Yıl:14 Sayı:75 Ocak-Şubat 2012 - ankara il millî eğitim müdürlüğü
Transkript
Yıl:14 Sayı:75 Ocak-Şubat 2012 - ankara il millî eğitim müdürlüğü
Editör “ Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu!” (Hacı Bektâş-ı Veli) Merhaba! “Temel Taşlarımız II” ile yeniden karşınızdayız. Okuyucudan büyük ilgi gören “Mevlâna ve Yunus Emre” sayısından sonra Temel Taşlarımız’a devam edelim dedik. Sahip olduğumuz değerler o kadar çok ki onların hepsini anlatabilmek, tanıtmak mümkün değil. Bizim burada sunmaya çalıştığımız bu engin deryadan yalnızca birkaç damladır. Sizlere bu dergileri hazırlarken bizler de pek çok şey öğreniyoruz. Bundan yüzyıllar önce gerçekleşen bir olay veya söylenen bir söz, onca kültür değişimine, modernleşmeye, teknolojinin gelişmesine rağmen hayret verici şekilde bugünün insanını etkiliyor, yönlendiriyor. O söz üstüne yıllar geçse de daha etkin bir şey söylenemiyor. Ne dehalar gelmiş geçmiş yeryüzünden. Konuları inceledikçe bizler de derine iniyor, hayret, gıpta ve gururla derleyip sizlere sunuyoruz. Bu sayımızda toplumumuzu derinden etkileyen büyük mutasavvıflarımızı sizler için inceledik. İslâmi ilimlerin laboratuarı kabul edilen tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir, kabulleniştir. Manevi yükseliş ve arınma onda esastır. Bazı tasavvuf alimlerine, örneğin Mevlânâ’ya göre, insanları tasavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır. İmam Gazali’ye göre ise tasavvufa girişte, insanın içine düştüğü zihinsel ve gönülsel boşluktan kaynaklanan arayış ve şüphe vardır. Kısaca değindiğim bu zengin konuda derin ve detaylı bilgilere dergimizde ulaşabileceksiniz, Fârâbi'den itibaren kronolojik olarak İbn Sînâ, Asya’nın kandilleri olarak bilinen Ahmet Yesevî, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hâcib ve daha sonra Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektâş-ı Veli, ünlü denizcimiz Pîrî Reis ve yapıtlarıyla dünyaca tanınmış mimarımız Mimar Sinan yer alıyor. Dergimize yaptığı katkılardan dolayı fotoğraf sanatçısı Enver Şengül’e teşekkür ediyor, yazıma Ahmet Yesevi’nin sözleriyle son vermek istiyorum: “Kafir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma çünkü kalbi kırmak Allah’ı kırmaktır. Gönlü kırık zavallı garip birini görsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol.” Merhaba! ler i k e d n i İç İ Farab na İbn Sİ acip Has H t Yusuf ahmu rlı M Kaşga vİ e t Yes Ahme a c o H İ ş-ı Vel Bektâ Hacı lİ e V m-ı Bayra Hacı n r Sİna Mima eİs Pîrî R 4 4 18 34 44 52 62 88 100 116 Farabi Ankara İl Millî Eğitim 4 Ankara İl Millî Eğitim Dergis Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Dergisi 18 44 18 İbn Sina Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 34 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 19 45 ahmut M ı l r a Kaşg Ocak lî Eğitim - Şubat Ocak - Şubat i Dergis 2012 2012 i Dergis a İl Mil Ankar lî Eğitim a İl Mil Ankar 44 Y usuf H as Hac ip 34 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara Yazı Ýþleri Müdürü: A. Berrin VAROL Basın Yayın Bölümü Sorumlusu berrinvarol54@yahoo. com Sahibi: Genel Yayın Yönetmeni: Kasım KIZILSU kasimkizilsu@hotmail. com Ýl Millî Eðitim Müdürlüðü adına Kâmil AYDOÐAN Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 2 Ýl Millî Eðitim Müdürü www.ankara.meb.gov.tr/dergi Yayın Kurulu: Ulvi KABAKÇI Din Öğretimi Bölümü Müdür Yardımcısı Gülay KARAKOÇ ozgur280@mynet. com Mahmut YÜCELÝ mahmutyuceli@hotmail. com Nuray DEÐÝRMENCÝOÐLU nuray-ozener@yahoo.com Dilek TÜRK dilekturk@hotmail.com Gönül ÇEK MET‹N cekgonul@yahoo.com Yazı ‹þleri: Berna KAÇMAZ kacmaz67@mynet.com Gülay NAMAZCI gulaymck@yahoo. com Tuba ÖZGEN Ocak - Şubat 2012 tubaozgen@meb.gov.tr İl Millî Eğitim D 52 i met Ye sev h A a c o H t 2012 52 Ankara İl Millî Eğitim 53 Hacı Bektâş-ı Veli Ankara İl t 2012 Ocak - Şuba Ocak - Şuba 5 si 62 Dergisi 62 Millî Eğitim Dergisi 88 Hacı Ba yram-ı V eli 88 Ankara İl Millî Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 100 116 Eğitim Dergi si 100 Ocak - Şuba t 2012 Mimar Sinan Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şuba t 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergi si Ocak - Şubat 2012 Anka 89 117 lî Eğitim i Dergis a İl Mil Reis Pîrî lî Eğitim Ankar Ocak Ocak - Şubat - Şubat 2012 2012 i Dergis a İl Mil Ankar 116 Dergisi 35 Haber Fotoðrafları: Kadir KÝBAROÐLU catcopat@hotmail.com Yönetim Yeri: Millî Eðitim Müdürlüðü Basın-Yayın Bölümü Beþevler - ANKARA Tel: 0312 212 15 91 Yayın Türü: Ocak - Şubat 2012 Yerel Süreli Yayın 63 Grafik&Tasarım: Sincan Matbaası Mustafa ÇATALKAYA mcatalkaya@gmail.com Baskı ve Cilt: Sincan Matbaası Büyük Sanayi 1. Cad. Elif Sokak No: 7/241 (Sütçü Kemal Ýþhanı) Ýskitler-ANKARA Tel: 0312 384 56 88 Fax: 0312 384 53 37 e-mail: info@sincanmatbaasi.com ISSN 1302-8421 3000 adet basılmıþtır. Ýki ayda bir çıkar. Ücretsizdir. Basım Tarihi / Yeri: Mart 2012 - ANKARA Gönderilen eser ve çalıþmalar, yayımlansın veya yayımlanmasın, iade edilmez. Yazıların içeriðinden yazarlar sorumludur. Yayın kurulu yazılar üzerinde deðiþiklik yapabilir. "Ankara" adı Ankara İl Millî alınmadan alıntı yapılamaz. Bu dergide yayımlanan hiçbir yazı ya da fikir, Ýl Millî Eðitim Müdürlüðünün görüþünü ifade etmez. OKURLARIMIZA... Deðerli eðitimciler, ilkemiz, dergimizde hepimizin sesini duyurabilmektir. Bu amaçla konu ve yer sınırlaması olmaksızın yazı, þiir, sanatsal, kültürel ve sportif her türlü faaliyetlerinizi paylaþmaya hazırız. Katkılarınız Eğitim Dergisi 3 için þimdiden teþekkür ederiz. 4 Fârâbi Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 İslam felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk filozofu, bilim ve inançla yoğrulmuş, zamanda pişmiş, birçok dilde tek bir insan; Fârâbi. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 5 FÂRÂBİ ( 871- ö.339/950) Sadece Türklerin değil; ayak bastığı her coğrafyadaki ulusların kültürünü yeni izahlarla tekrar değerlendiren Türk Büyüğü Fârâbi, Orta Çağ’da yaşamış büyük İslam filozoflarından biridir. Aristoteles’in felsefesini İslami açıdan yorumlayarak İslam düşüncesiyle bağdaştırmaya çalışmıştır. İslam felsefe geleneğinde Aristoteles “ilk öğretmen”, onun yetkin yorumcusu Fârâbi ise, “ikinci öğretmen” olarak nitelenir. Fârâbi’nin hayatı hakkındaki kaynaklarda yer alan bilgiler oldukça yetersizdir; özellikle ilk elli yılı hakkında pek az bilgi bulunmaktadır. Fârâbi, (İS. 871-872) yılında Türkistan’da Sirderya (Seyhun) nehri ile Aris’in birleştiği yerde kurulmuş eski bir yerleşim merkezi olan Farab şehri (bugünkü Kazakistan sınırları içinde eski bir şehir olan Otrar) yakınlarındaki Vesiç köyünde doğdu. (Türkistan’ın Farab Otrar kentinde doğduğu için Fârâbi, Farablı diye anılır.) Babasının adı Tarhan, dedesinin adı Uzlug’dur. Babasının Türk ordusun- da ünlü bir kumandan olduğu, kendisinin de bir süre devlet memurluğu, kadılık yaptığı söylenir. Fârâbi, Ebu Nasrı Fârâbi, Arısto’ nun bütün eserlerini açıkladığı ve incelediği için “Ustad-ı Sani, Hâce-i Sani, Muallim-i Sani” gibi sıfatlar almıştır. Bunlardan başka, Ebu Nasri Fârâbi-i Türki, Hakim Fârâbi gibi isimlerle de anılır. Asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzlug’dur. Batı kaynaklarında adı, ‘’Alpharbius ya da Alphartabi’’ olarak geçer. Bilindiği kadarıyla Fârâbi, felsefe ve mantık ile ilgili ağır problemlerin çözümünde son derece yetenekli ve geniş ufuklu bir düşünürdür. Henüz küçük yaşlarda bile, düşünce ve idrak kapasitesinin yüksekliği ile dikkatleri çeken Fârâbi, ilköğrenimini Farab ve Buhara’da tamamladı. Sâmânîler Devleti’nin hâkimiyetinde önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumunda bulunan Fârâb’ da, eğitim proğramının dinî, eğitiminin dilinin Arapça olduğu Farsça’nın da kısmen edebiyat dili olarak okutulduğu bilinmekte ve bu ortamda Fârâbi’nin iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Daha sonra, yüksek öğrenim için uzun bir süre yani 901942 arasında okuduğu ve çalıştığı Bağdat’a gitti. Bu süre boyunca, ilim ve teknolojinin birçok dalında olduğu gibi bir kaç dil üzerinde de ustalık kazandı. Ana dili olan Türkçe’ den başka Farsça ve Arapçayı, Hıristiyan hocalardan ilim dili olan Latince ve eski Yunancayı öğrendi. Çağının ünlü bilginlerinden Ebu Bişr bin Yunus’tan Mantık, Ebu Bekr Ibn el Sarrac’dan dilbilgisi dersleri aldı. Bundan sonra Harran Üniversitesine giderek felsefe çalışmaları yaptı ve burada Yuhanna bin Haylan’dan Mantık bilgisini ilerletti. Aristo üzerindeki çalışmalarını burada yaptı. Bu çalışmaları ve felsefedeki yetkinliği nedeniyle kendisine ikinci öğretmen (birincisi Aristoteles) denildi. Bağdat’ta yirmi yıl geçiren Fârâbi, 941 yılında, Hamdaniler’in başşehri olan Hâlep’e gitti ve burada Hamdanoğulları’ndan Seyfüddevle Ali ile tanıştı. İlminin ününü işitmiş bulunan Türk beyi, onun engin şahsiyetine de hayran kaldı. Fârâbi’yi ağırlamakta kusur etmeyen bey, kendisine vermek istediği yüksek maaşı kabul ettiremedi. Ömür boyunca son derece mütevazı bir hayat süren Fârâbi, yevmiye olarak ancak dört dirhem gümüş aldı. Sarayda gelenekleşen bilim ve sanat toplantılarına katıldı. Burada bilim ve düşünce adamı olarak saygın bir yer edindi. Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve Türk törelerini ölünceye kadar bırakmamış olan Fârâbi’yi anlatan kitaplar, İslam âleminde Ebul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye, İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından Fârâbi’nin ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi. 6 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Büyük mütefekkir ve ünlü musiki üstadı Fârâbi, Mantık, felsefe, matematik, tıp ve musiki üzerinde büyük bilgi sahibi idi. Bu konular üzerinde yüzden fazla eser verdi. Ancak bugün elde sadece 39 eseri kalmıştır. Bu arada Aristo’nun bütün eserlerini de şerh etti. Onun, İlimler Ansiklopedisi (İhsâu’lUlûm) adlı eseri, döneminin filoloji, mantık, matematik, fizik, kimya, ekonomi ve siyaset alanlarındaki bütün bilgileri sayıp döker ve özet olarak mahiyetlerini anlatır. Et-Ta’limü’s-Sanî ve İhsâu’lUlûm Doğu dünyasının ilk ansiklopedisi sayılan değerli eserlerindendir. Bu büyük dâhinin eserleri Hindistan’da ve Mısır’da basıldı, İbraniceye ve Batı dillerine de çevrildi. Büyük bilginlerden, İbni Sina ve İbni Rüşt gibi büyük filozoflar ondan ders aldılar ve onun aydınlığında yetiştiler. Üstün bir zekâ ve kabiliyete sahip bulunan Fârâbi, Bağdat’ta yaptığı yüksek öğrenimi sırasında Arapça, Farsça, Grekçe ve Latinceyi ana dili gibi öğrenmiş, bu lisan zenginliğini çeşitli dallardaki çalışmalarıyla bir kat daha değerlendirmiştir. Bu arada Yunan felsefesini de incelemiş, bu konunun büyük üstadı Aristo’nun eserlerini, aslından çok daha anlaşılır şekilde şerh etmiştir. Bu yüzden yalnız doğu âlemi değil, Batı âlemi de kendisini Aristo’dan sonra gelen Muallim-i Sânî olarak kabul etmiştir. Din ile felsefeyi birbirinden ayıranlara karşı dururken bu iki kavramın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu tezini savundu. Hayatı boyunca dinî, felsefenin temel taşı saydı. Bu arada İslam dinîne felsefe anlayışını da sokarak İslam felsefesini ortaya çıkardı. Fârâbi’nin tek ve şaşmaz ilkesi, “Varlığın ilk sebebi” idi. Daima şöyle derdi: Ocak - Şubat 2012 “Evrenin tümünü kavramak isteyen bir kişi, önce insana bakmalıdır. Çünkü bütünüyle varlık kavramı ruhta belirmiştir. Tanrı, varlıkların en büyüğü ve en son kademesidir. Bütün insanlık onun özünde birleşmektedir. Varlığı başka varlıklarla kıyaslanmayacak kadar mükemmeldir. Akıl, Tanrının özünden gelir. Ahlak ın temeli ise bilgidir…” Bu büyük ilim adamı, ilimleri iki bölümde inceledi. Bunlardan birincisi teorik ilimlerdir ki, içinde metafizik, mantık ve biyoloji bulunur. Diğeri pratik ilimlerdir. Bu grupta da ahlak , siyaset, musiki ve matematik yer alır. Fârâbi, Aristoteles’in ilim dediği hitabet ve şiiri bu sınırın dışında bırakır. Fârâbi, aynı zamanda musiki alanında da büyük bir üstat idi. Ayrıca rübap denilen çalgıyı da geliştiren ve bugünkü şeklini veren yine odur. Fârâbi, akort ve intarvaller nazariyesini de geliştirmiş, Şark musikisinin nazariyelerini Kitabü’l-Musikiyyu’l-Kebîr, yani Büyük Musiki Kitabı adlı eserinde gösterdiği gibi bir çok besteler de yapmıştı. Arap ülkelerinde yaşamasına rağmen mütevazı hayatının yanı sıra Türkistan millî kıyafetini de asla terk etmedi. Hep bu kıyafet içinde göründü. Eski Yunanlı filozof ve ilim adamlarının eserlerinin Arapçaya çevrilerek öğrenilmesi, kaynaklarda “Türk filozofu” diye anılan Fârâbi ile başlamıştır denebilir. Önce Abbasiler, sonra Endülüs medeniyeti içinde yetişen İslâm bilginleri, bunları Batı’ya tanıtmıştır. Orta Çağ Avrupa’sı bu filozofu, Arap dilinden özellikle Kurtuba’lı ibn-i Rüşd’ den öğrendi. Batılı bilginler Ibn-i Rüşd’ü öğrenmek isterken Fârâbi’yi okumak zorunda kaldılar. Fârâbi’ nin eserlerinin yüzyıllarca Avrupa’da tanınmasının nedeni budur. Bütün Orta Çağ boyunca Avrupa’da böylesine tanınan, hatta XX. yüzyılda bile hakkında araştırmalar yapılan, eserleri yayınlanan Fârâbi, 337’de(948) Mısır’a kısa bir seyahat yaptıktan sonra Dımaşk’a döndü. Recep 339’da (Aralık 950) seksen yaşındayken Şam’da bekâr olarak öldü. Cenazesine önde gelen on beş (ibn Hallikân’a göre dört) devlet büyüğüyle birlikte Emîr Seyfüddevle katıldı ve na’şı Bâbüssagir denilen semtin dışında toprağa verildi. Her ne kadar Beyhaki, o dönemin ünlü şairi Mütenebbi’nin dramatik ölümüyle ilgili olarak Fârâbi’ye isnat ederek onun Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 7 Dımaşk ile Askalân arasında yolunu kesen eşkıya tarafından öldürüldüğünü iddia ediyorsa da bu rivayet, tamamen yakıştırmadan ibarettir. MENKIBELERDE FÂRÂBİ Eldeki veriler ışığında, filozofun hayatını bütün yönleriyle aydınlatmak mümkün değildir. Tarihte ünlü kişilerin adı ve şahsiyeti etrafında örülen menkıbeler ağı Fârâbi için de söz konusudur. Bu menkıbelere daha ziyade, filozofun ölümünden 300 yıl kadar sonra, kaleme alınan Kültür tarihi niteliğindeki kaynaklarda rastlanmaktadır. Mesela, anlatıldığına göre Fârâbi, ilk defa Seyfüddevle’nin sarayına hayatı boyunca giyindiği Türk kıyafetiyle girer. Emîr, kendisine oturmasını söyleyince filozof, “Benim yerime mi, senin yerine mi?” diye sorar. Emîr’in ondan kendisine layık olan yere oturmasını istemesi üzerine filozof, orada bulunan topluluğu yararak geçip Seyfüddevle’nin yanına oturur; bununla da yetinmeyerek onu sıkıştırıp oturduğu yerden kaydırır. Bunun üzerine Emîr, önde gelen devlet büyüklerine, sadece kendi aralarında kullandıkları bir dille Fârâbi’ye bazı şeyler soracağını belirtir ve cevap veremezse edebe aykırı davranan bu ihtiyarı dışarı atmalarını emreder. Konuşulanları anlayan Fârâbi, aynı dille Emîre sabretmesini, işin sonunun önemli olduğunu söyler. Seyfüddevle hayretle, “Sen bu dili biliyor musun?” deyince filozof, “Ben yetmişten fazla dil bilirim.” karşılığını verir. Ardından o mecliste bulunan âlimler çeşitli konularda onunla tartışmaya girerler. Fârâbi hepsine baskın çıkınca susup onu dinlemeye, sonra da defterlerini çıkarıp not almaya başlarlar. Meclis dağıldıktan sonra filozofla baş başa kalan Seyfüddevle’nin isteği üzerine musiki topluluğu bazı parçalar çalar; fakat Fârâbi, hiçbirini beğenmez ve yaptıkları hataları söyler; yanında taşıdığı tablayı açarak ona düzen verdikten sonra neşeli bir parça çalar ve orada bulunan herkesi güldürüp eğlendirir. Ardından çalgı aletini bir başka şekilde düzenleyerek hüzünlü bir parça çalar ve herkesi ağlatır. Nihayet yeni bir düzen verdiği aletle ağır bir parça çalınca, nöbetçilere varıncaya kadar herkes uykuya dalar; bu sırada Fârâbi de çıkıp gider (İbn,Hallikân. 8 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi V. 155- 156). Aynı kaynak kanun denen sazı, ilk defa Fârâbi’nin icat ettiğini söyler. Ünlü bir musikişinas olmakla birlikte Fârâbi’nin burada anlatılan efsanevî olayla bir ilgisinin olmaması gerekir. Aslında aynı olay, filozofun yaşadığı dönemde kaleme alınan (1334/945 civarı) İhvân-ı Safa Risaleleri’nde de geçmektedir. Yine bir kaynağa göre; Fârâbi’nin Hâlep Beyi’nin büyük hayranlığını kazanması, bu büyük kültür merkezi ile civarında bulunan yerlerdeki bilginlerin olanca kıskançlıklarını körükler ve pek küçümsedikleri bu büyük bilgin ile imtihan olmaya kalkışırlar. Beyin huzurunda yapılan bu çetin imtihanda Fârâbi, bütün konularda büyük üstünlüğünü ortaya koyar. Bunu kendisiyle imtihan olmak isteyen kişilere de kabul ettirir. O kadar ki, imtihana gelen ve kendilerini bilgin zannedenlerin hepsi, bu imtihan sonunda öğrencisi olarak Fârâbi’nin yanında kalırlar. Menkıbede yer alan filozofun yetmiş dil bildiği hususuna gelince, şüphesiz bu telakki onun çok dil bildiği anlamında mecazi bir ifadedir ve abartılmış da olsa bir gerçeği vurgulamaktadır. Zira filozofun Kitâbü’l-Hurûf, El-Elfâzü’l Müstamele Fi’l-mantık ve El-Mûsîka’l-Kebîr adlı eserlerinde bazen Arapça bir kelime veya terimin Grekçe, Süryânîce, Farsça ve Soğdcadaki karşılıklarını verdiğine bakılırsa, onun ana dilinden başka beş altı dili az veya çok bildiğini kabul etmek gerekir. Fârâbi’nin, Şam’daki hayatıyla ilgili olarak orada bostan bekçiliği yaptığı ve geceleri bekçi fenerinin ışığından faydalanarak kitap okuduğu yolundaki rivayetin de (İbn Ebû Usaybia, III. 223) gerçekle bir ilgisi yoktur. Çünkü henüz hayatta iken üne kavuşmuş bulunan ve son sekiz yılını bu bölgede geçiren bir filozof, her kesimden halk nezdinde büyük bir itibar kazanmış olmalıdır. Kaynaklar: -Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12, İstanbul, 1996. -Hacettepe Üniversitesi, Fârâbi Programı Koordinatörlüğü -Fârâbi@hacettepe.edu.tr - yuregirFârâbilisesi@hotmail.com -Felsefe Kulübü, 30 Ekim 2011 -www.gelisenbeyin.net/Fârâbi.html -www.hakkinda-bilgi-nedir.com -Akyüz, Hüseyin; Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi, İstanbul, 2001. Ocak - Şubat 2012 Bildikçe meraklanan, arttıkça eksikliğini gören âlim, filozof Fârâbi’yi birkaç yönden incelemek gerekir: ŞAHSİYETİ “Akıl, edindiği bilgilerle iyiyi, güzeli, kötüyü ayırır. İnsan için en yüksek erdem bilgi olduğuna göre, en yüce kattan gelen akıl, davranışlarımızda gerekli doğru yargıyı verebilecek güçtedir.” Fârâbi kısa boylu, köse sakallı, zayıf nahif bir bünyeye sahip olup yaşadığı sürece giydiği Orta Asya Türk kıyafetini hiç değiştirmemiştir (İbn Hallikân,V,155). Maddi servete değer vermeyen şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlak temizliğini her şeyin üstünde tutan bir zâhid idi. İlim ve sanat adamlarına büyük değer vermesiyle tanınan Seyfüddevle filozofa ikram ve ihsanda bulunmak istemişse de Fârâbi, günlük ihtiyacını karşılayacak 4 dirhem gümüş paradan başkasını kabul etmemiştir. (İbn Ebû Usaybia, III, 224). Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbi, hiç evlenmemiş ve mal mülk edinmemiştir. Fırsat buldukça su kıyılarında ve bağlık bahçelik yerlerde gezinir, öğrencileriyle buralarda buluşurdu. «Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?» diye soranlara, «Eğer Aristo'ya yetişseydim onun en seçkin talebelerinden olurdum.» diyerek kendinden beklenen ölçülü davranışı göstermiştir. «Sürekli damlayan su taşı deler.» özdeyişinden hareketle başarının sırrını belli bir konu üzerinde yoğunlaşmada gören filozof (Risale fîmâ yenbaği, s. 63) belki de bu sebeple Aristo'ya ait Kitâbü'n-Nefs'in (De Anima) kenarına kesretten kinaye olarak, «Ben bu kitabı yüz defa okudum.» diye yazmış, yine Aristo'nun es-Semâcu't-tabîcî (Fizika) adlı eseri için, «Ben bunu kırk defa okudum, yine de okumak ihtiyacını hissediyorum.» demiştir (İbn Ebû Usaybia, III, 227; İbn Halli-kân,V, 156). İSLAM’IN BİLİMLE İZAHINI YAPAN FÂRÂBİ’NİN İLİMLER TASNİFİ Bu tasnif, bir filozofun ilim ve metot anlayışının yanı sıra onun dünya görüşünü de yansıtması bakımından önemlidir. Kindi’den sonra Fârâbi de bu amaçla kaleme aldığı İhşâ’ü'l- ulûm'da kendi dö-nemindeki ilimlerin tasnifini yapmış, her ilmin tanımını, teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir. Fârâbi Tah şîlü's-sa’âde, et-Tenbîh alâ sebîli'ssa’âde ve et-Tevtı’e adlı eserlerinde de daha muhtasar bazı tasnifler vermektedir. Filozof önce ilimleri beş ana başlık altında sınıflandırır, sonra da aşağıda görüldüğü şekilde her ilmin kapsamındaki diğer ilimleri sıralar: Ocak - Şubat 2012 1. Dil: Sarf, nahiv. 2. Mantık: Organon'un kapsamında yer alan sekiz kitap. 3. Matematik: Aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik, mekanik. 4. Fizik ve Metafizik: (Burada fizikten maksat Aristo'nun tabiat ilimleri alanındaki sekiz kitabıdır.) 5. Medenî İlimler: Ahlak , siyaset fıkıh, kelâm. Aristo'nun ilimleri teorik, pratik ve poetik şeklindeki üçlü tasnifiyle Kindi’nin beşerî ve dinî ilimler tarzındaki ikili tasnifi incelendiği takdirde Fârâbi’nin daha kapsamlı ve kendine has bir tasnif yaptığı görülür. Özellikle medenî ilimler kapsamında saydığı fıkıhla kelâmı teorik ve pratik olmak üzere iki kısma ayırarak Ebû Hanîfe'nin bu yöndeki yaklaşımını devam ettirmiştir. Fârâbi’nin tasnifinde yer alan fizikten maksat sadece Aristo'nun Fizika'sı olmayıp onun tabiat ilimleri alanında kaleme aldığı bütün eserleridir. Ancak bunların sayısı sekizden fazla olduğu hâlde Fârâbi’nin üç ayrı eserde yapmış olduğu tasnifte bulunan kitapların ismi ve sıra düzeni değişmekte, fakat sekiz sayısı hiç değişmemektedir. FELSEFESİ Fârâbi’nin sistemi, varlığın ilkesini manevî saymakla birlikte geometri ve mantığı temel alan, fizikten (tabiat ilimleri) geçerek metafiziğe yükselen bir sistemdir. Eflâtun, Aristo ve Yeni Eflâtunculuktan gelen ve sistemin bütünü içinde yer yer görülen eklektisizm rastgele bir derleme tarzında olmayıp kendi mantığı içinde son derece tutarlıdır. Bu felsefede bütün kâinat sürekli hareket eden bir dönme dolap şeklinde tasavvur edilecek olursa inişli çıkışlı bu sistem içinde en ulvîsinden en süflîsine kadar maddî-mânevî, organik-inorganik her varlık türünün yeri ve işlevi belirlendiği için aynı zamanda determinist ve Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 9 gayeci bir felsefedir. Bu bakımdan Fârâbi’ye göre felsefe varlık olarak varlığın bilgisidir; yani bütün kâinatı önümüze seren ve her şeyi kuşatan küllî bir ilimdir. Kindî, matematik bilmeden felsefede başarılı olunamayacağını söylerken Fârâbi, felsefeye geometri ve mantık bilgisiyle girileceğini, fakat fizik bilmeden de bu alanda bir varlık göstermenin mümkün olamayacağını belirtir. Çünkü fizik bizim en kolay anlayabileceğimiz ve bize en yakın bir alandır. Bu konuda Fârâbi, felsefe öğrencilerine de bazı öğütlerde bulunur: “Gerçeğe ulaşabilmek için her şeyden önce ahlak ını düzeltmeli, sağlam bir iradeye sahip olabilmek için zihnî melekelerini geliştirip güçlendirmeli, hırs derecesinde bir istekle sürekli çalışmalı, başlıca meşguliyet alanı ilim olmalıdır.” Fârâbi, kozmik düzende yer alan her varlığı ve meydana gelen her olayı sebep-sonuç ilişkisi içinde yorumlamakta, onun inişli çıkışlı sisteminde bir önceki varlığı bir sonrakinin maddesi, onu da bunun sureti saymaktadır. Ancak iniş mükemmelden daha az mükemmele doğru kolay bir şekilde gerçekleştiği hâlde çıkış mükemmel olmayandan mükemmele geçiş tarzında olduğu için zor gerçekleşmekte ve zaman almaktadır. nur ve bunlardan hangisi ötekine üstün gelirse meydana çıkan cisimde onun özelliği ağır basar. Bu anlayışa göre karışım sonucunda sırasıyla taşlar, madenler, bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkmakta, yüce yaratıcının karışımdan istediği en ideal kıvam oluşunca da insan meydana gelmektedir. Fârâbi’ye göre fizik, basit olsun birleşik olsun tabii cisimlerin ilkelerini, özelliklerini ve onlardaki değişimi sağlayan prensipleri araştıran bir ilimdir. Filozofun, klasik fizikte hareket kavramıyla bağlantılı olarak incelenen zaman ve mekân konularına yaklaşımında herhangi bir yenilik göze çarpmaz. Ona göre zamanın varlığı hareketle birlikte kavranır; hareket varsa zaman da vardır. Şu halde zaman, dış dünyada bir gerçekliği mevcut olmayıp sadece değişime bağlı bir şuur olayıdır. Kesintisiz bir nicelik olan zamanın en küçük birimine “an” denmektedir; bir bakıma bu çizgi ile nokta arasındaki ilişki gibidir, yani an geçmişle gelecek arasında hayalî bir sınırdır. Mekân da zaman gibi metafizik bir kavramdır ve “şudur” diye işaretle gösterilecek somut bir şey değildir. Dolayısıyla günlük dildeki bir nesnenin bulunduğu “yer” ile felsefedeki “mekân” birbirinden farklıdır. Felsefede mekân, kuşatan cismin iç yüzeyiyle kuşatılan cismin dış yüzeyi arasında var olduğu kabul edilen hayalî bir şeydir. FÂRÂBİ’NİN FİZİK FELSEFESİ Fârâbi’nin fizik felsefesini anlayabilmek için önce onun âlem tasavvurunu bilmek gerekir. Ona göre âlem basit cisimlerden oluşmuş bir küredir ve âlemin dışında hiçbir şey yoktur, yani onun ötesinde herhangi bir boşluk veya doluluktan söz edilmez, şu hâlde onun mekânı yoktur. Bu telakkiye göre âlem ay üstü ve ay altı olmak üzere iki ayrı varlık alanına ayrılmakta ve ay üstü âlemi oluşturan gökkürelerinin esir denen, havadan daha hafif bir maddeden meydana geldiği kabul edilmektedir. Küre şeklinde basit birer varlık olan dört unsurdan her biri sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk gibi dört zıt nitelikten ikisine sahiptir. Bunlardan ilk ikisi aktif, son ikisi pasiftir. Karışım olayında iki zıt nitelik bulu- 10 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi DOĞA BİLİMLERİ Fârâbi, mantıktan yola çıkarak fizikle ilgili görüşlerini açıklar; metafiziği kozmoloji ve psikoloji ile doğa bilimlerini de metafizik ve yine psikolojiyle birleştirir. Fârâbi, doğa bilimleri alanlarında yazdığı Kitâbü’sSemâ, El-Asâru’l-Ulviyye, Kitâbül-Meâdin, Kitâbun Nebat, Kitâbun-Nefs, Es Sıhhatü ve ‘l-Maraz , El-Hissü ve ‘l- Mahsus gibi eserlerinde Aristoteles’in ustukuslar (ögeler) ve onların maden, bitki ve hayvanların fiziksel bileşimleri üzerindeki rolüne ilişkin görüşlerini inceler; aynı şekilde, insanın hayvanlar âlemiyle biyolojik ve ruhsal benzerlik ve ortaklıklarını araştırır; bu bağlamda canlılık oluşumları ve büyümeyi açıklar. Fârâbi, doğa bilimleriyle ilgili incelemeleri arasında gök cisimlerini Ocak - Şubat 2012 ve meteorolojik olayları da kısaca açıklarken, yine Aristoteles’e uyarak doğa bilimlerinin bir kolu saydığı psikolojiye oldukça geniş yer verir. O, kendisinden önceki düşünürlerin Pitagoras ve Demokritos’tan aldıkları doğa felsefesine karşı çıkar; bu felsefenin temelini oluşturan boşluk ve atom görüşünü de kesinlikle reddeder; bunun yerine Aristoteles’in madde ve suret (form) kuramını benimser. Bu düşünceye göre maddeyle suretin birleşmesinden cevher doğar. Matematik bilimlerin aritmetik, geometri, perspektif (menazır), astronomi, musiki, dinamik ve mekaniği kapsadığını düşünen Fârâbi’ye göre tüm bu bilimlerin her birine özgü soyut kavramları, terimleri ve ilkeleriyle ilgili bir kuramsal yanları, bir de [herhangi bir nesnel alana uygulanmasına ilişkin pratik yanları vardır. Birçok eski düşünür gibi Fârâbi de gök cisimlerinin yeryüzündeki olaylar üzerinde belirli nedensel işlevleri ve etkileri bulunduğunu düşünür. Bu etkilerin bir bölümü astronomik hesaplamalar yoluyla belirlenebilir. Mesela bazı yeryüzü bölgelerinin güneşe yakınlıklarıyla ısı dereceleri arasında matematiksel bir ilişki bulunduğu saptanır. tin diliyle ilgili kuralları içerirken mantık bütün insanlığın düşüncesine ait kanunları ifade etmektedir. Gramer bilmeyen hatasız konuşamaz, mantık bilmeyen de her zaman doğru düşünemez. FÂRÂBİ’NİN MANTIK ve BİLGİ KURAMI Fârâbi’nin mantığa sarsılmaz bir güvenle bağlandığı açıkça belli olmaktadır. Öyle ki sıradan bir mantık probleminden hareket ederek metafiziğin en karmaşık meselelerini gündeme getirir ve mantık açısından bunları çözümlemeye çalışır. Mesela mümkün ve mütekabil önermelerin yorumunu yaparken bu bağlamda Allah’ın bilgisinin nasıl anlaşılması gerektiğini tartışır. Öte yandan Batı’da Kantla birlikte önem kazanan önermelerin analitik ve sentetik olmak üzere iki kategoride değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi Fârâbi tarafından yüzyıllar önce ortaya konmuştur. Klasik mantık alanında yeni bir şey söylemenin güçlüğünü kabul etmekle birlikte Fârâbi’nin mantığa olan katkısı bu disiplini sağlam bir terminolojiye kavuşturmanın yanı sıra yaptığı geniş yorumlamalar, ayrıca yaşadığı toplumun düşünce, inanç ve kültür değerlerinden verdiği zengin örneklerle onu çeliştirmiş ve bir metodoloji olarak bilim alanında kullanılmasını kolaylaştırmıştır. Fârâbi, en büyük başarısını mantık alanında göstermiştir. Filozof, kendisinden önceki şârih ve yorumcuların eserlerinden de faydalanarak Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatı kapsamına giren her kitap üzerinde çalışmış, mantıkla ilgili eserlerini büyük ölçüde Aristoteles’in Organon’unu açıklama veya özetlemeye ayırmıştır. Kategoryalar (Kategoriai), Önerme (Peri Hermenias), Birinci Analitikler (Analitika Protera), İkinci Analitikler (Analitika Ustera), Topikler (Topika), Sofist Çürütmeler Üzerine (Peri Sofistikon Eleghon) ve Konuşma Sanatı (Tehne Rhetonike) üzerine yaptığı çalışmalar bunlardandır. Fârâbi, dil ile mantık arasında yakın benzerlik ve sıkı ilişki bulunduğu hususu üzerinde önemle durur. Ona göre dil bilgisi hatasız konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış konuşma ise mantık da iç konuşmadır. Bir başka söyleyişle dilin lafızlarla olan ilişkisi ne ise mantığın kavramlarla olan ilişkisi de odur. Şu var ki gramer bir mille- Fârâbi, bilginin kaynağının duyular olduğunu savunarak Eflâtun’un “doğuştan bilgi” teorisini reddeder. Ona göre yeni doğmuş bir çocuğun zihni bomboştur; fakat düşünme melekelerine ve algı aracı durumundaki duyu organlarına sahiptir. Bu organlar vasıtasıyla çocuk bilinçsiz olarak dış dünyadan sürekli izlenimler alır. Zaman içinde bölük pörçük ve gelişigüzel oluşan bu bilgi birikimi şuurun teşekkülü ile ifadesini bulunca bazıları çocuğun bunları doğuştan getirdiğini zannederler. Hâlbuki akıl duyu deneylerinden başka bir şey değildir. Bu deneyler ne kadar çok olursa insan zihni o kadar mükemmel akla sahip sayılır. şu var ki duyular nesneleri bulundukları şekliyle algıladığı için duyu bilgileri tikeldir; akıl ise bunların analiz ve sentezini gerçekleştirip tümelin bilgisine ulaşır ve mukayeseler yaparak yeni bilgiler üretir. Aklî bilginin temelini duyu bilgileri oluşturduğu için filozof sonradan Kant’ın Ocak - Şubat 2012 BİLGİ TEORİSİ Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 11 da tekrarlayacağı şu cümleyi ısrarla vurgular: “Duyu verileri dışında aklın kendisine özgü bir işi yoktur.” EFLÂTUN’LA ARİSTO’YU UZLAŞTIRMA ÇABASI Helenistik ve patristik dönemlerde birçok filozof, felsefenin birliği tezini savunma amacıyla Eflâtunla öğrencisi Aristo’nun felsefî doktrinlerini uzlaştırma doğrultusunda çeşitli eserler kaleme almışlardır. İslâm filozofları içinde yalnız Fârâbi, bu iki filozofun sistemleri arasında temele ilişkin bir fark bulunmadığını, farklılığın basit ve yüzeysel olduğunu ispat için “el-Cem beyne re’yeyi’lhakîmeyn” adlı bir eser yazmıştır. Şüphesiz Fârâbi açısından bu uzlaştırma teşebbüsünün arkasında yatan gerçek sebep filozofun “tek hakikat” ilkesine sıkı sıkıya bağlı oluşudur. Ona göre hakikat tektir, taaddüt etmez. Bu iki filozof da hakikati dile getirdiklerine göre muhtelif zaman ve zeminde değişik terimlerle ortaya koydukları fikirler ilk bakışta farklıymış gibi gözükse de bunları yorumlamak suretiyle bir ortak paydada uzlaştırmak ve böylece felsefenin birliğini ortaya koymak mümkündür. Öte yandan hakikatin birliğini savunan bir filozofun dinle felsefeyi de uzlaştırmak durumunda olduğu kendiliğinden gündeme gelmektedir ki esasen onun sisteminin bütününde bu husus açıkça görülmektedir. Sonuç olarak Fârâbi, Eflâtun’la Aristo’nun görüşlerini uzlaştırma çabasında başarılı olamamışsa da bu husus, onun en- gin bir düşünce dünyasına sahip olduğunu göstermesi ve başka eserlerinde rastlanmayan bazı görüşlerine ulaşmaya imkân sağlaması açısından önemlidir. FÂRÂBİ’NİN PSİKOLOJİ VE AKIL KURAMI Fârâbi, bir yandan, Aristoteles gibi psikolojiye doğa bilimleri içinde yer verirken, öte yandan onu metafizik ve tasavvufa bağlar. Modern psikolojinin kurulduğu XIX. yüzyıla gelinceye kadar metafiziğin temel disiplinlerinden biri sayılan psikoloji, fizyolojiyle bir arada mütalaa ediliyordu. Hatta Fârâbi’nin yüz defa okuduğunu söylediği Aristo’nun De Anıma adlı eseri psikolojiden çok bir fizyoloji kitabı niteliğini taşımaktadır. Bunun yanı sıra Fârâbi’nin, Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuktan gelen ve ruh telakkilerini içeren literatüre de sahip olduğu bilinmektedir. İşaret edilmesi gereken bir nokta da onun tarafından kullanılan nefis teriminin biyolojik, fizyolojik ve psikolojik bütün aktiviteleri ifade ettiği için ruh teriminden daha kapsamlı olduğu hususudur. FÂRÂBİ VE TASAVVUF Fârâbi, tasavvufa farklı bir açı kazandırır. Psikolojik temellendirmeler ile dinî kavramları ilişkilendirerek din ile bilimi uzlaştırmaya çalışmıştır. Aristoteles’in dialiktik anlayışını dine uyarlayıp dinî kabullenmeleri temellendirerek İslam dinî ile Felsefeyi tanıştırmış olur. “İnsan mutlaka yaratıcı tarafından yaratılmıştır.” Bunu şu dialiktik düzende göstermeğe çalışmıştır. Maddenin oluşması için o maddenin hayal edilmesi, tasarlanması gerek. Tasarlanması için bir akla, daha güçlü bir varlığa ihtiyaç vardır. İşte o mutlak zekâ ve güç yaradandır. O, maddeye önce kendinden esinlenerek bir şekil tasarlar ve sonra maddeye var olma emrini verir. O yüzden evrendeki hiçbir varlık kendiliğinden var olmamış, sonsuz varlık olan Allah’ tan koparak bir hacim sahibi olarak var olmuştur. Evrende var olan her madde Allah’ın türlü görüntülerinden olup tekrar O’na dönecektir. Allah’ı ise şu şekilde anlatır: “ O, sentezle olmaz, tektir ve O’nun ortağı da yoktur. Şayet öyle olmasaydı hayatın mükemmelliğinden bahsedilemez, bir karmaşa oluşurdu. Allah, en eski, nedensiz ve her türlü eksiklikten özgür tek varlıktır.’’ Bu ünlü düşünürün farklı dialiktiklerinde aslında bugün bile üstünde düşünülen pek çok konuya zamanına göre çok verimli temellendirmeler yaptığı ortaya çıkıyor. Din ve bilim aslında iki öğrenci gibidir; aynı soruya, yani varlık nasıl var olmuştur sorusuna cevap bulmağa çalışan iki öğrenci. Din bu soruya kutsal kitap ve peygamberler 12 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 aracılığıyla inanç ekseninde cevap verirken; bilim bu soruya akıl yoluyla varlığın nedenini maddenin diğer maddenin oluşumunu tetiklediği teziyle yanıt vermeğe çalışır. AHLAK ve SİYASET KURAMI Fârâbi’nin ahlak felsefesinin temelini eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini ise mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir. Şüphesiz her insanın iradeli davranışlarının belli bir amacı vardır; bu husus araştırıldığında görülür ki insan daima iyi ve mükemmel olanı kendisine amaç edinmekte ve o doğrultuda hareket etmektedir. Fakat bazı amaçlar daha mükemmeli elde etmek için araç sayılırken bazıları doğrudan amaçtır ve hiçbir şeye araç olamaz. Fârâbi’ye göre her insan iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde yatkın olarak doğar. Şüphesiz bu durum, ahlak konusunda eğitimin ve alışkanlıkların son derece önemli olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce ahlak pratik bir ilim olduğu için yaparak ve yaşayarak öğrenilir. Nasıl ki herhangi bir sanatı Öğrenip o konuda gerekli beceriyi kazanmak için çok alıştırma yapmaya ve tekrara ihtiyaç varsa ahlaklı olabilmek için de iyi ve güzel davranışları benimseyip onları huy ve ikinci bir karakter hâline getirmeye ihtiyaç vardır. Filozof, insanın sosyal bir varlık olduğu şeklindeki Aristotelesçi tezi kullanarak, düşünsel ve ahlaksal yetkinliklerin ancak bir toplum içinde kazanılabileceğini bunun da, bir bedenin bütün organları arasında bulunan bir uyum ve yetenekler birliği gibi, bir siyasal organizasyonla gerçekleşebileceğini düşünmüştür. Bu nedenle Fârâbi’nin sisteminde metafizik, ahlak ve siyaset kesin olarak bir bütünlük taşır. Bu bütünlük, başta temel eseri El-Medînetü’l-Fâzıla olmak üzere, birçok eserinin yazım sistemine de yansımıştır. Ona göre, kuşkusuz Ocak - Şubat 2012 ahlakın temel amacı olan mutluluğu ancak erdemlerin dışa yansıması olan güzel eylemlerle yakalamak mümkündür; bununla birlikte, bu tür eylemlerin mutluluğa götürebilmesi için ayrıca şu iki koşulun da bulunması gerekir: 1. Güzel eylemler isteyerek ve seve seve yapılmalıdır. 