dtv Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke
Transkript
dtv Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke
dtv Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke Herausgegeben von Celal Özcan und Rita Seuß Illustrationen von Ina Seeberg Deutscher Taschenbuch Verlag En doğrusu bu Bir gün Nasrettin Hoca, yanında mollaları caminin yolunu tutar. Ancak eşeğine ters biner. Mollaları Hoca'ya: «Sevgili Hocamız, niçin böyle eşeğe ters binerek rahatsız oluyorsunuz?» diye sorarlar. Hoca onlara dönerek: « Sevgili mollalarım, eğer eşeğe doğru binsem, siz benim arkamda kalacak sınız. Siz önde gitseniz, bu sefer de sizin arkanız benim önüme düşecek. O yüzden böyle binmek en doğrusu» demiş. N asrettin Hoca yüzüğünü arıyor Nasrettin Hoca sinirli sinirli evden dışarı çıkar ve sokakta bir şeyler aramaya başlar. Bunu gören hanımı: «Hoca, ne oldu? Ne arıyorsun öyle sokak ortasında?» diye sorar. Hoca: « Hanım yüzüğümü kaybettim, onu arıyo rum», der. 6 Hanımı çok şaşırır. « Ama sen bugün hiç evden çıkmadın ki, yüzüğünü sokakta nasıl kaybedersin ?» diye sorar. Hoca: « Sana yüzüğü sokakta kaybettiğimi kim söyledi, hanım? İçerisi karanlık, onun için dışarıda arıyorum » cevabını verir. Kedi nerde? Nasrettin Hoca bir gün karısı kapama yapsın diye iki okka et alır. Ama karısı yalnız kalınca bütün mahalleye ziyafet çeker. Akşam Hoca eve gelir. Karısı sofraya bir tabak bulgur pilavı koyar ve buyur eder Hoca'yı. Hoca sorar: «Bu ne böyle hanım? Et almıştım, kapama yapacaktın? Hani nerde kapama?» « Ah efendi» der karısı, « hiç sorm a! Bizim hırsız kedi yemiş etin hepsini.» Hoca fırlar yerinden. «Ne? Kedi mi yedi eti? Hemen bul getir şu kediyi! » O ara kedi içeri girer. Zavallı hayvan bir deri bir kemik. Hoca kediyi görünce şüphelenir. H anım ına: « Ç abuk! Koş bana teraziyi g e tir! » der. Kediyi tartar. Kedi iki okka çeker. Bunu gören Hoca efendi şöyle d er: « Hanım, diyelim ki et budur, o halde kedi nerde?» Tarife bende Hocaya bir dostu bir ciğer tarifesi verir. « Hele bir pişir de gör, ne kadar lezzetli olacak! » der. Hoca da akşam eve dönerken çarşıya uğrar, tüm kasapları dolaşır ve sonunda tarife en uygun ciğeri bulup evin yolunu tutar. Düşüne düşüne yürürken gökten ok gibi bir atmaca iner ve ciğeri Hoca'nın elinden kaptığı gibi tekrar havalanır. Hoca birden afallar. Önce ne olduğunu anlaya maz. Sonra hemen toparlanır, yum ruğunu göğe uzatıp bağırmaya başlar: « Hiç yorulma, tarife bende!» A m an T a n rım ! Bir gün bir yolcu gemisi fırtınaya tutulur ve sal lanmaya başlar. Korkak bir yolcu: «Aman Tanrım, bu fırtınadan sağ kurtulursam, fakire sadaka vere ceğim !» Fırtına arttıkça: « Aman Tanrım, bir koç keseceğim!» Fırtına iyice şiddetlenince: « Aman Tanrım, yetiş ! Yüz altın dağıtacağım » diye yalvarır. Durum u izleyen Bektaşi kıs kıs gülerek: « Aman Tanrım, biraz daha sabret! Herif daha da artıra cak !» Bir gün fazla Ramazan bayramında komşular bayramlaşmaya giderler. Kutlama esnasında birbirlerine Ramazan'ı nasıl geçirdiklerini sorarlar. Komşulardan b iri: « Rahatsızlığım nedeniyle ancak bir gün oruç tuta bildim », der. Soru sırası Bektaşi'ye gelir. Bektaşi 12 bir gün oruç tutan komşuyu eliyle göstererek: « Bu efendi benden bir gün fazla oruç tutmuş » cevabını verir. Üzüm suyu Sultan Abdülmecid bir gün Boğaziçi'nde oturan bir Bektaşi'yi ziyaret eder. Bektaşi'nin büyük üzüm bağı Sultan'ın dikkatini çeker ve Bektaşi'ye sorar: « Maşallah, bağın çok büyükmüş. Üzümünü ne yapıyorsun ?» Bektaşi: « Komşularla, dostlarla birlikte yeriz, sultanım» der. M Sultan Abdülmecid: « Ama bu kadar üzüm yemeyle biter mi ?» Bektaşi: « Sultanım » der, « yediğimiz kadarını yeriz, kalanını sıkar, fıçılara basar, suyunu içe riz !» « Peki ama, sıkılmış üzüm şarap olmaz mı ?» « Vallahi sultanım » der Bektaşi omuzlarını silkerek, « biz üzümü sıkar, fıçılara basarız. O n dan sonrasına hiç karışmayız. Allah ne isterse o olur.» Padişahın rüyası Padişah gün doğarken uyandı. Gözlerini oğuşturarak: « Allah A llah ! » dedi ve alnındaki terleri sildi. Heyecanla kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Nöbetçiye: « Çabuk, Hekimbaşı'yı çağır b a n a ! » emrini verdi ve yatağına döndü. Biraz sonra hekimbaşı geldi, padişahı hürmetle selamladı: « Beni istemişsiniz sultanım .» İs Padişah, eliyle « o tu r ! » işareti yaptı. Dalgın dalgın: «Demin bir rüya gördüm. Çok tuhaf bir rüya. Onun telaşı içindeyim h a la ! » «Nasıl bir rüya efendimiz?» « Sana değil, bizim saray falcısı Enis'e anlat mak lazım. Bakalım neye yoracak! Yanıma gel, göğsüme koy elin i! » Padişahın arzusunu yerine getiren hekimbaşı gülüm sedi: « M ühim bir şey yok sultanım. Kalbi nizin çarpıntısı da geçecek şimdi. Müsaade eder seniz bizim Enis'e haber salayım .» « H em en!» Saray falcısı Enis yaşlı adamdı. Uzun boylu, kalın siyah kaşlıydı. Seyrek bir sakalı ve ufacık, keskin gözleri vardı. Padişahın huzurunda el pençe divan durmuş, buyruğunu bekliyordu. Padişah: «Hoş geldin Enis» dedi, «otur şöyle.» Saray falcısı, sırmalı koltuklardan birine oturdu. Padişah ağır ağır anlatmaya başladı. « Rüyamda güçlü bir herif çeneme bir yum ruk vurdu ve bütün dişlerim döküldü. Yorumla bana b u n u !» Enis önce biraz düşündü. Ciddi bir tavır takındı: « Bir şey soracağım efendimiz » dedi, « ağzınızdan kan aktı mı ?» «Hatırlamıyorum. Ama kanın ne anlamı var?» « Kan akarsa rüya gerçekleşmez.» « Devam e t.» Saray falcısı yutkundu: « Dişler, ailenin simgesi dir. Onların birdenbire dökülmesi ise ... » « Evet ?» « Bütün aile fertlerinizi kaybedeceğinizin bir işaretidir.» Sultanın benzi sarardı. Biricik oğlu, ca18 riyeleri, en çok sevdiği Zeynep ... Bu büyük bir fela ketti. Kızdı: «Sabah sabah canımı sıktın. Defol! » diye bağırdı. Enis, saygıyla eğilerek dışarı çıktı. Doktor, padişahla yalnız kalm ıştı: « Efendimiz » dedi, « ben Derviş adında bilgili ve tecrübeli bir falcı tanıyorum. İsterseniz, bir de o yorumlasın rüyanızı. Derviş çok zeki bir falcıdır.» « Peki öyleyse, git çağır o n u ! » Doktor padişahın önünde saygıyla eğildi ve gitti. Biraz sonra doktor, Derviş ile döndü. Derviş kırk yaşlarındaydı. Ufak tefekti. İnce çenesini sivri bir sakal süslüyordu. Padişah: « Doktor seni çok övdü » dedi, « kaç yıllık falcısın ?» « Yirmi beş yıllık efendimiz.» « Bugüne kadar baktığın falların isabet derecesi nedir?» «İyinin üstünde sultanım. Ama yanılmak biz in sanlara aittir. Ben sadece yorum yaparım. Buyurun, anlatın, lütfen.» 