlar. Soemmering beynin ince yapısını; cam üzerine çizerek elde etti. Gall, araştırmaları ile beyinin katı olmadığını açıkladı ve “ temel yeti” dizgesini kurdu. Broca, konuşmanın motor merkezini saptadı ve beyinin işlevsel asimetrisini gösterdi. Jackson, beyin yarım kürelerinin gelişim sırasında oluştuğunu solun baskın olduğunu ve konuşma için motor bölgenin bulunması gerektiğini belirtti. Reymond, sinirlerin elektriksel özellikte olduğunu doğruladı ve sinir impulslarını buldu. Sherrington,sinir hücrelerinin bağlantı bölgelerinin varlığını gösterdi ve “sinaps” adını verdi. İskelet kaslarının motor uyarımları yanında, duyusal sinirlere de sahip olduklarını gösterdi:Beyin giriş ve çıkış sinyali veren bir dizgedir. Sperry ve Myers, görme sinirlerini ve yarımküreleri bir birine bağlayan köprüyü buldular. Epileptik hastalarda “split-brain” deneylerini yürüttüler. Sperry'e göre beyin çok sayıda sinir hücresinin ortak etkisinden oluşur: Bilinçli olma durumu, sinir hücrelerinin ortak etkilerinden ortaya çıkar. Vogt, çok sayıda inme geçirmiş olan Lenin'in beynini incelemek üzere Moskova'ya çağrıldı. Araştırma sonucunda beynin üçüncü katmanında görülmemiş sayıda ve büyüklükte piramidal hücreler buldu. Bu hücrelerin onun hızlı ve zengin düşünebildiğini gösterdiğini söyledi. Brodman bu olaydan birkaç yıl önce ayılarda ve aslanlarda büyük piramidal hücreleri buldu. Papez, nöroanatomi çalıştığından insan ve hayvan beynini çok iyi bilmekteydi. Talamus, ara beyin ve bazal ganglionlar üzerindeki çalışmalarıyla tanınır. Penfield, epileptik hastalarda lokal anesteziden sonra beynin değişik noktalarını uyarak motor ve somatosensori korteksin haritasını çıkardı. Eccles, nörotransmitterler yardımıyla sinapslardan kimyasal iletiyi buldu. Bu buluş O'na Hodgkine ve Huxley ile birlikte 1963'de Nöbel ödülü getirdi. Eccles'de her beyin araştırmacısı gibi, zihinsel ve ruhsal düzeylerde sorulara yaklaşmak için uzun yıllar beyin ve işlevleri üzerinde çalıştı. Granit, deneysel psikoloji seçimiyle başladığı çalışmalarını görme alanları ile sürdürdü. Ayrıca muscualar afferentler, kas iğcikleri ve motor denetimler üzerinde çalıştı. Tonik ve fazik motor sinirleri ayırdı. Haase; birlikte çalışma fırsatı buldum, spinal ve kortikal sinirlerin eş zamanlı uyarımı ile sağlanan inhibisyonlar konusunda çalıştı. Öğrencisi olarak övünç duyduğum Tan, aldığı ulusal ödüller yanında ülkemizin nörofizyoloji ve beyin araştırmaları konusunda uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı. Her ne kadar “30 yıl alfa-innervasyonu ile çalıştım, bir şey çıkmadı” dese bile; 1980 den sonra ki beyin asimetrisi ve el tercihleri konusundaki çalışmaları ve teleoloji ve psikomotor kuramları ile büyük başarı sağladı. K-18 YANITINI ARAYAN ESKİ BİR SORU: NİÇİN UYURUZ? Levent ÖZTÜRK Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; EDirne leventozturk@trakya.edu.tr Uyku karmaşık, yüksek derecede organizasyon gösteren, birçok iç ve dış faktörden etkilenen, belli dönemlerinde beyinin uyanıklık kadar aktif olduğu, geri dönüşümlü bir bilinçsizlik ve seçici yanıtsızlıkla karakterize heterojen bir süreçtir. Uyku fizyolojisi konusundaki bilgilerimizin hızla artması ve uykuyu oluşturan mekanizmaların çoğunun aydınlatılmasına rağmen uykunun işlevi, diğer deyişle “niçin uyuruz?” sorusunun yanıtı gizemini korumaktadır. Saldırıya açık hale gelmek, besin, barınacak yer ya da türün devamını sağlamak amacıyla eş aramaya harcanabilecek bir zamanın uyumaya ayırılması gibi bir bedel düşünüldüğünde bu gizem daha da derinleşmektedir. Uyku ile ilgili birçok hipotez ileri sürülmesine rağmen bunlardan hiçbirisi uyku araştırmacılarını inandıracak düzeyde deneysel kanıt sağlayamamıştır. Bu hipotezler arasında, enerjinin korunması (Berger 1995), beyin detoksifikasyonu (Inoue 1995), beyin termoregülasyonu (McGinty 1990), doku yenilenmesi (Adam 1977), öğrenme ve bellek oluşumu (Maquet 2001) sayılabilir. REM uykusunun tanımlanmasından sonra bu uyku dönemi ile öğrenme ve bellek konsolidasyonu arasında bağlantı olduğunu gösteren önemli çalışmalar yapılmıştır. Ancak, uyku olmadan öğrenme mümkün görünmekte, her uyku dönemini mutlaka bellek konsolidasyonunun takip edip etmediği bilinmemekte ve insanlarda bellek konsolidasyonuna olan gereksinim uyku oluşması için gerekli ve yeterli bir nedendir denilememektedir. Son dönemde ileri sürülen ilgi çekici hipotezlerden biri de uykunun beyinde sinaptik ağırlığı düzenlediğini savunan sinaptik homeostasis hipotezidir (Tononi 2003). Bu hipoteze göre uyanıklık süresince beyinde kortikal devrelerde sinaptik potansiasyon olmaktadır; bu potansiasyon yavaş dalga aktivitesi ile ilişkilidir; yavaş dalga aktivitesi sinaptik büyümeyi eski haline getirecek şekilde sinaptik küçülme sağlamaktadır. Tüm bu hipotezler zaman içinde sınanacaktır. Jim Horn'un dediği gibi Birçoğu, yerlerini yeni teorilere ya da hipotezlere bırakacaklar. Elbette savaşarak! Elli yıllık araştırmaya rağmen uykunun işlevi ile ilgili söylenebilen ve herkesin hemfikir olduğu tek açıklama sanırım şudur: uykululuğu engellemek için uyuruz. Böyle bir bakış açısı, “acıkmayı engellemek için yemek yeriz” ya da “susamamak için su içeriz” açıklamaları kadar umutsuz görünmektedir. Uyku tıbbının kurucularından Allen Rechtschaffen, yukarıdaki açıklama için şöyle söylemektedir: -Bu doğru ise uyku, doğanın yaptığı en büyük hatalardan biridir. K-19 Kisspeptin: Yeni Bir Endokrin Düzenleyici mi? Bayram YıLmaz Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ELAZIĞ bayram2353@yahoo.com KiSS-1 geni tarafından kodlanan kisspeptin(ler) aynı zamanda GPR54 reseptörlerinin de endojen agonistidirler. KiSS-1 önceleri metastaz supresör gen olarak keşfedildi (bu nedenle protein metastin olarak adlandırıldı), ancak yakın zamanda kisspeptin/GPR54 kompleksinin hipotalamik-hipofizer-gonadal eksenin önemli düzenleyicilerinden biri olduğu ve ayrıca enerji metabolizmasının regülasyonunda rol alabileceği bildirilmiştir. Kisspeptin'in santral sinir sistemi (SSS) ile birlikte testis, ovaryum, pankreas, barsaklar ve en yoğun olarak da plasentada sentezlendiği gösterilmiştir. Ovaryumlarda lokal olarak sentezlenen kisspeptin'in ovulasyonda rol oynayabileceği öne sürülmüştür. Ayrıca, bu peptidin plasental beta hücrelerinde insülin serbestlenmesini lokal olarak etkilediği oldukça yeni bir araştırma bulgusudur. GPR54 reseptörleri SSS'de yaygın şekilde dağılım gösterirler. Bu reseptörlerin hipotalamus'ta gonadotropin releasing hormon (GnRH) nöronları üzerinde yer aldığı gösterilmiştir. Kisspeptin GnRH serbestlenmesini GPR54 reseptörleri aracılığı ile doğrudan uyarır. Bu peptidin santral veya periferal uygulanmasının hipotalamik-hipofizer-gonadal ekseni çok güçlü bir şekilde uyardığı ve gonadotropin düzeylerini artırdığı çeşitli deney hayvanı modellerinde gösterilmiştir. Zıt olarak, kisspeptin antikorunun dişi sıçanların beynine infüzyonu östrus siklusunu tamamen durdurmuştur. Hipotalamus'ta KiSS-1 gen ekspresyonunun gonadal steroidler tarafından modüle edildiği belirlenmiştir. Bu bulguların ışığında, kisspeptin'in püberte'nin başlatılmasında önemli bir rol oynayabileceğine inanılmaktadır. Gerçekten de, GPR54 reseptörünün fonksiyon kaybı ile karakterize mutasyon olan idiopatik hipogonadotrpik hipogonadizmli hastalarda ve GPR54'den yoksun farelerin püberteye erişemediği, reprodüktif organlarının immatür kaldığı, gonadotropin ve gonadal hormonlarının düşük seviyede olduğu belirlenmiştir. Fare hipotalamusunda KiSS-1 mRNA ekspresyonunun leptin tarafından modülasyonu, kisspeptin nöronlarının enerji homeostazının santral regülasyonunda da önemli rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Bizim laboratuarımızda elde edilen bulgular, intraperitoneal yolla kisspeptin-10 uygulanan sıçanlarda serum ghrelin (açlık durumunda mideden salgılanan ve gonadotropinler üzerine inhibitör etki eden hormon) seviyelerinin azaldığını göstermiştir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, kisspeptin nöronlarının enerji metabolizması sinyalleri ile nöroendokrin reprodüktif eksen arasında entegratör olarak fonksiyon yapabileceğini düşündürmektedir. Kisspeptin ve GPR54'ün rollerinin keşfedilmesi, erken veya gecikmiş püberte dahil birçok düzensizliğin tedavisinde yeni ve heyecan verici gelişmelere yol açabilecektir. ANAEROBİK EŞİK: ÖNEMİ VE SAPTANMASI HAKKI GÖKBEL Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı Başkanı; KONYA Anaerobik eşik, aerobik performans özelliklerinin incelenmesinde yaygın olarak kullanılan bir araçtır. Anaerobik eşiğin farklı tanımları bulunmaktadır. Bazı araştırmacılara göre, şiddeti giderek artan bir egzersiz sırasında anaerobik metabolizmanın enerji oluşumuna önemli miktarda katkıda bulunmaya başladığı noktaya “anaerobik eşik” adı verilir. Başka araştırmacılara göre ise, serum laktat konsantrasyonunun keskin bir şekilde artmaya başladığı nokta anaerobik eşik veya laktat eşiğidir. Kişinin dayanıklılık performansını en iyi ortaya koyan göstergelerden biri olan anaerobik eşik, maksimal oksijen kullanımının sedanterlerde % 50-60'ında oluşurken elit sporcularda % 85, hatta 90'ına kadar görülmeyebilir. Maksimal oksijen kullanımının % 40'ından düşük anaerobik eşik değerleri normal kabul edilmemektedir. Bu ölçüde düşük değerler örneğin kalp hastalıklarında görülür. Genellikle dayanıklılık antrenmanlarıyla anaerobik eşikte oluşan artış, aerobik güçteki artıştan fazladır. Anaerobik eşiğin antrenmanlarla arttığı ve dayanıklılığın bir göstergesi olduğu çocuklarda da gösterilmiştir. Anaerobik eşiğin üstündeki egzersizlerde laktat konsantrasyonu çok arttığı için metabolik asidoz gelişir ve yorgunluk ve/veya dispne nedeniyle egzersiz süresi daha kısadır. Anaerobik eşikteki bir egzersiz 20-60 dakika sürdürülebilmektedir. Bu yüzden üst düzey yarı maraton ve maraton koşucuları bile, bu mesafeleri anaerobik eşiğin altındaki hızlarda koşmaktadırlar. Anaerobik eşik, sporcularda ve farklı sağlık durumundaki kişilerde uygun egzersiz ve rehabilitasyon programlarının hazırlanmasında, antrenmanların takibinde ve yönlendirilmesinde, yarışmada alınabilecek derecenin tahmininde, egzersiz tiplerinin sınıflandırılmasında kullanılmaktadır. Egzersiz sırasında elde edilen laktat konsantrasyonu, solunum gaz değişim değerleri, solunum frekansı, solunum katsayısı ve kalp hızı gibi parametrelerden anaerobik eşik saptanabilir. Anaerobik eşiğin belirlenmesinde tek bir yaklaşım ve tek bir yöntem bulunmadığından farklı çalışmalarda saptanan anaerobik eşik değerleri karşılaştırılırken dikkatli olunmalıdır. KARDİYOPULMONER TESTTE GAZ ÖLÇÜMLERİNİN TEMELİ HIZIR KURTEL M.Ü. Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı hkurtel@hotmail.com Kardiyopulmoner test sırasında gaz değişimlerinin ölçülmesi egzersiz testinin yorumlanmasına önemli katkılar sağlamaktadır. Gaz ölçümlerinin doğru bir şekilde yapılması sporcu veya hastanın kardiyopulmoner sistemi ile bilgilerinin güvenilirliği ve değerini artacaktır. Ancak gaz değişim kinetikleri gibi karmaşık test yöntemlerinin kullanılması metabolik ölçüm cihazlarının çalışma prensiplerinin ve gaz değişiminin temel fizyolojik özelliklerinin bilinmesini gerektirmektedir. Günümüzde özellikle otomatize edilmiş sistemlerin yaygın olarak kullanılması ve testler sonrasında elde edilen test değerlerinin hızlı sunumu bu prensiplerin bilinmesinin önemini daha da arttırmaktadır. Bu doğrultuda oksijen tüketiminin hesaplanışı, ekspire edilen havanın cihazda toplanışı, gaz analiz cihazlarının tipleri, gaz volümlerinin standart şartlara göre düzeltilmesi, kalp debisinin hesaplanışı, verilerin validasyonu ve genel kalibrasyon prosedürlerinin bilinmesi önem kazanmaktadır. Teknolojideki hızlı ilerlemeye rağmen metabolik analizörler ile hesaplanan verilerin her zaman mükemmel sonuç vermediği sonuçların güvenilirliğini arttırmak için özel önlemler alınması gerektiği akılda tutulmalı, cihazın ölçümlerinin bazı temel kalibrasyon teknikleri uygulandığı sürece güvenilir olacağı bilinmelidir. EGZERSİZE KARDİYO-PULMONER ADAPTASYON Mehmet ÜNAL İstanbul Sporcu Eğitim, Sağlık ve Araştırma Merkezi (SESAM) mhmt_unal@yahoo.com Kardiyo-pulmoner sistemin başlıca görevi oksijeni ve gerekli besin maddelerini vücuttaki çalışan dokulara taşımak, bölgede oluşan metabolik artıkları ortamdan uzaklaştırmaktır. Kardiyopulmoner sistem bu görevini yaşamın ilk gününden son gününe kadar fizyolojik sınırlar içinde aksatmadan yerine getirmeye çalışır. Bu fonksiyonunu yerine getirirken de olabildiğince adil davranır. Daha fazla ihtiyacı olan doku gruplarına daha fazla, daha az ihtiyacı olan doku gruplarına da daha az kan gönderir. Normal, istirahat halindeki bir organizmada dakikada 5 litre civarında olan kalp atım hacminin istirahat esnasında %15-20'si iskelet kaslarına gönderilirken, maksimal egzersiz esnasında 25 litreye yükselen dakika atım hacminin %80'i iskelet kaslarına gönderilmektedir. Egzersiz vücudun karşılaştığı en büyük strestir. Organizmada bu stres esnasında aktif dokuların artmış O2 gereksiniminin karşılanabilmesi (kana giren toplam O2 miktarı 250 ml/dak.lık düzeyden 4000 ml/dak.'ya) ve oluşan CO2 fazlası (kandan uzaklaştırılan CO2 miktarı 200 ml/dak.dan 8000 ml/dak.) ve ısının vücuttan uzaklaştırılabilmesi için bir çok kalpdamar ve solunum mekanizmalarının birbiriyle entegre şekilde çalışması zorunludur. Egzersizin başlaması ile solunum derinliğinde, solunum hızında ve dakika ventilasyonunda (VE) artış olur. Kan laktat düzeyi ve oksijen borcu artar. RQ değeri artar, 1,5-1,8'lere ulaşır. Maksimal bir egzersiz esnasında organizmada ne gibi değişiklikler olmaktadır ki, istirahat esnasında 60-70 olan kalp dakika vurum hızı 190-200'lere, atım volümü 70 ml'den 140 ml'lere, kalp dakika atım hacmi 5 litrelerden 25 litrelere, a-v O2 farkı %4-5'lerden %17-18'lere, 3 ml/kg/dk olan Max VO2 65-70 ml/kg/dk.'lara yükselebilmektedir? Bu sorunun cevabı egzersiz esnasında kardiyopulmoner sistemde meydana gelen akut ve kronik adaptasyonlar ile açıklanabilmektedir. İntrensek ve ekstrensek düzenleme mekanizmalarının uyumlu çalışmaları sonucu ortaya konulan akut cevap ile egzersizde gerekli düzenlemeler yapılabilirken, uzun süre yapılan egzersizler sonucunda istirahat halinde ve egzersiz esnasında organizmada gelişen adaptasyonlara bağlı kalıcı değişiklikleri oluşmaktadır. Egzersizde akut ve kronik ortaya konulan bir takım değişiklikler sonucu organizma maksimal eorlara adapte olabilmekte ve homeostasisi koruyabilmektedir. EGZERSİZ SIRASINDA ÖLÇÜLEN SOLUNUM GAZLARI NE İFADE EDİYOR? Sanlı Sadi Kurdak Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı, Balcalı; ADANA sskurdak@cu.edu.tr Fiziksel aktivite sırasında performansın gerçekleştirilmesi, egzersiz sırasında harcanan enerjiyi karşılayabilecek yeterli ATP' nin hücre içinde bulunması ile mümkün olur. İskelet kasının egzersiz sırasında artan ATP gereksinimi ise metabolizmanın hızlanmasını gerektirir. Sağlıklı bireylerin düşük şiddette yaptıkları fiziksel aktivitelerde, aerobik metabolizmanın aktivitesindeki artış enerji gereksinimini karşılar. Egzersiz şiddetinin arttığı durumlarda ise anaerobik metabolizmayla ilgili reaksiyonların aktivitesi hızlanır. Egzersiz sırasında aerobik ve anaerobik reaksiyonların hızında meydana gelen değişiklikler, kan gazı değerlerini metabolik süreçteki farklılıkları yansıtacak şekilde etkiler. Düşük şiddetteki fiziksel aktiviteler sırasında sağlıklı bir bireyin arteryel O2 parsiyel basıncı ile arter kanı O2 içeriği sabit kalır. Buna karşın, iskelet kasını terk eden venöz kanda hem O2 parsiyel basıncı hem de O2 içeriği, iskelet kasının oksijen kullanabilme kapasitesi ve egzersizin şiddetine bağlı olarak azalır. Buna karşın egzersiz sırasında CO2 parsiyel basıncının arter kanında sabit kalması beklenilirken, venöz kanda ki CO2 parsiyel basıncı (PvCO2), oksidatif fosforilasyon hızındaki değişimle uyumlu olarak artar. Öte yandan egzersiz şiddetin artışına bağlı olarak hızlanan anaerobik reaksiyonlar sonrasında, kanda artan laktik asitten serbestleşen [H+], HCO3- ile reaksiyona girer ve bu reaksiyonun son ürünü olan CO2, PvCO2'da daha belirgin bir artışın ortaya çıkmasına neden olur. Kardiopulmoner egzersiz testi sırasında inspirasyon ve ekspirasyon havasındaki O2 ve CO2 miktarının ölçümü, iskelet kasının egzersize verdiği metabolik yanıtı değerlendirmede, dolaylı da olsa önemli bilgiler vermektedir. İnspirasyon havası ile ekspirasyon havası arasındaki farklılık metabolizmaya katılan organ sistemlerinin kullanabildikleri O2 ile üretilen CO2 miktarlarını yansıtması açısından önemlidir. Buna karşın gelişmiş analizörlerin kullanılmasının sağladığı bir avantaj ile ekspirasyon havasının son bölümünde kaydedilen ekspirasyon sonu O2 ve CO2 parsiyel basınçları, yanılma payını içinde barındırmakla beraber, arter kan gazı değerlerinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Solunum gazlarına ait veriler kullanılarak yapılan ayrıntılı hesaplamalar ile bireyin fiziksel aktivite sırasındaki performans kapasitesi yorumlamak mümkündür. Ek olarak kardiovasküler ve solunum sistemi başta olmak üzere farklı organ sistemlerinin kapasiteleri de değerlendirilebilmektedir. Bu nedenle kardiopulmoner egzersiz testleri günümüzde, söz konusu organ sistemlerini ilgilendiren olası patolojilerin erken tanısında kullanılan önemli laboratuar yöntemlerinden bir tanesi konumuna gelmiştir. Belirtilen sebeplerle solunum havasındaki gazlarının ölçümü sayesinde, egzersiz sırasında meydana gelen değişikleri yorumlama şansını veren önemli bir veri gurubu elde edilebilmektedir. Bu değişkenlerin değerlendirilmesini, fiziksel performansın altın standartları olan maksimal O2 alım kapasitesi, anaerobik eşiğin belirlenmesi gibi değerlerin tespit edilmesi ile kısıtlamamak gerekir. Daha kapsamlı çıkarımların yapılabilmesi için ise, kardiopulmoner performans testine ait verilerin fizyolojik anlamı iyi kavranmalı ve belirli bir düzen içinde yorumlanması gerektiği unutulmamalıdır. Nörolojik Bilimlerde Kök Hücre Uygulamaları Bayram Çırak Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nöroşirürji Anabilim Dalı, Kınıklı; DENİZLİ bayramcirak@yahoo.com Tıbbın hastalıklarla mücadele sürecinde kök hücrelerin tanımlanması ve kullanımı yeni bir olay değildir. Özellikle Hematoloji, Onkoloji ve Pediatri bölümlerince kök hücreler daha çok kemik iliği kaynaklı olmak üzere tedavi amacıyla uzun yıllardır kullanılmaktadır. Kök hücreler her dokuda bulunabilmeleri yanında periferik kanda, kemik iliğinde ve umbilikal kord kanında oldukça zengin oranda bulunurlar. Bu dokulardan elde edilerek çoğaltılan hücre, doku kültürleri klinik ve araştırma amaçlı olarak geniş bir kullanım imkanı bulmuştur. Son 20 yılda kök hücrelerin in vitro olarak (laboratuvar ortamında) izole edilip klonlanması ya da çoğaltılması konusunda gelişmeler oldu. Son zamanlarda birçok klinisyen kök hücreleri hasarlı veya hastalıklı hücrelerin yerine kullanabilmek amacıyla teknikler aramaktalar. Her ne kadar bu alandaki araştırmalar yenidoğan dönemi yaşamaktaysa da bu çalışmalar rejeneratif tıp için ciddi bir umut kapısı olmuştur. Nörolojik Bilimler alanında kök hücre ile ilgili çalışmalar son 20 yıl içinde oldukça hız kazandı. Nöroşirürji alanında kök hücre çalışmaları birçok hastalığın rejeneratif çalışmaları yanında: Beyin tümörlerinde tedavi alternatifleri geliştirilmesi, Omurilik yaralanmalı felçli hastalarda omuriliğin iyileştirilmesi konularında olmaktadır. Yine Nörolojik Bilimlerde ALS, Parkinson, Serebrovasküler olay.. gibi patolojilerde kök hücre tedavisi ile ilgili deneysel ve kısıtlı sayıda klinik çalışma bildirilmiştir. Nörolojik Bilimlerde kök hücre ile ilgili çalışmalardan beklenen sonuç öncelikli olarak; kök hücrelerin çoğaltılabilmesi, transplant sonrası uygun dokuda, uygun hücrelere, lazım olduğu kadar çoğalmak üzere kontrolünün sağlanabilmesi olmalıdır. İNSAN EMBRİYONİK KÖK HÜCRELERİ: TEDAVİ VE ARAŞTIRMA POTANSİYELLERİ Necati Fındıklı International Hospital Tüp bebek Merkezi, İSTANBUL necatif@gmail.com Kök hücre, kendi kendini sürekli yenileme özelliği olan ve uygun ortam sağlandığında istenilen doku ve organı oluşturacak hücreye dönüşebilen hücredir. Rahme tutunma aşamasındaki embriyolarından elde edilen insan embriyonik kök hücreleri (iEK) bu özellikleri taşıyan en erken dönem kök hücreleridir. İlk kez 1998 yılında Thomson ve arkadaşları tarafından izole edilmelerini takiben günümüze kadar dünya genelinde farklı gruplar tarafından 300'e yakın iEK dizisi elde edilmiştir. Bununla birlikte içlerinden çok az sayıda dizi ileri EK hücre özellikleri yönünden tanımlanmıştır ve diğer araştırmacıların kullanımına sunulmuştur. İnsan EK hücrelerinin in vitro şartlarda yüksek farklılaşma potansiyelleri olduğu ve uygun kültür şartları ve in vitro kültür sistemleri sağlandığında insan vücudunu oluşturan her hücre tipine dönüşebilecekleri yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Fare ve insan EK hücreleri ile gerçekleştirilen çalışmalarda elde edilen sonuçlar, gerekli teknik, etik ve kanuni şartlar sağlandığı taktirde bu hücrelerin Parkinson, Alzheimer, diyabet, enfarktüs gibi hücre ölümü, dejenerasyonu ve hasarı ile karakterize birçok ölümcül hastalıklarda tedavi amaçlı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Bu hücreler ayrıca erken dönem insan gelişiminin araştırılması, genetik geçiş gösteren hastalıkların erken dönem seyri, embriyo toksisite incelenmesi gibi günümüz şartlarında sınırlı ve zor olan konularda büyük araştırma kaynağı ve kolaylığı sağlayabilmektedir. Diğer taraftan, insan EK hücrelerinin tamamına yakını, kültürlerinde hayvan-kaynaklı hücre veya kültür solüsyonu kullanılarak elde edilmesi, farklılaşma mekanizmalarının bilinmezliği, yüksek miktarda ve saf olarak çoğaltılmalarında karşılaşılan teknik zorluklar sebebi ile henüz tedaviye araştırma amaçlı kullanıma uygun değildir. Bu nedenle günümüzde dünya genelinde pek çok çalışma halen iEH alternatif kültür kaynakları ve teknikleri ile farklılaşma mekanizmalarının moleküler düzeyde araştırılması üzerinde yoğunlaşmaktadır. MEZENKİMAL-HEMATOPOİETİK KÖK HÜCRELER VE KARDİYOLOJİK UYGULAMALAR Serdar Bedii Omay Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı; TRABZON omay@meds.ktu.edu.tr Uzun yıllardır hematolojik ve onkolojik malignitelerde kemik iliği nakli adıyla hematopoietik kök hücre nakli uygulayan hematologlar, rejeneratif tıptaki inanılmaz gelişmelerle kemik iliğini organ rejenerasyonu için de kullanmaya başladılar. Bu amaçla kemik iliği kaynaklı iki hücre tipi öne çıktı. Hematopoietik kök hücre daha çok hematolojik malignitelerde kullanılan hücre olmakla beraber kardiyolojik rejenerasyonda da çok etkili oldu. Hayvan deneylerinde alınan son derece umutlandırıcı sonuçlar Faz I insan çalışmalarının önünü açtı. End-stage nohope konjestif kalp yetmezliği hastaları ilk önemli aday hasta grubuydu. Bu gruptaki ilk çalışma Ege Üniversitesinde Özbaran, Omay ve arkadaşları tarafından yapıldı. 16 hastalık bu seride erken dönem myokard infarktüsü geçirmiş hastalarda çok olumlu sonuçlar elde edildi. Yayınlanan bu çalışmayı Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve Başkent Üniversitesinin çalışmaları takip etti. Subakut dönemdeki myokard infarktüsü geçirmiş hastalar en fazla fayda sağlayan grup olarak kendini gösterdi ve kontrollü çalışmalar farklı ülkelerden ard arda yayınlanmaya ve Avrupa Birliği projeleri ile desteklenmeye başladı. Bunlara ek olarak dilate kardiomyopatilerde denemeler vaka raporları halinde yayınlandı. Periferik damar hastalıklarındaki ilk insan çalışmasını Buerger'de Ankara Üniversitesi ekibi yayınladı. Adana Başkent hastanesinde orak hücreli aneminin iyileşmeyen yaralarının tedavisinde uygulandı. Hematopoietik kök hücrenin endotelyal diferansiasyon yeteneği altta yatan mekanizma gibi görünüyor. Mezenkimal kök hücreler ise kemik iliğinde çok daha az sayıda olan ama laboratuarda çoğaltılabilen hücreler. Bu hücrelerin kullanıldığı kardiyolojik rejenerasyon çalışmaları farklı ülkelerden rapor edildi. Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi bünyesinde kurulan Ati Teknoloji hücre laboratuarları, ülkemizde planlanan klinik çalışmalar için gerekli GMP(Good Manufacturing Practice) şartlarına uygun hücreleri üretmek amacıyla Türk biliminin hizmetine sunulmuş olup hem ar-ge hem de klinik uygulamalara yönelik hizmet üretmektedir. FLORESAN PROBELAR KULLANILARAK HÜCRE İÇİ FİZYOLOJİK VE BİYOLOJİK YANITLARIN GERÇEK ZAMANLI OLARAK ÖLÇÜLMESİ. Mehmet Uğur Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dal? ANKARA Mehmet.Ugur@dialup.ankara.edu.tr Floresan boyalar kullanılarak hücre içindeki serbest iyonların, ikinci heberci moleküllerin ve çeşitli proteinlerin derişimlerindeki ve dağılımlarındaki değişmeler gerçek zamanlı (real time) olarak izlenebilmektedir. Bu amaçla üç ana strateji kullanılmaktadır: 1- Boyaların floresans özelliklerindeki değişmelerin takip edilmesi. 2- Boyaların hücre içindeki konumlarının takip edilmesi. 3- Proteinler arasındaki moleküler etkilşmlerin takip edilmesi. Birinci stratejide boyaların Ca++ , H+ gibi serbest iyonlarla bağlanması sonucunda salınım (emisyon) ya da uyarılım (eksitasyon) spektrumlarının değişmesinden faydalanılmaktadır. İyonların tersinir bir şekilde boyaya bağlanması ve bunun sonucunda da boyanın floresans özelliklerinin değişmesi yani salınımın (ya da uyarımın) bir dalga boyundan başka bir dalga boyuna kayması, bir dalga boyunda ölçülen floresans şiddeti azalırken, diğerinin artması sonucunu doğurur. Bu floresansdaki artışın (ya da azalmanın) derecesi iyon bağlayan boyanın miktarına bağlıdır. Bu oran ise tahmin edileceği gibi ölçülen iyonun derişimi ile doğru orantılıdır. Dolayısı ile iyon derişimi arttıkça iyon bağlayan boya oranı artacak florens siddetindeki değişme de bununla orantılı olarak artacaktır. Bu şekilde gerçekleştirilen ölçümlerden (kalibrasyon sonucu) ölçülmekte olan iyonun gerçek derişimi elde edilebilir. En ideal yol hem iyon bağlamış hem de serbest boyanın salınım yaptığı (ya da uyarıldığı) dalga boylarında ayrı ayrı ölçüm yaparak bu değerleri oranlamaktır. Bir anlamda iyon bağlı ve serbest boya miktarlarına karşılık gelen bu değerlerin oranlanması anlaşılacağı üzere ölçülmek istenen iyonun konsantrasyonuna bağlılık gösterirken boyanın toplam miktarından bağımsız olacaktır. Bu tür ölçüme uygun boyalara oransal boyalar (ratiometric boyalar) denir. Ancak bazı boyalrda sadece bağlı boyanın floresansını ölçmek olanaklıdır, bu tip boyalar ise oransal olmayan (non ratiometric) boyalar olarak anılırlar. Bahsi geçen bu strateji esas olarak hücre içi serbest iyonların (Ca++, Na+, H+ gibi) derişimlerinin ölçülmesinde kullanılmaktadır. Eğer uygun mikroskopi teknikleri kullanılırsa, bu yolla iyonların derişimlerinin hücre içinde sadece zamansal değil uzaysal olarak da nasıl değiştiği ölçülebilmektedir. İkinci stratejide ise kullanılan boyanın floresan spektrumunda bir değişme olmaz ancak hücre içi dağılımının değişmesi izlenmektedir. Bu tip ölçümlerin doğal olarak, yüksek uzaysal çözünürlüğü olan mikroskopi teknikleri kullanılarak yapılma zorunluluğu vardır. Bu tip ölçümlerde probe olarak ya bir floresan boya ile konjuge edilmiş yüksek seçicilikteki toxinler, ya da Yeşil Floresan Protein (GFP) ile birleştirlmiş füzyon proteinleri ya da protein parçaları kullanılmaktadır. Burada amaç 'prob'un bağlandığı protein, ikinci haberci vs. molekülünün biyolojik bir yanıt sonucu hücre içinde yer, ya da kompartman değiştirmesinin gözlenmesidir (Örneğin hücre zarında sitoplazmaya). Aktin iskeletinin reorganizasyonu, PKC nin aktivasyon ile sitoplazmadan hücre zarına yer değiştirmesi, IP3 molekülünün PLC aktivasyonu ile membranda bağlı olduğu PIP2 den ayrılarak çözünür hale geçmesi (Dolayısı ile floresansın hücre zarından sitoplazmaya yer değiştirmesi) gibi olayların gözlenmesi bu stratejiye örnek olarak verilebilir. Üçüncü stratejide ise ancak birbirlerine çok yakın bir mesafede (angströmler düzeyinde) bulunan iki florofor arasında oluşabilen FRET (ya da BRET) gibi quantum olaylardan yararlanılmaktadır. Bu teknikler aracılığı ile iki farklı floroforla işaretlenmiş iki proteinin belli bir uyarım sonucunda birbirlerinin aralarında kimyasal bağ oluşabilecek kadar yakınına gelip gelmedikleri ölçülmektedir. Bu ölçüm canlı hürede ve gerçek zamanlı olarak yapılabilir. Yukarıda açıklanan stratejiler floresan boyaların canlı hücrelere yüklenme tekniklerindeki ve moleküler biyolojideki gelişmeler sonucunda bugün artık çok yaygın olarak kullanılmaktadırlar. Floresan boyalar kullanılarak yapılan fizyolojik yanıt ölçümleri genellikle mikroskopik tekniklerle birlikte yapılmaktadır. Ancak mikroskopi kullanımı şart değildir. Bir küvet spektrofotometresi kullanılarak da pek çok tip ölçüm yapılması mümkündür. Mikroskopik tekniklerin kullanılması tek hücreden ölçüm yapılabilmesi, hücre içi derişim dağılımının da ölçülebilmesi gibi avantajlar getirdiği için ayrıca yukarda açıklaması yapılan ikinci tip stratejiler için şart olması gibi nedenlerle floresan ölçümlerin ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir. Bu konu ile ilgili belirtmekte yarar olan bir nokta uzaysal ve zamansal çözünürlük arasındaki ilişkidir. Bu günkü tekniklerda genel olarak söylenirsa uzaysal çözünürlüğün artması zamansal çözünürlüğü, zamansal çözünürlüğün artması ise uzaysal çözünürlüğü azaltmaktadır. Kullanılan cihazlar hızlıdan yavaşa doğru sıralanırsa kabaca ilk sırada küvet spektrofotometreleri daha sonra PMT-mikroskop sistemleri, ICCD kameramikroskop sistemleri, konfokal mikroskop sıralanabilir. Ancak bu sıralama kesin değildir; örneğin line-mode da kullanılan bir konfokal mikroskop oldukça yüksak zamansal çözünürlüğe sahip olabilmektedir ancak buna karşılık uzaysal çözünürlük kaybı söz konusudur. Yukarıda yapılan açıklamalar göz önünde bulundurulursa bir gözlem için şeçilecek yöntemin amaca bağlı olarak belirlenmesinin gerektiği, “en iyi” diye tanımlanabilecek bir yöntemin olmadığı hemen anlaşılacaktır. HÜCRESEL GÖRÜNTÜLEME TEKNİKLERİ NUHAN PURALI Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı, Ankara Hemen bütün deneysel bilimlerde olduğu gibi hücre biyolojisindeki araştırmalar da laboratuvar metod ve tekniklerine bağlıdır. Hücre yapısı ve fonksiyonu ile ilişkili önemli ilerlemelerin hepsinin altında yeni araştırma ufukları açan bir metodun gelişmesi yatmaktadır. Hücreler çıplak gözle görülemiyecek kadar küçük yapılar olduklarından, hücre yapı ve fonksiyonunun görüntülenmesine imkan sağlıyacak araçlar hücre biyolojisi ile ilgili en önemli araştırma metodlarından birini oluşturmaktadırlar. Aslında “hücre” teriminin ilk ortaya atılması ışık mikroskobunun icadıyla beraber ortaya çıkmıştır. 1665'te ilk mikroskobu icad eden Robert Hooke bir tıpa mantarı dilimini tanımlarken “hücre” terimini ilk olarak kullandı. 1670 de Hooke'ınkine benzer bir yapıda 300 kez büyütme kapasitesindeki mikroskobuyla Antony van Leeuwenhoek sperm, alyuvarlar ve bakteri gibi hücreleri gözlemledi. 1838'de Matthias Schleiden ve Theodor Schwann tarafından ilk defa hücre teorisinin ortaya atılması hücre biyolojisinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Schleiden bitki dokularındaki ve Schwann hayvan dokularındaki gözlemlerine dayanarak her dokunun hücrelerden yapılmış olduğunu öne sürdüler. Bu önemli buluştan hemen sonra her hücrenin sabit olmadığı ve bölünerek çoğaldığı keşfedildi. Kısa tarihçeden de görüldüğü üzere hücre görüntüleme metodları hücre biyolojisi ile ilgili araştırmaların en temel araçlarını oluşturmaktadırlar. Bu sunumda en çok kullanılan görüntüleme yöntemleri kullanım alanları ve sınırları ile ilgili bazı temel bilgiler tartışılacaktır. Işık mikroskobu: Işık kaynağından çıkan ışık ışınları bir yoğunlaştırıcı mercek (condenser lens) yardımıyla örneğe odaklanır. Örneği geçen ışınlar (transmitted light) diğer taraftan objektif merceği tarafından toplanıp okülerden gözlenir. Birçok ışık mikroskobu 1000 büyütmeye kadar çıkabilir. Hücrelerin hemen tamamı 1-100 m mertebesinde olduğundan bütün hücreleri ışık mikroskobu ile gözlemlemek mümkündür. Ancak ışık mikroskobunun teorik çözünürlük limiti 0.2 m civarındadır ve daha ince yapıları ayırd etmek mümkün olmaz. Işık mikroskoplarının objectif merceğin yerleştirme şekline göre üstten (up right) ve ters (inverted) olanları ve iki objektif yardımıyla görüntü derinliği veren (binocular) tipleri mevcuttur. Işık mikroskobu histoloji laboratuvarlarında en sık parlak alan (bright field) mikroskobisi denilen metod için kullanılır. Bu durumda oluşan görüntünün kontrastı görünebilir ışığın hücre kompartmanlarında farklı absorpsiyonu sonucu ortaya çıkmaktadır ve sıklıkla yeterli görüntü elde edilemez. Karanlık alan (dark field) mikroskopisinde kondenser lensin orta kısmı kapatılarak dağılan ışık elimine edilerek kontrastın keskinleşmesine sağlanaır. Ancak kullanımı ve avantajı kısıtlı olduğundan başlıca binoküler mikroskoplarla diseksiyon işlemleri sırasında kullanılırlar. Görüntünün keskinliğini arttırmak için ışık mikroskopisi yapılacak örnekler, hücrenin farklı bölgelerine ait kontrastın artmasına yol açacak boyalarla işaretleme işlemlerine tabi tutulurlar. Bu boyalar hücre proteinleri, nükleik asitleri gibi yapılarla etkileşen özellikte olduklarından ve tüm bu işlemlerde hücrenin bütünlüğünü ve şeklini korumak için örnek sabitlendiğinden (fixation) canlı hücrelerle çalışmak pek mümkün olamaz. Canlı hücrelere ait kısımların kontrastı bazı optik değişiklikler sayesinde ışık mikroskobunda da elde edilebilir. Faz kontrast (phase-contrast) ve diferansiyel interferans kontrastı (differential-interference contrast) yaşayan hücreleri ışık mikroskobu ile gözlemlemenin en yaygın iki yöntemidir. Her iki yöntemde hücrenin değişik kısımlarında dansite, kalınlık gibi nedenlerden ortaya çıkan değişiklikleri final görüntünün kontrastına yansıtırlar. Parlak alan mikroskobisinde hücre çekirdeği gibi yapılar ışığı az absorbe ettiklerinden kontrast az olur ancak bu yapıları geçerken ışık sitoplazmayı geçen ışığa göre yavaşlar ve fazı değişir. Fazdaki bu faklar bu iki yöntem sayesinde görüntüye yansır ve boyanmamış canlı hücrelerin ışık mikroskobunda gözlenebilmesine olanak sağlar. Bu teknikler sayesinde 0.2 m den küçük yapılar da görüntülenebilir ancak elde edilen görüntü sahtedir ve en az 0.2 m boyutunda olmak zorundadır. Örneğin 0.025vm çapındaki bir mikrotübül 0.2 m olarak görüntülenebilir ancak tek bir tübül, tübül demetinden ayırd edilenmez. Hücrenin yapısını moleküllerin dağılımını ve fonsiyonunu çalışmak için kullanılan bir diğer yöntem floresan mikroskopidir. Fixe edilmiş veya canlı hücre bir floresan boya ile işaretlenir. Floresan boya bir dalga boyundaki ışığı emerken bir başka dalga boyunda ışık yayar. Uyarıcı dalga boyunda bir ışık ile floresan boya aydınlatılır ve uygun filtreler kullanılarak yayılan ışık (emission) toplanarak görüntü elde edilir. Floresan mikroskopinin elektronik görüntü toplama yöntemiyle kombine edilmesinden konfokal (confocal) mikroskopi yöntemi geliştirilmiştir. Bir laser tarafından sağlanan nokta ışık kaynağı, floresan boya ile işaretlenmiş örneğe yönlendirilir. Örnekten yayılan emisyon sadece fokal plandan gelen ışının geçmesine izin veren bir iğne deliğinden (pin hole) geçirilerek foton toplayıcısına (photo multiplier tube)düşürülür. Örneğin bulunduğu fokal plana ait tüm noktaların bilgisi digital olarak toplanıp o düzleme ait görüntü oluşturulur. Farklı fokal düzlemlere ait görüntüler üst üste konarak örneğin üç boyutlu görüntüsünü elde etmek mümkün olabilir. Konfokal mikroskopiye alternatif olarak iki foton uyarı mikroskopisi geliştirilmiştir. Bu yöntemle belli faz farkı ile laser ışınları sadece odak noktasında iki foton eşşzamanlı düşecek şekilde yollanır. Bu çok hassas odaklama işlemi pinhole kullanmadan üç boyut bilgisi yaratır. Ayrıca konfokal mikroskopiye göre uyarı ışığının yarattığı doku hasarı az ve penetrasyonu daha iyidir. Elektron mikroskobu: Işık mikroskobundaki limitler nedeniyle hücre yapısının detaylarını görüntülemek imkansız olduğundan daha güçlü mikroskopi teknikleri geliştirildi. Elektron mikroskobu 1930 larda ilk kez Albert Claude tarafından biyolojik örneklere uygulandı. Elektronların dalga boyu 0.004 nm olabileceğinden görülebilir ışığın dalga boyundan 100 000 kez daha kısadır. Teorik olarak 0.002nm çözünürlük mümkün gözüksede elektromagnetik lenslerin açıklık açılarının sınırlı olması nedeniyle ancak 1-2 nm çözünürlük elde edilebilir. Elektron mikroskopisinde örnek bir metalle kaplanır parlak alan ışık mikroskopisinde olduğu gibi bir elektron demeti örneğe gönderilir. Metal kaplı kısımlarda elektronlar geçmediğinden diğer taraftaki floresan ekrana geçmezler ve hücrenin işaretli kısımları negatif olarak görüntülenir. Farklı boyama yöntemleri kullanarak değişik görüntüler elde edilebilir. Metal kaplama yandan püskürtme şeklinde yapılarak üç boyutlu hissi veren görüntüler elde edilebilir (metal shadowing). Örnekler sıvı nitrojenle 164 derecede dundurulup kesici ile kırılır bu şekilde hücre membranı açılıp hücre içi yapıların görüntülenmesi gerçekleştirilebilir (freeze fracture). Hücre metal ile işaretlendikten sonra tarayıcı bir sistemle elektron bombardımanına tabi tutulabilir eğer transmitted yerine yansıyan elektronlar toplanacak olursa üç boyutlu görüntüler elde edilebilir (scanning electron microscopy). Yukarıda kısaca anlatılan yöntemlerin tamamı halen kullanılmakta olan gözde arştırma yöntemi olarak biyolojide ve tıpta kullanılmaktadırlar. Her methodun kendine has avantajları ve dez avantajları vardır. Bu yöntemlerin hepsini bir laboratuvarda bulmak, gerekli insan gücü ve finansal destek pahalı olduğundan pek mümkün olmaz. Bu nedenle araştırılacak konu belirlenirken bu durum mutlaka değerlendirilmeli metoda uygun amaç yerine amaca uygun yöntem seçilmeli ve diğer çalışma gurupları ile ortak projelere yönelinmelidir. Fotometrik Mikrospektrofluorometre ve Hücre İçi pH Kaydı ŞEREF ERDOĞAN Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Balcalı; ADANA serdogan@cu.edu.tr Bir çok hücre fonksiyonu, sitoplazmalarında ki bir kaç iyon derişimlerinin düzenlenmesine veya devamına bağlıdır. Bu nedenle hücrelerdeki iyon derişimlerini ölçebilmek, birçok hücresel sürecin çalışma prensiplerinin anlaşılabilmesinde önemli olmaktadır. Üstelik invaziv olmayan bir yöntem ile bu süreçlerin araştırılmasına olanak sağlayabilecek tekniklerin kullanılması çok daha değerli olmaktadır. Bu tekniklerden biri belli bir iyon ile etkileşerek floresan özellikleri değişen bileşiklerin kullanılması esasına dayanmaktadır. Bu floroforlardan kaynaklanan floresanın kantitatif ölçümleriyle iyon derişimlerindeki ya göreceli değişimlerin veya mutlak iyon derişimlerinin saptanması mümkündür. Böyle teknikler özellikle Ca2+ ile hücreiçi haberleşme çalışmalarında ve hücreiçi pH (pHi) düzenlenmesinin çalışılmasında çok değerli bilgiler sağlamaktadır. Memeli yumurtaları ve erken dönem embriyolarında, bu teknikler kullanılarak yapılan araştırmalar özellikle yumurta aktivasyonu ve fertilizasyon sırasındaki hücreiçi Ca2+ derişimlerindeki değişimlerin ölçülmesi şeklindedir. Bir diğer araştırma alanı ise oogenez sürecinde ve fertilizasyonda pHi değişimlerinin olup olmadığı ve pHi düzenlemesinin incelenmesidir. Bu sunumda halen çok yaygın olarak kullanılan ve insan yumurtası özellikleri ile büyük benzerlikler gösteren fare yumurtası ve embriyo modelinde pHi ölçülmesi ve düzenlenmesinde kullanılan araştırma yöntemleri üzerinde yoğunlaşılacaktır. Çok sayıda fizyolojik sınırlardaki pH değişimlerine hassas florosan indikatörler mevcuttur. Bunlardan nötral değerlere yakın pKa'sı olan BCECF oransal (ratiometrik) bir florofor olup, 500 nm ve 450 nm dalga boylarında uyarılarak maksimal olan 530 nm'deki emisyonu ölçülür; 500 / 450 oranı pH artışı ile artar. Daha sonra, emisyon spektrumundaki kayma ile pHi ölçümünü sağlayan SNARF-1 geliştirilmiştir. Bu pH'a hassas floroforun, 535 nm'de uyarılmasıyla toplanan emisyonun 640 nm yoğunluğunun 600 nm'deki yoğunluğuna oranı pH arttıkça artmaktadır. İyona hassas floroforların hücreye yükleme yöntemleri benzer olup asetometil esterleri (-AM formları), sıcaklığa bağlı olarak değişebilen inkübasyon işlemi ile hücrelere yüklenebilmektedir. Hücre zarını geçemeyen formdaki floroforlar ise mikroinjeksiyon gibi direkt yöntemler ile yüklenmektedir. Yükleme yapılan hücrelerden pHi düzenleme yöntemleri çeşitli assay yöntemleri ile çalışılabilmektedir. Bu yöntemler temelde hemen tüm hücrelerde bulunanan Na+/H+ değiştiricisi (NHE) ve HCO3-/Cl- değiştiricisi (AE) aktivitelerinin değerlendirilmesi esasına dayanmaktadır. NHE, Na+'u içeri alırken hücreiçindeki H+'i dışarı atar, böylece düşen pHi'yı düzeltir; AE ise Cl-'u içeri alırken HCO3- hücreden uzaklaştırır, böylece artan pH'yı düzeltir. pHi ölçümlerinde kullanılan oransal boyalardan elde edilen floresan yoğunluklar, K+ gradiyentini ortadan kaldırmak için ortama eklenmiş valinomisin ile nigerisin/yüksek K+ metodu sayesinde pH değerlerine kolayca çevrilebilmektedir. Dolayısı ile kayıtların direkt pH değerleri ile sunulması gerçekleştirilebilmektedir. Hücrelerin optimal çalışabilmesi için pHi'larını fizyolojik sınırlar içinde tutabilmeleri gereklidir. Bunu sağlayabilmek için hücrelerin düzenleme mekanizmalarının nasıl çalıştığını ve değişen durumlara veya hücrelerin gelişim aşamalarında verdikleri yanıtları ortaya çıkartmak bu araştırma yöntemleri ile mümkün olabilmektedir. S-1 SIÇANDA GENTAMİSİN İLE OLUŞTURULAN AKUT NEFROTOKSİSİTE ÜZERİNE a-MELANOSİT STİMÜLAN HORMONUN ETKİSİ M.Kolgazi1, S.Arbak2, İ.Alican1 Marmara Üni., Tıp Fakültesi 1Fizyoloji AD, 2Histoloji & Embriyoloji AD, Haydarpaşa, İSTANBUL; m.kolgazi@gmail.com Giriş ve Amaç: Gentamisin gram-negatif enfeksiyonların tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir antibiyotiktir. Tubuler nekrozla karakterize nefrotoksisite ilacın kullanımını kısıtlayan yan etkilerin başında gelir. -Melanosit stimülan hormonun (-MSH), çeşitli deneysel inflamasyon modellerinde pro-inflamatuvar sitokinleri, adezyon moleküllerini ve indüklenebilir nitrik oksit sentazı kodlayan genlerin indüksiyonunu inhibe ettiği gösterilmiştir. Bu çalışmada, -MSH'nın Gentamisin'e bağlı nefrotoksisite üzerine etkisini incelemek amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara (200-220 gr) 7 gün tek başına veya -MSH (25 g/sıçan/gün; i.p.) ile birlikte gentamisin sülfat (80 mg/kg/gün; ip; n=8) uygulandı. Kontrol grubuna (n=8) i.p. fizyolojik tuzlu su verildi. Sıçanlar son 24 saatlik idrarları toplandıktan sonra 8. günde dekapite edildi. Kan üre nitrojeni (BUN) ve kreatinin ölçümü için kan örneği, histolojik inceleme ve lipid peroksidasyonu (LP), glutatyon (GSH) düzeyi ve myeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ölçümleri için böbrek örneği alındı. 24 saatlik idrar hacmi, serum ve idrar kreatinin değerleri kullanılarak, kreatinin klirens hesaplandı. Bulgular: Gentamisin grubunda, kontrole kıyasla serum BUN ve kreatinin düzeyleri yüksek ve kreatinin klirens değerleri düşük bulundu. -MSH tedavisi, bu parametreleri değiştirmedi. Böbreğin histolojik incelemesinde, Gentamisin grubunda gözlenen yaygın lökosit infiltrasyonu, yoğun vazokonjesyon, yaygın tubuler nekroz -MSH tedavisi ile anlamlı ölçüde azaldı. -MSH tedavisi, Gentamisin grubunda gözlenen mikroskopik skor değerini anlamlı şekilde azalttı (p<0.001). Gentamisin grubundaki yüksek MPO aktivitesi ve LP düzeyleri de MSH tedavisiyle azalma gösterdi (p<0.05). Gentamisin grubunda kontrole göre düşük bulunan GSH düzeyi, -MSH tedavisiyle kontrol düzeyine döndü (p<0.001). Sonuç: -MSH gentamisine bağlı böbrek fonksiyonunu düzeltmemekle birlikte, doku lökosit infiltrasyonunu dolayısıyla reaktif oksijen metaboliti oluşumunu azaltarak ilaca bağlı akut nefrotoksisitede yararlı etki göstermektedir., S-2 Nitrik oksit ve superoksid dismutaz'ın Antimanik Tedavi Sırasında Değişimleri ve hastalık belirtileriyle ilişkisi H.S. Gergerlioğlu, H.A. Savaş, F. Bülbül, S. Selek, E. Uz, M. Yumru Gaziantep Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; GAZİANTEP; gergerlioglu@gantep.edu.tr Giriş ve Amaç: İki uçlu bozukluk (İUB), yaygın, tekrar eden ve etyopatogenezinde psikososyal, genetik ve biyokimyasal etmenleri içeren bir hastalıktır. Oksidan olarak nitrik oksit (NO) ve antioksidan olarak superoksit dismutaz'ın (SOD) hastalığın oluşumunda rol oynadığı daha önceki çalışmalarımızda gösterilmişti. Bu çalışma ileriye dönük olarak ikiuçlu hastalığın manik evresinde (İUB-ME) NO düzeylerini ve SOD aktivitelerini değerlendiren ilk araştırmadır. Materyal ve Metod: Çalışmaya 29 İUB-ME tanılı yatan hasta ve 30 sağlıklı kontrol dâhil edildi. NO düzeyleri ve SOD aktiviteleri 1. (NO1 ve SOD1) ve 30. günlerde (NO2 ve SOD2) alınan serumlarda çalışıldı. Klinik veriler Bech Rafaelson mani ölçeğiyle ölçüldü (BRMÖ). Bulgular: NO1 (p<.001) ve NO2 düzeyleri (p<.001) kontrollerden yüksek olmasına rağmen, SOD1 (p<.001) ve SOD2 (p<.001) aktiviteleri kontrollerden düşük bulundu. NO1 ve NO2 düzeyleri birbirleriyle kıyaslandığında anlamlı fark yokken (p>.05), SOD1 aktivitesi SOD2 aktivitesinden anlamlı derecede yüksek bulundu (p<.001). SOD2 aktivitesi ile geçirilmiş manik atakların sayısı arasında negatif ilişki vardı. NO1 hezeyan puanlarıyla pozitif ilişki gösterirken BRMÖ uyku puanlarıyla negatif ilişki göstermekteydi. Sonuç: Daha önceki çalışmalarda kesitsel olarak, NO düzeyleri manik evrede ve ötimik İUB'lu hastalarda yüksek bulunmuştu. İUB-ME'de NO'nun manik evrenin tedavi seyri esnasında da yüksek devam etmesi yıkım sürecinde bu molekülün rolünün önemini ortaya koymaktadır. Bu çalışma İUB-ME'nin fizyopatolojisinde NO'nun, uyku ile ilişkisini belirten ve hezeyan oluşumundaki olası rolüne değinen ilk araştırmadır. Literatür bilgilerine göre glutamat hezeyanların oluşumundan sorumlu tutulmaktadır. NO'nun glutamatı artırdığı da bilinmektedir. NO'nun hezeyan oluşumunda bu yolla rol alabileceği düşünülmüştür. Manik hecme sırasında SOD düzeylerinin tedaviye rağmen kontrollerden düşük kalması da vücudun antioksidan cevabı oluşturmada bu önemli stres karşısında yetersiz kaldığı şeklinde yorumlanmıştır. İUB'da oksidatif ve antioksidatif süreçleri anlamak için daha ileri araştırma ve tekrar çalışmalarına ihtiyaç vardır. S-3 OKSİTOSİN'İN OKSİDAN MİDE HASARI VE ENDİŞE ALGISI ÜZERİNE ETKİLERİ M.Deniz1, S.Tekin1, G.Çakırsoy1, M.Pehlivancık1, T.Öcek1, H.Çağlıöz1, N.Orak1, N.Poçi1, H.H. Şahin1, S. Arbak2, B.Ç.Yeğen1 Marmara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1 ve Histoloji ve Embriyoloji2 Anabilim Dalları; Haydarpaşa; İSTANBUL; mddeniz1@hotmail.com Giriş ve Amaç: Hipotalamusta bulunan supraoptik ve paraventriküler nükleustaki santral nöronlardan salgılanan oksitosinin, kolitte, stresle indüklenen ülserde ve ciltteki yaralarda iyileşmeyi arttırdığı gösterilmiştir. Bu çalışmada, oksitosinin akut ülserdeki stres algısına ve inflamatuvar süreçlere etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada her iki cinsiyetten Sprague Dawley sıçanların sol serebral ventriküllerine anestezi altında paslanmaz çelik kanül yerleştirildikten sonra iyileşmeleri için beş gün beklendi. Bir günlük açlığı takiben, sıçanlara serum fizyolojik (SF) (n:8) veya 2.5 g oksitosin sol beyin ventrikülüne 5l'lik hacim içerisinde (n:7) veya kuyruk veninden (2.5 g/sıçan) (n:8) verildi ve 5 dakika sonra saf etanol (5ml/kg) orogastrik olarak uygulandı. Etanol uygulamasından 30 dakika sonra holeboard testi ile endişe düzeyleri tespit edilen sıçanlar, üçüncü saatte dekapite edildiler. Ülser derecesi makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi ve alınan doku örneklerinde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ve malondialdehid (MDA) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: SF ile tedavi edilen ülser grubunda, kontrol grubuna göre yüksek bulunan makroskopik ve mikroskopik skorlar (p<0.05-0.01), hem santral hem de periferik olarak verilen oksitosinle azaldı; mide MPO ve MDA düzeylerindeki artışlar engellendi (p<0.05, p<0.01). Holeboard ile ölçülen deliğe bakma sayısının azalması ve hareketsizlik süresinin uzaması, SF tedavili sıçanlarda endişe düzeyinin ülsere bağlı olarak arttığını gösterdi (p<0.050.001). Ancak, intravenöz verilen oksitosin endişe derecesi üzerinde etkisiz kalırken, intraventriküler oksitosin ile endişe düzeyi kontrol değerlere döndürüldü (p<0.05-0.01). Sonuç: Oksidan doku hasarını azaltarak ülserde koruyucu etki gösteren eksojen oksitosin, stresle baş etme sırasında beyinde endojen olarak artarak, endişeyi kontrol altına alıp ülserin şiddetlenmesini sınırlayıcı bir rol oynayabilir. S-4 GLUKAGON BENZERİ PEPTİT-2'NİN MİDE ÜLSERİNDE KORUYUCU ETKİSİ M. Deniz1, N.Orak1, N.Poçi1, H.H. Şahin1, S.Tekin1, G.Çakırsoy1, M.Pehlivancık1, T.Öcek1, H.Çağlıöz1, S.Arbak2, B.Ç.Yeğen1 Marmara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1 ve Histoloji ve Embriyoloji2 Anabilim dalı; Haydarpaşa; İSTANBUL; Mddeniz1@hotmail.com Giriş ve Amaç: İnce barsak L hücrelerinden salınan ve epitel geçirgenliğinin düzenlenmesi, besin emilimi ve hücre proliferasyonunda önemli rol oynayan glukagon benzeri peptit (GLP)2'nin kolit, ileit ve iskemi/reperfüzyon hasarında mukozayı koruduğu gösterildiği halde, mide ülserinde etkisi tanımlanmamıştır. GLP-2'nin ülsere bağlı gelişen endişe algısına ve inflamatuvar yanıta etkisinin araştırılması amacıyla bu çalışma planlandı. Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague Dawley sıçanların sol serebral ventriküllerine anestezi altında paslanmaz çelik kanül yerleştirildikten sonra iyileşmeleri için beş gün beklendi. Bir günlük açlığı takiben, sıçanlara intraserebroventriküler olarak serum fizyolojik (SF) veya GLP-2 (5g/sıçan/5l) verildi ve 5 dakika sonra orogastrik saf etanol (5ml/kg) verilerek ülser oluşturuldu. Başka bir grupta, ülserden 1 gün önceden başlayarak, GLP-2 (5g/sıçan) veya SF dört kez ciltaltına uygulandı. Etanol uygulamasından 30 dakika sonra holeboard testi ile endişe düzeyleri tespit edilen sıçanlar, üçüncü saatte dekapite edildiler. Midede ülser indeksleri mm cinsinden tespit edildi, mikroskopik hasar değerlendirildi ve alınan doku örneklerinde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ve malondialdehid (MDA) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Holeboard testinde belirlenen hareketsizlik süresinin, SF tedavili ülser grubunda kontrole göre artmış olarak bulunması, endişe düzeyinin arttığına işaret etti. SF ile tedavi edilen ülser grubunda MPO ve MDA düzeylerinin, makroskopik ve mikroskopik olarak ölçülen hasarın kontrole göre arttığı gözlendi (p<0.05- 0.001). Hem santral hem de sistemik GLP-2 tedavisi verilen gruplarda ise, hareketsizlik sürelerinin kontrol düzeyine döndüğü, MPO ve MDA düzeyleri ile hasarın azaldığı (p<0.01) bulundu. Sonuç: Dokuya nötrofil göçünü ve artmış endişe düzeyini baskılayarak, oksidatif mide hasarını azaltan ve ülser gelişimini engelleyen GLP-2'nin, bu anksiyolitik ve anti-inflamatuvar etkilerinin ülser tedavisinde yararlı olabileceği düşünülmektedir. S-5 KRONİK KADMİYUM TOKSİTESİNE MİDKİN VE GALEKTİN-3 ÜN KATILIMI N. Yazıhan1,2, M. Koçak1, E. Akçıl1, H. Ataoğlu 2,3. Ankara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Moleküler Biyoloji Araştırma ve Geliştirme Birimi2, Mikrobiyoloji BD3; ANKARA; nurayyazihan@yahoo.com Giriş ve Amaç: Kadmiyum (Cd) bilinen en toksik çevresel ve endüstriyel artıklardandır. Cd diğer organik maddelerin aksine biyolojik ortamlarda yıkılarak azalamaz ve bu nedenle çok uzun yarı ömre sahiptir. Cd nin testis, kalp, böbrekte apoptosisi uyardığı, TNF gibi enflamatuar sitokinlerin yapımını arttırdığı ve dokularda yetmezliğe varan patolojilere neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada uzun süreli Cd toksitesinin kalp dokusundaki olası toksik etkisinde TNF-alfa, nitrik oksitin rolü ve enflamatuar süreçlerde arttığı düşünülen moleküllerden midkin ve galektin-3 ün olaya katılımının belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Deney 2 grupta (kontrol ve Cd toksitesi ) wistar erkek sıçanlarda yapılmıştır. Kronik Cd toksitesi, sıçanların içme sularına 3 ay süreyle 15 ppm Cd eklenerek yapılmıştır. Deney sonunda doku örnekleri TNF-alfa, NO metaboliti olan nitrit, midkin ve galektin-3 ölçümleri için çıkarılmıştır. Bulgular: Kalp dokularının Cd grubunda belirgin dilate olduğu gözlenmiştir. Kalp dokularında TNF-alfa düzeyleri belirgin artmıştır. Dokuların TNF bulgularına korele olarak midkin (2754±77, 3995±203 pg/ml(p<0.001)); ve galektin-3 düzeyleri (kalp: 7182±792, 12777±675 pg/ml (p<0.001)) Cd grubunda artmış bulunmuştur. Doku nitrit düzeyleri de artmıştır. Sonuç: Cd toksitesinde enflamatuar sitokinlerden TNF-alfa düzeyi artışına ek olarak doku midkin ve galektin-3 düzeyi de bulgulara korele olarak artmaktadır. S-6 TESTİS TORSİYONU SONRASI GELİŞEN HASARDA ERİTROPOİETİNİN KORUYUCU ETKİSİ N. Yazıhan1,2, N. Koku4, H. Ataoğlu2,3 Ankara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Mikrobiyoloji BD2, Moleküler Biyoloji Araştırma ve Geliştirme Birimi3, ANKARA Denizli Devlet Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği; DENİZLİ; nurayyazihan@yahoo.com Giriş ve Amaç: Testis torsiyonu kan dolaşımının bozulmasıyla karakterize akut bir durumdur, çoğunlukla infertilite ile sonuçlanmaktadır. Testis torsiyonunda iskemi-reperfüzyona (I/R) bağlı mekanizmaların rol aldığı görülmüştür. Eritropoietinin(EPO), I/R hasarından koruyucu etkilerini gösteren çalışmalar artmaktadır. HIF-1α yapımı hipoksik durumlarda artmaktadır fakat EPO ile arasındaki etkileşim henüz tam olarak belli değildir. Materyal ve Metod: Çalışmada Spraque-Dawley sıçanlarda testis torsiyonunda EPO(3000 IU/kg) tedavisinin etkileri araştırılmıştır. Deney 5 grupta gerçekleştirilmiştir. GrupI: sham opere, grup II: sham+EPO, grup III: I/R , grup IV: torsiyondan 30 dk sonra EPO verilmiş, grup V: detorsiyondan sonra EPO tedavisi uygulanmış ve deney detorsiyondan 4 saat sonra sonlandırılarak testisler biyokimyasal ve moleküler incelemeler için çıkarılmıştır. EPO' nun testis torsiyonundaki etkisi torsiyone testis ve karşı testisde TNF-α düzeyi HIF-1α, TNF-α ve IL-6 mRNA ekspresyonu değerlendirilerek araştırılmıştır. Bulgular: Testis torsiyonundan sonra karşı testisteki hasar torsiyone testise göre daha fazla bulunmuştur. EPO tedavisi, doku TNF-α düzeyi, TNF-α ve IL-6 mRNA düzeylerini azaltarak, HIF-1α mRNA ekspresyonunu arttırarak koruyucu etki göstermektedir. Sonuç: EPO nun testis torsiyonundaki koruyucu etkisi HIF-1 α üzerinden olmaktadır. Karşı testisdeki hasarda dolaşımdaki sitokinlerin artmasının rolü olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca EPO, TNF-α ve IL-6 gibi enflamatuar sitokinlerin hem sistemik hem de doku düzeyinde yapımını azaltarak antienflamatuar etki göstermektedir. S-7 OVARYUM KANSERİNDE HSP10 'nin SUPRESSİF ETKİSİ S. Akyol, D.D.Taylor Department of Obstetrics,Gynecology, and Women's Health Universty of Louısville School of Medicine, KY USA; sibelakyol@gmail.com Giriş veAmaç: Bu çalışma ovaryum kanserli hastalarda HSP'10 nin varlığını ve supressif CD3 zetanın rolünu belirlemek amacıyla planlandı. Materyal ve Metod: Yaşları eşleştirilmiş dişi kontroller (n=9) ve ovaryum kanser hastalarından(n=10) serum ve karın sıvısı alındı. HSP 10 serum, karın sıvısı ve ovaryum tümör hücre kültüründe Western Immunoblotting yöntemi ile belirlendi. HSP10 içeren serumda supressif CD3 zetanın varlığı Jurkat cell Bioassay kullanılarak tanımlandı. Immünopresipitasyon ile serum HSP10' nin uzaklaştırılmasından sonra, serum tekrar ölçüldü ve CD3 supresyonunu belirlemek için immunopresipitate değerlendirildi. Bulgular: HSP10 kontrollerde ölçülemezken, epitelial ovaryum kanserli hastalarda değişik seviyelerde görüldü. Analizler karın sıvılarında ekstra HSP10 bulunduğunu gösterdi. Biz tümörlerin HSP10 sirkülasyonunun potansiyel kaynağı olup olamayacağını araştırdık. HSP10 tüm ovaryum kanser hücre dizisi testlerinin medyasında bulundu. Ovaryum kanser hastalarının serumlarından alınan HSP10 nin rolü, CD3 zeta kaybından sonra analiz edildi. CD3 zetanın supresyonu ve HSP10 sirkulasyonunun düzeyleri arasında direkt korelasyon bulundu( (r2) 0.839).Ovaryum kanserli hastaların serumlarında HSP10 nin etkilerinin degerlendirilmesinde iki yöntem kullanıldı. Birincisinde HSP10 nin uzaklaştırılması ile CD3 zeta supresyonunun kaybı, ikincisinde ise HSP10 nin immunpresipitasyonunun neden olduğu CD3 zeta supresyonunun kaybı değerlendirildi. HSP10 kapsayan serum CD3 zetanın ekspresyonunu azalttı, buna ragmen immunopresipitasyonla HSP10 uzaklaştrıldıktan sonra, CD3 zetada artış gözlendi. İkinci yaklaşımda CD3 zetanın ekspresyonu immunopresipıtate materyal kullanılarak değerlendirildi. HSP10 uzaklaştırılması CD3 zeta ekspresyonunun seviyelerini anlamlı bir şekilde artırırken, tersine dönüşüm tamamlanmamıştı. Bu durum HSP10'a ilaveten diğer immün düzenleyici faktörlerin etkisini gösteriyordu. Sonuç: Bizim bulgularımız gebelikte olduğu gibi, HSP 10'nin, immün denetimden kaçan tümörlerin oluşumunda T hücre aktivasyonunun supresyonunda kritik faktör olabileceğini gösterildi. S-8 ALKOLİK GEBE SIÇANLARDA GEBELİĞİN FARKLI EVRELERİNDE IL-1, IL-2 VE NK ETKİLEŞİMLERİ S. Akyol, H. Tunalı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; İSTANBUL; sibelakyol@gmail.com Giriş ve Amaç: Çalışmamız alkolik gebe sıçanlarda gebeliğin farklı evrelerinde IL-1,IL-2 ve doğal öldürücü hücrelerin (CD56, NK) etkileşimini incelemek amacıyla planlanmıştır. Materyal ve Metod: Ortalama ağırlıkları 180 -220g. olan 10-12 haftalık a/a Wistar albino soyu dişi sıçanlar kullanıldı. Sıçanlarda ;1) Kontrol grubu (C)(n=10), 2) %17.5 diet etanol grup (E)(n=10), 3) %30 gavaj etanol grup (GE)(n=10) olmak üzere 3 grup (n=30) oluşturuldu. E gruba 4 ay boyunca günde 8.75 g/kg. %17.5 etanol, GE gruba ise 2 ay boyunca günde 6 g/kg. %30 etanol uygulandı. Bu uygulamanın ardından gebe bırakıldılar. Gebelik süresince etanol uygulanmasına devam edildi. Gebeliğin 1. haftasında (3.gün) ve 3. haftasında (17.gün) kan örnekleri alındı. Kan örneklerinde; CD 56(NK) (Antikandidal İndeks tayini), CD19, IL-2r (Flow Sitometrik tayin), IL-1, IL-2,IFN g (Elisa yöntemi) tayin edildi. Bulgular: (C) ile (E) kıyaslandığında CD56(NK) (p<0.01), IL-2 (p<0.05), IL-2r(p<0.01), IFN g (p<0.001), CD19 (p<0.01) azalma gösterirken, IL-1(p<0.01) artış gösterdi. (C) ile (GE) kıyaslandığında CD 56(NK) (p<0.001), IL-2 (p<0.01), IL-2r(p<0.05), IFN g(p<0.001), CD19(p<0.01) azalma belirlendi. IL-1 düzeyinde anlamlı değişim görülmedi. ( CG ) ile (EG ) ve (GEG) grubunun 1. evresi (3.gün) karşılaştırıldığında CD 56(NK), IL-2, IL-2r, IFN g ve CD19 (p<0.001) azalırken, IL-1, (EG) de (p<0.001) ve (GEG) de (p<0.01) arttı. (CG ) ile (EG ) 3.evrede (17.gün) karşılaştırıldığında CD 56(NK), IL-2r, CD19 (p<0.001), IL-2, IFN g, (p<0.01) azalırken, IL-1 (p<0.001) arttı. ( CG ) ile (GEG) 3.evrede karşılaştırıldığında CD 56(NK) ve IL-2 (p<0.01), IL-2r(p<0.001), IFN g (p<0.05) azalırken, IL-1 ve CD19 değerlerinin değişmediği gösterildi. Sonuç: Gebelik döneminde etanol, NK hücreleri, CD19, IL-2, IL-2r ve IFN g üzerindeki supresyonu kuvvetlendirmektedir. Bu supressif etki immün sistemin birbirine ters çalışan mekanizmalarını tetiklemektedir. S-9 BÖBREK KİTLESİ AZALTILMIŞ SIÇANLARDA, FARKLI ORANDAKİ TUZ YÜKLEMELERİNİN BARORESEPTÖR REFLEKSİN DUYARLILIĞI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu Çukurova Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ADANA; eylemtaskin2003@yahoo.com Giriş ve Amaç: Subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda barorefleks mekanizmanın bozulup bozulmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle, çalışmamızda değişik oranlardaki tuz yüklemelerinin subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda barorefleks duyarlılığı üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Doksan dört Wistar erkek sıçanların bir kısmına ortalama %72 oranında subtotal nefrektomi diğer kısmına ise yalancı operasyon uygulandı. Bu işlemden 1 hafta sonra her iki grubun hayvanlarına distile su veya %0.25 NaCl veya %0.5 NaCl beş hafta süreyle içme suyu olarak verildi. Beş haftanın sonunda sol femoral arter ve venine kateterler yerleştirilen hayvanların, bu işlemden bir gün sonra barorefleksin sempatik ve parasempatik bileşenlerinin duyarlılıkları; intrinsik kalp atım hızları; plazma elektrolit ve kreatinin düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Subtotal nefrektomi, barorefleksin taşikardik yanıtının duyarlılığını %0.5 NaCl alım koşulunda (p<0.05); intrinsik kalp atım hızını tüm tuz alımı koşullarında (p<0.001) azalttı. Nefrektomi %0.5'lik NaCl alım koşulunda plazma sodyumunu artırırken (p<0.01); distile su alım koşulunda ise plazma potasyumunu azalttı (p<0.05). Tuz yükleme oranının artması ile birlikte, nefrektomililerde kontrollerine göre yüksek (p<0.001) olan kreatinin miktarı artış eğilimi gösterdi. Sonuç: Subtotal nefrektomide, barorefleks duyarlılığının azaldığı ancak tuz yükleme oranı ile barorefleks duyarlılık düzeyi arasında açık nedensel bir ilişkinin bulunmadığı; intrinsik kalp atım hızının alınan tuzdan bağımsız olarak azaldığı kanısına varılmıştır. S-10 ASPİRİN KULLANIMININ SERUM VEGF VE ENDOSTATİN SEVİYELERİNE ETKİSİ M. Şencan1, R. Güneşaçar3, D. Deveci2 Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi 2Fizyoloji, 1İç hastalıkları, SİVAS Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3İmmünoloji BD, ADANA. devecid@yahoo.com Giriş ve Amaç: Anjiyojenik vasküler endotelyel büyüme faktörü (VEGF) ve anti-anjiyojenik endostatin vücuttaki bir çok hücre tarafından üretilen faktörlerdir. VEGF'in anjiyojenik etkisi endotel hücreleri üzerine olan kuvvetli mitojenik etkisinden kaynaklanmaktadır. Endostatinin anti-anjiyojenik etkisi ise endotel hücrelerinin çoğalması ve göçünü engellemesinin yanı sıra apoptozislerine de neden olmasıyla ortaya çıkabilir. Bu faktörlerin kardiyovasküler hastalıklar ve kanserde önemli rollerinin olduğu bildirilmektedir. Ayrıca son zamanlarda aspirin kullanımının da bazı kanser türlerine iyi geldiği gösterilmiştir. Tümörlerin büyüme ve gelişmesinin anjiyojenik ve anti-anjiyojenik faktörler arasındaki dengeye bağlı olarak geliştiği bulunmuştur. Bundan dolayı çalışmamızda, belli yaş grubundaki aspirin alan ve almayan sağlıklı erkeklerin serumlarındaki VEGF ve endostatin düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya aspirin alan 40 sağlıklı erkek gönüllü katılmıştır. Deneklere 3 hafta süre ile günlük tek doz halinde 300 mg aspirin verildi. Çalışmaya katılan tüm deneklerden aspirin öncesi ve sonrası elde edilen serum örneklerinden VEGF ve endostatin düzeyleri Eliza yöntemiyle ölçüldü. Sonuçlar eşleştirilmiş t- testi ile değerlendirildi ve anlamlılık p<0.05 olarak kabul edildi. Bulgular: Deneklerin aspirin almadan önceki serum VEGF seviyesi 419±36 iken aspirin alımından sonra 364±34 pg/ml'ye anlamlı olarak düşmüştür, P<0,01. Aspirin endostatin seviyesini etkilememiştir. Endostatin düzeyleri aspirin almadan önce 90±4 ng/ml, aldıktan sonra 89±4 ng/ml olup aradaki fark anlamsız bulunmuştur. Sonuç: Aspirin uygulaması anjiyojenik bir faktör olan VEGF seviyesini anlamlı olarak azaltırken, anti-anjiyojenik endostatin seviyesini etkilememiştir. Bu sonuç da, aspirinin bazı kanser türlerindeki faydalı etkisinin belki de VEGF seviyesini düşürerek ve endostatin seviyesini de koruyarak katkıda bulunmuş olduğunu yansıtabilir. Ayrıca aspirin alımı anjiyojenez oluşumunun istenmediği hastalıklarda faydalı ama anjiyojenezin oluşmasının istendiği durumlarda zararlı olabilir. S-11 KARDİYOPULMONER BYPASS SONRASINDA ÇİNKO VE BAKIR DÜZEYLERİNDE MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER Z.I.S. Görmüş1, F. Sunar1, İ. Halifeoğlu3, N. Görmüş2, A.K. Baltacı1 Selçuk Üni., Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji1 ve Kalp Damar Cerrahisi2 AD, KONYA Fırat Üni., Biyokimya AD3; ELAZIĞ; igormus@gmail.com Giriş ve Amaç: Açık kalp ameliyatlarında rutin olarak kullanılan kardiyopulmoner bypass sonrasında hücrelerarası elektrolitlerde önemli değişiklikler olmaktadır. Bunlar arteryel kan gazları ile tespit edilerek hızla düzeltilebilmektedir. Organizmada pek çok önemli görevleri olan çinko ve bakır düzeyleri hakkında ise detaylı bir araştırma yoktur. Çalışmamızın amacı bu elementlerde kardiyopulmoner bypass sonrasında meydana gelen değişiklikleri saptamak ve bunların neden olabileceği klinik problemleri belirlemekti. Materyal ve Metod: Kalp damar cerrahisinde koroner arter hastalığı tanısı ile açık kalp ameliyatı yapılacak 45 hasta çalışmaya alındı. Bu hastalarda preoperatif dönemde (T0), postoperatif erken dönemde (T1) ve postoperatif 1. günde (T2) alınan kan örneklerinin serumlarında çinko ve bakır düzeyleri atomik absorbsiyon yöntemiyle ile ölçüldü. Bulgular: T0, T1 ve T2 zamanlarında çalışılan serum çinko düzeylerinin ortalama değerleri sırası ile 163,6, 127 ve 198,6 μg/dl olarak ölçüldü. Aynı zamanlarda çalışılan serum bakır düzeylerinin ortalama değerleri ise sırası ile 68, 56 ve 60 μg/dl olarak ölçüldü. İstatistiksel değerlendirmelerde serum çinko düzeylerinin T1 zamanında T0'a göre anlamlı olarak azaldığı T2 zamanında ise tekrar yükseldiği izlendi (p<0,05). Serum bakır düzeylerinin istatistiksel değerlendirmede T1 zamanında T0'a göre anlamlı olarak azaldığı T2 zamanında ise tekrar yükseldiği izlendi (p<0,05). Sonuç: Kardiyopulmoner bypass sonrasında serum çinko ve bakır seviyelerinde önemli değişiklikler olmaktadır. Bu durum postoperatif dönemde hastalarda gelişen ve sebebi izah edilemeyen aritmilerin, geçici hepatorenal fonksiyon bozukluklarının ve gastrointestinal semptomların altında yatan sebepler olabilir. S-12 DENEYSEL HEPATİK REZEKSİYON MODELİNDE DİPİRİDAMOLÜN KARACİĞER REJENERASYONU ÜZERİNE ETKİSİ T. Artış1, H. Esin1, F. Mutlu1, S. Artış2, Z.Yılmaz1 Erciyes Üni.,Tıp Fakültesi 1Genel Cerrahi, 2Fizyoloji AD; KAYSERİ; sartis@erciyes.edu.tr Giriş ve Amaç: Karaciğer rejenerasyonunun kontrol edilebilir yaygın bir işlem haline gelmesi modern cerrahide önemli aşamalardan birisidir. Karaciğer rejenerasyonunu artırmak üzere yapılan çalışmalar giderek önem kazanmıştır. Bu çalışmada ratlarda, fosfodiesteraz inhibitörü olan dipiridamolün deneysel hepatik rezeksiyon modelinde karaciğer rejenerasyonu üzerine etkileri amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada ağırlığı 300-550 gram arasında değişen, 60 adet erkek WistarAlbino rat kontrol ve dipiridamol grubu olmak üzere iki gruba eşit olarak paylaştırıldı. Her bir grup daha sonra 10' ar rattan oluşan üç alt gruba ayrıldı. Çalışma grubundaki ratlara %70'lik karaciğer rezeksiyonu sonrası intravenöz dipiridamol kontrol grubundaki ratlara ise % 70'lik karaciğer rezeksiyonu sonrası % 0.9 NaCl infüzyonu uygulandı Rezeke edilen yaş karaciğer ağırlığı kaydedildi. Ratlar 24, 48 ve 72 saat sonunda sakrifiye edildi. Vena kava inferiordan kan örnekleri alındıktan sonra kalan karaciğer dokusu çıkartılarak tartıldı. Aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), alkalen fosfataz (ALP), albumin ve protrombin zamanı (PT) ölçümleri yapıldı. Morfolojik rejenerasyon parametresi olarak rölatif karaciğer ağırlığı kullanıldı. Histopatolojik değerlendirme ise mitotik indeks ve prolifere olan hücre nükleer antijeni (PCNA) işaretlemesi ile yapıldı. Bulgular: 24, 48 ve 72. saatler sonunda dipiridamol ve kontrol grupları arasında rölatif karaciğer ağırlığı, ALP değerleri arasında anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). AST, ALT, albumin değerleri arasında ise 24 ve 72. saatte ve PT değerleri için 72. saatte istatistik olarak anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). 