2. Güzel eylemler hayat boyunca her zaman ve her durumda yapılmalıdır. POLİTİKA ve DEVLET ANLAYIŞI Erdemli bir hayatın ancak ideal bir toplumda gerçekleşeceği düşüncesi tarih boyunca filozof ve şairler için tatlı bir hayal olmuştur. Eflâtun’un Devlet diyalogunda tasarımını verdiği realiteden uzak ütopik devlet düzenine benzer bir düşünceye ilk defa “ Fârâbi’nin el-Medînetü’l-Fâzıla”sında ve kısmen diğer eserlerinde rastlanmaktadır. Filozof, erdemli devleti biyoorganik açıdan sağlıklı bir bedene benzetir. Önemine göre bedende her organın bir görevi vardır ve bunların verimli çalışmaları kalbe bağlıdır. Tıpkı bunun gibi devletin kurum ve kuruluşlarının da verimli ve koordineli çalışmaları devlet başkanının kabiliyet ve tutumuyla ilgilidir. Ancak kalp ve diğer organlar görevlerini tabii olarak yaparken devletteki kurum ve kuruluşlar hiyerarşik sistem içinde kendi kabiliyet, irade ve sorumluluklarının bilinci içinde görevlerini yapmak durumundadırlar. Burada baş koordinatör olarak devlet başkanının önemi ortaya çıkmaktadır. Fârâbi, ideal düzenin, ideal yönetim kadrosuyla oluşabileceğini savunur. Bireyden topluma giden bir ideal toplum tezi oluşturmuştur. Fârâbi’nin faziletli bir toplum meydana getirmek üzere tasarımını verdiği erdemli devletin Eflâtun’un ütopik devletinin izlerini taşıdığına şüphe yoktur. Filozofların kral ve kralların filozof olmasını öneren Eflâtun’dan farklı olarak Fârâbi, kişinin dünya ve âhiret mutluluğunu ve toplumun dirlik ve düzenliğini sağlayacak bir ni- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 13 zam vaat eden Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu hayat tarzını da dikkate alarak “ilk reis” ve “imam” diye nitelediği ideal devlet başkanının şahsında yani İslâm halifelerinde Hz. Peygamber ile filozofun üstün özelliklerini birleştirmek istemiştir. “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ile “Devlet Politikası” eserlerinde El-Fârâbi, Orta Çağa yakın doğu ve orta doğusunda ilk önce felsefenin katkısıyla farklı sosyal yapıların oluşturduğu feodal toplum politikasını düşünmeğe çalışır. Fârâbi, çağdaş şehircilikten yanadır. Değişimi ise toplumsal güç ve mutluluğun devamı için şart görür. Onun, «siyaset» kavramını ikinci bir anahtar terim olarak ısrarla yinelemesi, belirtilen bütünleştirici yaklaşımından kaynaklanmaktadır. FÂRÂBİ’ NİN MÜZİĞE ETKİSİ Felsefe dünyasında “Muallim-i Sâni” lakabı ile tanınan Fârâbi, musiki alanında birçok tarihçi ve musiki nazariyatçısı tarafından “Muallim-i Evvel” olarak kabul edilmiştir. Fârâbi, musiki nazariyatını Aristo, Themistius ve Euclides gibi ünlü âlimlerin Arapça’ya tercüme edilen eserlerinden tanımıştır. Ayrıca Ya’küb, Ishak el-Kindî’nin bu alandaki çalışmalarından da haberdardı. Daha sonra yazdığı eserlerde ve özellikle el-Mûsîka’l-kebir’de Yunanlıların nazariyatını şerh etmekle kalmamış, iyi bir fizikçi ve matematikçi olduğu için Yunanlılardan eksik şekilde intikal eden nazariyat bilgilerini tamamlamış, hatta birçok noktada onların hatalarını düzeltmiştir. Musiki ilmini nazari ve amelî olarak iki bölümde ele alan Fârâbinin el-Mûsîka’l-kebîr’I incelendiğinde onun, sadece büyük bir nazariyatçı değil aynı zamanda musiki sanatını fiilen icra eden bir sanatkâr olduğu açıkça görülür. Musiki nazariyatına olan vukufu sonucunda konulan büyük bir açıklıkla ifade edebilmesi, ancak onun bu sanattaki yüksek icracılığı ile açıklanabilir. Fârâbi, özel notalar icat ederek musiki parçaları bestelemiş ve bunların icrasını yapmıştır. Ses kavramına akıl 14 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi yoluyla açıklama getirmek için farklı frekansları inceler. Fârâbi, sesin dalga uzunluğuna göre frekanslar meydana getirdiğini tespit ederek hava titreşiminden başka şey olmayan sese ilk mantıklı izahı yapar. Bu tespitle müzik aletlerinin yapımı için gerekli olan unsurlara ulaşır. Ayrıca bazı eserlerde ud ve kanunun Fârâbi tarafından icat edildiğine dair ifadelere rastlanmaktaysa da bu sazların Fârâbi’den önce de kullanıldığı bilindiğine göre onun belki bu sazların düzeninde bazı hamleler yapmış olabileceğini kabul etmek gerekir. Fârâbi’nin musikiye dair eserleri şunlardır: 1. el-Mûsîka’l-kebîr. Asıl adı Ki-tâbü Sınâ’ati ilmi’l mûsîka olan bu eser İbn Ebû Usaybia’nın ifadesiyle el-Mûsîka’l kebîr adıyla şöhret bulmuştur (daha önce Kindî’nin eseri de bu adla anılmaktaydı). İki bölümden meydana gelen el-Mûsîka’lkebîrin “el-Medhal ilâ sı-nâatil-mûsîka” başlıklı ilk bölümünün bazı kütüphanelerde müstakil bir nüsha hâlinde yer alması, başta Henry George Farmer olmak üzere birçok araştırmacının Fârâbi’nin bu adla ayrı bir eseri daha bulunduğunu ileri sürmesine sebep olmuştur. Özellikle Türkiye’de Fârâbi ile ilgili yayınlarda bu hataya sık sık rastlanmaktadır. Dünyanın çeşitli kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunan eser Gattâs Abdülmelik Hasebe tarafından neşredilmiştir. 2. Kitaba İhsâ’i’l-îka’ât. Musiki usullerine dair olan bu eserin tek nüshası 1958 yılında Ahmet Ateş tarafından Manisa İl Halk Kütüphanesinde tespit edilmiştir. Eserde îkâın terkipleri, temel usullerin taksimatı ve tasnifi gibi konuları inceleyerek îkâın amelî yönünü ele alan Fârâbi, ayrıca İshak el-Mevsılî’nin Telîfü’n-nağam adlı eserindeki bazı görüşleriyle, Arap usullerini bırakıp Yunanlıların usulleriyle meşgul olmasından dolayı Kindi’yi de tenkit etmiştir. 3. Kitâb fi’l-îka’ât. Fârâbi’nin usullere dair ikinci eseri olup burada îkâın prensipleri üzerinde durulmuştur. Eserin tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir. Fârâbi, musikiyle ilgili bu eserlerinin dışında İhşâü’l-’ulûm adlı risalesinde de musiki konusuna yer vermiştir. Eserde melodilerin çeşitleri, nasıl terkip edildikleri, daha tesirli olmaları için ne gibi özelliklere sahip bulunmaları gerektiğini bilmeye yarayan bir ilim şeklinde tarif edilen musiki müşahede ve uygulama yolu ile öğrenilen, yani matematiğin kapsamında bulunan bir ilim olarak incelenmiştir. Fârâbi’nin Avrupa’nın muhtelif kütüphanelerinde bulunan musikiye dair çeşitli yazılan, Henry George Farmer tarafından kısaltılmış İngilizce tercümeleriyle birlikte al-Fârabi’s Arabic-Latin Writings on Music adıyla neşredilmiştir. Ocak - Şubat 2012 SOSYOLOJİ VE TIP ALANINDA FÂRÂBİ Fârâbi, insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir ayırıcı niteliktir. İnsan psikolojisini; benimsenen düşünce, izlenen ahlaki kabuller, örf, âdet ve geleneklerle beraber kabul edilen inanç mekanizmaları çerçevesinde tanımlamıştır. Fârâbi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Çağdaş toplumun tabakalarını ayıplayan El-Fârâbi, “yönetim hırsı olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli sakinlerin şehri olduğunu, onların bunu yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişeceklerini” söyler. Tıp alanında, ünlü tıp âlimi İbn Sînâ’nın Toprağından rüzgâra karışıp evrene fikir serpmiş bereket… Fârâbi’nin etkisinde olduğu bazı kaynaklarda belirtilmiştir. Psikolojik rahatsızlıklarda müziği de tedavi aracı olarak kullanmış, ilaçlarla ilgili çalışmalarını bir eserinde toplamıştır. “ Erdemlerin en büyüğü bilimdir.” sözüyle bilimin önemi ve gerekliliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca Fârâbi ‘nin ölümünden 1100 yıl geçmesine rağmen bugün hâlâ onu konu ettiren özelliği “ Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü nedenin kendisi oluşandan öncedir.’’ sözüyle ortaya çıkan felsefi zenginliği ile “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur.’’ şeklinde dinî hazinesini ortaya döktüğü tasavvuf zenginliğinin bir araya geldiği ilk isim olmasıdır. Ocak - Şubat 2012 FÂRÂBİ’NİN ESERLERİ Hayatının hemen hemen tümünü okumak, düşünmek, konuşmak ve yazmakla geçiren bu büyük Türk filozofu, birçok konuda kendinden sonra gelenler için bir nevi “mübeşşir”lik yapmıştır. Çok sayıda kitap ve risale yazmıştır. Fârâbi’den geriye büyük küçük 100’den fazla eser kalmıştır. Zamanla çeşitli araştırmalara konu olan bu eserlerin bir kısmı Latince, İbranîce, Türkçe, Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusçaya tercüme edilmişse de klasik kaynaklardan modern araştırmalara kadar gerek bu eserlerin sayısı gerekse isimleri üzerindeki tereddütler henüz giderilebilmiş değildir. Mesela filozofun çağdaşı olan İbnü’n-Nedîm’in eh Fihristindeki eser sayısı yedi, Kâdî Sâ-id’in Tabakatül ümeminde dört, İbnü’l-Kıfti’nin îhbârü’l ulemâ adlı eserinde yetmiş dört, İbn Ebü Usaybia’nın Uyûnül-enba adlı eserinde 113’tür. Özellikle bunlardan önemli bir kısmının günümüze kadar ulaşmadığı dikkate alınırsa bu konuda güvenilir bir eser listesi hazırlamanın güçlüğü ortaya çıkar. Fârâbi’nin günümüze kadar gelen önemli eserleri şunlardır: el-Medînetü’l-fâzıla: Fârâbi’nin Bağdat’ta telifine başlayıp Dımaşk’ta 941-942 yıllarında tamamladığı ve ölümünden iki yıl önce Mısır’da iken tekrar gözden geçirerek konu başlıklarını düzenlediği bu eser, onun felsefî doktrinini ana hatlarıyla ortaya koyan en olgun eseri sayılmaktadır. es-Siyasetü’l-medeniyye: Mebûdî’ü’l - mevcudat adıyla da anılmaktadır. Muhteva ve üslûptaki olgunluğa bakarak filozofun bu eseri hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı söylenebilir. Ancak eserde bölüm ve konu başlıkları tespit edilmediğinden iç plan itibariyle el-Medinetü’l- fâzıla kadar sistematik değildir. Bu iki kitap muhteva bakımından birbirini tamamlar mahiyettedir. Kitâbü’l-Mille: İki bölüme ayrılan eserin birinci bölümünde genel olarak dinîn, dinî liderin ve fıkıh ilminin felsefe ile olan yakın ilişkisi üzerinde durulur. Bu kısım el-Medînetü’l-fazıla ve es-Sjyâsetül-medeniyye’deki bilgilerin âdeta bir tekrarı gibidir. İkinci bölüm ise İhşâ’ü’l-ulûm’daki “medenî ilimler” başlığını taşıyan beşinci faslın büyük ölçüde tekrarı mahiyetindedir. Eserin tenkitli neşri Kitâbü’l-Mille ve nusûsun uhrâ başlığıyla Muhsin Mehdi tarafından gerçekleştirilmiştir (Beyrut 1967). İhşâ’ü’l-ulûm: Filozofun ilimlerin tasnifine dair bu eserinin beşinci faslı «fi'l-İlmi'l-medenî ve ilmi'lfıkh ve ilmi'l kelâm» başlığı altında çeşitli kütüphane kataloglarında müstakil bir kitap olarak yer almaktadır. Muhsin Mehdi Kitâbü'l -Mille ile birlikte bu kısmı da yayımlamıştır. İhşâ’ü’l-ulûm'un ilmî neşrini ilk defa Osman Emîn yapmış (Kahire 1350/1931), ikinci baskısında da (Kahire 1949) ese- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 15 rin önsözünü geliştirerek konu hakkında değerli bilgiler vermiştir. Eser Latince, İbrânîce, Almanca, Fransızca, İngilizce ve İspanyolcadan başka Ahmet Ateş tarafından İlimlerin Sayımı adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Tahşîlü’s-sa’âde: Bazı kaynaklarda Neylü’ssa’âdat şeklinde de anılan eserde filozofun içtimai, siyasî ve ahlak î problemleri bir arada işlediği görülür. İçinde ilimler tasnifine de yer verilmekle birlikte kitap genel muhtevası itibariyle ahlak a dair bir eser sayılmaktadır. et-Tenbîh alâ sebîli’s-sa’âde: Mutluluk ahlak ını konu alan bu eser muhtevası itibariyle bir öncekinin devamı mahiyetindedir. Fuşûlü’l-medenî: Fârâbi’nin başta siyaset ve ahlak olmak üzere çeşitli meselelere dair görüşlerinin kısa fasıllar hâlinde ifadesinden ibaret olan bu eser ilk defa D. M. Dunlop tarafından İngilizce çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır. el-Cem beyne re’yeyi’l-hakîmeyn: Eflâtun ile Aristo’nun görüşlerini uzlaştırmak amacıyla kaleme alınan eserde ihtilâf konusu olan on üç mesele tespit edilmiş, bunların farklı açılardan yorumlanmasıyla iki filozofun ortak bir noktada birleşecekleri ispat edilmeye çalışılmıştır. Eseri ilk defa F. Dieterici, eş-Şemeretü’l-marzjyye başlığı altında topladığı Fârâbi’ye ait bazı risaleler arasında yayımlamış ve Almancaya çevirmiştir. El-İbâne an ğarazi Aristotâ-lîs fî Kitâbi Mâ ba’de’t-tabî’a: Fârâbi, dört sayfa tutan bu risaleyi, 16 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Aristo’nun Metafizika adlı eserini tanıtmak amacıyla kaleme almıştır. Filozof, kendi döneminde birçok kimsenin Aristo’nun bu eserini kelâma dair sanarak okuduğunu, fakat muhtevasını çok farklı bulunca şaşırdığını, hâlbuki on birinci makale (gerçekte on ikinci olacak) dışında teolojiyle ilgili bir bahsin bulunmadığını belirtir. Fârâbi’nin tespiti gerçekten doğrudur; zira İbn Sînâ dahi Metafizikayı kırk defa okuduğu hâlde bir türlü kavrayamadığını, ancak Fârâbi’nin bu risalesini gördükten sonra anlayabildiğini söyler. Me’âni’l-’akl: Kaynaklarda isminin başına “kitab”, “risale” ve “makale” kelimeleri getirilerek zikredilen bu eserde, Fârâbi akıl teriminin altı ayrı anlamı bulunduğunu söyler. Bunlardan Aristo’nun II. Analitikleri ile De Anima’sında söz konusu ettiği akıl kavramı üzerinde durarak bu gücün nasıl soyutlama yaptığını, bilginin aşama aşama nasıl meydana geldiğini anlatır. Risâle fîmâ yenbağî en yükaddem kable te’allümi’l-felsefe: Felsefe öğrencilerine bir kılavuz olmak üzere yazılan bu risalede Fârâbi, İlkçağ’daki yedi felsefe ekolünü tanıttıktan sonra Aristo’nun eserlerinin tasnifini yapmakta ve bu filozofun doktrinini anlayabilmek için uygulanması gereken yöntem üzerinde durmaktadır. Uyûnü’l-mesâ’il: Ahlak ve siyaset dışında Fârâbi felsefesinin özeti sayılabilecek olan bu eser ilk defa yine M. A. Schmölders tarafından Documenta Philosophiae Arabum’da daha sonra Dieterici tarafından eş-Şemeretü’l-marzıyye içinde neşredilmiştir. Delhi (1312/1892) ve Kahire’de de (1907, 1910) basılan eseri Dieterici Alfârâbi’s philosophische içinde Almanca’ya (Leiden 1892. s. 92-107) Mahmut Kaya “Felsefenin Temel Meseleleri” adıyla Türkçeye çevirmişlerdir. Fusûsü’l – hikem: Genel muhtevası itibariyle daha çok İşrâki bir filozofun kaleminden çıktığı izlenimini verdiği için mevsukiyeti tartışmalı olan risale Fârâbi’nin eserleri arasında üzerine en çok şerh yazılanıdır. el-Mesâ’ilü’l-felsefiyye ve’l-ecvibetü anhâ: Felsefe ve mantık alanında sorulan kırk üç soruya verilen cevaplardan oluşmaktadır. en-Nüket fîmâ yesıhhu ve mâ lâ yeşıhhu min ahkâmi’n-nücûm: Astronomi (astroloji) hakkında bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış olmak üzere bazı bilgiler veren eser aynı zamanda müellifin felsefesine ait temel görüşleri de ihtiva etmektedir. Eserin ilmî neşrini Ca’fer Âl-i Yâsin yapmış ve Risâletâni felsefiyyetân içinde yayımlamıştır. et-Taclîkât eser, çeşitli felsefe problemleriyle ilgili 101 kısa notun bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir risaledir. İlmî neşrini Ca’fer Âl-i Yâsîn’in yaptığı eser Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Ocak - Şubat 2012 ed-De âva’l-kalbiyye, konu ve muhteva itibariyle Uyûnü’l-mesâ’il gibi Fârâbi felsefesinin temel problemlerine ait bir özet niteliğini taşımaktadır. Eseri Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan Türkçe’ye çevirmişlerdir. Eserlerinin gruplandırılması 1-Felsefe, mantık, ahlak ve psikolojiyle ilgili olanlar: a) Felsefe Kelimesinin Manası b) Eflatun ve Aristo’nun Felsefeleri c) Akıl Kitabı d) Kıyas Sanatları e) Burhan Kitabı f) Ahlak Kitabı g) Nefsin Mahiyeti Hakkında( Risale) 2-Metod Hakkında: a)Bir ve Birlik Kitabı b)Birliğin Bölümleri Hakkında 3-Tasnif Hakkında: a)İlimlerin Derecelerine Göre Tasnifi b)İlimlerin Sayımı 4-Fizik ve Kimya Hakkında: a)Hayyiz ve Miktar Hakkında b)Atom Kitabı c)Mutenahi Kuvvet Kitabı d)Kimya Sanatının Lüzumu 5-Felek ve Hendese Hakkında: a) Felek Hareketinin Daimiliği b) Vehmi Hendeseye Giriş 6-Tabiat Hakkında: Ocak - Şubat 2012 a)Mevcudadın Başlangıcı b)İnsanlığın Başlangıcı c)Hayvan Azası Hakkında 7-Siyaset Sosyoloji ve Askerlik: a)Fazıl Şehir Halkının Fikirleri b)Siyaset Kitabı c)Ordulara Komuta Etme Risalesi 8-Din, Tasavvuf ve Kelam: a) Peygamberin Sözleri Hakkında b) Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu? c) Ravendiye Red Kitabı d) Raziye Red Kitabı e) Tabii Sema İlmi f) Tasavvuf Hakkında 9-Kitabet, Şiir ve Hitabet: a) Kitabet Sanatı b) Şiir Sanatının Kanunları c) Kinaye Kitabı d) Hitabet Kitabına Başlangıç 10)Lenguistik ve Psikoloji: a) Lafızlar ve Harfler b) Diller Hakkında Kitap 11)Musiki: a)Musiki Kitabı b) Musiki İlminin Ustukuslar Kitab El Musiki El Kebir ( Büyük Müzik Ansiklopedisi) Kitab Fi’l Musiki ( Müzik Kitabı) El Müdhal Fi’l – Musiki ( Müzikle İlgilenenler İçin) İlim El – Musiki ( Müzik Bilimi) İhsa El – Ulum Musiki El - Kebir ( En güzel Bilim Müzikle İlgili Büyük Kitap) Et- Ta’limü’s – Sani ve İhsau’l – Ulum ( İlk İslam Ansiklopedisi) El- Medenetü’l – Fazıla ( Fazilet Şehri (Toplumsal Yönetim İlkeleri) ) Risale Fi Ma’anii’l- Akl (Aklın anlamları ile ilgili hikaye) Kitabül - Farab ( Farab) Kitab At Advar ( Gezintiler) Kaynaklar: -El-Fârâbi Milli Devlet Üniversitesi http://www.Fârâbiedu. org/turkce/universite/Fârâbi) -http://www.felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=1308 www.etikturkiye.com/etik/siyasetetik/1AtillaArkan.pdf -Akyüz, Hüseyin; Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi, İstanbul, 2001 -Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12, İstanbul, 1996. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 17 18 İbn Sînâ Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 İslâm Meşşâî Okulunun En Büyük Sistemci Filozofu, Orta Çağ Tıbbının Önde Gelen Temsilcisi: İbn Sînâ. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 19 magest) geçti; eserin başlangıç kısımlarını bitirip geometrik şekillerle ilgili bölümüne ulaşınca hocası kitabın diğer kısımlarını kendi kendine okuyabileceğini söyledi. Sonuçta İbn Sînâ astronomide de oldukça ileri bir seviyeye ulaştı. Nâtilî Gürgenç’e gitmek üzere Buhara’dan ayrılınca İbn Sînâ fizik, metafizik ve diğer felsefî konularla ilgili metinlere ve bunların şerhlerine yöneldi. Bu çalışmalar neticesinde felsefenin bütün disiplinlerinde iyi bir donanıma sahip olduktan sonra tıp tahsiline başladı. Meşşailik ya da Meşşai okulu, İslam felsefesi içinde doğa felsefesinin etkisinden sonra başlayan rasyonalist felsefe eğiliminin sistemli hâle gelmesinden oluşan okuldur. İslamda Aristoculuk olarak bilinen akım olarak da bilinir. İbn Sînâ, İslâm bilim ve düşünce tarihinde ilk defa felsefe ve ilimlerin ansiklopedisini vücuda getirdiği gibi aynı zamanda nesir, nazım ve hikâye tarzında felsefî eserler kaleme alan sanatkâr-filozof olmuştur. İbn Sînâ Yaklaşık 370 (980-81) yılında Buhara yakınındaki Efşene köyünde doğdu (öl.1037 Hemedan). İslâm dünyasında İbn Sînâ künyesiyle meşhur olup bilim ve felsefe alanındaki eşsiz konumunu ifade etmek amacıyla Orta Çağ âlim ve düşünürleri tarafından kendisine verilen “eş-şeyhü’r-reîs” unvanı ile de bilinir. Batı’da genellikle Avicenna olarak bilinmekte ve “filozofların prensi” diye nitelenmektedir. Aslen Belhli olan babası Abdullah, Sâmânî Hükümdarı Nuh b. Mansûr döneminde başşehir Buhara’ya yerleşmişti. İyi bir öğrenim gördüğü ve İsmâilî görüşleri benimsediği anlaşılan İbn Sînâ, İsmâilî dâîlerle sürekli irtibat hâlindeydi. Bu irtibat neticesinde evi felsefe, geometri ve Hint matematiğiyle ilgili konuların tartışıldığı bir merkeze dönüşmüştü. Kendisini bu tartışmaların içinde bulan İbn Sînâ erken denilebilecek bir çağda felsefî konulara aşinalık kazandı. İbn Sînâ olağanüstü bir zekâya sahip olduğu için küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur’an’ı ezberledi; dil, edebiyat, akaid ve fıkıh öğrenimi gördü. Hint aritmetiği okudu. Ebû Abdullah en-Nâtilî Buhara’ya gelince babası onu oğluna ders vermesi için evinde misafir etti. İbn Sînâ, Öklid’in Elementler’inin baştan beş altı bölümünü yine Nâtilî’den okudu, kitabın geri kalan kısmını ise kendi kendine çözmeye çalıştı. Ardından Batlamyus’un el-Mecistî’ine (Al- 20 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ VE METODU İbn Sînâ, İslâm felsefesi geleneğinin Fârâbi okulu içinde yer alan en büyük düşünürüdür. Bu geleneğin en önemli özelliği dinin toplum için vazgeçilmez ilâhî bir kurum olduğu fikridir ve bu fikir bir bakıma her iki filozofun felsefesinin özü gibidir. Aslında İslâm toplumunda Kindî’nin kurduğu felsefeyi geliştirip kurumlaştıran bu iki filozoftur. Daha doğrusu kelâmdan felsefeye geçişi sağlayan Kindî, onu terminoloji, metot ve problemleriyle sistemleştiren Fârâbi, kendi dönemine kadar gelen bu birikimi yeni baştan işleyerek zengin bir külliyat hâlinde toplayıp değerlendiren İbn Sînâ olmuştur. XI. yüzyıldan sonra İslâm dünyasında “felâsife” denilince öncelikle akla Fârâbi ve İbn Sînâ gelmektedir. Ancak İbn Sînâ, Fârâbi kadar Eflâtun ve Aristo sistemine bağlı değildir. Ayrıca İbn Sînâ bir felsefe tarihçisi, tabip ve ilim tarihçisi olması bakımından da Fârâbi’den farklı bir konuma sahiptir. el-Kanûn fi’t-tıb ve eş-Şifa gibi hem değeri hem hacmi bakımından büyük eserleri bunun açık delilleridir. Filozof bu eserlerinde bir konuyu ele alırken Aristo’nun kendinden önceki filozoflar hakkında uyguladığı metodu takip ederek önce o konuda ortaya konmuş olan görüşleri sunar, yer Ocak - Şubat 2012 yer eleştirir, sonra da kendi görüşünü açıklar. Böylece İbn Sînâ, İslâm bilim ve düşünce tarihinde Hipokrat’ın bilmece gibi, Galen’in sıkıcı ilk defa felsefe ve ilimlerin ansiklopedisini vücuda getirdiği ve Râzî’nin karmakarışık eserlerine gibi aynı zamanda nesir, nazım ve hikâye tarzında felsefî esermukabil İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-tıbb’ı ler kaleme alan sanatkâr-fılozof olmuştur. Aristo gibi İbn Sînâ da sistemli, kapsamlı ve en önemlisi tıp eserlerini kendi dönemindeki bilimler sınıflamasına uygun olaöğretimine uygun tarzda yazılmış bir eser rak kaleme alır. Onun bilim ve felsefeyle olarak diğerlerini gölgede bırakmıştır. ilgili yazılarında kullandığı kavramsallaştırma sistemi çoğunlukla çift yönlüdür. Bundan dolayı herhangi bir kavram veya terimin onun felsefesinde çok defa TIP bir karşıtı vardır. Arapça bilim ve felsefe dili olarak İbn Sînâ, kendi çağının tıp geleneği bakımınİbn Sînâ’nın eserlerinde zirveye ulaşmış, felsefî dan zirveyi temsil eden, kendisinden sonraki tıp ve ilmî eserler onun tasnifiyle mükemmel bir dü- öğretimi ve araştırmaları için hem İslâm hem de zeye kavuşarak sonraki nesiller için örnek teşkil Avrupa ilim çevrelerinde sarsılmaz bir otoritedir etmiştir. Her ne kadar İbn Sînâ’nın felsefe tasnifi Büyük bir filozof olduğu kadar ünlü bir hekim ana çizgileriyle Aristo’dan beri süregelen mantık, olan İbn Sînâ, bu alandaki eserleriyle İslâm düntabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât (metafizik) veya yasıyla birlikte Avrupa tıp geleneğini de derinden mantık, tabiat ve metafizik şeklindeki bilimler sı- etkilemiştir. Onun Batı’daki etkisinin XVII. yüzyıla nıflaması içinde görülse de içerik olarak mutlak kadar sürdüğü ve eski Yunan tıp otoriteleri olan bir otoriteye bağlı kalmayıp gerektiğinde meselâ Hipokrat ile Galen’in şöhretini gölgede bıraktığı Fârâbi için yaptığı gibi öncekilerin başarılarını be- kabul edilmektedir. Nitekim ölümünden yüzyıl lirterek onlardan saygıyla söz eder, fakat gerektiği sonra, bir tıp şaheseri olarak bilinen el-Kânûn fi’tzaman da cesaretle eleştirir. Bilimler sınıflaması- tıb adlı eserinin İspanya’da Latince’ye tercüme na göre yazdığı büyük, orta ve küçük hacimli bü- edilip XIII. yüzyıldan itibaren Avrupa üniversiteleri tün eserlerinde İbn Sînâ, salt akılla başladığı fel- tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulması sefeyi nübüvvetle taçlandırır. Hemen bütün felsefî ve XVII. yüzyılda Vallodolid Üniversitesinde bir eserlerinde dinin fert ve toplumun mutluluğu için İbn Sînâ kürsüsünün ihdas edilmesi bunu göstergerekliliğini ve tabiiliğini, karmaşık kanıtlara baş- mektedir. vurmaksızın akıcı bir üslûpla açıklamaya çalışır. İbn Sînâ’nın tıpta sadece bir teorisyen olmadığı, uygulamaya ilişkin oldukça önemli bir birikime sahip olduğu bilinmektedir. Nitekim kendisi şöhretini ve geçimini bir bakıma başarılı tedavi uygulamalarına borçludur. Herhalde İbn Sînâ da baş ağrısı için buz tatbiki yahut tüberküloz tedavisi için gül şerbeti içirilmesi gibi birçok tedavi yöntemini bizzat bulmuştu ve bu keşiflerini el-Kânûn fi’t-tıb’ı yazarken eserinde yansıtmak istemişti. Ancak onun klinik gözlem ve keşiflerini kaydettiği notlarının çoğu kaybolmuştur. Hipokrat’ın bilmece gibi, Galen’in sıkıcı ve Râzî’nin karmakarışık eserlerine mukabil İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-tıbb’ı sistemli, kapsamlı ve en önemlisi tıp öğretimine uygun tarzda yazılmış bir eser olarak diğerlerini gölgede bırakmıştır. Teoriye ağırlık veren tavrına rağmen İbn Sînâ, bilimsel yöntem hakkında önemli ana fikirleri de vurgulamayı ihmal etmemiştir. Nitekim el-Kânûn fi’t-tıbb’ın basit ilâçlar ve uygulanışları konusuna Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 21 ayırdığı ikinci kitabında teşhis yöntemleri üzerinde de durmakta, hastalıkların sebeplerine belirli semptomlardan hareketle nasıl ulaşılacağını tartışmaktadır. Aristo’nun ölçme ve deneyin önemini yeterince vurgulamayan, niceliksel olanın incelenmesinden ziyade niteliksel olana ağırlık veren yöntemine karşılık İbn Sînâ’nın hipotetikempirik bir yöntem önerdiği görülmektedir. Bazı araştırmacılar bunu, İbn Sînâ’nın Galen aracılı- rini fiziğin otoritesine başvurarak elde etmektedir. İbn Sînâ, kendi çağının tıp geleneği bakımından zirveyi temsil eden, kendisinden sonraki tıp öğretimi ve araştırmaları için hem İslâm hem de Avrupa ilim çevrelerinde sarsılmaz bir otoritedir. Onun, el-Kânûn fi’t-tıbb’ın birinci kitabında hastalığın teşhisi için nabız ve idrar muayenesi bahisleri oldukça ilgi çekicidir. Nizâmî-i Arûzî, hekimin nabızla ilgili teşhiste mahir olduğunu ifade etmektedir. İbn Sînâ’nın bu konuda Galen’in yanı sıra Çin ve Orta Asya tababetinden de faydalandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca düzenli ve düzensiz, hızlı, yavaş ve mutedil olma durumuna göre nabız şekillerinin daha da arttığına işaret etmektedir. Bu çerçevede aritmi gösteren nabızların çeşitlerini yahut nabzın cinsiyete, yaşa, mizaca, uykuda ve uyanık olma hallerine, perhizde olup olmama, hamileliğe veya psikolojik durumlara göre ne şekilde değiştiğini açıklayarak hekimlerin nabza göre ne şekilde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymuştur. İBN SÎNÂ’NIN NABIZLA AŞK HASTASINI BULUŞU Cürcan hükümdarının bir akrabası hastalanır. İbni Sina’yı çağırırlar. İbn Sina, hastalıktan zayıflamış gencin nabzını tutar. İdrarını isteyip görür. Sonra ‘’Bana bütün Cürcan havali ve mahallelerini tanıyan bir adam lazım ‘’ der.Bulup getirirler. ğıyla etkilendiği hipotetik yani şartlı önermeler üzerine kurulu Stoa mantığına bağlamak eğilimindedir. Empirik yönteme dair bu öncü yaklaşımına rağmen el-Kânûn fi’t-tıbb, büyük ölçüde tıp geleneğine ait çoğu Galenci olan birikimin bir derlemesi görünümündedir. Çünkü İbn Sînâ’nın bu eseri yazmaktaki amacı, hekimlere tıp ilminin teorisi hakkında artık daha fazla şüpheye düşmeyecekleri standart bir uygulama kılavuzu takdim etmektir. Esasen “yasa, kural ve kıstas” anlamına gelen “kânun” kelimesinin kitabın adı olarak kullanılması bir tesadüf değildir. İbn Sînâ’nın iddiasına göre hekim bedenin hastalık ve sağlığına yol açan maddî, sûri ve gâî sebepleri araştırabilmeli; anatomi, diyet, semptomlar ve ilâçlar hakkında bilgi sahibi olmalı; fakat fizik ilminin dört unsuru ve buna bağlı olarak temel kavramları tabiat felsefesinden almalıdır. İbn Sînâ’nın fizik ve tıp arasında böyle bir hiyerarşi görmesi normaldir. Zira bugün bile pek az hekim fizik ve kimyada orijinal araştırmalar ortaya koymakta, çoğu ilk prensiple- 22 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İbn Sina, hastanın nabzını tutup adama, ‘’Cürcan’ın mahallerini say.’’ der. Adam, saymaya başlar. Bir mahallenin ismini duyunca, hastanın nabzında garip bir hareket olur. İbn Sina, adama ‘’Bu mahallenin sokaklarını say. ‘’ der. Adam saymaya başlar. Bir isme gelince o hareket gene olur. Bunun üzerine İbn Sina, ‘’Şimdi bana o evde yaşayan insanların hepsinin isimlerini bilen biri lazım’’ der. O kişi de bulunur ve adam o evdeki kişilerin isimlerini saymaya başlar. Bir ismi söyleyince, o hareketlilik gene olur. O zaman büyük bilgin ‘’Tamam. ‘’ der ve oradakilere dönüp, ‘’Bu genç, falan mahallede, filan sokaktaki filan isimli bir kıza âşıktır. İlacı da ona kavuşmaktır.’’ der. Göz hastalıkları konusu çerçevesinde öncelikle “remed” (oftalmi) üzerinde duran İbn Sînâ, bu hastalığı gözün “et-tabakâtü’l-mültehime” denilen tabakasının iltihaplanması yani “konjoktivit” olarak vasıflandırışı, İbn Sînâ’nın bu konuya Grek kaynaklarında geçen; oftalmolog Ali b.Îsâ’dan daha iyi vâkıf olduğunu, el-Kânûn fi’t-tıbb’ta oftalminin üç çeşidinin Grekçe isimlerini “tartsis, kimosis, balgamı” olarak vermesinden de anlıyoruz. Ayrıca trahomun teşhisinin nasıl yapılacağını tarif Ocak - Şubat 2012 etmiştir. Eserde göz adalelerinin gerilip gevşemesini ve göz yaşı kanallarının fonksiyonunu açıklayan İbn Sînâ’nın gözün anatomisine dair verdiği bilgi, eserin 1479 tarihli Latince baskısında bir illüstrasyonla resmedilmiş ve daha sonraki bazı baskılarda bu uygulama devam etmiştir. İbn Sînâ’nın cerrahiyle ilgili tesbit ve görüşleri el-Kânûn fi’t-tıbb’ın üçüncü kitabında yer almış olup gerek İslâm âleminde gerekse Avrupa’da güvenilir kaynak olarak kabul edilmiştir. Ameliyatlarda anestezi yöntemi konusunda şaraba afyon, sarı sabur, âdemotu (mandragora) ve hindistan cevizi ilâve edilip hastaya içirilmesini öneren İbn Sînâ’nın çağdaşı olan Ali b. Îsâ’nın formülü de mandragora, haşhaş suyu ve afyon şeklindedir. İbn Sînâ ve Ali b, Îsâ’nın anestezi yöntemi Selçuklular zamanında Suriye ve Mısır’da kullanılmaktaydı. 1218 yılında Haçlı ordusuyla İslâm dünyasına gelen Bolognalı cerrah Hugo von Lucca müslüman cerrahlardan bu usulü öğrenmiştir. Ülkesine dönünce bu yöntemle anestezi uygulamış, oğlu Theodorich Borgognoni de aynı usulü benimseyerek ünlü bir cerrah olmuştur. Theodorich’in Chirurgia adlı kitabında zikrettiği ameliyat ve anestezi yöntemlerine bakıldığında İbn Sînâ’nın etkisi açıkça görülmektedir. el-Kânûn fi’t-tıbb’ın üçüncü kitabının kadın hastalıkları ve doğumdan bahseden bölümleri, özellikle uterustaki tümörler ve histeri konuları dikkat çekici bir şekilde ele alınmıştır. İbn Sînâ bu çerçevede histeriyle apopleksi arasında ayırıcı bir tanı yapmaktadır. Akıl hastalıklarını; hafıza bozukluğu, olmayan şeyleri hayal etme ve geri zekâlılık gibi elementer hastalıklarla bunama, taşkınlık ve melankoliden oluşan gerçek psikozlar olarak iki ana grupta değerlendiren İbn Sînâ, bunamanın sebebini beynin orta ventrikülünde göstermektedir. Melankolinin semptomlarını korku, yalnızlığa temayül ve baş dönmesi olarak sıralayan İbn Sînâ’nın bu hastalığa yakalanan bir genci tedavi edişiyle ilgili hikâye Çehâr Mahiâle’de yer almaktadır. Frenitis, letarji, uykusuz koma, kuduz veya hidrofobi ve epilepsi de İbn Sînâ tarafından semptomatik psikozlar olarak zikredilmektedir. Ibn Sînâ’nın salgın hastalıklar konusunda da dikkat çekici tesbitleri vardır. Bilhassa el-Kânûn fit-tıbb’ın dördüncü kitabında yer alan bu tesbitler içinde, malaryanın sazlık ve bataklık yerlerde Ocak - Şubat 2012 görüldüğü gözleminden hareketle hastalıkla sivrisinekler arasındaki ilişkiye zımnen işaret etmesi, veba salgınıyla fareler arasındaki münasebeti belirtmesi ve sudaki kokuşmaya yol açan “cinnü’lmâ” adını verdiği varlıklardan söz ederek mikroskobun keşfinden çok önce mikroptan bahsetmesi sayılabilir. Onun zehirler ve zehirlenmeyle ilgili olarak eserinin yine dördüncü kitabında verdiği bilgiler de önemlidir. Zehirleri mineral, nebatî ve hayvanî zehirler şeklinde tasnif eden İbn Sînâ böcek ısırması, yılan sokması ve kuduz köpek ısırmasıyla ilgili olarak ayrıntılı bilgi vermektedir. Önce zehirleri tanımlayan filozof, zehirlenmelerin semptomlarını verdikten sonra tedavi şekilleri hakkında açıklamalarda bulunmaktadır. Kulak, burun, boğaz hastalıklarına eserinin üçüncü kitabında yaklaşık yetmiş sayfa ayıran İbn Sînâ, Orta Asya’da Uygur Türkleri’nin kullandığı bazı ilâç ve drogların kullanılmasının yanı sıra tonsillektomi ve trakeotomi ameliyatlarından da ayrıntılı biçimde bahsetmiştir. Bu arada İbn Sînâ’nın, Nuh b, Mansûr’un boğazındaki hunnak hastalığını tedavi ettiği ve böylece on sekiz yaşında üne kavuştuğu da kaydedilmektedir. İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-tıbb’ı, XII. yüzyılda Tuleytula’da Gerhard von Cremano tarafından Latince’ye çevrilmiş, daha sonra hekim ve şarkiyatçı Andrea Alpago yeni bir Latince tercümesini gerçekleştirmiştir. Bu tercümenin 1544 yılında yapılmış baskısının kapağında İbn Sînâ’nın hekimler prensi olarak taçlı bir portresi yer almaktadır. Eserin Latince çevirisinin aynı yüzyılların Avrupa’sında otuz altı defa basılmış olması, İbn Sînâ’nın Avrupa tababetini nasıl etkilediğini göstermektedir. İbn Sînâ’nın Avrupa’da uzun süren etkisinin bir başka delili, el-Kânûn fi’t-tıbb’ın Canon olarak anılan Latince tercümesinin XVII. yüzyıl sonlarına kadar Louvain ve Montpellier gibi üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmasıdır. Başta bu eser olmak üzere çeşitli İslâm tıp klasiklerinin Latince çevirileri Arapça birçok tıp teriminin Latince’ye girmesine yol açmıştır. Andrea Alpago, eserin Latince tercümesinin sonuna bir tıp terimleri lugatçesi eklemiş, bu lügatçe için kitabın İbnü’n-Nefîs ve Kutbüddîn-i Şîrâzî şerhlerinden faydalanmıştır. Paris Tıp Fakültesinin büyük dershanesindeki dünyanın en meşhur hekimlerini temsil eden duvar freskinde İbn Sînâ’nın Ebû Bekir er-Râzî ile yan yana resmedilmiş illüstrasyonu bulunmaktadır. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 23 BİLGİ TEORİSİ VE MANTIK İbn Sînâ bilgi problemini mantık ve psikoloji konularıyla ele alır. En temel özelliği bilmek, istemek ve yapmak olan insanın her çeşit bilgiye ulaşabileceğini söyleyen İbn Sînâ, bilmenin zihnin soyutlama yapmasıyla başladığını belirterek bunu idrak terimiyle ifade eder . Burada sözü edilen bilgiye konu olan nesnenin gerçekliğini zihne taşıyan, onun gerçekliğine ilişkin her türlü özelliği içeren, kısaca zihinde nesneyi temsil eden suret yani mâna ve kavramdır. Diğer bir ifadeyle bilme, zihnin soyutlama yoluyla nesnenin suretini alıp bilgiye dönüştürmesinden ibarettir. Şu halde soyutluk durumuna göre zihinde iki çeşit bilmeden söz etmek gerekir; eğer bilgiye konu olan şey somut bir varlık ise çeşitli soyutlama derecelerinden geçerek zihinde oluşur ve o şeyin bilgisine ulaşılmış olur; fizikî varlıkların bilgisi bu şekilde elde edilir. Bilgiye konu olan manevî ve metafizik bir şey ise o zaman soyutlama işlemine gerek duyulmayacağı için o şeyin bilgisi doğrudan kazanılan bir bilgi olacaktır. Bu tür metafizik bilgiye ulaşması için zihnin uyarıcı bir işaretle ona yönelmesi yeterlidir. Dolayısıyla bu alanla ilgili kavramlarımız içerikli kavramlardır; bu sebeple mantığın bu alanın bilgisiyle bir ilişkisi yoktur; çünkü mantık ancak duyular yoluyla ve soyutlama ile kazanılan nesnel dünyaya ilişkin bilgilerle ilgilenir. Bu sonuçlara ulaştıran işleme düşünme (fikir) denilmektedir. İbn Sînâ’ya göre bilgi sadece düşünceyle elde edilmez; bu konuda daha önemli ve kestirme yol 24 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi sezgidir. Bu bakımdan filozofun sezgiye düşünceden de fazla önem verdiği söylenebilir. Çünkü konu iyice incelenirse bilgi değeri taşıyan önermelerin bu husustaki kabiliyeti gelişmiş kişilerin sezgilerine dayandığı görülür. İbn Sînâ’ya göre düşünce ve sezgi özünde birdir. Düşünce bir zaman sürecinde gerçekleşen sezgi, sezgi de bilginin âdeta zamansız olarak bir anda kazanılmasıdır. Ancak sezgi bazan insanın iradesi dışında gerçekleştiği halde düşünce daima iradeli bir faaliyettir. Öte yandan Fârâbi gibi İbn Sînâ da bilginin kazanılması için birer bilgi vasıtası olarak yalnız duyuların veya düşüncenin yeterli olmadığını söyler. Düşüncenin ilkelerinin yani mantığın deneyden alındığı söylenemeyeceği gibi doğuştan geldiği de savunulamaz. Eğer öyle olsaydı mantıkla ulaşılan bilgiler ilk baştan bilinirdi, hâlbuki bunlar ancak deneyle birlikte ve belli bir süreçten sonra elde edilir. Şu halde doğuştan gelen yeteneklerin ve deneyin yanında bir bilgi vasıtası veya ilkesi daha bulunmaktadır. Her ne kadar kendinden önceki filozof ve mantıkçılar Aristo’nun Organon’u üzerinde çeşitli çalışmalar yapmışlarsa da onun bütün bölümlerini tek bir metin içinde inceleyen İbn Sînâ’dır. İbn Sînâ’ya göre mantık tutarlı düşünmenin kanun ve kurallarını öğreten bir disiplindir; kısaca düşüncenin bilimidir. Düşünmek bir kavram veya bir yargı elde etme çabası olup bu da tanımlama veya kanıtlama yoluyla yapılır. Mantık, tanımlama ve kanıtlamanın kurallarını inceleyen ve öğreten bir ilimdir; ayrıca öteki ilimler için de bir araç ve giriş mahiyetindedir. Fârâbi