20 « Çeneme çok şiddetli bir yum ruk yedim ve bütün dişlerim kucağıma dökülüverdi.» «Sonra?» «Bu kadar.» Derviş anlamlıca gülümsedi. « Bu hayırlı bir rüyadır efendimiz.» Padişah hayretle sordu: «Neden?» « Çünkü bu demektir ki, siz aile fertlerinizin hep sinden daha uzun yaşayacaksınız.» Padişah: «Zekanı takdir ettim Derviş» dedi. Dok tora döndü. « Derviş bundan sonra sarayımda kala caktır. » Resim yarışması Padişah bir gün oturmuş kahvesini içiyor ve bakan ları ile ülke sorunları üzerine konuşuyordu. Kapı çalındı ve bir nöbetçi içeri girdi: « Efendimiz » dedi, «dışarda bir yabancı var. Usta bir ressammış. Sizinle görüşmek istiyor.» Padişah « Çağırın bakayım ! » dedi. Yabancı içeri girdi, padişah ve bakanları selamladı. «Sultanım» dedi, «ben çok uzaklardan geliyorum. 22 Nice memleketler dolaştım, çok şey görüp yaşadım. Bir çok padişahın sarayına konuk oldum ve ressam lık yaptım. Bu gezip görme tutkusu beni şimdi de sizin memleketinize sürükledi. Müsaade buyurursa nız sizin için de resimler yapmak isterim .» Sultan önce biraz düşündü. Bu yabancı ilginç bir kişiye benziyordu: « P eki! » dedi, « ama bir şartla. Seni önce imtihan edeceğim. Bu imtihanı kazanırsan, dilediğin kadar sarayımda kalabilirsin. Sarayımda çok usta bir ressam var. Onunla yarışacaksın.» Sultan nöbetçiyi çağırdı. «Bana Nakkaş ressamı gönderin!» dedi. Az sonra Nakkaş geldi. Ressamlar yarışmayı kabul ettiler. Nakkaş padişahtan yüz çeşit boya istedi. Yabancı önce düşündü, sonra: «Ben boya istemem » dedi. « Sadece büyük bir ^yna iste rim. » Padişah ressamların isteklerinin yerine getiril mesini buyurdu. Sarayındaki iki kapılı büyük bir odayı da çalışma odası olarak hazırlattı. Oda orta sından bir perde ile ikiye bölündü ve iki ressam çalışmaya başladılar. Padişah: « Size bir ay müd det tanıyorum. Bir ay sonra gelip resimlerinizi göreceğim. Şimdilik iyi çalışmalar ve bol şanslar dilerim » deyip ayrıldı. Bir ay çok kısa bir zamandı ve çabuk geçti. Padişah bakanlarıyla birlikte çıkıp geldi. Önce Nakkaş ressamın yanma gitti. Uzun uzun duvar daki resmi seyretti. Çok güzel bir bahçe manzarasıydı tasvir edilen. Renk uyum u hoşuna gitmiş ve resimden çok etkilenmişti. Nakkaşın yüzü gü lüyor ve çok seviniyordu. Sonra sıra yabancı ressamın tablosuna geldi. 24 Padişah odaya girince, ressam odanın ortasındaki perdeyi çekip aldı. Karşı duvardaki Nakkaşın tab losu tüm renk ve incelikleriyle aynada yansıdı. Resmin aynadaki aksi o kadar güzeldi ki, gözleri alıyordu: Bin bir renkli çiçekler açmış, ağaçların altında ise Sultan ve bakanları büyülenmişçesine geziniyorlardı. Yalancı dost Bir tüccar bir gün iş gezisine çıkmış. Göz kulak olması için bir külçe altınını bir dostuna bırakmış. Tüccar gezisini bitirmiş dönmüş ve dostundan altınını istemiş. Dostu d a: « Sorma » demiş, « senin altınları fareler yedi.» Tüccar bıyık altından gülmüş v e : « Yer, yer, doğal bir şey. Farelerin dişleri de çok keskindir h a !» demiş. Dostu bu yalanla tüccarı kandırdığına çok sevinmiş. Tüccar kalkıp gitmiş. Yolda dostunun oğluna rastlamış. Çocuğu alıp evine götürmüş ve eve kapatmış. 26 Ertesi gün iki dost yine karşılaşmışlar. Yalancı dost: « Bizim oğlan dün eve gelmedi, sen gördün mü?» diye sorunca. Tüccar taşı gediğine koym uş: « Ha ... dün senden ayrıldıktan sonra bir çaylağın bir çocuğu kaldırdığını gördüm, yoksa o senin oğlun muydu ?» Yalancı dost: « Aman nasıl olur, bir çaylak bir çocuğu kaldırabilir mi? Bu görülmüş bir şey mi?» Deyince tüccar cevabı yapıştırm ış: « Bunda şaşacak ne var? Fareler keskin dişleriyle bir külçe altını yerse, bir çaylak, değil senin oğlunu, fili bile kapıp göğe kaldırır.» Bunun üzerine yalancı dost: « Tamam » demiş, « senin altınını fareler değil ben yemiştim, al altınının parasını, ver benim oğlumu». Kuşların dili Dünyada ne kadar kuş varsa bir araya toplandı. Dediler k i: « Şimdi, hiç bir ülke padişahsız değil. Sadece bizim padişahımız yok. Biz de kendimize bir padişah seçelim.» 28 Hüdhüd de toplantıda vardı. Dedi k i: « Ey kuşlar, bizim bir padişahımız var, adı Simurg'dur ve Kafdağı'nm arkasında yaşar. O bize çok yakın ama, biz ona çok uzaktayız. Asıl padişah odur. Ancak ona ulaşmak zor. Çünkü yol oldukça uzak. Denizler derin ve coşkun, dağlar kar ve buzla kaplı, vadiler ise ateşten daha sıcak. Ben yolu tanıyorum. Eğer ona gitmek istiyorsanız size kılavuzluk yaparım. Siz bugün düşünün. Yarın tekrar toplanalım ve karar verelim .» Kuşlar Hüdhüd'ün önerisini kabul ettiler ve yuvalarına döndüler. Ertesi gün tekrar toplandılar. Bütün kuşlar gelmişti. Toplantı başladı. Kuşlar birer birer söz aldılar. İlk önce bülbül konuştu. Toplantıya sarhoş gelmişti. Dedi k i: « Kuşlar, ben güle aşığım. Ona öyle aşığım ki, kendimi kaybettim. Her gece ona şarkılar söylüyorum. Ben bir gece bile gülden ayrılamam. Bu sevda bana yeter. Beni mazur görün. Ben sizinle gelemem.» Hüdhüd cevap verdi: « Sen gülün rengine aşıksın. Ama bu aşk yüzeysel ve geçici, çünkü öze aşık değilsin.» Sonra kuğu kuşu ortaya geldi. Kanatlarını bir iki kez havada savurdu, bütün kuşları selamladı. Tüyleri bembeyazdı. «Kuşlar» dedi, «benim varlığım suya bağlı. Her gün serin sularda yüzer, 30 koyu gölgelerde dinlenirim. Susuz yaşayamam ben. Alınyazım böyle. Kızgın vadiyi susuz nasıl aşarım ? Beni mazur görün, ben hayatımdan m em nunum .» Hüdhüd cevap verdi: « Sen rahatını seviyorsun. Oysa zorluklarla olgunlaşır insan. Sen bu yol için uygun değilsin.» Sonra keklik yerinden kalktı, neşeli bir halde salma salma ortaya geldi. Gagası kırmızıydı ve siyahlar giyinmişti. Dedi ki: «Sevgili k u şlar! Ben mücevher tutkunuyum. Bunun için yüksek tepelerde uçar, taşlar üstünde uyur, devamlı m ü cevher ararım. Ben Simurg falan istemem. Çünkü bu tutku bana yetiyor. Hem Simurg'un yolu çok müşkül bir yol. Beni lütfen mazur g ö rü n ! » Sonra alaüveyik kuşu geldi. « Ey deniz ve kara kuşları» diye söze başladı, « ben kendi kendimle meşgulum. Deniz kıyısında yaşarım. Yüzmeyi bilmem ama, suyu o kadar çok severim ki, du daklarım kupkuru deniz kenarında dolaşır, yine de bir damla su içmem. Çünkü denizi çok kıs kanırım, bir damla azalmasın isterim suyu. Ben denizi terkedemem. Sizlere yolunuz açık olsun derim .» Hüdhüd cevap verdi: « Sen denize aşıksın ama, onu tanımıyorsun. Denizin suyu bir acıdır, bir tuzlu. Bir sakin, bir dalgalı. Deniz bir kararda 32 durmaz. Bir geri çekilir, bir coşar, bir