24, 48 ve 72. saatlerde mitotik indeks ve PCNA işaretlenme oranları dipiridamol grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sonuç: Dipiridamol ratlardaki deneysel karaciğer rezeksiyonu modelinde morfolojik ve fonksiyonel olarak karaciğer rejenerasyonunu artırmaktadır. Yapılacak ileri çalışmalarla klinik uygulamada kullanımı düşünülebilir. S-13 OVARYUM STEROİTLERİNİN UTERUS MOTİLİTESİ ÜZERİNE OLAN ETKİSİNDE NİTRİK OKSİTİN ROLÜ A.Bülbül, A.Yağcı, A.Sevimli, H.A.Çelik, A.Karadeniz, E.Akdağ Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; Afyonkarahisar.;abulbul@aku.edu.tr Giriş ve Amaç: Reprodüktif olaylarda meydana gelen değişimler nitrik oksit düzeyine ve nitrik oksit sentaz (NOS) ekspirasyonuna etki etmektedir. Araştırmada ovaryum steroidlerinin miyometriyal kasılımlar üzerine olan etkisinde nitrik oksidin rolünün ve NOS etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada ovaryumları çıkarılmış Sprague Dawley ırkı 3 aylık 40 dişi rat kullanıldı. Hayvanlar her biri 10 rattan oluşan kontrol ve 3 deneme grubu olmak üzere toplam 4 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna susam yağı (Ov grup), progesteron grubuna progesteron 2 mg/rat/gün, östrojen grubuna östrojen 10 g/rat/gün, östrojen + progesteron grubuna (ÖP grubu) östrojen 10 g/rat/gün + progestagen 2 mg/rat/gün uygulaması kas içi 10 gün verilerek sonlandırıldı. Hazırlanan uterus preparatları izole organ banyosuna yerleştirildi. Uterus düz kas hareketleri “force transducer” ve “acquisition system” yardımı ile bilgisayarda görüntülenerek kaydedildi. Bulgular: L-arginin, SNP ve cGMP'nin kontrol, progesteron ve ÖP gruplarında uterus kasılım şiddetinde doza bağımlı olarak azalma oluşturduğu östrojenin ise bu etkiyi engellediği belirlenmiştir. NNA + arginin uygulaması sonucunda kontrol, progesteron ve ÖP gruplarında argininin uterus kasılım şiddetinde oluşturduğu inhibisyonu azalttığı belirlenmiş, standart kasılım ile karşılaştırılmasında ise kontrol grubunun düşük olduğu görülmüştür. Yapılan immunhistokimyasal değerlendirmede östrojen ve ÖP gruplarında uterus bez ve epitel dokusunda nNOS, iNOS ve eNOS ekspirasyonun arttığı östrojen grubunda ise sinir hücrelerinde eNOS ve nNOS'un azaldığı belirlenmiştir. Sonuç: Myometriyumda nitrik oksit motiliteyi azaltırken östrojen bu etkiyi önlemektedir. Uterusda motiliteyi azaltan nitrik oksit bu etkisini olasılıkla uterus sinir dokusundan bulunan ve östrojen tarafından baskılanan eNOS ve nNOS enzimi aracılığıyla veya cGMP'ye bağımlı protein kinaz üzerinden göstermektedir. Bu çalışma TÜBİTAK tarafından “VHAG-2097” nolu proje kapsamında desteklenmiştir. S-14 DİYABETİK SIÇAN AKCİĞERİNDE NİTRİK OKSİT VE LEPTİN İLİŞKİSİ F.Öztay, A.Kandil, E.Gürel, S.Üstünova, A.Kapucu, H.Balcı, K.Akgün-Dar, C.Demirci İstanbul Üni., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü; İSTANBUL; fusunoztay@yahoo.com Giriş ve Amaç: Diyabetik akciğer dokusunda endoteliyal nitrik oksit (eNO) ve uyarılabilir nitrik oksit (iNO)'in arttığı, leptin seviyesinin ise azaldığı bildirilmektedir. Çalışmamızda, diyabetik sıçan akciğerinde meydana gelebilecek eNOS ve iNOS immünoreaktivitesindeki değişiklikler ile diyabette NO ile leptin arasındaki ilişkinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Materyal ve Metod: Sıçanlara yapılan tek doz STZ (65 mg/kg; ip) uygulamasından 4 hafta sonra, diyabetik sıçanlara 3 mg/kg dekzametazon (DEX), 0.5 μg/ml leptin ve 20U/kg insülin uygulamaları bir hafta süre ile her gün aynı saatte yapılmıştır. Bulgular: Diyabetik sıçanlara DEX, leptin ve insülin uygulamaları yapıldığında, insülin ve DEX'in diyabetik sıçan akciğerinde gözlenen yapısal anomalilerin gerilemesine neden olduğu tespit edildi. Bununla birlikte, insülin uygulaması sonucu diyabetik sıçan akciğerinde önemli derecede iyileşme görüldü. İnsülin+DEX ve İnsülin+Leptin uygulanan diyabetik sıçan akciğerleri karşılaştırıldığında, İnsülin+DEX uygulamasının akciğerde gözlenen yapısal anomalileri büyük ölçüde gerilettiği, leptinin ise, bağ doku fibrillerinde artışa neden olarak solunum fonksiyonunu azaltabilecek yapısal değişikliklere neden olduğu tespit edildi. İmmünohistokimyasal bulgular, diyabetik sıçan akciğerinde eNOS ve iNOS'un arttığını göstermektedir. Diyabetik sıçanlara yapılan DEX uygulaması, bronş ve bronşiyol epitelindeki ve makrofajlardaki eNOS immunoreaktivitesini azaltmıştır. Bu grupta gözlenen iNOS immünreaktivitesi bronş ve bronşiyol epitelinde değişmezken, makrofajlarda azalmıştır. Diyabetik sıçanlara leptin uygulaması ise dokudaki eNOS miktarını azaltırken, iNOS seviyesinde bir değişiklik yapmamıştır. İnsülin uygulaması ile yapılan diyabet tedavisi sonunda, eNOS ve iNOS immunoreaktivitesi kontrollere yaklaşmıştı. Sonuç: Çalışmamızın sonuçları dikkate alındığında, diyabet tedavisinde, insülin uygulaması ile birlikte, iNOS'un inhibisyonunun faydalı olabileceği düşünülmektedir. S-15 ASPİRİNİN DENEYSEL MİYOGLOBİNÜRİK AKUT BÖBREK YETMEZLİĞİNDE KORUYUCU ETKİLERİ 1 N. Aydoğdu, 2İ.H. Atakan, 3U. Usta, 4H. Erbaş, 1E.E. Gürel, 1E. Yılmaz, 1K. Kaymak Trakya Üni., Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Üroloji, 3Patoloji ve 4Biyokimya AD, EDİRNE; naydogdu@hotmail.com Giriş ve Amaç: Nitrik oksit (NO) ve serbest radikaller rabdomiyoliz sonucu gelişen akut böbrek yetmezliğinin patogenezinde çok önemli rol oynarlar. Aspirinin lipid peroksidasyonu azalttığı, antioksidan enzim aktiviteleri ile nitrik oksit düzeyini arttırdığı bildirilmektedir. Ülkemizin deprem kuşağında olması, trafik ve iş kazalarının çok sık görülmesi nedeniyle; deneysel miyoglobinürik akut böbrek yetmezliğinde aspirinin etkilerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 1. ve 2. gruplarda 7, 3 ve 4. gruplarda 10 adet olmak üzere 34 erkek Spraque Dawley sıçan kullanıldı. 1. ve 2. gruplardaki sıçanlara fizyolojik serum (FS), 3. ve 4. gruplara % 50'lik gliserol 10 ml/kg'a göre intramüsküler enjekte edildi. Gliserol enjeksiyonundan 1 ve 24 saat sonra; 1. gruba FS, 2. gruba 10 mg/kg dozunda aspirin, 3. gruba FS, 4. gruba 10 mg/kg dozunda aspirin intraperitoneal verildi. Gliserol enjeksiyonundan 48 saat sonra anestezi altında kan ve böbrekleri alındı. Böbrek dokusunda süperoksit dismutaz, katalaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, malondialdehit, glutatyon, nitrik oksit düzeyleri; plazma üre, kreatinin, sodyum, potasyum, kreatin kinaz ve nitrik oksit düzeyleri; kreatin klirensi ve fraksiyonel sodyum atılımı ile histopatolojik değişiklikler ve demir birikimi incelendi. Bulgular: Gliserol enjeksiyonu ile birlikte FS verilen 3. grupta böbrek fonksiyonlarının bozulduğu, antioksidan enzim aktiviteleri ile glutatyon ve nitrik oksit düzeylerinin azaldığı ve lipid peroksidasyonun, histopatolojik olarak nekroz, kast ve demir birikiminin arttığı görüldü. Aspirin ile tedavi edilen 4. grupta böbrek fonksiyonlarının, antioksidan savunma sisteminin, nitrik oksit düzeyinin ve histopatolojik değişikliklerin anlamlı düzeyde korunduğu görüldü. Sonuç: Bulgularımıza göre; aspirinin güçlü bir vazodilatatör olan nitrik oksiti anlamlı düzeyde arttırarak, bu modelde oluşan hem renal iskeminin şiddetini hem de oksidatif stresi azaltarak koruyucu rol oynadığını düşünmekteyiz. S-16 ERYTHROPOIETIN UYGULAMASININ DEĞİŞİK ORGANLARDA OKSİDATİF STRES ÜZERİNE ETKİLERİ M. Balkaya1, P.A. Ulutaş2, C. Ünsal1, H. Ünsal1 1 2 Adnan Menderes Üni., Veteriner Fakültesi, Fizyoloji AD; AYDIN Adnan Menderes Üni., Veteriner Fakültesi, Biyokimya AD; AYDIN; balkayam@yahoo.com Amaç: Erythropoietin (EPO) son yıllarda birçok organ ve dokuda oksidatif hasarın önlenmesi amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak, organlar üzerindeki antioksidatif etkileri konusunda bir karşılaştırmaya rastlanamamıştır. Çalışma EPO uygulamasının beyin, akciğerler, karaciğer, böbrekler, kalp ve kanda antioksidatif kapasiteyi nasıl etkilediğini saptamayı amaçlamıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 2 aylık yaşta 18 adet dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlara 2500 ve 5000 IU EPO (Epoietin alfa, EPREX® 4000) veya SF uygulandıktan 24 saat sonra eter anestezisi altında kan örnekleri alındı ve sonra ötenazi edilerek organlar çıkartılıp -80 °C'de saklandı. Doku örnekleri homojenize edilerek, süpernantantlarda ve kanda GSH, MDA, seruloplazmin ve vitamin C düzeyleri ve total protein değerleri belirlendi. Bulgular: Kontrollerle karşılaştırıldığında, 2500 IU/kg EPO kan ve kalpte MDA değerlerinde yaklaşık %55 oranında bir azalmaya, buna karşın böbrek ve karaciğerde önemli artışlara neden olmuştur. Buna karşın 5000 IU/kg EPO uygulaması kan ve incelenen tüm organlarda MDA değerlerinde %30 ile %80 oranlarında bir azalmayla sonuçlanmıştır (P<0.0001, P=0.05, P<0.05 ve p<0.0001). Seruloplazmin değerleri kanda ve kalpte %60-70 oranlarında azalırken akciğer ve beyinde yükselmiştir (P<0.0001, P=0.004, P<0.05 ve P<0.05). Akciğerlerde 2.500 IU EPO seruloplazmin değerlerinde %10 oranında bir azalmaya neden olmuştur (P<0.05). Karaciğer seruloplazmin değerlerinde kontrollere gore 1.92 ile 2.13 oranlarında, ancak önemli olmayan artışlar görülmüştür. EPO kan ve kalp GSH değerlerini etkilememiş, buna karşın karaciğer, akciğerler, böbrekler ve beyinde doza bağlı bir azalmaya neden olmuştur (P<0.05, P=0.004, P<0.0001 ve P<0.05). EPO vitamin C düzeylerini kanda ve beyinde etkilememiş, ancak karaciğer, akciğerler ve böbreklerde %30-65 oranlarında azaltmıştır (P<0.05, P<0.0001 ve P<0.0001). Kalpte 2.500 IU EPO vitamin C değerlerinde yaklaşık %32 oranında bir artışla, buna karşın 5.000 IU EPO %30 oranında bir azalmayla sonuçlanmıştır. Sonuç: Bulgular EPO'nun antioksidatif savunma sistemi üzerine etkilerinin incelenen organ ve değişken ile doza özgü özellikler gösterdiğini ortaya koymuştur. S-17 FARE OOSİT / ZİGOTUNDA ASİDOZA KARŞI SAVUNMA MEKANİZMALARININ MAYOTİK MATÜRASYON SÜRECİNDEKİ DEĞİŞİMLERİ * Ş. Erdoğan, A. Çetinkaya, A.Doğan Çukurova Üni.,Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ADANA; serdogan@cu.edu.tr Giriş ve Amaç: Germinal Vezikül (GV) aşamasındaki oositin hücreiçi pH (pHi) düzenleme mekanizmaları aktif iken mayotik matürasyon sürecinden Metafaz I (MI) ve Metafaz II (MII) aşamalarına ulaştıklarında HCO3-/Cl- değiştiricisi (AE) inhibe edilmektedir. Bu inhibisyon fertilizasyondan sonra pronüklear (PN) aşamaya kadar devam etmektedir. Benzer inhibisyonun pH düzenleyicilerinden Na+/H+ değiştiricisi (NHE) için de geçerli olduğunu rapor etmiştik. Bu çalışmada ise, asidoza karşı diğer bir savunma mekanizması olarak işlev gören Na+,HCO3-,Cl- değiştiricisinin (NBCE) yine mayotik matürasyon sürecindeki değişimleri araştırıldı. Materyal ve Metod: Çalışmada Balb/c soyu dişi fareler indüklenerek uygun zamanlarda GV, MI, MII oositler, veya kopülasyonları sağlanarak PN aşamadaki zigotlar elde edildi. Kültür ve kayıt solüsyonları olarak KSOM ve Hepes-KSOM esaslı solüsyonlar kullanıldı. SNARF-1AM ile yüklenmiş olan oosit/zigotlardan mikrospektrofluorometrik yöntem ile ratiometrik olarak pHi kayıtları alındı. Bulgular: Hücreleri asit şoklardan koruyan NBCE aktivitesi GV ve MI oositlerde düşük iken, MII aşamada artmaya başladı ve PN aşamada ise tam olarak aktif hale geldi. İndüklenmiş asidozdan tam olarak iyileşme, NHE ile NBCE aktiviteleri sonucu olarak gerçekleşti. Ancak mayotik matürasyon sürecindeki NBCE aktivite değişimi, NHE aktivite değişimi gibi gerçekleşmedi. Sonuç: Oosit gelişim sürecinde, mayotik yeterlilik ile pH düzenleyici sistemlerin aktivasyonu gerçekleşmekte ancak birinci ve ikinci mayotik bölünme sürecinde Na+/H+ değiştiricisi baskılanmaktadır. Balb/c soyu fare oositlerinde Na+,HCO3-,Cl- değiştirici aktivitesi ise mayotik matürasyon sürecinde giderek artmakta ve PN aşamaya gelen zigot, asit şoklara karşı tam olarak savunma mekanizmalarına sahip hale gelmektedir. Bu çalışma TÜBİTAK (SBAG-3154) tarafından desteklenmiş ve Çukurova Üniversitesi Tıbbi Bilimler Deneysel Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde gerçekleştirilmiştir. S-18 SIÇANLARDA TİOASETAMİD İLE OLUŞTURULAN HEPATİK ENSEFALOPATİDE KAFEİK ASİT FENETİL ESTERİN NÖROPROTEKTİF ETKİSİ E. Fadıllıoğlu1, C. Gürsul2, M. Iraz3 1 Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, Ankara; İnönü Üni., Tıp Fakültesi 2Fizyoloji AD, 3Farmakaloji AD ,MALATYA; efadillioglu@yahoo.com Giriş ve Amaç: Hepatik ensefalopati (HE), nörotoksik olan amonyağın glutamat reseptörlerinin NMDA tipini aşırı aktivasyonuyla ve mitokondrial hasar ile oksidatif stresin yer aldığı klinik bir durumdur. Bu çalışmada, kafeik asit fenetil esterin (CAPE) HE'li sıçanlarda refleks testlerine, kan amonyak düzeyine, korteks, beyin sapı ve serebellumdan alınan dokulardaki oksidan/antioksidan parametrelere etkisinin incelenmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Wistar-Albino erkek sıçanlar kontrol, CAPE (10 µmol/kg/gün, i.p.), HE (tioasetamid 0. ve 24. saatte 600 mg/kg i.p.), HE+laktuloz (laktuloz 3 gr/kg/gün 12 saatte bir), HE+CAPE ve HE+CAPE+laktuloz gruplarına ayrıldı. Nörolojik hasarın izlenmesi için bir dizi davranış testi ilk tioasetamid dozunun 54. saatinde uygulandı. 60. saatte ketamin/ksilazin (75/10 mg/kg) anestezisi altında venöz kanları alındı ve kan amonyak düzeyi ile ALT ve AST aktiviteleri ölçüldü. Atlas yardımıyla beyin korteks, beyin sapı ve serebellum oksidan/antioksidan parametrelerin ölçümü için ayrıldı. Bulgular: HE ile artan kan amonyak düzeyi laktuloz ve CAPE+laktuloz tedavilerinde kontrol seviyelerine gerilerken, HE+CAPE grubunda da anlamlı olarak azaldı. ALT ve AST aktivitelerinde yaklaşık on katın üzerinde görülen artış, CAPE+laktulozla kontrol seviyelerine kadar olmak üzere tüm tedavi gruplarında anlamlı azaldı. Refleks skorları CAPE+laktulozda daha belirgin olmak üzere tedavi gruplarında kontrol seviyelerine yaklaştı. HE grubunda %37.5 olan 60. saate kadar sağ kalan sıçanların oranı, HE+laktuloz grubunda %70, HE+CAPE grubunda %80 ve HE+CAPE+laktuloz grubunda ise %100 oldu. HE sonrası görülen beyin dokularında lipid peroksidasyonu ve protein oksidasyonu artışı buna karşılık antioksidan enzim aktivitelerinde olan azalma belirgin olarak HE+CAPE ve HE+CAPE+laktuloz gruplarında kontrol seviyelerine yaklaştılar. Sonuç: HE'ye karşı hem amonyak düzeyini düşürmeye hem de nöroprotektif tedavilerin birlikte düşünülmesi ve CAPE'nin nöroprotektif özelliği detaylı araştırmalar ile gösterilmesi önerilmektedir. S-19 HİPOBARİK UYGULAMA VE KRONİK ANTRENMANIN SIÇANLARDA HEMOPOİETİK PARAMETRELERE ETKİSİ M. Altan1, T. Gülyaşar2, M. Mengi1, G. Metin1, G. Yiğit1 1 2 İstanbul Üni., Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL; Trakya Üni., Tıp Fakültesi Biyofizik AD; EDİRNE; mehmetaltan@gmail.com Giriş ve Amaç: Günümüzde spor yarışmalarına hazırlanma süreçlerinde yüksek irtifalarda yapılan antrenmanlar tercih edilmektedir. Oldukça yeni kullanılan bir metod ise organizmayı hipobarik koşullara maruz bırakıp, antrenmanları normobarik koşullarda yapma modelidir. Uygulanan bu metotda, yüksek rakımlara maruz kalma avantajlarının korunduğu, sürantrenman gibi risklerin ise azaltılmış olduğu bildirilmektedir. Araştırmamızda bu yeni antrenman modelinin uygulandığı, hipobarik koşullarda yaşatılıp, normobarik koşullarda antrenman yaptırılan sıçanların kan ve dokularındaki değişikliklerin saptanması amaçlandı. Bu amaçla alınan örneklerde; ferritin, hemoglobin (Hb), hematokrit (Hct) gibi homopoietik değerler ile demir (Fe), bakır (Cu), çinko (Zn) gibi eser elementlerin düzeyleri incelendi. Materyal ve Metod: Deneylerde Wistar albino erkek sıçanlar kullanıldı. Sıçanlar 3 gruba ayrıldı. 1. hipobarik sedanter grup (n=10), 2. hipobarik egzersiz grubu (n=12), 3. normobarik kontrol grubu (n=9). Hipobarik gruplara basınç kamarasında 9 hafta süresince haftada 4 gün ve günde 2 saat olmak üzere 3000 metre yüksekliğe eşdeğer atmosfer basıncı uygulandı. Hipobarik egzersiz grubuna hipobarik koşullara ek olarak hipobarik uygulama ile aynı günlerde olmak üzere 9 hafta süresince haftada 4 gün ve günde 30 dakika normobarik ortamda yüzme antrenmanı yaptırıldı. Bulgular: Hipobarik sürece maruz bırakılan sedanter ve antrene sıçanlar'ın karaciğer ve dalak dokularındaki Ferritin ve Fe düzeyleri, ile dalaktaki Cu düzeyleri normobarik sıçanlara göre anlamlı olarak düşük bulundu. Serum Ferritini, Hb ve Zn değerlerinde gruplar arası farkın olmadığı, hipobarik egzersiz grubunda %Hct değerinin anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı. Sonuç: Elde ettiğimiz sonuçlar, antrenman süreciyle birlikte hipobarik koşullara maruz kalındığında, ihtiyaç ve tüketim dengesi bağlamında eser element ve ferritin depolarına daha fazla dikkat edilmesi gerektiğini gösterdi. S-20 SIÇANLARDA KRONİK EGZERSİZİN KARACİĞERDE YARATTIĞI OKSİDATİF STRES ÜZERİNE MELATONİN UYGULAMASININ ETKİSİ K. Ergin1, S. Temoçin2, M. Serter3, E.M. Demir3, T. Boylu 1, S. Çeçen 2, L.D. Kozacı 3 Adnan Menderes Üni., Tıp Fakültesi; 1Histoloji ve Embriyoloji AD, 2Fizyoloji AD, 3 Biyokimya AD; AYDIN; smukadder02@yahoo.com Giriş ve Amaç: Son yıllardaki birçok çalışmada fizik egzersizin yararlı etkileri bildirilmiştir. Bununla birlikte egzersizin oksidatif stresi arttırdığı da rapor edilmiştir. Melatonin, başlıca pineal glanddan salgılanan endojen bir moleküldür. Son yıllarda, melatoninin özellikle antioksidan etkileri üzerinde durulmaktadır. Biz de çalışmamızda, uzun süreli yüzme egzersizinin karaciğer dokusu üzerinde oksidatif stres yaratıp yaratmadığını ve ekzojen melatonin uygulamasının oksidatif stres üzerine olumlu etki gösterip göstermediğini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmaya 24 adet Wistar albino cinsi sıçan alındı. Sıçanlar rastgele olarak dört gruba ayrıldı; Grup 1: egzersiz yaptırılıp melatonin verildi, Grup 2: egzersiz yaptırılıp serum fizyolojik verildi, Grup3: sadece serum fizyolojik verildi, Grup 4: sadece melatonin verildi. Altı haftalık egzersiz uygulamasının ardından sıçanlar sakrifiye edildi. Karaciğer dokularında total glutatyon ve nitrat+nitrit düzeyleri ile katalaz aktivitesi saptandı. İstatistiksel değerlendirme için Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: Nitrat+nitrit düzeyi, total glutatyon düzeyi ve katalaz aktivitesi değerlendirildiğinde; gruplar arasında herhangi bir anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Bizim çalışmamızda uzun süreli yüzme egzersizi, sıçan karaciğer dokusu üzerinde oksidatif stres oluşturmamıştır ve dışarıdan uygulanan melatoninin sıçan karaciğerindeki oksidatif stres parametrelerine bir etkisi olmamıştır. S-21 SIÇANLARDA 30 DAKİKA VE 60 DAKİKA KOŞUBANDI ANTREMANININ KAS IL-6 VE IL-17 SEVİYELERİ ÜZERİNE ETKİSİ+ H. Düzova1, Y. Karakoç1, M.H. Emre1, G. Yetkin2 E. Kılınç1, Z.Yılmaz1 1 2 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, MALATYA İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tibbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, MALATYA hduzova@inonu.edu.tr Giriş ve Amaç: Çalışmada, farklı sürelerde koşu bandında egzersiz yaptırılan sıçanlarda, egzersizin kas interlökin (IL)-17 üzerine olan etkisi ve IL-17 düzeyinin, IL-6 ve iskelet kası, miyoloperoksidaz (MPO) aktivitesi ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: 13 hafta boyunca haftada beş gün, koşu bandında 30 dakika (n=8) ve 60 dakika (n=7) koşturulan sıçanların bir hafta boyunca antremana adaptasyonları sağlandı. Sıçanların koşma süreleri 15 dakikadan tedrici olarak 30 ve 60 dakikaya ve koşu bandının hızı 45 cm/s'ye artırıldı. Çalışmanın sonunda gastroknemius kas dokusu örnekleri alınarak kas IL6, IL-17 düzeyleri ELISA, kan laktik asit düzeyi kan gazı analizatörü ve kas katalaz, MPO aktiviteleri spektrofotometrik yöntemle ölçüldü. Gruplar arasındaki farklılığı test etmek için Mann-Withney-U ve parametreler arasındaki korelasyonlar için Spearman rank testleri kullanıldı. Bulgular ve Sonuç: Farklı düzeyde antrenman yaptırılan sıçanlarda egzersizin kas IL-6 ve IL17 düzeylerini kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde değiştirmediği saptandı (p>0.05). Ayrıca, 60 dakika koşturulan sıçanların kas IL-6 düzeyi ile katalaz aktivitesi arasında negatif korelasyon görüldü (r=-.893, p=0.007). Bu sonuç, in vitro çalışmalarla elde edilen H2O2'in kas liflerinde IL-6 sentezini indüklediği bulgusunu doğrulamaktadır. + Bu çalışma İnönü Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Yönetim Birimi tarafından 2003/33 no'lu proje olarak desteklenmiştir S-22 ELİT GOLFCÜLERİN FİZYOLOJİK VE ANTROPOMETRİK PROFİLLERİ Ö. Kasımay1, İ. Odabaş2, H. Kurtel1 Marmara Üni., Tıp Fakültesi Spor Fizyolojisi Bilim Dalı1, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu2; İSTANBUL; ozgurkasimay@hotmail.com, hkurtel@hotmail.com Giriş ve Amaç: Golf yüksek düzeyde beceri isteyen bir spor dalıdır. Uzun süre bu beceri düzeyini devam ettirmek için sporcunun kardiyopulmoner sağlamlığını, vücut kompozisyonunu, dayanıklılık ve esnekliğini geliştirmesi gerekmektedir. Türk Golf milli takımının fiziki ve fizyolojik parametrelerini değerlendirmek ve Türk Golf sporcularının fiziki ve fizyolojik profillerini oluşturmak. Materyal ve Metod: On erkek 18 ila 21 (ort. 19.7) yaşlarında milli golfcü çalışmaya katıldı. Sporcuların hepsi Türkiye'de Golf sporunda yetenek araştırması projesinde seçilen sporculardı. Golfcülerin 1 tanesi 2005 yılında gençler kategorisinde Avrupa'nın en iyi golfcüsü seçilmiş, 3 tanesi takım halinde Avrupa gençler şampiyonu ve Akdeniz 2'ncisi olmuş sporculardı. Sporcuların tümü 5 senedir hergün en az 3 saat golf antrenmanı yapmaktaydı. Ağırlık, vücut kitle indeksi (VKI), yağ yüzdesi, yağ kütlesi, yağsız kütleleri biyoimpedans yöntemi ile, cilt altı deri kıvrımı Holtain kaliper ile vücudun 7 bölgesinden belirlendi. Tüm sporcular istirahat elektrokardiyogram, istirahat metabolik ve hemodinamik ölçümlerden (VO2, MET, kalp hızı, arteryal kan basıncı) sonra koşubandında Balke protokolü uygulanarak kademeli artan egzersiz testine katıldılar. Oksijen tüketimi Cosmed Quarkb2 kullanılarak sürekli monitorize edildi. Bulgular: Ortalama (SD) ağırlık, boy, VKI, yağ yüzdesi, yağ kütlesi, yağsız kütle değerleri sırası ile, 65.6 (4.2) kg, 173.8 (4.8) cm, 21.7 (1.2) kg/m2, 11.75 (0.021) %, 7.8 (1.7) kg, 58 (3.5) kg bulundu. Katılımcıların pik kalp hızı (KHpik), VO2maks (maksimum O2 tüketimi), pik ventilasyon, ve nabız oksijeni (VO2/KH) değerleri sırası ile, 183.83 (5.35) vuru/dak, 55.76 (3.76) ml.min-1.kg, 130.24 (11.55) l/min ve 19.56 ml/vuru/dak bulundu. Anaerobik eşikteki ortalama VO2 ve KH değerleri VO2maks'ın %55.55 (5.13) ve KHpik'ın %72.64 (6.08) olarak tespit edildi. Sonuç: VKI'leri normal sınırda (VKİ (BMI) 18.5-24.9 arası), yağ kütle ve yüzdeleri düşük bulundu (70 persantile uygun). Pik VO2 ve anaerobik eşik değerleri atletlerden beklenen düzeydeydi. Sonuçlarımız elit golfcülerde fizyolojik ve antropometrik değerler açısından literatürdeki kısıtlı bilgilere önemli katkıda bulunacaktır. S-23 BİSİKLET ERGOMETRESİNDE ALGILANAN EFORUN DERECELENDİRİLMESİ: MAKSİMAL KAPASİTE FARKLILIKLARININ OLASI ETKİSİ Ö. Kasımay, B. Çakır, H. Kurtel Marmara Üni., Tıp Fakültesi Spor Fizyolojisi Bilim Dalı, 34668, Haydarpaşa; İSTANBUL; ozgurkasimay@hotmail.com, hkurtel@hotmail.com Giriş ve Amaç: Bu çalışmada bisiklet ergometresinde belirli egzersiz yoğunluğunda elde edilen fizyolojik cevapla Borg skalasına göre algılanan eforun ilişkisini değerlendirmek ve ülkemizde benzer sosyal özellikler gösteren deneklerde bu karşılaştırmaların maksimum kapasite farkından nasıl etkilendiğinin ortaya koymak amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Yaşları ortalama 26.9 olan (20-41),20 sağlıklı katılımcıya bilgilendirme, onay, sosyoekonomik düzey belirleme formları doldurtuldu. Bisiklet ergometresinde artan yükte maksimal egzersiz testi ardından katılımcılar MET düzeylerine göre 2 gruba ayrıldılar (MET≥ 10,n=9; MET<10,n=11). Gruplar 1 hafta içinde submaksimal egzersiz testini gerçekleştirdiler. Egzersiz yoğunluğunu belirlemede Borg'un AED (RPE;6-20) skalası kullanıldı. Submaksimal testte, deneklerin kendilerinin ayarladığı yükte (AED skalasında 1314'e karşılık gelecek yoğunlukta) 15 dakika boyunca egzersiz yapmaları sağlandı. Testler boyunca VO2, MET (Cosmed Quark b2), kalp hızı, EKG, kan basıncı ölçümleri gerçekleştirildi. Veriler ortalama ± standart hata olarak ifade edildi. Maksimal yükleme testinde kalp hızı rezervinin (KHR) % 40, 50, 60, 70, 80 ve 85 deki AED değerleri kayıt edildi. Bulgular: İki grup arasında ağırlık, boy, vücut kitle indeksi açısından anlamlı bir fark bulunmadı. MET<10 grubunda yağ yüzdesi ve ciltaltı deri kıvrımı MET≥ 10 grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Maksimal yükleme egzersizinde MET<10 grubunda ortalama pik VO2 düzeyleri anlamlı derecede düşükken, pik kalp hızında ve toplam egzersiz süresinde anlamlı değişiklik yoktu. MET<10 grubunda artan MET düzeylerinde algılanan efor MET≥10 grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Submaksimal egzersiz testinde, efor kapasitesi düşük olan grup yüksek olanlara göre yüksek VO2 yüzdesi (ulaşılan/pik), düşük MET düzeylerinde egzersiz yaptı, KHR yüzdesi açısından 2 grup arasında anlamlılık yoktu. Sonuç: Bisiklet ergometresinde elde edilen fizyolojik cevaplarla algılanan efor benzerlik göstermektedir. Egzersiz yoğunluğunu belirlemede algısal belirteçler yol gösterici olarak kullanılabilir. Ülkemizde benzer sosyal özellikler gösteren deneklerde bu karşılaştırmalar maksimum kapasite farkından etkilenmiştir. AED skalası kullanılarak egzersiz reçetelendirilmesi sırasında kişinin pik VO2 düzeyleri dikkate alınmalıdır. Bu çalışma, M. Ü. Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyon Başkanlığı tarafından desteklenmiştir. Proje No: SAĞ-066/060904 S-24 KLİNİK BİYOEŞDEĞERLİLİLİK ÇALIŞMASINA KATILAN GÖNÜLLÜLERDE DENEY STRESİNİN ELEKTRODERMAL AKTİVİTE İLE ARAŞTIRILMASI N. Dolu1, B. Göğüsten2, S. Artış1, A. Erenmemişoğlu2,3 Erciyes Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, İyi Klinik Uygulama Merkezi2, Farmakoloji3 AD; KAYSERİ; dolu@erciyes.edu.tr Giriş ve Amaç: Elektrodermal aktivite (EDA) periferik otonomik sinir fonksiyonunun, özellikle myelinsiz sempatik lifler ile innerve olan ter bezi fonksiyonlarının değerlendirilmesinde kullanılan indirek yöntemlerden biridir. EDA, birçok psikofizyolojik hastalıkta klinik bir indeks olarak kullanılmaktadır. EDA parametrelerinden biri olan deri iletkenlik seviyesinde (SCL) stres durumunda belirgin artışa rastlanmaktadır. Bu çalışmada, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi İlaç Araştırması ve Klinik Uygulama Merkezi'nde gönüllü olarak klinik biyoeşdeğerlilik çalışmasına katılan kişilerde oluşabilecek deney stresinin EDA ile araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışma, kontrol (n=14) grubu ve biyoeşdeğerlilik çalışmasına katılan erkeklerde (n=21) yapılmıştır. EDA kayıtları, ilaç alımından önce ve sonrasındaki 2. günde deneylerin bitiminde tekrarlanmıştır. Hesaplanan elektrodermal parametreler şunlardır: uyarandan bağımsız ve ses uyaranı ilişkili deri iletkenlik seviyesi (SCL), uyarana verilen cevabın genliği (SCRm), uyarana verilen cevabın latansı (SCRol), uyarana verilen cevabın süresi (SCRd), alışkanlık numarası (HN). Bulgular: Deney stresi ile SCL (p<0,000) ve SCRol (p<0,05) seviyelerindeki değişiklikler tüm gruplar karşılaştırıldığında anlamlı olarak farklı bulunmuştur. Çalışma grubunun SCL seviyeleri deney öncesi (p<0,000) ve sonrasında (p<0,000) kontrol göre anlamlı olarak artmıştır. Deney sonrası grubun SCRol seviyeleri ise kontrol ve deney öncesi gruba göre anlamlı olarak düşük bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: İlaç araştırmasına katılan kişilerde oluşan deney stresi ile deri iletkenlik cevabının arttığı ve cevabın başlama süresinin kısaldığı bulunmuştur. EDA'daki bu değişikliklerin sempatik aktivasyondaki artmanın bir yansıması olduğu kanaatine varılmıştır. S-25 MANYETİK REZONANS (MR) GÖRÜNTÜLEME SiSTEMi İLE BEYiN KORTEKS HACMİ VE YÜZEY ALANININ HESAPLANMASI C. Gündoğdu1 , İ. Can2 , D. Ünal2 , S. Can3 , C. Bağcı4 , S.Kaplan5 B. Ünal2 Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji 1 Histoloji & Embriyoloji 2 Fizyoloji3 Anabilim Dalları, ERZURUM Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı 4, GAZİANTEP, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Histoloji & Embriyoloji Anabilim Dalı5 SAMSUN, serpil_98@hotmail.com Amaç: Bu çalışmada seri MRI görüntülerinden insan beyin korteksinin hacim ve yüzey alanının stereolojik olarak hesaplanması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu amaçla erişkin bir insan beyni 0 kabul edilen bir referans noktasından başlayarak (Sagittal Düzlem) ve 10'ar derecelik açılarla dönüş yaptırılarak 18 ayrı açıdan MR makinesi ile tarandı. Takiben kesit kalınlığı 5 mm olan beyin MRI görüntülerinden, her bir açıdan, ortalama 30 kesit elde edildi (toplam 540 kesit görüntüsü). Bu görüntüler StereoInvestigator software® programı kullanılarak hacim ve yüzey alanı açısından değerlendirildi. Bulgular: Yapılan stereolojik değerlendirmelerde 00, 100, 900, 1300 ve 1700 lik açılardan seri MRI görüntüleri elde edilmiş,bu kesitler üzerinde ölçülen normal bir erişkinin beyin hacmi sırası ile 1488.62, 1246.56, 1281.84, 1365.14 ve 1260.28 cm3 olarak belirlenmiştir. Aynı kesitler üzerinde yapılan yüzey alanı hesaplamalarına göre ise normal bir insan beyninin yüzey alanını sırası ile 1472.53, 1360.37, 1365.65, 1479.12 ve 1458.01 cm2 olarak bulunmuştur. Son değerlendirmemizde seri MRI görüntüleri, stereolojide yüzey alanı ölçümleri için geleneksel olarak kullanılan vertikal uniform kesit prosedürüne göre elde edilmiş bu kesitler üzerinde yapılan beyin hacmi ve yüzey alanı sonuçları 1253.42 cm3 ve 1356.41 cm2 olarak tespit edilmiştir. Sonuç: Bu çalışmada elde edilen sonuçlara göre yüzey alanı hesaplamalarında seri kesitler hangi açıdan elde edilirse edilsin ulaşılan sonuçların birbirinden istatistiksel olarak farklı olmadığı görüldü (p> 0.05). Ayrıca elde edilen bu sonuçlar stereolojide yüzey alanı hesaplamalarında geleneksel olarak kullanılan vertikal uniform kesit prosedürü ile elde edilen sonuçlardan da farklı değildi (p> 0.05). Sonuç olarak, yüzey alanı ölçümlerinde vertikal kesitler yerine sagittal kesitlerin kullanılması ile alınan sonuçların stereolojik olarak güvenilir olduğu gösterilmiştir. S-26 CORTİ ORGANININ FREKANS SEÇİCİLİĞİNDE DIŞ TÜY HÜCRELERİNİN BAZİLER MEMBRAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ: YENİ BİR HİPOTEZ E. Bulut, L. Öztürk Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; EDİRNE erbulut2004@yahoo.com Amaç: Corti organında frekansa bağlı baziler membran hareketini açıklamak amacıyla yeni bir hipotez oluşturmak. Hipotezimiz, baziler membran hareketinin ses uyaranına bağlı olarak değil dış tüy hücrelerinin kontraksiyonu ile membranın hareket ettiğini ve frekans seçiciliğinin sağlanmasında bunun önemini açıklamaktadır. Materyal ve Metod: Çalışma öncesi deneklerden bilgilendirilmiş olur formu alındıktan sonra, fizik muayene bulguları odyometri ve timpanogram ile işitmesi sağlıklı bulunan 10 genç erişkin gönüllüde dış saçlı hücre aktivasyonu transient uyarılmış otoakustik emisyon (TEOAE) ile değerlendirildi. Kontralateral pür ton uyaranla spontan otoakustik emisyon kayıtları (SOAE) gerçekleştirildi. Kontralateral uyaran şiddeti stapes refleks eşiğinin en az 20 dB altında uygulandı. Bulgular: SOAE kayıtlarında kontralateral eşik altı pür ton uyaran verildiğinde kayıt alınan kulakta verilen frekans bandına özgü yanıtlar elde edildi. Bu yanıtlar ilk elde edilen SOAE yanıtlarının bulunduğu 8000-10.000 Hz frekans bandının dışında ve pür ton frekans bandının bulunduğu bölgede kayıt edildi. Sonuç: Spesifik frekans olarak alınan değerlerde dış tüy hücre motilitesi etkin efektör kodlamayı frekansa özgü gösterebilmektedir. Bu etkin kodlamanın gerçekleştirildiği frekans bandı, kokleanın bazalinden apeksine kadar üniform özellik göstermeyen baziler membran hareketliliğinden değil, dış tüy hücrelerinin hareket yanıtlarından gerçekleştiğini düşündürmektedir. S-27 SİRKADİYEN TİPİ FARKLI GENÇLERDE ÖZNEL UYKU KALİTESİ VE PSİKOPATOLOJİK ÖZELLİKLER S.A. Vardar1, E. Vardar2, T. Molla3, Ç. Kaynak3, E. Ersöz3 Trakya Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD1, Psikiyatri AD2, 2. Sınıf Öğrencisi3; EDİRNE; arzuvardar@trakya.edu.tr Amaç: Birçok biyolojik ve davranış özelliği endojen kaynaklı sirkadiyen (24 saatlik) ritmisite göstermektedir. Sirkadiyen ritim farklılığına göre kişiler, akşamcıl, sabahçıl ya da ara tip olarak sınıflanabilir. Bu çalışmada farklı sirkadiyen tipte olan genç üniversite öğrencilerinin öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik özellikleri karşılaştırıldı. Materyal ve Metod: Yaşları 17-23 arasında (19.82±1.33) toplam 141 gönüllü Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi (79 kız, 63 erkek) etik onay sonrası çalışmaya katıldı. Akşamcıl, sabahçıl ve ara tiplerin belirlenmesi amacıyla Horne Östberg Anketi, uyku kalitesini incelemek amacıyla yedi bileşenin değerlendirildiği Pittsburg Uyku Kalite Ölçeği (PUKÖ), psikopatolojik değerlendirme için psikolojik belirtileri tarama amacıyla geliştirilmiş, 90 soruluk Symptom Check List 90 Revised (SCL-90-R) testi kullanıldı. Bulgular: Katılımcıların %24.1'i (n=34) akşamcıl tip, %21.3'ü (n=30) sabahçıl tip ve % 54.6'sı (n=77) ara tip olarak belirlendi. PUKÖ kesme puanına göre uyku kalitesi kötü olanların oranı akşamcıl tipte %70.6, sabahçıl tipte %33.3 ve ara tipte %44.2 olup, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<00.1). Toplam PUKÖ puanı, akşamcıl tip kişilerde (7.38±3.05), sabahçıl tip (5.46±2.58) ve ara tipe (5.76±2.72) göre yüksekti (p<0.01). PUKÖ komponentleri açısından öznel uyku kalitesini gösteren bileşen ve gündüz işlev bozukluğunu gösteren bileşenin akşamcıl tiplerde anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (sırasıyla p<0.05 ve p<0.05). SCL-90-R puanlarına göre psikolojik belirtileri karşılaştırıldığında, akşamcıl tiplerin, sabahçıl ve ara tipe göre daha fazla pozitif semptom gösterdiği (p<0.05), obsesif kompulsif puan ortalamaları (p<0.01), kaygı (p<0.05), öfke (p<0.01), fobik (p<0.05) ve yeme (p<0.05) puan ortalamalarının sabahçıl ve ara tiplere göre yüksek olduğu belirlendi. Sonuç: Kişilerin öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik özellikleri sirkadiyen ritim farklılığına göre değişmektedir. Akşamcıl tiplerin uyku kalitesi daha kötü olup; SCL-90-R test sonuçlarına göre obsesif kompulsif, kaygı, öfke, fobik ve yeme puanları diğer tiplerden daha yüksektir. S-28 SKLERODERMA HASTALARINDA 'DYSANAPSIS' B Müsellim1, N Koç2, G Öngen1 1 2 İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL, nihalkoctr@yahoo.com Giriş ve Amaç: Akciğer foksiyon testlerinde, maksimal akım hızlarındaki değişkenliğin akciğer parenkimi ile hava yolları arasındaki eşitsiz gelişimden kaynaklandığı görüşü, ilk kez 1970'li yıllarda ileri sürülmüş; FEF25-75/FVC oranının (dysanapsis) hava yolları ile parenkim arasındaki ilişkiyi gösteren en iyi parametre olduğu belirtilmiştir. Materyal ve Metod: Bu çalışmamızda, skleroderma hastalarında FEF25-75/FVC oranının solunum fonksiyonları, difüzyon değerleri ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesini amaçladık. 1988-2005 yılları arasında İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı'nda, romatoloji bilim dalında tanısı konularak refere edilen ve interstisyel akciğer tutulumu saptanmış skleroderma hastaları çalışmaya alındı. Çalışmamızda stabil dönemdeki ilk kontrolleri yapılan 90 olguda, FEF25-75 /FVC oranının FEV1, FEV1/FVC, difüzyon kapasitesi ve dispne derecesi ile ilişkisi incelenmiştir. Olguların testleri SensorMedics Vmax22 spirometre cihazı ile yapılmıştır. Spirometre, difüzyon ve dispne skoru gibi parametreler ile dysinapsis arasındaki ilişki, SPSS programında Pearson Correlation testi ile değerlendirildi. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 49,3 12 ve E/K oranı 4/86'dır. FVC değerleri 2060 619 (%74,2 20.9), FEV1 değerleri 1727,9 543 ml (%74.819), FEV1/FVC değerleri 83,5 7, DLCOadj. değerleri 12, 4,1 (%55 16) olarak bulundu. FEF25-75 /FVC ile difüzyon parametreleri arasında korelasyon bulunamamıştır. Hastalarımızın hiç birinde belirgin obstrüksiyon olmamasına rağmen, FEF25-75/FVC ile FEV1/FVC (r=0.836, p<0.000) pozitif korelasyon göstermiştir. FEF25-75/FVC dispne skoru ile de pozitif korelasyon (r=0.226, p<0.05) göstermiştir. Sonuç: FEF25-75/FVC oranı arttıkça dispne skoru ve FEV1/FVC artmaktadır. Bu sonuçlar, skleroderma hastalarının değerlendirilmesinde dysinapsisin bir kriter olabileceğini göstermektedir. S-29 SİMVASTATİN'İN SIÇANLARDA GÜNLÜK AKTİVİTE VE PSİKOMOTOR PERFORMANSA ETKİLERİ Ş.H. Baytan, M. Alkanat, M. Okuyan, A. Akgün Karadeniz Teknik Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TRABZON; can@baytan.org Giriş ve Amaç: Günümüzde kolesterol sentezini inhibe eden statin grubu ilaçlar, dislipidemilerde ve kardiyovasküler hastalıklardan korunma amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Kan beyin bariyerini geçtiği bilinen statinlerin çoğunun beyin kolesterol sentezini etkilediği, nöronların iç ve dış sinaptik yüzeylerinde kolesterol ve kolesterol esterleri üzerinde değişiklikler yaptığı bilinmektedir. Materyal ve Metod: Çalışmamızda, iki hafta süresince oral yolla kontrol grubuna (n=12) her gün 0.5cc serum fizyolojik, ilaç grubuna ise (n=13) 0.5cc içinde eritilmiş 10mg/kg dozunda simvastatin uygulandı. Günlük aktivite testleri her iki gruba önce ilaç verilmeden uygulandı. İki hafta sonra simvastatin uygulandıktan sonra test tekrar uygulandı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Stereotipik hareketlerde, kontrol ve ilaç gruplarında ve gruplar arasındaki karşılaştırmalarda bir fark bulunmadı. Toplam hareket sayısında ise kontrol ve ilaç gruplarının her ikisinde de bir azalma gözlendi, ancak gruplar arasında bir fark gözlenmedi. Vertikal hareketlerde her iki grup içinde ve her iki grup arasında bir fark gözlenmedi. Alınan toplam yürüme mesafe ölçümlerinde gruplar arasında bir fark bulunmazken, ilaç uygulanan grupta 2. haftada mesafede bir azalma gözlendi. Psikomotor aktivite tayini için yapılan rotarod testinde, rotarod cihazındaki yürüme sürelerinde kontrol grubunun her iki haftadaki ölçümleri arasında bir fark gözlenmezken, ilaç grubunda yürüme zamanında bir artış gözlendi. Gruplar arasında yapılan karşılaştırmada ise ikinci haftada ilaç grubunun rotarod cihazında kontrol grubuna göre daha uzun süre kaldığı gözlendi. Sonuç: Simvastatinin herhangi bir stress yaratmayan günlük aktivite testinde özellikle alınan mesafede yaptığı azalmanın, dopaminerjik aktiviteyi değiştirerek santral yolla veya kas harabiyeti sonucunda gerçekleşebileceği, Buna karşın Davranışsal Baskılama Sistemini (DBS) aktive ettiği düşünülen rotarod testinde ise simvastatinin, DBS'yi inhibe ederek ilaç grubundaki deneklerin daha çok yürümelerine yol açtığı düşünülmektedir. S-30 ALKOLÜN ÖĞRENME MERKEZLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNE KARŞI PROPOLİSİN KORUYUCU ROLÜ Z. Yılmaz, M.H. Emre İnönü Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; MALATYA; byozumrut@yahoo.com Giriş ve Amaç: Alkol, öğrenme merkezlerinde oksidatif hasara neden olarak öğrenme ve belleği baskılar. İçerdiği flavonoidlerden dolayı kuvvetli antioksidan özellik gösteren propolisin alkolün öğrenme merkezlerinde oluşturduğu hasarlara karşı olası koruyucu rolünü araştırdık. Materyal ve Metod: Denekler her biri 8 sıçandan oluşan dört gruba ayrıldı. Kısa süreli bellek ve öğrenmenin test edilebilmesi için deney öncesinde, deney sonrasında ve alkol konsantrasyonunun artırıldığı günlerden önce T-labirent testi uygulandı. Çalışmanın sonunda sıçanların beyinlerinin serebellum, hipokampus, serebral korteks bölgelerinden alınan örneklerinden, antioksidan enzimlerin aktiviteleri ile MDA ve NO düzeyleri karşılaştırıldı. Deneklerin T-labirentteki sonuçlarının zaman içerisindeki değişimi Wilcoxon testi ile değerlendirildi. Deney gruplarının kontrol grubu ile karşılaştırılmaları; Mann Whitney U testi ile yapıldı. Farklı bölgelerinden alınan dokularda ölçülen enzim aktiviteleri, MDA ve NO düzeyleri Kruskal-Wallis varyans analizi ile değerlendirildi. İstatistiksel olarak anlamlı olanların ikişerli karşılaştırılmaları, Mann Whitney U testi ile değerlendirildi. Bulgular: Grupların T-labirentteki bazal süre, sakınma 1 ve 2 süreleri karşılaştırıldığında; alkol grubunun T-labirent değerlerinin kontrol ve propolis grubuna göre azaldığı (P<0,05), buna karşılık kaçınma süresi uzadığı tespit edildi. Propolis + alkol grubun T labirentindeki değerleri alkol grubundan yüksek, kontrol ve propolis gruplarından düşük olduğu tespit edildi (P<0,05). Enzim aktivitesinin alkol grubunda kontrol ve propolis grubununa göre daha az olduğu, buna karşılık propolis + alkol grubunda ise alkol grubuna oranla arttığı saptandı. Fakat, sadece hipokampus ve serebral korteks dokusundaki enzim değişmeleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Sonuç: Alkolün molekül ağırlığın küçük olması ve lipit membranlardan kolayca geçme özelliğinden dolayı öğrenme merkezlerinde neden olduğu hasarlarla öğrenmeyi bozduğu, buna karşılık propolisin sahip olduğu antioksidan özelliği ile alkolün oluşturduğu hasarları giderici özelliğe sahip olduğu söylenebilir. S-31 AROMATAZ ENZİM İNHİBİTÖRÜ LETROZOLÜN İNTAKT SIÇANLARDA KATEKOLAMİNERJİK NÖROTRANSMİTTER SEVİYELERİ, NCAM EKSPRESYONU VE KOGNİTİF FONKSİYONLAR ÜZERİNE ETKİLERİ M. Aydın1, B. Yılmaz1, E. Alçin1, V.S. Nedzvetskii2, Z. Şahin1, M. Tuzcu3 1 Fırat Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 23119 ELAZIĞ Dnepropetrovsk National University, Faculty of Biology, Department of Biophysics and Biochemistry, Dnepropetrovsk, UKRAYNA 3 Fırat Üni., Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 23119 ELAZIĞ; aydinm@firat.edu.tr 2 Giriş ve Amaç: Güçlü bir aromataz inhibitörü olan letrozolün kognitif fonksiyonlar, hipokampus ve kortekste nöral hücre adezyon molekülleri (NCAM) ekpresyonu ile hipokampus, striatum, korteks ve hipotalamus beyin bölgelerinde noradrenalin ve dopamin düzeyleri üzerine etkileri intak sıçan modelinde araştırıldı. Materyal ve Metod: Deneylerde kullanılan toplam 32 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan dört gruba ayrıldı. Kontrol grubuna serum fizyolojik verildi. İki grup sıçana ise sırasıyla 0.2 mg/kg ve 1 mg/kg dozunda letrozol uygulandı. Bir grup hayvana letrozol (1 mg/kg) verildikten sonra, 15 günlük iyileşme sürecine bırakıldı. Öğrenme deneylerinde Morris water maze testi kullanıldı. NCAM ekspresyonu Western blot yöntemi ile beyin katekolamin seviyeleri ise HPLC-ECD metodu kullanılarak belirlendi. Bulgular: Uterus ağırlıklarının letrozol uygulanan gruplarda doz bağımlı olarak azaldığı (p<0.01), iyileşme grubunda ise ağırlık değerlerinin arttığı gözlendi (p<0.05). Gruplar arasında uzaysal öğrenmede anlamlı değişiklik bulunmadı, ancak öğrenmenin pekiştirilmesinin test edildiği prob testlerinde, letrozol uygulanan gurupta, kontrol ve iyileşme grubuna göre anlamlı bir artış görüldü (p<0.05). Genel olarak letrozol hem hipokampusta hem de kortekste NCAM 180 ve NCAM 140 kDa izoformlarında artışa neden oldu (p<0.05). Letrozol uygulaması, incelenen beyin bölgelerinde katekolamin düzeylerinde anlamlı değişiklikler meydana getirdi (p<0.05 ve p<0.01). Sonuç: Uterus ağırlıklarındaki azalma letrozol uygulamasının östrojen sentezini inhibe ettiğini göstermektedir. Bulgularımız östrojenin uzaysal öğrenmeyi negatif etkilediğini düşündürmektedir. Kognitif fonksiyonlarda gözlemlenen letrozol-ilişkili bu farklılıkların, özellikle hipokampus ve korteks bölgelerinde NCAM ekspresyonunda meydana gelen değişiklikler ile ilişkili olabileceği sanılmaktadır. Korteks, hipokampus, hipotalamus ve striatumda katekolaminerjik nörotransmitter düzeylerinde görülen değişiklikler, aromataz inhibitörleri ile tedavi edilen hastaların kognitif fonksiyonlar başta olmak üzere olası santral yan etkiler yönünden de izlenmesi gerektiğini düşündürmektedir. S-32 ADENOZIN'IN İSKEMİ VE REPERÜZYON İLE UYARILAN ARİTMİLER ÜZERİNE ETKİSİ Ö. Bozdoğan1, E. Gonca2, N. Ekerbiçer 3, R. M. Nebigil4 1,2Abant İzzet Baysal Üni., Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü 3 Celal Bayar Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; MANİSA 4 Abant İzzet Baysal Üni.,Tıp Fakültesi Cerrahi Bilimler Bölümü Kalp Damar Cerrahisi A;, BOLU bozdogan_o@ibu.edu.tr Amaç: Bu araştırmada iskemi ve reperfüzyon harabiyetini azaltıcı etkisi bilinen adenozin'in miyokardiyal iskemi ve reperfüzyon sırasında oluşan aritmiler üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Adenozin'in miyokardial hücrelerde glikolizisi, ATP kullanımını, asidozis ve hücre içi kalsiyum yüklenmesini azalttığı bildirilmiştir. Adenozinin iskemi ve reperfüzyon harabiyeti üzerine azaltıcı etkisi olduğu bir çok çalışmada ortaya konmasına rağmen, iskemi ve reperfüzyon aritmileri üzerine etkisi tartışmalıdır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda toplam 41 Sprague Dawley türü erkek sıçan kullanıldı. Adenozin 0.2mg/kg/100ul tek dozda intravenöz olarak iskemi öncesi, iskemi sırasında ve reperfüzyon sırasında verildi. Sol koroner arter ipek iplikle bağlanarak 6 dakika iskemi ve arkasından ip gevşetilerek 15 dakika reperfüzyon yapıldı. İskemi ve reperfüzyon sırasında oluşan aritmilerin türlerileri, toplam süreleri ve lambeth kuralına göre aritmi skorları saptandı. Sonuçlar tek yönlü ANOVA testi ile reperfüzyon sırasında canlı kalma oranı, aritmi yoğunlukları ise x2 kare testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: Ligasyon sırasında adenozin verilen grupta, aritmi skoru kontrol grubuna göre belirgin bir şekilde azaldı (P<0.05). Ancak ölüm oranı ve öldürücü aritmi yoğunluğu kontrole göre bir farklılık oluşturmadı. Ligasyon öncesi verilen adenozin ise ligasyon sırasında aritmi tipi ve sürelerine göre saptanan aritmi skorunu artırdı (P<0.05). Sonuç: Bu çalışma sonuçları ligasyon sırasında verilen adeinozinin reperfüzyona bağlı aritmilerin azaltılmasında etkili olabileceğini göstermiştir. Bu koruyucu etki, adenozin ile oluşan iskemi ve reperfüzyon hasarının daha az olmasına bağlanabilir. S-33 MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN NEDEN OLDUĞU GECİKEN BEYİN GELİŞİMİNE MELATONİNİN ETKİSİ. G. Baydas, S.T. Koz , M.Tuzcu Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ELAZIĞ; baydas@hotmail.com Giriş ve Amaç: Homosistein, methionin metabolizması esnasında oluşan ve tiyol grubu içeren bir amino asittir. Hiperhomosisteinemi vasküler işlev ve kan pıhtılaşmasına olan olumsuz etkilerinden dolayı hem kardiyovasküler hem de serebrovasküler risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Son zamanlarda klinik çalışmalar plazma homosistein miktarının yüksek olmasıyla bazı nörodejeneratif hastalıklar arasında ilişki olduğunu saptamıştır. Bu nedenle bu araştırmamızda, maternal hiperhomosisteineminin fetal beyin gelişimi üzerine olan olası etkilerine melatoninin koruyucu etkisini araştırmayı amaçladık. Çünkü melatonin nöroprotektif olarak etki gösterdiği ileri sürülmektedir. Materyal ve Metod: Gebe kalan sıçanlardan bir gruba içme sularına 1 g/kg dozunda günlük methionin verilirken diğer bir gruba methionine ilaveten 10 mg/kg dozunda melatonin verildi. Doğumdan sonra yavruların yarısı dekapite edilerek beyinleri alındı ve diğer yarısı da 75 günlük oluncaya kadar beslenmeleri sağlandı ve Morris Water Maze öğrenme testine tabi tutuldular. Daha sonra dekapite edilerek beyin dokuları alındı. Tüm beyin dokularında nöral hücre adhesion molekülleri (NCAM), astrosit olgunlaşma faktörü olan glial fibiriler asidik protein (GFAP) ve S100 B proteini western blot ile ölçüldü. Bulgular: Maternal hiperhomosisteinemi oluşturulan sıçan yavrularının beyin maturasyonunda gecikme olduğu saptandı ve melatoninin bunu kısmen önlediği gözlendi. Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçanlarda öğrenme performansını etkilediği ve melatoninin de buna karşı olumlu etkisi olduğu saptandı. Sonuç: Melatoninin yüksek konsantrasyondaki homosisteinin fetal gelişim üzerindeki bazı olumsuz etkilerini önlemede etkili olduğunu gözlemledik S-34 ÖNEMLİ BİR KİMYASAL SAVAŞ AJANI OLAN MUSTARDIN TOKSİK ETKİLERİNİN ÖNLENMESİNDE MELATONİNİN ETKİNLİĞİ T. Topal1, H. Yaren2, B. Kurt3, B. Uysal1, M. Özler1, Ş. Öter1, A. Korkmaz1, H. Bilgiç1 1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, 2 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, NBC BD, 3 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Patoloji AD / ANKARA ttopal@gata.edu.tr Giriş ve Amaç: Kimyasal savaş ajanları son otuz yıl içerisinde yeniden sivilleri tehdit eder hale gelmiştir. Bu ajanlardan en önemlilerinden bir tanesi sülfür mustarddır ve halen etkin bir antidotu veya tedavisi yoktur. Dünyada ticareti ve araştırma amaçlı kullanımı yasak olduğu için çalışmalarda aynı özelliklere sahip ancak kimyasal silah özelliği olmayan mekloretamin kullanılmaktadır. Bu çalışmada amacımız mekloretaminin neden olduğu hücresel hasarın önlenmesidir. Materyal ve Metod: 35 adet Sprague-Dawley erkek sıçan sham kontrol, mustard kontrol, iki farklı melatonin dozunun kullanıldığı toplam dört gruba ayrıldı. Çalışma gruplarına LD50 dozunun %75'i düzeyinde (1,6 mg/kg) mekloretamin uygulaması yapıldı. Melatonin 20 mg/kg ve 40 mg/kg (ip) olmak üzere üç gün uygulandı ve 72. saat sonunda tüm hayvanlar sakrifiye edildi. En çok etkilendiği bilinen akciğer, ince barsak ve böbrekten histopatolojik ve biyokimyasal incelemeler için örnekler alındı. Her bir örnekte malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri ve rutin patolojik inceleme yapıldı. Bulgular: Mustard uygulamasının her üç dokuda da önemli düzeyde hasara neden olduğu gözlendi. Akciğerde alveol kaybı ve hava yolu daralmaları, ince barsak dokusunda önemli hücresel kayıp ve böbreklerde nefron kaybı ve glomerül hasarı bunlardan en önemlileri olarak sıralanabilir. Melatonin her iki dozda da etkin koruma sağladı. Bu koruma gerek histopatolojik gerekse biyokimyasal olarak ortaya kondu. Sonuç: Son yıllarda yeniden bir tehdit haline gelen kimyasal savaş ajanları spesifik antidotları olmadığı için önemli bir çalışma alanı oluşturmaktadır. Çalışmamızda, yan etki profili son derece düşük, güvenilir ve çok ucuz bir kimyasal ajan olan melatoninin mustard maruziyetinde ölüme neden olabilen hücresel hasarı önemli ölçüde önlediği ve gelecek için umut vadettiği gösterilmiştir. S-35 ŞİZOFRENİ VE PANİK BOZUKLUKTA EL TERCİHİ, GÖZ TERCİHİ VE ÇAPRAZ EL-GÖZ DOMİNANSI S. Yıldırım1, E. Oral2, N. Ustaoğlu2, Ş. Dane1 Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Psikiyatri2 Anabilim Dalı; ERZURUM serapyildirim10@hotmail.com Giriş ve Amaç: Çapraz el-göz dominansı iki şekilde olabilmektedir: 1-elde sağ gözde sol dominans, 2-elde sol gözde sağ dominans. Daha önce yapılan bir çalışmada panik bozukluk hariç tüm psikiyatrik hasta gruplarında sol göz dominansının kontrollere göre daha yüksek olduğu rapor edildi. Ayrıca, kişilik bozuklukları dışındaki psikiyatrik hasta gruplarında da çapraz el-göz dominansının kontrollere göre anlamlı daha yüksek olduğu rapor edildi. Bu çalışmada şizofreni ve panik bozukluğu olan psikiyatrik hastalarda ve kontrollerde el tercihi, göz tercihi ve çapraz el-göz dominansı ve gözün kayma dereceleri saptandı. Materyal ve Metod: El tercihi modifiye Oldfield anketi kullanılarak, göz tercihi ve kayma derecesi de modifiye Miles testi kullanılarak ölçüldü. Çalışmaya 23 erkek ve 18 kadın olmak üzere 41 hasta ve 31 kontrol dâhil edildi. Bulgular: 23 erkek hastanın 13'ü şizofren ve 10'u panik bozukluk, 18 bayan hastanın 3'ü şizofreni ve 15'i panik bozuklukdu. Hastalık frekanslarında cinsiyet farkı, şizofreni erkeklerde ve panik bozukluk kadınlarda daha fazla, anlamlıydı (X2=6.74, p=0.009). El tercihi açısından hastalar ve kontroller arasında dağılım farkı bulunmadı. Göz tercihi ve çapraz dominans açısından hem şizofrenler ve hem de panik bozuklukta sol göz tercihi ve çapraz el-göz dominansının kontrollere göre anlamlı daha yüksek olduğu bulundu (X2=14.03, p=0.001). One-Way ANOVA ile sağ (F=7.91, p=0.001) ve sol (F=15.45, p=0.00) gözün kayma dereceleri ve toplam kayma derecesi (F=8.26, p=0.001) açısından hasta grupları ile kontroller arasında anlamlı farklar olduğu bulundu. Sonuç: Bu sonuçlar ışığında şizofrenlerde ve panik bozukluğunda sol göz tercihi ve çapraz elgöz dominansının kontrollere göre yüksek olduğu ve bunun psikiyatrik hastalarda serebral hemisferik lateralizasyon anormalliklerinden kaynaklanabileceği söylenebilir. S-36 DENEYSEL SEPTİK ÇOK MODELLERİNDE ENDOTELİN RESEPTÖR BLOKÖRÜ TEZOSENTANIN MEZENTER KAN AKIMI VE ORGAN HASARINA ETKİLERİ A. Erdem1, A.M. Sevgili1, F. Akbıyık2, P. Atilla3, N. Çakar3, Z.D. Balkancı1, A.B. İskit4, M.O. Güç4 Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Biyokimya2, Histoloji3, Farmakoloji4 AD; ANKARA; msevgili@yahoo.com Giriş ve Amaç: Septik şok hipotansiyon, azalmış kan akımı ve serbest radikallerden kaynaklanan organ hasarı ile karakterize dolaşım yetmezliği durumudur. Septik şokta oluşan vazodilatasyona rağmen organ kan akımlarında görülen azalmadan endotelin sisteminin sorumlu olduğu ve endotelin reseptör blokajının bu noktada faydalı olabileceği yönünde çalıþmalar bulunmaktadır. Biz çalışmamızda yeni bir dual endotelin reseptör blokörü olan tezosentanın (10 mg/kg i.p.) septik şokta mezenterik kan akımı ve organ hasarı üzerine muhtemel olumlu etkilerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Swiss albino farelerde iki farklı modelle; E. coli endotoksin (LPS; O55:B5, 20 mg/kg i.p.) ve çekum bağlama ve delme (CLP); septik şok oluşturuldu. Ultrasonik Doppler Flowmeter kullanılarak mezenter kan akımları ölçüldü. Eksanguinasyondan sonra karaciğer, dalak ve böbrekleri çıkarıldı. Biyokimyasal analizler karaciğerde, histopatolojik inceleme her üç organda yapıldı. Bulgular: Tezosentan uygulaması septik hayvanlarda görülen kan akımındaki düşüşü anlamlı şekilde engelledi. Her iki modelde TBARS düzeyi ve MPO aktivitesi artarken GSH miktarı azaldı. Tezosentan TBARS düzeyini etkilemezken MPO aktivitesini CLP modelinde azalttı. Tezosentan tek başına GSH miktarını artırmakla birlikte septik hayvanlardaki GSH düzeyini ikna edici şekilde değiştiremedi. Histopatolojik incelemelerde her iki modelin yapısal hasara yol açtıgı ve tezosentanın bu hasarı büyük oranda engellediği görüldü. Sonuç: Septik şokta endotelin reseptörlerinin blokajıyla görülen olumlu sonuçlar oksidan mekanizmaların modülasyonundan çok tezosentanın kan akımı üzerindeki etkisinden kaynaklanmaktadır. S-37 TAURİNİN SEPTİK ŞOKTAKİ ORGAN HASARINA ETKİSİNİN HİSTOPATOLOJİK İNCELENMESİ A. Erdem1, A.M. Sevgili1, P. Atilla2, N. Çakar2, A.B. İskit3, D. Balkancı1, M.O. Güç3 Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji1, Histoloji2 and Farmakoloji3 Anabilim Dalı; ANKARA; aerdem@hacettepe.edu.tr Giriş ve Amaç: Taurin, insan ve çeşitli hayvan türlerinin birçok dokusunda hücre içinde serbest olarak bulunur ve hipertansif hayvan modellerinde kan basıncını düşürmesine ek olarak bazı damarların kasılma cevaplarını azalttığı gösterilmiştir. Öte yandan septik şokta mezenter damar yatağında oluşan aşırı vazospazmın ölümcül sonuçlara yol açan organ hasarından sorumlu olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada taurinin septik şokta azalan mezenterik kan akımı ve oluşan organ hasarı üzerindeki olası yararlı etkileri histopatolojik olarak incelenmiştir. Materyal ve Metod: Swiss albino fareler dört gruba ayrıldı (n=5-8). Kontrol grubuna % 0,9 NaCl, Taurin grubuna taurin (150 mg/kg ip. 0., 8., ve 16. saatlerde), Sepsis grubuna Escherichia coli endotoksini (Lipopolysaccharide, O55:B5; 20 mg/kg, ip, 8. saatte) ve Sepsis + Taurin grubuna ise endotoksin ve taurin birlikte verildi. 24. saatte hayvanlar anesteziye edilerek 15 dakika süreyle mezenter kan akımları perivasküler ultrasonik Doppler-akımölçer (Transonics, A.B.D.) ile ölçüldü. Daha sonra karaciğer, dalak ve böbrek histopatolojik inceleme için izole edildi. Tüm veriler ortalama ± ortalamanın standart hatası olarak ifade edildi ve Instat (GraphPad, A.B.D.) yazılımı aracılığıyla istatistiksel olarak analiz edilip P<0.05 ise anlamlı kabul edildi. Bulgular: Endotoksin mezenter kan akımını azaltırken (kontrol: 127.59±2.87, n=5; endotoksin: 54.37±22.2, n=6, P=0,0086, ml/dak/kg, 0. dk), taurin kan akımında oluşan bu azalmayı önlemedi (69.95±15.54 ml/dak/kg, n=8, 0. dk.). Maskelenmiş olarak yapılan histopatolojik incelemede endotoksin grubundaki tüm sıçanların dokularında belirgin hasar gözlendi. Taurin alan sıçanların dokularında ise kısmen düzelme vardı. Örneğin böbrek dokularında epitel hücre dejenerasyonu, karaciğerde inflamatuar hücre grupları yoktu. Sonuç: Bu çalışmanın sonucunda taurinin doku hasarını kısmen önlediği ve bunu kan akımını düzeltmeksizin, başka mekanizmalar aracılığı ile gerçekleştirdiği sonucuna varıldı. S-38 ERİTROPOETİN TEDAVİSİNİN U-937 MONOSİTLERDE LPS UYARIMI SONUCU SİTOKİN YAPIMINA ETKİSİ N. Yazıhan 1,3, Ö. Karakurt 3, F. Kocaay 2,3, H. Ataoğlu 2,3. Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Mikrobiyoloji BD2, Moleküler Biyoloji Araştırma ve Geliştirme Birimi3; ANKARA; nurayyazihan@yahoo.com Giriş ve Amaç: Eritropoietin (EPO), hematopoietik bir sitokindir. Kronik böbrek yetmezliği sürecindeki hastalarda anemi tedavisinde kullanılmaktadır. Özellikle dializ hastalarının enfeksiyona ve enflamasyona yatkınlığı fazladır. Bu nedenle EPO tedavisinin immun cevaba etkisinin belirlenmesi önemlidir. Midkin heparin bağlayan büyüme faktörüdür. Kanser ve enflamatuar hücrelerinin çoğalmasında, migrasyonunda rol aldığı düşünülmektedir. Monositik hücrelerin kendi midkin sekresyonları olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Bu çalışmada EPO tedavisinin insan monositlerinden sitokin ve midkin yapımına etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışma insan monosit hücre serisi U937'lerle ve aynı hücreler forbol miristat asetat (PMA) ile makrofaja dönüştürülerek yapılmıştır. Deney 80 grupta gerçekleştirilmiştir. Hücre kültürü ortamında; 1, 10, 50, 100 IU/ml EPO dozlarının normal koşullarda ve 1 µgr/ml LPS varlığında 2, 6, 24, 48 saatlerde hücre proliferasyonuna, sitokin yapımına ve midkin düzeylerine etkileri araştırılmıştır. Bulgular: LPS uygulaması sonrası monosit sayısı 24 ve 48 saatlerde azalmıştır. EPO tedavisi tüm dozlarda LPS toksitesine karşı koruyucu bulunmuştur. EPO tedavisinin düşük dozlarda TNF, IL-6 düzeylerinde değişime neden olmazken, PMA'lı gruplarda yüksek dozda sitokin yapımını arttırdığı gözlenmiştir. LPS ile aynı anda verildiğinde 24 ve 48. saatlerdeki LPS'ye bağlı sitokin cevabını arttırmaktadır. PMA varlığında sitokin cevabının daha belirgin olduğu görülmüştür. EPO tedavisi verilen grupta midkin yapımı da 2 saatte başlamak üzere doza bağlı artışa neden olmuştur. EPO; LPS'ye bağlı midkin yapımını azaltmıştır. Midkin yapımı en yüksek LPS grubunda gözlenmiştir. Sonuç: Bu çalışmada ilk kez monositik hücrelerden midkin sekresyonunun varlığı gösterilmiştir. EPO tedavisi tek başına enflamatuar yanıta neden olmazken, LPS varlığında sitokin cevabını arttırarak vücut savunmasında koruyucu etki göstermektedir. Midkinin LPS ile aktive olan enflamatuar sitokin yapımına katıldığı düşünülmektedir. Bu çalışma TUBİTAK (SBAG-2812-104S329) tarafından desteklenmiştir. P-1 GHRELİN ANTİEPİLEPTİK AJAN OLABİLİR Mİ? A. Şermet1 , B.D.Obay1,C.Tümer2, E.Taşdemir3, M.H.Bilgin1 1 2 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DİYARBAKIR Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; HATAY 3 Özel Gelişim Tıp Merkezi; DİYARBAKIR, sermet@dicle.edu.tr Amaç: Deneysel epilepsi oluşturulmadan önce değişik dozlarda uygulanan ghrelinin antiepileptik etki gösterip göstermediğini araştırmak. Materyal ve Metod: Erişkin, erkek, Wistar albino sıçanlar her birinde 7 adet olacak şekilde, dört deney (D1-D4) ve bir kontrol (K) grubuna ayrıldı. Kontrol grubu sıçanlşarda epilepsi oluşturmak için yaklaşık 16 saatlik açlıktan sonra intraperitoneal tek doz 50 mg/kg pentilentetrazol (PTZ) uygulandı. Deney gruplarındaki hayvanlara PTZ enjeksiyonundan 30 dakika önce periton boşluğuna 20, 40, 60 ve 80 µg/kg ghrelin verildi. PTZ ile oluşturulan epileptik nöbetler; ilk miyoklonik sıçrama, jeneralize klonik nöbet ve tonik jeneralize ekstansiyon nöbeti olarak üç ayrı komponent şeklinde değerlendirildi. Bulgular: 50 mg/ kg PTZ enjeksiyonu, kontrol sıçanların tümünde epileptik nöbet oluşturdu. PTZ enjeksiyonundan 30 dakika önce değişik dozlarda (20, 40, 60 ve 80 µg/kg) ghrelin uygulanan sıçanlarda nöbetlerin değişik komponentlerinin başlangıç süreleri doza bağlı olarak önemli ölçüde gecikti ve nöbet süreleri kısaldı.. Ghrelin maksimal etkisinin 80 µg/kg dozunda olduğu görüldü. Sonuç: Bulgularımız; PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan sıçanlarda ghrelinin epileptik nöbetlerin şiddet ve sürelerini önemli ölçüde azaltabileceğini ve bir antiepileptik ajan olabileceğini göstermektedir. P-2 EPİLEPSİ OLUŞTURULAN SIÇANLARDA OKSİDAN STRES VE GHRELİN UYGULAMASININ ETKİLERİ B.D.Obay1, A.Şermet1, C.Tümer2, E.Taşdemir3, 1 2 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji ABD DİYARBAKIR Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji ABD HATAY 3 Özel Gelişim Tıp Merkezi DİYARBAKIR, bobay@dicle.edu.tr Amaç: Deneysel epilepsi oluşturulan erişkin erkek Wistar albino sıçanlarda beyin, karaciğer ve eritrosit antioksidan enzim aktiviteleri ile glutatyon ve lipid peroksidasyon düzeylerindeki değişikliklere ghrelinin etkisini incelemek. Materyal ve Metod: Sıçanlar her birinde 7 adet olacak şekilde beş deney (D1-D5) ve bir kontrol (K) grubuna ayrıldı. Deney gruplarına epilepsi oluşturmak için yaklaşık 16 saatlik açlıktan sonra intraperitoneal tek doz 50 mg/kg pentilentetrazol (PTZ) uygulandı. PTZ enjeksiyonundan 30 dakika önce deney gruplarının periton boşluğuna 20, 40, 60 ve 80 µg/kg ghrelin verildi. PTZ enjeksiyonlarından 24 saat sonra deney ve kontrol grubu sıçanlar eter anestezisi altında kardiyak ponksiyonla feda edildi. Hızlı bir şekilde beyin ve karaciğerleri çıkartılıp serum fizyolojik ile yıkandıktan sonra 5 mM pH:7.4 fosfat tamponunda ayrı ayrı homojenize edildi.. Elde edilen homojenatlar ve kan örneklerinde; süperoksit dismütaz (CuZn-SOD), katalaz (CAT) glutatyon (GSH),ve lipid peroksidasyon düzeyleri ölçüldü. Bulgular: PTZ ile epilepsi oluşturulan sıçanların beyin, karaciğer ve eritrositlerinde oksidan stresin göstergesi, lipit peroksidasyonu, önemli ölçüde artarken antioksidan enzim aktiviteleri (SOD ve Katalaz) , glutatyon düzeyleri önemli ölçüde azaldı. PTZ uygulamasından 30 dakika önce değişik dozlarda (20, 40, 60 ve 80µg/kg) ghrelin verilmesi epileptik nöbetlerin ve oksidan stresin şiddetini önemli ölçüde azaltırken antioksidan enzim aktiviteleri ve glutatyon düzeylerindeki azalmayı ve lipid peroksidasyonundaki arttışı önemli ölçüde önledi. Sonuç: Bulgularımız; PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan sıçanların beyin, karaciğer ve kan dokularında antioksidan sistemin etkilendiğini, oksidativ stresin arttığını, ve ghrelinin antiepileptik bir ajan olabileceğini ve epilepsiye baglı oksidan stresi azaltabileceğini göstermektedir. P-3 CİNSİYETİN GÖRSEL UYARILMA POTANSİYELLERİ VE ELEKTRORETİNOGRAM KAYITLARI ÜZERİNE ETKİLERİ B. Reşitoğlu1, T. Ergenoğlu1, H. Beydağı1 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, MERSİN fyzbora@yahoo.com Giriş ve Amaç: Görsel sistemin elektrofizyolojik değerlendirilmesinde kullanılan görsel uyarılma potansiyeli (GUP) ve elektroretinogram (ERG) kaydı retina ve görme yollarının bir bütün olarak incelenmesine ve milisaniyelik zaman boyutunda mikrovolt düzeyindeki potansiyel değişikliklerin ortaya konulmasına olanak sağlamaktadır. GUP, optik sinir ve görme korteksine kadar uzanan tüm görme yollarının işlevlerini yansıtırken ERG retinal işlevleri gösteren kitlesel bir yanıttır. Bu çalışmada, sağlıklı bireylerde cinsiyetin GUP ve ERG kayıtları üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya yaşları 20 ile 49 arasında değişen 46'sı erkek 55'i kadın, toplam 101 gönüllü denek katıldı. GUP kaydında Oz (orta hat oksipital) bölgesine, ERG kaydında Tepas ve Armington'un da bildirdiği gibi kayıt alınan göz tarafındaki burun köküne Ag/AgCl disk elektrod yerleştirilerek izole bir odada kayıtlar alındı. 30′ ve 60′'lık patern ile flaş uyaranlar kullanılarak alınan GUP ve ERG kayıtlarındaki potansiyel dalgaların genlik ve latans değerleri ölçüldü. Elde edilen verilerin normal dağılıma uygunluk kontrolü, OneSample Kolmogorov Simirnov testi ile yapıldı. Normal dağılım gösteren yaş gruplarında verilerin cinsiyete göre karşılaştırılmasında Independent-t testi, normal dağılmayanlarda ise Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: 60′ patern GUP'ta N75 (p=0.01), flaş GUP'ta N2 (p=0.04) ve P2 (p=0.008), 30′ patern ERG'de P50 (p=0.02) ve N95 (p=0.001), 60′ patern ERG'de ise N95 (p=0.002) dalga genliği kadınlarda daha büyük genlikli olarak elde edildi. Ölçülen latans değerleri incelendiğinde ise: 30′ patern GUP kaydında N75 ile P100 ve 60′ patern GUP'ta N75 dalga latansı erkeklerde daha uzundu. Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, GUP ve ERG dalga genliklerinin sıklıkla cinsiyete göre değişim gösterdiğini, buna karşılık latans değerlerinin ise daha stabil olduğunu ortaya koymaktadır. P-4 FARKLI DESTEK HÜCRE SİSTEMLERİ ÜZERİNDE İNSAN EMBRİYONİK KÖK HÜCRE İZOLASYONU VE KÜLTÜRÜ Z. Candan1, N. Fındıklı2, O. Akçın3, S. Kahraman1 1 İstanbul Memorial Hastanesi, Yardımcı Üreme Teknikleri (YÜT) ve Genetik Tanı Merkezi, Ar-Ge Laboratuarı, İSTANBUL 2 International Hospital, Tüpbebek Merkezi, İSTANBUL 2 Yeditepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Bölümü, İSTANBUL necatif@gmail.com Amaç: İnsan embriyonik kök hücreleri (iEKH) blastosist aşaması insan embriyolarının iç hücre kütlesinden elde edilen pluripotent hücrelerdir. Bu çalışmanın amacı fare ve insan destek hücre sistemleri kullanılarak farklı insan embriyonik kök hücre dizileri elde edilmesi, tanımlanması ve farklı somatik hücre tiplerine dönüşümlerinin değerlendirilmesidir. Materyal ve Metod: YÜT işlemi sonrası imha edilmek üzere ayrılmış embriyolar, çiftlerin yazılı onayı doğrultusunda iEKH izolasyonu için ayrıldı. iEKH izolasyonu için immünocerrahi veya doğrudan kültür yöntemleri kullanıldı. Elde edilen koloniler özel kök hücre kültür ortamları kullanılarak mitotik aktiviteleri durdurulmuş fare veya insan kaynaklı fibroblast hücreleri üzerinde büyütüldüler. Hücresel ve genetik tanımlama için alkalin fosfataz testi, immünositokimya, karyotipleme ve RT-PCR teknikleri kullanıldı. Bulgular: İzolasyon sonrası 11 farklı iEKH hücre dizisi elde edildi. Bu dizilerden 7'si fare destek sistemleri, 4'ü insan destek sistemleri kullanılarak elde edildiler. Dizilerin tümü normal kromozom dizilimine sahipti; bununla birlikte 1 dizi kalıtsal B-talasemi mutasyonu taşımaktaydı. Yapılan analizlerde tüm dizilerin iEKH spesifik yüzey antijenleri yönünden pozitif olduğu, oct-4 eksprese ettiği, ve farklılaşma tetiklendiğinde fetusu oluşturan 3 farklı germ yaprağına ait hücrelere dönüşebildiği gözlendi. Sonuç: Günümüzde iEKH hücrelerinin elde edilmesi ve kültürü ve tedavi amaçlı kullanımları konusunda ciddi tartışmalar ve bilinmezlikler mevcuttur. Bununla birlikte gerçekleştirilen çalışmalar bu hücrelerin yüksek araştırma ve tedavi potansiyeli taşıdığını göstermektedir. Çalışmalarımızın sonuçları, Ülkemizde yakın gelecekte gerçekleştirilebilecek iEKH araştırmaları için kaynak oluşturabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. P-5 DİŞİ KÖPEKLERDE ELEKTROFİZYOLOJİK BULBOCAVERNOSUS REFLEKS TESTİ E. Turan2, C. Ünsal1, İ. G. Yıldırım2 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı;AYDIN.; Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı; AYDIN. cunsal@adu.edu.tr 2 Amaç: Elektrofizyolojik bulbocavernosus refleks (EBCR), glans klitoris ya da glans penis'in elektriksel uyarımıyla oluşan cevabın musculus bulbocavernosus ya da musculus sphincter ani externus'tan kaydedilmesidir. EBCR insanlarda veziko-üretral, ano-rektal ve seksüel fonksiyon bozukluklarının nörojenik kökenli olup olmadığının araştırılması için kullanılan en yaygın tanı yöntemidir. Bu çalışma dişi köpeklerde EBCR'nin tekniği ve uygulanabilirliğini saptamak ve refleksin normal latans değerini belirlemek amacıyla gerçekleştirildi. Materyal ve Metod: Çalışmada 15 adet sağlıklı dişi köpek kullanıldı. Elektriksel uyarımlar bipolar yüzey elektrodla klitoristen verildi. Kayıtlar bipolar konsantrik iğne elektrod kullanılarak musculus spincter ani externus'tan alındı. Bulgular: EBCR latanslarının 18.99 ve 25.69 milisaniye arasında değiştiği ve ortalama değerin 22.27 milisaniye olduğu görüldü. Sonuç: Çalışma EBCR'nin dişi köpeklerde kolay uygulanabilir olduğunu, bulgular da objektif sonuç veren bir test olduğunu göstermiştir. Ayrıca, EBCR'nin küçük hayvan kliniklerinde sakral refleks kemerinin incelenmesinde rutin olarak kullanılabileceği de görülmüştür. P-6 PTZ İLE DENEYSEL EPİLEPSİ OLUŞTURULAN FARELERDE GLUTATYON ETKİSİNİN BEYİN DOKUSUNDA ADENOSİNE DEAMİNAZ DÜZEYLERİ S. Pençe1 M. Boşnak1 N. Kurtul2 1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, GAZİANTEP Sütçü İmam Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü, KAHRAMANMARAŞ pence@gantep.edu.tr 2 Giriş: Epilepsiler nörolojik hastalıkların en büyük grubunu oluşturur. Epilepsi beyinde reaktif oksijen türleri oluşumunu artıran tekrarlayan nöbetlerle karakterizedir. İndirgenmiş glutatyon oksidatif hasara karşı hücrelerin korunmasında non-enzimatik antioksidan olarak önemli rol oynar. Adenozin oksidatif strese karşı hücreleri korur. Adenozin deaminaz adenozinin yıkımından sorumludur ve onun düzeyini ayarlar. Bu nedenle adenozin deaminaz düzeyindeki herhangi bir değişiklik adenozin düzeyine de yansır. Materyal ve Metod: Toplam 80 fare 8 gruba ayrıldı. Gruplar, sham grubu ( grup 1), kontrol grubu ( grup 2), PTZ grubu (grup 3), PTZ+glutatyon grubu (grup 4), 5 doz glutatyon grubu (grup 5), tek doz glutatyon grubu (grup 6), Kindling grubu (grup 7) ve kindling + glutatyon grubu (grup 8)şeklinde oluşturuldu. Her farenin beyni çıkarıldı ve 5 parçaya bölündü. Bulgular: Adenizin deaminaz düzeyleri gruplar arasında ve subgruplarda farklı bulundu. PTZ ile konvulsif ve subkonvulsuf dozda deneysel epilepsi oluşturulan gruplarda adenozin deaminaz düzeyi diger gruplara göre yüksek bulundu. Glutatyon verilen epileptik gruplarda adenozin deaminaz düzeyleri düşük bulundu. Sonuç: Glutatyonun adenozin deaminaz düzeyini düşürerek antikonvulsif etkisi olabilir. Glutatyonun adenozin deaminaz düzeyindeki rolünün anlaşılması için daha detaylı çalışmalara ihtiyaç vardır. P-7 DENEYSEL EPİLEPSİDE PROGESTERONUN TÜM BEYİN DOKUSU ADENOZİN DEAMİNAZ DÜZEYİNE ETKİSİ S. Pençe1, M. Boşnak1, N. Kurtul2 1 2 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, GAZİANTEP Sütçü İmam Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü. KAHRAMANMARAŞ pence@gantep.edu.tr Giriş: Nörolojik hastalıklar spectrumunda epilepsi morbiditenin başta gelen nedenidir. Yüksek ve sabit progesteron düzeyleri nöbet aktivitesini düşürür. Adenozin A1 reseptörlerini etkileyerek deneysel epilepside antikonvulsan etki gösterir ve status epileptikusta ilerlemeyi engeller. Adenozin deaminaz adenonozin düzeylerini düzenleyen major enzimdir. Bu nedenle adenozin deaminaz düzeyindeki herhangi bir değişiklik adenozin düzeyine yansır. Materyal ve Metod: Toplam 80 fare 8 gruba ayrıldı. Gruplar, sham grubu ( grup 1), kontrol grubu ( grup 2), PTZ grubu (grup 3), PTZ+glutatyon grubu (grup 4), 5 doz glutatyon grubu (grup 5), tek doz glutatyon grubu (grup 6), Kindling grubu (grup 7) ve kindling + glutatyon grubu (grup 8) şeklinde oluşturuldu. Her farenin beyni çıkarıldı ve 5 parçaya bölündü. Bulgular: Adenozin deaminaz düzeyleri gruplar arasında ve subgruplarda farklı bulundu. PTZ ile konvulsif ve subkonvulsif dozda deneysel epilepsi oluşturulan gruplarda adenozin deaminaz düzeyi diğer gruplara göre yüksek bulundu. Progesteron verilen gruplarda adenozin deaminaz düzeyleri düşük bulundu. Sonuç: Progesteron A1 reseptörleri aracılığıyla adenozin deaminaz düzeyini düşürerek antikonvulsif etki oluşturabilir. Progesteronun adenozin deaminaz düzeyindeki rolünün anlaşılabilmesi için daha detaylı çalışmalara ihtiyaç vardır. P-8 KOMPLEKS UYARILMIŞ GÖRSEL POTANSİYELLERİN FRAKTAL ÖZELLİKLERİ G.Ç. Yalçın1, O. Seymen2, E. Aytaç2, S. Ogullar2, Y. Ağbulut1, K.G. Akdeniz1 1 İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü, Vezneciler, İSTANBUL İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Bölümü, Cerrahpaşa, İSTANBUL gcyalcin@istanbul.edu.tr 2 Giriş ve Amaç: Zaman serisi analizi yöntemi karmaşık otonom sistemleri anlamada yeni bir boyut getirmiştir. Bu yöntemle yerel bir fizyolojik sistem olan görme merkezlerinden uyarılmış görsel potansiyellerin (VEP) sinyalleri çekicileri incelenmiştir. Bu çekicilerin fraktal boyutları ile Latans değerleri ilişkilendirilebilir. Materyal ve Metod: İnsanlardan alınmış olan VEP sinyallerinin faz uzayında çekicilerinin oluşturulması için gerekli yerleştirme parametrelerinin bulunması teknikleri anlatıldı. Sonuç: VEP sinyallerinin fraktal boyut bilgilerinin Latans değerlerine karşılık gelmediği görüldü. P-9 VON HİPPEL LİNDAU HASTALIĞINDA GÖRSEL UYARILMIŞ POTANSİYELLER: OLGU SUNUMU E. Aytaç1, S. Oğullar1, P. Seymen2, G. Dikmen1, M. Yıldız1, H. O. Seymen1 1 İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı,2T.C. Sağlık Bakanlığı Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nefroloji Hemodiyaliz Ünitesi; İSTANBUL; seymeno@istanbul.edu.tr Giriş ve Amaç: Von Hippel-Lindau hastalığı (VHLH) mezoderm kaynaklı organlarda vasküler, neoplastik ve kistik lezyonlarla karakterize bir herediter fokomatözdür. Hastalık genellikle nörolojik sorunlar ve görme bozukluğu ile ortaya çıkar. Özellikle retinal hemanjiomlar önemli sorun oluşturur. Hastalığın tedavisi sırasında görme fonksiyonlarının korunabilmesi bu lezyonların büyüklüğü ve lokalizasyonuna bağlıdır. Görsel uyarılmış potansiyeller (GUP) birçok serebral hastalığın teşhisinde ve tedavisinin takibinde objektif bir ölçüt olarak kullanılmaktadır. GUP, göze verilen flaş uyarılara oksipital korteksteki elektriksel potansiyellerin bir elektrot yardımıyla ölçülmesi esasına dayanır. Retinadan oksipital kortekse kadar olan nöronal fonksiyonlar değerlendirilir. Literatürde VHLH'da rapor edilmiş GUP değerlendirmesine rastlanmamaktadır. Materyal ve Metod: VHLH tanısı almış 5 yaşındaki erkek hastanın, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Elektrofizyoloji Laboratuarı'nda, Biopac Sistemi ile Uluslararası Görme Elektrofizyolojisi Birliği (International Society for Clinical Electrophysiology of Vision, ISCEV 2004)'nin standartlarına uygun olarak GUP kayıtları alındı. Bulgular: Olgumuzda N2 dalga latansı sağ gözde hafif uzun olup, sol gözde normaldi. P2 dalga latansları her iki gözde normaldi. N2-P2 dalga genlikleri her iki gözde normal sınırlardaydı. Sonuç: Öncelikle retina hasarı ve santral sinir sisteminde oluşan hemanjioblastomlarda VHLH' da meydana gelen görme fonksiyonlarındaki bozulmanın sebebi olabilir. Ayrıca VHLH ilerleyici multisistemik bir hastalık olması nedeniyle aynı olguların düzenli olarak takibi ve olgu sayısının arttırılarak kontrol gruplarıyla karşılaştırılması ile daha kesin sonuçlara varılabileceğini düşünüyoruz. P-10 KORPUS KALLOZUM AGENEZİSİNDE GÖRSEL UYARILMIŞ POTANSİYELLER VE ELEKTRORETİNOGRAM E. Aytaç1, G. Dikmen1, S. Oğullar1, H. O. Seymen1 1 İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı;İSTANBUL; seymeno@istanbul.edu.tr Giriş ve Amaç: Korpus kallozum agenezisi (KKA), iki serebral hemisferi birbirine bağlayan korpus kallozumun konjenital olarak tamamen ya da kısmen olmamasıdır. KKA; epilepsi, beslenme problemleri, gelişme geriliği, mental retardasyon, görsel hafızanın bozuk olması gibi şikayetlerle başvuran hastaların araştırılması için yapılan bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme teknikleri sonucu teşhis edilir. KKA genellikle optik sinir ve optik yolun atrofisiyle birliktedir. KKA nadir görülmesi nedeniyle hastalık hakkındaki bilgiler sınırlıdır. KKA'da görsel uyarılmış potansiyeller (GUP) ve elektroretinogram (ERG)'nin özellikleri literatürde henüz değerlendirilmemiştir. Materyal ve Metod: Araştırmamız İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı Elektrofizyoloji Laboratuarı'nda GUP-ERG (Biopac Systems Inc., Santa Barbara, USA) kayıtları alınan 4 total korpus kallozum agenezisi olgusu üzerinde yapıldı. Elektrofizyolojik kayıtlar Uluslararası Görme Elektrofizyolojisi Birliği' nin standartlarına uygun olarak alındı (International Society for Clinical Electrophysiology of Vision, ISCEV 2004). Kontrol grubu olarak deney grubunun yaş aralığına uygun 8 adet normal GUP ve ERG kaydı kullanıldı. İstatistik için SPSS 10.0 programında Mann-Whitney U testi kullanıldı, anlamlık p<0.05 değerleri kabul edildi. Bulgular: KKA grubu GUP değerlendirmesinde sağ ve sol göz P2 latansları ve bilateral N2 latansları anlamlı olarak uzun, ERG değerlendirmesinde sol göz amplitütleri anlamlı olarak düşük bulundu (p<0.05). Sonuç: Sonuç olarak KKA' da yapısal bozukluklar ve bunlara bağlı gelişen fonksiyonel patolojilerin görme işlevini bozabileceğini düşünmekteyiz. KKA' da görme fonksiyonları olumsuz etkilenmektedir. P-11 NEPETA CADMEA BOISS’ İN FİZYOLOJİK PARAMETRELERE ETKİSİ H. A. Erken1, G. Erken1, İ. Aslan2, A. Çelik2, O. Genç1 Pamukkale Üniversitesi, 1Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, 2 Fen Edebiyat Fakültesi, Biyoloji AD.; DENİZLİ, Giriş ve Amaç: Lamiaceae familyasına ait endemik bir tür olan Nepeta cadmea Boiss (kedi nanesi)’in, uçucu yağ içeriğinin büyük bir bölümünü nepetalakton oluşturmaktadır. Nepetalaktonun sedatif, hipnotik, analjezik, antioksidan ve antibakteriyel etkileri gösterilmiştir. Bu çalışmada ise, N. cadmea’nın kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızına etkilerini ortaya koymayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmada 14 adet Wistar Albino türü dişi sıçan (ortalama ağırlıkları 227+29 g) kullanıldı. Sıçanlar; kontrol grubu ve deney grubu olmak üzere 2 gruba ayrıldı (n:7). Deney grubu sıçanlara 21 gün boyunca, intraperitoneal (i.p.) olarak, bitkiden su distilasyon yöntemiyle elde edilen ekstre verildi (günde iki kez, 5 ml). Kontrol grubu sıçanlara ise aynı sürede ve aynı miktarda serum fizyolojik verildi. Uygulamanın son haftasında kan basıncı kaydı için handling yapıldı. 21 günlük uygulamadan sonra sıçanların kuyruktan kan basınçları, veri kazanım sistemi (PowerLab/8SP, Avustralya) ile kaydedildi. Daha sonra sıçanlar ketamin/ksilazin ile anestezi edilerek, kalp frekansları kaydedildikten sonra siyatik sinirleri çıkarılarak in vitro sinir ileti hızları kaydedildi. Veriler SPSS programına aktarılarak Mann Whitney U testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: Kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızında azalma görülmesine rağmen bu etkiler istatistiksel olarak anlamlı düzeyde değildi. Sonuç: Nepeta cadmea Boiss (kedi nanesi) kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızında anlamlı bir değişiklik meydana getirmemiştir. P-12 EPİLEPTİFORM AKTİVİTE ÜZERİNE FARKLI TEOFİLİN DOZLARININ ETKİSİ M. Yıldırım, C. Marangoz Ondokuz Mayıs Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; SAMSUN; mehmetyd@omu.edu.tr Amaç: Adenozin reseptör antagonisti teofilin, adenozinin inhibitör etkisini önlediği için merkezi sinir sisteminde uyarılmaya neden olmaktadır. Sunulan çalışmada, penisilinle oluşturulan epileptiform aktivite üzerine teofilinin etkilerinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Deneylerde 24 adet erişkin dişi Wistar sıçan kullanıldı. Penisilinin (200 ünite) intrakortikal (i.c.) enjeksiyonuyla başlatılan epileptiform aktiviteden 30 dk sonra intraserebroventriküler (i.c.v.) yoldan serum fizyolojikte çözülmüş 1, 10, 100 μg teofilin veya kontrol grubu için sadece serum fizyolojik 5 μl hacimde uygulandı. PowerLab veri kazanım ünitesiyle sıçanların sol somatomotor korteksinden 60 dk boyunca elektrokortikogram (ECoG) kaydı alındı. Bulgular: Yapılan istatistiksel analiz sonucunda, teofilinin doza bağlı olarak spike frekansında artışa neden olduğu fakat bu etkiden sadece 100 μg teofilin uygulanan sıçanlardaki spike artışının istatistiksel açıdan önemli olduğu saptandı (p<0.001). Enjeksiyondan 40 dk sonra serum fizyolojik, 1, 10 ve 100 μg teofilin gruplarındaki spike frekansının % değişimi sırasıyla % 96, % 108, % 115 ve % 167 olarak tespit edildi. Sonuç: Çalışmadan elde edilen bulgulara göre teofilin doza bağımlı bir şekilde epileptiform aktiviteyi arttırmaktadır. Sonuç olarak sunulan çalışmadan elde edilen bulgular teofilinin prokonvulsan bir madde olabileceği yönündeki literatür bilgilerini desteklemektedir. P-13 FARKLI FREKANS BANTLARINDA KORTEKSTE SEÇİCİ KOHERENT YANITLAR M. Özgören, A. Öniz, S. Kocaaslan, O. Bayazıt Dokuz Eylül Üni. Tıp Fak., Biyofizik AD ve Beyin Dinamiği Arş. Mrk. İZMİR murat.ozgoren@deu.edu.tr Amaç: Kortekste farklı uyaranlara karşı beynin yanıtlarının incelenmesi esnasında beyindeki informasyon akışı en büyük bilinmezlerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle beynin farklı bölgeleri arasında, uyaranlara karşı informasyon akışının koherans analizi ile incelenmesi hedeflenmiştir. Materyal ve Metod: Değişik uyaranlara karşı beynin farklı bölgelerindeki EEG kayıtlarından edinilen dijital segmentler, MATLAB ortamında geliştirilen programlarla incelenmiştir. Yirmialtı bireyin analog ve dijital EEG kayıtları alınmıştır. Bireylere uygulanan uyaranlar yüz (kompleks) uyaranları ve ışık (basit) uyaranları olarak eşit seviyede iluminans değeri ile (30cd/m2) 1.2 metre mesafede ekran üzerinden uygulanmıştır. Koherans analizindeki kısıtlayıcı faktörleri en aza indirmek amacıyla karşıt kulak elektrotları bağlantısı referans olarak alınmıştır. Bulgular: Tüm korteks bölgelerini kapsayacak şekilde, yapılan analizlerde, koherans değerleri, karmaşık uyaranlarda basit uyaranlara göre daha yüksek saptanmıştır. Z transformu ile normalize edilen verilerde, teta frekans bandı 0-500 ms penceresinde en yüksek koherans değerlerini vermiş ve delta, alfa, gama ve beta koherans yanıtları bunu izlemişlerdir. Erken zaman penceresinde (0-250 ms) en yüksek değeri beta bandındaki yanıtlar vermektedir. Delta (0.5-3.5 Hz), teta (4-7Hz), alfa (8-13 Hz), beta (15-30) Hz ve gamma (28-48 Hz) yanıtlarının farklı uyaranlar ve beyin bölgeleri arasında seçici dağıldığı saptanmıştır. Elektrot çiftlerinden elde edilen sonuçlar, örneğin beta bandında, sol frontoparietal ve sentroparietal ağırlıklı sinyal ayrımlamaya işaret etmektedir. Sonuç: Frontal, oksipital, sentral, temporal ve parietal bölgelerin farklı frekans bantlarında farklı bilgi akışı oluşturduğu ve bu seçici dağıtılmış tablonun kognitif ayrımlamada etken olduğu düşünülmektedir. P-14 DENEY SÜRECİNDE GÖRSEL UYARILMA POTANSİYELLERİNDEKİ DEĞİŞİMLERİN POWER SPEKTRAL GÖSTERİMİ O. Bayazıt Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik A.D., İZMİR; onur.bayazit@deu.edu.tr Giriş ve Amaç: Beyin birbiriyle ilişkili halde, girdi sinyalleri (input) ve çıktı sinyalleri (output) olan ve bu sinyallerin dinamik olarak değişim gösterdiği “kapalı bir kutu” olarak düşünülebilir. Beynin lokalizasyonuna ve uyaranın türüne göre verdiği elektriksel cevapların (salınımlar/osilasyonlar) karakteri farklı olmaktadır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada, basit ışık uyaranı uygulanmış kişilerin EEG'sinde, uyaran sonrası dönemin güç spektrumu (Power Spectral) analizi yapılmıştır. Yapılan bu analizler, EEG kayıt başlangıcı ve kayıt sonu beyin osilasyon (salınım) genliğindeki değişiminin incelenmesi için geliştirilebilir soyut bir yöntem olabilir. Bulgular ve Sonuç: Basit ışık uyaranı paradigması uygulanan gönüllülerin verilerinin, “Güç Spektrumu Analizleri (Power Spectral Stack Plot)” sonucu, sağ frontal (F4) ve sağ oksipital (O2) bölgelerde, uyaran sonrası (Visual EP / Görsel Uyarılma Potansiyeli) dönemde, EEG kaydının başlangıç dönemi ile son dönemi arasında frekans dağılımı ve genlikte belirgin farklılıklar gözlenmiştir. Buna göre; basit ışık uyaranı sonrası dönem (Visual EP) frekans zirvelerinin dağılımı, sağ frontalde 5 9 Hz arasında yoğunlaşırken, sağ oksipitalde 7 12 Hz arasında yoğunlaşmaktadır. Sağ frontal ve sağ oksipital bölgelerde, Visual EP döneminde, zirvelerin yoğunlaştığı frekanslarda, kayıt sonuna doğru genliklerinde arttığı gözlenmektedir. P-15 UYARAN ÖNCESİ EEG DURUMUNUN UYARAN SONRASI DÖNEME ETKİSİ O. Bayazıt Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik A.D., İZMİR; onur.bayazit@deu.edu.tr Giriş ve Amaç: EEG'de, uyaran öncesi yüksek genlikli seyreden frekans bantları, uyaran sonrasında azalmakta (Blocking / Event Related Desynchronization); uyaran öncesi düşük genlikli seyreden frekans bandı genliği, uyaran sonrasında yükselme (Enhancement) göstermektedir. Basit ışık uyaranı uygulanmış gönüllülerin EEG'sinde, uyaran öncesi ve uyaran sonrası dönemlerin Güç Spektrumu Analizleri, uyaran öncesi ve uyarana karşı beyin osilasyon (salınım) genliğinin yükselmesi (enhancement) veya azalmasının (blocking) incelenmesi için geliştirilebilir soyut bir yöntem olabilir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada; basit ışık uyaranı paradigması uygulanan gönüllülerin EEG verilerinin, “Güç Spektrumu Analizleri (Power Spectral Stack Plot)” yapılmıştır. Bulgular ve Sonuç: Sağ frontal (F4) ve sağ oksipital (O2) bölgelerde, uyaran öncesi (prestim) ve uyaran sonrası (Visual EP / Görsel Uyarılma Potansiyeli) dönemlerinde frekans dağılımı ve genliklerinde farklılıklar olduğu gözlenmiştir. Buna göre; sağ frontal ve sağ oksipital bölgelerde uyaran öncesi frekans genliğindeki yükseklik, basit ışık uyaranı sonrasında belirgin şekilde azalma göstermektedir. P-16 DENEYSEL PARKİNSON MODELİNDE DOKOSAHEKSAENOİK ASİDİN GÖRSEL UYARILMA POTANSİYELLERİ ÜZERİNE ETKİSİ Ö. Köse1, G. Hacıoğlu1, Y. Seval2, M. Aslan3, P. Yargıçoğlu4, A. Ağar1 2 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ANTALYA Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji AD; ANTALYA 3 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya AD; ANTALYA 4 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik AD; ANTALYA ozlemkose@akdeniz.edu.tr Amaç: Deneysel Parkinson modeli oluşturulan farelerde meydana gelen VEP değişikliklerine DHA'nın düzeltici etkisinin olup olmadığını araştırmak ve bu olası etkide lipid peroksidasyon (LP) ve antioksidan enzimlerin rolünü aydınlatmak. Materyal ve Metod: 10 aylık erkek C57BL/6 fareler rasgele 4 gruba ayrılmıştır: Kontrol (K) grubu, DHA verilen grup (D), deneysel Parkinson oluşturulan grup (P), deneysel Parkinson oluşturulan + DHA verilen grup (PD). DHA (36mg/kg/gün), 4 hafta boyunca gastrik gavaj yoluyla, MPTP (1-metil-4-fenil 1,2,3,6 tetrahidropiridin, 4x20mg/kg, 12 saat aralıklarla, ip) uygulanmıştır. Motor aktivite çubuk testi ile, SN'deki TH immünreaktif hücrelerin sayısı ise immünohistokimyasal analiz ile tespit edilmiştir. VEP'ler hayvanların kafalarına subdermal yerleştirilen iğne elektrodları ile kaydedilmiştir. Beyin ve retina dokularında, Süperoksit dismutaz (SOD), Glutatyon peroksidaz (GPx) ve Katalaz (CAT) enzim aktiviteleri ve Tiyobarbitürik Asit Reaktif Madde (TBARS) düzeyleri ölçülmüştür. Bulgular: P grubunda bozulan motor aktivite üzerine DHA'nın düzeltici etki göstermediği P grubunda artan SN dopaminerjik hücre ölümüne ise düzeltici etki gösterdiği tespit edilmiştir. SOD enzim aktivitesinin beyinde, P ve PD gruplarında azaldığı, retinada etkilenmediği, CAT enzim aktivitesinin beyinde değişmediği ve retinada D, P ve PD gruplarında azaldığı, GPx enzim aktivitesinin değişmediği tespit edilmiştir. TBARS düzeyinin beyinde P ve PD gruplarında arttığı, retinada ise değişmediği saptanmıştır. PH'da antioksidan enzim aktiviteleri ve TBARS düzeylerinde meydana gelen bu değişikliklere DHA'nın etki etmediği tespit edilmiştir. PH'da VEP latenslerinin önemli ölçüde uzadığı, bu uzama üzerine DHA diyetinin düzeltici etkisinin olduğu gösterilmiştir. Sonuç: Bu çalışma MPTP ile oluşturulan deneysel fare Parkinson modelinde bozulan VEP latensleri üzerine DHA'nın düzeltici etkisinin varlığını kanıtlamakta ancak bu etkinin antioksidan enzimler ve LP aracılı olmadığını göstermektedir. P-17 ODİYOJENİK SIÇANLARDA MEDİAL GENİKULAT NÜKLEUSTAKİ NÖRON SAYISI: STEREOLOJİK BIR ÇALIŞMA R. Kozan1, S. Kaplan2, C. Marangoz1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji1 ve Histoloji2 AD 55139, SAMSUN rkozan@omu.edu.tr Giriş ve Amaç: Epilepsi merkez sinir sitemini tutan en yaygın hastalıklardan birisidir. Deneysel epilepsi çalışmalarında kullanılan epilepsi modellerinden biri de odyojenik nöbetlerdir. Sunulan çalışmanın amacı, işitme korteksine direkt çıkış veren medial genikulat nükleus (MGN) nöron sayısının odiyojenik epilepsili sıçanlarda farklı olup olmadığını araştırmaktır. Materyal ve Metod: Deneylerde, ağırlıkları 200-250 gr olan erkek Wistar Albino sıçanlar kullanıldı. Hayvanlar, sese duyarlı olmayan kontrol (n=6) ve epileptik (n=6) olmak üzere iki gruptu. Odiyojenik nöbeti başlatmak için hayvanlara 90 sn 110 desibel şiddetinde ses uygulandı. Daha sonra üretan (1.25 g/kg, i.p.) anestezi ile hayvanlar intrakardiyal yolla perfüze edildi. Beyin dokuları çıkartılarak standart histolojik doku takibi uygulandı ve paraplast bloklara gömüldü. Bloklardan alınan 40 µm'lik sagital kesitler Kresil violet ile boyandı. Rat beyin atlası kullanılarak MGN'nin sınırları belirlendi. MGN'deki toplam nöron sayısı tarafsız stereolojik teknik kullanılarak hesaplandı. Bulgular ANOVA ve Student't testleri ile değerlendirildi. Bulgular: MGN ortalama toplam nöron sayıları; kontrol grubunun sağ ve sol tarafında 70470 ve 68298; epileptik grubun sağ ve sol tarafında sırasıyla 73331 ve 72488 olarak bulundu. Toplam nöron sayıları karşılaştırıldığında, kontrol ve epileptik sıçanların MGN toplam nöron sayıları arasında anlamlı bir fark bulunamadı (p>0.05). Ayrıca, kontrol ve epileptik sıçanların, sağ ve sol MGN'leri karşılaştırıldığında da anlamlı fark tespit edilemedi (p>0.05). Sonuç: Bu sonuçlar, odiyojenik nöbet oluşumunda MGN nöron sayısının etkili olmadığını göstermektedir. Ancak, odiyojenik nöbetlerin mekanizmasının belirlenmesi için diğer işitme nükleuslarınında incelenmesine ve hücrelerin uyarılara verdiği yanıtlar üzerinde ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. P18 DİPİRON (METAMİZOL)'UN PENİSİLİN KAYNAKLI EPİLEPSİYE ETKİSİ S.Ankaralı1, M.F. Gökçe2, Ş.Demir2 1 Mersin Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; MERSİN; 2 Düzce Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; DÜZCE; seyitankarali@yahoo.com Giriş ve Amaç: NSAI'ların konvulsif nöbetlerdeki rolü oldukça çelişkilidir. Bu çelişki belki deneysel epilepsi modeli ile ilgilidir. Sunulan çalışmada NSAI bir ilaç olan dipironun penisilin kaynaklı epilepsiye etkisi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 10 adet Wistar erkek rat kullanılmıştır. Anestezi 1,2 gr/kg i.p Üretan ile gerçekleştirildi. İki adet Ag-AgCl yüzeyel top elektrot sol somatomotor korteks üzerine yerleştirildi ve Power Lab kayıt sistemine bağlanarak ECoG kaydına başlandı. Epileptik aktivite korteks üzerine topikal penisilin uygulaması ile oluşturuldu. Epileptik aktivite başlayıp spike amplitüd ve frekansı kararlı hale geldikten sonra madde grubuna (n=5) 300 mg/kg i.p. dipiron uygulandı. Kontrol grubuna (n=5) ise SF uygulandı. Elde edilen ECog kayıtları spike/dak. ve amplitüd olarak sayısal verilere dönüştürülerek independent t-testi ile gruplar karşılaştırıldı. Bulgular: 60 dakika boyunca alınan ECoG verileri 5'er dakikalık dilimlere ayrılarak, 5'er dakikanın ortalamaları açısından karşılaştırıldığında dipiron uygulanan grupta dakikadaki ortalama spike sayısı kontrol grubuna göre azalmış olmasına rağmen aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Benzer şekilde Pikten-pike spike amplitüdlerinde de anlamlı bir değişiklik gözlenmedi. Sonuç: Diğer NSAI ilaçlarda olduğu gibi dipironun etkileri daha çok prostaglandin sentezinin inhibisyonu yoluyla gerçekleşmektedir. Spontan nöbetler, elektriksel ve kimyasal yolla uyarılan nöbetler gibi konvulsif fenomenlerde beyinde prostaglandinlerin arttığı bildirilmiştir. Bizim çalışmamız dipironun diğer epilepsi çeşitlerine etkisini araştıran ve antikonvulsif etkisi olduğunu bulan çalışmaları desteklememiş ve dipironun penisilin kaynaklı epilepside her ne kadar dakikadaki spike sayısını azaltsa da anlamlı bir etkisi olmadığını göstermiştir. P-19 OMURİLİK YARALANMALI SIÇANLARDA ORAL TADALAFİL UYGULAMASININ EREKTİL CEVABA ETKİSİ V.Evren1, T. Dağcı1, G. Temeltaş2, İ. Tuğlu3, O. Üçer2 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji1 Anabilim Dalı, İZMİR ve Celal Bayar Üniversitesi Üroloji2 ve Histoloji3 Anabilim Dalları, MANİSA. vedat.evren@ege.edu.tr Giriş ve Amaç: Çalışmamızda omurilik yaralanması olan sıçanlarda PDE5 inhibitörü olan tadalafilin oral uygulamada ereksiyon üzerine etkisinin ortaya konması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda kullanılan 26 sıçan dört gruba ayrılmıştır. Grup 1 (n=5): sham (yalancı işlem) grubu, grup 2 (n=7): tadalafil verilen sham grubu, grup 3 (n=7): omurilik yaralanması yapılan grup, grup 4 (n=7): omurilik yaralanması yapılıp tadalafil verilen grup. T 8-9 seviyesinden omurilik yaralanması (kısmi yarı-kesi: laminektomi, subdural mikro ablasyo) yapılan gruplarda, yaralanmadan sonraki 28. günde oral olarak verilen tadalafilin (6mg/kg) ereksiyon üzerine olan etkisi, 2 saat sonra anestezi altında korpus kavernozumun bazal basıncı ve kavernöz sinirin uyarılması (Biopac Systems Inc. Stimulator, 20 Hz, 10 Volt, 0,5 ms period) sonrasındaki basınçları ölçülerek (Biopac Systems Inc. MP30) değerlendirildi. Tüm sıçanların eş zamanlı olarak arter basınçları da ölçüldü. Bulgular: Tüm grupların başlangıçtaki korpus kavernozum bazal basınçları ve ortalama arter basınçları arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Kavernöz sinirin elektrostimülasyonuna karşılık verilen korpus kavernozum içi basınç artışı yanıtları ANOVA ve post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildiğinde; 2. grupta 1. gruba göre ve benzer şekilde 4. grupta 3. gruba göre istatistiksel anlamlı olarak (p<0.01) daha yüksek bulundu. Sonuç: Bulgularımız sıçan korpus kavernozumunda PDE5 inhibitörü olan tadalafilin hem sham operasyonu yapılmış sıçanlarda hem de omurilik yaralanması yapılmış sıçanlarda erektil cevabı pozitif yönde etkilediğini göstermektedir. P-20 DENEYSEL SİYATİK SİNİR HASARINDA İNSAN KORDON KANI TRANSPLANTASYONUNUN ETKİSİ H. A. Erken1, T. Karadağ2, Z. Kızılay2, Ç. Erdoğan3, B. Çırak2, A. Oğuzhanoğlu3, O. Genç1, K. Tahta2 Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Nöroşiruji AD, 3Nöroloji AD. bayramcirak@yahoo.com Giriş ve Amaç: Periferik sinir yaralanmaları sonucu ciddi düzeyde fonksiyon kayıpları ortaya çıkmaktadır. Bu yaralanmalar bazen uç uca tamir edilebilecek düzeyde iken bazen de vücudun başka bir yerinden greft almayı gerektirecek şekilde sinir dokusu kaybı ile olabilir. Böyle bir durumda hem ikinci bir ameliyat yerine ait komplikasyonlar olması, hem de bazen yeterli miktarda sinir dokusu grefti alınamaması nedeniyle iyileşme süreci komplike hale gelmektedir.Bu çalışmada, siyatik sinirin doku kaybı olan hasarında, insan kordon kanının hasarlı bölgeye transplantasyonunun etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmada, ortalama ağırlıkları 250 g olan 20 adet Wistar Albino türü erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar her grupta 5 sıçan olmak üzere dört gruba ayrıldı: [ 1-Kontrol grubu, 2- Siyatik sinirde 0.5 cm lik doku kaybı olacak şekilde kesi oluşturulan grup (Kesi grubu), 3- Siyatik sinirde kesi oluşturulmasından hemen sonra aynı seansda kesi bölgesine kordon kanı transplantasyonu yapılan grup (0.gün grubu), 4-Siyatik sinirde kesi oluşturulup kesi bölgesine 6 gün sonra kordon kanı transplantasyonu yapılan grup (6.gün grubu=kronik yaralanmalı grup)]. 8 hafta sonra ketamin/ksilazin anestezisi ile sıçanlar uyutularak kesi (transplantasyon) bölgesi açıldı ve siyatik sinir ortaya kondu. Hasarlı bölgenin proksimalinden stimulus verilip (1V, 0.15 ms), distalinden bileşik kas aksiyon potansiyeli (BKAP) kaydedildi (PowerLab 8SP; ADInstruments, Avustralya). Elde edilen veriler SPSS programında, One Way ANOVA ve Post Hoc Tukey testi kullanılarak karşılaştırıldı. Bulgular: 0. gün ve 6. gün gruplarının BAP değerlerinde, kesi grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde artış saptandı. Ayrıca 0.gün grubu BAP değerleri, 6.gün grubu değerleriyle karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Sonuç: İnsan umbilikal kordon kanı (İUKK) transplantasyonunun etkisi deneysel ve klinik olarak değişik yayınlarda değerlendirildi. Yine İUKK nın omurilik yaralanmalarındaki etkisi ile ilgili kısıtlı sayıda deneysel çalışma mevcut, fakat periferik sinir yaralanmalarında İUKK transplantasyonu ilk kez bu çalışma ile değerlendirilmeye alındı. Özellikle kompleks ve greft gerektiren periferik sinir yaralanmalarında İUKK alternatif bir tedavi yöntemi olarak veya bilinen tedavi yöntemlerine ek olarak kullanılabilir. Yine bu çalışma sonuçlarına göre transplantasyonun erken posttravmatik dönemde yapılması başarı olasılığını arttırabilir. BU çalışmanın verilerinin klinik kullanımda değerlendirilmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. P-21 ADRENALİN İLE KASTIRILAN SIÇAN TORAKAL AORTASINA ÖSTROJENİN ETKİSİ A. Küçük, S. Çiçek, N. Dursun, C. Süer Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilimdalı, 38039, KAYSERİ kucukaysegul@hotmail.com Giriş ve Amaç: Daha önceki çalışmamızda, overektomize edildikten sonra östrojen replasmanı yapılan ve yapılmayan sıçanlara in vivo verilen adrenalinin kan basıncını artırıcı etkisi gruplar arasında önemli bir farklılık göstermemiş, hatta östrojen replasmanlı grupta kan basıncı değerleri adrenlin ile biraz daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmada, in vitro şartlarda sıçan torakal aortasının adrenaline verdiği cevap üzerine östradiolün etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada ağırlığı 200-250 gr olan 15 adet 5 aylık dişi Wistar Albino sıçan kullanılmıştır. Hayvanlar eter ile anestezi edilmiş, torasik aorta kesilerek vücut dışına çıkarılmıştır. Aorta, 5-6 mm uzunluğunda halkalar şeklinde kesilmiştir. Aortik halkadan çengel geçirilip, halka horizontal şeklinde 10 ml'lik organ banyosuna alınmıştır. 17 -östradiol, organ banyo konsantrasyonu 10-6 M olacak şekilde eklenmiş, daha sonra banyo konsantrasyonları 10-9, 10-8, 10-7, 10-6 ve 10-5 M olan adrenlinin damar üzerine kümülatif etkisi kaydedilmiştir. Aynı işlemler 17 -östradiol olmadan farklı damar preparatlarında da yapılmıştır. Damar gerim değişiklikleri force-displacement transducer aracılığı ile elektriksel sinyllere dönüştürülmüş, DC preamplifier (MP30B-EC) ile büyütülen sinyaller data acquisition sistemle analiz edilip BSL PRO 3.6.7. program ile veri şeklinde kaydedilmiştir. Bulgular: İn vitro şartlarda sıçan torasik aortasının farklı dozlardaki adrenaline verdiği kastırıcı cevapları, fizyolojik konsantrasyondaki östrojen hormonu azaltmış fakat bu azalma sadece 10-7 M adrenalin dozunda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Sonuç ve Tartışma: İn vivo çalışmada östradiolün adrenalinin kastırıcı etkisinde yaptığı artış in vitro damar çalışmasında gösterilememe nedenlerinden birisi, sıçanların overektomize edilmemiş olması olabilir. İkincisi östradiolün adrenalin cevaplarına yaptığı etki damar farklılığı ile değişebilir. Her damar yatağındaki vazoaktif maddelerin reseptör yoğunluğu, tipi, sentez ettiği vazokonstriktör veya vazodilatatör ajanlar farklı olabilmektedir. Üçüncü neden, damarın östradiol ile muamele edilme süresinin yetersizliği olabilir. P-22 SUPRAMAKSİMAL EGZERSİZ SONRASI ERİTROSİT DEFORMABİLİTE VE AGREGASYONU DEĞİŞİKLİKLERİ VE OKSİDAN STRES İLE İLİŞKİSİ C. Ş. Bediz1, H. Resmi2, B. M. Kayatekin1, A. Topçu1, İ. Aksu1, A. Temiz3 1 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı, İZMİR 3 University of Applied Sciences Aachen, Department of Cell Biophysics, JuelichGERMANY cem.bediz@deu.edu.tr 2 Giriş ve Amaç: Reolojik değişiklikler dolaşımın en uç noktalarında kan akışını etkilediğinden bir çok dolaşımsal sorunun etiyopatogenezinde rol alabilmektedir. Egzersiz kanın reolojik özeliklerinde değişikliklere yol açmaktadır. Farklı egzersiz şiddetleri ve farklı egzersiz modellerinde reolojik cevapların farklı olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı kısa süreli yüksek şiddetli bir egzersizde (Wingate Anaerobik Testi) eritrosit deformabilitesi ve agregasyonundaki değişiklikleri ortaya koymak ve bunların egzersiz ile ortaya çıkan oksidatif stresle ilişkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Sağlıklı, fiziksel olarak aktif, 20-22 yaşlarında 10 erkek bu çalışmaya gönüllü olarak katılmışlardır. Gönüllülerin laboratuvarı birinci ziyaretlerinde çalışma ve laboratuvar hakkında bilgi verilmiş, fiziksel ve fizyolojik ölçümleri yapılmıştır. İkinci ziyaretlerinde bisiklet ergometrede vücut ağırlığına göre 80 g/kg yük uygulanarak 30 saniyelik test yapılmıştır. Test öncesinde ve test sonrası 2, 10, 30 ve 60. dakikalarda venöz kan örnekleri alınmıştır. Kan örneklerinden laktat düzeyleri (YSI 1500 sport), deformabilite ve agregasyon ölçümleri (LORCA), lipid peroksidasyonu (HPLC ile MDA) ve sülfidril oksidasyonu (SH, Elman reaktifi ile) ölçümleri yapılmıştır. Tekrarlanan ölçümler arasındaki farklar için Friedman testi, gruplar arası farklar için Wilcoxon testi kullanılmıştır. Parametreler arasındaki korelasyonlar için Spearman testi kullanılmıştır. Bulgular: Egzersiz sonrası 10. dakikada laktat düzeyleri en yüksek değerlerine ulaşmıştır. Eritrosit deformabilitesi 10. dakikadan itibaren azalmış, ve bu bozulma 60 dakika boyunca devam etmiştir. Eritrosit agregasyonu 10. dakikada yükselmiş, ancak 60. dakikada dinlenim düzeyinin altına inmiştir. MDA düzeyleri hemen egzersiz sonrasında yükselmeye başlamış ve 60 dakika boyunca yüksek kalmıştır. SH oksidasyonu 10. dakikadan itibaren anlamlı derecede yükselmiş ve 60 dakika boyunca yüksek kalmıştır. Sonuç: Supramaksimal egzersiz sonrası eritrositlerin membranlarında lipit ve protein yapılarının hasara uğradığı görülmektedir. Egzersiz sonrasında eritrositlerin deformabilite ve agregasyon özelliklerinin değişmesinde membran yapılarındaki oksidatif hasarın rolü olabilir. P-23 DİFFÜZ ATEROSKLEROTİK SÜRECİN GİZLİ BİR GÖSTERGESİ OLARAK AORTİK NABIZ DALGA HIZI (Metodolojik Çalışma) M.Yıldız1, E.Aytaç1, B.Yıldız2, B.Kavaklı3, P.Seymen4, G.Yiğit1, H.O.Seymen1 1 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı 2 Dr. Lütfü Kırdar Kartal Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. İç Hastalıkları Kliniği, İSTANBUL 3 Sakarya Üniversitesi SYO, SAKARYA 4 Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği, İSTANBUL mustafayilldiz@yahoo.com Giriş: Nabız dalga hızı (NDH), kan yoğunluğu ve arteriyel duvarın geometrik özellikleri tarafından belirlenen bir hızla kanın arteriyel sistem boyunca ejeksiyonu ve sol ventrikül miyokardının kasılması sonucu oluşur. Materyal ve Metod: NDH arteriyel duvar sertliğinin bir indeksidir ve aynı zamanda arteriyel distansibilite ya da Bramwell ve Hill'in klasik formülü ile hesaplanmış rölatif arteriyel kompliyans [(dV/V)/dP] ile ters orantılıdır. Arteriyel kompliyans gibi NDH ve bundan kaynaklanan distansibilite indeksi de kan basıncına bağımlıdır. Ventriküler ejeksiyon sonrası arteriyel ağaç boyunca bir NDH oluşturulur. Arteriyel duvarın kalınlığı ve lümen çapı değişiklikleri NDH ölçümünde ana unsurlardır. Bu konu bir matematik formülü şeklinde ifade edilebilir; Moens-Korteweg eşitliğine göre NDH = √ Eh/2δR veya Bramwell-Hill eşitliğine göre NDH = √ ∆P.V/∆V. δ'dir. Burada E: Arteriyel duvarın Young modülü (E=∆P.D/h.∆D (cm3.mmHg-1)), h: Duvar kalınlığı, R: Arteriyel yarıçap, δ: Kan yoğunluğu, ∆P: Basınç değişimi, ∆V: Hacim değişimi, ∆D: Çap değişimi'ni ifade etmektedir. Anabilim Dalımızda da uyguladığımız şekilde aortik (karotis-femoral) NDH otomatik online nabız dalga kaydına ve NDH'nın otomatik hesaplanmasına imkan veren Complior cihazı (Createch Industrie) gibi cihazlarla NDH = ΔD/Δt formülü ile hesaplanabilir [ΔD: İki kayıt noktası (karotis ve femoral arterler) arasında nabız dalgası tarafından vücut yüzeyinde katedilen mesafe (metre), Δt: Complior cihazı tarafından otomatik olarak belirlenen nabız dalga transit zamanı (saniye)]. Sonuç: NDH'nın artmış değerleri diffüz aterosklerotik sürecin gizli bir göstergesi olup klasik semptom ve bulgulardan daha erken ortaya çıkmaktadır. P-24 PROPETAMFOS UYGULANAN SIÇANLARDA PROPOLİSİN BAZI KAN PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ E. Çetin1, M. Kanbur2, S. Silici3, G. Eraslan2 1 2 Erciyes Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji AD Erciyes Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji-Toksikoloji AD 3 Erciyes Üniversitesi Safiye Çıkrıkçıoğlu MYO ecetin@erciyes.edu.tr Giriş ve Amaç: Propetamfos asetilkolin esteraz enziminin aktivitesini inhibe eden organik fosforlu bir insektisittir. Propolis balarıları tarafından bitkilerden toplanan, birçok yararlı biyolojik etkileri ve tedavi edici özellikleri bulunan bir üründür. Çalışma, propetamfosun sıçanlarda bazı hematolojik ve biyokimyasal parametreler üzerindeki etkilerini incelemek ve propolisin bu etkilere karşı koruyucu özelliklerini araştırmak amacıyla gerçekleştirildi. Materyal ve Metod: Toplam 30 Wistar Albino sıçan her birinde 6'şar hayvan olacak şekilde; kontrol, propolis (100 mg/kg vücut ağırlığı başına (VAB)), propetamfos (7,5 mg/kg VAB), propetamfos (15 mg/kg VAB) ve propolis (100 mg/kg VAB) + propetamfos (15 mg/kg VAB) olarak 5 gruba ayrıldı. Kontrol grubundaki sıçanlara normal içme suyu, deneme gruplarına propetamfos ve/veya propolisin etanolik ekstraktı 28 gün boyunca hergün içme suyuna katılarak verildi. 28 günün sonunda bütün gruplardaki sıçanların kalbinden ketamin (90 mg/kg) + ksilazin (10 mg/kg) anestezisi altında kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde alyuvar, akyuvar sayıları, hemoglobin miktarı, hematokrit değer ile akyuvar formülü belirlendi. Serum örneklerinde, total protein, ALT (Alanine Transaminase), AST (Aspartate Transaminase), ALP (Alkaline Phosphotase), total kolesterol, trigliserit, glikoz, total bilirubin, kalsiyum, fosfor ve magnezyum seviyeleri spektrofotometrik olarak ölçüldü. Bulgular: Propetamfosun her iki dozu da akyuvar sayısı ile total protein seviyesini önemli derecede (p<0.05) düşürürken, propolis + propetamfos verilen grupta bu değerlerin kontrol grubuna yaklaştığı gözlendi. Propetamfos serum glikoz, trigliserit, ALT, AST, ALP düzeylerinde artışa yol açarken (p<0.05), propolis + propetamfos verildiğinde bu değerler kontrol grubuna yakın bulundu. Sonuç: Propetamfosun bazı hematolojik ve biyokimyasal parametreler üzerinde olumsuz etkilere yol açtığı, propolisin propetamfostan kaynaklanan bu olumsuz etkileri engelleyebileceği belirlendi. P-25 SIÇANLARA AKUT UYGULANAN DEKSAMETAZONUN TOTAL KAN VOLÜMÜNE ETKİSİ N. Ekerbiçer1, F. Tarakçı2, E. Çöllü1, T. Gürpınar3, H. F. Özel1, M. Özbek1 Celal Bayar Üniv. Tıp Fak. Fizyoloji AD1, SHMY2, Farmakoloji AD3; MANİSA; drelcinahu@yahoo.com Amaç: Çeşitli hayvan modellerinde, deksametazonun (Deksa) kronik uygulamasının total kan volumünü (TBV) azalttığı, ortalama arter basıncını (MAP) ve hematokriti (Hct) ise artırdığı bilinmektedir. Bu çalışmada, deksa'nın hemodinami ve TBV üzerine akut etkileri in-vivo sıçan modelinde araştırılmıştır. Materyal ve Metod: 250 300 g ağırlığındaki Spraque-Dawley sıçanlar, intraperitoneal uygulanan pentobarbital sodyum ile (50 mg/kg) anestezi edildi. Çalışma iki farklı grup oluşturularak düzenlendi. 1. Grupta (kontrol, n=5) total kan volümünü tespit amacıyla 2 ml albumin-elektrolit solüsyonu infüzyonunu (i.v.), takiben 1 ml serum fizyolojik (SF) plasebo olarak uygulanırken, 2. Grupta (n=6) SF yerine 1 ml Deksa (15 mg/kg, i.v) uygulandı. TBV hemodilüsyon metodu ile belirlendi bunun için Hct ölçümleri, femoral arterden alınan kan örnekleri ile 10. 20. 