gibi İbn Sînâ da mantık incelemelerine dil konusuyla başlar. Dille düşünceyi karıştırmamak gerektiği uyarısında bulunan filozof dilin konusunun kelimeler, mantığın konusunun kavramlar olduğunu hatırlatır. Ocak - Şubat 2012 Fârâbi’den beri mantık problemleri kavram ve önerme mantığı olarak başlıca iki bölümde ele alınmıştır. İbn Sînâ’nın bu konudaki başarısı, her iki bölüme ilişkin meseleleri olanca ayrıntılarıyla ve kendi kültür dünyasından verdiği örneklerle geliştirip zenginleştirmesi ve bir metodoloji olarak onu sisteminin bütünü içinde başarıyla kullanmasındadır. Fârâbi’nin aksine İbn Sînâ’nın ilimler tasnifinde kelâm ve fıkıh gibi dinî ilimlere yer vermemesi dikkat çekicidir. İbn Sînâ’nın bilginin yalnızca biçimine değil içeriğine de önem vermesi, Aristo ve Fârâbi’nin mantığı gibi onun mantığının da içerikli bir mantık olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bilginin formunu, muhtevasını ve konusunu ayrı yerlerde incelemek bilgi ve ilim hakkında tam bir tasavvur vermeyeceğinden İbn Sînâ mantığında bilgi nazariyesi, bilim felsefesi ve mantık birlikte ele alınmıştır. TABİAT FELSEFESİ Tabiat ilminin konusu sürekli değişime uğrayan cisimler dünyasıdır. Genel olarak değişmeyi “kuvveden fiile çıkış” şeklinde tanımlayan ve değişmenin çeşitli şekilleri üzerinde duran İbn Sînâ evrendeki oluş ve bozuluş sürecinin bir değişen, bir de değişmeyen iki öğeyi gerektirdiğini belirtir. Cismi oluşturan bu iki ögenin değişmeyi taşıyan kısmı madde, değişen ve türü belirleyen kısmı ise surettir. Hareketleri, esasta ilkelerine göre tabii ve iradeli olarak ikiye ayırmak gerekir. Hayvan, insan ve gök cisimlerinin hareketleri iradeli, dört unsur, madenler ve bitkilerin hareketleri ise tabiidir. Dört unsurdan gök cisimlerine kadar cisimlerin toplamına âlem denir. İbn Sînâ’ya göre âlem sonludur, âlemde boşluk yoktur. Hareketin içinde gerçekleştiği mekân boşluk demek değildir; mekân, kuşatan cisimle kuşatılan cismin temas ettiği zihnî bir alan olup dış dünyada boşluk mevcut değildir nefislerin işlevi olarak gösteren bir nefis-beden veya nefis-cisim düalizmini tercih eder. Oluş ve bozuluş âleminde birbirinden ayrı üç tür nefsin varlığı yönündeki geleneksel görüş İbn Sînâ tarafından da kabul edilip geliştirilmiştir. Tabiata en yakın olanı nebatî nefistir. Nebatî nefis bitkilerde görülen beslenme, büyüme ve üremenin ilkesidir. Hayvanî nefis, söz konusu fiillerin yanı sıra hayvanlarda görülen duyusal idrak ve iradenin de ilkesidir. İnsan nefsi ise bitki ve hayvan nefsinin sahip olduğu bütün güç ve fiillerden başka aklî idrak ve irade gücüne sahiptir. Nefis aynı zamanda bedene de yetkinlik kazandırır. Nitekim duyu organları nefis sayesinde anlamlı işlev görebilmektedir En ılımlı mizaca insan bedeni sahip olduğu için sadece insan bağımsız cevher olma özelliğine sahiptir. Ayrıca mizacın mutedilliği nefsin fiillerini tam olarak yerine getirmesi için de gereklidir. İbn Sînâ nefsin bedenle birlikte var olduğunu söylemekle Eflâtun’dan, nefsin ölümsüzlüğünü ve bedenden bağımsız bir cevher olduğunu açıklamakla da Aristo’dan ayrılmıştır. METAFİZİK Metafiziğin konusu genel anlamıyla varlık ve varlığın genel özellikleridir. Bu disiplin içinde Tanrı, akıl, nefis gibi soyut varlıklar, oluş ve varlık düzeni gibi konular incelenir. Metafizik, varlığın belli alanlarını inceleyen ilimlere ilkelerini verir ve böylece bu bilimlerin kendilerini metafiziğin yerine koymaları önlenmiş olur. Nitekim İbn Sînâ, mantık ve matematiğin kavramlarını soyut ve kendi başına var olan gerçekliklermiş gibi düşünen Pisagorcular’la Eflâtun’u eleştirir PSİKOLOJİ İbn Sînâ, Aristo geleneğine uyarak psikolojiye tabiat felsefesi içinde yer vermekle birlikte nefsin bağımsız ve gerçek bir varlık (cevher) olduğu ve ölümsüzlüğü gibi nefisle ilgili bazı önemli görüşleriyle ondan ayrılır. İbn Sînâ da Aristo gibi nefsi “tabii organik cismin ilk yetkinliği” şeklinde tarif eder , fakat Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen ruh telakkisine dair literatüre de sahip olduğu için yukarıdaki tanıma rağmen Aristo’nun ruhu bedenin bir fonksiyonu gibi gösteren anlayışına iltifat etmez; aksine nefse gerçek varlık tanıyan, hatta organik varlıklardaki bütün biyolojik, fizyolojik ve psikolojik oluşlarla gök cisimlerinin hareketini de Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 25 Zihindeki varlık kavramına ve insanın kendi benliğine ilişkin bilginin çözümlenmesiyle insan, bütün varlığın ve oluşun kendisiyle açıklanacağı ilk ilkeye ve ilk sebebe yükselmiş olur. Fârâbi gibi İbn Sînâ da varlık kavramının insan aklının ulaşabileceği en genel ve açık seçik kavram olduğunu, bu sebeple onun tanımının yapılamayacağını ifade eder. Bu hususta kanıt veya tarif diye ortaya konacak bilgiler sadece varlık hakkında zihni uyarma işlemi olup bilinmeyen bir şeyi kanıtlama, bildirme veya gösterme değildir. Şu halde varlığa ve genel olarak metafizik alanına ilişkin bilgi, mantıkî kanıtlara dayalı ve dolaylı bir bilgi değil doğrudan doğruya akıl yoluyla bilinen bilgidir. İlk varlığın zâtı gibi yetkin olan bilgisinin ve inayetinin sonucu olarak âlem, olabilecek en mükemmel biçimde var olmuştur. Bundan daha mükemmel bir âlemin olması, dolayısıyla oluşun başka türlü açıklanması düşünülemez. Fârâbi’nin aksine İbn Sînâ, semavî akılların ve nefislerinin sayısı konusunda bir şey söylemez. Hay bin Yakzân ve et-Tayr gibi bazı risalelerinde belli bir sayıyı (yedi ve sekiz gibi) ima etse de ona göre asıl önemli olan oluşun ilkesi, nasıl başladığı ve nerede ve kimde kemale erdiğidir. İbn Sînâ’nın Hay bin Yakzan’ı 14. yy. dan itibaren dünyanın belli başlı hemen bütün dillerine çevrilmiştir. Hem felsefi içeriği hem de anlatı-roman biçimiyle Batı düşüncesini derinden etkilemiştir. Hayy bin 26 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Yakzan, Robinson Crusoe’ ya ilham kaynağı olmanın yanında, Defoe, Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok düşünür ve sanatçı üzerinde etkili olmuştur. İbn Sînâ, bu ünlü risalede, Hayy’ın var oluşu ve gelişimi çizgisinde insanlık tarihini , aynı zamanda “Uyanık’ın oğlu Diri” anlamına gelen “Hayy bin Yakzan”ın ıssız bir adada tek başına büyümesini , kendi kişisel tecrübeleriyle Hakikat’i arama çabasını anlatır.Yalnız başına yaşadığı adada Adem’e benzeyen konumu ,ateşin kaşifi olarak üstlendiği Prometeus’un rolü ,ateşle zekice deneyimlere girişmesi ve düşünmeden ‘’ondan bir parçayı’’kavramaya çalışması onun, insanoğlunu sembolize ederek anlattığını gösterir.Çünkü o da ilk insan gibi her şeyi kendi başına keşfetmek zorundadır. Hayy, tabiatla baş başa, tüm dış etkilerden her türlü insani ve ilahi öğretiden uzak biçimde çevresine bakarak, Hakikat’in bilgisini ve varlığın sırrını keşfeder. AHLAK FELSEFESİ İbn Sînâ, bir iki küçük risalesi dışında ahlâka dair müstakil bir eser yazmamıştır. Bununla birlikte ahlâk felsefesiyle ilgili düşüncelerini geniş ölçüde ilâhiyyât çerçevesinde ele alır. İnsanın neleri ve niçin yapması gerektiğini açıklayan kavramların tanımlanması tabiat felsefesindeki nefis görüşü ve metafizik meseleleriyle yakından bağlantılıdır. Bu sebeple İbn Sînâ’nın psikoloji ve ontolojiyle ilgili düşünceleri bilinmeden ahlâk felsefesi anlaşılamaz. Öte yandan ahlâk felsefesi, ahlâkî kavramların içeriği yönünden din felsefesiyle de yakından ilişkilidir. İbn Sînâ, insan davranışlarını ölçen ve değer yargılarını ifade eden ahlâk felsefesinin temel kavramlarını gayeci bir bakış açısından incelemeye çalışır ve bu sebeple ahlâk felsefesini metafizikle ilişkili ve onun tamamlayıcısı olarak görür. Ahlâk ilkelerini metafizikten alır. Onun, ahlâk felsefesini daha iyi anlayabilmek için, “İnsan hangi davranışı niçin seçmelidir ve bunu nasıl gerçekleştirebilir?” şeklindeki temel sorunun bu felsefedeki cevaplarını aramak gerekir. İçerikle ilgili olan ilk sorunun karşılığı dinde mevcuttur. Bu davra- Ocak - Şubat 2012 nışı gerçekleştirecek araçların bilgisini ilim, niçin gerekli olduğunun bilgisini de metafizik verir. Şu halde tabiatı inceleyen bilimin insan mutluluğuna katkısı metafizik gibi doğrudan değil dolaylıdır. İbn Sînâ’ya göre kötülük mutlak değil izafîdir ve bir çeşit yokluk sayılmalıdır; bu yokluğun sebebi maddenin her çeşit surete bürünme özelliğidir. Ancak filozof, maddî dünyanın bir parçası olan insanın karşılaştığı kötülükleri (hastalık, sakatlık vb.) gerçek anlamda kötülük olarak görmez. Çünkü bu tür kötülüklerin bir kısmı tedaviyle giderilebilir, giderilmese bile bu kötülük yalnızca bu âlemle sınırlıdır ve bedene hastır. Halbuki gerçek kötülük, bedenle olanı değil bedenden ayrıldıktan sonra da varlığını sürdürecek olan nefisle ilgili olanıdır. Ahlâk felsefesinin konusuna giren kötülük MUSİKİ de insanın gerçek varlığı demek olan nefse ilişkin kötülüktür. Ancak buradan bedenin dışlandığı ve horlandığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü nefis kendi yetkinliğini bedeni kullanarak gerçekleştirebilir. DİN FELSEFESİ İbn Sînâ’nın din felsefesiyle ilgili düşünceleri insanlık için dinin gerekli olup olmadığı, vahyin imkânı ve mahiyeti, vahiy dilinin yapısı gibi konular etrafında yoğunlaşır. Dinin gerekliliğini siyasî ve hukukî açıdan ele alan filozof, insanın tek başına yaşaması durumunda bütün ihtiyaçlarını karşılamasının imkânsız olduğunu, bu sebeple topluluk içinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğunu hatırlatarak birlikte yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaları, kamu düzenini ve iç barışı sağlamaları gerektiğini, bunun da ancak iş bölümüyle başarılabileceğini belirtir. Ocak - Şubat 2012 Mûsikiyi riyazi ve eğitici bilimler arasında sayan İbn Sînâ’nın eş-Şifâ ve en-Necût adlı eserlerinde yer alan mûsikiye dair bilgiler XI. yüzyılın mûsiki anlayışını aksettirmesi bakımından değerlidir. Bir bakıma Fârâbi’nin mûsiki sistemini genişleterek kendi sistematiği içerisinde inceleyen İbn Sînâ, mûsiki çalışmalarında zaman zaman tenkidi bir yol takip etmiştir. İbn Sînâ’ya göre mûsikî, birbirleriyle uyuşup uyuşamama bakımından seslerin ve bu seslerle iç içe olan zaman birimlerinin durumlarından, onların bestelenme niteliklerinden bahseden riyâzî bir ilimdir. Bu tarifte iki önemli unsur olarak ortaya çıkan nağme (ses) ve îkâ’ (ritim) aritmetik, fizik ve geometriyle doğrudan ilgilidir. “Mûsikide ilk hoşa giden şey sesin duyulan ve hissedilen nitelikleridir” diyerek sesin önemine işaret eden İbn Sînâ’ya göre ses, aynı zamanda hayat mücadelesinde ve çeşitli ihtiyaçların karşılanmasında canlılara bahşedilen bir haberleşme aracıdır. Sesler çeşitli sebeplerle tiz ve pes olarak oluşur ve kendi aralarında farklılık gösterir. Besteyi insana hoş gösteren şey duyma kabiliyeti değil onu anlama yeteneğidir. Dolayısıyla sesler arasındaki uyumdan doğan ahenkli melodiler ve düzenli ritm, ruhu derinden etkiler, İbn Sînâ. mûsikinin kaynağının gök cisimleri olduğunu ileri süren müslüman Pisagorcular’ın aksine bu meselede mistik bir yaklaşımdan çok natüralist bir görüş ortaya koymaktadır. Nitekim bu konuda kendisine rehber edindiği Fârâbi de gök cisimlerinin müzikal veya antimüzikal herhangi bir ses vermediğini söylemiştir. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 27 ESERLERİ İslâm Filozofları içerisinde en çok eser vermiş müelliflerden Îbn Sina’nın mûsikideki ilmî seviyesi, biri olan İbn Sînâ’nın mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve metafigerek kendi zamanında gerekse zik gibi disiplinlerle ilgili eserleri daha sonraki devirlerde birçok oldukça geniş hacimli, Kindî ve Râzî gibi kendisinden önceki ilim adamının ilgi odağı olmuş ve filozoflar tarafından kaleme alınan çalışmalardan daha kapeserlerinde ileri sürdüğü fikirler samlıdır. Üslûbu ve kendisinden asırlar boyu mûsiki nazariyatçılarına önce yüzeysel olarak ele alınan meseleleri dikkatli ve ayrıntılı bir rehberlik etmiştir. biçimde ortaya koyması bakımından seleflerinden, hatta üstadı Fârâbi’den ileridedir. Aynca Kur’an’ın bazı sûrelerini tefsir İbn Sînâ’nın bazı mûsiki terimleri hakkındaetmesi; namaz, kader, nübüvvet ki tarifleri dikkat çekicidir. Meselâ günümüzde ve âhiret gibi konuları tartışarak doğrudan dinî “nota” kelimesiyle ifade edilen nağmeyi, “değer- meseleler üzerinde yoğunlaşması. İslâm dünyalendirilebilen bir zaman süresince devam eden sında eserlerinin daha fazla kabul görmesini ses”, günümüz mûsiki nazariyatında aralık adıyla sağlamıştır. Doğu’da X1 ve XII. yüzyıllardan sonanılan “eb’ad” terimini “bir melodi içinde art arda ra Kindî’nin Fârâbi’nin isimleri unutulmaya başgelen biri daha pes, diğeri daha tiz iki notanın ara- lamışken İbn Sînâ’nın eserleri oldukça geniş bir sındaki fark” şeklinde tanımlamıştır. Uyumlu ve coğrafyaya yayılmış, belirli ölçüde İslâm dünyauyumsuz diye ikiye ayrılan bu aralıkların ilkinde sında bugüne kadar devam eden felsefî eğitimin iki notanın sayısal bir oran içinde olduğu görülür. temelini oluşturmuştur. Eserlerinin mevcut nüsAralarında sayısal bir oran bulunmayan iki nota- haları da bu duruma işaret etmektedir. Nitekim nın aralığı ise uyumsuzdur. Kindî’nin eserlerinden sadece iki el yazmasına ulaşılabilmiş, Fârâbi’nin eserlerinden önemli bir İbn Sînâ mûsikide ritmi vazgeçilmez bir unsur kısmı eksik kalmışken İbn Sînâ’nın çalışmalarının olarak ele almış, eserlerinde bu konuya özel bö- neredeyse tamamı pek çok nüsha halinde günülümler ayırmıştır. Mûsikinin ve şiirin ahengini “ri- müze kadar gelmiştir. tim” başlığı altında tek bir çerçevede toplayan İbn Sînâ mûsikideki ritim kalıplarıyla aruz vezinlerini birleştirmiştir. İbn Sînâ, mûsiki ve şiir sanatlarının benzer noktalarını ise şu şekilde özetler: Her iki sanat, insanın tabii sevgisinden kaynaklanan uyumlu terkip ve melodilerdir. Şiirin de mûsikinin de kendilerine has ritmi, ahengi ve nağmesi vardır. Her iki sanatın da temeli taklittir. Eserlerinde devrinde kullanılan müzik aletlerinden de bahseden İbn Sînâ bu âletleri genel olarak üflemeli, telli ve ritim çalgıları olarak üçe, bunları da kendi aralarında bölümlere ayırmış, birtakım teorik açıklamalar yaptığı ud üzerinde geniş olarak durmuştur. Îbn Sina’nın mûsikideki ilmî seviyesi, gerek kendi zamanında gerekse daha sonraki devirlerde birçok ilim adamının ilgi odağı olmuş ve eserlerinde ileri sürdüğü fikirler asırlar boyu mûsiki nazariyatçılarına rehberlik etmiştir. 28 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Kitaplarından Bazıları: 1. eş-Şifâ: Felsefeye dair en önemli eseridir. Ansiklopedik bir tarzda yazılmış olup mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât bölümlerinden meydana gelmektedir. 2. en-Necât: Felsefenin temel konularında okuyucuya bilgi vermek ve bu alana yönelen kimseleri yetiştirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Önemli ölçüde eş-Şifâ’nın mantık, tabîiyyât ve ilâhiyyât bölümlerinin bir özeti mahiyetindedir. 3. el-İşârât ve’t-tenbîhât: Felsefenin mantık, tabîiyyât, ilâhiyyât ve ahlâk konularında yazılmış olup eş-Şjfâ’daki ilgili bölümlerin özeti niteliğinde ise de gerek üslûbu gerekse kullanılan kavramların farklılığı ve ortaya konulan görüşlerin yeni bir sistematik içerisinde sunulması bakımından özgün bir eserdir. 4, Danişname-i ‘Âlâ’î: Felsefe alanında Farsça olarak yazılmış ilk ansiklopedik eserdir. 5. el-Mebde’ ve’l-me’âd: Metafizik ve ahlâk konusunda yazılmış olup üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde varlık ve kısımları ile ilk ilkenin ispatlanması ve nitelikleri gibi konular ele alınmakta, ikinci bölümde varlıkların ilk ilkeden hiyerarşik bir yapı içerisinde.sudûru, âlemin vücuda gelişi ve Tanrı-âlem ilişkisi gibi meseleler incelenmektedir. Son bölümde ise nefis teorisi, insan nefsi ve ölümsüzlüğü, ölümden sonraki durum, gerçek mutluluk, nübüvvet ve vahiy gibi konular tartışılmaktadır. 6. Uyûnü’l-hikme: Mantık, tabîiyyât ve metafizik olmak üzere üç bölümden oluşur. 7. ef-Ta’lîkât: Felsefenin temel konularıyla ilgili çeşitli bilgi ve görüşleri ihtiva eden kitap İbn Sînâ’nın ansiklopedik eserleriyle paralellik arzetmektedir. 8. el-Mübâhaşât: İbn Sînâ ile Behmenyâr b. Merzübân ve İbn Zeyle gibi talebeleri arasında geçen felsefî konuşmalardan ve kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplardan oluşur. 9. Hay bin Yakzân: Sembolik hikâye tarzında yazılmış bir eseridir. Kitapta, insanın bedenî ve nefsanî güçlerini aşarak bilginin semavî kaynağı ile temas kurabileceği ve böylece varlık mertebeleri içerisinde kendisinin yerini kavrayabileceği düşüncesi işlenmektedir. 10. el-Hikmetü’I-meşrifiyye: Eser, İbn Sînâ’nın diğer ansiklopedik çalışmalarında olduğu gibi mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır. Kısmen günümüze ulaşan eser, başlığı sebebiyle çeşitli tartışmalara konu olmuştur. 11. el-Hidâye: İbn Sînâ’nın Ferdecân Kalesi’nde mahpusken kardeşi için yazdığı eser, felsefenin mantık, tabîiyyât ve ilâhiyyât bölümleri hakkında sistematik ve muhtasar bilgiler ihtiva etmektedir. 12. el-Hikmetü’l-Arûziyye: Ebü’l-Hüseyin elArûzî’nin isteği üzerine ; mantık, tabîiyyât ve ilâhiyyât konusunda kaleme alınmış ansiklopedik bir çalışmadır. 13. Ahvâlü’n-nefs: Nefsin tanımı, oluşumu, güçleri, bedenle ilişkisi, ölümsüzlüğü ve mutluluğu gibi konuları ele alan eseri Ahmed Fuâd elEhvânî neşretmiş (Kahire 1952), ayrıca kitap Hilmi Ziya Olken tarafından da yayımlanmıştır. 14. Lisânü’l-Arab: Müellifin İsfahan’da bulunduğu sırada yazdığı Arapça sözlüktür. 15. el-Kânûn fi’t-tıb: İbn Sînâ’nın tıp konusundaki en önemli eseridir. Tıp biliminin genel konuları, basit ilâçlar, organ hastalıkları, kısımlara ait hastalıklar ve mürekkep ilâçlar olmak üzere beş ana bölümden oluşur. İbn Sina’nın Batı Dünyasına Girişi XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren skolastik filozoflar ve din adamları tarafından tanınmaya başlayan İbn Sînâ’nın daha yakından bilinmesi, eş-Şjfâ’nın bazı bölümlerinin ilk defa İbn Dâvûd (Avendauth) tarafından tercüme edilmesiyle mümkün olmuştur. İbn Dâvûd, eş-Şifâ’nın “Tabîiyyât” bölümünün VI. kitabı olan “Kitâbü’n-Nefs”ini Latince’ye çevirerek o zamanki Toledo Baş piskoposu Jean’a takdim etmiştir. Daha sonraki dönemlerde de eserin çeşitli bölümlerinin çevirileri yapılmıştır. el-Kânûn fi’t-tıbb’ın, Gerard de Cremone tarafından XII. yüzyılın sonlarında Tuleytula’da Latince’ye çevrilmesiyle birlikte İbn Sînâ’nın bir hekim olarak da ünü Batı’da yayılmaya başlamıştır. Tanınmaya başlanmasından itibaren Batı dünyasını büyüleyen İbn Sînâ’nın üslûbu dönemin Batılı ilim adamları için bir model olmuştur. Kaynaklar: -T.Suat Demren, 2008,Toplum,İnsan_www.kitapyurdu. com -Türkiye Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c.20, s.319 – 328, İstanbul 1999. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 29 İBN SÎN VE MEVLÂN FELSEFESİNDE AŞK Aşk, filozoflar tarafından mahiyet olarak âlemin içinde veya dışında mevcut bir sistem gibi işlemekte ve âlemin varlığının devamını sağlamada ilk amil olarak görülmektedir. Bunun en belirgin kanıtı ise, şüphesiz ki felsefenin başladığı zamandan günümüze değin süregelmiş olan varlık sisteminde kendini göstermektedir. İster batı felsefesinde olsun, ister İslam felsefesinde olsun bu düşünce kabul görmektedir. İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın aşk hakkında ortaya koydukları düşünceler ne onlar için ilktir, ne de son olacaktır. Hatta aşkın mahiyeti incelendiğinde, aşkın, felsefenin tüm konularını içine alacak kadar geniş bir etkiye sahip olduğunu görürüz. Öyle ki, İbn Sînâ, Aşk, Âşık ve Maşuk olarak Allah’ın bu düzeni kurduğunu ispat etme amacıyla, her varlıkta aşkın gırizi bir şekilde mevcut olduğunu öne sürmektedir. Ancak İbn Sînâ, bu düşüncesini ortaya koyarken Aristo’nun “hareketsiz neden” ilkesinden yola çıkmış, hareketsizliği, aşkın kazandırmış olduğu hayat ile bütünleştirerek, bir anlamda “yok”luk ile aynı manada olan hareketsizliği kaldırmıştır. Çünkü hayat, hareket demektir ve hareket, aşkın alametlerinin ilkidir. Bu sebeple Tanrı ne hareketsiz olacaktır ne de müdahâle etmeyen bir varlık. Aşkın çıkış noktasını Tanrı olarak addeden İbn Sînâ, Tanrı'dan sudur eden her varlıkta Allah’ın tecellisi ile aşktan bir parça olduğunu ve bu parçalar sayesinde âlemin düzeninin sağlandığını düşünmektedir. Böylece, her parça bütün olabilmek, kemale ulaşabilmek gayesi ile birbirlerine âşık olma ve aşk neticesinde birleşmeyi arzulayarak, Tanrı’nın muradını yerine getirmeyi amaç edinmektedir, diye düşünür. Mevlânâ ise, İbn Sînâ’ya nazaran aşk hakkında daha fazla çözümleme yapmasına rağmen, aşka İbn Sînâ kadar değer yüklememiş, aşkın 30 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın buluştukları ortak nokta, aşkın Allah’ın muradı olduğudur. Aşk kaynak olarak Allah’tan gelmekte ve aşkın yaşanması için, âleme, varlıklara ve insana her türlü imkânı sunmaktadır. sadece gerçeğe ulaşmada vasıta görevi olarak addetmiştir. Aşk, Allah için hissedildiğinde hakikata açılan kapıya kadar varlığı taşımakta, sonrasında ise yine aşk hakikat karşısında varlığını yok saymaktadır. Sadece aşk mevzusunda değil, aşkın, felsefenin her konusunu kapsayacak derecede Mevlânâ ve İbn Sînâ’nın felsefeleri içinde olduğu görülür. Ancak Mevlânâ ile İbn Sînâ’nın âleme ve varlığın meydana gelişine bakış açıları farlı olduğundan, aşka, amil olarak farklı kategorilerde değer verdikleri görülmektedir. İbn Sînâ, ay altı âleminde kötülüğün mevcudiyetini savunarak, kemale ermede, kötülüklerden kaçma ve mutluluğa ulaşarak en mükemmel düzenin meydana gelmesinde çok önemli bir etken olduğunu ileri sürer. Ancak Mevlânâ, âlemde kötülüğün olmadığını, her şeyin ezelde mükemmel bir düzen içinde yaratılmış olduğundan Vahdet-i Vücutçu bir düzen ile aşkı ortaya koyar. Her varlık, aşk ile rabbine bağlıdır ve bu bağlılık sayesinde âleme hayat sunulmuştur. İbn Sînâ’nın bu konuda düşüncelerinin Vahdet-i Vücut anlayışından uzak olduğu anlaşılmaktadır. İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın buluştukları ortak nokta, aşkın Allah’ın muradı olduğudur. Aşk kaynak olarak Allah’tan gelmekte ve aşkın yaşanması için, âleme, varlıklara ve insana her türlü imkânı sunulmaktadır. Çünkü âlemin ve insanın varlığının gayesi, Allah’ın istemesi üzerine ve O’nun istediği şekle göre var olmaktır. Kaynaklar: —Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın Aşk Felsefelerinin Karşılaştırılması, Hzl. Yrd.Doç. Dr. Cevdet Kılıç,Hilal Aslan,Elazığ-2006 Ocak - Şubat 2012 İBN SÎN VE EĞİTİM düm. Öyle ki birçok meseleler benim için uykuda çözülmüştür.” İbn Sînâ, tıp alanında olduğu kadar, şimdiye kadar hiç üzerinde durulmayan eğitime dair görüşleriyle de batıyı etkilemiş ve asırlar sonra “yeni eğitim” akımını başlatan ve geliştirenlere önderlik yapmıştır. J.J. Rousseau başta olmak üzere “yeni eğitimciler”in onu okudukları ve ondan faydalandıkları bilinmektedir. İbn Sînâ’nın çocukken oyunu çok sevdiğini kaynaklar belirtiyor. Bir gün yine oynarken bir ihtiyar “-Sen çok akıllısın, ilerde bir alim olacaksın, sana oyun yaraşır mı? Derslerine çalış” der. Küçük İbn Sînâ şu cevabı verir. “—- Her yaşın hakkı verilmelidir.” Küçük İbn Sînâ’nın bu cevabı bugün pedagoji ve psikolojinin ulaştığı gerçeklerden birinin ifadesidir. Nitekim günümüzün pedagoji ve psikoloji ilimleri oyunun çocuğun tabii faaliyeti olduğunu ve her şeyden önce oynamak için yaratıldığını kabul etmektedir. Her yaşın belli bir hali vardır. Çocuğun yakışığı da oyundur. Evet oyun, çocuğun fiziki gelişmesine faydalı, muazzam bir çaba harcama sağlamaktadır. İbn Sînâ’nın Türk ve dünya eğitim tarihinde mühim bir yer tutması onun getirmiş olduğu ve günümüzde bile reddedilemeyen görüşlerinden ötürüdür. Mesela, ahlâk ve fazilet eğitimine ilişkin görüşleri kayda şayandır. Ona göre, insanlar fazilete bir değer vermiyorlar. Karanlıklar içinde yuvarlanıp gidiyorlar. “Zavallı insanlar... Belki de zenginlik ve şöhrete de kavuşmuşlar... Fakat ahlâk ve fazilete dayanmayan bir hayatın ne kıymeti vardır.” Ona göre başlıca fazilet ve ahlâk esasları şunlardır. İffet, şecaat, hikmet, adalet, cömertlik, kanaat, sabır, sır saklama, tevazu, sözünde durma. O, bu davranışlara erişmek için bazı ilkeler tespit etmiştir. Bunlardan başlıcalarını şöyle sıralamak mümkündür: Nefsin isteklerine kesinlikle uymamak, yalandan kesinlikle uzaklaşmak, insanlara iyilik yapmak, iyileri sevmek, kötüleri doğrultma ve onları fena işlerden men etmeye çalışmak, sık sık ölümü düşünmek ve böylece kötülüğün kalbe yerleşmesine mani olmak. İbn Sînâ çok büyük ve usanmak bilmez bir şahsi çaba ile döneminin bütün bilgilerini edindiğini söylemektedir. Bu gayret kendisine Aristo ve Fârâbi’den sonra gelen III. öğretmen “muallim-i salis” şerefini kazandırmıştır. Bu yönüyle bize, çalışma metodunu açıklamaktadır. Mantık derslerine nasıl çalıştığını şöyle anlatır. “Bir mesele karşısında şaşırıp kalınca camiye gider, namaz kılar ve Allah’a yalvarırdım. Bunun üzerine benim için kapalı olan her şey açılıverir güçlükler kolaylaşırdı, uykuya dalsam da yine o meseleyi düşünür- İlme verdiği ehemmiyet göz ardı edilemeyecek kadar mühimdir. Bir yazısında şöyle der: “Nefsini ilimlerle süslemeye ve düzeltmeye çalış. İlimde her şey vardır. İnsanın ruhu kandil ilim de onun aydınlığıdır. İlâhi hikmet, kandildeki yağ gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa sana diri denilir. Yanmaz ve karanlık kalırsa sen ölü sayılırsın.” Ona göre ilim, insanın kendini mükemmelleştirmesi ve Allah’ı bulması için lüzumludur. İlmi yüksek ve ahlâkı düzgün ve temiz olan insanların mutluluğu tam olur... Bu nedenle mutlak mutluluğa lâyık ol- Her yaşın belli bir hâli vardır. Çocukluğun yakışığı da oyundur. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 31 mak için, ilim ve ahlâk sahibi olmak şarttır. ler vardır. Meselâ İbn Sînâ hangi sınıf ve statüde olursa olsun her çocuğun eğitilmesini istemek gibi bir görüş ileri sürmüştür. Ve bu görüş “yeni eğitim’in de temel ilkelerinden biridir. İbn Sînâ, ayrıca okul içindeki çocuğun kendi yaşındaki arkadaşlarıyla eğitilmesinin ehemmiyetini belirterek yine pedagoji ve psikolojinin son düşüncelerine uygun bir görüş belirtmiş olmaktadır. Böylece Sina, çocuğun tabii bir vasatı olduğunu ve onun kişiliğinin gelişmesinde çok mühim bir yeri bulunduğunu 20. yüzyıl eğitimcileri John Dewey, Alain, Durkheim vs. den 900 yıl önce ortaya koymuştur. Bunun yanında öğretmenin öğrencisini tanıması ve onun yeteneklerini fark etmesi gerektiğini ileri sürmekle de 18. yüzyıl eğitimcisi J.J. Rousseau’dan asırlar önce çok mühim bir pedagojik ilkeyi ortaya koymuştur İlimde her şey vardır. İnsanın ruhu kandil ilim de onun aydınlığıdır. İbn Sînâ’nın beden eğitimi konusundaki görüşleri de bugünün son ilmi buluşları ile aynı paralelliktedir. Hastalanmadan önce korunma denen hıfzıssıhha konusunu da işlemiş ve beden eğitimini bu nedenle gerekli görmüştür. Ona göre insan yediklerini daha iyi hazmedebilmek için hareket yapmalıdır. Aksi takdirde alınan gıdalardan az faydalanılacağı gibi artıkları iyi atılamaz ve bunlar beden ve mizaç üzerinde menfi tesir yapar. Hareketin insanın günlük hayatında kendiliğinden yapıldığı gibi arzu ve planlı şekilde yapılmasının önemini belirtmektedir. Bunun yanında çocuğun bakımı, sağlığı, eğitimi ve öğretimi ile ilgili görüşleriyle de zirveye çıkmıştır. İlk önce doğan çocuğa babası iyi bir ad koymalı, çocuk sütten kesilir kesilmez “kötü huylar edinmeden” eğitimine başlanmalıdır.”Çocuğu kötü iz ve arkadaşlardan uzaklaştırıp iyi arkadaşlarla oynamasını sağlamak onu iyi davranışlara teşvik ile olur. Çocuğa fazla baskı yapılmamalı, onun hataları uygun biçimde düzeltilmelidir. Onun yanlışlarını düzeltmede aracılardan faydalanmalıdır. Çocuğa yapılacak baskılar; onun, kızgın, hüzünlü, korkak, tembel ya da her şeye kayıtsız kalan bir şahsiyet kazanmasına sebep olur. Çocuk 6 yaşına gelince okula gönderilmelidir. Öğretmen; dürüst, bilgili, insaflı, temiz ve kibar olmalı, çocuk eğitim ve öğretimini bilmeli ve onlarla ilgilenmelidir...” “Bu dönemde çocuk iyi aile çocuklarıyla tanıştırılmalıdır. Çocuklar böylece birbirlerinin iyi huylarını görür ve kendileri de daha iyi olmaya çalışırlar. Ayrıca aralarındaki tabii rekabet sebebiyle daha başarılı öğrenim yaparlar...” Öte yandan çocuğun zevk ve ilgilerinin genel eğitim ve meslek eğitiminde göz önünde tutulmasını istemekle yeni eğitimin çok önem verdiği “çocuğun ilgisi” mevzuunu asırlar önce belirtmiştir. Deneye, gözleme, sebepleri araştırmaya dayanan bir eğitim ve öğretim tavsiye etmekle değeri asırlar sonra anlaşılan ve Avrupalı eğitimcilerce tekrar keşfedilen; ve hiçbir zaman ehemmiyetini kaybetmeyecek bir pedagoji ilkesi ortaya koyarken de eğitim teknolojisi sahasında da mühim yeri olan Comenius’un da öncülüğünü yapmıştır. İbn Sînâ bir öğretmenin taşıması gereken özellikler mevzuunda da bugün için bile geçerli temel görüşler ortaya atmıştır. Kaynaklar: -Ahmet Eyüp Baki www.egitimmakaleleri.com İbn Sînâ’yı “yeni eğitim” denen ve 18. yüzyıldan özellikle Rousseau’dan beri gelişen görüşlerle karşılaştırırsak aralarında çok büyük benzerlik- 32 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 33 YusufHas Hâcib 34 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 İslami Türk Edebiyatı'nın adı bilinen ilk şair ve düşünürü, Türk kültürünün değerli anıtlarından sayılan Kutadgu Bilig’in yazarı Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 35 YUSUF HAS HÂCİB (1018 / 10019 – 1077 / 1078?) Türk kültür ve düşünce hayatının ikinci büyük adı olarak kabul edilmektedir. Kendisi önceden, “Balasagunlu Yusuf” olarak anılmıştır. Sonra kendisine, Has Hâcib unvanı verilmiştir. Yusuf Has Hâcib, “Türk Dili ve Edebiyatı” için temel bir eser olan Kutadgu Bilig (Kutlu kılan bilgi) kitabının yazarıdır. Karahanlı hükümdarı Buğra Han’a sunulan Kutadgu Bilig,“ilk siyasetname” ve “ilk mesnevi” örneğidir. HAYATI Hâciblik, vezirlik ve ordu komutanlığından sonra gelen unvandır. “Teşrifat nazırlığı, devlet sekreterliği, hükûmet sözcülüğü gibi” anlamları taşıyan bu unvan ve bu göreve gelecek kişinin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: “Ulu Hâcib, çok güvenilir, dürüst, temiz ve hoşgörülü olmalıdır; gözü tok, bilgili ve zeki, güleryüzlü, düzgün giyinen, özü sözü bir, mala ve mülke göz koymayan, gönül ehli, yasaları ve gelenekleri iyi bilen, erdemli bir kişi…” Hâcib olmak ve yol göstermek için şunlar gereklidir: “Keskin bir gözlem, her şeyi duyan bir kulak, zengin bir gönül, anlayış, akıl ve bilgi, incelik ve bunları kapsayan tavır ve hareketler…” Yusuf, üzerinde 18 ay uğraştığı eserini, 1069/1070’te tamamladığı ve yazmaya başladığı zaman, 50 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu bilgilere bakılırsa 1018/1019 yıllarında, Balasagun’da doğmuş olması muhtemeldir. Ölüm tarihi hakkında bilgimiz olmamakla birlikte, esere sonradan eklenen bölümde, iyice yaşlandığını söylemesinden, uzun yaşadığı tahmin edilmektedir. Eserinin sadece bir yerinde, “Ay Yusuf, kerek sözni sözle köni, kereksiz sözük kizli kılga kura.” ( Ey Yusuf, gerekli ve doğru söz söyle, gereksiz sözü gizle, onun zararı dokunur.) dizelerinde, adının Yusuf olduğunu böylece belirtiyor. Eserde, yazarla ilgili çok az bilgi vardır. Esere, Yusuf hakkındaki bilgilerin, sonradan başkaları tarafından eklendiği bilinmektedir. İyilik, doğruluk, dürüstlük ilkeleriyle ve ibadetlerine harfiyen uymasıyla Yusuf, her zaman etrafındakilerin övgüsünü kazanmıştır. İnsanlar, onun Karahanlılar dönemi hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz; bu dönemde eser vermiş olan Yusuf hakkındaki bilgilerimiz de yok denecek kadar azdır. Onun hakkında bütün bildiklerimiz, eseri okuyuculara sunmak amacıyla, sonradan ve başkalarınca, eserin başına eklenen mukaddimelerin verdiği bilgilere ve eserin kendisinden çıkarılabilecek ipuçlarına, bilgi kırıntılarına dayanmaktadır. Bu ipuçlarına ve bilgi kırıntılarına dayanılarak, onun hayatının bazı yönlerini belirlemek zordur. Eser boyunca adını bile sadece bir defa, “Kitap sahibi Yusuf, büyük has Hâcib, kendi kendine nasihat eder.” başlıklı, son bölümünde anmıştır. Karahanlı Saray'ında kendisine “Hâcib” unvanı verilmiştir. 36 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 bu erdemlerini, hep birbirlerine anlatmışlardır. Bunun yanında, “çalışkan ve sürekli araştıran, sorgulayan bir kişi” olması, toplumdaki aksaklıklara çözüm aramak istemesi, toplumun daha iyi yönetilmesi için yapılacak işleri merak etmesi… onun en önemli özelliklerindendir. Ana dili Türkçenin yanında, Farsça ve Arapçayı da iyi derecede bildiği anlaşılmaktadır, zaten o dönemde böyle bir görev üstlenen kişinin, bu dilleri bilmesi de gereklidir. O, hep düşünen, merak eden, araştıran bir kişidir. Bütün ömrünü başkalarına ve topluma faydalı olmak için harcamıştır. Bu bilgi yolunda zamanını harcarken, ihmal ettiği ibadetleri için Allah’tan bağışlanmasını istemiştir. Yusuf, Balasagunludur. Kitabın yazıldığı çağlarda Balasagun şehri “Kuz-Ordu” adını taşıyor ve Kaşgar ile birlikte, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kültürünün ve dilinin merkezi sayılıyordu. Balasagun’un tanınmış ailelerinden birine mensup olan Yusuf, eserinin ilk nüvelerini burada yazmış ve düzenlemiştir. Fakat eserine, son şeklini, doğduğu yerden ayrıldıktan sonra, gittiği Kaşgar’da vermiştir. Kitabını huzurunda okuyarak, Tabgaç Kara Buğra Han’a sunmuştur. Han çok beğenerek, Yusuf’a, “ Has Hâcib”unvanı vermiş ve onu kendi yakın kadrosunun içine almıştır. Herkese yarayan fakat hakanlara daha çok yarayan kitaba, ‘Kutadgu Bilig’ adını vermesini, “Kitaba Kutadgu Bilig adını koydum ki, okuyanı kutlandırsın.” diyerek açıklar. Karahanlı Devleti döneminde Türkler, ileri bir uygarlığa sahiptiler. Türkler, Arap, Fars, Çin, Hint ve Batı uygarlıkları ile karşılaşmışlardır ve bu uygarlıklardaki gelişme ve değişmeleri izlemişlerdir. yönüyle değil, İslamiyet’i kabul etmekle yepyeni bir medeniyet çevresine giren bir toplumun, değişen eski ve geleneksel değerlerini, yeni bir senteze vardırmak çabasını yansıtması bakımından da çok önemlidir. Yaşlılık dönemini ve bu dönemdeki problemleri anlatmış; ancak bu problemlerin yaşandığı yer ve zamanı, tarih olarak belirtmemiştir: “Gençliğimi geçen bulut gibi geçirdim; ömrümü fırtına gibi bitirip tükettim. Yazık gençliğime, gençliğime yazık, ben seni tutmasını bilemezdim, çok çabuk elden kaçırdım… Yaşlılık yakaladı, gençlik uzaklaştı, hayatın tadı kalmadı, artık gidecek yolu buldum… Ey Rabbim, beni uyandır, sen Rabbimsin, beni kovma, ben gönlümü temizledim. Günahlarımı bağışla, beni affet, günahlarımın sayısını ben bile unuttum.” O, zayıf yanlarını, yanlışlarını, eksikliklerini belirtmiş, böylece özeleştiri yapmış, hep Allah’a sığınmış ve af dileğinde bulunmuştur. *** Yusuf, bu dönemde kendini gösteren “münzevî –zahid” tipine karşı, şiddetle, insanın toplum içindeki yaşayışını savunuyordu. Yusuf Has Hâcib, hayatının dönemlerinde toplumdan kendini dışlamamış, hep toplumun içinde yaşamıştır. Toplumdan soyutlanmış bir insanın ve onun bilgisinin topluma pek faydalı olamayacağını düşünmüştür. Ölüm tarihi hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olunmadığından, bu konuda net ve kesin bilgilere ulaşılmamıştır. Onun hayatını inceleyen araştırmacılar, ölüm tarihini 1077 ya da 1078 olarak veriyorlar. Karahanlılar, İslam kültür dairesine girmiş olKUTADGU BİLİG makla birlikte, köken olarak doğularındaki yükKutadgu Bilig, İslam-Türk klasik edebiyatısek Uygur kültürüne de bağlıydılar ve bu kültür, nın, şimdilik ilk Türk eseridir. Edebi bakımdan Çin tarihçilerine göre, daha V. asırda parlak ve ilk sayıldığı gibi, dil bakımından da Orta Türkçe gelişmiş bir söz hazinesine sahipti; hanların sa- veya daha dar bir sahada düşünürsek, Hakaniye rayında vakanüvisler de bulunurdu. İşte, Yusuf böyle bir kültür ortamında yetişmiş bir aydındır. Yusuf, çevresinde bulunan büyük kültürlere ve bunların dillerine yabancı değildi. O, edebiyata, ilahiyata, Bir şiir olmasına karşın Kutadgu Bilig, folklora, siyasete, felsefeye ve devrinin tüm siyaset, ekonomi, kültür, askeriye, felsefe, bilimlerine ilişkin ansiklopedik bilgilere sadin ve ahlak dâhil olmak üzere, sosyal hipti. Yusuf, İslamiyet’in etkisiyle değişmekte bilimlerin her alanını kapsamaktadır. olan Türk-Uygur toplumunun geleneksel ahUygurların tarihi hakkındaki araştırmalar lak ve hukuk eğilimlerini belirlemiştir. Çevreiçin vazgeçilmez bir kaynak durumundadır sinin devlet yönetimi hakkındaki yasalarını, hukuk anlayışlarını ve askerlik esaslarını ve Uygur edebiyatının gelişmesinde unutulmaktan kurtarmış ve gelecek kuşakönemli etkisi vardır. lara aktarmıştır. Kültür