köpürür ve kendini kıyıdan kıyıya çarpar. Çünkü gönül hu zurunu bulamamıştır, isteğine kavuşamamıştır. Denize aşık olan huzura kavuşamaz. O çok kişile rin gemisini yuttu. Bir çok insan onun girdabına düşüp öldüler. Dalgıçlar onun için suyun altında nefes almazlar, nefeslerini tutarlar. Yoksa deniz hemen boğar öldürür. Sonra çöp gibi kıyıya atar.» Alaüveyik gitti, puhu kuşu ortaya çıktı. « Ey kuşlar » dedi, « ben harabelerde doğmuşum, hara beleri kendime köşk seçmişim. Çünkü defineler hep böyle yerlerde saklıdırlar. Bir define bulmak umuduyla hep yıkık yerlerde dolaşırım. Bir gün bir define bulurum, mutlu olurum umuduyla yaşıyorum. Siz güle güle gidin. Ben Simurg'a aşık değilim. Beni mazur görün.» Hüdhüd bunun üzerine ayağa kalktı ve tüm kuşlara seslendi. Dedi ki « Ey ku şlar! Simurg'a ulaşmak ancak sevgiyle mümkündür. Aşk ise cesaret ve feragat ister. Aksi takirde Simurg'a ulaşmak mümkün değildir.» Yüzbinlerce kuş Hüdhüd'ü kendilerine yol gösterici seçtiler ve Simurg için yola düştüler. 34 Yol çok tuhaf bir yoldu ve kimsecikler yoktu. Kuşlar korktular. Birbirlerine yaklaştılar, başbaşa uçmaya başladılar. Dağlar gittikçe yükseliyordu, vadi ateşler içinde yanıyordu. Güçlü bir rüzgar esiyordu. Yıllarca uçtu kuşlar. Bir çoğu denizde boğulup öldü, bir çoğu dağlarda donup kaldı, çoğunun güneşten kanatları yandı. Sadece otuz kuş vardı hedefe. Tepede çok güzel bir saray gördüler. H üdhüd: «İşte padişahımız Simurg'un sarayı bu », dedi. Kuşlar çok yorgun dular. Sarayın kapısını vurup içeri girdiler. Otuz kuş Simurg'a baktılar, kendilerini gördüler. Si murg kendileriydi, hedefe varmışlardı. Sofu ile konuk Kentin birinde bir sofu yaşarmış. Günlerden bir gün sofuya bir konuk gelmiş. Birlikte yemek yemişler, sofu konuğunu hurmayla ağırlamış. Konuk hurm a dan pek hoşlanm ış: « Dostum bu ne tatlı hurma böyle ! Böylesi bizim oralarda yetişmez. Bana bu hurmaların çekirdeğinden ver de bahçeme dikeyim » demiş. S ofu: « Bir yararı olmaz dostum. Bu hurma yalnız bizim buralarda yetişir, sizin topraklarda yetişmez sanırım. Ayrıca sizin oralarda da kimbilir ne güzel başka meyveler vardır. Bir hurma çekirdeğini oralara kadar götürmek gereksiz. Bence olmayacak bir şeyin ardından koşmak doğru değil.» Sonra dinler üzerine konuşmuşlar. Konuk bu kez ev sahibinin dinine imrenmiş, onun dinini daha inan dırıcı bulmuş. Sofu bunu üzerine: « Sevgili dostum. Senin de çok 36 değerli bir dinin var. Senin kendi dininden vazgeç men hiç doğru olmaz. Bu karganın serçeye özenme sine benzer » deyip anlatmaya başlamış: « Karganın biri seke seke yürüyen serçeye özenmiş ve onun gibi yürüm ek istemiş. Ama tüm uğraşısına rağmen bir türlü yürüyüşünü serçeninkine benzetememiş. Böylece kendi yürüyüşünü de unutmuş ve en kötü yürüyüşlü kuş olmuş. Senin de kendi özelliğini unutacağından korkarım .» Ördek Ali Vaktiyle Ali adında bir çocuk varmış. Bu çocuk pay tak paytak yürüdüğü için arkadaşları ona « Ördek A li» adını takmışlar. Gel zaman git zaman, Ördek J\li büyümüş. Ama kendisine takılan « Ördek A li» adından bir türlü kurtulamamış. Ne var ki Ali Efendi çok alıngan ve sinirli bir insan olduğundan hiç kimse yüzüne karşı «Ördek Ali» demeye cesaret edemezmiş. Bir gün Ali Efendi bir arkadaşı ile yolda yürürken ... « Bugün hava çok bulutlu Ali Efendi.» «Vay sen bana <Ö rdek>diyorsun ha? Al san a! » « Dur, Ali Efendi d u r ! Ben sana öyle bir şey de medim ! Sadece hava bulutlu dedim .» «İyi ya işte, <Ördek Ali >demeye getirdin ...» « Nasıl olur kardeşim ?» «Bal gibi olur. <Hava bulutlu>ne demek?» «Ne demek?» « Yağmur yağacak demek. Yağmur yağınca ne olur?» «Ne olur?» 38 « Orada burada sular toplanıp gölcükler oluşur. Bu gölcüklerde ne y üzer?» «Ne yüzer?» « Ördekler yüzer elbette, açıkçası sen bana <Ördek Ali> demek istedin.» Nenni Bebeği deveye çattım bebeği deveye çattım nenni nenni nenni nenni vay. Çılburun boynuna attım nenni de nenni de nenni de nenni. Köpekler dağda uluşur köpekler dağda uluşur nenni nenni nenni nenni vay. Eltim çadırda gülüşür nenni de nenni de nenni de nenni. 40 H a lk tü r k ü s ü Dere geliyor dere yalele yalele kumunu sere sere yalelellim. Al beni götür dere yalele yalele yarin olduğu yere yalelellim. Ben armudu dişledim yalele yalele sapını gümüşledim yalelellim. Sevgilimin adını yalele yalele mendilime işledim yalelellim. H a lk t ü r k ü s ü Hamsi koydum tavaya, başladı oynamaya. Açtım, baktım, hamsi yok da başladım ağlamaya. Gemi geliyor gemi, bacası ben olayım. Şu İstanbul kızının da kocası ben olayım. Ha buradan aşağı da, ben inemem inemem. Ha canım küçücüksün de, sözüne güvenemem. Şarkı Of o f ! Yürü dilber yürü, ömrümün narı. Eridi, kalmadı dağların karı, aman. Aman, aman sürmelim aman. Günde on beş kere gördüğüm yari, aylar, yıllar geçti de, göremez oldum, aman. Aman, aman sürmelim aman. Of of! Kaşlar kara, gözler ela, sürmeli gözlere ben yandım, aman. Aman, aman ben yandım aman. Of of! Şu dağın başında bir top kar idim. Yağmur yağdı, güneş de vurdu da, eridim, aman. Aman, aman sürmelim aman. Evvel yarin sevgilisi ben idim, şimdi uzaklardan bakan ben oldum, aman. Aman, aman sürmelim aman. Of of! Kaşlar kara, gözler ela, sürmeli gözlere ben yandım, aman. Aman, aman sürmelim aman. / 46 Atasözleri ve deyim ler Dört gözle beklemek Kusursuz dost arayan dostsuz kalır. Gülü seven dikenine katlanır. Kafanı k u llan! Köpek köpeği ısırmaz. Ayağını yorganına göre u z a t! Gönül ne kahve ister ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane. Hariçten gazel okumak İş yattı. Bana göre hava hoş. Havanın ipi sapı yok. Havadan sudan konuşmak 48 Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi o l ! Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer. Haydan gelen huya gider. Tadı damağımda kaldı. O rhan P am uk: Bir başka O rhan İstanbul'un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine ben- „ zeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim,; hatta tıpatıp aynım bir başka O rhan'ın yaşadığına ço cukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesiyle inandım. Bu düşünceyi ilk nereden ve nasıl edindiğimi hatırlamıyorum. Büyük ihtimal, yanlış anlamalar, rast lantılar, oyunlar ve korkularla örülmüş uzun bir süreç sonunda fikir içime işlemişti. Bu hayal kafamda ışımaya ı başlayınca neler hissettiğimi açıklayabilmek için onu en b4 lirgin şekliyle ilk hissettiğim anlardan birini anlatmalıyım! 