60. ve 120. dk.'larda yapıldı. Kan basıncı ve kalp hızı kayıtları 120 dakika süreyle alındı. Hct ölçümü ile kaybedilen kan yerine serum fizyolojik uygulandı. Vücut sıcaklığı deney sırasında 37 °C'ta muhafaza edildi. Bulgular: Kontrol deneylerinde (1. Grup), 1ml lik infüzyondan sonraki TBV 16,5 2,6 ml idi. Bu değer 120. dk'da hafif fakat istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gösterdi ve dolayısı ile Hct arttı (%2,8 1,8). Buna paralel olarak, MAP 111 15 den 129 12 mmHg ya çıkarken, kalp atım hızı değişmedi (366 31 dk-1 e 380 63 dk-1). Deksa uygulanan deneylerde (2.Grup), TBV ve Kalp hızının yanı sıra MAP da değişmedi (108 12 ye karşı 109 19 mmHg). Sonuç: 2. Grupta total kan hacminin (TBV) sabit kalması, akut uygulanan Deksametazonun damar dışına sıvı çıkısını engellediğini göstermektedir ki; buna paralel, kan basıncını ve kalp atım hızını da sabit kalmaktadır. P-26 KARVAKROL UYGULANAN YARA DOKUSUNDA İYİLEŞME SÜRECİ M.Y. Günal¹, A.O. Heper ², N. Zaloğlu ¹ ¹ Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA. ²Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı; ANKARA. drmygunal@gmail.com Giriş ve Amaç: Son yıllarda yapılan çalışmalarda yara iyileşmesi sürecinin hücresel ve moleküler temeli açıklanmaya çalışılmaktadır. Doğal uçucu yağ olan Karvakrol'ün yara iyileşmesi üzerine etkili olabileceği düşünülmüş ancak bu konuda in vivo çalışma yapılmamıştır. Çalışmada Karvakrol'ün yara iyileşmesindeki fizyolojik mekanizmalar üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 8 adet Wistar Albino cinsi erişkin, ortalama 250-350 gr. ağırlığında erkek sıçanlar kullanıldı. İki haftalık adaptasyon süresi sonucunda 60 mg/kg Ketamin ve 6 mg/kg Xylazine (intraperitoneal) anestezisi altında deneklerin sırt bölgesinde 4 mm'lik punch biopsi aleti ile tam kat deri yaraları oluşturuldu. Oluşturulan yaralara 12 gün süre ile daha önceden belirlenen farklı konsantrasyonlarda (%0, %2.5, %12.5 ve %75) Karvakrol lokal olarak uygulandı. Sonrasında bu yaralardan 1.,3.,5.ve 12.günlerde doku örnekleri alınarak, yara derinliği ve granülasyon doku kalınlığı açısından değerlendirildi. Bulgular: Karvakrol uygulanan deneklerde 12.günde yara dokusu derinliği belirgin olarak azalmış ve granülasyon doku kalınlığı ise belirgin olarak artmış bulundu. Sonuç: Karvakrol'ün yara iyileşmesinde fizyolojik mekanizmaları etkileyerek yara iyileşmesini hızlandıracağı kanısına varıldı. P-27 SUBTOTAL NEFREKTOMİLİ UYANIK SIÇANLARDA FARKLI ORANDAKİ TUZ YÜKLEMESİNİN KAN BASINCI VE KALP ATIM HIZI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu Çukurova Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, ADANA; eylemtaskin2003@yahoo.com Giriş ve Amaç: Subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda tuz yükleme oranı ile kan basıncı, kalp atım hızı, kalp, böbrek ve vücut ağırlıkları arasındaki olası ilişkilerin saptanması amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışmada doksan iki adet Wistar erkek sıçan kullanıldı. Hayvanların bir kısmına %72 oranında subtotal nefrektomi, diğer kısmına ise yalancı operasyon uygulandı.. Bu işlemden bir hafta sonra hayvanlara içme suyu olarak distile su veya %0.25 NaCl veya %0.5 NaCl beş hafta boyunca verildi. Bu sürenin sonunda hayvanların sol femoral arterine kateter yerleştirildi. Katerizasyondan bir gün sonra ortalama kan basıncı (OKB) ile kalp atım hızı (KAH) ölçülüp kalp, böbrek ve vücut ağırlıkları tartıldı. Bulgular: Elde edilen sonuçlar subtotal nefrektominin tüm tuz yükleme koşullarında kan basıncını arttırdığı (p0.05), KAH'da ise anlamlı bir değişikliğe neden olmadığı, vücut ağırlıklarında azalmaya neden olduğu (p0.01) ayrıca %0.5 NaCl ile yapılan tuz yüklemesinin subtotal nefrektominin vücut ağırlığı azaltıcı etkisini artırdığı (p0.05) saptandı. Sonuç: Subtotal nefrektominin OKB'nı artırdığı, tuz yükleme oranının artması OKB'de artış eğilimine neden olmakla birlikte bunun anlamlı olmadığı, subtotal nefrektomi ile tuzun KAH üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı kanısına varılmıştır. P28 L-NAME HİPERTANSİF SIÇANLARDA EGZERSİZİN ENDOTEL FONKSİYONU ÜZERİNE ETKİSİ F. Gündüz, O. Kuru, Ü. K. Şentürk, O.K. Başkurt Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD., ANTALYA, fgunduz@akdeniz.edu.tr Amaç: Düzenli fiziksel aktivitenin, sıçanlarda oluşturulan L-NAME hipertansiyon modelinde kan basıncını düşürücü etkisi bilinmektedir. Bu çalışmada, kan basıncının düzenlenmesinde önemli rol oynayan direnç arteriyollerinin akım aracılı gevşeme yanıtları üzerine, L-NAME hipertansiyonun ve uzun süreli egzersizin etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 2 aylık Wistar sıçanlar kullanılmış, Kontrol (K), Egzersiz (E), Hipertansif (H) ve Hipertansif-Egzersiz (HE) olmak üzere dört deney grubu oluşturulmuştur. Hipertansiyon, seçici olmayan NOS enzim inhibitörünün [N-nitro-L-arginin metil ester (LNAME) 25 mg.kg-1.gün-1] 6 hafta boyunca içme suyuna ilavesiyle oluşturulmuştur. Egzersiz gruplarında antrenman protokolü hipertansiyonla eşzamanlı olarak haftada 5 gün, günde 1 saat yüzme olarak uygulanmıştır. Tüm hayvanlarda kan basıncı periyodik olarak kuyruktan ölçülerek takip edilmiştir. Çalışmanın sonunda kas dokusundan elde edilen direnç arteriyolleri basınç miyografı organ banyosu düzeneklerine alınarak akım aracılı gevşeme yanıtları, bazal şartlarda ve L-NAME varlığında incelenmiştir. Sonuçlar Tekrarlı Ölçümlerde Varyans Analizi testi kullanılarak değerlendirilmiş, p<0.05 ve üzerindeki değerler önemli kabul edilmiştir. Bulgular: H grubunun akım aracılı gevşeme yanıtlarında K grubuna kıyasla önemli azalma tespit edilmiştir (p<0.001). E grubunun gevşeme yanıtlarında K grubuna kıyasla anlamlı fark saptanmazken, HE grubunun yanıtları H grubuna göre önemli derecede artış göstermiştir (p<0.01). L-NAME varlığında incelenen akım aracılı gevşeme yanıtları da benzer sonuçları vermiştir. H grubunun L-NAME varlığında saptanan akım aracılı gevşeme yanıtları K grubuna kıyasla önemli olarak düşük bulunmuş (p<0.01); HE grubunun yanıtları ise H grubuna kıyasla yüksek olarak saptanmıştır (p<0.05). Sonuç: L-NAME hipertansif sıçanlarda direnç arteriyollerinde akım aracılı gevşemenin azalması endotel disfonksiyonunun bir göstergesidir. Düzenli olarak uygulanan yüzme antrenmanı akım aracılı gevşeme yanıtlarında önemli oranda düzelme sağlamıştır. P-29 AKUT HEMORAJİ SONRASI FARKLI SIVI RESUSİTASYONLARININ SIÇAN AKCİĞER DOKUSUNDAKİ VEGF, VEGFR-2 VE FİBRONEKTİN DÜZEYLERİNE ETKİSİ N. Ekerbiçer1, S. İnan2, F. Tarakçı3, M. Özbek1 Celal Bayar Üni., Tıp Fak. Fizyoloji1, Histoloji-Embriyoloji AD2, Sağlık Hiz. Mes.Y.O3; MANİSA; figentarakci@hotmail.com Amaç: Akut kanama sonrasında oluşan hipovoleminin tedavisinde kullanılan plazma hacim genişleticilerinin (PVE), dolaşan kan hacmini normal düzeye getirmesi, hipovolemideki hemodinamik bozuklukları ve yetersiz durumdaki doku perfüzyonunu düzeltmesi beklenir. Bu amaçla, akut kanama sonrası hipovolemi oluşturulmuş sıçanlarda PVE olarak Dekstran-70 ve Albumin solüsyonları uygulanmış olup, bu resusitasyon sıvılarının yeterli doku perfüzyonunu sağlama düzeyi, akciğer dokusundaki VEGF, VEGFR-2 (flk-1) ve fibronektin immünoreaktiviteleri ile belirlenmeye çalışılmıştır. Materyal ve Metod: 250 280 g ağırlığındaki erkek Spraque-Dawley sıçanlar (n=15), spontan solunum altında i.p. pentobarbital ile anestezi (başlangıç ve idame dozu sırasıyla; 50 and 10 mg/kg) edildi. Trakeostomi, femoral ven ve arter kateterizasyonlarını takiben üç grup oluşturuldu: Grup I'de sıçanlar, 5 ml/10 dakika olacak şekilde kanatıldı ve resusitasyon uygulanmadı. Grup II ve III'de sıçanlara akut kanamanın ardından PVE olarak kanama miktarı kadar sırasıyla; Albumin (Human Albumin %5 'lik) ve Dextran-70 (Macrodex) 1 ml/dk infüzyon hızında uygulandı. Total kan volümü ile ilişkili ortalama kan basıncı (MAP), kalp hızı (HR) ve hematokrit (Htc) değerleri 90 dakika boyunca monitorize edildi. Deney sonunda sıçanlar sakrifiye edilerek akciğer örnekleri ışık mikroskop ile incelenmek üzere % 10 formalin içine alındı. Rutin parafin doku takibi uygulanan örneklerden alınan 5 μm kalınlığındaki kesitler Hematoksilen-Eosin boyama ile incelenerek histopatolojik değerlendirme yapıldı. Kesitler ayrıca, anti-VEGF, anti-VEGFR-2 ve anti-fibronektin primer antikorları ile indirekt immünohistokimyasal yöntemle boyandı. İmmünoreaktivite şiddeti; hafif (+), orta (++) ve şiddetli (+++) olarak skorlandı. Bulgular: Her iki resusitasyon grubunda zamana bağlı Htc ve hemodinamik değişiklikler gözlendi. Hipovolemi grubunda, VEGF ve fibronektin immünoreaktivitesi (+++) iken, VEGFR-2 (++) bulundu. Her iki resusitasyon grubunda, hipovolemi grubundan farklı olarak immünoreaktivitelerde anlamlı olarak azalma (p<0.001) saptandı, ancak albumin ve dekstran70 resusitasyonları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. Sonuç ve Tartışma: Hipovolemi grubunda immunoreaktivitelerde anlamlı artış; her iki resusitasyon grubunda ise, anlamlı azalma saptanmıştır. Bu sonuç, hipovoleminin tedavisinde, albümin yada dextran-70 gibi resusitasyon sıvılarının akut kullanımının, akciğer dokusundaki fizyopatolojik değişiklikleri önlemesi açısından oldukça önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamız; Celal Bayar Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu Başkanlığı tarafından (Proje no: Tıp 2004/036) desteklenmiştir. P-30 TAŞ ve KAĞIT İŞÇİLİĞİ GİBİ RİSKLİ İŞ KOLLARINDA ÇALIŞANLARDA TROMBOSİT AGREGASYON, PLAZMA HOMOSİSTEİN ve NİTRİK OKSİT DÜZEYLERİNDEKİ DEĞİŞİKLİKLER A. Tuncay1, H. Yapışlar1, S. Aydoğan1, N. Şimşek2, M. Kendirci3 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji AD, 2Hematoloji Laboratuvarı, 3 Pediatri AD, KAYSERİ, handeyapislar@hotmail.com Amaç: Riskli iş kollarında çalışanlarda en önemli sağlık sorunlarından biri de meslek hastalıklarıdır. Ülkemiz gibi gelişmekte ve sanayileşmekte olan toplumlarda sanayileşmenin farklı alanlarda büyümesi ve yaygınlaşması çalışanların daha fazla kimyasal ve daha fazla toza maruz kalmalarına neden olmaktadır.Tozların sağlık üzerindeki etkileri arasında akciğer ve solunum yolları hastalıkları dışında zamana bağlı olarak kardiyovasküler hastalıklar da söz konusudur. İş yerlerinde taş ve kağıt işçiliğinde çalışan ve çeşitli tozlara maruz alan işçilerde bir kardiyovasküler risk faktörü olan plazma homosistein seviyeleriyle, platelet agregasyon ve nitrik oksit düzeylerini ölçmek, bu faktörler arasındaki muhtemel ilişkileri saptamak ve buna bağlı olarak gelişebilecek pulmoner ya da kardiyovasküler risk faktörleri araştırmaktır. Materyal ve Metod: Çalışma, Kayseri sanayi bölgesinde, 38'i kağıt kesim işinde, 35'i taş kesim işinde çalışan ve toza maruz kalan toplam 73 fabrika işçisi ile sedanter yaşam süren 30 büro çalışanı üzerinde yapılmıştır. Homosistein seviyeleri HPLC ile Homosistein Reagent Kit kullanılarak ölçülmüş, platelet agregasyonu agregometre yardımıyla, nitrik oksit ise Griss yöntemiyle ölçülmüştür. Gruplar arasındaki anlamlılığı tespit etmek için One Way Anova testi uygulanmış ve p<0.05 anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Kontrol ve deney grubunu oluşturan işçilerin plazma homosistein seviyeleri arasında da istatistiksel açıdan önemli bir fark saptanamamıştır (p>0.05). Bununla birlikte işçilerin, platelet agregasyonu ve nitrik oksit düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sonuç: Çalışmada, taş ve kağıt işçilerinin homosistein düzeyleri, işçilerin çalışma peryodundan etkilenmiş olabilir. Bununla birlikte platelet agregasyonunda gözlemlenen artış, bu işçilerin kardiyovasküler hastalıklara yakalanma risklerinde artış olduğunu göstermektedir. P-31 DENEYSEL KARACİĞER SİROZU OLUŞTURULAN SIÇANLARDA KARVAKROLÜN BİYOKİMYASAL PARAMETRELER ÜZERİNE OLANETKİLERİ A. Karaduman1, M. Koruk2, Y. Baltacı1, E.A. Çakmak3, F. Göğüş4, C. Bağcı1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD1., Gastroenteroloji AD2., Tıbbi Biyoloji ve Genetik AD3. Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği AD4, GAZİANTEP, ayse4458@yahoo.com Giriş ve Amaç: Siroz gelişiminde çeşitli travmatik faktörlerin etkisiyle salınan mediyatörlerin aracılık ettiği enflamasyon rol oynamaktadır. Karvakrol, kekik bitkisinin ana bileşeni olup; antioksidan, antiseptik, antifungal özellikleri gösterilmiştir. Çalışmamızda sıçanlarda dimetilnitrozamin (DMN) ile oluşturulan karaciğer fibrozisinde karvakrolün biyokimyasal parametrelere etkisini incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmada 250± 30 g ağırlığında 60 adet Wistar Albino erkek sıçan kullanıldı. Grup1 kontrol grubu olarak belirlendi, haftanın ardışık üç gününde 4 hafta serum fizyolojik intraperitonal (İP) verildi. Grup 2'ye DMN(%1)'lik 10 mg/kg haftanın ardışık 3 gününde 4 hafta İP verildi. Grup 3' e karvakrol 40 mg/kg haftanın ardışık 3 gününde 4 hafta İP verildi, Grup 4'e 4 hafta DMN sonra 1 hafta karvakrol İP verildi, Grup 5'e 1 hafta karvakrol İP sonra 4 hafta DMN verildi. Grup 6'ya 4 hafta DMN, karvakrol(eş zamanlı) İP uygulandı. Çalışma sonunda sıçanlardan intrakardiyak kan örnekleri alınarak serumlarına ayrıldı. Bulgular: Siroz grubunda kontrol grubuna kıyasla ALT, AST, GGT, T.BİL, d.BİL düzeyi anlamlı şekilde artış gösterirken ALB azalmıştır. Karvakrol ve DMN+Karvakrol grubunda bu değerler, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında fark olmadığı görülmüştür. Karvakrol+DMN grubu GGT, T.BİL, d.BİL, ALB düzeyleri bakımından, eşzamanlı ise ALT, AST, GGT, T.BİL, ALB bakımından kontrolden farklıydı(p<0.01). Sonuç: Sonuç olarak siroz sonrası karvakrol kullanımının sıçanlarda yükselmiş karaciğer enzim ve proteinlerini normale dönüştürmede etkili olabileceği kanısına varılmıştır. P-32 SIÇANLARDA DENEYSEL OLARAK OLUŞTURULAN İNTRAABDOMİNAL BASINÇ ARTIŞININ ADRENAL GLAND ÜZERİNE ETKİLERİ F. G Seçkin1, Y.Baltacı2, A.Balık1, C. Bağcı2, İ. Başkonuş1, G. Maralcan1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel CerrahiAD1. , Fizyoloji AD2.GAZİANTEP fizyoloji@gantep.edu.tr Giriş ve Amaç: İntraabdominal basınç artışı, İntraabdominal basıncın 20 mmHg'nın (27 cmH2O) üzerinde olduğu özellikle ağır travma ve yoğun bakım hastalarında görülen bir hastalıktır. Abdominal kompartman sendromu ise abdominal distansiyon, intraabdominal hipertansiyon, hipoksi, hiperkarbi gibi ventilasyon bozukluğu belirtileri, idrar çıkışında azalma ile karakterize bir sendromdur. Günümüzde, intraabdominal basınç artışının, respiratuvar, kardiyovasküler ve renal parametrelerde değişikliklere neden olduğu, cerrahi hastalarda sıkça karşılaşılan bir problem olduğu ve abdominal kompartman sendromunun tedavisinde ilk basamağın dekompresyon olduğunu ortaya koymaktadır. Materyal ve Metod: Çalışmada deneysel intraabdominal basınç artışının adrenal gland üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Çalışmada 40 adet Wistar Albino erkek sıçan kullanıldı. Her biri 10'ar denekten oluşan 4 grup oluşturuldu. Grup1(Kontrol grubu), Grup 2 (Sham kontrol grubu), Grup 3 (20 mmHg) ve Grup 4 (25 mmHg) olarak ayrıldı. İntraabdominal basınç gruplarda 3 saat süreyle sabit tutuldu. Sıçanların kan örnekleri alınarak serum kortizol düzeyleri belirlendi. Adrenal glandları histopatolojik olarak incelendi. Bulgular: İntraabdominal basınç artışı ile birlikte kortizol değerlerinde grup I'e göre diğer gruplarda düşme olduğu görüldü. Diğer gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark görülmedi (p>0.05). Adrenal glandın histopatolojik incelenmesinde, Grup I ve Grup II'de patolojik değişiklik saptanmazken, Grup IV'de daha şiddetli olmak üzere, Grup III ve Grup IV'de hidropik dejenerasyon ve vasküler konjesyon gözlendi. Sonuç: Deneysel oluşturulan intraabdominal basınç artışının literatürle uyumsuz olarak adrenal glandlar üzerinde istatistiksel olarak anlamlı değişikliklere neden olduğu görüldü. Oluşan bu değişiklikler organizmaya büyük bir travma olan intraabdominal basınç artışının direkt sonucu olabileceği gibi abdominal kompartman sendromunda etkilenen diğer organ sistemlerinin etkileri sonucunda da oluşmuş olabilir. P33 AKUT EGZERSİZİN SIÇAN KALBİNDE HIF-1α VE VEGF ÜZERİNE ETKİLERİ; SOL VE SAĞ VENTRİKÜL FARKI AD. Dursun, D. Tekin, H. Fıçıcılar Ankara Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA; alidogandursun@gmail.com Amaç: Akut submaksimal egzersizin, sıçan kalbinde hypoxia inducible factor-1α (HIF-1α) ve vascular endothelial growth factor (VEGF) ekspresyonlarına etkilerini incelemek, sol ve sağ ventrikül arasında bu anjiyogenetik faktörleri karşılaştırmak amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Erişkin, erkek Sprague-Dawley sıçanlar akut egzersiz (n=8) ve kontrol (n=6) olmak üzere rasgele iki gruba ayrılmıştır. Ortalama ağırlıkları 233,9 ± 24,8 gramdır. Egzersiz grubundaki sıçanlar motorize koşu bandında 20m/dk hızda, 1 saat koşturulmuştur. Kontrol grubundakiler ise koşu bandında aynı süre bekletilmiştir. Egzersizden hemen sonra her iki gruptan kalp hızlıca çıkarılmış, sağ ve sol ventriküller ayrılarak saklanmıştır. Bu örneklerde HIF-1α, VEGF ve GAPDH (kontrol geni) mRNA ekspresyonları Reverse Transcription-Polymerase Chain Reaction (RT-PCR) ve agaroz jel elektroforezi ile incelenmiştir. Bulgular: Egzersiz grubunda VEGF ve HIF-1α ekspresyonlarının GAPDH ekspresyonuna oranları, ne sol ne de sağ ventrikülde kontrol grubundakilere göre farklı bulunmamıştır. Egzersiz ile; sol ventrikül VEGF188'de %26, sağ ventrikül HIF-1α'da %28 artış olmakla birlikte istatistiksel anlamlılığa ulaşılamamıştır. Kontrol ve egzersiz gruplarının toplamı ile oluşturulan karma grupta, sol ventrikül ve sağ ventrikül karşılaştırıldığında, VEGF188 ve HIF-1α seviyeleri sol ventrikülde anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (sırasıyla p= 0,002 ve p= 0,02). Sonuç: Uygulanan egzersizin süresi ve şiddeti HIF-1α ve VEGF mRNA'sını aktive etmeye yeterli olamamıştır. Farklı egzersiz şiddeti ve sürelerinin uygulandığı ek çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Diğer yandan sol ventrikül, hipoksi ile uyarılan faktörleri yüksek oranda içermektedir çünkü sağ ventriküle göre daha fazla metabolik aktiviteye ve oksijen tüketimine sahiptir. P34 SIÇANLARDA MİDE ÜLSERİNDE ALFA-LİPOİK ASİT (ALA) TEDAVİSİNİN İYİLEŞTİRİCİ ROLÜ B. Karakoyun (Oktar)1, M. Yüksel2, F. Ercan3, C. Erzik4, B. Ç. Yeğen5 Marmara Üniversitesi 1Hemşirelik Y.O., 2Sağlık Hizmetleri M.Y.O., Tıbbi Laboratuvar Bölümü, Tıp Fakültesi 3Histoloji, 4Tıbbi Biyoloji ve 5Fizyoloji A.D.;İSTANBUL; berna35@gmail.com Giriş ve Amaç: Reaktif oksijen metabolitlerini (ROM) etkisiz hale getirerek antioksidan etki gösterdiği ve diyabet, nörodejeneratif hastalıklar, radyasyon ve iskemi-reperfüzyon hasarı gibi durumlarda yararlı olduğu kanıtlanan ALA'nın, mide ülserinin iyileşme sürecine etkisini araştırmak amacıyla bu çalışma planlanmıştır. Materyal ve Metod: Anestezi altında Wistar albino sıçanların mide önduvarı serozal yüzeylerine yerleştirilen 3 ml'lik şırınga yardımı ile asetik asit (0.5 ml; 1 dk süreyle) uygulanarak 60 mm2'lik bir alanda mide ülseri oluşturuldu. Ülser oluşturulmadan 3 gün önce başlayarak intraperitoneal olarak sıçanlara ALA (35 mg/kg/gün) veya serum fizyolojik (SF) ön tedavisi verilip, ülser oluşturulduktan sonra da günde 2 kez tedavilere devam edildi. Ülserden 2 (erken dönem) veya 10 gün (geç dönem) sonra dekapite edilen sıçanların midelerinde makroskopik ve mikroskopik olarak hasar değerlendirmeleri yapıldı. Dokuya nötrofil göçünün bir göstergesi olarak miyeloperoksidaz (MPO) aktivitesi değerlendirildi. ROM düzeylerinin ölçümü ise Kemiluminesans (KL) yöntemi ile gerçekleştirildi. Ayrıca, mide mukoza örneklerinde apoptozun göstergesi olarak DNA fragmantasyon oranı ölçüldü. Bulgular: ALA tedavisi, hem erken hem de geç dönemde mide ülseri indeksini ve mikroskopik hasar skorunu SF uygulanan gruplara göre anlamlı şekilde azalttı (p<0.010.001). Her iki ülser döneminde SF tedavili gruplarda artmış bulunan MPO aktiviteleri ve DNA fragmantasyon oranları, ALA tedavili gruplarda azalma gösterdi (p<0.05). Ayrıca, erken ve geç dönem ülser gruplarından SF tedavili olanlarda artmış bulunan KL ölçümlerinin ALA tedavisi ile anlamlı şekilde azaldığı gözlendi (p<0.05). Sonuç: Eksojen ALA uygulanması oksidan doku hasarını hafifletip apoptozu engelleyerek, mide ülserinin erken ve geç döneminde iyileşme hızını artırmıştır. Dokuya nötrofil göçünü ve dolayısıyla nötrofil kaynaklı mediyatörlerin ve ROM'un serbestlenmesini azaltarak etkili olduğu gözlenen ALA, ülser tedavisinde umut verici yeni bir ajan olarak dikkate alınmalıdır. P35 SANTRAL GLP-1'IN SOĞUK-KISITLAMA STRESI İLE OLUŞTURULAN GASTRIK MUKOZAL HASAR ÜZERİNE ETKİSİ N. İşbil Büyükcoşkun, G. Güleç, B. Çam Etöz, K. Özlük Uludağ Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; BURSA mbetul@uludag.edu.tr Giriş ve Amaç: Santral glukagon like peptide-1(GLP-1)'in etanol ve reserpin gibi çeşitli ülserojenlere cevap olarak gastrik mukozayı lezyonlara karşı koruduğu gözlenmiş ancak, doğal bir ülserojen olan strese karşı gastroprotektif etkisinin olup olmadığı araştırılmamıştır. Bu nedenle, intraserebroventriküler (i.s.v.) GLP-1'in stres-nedenli gastrik mukozal hasar üzerine etkisini ve bu etkiye aracılık edebileceğini düşündüğümüz olası mekanizmaları araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Bir gün öncesinde aç bırakılmış olan sıçanlara eter anestezisi altında i.s.v. ve i.v kanül takıldı. Soğuk ve kısıtlama stresi uygulamak için her bir sıçan tel kefeslerde 7-9 ºC'de 5 saat bekletildi. Bu süre sonunda dekapite edilen sıçanların mideleri çıkartılarak büyük kurvatür boyunca açıldı ve ülser skorları belirlendi. Stres nedenli gastrik lezyonlarda GLP-1'in santral etkisini araştırmak amacıyla i.s.v. yolla GLP-1,4 farklı dozda (1,10,100,1000 ng/10 µl) uygulandı. GLP-1'in etkisinde santral ve/veya periferik spesifik reseptörlerinin aracılığını araştırmak amacıyla GLP-1 reseptör antagonisti olan exendin-(9-39), GLP-1 verilmeden 10 dakika önce hem i.s.v. hem de intraperitoneal (i.p) olarak uygulandı. GLP-'in gastroprotektif etkisinde aracılığı olabilecek mekanizmaları araştırmak amacıyla i.s.v. GLP-1 enjeksiyonundan 1 dakika önce L-NAME (3mg/kg; i.v.), 60 dakika önce indometazin (5 mg/kg; i.p.), 15 dakika önce CGRP-(8-37) (10 µg/kg; i.p.) ve 10 dakika önce atropin (1 mg/kg; i.p.) enjekte edildi. Bulgular: i.s.v. GLP-1(1000 ng/10 µl) soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal hasarı önlemiştir (P< 0.01). Periferik olarak uygulanan exendin-(9-39), i.c.v. GLP-1'in gastroprotektif etkisini değiştirmezken, santral exendin ise GLP-1'in etkisini önlemiştir. CGRP-(8-37), L-NAME ve indometazin santral GLP-1'in gastroprotektif etkisini önlemiş fakat atropin verilen sıçanlarda peptidin bu etkisi önlenmemiştir. Sonuç: Sonuç olarak i.s.v. GLP-1 soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal hasarı önlemektedir. Bu etkiyi santral spesifik reseptörleri yoluyla vagal afferent sistem aktivasyonu, NO ve prostaglandinler aracılığıyla oluşturduğu, aksine vagal efferentlerin rolü olmadığı düşünülmektedir. P36 SAĞLIKLI KİŞİLERDE ANJİOTENSİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ ENZİM I/D POLİMORFİZMİ S. Turgut1, G. Turgut1, B. Akdağ2 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD ve Biyoistatistik AD; DENİZLİ, sturgut@pau.edu.tr Giriş ve Amaç: Anjiotensin dönüştürücü enzim (ADE) geni insanlarda 17. kromozomda lokalizedir ve üç genotip şeklinde eksprese olur. Bunlar I (insertion) ve D (deletion) alelleri ile meydana gelir. D aleline sahip kiþiler I alelli kişilere göre daha yüksek plazma ADE enzim seviyelerine sahiptirler ve kardiovasküler hastalıklara yakalanma oranları daha yüksektir. Bu araştırmadaki amacımız sağlıklı kişilerde ADE genotip ve alel sıklığını tespit edip, diğer toplumlarla karşılaştırmaktır. Materyal ve Metod: Araştşrmamşzda 200 sağlıklı erişkin kişiden (120 erkek, 80 kadın) antikoagulanlı tüplere alınan periferik kan örneklerinden fenol/kloroform ektraksiyon yöntemiyle DNA elde edilmiştir. Bu genomik DNA lardan uygun primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile ACE gen bölgesi çoğaltılmıştır. Elde edilen ürünlerden agoroz jel elektroforez tekniğiyle ADE genotiplemesi yapıldı. Bulgular: DD, ID ve II genotip sıklığı sırasıyla % 59.5, % 27.5 ve % 13 olarak bulunmuştur. D ve I alel sıklıkları ise sırasıyla %73.3 ve % 26.7 olarak tespit edilmiştir. Sonuçlarımızı diğer toplumlarda yapılan çalışmalarla karşılaştırdığımızda; DD genotip ve D alel sıklığı Kafkas, Amerika (Afrika kökenli), Kore, Kolombia, İngiltere, İtalya, İspanya, Meksika, Japonya, Slovakya, Rusya (Moskova) toplumlarına göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Sonuçlar ki-kare ve bağımsız gruplarda yüzde oranı anlamlılık testiyle değerlendirilmiştir. P37 KLASİK MÜZİK VE ROCK MÜZİĞİNİN ERİTROSİT MEKANİK ÖZELLİKLERİNE ETKİSİ G.Erken, M.Bor-Küçükatay, H.A. Erken, R. Kurşunluoğlu, O.Genç Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; DENİZLİ gulemmun@pau.edu.tr Giriş ve Amaç: Müziğin kan basıncı ve kalp atım sayısı gibi bazı kardiyovasküler parametreler üzerindeki olumlu etkileri bilinmektedir. Bunu merkezi sinir sisteminin endokrin organlarla ilişkili bazı yapılarını uyarmak yoluyla yaptığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber, müziğin eritrosit mekanik özelliklerine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı; iki ayrı müzik türünün klasik müzik ve rock müziğinin- eritrosit agregasyonu ve deformabilitesi üzerine etkisini incelemektir. Materyal ve Metod: Sprague Dawley cinsi 28 adet sıçan, kontrol, gürültü, klasik müzik, Rock müziği dinletilecek hayvanlar olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Sıçanlar, iki hafta boyunca, günde bir saat, kontrol grubu 45 dB arka fon gürültüsüne, gürültü grubu 95 dB gürültüye ve diğer gruplar 75 dB şiddetteki müziğe maruz bırakıldılar. Genel anestezi altında sıçanların abdominal aortasından alınan antikoagülanlı kanda eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu, bir ektasitometre (LORCA) aracılığıyla saptandı. Eritrosit agregasyonu oksijenize edilmiş kanda hematokrit (Hct) %40' a getirildikten sonra ölçüldü, sonuçlar agregasyon indeksi (AI) ve agregasyon yarı zamanı (t1/2) şeklinde verildi. İstatistiksel analiz için Mann Whitney U testi kullanıldı. p<0.05 olan değerler istatistiksel olarak önemli kabul edildi. Bulgular: Sıçanlara klasik müzik ve Rock müziği dinletilmesi 1.69 Pa kayma kuvvetinde ölçülen eritrosit deformabilitesi ve agregasyonunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak önemli düzeyde artışa sebep olurken, gürültü her iki parametrede de önemli bir değişiklik oluşturmadı. Sonuç: Bu çalışmada dinletilen müziğin türünden bağımsız olarak sıçanlara müzik dinletilmesinin eritrosit mekanik özellikleri üzerinde olumlu etkilere sebep olduğu gösterilmiştir. P38 SAĞLIKLI DONÖRLERDE TROMBOSİT AFEREZİ İŞLEMİNİN KANIN REOLOJİK ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE ETKİSİNİN ARAŞTIRILMASI H. Akdam1, M. Bor-Küçükatay2, A. Keskin1, S. Kabukcu1, G. Erken2, P. Atsak2, R. Kurşunluoğlu 2, V. Küçükatay 2. Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları1, Fizyoloji2 Anabilim Dalı; DENİZLİ, mbor@pamukkale.edu.tr Amaç: Yapay dolaşımın oluşturduğu mekanik stresin kanın reolojik özelliklerini değiştirdiği bilinmektedir ancak trombosit aferezinin, donörlerin hemoreolojik parametreleri üzerindeki etkileri ile ilgili yeterli bilgi yoktur. Bu çalışma trombosit aferezinin, donörlerin kan reolojisi üzerindeki etkilerinin ve bu olası etkilerde nitrik oksit (NO)'in rolünün incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya kan Bankası'na donör trombosit aferezi için başvuran 22-48 yaşları arasında sağlıklı, gönüllü, erişkin 20 erkek alınmıştır. Trombosit aferezi Haemonetics MCS 3P cihazıyla yapılmış, aferez öncesi ve sonrası deneklerden alınan kan örneklerinden eritrosit şekil değiştirme yeteneği (deformabilite), agregasyonu bir ektasitometre (LORCA) aracılığıyla saptanmıştır. Tam kan ve plazma viskozitesi 150 s-1 kayma hızında bir viskometre, plazma fibrinojen düzeyleri bir koagülometre cihazı kullanılarak saptanmıştır. Alt bir grupta, aferez sonrası deneklerden alınan kanlar bir saat süresince NO donorü Sodyum nitroprussit (SNP, 10-6 M) ile inkübe edildikten sonra eritrosit deformabilitesi ölçülmüştür. İstatiksel analiz için Wilcoxon testi kullanılmış, p<0,05 değerler önemli kabul edilmiştir. Bulgular: Trombosit aferezi işleminin 3,00 Pa kayma kuvvetinde ölçülen eritrosit deformabilitesi, agregasyon indeksi, plazma fibrinojen düzeyi ve tam kan viskozitesinde istatistiksel olarak önemli düzeyde azalmaya sebep olduğu, plazma viskozitesini ise değiştirmediği gösterilmiştir. Ek olarak, trombosit aferezi sonrası eritrosit deformabilitesindeki azalmanın SNP ile geri çevrilebildiği bulunmuştur. Sonuç: Trombosit aferezi işlemi donorün hemoreolojik parametrelerinde değişikliğe sebep olmakta, bu değişikliklerden eritrosit deformabilitesindeki azalma NO ile geri çevrilebilmektedir. P39 ETANOLÜN PLAZMA ACE DÜZEYLERİ VE HEMOREOLOJİK PARAMETRELER ÜZERİNDE NİTRİK OKSİT ARACILI ETKİSİ P.Atsak, G.Turgut, M.Bor-Küçükatay, N.Karagenç, S.Turgut Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ, pirayy@hotmail.com Giriş ve Amaç: Alkolün, kardiyovasküler sistem üzerinde doza bağlı olarak farklı etkileri bulunmaktadır. Hafif düzeyde alkol tüketimi kardiyovasküler yararlar sağlarken, ağır alkol tüketimi ise kardiyovasküler hastalıklar açısından riski artırmaktadır. Alkol tüketimi endotelyal fonksiyonları etkiler, özellikle kan basıncı regülasyonunda önemli olan nitrik oksit (NO) salınımlarını değiştirdiği bilinmektedir. Ayrıca alkol, anjiotensin dönüştürücü enzim (ACE) aktivitesini ve eritrositlerin mekanik özelliklerini de etkileyebilir. NO'in, eritrositlerin mekanik özelliklerini ve ACE enzim aktivitesini değiştirdiğini gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Bu araştırmada, etanolün ACE aktivitesi ve hemoreolojik parametreler üzerindeki etkilerinde NO'in rolünü incelemek amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: 32 yetişkin erkek Wistar Albino sıçan, gruplar Kontrol, Etanol, LNAME, Etanol ve L-NAME olmak üzere, eşit sayıda 4 gruba ayrılmıştır. Etanol hacmen %20, L-NAME ise 100 mg/L dozda, 4 hafta boyunca sıçanların içme sularına karıştırılmıştır. Deneysel sürenin sonunda sıçanların abdominal aortlarından alınan heparinize kan örneklerinde, eritrosit şekil değiştirme yeteneği (deformabilite) ve agregasyonu, bir ektasitometre (LORCA) kullanılarak ölçülmüştür. Eritrosit agregasyonu hematokrit %40'a ayarlandıktan sonra ölçülmüş, sonuçlar agregasyon indeksi şeklinde verilmiştir. Plazma ACE aktivitesi spektrofotmetrik olarak, plazma NO seviyeleri ise nitrat redüktaz ile tüm NO metabolitleri nitrite dönüştürüldükten sonra nitrit tayini ile belirlenmiştir. Sonuçlar Mann Whitney U testi ve Kruskal Wallis testi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, plazma NO seviyeleri etanol grubunda anlamlı artış gösterirken (p<0.05), diğer gruplarda istatistiksel olarak önemli bir değişiklik oluşmamıştır. Eritrosit deformabilitesi ve ACE aktivitesi bakımından gruplar arasında istatistiksel olarak önemli bir fark bulunmamıştır. Fakat etanol grubunda, eritrosit agregasyon indeksi anlamlı düzeyde azalmıştır (p<0.05). Sonuç: Etanolün plazma NO düzeyinde anlamlı bir artışa sebep olması, eritrosit agregasyonunda meydana gelen değişikliklere bu molekülün aracılık edebileceği hipotezini desteklemektedir. P40 SIÇANLARDA PENİSİLİN-G İLE İNDÜKLENEN EPİLEPTİK NÖBETLERİN HEMOREOLOJİK PARAMETRELERE ETKİSİ E. Adıgüzel1, V. Küçükatay2, G. Erken2, N.Yonguç1, M. Bor-Küçükatay2 1 2 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi AD; DENİZLİ Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ goksinilfer@yahoo.com Giriş ve Amaç: Normal koşullarda serebral kan akımı serebral metabolik hıza bağlıdır ve vasküler geometri değiştirilerek etkin doku perfüzyonu sağlanır. Ayrıca, kanın reolojik özellikleri etkin doku perfüzyonu için önemli faktörlerdendir. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda Penisilin-G ile uyarılan epileptik nöbetler sırasında eritrosit deformabilitesi ve agregasyonunu, ayrıca tam kan ve plazma viskositesini kapsayan reolojik parametreler için olası değişiklikleri ortaya koymaktır. Materyal ve Metod: On sekiz, dişi Sprague-Dawley cinsi sıçan , Sham (S), epileptik (E) ve İntraperitoneal Penicilin (IPP) olarak üç eşit gruba ayrıldı. Epilepsi nöbetleri, intrakortikal penisilin G (1000 IÜ/1µl distile su) enjeksiyonlarıyla oluşturuldu. Eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu bir ektasitometre (Laser Assisted Optical Rotational Cell Analyzer) aracılığıyla saptandı. Tam kan viskozitesi hem orijinal hematokrit (Hct) hem de standart Hct (%40)'te ve plazma viskozitesi 150 s-1 kayma hızında bir viskometre kullanılarak ölçüldü. İstatistiksel analiz için Mann-Whitney U ve Kruskal-Wallis testleri kullanıldı. Bulgular: Hemoreolojik parametreler arasında sadece eritrosit deformabilitesinde gruplar arasında fark bulundu. Epileptik nöbetler E grubunda eritrosit deformabilitesinde önemli bir artışa yol açtı (p<0.001). IPP grubu S grubu ile karşılaştırıldığında bir fark bulunamamış ve E grubunda izlenen artmış eritrosit deformabilitesinin epileptik nöbetlerle ilişkili olduğu düşünülmüştür. Çalışılan grupların kan ve plazma viskozite değerleriyle agregasyon parametreleri arasında bir fark bulunamadı. Sonuç: Serebral kan akımının artışına ek olarak, eritrosit deformabilitesinin artışı nöbetler esnasında beynin artan metabolizmasına yanıt olarak geliştirdiği bir adaptasyon mekanizması olabilir. P41 T.canis LARVALARI İLE DENEYSEL OLARAK ENFEKTE EDİLEN FARELERİN BAĞIRSAĞINDA NİTRİK OKSİT SENTAZ DAĞILIMI A. Kandil1, C. Demirci1, H. Çetinkaya2, A. Gargýlý3 1 2 İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Parazitoloji AD; 3 İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji AD; İSTANBUL; aslikandil@hotmail.com Giriş ve Amaç: T.canis larvalarının sebep olduğu parazitik bir enfeksiyon olan viseral larva migransda nitrik oksit (NO)'in rolü tam olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmada, larvalı T.canis yumurtaları ile enfekte edilen farelerde oluşturulan viseral larva migransda bağırsak dokusunda NO'in rolünü araştırılması hedeflenmiştir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada, 72 adet Balb/c fare kullanıldı. Farelere 2500 larvalı T.canis yumurtası inoküle edildi. Enfekte edilen farelere günde 3 kez 100 mg/kg spesifik bir uyarılabilir nitrik oksit sentaz (iNOS) inhibitörü olan Aminoguanidin (AG) uygulandı. T.canis inokülasyonundan 24 ve 48 saat ile 7 gün sonra alınan bağırsak dokusundaki histolojik değişiklikler ile NOS dağılımı immünohistokimyasal olarak incelendi. Bulgular: T. canis yumurtaları ile enfekte edilen gruplarda bu larvaların bağırsak dokusunda değişikliklere neden olduğu saptandı. Bu gruplarda, özellikle 48 saat sonunda değişikliklerin daha belirgin olduğu tespit edildi. AG uygulanan gruplarda ise, bu hasarların kısmen önlenebildiği belirlendi. Enfekte edilen grupta, endoteliyal nitrik oksit sentaz (eNOS) ve iNOS reaksiyonunun arttığı, AG uygulandığında ise iNOS reaksiyonunun azaldığı tespit edildi. Sonuç: T. canis enfeksiyonunda eNOS ve iNOS reaksiyonun artmasına bağlı olarak NO sentezinin artması ve iNOS inhibitörü uygulandığında iNOS reaksiyonun azalması, bağırsak dokusunda NO'in önemli rolünün olabileceğine işaret etmektedir. P42 ANADOLU YER SİNCABI (SPERMOPHİLUS XANTHOPRYMNUS)'NIN VÜCUT SICAKLIĞI KARAKTERİSTİKLERİ VE LPS'YE VERDİĞİ YANIT 1 1 M.K. Gür, 2E.S. Akarsu Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Beytepe, ANKARA 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji ABD, Sıhhiye, ANKARA, mkart@hacettepe.edu.tr Giriş: Lipopolisakkarit (LPS), gram negatif bakterilerin dış membran bileşenidir ve akut faz yanıtı çalışmalarında yaygın şekilde kullanılmaktadır. Tavşan, kedi, köpek gibi bazı laboratuvar hayvanlarının LPS'ye ateş ile, aksine bazı kemirgenlerin hipotermi ile cevap verdiği tespit edilmiştir. Yabani bir kemirgen olan Anadolu yer sincabı (Spermophilus xanthoprymnus)'nın LPS'ye karşı termoregülatif yanıtı bilinmemektedir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada, 5 genç erkek Anadolu yer sincabı (200-275 g) 16-22 Temmuz 2005'de, Ankara'nın 50 km güneyindeki step bir alanda canlı yakalama tuzakları ile yakalanmıştır. Genel anestezi (ketamin+xylasin, sırasıyla 80+10 mg/kg ip) altında ve steril koşullarda yapılan cerrahi operasyonlarla sıcaklığa hassas radyovericileri (Minimitter, USA) intraperitonal olarak yerleştirilmiştir. Vücut sıcaklığı, radyovericileri aracılığıyla 6 dakika aralıklarla telemetrik olarak toplanmıştır. Bireyler, 22oC ±1oC sıcaklık ve doğal fotoperiyoda ayarlı klimatik oda içerisinde tutulmuştur. LPS (E.coli O55: B5) uygulaması, saat 16:00-17:00 arasında ve 500 µg/kg ip olarak gerçekleştirilmiştir. Uygulamayı takiben vücut sıcaklığındaki değişim, enjeksiyon öncesi ortalama bazal sıcaklık değerlerine göre farklılık (T) şeklinde ifade edilmiştir. Bulgular: Vücut sıcaklığı, ortalama minimum ( 34,1 ± 0,59 oC,) ve maksimum ( 38,3 ± 0,34 oC) değerlerine günün ışıklı periyodunda (sırasıyla, saat 18:52, p=0.018 ve 10:01, p= 0,012 Rayleigh testi) ulaştı. Ortalama bazal vücut sıcaklığı 35,5 ± 1.27 oC'idi. LPS uygulamasını takiben 2 saat sonra vücut sıcaklığı artmaya başladı, yaklaşık 9.5 saat sonra vücut sıcaklığındaki değişim maksimum değerine (3,18± 0,37oC) ulaştı ve bu değere ulaştıktan 2 saat 15 dakika sonra kontrol değerlerinde seyretmeye başladı. Sonuç: Sonuç olarak, laboratuvar sıçanlarının aksine, bu hayvanların vücut sıcaklığı günün aktif oldukları döneminde yüksek seyretti. Bu çalışmada kullanılan dozdaki LPS ile diğer bazı laboratuvar kemirgenlerinde (sıçan, fare gibi) hipotermik yanıt gözlenirken, LPS Anadolu yer sincabında pirojenik bir yanıt oluşturdu. P43 STRES ÜLSERİ OLUŞTURULAN RATLARDA KALSİTONİN VE KALSİTONİN GEN İLİŞKİLİ PEPTİD (CGRP)'İN MİDE MUKOZAL BARİYERİNE ETKİLERİ Z. Kanay 1, D. Kurt1, C. Güzel2, O. Denli2, K. Nas3 1Dicle Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji AD. 2 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD. 3 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi AD. DIYARBAKIR, kanay@dicle.edu.tr Giriş ve Amaç: Soğuk+hareketsizlik stresi (SHS) uygulanan sıçanlarda CGRP ve Salmon Kalsitoninin (sCT) mide lezyonları ve mide mukozal bariyeri üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada 28 adet 150200 g ağırlığında sıçan kullanıldı. Hayvanlar, 24 saat aç bırakma sonrasında her bir grupta 7 rat olmak üzere 4 gruba ayrıldı. 1. Kontrol grubu. 2. Stres grubu; Tel ızgara ile hareketleri kısıtlanan sıçanlar, +4ºC deki soğuk odada 3 saat bekletildi. 3.CGRP grubu; stres oluşturmadan yarım saat önce 10 μg/kg/İV CGRP uygulandı. 4. sCT grubu; yine stres oluşturmadan yarım saat önce 10 μg/kg/İV sCT uygulandı. Hayvanlar, SHS işlemini takiben servikal dislokasyonla sakrifiye edildikten sonra, mide mukozaları incelendi ve ülser indeksleri belirlendi. Mukozal bariyerin komponentlerinden olan mukus ve fosfolipid miktarları Corne ve Baur'un belirlediği metotla ölçüldü. Bulgular, Kruskal Wallis varyans analizi değerlendirildi. Bulgular: Stres uygulanan ratların mide mukozasında mukus ve fosfolipid düzeylerinin önemli oranda azaldığı; CGRP ve sCT uygulanan ratlarda mide lezyonlarının azaldığı belirlendi. CGRP ve sCT uygulanan ratlarda mukus ve fosfolipid düzeyinin kontrol grubuna göre artmış olduğu belirlendi. Sonuç: Bu çalışmanın bulgularına göre stresin neden olduğu akut hemorajik mide lezyonlarının önlenmesinde ve mide mukozal bariyer parametrelerine CGRP ve sCT nin önemli etkisinin olduğunu gösterildi. P44 LEPTİN HORMONUNUN SURİYE HAMSTERLERİNİN SUPRAKİYAZMATİK NUKLEUSUNDAKİ NÖRONAL ATEŞLEME HIZI VE RİTMİ ÜZERİNE ETKİLERİ A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 14280 BOLU karakas_a@ibu.edu.tr Giriş ve Amaç: Memelilerde sirkadiyen (~ 24 saatlik) ritimler hipotalamusta konumlanmış suprakiyazmatik nukleus (SCN) tarafından oluşturulur ve kontrol edilir. SCN'deki nöral ateşleme hızı hem nokturnal (gece aktif) hem de diurnal (gündüz aktif) türlerde gündüz yüksektir ve Suriye hamsterlerinde, SCN'deki nöral aktivite zirvesi sirkadiyen zaman (CT) ile yaklaşık 06'da kaydedilir. Daha önceki çalışmalarımızda leptin hormononunun Suriye hamsterlerinde lokomotor aktivite ritmini öne kaydırdığını tespit etmiştik. Bu çalışmada ise, dışarıdan verilen leptin hormonunun SCN'deki nöronal ateşleme ritmine etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: SCN'deki nöronal ateşleme kayıtlarını ikişer saat aralıklar ile gün boyunca Powerlab ML 750 veri toplama sistemi ile kaydettik. Hamsterler genel anestezi altında sterotaksik alete yerleştirildi, dişçi matkabı yardımı ile kafataslarında bir delik açıldı ve açılan bu delikten 2 M NaCl ile doldurulmuş kılcal cam microelektrot SCN bölgesine yerleştirildi. Deney grubuna leptin (4g/kg), kontrol grubuna ise serum fizyolojik (% 0,9 NaCl) intraperitonal olarak CT 0'da enjekte edildi. Kayıtlar Dagan A-4200 amplifikatör ile yükseltildi (10.000 X) ve filtrelendi (300hz-3 khz). Bireysel ateşleme hızı için 2 saatlik kaydın ortalaması alındı. Nöronal aktivitenin tepe noktaları, yüksek aktivitenin oldugu zaman dilimi ile simetri göstermekteydi. Bir grup içerisindeki anlam taşıyan ortalamaların birbiri arasındaki farklılıklar için Student's t-test kullanıldı. P<0.05 olduğu durumlarda farklılıklar anlamlı kabul edildi. Bulgular: Leptin nöronal aktivasyon zirvesini öne kaydırdı. Kontrol grubunun nöral aktivivitesi CT 6'da zirveye ulaşırken (p>0.05), leptin enjekte ettigimiz hamsterlerde ise bu zirve 1,40 saatlik bir öne kayma ile CT 4,20'da gözlendi (p<0.01). Sonuç: Bu sonuçlar göstermektedir ki, daha once uyguladığımız melatonin hormonu ile leptin hormonu SCN üzerinde benzer etkiler göstermektedir ve leptin hormonuda SCN aktivitesini düzenlemede kullanılabilir. P45 BİYOELEKTRİK EMPEDANS ANALİZİ VE ANTROPOMETRİK YÖNTEMLERLE ÖLÇÜLEN VÜCUT YAĞ YÜZDELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI H. Mollaoğlu1, K. Üçok1, L. Akgün1, O. Baş2 1Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, AFYONKARAHİSAR 2 Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi AD, AFYONKARAHİSAR lutfiakgun@hotmail.com Amaç: Biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle elde edilen “vücut yağ yüzdesi” (VYY) ile skinfold deri kıvrım kalınlığı ölçümü' ile bulunan yağ yüzdelerini karşılaştırmaktır. Materyal ve Metod: Çalışmaya 18-60 yaş arası 90 kadın ve 18- 55 yaş arası 90 erkek olmak üzere toplam 180 katılımcı alındı ve iki yöntemle VYY ölçümleri yapıldı. Katılımcıların ilk olarak biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle (Bodystat 1500) VYY ölçüldü. Kişi sırt üstü yatar pozisyondayken cihazın elektrotları sağ el ve sağ ayağa yerleştirilerek VYY ölçümü gerçekleştirildi. İkinci olarak antropometrik yöntemler uygulandı. Skinfold aletiyle (Holtain) ölçülen deri kıvrım kalınlığından hesaplama yöntemleri ile VYY saptandı. Skinfold aleti ile karın (abdomen), kol (triceps), uyluk (thigh) ve sırt (subscapular) deri kıvrım kalınlığı ölçümleri yapıldı. Kadın ve erkeklerde uygulanan Behnke Wilmore, Durnin Womersley formülleri kullanılarak, deri kıvrım kalınlığı ölçümlerinden vücut yoğunlukları hesaplandı. Bulunan vücut yoğunluklarından Siri veya Brozek formülleri ile katılımcılara ait VYY hesaplandı. Farklı yöntemlerle bulunan VYY ölçümleri arasında Pearson korelasyon analizi uygulandı. Bulgular: Vücut kitle indeksi (BMI) ortalaması kadınlar (25.8±6.0) ile erkekler (24.2±3.3) arasında farklı değildi (p=0.27). Katılımcılarda ortalama VYY biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle 21.8±10.9, Behnke Wilmore ile 23.0±8.6, Durnin Womersley ile 23.6±6.9 bulundu. Biyoelektrik empedans analiz ile Behnke Wilmore arasında (r= 0.835, p<0.001), biyoelektrik empedans analiz ile Durnin Womersley arasında (r=0.777, p<0.001) ve Behnke Wilmore ile Durnin Womersley arasında (r=0.935, p<0.001) yüksek derecede korelasyon olduğu saptandı. Sonuç: Biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle VYY ölçümünün, skinfold ölçümleri kullanılarak Behnke Wilmore veya Durnin Womersley formülüyle hesaplanan VYY ölçümleri yerine kullanılabileceği söylenebilir. P46 DİYABETİK HAYVANLARIN YAĞ DOKUSUNDA NİTRİK OKSİT VE LEPTİN İLİŞKİSİ A. Kandil1, A. Kapucu1, S. Üstünova1, E. Gürel1, H. Balcı2, İ. Uyaner1, B. Ergin1, K. Akgün-Dar1, C. Demirci1 1İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, İSTANBUL İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaþa Tıp Fakültesi, Fikret Biyal Merkez Laboratuarı İSTANBUL; aslikandil@hotmail.com 2 Giriş ve Amaç: Leptin, anteriyör hipofiz ve hipotalamusdan nitrik oksit (NO) salınmasını uyarır. Yağ dokusunda nitrik oksit sentaz (NOS) enziminin ve leptin reseptörlerinin bulunması, leptin ile NO arasında önemli bir ilişkinin olacağını düşündürmektedir. Hem leptinin hem de NO'in, fizyolojik ve patolojik olaylarda işlevsel olduğu bilinmektedir. Ancak diyabette yağ dokusunda nitrik oksit ile leptinin ilişkisi halen anlaşılamamıştır. Bu nedenle, diyabetik hayvanlara genel bir NOS inhibitörü olan L-NAME ve leptin uygulanarak, bu ilişkinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada, Wistar albino sıçanlara 65 mg/kg intaperitonal STZ ygulandıktan 4 hafta sonra, 1 hafta süreyle 30 mg/kg L-NAME ip ve 0,5 µg/kg Leptin ip yoldan verildi, epididimal yağ dokusu incelendi. Bulgular: Diyabetik hayvanlarda yağ dokusunun normal yapısını kaybettiği, hücrelerin zarlarının parçalandığı birçok yerde ise hücre zarlarının birleştikleri görüldü. Bu gruptaki deneklerde eNOS ve iNOS reaksiyonlarının bağ dokuda arttığı, zarlarda ise azaldığı tespit edildi. Diyabetik hayvanlara L-NAME verildiğinde hasarın kısmen de olsa önlendiği, STZ ile artan reaksiyonun azaldığı hatta kontrolden de az olduğu görüldü. Leptin verildiğinde ise STZ ile meydana gelen hasarın gerilediği ayrıca, STZ grubuna ve kontrole göre NOS reaksiyonlarının azaldığı görüldü. Diyabetik hayvanlara Leptin ile L-NAME beraber verildiğinde STZ ile oluþan hasarın önlenmesinde etkili olmadığı NOS reaksiyonlarının ise kontrolden de az olduğu tespit edildi. Sonuç: Diyabette leptin uygulamasının STZ ile meydana gelen hasarı azalttığının görülmesi, ayrıca NO'in bu grupta azaldığının belirlenmesi diyabetik hayvanların yağ dokusunda meydana gelen değişikliklerde NO ile leptin arasında önemli bir baılantının olduğuna işaret etmektedir. P47 SEPSİSE BAĞLI KARACİĞER VE AKCİĞER HASARINDA GHRELİNİN ROLÜ S.Ö. İşeri1, G. Şener2, B. Sağlam3, N. Gedik4, F. Ercan3, B.Ç. Yeğen1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 3 Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalları, 2 Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 4Kasımpaşa Askeri Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL; byegen@marmara.edu.tr Amaç: Sepsis, sistemik inflamatuvar yanıtın yol açtığı, ilerleyici çoklu-organ hasarı ile sonuçlanan heterojen sendromlar grubudur. Önceki çalışmalarda midede üretilen ve 28-amino asitten oluşan ghrelin'in, inflamatuvar sitokinlerin üretimi, serbestlenmesi ve ülser oluşumu üzerine inhibitör etkilere sahip olduğu gösterilmiştir. Çalışmamızda, sepsisle indüklenen karaciğer ve akciğer inflamasyonunda ghrelinin olası tedavi edici etkilerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Anestezi altındaki Sprague-Dawley sıçanların bir grubunda, çekum ligasyon ve perforasyon yöntemi ile sepsis oluşturuldu; taklit cerrahi uygulanan diğer grup ise kontrol gurubu olarak değerlendirildi. Fizyolojik tuzlu su (SF) ya da ghrelin (10 g/kg) sepsisten hemen sonra ciltaltına enjekte edildi. Sıçanlar, sepsis indüksiyonundan sonraki 24. saatte dekapite edilerek; kan, karaciğer ve akciğer doku örnekleri alındı. Serumda TNF-α düzeyleri ile dokularda miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) -doku nötrofil infiltrasyonu göstergesi-, malondialdehid (MDA) lipid peroksidasyonu indeksi- ve glutatyon (GSH) -antioksidandüzeyleri ölçüldü ve histolojik değerlendirme yapıldı. Bulgular: SF uygulanan sepsis grubunda, serum TNF-α ile karaciğer ve akciğer dokularında MDA ve MPO'nun kontrole göre belirgin olarak arttığı (p<0.001), GSH'nın ise azaldığı bulundu (p<0.05). Ghrelin tedavisi verilen sepsis grubunda ise, tüm biyokimyasal parametrelerde oluşan değişiklikler (p<0.05-0.001) ile karaciğer ve akciğerde gözlenen mikroskopik hasarın azalarak, kontrolden farksız düzeylere döndüğü saptandı. Sonuç: Ghrelin sepsisle indüklenen oksidan karaciğer ve akciğer hasarında koruyucu rol oynamış ve bu etkilerine nötrofil infiltrasyonunu inhibe edici etkisi aracılık etmiş olabilir. Sepsise bağlı çoklu organ hasarını sınırlayıcı rol oynayabileceği gözlenen ghrelinin, sepsis ve benzeri sistemik inflamatuvar süreçlerde yararı konusunda benzeri çalışmalara gereksinim bulunmaktadır. P48 SIÇANLARDA OLUŞTURULAN DENEYSEL SİROZ MODELİNDE GHRELİN'İN TEDAVİ EDİCİ ROLÜ G. Şener1, S.Ö. İşeri2, B. Sağlam3, N. Gedik4, F. Ercan3 B.Ç. Yeğen2 1Marmara Üniversitesi (MÜ) Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, MÜ Tıp Fakültesi, 2Fizyoloji, 3 Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalları, 4Kasımpaşa Askeri Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL; byegen@marmara.edu.tr Amaç: Midede üretilen ghrelin'in, gıda alımını artırıcı bilinen etkisinin yanı sıra, antiinflamatuvar etkilere sahip bir peptit olduğu öne sürülmektedir. Bu çalışmada, deneysel siroz oluşturulan sıçanlarda, ghrelinin olası tedavi edici etkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Kısa eter anestezisi altında safra kanalı bağlanan (SKB) ve taklit cerrahi uygulanan (kontrol grubu) Sprague Dawley sıçanlara 28 gün süreyle fizyolojik tuzlu su (SF) veya ghrelin (1 g/kg, ciltaltı) verildi. Sıçanlar 28. günde dekapite edilerek kan ve karaciğer doku örnekleri alındı. Serumda pro-inflamatuvar sitokin düzeyleri ile karaciğer fonksiyonunu değerlendirmek üzere aspartat aminotransferaz (AST) ve alanin aminotransferaz (ALT) düzeyi, karaciğerde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) -doku nötrofil infiltrasyonu göstergesi-, malondialdehid (MDA) lipid peroksidasyonu indeksi-, glutatyon (GSH) antioksidan- ve kollajen düzeyleri ölçüldü; histolojik değerlendirme yapıldı. Bulgular: SF tedavili-SKB grubunda serum ALT ve AST ile TNF-α, IL-1 ve IL-6'nın (p<0.001), karaciğer dokusunda ise MDA, MPO ve kollajen seviyelerinin, taklit cerrahi uygulanan kontrol grubuna göre arttığı bulundu (p<0.001). Ghrelin tedavisinin tüm bu biyokimyasal parametrelerdeki değişimi engellediği (p<0.05-0.001) ve karaciğerdeki mikroskopik hasarı anlamlı şekilde hafiflettiği belirlendi. Her grupta 6 sıçan kullanıldı ve bulgular, ortalama SH olarak açıklandı. Tek yönlü varyans analizi (ANOVA) ile istatistiksel değerlendirme yapıldı. Sonuç: Ghrelin tedavisi, siroza bağlı oluşan oksidan karaciğer hasarını azaltmış, karaciğerin yapı ve fonksiyonunu belirgin şekilde iyileştirmiştir. Ghrelinin anti-inflamatuvar, anti-fibrotik özelliklerinin sergilendiği bu çalışmanın sonuçları, kronik karaciğer hasarında bu peptidin tedavi edici rol oynayabileceğine işaret etmektedir. Bu çalışma MÜ Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmektedir (SAĞ046/230804). P49 DİABETİT SIÇANLARDA BENFLUOREKS'IN PLAZMA VE AORTA NOX DÜZEYLERİNE VE AORTA HİSTOPATOLOJİSİNE ETKİSİ B.Gönül1, Ç.Özer1, L.Memiş2, Ö.Ekinci2 Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Patoloji AD, ANKARA, bilgeg@gazi.edu.tr Amaç: Benfluorex-Bfx, antihiperlipidemik bir ajan olup insulin rezistansına da etkili olduğu gösterilmiştir. Diyabetiklerde nitrik oksit (NOx) düzeylerinin değiştiği ve patolojik vasküler değişimlerin olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada diyabetik deneklerde Bfx uygulamasının plazma ve aorta NOx düzeyleri ve aorta histopatolojisine etkisi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada erkek Albino Wistar sıçanlar kullanılmıştır. Her grupta 10 denek kullanılmıştır. Deney grupları 1. Uygulama yapılmamış kontrollar, 2. Diyabetik kontrollar ,3. Diyabetik, Bfx tedavililer. Deneysel diyabet oluşturmada Streptozotosin-Stz 45 mg/kg tek doz ip yolla uygulanmıştır. Kan glukozu 300mg/100ml üzerinde olan deneklerde Bfx , 50 mg/kg/gün x 21 gün ig yolla kullanılmıştır. Kontrollara aynı hacımda serum fizyolojik ig yolla verilmiştir Anestezik fazlası ( nembutal,150 mg/kg, ip) ile feda edilen deneklerde, aortada histopatolojik takip, kanda ve aortada nitrik oksit (NOx) tayinleri yapılmıştır. Sonuçlar Mann Whitney U testi ile karşılaştırılmıştır. Bulgular: Plazma NOx düzeyleri diyabetiklerde artarken Bfx uygulananlarda kontrollarla benzerdi. Aorta NOx düzeyleri diyabetiklerde düşerken tedavililerde kontrola yakındı. Arcus aortaya ait dokuların tümü normal görünümde olup spesifik patolojik değişiklik içermeyen endotel, müsküler medial tabaka ve adventisya alanlarından oluşmaktaydı. Sonuç: Sonuçlar deney süresinin aorta histopatolojisinde etki yaratabilecek uzunlukta olmadığını göstermiştir. Aorta NOx düzeylerinin düşmesi diğer çalışmacılarca da gösterilmiş, diabetik şartlara bağlı olarak beklenen bir sonuçtur, Bfx uygulamasının bunu normal kontrollerinkine yaklaştırması ilacın pozitif etkisini gösterir. Plazmadaki NOx artışı diyabette değişik dokuların farklı yanıtlarının bir göstergesidir. Burada da Bfx uygulamasının değerleri normal kontrollerinkine yaklaştırması pozitif etkisinin kanıtıdır. Bu çalışma diyabetiklerde Bfx'in NOx aracılığıyla patolojik vasküler değişimleri düzeltebileceğini göstermektedir. P50 BENFLUOREKS VE/VEYA C VİTAMİNİNİN DİYABETİK BÖBREK NİTRİK OKSİT DÜZEYİ VE HİSTOPATOLOJİSİNE ETKİSİ Ç. Özer1, B. Gönül1, L. Memiş2, Ö. Ekinci2 Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2 Patoloji AD, ANKARA.; ozercigdem@yahoo.co.uk Giriş ve Amaç: Diyabetin en önemli komplikasyonlarından biri böbrek hasarıdır. Nitrik oksidin yıkımı sonucu oluşan peroksinitrit biyolojik moleküller için güçlü bir oksidandır. Diyabetiklerde oksidan olaylar ve lipid profilinde değişimler oluşmaktadır. Benfluorex (BFx), antihiperlipidemik bir ajandır. C vitamini (AA) diyabetiklerde eksikliğine rastlanan bir antioksidandır. Çalışmamızda streptozotosin ile diyabet yapılan sıçan böbreğinde Bfx ve/veya C vitamini tedavisinin AA, total nitrik oksit (NOx) ve histopatolojik bulgular üzerine etkisi incelendi. Materyal ve Metod: Wistar Albino sıçanlar 6 gruba ayrıldı. 1.Kontrol, 2.AA, 3.Diyabet, 4.Diyabet+AA. 5.D+BFx, 6.D+BFx+AA. Diyabet gruplarına 45 mg/kg streptozotosin, tek doz, intraperitoneal olarak uygulandı. 48 saat sonra açlık kan sekerleri 200 mg/100 ml üzeri olanlar diyabet gruplarına alındı. Tedavi uygulanan deneklere musluk suyunda çözünen BFx (50 mg/kg/gün) ve AA (20mg/kg/gün), diyabet ve kontrol gruplarına ise musluk suyu intragastrik yoldan, günde tek doz uygulandı. 21 günlük uygulama sonunda hayvanlar Tiyopental Sodyum anestezisi altında feda edildi. Böbrek dokusunda AA ve total nitrik oksit (NOx) düzeyleri ölçüldü, dokuların histopatolojik incelemeleri yapıldı. Farkları belirlemede ANOVA ve Mann Whitney U testleri kullanıldı. Bulgular: Diyabetik böbreklerde AA ve NOx düzeyleri azalırken, C vitamini yüklemesiyle değerlerin arttığı görüldü. D+BFx+AA grubunda ise artışın kontrol düzeylerine kadar çıktığı tespit edildi. Uygulamaya bağlı hafif histopatolojik değişiklikler izlendi. Sonuç: NO hem prooksidan hem de antioksidan rol oynayabilen bir moleküldür. Diyabet gruplarında NOx düzeyinin azalması yıkımının artışı veya yapımının azalması ile açıklanabilir. Çalışmamızda AA düzeyleri ile birlikte değerlendirildiğinde NO'in antioksidan etki gösterdiği düşünülebilir. BFx+AA tedavisi diyabetik sıçanlarda böbrekte olumlu etkiler yapmıştır. Dolayısıyla bu iki ajanın birlikte kullanımı diyabetik hastalarda da önerilebilir. P51 HİPERKALORİK DİYETLE BESLENEN PREPUBERTAL SURİYE HAMSTERLERİNDE (MESOCRICETUS AURATUS) VÜCUT VE ÜREME ORGAN AĞIRLIĞI İLE LEPTİN SEVİYELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ E. Çakar, A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz A.İ.B.Ü, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 14280 BOLU, karakas_a@ibu.edu.tr Giriş ve Amaç: Günümüz de insan yaşamını olumsuz etkileyen obezitenin en temel sebebi küçük yaşlarda başlayan yüksek kalorili besin tüketimidir. Leptin hormonu ise yağ dokudan sentezlenen ve beyine enerji stokları hakkında bilgi veren bir sinyal görevi üstlenmiştir. Leptinin prepubertal gelişim üzerine etkilerini gösteren çalışmalar mevcuttur. Obez hayvanlarda leptin seviyeleri yüksektir ancak sterilite gözlenir. Yetişkin Suriye hamsterlerinde leptin seviyeleri diurnal bir ritim gösterir ve gündüz yüksek, gece ise düşüktür. Prepubertal dönemdeki Suriye hamsterlerinde ise leptin seviyeleri bilinmemektedir. Bu çalışmada normal ve hiperkalorik besinle beslenmiş prebubertal Suriye hamsterlerinde vücut ağırlığı, üreme organ ağırlığı, besin tüketimi ve leptin seviyeleri incelendi. Materyal ve Metod: Çalışma A.İ.B.