hazinesinin yaşamasını sağlamıştır. Yusuf’un eseri sadece bu Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 37 bir özeti olan mensur bir mukaddime eklenmiş; ancak ne zaman ve nerede yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Kutadgu Bilig’in bugün elimizde bulunan üç nüshası, eserin üçüncü defa derlenip bir araya getirilmesine aittir. Türkçesi’nin ilk örneğidir. Kitabın yazıldığı lehçe, Karahanlı Devleti’ndeki bütün boyların konuşma dili değil, anlaşma dili, yani devlet ve yazı diliydi. Kaşgarlı Mahmud’un bu lehçeyi, ‘Hakaniye’ adıyla anması da bunu göstermektedir. Kutadgu Bilig’de dil, henüz sadeliğini korumaktadır. Kutadgu Bilig’in önemi, hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların, daha iyi bir yönetime ulaşmanın araştırılması, aksaklıkların çözülmesi gibi yeni konuların işlenmesindedir. Eserde güçlü bir İslam-İran etkisi olmakla birlikte, Arapça ve Farsça sözler yüz tane kadardır. İlginç olan, bunların içinde İslamiyet’e ait “helal, haram, ecel, şükür, dua, tarikat, nimet…” gibi kelimeler bulunmaktadır. Eserin adı ‘kutadgu’ ve ‘bilig’ gibi iki Türkçe kelimeden meydana gelmiş bir tamlamadır. KUTLU BİLGİ Kutadgu Bilig, ‘kutlandıran bilgi’ veya ‘kutlu olma bilgisi’ demektir. Kök olan ‘kut’ kelimesinin anlamı üzerinde bir türlü fikir birliğine varılamamıştır. Vámbéry, Radloff ve Thomsen bu sözün ‘saadet’ anlamında kullanıldığı görüşündeler. Kutadgu Bilig’in bu güne değin üç nüshası bulunmuştur. Bunların hepsi de eserin yazıldığı dönemden çok sonra, eserin aslından değil de, kopyalarından alınmıştır. Bu nüshalar, bulundukları yerlerin adları ile Viyana, Mısır ve Fergana nüshaları olarak anılırlar. Nüshalar Yazıldıktan bir süre sonra unutulmuş ve çok dar bir kesimin yararlanmasıyla sınırlı kalmış olduğu anlaşılan esere, (iki defa ortaya çıkarılmıştır. İkinci defa ortaya çıkarıldığında, manzum mukaddime ilave edilmiştir. Daha sonraki bir devreye ait olan üçüncü defa ortaya çıkışında) ilk ortaya çıkışında ilave edilen manzum mukaddimenin eksik 38 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi a) Herat Nüshası Kutadgu Bilig’in ilk defa bulunan ve dolayısıyla bu eser üzerindeki çalışmalara esas olan bu nüsha, 1439’da, Herat’ta kopya edilmiştir. Bu nüshanın Anadolu’ya geçmesi, önce Tokat’a ve sonra 1474’te, Fatih döneminde, İstanbul’a gelmiş olması hakkında, esere sonradan eklenmiş şu kayıt vardır: “Sekiz yüz yetmiş dokuz tarihinde, yılan yılında, Abdurrezzak Şeyhzâde Bahşı için, Fenârîzâde Kadı Ali, İstanbul’dan mektup göndererek, Tokat’tan getirttiler; mübarek olsun, devlet gelsin, mihnet gitsin.” (Bahşı: Osmanlı devlet teşkilâtında Orta Asya Türk ülkeleri ile resmî muhabereyi idare eden kurumda çalışan memurlara verilen unvan) 1839’da, İstanbul’da Avusturya elçiliği müsteşarı ünlü Türkolog ve tarihçi Von Hammer tarafından ele geçirilmiş, Viyana İmparator Sarayı kütüphanesine armağan edilmiştir. Macar müsteşrik Hermann Vambery, 1870’te, eserin bin kadar beytinin Almanca tercümesini yayımlamış ve transkripsiyonunu yapmıştır. 1910’da Radloff, transkripsiyonunu ve Almanca çevirisini yayımlamıştır. Türkiye’de ilk defa 1942’de Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasım faksimile) hâlinde basılmıştır b) Fergana Nüshası Kutadgu Bilig’in ele geçen nüshaları arasında en önemlisidir. (Bu nüshayı Türkistan’da, Fergana’da bulan) Zeki Velidi Togan, eser hakkında genel bir bilgi vermiştir. Buna göre, kitabın dağınık sayfaları, sonradan bir araya getirilerek dikilmiş ve dörtlükler altın suyu ile yazılmıştır. Diğer nüshalara göre, daha özenle yazılmış olan bu nüshanın baş ve son kısmı eksiktir ve “Nerede, ne zaman, kimin tarafından, kimin için yazılmış?” olduğu hakkındaki kayıtlar da, bu eksik sahifeler ile birlikte kaybolmuştur. Herat ve Mısır nüshalarında başta mensur mukaddime, sonra manzum mukaddime, ardından “bab”ların fihristi ve sonunda Kutadgu Bilig metni gelirken Fergana nüshasında manzum mukaddime yoktur. Türkiye’de 1943’te, Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasım hâlinde yayınlanmıştır. c) Mısır Nüshası Bu nüsha, 1896’da, Kahire’de,”Hidiv(bugünkü Kral) Kütüphanesi”nin o zamanki müdürü Alman bilim adamı Moritz tarafından bulunmuştur. Kütüphane düzenlenirken, bodrum kata atılmış olan dağınık kitap ve sayfa yığınları gözden geçirildiği sırada, Kutadgu Bilig’e ait parçalar toplanarak, bir araya getirilmiş ve böylece bu nüsha, kaybolmaktan kurtarılmıştır. Nüshanın bazı kısımları kaybolmuş; başında ve ortalarında bazı sayfalar, rutubet nedeniyle zedelenmiş, geri kalan kısmı ise iyi Ocak - Şubat 2012 korunmuştur. Nüsha çok dikkatle yazılmış ve atlanılmış kelime ve beyitlerin yerleri işaretlenerek sahife kenarına eklenmiştir. 1943’te bu nüshanın da tıpkıbasımı Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Bu üç nüshanın karşılaştırılması ile meydana getirilen metin ve eserin günümüz Türkçesine çevirisi, Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır. KUTADGU BİLİG ve ÖZELLİKLERİ Eserin, genellikle mesnevi şeklinde yazıldığı görülmektedir. Eserin son bölümündeki kaside biçimiyle yazılan 124 beyit ve eserin çeşitli yerlerindeki 173 dörtlük de vardır. Eserin tamamı 6645 beyittir. Sonraki 77 beyit de eklenince, 6722 sayısına ulaşılmaktadır. Bu 77 beyitlik kısım, esere başkaları tarafından eklenmiştir. Eserde “85 Bab” (kapı, bölüm) vardır. Her babda kendi içinde yarı bölümlere ayrılmıştır. Eser aruz vezninin ”fâülün / fâülün / fâül” kalıbıyla yazılmıştır. Asıl metin, sade ve anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. Kitabın başında sonradan başkalarınca eklenmiş olan, nesir ve nazım olmak üzere iki önsöz vardır; bunlar eserin yazarı, konusu ve şöhreti hakkında bilgi vermektedir. Sözü edilen üç nüshanın da “Türkler”in hâkim olduğu coğrafyalarda bulunmuş olması, Kutadgu Bilig’in, vaktiyle bütün Türk dünyasına yayılmış olduğunu gösterir. Kutadgu Bilig allegorik bir münazara karakterindedir. Eserin temeli dört kavram üzerine kurulmuş; bunlar kişileştirilerek eserin dört kahramanı ortaya çıkartılmıştır. Bunlar, dört kişidir, kitap ikili konuşmalardan oluşur; eser dört temel kavram ve bunları temsil eden kişiler etrafında şekillenir. Eserde bir anlatım vardır. 4 soyut kavram üzerine kurulmuştur. Bunlar; a) Hükümdar “KünToğdı”: Adaleti, b) Vezir “Ay Toldı”: İyi yönetimi, c) Vezirin Oğlu “Ögdilmiş”: Aklı, d) Vezirin Kardeşi “Odgurmış”: Öbür dünyayı, ahireti temsil eder. Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda, birey, toplum ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü, bilgi ve erdemlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir. Sadece dört kavramın birbirleriyle olan ilişkileri veya temsilci kişilerin konuşmalarının içerikleri açılarından sonuçlar çıkarmak mümkün olduğu gibi, her iki durum gözetilerek de değerlendirme yapılabilir. Ocak - Şubat 2012 Kutadgu Bilig’in önemi, hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların, daha iyi bir yönetime ulaşmanın araştırılması, aksaklıkların çözülmesi gibi yeni konuların işlenmesindedir. Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan Türkolog A. Bombaci, “Tamamen orijinal bir eser olduğu hükmüne varıyoruz.” Yargısını vermektedir. Çoğu zaman, tartışmaların odağında, esere sonradan eklenen mukaddimelerde bulunan sözler vardır. Kutadgu Bilig’in, dönemini tasvir ettiği; yaşamasını istediği değerleri tespit ettiği; geçmişi canlandırmak istediği ve ideal bir toplum ve devlet modeli tasarladığı söylenmiştir. Bunların hepsi de iç içe geçmiştir . Eserin ne tür nedenlerden dolayı kaleme alındığı bilinmemekle beraber, dışarıdan gelen bir “emir veya istek” üzerine yazıldığını gösteren bir kayıt ve bilgi yoktur. Kutadgu Bilig, geçmişe göndermelerle geleceği kurma çabasıdır. Yüzyıllar boyunca imparatorluklar kurmuş bozkır atlı kültürünün pratik zekâ ve anlayışını belirler ki, eser bir teori denemesidir. Türk kültürü bakımından tartışılmaz bir öneme sahiptir. *** Bir şiir olmasına karşın Kutadgu Bilig, siyaset, ekonomi, kültür, askeriye, felsefe, din ve ahlak dahil olmak üzere, sosyal bilimlerin her alanını kapsamaktadır. Uygurların tarihi hakkındaki araştırmalar için vazgeçilmez bir kaynak durumundadır ve Uygur edebiyatının gelişmesinde önemli etkisi vardır. Eserde şöyle bir hikâye anlatılır: “Eskiden KünTogdı (Gün Doğdu) adlı bir hükümdar, çok büyük bir ülkeyi hukukla yönetirmiş. Hükümdarın bilim ve bilgiye büyük değer verdiğini öğrenen Ay Toldı (Ay Doğdu) adlı bir bilgin, çok uzaklardan gelerek hükümdara başvurmuş. Bir süre sonra hükümdar, Ay Toldı’nın bilgeliğine Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 39 ve ahlakına hayran kalarak onu vezir yapmış. Ay Toldı’nın yardımıyla hükümdar Kün Togdı, ülkesine refah, halkına da mutluluk kazandırmış. Ay Toldı’nın ölümü üzerine hükümdar, Ay Toldı’nın oğlu Ögdülmiş’i (Övülmüş) vezirliğe atamış. Başarılı çalışmaları ve üstün zekâsıyla hükümdarın güvenini kazanan Ögdülmiş, ülkeyi daha iyi yönetmek için üstün yeteneğe sahip Odgurmış’ı (Uyanmış) hükümdara önermiş. Bir derviş olan Odgurmış, hükümdarın üç kez bizzat gelip davet etmesine rağmen, devlette görev almayı kabul etmemiş, fakat Ögdülmiş’in hükümdara, dolayısıyla da halka hizmet etmesine destek vermiş. Sonra Odgurmış ölmüş ve geriye yalnızca bir baston ve bir tahta kâse bırakmış. Ögdülmiş ise, hayatı bo- yunca bütün zekâsını ve gücünü ülkesi ve halkı için harcamış...” Hikâye basit olmasına karşın Kutadgu Bilig, her iki dünyada da, mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek amacıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib’e göre, ahireti kazanmak için bu dünyadan el etek çekerek sadece ibadetle zaman geçirmek yanlıştır. Böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı olur; oysa başka insanlara faydalı olmayan kişiler ölüleri andırır; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl amaç, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu dünyada hem de öteki dünyada mutlu kılacaktır. Yusuf Has Hâcib eserinde bilimin değerini de tartışır. Ona göre, bilginlerin bilimi, halkın yolunu aydınlatır; bilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle bilginlere saygı göstermek ve bilgeliklerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Kutadgu Bilig hakkında derleme ve araştırma çalışmaları gerçekleştirildi. 1979’da “Kutadgu Bilig’den Seçmeler”,Çince yayımlandı, kitabın tamamının Uygurca çevirisi 1984’te, Çince çevirisi ise 1986’da basıldı. “Kutadgu Bilig Bilimi” Çin’de 1986’da ve 1989’da Kaşgar’da olmak üzere iki kez “Ulusal Kutadgu Bilig Semineri“ düzenlendi, Kutadgu Bilig Araştırma Derneği'de kuruldu. **** BİLGİ ve İNSAN Kutadgu Bilig’te önemli olan “bilmek”tir. “Bilmek eylemi” nasıl bir alışkanlık hâline gelecek ve bilgi nasıl öğrenilecektir? Bilmek isteyen kişide,“merak etmek, öğrenmek, araştırmak, dinlemek…” eylemlerinin ve alışkanlıklarının olması gereklidir. “Bilmek” eylemi, hep “kılmak” eylemiyle birlikte düşünülmüştür. “Bilmekle kal- 40 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 mamalı, insan bildiği şeyi uygulamalıdır. Bunun yanında, “sınamak” eylemi de önemlidir. Onun için sınanmış kişi (tecrübeli kişi), bilgi sahibi fakat “ukuş”tan ( akıldan ) mahrum olan kişiden daha üstündür. Yine Yusuf Has Hâcib’e göre gerçek sınanmış kişi, “bilig” ile ukuş”u (bilgi ile aklı) nefsinde toplayan kişidir. Eserde pratik ahlak ile hareket felsefesine dair görüşler de vardır. Toplumsal hayatla ilgili pratik sorunlar ön planda işlenmiştir. O kavramların tanımlarını yapar, kavramları açıklamaya çalışır; bilinenden hareketle tecrübeyi yüceltir; tecrübeli kişiyi över. Hayırlı insan, sadece kendisine değil, başkalarına faydası olan insandır; topluma hizmet eden, bilgisini halkın faydasına kullanan insan faydası olan insandır. Burada en önemli kriter, bir kişinin içinden çıktığı topluma ne kadar faydasının olduğudur. “Bilgilerinizle, birikimlerinizle, tecrübelerinizle topluma ne kadar faydalı oldunuz?” sorusunu, insan her zaman kendisine sormalıdır. Yusuf Has Hâcib’e göre insanlığın başlıca göstergesi, insan olmak ( iyi bir insan) olmaktır. İnsandan insana çok fark vardır: Bu fark bilgiden ileri gelir. Bu düşünceden hareketle insanları , “bilgililer ve bilgisizler” olarak ayırmak mümkündür. Böylece o, seçkin insanın ve onun düşüncesinin önemli olduğunu söylemektedir. Bilgili insan, kendisine hakim, sorumluluğun farkında, dünyayı iyi tanıyan kişidir. Sadece bilgi değil, bunun yanında akıl da gereklidir. Akıl olursa insan, asil olur; bilgili olursa kişi, devleti yönetir. İnsan hayatında şu dört kavram çok önemlidir: “Ateş, düşman, hastalık ve bilgi”. İnsanları seçebilmek için akıl, onları yükseltmek ve yüceltmek için bilgi gereklidir. Aklın süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü çehre, çehrenin süsü gözdür. Bunları güzel yapan sadece bilgidir. Eserdeki sembolik anlatımlar, gerçekten çok önemlidir; dönemine göre oldukça güzel belirlemelerdir. “Bilgi ve insan” kelimelerini düşünelim. Bu iki adı yan yana getirip, “bilgili insan” tamlamasını oluşturalım; toplumun ihtiyaç duyduğu insan, bilgili insandır; bütün yönetimlerin yetiştirmeye çalıştığı insan, bilgili insandır. Kutadgu Bilig’te ulaşılmaya çalışılan, özlenilen insan, bilgili insandır. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 41 KUTADGU BİLİG: BİLGİ ve ERDEMLER (*) “(…) Kutadgu Bilig’ten bütün bu konuları içine alan bir demet özdeyiş: 1. Bilgiyi büyük, anlayışı da ulu bil; seçkin kulu bu iki şey yükseltir. . 2. Anlayış ve bilgiyi anlatan dildir. 3. Bilgisizin sözü, kendi başını yer. 4. Söz, deve boynu gibi yularlıdır, nereye çekersen oraya gider. 5. Yaşamı sermaye yap, bunun faizi iyiliktir. 6. Kötü sövülür, iyi övülür. 7. Eğer bir bilgine eşikte bir yer düşerse, o eşik başköşeden üstün olur. 8. İki türlü yüce insan vardır: Biri bey, öbürü bilgin. 9. Misk ve bilgi birbirine benzer, insan bunları yanında gizli tutamaz. 10. Şu dört şeyin azını az görme: Ateş, düşman, hastalık, bilgi. 11. Akıl karanlık gecede bir meşale gibidir. 12. İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür. 13. Hırsız ve dolandırıcının eli bilgiye erişemez ve onu alamaz. 14. Sevinç istersen, o kaygıyla birlikte gelir; huzur istersen o zahmet ile birlikte bulunur. 15. İnsan kendisini sevdirirse, onun kusuru en büyük erdem sayılır. 16. İnsanoğlu bir kervana benzer, konak yerinde sürekli kalamaz. 17. Aklın süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü yüz, yüzün süsü de gözdür. 18. Nimet tam olursa, insan yiyecek bulamaz. 19. ‘Bilgin’in sözü, bilgisiz için göz olur. 20. Soylu insan ölse de soyu kalır. 21. Beylik çok iyi bir şeydir, ne var ki daha iyi olanı yasadır ve doğru uygulamak gerekir. 22. Halkın yükünü hafifleten kimse, insanların iyisidir. 23. Halkın içinde yükselip zenginliğe eren insanın, dili ve sözü tatlı olmalı, kendisi de alçak gönül göstermeli. 24. Saadetin ayağı kaygandır. 25. Saadeti kendine bağlamak için on koşul vardır: a) Alçakgönüllü ve tatlı dili olmak, b) Aşırılıktan sakınmak, c) Kötü işlere yanaşmamak, ç) Toplanmış olan malı yerinde harcamak, d) Yaşamını, işini ve davranışlarını düzenlemek, 42 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi e) Büyüğe saygı göstermek, küçüğe şefkatli olmak, f) Kibirle başkalarını incitmemek, g) Kendini içkiye vermemek, h) Eli ve dili ile oyuna karışmamak, ı) Davranışlarında doğru olmak. 26. İnsan kıt değil, kıt olan insanlıktır. 27. Hoşlanılmayan insanlar şunlardır: Yalancılar, açgözlüler, aceleciler, her işte öfkelenenler, içkiye düşkün olanlar, hırsızlar. 28. İyi insan hep iyilik eder, yaptığını insanın başına kakmaz, kendi çıkarını düşünmez ve karşılık beklemez. 29. Doğru insan, gönlünü çıkarıp avucuna koyarak başkaları önünde mahcup olmadan dolaşabilen insandır. 30. İyi, yokuş tırmanmak gibidir, güçtür; kötü şey iniş gibidir, kolayca elde edilir. 31. Elden gelirse, kötülüğün inadına iyilik yap. 32. Cimri, kendi malını kendisinden esirger, nasıl olur da başkasının hakkını verir? 33. Kara başın düşmanı kırmızı dildir. 34. Bilgin kişinin sözü toprak için su gibidir, su verilince nimet çıkar. 35. Vücudun besini ağızdan, ruhun besini ise kulaktan gelir. 36. Çok dinle fakat az konuş, sözü akıl ile söyle ve bilgiyle süsle. 37. Göz için örtü olabilir, fakat gönül için örtü yoktur. (…)” (*) A. Dilaçar, “Kutagdu Bilig İncelemesi”,Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 154 – 155. Ocak - Şubat 2012 KARAHANLILAR DEVRİ TÜRK EDEBİYATI (*) “Klasik Türk Edebiyatı mektebinin il mahsulü olması hasebiyle Kutadgu Bilig, devrin edebi zevkine uyarak motifçe didaktiktir; şekliyle İran Edebiyatının Şehnâme yolunu tutmuştur. Sebüktekin’in oğlu Mahmud’a miras olarak bıraktığı Pendnâme yahut Nasihatnâme, bu tür eserlerin en iyi örneğidir. Devri için ihmale gelmez ana edebi ve ahlaki motiflerden mürekkeptir. Sanat bakımından eserde, şairin kendine mahsus bazı zevk ve görüşleri göze çarpmaktadır. Güneşin çıkışı, gecenin yaklaşması ile diğer tabiat motifleri, esere az da olsa, bazı canlılıklar katmıştır. Fikir kuvveti ve gücünü arttırmak için, inanışında tesirli sayılan kişilerin ağzından, vecizelere daha doğrusu, sonraları hikmet formuna giren nasihatlara bolca yer verilmiştir. Bu büyük ve hatırlı kişiler eserde, Elçi Bey, Yağma Beyi, Ötüken Beyi, Türk Hanı, Yabguların Başı vs. gibi adlarla açıklanmıştır. KUTADGU BİLİG (**) Kutadgu Bilig, yalnız Türk klasik edebiyatı örneği olmakla kalmamıştır. Moğollar arasında da, geniş yayılış sahası bulmuştur.