50 Beş yaşımdayken bir ara bir başka eve yol lanmıştım. Annemle babam, kavgalarının ve ayrılıklarının birinin sonunda Paris'te buluş muşlar, İstanbul'da kalan beni ve ağabeyimi de birbirimizden ayırmışlardı. Ağabeyim Nişan taşı'nda, Pamuk Apartmam'nda, babaannem ve aile kalabalığı ile birlikte kalıyordu. Beni ise Cihangir'e teyzemin evine yollamışlardı. Sev giyle ve hep gülümseyerek karşılandığım bu evin duvarında beyaz bir çerçeve içerisinde küçük bir çocuk resmi asılıydı. Arada bir, teyzem ya da eniştem duvardaki resmi gösterip, « Bak bu sensin », diye gülümserlerdi. Resimdeki iri gözlü bu sevimli çocuk, evet, biraz bana benziyordu. Onun da başında benim sokağa çıktığım zaman taktığım kasketlerden biri vardı. Ama gene de onun tam benim resmim ol madığım biliyordum. (Aslında resim Avrujpa'dan gelmiş kitsch bir sevimli çocuk reprodüksiyonuy du.) Hep düşündüğüm, bir başka evde yaşayan öteki Orhan bu olabilir miydi ? Ama şimdi ben de bir başka evde yaşamaya başlamıştım. Sanki İstanbul'da bir başka evde yaşayan benzerimle buluşabilmek için benim de bir başka eve gitmem gerekmişti, ama hiç mem nun değildim bu buluşmadan. Asıl eve, Pamuk Apartmam 'na geri dönmek istiyordum. Duvar daki resmin ben olduğunu söylediklerinde, aklım biraz karışır, ben, benim resmim, bana benzeyen resim, benzerim, bir başka ev hayalleri birbirinin içine geçer, eve geri dönmek, hep orada aile kala balığıyla birlikte olmak isterdim. 52 Yaşar K em al: İnce M emed şehirde Çarşının ortasına geldiler, şaşkın şaşkın durdular. Öylece dikilmiş dört yanı seyrediyorlardı. Güneş alabildiğine çökmüştü. Çarşının kalabalığı onlara görülmedik bir kalabalık göründü. Memed, kendi kendine «Karınca gibi kaynaşıyorlar» dedi. Şerbet çiler sarı pirinç güğümlerini yüklenmişler, ellerin deki sarı pirinç taslarını şakırdatarak bağırıyorlardı: « Ş erbet! Ş erbet! Bal şerbeti! Meyan k ökü! Bir içen pişman, bir içmeyen ! » Sarı pirinç güğümlere gün vurup şavkıtıyordu. Gözü sarı pirinç güğümde kalan Memed, güğümü yakından görebilmek için: « Şerbetçi, bana bir şerbet v e r ! » dedi. « Arkadaşıma da v e r ! » Şerbetçi öne doğru eğilerek, tası doldururken, o, parlayan pirincin üzerinde korkarak elini dolaştırdı. Şerbetçi ikisine de birer tas şerbet doldurdu uzattı. Şerbet soğuk, buz gibi köpükleniyordu. Her ikisi de şerbeti ancak yarısına kadar içebildiler. Hoşlarına gitmedi. Bir köşe başında, yüksekçe bir kütüğün üstüne oturmuş biri nal dövüyordu. Nal şakırtısına tü r 54 küler döktürüyordu. Bu, kasabanın meşhur kör hacısıydı. Burnuna hoş bir koku geldi sonra. Bu, kebap ko kuşuydu. Arkalarına dönünce, bir yıkık dükkanın içinden yağlı dumanların çıktığını gördüler. Dum an dan keskin bir et kokusu, yağ kokusu fışkırıyordu. Koku başlarını döndürdü. Kebabçıdan içeri, kendiliğinden giriverdiler. Kebabı utana utana ye diler. Sanki dükkandaki insanların hepsi durmuş, onlara bakıyordu. Kebapçı dükkanından çıktıkları zaman serseme dönmüşlerdi. Çarşıyı bir uçtan bir uca iki üç sefer katettiler. Memed Mustafa'ya döndü: « Buranın Ağası yoğumuş » dedi. M ustafa: « Sahiden.» Memed: « Ağasız k ö y ! » Krepler asılı bir dükkana girdiler. Memed, bir ipek krep seçti. Sarı ipektendi. İpeği avucunda sıktı, sonra da açtı. Krep avucundan yere kaydı. Has ipek! Aldılar, dışarı çıktılar. Mustafa Memed'e göz kırptı: «Hatçeye değil m i?» Memed : «İyi bildin Mustafa. Akıllı oğlansın ! » diye alay etti. Dün akşamki helva yedikleri dükkandan helva aldılar. Sonra fırından da sıcak ekmek aldılar. Ekme ğin üstünden sıcak sıcak buğu çıkıyordu. Helvayla ekmeği bir mendile koydular, bağladılar. Pazaryerindeki beyaz taşın üstüne oturmuşlar, manavlardaki öbek öbek sarı portakallara gözlerini dikmişlerdi. Kalktılar, birer tane portakal aldılar, soydular. Köye doğru yola düştüklerinde vakit öğleye ge liyordu. Ferit E d g ü : A t uşağı Ç ak ır'ın beş fotoğrafı Foto ı İki yaşlarında bir çocuk. Toz toprak içinde bir yolda. Çevrede ondan başka hiçbir canlı yok. Ne bir in san, ne bir hayvan. Cansız bir nesne de yok. Yalnızca bir yol. Çocuk, bir eli burnunda, ağlıyor. Ayakta durmakta güçlük çekiyor gibi. 58 Yapayalnız bırakılmış bir çocuk belli. Anası bıra kıp gitmiş. Belki dönüp aramayacak. Bu tostoparlak yalnız çocuğun fotoğrafı belki bir gazetede yayımlanacak. Büyük bir olasılıkla şu altbaşlıkla: « Sokak ortasına terkedilmiş bir çocuk bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru Darülaceze'ye teslim edildi.» Foto 23 Çakır ve babam bir yer sofrasında. İkisi de bağdaş kurup oturmuşlar. Çakır'ın sağ eli havada, bir şeyler anlatıyor olmalı. Babam kahkahalarla gülüyor. Foto 11 Çakır bir kır yemeğinde. Yere, çimenlerin üzerine hasırlar serilmiş. Hasırın üzerine bir ağacın (dut olsa gerek) gölgesi düşmüş. Bir hayli karanlık bir fotoğraf. Çakır'ın yanında babam. Önde annem. Ablam ayakta. Ben yokum. Çakır, elindeki kadehi kaldırmış. Babam Çakır'a bakıyor ve gülüyor. Serin bir gün. Foto 10 Çakır, bir pazar kayığında, küreklerin başında. Yaka bağır açık. Boynuna çarşaf gibi bir mendil dolamış. Gözlerinin içi gülüyor. Sanki bir müşteri bekliyor. Ya da müşteriler. Oysa biliyorum, bu kayıkla, ben, kızkardeşim, kızkardeşimin arkadaşı Zehra, annem, annemin 60 komşusu Kıymet Hanım, kızı Işık, oğlu dört par mak Aslan, Kâğıthane'ye gideceğiz. Henüz küreklere asılmamış Çakır, henüz Sütlüce'yi bulmamışız - yorgunluğu yüzünde belir mediğine göre. Foto 3 Bir karpuz sergisi. Oyulmuş karpuzlardan fener ler yapılıp asılmış. Karpuzların ortasında Çakır. Bir elinde bir bıçak, öbüründe kocaman, güçlükle tuttuğu belli bir karpuz. Sağ elindeki bıçağı karpuza batırmış. Karpuzun kan gibi çıkacağın dan emin. Belki de o garip sesiyle bağırıyordu bu fotoğraf çekilirken: Karpuzu kestim kan çıktı ... Foto 25 B en: yataktayım. Gülümsüyorum, ama yüzüm solgun. Belli ki, geçirdiğim dizanteri sırasında çekilmiş bir fotoğraf. Çakır, başucumda, yere oturmuş, yorganın üze rindeki elimi tutmuş, unutmadığım masallarından birini anlatıyor olmalı : « - Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl, Çakır arabacı iken, Beyin biricik oğlu hastalanmış ...» Aziz N e sin : Damda deli var Bütün mahalle ayağa kalktı: « Damda deli v a r ! » Sokak, bir baştan bir başa, deliyi seyre gelenlerle dolmuştu. 