Ü. Deneysel Hayvan Laboratuvarında 14L:10D fotoperiyodunda doğup büyümüş Suriye hamsterleri ile gerçekleştirildi. Dişi hamsterler çiftleştirildi, sütten kesme sonrası yavru erkek hamsterlerin testis, vücut ağırlıkları ile besin tüketimleri ve serum leptin seviyeleri (gündüz-gece) 4 hafta süresince haftalık ölçümlerle tespit edildi. Verilen farklı besinlerin kalori içerikleri ölçüldü. İstatistiki analizler SPSS (Versiyon 11.0) kullanılarak ANOVA ile yapıldı Bulgular: Kontrol grubundaki hamsterler ile hiperkalorik beslenen hamsterler arasında vücut ağırlığı (kontrol, 103 4 g; hiperkalorik, 52 2 g), besin tüketimi (kontrol, 9 0,5 g; hiperkalorik, 4,5 0,3 g) ve leptin seviyeleri (kontrol, 20,2 2,2 ng/ml; hiperkalorik, 11,2 1,05 ng/ml) arasında anlamlı farklılıklar oluşmasına karşın (p<0,05), testis ağırlıkları (kontrol, 2,09 0,3 g; hiperkalorik, 1,9 0,15 g) arasında anlamlı bir fark tespit edilmedi (p>0,05) Sonuç: Suriye hamsterlerinde puberte öncesi yüksek kalorili beslenmede, beklenenin aksine, vucut ağırlıkları kontrollere göre daha yavaş gelişim göstermesine karşın testis ağırlığı gelişiminin benzer olması, üreme organ ağırlığı gelişiminin besin tüketimi, vücut ağırlığı ve leptin seviyelerinden bağımsız gerçekleştiği fikrini uyandırmaktadır. Yetişkinlerin aksine leptin seviyeleri diurnal bir ritim göstermemektedir. Buna göre, Suriye hamsterleri özellikle prepubertal dönemde pek çok türden farklı özellikler göstermektedir ve yüksek besin değerlerine karşı geçici bir direnç oluşturmuş olabilirler. Bu türde obezite probleminin anlaşılabilmesi için prepubertal ve yetişkin dönem arasındaki hormonal cevapların tespitine yönelik araştırmaların derinleştirilmesi gerekmektedir. P52 SIÇANLARDA DEXAMETHASONUN BAZI AKUT FAZ PROTEINLERINE VE İZ ELEMENTLERE ETKILERI P. A. Ulutaş1, H. Ünsal2, M. Balkaya2, C. Ünsal2 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Biyokimya ABD, Işıklı 09016 AYDIN 2 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji ABD, Işıklı 09016 AYDIN.; hceler@yahoo.com Amaç: Akut faz yanıt hayvansal organizmanın enfeksiyon, yangı veya travma sırasında oluşan bozukluğa karşı vermiş olduğu bir reaksiyondur. Kortikosteroidler birçok akut faz proteinin ekspresyonunu direkt veya indirekt olarak stimüle etmektedirler. Bu çalışma sıçanlarda fizyolojik doz ve bunun 100 katı aralığında değişik dozlarda uygulanan dexamethasonun bazı akut faz proteinleri ve iz elementlere etkilerini belirlemeyi amaçlamıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada toplam 40 adet erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Kontrol grubuna serum fizyolojik, diğer gruplara 0.1mg/kg, 0.5mg/kg, 1mg/kg, 2.5mg/kg, 5mg/kg, ve 10 mg/kg dozda dexamethasone i.p. yolla bir kez verildi. Enjeksiyondan 48 saat sonra kalpten alınan kandan serum ve plazma ayrıldı. Serumda seruloplazmin ve albümin, plazmada haptoglobin, demir, çinko ve bakır düzeyleri belirlendi. Bulgular: Dexa uygulamasına bağlı olarak haptoglobin ve seruloplazmin konsantrasyonlarının arttığı ve albümin düzeyinin düştüğü gözlendi. Ancak sadece seruloplazmin için 0.1mg/kg ve 2.5 mg/kg doz grupları ile kontrol grubu arasında (P<0.05) ve albümin için 1mg/kg doz grubu ile kontrol grubu arasında (P<0.05) istatistiksel önem belirlendi. Dexamethasonun serum demir ve çinko düzeylerine bir etkisi olmadı. Ancak plazma bakır düzeyleri dexamethasone verilen sıçanlarda kontrol grubuna göre artış gösterdi (P<0.05). Sonuç: Sıçanlarda dexamethasonun akut faz yanıta etkilerinin dozla ilişkili olmadığı, ayrıca diğer çalışmaların sonuçlarıyla karşılaştırınca bu etkilerinin tür spesifik olduğu sonucuna varılmıştır. P53 WINGATE TESTİNDE VÜCUT AĞIRLIĞINA VE YAĞSIZ VÜCUT AĞIRLIĞINA GÖRE BELİRLENEN YÜKLERLE ELDE EDİLEN GÜÇ ÇIKTILARININ KARŞILAŞTIRILMASI K. Üçok1, H. Mollaoğlu1, R. Demirel2, L. Akgün1 2 1Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, AFYONKARAHİSAR Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD, AFYONKARAHİSAR kaganucok@hotmail.com Amaç: Wingate testinde erkeklerde uygulanması önerilen ve vücut ağırlığı ile hesaplanan klasik yüklerle elde edilen güç çıktılarını, yağsız vücut ağırlığından hesaplanan yük ile elde edilen güç çıktılarıyla karşılaştırmaktır. Materyal ve Metod: Çalışmaya 18-59 yaş arası 60 erkek gönüllü alındı. Katılımcıların vücut yağ yüzdeleri ve yağsız vücut ağırlıkları biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle (Bodystat 1500) ölçüldü. Uygulanacak yükler vücut ağırlığı kilogramı başına 75g (yük-1) ve 95g (yük2), yağsız vücut ağırlığı kilogramı başına 95g (yük-3) olarak hesaplandı. Wingate testi Monark 839 bisiklet ergometre ve 1/12 rezolüsyonlu elektronik pedal sayıcı ile gerçekleştirildi. Testler en az bir gün ara ile yapıldı. Toplam 30 saniye süresince her 5 saniye için pedal sayıları kaydedildi. Farklı yüklerle elde edilen güç çıktıları; Pik Güç (PG), Ortalama Güç (OG) ve Yorgunluk İndeksi (Yİ) hesaplandı. Sonuçlar “Friedman varyans analizi ve “Wilcoxon Testi” ile karşılaştırıldı. Bulgular: Yük ortalamaları, yük-1 için 5.2±0.5 kg, yük-2 için 6.6±0.7 kg, yük-3 için 5.7±0.6 kg bulundu, birbirleri arasındaki fark anlamlıydı (p<0.001). Wingate testinde yük-2 ve yük-3 kullanılarak elde edilen sırasıyla PG ve OG çıktıları, yük-1 ile bulunan PG ve OG çıktılarından yüksekti (p<0.001). Yük-2 ile elde edilen Yİ, yük-3 kullanılarak elde edilen Yİ'den (p=0.035); yük-3 ile elde edilen Yİ, yük-1 ile elde edilen Yİ'den (p=0.026) yüksek bulundu. Sonuç: Wingate testinde yağsız vücut ağırlığına göre belirlenmiş yük-3, yük-1 yerine kullanılabilir. Yağsız vücut ağırlığı ölçümü ucuz ve basit yöntemlerle yapılabilmektedir. Wingate testinde vücut yağ yüzdesinden bağımsız yük tayini, kas kitlesi büyüklüğünü ön plana çıkarmaktadır. En yüksek güç çıktılarını verebilecek, yağsız vücut ağırlığına göre belirlenmiş farklı yükler araştırılıp kullanılabilir. P-54 MELATONİNİN MİDE MUKOZASINDA YAŞLANMA ve P53 PROTEİNİ ARASINDAKİ ETKİLEŞİMİ 1 K G. Akbulut, 1B. Gönül, 2H. Akbulut 1GÜTF Fizyoloji AD, AÜTF Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı; ANKARA, kgonca@gazi.edu.tr Giriş ve Amaç: P53 proteini hücre yaşamını ve hücre siklus ilerlemesinin kontrolü ile ilgili olarak genomun düzenini sürdüren bir faktördür Yaşlanma sürecinde güçlü bir radikal süpürücü olarak fonksiyon gören melatonin azalır. Bu deneysel çalışmada sıçanlarda mide mukozasında yaşla birlikte p53 pozitifliğindeki değişiklikleri ve melatoninin p53 pozitifliği üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Etik kurul onayını takiben genç (4 aylık n=20), orta yaşlı (14 aylık n=18) ve yaşlı (20 aylık n=17) olmak üzere toplam 55 Wistar sıçan laboratuvar şartları altında 12 saat aydınlık- karanlık siklusunda kontrol (%1 etanol-PBS sc saat 18.00`de 21 gün süre) ve melatonin grubu (10mg\kg+etanol-PBS sc saat 18.00`de 21 gün süre) olarak 2 gruba ayrıldı. Daha sonra sıçanlar feda edilerek midenin glandüler mukozalarında panp53 ELISA ticari kiti ile p53 pozitifliği çalışıldı. Bulgular: Her üç yaş grubunda da sıçanların kontrol grupları arasında mide P53 protein pozitifliği birbirinden farksızdı (p >0.05). Melatonin uygulaması genç sıçanlarda kontrol grubu ile karşılaştırıldığında; mide mukozası p53 protein pozitifliğini arttırırken; orta yaşlı sıçanlarda etkisiz, çok yaşlı sıçanlarda ise mide mukozası p53 değerinde azalma olmakla birlikte bu artış ve azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı ( p> 0.05). Sonuç: Sonuç olarak yaşlanma ile mide mukozasında P53 pozitifliği yaşa bağlı artış göstermekle birlikte bu artış anlamlı bulunmamıştır. Melatonin uygulaması ise P53 protein pozitif yüzdesini yaşa bağlı olarak değiştirmektedir. Denek sayısı arttırıldığında sonuçlar daha anlamlı olarak izlenecektir. P-55 NORMAL VE DİYABETİK SIÇANLARA LEPTİN UYGULANMASININ TESTİS ÜZERİNE ETKİSİ VE NİTRİK OKSİT (NO) İLE OLAN İLİŞKİSİ A. Kapucu1, S. Üstünova1, A. Kandil1, E. Gürel1, H. Balcı2, K. Akgün-Dar1 1 2 Istanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Zooloji ABD Istanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fikret Biyal Merkez Araştırma Laboratuvarı Giriş ve Amaç: NO ile leptin arasındaki bağlantı ile ilgili çok sayıda çalışma yapılmasına rağmen, testis dokusu ile ilgili çalışmaya rastlanmamıştır. Çalışmamızda, diyabetik sıçanların testis dokusunda, nitrik oksit sentaz (NOS) dağılımının belirlenmesi ve NO ile leptin arasındaki ilişkinin açıklığa kavuşturulması hedeflenmiştir. Ayrıca, diyabette azalan leptinin dışarıdan uygulanmasıyla dokudaki değişikliklere etkisinin olup olamayacağının gösterilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada, 60 adet erkek Wistar albino sıçan kullanılmıştır. Hayvanlar, herbiri 6 bireyden oluşan on gruba ayrıldı. Diyabet, tek doz 65 mg/kg STZ uygulanarak oluşturuldu. FTS, leptin (0.5 µg/kg), L-NAME (30 mg /kg), DEX (3 mg/kg) intraperitoneal (i.p.) olarak kontrol gruplarına 7 gün uygulandı ve STZ+Leptin, STZ+L-NAME, STZ+DEX, STZ+L-NAME+Leptin, STZ+DEX+Leptin aynı doz sürede deney gruplarına STZ enjeksiyonundan 3 hafta sonra uygulandı. Bulgular: Deney gruplarındaki hayvanların testislerinde bağ dokusunda parçalanmalar olduğu ve boyanma özelliğinin değiştiği, seminifer tübülün bütünlüğünün bozulduğu, germinatif epitelin bağ dokudan ayrıldığı, tübüllerde invaginasyonların, primer spermatositlerden itibaren hücreler arasında boşlukların, tübül lümeninde hiyalinizasyonun olduğu ayrıca, kuyruksuz ve yuvarlak başlı, anormal morfoloji gösteren spermatidler belirlendi. L-NAME uygulanan hayvanlarda NOS aktivitesi düşürülerek, testiste NO düzeyinin de azalması ile germ hücrelerindeki hasarın önlendiği görülmüştür. Ayrıca, DEX, STZ+DEX ve STZ+DEX+Leptin gruplarında NOS reaksiyonları görülmesi, ilginç bir sonuçtur. STZ, Leptin, DEX, STZ+Leptin, STZ+DEX, STZ+L-NAME ve STZ+DEX+Leptin gruplarında farklı dağılım ve yoğunluklarda spermatogonyum ve spermatositlerde her üç tip NOS reaksiyonları görülmüştür. Sonuç: Diyabetle birlikte artan NO'e bağlı testis dokusunda gözlenen hasarın leptin uygulanmasıyla kısmen önlenebildiği ve bu etkisini nNOS'u uyararak başardığı belirlenmiştir. Aynı zamanda STZ'nin de etkisiyle NO anlatımı artmaktadır. Bizim çalışmamızda da, her üç tip NOS reaksiyonlarının STZ, Leptin, DEX, STZ+Leptin, STZ+DEX, STZ+L-NAME ve STZ+DEX+Leptin gruplarında farklı dağılım ve yoğunluklarda spermatogonyum ve spermatositlerde görülmesinin nedeni beyinde; STZ'nin de etkisiyle insüline ve leptine karşı direnç oluşmasına bağlı olabilir. Ayrıca, DEX uygulanan gruplarda reaksiyon olmasının diğer bir nedeni de glukokortikoid olması olabilir. NOS'un bütün izoformlarının spermatogonyumlarda tespit edilmesi, NOS'un tüm germ hücrelerinde üretildiğinin bir göstergesi olabilir. P-56 APA BARAJ GÖLÜ'NDEKİ Cyprinus carpio (SAZAN)'NUN KAS DOKUSU YAĞ ASİDİ KOMPOZİSYONU VE KOLESTEROL SEVİYESİNE ÜREME DÖNEMİNİN ETKİSİ S. Bulut1, R. Mert, M. Cemek2, K. Solak3 ve C. Çevik4 1 Afyon Kocatepe Üniv., Fen Edebiyat Fak., Biyoloji Böl., H. Fizyolojisi Bilim Dalı, AFYONKARAHİSAR, 2 Afyon Kocatepe Üniv., Fen Edebiyat Fak., Kimya Bölümü, AFYONKARAHİSAR 3 Gazi Üniversitesi, Eğitim Fak., Biyoloji AD, ANKARA 4 Gazi Üniversitesi, Tıp Fak., Biyokimya AD, ANKARA; saitbulut@aku.edu.tr Giriş: Bu çalışmada, Apa Baraj Gölü'nde yaşayan Cyprinus carpio (Sazan)'nun üreme dönemi ve sonrası kaslarındaki yağ asidi kompozisyonu ve kolesterol seviyelerindeki değişimler araştırılmıştır. İnsanların beslenmesi açısından balıkların protein ve yağları önemli bir yer tutmaktadır. Besin zincirinin ilk halkasını oluşturan planktonik organizmalar tarafından sentezlenen PUFA balık etinde diğer yağ asitlerine göre daha fazla bulunmaktadır. Böylece balık eti tüketimi başta kardiyovasküler olmak üzere birçok hastalık riskini azaltmaktadır. Materyal ve Metod: Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarında alınan balık örneklerinin ağırlık, boy, yaş ve eşeyleri belirlendikten sonra baş ve dorsal yüzgeç arasındaki kas dokusu alınarak homojenize edilmiştir. Daha sonra kloroform/metanol karışımı ile kastaki yağlar çıkarılarak yağ asidi kompozisyonu (%) gaz kromatografisinde (HP 6890, FID dedektör, 60 m supelco kapiler kolon ve mix. yağ asidi standartı kullanılarak), kolesterol seviyesi (mg/100g) ise spektrofotometre'de saptanmıştır. Bulgular: Yapılan çalışma sonucunda C. carpio'nun kas dokusu yağ asidi kompozisyonu ve kolesterol seviyesi üreme periyodu boyunca değişiklikler göstermiştir (p<0.01 ve p<0.05). Ortalama yağ asidi % oranları sırasıyla en düşük ve en yüksek; doymuş yağ asitleri (ΣSFA) 26,84 Mayıs-35,67 Temmuz, tekli doymuş yağ asitleri (ΣMUFA) 35,68 Haziran-44,42 Temmuz, çoklu doymuş yaş asitleri (ΣPUFA) 7,24 Temmuz-19,61 Mayıs olarak bulunmuştur. Kolesterol değerleri (mg/100g) ise en düşük Temmuz (51,15), en yüksek Eylül (68,30) ayında saptanmıştır. Üreme döneminin başında çoklu doymamışlar yüksek iken üreme dönemi bitiminde düşmüştür. Eylül ayında ise tekrar artışa geçmiştir. Toplam doymuşlar ise çoklu doymamışların tam tersine Temmuz'da artış göstermiştir. Tekli doymamış yağ asitleri de özellikle üreme periyodunun sonunda temmuz ve eylül aylarında yüksek çıkmıştır. Sonuç: Apa Baraj Gölü'ndeki Cyprinus carpio'nun yağ asidi kompozisyonu ile kolesterol seviyesi belirlenmiş ve ekolojik faktörlere göre ortaya çıkan üreme periyodu boyunca değiğimler gösterdiği saptanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre su sıcaklığının yüksek olduğu dönemlerde ve yumurta bırakma zamanında Sazan tüketimi yapılmamalıdır. İnsan sağlığı açısından yararlı olan PUFA bu dönemde en aza düşmektedir. Ayrıca balığın bu dönemde çok fazla enerji harcaması ve daha az beslenmesi nedeniyle et verimi düşmektedir. P-57 SIÇAN BEYNİNDE HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI İLE ARTAN OKSİDATİF STRES PARAMETRELERİNİN FİZYOLOJİK DÜZEYLERİNE GERİLEME SÜRESİNİN İNCELENMESİ T. Topal1, M. Özler1, H. Ay2, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, H. Bilgiç1 1 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD 2 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD ;ANKARA, ttopal@gata.edu.tr Giriş ve Amaç: Klinik tedavideki önemi ve kullanımının yaygınlaşması nedeniyle birçok araştırmacı hiperbarik oksijen (HBO) toksisitesi ile ilgilenmektedir. Yüksek kan akımı ve oksijen tüketimi nedeniyle beyin dokusu HBO uygulamasından etkilenen başlıca organlardandır. Öyle ki, oksijen toksisitesine bağlı olarak ortaya çıkan epileptik nöbetlerden bu sırada artan nitrik oksit düzeylerinin sorumlu olduğu iddia edilmiştir. Literatürde bu etkinin nedenini ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar bulunmakla birlikte, ortaya çıkan kimyasal değişikliklerin ne kadar süre ile devam ettiği konusu henüz araştırılmamıştır. Çalışmamız bu konunun aydınlatılmasına yönelmiştir. Materyal ve Metod: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan 5 gruba ayrıldı (Kontrol grubunda 9, diğer tüm gruplarda 10'ar adet sıçan olmak üzere). Kontrol grubu haricindeki tüm gruplara 120 dakika sürelik tek bir seansta ve 3 atmosfer basınçta saf oksijen uygulandı. Çalışma grupları HBO uygulaması sonrası beyin dokusunun çıkarılmasına kadar beklenen süreye göre belirlendi. Buna göre HBO sonrası 30, 60, 90 ve 120 dakika beklenen deney grupları oluşturuldu. Çıkarılan beyin dokusunun yalnızca korteks tabakası ayrılarak malondialdehit (MDA)(Ohkawa ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), süperoksit dismutaz (SOD)(Sun Y. ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), glutatyon peroksidaz (GPx)(Paglia ve Valentine'nin yöntemi kullanıldı) ve nitrit-nitrat (NOx)(Moshage ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı) düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel değerlendirmede tüm gruplar arasındaki farklılığı ortaya koymada Kruskal-Wallis, grupların ikişerli karşılaştırılmasında ise Mann-Whitney-U testi kullanıldı. Bulgular: MDA, SOD, GPx değerleri HBO uygulaması sonrasının 30 ve 60.dakikalarında, NOx düzeyleri ise yalnızca 30.dakikada kontrol grubuna göre anlamlı şekilde artmış bulundu. Her bir parametre için takip eden zaman dilimlerinde istatistiksel anlam kalmadığı gibi veriler kontrol grubundaki fizyolojik düzeyler seviyesine kadar gerilemiş bulundu. Sonuç: Beyin dokusunun HBO uygulamasından ciddi ölçüde etkilendiği ve buna oksidatif stres ile yanıt verdiği tartışmasızdır. Bununla birlikte ortaya çıkan kimyasal parametre değişikliklerinin HBO'e maruz kalmayı takiben 1 saatlik bir süre ile sınırlı kaldığı izlenmiştir. İleri araştırmalarda bu süre zarfında ortaya çıkabilecek ilave moleküler etkileşimlerin aydınlatılması önemli görülmektedir. P-58 MEME KANSERLİ HASTALARDA MDR1 C3435T POLİMORFİZMİ S. Turgut1, A. Yaren2, R. Kurşunluoğlu1, G. Turgut1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD ve 2Tıbbi Onkoloji BD; DENİZLİ, sturgut@pau.edu.tr Giriş ve Amaç: İnsan multidrug rezistans geni (MDR1) adenozin trifosfat bağlayıcı protein ailesinin bir ürünü olan P-glikoproteini (Pgp) kodlar. Pgp hücreden dışarıya akışı sağlamada enerji bağımlı bir pompa olarak fonksiyon görür. Pgp toksik maddelere karşı hücreyi koruyucu rolü vardır. MDR1 geninin Pgp fonksiyonunu etkileyen 29 tane tek nükleotid polimorfizmi olmasına rağmen fonksiyonel olarak en etkili değişikliklere yol açan C3435T polimorfizmidir. Araştırmamızda meme kanserli hastalarda MDR1 C3435T polimorfizmini saptamayı amaçladık. Materyal ve Metod: Meme kanseri teşhisi konmuş 57 kadın ile 50 sağlıklı kadından alınan kan örneklerinden fenol/kloroform yöntemi ile DNA izole edildi. Elde edilen DNA'lardan özgün primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile uygun bölge çoğaltıldı. PCR ürünleri %2'lik agaroz jel elektroforez tekniğiyle tespit edildikten sonra alel spesifik restriksiyon enzimiyle (Mbo1) kesildi. Enzim kesim ürünleri jel elektroforez tekniğiyle değerlendirilerek C3435T genotiplenmesi yapıldı. İstatistiksel değerlendirme Ki-kare testiyle değerlendirilmiştir. Bulgular: Meme kanserli hastalarda CC, CT ve TT genotip sıklıkları sırasıyla %12.3, %57.9 ve %29.8 olarak saptanmıştır. Kontrol grubunun ise %36'sı CC, %46'sı CT ve %18'i TT olarak bulunmuştur. Genotip dağılımı bu iki grup arasında anlamlı olarak farklıdır (x2 = 8,66, df = 2, P = 0.013). Meme kanserli hastalarda ve kontrol grubunda sırasıyla C alel sıklığı %41.2 ile %59, T alel sıklığı ise %58.8 ile %41 olarak bulunmuştur. MDR1 geni C3435T alel sıklığı bu iki grup arasında anlamlı olarak farklıdır (x2 = 6,73, df = 1, P = 0.009). Sonuç: TT mutant kişi ve T alel taşıyıcı olmanın meme kanseri gelişimi açısından bir risk faktörü olabileceğini söyleyebiliriz. P-59 VİTAMİN E' NİN HİPOTERMİK KOBAYLARDA SERUM LİPİT PEROKSİDASYONU VE ANTİOKSİDAN ENZİM DÜZEYİ ÜZERİNE ETKİSİ L. Aslan1, İ. Meral2 1Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN. 2 Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN, imeral20@hotmail.com Amaç: Bu çalışmada oral vitamin E uygulamasının; deneysel olarak hipotermi oluşturulan kobaylarda serum lipit peroksidasyonu ve antioksidan enzim düzeyleri üzerine etkileri araştırıldı. Materyal ve Metod: Çalışmada 500-800 gr ağırlığında 30 adet sağlıklı erkek kobay (guinea pig) kullanıldı. Bir haftalık adaptasyon süresinden sonra, kobaylar her bir grupta 10 adet olacak şekilde kontrol (K), hipotermik (H) ve vitamin E uygulanan hipotermik (Vit E+H) olmak üzere 3 deneme grubuna ayrıldı. Analizler yapılmadan önce Vit E+H grubundaki kobaylara oral olarak 4 gün boyunca 460 mg/kg vitamin E verildi. Diğer iki gruba (K ve H) vitamin E verilmedi. Son vitamin E uygulamasından 24 saat sonra H ve Vit E+H gruplarında yer alan kobaylar herhangi bir anestezik veya tarankilizan madde verilmeden, boyunlarının üst kısmına kadar soğuk su (10-12 0C) içerisine sokuldular ve 5 dakika soğuk su içerisinde tutuldular. Kontrol grubundaki kobaylar ise aynı yöntemle vücut ısısındaki (37 0C) su içerisinde 5 dakika tutuldular. Su içerisinden çıkarılan kobayların rektal vücut ısıları termometre ile ölçüldü. malondialdehit (MDA) süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GSH-Px) ve redükte glutatyon (GSH) tayini için eter ile anestezi edilen hayvanların kalbinden biri EDTA'lı olmak üzere iki plastik tüpe kan örnekleri alındı. Bulgular: Hipotermi oluşturulan grupta vücut ısısı önemli oranda azaldı. Ayrıca bu gruptaki kobaylarda MDA değerinin önemli ölçüde arttığı, SOD değerinin değişmediği, GSH ve GSHPx değerlerinin ise önemli ölçüde azaldığı görüldü. Vitamin E uygulanmış hipotermik grupta bulunan kobaylarda vücut ısısı önemli derecede düşmesine rağmen, hipotermi grubunda gözlenen bulgulara bu grupta rastlanmadı. Sonuç: Vitamin E'nin hipoterminin oluşturduğu lipit peroksidasyonunu önlediği ve ayrıca antioksidan savunma sistemini güçlendirdiği sonucuna varıldı. P-60 YUMURTACI TAVUKLARDA ORGANİK VE İNORGANİK Zn, Cu ve Mn'in OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE ÜZERİNE ETKİSİ A. Bülbül, T. Bülbül, S. Küçükersan, M. Şireli, A. Eryavuz Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR.; abulbul@aku.edu.tr Giriş ve Amaç: Bu araştırma, yumurta tavuğu rasyonlarına organik ve inorganik çinko, bakır ve manganez katılmasının plazma malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), glutasyon (GSH) ve antioksidan aktivite (AOA) üzerine etkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada toplam 60 haftalık 280 beyaz yumurta tavuğu (Lohmann LSL) kullanılmıştır. Araştırmada her biri 40 tavuktan oluşan biri kontrol ve altı deneme grubu olmak üzere yedi grup halinde yürütülmüştür. Her grup 10 tavuk içeren 4 tekrar grubuna ayrılmıştır. Kontrol ve deneme grupları rasyonları ortalama % 17 ham protein ve 2750 kcal/kg metabolize olabilir enerji içerecek şekilde düzenlenmiştir. Deneme gruplarından inorganik mineraller ilave edilenlere bu minerallerin oksit formları olan ZnO 50 mg/kg, CuO 200 mg/kg ve MnO 30 mg/kg, organik ilave edilenlere ise proteinat formları olan Zn proteinat 10 mg/kg, Cu proteinat 50 mg/kg ve Mn proteinat 5 mg/kg olarak eklenmiştir. Bulgular: Araştırma sonunda organik ve inorganik Zn'nun plazma MDA düzeyini azalttığı GSH artırdığı, AOA ise değiştirmediği; CuO'in MDA düzeyini düşürürken NO, GSH ve AOA değiştirmediği; Cu proteinatın MDA düzeyini artırırken GSH ve AOA azalttığı NO etkilemediği; MnO ve Mn proteinatın plazma MDA düzeyini azaltırken NO, GSH ve AOA düzeylerini değiştirmediği belirlendi. Sonuç: Organik ve inorganik Zn ve Mn'in yumurtacı tavuklarda oksidatif stresi baskılarken özellikle organik bakırın artırdığı belirlenmiştir. P-61 OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞU BULUNAN HASTALARDA SPEKTROFOTOMETRİK YÖNTEM İLE MALONDİALDEHİT VE KATALAZ DÜZEYLERİNİN BELİRLENMESİ E. Özdemir, S. Küçükosman, S. Çetinkaya, E. E. Erşan, S. Erşan. Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; SİVAS eozdemir@cumhuriyet.edu.tr Giriş ve Amaç: Aktif oksijen türlerinin ve serbest radikallerin çeşitli hastalıkların gelişiminde rol aldığı bilinmektedir. Hidrojen peroksit, kendisi bir serbest radikal olmamasına rağmen oldukça reaktif ve toksik olan hidroksil radikalinin oluşumuna neden olur. Katalaz H2O2'in detoksikasyonunu sağlayan en önemli enzimdir. Malondialdehit (MDA) ise lipit peroksidasyonunun en son ürünüdür. Literatürde bir çok hastalığın oluşumu ve gelişiminde etkinliği olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada eritrositlerdeki katalaz aktivitesi ve MDA seviyeleri incelenerek obsesif-kompulsif bozukluk ile ilişkileri incelenmeye çalışılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 14 obsesif-kompulsif teşhisi almış hasta grubu ile yaş ve cinsiyet açısından benzer 14 sağlıklı kontrol grubu bulunmaktaydı. Hasta grubunu Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri polikliniğine başvuran DSM IV'e göre obsesifkompulsif bozukluk (OKB) tanısı alanlar oluşturdu. Çalışma gruplarına kan örnekleri alınmadan önceki 1 aylık sürede herhangi bir ilaç kullananlar, rutin biyokimya sonuçlarında anormallik saptananlar ve başka bir ruhsal hastalığı bulunanlar kabul edilmedi. OKB'lu hastalardan heparinli ve jelli 10 cc kan alındı. Bu ölçümlerde shimatzu marka 2400 model spektrofotometre (UV-VIS) cihazı kullanıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS (Ver 10.0 ) paket programı ile yapıldı. Bulgular: Veriler istatiksel olarak değerlendirildiğinde hasta grubunun MDA düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksekti. Hasta ve kontrol gruplarının MDA düzeyleri arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Hasta grubunun katalaz düzeyleri kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubuna göre daha düşük olduğu saptandı. Hasta ve kontrol grupları katalaz düzeyleri açısından karşılaştırıldığında gruplar arasındaki fark istatiksel olarak anlamlıydı (p:0,00;p<0,05). Sonuç: Elde edilen bulgular ile hasta grubunda antioksidan kapasitenin azaldığı açıkça görülmektedir. Artmış olan MDA düzeyleri ve azalmış katalaz aktivitesi obsesif-kompulsif bozukluğun gelişimi ile ilgili olabilir. P-62 PTZ İNJEKSİYONLARI İLE OLUŞTURULAN AKUT EPİLEPTİK NÖBETLERİN OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN ENZİM DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ G. İlbay, D. Şahin, M. Dillioğlugil1, H. Maral1, C.G. Demir1, G. Gürol, N. Ateş Kocaeli Üni., Tıp Fak., Fizyoloji AD, Biyokimya AD; KOCAELİ; gonulgurol@gmail.com Giriş ve Amaç: Epilepsi, populasyonda gözlenen en yaygın nörolojik hastalıklardan biridir. Eksitatör aminoasitlerin artmış aktivitesi epilepsi patogenezinde rol oynayan en önemli faktörlerdendir. Mitokondrial oksidatif stresin de epileptik nöbetlerle ilişkili olabileceği ileri sürülmektedir. Eksitatör aminoasit reseptörlerinin aktivasyonu serbest oksijen radikallerinin oluşumunu tetikleyebilir. Serbest oksijen radikalleri nöbet aktivitesinde uzamaya ya da uzun süreli nöbetlerde nöronal ölüme yol açabilir. Nöbet süresi ve şiddetinin hasar miktarını belirlemesinin yanı sıra, farklı beyin bölgeleri değişik derecelerde nöbet aktivitesinden etkilenebilmektedir. Bu nedenlerle bu çalışmada akut epileptik nöbet sonrası farklı beyin bölgelerindeki oksidan ve antioksidan enzim düzeylerinin araştırılması planlanmıştır. Materyal ve Metod: Deney grubundaki (n=10) Wistar sıçanlara 60 mg/kg Pentilenetetrazol (PTZ) i.p olarak bir kez uygulanmış ve jeneralize tonik-klonik nöbet aktivitesi oluşturulmuştur. Nöbeti takiben 24 saat sonra beyinler biyokimyasal analiz için çıkartılmıştır. Korteks, diensefalon+bazal ganlionlar ve serebellumda, malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon (GSH) seviyeleri araştırılmıştır. Kontrol grubundaki sıçanlara (n=10) ise PTZ injeksiyonları yerine sadece %0.9'luk tuzlu su injeksiyonları yapılmıştır. Takiben nöbet grubunda olduğu gibi 24 saat sonra beyin bölgeleri çıkartılmış ve biyokimyasal analizler yapılmıştır. Deney ve kontrol grubundaki veriler ortalama ± standart hata olarak ifade edilip, bağımsız örneklerde t-testi kullanılarak istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Sonuç: Sonuçlarımız jeneralize tonik-klonik epileptik aktivite sonucu korteks, diensefalon+bazal ganglionlar ve serebellar yapılardaki MDA seviyelerinin kontrol grubuna göre sırasıyla %58, %39 ve %35 oranında arttığını, GSH, SOD konsantrasyonlarında ise değişiklik olmadığını göstermektedir (p<0.04). Tek doz PTZ ile oluşturulan epileptik nöbetler her üç beyin bölgesinde lipid peroksidasyononun bir göstergesi olan MDA seviyelerini benzer şekilde arttırmıştır. Bulgularımız nöbet aktivitesi ile oluşan oksidatif stresin beyin dokularında yaygın hasar oluşturabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır. P-63 TEKRARLAYAN EPİLEPTİK NÖBETLERİN OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN ENZİM DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ D. Şahin, G. İlbay, M. Dillioğlugil1, H. Maral 1, G. Gürol, N. Ateş Kocaeli Üni., Tıp Fak., Fizyoloji AD; 1Biyokimya AD; KOCAELİ; gonulgurol@gmail.com Giriş ve Amaç: Serebral iskemi yaratan çoğu durumda olduğu gibi epileptik nöbet sırasında beyinde yapısal, metabolik ve dolaşımsal değişiklikler oluşmaktadır. Kimyasal ajanlarla oluşturulan nöbetler, serebral kan akımı, glikoz ve oksijen kullanım hızında dramatik artışlar oluşturmaktadır. Epileptik nöbetler keza yoğun araşidonik asit salınımına yol açar ve araşidonik asidin lipooksijenaz ile metabolizması sonucu serbest oksijen radikallerinin oluştuğu bilinmektedir. Bu çalışmada ise kronik epileptik nöbetlere maruz kalan sıçanlarda farklı beyin bölgelerinde oksidan ve antioksidan enzim düzeylerinin araştırılması planlanmıştır. Materyal ve Metod: Deney grubundaki Wistar sıçanlara 60 mg/kg Pentilenetetrazol (PTZ) i.p olarak günaşırı altı kez uygulanmış ve tekrarlayan jeneralize nöbet aktivitesi oluşturulmuştur. Son injeksiyondan 24 saat sonra beyinler çıkartılarak korteks, diensefalon+bazal ganglionlar ve serebellumda malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon (GSH) seviyeleri araştırılmıştır. Kontrol grubundaki sıçanlarda ise tekrarlayan %0.9'luk tuzlu su injeksiyonları yapılmıştır. Bulgular: Sonuçlarımız kronik epileptik aktivite sonucu kontrol grubuna göre yalnızca korteks bölgesinde MDA seviyesinde %55 bir artış olurken (p<0.03), SOD konsantrasyonunun değişmediğini göstermektedir. Diğer beyin bölgelerinde MDA ve SOD konsantrasyonlarında değişiklik saptanmamıştır. GSH düzeyleri ise korteksde % 46 ve diensefalon+bazal ganglion bölgelerde %56 oranında azalmıştır (p<0.03). Sonuç: Sonuçlarımızın ortaya koyduğu GSH konsantrasyonundaki azalmaya göre kortikal ve bazal ganglion+diensefalik yapıların doğal savunma sistemlerinin kronik nöbet aktivitesinden etkilendiği ileri sürülebilir. P-64 HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASININ TORBA KANI OKSİDANANTİOKSİDAN PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ H. Ay1, O. Bedir2, T. Topal3, B. Uysal3, M. Özler3, Ş. Öter3, A. Korkmaz3, K. Dündar1 1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD 2 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Kan Bankası 3 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD;ANKARA, ttopal@gata.edu.tr Giriş ve Amaç: Depo kanlarının ömürlerini ve/veya kalitesini artırmak amacıyla yıllar boyu bir çok araştırma yapılmıştır. Kan torbalarının nefes alma özelliğinin olması, depo kanlarına yapılacak hiperbarik oksijen (HBO) uygulamasının bekleyen kandaki çeşitli parametreler üzerine etkisini araştırmayı mümkün kılmaktadır. Bu maksatla çalışmamızda HBO'un torba kanı oksidan-antioksidan parametreleri üzerine etkisi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 8 sağlıklı yetişkin gönüllüden (32-40 yaş; erkek) ikişer pediatrik kan torbasına alınan 150'şer ml'lik kan örnekleri kullanıldı. Aynı kişilerin kanı hem kontrol, hem de deney (HBO) grubunu oluşturdu. HBO, kanın alınmasını takip eden gün başlamak üzere, 2 günde bir 2.5 atmosfer basınç altında ve 1.5 saat süreyle toplam 10 seans uygulandı. Torbalardan her hafta alınan kan örneklerinde: malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri yapıldı. Kullanılan torbaların raf ömrü 3 hafta olduğu için çalışma 21.günde sonlandırıldı. Bulgular: Değerlendirme için ölçülen parametrelerin 3'er haftalık değişim eğrileri çizilerek Wilcoxon testi uygulandı. 21 süreyle alınan örneklerde oksidan ve antioksidan parametreler yönüyle anlamlı bir değişim gözlenmedi. Sonuç: HBO'nun kan parametreleri üzerine etkisi konusunda yapılan önceki çalışmada, HBO uygulamasının kanın pH değerinin ve eritrosit stabilitesinin korunması yoluyla kalitesine olumlu yönde katkı sağladığı ortaya konmuştu. Bu açıdan değerlendirildiğinde HBO'nun depo kanında ilave bir oksidan stres oluşturmaması varılan bu sonuçtan pratik olarak yararlanmayı destekleyebilecek özelliktedir. Bununla birlikte, HBO'nun torba kanının kalitesini artırmada oksidan/antioksidan sistem üzerinden bir etki oluşturmadığı da söylenebilir. P-65 YÜKSEK DOZDA GLİKOKORTİKOİT UYGULANAN SIÇANLARIN AKCİĞERLERİNDE OLUŞAN OKSİDATİF HASARA KARŞI E VİTAMİNİ VE SELENYUM'UN ETKİSİ Beytut E.1, Aksakal M.2, Kamiloğlu N.N.1, Demirci N.1 1Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KARS 2Fırat Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ELAZIĞ, nevzatdemirci44@mynet.com Giriş ve Amaç: Çalışmamızda, yüksek dozda prednisolon uygulanan ratların akciğer antioksidatif savunma sistemi ve tiyobarbiturik asit sustrat (TBARS) düzeyleri üzerine E vitamin ve Se ilavesinin etkileri araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Ratlar her grupta 50 adet olmak üzere 5 gruba ayrılmış ve normal diyetle beslenmiştir. Ayrıca, 3., 4. ve 5. gruplara 30 gün süresince günlük olarak sırasıyla 20 mg/kg c.a. E vitamini, 0.3 mg Se ve bunların kombinasyonları verilmiştir. Bu uygulamadan sonraki 3 gün kontrollere serum fizyolojik, diğer 4 gruba ise 100 mg/kg c.a. prednisolon intramuskular uygulanmıştır. Prednisolon uygulamasını takiben her gruptan 10 adet olacak şekilde ratlar 4., 8., 12., 24. ve 48. saatlerde öldürülerek akciğerlerindeki glutatyon peroksidaz (GSH-Px), katalaz (CAT) aktiviteleri, glutatyon (GSH) ve TBARS düzeyleri belirlenmiştir. Bulgular ve Tartışma: Prednisolon uygulanan grubun GSH-Px, CAT aktiviteleri ve GSH düzeyleri 4. saatte azalmaya başlayarak 24. saatte kontrol düzeylerinin sırasıyla % 48 ve % 65'ine kadar düşmüş; 48. saatte ise tekrar kontrol düzeylerine doğru artış göstermiştir. Oysa prednisolon uygulaması akciğer TBARS düzeylerini 24. saatte kontrollerin 2 katına ulaştırmıştır. E vitamini ve Se ilavesinin ise akciğerdeki TBARS artışını; GSH düzeyleri ile antioksidatif enzimlerdeki azalışı önlediği gözlenmiştir. Bu nedenle çalışmamızda, prednisolon uygulamasından kaynaklanan TBARS artışının azalışında E vitamini ve Se'un önleyici bir role sahip olabileceği sonucuna varılmıştır. P-66 KÜKÜRTDİOKSİT (SO2)'İN VE YAŞLILIĞIN HİPOKAMPUS ANTİOKSİDAN ENZİM SİSTEMİ ÜZERİNE ETKİSİ P.Yargıçoğlu, E.Şahin, S.Gümüşlü, A.Ağar Akdeniz Üni., Tıp Fakültesi, Biyofizik, Biyokimya, Fizyoloji AD; ANTALYA; pakkiraz@akdeniz.edu.tr Giriş ve Amaç: Yaşlanma, yapısal ve fizyolojik bir takım değişikliklerle karakterize doğal bir olaydır. Yaşlılıkla ilgili çok sayıda çalışma yapılmasına rağmen, mekanizması henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Ancak bu konuda yapılan araştırmaların birçoğu, yaşlanmanın oksidatif hasar sonucu geliştiğini ileri sürmektedirler. Bu nedenle planlanan çalışmamızda, yaşlılığın ve SO2'nin hipokampus antioksidan enzim sistemi üzerindeki etkileri belirlenerek, mekanizmasına ışık tutulacaktır. Materyal ve Metod: Bu çalışmamızda, 60 adet swiss albino erkek sıçan yaşlarına göre; genç (3 aylık), orta yaşlı (12 aylık) ve yaşlı (24 aylık) olacak şekilde 3 eşit gruba bölünmüştür. Her grup ise, her birinde 10'ar hayvan olmak üzere iki alt gruba bölünerek genç kontrol (GK), orta yaşlı kontrol (OYK), yaşlı kontrol (YK), SO2 alan genç grup (GSO2), SO2 alan orta yaşlı grup (OYSO2), SO2 alan yaşlı grup (YSO2) olarak 6 grup oluşturulmuştur. Kontrol gruplarına özel bir düzenekte, 6 hafta boyunca günde 1 saat filtre edilmiş atmosfer havası verilirken, deney gruplarına aynı süre ve zamanda 10 ppm dozunda SO2 içeren hava solutulmuştur. Deneysel sürenin sonunda biyokimyasal parametrelerin ölçümü için hayvanların hipokampusu alınmıştır. Hipokampusta bakır-çinko süperoksit dismutaz (Cu-Zn SOD), glutatyon peroksidaz (GSH-Px), katalaz (CAT) enzim aktiviteleri ve thiobarbitürik asit reaktif ürünleri (TBARS) ölçülmüştür. Bulgular: Cu-Zn SOD ve GSH-Px aktiviteleri yaşa bağlı olarak azalırken, CAT aktivitesinde herhangi bir değişiklik gözlenmemiştir. SO2'nin ise GK, OYK ve YK gruplarında kontrol gruplarına göre Cu-Zn SOD'u artırırken, GSH-Px aktivitesini azalttığı saptanmıştır. CAT aktivitesinde ise herhangi bir değişiklik izlenmemiştir. SO2'nin ve yaşlılığın lipid peroksidasyonu arttırdığı tespit edilmiştir Sonuç: Çalışmamızda antioksidan enzimlerin değişimiyle birlikte TBARS değerlerinin önemli düzeyde artması, yaşlılığın ve SO2'nin etkilerinde lipid peroksidasyonun önemli rolünün olduğunu işaret etmiştir. P-67 ERİTROSİT ANTİOKSİDAN SAVUNMA SİSTEMİ İLE SİRKADİYEN RİTM DEĞİŞİKLİKLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ M.B. Yerer1, S. Aydoğan1, R. Saraymen2 1 2 Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 38039, Kayseri Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, 38039, Kayseri aydogans@erciyes.edu.tr Giriş ve Amaç: Biyolojik ritmin düzenlenmesinde görevli başlıca hormon olan Melatonin'in etkili bir antioksidan olduğu ve farmakolojik dozlarının çeşitli patolojik durumlarda eritrosit antioksidan savunma sisteminde koruyucu etkiler gösterdiği ileri sürülmüştür. Bu çalışmada ise sirkadyen ritim değişikliklerine bağlı olarak fizyolojik melatonin düzeylerindeki değişikliklerin bu savunma sistemleri üzerinde etkisi olup olmadığı araştırıldı. Materyal ve Metod: 200-250 gr ağırlığında 50 adet Sprague Dawley erkek sıçanlara 5 grup halinde farklı sirkadiyen ritimler uygulandı. Kontrol grubuna 12/12 saat (s) aydınlık-karanlık (A/K) uygulanırken, diğer gruplara bir hafta süreyle ışık ve havalandırması ayarlanabilen özel kafeslerde sırasıyla 24/0s, 0/24s, 16/8s and 8/16s A/K siklusu uygulandı. Plazma melatonin düzeyleri ELISA kiti (IBL) ile, Glutatyon Peroksidaz (GSH-Px) ve Katalaz (CAT) enzim aktiviteleri ile Malondialdehyde (MDA) düzeyleri, spektrofotometrik yöntemlerle ölçüldü. Bulgular: GSH-Px aktivitesi 24/0s A/K grubunda anlamlı derecede yüksek bulunurken. (p<0.05) 0/24 s A/K uygulanan grupta önemli bir değişiklik olmamıştır. Ancak CAT aktivitesi özellikle de melatonin düzeylerinin en yüksek olduğu grup olan 0/24s A/K grubunda anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). MDA düzeyleri 24/0 s A/K grubunda kontrol grubuna göre anlamlı ölçüde azalırken (p<0.05), 0/24 s A/K siklusu uygulanan grupta önemli bir değişiklik olmamıştır. Plazma melatonin düzeyleri de maruz kalınan ışık miktarına bağlı olarak değişmiş ve sırf karanlık olan grupta istatistiksel olarak anlamlı bir artış göstermiştir (p<0.001). Sonuç ve Tartışma: Sonuç olarak, bir hafta süre ile ışığa maruz kalma sonucunda, GSH-Px aktivitesinin artışı ile eritrosit membranında oksidatif stresin azaldığı ve bunun sonucunda da bu grupta lipid peroksidasyon oranının düştüğünü söylemek mümkündür. CAT aktivitesi ise karanlık uygulanan ve melatonin düzeyinin en yüksek olduğu grupta yüksek bulunmuştur. Eritrosit antioksidan savunma sisteminde sirkadyen ritme bağlı olarak meydana gelen bu değişiklikler, farklı aydınlık karanlık siklusuna maruz kalan popülasyonlarda eritrositlerdeki oksidatif hasara bağlı hastalıkların görülme sıklığının artmasına neden olabilmesi açısından dikkate alınması gereken önemli bir problemdir. P-68 YAĞ VE ANKSİYETENİN SPASYAL ÖÐRENME ÜZERİNE ETKİLERİNİN ARAŞTIRILMASI A. Küçük, A. Gölgeli Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilimdalı, 38039, KAYSERİ kucukaysegul@hotmail.com Giriþ ve Amaç: Strese maruz kalan organizmada birçok davranışsal değişiklikler görülür. Bu değişiklikler anksiyetenin göstergesidir. Anksiyete bireyin günlük aktivitelerini değiştirebileceği gibi sinir sisteminin yüksek fonksiyonlarından biri olan öğrenme ve hafızayı da etkiler. Çalışmamızda anksiyetenin ve yaşlanmanın spasyal öğrenme üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: 20 adet genç, 20 adet yaşlı sıçana, yükseltilmiş T-labirent düzeneği ve kedi dışkısı uygulayarak anksiyete oluşturduk. Yükseltimiş T-labirent 2 açık, bir kapalı kolu olan T şeklinde bir düzenektir. Hayvanı bu düzeneğin ilk olarak kapalı koluna daha sonra da açık koluna bırakarak sakınma ve kaçma cevaplarını değerlendirdik. Daha sonra anksiyete oluþturduğumuz hayvanlara Moris yüzme testini 5 gün boyunca günde 4 deneme olacak şekilde uygulayarak öğrenme performanslarını değerlendirdik. Verilerimizi One-way ANOVA ve repeated measures testlerini kullanarak değerlendirdik. Bulgular: Platformu bulması için verilen iki dakikalık süre içinde genç grubun ilk uygulamadenemelerde platformu daha çabuk bulduğu, yaşlı olanların daha geç bulduğu görülmüştür. Ancak uygulama ve deneme sayısı arttıkça yaşlı grubun da öğrenme performansı artmıştır. Sonuç ve Tartışma: Deney ve kontrol grupları karşılaştırıldığında ise kontrol grubu hayvanların platformu daha kısa sürede bulmuş olması, anksiyetenin spasyal öğrenmeyi hem gençlerde hem de yaşlılarda etkilediğini gösterir. Yaşlı grubun retansiyon süresinin gençlere göre uzun olması da yaşlanma ile kognitif fonksiyonlardaki bozulmayla birlikte hatırlamanın zorlaşmasına bağlıdır. Moris yüzme testi uygulanan hayvanlarda öğrenme performansının bozulması her zaman spasyal öğrenmenin bozulduğunu göstermez. Hayvanın bulunduğu ortamdan rahatsız olması, korkması da öğrenme performansını etkiler. Bu nedenle çalışmalarda gerek sensorimotor koordinasyon ve motor öğrenme testlerinin, gerekse korku durumlarının Moris yüzme testi ile birlikte değerlendirilmesi gerekir. P-69 SIÇANDA STRESLE OLUŞTURULAN DEPRESYON MODELİNDE FLUKOSETİNİN ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK VE LİMBİK SİSTEMDE BDNF EKSPRESYONU ÜZERİNE ETKİLERİ E. Yıldırım1,3, O. Gözen1,3, Ö. Donat Eker2, Y. H. Doğan1,3, E. O. Koylu1,3, Ç. Eker2, A. S. Gönül2,3, Ş. Pöğün1,3 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Psikiyatri Anabilim Dalları ve 3Beyin Araştırma ve Uygulama Merkezi; İZMİR, emre.yildirim@ege.edu.tr Giriş ve Amaç: Beyin Kökenli Nörotrofik Faktör'ün (BDNF) depresyonla ilişkisi bilinmektedir. Antidepresanların, sinaptik aralıkta monoamin konsantrasyonlarını artırmalarının yanı sıra sıçan beyninde BDNF düzeylerini artırdığı da bilinmektedir. Çalışmamızda fluoksetinin (FLX) kronik stresle oluşturulmuş depresyon modelindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 16 adet erişkin erkek Sprague-Dawley cinsi sıçan kullanılmıştır. Sıçanlar, stres uygulanmamış kontrol ve fluoksetin, stres uygulaması yapılmış kontrol ve fluoksetin olarak 4 gruba ayrılmıştır. Her grupta 4 sıçan yer almıştır. Stres alan gruplarda yer alan deney hayvanlarına 30 gün boyunca, her gün 60 dakika süreyle, cam silindirler içinde immobilizasyon stresi uygulanmıştır. İlaç uygulamaları ise (5 mg/kg/gün FLX ya da 1 ml/kg serum fizyolojik) stres uygulamasının 8. gününden itibaren başlayıp 23 gün boyunca sürdürülmüştür. İlaç uygulamalarının son iki günü boyunca, stres uygulaması durdurulmuş ve sıçanlar Porsolt Zorlu Yüzme Testi'ne (ZYT) tabi tutulmuşlardır. Amigdala ve prefrontal kortekste BDNF ekspresyonu ile immünohistokimyasal olarak değerlendirilmiştir. Elde edilen veriler, multifaktöriyel ANOVA ve t-testleri ile değerlendirilmiştir. Bulgular: ZYT sonucunda, beklendiği gibi, FLX donma sürelerini kısaltmış ve yüzme sürelerini artırmıştır. Serum fizyolojik uygulanan sıçanlarda stres, incelenen her iki beyin bölgesinde de BDNF ekspresyonunu artırmıştır (p<0.05). FLX ise stres uygulanmamış sıçanlarda BDNF ekspresyonunu artırırken, stres uygulanan hayvanlarda yükselen BDNF düzeylerini azaltmıştır. Sonuç: Özetle, sonuçlarımız FLX'in kronik stres uygulamasıyla oluşturulan depresyon modelinde davranışsal çaresizlikten koruyucu etki göstermiştir. Ancak, FLX'in depresyondaki klinik etkinliği BDNF'ten bağımsız olarak ortaya çıkıyor olabilir. Çalışmamız Ege Üniversitesi Araştırma Fonu'nda desteklenmektedir. 2002/TIP/019 P-70 DENEYSEL ŞİZOFRENİ MODELİNDE, OMEGA-3 YAĞ ASİDİNİN SIÇAN HİPOKAMPUSUNA ETKİSİ 1 H. Erdoğan, 2 B. Özyurt, 1 F. Ekici, 3 H. Özyurt, 3A. Akbaş Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Anatomi, 3 Biyokimya Anabilim Dalı, TOKAT, hhhasan@hotmail.com Amaç: Şizofrenideki nöropatolojik değişikliklerin bir kısmı serbest radikallerdeki artmanın sonucu olabileceği bildirilmektedir. Önceki deneyimleri hatırlayarak mevcut duruma uygun davranış geliştirmemizi sağlayan hipokampusun, şizofrenide normalden küçük olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda; N-methyl-D-aspartate (NMDA) reseptör antagonisti MK-801 (dizocilpine maleate) ile oluşturulan deneysel psikoz modelinde, omega-3 yağ asidinin sıçan hipokampus dokusu üzerine antioksidan etkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Sağlıklı ve erişkin erkek Wistar Albino sıçanlar Kontrol (n=7), MK-801 (n=7), MK-801+Omega-3 (n=6) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Kontrol grubu dışındaki diğer iki gruba deneysel psikoz oluşturmak üzere MK-801 5 gün 0,5 mg/kg i.p. verildi. Kontol grubuna ise aynı miktarda % 0.9 NaCl i.p. verildi. Üçüncü gruba 6 gün Omega-3 yağ asidi 800 mg/kg dozunda verildi. Deney başlangıcının 7. gününde dekapite edilerek hipokampusları çıkarıldı. Alınan video kayıtlarından sıçan davranışları değerlendirildi. Spektrofotometrik olarak SOD ve GSH-Px enzim aktivitesi; protein karbonil (PC), tiyobarbitürik asit reaktanları (TBARS) ve nitrik oksit (NO) düzeyleri ölçüldü. İstatiksel değerlendirmede grupların normal dağılım göstermesinden dolayı parametrik testlerden One-way ANOVA ve gruplar arası karşılaştırmada LSD testi kullanıldı, p<0,05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: Omega-3 verilen grupta, hipokampus dokusu SOD aktivitesi Kontrol ve MK-801 grubuna göre anlamlı artmasına karşın, ilginç olarak, GSH-Px aktivitesi azaldı. PC ve TBARS düzeyleri ise MK-801 grubunda arttı, MK-801+Omega-3 grubunda ise Kontrol grubu düzeylerine indi. NO düzeyleri ise MK-801 ve MK-801+Omega-3 grubunda artmış bulundu. Sonuç: Lipid peroksidasyonunda ve protein oksidasyonunda azalma, SOD aktivitesindeki artma, oluşturulan deneysel psikoz modelinde hipokampusta omega-3 ile bir düzelme olduğunu düşündürmektedir. Ancak mekanizma ve etkinin tam açığa çıkarılması için yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. P-71 İNBRED BALB/c FAREDE KETANSERİN İLE 5-HT2 ALMACI BLOKAJININ CANLI KEDİ İLE GÜÇLENDİRİLEN YÜKSELTİLMİŞ ARTI DÜZENEKTEKİ AÇIK ALAN KORKUSU ÜZERİNE ETKİSİ K. Akıllıoğlu, S. Sultanova Kocahan, E. Melik, E. Babar Çukurova Universitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji ABD. 01330, Balcalı, ADANA akillioglukubra@yahoo.com Giriş ve Amaç: Beyinde serotoninin (5-HT) korku ve anksiyete ile ilişkili duygulanımın modülasyonuna katıldığı bilinmektedir.Serotonin almaçlarının anksiyete ve korku üzerine etkisi araştırmaların yoğun ilgi odağı olmaktadır. Çalışmamızın amacı 5-HT2 almaç blokajının, farenin canlı kedi ile güçlendirilen açık alan korkusu üzerine etkisinin değerlendirilmesidir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada yetişkin inbred BALB/c farelere periton içine kontrol grubunda %10'luk DMSO (Di metil sülfo oksit) solüsyonu deney grubunda 5-HT2 almaç blokajı için ketanserin (1 mg/kg) davranış testinden 30 dakika önce uygulanmıştır. Deneklerin açık alan korkusu yükseltilmiş artı düzenekte (Elevated Plus Maze) değerlendirilmiştir. %10'luk DMSO ve ketanserin uygulanan bir grup fare korkuyu güçlendirmek amacıyla davranış testinden 24 saat önce canlı kediye 5 dakika süre ile maruz bırakılmıştır. Bulgular: Canlı kediye maruz bırakılma %10'luk DMSO uygulanan farelerde yükseltilmiş artı düzenekte açık alan korkusunda anlamlı artışa neden olmuştur (Açık kolda geçirilen zaman kedisiz grupta 33 8 sn, kediye maruz bırakılan grupta 185 sn).Kedisiz grupta ketanserin açık alan korkusunu artırmıştır ( Açık kol zamanı: kontrol grubunda 33 8, ketanserin grubunda 0 0 sn; Kapalı kol zamanı: kontrol grubunda 250 9 sn, ketanserin grubunda: 293 2.5 sn).Kedisiz grupta, ketanserin açık alan korkusunu değiştirmemiştir(Açık kol zamanı: kontrol grubunda 18 5, ketanserin grubunda 22 8 sn, kapalı kol zamanı: kontrol grubu 271 5, ketanserin grubu 260 9 sn) Sonuç: Bulgularımıza göre Ketanserin ile oluşturulan 5-HT2 almaç blokajının özelikle açık alan korkusu üzerine anksiojenik etkili olduğunu ileri sürebiliriz. P-72 SIÇANLARDA ERKEN DÖNEM UZUN SÜRELİ KALORİ KISITLAMASININ HİPPOKAMPUS HACMİNE ETKİLERİ VE ÖĞRENME PERFORMANSI İLE İLİŞKİSİ K. Serbest1, F.C. Sazak1, O. Karahasanoğlu1, Y. Karanfil1, S. Canan2 1 2 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem-II Öğrencisi Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı;ANKARA, scanan@baskent.edu.tr Giriş: Sunulan çalışmada, sütten yeni kesilmiş laboratuvar sıçanlarına uygulanan bir aylık kalori kısıtlamasının (KK) hippokampus morfolojisine etkileri ve olası morfolojik değişikliklerin, hayvanların öğrenme performanslarıyla karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Materyal ve Metod: Çalışmada 20 adet erkek Wistar cinsi erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol ve kalori kısıtlaması (kk) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubu 1 aylıktan itibaren serbest yemle beslenirken, KK grubu %40 kalori kısıtlamalı diyetle beslendi. Bir aylık beslenme süresinin sonunda pasif sakınmanın öğrenilmesi paradigmasıyla öğrenme perfomansı değerlendirilen hayvanların beyinleri öğrenme deneylerinin hemen ardından intrakardiyak perfüzyon sonrası alınarak, sağ ve sol hippokampus hacimleri stereolojik bir yöntem olan Cavalieri hacim hesaplama yöntemiyle değerlendirildi. Hippokampus hacimlerinin sağ ve sol olarak gruplar arası karşılaştırıldığı çalışmada ayrıca hippokampusun morfolojik değişiklikleri, öğrenme performanslarıyla birlikte gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Bulgularımız, grup içinde sağ ve sol hippokampus hacim farkının anlamlı olmadığını; gruplar arasında sağ hippokampuslarda anlamlı bir farklılık yokken, sol hippokampus hacminin KK grubunda anlamlı oranda küçük olduğunu ve toplam hippokampus hacminin yine KK grupta kontrol grubuna göre anlamlı oranda düşüş gösterdiğini ortaya koymaktadır. Grupların öğrenme performanslarında anlamlı bir fark bulunmazken, hippokampus hacmi gruplar arasında anlamlı oranda etkilenmiştir. Sonuç: Uygulanan deney planı sıçan hippokampusunda ölçülebilir bir hacimsel azalmaya neden olur ve bu morfometrik fark, pasif sakınmanın öğrenilmesi yöntemiyle sınanabilecek bir davranış değişikliğine neden olmamaktadır. P-73 İNBRED BALB/c FAREDE KETAMİNİN CANLI YIRTICI (KEDİ) İLE GÜÇLENDİRİLEN YÜKSELTİLMİŞ ARTI DÜZENEKTEKİ AÇIK ALAN KORKUSU ÜZERİNE ETKİSİ S. Soltanova Kocahan, K.Akıllıoğlu, E. Babar, E. Melik Çukurova Universitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji ABD. 01330, Balcalı, ADANA sayadsoltanova@mynet.com Giriş ve Amaç: Beyinde N-metil-D-Aspartat (NMDA) almaçlarının bellek ve öğrenmedeki rolü bilinmektedir. Fakat anksiyete ve korkunun beyin mekanizmalarındaki rolü halen tam olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmanın amacı beyinde NMDA almaçlarının blokajı canlı yırtıcıyla (kedi) güçlendirilen anksiyete ve korku etkisinin değerlendirilmesidir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada inbred BALB/c farelere NMDA almaç blokajı için ketamin ilacı (10 mg/kg) kullanılmıştır. Anksıyete/korku yükseltilmiş artı düzenekte (Elevated PlusMaze) (EPM) üzerinde değerlendirilmiştir. Davranış testinden 24 saat önce korku şiddetlendirilmesi için canlı yırtıcı olarak kediye 5 dakika süre ile maruz bırakılmıştır. Bulgular: Yırtıcıya maruz bırakılma %0.9NaCl uygulanan farelerde EPM-de korkusunda anlamlı artışa neden olmuştur (Açık kolda geçirilen zaman kediye maruz bırakılmayan grupta 27 14 sn, kediye maruz bırakılan grupta 7 3 sn). Kapalı kol zamanı kontrol grubunda 240 18, ketamin grubunda 255 18 sn). Kediye maruz bırakılmayan farelerde ketamin EPM-de korku azalmış oldu (Açık kol zamanı: kontrol grubunda 6 3, ketamin grubunda 29 8 sn, Kapalı kol zamanı: kontrol grubunda 271 13, ketamin grubunda 265 8 sn). Kediye maruz bırakılan farelerde EPM-de ketamin araştırma davranışında artışa (ayağa kalkma) neden olmuştur ( kontrol grubunda (20.5, ketamin grubunda 41 sıklık). Sonuç: Bu bulgular ketaminin NMDA almaç blokajı üzerinden EPM-de anksiyojenik etkisi, fakat canlı yırtıcı ile güçlendiği zaman korku, ketaminin anksiyolitik etkisi olduğunu göstermektedir. P-74 GENÇ SIÇANLARDA KALORİ KISITLAMASININ ÖĞRENME PERFORMANSINA ETKİSİ Ş. Gülen1, S. Canan1, A.C. Yazıcı2 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Biyoistatistik Anabilim Dalı, ANKARA; sebnem@baskent.edu.tr Amaç: Genç erkek Wistar sıçanlarda kalori kısıtlanmasının öğrenme performanslarına etkisini, pasif sakınmanın öğrenilmesi yöntemiyle sınamak amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya alınan 30 günlük 20 adet erkek Wistar sıçan 25 gün süre ile serbest beslenen kontrol grubu (n=10) ve kontrol grubunun %60'ı oranında standart sıçan yemi ile beslenen deney grubu (n=10) olarak ikiye ayrıldı. Süre sonunda sıçanlara pasif sakınma düzeneğinde 2 günlük öğrenme deneyi uygulandı; 1. gün deney düzeneğinde aydınlık bölmeye tercih edilen karanlık bölmeye geçişte elektrik şoku ile pasif sakınma öğretildi ve pekiştirildi. Öğrenme öncesi (ÖGZ) ve sonrası (SGZ) geçiş zamanları kaydedildi. 24 saat sonra yapılan pasif sakınma testinde; deneklerin toplam ışık latensi (TIL), aydınlık bölmeden karanlık bölmeye baş uzatma sayısı (BUS), toplam donma süresi (TDS) ve sayısı (DS), temizlenme davranışı sayısı (TzDS) değerleri kaydedildi, hatırlama değerleri derecelendirildi. Değerler ortalama ± standart hata ve ortanca değeri olarak ifade edildi. Gruplar arasındaki farklar Mann Whitney U ve Student t, grupların kendi başlangıç ve sonuç beden ağırlıkları arasındaki farklar Eş yapma t testi, hatırlama değerleri arasındaki farklar ise iki oran Z testi ile kontrol edildi. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: Her iki grubun beden ağırlıkları çalışmanın başında farklı değilken (p=0.95); sonunda anlamlı olarak farklı gözlenmiştir (p=0.000). Öğrenme deneylerinde gruplar arasında; 1. gün öğrenme ÖGZ (p=0.43) ve SGZ (p=1) açısından fark gözlenmemiştir. Her iki grupta da pekiştirme testinde sıçanların tamam öğrenmiştir. 24 saat sonra gerçekleştirilen pasif sakınma testinde ise; gruplara arasında, TIL (p=1), BUS (p=1), TDS (p=0.54), ortalama donma süresi (TDS/DS) (p=0.43) ve TzDS (p=0.49) değerleri açısından anlamlı bir fark gözlenmemiştir. İkinci günde her iki gruptan da birer sıçan belirlenen süre içerisinde aydınlık bölmeden karanlık bölmeye tam geçiş yaptığından hatırlamamış kabul edilmiştir ( her iki grupta da %11,1). Sonuç: Çalışmamızda uyguladığımız kalori kısıtlaması protokolünün genç erkek Wistar sıçanlarda pasif sakınmayı öğrenme performansına etkisinin olmadığı gözlenmiştir. P-75 “KİNDLİNG” SÜRECİNDE NMDA RESEPTÖR ANTAGONİSTİ MEMANTİNİN ÖĞRENME ÜZERİNE ETKİLERİ M.Şahiner, G.Erken, R.Kurşunluoğlu, O.Genç Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, DENİZLİ aysemelike@pau.edu.tr Giriş ve Amaç: Hipokampal kindling epilepsininin yanı sıra öğrenme modeli olarak da bilinmektedir. “Kindled” olma sürecinde hipokampusdaki nöroplastik değişikliklere, eşlik eden öğrenme parametrelerinde değişimi gösteren az sayıda çalışma vardır. Ancak bu çalışmalarda kindling oluşum dönemindeki erken değişimler göz önüne alınmamıştır. Biz çalışmamızda su tankı öğrenme modeli parametrelerinde kindling erken döneminde nonselektif NMDA antagonisti olan memantinin yarattığı değişiklikleri izlemeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmaya 40 erkek Wistar sıçan 5 grup olacak şekilde alındı (8'er sıçandan oluşan: Kontrol grubu, sham grubu, memantine grubu, “kindling” grubu ve “kindling”+memantine grubu). Öğrenme modeli olarak 13 günlük modifiye su tankı modeli kullanılmıştır. Memantin ve kindling+ memantin gruplarına memantin bir kerelik yükleme amaçlı 20mg/kg dozu takiben 7 gün süre ile 2x1 1mg/kg/gün ip olarak verilmiştir. Bulgular: Memantin, Kindling ve kindling+memeantin gruplarında kontrol ve sham gruplarına göre kaçma latansı (EL) ve katettikleri mesafe (PL) parametreleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde azalmıştır. 13 gün (tercih günü) tüm gruplar istatistiksel olarak fark göstermemesine karşın kindling grubunun EL ve PL performansları bozulmuştur. Sonuç: Bu bulgular ile memantinin öğrenme üzerine bir NMDA antagonisti olmasına karşın, non selektif özellikleri nedeni ile olumlu yönde modüle edici etkisi olduğu söylenebilir. Ancak bu etkinin kindling sürecinde görülmemesine karşın, tercih anında performansı arttırıcı yönde olduğu izlenmektedir. P-76 SPİNAL KORD İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARI ÜZERİNE MELATONİNİN ETKİSİ A. Korkmaz, E. Öz Oyar Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, Beşevler; ANKARA, ayhank@gmail.com Giriş ve Amaç: Spinal kord merkezi sinir sisteminin önemli bir bileşenidir. İskemi, ilgili alanda doku hasarına yol açan bir olaydır.Sinir dokusunda iskemiye dayanma süresi anaerobik kapasitelerindeki yetersizlikten dolayı diğer dokulara göre daha azdır. Reperfüzyon ise biyokimyasal mekanizmaların aracılık ettiği sekonder hasara neden olan bir olaydır. Melatonin pineal bezden sirkadiyen ritimle salınan antioksidan özellikte bir hormondur. Çalışmamızda melatoninin iskemi-reperfüzyon sonucu oluşan hasar üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık Materyal ve Metod: Toplam 30 adet, ortalama ağırlığı 2,0 ile 2,5 kg olan erkek sağlıklı Yeni Zellanda türü beyaz tavşanlar, n=10 olacak şekilde, 3 grup halinde çalışıldı. Gruplar: 1Kontrol, 2-İskemi-Reperfüzyon, 3-Tedavi grubu olarak ayrıldı. Kontrol grubu deneklere normal cerrahi prosedür uygulanırken, sol renal arter çıkışı altından abdominal aortaya klipaj uygulanmadı. İskemi reperfüzyon ve tedavi gruplarına cerrahi prosedür sol renal arter çıkışı altından abdominal aortaya klipaj dahil uygulandı.Tedavi grubuna iskemiden önce 10mg/kg tek doz intravenöz melatonin uygulandı.Deneklerin kan ve doku örnekleri cerrahi prosedürü takiben 48 saatlik takip sonrasında alındı. Oksidatif stresin bir göstergesi olan MDA(malondialdehid), dokuyu oksidatif stresten koruyan GSH (redükte glutatyon) ve stres durumunda miktarı değişen NO(nitrik oksit) düzeyleri biyokimyasal olarak ölçüldü. Ayrıca histolojik inceleme ve nörolojik muayenelerle de sonuçlar korele edilmeye çalışıldı.Farklarý belirlemede Mann Whitney testi kullanýldý. Bulgular: Melatonin uygulaması , iskemi-reperfüzyon grubunda artmış olan MDA düzeyini anlamlı olarak düşürmüştür ( p<0.05). İskemi-reperfüzyon grubunda azalmış GSH düzeyi ise melatonin uygulaması sonucu anlamlı olarak artmıştır( p<0.05). Ayrıca iskemi-reperfüzyon grubunda artmış olan NO düzeyi melatonin uygulanan grupta düşmüştür, fakat istatiksel anlamlılık saptanamamıştır(p>0.05). Yapılan histolojik ve nörolojik muayenelerde elde edilen bulgular da melatonin koruyucu etkisi yönündedir. Sonuç: Bulgularımıza göre, melatoninin spinal kord iskemisinde oksidan hasarı önleyici etkisi saptanmıştır. P-77 KORDON KANI OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN STATÜ DEĞERLERİNİN PREDİKSİYON MODELİ A.Z. Karakılçık, M. Zerin, S. Acun Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD. ŞANLIURFA; azkar@harran.edu.tr Giriş ve Amaç: Hücresel yapılar üzerinde zararlı olan serbest radikaller aşırı üretilirse, oksidan/antioksidan dengeyi bozar; hücre ve dokularda oksidatif hasar oluşturur. Gebelerde aşırı oksidatif hasar oluşması ya da antioksidanların plasental transferinin yeterli olmaması durumunda, fetüs ve yeni doğanın farklı dokuları oksidatif hasara maruz kalır. Bu nedenle, çalışma, gebeliğin son döneminde maternal kanda bazı oksidan ve antioksidan parametreleri belirleyerek, kordon kanı ve fötusun oksidan/antioksidan değerleri ile oksidatif stres düzeyini yaklaşık olarak tahmin edebilmek, gerekli ise önlemler önerebilmek amacı ile yapıldı. Materyal ve Metod: Çalışmada sağlıklı 25 gebe kadının maternal kan ile kordon kanında süperoksit dismutaz (SOD), glutathione peroksidaz (GSH-Px), glutathione redüktaz (GSHRX) ve paraoksonaz (PRX) enzim aktiviteleri ile total antioksidan kapasite (TAK), total oksidan seviye (TOS), toplam peroksit (TP) ve lipit peroksidasyonu (MDA) değerleri belirlenip karşılaştırmaları yapıldı. Bulgular: Maternal PRX, MDA ve TP değerlerinin kordon kan plazmasındaki değerlerinden daha fazla (P<0.05-0.01), SOD ve GSH-Px aktiviteleri ile TAK değerinin ise daha yüksek olduğu (P<0.05); TOS ve GSH-Rx'in maternal fetal aktiviteleri arasında ise anlamlı bir fark olmadığı (P>0.01) belirlendi. Sonuç: Maternal plazmada MDA ve TP değerlerinin daha fazla olması plasentanın, kordon kanında oksidatif etkiyi sınırlayabileceğini; kordon plazmasındaki TAK, SOD, GSH-Px ve GSH-Rx etkinliklerini ise azaltmadığını düşündürmektedir. Bu sonuçlara göre, maternal plazmada anılan oksidan ve antioksidanları belirleyerek, gebeliğin ileri döneminde kordon ve fetal kan plazmasında anılan oksidan/antioksidan değerlerin yaklaşık olarak tahmin edilip, fötusun oksidatif risk düzeyinin yorumlanabileceği kanısına varılmıştır. P-78 İSKEMİK HİPOKSİ VE KOBALT KLORİD' İN İSKELET KASI VE KALPTE HİPOKSİK FAKTÖRLERE ETKİLERİ D. Tekin, H. Fıçıcılar, A.D. Dursun Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ANKARA dtekin@medicine.ankara.edu.tr Amaç: Sunulan çalışmada iskemik hipoksinin ve CoCl2'nin iskelet kası ve kalp dokusunda hipoksi indükleyici faktör-1 alfa (HIF-1α) ve vasküler endotelyal growth faktör (VEGF) üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Erişkin, erkek Wistar Albino ratlar ( ortalama 243 ± 20 gr) rastgele iki gruba ayrılmıştır. İskemik hipoksi grubunda (n=4) pentobarbital anestezisi sonrasında (50 mg/kg, i.p.) toraks açılarak, aorta kalp çıkışından klampe edilerek 1 dk beklenmiştir ve önce kalp daha sonra iskelet kasları (gastroknemius, plantaris, soleus ) çıkarılmıştır. Kalp sol ve sağ ventriküllerine ayrılmıştır. Kobalt klorid (CoCl2) grubunda ise (n=3) 30 mg/kg CoCl2 i.p. enjeksiyonundan 1 saat sonra anestezi altında aynı dokular toplanmıştır. Bu dokularda HIF-1α ve VEGF mRNA'ları RT-PCR ve agaroz jel elektroforezi ile incelenmiştir. İskemik kontrol ve CoCl2 gruplarındaki mRNA ekspresyonları Mann-Whitney U testi kullanılarak karşılaştırılmıştır. Bulgular: CoCl2 grubunda sol ventrikül VEGF164 ile gastroknemius VEGF164 ve VEGF188 mRNA ekspresyonları iskemik kontrol grubununkilere göre istatistiksel olarak anlamlı ölçüde yüksek bulunmuştur (Sırasıyla p=0,034, p= 0,05 ve p=0,05 ). Diğer dokuların bazılarında HIF-1α ve VEGF ekspresyonları CoCl2 grubunda daha fazla olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Sonuç: CoCl2 , invivo olarak anjiyogenez gibi hipoksi benzeri yanıtlar oluşturabilmektedir. Sunulan çalışmada kobaltın sol ventrikülde ve gastroknemiusta oluşturduğu kimyasal hipoksi yanıtı, doku düzeyinde gerçekleştirilen iskeminin hipoksik faktörlere olan etkisinden daha etkin olmuştur. Düşük doz CoCl2, anjiyogenetik faktörlerin indüksiyonunda tedavi amaçlı kullanılabilir. P-79 ALKOL YOKSUNLUĞU MODELİNDE KETYAPİNİN OKSİDAN MOLEKÜLLER ÜZERİNE ETKİLERİ H. S. Gergerlioğlu, Y. Baltacı, H. A. Savaş, C. Bağcı, M. Boşnak, H. Çelik, M. Bulut Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; GAZİANTEP, gergerlioglu@gantep.edu.tr Giriş ve Amaç: Daha önceki çalışmamızda atipik antipsikotik olan ketyapinin deneysel alkol yoksunluğu modelinde lokomotor aktiviteyi azaltıcı etkisini gözlemlemiştik. Alkol yoksunluğunda oksidatif stresin arttığı, nitrik oksit (NO) ve malondialdehitin (MDA) yükseldiği daha önce ifade edilmişti. Bu çalışmada oksidatif hasarı genel olarak gösteren total oksidan seviye (TOS) ve özgül moleküllerden NO ve MDA alkol yoksunluğu modelinde değişimlerini ve bu moleküllere ketyapinin etkisini göstermeyi hedefledik. Materyal ve Metod: Çalışmada 40 adet Wistar-albino erkek sıçan (270-300 g) kullanıldı. 1Yoksunluk Grubu: 30 günlük sıvı alkol diyetiyle (Uzbay metodu kullanılarak), 2- Sham Grubu: 30 günlük alkol yerine izokalorik sükroz diyeti uygulanmasıyla, 3- Kontrol Grubu: 30 günlük sıvı alkol diyeti sonrasında +7 gün süre ile intraperitoneal (ip) serum fizyolojik verilmesiyle, 4- Ketyapin Grubu: 30 günlük sıvı alkol diyeti +7 gün süre ile Ketyapin (10 mg/kg, ip) verilerek 4 gruba (n=10) ayrıldı. 40 mg/kg Ketamin anestezisi altında intrakardiak olarak kan örnekleri alınıp serumlarında NO ve MDA düzeylerine bakıldı. Grupların karşılaştırılmasında Oneway Anova testi kullanılırken, posthoc olarak da LSD testi kullanıldı. Bulgular: TOS düzeylerinde gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı (p>.05). NO düzeyleri grup 3 ve 4'te grup 1 ve 2 ye göre anlamlı olarak yükseklik gösterirken (p<.05), Grup 4 ile grup 3 arasında fark yoktu (p>.05). MDA düzeylerinde de gruplar arasında anlamlı fark bulunamadı (p>.05). Sonuç: Ketyapin yoksunluktaki lokomotor aktiviteyi azaltan bir ilaç olmakla birlikte, bu çalışmada deneklere verilen dozunda artmış oksidatif hasarın göstergesi olan moleküllerin düzey ve aktiviteleri üzerinde anlamlı bir değişikliğe yol açmamaktadır. Sonuç olarak ketyapin yoksunluktaki oksidatif stres üzerinde bir etkinliğe sahip değildir. P-80 BÖBREK İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA ENDOTELİN-A RESEPTÖR ANTAGONİSTİ BQ-123'ÜN NİTRİK OKSİTt ÜRETİMİYLE İLİŞKİLİ PLAZMA OKSİDAN/ANTİOKSİDAN SİSTEMİNE ETKİSİ H. Erdoğan, 2 F. Fadıllıoğlu, 3MH. Emre 1, F. Ekici 1 1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, TOKAT. 2 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ANKARA. 3 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, MALATYA hhhasan@hotmail.com Amaç: Akut böbrek yetmezliğinin en sık sebebi olan böbrek iskemi-reperfüzyon (IR) hasarında endotel kaynaklı faktörler önemli yer tutar. Çalışmamızda, böbrek I/R hasarında, endotelin-A (ETA) reseptör antagonisti BQ-123'ün plazmaya etkisinin gösterilmesinin yanı sıra ET-1 ile nitrik oksit (NO) ilişkisinin incelenmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Erkek Sprague Dawley sıçanlar 6 gruba ayrıldı; Kontrol (n=7), I/R (n=8), LNAME (NO inhibitörü, L-nitro-L-arjininmetilester) (n=7), BQ (n=8), BQ+LNAME (n=8), BQ+LNAME+LArg (n=8). Üretan anestezisi i.p. 1,2 g/kg dozunda yapılarak deney süresince vücut sıcaklığı sabit tutuldu. Kontrol haricindeki gruplara 30 dk iskemi ve 2 saat reperfüzyon uygulandı. Plazma superoksit dismutaz (SOD) enzim aktivitesi ile tiyobarbiturik asit reaktif maddeleri (TBARS), protein karbonil (PC), Nitrik Oksit (NO) seviyeleri değerlendirildi. İstatiksel değerlendirmede grupların normal dağılım göstermesinden dolayı parametrik testlerden One-way ANOVA ve gruplar arası karşılaştırmada LSD testi kullanıldı, p<0,05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: Plazma SOD aktivitesi BQ grubunda, IR grubu dışında tüm gruplardan yüksek bulundu. IR grubunda ise LNAME, BQ+LNAME, BQ+LNAME+LArg gruplarından yüksek bulundu. Plazma MDA düzeyleri Kontrol ve BQ gruplarında diğer tüm gruplardan anlamlı olarak düşük bulundu. Plazma PC düzeyleri LNAME grubunda, BQ+LNAME grubu hariç tüm gruplardan anlamlı olarak yüksekti. BQ+LNAME grubunda, Kontrol, IR ve BQ gruplarından yüksek bulundu. Ayrıca BQ+LNAME+LArg grubunda Kontrol grubundan yüksekti. Plazma NO düzeyleri Kontrol ve LNAME gruplarında, diğer tüm gruplardan düşüktü. IR grubunda, BQ+LNAME+LArg grubundan anlamlı olarak düşük bulundu. Sonuç: Bulgularımız ETA reseptör antagonisti BQ-123'ün böbrek IR hasarında plazmada koruyucu etki gösterebileceğini düşündürmektedir. Ayrıca, IR hasarında artan NO düzeyinin BQ-123 verilen gruplarda daha da artması, ETA reseptör antagonistinin NO aracılı bir etkiye sahip olabileceğini göstermektedir. P-81 RESVERATROLÜN İSKEMİ/REPERFÜZYONA BAĞLI SIÇAN MESANE KONTRAKTİLİTE DEĞİŞİMLERİ VE OKSİDAN HASAR ÜZERİNE ETKİLERİ G.Şener1, H.Toklu1, F.Ercan2, İ.Alican3 Marmara Üniversitesi 1Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji AD, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi 2Histoloji-Embriyoloji ve 3Fizyoloji AD, Haydarpaşa, 34668, İSTANBUL; incialican@yahoo.com Giriş ve Amaç: Resveratrol (RSV; 3,5,4'-trans-trihydroxystilbene) çeşitli bitki türlerinde bulunan, anti-inflamatuvar, antiagregan ve antioksidan etkilere sahip doğal bir fitoaleksindir. Bu çalışmada, sıçanda iskemi/reperfüzyon (İ/R) hasarı sonrası mesane kontraktilitesindeki değişimler ve oksidan hasar parametreleri üzerine RSV'nin etkilerini araştırmak amaçlandı. Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara abdominal aorta oklüzyonu ile 60 dak iskemi ve 60 dak reperfüzyon uygunlandı. Tedavi gruplarına, iskemiden 15 dak ve reperfüzyondan hemen önce RSV (10 mg/kg; ip) (İ/R + RSV grubu; n=8) veya fizyolojik tuzlu (İ/R grubu; n=8). verildi. Kontrol grubuna abdominal aortanın kapatılmadığı yalancı operasyon uygulandı (n=8). Dekapitasyon sonrası, mesane örneklerinden hazırlanan striplerin organ banyosunda karbakol'e (CCh) verdikleri izometrik kasılma cevapları kaydedildi. Mesane örneklerinde oksidan hasar parametreleri olarak lipid peroksidasyon (LP), glutatyon (GSH) ve inflamatuvar hücre infiltrasyonunun göstergesi olan myeloperoksidaz (MPO) aktivitesi ölçümleri yapıldı. Ayrıca dokular ışık mikroskopu altında histolojik olarak incelendi. Doz-cevap eğrileri eşleştirilmemiş t-testi ile, diğer parametreler ise tek yönlü varyans analizi ve Tukey-Kramer çoklu karşılaştırma testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: İ/R grubunda, striplerin CCh'a (10-8-10-4 M) verdiği izometrik kasılma cevapları kontrol grubuna kıyasla düşük bulundu (p<0.001). RSV tedavisi kasılma cevaplarını kontrol düzeyine geri çevirdi (p<0.01-0.001). Histolojik incelemede, İ/R grubunda mesanede ürotelyumda kayıp ve ayrılmalar, lokal ülsere alanlar ve yoğun inflamatuvar hücre infiltrasyonu izlenirken, RSV tedavili grupta, ürotelyum bütünlüğünün korunduğu ve inflamatuvar hücre populasyonunda azalma olduğu gözlendi. İ/R grubunda, kontrole kıyasla artan mesane LP ve MPO değerleri (p<0.001) RSV tedavisiyle geri döndü (p <0.001). İ/R grubunda izlenen mesane GSH düzeyindeki azalma da (p<0.01) RSV tedavisi ile engellendi (p<0.05). Sonuç: RSV tedavisi sıçan mesanesinin İ/R'a bağlı azalan kasılma cevaplarını geri döndürdü ve oksidan hasarın şiddetini azalttı. P-82 LÖKOTRİEN RESEPTÖR ANTAGONİSTİ MONTELUKAST'IN SIÇANDA İSKEMİ/REPERFÜZYONA BAĞLI MESANE HASARINDA KORUYUCU ETKİSİ G. Şener1, Ö. Şehirli1, H. Toklu1, Ş. Çetinel2, İ. Alican3, Marmara Üniversitesi 1Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji AD, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi 2Histoloji-Embriyoloji ve 3Fizyoloji AD, Haydarpaşa, 34668, İSTANBUL; incialican@yahoo.com Giriş ve Amaç: Lökotrienler kemotaktik ve vasküler permeabiliteyi artırıcı özellikleriyle inflamasyona aracılık ederler. Selektif sisteinil lökotrien reseptör antagonisti montelukast'ın proinflamatuvar mediyatörlerin salınımını inhibe ederek eozinofilik havayolu inflamasyonunda yararlı olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada, montelukast'ın sıçanda iskemi/reperfüzyon (İ/R) hasarına bağlı mesane kontraktilitesindeki değişimler ve oksidan hasar parametreleri üzerine etkilerini araştırmak amaçlandı. Materyal ve Metod: Sprague-Dawley sıçanlara abdominal aorta oklüzyonu ile 60 dak iskemi/60 dak reperfüzyon uygunlandı. Tedavi gruplarına, iskemiden 15 dak ve reperfüzyondan hemen önce montelukast (10 mg/kg; ip) veya fizyolojik tuzlu verildi. Kontrol grubuna yalancı operasyon uygulandı. Dekapitasyon sonrası, mesane örneklerinden hazırlanan striplerin in vitro karbakol'e (CCh) verdikleri izometrik kasılma cevapları poligrafa kaydedildi. Mesane örneklerinde lipid peroksidasyon (LP), antioksidan glutatyon (GSH) ve inflamatuvar hücre infiltrasyonunun göstergesi olan myeloperoksidaz (MPO) aktivitesi ölçümleri yapıldı. Dokular ışık mikroskopu altında histolojik olarak incelendi. Doz-cevap eğrileri un-paired t-testi ile, diğer parametreler ise tek yönlü ANOVA ve Tukey-Kramer çoklu karşılaştırma testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: İ/R grubunda, striplerin CCh'a (10-8-10-4 M) verdiği izometrik kasılma cevapları kontrol grubuna kıyasla düşük bulundu (p<0.01-0.001). Montelukast tedavisi kasılma cevaplarını kontrol düzeyine geri çevirdi (p<0.001). Histolojik incelemede, İ/R grubunda mesanede ürotelyumda ciddi kayıp, yaygın ülsere alanlar ve yoğun inflamatuvar hücre infiltrasyonu izlenirken, montelukast tedavili grupta, ürotelyum hasarında ve inflamatuvar hücre populasyonunda belirgin düzelme gözlendi. İ/R grubunda, kontrole kıyasla artan mesane LP ve MPO değerleri (p<0.001) montelukast tedavisiyle geri döndü (p<0.001). İ/R grubunda izlenen mesane GSH düzeyindeki azalma da (p<0.001) montelukast ile engellendi (p<0.001). Sonuç: Sıçan mesane İ/R modelinde, lökotrien reseptör antagonisti mesanede kontraktil aktivitedeki azalmayı düzeltmekte, inflamatuvar hücre infiltrasyonunu azaltmakta ve oksidan/antioksidan dengesini korumaktadır. P-83 HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI SONRASI SIÇAN AKCİĞER VE ERİTROSİTLERİNDE OLUŞAN OKSİDAN STRESİN KALIŞ SÜRESİ M. Özler1, T. Topal1, H. Ay2, B. Uysal1, Ş. Öter1, A. Korkmaz1, H. Bilgiç1 1 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD 2 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD ;ANKARA, ttopal@gata.edu.tr Amaç: Son 40 yılın popüler uygulamaları arasında yer alan hiperbarik oksijen (HBO) tedavisi, maruz kalınan saf oksijen nedeniyle sıklıkla toksisite çalışmalarına da konu olmuştur. Uygulama sırasında akciğer oksijene doğrudan maruz kalan organ, eritrositler de birincil taşıyıcılar olduğu için önemlidir. Bu dokularda HBO ile oksidatif stres ortaya çıktığı yaygın şekilde gösterilmiş olmakla birlikte, ortaya çıkan oksidatif stresin ne kadar süre ile etkili olduğu hakkında kapsamlı bir araştırma bulunmamaktadır. Çalışmamızda bu temel bilginin irdelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan ile kontrol grubunun yanında 4 deney grubu oluşturuldu. Kontrol grubu haricindeki tüm gruplara 3 atmosfer basınç ve 120 dakika süreyle tek seans %100 oksijen uygulandı. Deney gruplarının ayırımı HBO uygulaması sonrasında organ ve kan alımı için beklenen süreye göre yapıldı. Buna göre hayvanlar uygulamadan 30, 60, 90 ve 120 dakika sonra 5 mg/kg rompun + 100 mg/kg ketamin anestezisi altında cerrahi işleme tabi tutuldu . Çıkarılan akciğer dokuları homojenize edildi ve alınan kan dokusundan eritrositler ayrıştırıldı. Her bir örnekte Ohkawa ve ark. nın yöntemiyle malondialdehit (MDA), Sun ve ark. nın yöntemi ile süperoksit dismutaz (SOD) ve Paglia ve Valentine'nin yöntemiyle glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri yapıldı. Bulgular: HBO uygulaması sonrası akciğer ve eritrosit MDA ile akciğer GPx değerleri 30 ve 60.dakikalarda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01). Akciğer ve eritrosit SOD değerleri ise 30, 60 ve 120.dakikada anlamlı olarak yüksek iken eritrosit GPx aktivitesi sadece 30.dakikada artmış olarak gözlendi (p<0.05). P-84 ENDOTELİN-1 VE NİTRİK OKSİT İNHİBİSYONUNUN KALP İSKEMİ REPERFÜZYONUNA ETKİLERİ M.Ünal1, Ç. Özer1, D.Erbaş1, Ö.Azer2, A. Arıcıoğlu2 Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji ve 2Biyokimya AD; ANKARA; mehmetunal_md@yahoo.com Amaç: İskemiyi takiben yapılan reperfüzyon sırasında oksijene bağlı gelişen süperoksit radikalleri kalpte doku hasarının önemli etmenidir. Endotelin-l potent vazokonstriktör, Nitrik Oksit, vazodilatatör etkisi olan endotel kökenli maddelerdir. Amacımız Endotelin-l ve Nitrik Oksit'in kalp iskemi-reperfüzyonuna etkilerini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Çalışmada Wistar Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Ketamine HCl 10 mg/kg IP anestezi altında uygun yöntemle çıkarılan kalpler aortadan kanüle edilerek langendorf perfüzyon sisteminde 30 dk. Krebb's-Henseleit solüsyonu ile perfüze edildi. 30 dk akımsız iskemiyi takiben 30 dk reperfüzyon yapıldı. Hemodinamik verileri (EKG, kalp atım hızı, sistolik basınç, diyastol sonu basınç, dp/dt) toplamak için sol ventrikül içine lateks balon yerleştirildi. Kalpler 300 atım/dk hızı ve 100 mmHg ventrikül içi basıçta, 30 dk stabilize edildi. İskeminin başlangıcında gruplara L-NAME, Endotelin-1, L-Canavanin, Molsidomin, Urotensin, Anti-Endotelin Reseptör Antibody 3ml solüsyon içinde verildi. İskemi periyodu ardından kalpler 30 dk Krebb's-Henseleit solüsyonu ile reperfüze edildi. Hemodinamik veriler deney süresince kaydedildi. Reperfüzyonda 1., 5., 10., 20., 30. dk'larda perfüzat sıvısı toplandı. Perfüzatlarda malondialdehit, total nitrik oksit (NOx), sülfidril grupları (RSH), kalp dokusunda malondialdehit, karbonil grupları, redükte glutatyon ve NOx düzeylerine bakıldı. Bulgular: Perfüzat sıvısında reperfüzyonda RSH miktarı Molsidomin, Ürotensin ve Endotelin-l verilen gruplarda giderek düşerken, malondialdehit seviyeleri artış gösterdi. NOx ise sırasıyla Molsidomin, Ürotensin ve Endotelin-l verilen grupta yüksekti. Doku malondialdehit ve NOx düzeyleri yine Molsidomin, Ürotensin ve Endotelin-l verilen gruplarda arttı. Doku karbonil düzeyleri gruplar arasında fazla değişiklik göstermedi. Sonuç: Çalışmamızda Urotensin ve Endotelin-l oksidatif hasarı arttırıcı rol oynarken, NO buna parelel bir etkide bulundu. Oksidatif hasar öncelikle lipid yapıda oluşurken, daha geç dönemde proteinlerin oksidatif hasara uğradığı sonucuna varıldı. P-85 SIÇAN İSKEMİK YARA MODELİNDE TOPİKAL E-VİTAMİNİ VE MELATONİN UYGULAMASININ ETKİSİ M. Özler1, T. Topal1, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, C. Köse Özkan2, H. Bilgiç1 1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD 2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Eczacılık Bilimleri Merkezi Farmasötik Teknoloji AD;ANKARA, mozler@gata.edu.tr Giriş ve Amaç: Yara iyileşmesi cerrahi işlemler ya da travmalardan sonra ortaya çıkan iyi organize olmuş bir tamir sürecidir. İyileşmeyi kısıtlayan en önemli nedenlerden biri kanlanma azlığı ve hipoksidir. İskemi zemininde oluşan yaralar kronikleşme eğilimindedir. Kronik yaralarda artan reaktif oksijen türevleri tamir sürecini bozmaktadır. Çalışmamızda iskemik yara modelinde E-vitamini ve melatonin gibi antioksidan maddelerin iyileşmeye olan etkisi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: 40 adet Sprague-Dawley cinsi yetişkin erkek sıçan normal yara kontrol(1), iskemik yara kontrol(2), E-vitamini(3), melatonin(4) olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Ketamin-ksilazin anestezisi altında sırt kısmına bipediküllü flep yapılan deney hayvanlarında 3 gün sonra punç biyopsi ile 6 adet tam kat cilt yarası oluşturuldu. Topikal uygulamalar günde iki kez yara başına 0.1mg melatonin veya 5mg E-vitamini olacak şekilde uygulandı. 7 gün sonunda yara dokuları alınarak malonildialdehit(MDA) ve hidroksi prolin(OH-prolin) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: 1. gruba göre 2.,3. ve 4. grubun OH-prolin değerleri anlamlı düşük, MDA değerleri anlamlı olarak yüksek bulundu. E-vitamini ve melatonin uygulaması MDA seviyelerini ikinci gruba göre (iskemik kontrol grubuna göre) anlamlı şekilde azalttı. E-vitamini grubunda OHprolin değerlerinin melatonin grubuna göre anlamlı olarak arttığı bulundu. Sonuç: Kanlanması bozulmuş zeminlerde oluşan yaralarda oksidatif streste artma ile birlikte kollojen sentezi de azalmaktadır. E-vitamini uygulaması inflamasyonun arttığı kronik yaralarda kollajen sentezini artırarak iyileşmeye yardımcı olabilir. Melatoninin yara iyileşmesine olan etkisi hala tartışmalıdır. P-86 TESTİSTEKİ İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA TRİMETAZİDİN'İN KORUYUCU ETKİSİ Ç. Pekçetin, B.U. Ergür, M. Kiray, H.A. Bağrıyanık, K. Tuğyan, G. Erbil, C. Özoğul Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji&Embriyoloji ABD Balçova-İZMİR muge.kiray@deu.edu.tr Giriş ve Amaç: Testis iskemi-reperfüzyonu, reaktif oksijen türlerinin oluşumundaki artış sonucu meydana gelen oksidatif stres ve apopitozis nedeniyle hasara neden olmaktadır. Antiiskemik bir ajan olan trimetazidin'in antioksidan aktivitesi de bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı testiküler torsiyon-detorsiyon modelinde trimetazidin (TMZ) uygulamasının testis dokusunda lipid peroksidasyonu (MDA), antioksidan enzim aktivitesi (GPx) ve apopitozis üzerine etkilerini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Çalışmada 27 adet Wistar cinsi erkek sıçan kullanıldı. Çalışma grupları; kontrol (n=4), sham (n=4), iskemi (n=6), iskemi-reperfüzyon (IR, n=6) ve iskemireperfüzyon+Trimetazidin (TMZ, n=7) olarak oluşturuldu. İskemi grubuna iki saat süreyle sol testis torsiyonu, IR grubuna iki saat torsiyonu ardından 4 saat detorsiyon+ serum fizyolojik, TMZ grubuna iki saat torsiyon ardından 4 saat detorsiyon + TMZ uygulandı. IR grubuna torsiyon oluşturulmadan önce 7 gün süreyle oral yolla serum fizyolojik, TMZ grubuna ise 5 mg/kg/gün dozunda trimetazidin verildi. MDA ve GPx değerleri spektrofotometrik yöntemle, apopitozis TUNEL yöntemi ile immunohistokimyasal olarak belirlendi. Sonuçlar SPSS programında one-way ANOVA posthoc Bonferroni testi ile analiz edildi. Bulgular: İskemi ve IR gruplarında bazal ve sham gruplarına göre MDA değerleri anlamlı olarak yüksek (sırasıyla 7,20±0,4, 7,71±0,1, 3,42±1,3, 3,35±1,2), GPx aktivitesi ise düşük (sırasıyla 2,90±0,4, 2,38±0,6, 4,99±0,3, 5,13±0,1 U/g-pr) bulundu. TMZ grubunda MDA, IR grubuna göre anlamlı olarak düşük (4,79±0,6; p=0,04), GPx aktivitesi İskemi ve IR grubuna göre yükselmiş olarak (5,43±0,6; sırasıyla p=0,018, p=0,003) bulundu. TUNEL-pozitif hücreler iskemi ve IR gruplarında artmış olarak gözlendi. TMZ uygulamasının apopitozisi anlamlı olarak azalttığı belirlendi. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları iskemi-reperfüzyon hasarına karşı trimetazidin uygulamasının koruyucu etki oluşturabileceğini göstermektedir. P-87 İSKEMİ-REPERFÜZYON İLE OLUŞTURULAN MİDE HASARINA OREXİN-A'NIN ETKİSİ N. İzgüt-Uysal, M. Bülbül, R. Tan, B. Gemici Akdeniz Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANTALYA, nimetu@akdeniz.edu.tr Amaç: Orexin-A lateral hipotalamus'tan salınan, besin tüketimi, uyku/uyanıklık, dikkat, öğrenme, mide-barsak motilitesi üzerine etkileri olan bir peptid olarak tanınmaktadır. OrexinA ve reseptörünün varlığı enterik sinir sisteminde, barsak mukozasında ve pankreasta da gösterilmiştir. Bu çalışma akut inflamasyon modeli olarak kullanılan iskemi-reperfüzyon sonucu oluşan mide hasarına orexin-A'nın etkisini araştırmak amacıyla planlandı. Materyal ve Metod: Çalışmamızda, sıçanlar; kontrol grubu, iskemi-reperfüzyon grubu, orexin-A infüzyonu yapılan grup, orexin-A infüzyonu yapılan iskemi-reperfüzyon grubu olmak üzere 4 gruba ayrılmıştır. İskemi-reperfüzyon uygulanan gruplarda, çöliak arter klempe edilerek 30 dakika iskemi ve klempin kaldırılması ile 60 dakika reperfüzyon yapılmıştır. Orexin-A ve iskemi reperfüzyon uygulanan grupta orexin-A (500 pmol/kg/dakika) iskeminin başlangıcından reperfüzyonun sonuna kadar 90 dakika süre ile femoral venden 1 ml/saat hızda infüze edilmiştir. Deney sonunda çıkartılan midelerde lezyon indeksi, mukus ve lipid peroksidasyon ürünlerinin miktarı belirlenmiştir. Bulgular: Sıçanlara uygulanan iskemi-reperfüzyon, midenin mukus miktarında azalma ve lipid peroksidasyon ürünlerinde artış ile birlikte lezyon oluşumuna neden olmuş, orexin infüzyonu midede mukus miktarını artırırken, lipid peroksidasyon ürünlerini ve buna bağlı olarak da lezyon oluşumunu azaltmıştır. Sonuç: Sonuç olarak; orexin-A'nın iskemi-reperfüzyona bağlı mide hasarını önleyici etkisi vardır. P-88 KRONİK ARALIKLI HİPOKSİNİN SOLUNUMSAL DÜZENLEME MEKANİZMALARI ÜZERİNE ETKİSİ N.Yelmen, İ. Güner, G.Şahin, T.Oruç İstanbul Üniversitesi , Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; İSTANBUL.; nermink@istanbul.edu.tr Amaç: İnsanlarda sağlık ve hastalık durumlarında Kronik Aralıklı Hipoksi (KAH) yaygın olmasına karşın , KAH'ın etkileri çok fazla bilinmemektedir. Bu konu ile ilgili çalışmalara son yıllarda başlanmıştır. Yapılan çalışmalarda uygulanan hipoksinin süresi ve siklus aralığı cevaplarda değişkenliğe neden olmaktadır. Bu nedenle çalışmamızda KAH'ın solunumsal düzenleme mekanizmaları üzerine etkisini araştırdık. Materyal ve Metod: Deneysel KAH oluşturmak için tavşanlar (n= 6) haftada 5gün, günde 5 saat, 5 hafta süre ile 410mmHg (% 11 )' ya ayarlanan düşük basınç kamarasında tutuldular. Hayvanların kamara öncesi ve sonrasında ağırlık, kan parametreleri ve kan gazları tayin edildi. Deneyler urethane (400 mg/kg) + chloralose (40 mg/kg) (i.v.) aneztezisi altında gerçekleştirildi. Deneylerde normoksi ve hipoksi ( % 8 O2- %92 N2 ) fazlarında soluk frekansı: f/dk, soluk hacmi: VT, solunum dakika hacmi: VE ve sistemik arteriyel kan basıncı: KB kaydedildi. Bulgular: KAH uygulaması tavşanlarda bazal seviyede vantilasyonda artmaya neden oldu. Bazal kan basıncı değerlerinde sonuçlar değişkenlik gösterdi. KAH sonrası akut hipoksiye cevaplara bakıldığında; f/dk, VT, VE değerlerinde (p<0.01, p< 0.001, p< 0.001) anlamlı artışların oluştuğu gözlendi. Ayrıca bu deney hayvanlarında erken hipoksik cevap (3-4 dk) sonrası gözlenen hipoksik depresyon yada apnö periyodu oluşmadı . KAH sonrası hipoksiye kan basıncı cevapları değişkendi. Sonuç: KAH, bazal vantilasyonda artışa neden olurken, hipoksiye karşı solunumsal cevapları arttırmıştır. Bulgularımız KAH'ın solunum faaliyeti üzerinde fasilitatör etkiye sahip olduğunu göstermektedir. P-89 SIÇANLARDA CİSPLATİNE BAĞLI BÖBREK VE KARACİĞER HASARINDA SİMVASTATİNİN KORUYUCU ROLÜ S.Ö.İşeri1, M.Yüksel2, F.Ercan3, N.Gedik4, İ. Alican1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Marmara Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksek Okulu, 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji & Embriyoloji AD ve 4 Kasımpaşa Askeri Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL; incialican@yahoo.com. Giriş ve Amaç: Cisplatin solid tümörlerin tedavisinde yaygın olarak kullanılan sitostatik ilaçların başında gelir. Ancak nefrotoksisite ve hepatotoksisite gelişimi kullanımını kısıtlamaktadır. Anti-hiperkolesterolemik statin grubu ilaçlar akut ve kronik inflamasyonda kolesterol üzerine etkilerinden bağımsız anti-inflamatuvar etkiler göstermektedir. Bu çalışmada, statin grubu ilaçlardan simvastatin'in cisplatine bağlı karaciğer ve böbrek hasarındaki etkilerini araştırmak amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara (200-250 g) tek doz intravenöz 2.5 mg/kg cisplatin verildi. Tedavi gruplarına cisplatin verilmesinin 3 gün öncesinden itibaren 5 gün süreyle simvastatin (SİM; 1 mg/kg/gün; subkutan) veya tuzlu su enjeksiyonu yapıldı. Kreatinin klirens hesaplanması için sıçanların 24 saatlik idrarları toplandı. Cisplatini takiben 5. günde dekapite edilen sıçanlarda serum AST, ALT, LDH, albumin, kreatinin, BUN ve total bilirubin ölçümleri yapıldı. Karaciğer ve böbrek örneklerinde mikroskopik hasar skorlaması, oksidan hasarın göstergesi malondialdehid (MDA), antioksidan glutatyon (GSH) düzeyleri, nötrofil birikimini gösteren yeloperoksidaz (MPO) aktivitesi, kollajen miktarı ve kemiluminisans ölçümleri yapıldı. İstatistiksel analizde tek yönlü varyans analizi (ANOVA) ve Tukey-Kramer çoklu karşılaştırma testi kullanıldı. Bulgular: Cisplatin, kontrole göre, karaciğerde MDA, MPO düzeylerini, kollajen miktarını ve kemiluminisans değerlerini artırırken (p<0.050.001), GSH'da azalmaya neden oldu (p<0.01). SİM tedavisi ile bu parametreler kontrol düzeylerine gerileme gösterdi (p<0.05p<0.001). Cisplatin böbrek MDA ve GSH düzeylerini kontrole göre değiştirmezken, diğer parametrelerde anlamlı artışlara neden oldu (p<0.05-0.001). Cisplatin serum AST, ALT, LDH, total bilirübin, kreatinin ve BUN değerlerini kontrole göre artırdı; serum albuminde ve kreatinin klirenste azalmaya yol açtı (p<0.001). SİM ile tüm bu parametreler kontrol düzeylerine geri döndü (p<0.05-p<0.001). Sonuç: SİM tedavisi cisplatin ile oluşturulan karaciğer ve böbrek hasarına karşı koruyucu etki göstermektedir. P-90 SIÇANLARDA DENEYSEL OVER İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINA DEKSPANTENOLÜN ETKİLERİ R.O. Ek1, T. Dost2, Ç. Yenisey3,Y. Yıldız1, H. Özkayran2, M. Birincioğlu2 1 ADÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji AD ADÜ Tıp Fakültesi Farmakoloji AD 3 ADÜ Tıp Fakültesi Biyokimya AD raufonur@yahoo.com 2 Giriş: Over torsiyonu adölesan kızlarda ve doğurganlık çağındaki kadınlarda görülen jinekolojik acil bir durumdur. Erken tanı ve girişim doğurganlığın korunması ve peritonit gelişiminin önlenmesi açısından önemlidir. Cerrahi girişim ile iskemik overin kanlanmasının yeniden sağlanması tercih edilen tedavi metotlarından biridir. İskemi ve reperfüzyon sonucu ortaya çıkan süperoksit anyonu, hidrojen peroksit ve hidroksil radikali gibi radikaller dokuda gelişen hasardan sorumludur. Oluşan hasarın önlenmesi için çok sayıda ajan denenmektedir. Amaç: Bu çalışmada iskemi ve reperfüzyon hasarına karşı, pantotenik asidin antioksidan sistem parametreleri üzerine etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: 40 adet dişi Wistar sıçan ; (I) sham (n=8), (II) iskemi (n=8), (III) iskemireperfüzyon (% 0.9 NaCl) (n=8), (IV) pantotenik asid (250mg/kg) (n=8) ve (V) pantotenik asid (500mg/kg) (n=8) olmak üzere beş gruba ayrıldı. İntraperitoneal olarak uygulanan Urethane (1.2gr/kg) anestezisinden sonra Sham grubu hariç dört gruba 3 saat süreyle sağ unilateral over iskemisi Clip Turcica yöntemi ile uygulandı. Tedaviler reperfüzyondan 15 dakika önce intraperitoneal olarak yapıldı. Reperfüzyon döneminde 3 saat süreyle dokunun yeniden kanlanması sağlandı ve bu süre sonunda overler myeloperoksidaz (MPO) ve katalaz düzeylerinin incelenmesi amacıyla çıkarıldı. Deney sonunda intrakardiyak kan alınarak sıçanlar sakrifiye edildi. Bulgular: MPO düzeyi iskemi-reperfüzyon grubunda pantotenik asit ile tedavi edilen gruplara göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01 ve p<0.01). Katalaz düzeylerinde iskemi-reperfüzyon grubu ile 250 mg/kg pantotenik asid ile tedavi edilen grup arasında farklılık saptanmazken; 500 mg/kg tedavi grubu ile anlamlı farklılık saptandı (p <0.05). Sonuç: Over torsiyonu sonrası gelişen iskemi ve reperfüzyon hasarının önlenmesinde pantotenik asidin 500 mg/kg dozdüzeyinde doku antioksidan sistem parametreleri üzerinde olumlu etkisi bulunmaktadır. P-91 SIÇAN OVER İSKEMİ-REPERFÜZYON MODELİNDE DİMETİLSÜLFOKSİTİN KORUYUCU ETKİSİ T. Dost1, R.O. Ek2, Ç. Yenisey3, H. Özkayran1, S. Kafkas4, M. Birincioğlu1 1 ADÜ Tıp Fakültesi Farmakoloji AD 2 ADÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji AD 3 ADÜ Tıp Fakültesi Biyokimya AD 4 ADÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum AD, Giriş ve Amaç: Over torsiyonu sık rastlanmayan fakat ciddi sonuçlara yol açabilen jinekolojik acil bir durumdur. Tanı ve tedavinin gecikmesi peritonit gelişimine ve steriliteye neden olmaktadır. İskemik dönemde ve cerrahi sonrası dokunun yeniden kanlanması sırasında ortaya çıkan süperoksit anyonu, hidrojen peroksit ve hidroksil radikali gibi maddeler hasardan sorumlu tutulmaktadır. Bu çalışmada, bazı çalışmalarda serbest radikal temizleyici özelliği olduğu bildirilen dimetil sülfoksitin (DMSO) over torsiyonu hasarında antioksidan sistem parametreleri üzerine olan etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda her grupta 8 adet olmak üzere toplam 40 adet Wistar dişi sıçan kullanıldı. Sıçanlar sham, iskemi, iskemi-reperfüzyon (%0.9 NaCl), 500mg/kg DMSO ve 2000mg/kg DMSO olmak üzere beş gruba ayrıldı. Sham grubu hariç dört gruba 3 saat süreyle sağ unilateral over iskemisi Clip Turcica yöntemi ile uygulandı. Tedaviler reperfüzyon döneminden 60 dakika önce intraperitoneal yolla uygulandı. Reperfüzyon döneminde over dokusunun 3 saat boyunca yeniden kanlanması sağlandı ve bu süre sonunda myeloperoksidaz (MPO) ve katalaz düzeylerinin incelenmesi amacıyla overler çıkarıldı. Bulgular: DMSO ile tedavi edilen gruplardaki MPO düzeyi iskemi-reperfüzyon grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde düşük saptanmıştır (p<0.01). 500mg/kg ve 2000mg/kg DMSO ile tedavi edilen gruplardaki katalaz düzeyleri iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01) Sonuç: Serbest radikal temizleyicisi olan DMSO over iskemi-reperfüzyonu sonrası gelişen hasarının önlenmesinde doku antioksidan sistem parametreleri üzerinde olumlu etkisi bulunmaktadır. P-92 MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN YAVRU SIÇAN BEYNİNDEKİ OKSİDATİF SÜREÇ VE APOPTOZİS ÜZERİNE ETKİLERİ Sema T. Köz, Mehmet Tuzcu, Ebru Ethem, Gıyasettin Baydaş Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ELAZI , Giriş ve Amaç: Maternal hiperhomosisteinemi’nin; preeklampsi, tromboembolik olaylar, tekrarlayan düşükler, abrubtio placenta, intrauterin fetal ölüm, intrauterin gelişme geriliği ve nöral tüp defektleri ile ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Bununla beraber, homosisteinin fetal beyin üzerindeki olumsuz etkilerinin mekanizmaları hakkındaki bilgiler ise sınırlıdır. Bu nedenle çalışmamızda maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçan beyninde oksidatif stres ve apoptozise etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmada Wistar cinsi erişkin dişi sıçanlar kullanılarak gebelik oluşturuldu. Gebe sıçanlar rastgele 2 gruba (n = 5 hayvan/grup) ayrıldı. 1. Grup: Kontrol grubu. 2. Grup: Homosistein grubu. Hiperhomosisteinemi, sıçanların gebeliği süresince, içme sularına 1g/kg vücut ağırlığında metionin konularak oluşturuldu. Gebeliğin sonunda anne sıçanların plasma homosistein seviyesi belirlendi. Doğumdan sonra her gruptan 25 yavru sıçan ayrılarak beyin dokuları çıkarıldı ve postnatal 1. gündeki apoptotik markırlar ve oksidatif stres analizi için -70ºC de saklandı. Yavru sıçanların beyinlerinin değişik subsellüler fraksiyonlarında (nükleer, sitozolik ve mitokondrial fraksiyon) lipid peroksidasyon düzeyi (LPO; malondialdehid + 4-hidroksialkenal olarak) tespit edildi. İlave olarak, apoptozisi değerlendirmek için, DNA fragmantasyonu, Bcl-2 protein düzeyleri ve p53 mRNA ekspresyonu çalışıldı. DNA fragmentasyonu agaroz jel elektroforeziyle incelendi. Subsellüler fraksiyonlardaki protein değişiklikleri immünblot yöntemi kullanılarak belirlendi. Beyin dokusunda p53 mRNA ekspresyonu semiquantatif RT-PCR la ölçüldü. Bulgular: Hiperhomosisteinemik annelerden doğan yavru sıçanların beyinlerinin subsellüler fraksiyonlarında LPO düzeyleri anlamlı olarak yüksek bulundu. Homosistein grubundaki yavru sıçan beyinlerinde, apoptozis göstergesi olan DNA fragmantasyonu saptandı; bununla birlikte anti-apoptotik Bcl-2 düzeylerinde ise azalma görüldü. Bunlara ek olarak, hiperhomosisteinemi grubunda serebral p53 mRNA ekspresyonunun kontrol grubuna göre yüksek olduğu görüldü. Sonuç: Bulgularımız hiperhomosisteinemik anne sıçanların yavrularının beyinlerinde oksidatif stresin arttığını göstermektedir. Ayrıca, bulgularımız artmış oksidatif stresin apoptozis ve hücre ölümüne yolaçtığını düşündürmektedir. Bu bulgular hiperhomosisteineminin kronik komplikasyonlarının ve fetal malformasyonların patogenezinin anlaşılmasına katkıda bulunabilir. P-93 KOBAYLARDA UYGULANAN DENEYSEL AKUT KOLESİSTİT MODELİNDE, GİNGKO BİLOBA VE DİKLOFENAK SODYUM UYGULAMASININ OKSİDATİF STRES ÜZERİNE ETKİSİ T.Göktaş1, S.Dinçer1, S.Göktaş2, Ç.Özer1 Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; Cumhuriyet Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi AD. Giriş ve Amaç: nsidansı son yıllarda artan akut akalküloz kolesistit (AAK),safra kesesinin taşsız, akut inflamasyonudur. Kobaylarda ana safra kanalı ligasyonu (ASKL), akut kolesititte gelişen olayların gözlemlenmesi için iyi bir modeldir. Bu çalışmada, ASKL yöntemi ile akut kolesistit oluşturulan kobaylarda, oksidatif stres’e etkisi olduğu düşünülen ginkgo biloba (EGb 761) ve diklofenak sodyum uygulamasının, karaciğer dokusu üzerindeki etkisini incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 24 adet 300±50 g’lık albino kobay kullanıldı. Denekler dört gruba ayrıldı. 1.grup; sham , 2.grup; ASKL ile akut kolesistit , 3.grup; ASKL ile akut kolesistit + EGb 761 (intraperitoneal 100 mg/kg, operasyon sırasında) , 4.grup; ASKL ile akut kolesistit + Diklofenak Sodyum grubu (intraperitoneal 2 mg/kg, operasyon sırasında) olarak belirlendi. Tüm gruplar 24 saat sonra feda edilerek karaciğer dokularında malondialdehit (MDA), glutatyon (GSH) ve total nitrik oksit (NOx) seviyelerine bakıldı. Sonuçlar, Mann Whitney U testleri ile karşılaştırıldı. P<0,05 değeri anlamlı kabul edildi. Bulgular: Sham grubu ile karşılaştırıldığıda kullanılan akut kolesistit modelinin MDA ve NOx üzerinde istatistiksel olarak anlamlı artışa neden olduğu görülmüştür (P<0,05). EGB 761 ve Diklofenak Sodyum uygulanması ise, akut kolesistit grubunda artmış olan MDA ve NOx düzeylerini anlamlı olarak azaltmıştır (P<0,05). Bu azaltma, Diklofenak sodyum uygulananlarda EGB 761 uygulanan gruba göre istatistiksel olarak daha anlamlı bulunmuştur. GSH düzeylerinde anlamlı bir sonuca ulaşılmamıştır. Sonuç: ASKL ile akut kolesistit oluşturulan kobaylarda oksidatif stresin arttığı, EGB 761 ve Diklofenak sodyum uygulamasının bu stresi azaltmada etkili olduğu bulunmuştur. P-94 SIÇAN BEYNİNDE HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI İLE ARTAN OKSİDATİF STRES PARAMETRELERİNİN FİZYOLOJİK DÜZEYLERİNE GERİLEME SÜRESİNİN İNCELENMESİ T. Topal1, M. Özler1, H. Ay2, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, H. Bilgiç1 1 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD ;ANKARA, Giriş ve Amaç: Klinik tedavideki önemi ve kullanımının yaygınlaşması nedeniyle birçok araştırmacı hiperbarik oksijen (HBO) toksisitesi ile ilgilenmektedir. Yüksek kan akımı ve oksijen tüketimi nedeniyle beyin dokusu HBO uygulamasından etkilenen başlıca organlardandır. Öyle ki, oksijen toksisitesine bağlı olarak ortaya çıkan epileptik nöbetlerden bu sırada artan nitrik oksit düzeylerinin sorumlu olduğu iddia edilmiştir. Literatürde bu etkinin nedenini ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar bulunmakla birlikte, ortaya çıkan kimyasal değişikliklerin ne kadar süre ile devam ettiği konusu henüz araştırılmamıştır. Çalışmamız bu konunun aydınlatılmasına yönelmiştir. 2 Materyal ve Metod: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan 5 gruba ayrıldı (Kontrol grubunda 9, diğer tüm gruplarda 10’ar adet sıçan olmak üzere). Kontrol grubu haricindeki tüm gruplara 120 dakika sürelik tek bir seansta ve 3 atmosfer basınçta saf oksijen uygulandı. Çalışma grupları HBO uygulaması sonrası beyin dokusunun çıkarılmasına kadar beklenen süreye göre belirlendi. Buna göre HBO sonrası 30, 60, 90 ve 120 dakika beklenen deney grupları oluşturuldu. Çıkarılan beyin dokusunun yalnızca korteks tabakası ayrılarak malondialdehit (MDA)(Ohkawa ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), süperoksit dismutaz (SOD)(Sun Y. ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), glutatyon peroksidaz (GPx)(Paglia ve Valentine’nin yöntemi kullanıldı) ve nitrit-nitrat (NOx)(Moshage ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı) düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel değerlendirmede tüm gruplar arasındaki farklılığı ortaya koymada Kruskal-Wallis, grupların ikişerli karşılaştırılmasında ise Mann-Whitney-U testi kullanıldı. Bulgular: MDA, SOD, GPx değerleri HBO uygulaması sonrasının 30 ve 60.dakikalarında, NOx düzeyleri ise yalnızca 30.dakikada kontrol grubuna göre anlamlı şekilde artmış bulundu (p<0,05). Her bir parametre için takip eden zaman dilimlerinde istatistiksel anlam kalmadığı gibi veriler kontrol grubundaki fizyolojik düzeyler seviyesine kadar gerilemiş bulundu. Sonuç: Beyin dokusunun HBO uygulamasından ciddi ölçüde etkilendiği ve buna oksidatif stres ile yanıt verdiği tartışmasızdır. Bununla birlikte ortaya çıkan kimyasal parametre değişikliklerinin HBO’e maruz kalmayı takiben 1 saatlik bir süre ile sınırlı kaldığı izlenmiştir. İleri araştırmalarda bu süre zarfında ortaya çıkabilecek ilave moleküler etkileşimlerin aydınlatılması önemli görülmektedir. P-95 SIÇANLARDA İNTESTİNAL İSKEMİ - REPERFUZYON HARABİYETİNE BAĞLI KONTRAKTİLİTE BOZUKLUĞUNDA ATORVASTATİN’İN KORUYUCU ETKİSİ V.H. Özaçmak1, H. Sayan1, A. İğdem2, A. Çetin2. 1 Karaelmas Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D., ZONGULDAK; Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Bölümü, İSTANBUL. 2 Giriş ve Amaç: 3-hidroksi-3-metilglutaril koenzim A(HMG-CoA) redüktaz inhibitörleri (statinler) nin pek çok dokuda iskemi reperfüzyon (I/R) harabiyetine karşı koruyucu etkileri üzerine sayısı giderek artan çalışmalar bulunmaktadır. Bu etkileri, kolesterolü azaltıcı etkilerinden bağımsızdır. Bu çalışmada, sıçan intestinal I/R modelinde atorvastatinin, kasılma yanıtı, oksidatif stres ve nötrofil birikimi üzerine olan etkileri değerlendirildi. Materyal ve Metod: Denekler, her biri 6 hayvan içeren 3 gruba ayrıldı: 1) Sham Kontrol, 2) I/R Kontrol ve 3) Atorvastatin + I/R. İntraperitoneal sodyum tiyopental (60 mg/kg) ile anestezi uygulandı. Süperiyor mezenter arterin 30 dk klemplenmesini takiben 3 saat reperfüzyon ile intestinal I/R sağlandı. Atorvastatin I/R öncesi 3 gün boyunca verildi (oral, 10 mg/kg). Reperfüzyon sonrası ileum örneklerinde malondialdehid (lipid peroksidasyon belirteci), indirgenmiş glutatyon (majör endojen antioksidan) ve miyeloperoksidaz (nötrofil birikim belirteci) düzeyleri ölçüldü. Organ banyosunda, örneklerin K+, P maddesi ve karbakol’ e olan kasılma yanıtları kümülatif doz-yanıt ilişkilerine göre elde edildi. Ayrıca örnekler histopatolojik olarak da incelendi. Bulgular ve Sonuç: K+’ a olan yanıt referans olmak üzere, İ/R, kasılma yanıtlarını anlamlı olarak azaltırken, tedavi grubu yanıtları istatistiksel olarak sham kontrol grubundakilerden ayırt edilemedi (P > 0.05). Sonuçlar, atorvastatin ön tedavisinin oksidatif stresi ve nötrofil birikimini anlamlı olarak (P < 0.05) azaltarak ve ayrıca indirgenmiş glutatyon düzeyinin kontrol seviyelerinde kalmasını sağlayarak (P > 0.05), I/R’un intestinal kasılma yanıtı üzerine olan olumsuz etkilerinden koruduğunu önermektedir. P-96 MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN NEDEN OLDUĞU GECİKEN BEYİN GELİŞİMİNE MELATONİNİN ETKİSİ. G. Baydas, S.T. Koz , M.Tuzcu Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ELAZIĞ; Giriş ve Amaç: Homosistein, methionin metabolizması esnasında oluşan ve tiyol grubu içeren bir amino asittir. Hiperhomosisteinemi vasküler işlev ve kan pıhtılaşmasına olan olumsuz etkilerinden dolayı hem kardiyovasküler hem de serebrovasküler risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Son zamanlarda klinik çalışmalar plazma homosistein miktarının yüksek olmasıyla bazı nörodejeneratif hastalıklar arasında ilişki olduğunu saptamıştır. Bu nedenle bu araştırmamızda, maternal hiperhomosisteineminin fetal beyin gelişimi üzerine olan olası etkilerine melatoninin koruyucu etkisini araştırmayı amaçladık. Çünkü melatonin nöroprotektif olarak etki gösterdiği ileri sürülmektedir. Materyal ve Metod: Gebe kalan sıçanlardan bir gruba içme sularına 1 g/kg dozunda günlük methionin verilirken diğer bir gruba methionine ilaveten 10 mg/kg dozunda melatonin verildi. Doğumdan sonra yavruların yarısı dekapite edilerek beyinleri alındı ve diğer yarısı da 75 günlük oluncaya kadar beslenmeleri sağlandı ve Morris Water Maze öğrenme testine tabi tutuldular. Daha sonra dekapite edilerek beyin dokuları alındı. Tüm beyin dokularında nöral hücre adhesion molekülleri (NCAM), astrosit olgunlaşma faktörü olan glial fibiriler asidik protein (GFAP) ve S100 B proteini western blot ile ölçüldü. Bulgular: Maternal hiperhomosisteinemi oluşturulan sıçan yavrularının beyin maturasyonunda gecikme olduğu saptandı ve melatoninin bunu kısmen önlediği gözlendi. Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçanlarda öğrenme performansını etkilediği ve melatoninin de buna karşı olumlu etkisi olduğu saptandı. Sonuç: Melatoninin yüksek konsantrasyondaki homosisteinin fetal gelişim üzerindeki bazı olumsuz etkilerini önlemede etkili olduğunu gözlemledik P-97 MİLLİ GÜREŞÇİLERDE VÜCUT YAĞ YÜZDESİ VE ANAEROBİK PERFORMANS İLİŞKİSİ S. A. Vardar, S. Tezel, L. Öztürk Trakya Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ED RNE; Amaç: Güreş sporu yoğun kas kuvveti ve dayanıklılık gerektirmektedir. Güreş sporcularının aynı zamanda vücut yağ yüzdesini ve kilolarını koruyabilmeleri de gerekmektedir. Bu çalışmada, Edirne ilindeki yıldız milli güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ile anaerobik performansın incelenmesinde kullanılan zirve güç, ortalama güç ve minimum güç değerleri arasındaki ilişki araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya milli takım sporcusu 10 kız (yaş, 15,8±1,4; BMI, 21,4±2,1), 10 erkek (yaş, 17,4±1,5; BMI, 24,7±5,1) güreşçi dahil edildi. Yaşları 18’den büyük olanların kendisinden, küçük olanların ise ebeveynlerinden yazılı bilgilendirilmiş onay alındı. Vücut yağ yüzdesi ve yağ kütlesi bioelektriksel impedans analizi ile (Tanita-TBF 300) belirlendi. Anaerobik performans (zirve güç, ortalama güç ve minimum güç) bisiklet ergometresinde (Monark 894-E) 30 sn Wingate testi ile ölçüldü. Zirve güç, ortalama güç ve minimum güç ölçümleri ile vücut yağ yüzdesi ve yağ kütlesi arasındaki ilişki Pearson korelasyon analizi ile incelendi. Bulgular: Vücut yağ yüzdesi (%14.9±6.7) ile zirve güç (7.5±1.3 w/kg) ve ortalama güç (5.5±1.0 w/kg) arasında yüksek düzeyde negatif ilişki saptandı (sırasıyla R= -0,741 p<0,01; R=-0,765 p<0,01). Yağ kütlesi ile zirve güç arasında orta düzeyde ilişki olmasına rağmen, istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı (R=-0,448 p>0,05). Yağ kütlesi ile ortalama güç arasında ise orta düzeyde ve anlamlı negatif ilişki bulundu (R=-0,495 p<0,05). Yağ yüzdesi ile minimum güç arasında, orta düzeyde ancak istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir ilişki saptandı (R=0,435 p>0,05). Sonuç: Genç güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ve yağ kütlesinin artışı ile anaerobik performansın azaldığı saptanmıştır. Yağ yüzdesinin, zirve güç ve ortalama güç değerleri ile ters yönde belirgin ilişkili olduğu görülmüştür. P-98 SIÇANLARDA FARKLI KOŞU HIZLARININ ERİTROSİT DEFORMABİLİTESİ VE AGREGASYONUNA ETKİLERİ A. Topçu, İ. Aksu, C.Ş. Bediz, O. Açıkgöz Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR. Giriş: İnsan ve hayvanlarda egzersiz hemoreolojik değişikliklere yol açmaktadır. Hemoreolojik bozulmalar küçük çaplı dolaşım alanlarında kan akımı bozuklukları oluşturmaktadır. Egzersiz ile tetiklenen hemoreolojik değişikliklerin özelliklerini tanımak, bu değişikliklere artırıcı veya azaltıcı yönde etkili başka etkenleri tanımlamak için hayvan deneyleri önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda hangi koşu hızlarında eritrosit deformabilitesinin ve agregasyonunun değiştiğini belirlemektir. Materyal ve Metod: Bu çalışmada 28 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır. Sıçanlara 5 gün koşu alıştırma protokolü uygulanmış, deneyler alıştırmadan 3 gün sonra yapılmıştır. Sıçanlar 4 gruba ayrılmış, 3 grup 10, 15 ve 20 m/dakika hızda küçük hayvan koşu bandında 1 saat süreyle koşmuşlardır. Kontrol grubu 1 saat süre ile koşu bandında bekletilmiştir. Akut egzersizler sonunda feda edilen sıçanların kanlarında LORCA yöntemi ile eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu incelenmiştir. Sonuçlar tek yönlü ANOVA ve sonrasında Tukey testi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: 10 ve 15 m/dakika hızlarda koşan sıçanların eritrosit deformabilite ve agregasyon özellikleri koşmayan sıçanlardan farklı bulunmamıştır. 20 m/dakika hızda koşan sıçanlarda eritrosit deformabilitesi hem yavaş kayma hızlarında, hem de yüksek kayma hızlarında anlamlı şekilde azalmıştır (P<0.05). Eritrosit agregasyonu yine 20 m/dakika hızda artmıştır (P<0.05). Sonuç: Düşük koşu hızlarında eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu değişmemektedir. 20 m/dakika koşu hızı bu sıçanlar için bir eşik hız olabilir. Önceki çalışmalarda egzersizde anaerobik eşik gibi bir hemoreolojik eşik olabileceği öne sürülmüştür. Sıçanlar için laktat eşiğinin 20 m/dakika koşu hızında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Egzersizde yükselen laktat ve serbest oksijen radikalleri eritrosit deformabilitesini ve agregasyonunu bozuyor olabilir. Bu bozulma laktat eşiği ile ilişkili olabilir. Sonraki çalışmalarda laktat düzeyleri de bakılarak laktat eşiği ile ilişkinin olup olmadığı araştırılacaktır. P-99 TAVŞANLARDA DAMARİÇİ OKSİTOSİN UYGULAMASININ QT, QTc DEĞERLERİ VE KALP ATIMI ÜZERİNE ETKİLERİ M. Uzun1, K. Yapar2, E. Uzlu3, M. Çitil3, H. M. Erdoğan3 Kafkas Üniversitesi, Veteriner Fakültesi 1Fizyoloji, 2Farmakoloji-Toksikoloji, 3İç Hastalıkları AD, KARS; Giriş ve Amaç: Bir çok ilaç QT aralığında uzamaya neden olur ve uzamış QT aralığı süresi ventriküllerin repolarizasyonunda gecikmenin bir göstergesi olarak kabul edilir. Bu gecikme kalbi ventriküler taşikardilere kadar ilerleyebilen aritmilere duyarlı hale getirebilir. Oksitosin hekimlikte farklı amaçlarla kullanılan bir farmakolojik ajan olmasına rağmen ventriküler depolarizasyon ve repolarizasyon üzerine etkisi bilinmemektedir. Bu nedenle araştırmamızda damar içi oksitosin uygulanan uyanık tavşanlarda kalp atım sayısı ve QT, QTc ve RR değerlerindeki değişimlerin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada 6-8 aylık Yeni Zelanda ırkı tavşanlardan her grupta 6 tavşan olacak şekilde dişi ve erkekler için 3’er farklı grup oluşturuldu. Gruplara her bir tavşan için 0,75, 1,5 ve 3,0 U damariçi oksitosin enjeksiyonu yapıldı. Enjeksiyon öncesi ve takiben 2., 4., 6., 8., 10., 15 ve 20. dakikalarda hayvanların standart bipolar ve artırılmış unipolar ekstremite derivasyonları kaydedildi. Enjeksiyon ve EKG alınımı öncesi ve süresince herhangi bir sedatif veya anestezik madde kullanılmadı. Elde dilen EKG’lerden QT, RR ve kalp atım sayıları hesaplandı. QTc değerleri Bazett (QTcB), Fridericia (QTcF) ve Carlsson (QTcC)’ un formülleri kullanılarak belirlendi. Dakikalar arasındaki farklar vQTcB, QTcF ve QTcC P-100 LEVAMİZOL UYGULANAN TAVŞANLARDA QT ve QTc ARALIĞINDAKİ UZAMALAR İLE BRADİKARDİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ E. Uzlu1, M.Uzun 2, K. Yapar3, M. Çitil1, H.M.Erdoğan1 Kafkas Üniversitesi, Veteriner Fakültesi 1İç Hastalıkları, 2Fizyoloji, 3FarmakolojiToksikoloji, AD, KARS; Amaç: QT ve QTc aralığı süresi değeri kalp üzerinde toksik etkileri olabilen non-kardiak ilaçların proaritmik etkilerini belirlemede yaygın olarak kullanılmaktadır. Levamizol hekimlikte çeşitli hastalıklarda kullanılan bir ilaç olmasına rağmen QT ve QTc değerleri üzerine etkisi sadece anestezi altındaki rat ve tavşanlarda belirlenmiştir. Anestezik maddeler de kalbi etkileyebileceğinden dolayı bu araştırmada levamizol enjekte edilmiş uyanık tavşanlarda QT, QTc ve kalp atım sayısı değerlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada yaklaşık 1 yaşlı Yeni Zelanda ırkı tavşanlardan her grupta 6 tavşan olacak şekilde dişi ve erkeklerden 2 grup oluşturuldu ve 1. gruba 2,5 mg/kg, 2. gruba 5 mg/kg dozda levamizol intravenöz yolla enjekte edildi. Enjeksiyon öncesi ve takiben 2., 4., 6., 8., 10., 15 ve 20. dakikalarda hayvanların standart bipolar ve artırılmış unipolar ekstremite derivasyonları kaydedildi. Enjeksiyon ve EKG alınımı öncesi ve süresince herhangi bir sedatif veya anestezik kullanılmadı. Elde dilen EKG’lerden QT, RR ve kalp atım sayıları hesaplandı. QTc değerleri Bazett (QTcB), Fridericia (QTcF) ve Carlsson (QTcC)’un formülleri kullanılarak belirlendi. Dakikalar arasındaki farklar vQTcB, QTcFQTcC P-101 AKUT EGZERSİZİN FARKLI TİPTEKİ İSKELET KASLARINDA HIF-1α VE VEGF ÜZERİNE ETKİLERİ D. Tekin1, H. Fıçıcılar1, A.D. Dursun1, F. Arı2, O. Öztürk2, Z. Telatar2 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Elektronik Mühendisliği Bölümü, ANKARA 2 Amaç: Sunulan çalışmada akut egzersizin çeşitli iskelet kaslarında HIF-1α ve VEGF ekspresyonu üzerine etkisini incelemek, ve bu dokulardaki ekspresyonları birbirleri ile karşılaştırmak amaçlanmıştır. Deney Hayvanları: Erişkin, erkek Sprague-Dawley sıçanlar akut egzersiz (n=8) ve kontrol (n=6) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Ortalama ağırlıkları 233,9 ± 24,8 gramdır. Materyal ve Metod: Akut egzersiz grubundaki sıçanlar motorize koşu bandında 20m/dk hızda, 1 saat koşturulmuştur. Kontrol grubundakiler ise koşu bandında aynı süre bekletilmiştir. Daha sonra her iki gruptan gastroknemius, soleus ve plantaris kas örnekleri toplanmış, bu örneklerde HIF-1α, VEGF ve GAPDH (kontrol geni) mRNA ekspresyonları RT-PCR ve agaroz jel elektroforezi ile incelenmiştir. Bulgular: Akut egzersiz grubunun her üç iskelet kasındaki VEGF ve HIF-1α ekspresyonlarının GAPDH ekspresyonuna oranları kontrol grubundakilere göre farklı bulunmamıştır. Kontrol ve egzersiz gruplarının toplamı ile oluşturulan grupta, soleus kasının (S), plantaris (P) ve gastrokinemius kaslarına (G) göre daha fazla HIF-1α (S:1,19±0,1, P:0,34±0,05, G:0,34±0,04) ve VEGF (VEGF164- S:0,85±0,1 P:0,55±0,1 G:0,3±0,03; VEGF188S:0,52±0,1 P:0,4±0,05 G:0,28±0,03) mRNA içerdiği bulunmuştur. Sonuç: Uygulanan egzersizin süresi ve şiddeti dokuda lokal oksijen basıncını yeterince düşürememiş, HIF-1α ve VEGF mRNA’sını aktive etmeye yeterli olamamıştır. Farklı egzersiz şiddeti ve sürelerinin uygulandığı ek çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Öte yandan soleus kasının hipoksiye duyarlı faktörleri daha fazla içermesi, yavaş oksidatif liflerden zengin olması ve oksijen ihtiyacının daha fazla olması ile ilişkili olabilir. P-102 EKZENTRİK EGZERSİZİN NÖTROFİL FONKSİYONLARI ÜZERİNE ETKİSİ S.Harbili¹, E. Gencer², G. Ersöz², H.A. Demirel¹ ¹Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu ²Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Amaç: Ekzentrik egzersiz, kuvvet kaybı ve ağrı ile karakterize iskelet kası hasarına yol açmaktadır. Hasardan, mekanik ve metabolik strese bağlı gelişen akut inflamatuvar yanıt sorumlu tutulmakla beraber egzersize bağlı inflamatuvar yanıt gelişimindeki süreçler açık değildir. Bu çalışma, ekzentrik egzersize bağlı kas hasarında nötrofiller ve nötrofil kaynaklı serbest radikallerin rolünün araştırılması amacıyla gerçekleştirilmiştir. Materyal ve Metod: Çalışmaya son 6 ay içinde hiç bir kuvvet egzersizi yapmamış olan 12 sağlıklı sedanter erkek denek (yaş ortalaması, 23.00 2.21) gönüllü olarak katılmışlardır. Egzersiz, Cybex-Norm (CSMI,U.S.A) izokinetik dinamometresinde 8x10 tekrarlı ve setler arasında birer dakika dinlenme aralığı verilerek gerçekleştirilmiştir. Kısaca, denekler 60 derece/saniye hızla yer çekimi yönüne ilerleyen kuvvet koluna maksimum seviyede karşı koymuşlar ve bu hareketi diz eklemi 180 derecelik bir açıdan 90 derecelik fleksiyona gelene kadar sürdürmüşlerdir. Deneklerden, egzersiz öncesinde, egzersizden hemen sonra ve egzersiz takip eden 3. ve 24. saatlerde venöz kan örnekleri alınarak N-formyl-L-methionyl-L-leucyl-Lphenylalanine (fMLP) ile uyarılan nötrofil süperoksit anyonu oluşumu ölçülmüştür. Ölçümlerde lüminol bağımlı kemiluminesan tekniği kullanılmıştır. Bulgular: fMLP ile uyarılan nötrofil kemiluminesansı egzersizin hemen sonrasında artmış (p<0.01), egzersizi takip eden 3 ve 24. saatlerde ise dinlenim düzeylerine dönmüştür. Sonuç: Nötrofil kemiluminesansı, membran bağımlı NADPH oksidaz ve granül kökenli miyeloperoksidaz aktivitesi ile süperoksit anyonu oluşumuna bağlı olduğundan, bu çalışmada nötrofil kemiluminesansında egzersizin hemen sonrasında saptanmış olan artış, ekzentrik egzersizin nötrofil duyarlığını artırdığını ve nötrofillerin serbest oksijen radikali kaynağı olarak kas hasarında etkili olabileceğini göstermiştir. P-103 EGZERSİZ YAPAN YAŞLI BİREYLERDE ALTI AYLIK E VİTAMİNİ KULLANIMININ FİZİKSEL VE BİLİŞSEL PERFORMANSA ETKİSİ F Toraman 1, Ö Nalbant 1, Ö Özdemir 1, H Aydın 2, C Kaçar 3, G Özkaya 1. 1 Akdeniz Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı 3 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı 2 Giriş ve Amaç: Fiziksel egzersizin,bilişsel işleve etkili olduğu ve antioksidanların bilişsel işlevdeki azalmaya karşı koruyucu rolü olduğu öne sürülmektedir. Bu çalışmada, 60-86 yaş arasındaki bireylerde, 6 ay süreli aerobik egzersiz ve E vitamini kullanımının, bilişsel performans üzerine etkisi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya, huzurevinde yaşayan 57 birey katılmıştır. Bireyler rasgele, kontrol (K), egzersiz (E), E-vitamini alan kontrol (EK) ve E vitamini alan egzersiz (EE) grubu olarak ayrılmıştır. Antrenman programı 3 gün/hafta sıklıkta, % 70 kalp atım sayısı yoğunluğunda, 6 ay süresince yürüme ve esneklik egzersizlerinden oluşmuştur. Birim süre ilk iki hafta 20 dakika olarak belirlenmiş,sonra sekizinci haftaya kadar 5 dak/hafta arttırılmıştır. EK ve EE grupları, 6 ay süresince 1000 IU/gün E vitamini (PO) almışlardır. Araştırmanın başlangıcında ve sonunda, beden kütle indeksi (BKİ), fiziksel performans testleri, serum E vitamini ve total antioksidan kapasite (TAK) tayini yapılmış, P3 latans ve amplitüd değerleri incelenmiştir. Gruplar arası karşılaştırma, tek yönlü varyans analizi, post hoc Tukey testi ile değerlendirilmiştir. Sonuçlar ± SD olarak sunulmuş, p<0.05’in altındaki değerler istatistiksel olarak önemli kabul edilmiştir. Bulgular: Antrenmana bağlı BKİ’ndeki azalma miktarı EE grubunda, EK ve K gruplarından daha fazla bulunmuştur (p<0.05). 6 dakika yürüme mesafesi EE ve E gruplarında, EK grubundan, otur-kalk ve sırt kaşı test puanlarındaki artış ve 8-ft kalk yürü test puanındaki azalmanın EE ve E gruplarında, EK ve K gruplarından, otur eriş testindeki artışın EE grubunda, EK ve K grubundan daha fazla olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Antrenman, E ve EE gruplarında P3 latansını kısaltmıştır (p<0.05). Sonuç: Yaşlı bireylerde fiziksel egzersize ek olarak verilen E vitamini, egzersizin yol açtığı fiziksel ve bilişsel fonksiyon artışına ek yarar getirmemiştir. P-104 EGZERSİZ PROTEİNÜRİSİ OLUŞUMUNDA NADPH OKSİDAZ ENZİMİNİN ROLÜ G. Koçer, F. Gündüz, Ü.K. Şentürk Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D. ANTALYA, Giriş: Egzersiz sırasında artan oksijen tüketimi, serbest oksijen radikallerinin üretimini de arttırmakta ve aralarında egzersiz proteinürisinin de yer aldığı bazı istenmeyen etkilere neden olabilmektedir. Daha önceki çalışmalarımızda, egzersiz proteinürisinin oluşumunda oksidan stresin de etkisinin olduğunu gösterdik. Egzersiz sırasında oksidan stres çeşitli mekanizmalardan kaynaklanmaktadır. Bunlardan biri olan NADPH oksidaz enziminin egzersiz proteinüri oluşumuna katkısını bu çalışma ile incelemeyi hedefledik. Materyal ve Metod: Çalışmamızı Kontrol (K), Egzersiz (E), İnhibitör Kontrol (İ) ve İnhibitör Egzersiz (E-İ) olmak üzere 4 grupta planladık. Çalışmamızda toplam 34 Wistar albino sıçan kullanıldı. NADPH oksidaz inhibitörü olan diphenyleneiodonium chloride (DPI,1,6mg.kg1 .gün-1) 4 gün süreyle sıçanlara kuyruktan intravenöz verilmesini takiben, sıçanlara koşu bandında tüketici egzersiz yaptırıldı. Egzersiz süresince hız ve eğim zamana bağlı olarak arttırıldı. Egzersizden sonra hayvanlar, 24 saatlik idrarlarının toplanması için metabolik kafeslere alındı. 24 saatin sonrasında, toplanan idrarın yanında kan örnekleri ve böbrek dokusu da alındı. NADPH. Oksidaz aktivitesini değerlendirmek için lökosit aktivasyonu, böbrek ve lökosit NADPH oksidaz aktivitesi oluşan oksidan stresi değerlendirmek için böbrek dokusunda TBARS ve protein karbonilasyonu, proteinüriyi değerlendirmek için de idrar total protein ve mikroalbumin düzeyi ölçüldü. Bulgular: Egzersize bağlı artan lökosit aktivasyonu, böbrek ve NADPH oksidaz aktivitesi inhibitör alımıyla E-İ grubunda önlendi. Benzer yanıt oksidan stres parametrelerinde de gözlendi. Kontrole göre egzersiz grubunda artan böbrek TBARS ve protein karbonilasyonu inhibitör alımıyla E-İ grubunda artmadı. İdrar total protein ve mikroalbumin düzeyleri de egzersiz sonucu artış gösterirken, inhibitör alımından sonra egzersiz yaptırılan E-İ grubunda artış göstermedi. Sonuç: Sonuçlarımız, egzersiz sırasında aktivitesi artarak oksidan stres yaratan NADPH oksidaz enziminin, egzersiz proteinürisinin oluşumunda katkısının olduğunu göstermektedir. P-105 DÜZENLİ EGZERSİZİN SIÇAN BEYNİNDE OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE ÜZERİNE ETKİLERİ İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR Giriş: Egzersizin pek çok sistem üzerine olumlu etkileri bilinmektedir. Düzenli egzersiz antioksidan savunmayı güçlendirmektedir. Bu çalışmada, farklı şiddetlerde yapılan düzenli koşu bandı egzersizinin; glukokortikoidlerin etkilerinin yoğun olarak gözlendiği hipokampus, dopaminerjik nöronların sonlanma bölgeleri olan prefrontal korteks ve striatumda oksidanantioksidan denge üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 40 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır. 10 m/dakika, 15 m/dakika, 20m/dakika hızda günde 1 saat, haftada 5 gün ve toplam 8 hafta süreyle koşu bandı egzersizi yaptırılmıştır. Ellenmemiş sıçanlardan oluşan kontrol grubu ve koşu bandına koyulup egzersiz yapmayan sıçanlardan oluşan ellenmiş kontrol grubu kullanılmıştır. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum bölgeleri çıkarılarak süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, nitrit-nitrat ve tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin (TBARS) değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non parametrik Kruskal-Wallis tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Ellenmemiş kontrol grubuna göre hem 10 m/dakika hem de 15 m/dakika hızla koşan sıçan gruplarında süperoksit dismutaz enzim aktivitesi hipokampusta anlamlı olarak düşük bulunmuştur (p<0,005). Ellenmiş kontrol grubunda glutatyon peroksidaz enzim aktivitesi prefrontal kortekste ellenmemiş kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksektir (p<0,005). Her üç beyin bölgesinde de nitrit-nitrat ve TBARS değerleri istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Sonuç: Ilımlı hızlarda yapılan egzersiz sonrasında hipokampusta süperoksit dismutaz enzim aktivitesinin düşmüş olması egzersizin hipokampus üzerine olumlu bir etkisi olarak yorumlanabilir. Düzenli ılımlı egzersiz glukokortikoit düzeylerini bazal seviyenin altına indirmektedir. Kortikosterondaki azalma hipokampusta glutamatı da azaltmaktadır. Glutamata bağlı süperoksit oluşumundaki azalma süperoksit dismutaz enzim aktivitesinde azalmayı açıklayabilmektedir. Ellenmiş kontrol grubunda glutatyon peroksidaz enzim aktivitesinin yükselmesi hafif şiddetlerde stresin prefrontal kortekste dopamin metabolizmasını artırarak glutatyon peroksidaz enzim aktivitesini artırmasına bağlanabilir. Düzenli egzersizin incelenen beyin bölgelerinde oksidan strese neden olmadığı gösterilmiştir. P-106 AKUT TÜKETİCİ EGZERSİZ SIÇAN HİPOKAMPUS, PREFRONTAL KORTEKS VE STRİATUMUNDA LİPİT PEROKSİDASYON DÜZEYLERİNİ VE ANTİOKSİDAN ENZİM AKTİVİTELERİNİ ETKİLEMEZ O. Açıkgöz, İ. Aksu, A. Topçu, B. M. Kayatekin Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR. Amaç: Düzenli ılımlı fiziksel egzersizin beyin üzerine olumlu etkileri gösterilmiştir. Tüketici egzersizin iskelet kası ve kalp kasında reaktif oksijen türlerinin oluşumunu artırarak kas hasarına neden olduğu bilinmektedir. Tüketici egzersizin beyinde oksidan stres oluşturup oluşturmadığını inceleyen çalışmalar oldukça az ve bulgular da çelişkilidir. Bu çalışmanın amacı tüketici egzersizin hipokampus, prefrontal korteks ve striatumda lipit peroksidasyonunun belirleyicisi olan tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelere ve antioksidan enzimlerden süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktivitelerine etkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 49 adet, 24 haftalık erkek Wistar Albino sıçan kullanılmıştır. Kontrol grubu dışındaki tüm sıçanlara 5 gün süresince koşmaya alıştırma egzersizi yaptırılmıştır. 25 m/dakika hızda 5 eğimde tükeninceye kadar akut koşu bandı egzersizi yaptırılmıştır. Tüketici egzersizin hemen sonrasında (0. dakika), 3, 6, 12 ,24 ve 48 saat sonra sıçanların yaşamına son verilmiştir. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum bölgeleri çıkarılarak süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri ve tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non parametrik Kruskal-Wallis tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Tüketici egzersiz ile süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri ve tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin değerleri her üç beyin bölgesinde de egzersiz bitiminden sonra 0. dakika ve 3, 6, 12, 24, 48. saatlerde değişmemiştir. Sonuç: Tüketici egzersiz sonrasında farklı sürelerde hipokampus, prefrontal korteks ve striatumda süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri değişmemiştir. Tüketici egzersiz beyinde lipit perokdidasyonuna yol açmamaktadır. P107 AKUT EGZERSİZİN SIÇAN BEYNİNDE OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE ÜZERİNE ETKİLERİ İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR. Amaç: Antrene olmayan kişilerde akut egzersiz çeşitli dokularda oksidan ve antioksidan düzeyleri arasında dengesizlik yaratarak oksidan stres oluşturmaktadır. Bu çalışmada, farklı şiddetlerde yapılan akut koşu bandı egzersizinin; glukokortikoidlerin etkilerinin yoğun olarak gözlendiği hipokampus, dopaminerjik nöronların sonlanma bölgeleri olan prefrontal korteks ve striatumda oksidan-antioksidan denge üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 48 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır. 10 m/dakika, 15 m/dakika, 20m/dakika hızda 1 saat ve 25 m/dakika 5 eğimde tükeninceye kadar akut koşu bandı egzersizi yaptırılmıştır. Ellenmemiş sıçanlardan oluşan kontrol grubu ve koşu bandına koyulup egzersiz yapmayan sıçanlardan oluşan egzersiz kontrol grubu kullanılmıştır. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum bölgeleri çıkarılarak süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, nitrit-nitrat ve tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non parametrik Kruskal-Wallis tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Akut egzersizle glutatyon peroksidaz, tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddeler ve nitrit-nitrat değerleri her üç beyin bölgesinde de değişmemiştir. Striatum bölgesinde süperoksit dismutaz enzim aktivitesi 20 m/dakika koşu grubunda kontrole göre anlamlı olarak artmış bulunmuştur (p< 0,003) Tartışma: Yüksek şiddette yapılan koşma egzersizinin striatum bölgesinde süperoksit dismutaz enzim aktivitesinde artışa yol açması; striatumun motor aktivitenin kontrolünde görevli bir bölge olmasına ve egzersizle aktivitesinin artışına bağlanabilir. Ayrıca striatumda egzersiz sırasında artan kateşolaminlerin otooksidasyonu süperoksit radikali oluşumuna neden olabilir. Hiçbir egzersiz grubunda lipit peroksidasyonu bulgusu olan TBARS değerlerinde artış saptanmamıştır. Bu da artan hidrojen peroksitin zarar vermeden enzimatik ve enzimatik olmayan antioksidan savunma sistemleri tarafından ortamdan uzaklaştırıldığının kanıtıdır. Farklı şiddetlerde yapılan akut koşu bandı egzersizi incelenen beyin bölgelerinde oksidan strese neden olmamaktadır. P-108 YAŞLILIK, KRONİK EGZERSİZ, FİZYOLOJİK VE KOGNİTİF SİSTEMLER N. Kutlu1, G. Büyükyazı2, G. Karadeniz3, D. Selçuki4 1 Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji A.D. 2BESYO, 3Hemşirelik Yüksekokulu Dahiliye A.D, 4Tıp Fakültesi, Nöroloji A.D. MANİSA, Amaç: Bu çalışmada, kronik egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı erkeklerde oksijen kullanım kapasitesi ile mental reaksiyon zamanı ve P300 verileri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya düzenli egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı master erkek atletler (n=11+12) ile sedanter yaşam sürdüren kontrol grupları (n=11+12) olmak üzere dört grup alındı. Katılımcıların maksimal oksijen kullanım kapasiteleri ‘Astrand testi’ ile belirlendi. Katılımcıların, mental reaksiyon zaman test verileri ve P300 değerleri sabah aynı saatte ve aynı test ortamında alındı. Tüm katılımcıların nörolojik ve fizik muayeneleri yapıldı. Bulgular: Maksimal oksijen kullanım kapasiteleri master yaşlılarda 31.4±5.9ml/dk/kg, orta yaşlı grubunda 38.3±4.2ml/dk/kg, sedanter yaşlılarda 18.8±5.0ml/dk/kg ve sedanter orta yaş grubunda ise 23.3±3.5ml/dk/kg olarak saptandı. Reaksiyon zamanı master yaşlılarda 105.5±2.3sn, orta yaşlılarda 107±3.3sn, sedanter yaşlılarda 148.27±39.30 sn, sedanter orta yaşlılarda 125±5.7sn olarak saptandı. İstatistiksel analizlerde gruplar arasındaki fark anlamlıydı. Ancak kronik antremanlı master yaşlı ve orta yaşlılarda, mental reaksiyon zaman değerlerinde istatiksel olarak fark yoktu. Yaşlılarda P300 latansı, masterlerde 330.30±3.5msn; sedanterlerde 345.58±22.73msn olarak saptandı.(p=0.433) P300 amplitüdü ise sırasıyla 12.42 ±9.74 mV ve 10.86 ±5.30 mV idi.Veriler arasında anlamlı fark bulundu (p=0.05). Sonuç: Bu çalışmada, uzun süreli aerobik egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı erkeklerde, maksimal oksijen kapasiteleri ve mental reaksiyon zamanında anlamlı yükselme saptandı. P300 latans’da azalma ve amplitüdlerinde artma sınırda dahi olsa etkileme meyilinde olabileceği sonucuna varıldı. Kronik egzersiz yapan gurupta algılama yeteneğinin yaşlanmaya bağlı olarak değişmediği; oksijen kapasitesindeki azalmanın ise, kontrol grubuna göre daha az olduğu saptandı. Kronik egzersizin Fizyolojik yaşlanmayı yavaşlatabileceği olasılığını söyleyebiliriz. P-109 FUTBOL MÜSABAKALARININ FUTBOLCULARDA LİPİD PEROKSİDASYONU VE ANTİOKSİDAN DURUMA ETKİLERİ N. Öztaşan, Y. Ocak, İ. Küçükkurt, L. Akgün, A. Eryavuz Afyon Kocatepe Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR; Giriş ve Amaç: Futbol karşılaşmaları, futbolcuların yoğun fiziksel performans harcadıkları ve strese maruz kaldıkları sportif aktivitelerdendir. Bu aktivite esnasında; sporcuların enerji ihtiyacı ve oksijen tüketimleri artmakta ve buna bağlı olarak lipid peroksidasyonuna yol açan reaktif oksijen türlerinde artışa neden olmaktadır. Bu çalışmada, futbolculardan alınan kanda malondialdehit (MDA), total antioksidan kapasite (TAK) seviyesi ve bazı biyokimyasal parametreler ölçülerek, müsabaka ve egzersizin oksidatif strese etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışma, herhangi bir klinik şikayeti ve bulgusu olmayan, en az 4 yıldır düzenli futbol oynayan 17 gönüllü erkek sporcu ile gerçekleştirildi. AKÜ tarafından düzenlenen ödüllü bir müsabakanın final maçı öncesi ve sonrasında katılımcılardan kan alındı. Alınan kan örneklerinde; MDA, TAK, methemoglobin, glikoz, kolesterol, nitrik oksit (NO), trigliserid, ve üre düzeyleri spektrofotometrik metotlarla belirlendi. Araştırmada elde edilen verilerin istatistiksel analizi SPSS bilgisayar programında Paired t testi kullanılarak yapıldı. Bulgular: Araştırmada, futbolculardan müsabaka sonrası alınan kan örneklerinde müsabaka öncesi alınanlara göre MDA ve glikoz düzeylerinin yükseldiği (P<0.05), trigliserid düzeylerinin azaldığı ve total antioksidan kapasite, NO, üre ve methemoglobin düzeylerinin değişmediği tespit edildi. Sonuç: Bu çalışma; futbol müsabakalarının futbolcularda kan lipid peroksidasyonunu artırdığını, buna karşın total antioksidan kapasiteyi etkilemediğini ortaya koymaktadır. P-110 EGZERSİZİN LEPTİN DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ N. Dursun1, L. Ogan Keçetepen2 1 Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi Fizyoloji AD;KAYSERİ.; Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ens., Fizyoloji AD; KAYSERİ.; 2 Giriş ve Amaç: Obezite ve obezite ilişkili hastalıklar ile leptin hormonu arasında önemli bir ilişkinin olduğu yapılan araştırmalar ile belirlenmiştir. Obeziteyi düzeltici faktörlerden birisi düzenli yapılan egzersizlerdir. Egzersiz, leptin hormonu yapımını ve salgılanmasını etkileyerek obezite yada obezite ilişkili hastalıklardaki iyileştirici etkisini oluşturabilir. Sunulan bu çalışma düzenli spor yapmanın yada kısa süreli egzersizin, serum leptin düzeylerine etkisi, serum leptin düzeyleri ile arteryal kan basıncı (sistolik, diyastolik basınç), nabız, plazma nitrik oksit düzeyleri ve solunum parametreleri arasındaki ilişkinin araştırılmasını amaçlamıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada dört grup çalışılmıştır. Grupları sırası ile 1. düzenli spor yapan 15 kız, 2. düzenli spor yapan 15 erkek, 3. spor yapmayan 15 kız, 4. spor yapmayan 15 erkek şeklinde oluşmaktadır. Serum leptin düzeyleri, kan basınçları ve plazma nitrik oksit konsantrasyonları dört grupta da egzersiz öncesi, sonrası ve egzersizden yarım saat sonrası belirlenmiştir. Solunum parametreleri, gönüllü öğrenciler egzersiz yaparlarken belirlenmiştir. Bulgular: Egzersiz öncesi, egzersizden hemen sonra, egzersizden yarım saat sonra; kız ve erkek öğrencilerin serum leptin düzeyleri ve serum leptin düzeyleri/vücut kitle indeksi oranları için istatiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır. Kız ve erkek öğrencilerin serum leptin düzeyleri düzenli spor yapıp- yapmamayla ilişkili olarak istatistiksel açıdan anlamlı farklılık göstermiştir. Serum leptin düzeyleri/vücut kitle indeksi oranları için düzenli spor yapan ve hiç spor yapmayan kızlar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Egzersiz öncesi dört grubun toplamında serum leptin düzeyi- boy (r=0.259, p<0.001), serum leptin düzeyi-nabız (r=0.006, p<0.05) parametreleri arasında ilişki bulunmuştur. Egzersizden hemen sonra dört grubun toplamında serum leptin düzeyi – maksimum oksijen tüketimi (r=0.059, p<0.04) serum leptin düzeyi-oksijen tüketimi (r=0.058, p<0.04), serum leptin düzeyi-DB (r=0.075, p<0.02) parametreleri arasında ilişki bulunmuştur. Sonuç: Spor yapma serum leptin düzeylerini azaltmaktadır. Sonuç olarak eptin hormonunun, vücut sistemlerinin egzersize uyumunu sağlamada aracı bir göreve sahip olabileceği düşünülmüştür. P-111 SPORCULARDA GLİSEROL TAKVİYESİNİN SERUM KORTİZOL DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ O. Çakmakçı1, T. Keçeci2, S. Patlar1 1 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA. Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA. 2 Amaç: Bu araştırma sporcularda oral gliserol uygulamasının serum kortizol düzeylerini nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Materyal ve Metod: Araştırma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan S.Ü. Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda okuyan 20 sağlıklı erkek sporcu üzerinde gerçekleştirildi. Denekler: egzersiz grubu (E), gliserol takviyeli egzersiz grubu (GE) şeklinde iki gruba ayrıldı. Her iki gruptaki deneklere 20 gün süresince 20m mekik koşu testi uygulandı. GE grubuna dahil olan deneklere 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol uygulaması yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20 günlük gliserol takviyesinden sonra tüm gruplardan ikinci kan örnekleri alındı. 20. gün sonunda tüm gruplara belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde serum kortizol düzeyleri tayin (ELZ) edildi. Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı.Gruplar arasındaki farklılıkların önem kontrolünde Normal ‘t’ testi kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı (Özdamar 1997). Bulgular: E grubunun istirahat ve takviye sonrası değerleri benzer bulunurken egzersiz sonrası değer, istrahat ve takviye sonrası değerlere göre anlamlı (p<0.05) derecede yüksektir. Egzersizden 2 saat sonraki değer ile egzersizden hemen sonraki değerde farklılık yoktur. Egzersizden 2 saat sonra ve egzersizden 24 saat sonraki düzeyler benzer, egzersizden 24 saat sonraki değeri egzersiz sonrası değerden anlamlı (p<0.05) derecede düşük bulundu. Egzersizden 24 saat sonraki değer istirahat değeriyle benzerdir. GE grubunun 20 günlük gliserol takviyesi sonrası düzeyi ile istirahat düzeyi arasında farklılık yoktur. Egzersizden sonraki değeri ise istirahat ve takviye sonrası değerine göre anlamlı (p<0.05) düzeyde artış gösterdi. Egzersiz sonrası ve egzersizden 2 saat sonraki değerler benzerdir. Egzersizden 24 saat sonraki değerinin egzersiz sonrası değere göre anlamlı (p<0.05) düzeyde düşüktür, egzersizden 24 saat sonraki değer ile istirahat değeri arasında fark yoktur. İki grupun (E,GE) kortizol düzeyi karşılaştırıldığında istatistiksel manada bir fark yoktur. (p>0.05). Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları egzersizin kortizol düzeylerini etkilemekle beraber, gliserol uygulamasının aynı parametre üzerinde önemli bir etkisinin olmadığını göstermektedir. P-112 SEDANTERLERDE AKUT SUBMAKSİMAL EGZERSİZİN SERUM EPİNEFRİN DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ. O. Çakmakçı Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA, Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde akut submaksimal egzersizin serum epinefrin düzeyleri üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde okuyan ve aktif egzersiz yapmayan 10 sağlıklı erkek sedanter öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Deneklere 20 m mekik koşu testi uygulandı. Belirtilen egzersiz testinden önce birinci (istrahat) kan örnekleri alındı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra ikinci (yorgunluk) kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra üçüncü ve 24 saat sonra dördüncü kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen serum epinefrin düzeyleri ölçüldü. Serum epinefrin düzeyleri, Adrenaline Research EIA REF= KHB5100 81.400 (made in Belgium, Lot: 3023) Epinefrin kiti kullanılarak eliza yöntemiyle belirlendi. Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı (Özdamar 1997). Uygulanan 20 m mekik koşu testi çok aşamalı bir test olup, ilk aşaması ısınma temposundadır. Denekler 20 m’lik mesafeyi gidiş-dönüş olarak koştular. Koşu hızı belli aralıklarla sinyal sesi veren bir teyple denetlendi. Denekler birinci duyduğu sinyal sesinde koşusuna başladı ve ikinci sinyal sesine kadar diğer çizgiye ulaştı. İkinci sinyal sesini duyduğunda ise tekrar geri dönerek başlangıç çizgisine döndü ve bu koşu sinyallerle devam etti. Denekler sinyali duyduğunda ikinci sinyalde pistin diğer ucunda olacak şekilde temposunu kendileri ayarladı. Başta yavaş olan hız her 10 saniyede bir giderek arttı. Denek bir sinyal sesini kaçırıp ikincisine yetişir ise teste devam etti. Eğer denek iki sinyali üst üste kaçırırsa test sona erdirildi. Bu yolla test sonunda deneklerde yorgunluk meydana getirildi. Bulgular: Serum epinefrin düzeyleri egzersiz sonrası istrahat düzeyine oranla anlamlı (P<0.05) olarak arttığı görülürken egzersizden 2 saat sonraki değerinin egzersiz sonrası değerden farksız olduğu egzersizden 24 saat sonraki değerinin ise anlamlı (P<0.05) olarak düştüğü ve istrahat düzeyiyle benzer olduğu görüldü. Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları uygulanan akut submaksimal egzersizin serum epinefrin düzeylerini etkilemekte ve egzersizden 24 saat sonra epinefrin düzeyinin istrahat düzeyine döndüğü görülmektedir. P-113 SEDANTERLERDE GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA ANF (ATRİAL NATRİÜRETİK FAKTÖR) DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ O. Çakmakçı1,T. Keçeci2, S. Patlar1 1 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA. Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA. 2 Amaç: Araştırma sedanterlerde oral gliserol uygulamasının plazma ANF düzeylerini nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl vücut ağırlığı ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde okuyan ve aktif egzersiz yapmayan 20 sağlıklı erkek öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Denekler iki gruba (Sedanter grup (S), Gliserol takviyeli sedanter grup (GS) ayrıldı. Her iki gruptaki deneklere 20m mekik koşu testi uygulandı. GS grubuna 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol takviyesi yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. GS grubunun 20 günlük gliserol takviyesi sonrası ve S grubunun 20 gün sonra ikinci kan örnekleri alındı. 20. günün sonunda her iki grubu da belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen plazma ANF (RIA) düzeyleri ölçüldü. Deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı. Gruplar arasındaki farklılıkların önem kontrolünde Normal ‘t’ testi kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı (Özdamar 1997). Bulgular: Grupların ANF düzeyleri, S grubunun 20 gün sonrası, öncesine göre benzer, egzersizle beraber anlamsız olmamakla birlikte arttığı, egzersizden 2 ve 24 saat sonra ki düzeyleri egzersizden sonraki düzeyden düşük olmakla beraber istatistiksel bir fark göstermediği görüldü. GS grubunda takviye sonrası, istrahat düzeyine oranla istatistiksel bir fark bulunmadı. Egzersizle birlikte önemsiz bir artış meydana gelirken, egzersizden 2 saat sonra ve egzersizden 24 saat sonraki değerlerinin azaldığı fakat bu farklılığında önemli olmadığı belirlendi. İki grup karşılaştırıldığında istatistiksel açıdan bir fark bulunamadı (P>0.05). Sonuç: Egzersizin ANF düzeylerini etkilemekle beraber, gliserol uygulamasının aynı parametre üzerinde önemli bir etkisinin olmadığını göstermektedir. P-114 SIÇANLARDA AKUT EGZERSİZİN KARACİ ERDE YARATTIĞI OKSİDATİF STRES ÜZERİNE MELATONİN UYGULAMASININ ETKİSİ S. Temoçin1, M. Serter2, K. Ergin3, E.M. Demir2, S. Çeçen1, T. Boylu3, L. D. Kozacı2 Adnan Menderes Üni., Tıp Fakültesi; 1Fizyoloji AD, 2 Biyokimya AD, 3Histoloji ve Embriyoloji AD; AYDIN; Giriş ve Amaç: Fizik egzersizin yararlı etkilerini bildiren birçok çalışma bulunmakla birlikte, özellikle akut egzersizin oksidatif stresi arttırdığı da rapor edilmiştir. Organizma, oksidatif strese karşı endojen ve ekzojen bazı antioksidan savunma sistemlerine sahiptir. Glutatyon ve katalaz organizmadaki endojen antioksidanlardır. Melatonin, başlıca pineal glanddan salgılanan ve antioksidan etkileri bilinen bir moleküldür. Egzersizin oksidan etkilerinin araştırıldığı başlıca dokulardan biri de karaciğerdir. Biz çalışmamızda, akut yüzme egzersizinin oksidatif stres yaratıp yaratmadığını ve ekzojen melatonin uygulamasının oksidatif stres üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Bu bildiride sadece karaciğer dokusu verilerimizi değerlendirmiş olmakla birlikte, çalışmamız devam etmekte olup; akciğer, kalp ve böbrek dokularındaki oksidan/antioksidan durum da saptanacaktır. Materyal ve Metod: Çalışmaya 18 adet Wistar albino cinsi sıçan alındı. Sıçanlar rastgele olarak üç gruba ayrıldı; Grup 1: sadece serum fizyolojik verildi, Grup 2: egzersiz yaptırılarak melatonin verildi, Grup3: egzersiz yaptırılarak serum fizyolojik verildi. Egzersiz; tüm egzersiz gruplarına sabah 08:30'den itibaren aralıksız 3 saat süreyle yüzme egzersizi olarak uygulandı. Melatonin; kg/2 mg dozunda ve egzersizden 5 dakika önce olmak üzere, IP olarak verildi. Akut egzersizin ardından ratlar hemen sakrifiye edildi. Sıçanların karaciğer dokularında oksidan/antioksidan durumun göstergesi olarak total glutatyon düzeyi ve katalaz aktiviteleri saptandı. İstatistiksel değerlendirme için Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: Total glutatyon düzeyi grup 3’te grup 1’e göre anlamlı şekilde azaldı. ( p=0.045 ). Grup 2’de grup 3’ye göre total glutatyon düzeyi artış gösterdi ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı değildi ( p=0,631). Katalaz aktivitesinde gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Sonuç: Bizim çalışmamızda, akut yüzme egzersizinin, sıçan karaciğer dokusu üzerinde oksidatif stres yarattığı gözlendi. Dışarıdan melatonin uygulaması, bu oksidatif stres durumu üzerine anlamlı bir etki göstermedi. P-115 YAŞLI ERKEKLERDE İZOKİNETİK EGZERSİZLERİN KAS GÜCÜNE ETKİSİ S. A. Yıldız, İ. İpseftel İ.Ü. İstanbul Tıp Fak. Spor Hekimliği Anabilim Dalı Çapa, İSTANBUL; Giriş ve Amaç: Yaşlı populasyonda kas ve motor ünit kayıpları ve denge kayıpları sonucu düşme ve kırık komplikasyonlarına, dolayısıyla günlük yaşamda performans kayıpları olduğu bilinmektedir. Kas zafiyetinin tedavisinde ve negatif etkilerin azaltılmasında kas lifleri ve motor nöron kayıplarının, propiyoreseptif duyu kayıplarının önlenmesi önemlidir. Böylece kas kitlesi ve motor ünite sayısının arttırılması gerekmektedir. Tedavide egzersizin önemi kabul edilmiştir. Fakat hangi tip egzersiz veya egzersiz tipleri daha etkindir hala tartışılmaktadır. Bu çalışma, yaşlılarda günlük yaşam performansı üzerinde izokinetik egzersizlerin etkisini araştırmak amacıyla planlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışma yaşları 60 ve üzeri olan 8 sağlıklı sedanter erkekte yapıldı. Genel fizik muayene ve testler sonrası deneklerin egzersiz yapmaya engel kardiyorespirator ve kas problemi olup olmadığı saptandı. Denekler 3 gün/hafta olarak 6 hafta boyunca izokinetik kas egzersizine alındı. Egzesiz öncesi ve sonrası; yürüme bandında ve diz eksitesyon ve flksiyon egzersizleri sırasında EMG kayıtları alındı, karşılaştırıldı ve değerlendirildi. Tartışma ve Sonuç: Yaşlı bireylerde uyguladığımız izokinetik egzersiz programları ile anlamlı EMG değişiklikleri saptanmamakla birlikte, kas hipertrofisi ve kas gücü artışları saptandı. EMG sonuçlarına, kullandığımız EMG elektrodlarının yüzeyel elktrod olması ve uyguladığımız egzersiz süresinin yaşlılarda yeterli olmadığını düşündük. Bununla beraber geriatride yaşlı bireylerde yaşla oluşan kas hipertrofilerine bağlı fonksiyon kayıplarını önlemek amacıyla izokinetik kas çalışmalarının güvenle kullanılabileceğini söyleyebiliriz. P-116 KARNİTİNİN SIÇANLARDA YÜZME EGZERSİZİNDE DAYANIKLILIK SÜRESİ ÜZERİNE ETKİSİ S. Gültürk, A. Demirkazık, S. Erdal, T. Demir Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Sivas Giriş ve Amaç: Karnitin uzun zincirli yağ asitlerinin beta oksidasyonu için mitokondri matriksine taşınmasına aracılık ederek yağ metabolizmasında önemli rol oynar. Karnitinin egzersiz kapasitesi üzerine olan etkisi çelişkilidir. Bu çalışmada karnitinin sıçanlarda yüzme egzersizindeki dayanıklılık süresi üzerine etkisi incelendi. Materyal ve Metod: Bu çalışma, ağırlıkları 250–300 g arasında değişen, 20 adet erkek Wistar albino sıçan üzerinde yapıldı. Deney grubuna (10 sıçan) intraperitoneal yoldan 100 mg/kg/gün karnitin, kontrol grubuna (10 sıçan) ise plasebo 20 gün süre ile verildi. Hem kontrol (plasebo öncesi ve sonrası) hem de deney (karnitin öncesi ve sonrası) grubuna yüzme testi uygulandı. Yüzme egzersizleri 50 cm yükseklik, 50 cm genişlikteki cam su tankında suyun derinliği 40 cm olacak şekilde uygulandı. Koordinasyonsuz hareketlerin başlaması ve suyun altında 10 sn süreyle hareketsiz kalma sıçanlardaki tükenme kriteri olarak kabul edildi. Bulgular: Kontrol grubu sıçanların plasebo öncesi ve sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi sırasıyla 10.62 1.89 dk, 10.99 1.99 dk, deney grubu sıçanların karnitin öncesi ve sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi sırasıyla 11.25 2.46 dk, 15.08 4.00 dk idi. Deney grubu karnitin sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi kontrol grubu plasebo sonrası ile karşılaştırıldığında (p = 0.023, P < 0.05), deney grubu karnitin öncesi ile karşılaştırıldığında (p = 0.013, P < 0.05) anlamlı olarak yüksekti. Kontrol grubu plasebo sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi plasebo öncesi ile karşılaştırıldığında anlamlı bir fark yoktu (p = 0.285, P > 0.05). Sonuç: Elde ettiğimiz bulgular karnitinin fiziksel performansı olumlu yönde etkileyebileceğini düşündürmektedir. Karnitin bu etkisini maksimal oksijen alımını ve/veya mitokondrial Ca+ sekresyonunu artırarak gerçekleştirebilir. P-117 ERKEK TEKVANDOCULARDA KAMP DÖNEMİNİN BAZI SOLUNUM PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ S. Patlar1, O. Çakmakçı1, E. Boyalı1, E. Çakmakçı2 1 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA, Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, ANKARA 2 Amaç: Bu araştırmada Avrupa şampiyonası öncesi Türkiye erkek tekvando milli takımında mücadele eden tekvandoculara, Ankara 19 mayıs stadyumu içerisinde bulunan İsmet Iraz tekvando spor merkezinde 4 hafta süresince haftanın 6 günü müsabakaya yönelik teknik ve taktik ağırlıklı antrenman programı uygulanmıştır. Kamp döneminin bazı solunum parametreleri üzerine etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmaya Avrupa şampiyonasına hazırlanan elit, üst düzeyde tekvando sporu ile uğraşan ve aralarında dünya, Avrupa şampiyonu ve olimpiyat derecesi bulunan yaş ortalamaları 21.53 yıl, boy ortalamaları 180.66 cm olan 13 erkek tekvandocu, denek olarak katılmıştır. Deneklerin 4 haftalık kamp öncesi ve sonrası sabah saat 9.00’da oturur pozisyonda cosmed marka spirometre kullanılarak bazı solunum parametreleri (FVC, PEF, PIF, VC, MVV) ölçülmüştür. Sonuçların değerlendirilmesinde SPSS paket program kullanılarak deneklerin ölçülen parametrelerin meydanları (ortanca) hesaplanarak iki ölçüm zamanlamasının arasındaki farklılığın tespitinde ‘Wilcoxon Signed Ranks’ testi kullanıldı. Ölçüm zamanlamaları arasındaki anlamlılık harflendirme ile belirtildi. Bulgular: Araştırmada Avrupa şampiyonası öncesi, 4 haftalık hazırlık kampı sonrası, PEF, PIF ve MVV değerlerinde anlamlı (p<0.05) artış vardır. FVC ve VC değerlerinde istatistiksel anlamda bir far yoktur. Sonuç: Sonuç olarak 4 haftalık teknik ve taktik ağırlıklı antrenman programı tekvandocuların, akciğer hacimlerinde bir artış meydana getirmemiştir. Ancak kassal gücün artması ile maksimal solunum kapasitesinin de arttığı, buna bağlı akım hızı değişiklikleri yarattığı söylenebilir. P-118 SPORCULARDA GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA ALDOSTERON DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ S. Patlar1, E. Keskin2, O. Çakmakçı1 1 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Konya. 2 Selçuk Üniveristesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; KONYA, Amaç: Gerçekleştirilen çalışmalarda egzersiz sırasında gliserol uygulamasının kardiyovasküler ve termoregülatör sisteme olumlu bir etki yapabileceği kaydedilerek, ozmotik olarak aktif bir madde olan gliserolün oral olarak verilmesinin ekstrasellüler sıvının dağıtılmasında önemli etksinin olduğu, hepatik ve renal metabolizma sayesinde intravasküler aralıktan yavaş olarak uzaklaştırıldığı ileri sürülmektedir. Gliserol uygulamasının plazma ozmolaritesini artırdığını, idrar volumünü azalttığını ve plazma volümünü genişlettiğini ifade eden araştırıcılar, egzersizden önce verilen gliserolün egzersiz sırasında iç ısının azaltılmasında ve terleme hızının artmasında önemli etkilerinin olduğunu vurgulamaktadırlar. Buradan hareketle plazma hacminin düzenlenmesinde önemli etkilerinin olduğu bilinen plazma aldosteron seviyelerinin egzersizle birlikte arttığı, ancak gliserol uygulaması yapılan sporcularda bu artışın daha az olduğu beklenmektedir. Bu araştırma düzenli egzersiz yapan sporcularda oral gliserol uygulamasının plazma aldosteron düzeylerini nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Materyal ve Metod: Araştırma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan S.Ü. Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda okuyan 20 sağlıklı erkek sporcu üzerinde gerçekleştirildi. Denekler aynı kampı paylaşan aynı beslenme düzeyine sahip öğrencilerden seçildi. Denekler iki gruba ayrıldı. Egzersiz grubu (E), Gliserol takviyeli egzersiz grubu (GE)). Her iki gruptaki deneklere 20 gün süresince 20m mekik koşu testi uygulandı. GE grubuna dahil olan deneklere 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol uygulaması yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20 günlük gliserol takviyesinden sonra tüm gruplardan ikinci kan örnekleri alındı. 20. gün sonunda tüm gruplara belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde plazma aldosteron düzeyleri tayin (RIA) edildi.. Bulgular: Her iki grubun aldosteron düzeyleri yapılan 5 ölçümde de birbirinden farklı değildi. Egzersizden hemen sonra hem GE, hem de E grubunun plazma aldosteron düzeyleri egzersiz öncesi değerlerden önemli şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden 2 saat sonra ölçülen aldosteron düzeyleri her iki grupta da egzersizden hemen sonraki aldosteron düzeylerine oranla anlamlı şekilde düşüktü (p<0.01). Egzersizden 24 saat sonra ölçülen aldosteron düzeyleri egzersizden hemen sonra ve iki saat sonraki aldosteron düzeylerinden düşük (p<0.05), istirahat değerlerinden yüksekti (p<0.05). Verilerin istatistiki analizlerin yapılmasında SPSS paket programı kullanıldı. Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı. Gruplar arasındaki farklılıkların önem kontrolünde Normal ‘t’ testi kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları egzersizin aldosteron düzeylerini etkilemekle beraber, gliserol uygulamasının aynı parametre üzerinde önemli bir etkisinin olmadığını göstermektedir. P-119 SEDANTERLERDE GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA RENİN DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ. S. Patlar1, E. Keskin2, O. Çakmakçı1 1 2 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Konya. Selçuk Üniveristesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde oral olarak yapılacak gliserol takviyesinin plazma renin düzeyleri üzerine etkisinin ortaya konulması amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde okuyan ve aktif egzersiz yapmayan 20 sağlıklı erkek öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Denekler iki gruba (Sedanter grup (S), Gliserol takviyeli sedanter grup (GS) ayrıldı. Her iki gruptaki deneklere 20. günün sonunda 20m mekik koşu testi uygulandı. GS grubuna dahil olan deneklere 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol takviyesi yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20 günlük gliserol takviyesinden sonra tüm deneklerden ikinci kan örnekleri alındı. 20. günün sonunda her iki grubu da belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen plazma renin düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Grupların egzersizden önce, egzersizden hemen sonra ve egzersizden 48 saat sonraki plazma renin düzeyleri birbirlerinden farklı değildi. Egzersizden 2 saat sonra yapılan ölçümlerde gliserol uygulaması yapılan grubun plazma renin düzeyi uygulama yapılmayan sedanterlerden daha yüksekti (p<0.05). Egzersizden hemen sonraki renin düzeyleri her iki grupta da egzersiz öncesi değerlerden önemli ölçüde yüksekti (p<0.05). Yine her iki grubun egzersizden 2 saat sonraki renin seviyeleri egzersizden hemen sonraki değerlere oranla önemli şekilde düşüktü (p<0.05). Her iki grupta da en düşük plazma renin düzeyleri egzersizden 24 saat sonraki ölçümlerde elde edildi (p<0.05). Sonuç: Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular egzersizin plazma renin düzeylerinde anlamlı değişikliklere yol açtığını, ancak gliserol uygulamasının bu değişikliklerde önemli bir etkisinin olmadığını göstermektedir. P-120 PAMUKKALE ÜNİVERSİTESİ SPOR BİLİMLERİ ve TEKNOLOJİSİ YÜKSEKOKULU Ö RENCİLERİNİN FİZYOLOJİK PROFİLİNİN BELİRLENMESİ A.Yapıcı, E.Bozyiğit, U.Dündar Pamukkale Üniversitesi, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu; DENİZLİ; Amaç: Bu çalışma, Pamukkale Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu’nda öğrenim gören öğrencilerin antropometrik ölçümleri, vücut kompozisyonu ve performans özelliklerini inceleyerek fizyolojik profillerini ortaya koymak ve çalışma sonrasında elde edilen veriler doğrultusunda üniversite öğrencilerimizin antrenman ilkelerine göre spor yapabilmeleri konusunda yönlendirilmeleri amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metod: Erkeklerde; yaş: x= 23±1.9 yıl; boy uzunluğu:175.0±6.6 cm, vücut ağırlığı; 70.9±8.4 kg arası değişen 36 öğrenci ve kızlarda; yaş: x= 21±1.2 yıl, boy uzunluğu:162.1±5.7 cm, vücut ağırlığı: 55.4±7.5 kg arası değişen 24 üniversite öğrencisi gönüllü olarak bu çalışmaya katılmıştır. Deneklerin fiziksel ve fizyolojik özellikleri standardize edilmiş olan uluslararası testler ve ölçüm araçları; boy ve vücut ağırlıkları hassasiyeti ±0,1 cm ve ±0,1 kg olan Seca marka stadiyometre elektronik baskül ile ölçülmüştür. Kuvvet ölçümlerinde hassasiyeti 0,1 kg olan Takei Back- D marka dinamometre, antropometrik ölçümler Sport Exper Professionel test cihazı ile sıçramalar Bosco ergojump ile ölçülmüştür. Esneklik ölçümlerinde otur-uzan testi, reaksiyonda Görsel-İşitsel reaksiyon cihazı, kassal dayanıklılık için Cooper testi kullanılmış ve Maksimal Oksijen tüketimleri koşulan mesafeden VO2 max tahmin formülü ile belirlenmiştir. Verilerin analizinde SPSS 11.5 istatistik programı kullanılmıştır. Kızların bacak kuvvetleri ile sıçrama yükseklikleri arasındaki ilişkiye Spearman Kolerasyonu ile bakılmıştır. Bulgular ve Sonuç: Hem erkeklerde hem de kızlarda sıçrama yüksekliği ile bacak kuvveti arasında anlamlı ilişki bulunmamıştır (p>0.05). P-121 AYDIN 2. LİG PROFESYONEL VE AMATÖR LİG FUTBOLCULARINDA BIA YÖNTEMİ İLE VÜCUT KOMPOZİSYON ÖLÇÜMLERİ 1 S.Karakaş, 2Y. Yıldız, 3H. Köse, 2R.O. Ek, 2S. Temoçin, 4 K. Kızılkaya ADÜ Tıp Fakültesi 1Anatomi, 2Fizyoloji, 3Biyofizik AD,4Ziraat Fakültesi Biyometri ve Genetik AD.AYDIN; yyildiz04@yahoo.com Amaç: Bu çalışmayla Aydın ilinde futbol oynayan sporcularda biyoelektriksel impedans analiz (BIA) yöntemi ile sporcuların oynadıkları mevki ve fizik yapıların bazı vücut kompozisyon değerleri üzerine etkilerini belirlemek amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada, Aydın ilinde iki amatör (A1, A2) ve bir profesyonel ikinci lig (P) futbol takımında oynayan toplam 56 futbolcuda boy, kilo, kan basıncı, vücut yağı (YO), yağ dışı kitle(YDK), toplam vücut suyu (TVS), vücut kitle indeksi (VKİ) ve bazal metabolizma (BM) ölçümleri yapıldı. Ölçümler aynı kişi tarafından iki defa tekrarlandı ve ortalaması alındı. BIA ölçümleri BIA 101, boy, kilo ölçümleri ise SECA marka boy ve kilo ölçer ile yapıldı. Çalışılan parametrelere ait tüm değerler BIA 101 cihazı ile elde edildi. Analizlerde SAS istatistik programı kullanıldı. Bulgular: Araştırmadaki 56 futbolcudan (21A1, 18A2 ve 17P) 15'i forvet, 8'i kaleci, 22'si orta saha,11'i ise defans mevkiinde oynamaktaydı. Futbolcuların yaş, boy, ağırlık ortalamaları sırasıyla 23,41 ± 0,56 yıl, 177,93 ± 0,71 cm ve 73,12 ± 0,69 kg iken, VKİ 23,26 ± 1,64, YO 12.84 ± 2.38, YDK 60,64±3,94, TVS 42,91±3,29 kg idi. İstatistiksel analizde, mevki ve fizik yapının (boy, kilo) ölçümler üzerine etkisi aşağıdaki gibiydi: 1) Mevki YO, YDK ve TVS üzerine etkili iken BM ve VKİ üzerine etkisizdi. 2) Mevkiler karşılaştırıldığında, kaleci ve orta saha oyuncuları arasında YO, YDK ve TVS yönünden anlamlı farklılıklar görüldü. 3) Boy VKİ, YO ile negatif, YDK, TVS, BM ile pozitif etkilere sahipken, kilo ise bütün parametrelerde önemli pozitif etkilere sahipti. Sonuç: Futbolcuların oynadıkları mevki faktörünün, çeşitli vücut kompozisyon değerleri üzerine etkisi vardır. P-122 SEDANTERLERDE AKUT SUBMAKSİMAL EGZERSİZİN PLAZMA RENİN VE ALDOSTERON DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ S. Patlar, O. Çakmakçı Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu; KONYA, Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde akut submaksimal egzersizin plazma renin ve aldosteron düzeyleri üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Araştırmada yaş ortalamaları 23.00 ± 1.29 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları 74.00 ± 10.19 kg olan 7 sedanter sağlıklı erkek denek olarak kullanıldı. Deneklere egzersize başlamadan önce, Astrand Bisiklet Ergometre testi yaptırılarak Max VO2 ve eşik üstü kalp hızlarının tespit edilmesi sağlandı. Denekler eşik üstü kalp hızında, Max VO2'nin %70'inde 30 dk, Monark 834-E model ergometrik bisikletlerde olacak şekilde egzersize tabii tutuldular. Deneklerden egzersize başlamadan önce kan örnekleri alındı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra ikinci kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra üçüncü ve egzersizden 24 saat sonra dördüncü kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinden plazma renin ve aldosteron düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Egzersizden hemen sonra ölçülen renin ve aldosteron düzeyleri hem egzersiz öncesi, hem de egzersizden 2 ve 24 saat sonra elde edilen değerlerden önemli şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden 2 saat sonraki renin ve aldosteron düzeyleri egzersiz öncesi değerlerden farklı değildi. En düşük renin ve aldosteron düzeyleri egzersizden 24 saat sonra yapılan ölçümlerde elde edildi (p<0.05). Sonuç: Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular sedanterlerde akut submaksimal egzersizin renin ve aldosteron düzeylerinde önemli değişikliklere yol açtığını göstermektedir. P-123 DÖRT HAFTALIK KRONİK ORTA ŞİDDETTEKİ AEROBİK EGZERSİZİN LÖKOSİT VE LÖKOSİT ALT GRUPLARI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ S. Patlar, O. Çakmakçı Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu; KONYA, Amaç: Gerçekleştirilen araştırmada, 4 haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin lökosit ve lökosit alt grupları üzerindeki etkisinin tespit edilmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Araştırma 8 sağlıklı erkek denek üzerinde gerçekleştirildi. Tüm denekler ergometrede Max VO2'nin %50'sinde 30 dakika egzersize tabii tutuldular. Egzersiz programı haftada 3 gün olacak şekilde 4 hafta boyunca devam etti. Deneklerin tamamından egzersize başlamadan, son egzersizin bitiminden hemen sonra ve son egzersizden 2 saat sonra olmak üzere 3’er defa kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde lökosit (x10³ /mm³), nötrofil (%), lenfosit (%), monosit (%), eozinofil (%) ve bazofil (%) düzeyleri tayin edildi. Bulgular: Egzersiz sonrası her iki ölçümde de elde edilen lökosit sayıları, egzersiz öncesine oranla anlamlı şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden iki saat sonraki nötrofil yüzdeleri, egzersiz öncesi ve sonrası değerlerden daha yüksekti (p<0.05). Egzersizden iki saat sonraki lenfosit yüzdeleri ise egzersiz öncesi ve sonrası değerlerden önemli şekilde düşüktü (p<0.05). Egzersiz sonrası her iki ölçümde de elde edilen monosit, eozinofil ve bazofil yüzdeleri egzersiz öncesi değerlere göre daha düşük bulundu (p<0.05). Sonuç: Çalışmanın sonuçları 4 haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin lökositer parametrelerde değişikliklere yol açtığını göstermektedir. P-124 YÜZÜCÜLERDE OKSİJEN TÜKETİMİ VE ANAEROBİK PİK GÜÇ Ö. Kasımay1, C. Ayabakan2, F. Akalın2, H. Kurtel 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı1 ve Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı2; İSTANBUL Giriş ve Amaç: Maksimum kapasitenin ve patlayıcı gücün belirlenmesi sporcunun genel ve kısa mesafe performansıyla ilgili değerli bilgiler vermekle birlikte yüzme bıranşında patlayıcı güç ve performans ilişkisiyle ilgili bilinenler oldukça sınırlıdır. Yüzücülerde fiziki paremetreleri belirleyip, maksimum oksijen tüketimi, anaerobik eşik, anaerobik pik güç gibi fizyolojik ölçümleri değerlendirmek ve literatürdeki mevcut karşılaştırmaların bu denekler için geçerliliğini test etmek. Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten 12 ila 15 (ort. 13.4) yaşlarında 5 elit yüzücü çalışmaya katıldı. Sporcular ekokardiyogram, elektrokardiyogram, istirahat metabolik ve hemodinamik ölçümlerden (VO2, MET, kalp hızı, arteryal kan basıncı) sonra koşubandında Bruce protokolü uygulanarak kademeli artan egzersiz testine katıldılar. Metabolik ölçümler Cosmed Quarkb2 kullanılarak sürekli monitorize edildi. Farklı bir günde sporculara Wingate testi yapılarak 30 sn içindeki patlayıcı güç ve ortalama güç değerlendirildi. Bulgular: Ortalama (SD) ağırlık, boy, vücut kitle indeksi (VKI), yağ yüzdesi, yağ kütlesi, yağsız kütle değerleri sırası ile, 46.06 (2.7) kg, 161.6 (3.6) cm, 17.6 (0.4) kg/m2, 20.6 (0.3) %, 9.6 (1.2) kg, 36.5 (1.7) kg idi. Sporcuların pik kalp hızı (KHpik), VO2maks (maksimum O2 tüketimi), pik ventilasyon ve nabız oksijeni değerleri sırası ile, 190 (2.1) vuru/dak, 54.8 (3.2) ml.min-1.kg, 84.7 (7) l/min, 13.6 (1.4) ml/vuru/dak bulundu. Anaerobik eşikdeki ortalama VO2 ve KH değerleri 32.2 (3.4) ml.min-1.kg ve 145.7 (9.9) vuru/dak olarak tespit edildi. Wingate testinde pik güç 7.2 (0.4) W, ortalama güç 6.2 (0.2) W, minimum güç 5.2 (0.1) W olarak belirlenmiştir. Pik VO2’si yüksek olanların anaerobik eşiği yüksekti. Pik VO2 ile patlayıcı güç veya ortalama güç arasında bir ilişki bulunmadı. Sonuç: Sporcuların normal populasyona göre uzun boylu ve düşük kilolu oldukları tesbit edildi. VKI, yağ yüzdesi ve kütlesi düşüktü. Pik VO2, anaerobik eşik değerleri yüzücülerden beklenen düzeydeydi. Çalışmada elde edilen sonuçlar literatürdeki pik güç ölçümleriyle uyumlu olmakla beraber bu konuda oldukça kısıtlı bilgi bulunmaktadır. P-125 BASKETBOLCULARLA SEDANTERLERİN PLAZMA LEPTİN VE ÇİNKO DÜZEYLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI Ş. Arıkan1, H. Akkuş1, İ. Halifeoğlu2, A. K. Baltacı3 1 Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu-Konya, 2Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı-Elazığ, 3Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; KONYA, Amaç: Leptinin gıda alımını azaltmak ve enerji tüketimini artırmak gibi fizyolojik etkileri göz önüne alındığında, birçok araştırıcı leptin ve egzersiz arasındaki ilişkiyi araştırmaya yönelmiştir. Önemli bir eser element olan çinkonun leptin üretiminin bir mediyatörü olabileceğine ileri süren raporların varlığı çinko ile leptin arasında olası bir ilişkiyi gösterir. Bu çalışmanın amacı da basketbol sporcularında plazma leptin düzeylerinin tespiti ve bunun çinko ile ilişkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Araştırmaya 18-27 yaş arasında değişen 30 sağlıklı ve gönüllü denek katılmıştır. Denekler eşit sayıda gruba ayrılmıştır. Grup 1, Kontrol grubu: Düzenli antrenman yapmayan deneklerden oluşturulan grup. Grup 2, Basketbol grubu: Selçuk Üniversitesi basketbol takımında oynayan, düzenli antrenman yapan ve istirahatte ölçümleri gerçekleştirilen basketbolculardan oluşan grup. Çalışmaya katılan deneklerden alınan kan örneklerinde plazmada leptin (RIA), ve çinko (atomik absorpsiyon spektrofotometresi) düzeyleri tayin edildi. Bulgular: Çalışma gruplarının leptin ve çinko düzeyleri mukayese edildiğinde; basketbol grubunun leptin düzeyleri kontrol grubundan düşük (p<0.01), çinko düzeyleri ise önemli şekilde yüksek (p<0.01) bulundu. Sonuç: Çalışmanın sonucunda basketbol sporu yapan bireylerde leptin düzeylerinin kontrollerine oranla önemli ölçüde düşük bulunduğu, buna karşın çinko düzeylerinin ise yüksek bulunduğu belirlendi. Fiziksel aktivitenin leptin salınımında değişikliklere yol açtığı, bu değişiklikler ile çinko arasında önemli bir ilişkinin olabileceği sonuç olarak söylenebilir. P-126 ELİT HALTERCİLERLE SEDANTERLERİN PLAZMA NPY VE ÇİNKO DÜZEYLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI Ş. Arıkan1, H. Akkuş1, İ. Halifeoğlu2, A. K. Baltacı3 1, Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu-Konya, 2Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı-Elazığ, 3Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı-KONYA, Amaç: Nöropeptid Y (NPY)’nin en iyi bilinen etkileri beslenme üzerine olanıdır. Bu etkiler hipotalamusa santral olarak NPY enjeksiyonu ile görülmektedir. Ratlara NPY enjeksiyonu hiperfajiye neden olmakta, tekrarlayan dozlarda verilmesi NPY etkisine tolerans geliştirmeksizin beslenmeyi artırmakta ve bu süre on günden fazla olursa obezite gelişmektedir. Sonuç olarak NPY iştahın normal veya patolojik değişikliklerinde rol almaktadır. Çinko beslenmenin düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Çinko düzeylerindeki değişikliklere bağlı olarak genel veya lokal olarak hipotalamik düzeyde oluşan nörotransmitter konsantrasyonundaki değişiklikler besin alımında bir değişikliğe neden olur. Beslenmenin kuvvetli bir uyarıcısı olan NPY ile beslenmenin düzenlenmesinde önemli bir etkiye sahip olan çinkonun bir arada egzersizle ilişkisini konu alan çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bu çalışmanın amacı da elit haltercilerde plazma NPY düzeylerinin tespiti ve bunun çinko ile ilişkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Araştırmaya 18-27 yaş arasında değişen 30 sağlıklı ve gönüllü denek katılmıştır. Denekler eşit sayıda gruba ayrılmıştır. Grup 1, Kontrol grubu: Düzenli antrenman yapmayan deneklerden oluşturulan grup. Grup 2, Elit halterci grubu: Kilolarında milli takıma seçilen, düzenli antrenman yapan ve kamp esnasında istirahatte ölçümleri gerçekleştirilen elit haltercilerden oluşan grup. Çalışmaya katılan deneklerden alınan kan örneklerinde plazmada nöropeptid Y “NPY” (RIA), ve çinko (atomik absorpsiyon spektrofotometresi) düzeyleri tayin edildi. Bulgular: Serum NPY ve çinko değerleri gruplar arasında mukayese edildiğinde elit haltercilerin NPY düzeylerinin kontrollerinden yüksek (p<0.01), çinko düzeylerinin ise düşük bulunduğu tespit edildi (p<0.01). Sonuç: Çalışmanın sonucunda halter sporu yapan bireylerde NPY düzeylerinin kontrollerine oranla önemli ölçüde yüksek bulunduğu, yüksek NPY düzeylerinin aksine çinko seviyelerinin azaldığı belirlendi. Fiziksel aktivitenin NPY salınımında değişikliklere yol açtığı, bu değişiklikler ile çinko arasında bir ilişkinin olabileceği sonuç olarak söylenebilir. P-127 TAVŞANLARDA AMİTRAZ ZEHİRLENMESİNİN GLİKOZ-6-FOSFAT DEHİDROJENAZ ENZİMİ ÜZERİNE ETKİSİ A. Bülbül, S.M. Soylu, M. Şireli, A. Filazi, T. Bülbül Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR; abulbul@aku.edu.tr Giriş ve Amaç: Çalışmada akut amitraz zehirlenmesinin bazı kan parametreleri ile glikoz-6fosfat dehidrojenaz enzim düzeyine etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada 2-2.5 kg ağırlığında toplam 30 tavşan kullanıldı. Hayvanlar üç eşit gruba ayrılarak birisi kontrol, diğer ikisi de deney (I ve II. grup) grubu olarak değerlendirildi. Kontrol grubuna 0.3 ml fizyolojik tuzlu su, ikinci gruba (DMSO) amitraz seyreltilmesinde kullanılan DMSO'dan 0.3 ml, üçüncü gruba (amitraz) içerisinde 45 mg/kg amitraz bulunan 0.3 ml DMSO periton içi yolla verildi. Çalışmada kolon gaz kromatografisi ile amitraz standardı %97'lik ve ml'sinde 122 mg amitraz olarak belirlenen (Kenecid %12.5 EC) veteriner müstahzarı kullanıldı. İlaç uygulamasından 48 saat sonra eter anestezisi altında kontrol ve deney gruplarındaki hayvanların kalplerinden heparinli tüplere alınan kan örneklerinde alyuvar sayısı, hemoglobin miktarı, hematokrit değer ile MCV, MCHC ve MCH düzeyleri ile G6PDH enzim aktivitesini belirlendi. Bulgular: Araştırmada amitraz uygulanan grupta alyuvar sayısı kontrol grubuna; hemoglobin miktarı, MCHC düzeyi kontrol ve DMSO gruplarına göre azaldığı; MCV düzeyinin ise arttığı belirlendi. Glikoz-6-fosfat dehidrojenaz enzim düzeyi ise yine amitraz uygulanan grupta diğer gruplara göre önemli düzeyde arttığı görüldü. Sonuç: Sonuç olarak akut amitraz zehirlenmesinde alyuvar sayısında ve hemoglobin düzeyinde azalma oluşması sonucunda anemi oluştuğu görülmüştür. Oluşan aneminin kan G6PDH enziminden kaynaklanmadığı, bahsi geçen enzimin kanda yükselmesinin amitrazın karaciğerde ve böbreklerde oluşturduğu hasardan kaynaklanabileceğini, kesin bir yargıya varılabilmesi için daha ileri araştırmalara gereksinim olduğunu düşünülmektedir. P-128 AKUT FLOR ZEHİRLENMESİNİN NİTRİK OKSİT VE METHEMOGLOBİN OLUŞUMU ÜZERİNE ETKİSİ A. Bülbül, M. Şireli Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR.; Giriş ve Amaç: Kalsiyum iyonoforu olarak nitelendirilen maddelerin ve hipoksia tablosunun nitrik oksit düzeyini artırdığı bildirilmektedir. Araştırmada akut flor zehirlenmesinin kan nitrik oksit düzeyine olası etkisi ve zehirlenme sonrası hipoksik tablo ile ilişkili olabileceği düşünülen methemoglobin oluşumu ve anemi durumunun araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Araştırmada 280-320 gr ağırlığında toplam 30 Albino erkek kobay kullanıldı. Hayvanlar üç eşit gruba ayrılarak birisi kontrol (I. grup), diğer ikisi de deney (II ve III. grup) grubu olarak değerlendirildi. Deney gruplarından ilkine (II. grup) akut flor zehirlenmesi şekillendirmek amacıyla sodyum florür 250 mg/kg canlı ağırlık dozunda derialtı yoluyla uygulandı (Simonin) ve enjeksiyondan 8 saat sonra kobayların kalplerinden kanları alındı. Diğer deney grubuna ise (III. grup) yine aynı dozda sodyum florür uygulamasını takip eden yedinci saatte 0.8 mg/kg canlı ağırlık dozunda kalsiyum kanal blokörü verapamil (isoptin) kas içi uygulandı ve bir saat beklenildikten sonra hayvanların kalplerinden kanları alındı. Alınan kanlarda alyuvar sayısı, hematokrit, hemoglobin ve methemoglobin değerleri ile serum kalsiyum ve nitrik oksit düzeyleri belirlendi. Bulgular: Flor uygulaması sonrası kan nitrik oksit ve methemoglobin düzeyinde yükselme ile rölatif ilişkili olarak kalsiyum, hemoglobin, hematokrit ve alyuvar değerlerinde azalma belirlendi. Sonuç: Akut flor zehirlenmesinde florun iyanofor etkisi ile kan nitrik oksit düzeyinde şekillenen yükselmenin kalsiyum miktarındaki düşüşle ilişkili olmasından dolayı yapısal nitrik oksit sentaz (cNOS) kaynaklı olabileceği kanısına varılmıştır P-129 L-ARJİNİN VE 7-NİTROİNDAZOL’ÜN DEMİRİN NEDEN OLDUĞU SEREBELLAR PURKİNJE HÜCRE KAYBINA ETKİLERİ F. Bağırıcı, 2S. Gültürk, 1R. Kozan, 1F. Sefil, 1M.Ö. Bostancı 1 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD 55139, SAMSUN 2 Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, SİVAS Giriş ve Amaç: Parkinson ve Alzheimer gibi bazı nörodejeneratif hastalıklarda beyinde demirin aşırı miktarda yükseldiği tespit edilmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalar nitrik oksitin de (NO) nöronal hücre ölümü ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Sunulan çalışmada, intraserebroventriküler (i.c.v.) olarak verilen demirin (i.c.v.) sıçan serebellar Purkinje hücrelerinde oluşturduğu nörotoksisiteye, NO preküsörü L-arjinin ve nöronal nitrik oksit sentaz (NOS) inhibitörü 7-nitroindazolün (7-NI) etkileri araştırıldı. Materyal ve Metod: Hayvanlar kontrol (n=7), demir (n=7), demir+L-arjinin (n=7) ve demir+7-NI (n=7) grubu olarak 4 gruba ayrıldı. Demir, demir+L-arjinin ve demir+7-NI grubu sıçanlara 200 mM’lık FeCl3 çözeltisinden 2.5 µl, kontrol grubu sıçanlara ise aynı hacimde serum fizyolojik i.c.v. olarak verildi. Demir+L-arjinin grubu sıçanlara FeCl3 injeksiyonunu takiben 1 g/kg dozunda 2 µl L-arjinin (i.c.v.) ve demir+7-NI grubu sıçanlara da FeCl3 injeksiyonunu takiben 40 mg/kg dozunda 2 µl 7-NI (i.c.v.) uygulandı. Operasyonu takiben hayvanlar 10 gün süreyle yaşatıldı. Bu süre boyunca, demir+L-arjinin grubundaki sıçanlara 1 g/kg/gün L-arjinin ve demir+7-NI grubundaki sıçanlara da 40 mg/kg/gün 7-NI intraperitoneal (i.p.) olarak verildi. On gün sonra, hayvanların tamamı intrakardiyak yolla perfüze edildiler. Serebellum dokuları çıkarılarak standart histolojik doku takibi uygulandı. Serebellumdaki toplam Purkinje hücre sayıları tarafsız stereolojik yöntem kullanılarak hesaplandı. Bulgular ANOVA ve Post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildi. Bulgular: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında toplam Purkinje hücre sayılarındaki azalma; demir grubunda % 24.1 (p<0.001), L-arjinin verilen grupta % 51.9 (p<0.001), 7-NI verilen grupta ise sadece % 4.1(p>0.05) olarak bulundu. Sonuç: Elde edilen bulgular, NO’nun Purkinje hücrelerinde demirin oluşturduğu toksisiteyi artırdığını, 7-NI’ün ise NO oluşumunu bloklayarak demirle indüklenen Purkinje hücre kaybını azalttığını göstermektedir. P-130 SIÇANDA DEMİRİN NEDEN OLDUĞU SEREBELLAR PURKİNJE HÜCRE KAYBINA NOS İNHİBİTÖRÜ L-NAME’NİN KORUYUCU ETKİSİ R. Kozan, F. Bağırıcı, F. Sefil, M.