62 Önce karakoldan, sonra emniyet müdürlüğünden arabalarla polisler geldi. Arkadan itfaiye yetişti. Delinin annesi: « Yavrum, oğlum, in aşağı! Hadi çocuğum ! » diye yalvarıyordu. Deli de, aşağıdakilere: « Muhtar yapmazsanız, kendimi aşağı atarım ! » diyordu. İtfaiye erleri, deli aşağı atlarsa tutabilmek için branda bezini açtılar. Dokuz itfaiyeci, uçlarından tuttukları branda bezini apartımanın çevresinde dolaştırmaktan ter içinde kalmışlardı. Komiser: « Kardeşim, yahu, in be aşağı! » « Şunlara b a k ! Beni aşağı indireceğinize siz yukarı çıksanıza.» Kalabalıktan biri, oradakilere: « M uhtar yaptık diyelim » dedi. Başka b iri: « Olmaz yahu » dedi, « deliden m uhtar olur mu hiç?» «Allah Allah. Gerçekten m uhtar yapacak değiliz y a .» 64 Bastonuna dayanmış bir ih tiy ar: « Olmaz » dedi. « Gerçekten de, şakadan da yap sanız olmaz.» « Belki iner.» «İnmez. Ben bunları bilirim. Bir kere yukarı çıktılar mı, artık inm ezler.» Aşağıdan birisi. « Seni m uhtar yaptık! » diye bağırdı, « haydi in aşağı!» Deli, oynamaya başladı: « İnmem ! Şehir meclisine üye yapmazsanız, kendimi aşağı atarım .» İhtiyar yöresindekilere: «Nasıl» dedi, «ben size demedim mi?» Komiser: «Yaptık», dedi, «seni Şehir Meclisi'ne üye yaptık. Hadi kardeşim, in aşağı da arkadaşlarını bekletm e!» «İnm em ! Belediye başkanı yapın ineyim ! » İhtiyar: «Gördünüz mü» dedi. «Şimdi hiç inmez.» 66 İtfaiye kom utanı: «İn kardeşim ! Seni belediye başkanı yaptık, in de görevine başla! » Deli göbek atarak: «İnmem » dedi, « bir deliyi belediye başkanı yapanların arasında benim ne işim var? İnmem ! » « Peki ne istiyorsun ?» Deli bar bar bağırıyordu: «Başbakan yapmazsanız, kendimi aşağı atarım.» « Yaptık! » diye bağırdılar, « seni başbakan yaptık.» İhtiyar adam : «İnm ez! » dedi. Damda göbek atan deli: «İmparator yapın ineyim, yoksa kendimi aşağı atarım .» İh tiy ar: «Atar» dedi. « Yaptık! » diye bağırdılar. « Seni imparator yaptık. Haydi gel aşağı! » Deli: « Sizin gibi serserilerin arasında benim gibi im paratorun ne işi var?» dedi. «Peki, ne istiyorsun? Söyle de onu yapalım. İn be kardeşim ! Damdaki deli: «Ben imparator muyum?» diye sordu. Aşağıdan bağırdılar: «İm paratorsun!» « Madem ki imparatorum, canım isterse inerim, istemezse inmem. İnmiyorum iş te ! » Komiser kızdı: « Atlarsa atlasın be ! Bir deli eksik olur dünyadan! » diye düşündü. Düşündü ama, başına bir iş çıkabilirdi. İtfaiye komutanı, ihtiyara: « Şimdi ne yapacağız ?» diye sordu, « bu deli hiç aşağı inmez mi ?» « İner.» «Nasıl?» « Bırakın da ben indireyim ! » Herkes ihtiyarın deliyi nasıl aşâğı indireceğini merak ediyordu. İhtiyar, damdaki deliye: «İmparator hazretleri! » diye bağırdı, « acaba altıncı kata çıkmak arzu buyurulur m u ?» Deli gayet ciddi. «Pekala» dedi. Dama açılan delikten içeri girdi. Merdivenleri indi. Altıncı kat penceresinden kalabalığa bakıyordu. İhtiyar: « Haşmetpenah ! Beşinci kata çıkmak istemezler m i?» diye sordu. Deli: « Ç ıkarım ! » dedi. Herkes şaşkınlık içindeydi. Deli beşinci kata inmişti. İhtiyar: « Beyefendi hazretleri, dördüncü kata çıkmak iste mezler mi?» diye sordu. 70 Deli bir kat daha inmişti. İh tiy ar: « Saygı değer imparatorum, acaba üçüncü kata çıkmak arzu buyururlar mı?» dedi. Deli: « Elbette ! » diye cevap verdi Deli üçüncü kat penceresindeydi. Artık damdaki gibi göbek atmıyor, oynamıyordu. Üzerine gerçek bir kral ciddiliği gelmişti. « Muhterem imparatorumuz, ikinci kata çıkmak istemezler mi ?» «İsterim .» İkinci kata da inmişti. «Zati haşmetpenahileri birinci kata çıkmak iste mezler m i?» Deli birinci kata inmiş, ordan da sokağa gelmişti, kalabalığın arasındaydı. Doğruca ihtiyarın yanma gitti. Elini ihtiyarın omzuna koydu : «Ulan» dedi, «senin de deli olduğun nasıl belli. Deli, delinin halinden anlar.» Deliyi götürürlerken, meraklı bir kalabalık ih tiyarın yöresini aldı. «Beybaba, nasıl yaptın bu işi yahu?» İh tiy ar: 72 « Eeee ...» dedi, « kolay değil, elli yıl politika için de yoğrulduk.» Sonra bir göğüs geçirerek: « Ah, a h ! ...» dedi, « şimdi bacaklarımda derman olsa, ben de dama çıkardım, hem beni kimse de aşağı indiremezdi.» Cahit K ülebi: Hikâye Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut b iraz! Benim doğduğum köylerde Ceviz ağaçları yoktu, Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa b iraz! Benim doğduğum köylerde Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Savur b iraz! Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı, Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde İnsanlar gülmesini bilmezdi, Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım Gül b iraz! 74 Benim doğduğum köylerde Kuzey rüzgârları eserdi, Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz l Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin ! Benim doğduğum köyler de güzeldi Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat b iraz! N âzım H ik m et: D avet Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim. 7b O rhan Veli: İstanbul'u dinliyorum İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Önce hafiften bir rüzgâr esiyor, Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmıyan çıngırakları. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Kuşlar geçiyor, derken, Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık; Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Serin serin Kapalı Çarşı; Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa; Güvercin dolu avlular. Çekiç sesleri geliyor doklardan; Güzelim bahar rüzgârında, ter kokuları. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. 78 .. f a . i l . . .. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı, Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Bir yosma geçiyor kaldırımdan, Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar; Bir şey düşüyor elinden yere Bir gül olmalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Bir kuş çırpınıyor eteklerinde. Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum, Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum. Beyaz bir ay doğuyor, fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum. İstanbul'u dinliyorum. 80 Nâzım H ikm et: En güzel deniz En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır. En güzel çocuk henüz büyümedi. En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz henüz söylememiş olduğum sözdür. Aşık V eysel: Yurt ürünleri Bu dünyanın meyvesini Yesem amma yesem amma Arasam bulsam hasını Yesem amma yesem amma Amasya'nın elmasını Zile pekmez çalmasını Sivas'ın da kıymasını Yesem amma yesem amma Gezsem Tokat'ın bağını Emlek'in taze yağını Erzurum 'un kaymağını Yesem amma yesem amma Konya'nın güzel buğdası Sivas'ta Çorum'da hası Ayıntab'ın çiğ köftesi Yesem amma yesem amma 82 Güzel olur Türkmen kızı Yanakları kıpkırmızı Diyarbakır'ın karpuzu Yesem amma yesem amma Mersin Dörtyol portakalı M araş'tan da pirinç geli Malatya'da dut zerdali Yesem amma yesem amma Ah İzmir'in kuş üzümü Pek severim boğazımı Kazova'nın yaş üzümü Yesem amma yesem amma Kastamonu'nun kendiri Bursa'nın ipek mendili Edirne'nin hoş peyniri Yesem amma yesem amma İstanbul Ankara ayar Her ne dersen bunlarda var Şarap pirzolayı sever Yesem amma yesem amma Melisa G ü rp ın ar: lâmia hanımefendi İstanbul'a bir zamanlar çok kar yağardı çok kar paltolu ve fötr şapkalı beyefendiler içi tavşan kürklü eldivenlerini giyer çay içmeye çıkarlardı beyoğlundaki pastahanelere 84 ceplerinde fransızca gazetelerle ve şosonlu tilki kürklü hanımefendiler de Şişhane'de fuat bey apartmanında lâmia hanımefendinin karanlık ve hep havagazı kokan dairesinde kadife perdeler ardında çay içerlerdi kristal bardaklarla uzun bir masanın üstündeki kurabiyeler bir ömre yeterdi belki de M elih Cevdet A n d a y : Çürük Akasya ağaçları akasya kokuyor Bahçelerde güller gübreler kokuyor Geçen otomobil benzin kokuyor Otomobilin içindeki kadın lavanta kokuyor Kadının lavantası dehşet kokuyor Bu lavanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor Rakı kokuyor Kızlar oğlanlar ter kokuyor Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor 86 Sağlamların açılacak yaraları kokuyor İnsanların elleri, gözleri, kalpleri kokuyor Açlıktan nefesleri kokuyor Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor Yazdıkları, okudukları kokuyor Çürüdükçe kokuyor Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor Havalandırılmamış odalar kokuyor Havalandırılmış odalar kokuyor Sofalar, evler, apartm anlar kokuyor Mahalleler, şehirler, memleketler, kıtalar kokuyor Çürüdükçe kokuyor Duymuyor musunuz kokuyor Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor. Serkan A car: Kâzım Dirik sokağı'nda akşam Hüseyin amca Elinde nargilesi, Tütün dumanı süzer sudan. Dalar gider çocukluğuna, Ta Girit adasına. Koşar uçurtmasının arkasından yalınayak. Sütçü Nurettin Dayanır akasyaya, Önünde ada çayı. Bilmem kaçıncı kez anlatır Çanakkale Savunması'm. \ / ^ Ayşe teyze Hep oya örer. Torunu Zeynep'e çeyiz. Arada bir de geçenlere bakar, Gözlüğünün üstünden. Kebapçı Nihat'in Seyhun Amcasına küfreder. Almanya'dan top getirmedi, diye. Kasap Ali Hırlaşan köpekleri kovar. Elinde sopa, ağzında küfür. Postacının kızı Melahat Cam siler, türkü mırıldanarak. Kur yapar kahvecinin oğluna. Tahsildar Kemal'in kızı İp atlar. Saçları bir o yana, bir bu yana. Birazdan sokağın ilk ışıkları yanar. Etrafa yemek kokusu yayılır. İlk işçiler döner, yorgun yüzleriyle. Çatıdaki güvercin çoktan döndü yuvaya. 90 O rhan Veli: Ne kadar güzel Çayın rengi ne kadar güzel, Sabah sabah, Açık havada! Hava ne kadar gü zel! Oğlan çocuk ne kadar g üzel! Çay ne kadar güzel! A hm et Kutsi Tecer: Orda bir köy var uzakta Orda bir köy var uzakta O köy bizim köyümüzdür Gezmesek de tozmasak da o köy bizim köyümüzdür Orda bir ev var uzakta O ev bizim evimizdir Yatmasak da kalkmasak da o ev bizim evimizdir 92 Orda bir ses var uzakta O ses bizim sesimizdir Duymasak da tınmasak da o ses bizim sesimizdir Orda bir dağ var uzakta O dağ bizim dağımızdır İnmesek de çıkmasak da o dağ bizim dağımızdır Orda bir yol var uzakta O yol bizim yolumuzdur Dönmesek de varmasak da o yol bizim yolumuzdur Süleym aniye Camii ve M im ar Sinan İstanbul'un Süleymaniye semtinde bulunan Süleymaniye camii Mimar Sinan'ın ünlü eser lerinden biridir. Sinan bu camiyi Kanuni Sultan Süleyman adına 1550-1557 yılları arasında inşa etmiştir. Caminin ince uzun dört minaresi Kanu ni Sultan Süleyman'ın İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu anlatır. İki minaredeki üçer, öteki ikisindeki ikişer şerefe94 den toplam on şerefe ise, yine Kanuni'nin Osmanlı padişahlarının onuncusu olduğunu sim geler. Sinan minareleri caminin bulunduğu avlunun dört köşesine yerleştirmiştir. Caminin yakının daki iki minare daha uzun ve üçer şerefelidir. Diğer iki minare ise daha kısa ve ikişer şerefelidir. Avluya üç kapıdan girilir. Ortadaki kapı en büyüğüdür. Kapının üstü mermer işlemelidir ve Selçuklu işlemesini andırır. Avlunun ortasında, dikdörtgen şeklinde, tunç kafesli güzel bir şadır van vardır. Sinan orta kubbeye beş metre çapında, ağız ları içeri dönük altmış dört küp yerleştirerek camiye mükemmel bir ses düzeni kurmuştur. Bu büyük kubbenin altındaki bir fısıltı caminin her tarafında kolaylıkla duyulabilir. Cajminin avlusu etrafındaki okul, hastane, hamam, kü tüphane, çeşme ve aşevi yapıları cami ile bir bütün oluşturur. Süleymaniye Camii'nin öyküsü şöyledir: Bir gün sultan altmış yasındaki ünlü Sinan'ı saraya çağırtır ve çok görkemli bir cami 96 yaptırmak isteğini Sinan'a açıklar. Sinan ca miyi inşa edeceği en uygun yeri bulmak için bir hafta izin isteyip İstanbul'u dolaşır. Ayasofya gibi ilk bakışta göze çarpmalı ve memleketi Kayseri'nin Erciyes Dağı gibi görkemli olmalı, diye düşünür. Bu düşüncelerle şehrin üçüncü tepesine çıkar. Tüm Haliç ve Marmara Denizi ayaklarının altındadır. İşte Sinan en uygun yeri bulmuştur. Padişah düşünceyi beğenir. Sinan padişaha sekiz yıl gibi kısa bir sürede camiyi tamamlaya cağına söz verip hemen işe başlar. Ülkenin her tarafından en iyi taş ustaları, duvarcılar, en güçlü işçiler İstanbul'a çağrılır. Tepe arı kovanı gibidir. Gece gündüz çalışılır. Bir yılda temel kazılır. Duvarcılar kesme taşlarla temeli örer ler. Temel bitince Sinan işi durdurur. Usta ve işçilere ücretlerini ödeyip onları memleketle rine gönderir. Bu herkesi şaşırtır. Tepe henüz bomboştur. Bir çoğu: « Sinan yaşlandı, bu işi bitiremez » der. Sinan ise temelin yerleşmesi için işi durdurmuştur. Kış bitince tüm işçiler tekrar İstanbul'a dönerler. 