Ö. Bostancı Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD 55139; SAMSUN; Giriş ve Amaç: Normal beyin foksiyonlarının korunmasında önemli rol oynayan demirin beyinde birikiminin nöronal hiperaktiviteyi ve oksidatif stresi indüklediği bilinmektedir. Oksidatif stresin önemli mediyatörlerinden birisi de nitrik oksitdir. Sunulan çalışmanın amacı, intraserebroventriküler (i.c.v.) olarak verilen demirin sıçan serebellar Purkinje hücrelerinde oluşturduğu nörotoksisiteye, bir nitrik oksit sentaz (NOS) inhibitörü olan L-NAME’nin etkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Hayvanlar kontrol (n=7), demir (n=7) ve demir+L-NAME (n=7) grubu olarak 3 gruba ayrıldı. Demir ve demir+L-NAME grubu sıçanlara 200 mM’lık FeCl3 çözeltisinden 2.5 µl, kontrol grubu sıçanlara ise aynı hacimde serum fizyolojik i.c.v. olarak verildi. Demir+L-NAME grubu sıçanlara FeCl3 injeksiyonunu takiben 60 mg/kg dozunda 2 µl L-NAME (i.c.v.) uygulandı. Operasyonu takiben hayvanlar 10 gün süreyle yaşatıldı. Bu süre boyunca demir+L-NAME grubundaki sıçanlara 60 mg/kg/gün dozunda L-NAME intraperitoneal (i.p.) olarak verildi. On gün sonra, hayvanlar intrakardiyak yolla perfüzyonu takiben sakrifiye edildiler. Beyin dokuları çıkarılarak standart histolojik doku takibi uygulandı. Serebellumdaki toplam Purkinje hücre sayıları tarafsız stereolojik yöntem kullanılarak hesaplandı. Bulgular: ANOVA ve Post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildi. Toplam ortalama Purkinje hücre sayısı, kontrol grubunda 336247±11096; demir grubunda 254008±9342 ve demir+LNAME grubunda ise 297193±13324 olarak bulundu. Tüm gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Sonuç: Elde edilen bulgular, NO’nun Purkinje hücrelerinde demirin oluşturduğu toksisitede rol oynadığını düşündürmekte ve L-NAME tarafından bu etkinin bloklandığını göstermektedir. P-131 SÜLFİTLE MUAMELE EDİLEN HİPERKOLESTEROLEMİK SIÇANLARDA GÖRSEL UYARILMA POTANSİYEL DEĞİŞİKLİKLERİ VE E VİTAMİNİNİN KORUYUCU ROLÜ F. Savcıoğlu1, G. Hacıoğlu1, Ö. Köse1, P. Yargıçoğlu2, A. Ağar1 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim dalı, ANTALYA Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim dalı, ANTALYA 2 Amaç: Günümüz toplumunun yaygın bir sorunu olan hiperkolesterolemi, endojen ve eksojen olarak maruz kalınan sülfit bileşikleri oksidan stresi artırıcı faktörlerdendir. Besin ve ilaç sanayisinde kullanımı, hava kirliliği, sülfür içeren amino asitlerin metabolize edilmesi ile maruz kalınan sülfit tuzlarının serbest radikal oluşturduğu kanıtlanmıştır. Ekibimizce yapılan daha önceki çalışma bu bilgiyi desteklemiş ayrıca, sülfitin serbest radikal artışına bağlı olarak görsel uyarılma potansiyelleri (VEP)’inde değişikliklere neden olduğunu gösterilmiştir. Çeşitli şekillerde sülfite maruz kalan hiperkolesterolemili bireylerin daha fazla tehlike altında olduğu düşünülebilir. Elde edilen bilgilere dayanılarak hiperkolesterolemik sıçanların sülfite maruz bırakılması ile VEP değişikliklerinin daha büyük boyutta olacağı, antioksidan olan vitamin E’nin uygulanması ile değişikliklerin giderileceği hipotezi kurularak bu çalışma gerçekleştirilmiştir. Materyal ve Metod: 3’er aylık 40 adet Wistar sıçan dört eşit gruba ayrılmıştır; kontrol (K), %1 kolesterolden zengin diyetle beslenen hiperkolesterolemi grubu (H), sülfit (25/mmol/gün) ile muamele edilen grup (S), E vitamini (25 mg/kg) ile muamele edilen grup (E), hiperkolesterolemi + sülfit grubu (HS), hiperkolesterolemi + E vitamini grubu (HE), hiperkolesterolemi + sülfit + E vitamini grubu (HSE). İki aylık deney sürecinin sonunda eter anestezisi altında VEP kayıtları alınıp plazma kolesterol seviyeleri ölçülmüştür. VEP’lerde gözlenen P1, N1, P2, N2, P3 bileşenlerinin tepe latensleri değerlendirilmiştir. Bulgular: Plazma kolesterol seviyeleri sülfitle muamele edilmiş ve hiperkolesterolemik sıçanlarda artmıştır. Hiperkolesterolemi tüm VEP bileşenlerinin, sülfit ise N1 ve P3’ün latenslerini uzatmıştır. Vitamin E, HE ve HSE gruplarında H ve HS gruplarına göre tüm bileşenlerin latensinde kısalmaya sebep olmuştur. Sonuç: Hiperkolesterolemik sıçanlarda VEP değişiklikleri gözlenmiştir. Sülfit uygulanmasının ise ilave bir etkisi olmamıştır. E vitamini VEP değişikliklerini düzeltmiştir. P-132 KAFEİK ASİT FENETİL ESTERİN KADMİYUMA BAĞLI KALP DOKUSU HASARI ÜZERİNE KORUYUCU ETKİSİ H. Mollaoğlu1, A. Gökçimen2, F. Özgüner3, F. Öktem4, A. Koyu3, A. Koçak2, H. Demirin5, O. Gökalp6, K. Üçok1 Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji A.D., AFYONKARAHİSAR Süleyman Demirel Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2Histoloji, 3Fizyoloji, 4Pediatri, 5Biyokimya ve 6Farmakoloji Anabilim Dalları, ISPARTA Giriş ve Amaç: Kafeik asit fenetil ester (CAPE), doğal yaşamda balarısının yaptığı bir bileşiktir. Bunun son zamanlarda güçlü bir serbest radikal toplayıcısı ve antioksidan olduğu bulunmuştur. Bu çalışmanın amacı, kadmiyumun ratlarda oluşturduğu kardiyomiyopati üzerine CAPE’nin koruyucu etkisini biyokimyasal ve histopatolojik düzeylerde araştırmaktır. Materyal ve Metod: Ratlar, kontrol grubu, kadmiyum grubu (CdCl2 1 mg/kg/gün i.p.), ve kadmiyum+CAPE (CAPE 10 µM/kg/gün i.p., 15 gün) grubu olmak üzere üç gruba ayrıldılar. Kardiyak dokuda malondialdehit (MDA) ve serum nitrik oksit (NO) düzeyleri bakıldı. Histopatolojik olarak da kalp hasarı düzeyleri incelendi ve CAPE tedavisinin başarısı değerlendirildi. Bulgular: Kadmiyum grubunda, uygulamadan 15 gün sonra hipertansiyon oluştuğu görüldü. Kadmiyum grubunun MDA düzeyleri kalp dokusunda kontrol grubuna göre artmış (p<0,001) bulunurken, NO düzeyleri serumda düşük (p<0,05) bulundu. Kadmiyum+CAPE grubunun MDA ve NO düzeyleri kadmiyum grubuyla karşılaştırıldığında, MDA düzeylerinin azaldığı (p<0,001) ve NO düzeylerinin ise yükseldiği (p<0,0001) gözlendi. Histolojik incelemelerde; kadmiyum grubunda atriyal ve ventriküler miyofibrillerde kontrol grubuyla ve kadmiyum+CAPE grubuyla karşılaştırıldığında belirgin hipertrofi gözlendi. Kadmiyum+CAPE grubunda atriyal ve ventriküler miyofibril çaplarında kontrol grubuna kıyasla anlamlı bir farklılık yoktu. Sonuç: Kadmiyum ile birlikte CAPE uygulanması, rat kalp dokusunda lipid peroksidasyon ürünlerinin (MDA) oluşumunu azaltmakta ve serum NO konsantrasyonunu normal düzeyine yükseltmektedir. Damarlarda muhtemelen NO üretiminin baskılanması sonucu oluştuğu düşünülen hipertansiyon, histopatolojik düzeyde görülen miyokardiyal hipertrofinin altta yatan sebebi olabilir. CAPE uygulamasının kadmiyumun yol açtığı kardiyak hasarı önleyici etkisi olduğu söylenebilir. P-133 AKUT VE KRONİK NİKOTİNİN NUKLEUS AKKUMBENS “CORE” VE “SHELL”DE DOPAC DÜZEYİNE ETKİSİNDE CİNSİYET FARKI Y.H. Doğan, S. Demirgören, Ş. Pöğün Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı ve Beyin Araştırmaları Merkezi, 35100 Bornova, İZMİR; Giriş ve Amaç: Nikotin, nükleus akkumbenste (NAC) dopaminerjik iletiyi artırır. NAC madde bağımlılığında farklı fonksiyonları olan shell ve core olarak iki farklı alt birimden oluşmaktadır. shell limbik sistemin bir uzantısı, core ise nigrostriatal DAerjik sistemle bağlantılıdır. Akut nikotin uygulaması dopamin (DA) iletimi ve enerji metabolizmasını shell’de artırırken, tekrarlayan nikotin davranışsal duyarlılığı uyarır ve DA yanıtını shell’de azaltırken, core’da artırır. Kemirgenlerde nikotin etkisinde cinsiyet farkı gözlenmiştir ve erkek ve kadında da sigara içme davranışı farklıdır. Hipotezimiz nikotinin NAC’de Daerjik fonksiyonlar üzerine etkisinin farklı olduğu ve tedavi süresi ile NAC bölgesi arasında bir etkileşim olduğudur. Materyal ve Metod: Hücre dışı sıvı örnekleri erkek ve dişi Spraque Dawley (n=8 ve toplam=64) sıçanların NAC’inden (core ve shell) mikrodializ ile her 20 dakikada bir toplandı. Sıçanlar SF yada nikotin ile (0.4 mg/kg, s.c.,baz) ile 14 gün tedavi edildiler ve DOPAC düzeyleri HPLC yöntemiyle DA düzeyleri bazal seviyeye döndükten sonra uygulanan sistemik nikotin dozundan (0.8 mg/kg) önce ve sonra ölçüldü. Bulgular: Multivariate ANOVA’da zamanlar (p<0.001) ve lokalizasyon (p<0.05) anlamlı temel etkiler olarak gözlenmekte ve etkileşmektedirler (p<0.005). Tek örnekli t-testi her grubun bazal düzeyden farkını ortaya koymak için yapıldı. Nikotin tedavisini takiben NAC core akut tedavi uygulanan grup dışındaki tüm gruplarda, DOPAC düzeyleri anlamlı olarak bazal düzeyden yüksek olarak tespit edildi (p<0.05). Cinsiyet, tedavi (akut, kronik) ve lokalizasyon (core,shell) faktörler ve 20-80 dakikalardaki ortalama DOPAC düzeyleri bağımlı değişken olarak kabul edilerek ANOVA uygulandı. Bulgular: Tedavi ve lokalizasyon anlamlı değişkenler olarak ortaya çıktı (p<0.005 her ikisi için). Kronik tedaviyi takiben düzeyler akuttan ve shell’deki düzeyler core’dan daha yüksekti. Buna ilaveten cinsiyet ve tedavi arasında da bir etkileşim tespit edilmiştir (p<0.05); akut ve kronik tedavide dişiler arasında fark gözlenmezken, erkeklerde kronik tedavi sonrasında core’da daha dikkat çekici olarak DOPAC düzeylerinin yüksek olduğu gözlenmiştir. Sonuç: Nikotinin ödül etkisi NAC’de ölçülen DA çıkışına göre cinsel olarak dimorfiktir. Bu çalışma, EBİLTEM tarafından desteklenmiştir (2003/BAM/002) P-134 SIÇANLARDA FARKLI DOZLARDA DEKSAMETAZONUN İLEUM MİKROBİOTASINA ETKILERI H.Ünsal1, M.Balkaya1, C. Ünsal1, H. Bıyık2, G. Başbülbül2, E. Poyrazoğlu2 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı Işıklı 09016 AYDIN. 2 Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Mikrobiyoloji Anabilim Dalı; AYDIN, Amaç: İntestinal mikrobiota konağın özellikle metabolizması ve immun sistemi başta olmak üzere değişik fizyolojik süreçlerine önemli etkiler göstermektedir. Barsak bariyer fonksiyonunun korunması ve barsakta normal kolonizasyonun sürdürülmesi mikrobiotakonak ikilisinin etkileşimlerine bağlıdır. Çalışma; sentetik güçlü bir hidrokortizon analoğu olan ve insan ve veteriner hekimliğinde farklı dozlarda ve değişen süreçlerde yaygın olarak kullanılan deksametazonun parenteral uygulamasının ileum mikrobiotasına kısa süreli doza bağlı etkilerini belirlemeyi amaçlamıştır. Materyal ve Metod: 40 erkek Wistar albino sıçan 7 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna serum fizyolojik, diğer gruplara 0.1mg/kg, 0.5mg/kg, 1mg/kg, 2.5mg/kg, 5mg/kg, ve 10 mg/kg dozda deksametazon i.p. yolla bir kez verildi. Enjeksiyondan 48 saat sonra hayvanlar sakrifiye edildi ve aseptik şartlarda ileumları çıkarıldı. İleum içeriğinde total aerob, anaerob, lactobacilli ve koliform bakteri sayıları belirlendi. Bulgular: Genel olarak 5 ve 10 mg/kg dexa uygulanan gruplarda ileal total aerob ve anaerob bakteri ve lactobacilli sayısında önemli artışlar gözlendi. Total aerob bakteri sayısı 5 ve 10 mg/kg doz gruplarında genel olarak diğer gruplardan daha yüksekti (P<0.01). Ancak 0.5 mg/kg ile 10 mg/kg doz grupları arasında önemli bir fark yoktu. 5mg/kg dozunu alan grupta ileal anaerob bakteri sayısı diğer gruplara göre artış gösterdi (P<0.01). Benzer şekilde, diğer gruplarla karşılaştırınca 5 ve 10 mg/kg doz gruplarında ileal lactobacilli sayısı belirgin şekilde arttı (P<0.001). 0.1 mg/kg doz grubunda koliform bakteri sayısının 0.5, 1 ve 10 mg/kg doz gruplarına oranla daha yüksek olduğu saptandı (P<0.05). Sonuç: Organizma için faydalı türler arasında yer alan lactobacillerin yüksek doz deksametazon alan gruplardaki artışının bağırsak bariyer fonksiyonuna etkilerinin ortaya konulması için ayrıntılı çalışmalara gereksinim vardır. P-135 AMONYAĞIN SIÇAN BÖBREĞİNDE KSANTİNOKSİDAZ ENZİMİNE ETKİSİ O. Elmas1, S. Çalışkan1, O. Elmas2, N. Gümral1, A. Koyu1 1 Süleyman Demirel Üniversitesi,Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ISPARTA 2 Bitlis Devlet Hastanesi, Biyokimya Bölümü, BİTLİS, Giriş ve Amaç: Ksantin oksidaz (XO) enzimiyle ksantin ve hipoksantinden ürik asit oluşurken, süperoksit (O2-) radikallerinin miktarı artar. Bu reaksiyonun siroz gibi kanda amonyak artışıyla giden hastalıkların sürecinde meydana gelen böbrek fonksiyon kayıplarından sorumlu olabileceği düşünülmüştür. Amonyağın, böbrek dokusunda XO enzimine olan etkisinin araştırılması planlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada 20 adet Wistar Albino dişi sıçan kullanıldı. Her deney grubunda 10 deney hayvanı bulunacak şekilde, Kontrol (K) ve Amonyak alan (A) grup olarak ikiye ayrıldı. A grubuna 28 gün boyunca günde tek doz 2.5mmol/kg amonyum asetat fosfat tampon solusyonu (PBS) ile pH’ı nötralize edildikten sonra periton içine enjekte edildi. K grubuna ise sadece PBS solüsyonu i.p. enjekte edildi. 29. gün ether anestezisi altında intrakardiyak ponksiyon yapılmasıyla öldürüldü. Çalışmada böbrek dokusunda XO, ksantin dehidrogenaz (XDH), süperoksit dismutaz (SOD), protein-tiyol (P-SH) ve malondialdehyde (MDA) seviyeleri ölçüldü. Bulgular: Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgulara göre; Amonyak verilen grupta kontrol grubuna göre XO aktivitesi artarken, XDH aktivitesi, XDH/XO oranı ve P-SH miktarı azaldı (P<0,05). SOD ve MDA seviyelerinde istatistiksel olarak değişikliğe rastlanılmadı. P-136 TAURİN, MELATONİN VE N-ASETİLSİSTEİNİN KADMİYUMA BAĞLI AKCİĞER HASARINDAKİ ETKİLERİ N. Aydoğdu, 2H. Erbaş, 1K. Kaymak 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Biyokimya AD, EDİRNE Amaç: Endüstride yaygın olarak kullanılan kadmiyum bileşikleri insan ve hayvanlarda değişik toksik etkilere neden olmaktadır. Kadmiyum serbest radikaller oluşturarak ve antioksidan savunma sistemini bozarak sitotoksik etki gösterir. Bu çalışmamızda antioksidan özelliği bilinen taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin Cd’a bağlı olarak oluşan akciğer hasarını önlemelerindeki etkileri, ayrıca oluşmuş hasarı tedavi etmedeki etkinliklerini karşılaştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 90 adet erkek Spraque Dawley sıçan eşit sayıda 9 gruba ayrıldı. 3 ay süreyle; 1. gruba çeşme suyu, 2. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2, 3. grubunkine 200 ppm CdCl2 ve % 1 oranında taurin, 4. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2 ve % 0.02 oranında melatonin, 5. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2 ve % 0.5 oranında Nasetilsistein verildi. 3 ay süreyle 6, 7, 8 ve 9. grupların içme suyuna 200 ppm CdCl2 katıldı ve bu sürenin sonunda 7 gün boyunca 6. gruba çeşme suyu, 7. grubun içme suyuna % 4 oranında taurin, 8. grubun içme suyuna % 0.08 oranında melatonin ve 9. grubun içme suyuna % 2 oranında N-asetilsistein katıldı. Tedavi sürelerinin sonunda anestezi altında deneklerin akciğer dokusu alındı. Akciğer dokusunda malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GSH) düzeyleri incelendi. Bulgular: Sadece kadmiyum verilen 2. grupta GSH düzeyinin azaldığı (p<0.05) ve MDA düzeyinin arttığı (p<0.01); 6. grupta MDA düzeyinin arttığı (p<0.01) ve GSH azalmasının anlamlı olmadığı görüldü. Koruyucu amaçla verilen melatonin ve N-asetilsisteinin GSH düzeyini arttırdığı (sırasıyla; p<0.01, p<0.05), hem koruyucu hem de tedavi amaçlı verilen taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin MDA düzeylerini azalttığı (sırasıyla; p<0.01, p<0.001, p<0.001 ve p<0.05, p<0.01, p<0.001) görüldü. Sonuç: Taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin kadmiyuma bağlı olarak gelişen akciğer hasarına karşı hem koruyucu hem de tedavi edici rol oynadığı görüldü. P-137 FARKLI ŞİDDETLERDE UYGULANAN KUVVET ANTRENMANLARININ HEMOREOLOJİK PARAMETRELER ÜZERİNE AKUT VE KRONİK ETKİLERİ H. Çakır, P. Atsak, N. Gündüz, B.Akdağ, M. Bor-Küçükatay Pamukkale Üni., Spor Bilim. ve Tekn.YO, Antrenman ve Hareket AD, Fizyoloji AD; DENİZLİ, Giriş ve Amaç: Kas kütlesini artırmak için uygulanan kuvvet antrenmanlarının hemoreolojik parametreler üzerine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmada, belirli kas gruplarını içeren kuvvet antrenmanlarının, eritrosit agregasyonu ve deformabilitesi üzerine akut ve kronik etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya daha önce hiç kuvvet antrenmanı yapmamış, 20-28 yaşları arasında sağlıklı ve gönüllü 16 erkek denek katılmıştır. 2 gruba ayrılan deneklere, 6 hafta boyunca, farklı şiddetlerde; 1. grup 1RM %70, 12 tekrar, 3 set, 2.grup 1RM %85, 6 tekrar, 3 set olmak üzere 6 hareketten oluşan kuvvet antrenmanı uygulanmıştır. 1. ve 6. haftalarda kuvvet antrenmanından önce ve sonra, 6 haftalık programın son antrenmanından 72 saat sonra olmak üzere toplamda 5 kez, deneklerin önkol venlerinden alınan kan örneklerinde, eritrosit şekil değiştirme yeteneği (deformabilite) ve agregasyonu bir ektasitometre (LORCA) kullanılarak ölçülmüştür. İstatistiksel değerlendirmeler, Friedman ve Wilcoxon testi kullanılarak yapılmıştır. Bulgular: 0,53 Pa kayma kuvvetinde ölçülen eritrosit deformabilitesinde akut ve uzun süreli antrenman sonrasında her iki grupta istatistiksel olarak önemli düzeyde olmayan bir artış gözlenmiştir. Son antrenmandan 72 saat sonra sadece 1. grupta eritrosit deformabilitesinde anlamlı bir azalma saptanmıştır. Eritrosit agregasyonunun, her iki grupta akut ve uzun süreli antrenman sonrasında istatistiksel olarak önemli düzeyde arttığı, sadece 1. grupta son antrenmandan 72 saat sonra anlamlı düzeyde azaldığı belirlenmiştir. Sonuç: Bakılan hemoreolojik parametreler bakımından 1. grupta meydana gelen değişikliklerin 2. gruba göre daha belirgin olduğu gözlemlenmiştir. P-138 SIÇANLARDA HAMİLELİK SÜRESİNCE YAPILAN EGZERSİZİN PLASENTA HÜCRE ÖLÜMÜ VARLIĞI VE MATERNAL PLAZMA GH, IGF-I VE IGFBP-3 DÜZEYLERİNE ETKİLERİ G. Turgut1, P. Atsak1, A.Ç. Tufan2, S. Turgut1 Pamukkale Üni., Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Histoloji ve Embriyoloji AD; DENİZLİ, gturgut@pau.edu.tr Giriş ve Amaç: İnsulin-like growth factor-I (IGF-I), GH/IGF sisteminde ve özellikle intrauterin dönemde önemli olan bir büyüme faktörüdür. İnsulin-like growth factor binding protein-3 (IGFBP-3) ise IGF-I’in dolaşımda taşınmasını büyük oranda sağlayan maddedir ve IGF-I’in etkinliği için çok önemlidir. Bu araştırma hamilelik boyunca yapılan egzersizin maternal plazma GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeylerini ve plasental hücre yaşamını nasıl etkilediğini araştırmak amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metod: Vaginal smear ile hamileliği saptanan 12 Wistar Albino sıçan, iki eşit gruba ayrılmıştır. Deney grubuna (n=6) hamileliğin D0’ıncı gününden itibaren 19 gün boyunca günde bir kez olmak üzere koşu bandında egzersiz yaptırılmıştır. Kontrol grubu (n=6) ise bu süre boyunca dinlendirilmiştir. Hamileliğin D0 ve D20. gününde alınan kan örneklerinden GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeyleri saptanmıştır. Hamileliğin 20.gününde hayvanlar anestezi altında sakrifiye edilerek plasentaları ayrılmıştır. Plasentalarda TUNEL tekniği kullanılarak hücre ölümünün varlığı ve miktarını bakılmıştır. Sonuçlar gruplar arasında Mann-Whitney U test kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: TUNEL pozitif hücre sayısı gruplar arasında anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Maternal plazma IGF-I ve IGFBP-3 seviyeleri egzersiz grubunda anlamlı olarak artmış (p<0.01), GH düzeylerinde ise gruplar arasında bir anlamlılık gözlenmemiştir. Sonuç: Hamilelik boyunca yapılan egzersiz plazma IGF-I ve IGFBP-3 seviyelerini artırırken, plasentalarda hücre ölümünün varlığı açısından bir farklılık meydana getirmemektedir. P-139 YENİ BİR SİKLOOKSİJENAZ-2 İNHİBİTÖRÜ PAREKOKSİB’İN İZOLE SIÇAN MİYOMETRİYUMUNDA SPONTAN VE PROSTAGLANDİNLE İNDÜKLENEN KASILMALARA ETKİSİ: BİR İN VİTRO DİSMENORE MODELİ A. Ayar Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ELAZIĞ, Giriş ve Amaç: Dismenore (sancılı adet görme), mekanizması tam olarak bilinmemekle beraber rahimde bölgesel olarak prostaglandinlerin (PG) aşırı miktarda salgılanması sonucu ortaya çıkan, kasılmaya bağlı iskemi ve ağrı ile seyreden bir uterus hiperkontraktilitesidir. PG sentezinin inhibisyonunun uterus hiperkontraktilitesini azaltarak primer dismenore tedavisinde etkin olduğu gösterilmiştir.Bu çalışmanın amacı, yeni bir prostaglandin sentetaz siklooksijenaz-2- enzim inhibitörü olan parekoksib’in spontan ve PGF2 ile indüklenen uterus kasılmaları üzerine etkilerini incelemekti. Materyal ve Metod: Servikal dislokasyondan sonra erişkin Wistar cinsi dişi sıçanlardan miyometriyum kesitleri alınarak içerisinde 370C’de Krebs solüsyonu bulunan ve %95 O2-%5 CO2 (pH=7.4) ile sürekli gazlandırılan izole organ banyosuna asıldı. Organ banyosuna kümülatif olarak eklenen parekoksib’in spontan ve PGF2 (1 g/ml) ile indüklenen kasılmalar üzerine etkileri 5 dakikalık periyotlar halinde değerlendirildi. Bulguların istatistiksel değerlendirilmesinde Wilcoxon rank testi kullanıldı. Bulgular: Kümülatif olarak uygulanan parekoksib, spontan kasılmaların kasılma eğrisi altında kalan alanını (EAKA) kontrol değerinin (%100) sırasıyla, %72 6 (P> 0.02, 50 M), % 41 10 (P= 0.008, 150 M), %20 6 (P= 0.008, 300 M), ve %10 7 (P= 0.008, 600 M) oranlarına baskıladı (n=6). Benzer şekilde, parekoksib PGF2 ile indüklenen kasılmaları da doza bağımlı bir şekilde inhibe etti. İlave olarak, parekoksib’le (600 M) ön muamele edilen kesitlerde ardından uygulanan PGF PGF2 ’ya anlamlı derecede daha zayıf (normale göre AUC % 28 ± 11, P=0.001, n=5) kasılma cevapları gözlendi. Sonuç: Bu çalışmanın bulguları, parekoksib’in sıçan miyometriyumunda spontan ve prostaglandinle indüklenen kasılmaları inhibe ettiğini ve aşırı prostaglandin salınımına bağlı erken doğum ve dismenore tedavisinde etkili olabileceğini vurgulamaktadır. P-140 PAREKOKSİBİN İZOLE SIÇAN MİYOMETRİYUMUNDA OKSİTOSİNLE UYARILMIŞ KASILMALAR ÜZERİNE İNHİBİTÖR ETKİSİ A. Ayar1, M. Özcan2 Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Biyofizik Anabilim Dalı; ELAZIĞ, Amaç: Bu çalışmanın amacı, parenteral COX-2 inhibitörü parekoksibin, izole sıçan miyometriyumunda oksitosin ile uyarılan kasılmalar üzerine etkisinin incelenmesidir. Materyal ve Metod: Gebe olmayan erişkin Wistar cinsi dişi sıçanlardan izole edilen miyometriyum kesitleri, içerisinde 370C’de Krebs solüsyonu bulunan ve %95 O2-%5 CO2 (pH 7.4) ile sürekli gazlandırılan izole organ banyosunda asıldı. Organ banyosuna kümülatif olarak eklenen parekoksibin oksitosinle ile indüklenen kasılmalar üzerine etkileri (frekans, amplitüt ve kasılma eğrisi altında kalan alan) 5 dakikalık periyotlar halinde değerlendirildi. Verilerin istatistiksel değerlendirilmesinde Wilcoxon Rank testi kullanıldı. Bulgular: Oksitosinle uyarılmış kasılmaların frekansı (sayı/5 dakika): 8±0.6 (n=12), parekoksib uygulamasından sonra doza bağımlı olarak inhibe oldu [5.3±0.4 (n=12, p=0.002), 4.9±0.4 (n=12, p<0.002) and 3.6±0.5 (n=12, p<0.004), sırasıyla 100, 300 ve 600 M parekoksib)]. Bununla uyumlu olarak, kasılma eğirisi altında kalan alanda da kümülatif parekoksib uygulamasından sonra [(kontrol değer %100), %67 5 (P= 0.002, n=12), %51 5 (P= 0.002, n=12) ve % 22 5 (P= 0.002, n=12), sırasıyla 100, 300 ve 600 M parekoksib] doza bağımlı bir baskılanma gözlendi. Sonuç: Selektif COX-2 inhibitörü olarak tek parenteral ajan olan parekoksib, izole sıçan miyometriyumunda oksitosinle uyarılan kasılmaları inhibe etme bulgusu bu ajanın tokolitik bir ajan olarak erken doğum eyleminde etkili olabileceğini göstermektedir. P-141 - - FARE OOSİT / ZİGOTUNDA Cl / HCO3 DEĞİŞTİRİCİ AKTİVİTESİNİN * MAYOTİK MATÜRASYON SÜRECİNDEKİ DEĞİŞİMLERİ A. Çetinkaya, Ş. Erdoğan, Ç. Zeren, A. Doğan Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; Balcalı; ADANA, Giriş: Büyüyen gelişen oositlerdeki hücre içi pH (pHi) düzenleyici sistemler mayotik yeterlilik ile kazanılmakta ve Germinal Vezikül (GV) aşamasına ulaştığında tam olarak aktif hale gelmektedirler. Ancak mayotik matürasyon aşamalarında bu düzenleyici sistemlerin inhibe edilebildiği yolunda bulgular mevcuttur. Nitekim laboratuvarımızda yapılan ve asit şoklara karşı oositlerin savunma mekanizması olan Na+/H+ değiştiricisinin bu süreçte aktivitesinin baskılandığı saptanmıştır. Bu çalışmada ise, alkali şoklara karşı hücreyi koruyan HCO3-/Cldeğiştirici (AE) aktivitesinin mayotik matürasyon ile ilişkisi incelenmiştir. Materyal ve Metod: Çalışmada Balb/c soyu dişi fareler indüklenerek uygun zamanlarda GV, Metafaz I (MI), Metafaz II (MII) oositler, veya kopülasyonları sağlanarak pronüklear (PN) aşamadaki zigotlar elde edildi. Kültür ve kayıt solüsyonları olarak KSOM ve Hepes-KSOM esaslı solüsyonlar kullanıldı. SNARF-1-AM ile yüklenmiş olan oosit/zigotlardan mikrospektrofluorometrik yöntem ile ratiometrik olarak pHi kayıtları alındı. Bulgular: Hücreleri alkali şoklardan koruyan AE aktivitesi, GV oosit aşamasında yüksek iken MI ve MII aşamalarında bu aktivite baskılandı. PN zigot aşamasında ise AE aktivitesi yine yüksek değerlere ulaştı. İndüklenmiş alkali şoklara karşı MI ve MII oositler pHi’larını tam olarak iyileştiremez iken PN zigot aşamasına gelen hücrelerde tam olarak iyileşme gerçekleşti. Sonuç: Oosit gelişim sürecinde, mayotik yeterlilik ile pH düzenleyici sistemlerin aktivasyonu gerçekleşmekte ancak birinci ve ikinci mayotik bölünme sürecinde HCO3-/Cl- değiştiricisi baskılanmaktadır. Bu baskılanma fertilizasyon sonraki PN aşamaya kadar devam etmektedir. PN aşamadaki zigota kadar aktivitedeki baskılanmanın fizyolojik önemi ise halen aydınlatılabilmiş değildir. * Bu çalışma Çukurova Üniversitesi Bilimsel Araştırma Fonu (TF2006-YL 1) tarafından desteklenmiş ve Çukurova Üniversitesi Tıbbi Bilimler Deneysel Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir. P-142 STRESLİ UYARAN ve 5 -ANDROSTAN-3 -OL-16-ONE (AND) VARLIĞINDA GÖZLENEN BAZI PSİKOFİZYOLOJİK DEĞİŞİMLERİN MENSTRUAL SİKLUSUN FARKLI EVRELERİNDE İNCELENMESİ Ç. İşman1, Z. Olgaç 1. D. Seyhan1, D. Bulut1, T. Alıcı 2 1 Muğla Üniversitesi Muğla Sağlık Yüksekokulu, 2Muğla Üniversitesi Fen-Ed. Fakültesi Psikoloji Bölümü, MUĞLA, Giriş ve Amaç: Menstrual siklus, psikofizyolojik süreçleri etkileme özelliği ile duygu durum ve üreme fonksiyonları üzerinde yön verici role sahip olarak kabul edilen bazı seks steroid türevi bileşiklerin (AND) incelenmesi adına elverişli bir periyoddur. Topluluk önünde konuşma; belirgin kardiyovasküler, endokrin ve mod değişikliklerine yol açan güçlü bir stresördür. Bu araştırma psikolojik stres ve AND bileşiği etkisinde elektrodermal yanıt, mod skorları ve serum kortizol-estradiol düzeylerindeki değişimlerin farklı menstrual evrelerde incelenmesi amacıyla tasarlandı. Materyal ve Metod: Yaş ortalaması 21.4 2.16 olan toplam 53 gönüllü kadında, uyaran öncesi, sırası ve sonrasında bipolar elektrotlar ile kaydedilen deri iletkenlik seviye (SCL) ve yanıtları (SCR), Stres (n=13), Stres+AND (n=13), AND-Stres (n=13), AND (n=8) ve kontrol grubunda (n=6) menstruasyon (n=19), geç-luteal-faz (n=18) ve ovulasyon (n=16) dönemlerinde incelendi. Mod skorları 16-madde mod testi ile deney öncesi ve sonrası iki kez belirlenerek, net skorlar elde edildi. Deney sonunda alınan kan örnekleri serum kortizol ve estradiol tayini açısından incelendi. Bulgular: Stresli uyaran ile oluşan SCR değerleri (0.25±0.08 S), AND bileşiği ile oluşan değerlere göre (0.07±0.07 S, p<0.05) anlamlı şekilde daha yüksek bulundu. AND grubu uyarılmışlık düzeyi (4.62±0.77) ve pozitif mod skoru (10.75±1.22) diğer gruplara göre daha yüksek olarak saptandı (p<0.01 ve p<0.001). Stres grubu serum kortizol düzeyi (16.26±1.4) kontrol (7.79±1.04, p<0.01), Stres-AND (10.41±1.53; p<0.05), AND-Stres grubu (10.44±1.1; p<0.05) ve AND (8.41±0.6; p<0.01) grubu değerlerine göre daha yüksek olarak saptandı. Sonuç: Ovulasyon evresine özgü duyarlılık, mod ve uyarılmışlık skorlarında oluşan artış, AND’ ın cinsler arası kimyasal iletişimde rol aldığı görüşünü desteklemekte ve serum kortizol düzeyi ve elektrodermal yanıt açısından AND, stresli uyarana zıt etki göstermektedir. P-143 POSTMENAPOZAL KADINLARDA ÇİNKO UYGULAMASININ SERUM ÖSTROJEN ve PROGESTERON DÜZEYLERİNE ETKİSİ F. Sunar, Z.I. Görmüş, A.K. Baltacı Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; KONYA, Amaç: Postmenapozal dönemde 2 hafta süreyle gerçekleştirilen düşük doz çinko uygulamasının serumdaki östrojen ve progesteron düzeylerini nasıl etkilediğini araştırmak. Materyal ve Metod: Doğal menapoz hastası 32 kadın üzerinde gerçekleştirilen çalışmada denekler eşit sayıda 4 gruba ayrıldı. Grup 1:Hiçbir uygulamanın yapılmadığı kontrol grubu. Grup 2: İki hafta süreyle 15 mg/gün çinko sülfat uygulaması yapılan grup. Grup 3: İki hafta boyunca hormon replasman tedavisi (0.625 mg östrojen+5 mg medroksiprogesteron asetat/gün) uygulanan grup. Grup 4: Yine iki hafta süreyle hormon replasman tedavisi (0.625 mg östrojen+5 mg medroksiprogesteron asetat/gün) ve çinko sülfat (15 mg/gün) uygulanan grup. Deneklerin tamamından çalışmanın başlangıcında ve 4 haftalık uygulamaların bitiminde olmak üzere ikişer defa alınan kan örneklerinde serum Östrojen (E2) ve Progesteron düzeyleri tayin edildi. Bulguların istatistiksel değerlendirmesi için variyans analizi uygulandı. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: Grup 1 ve 2’nin östrojen ve progesteron düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmedi. Grup 3 ve 4, grup 2’ ve 1’den, daha yüksek östrojen ve progesteron düzeylerine sahipti. Grup 3 ve 4’ün östrojen ve progesteron düzeyleri ise birbirinden farklı değildi. Sonuç: Çalışmanın bulguları postmenapozal kadınlarda 2 hafta süreyle düşük doz çinko uygulamasının bahsedilen parametreler üzerinde önemli bir etkiye sahip olmadığını göstermektedir. P-144 SEMİNAL SIVI ŞEKER DÜZEYLERİ İLE EMBDEN MEYERHOF YOLU ARASINDAKİ İLİŞKİ H. Leventerler1, S. Taga1, S. Solmaz2, N. Dikmen3 1 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hast. ve Doğum AD Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezi, 2Histoloji-Embriyoloji AD, 3Biyokimya AD ADANA, Amaç: Semende spermatozoanın ana enerji kaynağı olan fruktoz, seminal kese hücrelerinde glukozdan elde edilmektedir. Sperm, enerji üretimi için glikolitik yol ve Krebs döngüsüne (Embden Meyerhof Yolu) ihtiyaç duymaktadır. Mitokondriyal Malat Dehidrogenaz (MDHNAD), Krebs döngüsünün son enzimi, Laktat Dehidrogenaz (LDH) ise glikolitik yolun son enzimidir. Bu çalışmada, fertil ve infertil semen örneklerinde fruktoz, glukoz düzeyleri ile bu enzim aktiviteleri arasındaki ilgi araştırılmıştır. Materyal ve Metod: Semen örnekleri, spermiyogram özelliklerine göre fertil (A, kontrol) ve infertil gruplara (B,C,D,E) ayrıldı. Seminal plazma içeriklerinde, glukoz, fruktoz düzeyi ve MDH-NAD, LDH enzim aktiviteleri spektrofotometrik yöntemle tesbit edildi. Bulgular: Ort±SD olarak çizelgede sunulmuştur. Grup Glukoz (mg/dl) Fruktoz (mg/dl) MDH-NAD (mU/ml) LDH (U/L) 93,9±52,1 1236.9±687.0 A (n=40) Kontrol 2,0±2,1 184,7±124,8 B (n=25) Oligoteratospermi 2,8±2,1* 272,1±104,3 * C (n=26) Teratospermi 1,8±1,6 229,9±79,9 104,0±46,8 945.6±493.0 D (n=12) Astenospermi 4,0±1,4 * 706,6±143,3 * 40,0±25,7 * 1517.7±729.8 E (n=16) Azospermi 15,4±6,4 * 338,1±228,2 * 38,0±43,6 * 940.0±465.8 111,8±72,1 774.7±335.4 * *p< 0.05 düzeyinde anlamlıdır Sonuçlar: Ÿ Seminal plazma glukozunun da sperm için enerji kaynağı olarak önem taşıdığını, sağlıklı spermlerde hem glukoz hem de fruktozun hızla tüketildiğini göstermiştir. Ÿ Fertil grupta semen LDH aktivitesi ile glukoz tüketimi arasında ters bir ilişki görülmüş, bu durum infertil gruplarda kaybolmuştur. Ÿ MDH-NAD aktivitesi ile şekerlerin kullanımı arasında paralellik bulunmuştur. Bu veriler, enerji komponentlerinin kullanımının sperm kalitesindeki önemini vurgulamıştır. Bu çalışma SBE D-23 nolu proje ile desteklenmiştir. P-145 SİGARA İÇEN GEBELERE DİYET İLE VİTAMİN VERİLMESİNİN KORDON KANI LİPİT PROFİLİ VE ANTİOKSİDAN ENZİM AKTİVİTELERİ ÜZERİNE ETKİLERİ S. Acun, A.Z. Karakılçık, M. Zerin Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD. ŞANLIURFA.; Giriş ve Amaç: Sigara dumanında bulunan zararlı radikaller oksidan-antioksidan dengeyi bozarak hücre ve dokularda oksidatif hasarı artırmakta, hücresel zarların yıkımına ve fizyolojik işlevlerinde yetersizliğe neden olarak plazma lipit profili ve antioksidan enzim düzeylerini etkileyebilmektedir. Gebelerin sigara içmesi ise fetal dokuları da oksidatif hasara maruz bırakarak lipit peroksidasyonunu artırabilir. Materyal ve Metod: Araştırma, günde yaklaşık 10 sigara içen ve hiç sigara içmeyen, her biri 25 örnekten oluşan dört gruptaki 100 gönüllü yeni doğum yapmış kadın ve kordon kanı plazma örnekleri üzerinde yürütüldü.Çalışmada plazma trigliserit (TG), kolesterol (CHOL), yüksek dansiteli lipoprotein-kolesterol (HDL-C), düşük dansiteli lipoprotein-kolesterol (LDL-C) miktarları kolorimetrik metod ile, total antioksidan kapasite (TAK), superoksit dismutaz (SOD), glutathione redüktaz (GSH-Rx), paraoksonaz (PRX) ve glutathione peroksidaz (GSH-Px) enzim aktiviteleri, lipit peroxidasyonu (MDA), toplam peroksit (TP) ve toplam oksidan seviye (TOS) değerleri ise UV enzimatik yöntemle saptandı. Bulgular: Vitamin verilmesi ile sigara içenlerde kordon kanı plazması CHOL ve HDL-C düzeyinin arttığı, MDA ve TP düzeyinin azaldığı (P<0.05), GSH-Px ve GSH-Rx aktivitelerinin etkilenmediği (P>0.05) gözlemlendi. Ayrıca, maternal plazma TG, CHOL, HDL-C, LDL-C değerlerinin kordon kanı plazmasındaki değerlerinden daha fazla (P<0.050.001), kordon plazmasında ise SOD, TAK ve GSH-Px aktivitesi daha yüksek; MDA, PRX, toplam peroksit değerleri daha düşük (P<0.01), TOS ve GSH-Rx enzim aktiviteleri istatistiksel olarak farksız (P>0.01) bulundu. Sonuç: Bu verilere göre, gebelik döneminde annenin sigara içimine bağlı olarak kordon ve fötal kan plazmasında oluşacak oksidatif hasarı sınırlamak ve antioksidan savunmayı güçlendirmek için, sigara içen gebelerin hekim önerisi ile antioksidan vitamin almalarının fötusu oksidatif hasara karşı korumada yararlı olacağı düşünülmektedir. P-146 RATLARDA DOKSORUBİSİNE BAĞLI KARACİĞER HASARINA KARŞI ERDOSTEİNİN KORUYUCU ETKİSİ M. Yağmurca1, O. Baş2, H. Mollaoğlu3, Ö. Şahin4, A. Nacar5, Ö. Karaman6, A. Songur2. Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji-Embriyoloji1, Anatomi2, Fizyoloji3, Patoloji4, İç Hastalıkları6, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji5 AFYONKARAHİSAR, ANKARA, Giriş ve Amaç: Oksidatif stres doksorubisine bağlı karaciğer hepatotoksisitesinde önemli bir rol üstlenmektedir. Bu çalışmanın amacı doksorubisine bağlı karaciğer hasarında bir antioksidan ajan olan erdosteinin koruyucu etkisi olup olmadığını mikroskobik ve biyokimyasal metotlarla araştırmaktır. Materyal ve Metod: Ratlar kontrol (izotonik NaCl), doksorubisin (20 mg/kg, i.p.) ve doksorubisin+erdostein (50 mg/kg/gün, oral) olmak üzere üç gruba ayrıldı. Ratların doksorubisin uygulamasından 10 gün sonra anestezi altında karaciğer sol lobları çıkartılarak bir kısmı ışık mikroskobik inceleme için %10 nötral tamponlu formaline, diğer bir kısmı da biyokimyasal incelemeler için -20 o C’ye alındı. Karaciğer doku örneklerinde spektrofotometrik olarak malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), protein karbonil (PCO) düzeyleri ile katalaz (CAT) ve süperoksit dismutaz (SOD) enzim aktiviteleri ölçüldü. Bulgular ve Sonuç: Doksorubisin grubunda yer alan hayvanların karaciğerlerinde; hepatosit dejenerasyonu, sinüzoidal dilatasyon, hemoraji ve vasküler konjesyon gibi değişiklikler izlendi. Doksorubisin+erdostein grubunda bu değişikliklerin azaldığı görüldü. Histopatolojik değerlendirme sonucu elde edilen verilerin biyokimyasal parametrelerle korelasyon gösterdiği izlendi. Doksorubisin grubunda oksidatif hasara bağlı olarak NO düzeyleri ile protein oksidasyonunun ve lipid peroksidasyonunun göstergeleri olan PCO ve MDA düzeyleri anlamlı şekilde artmıştı. Doksorubisin+erdostein grubunda ise bu artış gözlenmedi. Doksorubisin grubunda SOD ve CAT enzim aktiviteleri anlamlı şekilde azalırken, doksorubisin+erdostein grubunda bu azalma izlenmedi. Bu sonuçlar ışığı altında; doksorubisine bağlı karaciğer hasarının erdostein uygulaması ile azaltılabileceği söylenebilir. P-147 SIÇANLARDA 2,4-DİCHLOROPHENOXY ACETİC ACİD VE ENDOSULFAN’IN ANDROJENİK VE ANTİ-ANDROJENİK ETKİLERİNİN HERSHBERGER METODUYLA ARAŞTIRILMASI Ö. Bulmuş, B. Yılmaz, Z. Şahin, S. Sandal, H. Keleştimur Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 23119 ELAZI . Giriş ve Amaç: Organoklor yapılı bir pestisit olan endosulfan, lipofilik özelliğinden dolayı doğada ve canlı organizmada yağ dokusunda birikme eğilimi gösterir. Bir herbisit olan 2,4Dichlorophenoxy acetic acid (2,4-D)’nin prostat kanser hücre kültürlerinde androjenik etki gösterdiği bildirilmiştir. Bu çalışma, Türkiye’de yaygın olarak kullanılan endosulfan ve 2,4D’nin peri-pubertal erkek rat modelinde serum luteinizan hormon (LH) ve testosteron düzeyleri ile androjen duyarlı dokular (prostat, cowper bezleri, seminal veziküller, muscslus levator ani, mLA) üzerine androjenik ve anti-androjenik etkilerini araştırmak amacıyla yapıldı. Materyal ve Metod: Deneylerde 42 günlük erkek Sprague-Dawley sıçanlar kullanıldı. İlk grup (n=8) sham orşidektomi olarak ayrıldı. Toplam 40 adet sıçan rompun+ketamin anestezisi altında total olarak (testisler + epididimis) orşidektomize edildi. On günlük iyileşme süresinin sonunda hayvanların vücut ağırlıkları belirlendi ve beş gruba ayrıldı: Orşidektomi grubu; testosteron propionat (TP) 0.5 mg/kg/gün s.c.; TP + flutamid (referans anti-androjen) 25 mg/kg/gün, oral gavaj; TP + endosulfan (10 mg/kg, oral gavaj) ve TP + 2,4-D (10 mg/kg, oral gavaj). On günlük uygulamaların sonunda, hayvanların vücut ağırlıkları tekrar belirlendi. Son uygulamadan 24 saat sonra sıçanlar dekapite edildi ve kan örnekleri toplandı. Tüm hayvanların prostat bezi, cowper bezleri ve seminal veziküller ile mLA hemen diseke edilerek tartıldı. Serum testosteron ve LH düzeyleri ELISA yöntemiyle belirlendi. Bulgular: Orşidektomi, tüm androjen duyarlı dokuların ağırlığında ve serum testosteron değerlerinde azalmaya neden olurken (p<0.001), orşiektomize hayvanlara TP uygulaması bu dokuların ağırlıklarının ve testosteron düzeylerinin sham grubu değerlerine dönmesini sağladı (p<0.001). Endosulfan seminal vezikül, prostat ve mLA ağırlıklarında TP grubuna göre anlamlı değişiklikler meydana getirmezken, sağ ve sol bulboüretral bez değerlerinde ve serum testosteron düzeylerinde anlamlı azalmaya neden oldu (p<0.005). 2,4-D uygulaması ise sadece seminal vezikül ağırlıklarında TP grubuna kıyasla anlamlı artış oluşturdu (p<0.01). Sonuç: Bu çalışmadan elde edilen bulgular, Hershberger metodunda ikişer parametrede 2,4D’nin androjenik, endosulfan’ın ise anti-androjenik etkilere sahip olduğunu göstermiştir. Bu çevresel kirleticilerin erkek üreme fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebileceği öngörülebilir. Bu proje TÜBİTAK 104-T-240 numaralı proje çerçevesinde desteklenmiştir. P-148 CUPRİZONE DEMİYELİNASYON VE REMİYELİNASYONU: ELEKTROFİZYOLOJİK BULGULAR C. Ünsal1, M.Özcan2 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; AYDIN; 2 İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; İSTANBUL. Amaç: Demiyelinasyon ile karakterize hastalıkların yaygın olması, kronik seyretmeleri, iyileşme olasılıklarının az ve etiyolojilerinin tam olarak açıklanamamış olması demiyelinasyon-remiyelinasyon çalışmaları için güvenilir hayvan modellerinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada erkek ve dişi ratlarda cuprizone (CP) ile oluşturulan demiyelinasyon ve remiyelinasyonun periferik sinirler üzerine etkilerinin elektronöyromiyografik yöntemle belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada 108 adet üç aylık dişi ve erkek Sprague Dawley ratı kullanıldı. İlk deneyde dört haftalık demiyelinasyon periyodundaki, ikinci deneyde demiyelinasyon periyodunu izleyen sekiz haftalık remiyelinasyon periyodundaki değişimler araştırıldı. Her iki deneyde de sinir iletim hızı (SİH) ve latans değerleri haftalık olarak ölçüldü. Uyarım bipolar yüzeysel elektrodla siyatik sinirin ortodromik stimülasyonu, kayıt gastroknemius kasına bağlanan yüzey elektrodları ile yapıldı. Bulgular: Demiyelinasyon periyodunda deney gruplarında SİH’nın azaldığı (P<0.001), latansın arttığı (bir ve ikinci hafta P<0.01, üç ve dördüncü hafta P<0.001), dişi ve erkekler arasında SİH ve latans açısından önemli farkların olduğu saptandı (SİH dördüncü hafta, latans üçüncü ve dördüncü hafta P<0.001). Remiyelinasyon sürecinde her iki cinsiyette de SİH artarak (birinci-dördüncü ve altıncı haftalar P<0.001, beş ve yedinci hafta P<0.05) sekizinci haftada normal değerlerine ulaştı. Latans açısından bulgular değerlendirildiğinde kontrol grupları ile deney grupları arasında birinci-dördüncü haftalar, beşinci hafta ve yedinci haftada önemli farklılıklar olduğu görüldü (sırasıyla P<0.001, P<0.01 ve P<0.05). Erkek ve dişilerin ortalama SİH değerleri arasındaki farkın birinci, üçüncü ve dördüncü haftalarda (P<0.001) ve ortalama latans değerleri arasındaki farkın bir, dört ve beşinci haftalarda önemli olduğu belirlendi (P<0.001, P<0.05). Sonuç: Ratlarda CP ile oluşturulan demiyelinasyonda değişimlerin erkek ratlarda dişilere oranla daha belirgin olduğu ve iyileşmenin de dişilerde daha hızlı şekillendiği görülmüştür. P-149 SIÇANLARDA YEM KISITLAMASININ BAZI KAN PARAMETRELERI VE SEKUM MİKROBİOTASINA ETKILERI H. Ünsal1, Ü. Çötelioğlu2 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Işıklı 09016 AYDIN. 2 İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL Amaç: Yem-gıda kısıtlamaları aşırı beslenmeye ve yaşlanmaya bağlı fonksiyonel kayıpları önlemekte ve yaşam süresini uzatmaktadır. Organizmanın fizyo-patolojisine önemli etkileri olan bağırsak mikrobiotası beslenme değişikliklerinden etkilenmektedir. Çalışma sıçanlarda ad libitum yem tüketiminin %20, %40 ve %60’ı oranlarında uygulanan yem kısıtlamasının bazı biyokimyasal değişkenler ve sekum mikrobiotası üzerine etkilerinin değerlendirilmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir. Materyal ve Metod: Çalışmada 28 adet Sprague Dawley erkek sıçan eşit sayıda 4 gruba ayrıldı. Sıçanlar ad libitum (kontrol) ve ad libitumun %20, %40 ve %60’ı oranlarında kısıtlanan yemle 28 gün süreyle beslendiler. Deney sonunda aseptik şartlarda alınan sekum içeriğinde pH, total anaerob, total aerob, lactobacilli ve koliform bakteri sayıları ve sekum ağırlığı belirlendi. Ayrıca plazma total protein, albümin, üre, kreatinin, amonyak, glikoz, trigliserid, kolesterol, alanin amino transferaz (ALT), aspartat amino transferaz (AST) ve serum sodyum, potasyum ve klor düzeyleri saptandı. Bulgular: Deney sonunda vücut ağırlığı kontrol grubu ve %20 kısıtlama uygulanan sıçanlarda sırasıyla %18 ve %5 artış gösterirken, %40 ve %60 kısıtlama gruplarında sırasıyla %16 ve %40’lık bir azalma saptandı. Yemin %60 kısıtlandığı sıçanlarda plazma total protein (P<0.05), albümin (P<0.05), glikoz (P<0.001) ve kolesterol (P<0.01) konsantrasyonlarının düştüğü, üre (P<0.01) ve ürik asit (P<0.01) konsantrasyonları ile ALT (P<0.001) ve AST (P<0.001) aktivitelerinin ise arttığı saptandı. Genel olarak yemin %20 ve %40 kısıtlandığı grupta biyokimyasal değişkenlerde önemli bir değişim gözlenmedi. Lactobacilli sayısının %20 ve %40 kısıtlama grubunda 60% kısıtlama grubundan önemli düzeyde yüksek olduğu (P<0.05), ancak kontrol grubuyla karşılaştırınca bu artışın önemsiz olduğu görüldü. Ayrıca, %20 kısıtlama grubunda total aerob bakteri sayısı %60 kısıtlama grubundan daha düşüktü (P<0.05). Sonuç: Bulgular sıçanlarda yemi %20 ve %40 kısıtlamanın sekal mikrobiyotayı olumlu etkileyebileceğini, %60 kısıtlamanın ise diyeter stres oluşturduğunu göstermektedir. Yem kısıtlaması uygulanan hayvanlarda mikrobiyal metabolik aktivitenin saptanması ve ayrıca organizma-mikrobiota ilişkilerinin araştırılması için ayrıntılı çalışmalara gereksinim vardır. Çalışma doktora tezinin bir bölümü olup, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından T-975/19022001 no’lu prpje olarak desteklenmiştir. P-150 DEKSMEDETOMİDİN’NİN, TOPİKAL NİMESULİD, CELECOKSIB VE DFU’NUN ANTİNOSİSEPTİF ETKİSİNİ ARTTIRMASI B. Karadaş2 T. Kaya2, S. Gültürk1, A. Parlak2, A. Çetin3, N. Durmuş2, A. Otağ4 Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Farmakoloji, 3Kadın Hastalıkları ve Doğum, Cumhuriyet Üniversitesi, 4Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, SİVAS Giriş ve Amaç: Nimesulid, selekoksib ve DFU (5, 5-dimetill-3-(3-fluorophenil)-4-(4methylsulphonil)fenil-2(5H)-furanone), selektif siklo-oksigenaz (COX)-2’yi bloke edebilen nonsteroid anti-inflamatuar ilaçlardır. Oral ve parenteral verildiği zaman anti-inflamatuar ve güçlü analjezik etkileri kanıtlanmıştır. Deksmedetomidin, son derece güçlü antinosiseptif bir ajandır ve yüksek oranda seçici bir alfa-2 agonistidir. Çalışmamızın amacı, nimesulid, selekoksib ve DFU’nun topikal olarak kuyruğa uygulandığı zaman (intraperitoneal dexmedetomidine varlığında ve yokluğunda) oluşan antinosiseptif etkiyi değerlendirmektir. Ayrıca deksmedetomidin’nin antinosiseptif etkisini alfa-2 reseptörler üzerinden gerçekleştirdiğini göstermeyi de planladık. Materyal ve Metod: Antinosiseptif etki sıçanın kuyruğu, nimesulid, selekoksib yada DFU içeren dimetil sülfatlı (DMSO) solüsyona batırıldıktan sonra kuyruk çekme testi (tail-flick) ile değerlendirildi. Antinosiseptif etki tüm gruplarda 60. dakikada pik yaptı ve 240 dakikada dereceli olarak bazal seviyeye düştü. Nimesulid, selekoksib ve DFU’dan daha hızlı düştü. Dexmedetomidin’nin antinosispektif etkisi, sistemik alfa-2 antagonisti olan atipamezole ile bloke edilerek tekrarlandı. Bulgular: Topikal COX-2 inhibitörlerinin kombinasyonu ile intraperitoneal deksmedetomidin verilmesi, tek başına verilen ilaçlardan, önemli oranda daha fazla analjezik etki meydana getirdi (p<0.05). Sonuç: Bu bulgular topikal COX-2 inhibitörleri ile dexmedetomidin arasındaki antinosiseptif etkileşmenin olduğunu göstermektedir. Kombine olarak uygulanan topikal COX-2 inhibitörleri ile dexmedetomidinin birlikte kullanımı analjezik etki açısından önemlidir. P151 FİZYOLOJİ PRATİK DERSLERİNDE HAYVAN KULLANIMINA İLİŞKİN HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİNİN GÖRÜŞLERİ Z. D. Balkancı1, B. Pehlivanoğlu1, A. Erdem1, M. Tuncer1, E. Karaağaoğlu2 Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Biyoistatistik2 AD., ANKARA Giriş ve Amaç: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, 1963’den beri pratik derslerde hayvan deneyleri yaptırmaktadır. Kullanılan hayvan türleri ve sayısı giderek azaltılmış, insan deneyleri artırılmıştır. Bu çalışmada deneylerde hayvan kullanımına ilişkin öğrenci görüşlerinin alınması amaçlanmaktadır. Materyal ve Metod: 2004-2005 eğitim yılında Dönem II öğrencilerine iskelet kası, periferik sinir ve kalp kası fizyolojisi deneylerinden önce ve sonra birer anket uygulandı. Anketler 5’li likert ölçeğine göre düzenlendi. Her dersten önce verilen kitapçıklarla öğrenciler deneyler hakkında bilgilendirildi, laboratuvarda deneylere aktif katılımları sağlanmaya çalışıldı. 278 öğrenci soruları yanıtladı (%79,7). Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Kullandıkları hayvan sayısının gerektiği kadar olduğunu düşünenler deneylerden sonra arttı (p 0,05). Pratik derslerde hayvan kullanımının yararlı olduğunu düşünenler değişmezken (%76,3) insan deneylerinin yararlı olduğunu belirtenler arttı (p 0,05). Hem insan hem hayvan deneylerinin gerekli olduğunu düşünenler ve insan deneylerinin daha fazla olmasını isteyenler artış gösterdi (p 0,05). Deneyler sırasında hayvanların acı çektiğini düşünen öğrencilerin oranında değişiklik olmadı (%47,1). Deneylerden önce öğrencilerin sadece %6 sı hayvan etiği hakkında bilgi sahibi olduğunu belirtirken bu oran pratik derslerden sonra %14,4’e yükseldi. Sonuç: Öğrenciler, pratik derslerde hayvan deneyleri yapılmasının, teorik derste öğrendikleri bilginin pekiştirilmesi açısından yararlı olduğunu belirtmekte, klinik beceri kazanmalarını sağlayan insan üzerindeki deneylerin artmasını istemektedirler. Bu çalışmada Dönem II öğrencilerinin hayvan veya laboratuvar etiği konusunda bilgi sahibi olmadıkları da belirlendi ve halen Dönem III programında yer alan derslerin, Fizyoloji laboratuvar çalışmalarının başlamasından önce verilmesi gerektiği ilgili birimlere iletildi. P-152 KALABALIK SINIFLARDA FİZYOLOJİ PRATİK DERSLERİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ VE ÖĞRENCİ MEMNUNİYETİ; HÜTF FİZYOLOJİ ANABİLİM DALI DENEYİMİ Z.D.Balkancı1, B. Pehlivanoğlu1, A.Erdem1, M. Tuncer1, N.H. Dikmenoğlu1, S. Bayrak1, E. İleri1, İ. Karabulut1, A.M. Sevgili1, S. Yörükan1, M. Elçin2, E. Karaağaoğlu3. Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Tıp Eğitimi ve Bilişimi2, Biyoistatistik3 AD, ANKARA; Giriş ve Amaç: Fizyoloji derslerinde laboratuvar çalışmaları teorik bilgilerin pekiştirilmesi açısından önem taşımaktadır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı gelişen teknolojiden yararlanarak laboratuvarda kullanılan donanımı ve yapılan deneylerin içeriğini geliştirmeyi, aynı zamanda kalabalık sınıflarda öğrencilerin aktif katılımını sağlamayı amaçlamaktadır. Materyal ve Metod: Bu amaçla ilk önce eski sistemleri kullanarak yaptıkları hayvan deneylerine ek olarak, bilgisayarlı veri toplama/analiz sistemi (Biopac MP100) ile 40-50 kişilik gruplara insanda kas, sinir ve dolaşım fizyolojisi deneyleri gösterildi. Geri bildirimlerde öğrencilerin deneyleri bizzat yapmak istedikleri (%90,3) belirlendi. Daha sonra sağlanan sekiz sistem (Biopac MP30) ile öğrenciler, yıl boyunca yaptıkları 12 pratikten 6’sında insan ve hayvanda çeşitli fizyoloji deneylerini gerçekleştirdiler. Aktif katılımı sağlamak için her deney 4 kez 10-14 kişilik 8 farklı grupla tekrarlandı. Böylece laboratuvarda çağdaş yöntemleri kullanarak hayvan deneylerine ilişkin verileri kayıt ve analiz edebilmeleri, bunun yanında gönüllü öğrenciler üzerinde kas, sinir, dolaşım ve egzersiz fizyolojisine ilişkin insan deneylerini yapabilmeleri sağlandı. Eski ve yeni uygulamaya katılan öğrencilere (sırasıyla, ankete katılan/toplam öğrenci sayısı: 236/326 ve 317/383) eğitim yıllarının sonunda öğrenci görüşlerini belirleyen ve deneylerle ilgili bilgi kazanımlarını ölçen anketler uygulandı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Deneyler öğrenciler tarafından küçük gruplarla yapıldığında, kullanılan kayıt sistemi ve stimülatörün yeterli olduğunu, deneylerin teorik bilgilerini pekiştirdiğini, laboratuvar araştırmalarına ilgilerinin artırdığını belirtenlerin oranında önemli artış gözlendi. Öğrencilerin %59’u deneylere aktif olarak katıldığını belirtti. Deneylere ilişkin bilgi sorularını doğru cevaplayan öğrencilerin oranındaki artış da önemli bulundu. Sonuç: Tüm öğrencilerin aktif katılımı için çalışma gruplarının daha küçük olması gerekmektedir. Deneylerin öğrenciler tarafından çağdaş teknoloji kullanılarak yapılması, deneylerin içeriğinin artırılması, bilginin pekiştirilmesi ve öğrenci motivasyonu açısından olumlu bulunmuştur. Bu çalışma, HÜBAB tarafından 01 G 019 no’lu proje ile desteklenmiştir. P-153 SÜLFİT’İN HÜCRESEL TOKSİSİTESİNDE PLAZMA PROTEİNLERİNİN ÖNEMİ V. Küçükatay1, A.İ. Kaya2 1 Pamukkale Üniversitesi.,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ; 2 Ankara Üniversitesi., Biyoteknoloji Enstitüsü, ANKARA. Giriş ve Amaç: Sülfit, hem endojen olarak kükürt metabolizması esnasında oluşan hem de eksojen olarak alınabilen ve hücreler üzerine toksik etkileri iyi bilinen bir moleküldür. Bu çalışmanın amacı sülfit toksisitesinde plazma proteinlerinin rolünü araştırmaktır. Materyal ve Metod: Deney 3 aşamada gerçekleştirilmiştir. 1. aşamada, 96 kuyulu plaklara 1 x 106 konsantrasyonda ekilmiş PC-2 hücreleri 0.1, 1 ve 5 mM konsantrasyonlarda sülfit ile muamele edilerek % 5 O2, % 95 CO2’li ortamda 37 C de 24 ve 48 saat inkübe edilmiştir. Bu sürelerin sonunda sülfit toksisitesi 3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl-tetrazolium bromide (MTT) yöntemiyle tayin edilmiştir. ikinci aşamada izlenen toksisitenin kaçıncı saatten itibaren başladığını belirlemek amacıyla aynı yöntem kullanılarak 1, 2, 3, 4, 5 ve 6. Saatte sitotoksisite tayini yapılmıştır. üçüncü aşamada ise gözlenen toksisitede plazma proteinlerinin rolünü araştırmak için PC-2 hücreleri aynı şekilde serumsuz ve serumlu ortamda, 5 mM sülfit varlığında plaklara ekilmiş, iki farklı ortamda sülfit toksisitesi açısından bir fark olup olmadığı araştırılmıştır. Bulgular: İlk iki aşamada elde edilen sonuçlar sülfitin toksik etkisinin 24. saatte ortaya çıktığı ve bu etkinin 5 mM dozda en belirgin olduğunu göstermiştir. Bu dozdaki sulfitin toksisitesini 2. saatten sonra ortaya çıkardığı gözlenmiştir. 3. aşamada ise gözlenen toksik etkinin özellikle serumlu medyum ile inkübe edilen hücrelerde istatistiksel olarak önemli oranda artmış olduğu izlenmiştir. Sonuç: Sülfitin plazma proteinleri ile yaptığı reaksiyonlar sonucu çeşitli metabolitlerinin oluştuğu ve bunların gözlenen toksisitede önemli olduğu in vitro olarak gözlemlenmiştir. A A. Ağar A. Akbaş A. Akgün A. Arıcıoğlu A. Ayar A. B. İskit A. Balık A. Bülbül A. C. Yazıcı A. Ç. Tufan A. Çelik A. Çetin A. Çetinkaya A. D. Dursun A. Demirkazık A. Doğan A. Erdem A. Erenmemişoğlu A. Eryavuz A. Filazi A. Gargılı A. Gökçimen A. Gölgeli A. İ. Kaya A. İğdem A. K. Baltacı A. Kandil A. Kapucu A. Karadeniz A. Karaduman A. Karakaş A. Keskin A. Koçak A. Korkmaz A. Koyu A. Küçük A. M. Sevgili A. Magemizoğlu A. Nacar A. O. Heper A. Oğuzhanoğlu A. Otağ A. Öniz A. Parlak A. S. Gönül A. Sevimli A. Songur A. Sümbül A. Şermet A. Temiz A. Topçu A. Tuncay A. Yağcı A. Yaren A. Z. Karakılçık A.Yapıcı P16,P66,P131 P70 S29 P84 P139,P140 S36,S37 P32 P60,P127,P128,S13 P74 P138 P154 P95,P150 P141,S17 P33,P78,P101 P116 P141,S17 P151,P152,S36,S37 S24 P60,P109 P127 P41 P132 P68 P153 P95 P125,P126,P143,S11 P41,P46,P55,S14 P46,P55,S14 S13 P31 P44,P51 P38 P132 P57,P64,P76,P83,P85, P94,S34 P135,P132 P21,P68 P152,S36,S37 P27,S9 P146 P26 P20 P150 P13 P150 P69 S13 P146 P44,P51 P1P2 P22 P22,P98,P105,P106,P107 P30 S13 P58 P77,P145 P120 B B. Akdağ P36 B. Ç. Yeğen B. Çakır B. Çam Etöz B. Çırak B. D.Obay B. Ergin B. Gemici B. Göğüsten B. Gönül B. Gündüz B. Karadaş B. Karakoyun (Oktar) B. Kavaklı B. Kurt B. M. Kayatekin B. Müsellim B. Özaykan B. Özyurt B. Pehlivanoğlu B. Reşitoğlu B. Sağlam B. U. Ergür B. Uysal B. Ünal B. Yıldız B. Yılmaz B.Akdağ P34,P47,P48,S3,S4 S23 P35 P20 P1P2 P46 P87 S24 P49,P50,P54 P44,P51 P150 P34 P23 S34 P22,P106 S28 P27,S9 P70 P151,P152 P3 P47,P48 P86 P57,P64,P83,P85,P94,S34 S25 P23 P147,S31 P137 C C. Ayabakan C. Bağcı C. Çevik C. Demirci C. Erzik C. G. Demir C. Gündoğdu C. Gürsul C. Güzel C. Kaçar C. Köse Özkan C. Marangoz C. Özoğul C. Süer C. Ş. Bediz C. Tümer C. Ünsal C. Ünsal Ç. Eker Ç. Erdoğan Ç. İşman Ç. Kaynak Ç. Özer Ç. Pekçetin Ç. Yenisey Ç. Zeren D. Balkancı D. Bulut D. D.Taylor D. Deveci D. Erbaş D. Kurt D. Selçuki D. Seyhan P124 P31,P32,P79,S25 P56 P41,P46,S14 P34 P62 S25 S18 P43 P103 P85 P12P17 P86 P21 P22,P98 P1P2 P5 P52,P134,P148,S16 P69 P20 P142 S27 P50,P84,P49,P93 P86 P90,P91 P141 S37 P142 S7 S10 P84 P43 P108 P142 D. Şahin D. Tekin D. Ünal E. A. Çakmak E. Adıgüzel E. Akçıl E. Akdağ E. Alçin E. Aytaç E. Babar E. Beytut E. Boyalı E. Bozyiğit E. Bulut E. Çakar E. Çakmakçı E. Çetin E. Çöllü E. E. Erşan E. E. Gürel E. Ersöz E. Ethem E. Fadıllıoğlu E. Gencer E. Gonca E. Gürel E. İleri E. Karaağaoğlu E. Keskin E. Kılınç E. M. Demir E. Melik E. O. Koylu E. Oral E. Öz Oyar E. Özdemir E. Poyrazoğlu E. S. Akarsu E. Şahin E. Taşdemir E. Taşkın E. Turan E. Uz E. Uzlu E. Vardar E. Yıldırım E. Yılmaz F. Akalın F. Akbıyık F. Arı F. Bağırıcı F. Bülbül F. C. Sazak F. Ekici F. Ercan F. Fadıllıoğlu F. G Seçkin F. Göğüş F. Gündüz F. Kocaay F. Mutlu F. Öktem F. Özgüner P62,P63 P33,P78,P101 S25 P31 P40 S5 S13 S31 P8P9P10P23 P71,P73 P65 P117 P120 S26 P51 P117 P24 P25 P61 S15 S27 P92 S18 P102 S32 P46,P55,S14 P152 P151,P152 P118,P119 P11,S21 P114,S20 P71,P73 P69 S35 P76 P61 P134 P42 P66 P1P2 P27,S9 P5 S2 P99,P100 S27 P69 S15 P124 S36 P101 P129,P130 S2 P72 P70,P80 P34,P47,P48,P81,P89 P80 P32 P31 P28,P104 S38 S12 P132 P132 F. Öztay F. Savcıoğlu F. Sefil F. Sunar F. Tarakçı F. Toraman G. Başbülbül G. Baydas G. Büyükyazı G. Ç. Yalçın G. Çakırsoy G. Dikmen G. Eraslan G. Erbil G. Erken G. Ersöz G. Güleç G. Gürol G. Hacıoğlu G. İlbay G. Karadeniz G. Koçer G. Maralcan G. Metin G. Öngen G. Özkaya G. Şahin G. Şener G. Temeltaş G. Turgut G. Yetkin G. Yiğit H. A. Çelik H. A. Demirel H. A. Erken H. A. Savaş H. Akbulut H. Akdam H. Akkuş H. Ataoğlu H. Ay H. Aydın H. Balcı H. Beydağı H. Bıyık H. Bilgiç H. Çağlıöz H. Çakır H. Çelik H. Çetinkaya H. Demirin H. Düzova H. Erbaş H. Erdoğan H. Esin H. F. Özel H. Fıçıcılar H. H. Şahin H. Keleştimur H. Köse H. Kurtel H. Leventerler H. M. Erdoğan S14 P131 P129,P130 P143,S11 P25,P29 P103 P134 P92,P96,S3 P108 P8 S3,S4 P9P10 P24 P86 P37,P38,P40,P75,P154 P102 P35 P62,P63 P16,P131 P62,P63 P108 P104 P32 S19 S28 P103 P88 P47,P48,P81,P82 P19 P36,P39,P58,P138 P11,S21 P23,S19 S13 P102 P20,P37,P154 P79,S2 P54 P38 P125 S5,S6,S38 P57,P64,P83,P94 P103 P46,P55,S14 P3 P134 P57,P83,P85,P94,S34 S3,S4 P137 P79 P41 P132 P11,S21 P136,S15 P70,P80 S12 P25 P33,P78,P101 S3,S4 P147 P121 P124,S22,S23 P144 P99,P100 H. Maral H. Mollaoğlu H. O. Seymen H. Özkayran H. Özyurt H. Resmi H. S. Gergerlioğlu H. Sayan H. Toklu H. Tunalı H. Ünsal H. Yapışlar H. Yaren H.A. Bağrıyanık İ. Aksu İ. Alican İ. Aslan İ. Başkonuş İ. Can İ. G. Yıldırım İ. Güner İ. H. Atakan İ. Halifeoğlu İ. İpseftel İ. Karabulut İ. Küçükkurt İ. Meral İ. Odabaş İ. Tuğlu İ. Uyaner K. Akgün-Dar K. Akıllıoğlu K. Dündar K. Ergin K. G. Akbulut K. G. Akdeniz K. Kaymak K. Kızılkaya K. Nas K. Özlük K. Serbest K. Solak K. Tuğyan K. Üçok K. Yapar L. Akgün L. Aslan L. D. Kozacı L. Memiş L. Ogan Keçetepen L. Öztürk M. Aksakal M. Alkanat M. Altan M. Aslan M. Aydın M. B. Yerer M. Balkaya M. Balkaya M. Birincioğlu M. Bor-Küçükatay M. Boşnak M. Bulut P62,P63 P45,P53,P132,P146 P8P9P10P23 P90,P91 P70 P22 P79,S2 P95 P81,P82 S8 P52,P134,P148,S16 P30 S34 P86 P22,P98,P105,P106,P107 P81,P82,P89,S1 P154 P32 S25 P5 P88 S15 P125,P126,S11 P115 P152 P109 P59 S22 P19 P46 P46,P55,S14 P71,P73 P64 P114,S20 P54 P8 P136,S15 P121 P43 P35 P72 P56 P86 P45,P53,P132 P99,P100 P45,P53,P109 P59 P114,S20 P49,P50 P110 P97,S26 P65 S29 S19 P16 S31 P67 P52 P134,S16 P90,P91 P37,P38,P39,P40,P137 P6P7P79 P79 M. Bülbül M. Cemek M. Çitil M. Deniz M. Dillioğlugil M. Elçin M. F. Gökçe M. H. Emre M. H.Bilgin M. Iraz M. K. Gür M. Kanbur M. Kendirci M. Kiray M. Koçak M. Kolgazi M. Koruk M. Mengi M. O. Güç M. Okuyan M. Ö. Bostancı M. Özbek M. Özcan M. Özgören M. Özler M. Pehlivancık M. Serter M. Şahiner M. Şencan M. Şireli M. Tuncer M. Tuzcu M. U. Çamsarı M. Uzun M. Ünal M. Y. Günal M. Yağmurca M. Yıldırım M. Yıldız M. Yumru M. Yüksel M. Zerin N. Ateş N. Aydoğdu N. Çakar N. Demirci N. Dikmen N. Dolu N. Durmuş N. Dursun N. Ekerbiçer N. Fındıklı N. Gedik N. Görmüş N. Gümral N. Gündüz N. H. Dikmenoğlu N. İşbil Büyükcoşkun N. İzgüt-Uysal N. Karagenç N. Koç N. Koku N. Kurtul P87 P56 P99,P100 S3,S4 P62,P63 P152 P18 P11,P80,S21,S30 P1 S18 P42 P24 P30 P86 S5 S1 P31 S19 S36,S37 S29 P129,P130 P25,P29 P140,P148 P13 P57,P64,P83,P85,P94,S34 S3,S4 P114,S20 P75 S10 P60,P127,P128 P151,P152 P92,P96,S31,S33 P105,P107 P99,P100 P84 P26 P146 P12 P9,P23 S2 P34,P89 P77,P145 P62,P63 P136,S15 S36,S37 P65 P144 S24 P150 P21,P110 P25,P29,S32 P4 P47,P48,P89 S11 P135 P137 P152 P35 P87 P39 S28 S6 P6P7 N. Kutlu N. N. Kamiloğlu N. Orak N. Öztaşan N. Poçi N. Şimşek N. Ustaoğlu N. Yazıhan N. Yelmen N. Yonguç N. Zaloğlu O. Açıkgöz O. Akçın O. Baş O. Bayazıt O. Bedir O. Çakmakçı O. Denli O. Elmas O. Genç O. Gökalp O. Gözen O. K. Başkurt O. Karahasanoğlu O. Kuru O. Öztürk O. Üçer Ö. Azer Ö. Bozdoğan Ö. Bulmuş Ö. Donat Eker Ö. Ekinci Ö. Karakurt Ö. Karaman Ö. Kasımay Ö. Köse Ö. Nalbant Ö. Özdemir Ö. Şahin Ö. Şehirli P. Atilla P. Atsak P. A. Ulutaş P. Seymen P. Yargıçoğlu R. Demirel R. Güneşaçar R. Kozan R. Kurşunluoğlu R. M. Nebigil R. Mert R. O. Ek R. Saraymen R. Tan S .Ankaralı S .T. Koz S. A. Vardar S. A. Yıldız S. Acun S. Akyol S. Arbak S. Artış P108 P65 S3,S4 P109 S3,S4 P30 S35 S5,S6,S38 P88 P40 P26 P98,P105,P106,P107 P4 P45,P146 P14P13P15 P64 P11,P112,P117,P118, P119,P122,P123 P43 P135 P37,P75,P154 P132 P69 P28 P72 P28 P101 P19 P84 S32 P147 P69 P49,P50 S38 P146 P124,S22,S23 P16,P131 P103 P103 P146 P82 S36,S37 P38,P39,P137,P138 P52,S16 P9,P23 P16,P66,P131 P53 S10 P17,P129,P130 P37,P38,P58,P75 S32 P56 P90,P91,P121 P67 P87 P18 S33 P97,S27 P115 P77,P145 S7,S8 S1,S3,S4 S12,S24 S. Aydoğan S. Bayrak S. Bulut S. Can S. Canan S. Çalışkan S. Çeçen S. Çetinkaya S. Çiçek S. Demirgören S. Dinçer S. Erdal S. Erşan S. Göktaş S. Gültürk S. Gümüşlü S. Harbili S. İnan S. Kabukcu S. Kafkas S. Kahraman S. Kaplan S. Karakaş S. Kocaaslan S. Küçükersan S. Küçükosman S. M. Soylu S. Ogullar S. Ö. İşeri S. Patlar P30,P67 P152 P56 S25 P72,P74 P135 P114,S20 P61 P21 P133 P93 P116 P61 P93 P116,P129,P150 P66 P102 P29 P38 P91 P4 P17,S25 P121 P13 P60 P61 P127 P8P9P10 P47,P48,P89 P111,P113,P117,P118, P119,P122,P123 S. Pençe P6P7 S. Sandal P147 S. Selek S2 S. Silici P24 S. Solmaz P144 S. Soltanova Kocahan P73,P71 S. T. Köz P92,P96 S. Taga P144 S. Tekin S3,S4 S. Temoçin P114,P121,S20 S. Tezel P97 S. Turgut P36,P39,P58,P138 S. Üstünova P46,P55,S14 S. Yıldırım S35 S. Yörükan P152 Ş. Arıkan P125,P126 Ş. Çetinel P82 Ş. Dane S35 Ş. Erdoğan P141,S17 Ş. Gülen2 P74 Ş. H. Baytan S29 Ş. Öter P57,P64,P83,P85,P94,S34 Ş. Pöğün P69,P133 Ş.Demir P18 T. Alıcı P142 T. Artış S12 T. Boylu P114,S20 T. Bülbül P60,P127 T. Dağcı P19 T. Demir P116 T. Dost P90,P91 T. Ergenoğlu P3 T. Göktaş T. Gülyaşar T. Gürpınar T. Karadağ T. Kaya T. Keçeci T. Molla T. Oruç T. Öcek T. Topal U. Dündar U. Usta Ü. Çötelioğlu Ü. K. Şentürk V. Evren V. H. Özaçmak V. Küçükatay V. S. Nedzvetskii Y. Ağbulut Y. Baltacı Y. H. Doğan Y. Karakoç Y. Karanfil Y. Ocak Y. Seval Y. Yıldız Z. Candan Z. D. Balkancı Z. I. Görmüş Z. I. S. Görmüş Z. Kanay Z. Kızılay Z. Olgaç Z. Şahin Z. Telatar Z. Yılmaz P93 S19 P25 P20 P150 P111,P113 S27 P88 S3,S4 P64,P57,P83,P85,P64,S34 P120 S15 P149 P28,P104 P19 P95 P38,P40,P153 S31 P8 P31,P32,P79 P69,P133 P11,S21 P72 P109 P16 P90,P121 P4 P151,P152,S36 P143 S11 P43 P20 P142 P147,S31 P101 P11,S12,S21,S30 TELEMETRİK VERİ KAYIT VE ANALİZ SİSTEMLERİ TELEMETRİK EKG, EEG, EMG, KAN BASINCI, AKTİVİTE, VUCUT SICAKLIĞI KAYITLARI. 10 GR DAN 250KGR A KADAR HER HAYVANDA ÇALIŞMA İMKANI emka TECHNOLOGIES VERİ KAYIT VE ANALİZ SİSTEMLERİ ORGAN BANYOLARI, İZOLE KALP SİSTEMLERİ, MYOGRAF SİSTEMLERİ SPF, Transgenic Hayvan Modelleri, Hayvan Yetiştirme Laboratuarları Kurumu LAB PRODUCTS INC. Kafesler, Hayvan Barkodlama ve Tanımlama Sistemleri PERİMED LASER DOPPLER Kan Akımı Ölçüm Sistemleri 32. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ ANA SPONSORU