98 Ortadaki büyük kubbeye destek olacak dört büyük sütun gerekiyordur. Bunlardan ikisini Sinan İstan bul'da bulur. Bu sütunlar Bizanslılar'dan kalmadır. Öteki sütunların biri İskenderiye'den, İkincisi Balbek'ten getirtilir. Ak mermerler Marmara Adası'na ıs marlanır, yeşil mermerler de Arabistan'dan getirtilir. Sekiz yıl sonra caminin yapımı bitmiş, açılış tö reni başlamıştır. Sinan altın anahtarı padişaha uzatır. Kanuni başını sallayıp, « Sinan » der, « bu senin ese rin, kapıyı açmak şerefi de sana aittir». « Koca » Sinan 1489 yılında Kayseri'nin Ağrınaz köyünde doğmuş ve devşirme yoluyla Osmanlı hizmetine alınmıştır. İstanbul'daki saray okulunda eğitilmiş ve Yeniçeri ordusunda görev yapmıştır. Köprü yapımı ve buna benzer askeri mühendislik işlerinde kendini göstermiş, 1539 yılında Mimarbaşı ünvanım almıştır. Mekke ile Balkan Yarımadası arasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli yer lerinde 84 cami, 51 mescit, 57 medrese, 7 okuma odası, 22 türbe, 17 imaret, 5 su yolu, 8 köprü, 18 kervansaray, 3 hastane, 35 saray, 8 mahzen ve 46 hamam olmak üzere toplam 361 yapıt inşa etmiştir. Sinan 1588 yılında İstanbul'da ölmüş ve Kanuni Sultan Süleyman gibi Süleymaniye Camii'nin yanma gömülmüştür. İstanbul'un ilk kahvehaneleri 1635 dolaylarında tarihçi İbrahim Peçevi şöyle an latıyor : 962 (1555) yılına kadar, yüce İstanbul kentinde kahve ve kahvehane yoktu. O yıllarda, Halepli Ha kim adında bir adam ile, Şamlı Şems adında bir 100 şaklaban, İstanbul'a geldiler, her biri, Tahtakale de nen semtte geniş bir dükkan açarak kahve satmaya başladılar. Bu dükkanlar bir takım avare ve zevk düşkünü kişilerin ve hatta okumuş yazmış kişilerin buluşma yeri oldu. Kimi kitap okuyor, kimi tavla, satranç oynuyor, kimi de edebiyattan söz ediyordu. Öylesine bir hal aldı ki, işsiz memurlar, eğlence arayan hocalar ve işsiz güçsüzler bu dükkanları doldurdular. Bu kahvehaneler öylesine bir ün kazandı ki, yüksek memurların yanında büyük adamlar bile buralara dadandılar. İmamlarla müezzinler ve ikiyüzlü softalar: «İnsanlar kahvehanelere dadandı ve artık kimse camilere gelmez o ld u ! » diye yaygarayı bastılar. Ulema dedi k i: « Kahvehaneler kötü işlerin döndüğü yerdir; meyhaneye gitmek, kahvehaneye gitmekten yeğdir.» Vaızlar kahvehaneleri yasaklamak için büyük çaba gösterdiler. Kavrulan her şeyin şeriata aykırı olduğu konusunda müftüler fetva çıkarttılar. Tanrı rahmet eylesin, Sultan Üçüncü Murat Han'ın zamanında, büyük yasaklar kondu ama, kimi adam lar kenar sokaklarda, göze batmayan dükkanlarda kahve satmayı sürdürdüler. Bu davranışlarına göz yumuldu. 102 Zamanla kahve satışı öyle bir yaygınlaştı ki, yasak kaldırıldı. Şimdi müftüler, kahvenin tümüyle kö mürleşmediğini ve bu yüzden içilmesinin günah olmadığını söylüyorlar. Ulema, vezirler ve ileri gelenler arasında kahve içmeyen kalmamıştır artık. Hatta öylesine bir dereceye ulaştı ki, sadrazamlar bile yatırım olarak büyük kahvehaneler açtırıp günde bir iki altına kiraya vermeye başladılar. Patlıcan salatası (Meze) Malzemeler: 2 patlıcan 1 büyük domates 1 limon tuz maydanoz zeytinyağı Patlıcanları yıkayıp iğneleyiniz, ızgaraya koyup fırına veriniz. Orta derece ateşte patlıcanlar iyice pörsüyünceye kadar kızartınız (aşağı yukarı 30 da kika). Fırından çıkarınız, kabuklarını soyup patlı canların karınlarını uzunluğuna yarınız ve çekirdek lerini çıkarınız. Üzerlerine limon sıkıp on dakika 104 dinlenmeye bırakınız. Sonra bir kaseye koyup kaşıkla iyice eziniz. İnce doğranmış domatesi kaseye ilave ediniz. Tuz ve kıyılmış maydanozu serpip zey tinyağı akıtınız ve karıştırıp sofraya koyunuz. Yayla çorbası (dört kişilik) Malzemeler: ı yum urta 8 yernek kaşığı yoğurt 1,5 litre su bir avuç yıkanmış pirinç tuz kıyılmış taze veya kuru nane Yoğurt ve yum urtayı çırpınız. Sonra soğuk su ile tencerede iyice karıştırınız. Yarım çay kaşığı tuzu ve yıkanmış pirinci ilave ediniz. Pirinç iyice pişin ceye kadar (20-25 dakika) hafif ateşte devamlı karıştırınız. Üzerine ince kıyılmış naneyi serpip servis yapınız. Bir m ektup Sevgili arkadaşım, mektubumdaki bazı kelimeleri sözlükte bula madığını yazıyor ve nedenini soruyorsun. Bu karışık ve uzun bir mesele. Fakat anlatmaya çalışacağım. Bildiğin gibi Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Sevr Antlaşması ile Osmanlı imparatorluğu fes hedildi. Ayrıca ülke îngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve sonra da Yunanlılar tarafından işgal edildi. 106 Bunun üzerine Mustafa Kemal 1919'da Anadolu 'da Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Bu savaş dört yıl sürdü. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ku ruldu. Cumhuriyetle, onun ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal bir çok yenilikler ilan etti. Bu yenilikler Türkiye'de « Atatürk devrim leri» adıyla anılır. Bunlardan en önemlisi: Saltanat ve hilafet kaldırıldı, din dünya işlerinden ayrıldı (1928), İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi (1926), böylece çokeşlilik yerini tekeşliliğe bıraktı. Uluslara rası saat ve takvim benimsendi (1926). Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Dinsel giysiler ve çarşaf yasaklandı, fes yerine şapka giyildi (1925). Tarikatlar yasaklandı, tekke ve türbeler kapatıldı (1925). 1934 yılında Soyadı Kanunu getirildi. Mustafa Kemal, Atatürk soyadını aldı. Bu çağdaşlaşma ve yenileşme sürecini tamamla mak için dil ve yazı da yenilendi. Türkler M üslü manlığı kabul ettikten sonra Arap alfabesini benim semişlerdi. Ancak Arap alfabesi Türkçe'ye uygun değildi; bir kelime farklı okunup farklı yazılabiliyor du. 1928 yılında Arap alfabesi kaldırıldı ve Latin harfleri benimsendi. 108 Osmanlı İmparatorluğu'nun 13. yüzyılda ku ruluşundan 1928 yılına kadar, devletin resmi dili Osmanlıca idi. Osmanlıca, Türkçe, Arapça ve Fars ça'nın karışımından oluşan yüksek bir edebiyat ve saray diliydi. Bizde bir deyim vardır: «Türk, ailesine Türkçe, Allahına Arapça, sevgilisine ise Farsça ses lenir !» Halk ama Türkçe konuşuyordu. İşte Atatürk bunu dayanak aldı. Yeni ulusal bilinci kendi dil kökeni üzerine kurdu. Böylece Türkçe yabancı kelimelerden arındırılmak istendi. Çünkü yabancı sözcüklerin yüzdesi, Türkçe sözcüklerden fazlaydı: Yüzde 43 Türkçe sözcüğe karşılık yüzde 57 yabancı sözcük vardı. Bugün ise kullanılan sözcüklerin ortalama yüzde 72'si Türkçedir. Arapça ve Farsça kelimelerin yerine Türkçe kökenli yeni kelimeler türetmek için 1932 yılında «Türk Dil Kurumu» kuruldu. Zaten dilde sadeleşme ve Latin harflerinin alınması 19. yüzyıldan beri tartışma konusuydu. Bugün Türkiye'de aydınlar arasında dil kullanımında 110 hala çok farklı görüşler var. Bir kısmı A tatürk'ün dil devrimine sadık kalıp « öz Türkçe » konuşmayı tercih ederken, bir kısmı Osmanlı kültür m ira sını devam ettirmek için Osmanlıca kelime ve kavramlar kullanıyor. Türk Dil Kurumu bir çok yeni kelimeler türetti. Bunların bir çoğu tuttu. Ama bu öz Türkçe keli melerden bir çoğu sözlüklere girmedi. İşte sorun buradan kaynaklanıyor. Bulamadığın kelimeleri bana yazarsan, anlamlarını gelecek mektupta sana açıklarım. Öperim. Bir yaşam hikayesi 1941'de Anadolu'nun küçük bir köyünde doğdum. Resmi doğum tarihim doğru değil. Annem kiraz ayında doğduğumu hatırlardı. Bu haziran da olabilir, temmuz da. Bizim oralarda doğum tarihinin bir anlamı yoktu eskiden. Tahmin edilirdi sadece. «Sen» derlerdi büyük lerimiz, «Erzincan depreminde doğdun», veya «Çanakkale Savaşı'nda». Olaysız yıllarda doğan çocukların ise hatırlanamazdı doğum tarihi. Bizde isimlerin de bir anlamı vardır. Mesela çocuk istenmiyorsa artık, bu son olsun anla mında Yeter adı verilir. Benim adım ise Dur sun. Yani annemin çocuğu durmazmış, doğan çocuk hep ölürmüş. İşte bu çocuk bari yaşasın anlamında Dursun adını vermiş bana. Allah da annemin arzusunu kırmayıp beni ona bağışlamış. Babam ben küçükken ölmüş. 112 Okul yoktu bizim köyde. Annem ise şehirde okula göndermek istemedi; «bu çocuk evimin orta direği» deyip reddetti. Fakat «kör, cahil kalmasın oğlum » diye köy hocasından ders aldırttı. İki sene eski Türkçe öğrendim, yanında yeni Türkçe'yi de gösterdi bana. Büyüdüm, evlendim, asker oldum. Sonra bir toprak kayması oldu köyümüzde. Afetzedelere işçi olarak Avrupa'ya gitmek için öncelik imkanı tanınıyordu. Köyden bir grup genç arkadaşla Almanya'ya gitmek için başvurduk. Çok sürmedi istek kağıtlarımız geldi. Ama tam bu sırada an nem ağır hastalandı. «Sevgili oğlum» dedi, «bu senin kısmetin. Gitmezsen hakkımı helal et mem. » Elini öpüp son kez vedalaştım. Hanım ve çocuklara da en kısa zamanda yazacağıma söz verdim. Tüm köylü: kadın, erkek, ihtiyar ve genç, çoluk çocuk bizi yolcu etmek için toplanmıştı. Kimi yolcuların boynuna sarılıp ağlıyor, kimi cebimize para sokuyordu. Gurbet, ne olur, ne olm az! Hem gidip gelmemek, gelip görmemek de var. Arkamızdan sular serpildi. Su gibi çabuk gidip gelsinler diye. 114 Önce okuma yazma sınavından geçtik, sonra da İstanbul'daki Alman Konsolosluğu'nda Alman doktorlar heyetinin tepeden tırnağa sağlık kon trolünden. Tansiyonu hafif yüksek olanlar bile alınmıyordu. Bizim gruptan sadece bir kişi gele medi. Çünkü kaç çocuğun var sorusuna « beş » deyince, « Sen gidemezsin » dediler. En fazla üç çocuk olması gerekiyormuş. Almanya'ya gidenler için çok türküler yakılm ıştı: « Almanya acı vatan, adama hiç gül müyor » diye. Ya giden bir daha dönmüyordu, ya da ailesini unutup para göndermiyordu. Ama ben bu türkülerin kahramanı olmayacaktım. Bir kaç kuruş para biriktirdikten sonra yine köyüme dö nüp düğünlerde halay çekecek, at koşturacaktım. Yaz geceleri uçsuz bucaksız gökyüzünün altında, yıldızların ışıltısında, ağustos böceklerinin sazı eşliğinde tarlada uyuyacak ve sabah gün ışır ışımaz çalışmaya başlayacaktım. Almanya'da bir inşaat firması istek yapmıştı beni. Orada başladım çalışmaya. Ne kadar zor gelm işti! Hiç bir şey anlamıyordum. Usta çivi getir diyordu, ben çekiçi götürüyordum. Ne büyük bir cesaret, Anadolu'dan kalkıp dilini dişini anlamadığın, töresini tanımadığın bir ele gelmek. Sonra bir cam fabrikasına girdim. Uç vardiyeli. Her hafta değişiyor. Ve ben her hafta, her vardiye değişiminde, uykusuz çalar saati bekliyo rum. Biz de ne hafta sonu vardır ne de bayram tatili. Çalışmayı sevmez değilim ama, para öyle kolay kazanılmıyor Almanya'da diye anlatıyo rum bunları. Dönüş tarihi uzadıkça uzuyordu. Eş ve çocuk116 lar orada bense buradaydım. Dayanamayıp ge tirdim onları. Çocuklar birer meslek öğrensinler istedim. Öğreniyorlar da. İşte ben de böylece bağlanıp kaldım buraya. Doğrusu zor gurbet elde yaşamak, hele dilini anlamıyorsa insan. Dil kurs ları almadık, böyle bir şey yoktu zaten, sadece kulaktan dolma öğrendik Almanca'yı. İş arka daşlarım da yabancı. Böylece yabancı kaldık top luma. Sadece bu topluma mı? Kendi vatanımıza da yabancılaştık. Orası bir izin ülkesi oldu bizim için. İzine giderken duyduğumuz aynı sevinci izinden dönerken de yaşıyoruz. Yani benim iki evim var, iki de vatanım. Bazen biri ağır basıyor, bazen ötekisi. 118 Inhalt Halk hikayeleri • Volkstümliche Erzählungen En doğrusu bu • So ist es richtig 6 • 7 Nasrettin Hoca yüzüğünü arıyor Nasrettin Hodscha sucht seinen Ring 6 • 7 Kedi nerde? • Wo ist die Katze? 8 • 9 Tarife bende • Das Rezept habe ich 10 • 11 Aman T anrım ! • O mein G o tt! 12 • 13 Bir gün fazla • Einen Tag länger 12- 13 Üzüm suyu • Traubensaft 14 • 15 Padişahın rüyası • Der Traum des Sultans 16 • 17 Resim yarışması • Der Wettbewerb der Bilder 22 • Yalancı dost • Der betrügerische Freund 26 - 27 Kuşların dili • Die Sprache der Vögel 28 • 29 Sofu ile konuk • Der Sufi und der Gast 3 6 - 3 7 Ördek Ali • Der Enten-Ali 3 8 - 3 9 Halk türküleri • Volkspoesie und Volksweisheit Nenni • Wiegenlied 40 • 41 Halk türküsü • Volkslied 42 • 43 Halk türküsü • Volkslied 44 • 45 Şarkı • Lied 46 • 47 Atasözleri ve deyimler Sprichwörter und Redensarten 48 • 49 Çağdaş öyküler • Zeitgenössische Prosa Orhan Pam uk: Bir başka Orhan Ein zweiter Orhan 50 • 51 Yaşar Kemal: İnce Memed şehirde Memed der Falke in der Stadt 54 • 55 Ferit Edgü: At uşağı Çakır'ın beş fotoğrafı • Fünf Fotos von Çakır, dem buckligen Pferdeknecht 58 • 59 Aziz N esin: Damda deli var Auf dem Dach ist ein Verrückter 62 • 63 Çağdaş şiirler • Moderne Lyrik Cahit Külebi: Hikâye • Eine Geschichte 74 • 75 Nâzım Hikmet: Davet • Einladung 76 • 77 Orhan Veli: İstanbul'u dinliyorum Ich lausche Istanbul 78 • 79 Nâzım Hikmet: En güzel deniz Das schönste der Meere 82 • 83 Aşık Veysel: Yurt ürünleri Die Früchte der Heimat 82 • 83 Melisa G ürpınar: lâmia hanımefendi • frau lamia 84 • 85 Melih Cevdet A nday: Çürük • Faulig 86 • 87 Serkan A car: Kâzım Dirik sokağında akşam Abend in der Käzim-Dirik-Straße 88 • 89 Orhan Veli: Ne kadar güzel • Wie schön 92 • 93 Ahmet Kutsi Tecer: Orda bir köy var uzakta Dort in der Ferne ist ein Dorf 92 • 93 Yurttaşlik bilgisi • Landeskundliches Süleymaniye Camii ve Mimar Sinan • Die SüleymaniyeMoschee und der Baumeister Sinan 94 • 95 İstanbul'un ilk kahvehaneleri Die ersten Kaffeehäuser in Istanbul 100 * 101 Patlıcan salatası • Auberginensalat 104 * 105 Yayla çorbası • Almsuppe 106 • 107 Bir mektup • Ein Brief 106 • 107 Bir yaşam hikayesi • Ein Lebenslauf 112 • 113 Anmerkungen 121 Copyright-Nachweise 125