( (…) Demek ki, Yusuf Has Hâcib’in eserinin Bilig adını alışı da muayyen bir tefekkür neticesinde olmuştur. (…)) Eser dört timsali şahsiyet arasındaki bir münazara temsilidir. Bu dört şahsiyet, yazarca, yanı zamanda dört unsur kendi bünyesinde canlandırmışlardır. Bunlar: 1. KünToğdı = Könitörü, doğru yol, 2. Ay Toldı = Kut, saadet, devlet, ikbal, 3. Ögdülmüş = Ukuş, akıl, mantık, 4. Odgurmuş = Akıbet gibi eski dört Türk kahramanının adlarıyla değerlendirilmek istenmiştir. Yusuf kendi şahsi inanışına uyarak, aynı zamanda insana her iki dünyadaki kutluğu ve mutluluğu göstermek için kaleme sarılmış, bunu vazifeden saymıştır. (…)” “(…) Kutadgu Bilig’in Fergana, Mısır ve Herat nüshalarının faksimilelerinin ve her üç nüshanın mukayesesi ile tenkitli metni neşredilmiş olduğundan, eser üzerinde bundan sonraki çalışma- Ocak - Şubat 2012 lar için bir engel kalmamıştır. Türklerin Kutadgu Bilig’in yazılmış olduğu devir ve muhitle ilgili siyasi ve kültür tarihleri henüz kâfi derecede aydınlanmamış ise de, bunun kültür eserlerinin tahlili ile kısmen doldurulması kabildir. Türk kültür tarihi ilk ilgili herhangi bir eserin kıymetlendirilmesi bahis mevzuu olurken, bu hususta ilk düşünülecek şey, bu eseri meydana getiren muhitin daha yakında tetkiki ve bunu daha evvelki ve daha sonraki devirler ile bağlantısının tespitidir. Bunların tamamıyla Türk kültür tarihi çerçevesi dışında mütalaa edilmesi hakikatlerin meydana çıkmasına engel teşkil etmekten başka bir işe yaramaz. Birçok millî kültürler ile çeşitli din muhitlerinin temas ettiği yerlerde yaşayan Türkler zaman zaman bu muhitler ile çok sıkı münasebetlerde bulunmuşlar ve onlara birçok kültür malzemesi verdikleri gibi, kendileri de onlardan birçok şey almışlardır. (…) A. Samoyloviç’in Kutadgu Bilig ile Şahnâme’deki motiflerin mukayesesi için yapmış olduğu küçük bir deneme dikkate değer. Ona göre Karahanlılar devletinde münevver çevrelerin XI. asırda yalnız Firdevsî’ninŞahnâme’sine değil, aynı zamanda oradaki edebi sanatlara vakıf oldukları muhakkaktır. (…)” (*) Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Dünyası El kitabı – 3. Cilt, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1998, s. 79 – 80. (**) Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, MEB İslam Ansiklopedisi, cilt 6, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, s. 1045. (Kutadgu Bilig maddesi) Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 43 Kaşgarlı 44 Mahmut Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 11. yüzyılda yaşayan Türk dil bilgini, Divanu Lügat’it –Türk adlı eseriyle ünlü, Türk kültürünün ve dilinin tanıtılmasında büyük rol oynayan Kaşgarlı Mahmut Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 45 KAŞGARLI MAHMUT (XI. yüzyıl) 11. yüzyılda yaşayan Türk dil bilginidir. Divanu Lügat’it -Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072’de yazmaya başladığı eserini 1074’te tamamlayarak Bağdat’ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah’a takdim etti. Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olarak bilinmemektedir. Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071–1077 arasında Bağdat’ta bulunan Mahmut, Türk kültürünün ve dilinin tanıtılmasında büyük rol oynadı. Kaşgarlı Mahmut’un, Kaşgar’da doğduğu tahmin edilmektedir. Tam adı: “Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed”. Yani Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmut’tur. Karahanlı soyundan Muhammed bin Hüseyin (Husayn Çağrı Tégin)’in oğludur. Babası Barsgan şehrinde yaşamakta iken bilinmeyen bir sebeple Kaşgar’a yerleşmiştir. O dönemde Kaşgar, önemli bir kültür merkeziydi. Şimdi, Çin’in egemenliği altında olan Doğu Türkistan sınırları içerisindedir. Kaşgarlı Mahmut’un doğum ve ölüm yılları da kesin olarak belli değildir. 1072-1074 yılları arasında “Divanu Lûgat-it Türk”ü tamamladığı zaman kendisinin ileri bir yaşta olduğu göz önünde bulundurularak, Mahmut’un içinde yaşadığı ve aynı yüzyılın sonlarına doğru öldüğü kabul edilmektedir. Kaşgarlı Mahmut, dönemin bütün ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsça öğrendi. “Saciye” ve “Hamidiye Medreseleri’nde öğrenim gördü. Türk dili incelemelerine başladı. Bu gayeyle Orta Asya’yı boydan boya dolaştı, gezdi. Anadolu’ya, oradan da Bağdat’a gitti. 15 yıl boyunca Türklerin yaşadığı bütün şehirleri, orada yaşayan boyların dillerini ve geleneklerini inceledi. O, öğrenme ve inceleme gayesiyle gezdi. Türklerin örf ve âdetlerini mahallinde araştırdı. Gezileri sırasında, ana dili Türkçenin Hakaniye, Oğuz, Kıpçak, Argu, Çiğil, Kepenek şivelerini de öğrendi. İyi öğrenim görmüş, İslamiyet’le ilgili bilimsel çalışmaları yakından izlemiştir. Türklerin bulunduğu bölgeleri gezmiş, ana dili olan Türkçenin bütün lehçelerini yerlerinde öğrenmiş, geleneklerini göreneklerini yakından izlemiştir. KAŞGAR’DAN AYRILIŞI VE BAĞDAT’A YERLEŞMESİ Kaşgarlı Mahmut 1043’Te Kaşgar’dan ayrılarak Bağdat’a yerleşti. Kaşgarlı Mahmut “Dîvanü Lügat’it - Türk” isimli, dünyaca bilinen eserin yazarıdır. Eserini 1072’de Bağdat’ta yazmaya başladı, 1074’te tamamladı. Eserin tamamlanmasından sonraki iki yıl içerisinde, dört defa baştan sona gözden geçirerek 1076‘da son şeklini verdi. 1077’de, Abbasi Halifesi MuktedîBiemrillah’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a eserini armağan etti. Kitabın asıl nüshası bu gün Millet Kütüphanesi’nde korunmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un, Kitabu Cevahirü’n – Nahv fi Lugati’tTürkî (Türk Dili’nin Nahiv Cevherleri) adlı bir eser daha kaleme aldığı biliniyor. Nerede ve nasıl kaybolduğu belirlenemeyen bu eser, günümüze ulaşmamıştır. Kaşgarlı Mahmut’un, Opal Kasabasındaki heykeli (Kaşgar) Kaşgarlı Mahmut, adına izafe- 46 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 ten, Mahmudiye Medresesi denilen binada dersler verdi, binlerce öğrenci yetiştirdi. Ders verdiği Mahmudiye mezarlığında toprağa verildi. Burası, Kaşgar şehrine 45 km uzaklıktaki Opal köyünde, etrafı kavak, çınar ve söğüt ağaçlarıyla çevrili bir tepedir. Ölümünden sonra öğrencileri tarafından inşa edilen türbe, günümüze kadar dört defa yenilendi. Türbede, Kaşgarlı Mahmut’un sandukasının bulunduğu bir oda, Kur’an okumak için bir salon ve müze bölümü bulunuyor. Müzenin duvarında, Doğu Türkistanlı bir ressam tarafından büyük boyda yapılmış, Kaşgarlı Mahmut’u çalışırken gösteren temsilî bir resim yer alıyor. Müzede ayrıca eski tarihe ait eşyalar bulunuyor. Bu eşyaların, arkeolojik kazılarda elde edildiği belirtiliyor. Karahanlılar dönemine ait çeşitli madenî para ve süs eşyaları, müzede sergilenen malzemeler arasında dikkat çekiyor. Türbenin iç ve dış duvarları ile oda ve salonların tavanları, Uygur sanatının süsleme unsurlarıyla bezenmiştir. Kaşgarlı Mahmut, çalışmalarında Türkçeyi resmî dil olarak kabul eden “Karahanlı Devleti”nden de destek gördü. Türkçe’nin gelişmeye başladığı o dönemde, Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hâcib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk bilgini, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular. Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı olan Kaşgarlı Mahmut, ünlü eserinde, yaşadığı devirdeki boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti. kelimelerin Arapça açıklamalarını kapsar. Eser, Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür veya Türkçeden Arapçaya sözlüktür. Eserde, Arapça dilbilgisindeki şekillerine göre sıralanmış 7500’den fazla kelime hakkında açıklama yapılmıştır. Büyük bilgin, bu açıklamaları yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edebiyat örneklerimiz bilinmediği için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat ör- Eserinde Türk dilinin grameri yanında, Türk yer adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da ayrıntılı anlatan Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek, burada vefat etti. DİVANU LÜGAT'İT- TÜRK Divan, bir önsözle sözlük kısmından meydana gelmiştir. Önsözde yazar, Türk dilinin ve lehçelerinin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapçadakilerle karşılaştırıp tespit eder. Ana dilinin Arapçadan üstün olduğunu söyler ve örnekler verir. Bu arada o, bilgileri nasıl elde ettiğini, nasıl bütün memleketleri dolaştığını da anlatır. İkinci bölüm, yani sözlük bölümü, Türkçe Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 47 neklerini Kaşgarlı’nın eserinden öğrenmekteyiz. “Sagu” denilen ağıtlar, “koşuk” dediği koşmalar, “sav” dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği örneklerine bakarak mesela Alp Er Tunga adındaki destanlaşmış kahramanın varlığını da yine bu eserden öğreniyoruz. Bundan dolayı Kaşgarlı Mahmut’un eseri, hem dil hem edebiyat hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan ilk ve vazgeçilmez bir hazinedir. Ancak bu kaynak eser, 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Sadece, Kâtip Çelebi’nin “Keşfüzzünûn” adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut’tan da söz edilmiştir. Ama bu bilgi de çok sınırlıdır. KAŞGARLI BU ESERİYLE BİZE NE BIRAKTI? Kaşgarlı bize büyük bir hazine bıraktı. Onun bıraktığı bu eserden, biz o yılların Türkçesini, Türk boylarının özelliklerini öğreniyoruz. Bitip tükenmeyen ve övüneceğimiz bu eserde neler mi var? Bu eser, sadece bir sözlük değildir. Divan’da dünya haritası bulunur. Bu, ilk Türk dünya haritasıdır. Haritada, 11. yüzyılda Türk boylarının yaşadıkları alanlar ve ilişkide bulundukları uluslar, pek az yanılgı ile sağlıklı bir biçimde gösterilir. Türk boylarıyla ilişkisi olmayan uluslara yer verilmez. Denizler yeşil, bozkırlar sarı, ırmaklar mavi, dağlar kızıl ile gösterilir. Haritanın merkezi Türk hakanlarının oturduğu Balasagun kentidir. Dünyanın merkezi olarak da orası gösterilir. Divan’da Türk boylarının yirmi ana kökten geldiği belirtilir. Ama asıl boylar göz önüne alınır. Ayrıca her boy birkaç uruğa ayrılır. Uruğlar çok olduğu için adları verilmez. Yalnız herkesin bilmesi gerektiği vurgulanan yirmi iki Oğuz boyu damgalarıyla birlikte açıklanır. Yerleşme durumlarına göre Türk boyları sıralanır. Yer, ulus, kişi adları ile boy, soy, uruğ, aşiret adları gösterilir. Türk yaşam biçimi ve yerleşmesi hakkında açıklamalarda bulunur. Kaşgarlı, o dönem Türk lehçeleri arasındaki ayrılıkları şöyle özetler: “Asıl sözde değişiklik az olur. Değişmeler yalnız birtakım seslerin yerine başka sesler gelmesi ya da kimi seslerin atılması nedeniyle doğar.” Buradan çıkarak yer yer kimi lehçe ayrılıklarına değinir, bazı yargılara varır. Kaşgarlı, “Hakaniye” diye adlandırdığı Karahanlı Türkçesini, çağın en ince ve açık Türkçesi olarak tanımlar. Bu dil ona göre Hakaniye şehzadeleri ile çevresinin dilidir. Gerçekten Hakaniye Türkçesi, “Karahanlı Devleti”nin edebiyat ve resmî devlet dilidir. (Yusuf Has Hâcib ünlü yapıtı Kutadgu Bilig’i, “Han tilince” yazdığını bildirir.) Kaşgarlı ayrıca Çiğil, Yağma, Argu ve Uygur ağızlarını, Hakaniye Türkçesini esas alır. Öbür lehçelerdeki ayrılıkları ona göre açıklar. “Çiğiller”in, “Karluklar”ın bir boyu olduğunu belirtir. Issık Gölü’nün kuzeybatı kıyılarında yaşadıklarını söyler. Görülüyor ki, on asır önceye ait bu bilgi ve açıklamalar, Türk boyları hakkında, ilk çalışmadır. Dolayısıyla bir “hazine” denilmesi, boş bir yargı değil, isabetli bir yargıdır. Divanu Lügat'it-Türk'ün Bulunması Meşrutiyet’in ilk yıllarında (1910–1911) Sahaflar Çarşısı’nda kitapçı Burhan Efendi’ye bir kitap gelmiştir. Kitabı getiren, eski maliye nazırlarından Vanizâde Nazif Paşa’nın akrabası bir kadındır. Kitapçı, elindeki kitabı satmak üzere, dönemin Eğitim Bakanlığına başvurur. Bakanlık istenen otuz sarı lirayı çok görerek almaz. Bunun üzerine kitapçı onu Ali Emiri Efendi’ye gösterir. Ali Emiri Efendi kitabın değerini hemen anlar, otuz sarı lirayı bastırır. Burhan Efendi’ye de aracılığından ötürü üç lira verir. Ali Emiri Efendi böyle bir esere sahip olduğu için tarif edilemez bir mutluluk ve sevinç içindedir. Çünkü bu kitap Osmanlı ulemasının asırlardır peşinde koştuğu “Divanu Lügat-itTürk”ün kendisidir. Dünyada bir başka nüshası yoktur. 48 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ali Emiri Efendi kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum… Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben, bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.” Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi, kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü, Ali Emiri Efendi’nin Kaşgarlı Mahmut’un eserini bulduğunu işitmişler ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi, onlara kitabı göstermemişti ve kitaba yanaştırmamıştı. O kitabı sadece, çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu. Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir durumdaydı. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi tam mı olduğu da belli değildi. Ali Emiri Efendi, Kilisli Rıfat’a eseri gösterdi, kitabın eksik olup olmadığını incelemesini istedi. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç defa okudu. Eser tamdı ve ortalığa sevinç yayılmıştı. Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emiri Efendi, bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir evini hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat Efendi, eğer ille kendisine bir ödül verecekse, sadece kitabı yayınlamasının yeterli olacağını bildirdi. Ocak - Şubat 2012 Eserin Yayımlanması Ali Emiri Efendi, kitabı hemen yayınlatmak istemedi. Ali Emiri Efendi bunun için biraz taltif ve takdir bekliyordu. Bu da ona çok görülmemeliydi. Ali Emiri Efendi, menfaatleri aşmış bir kimsedir. Tek dileği, sadece çevresinden takdir ve saygıydı. Bunu da hak etmekteydi. Kitabın yayımlanmasını da en çok da Ziya Gökalp istiyordu. Kilisli Rıfat Efendi’ye şunları söyleyip duruyordu: “Rıfat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Şu var ki, bu kitabı hem almalı hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarları senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle!” Gerçekten de Kilisli Rıfat, çareyi biliyordu. Çare, Sadrazam Talat Paşa’nın devreye girip Ali Emiri Efendi’den kitabı gün ışığına çıkartmayı istemesiydi. Fakat nasıl olacaktı bu? Sadrazam Talat Paşa, bunun için Ali Emiri Efendi’yi Babıâli’ye çağırsa olmazdı veya Ali Emiri Efendi’nin evine gitse yine olmazdı. Bunun için yalnızca bir yol vardı. Ali Emiri Efendi’nin çok yakın dostu ve sık sık görüştüğü Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine yemeğe çağrılması ve yemekler yendikten sonra Talat Paşa’nın arkadaşlarıyla tesadüfen, İbrahim Bey’in evine ziyarete gelmesi ve orada Ali Emiri Efendi’ye iltifatlar ettikten sonra, kitabın basımına izin vermesini rica etmesiydi. Ancak, böyle bir şeyi Sadrazam Talat Paşa kabul eder miydi? Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’nin merkez azasından yakın dostu Talat Paşa’yı buna ikna edebileceğini söyledi. Böylece, plan tatbik edildi. Tanıştırma esnasında ev sahibinden Emiri adını duyunca, misafirler, başta Talat Paşa olmak üzere, birden ayağa kalktılar, ilk önce Talat Paşa Emiri’ye doğru yürüyerek yanına geldi ve ona saygı gösterdi. Bundan sonra, Talat Paşa, kitap hakkında bilgi rica etti. Ali Emiri Efendi, bilgi verdikten sonra Talat Paşa, ayağa kalkarak bu muhteşem eserin yayınlanmasına izin vermesini istedi. Ali Emiri Efendi, şartlı olarak kabul etti. Ali Emiri Efendi, öne sürdüğü şarta göre, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi hazırlayacaktı. Talat Paşa onun şartını memnuniyetle kabul etti ve ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet önerdi. Ancak, Ali Emiri Efendi bu öneriyi reddetti. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 49 “Divanu Lügat'it-Türk” Sadakası Kitabın yayımlama çalışmaları başlar başlamaz, Talat Paşa Ali Emiri Efendi’ye 300 lira hediye gönderdi. Ali Emiri Efendi, bu armağanı kabul etmeyerek şunları söyledi: “Kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü, kabul edersem, vatanî, millî bir ufacık hizmet karşılığında para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelir. Bundan dolayı, size teşekkür ile beraber parayı da iade ediyorum. Siz parayı muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divanu Lügat-it Türk sadakası olsun.” Kilisli Rıfat Efendi kitaba muazzam özen gösterdi. Kilisli Rıfat Efendi kitabı aldı, ama kitabı koyacak bir yer bulamadı. Kitabı kaybetmekten müthiş endişe duyuyor, emniyetli yer bulmak için çırpınıyordu. Önce umumi kütüphaneye götürdü. Müdür şiddetle itiraz etti: “Yüzlerce okuyucu gelip gidiyor. Biri alıp giderse ben ne yaparım, alamam.” dedi. Sonunda Kilisli Rıfat Efendi’nin eseri bir çanta içinde evde saklamaktan başka çaresi kalmadı. Duvara koca bir çivi çakarak oraya astı. Çocuklarını devamlı surette karşısında nöbete dikti. Yangın hâlinde, önce bu çantanın kurtarılmasını istedi. Geceleri ise çantayı yastığının altına koyarak yattı. Bir buçuk yılda kitabın basımı tamamlandı. Kilisli Rıfat Efendi’nin kitabın elyazmasından matbaa için hazırladığı defterler, günümüze ulaşmıştır. “(…)Kaşgarlı Mahmut, iyi bir bilim adamı olduğu kadar çok iyi bir ansiklopedisttir. Türk toplumunun hemen hemen bütün değerleri, ölçülerini sosyo-kültürel katman ve kategorilerini ayrıntılı bir şekilde inceleyerek kaydetmiş, bu konuda ayrıca duyduğu ve okuduğu bilgileri de eserine almayı ihmal etmemiştir. Böylece ailede devlet hayatına, sofra adabında devlet yönetimine, deyimlerde atasözlerine ve erdemli davranışta, akıl ve bilginin oluşturduğu rasyonel davranışa kadar birçok konuyu yazmıştır. Fakat yazdığı konuları çoğunun gözlemlere dayandığını özellikle belirtmemiz gerekiyor. (...) Böylece Kaşgarlı Mahmut, Türk tarihinin çeşitli yön ve sorunlarını inceleyen ve sorgulayan bir tarihçi, Türk insanı üzerinde yaşadığı coğrafyayı tasvir ederek tanıtan uzman bir coğrafyacı, Türk dilini en ince ayrıntısına kadar inceleyen bir filolog, Türk kültürünü araştıran bir etnolog, bu değerleri toplamaya çalışan bir folklorcu, bu değerleri kendi insanına ve başkalarına öğretmeye çalışan, bunun yollarını gösteren bir eğitimci pedagog, Türk siyasi ve askerî nüfuzunu Türk kültürünün aracığıyla ebedileştirmek isteyen milliyetçi bir Türk aydını olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuların her birinin ayrı ayrı incelenmesi sonucunda, daha başka yönlerin de ortaya çıkacağı muhakkaktır. Çünkü eser, gerçekten büyük bir bilgi hazinesi olarak araştırıcıların ilgisini beklemektedir.” (*)Prof. Dr. Hüseyin Akyüz, “Türk Eğitimcileri I”, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2001, s. 81-82 Bu hazine hakkında en veciz değerlendirmelerden birini yine Ali Emiri Efendi yapmıştır: “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak.” Eserdeki çeşitli damgalar Eserin Kazakça basımı, Kazakistan – Almatı 2006 Ali Emiri Efendi kitaplarını kime bağışladı ? Ali Emiri bütün hayatı boyunca büyük zorluklarla topladığı çok değerli el yazması kitap ve belgeleri, karşılıksız olarak milletine armağan etmiştir. Bunun için Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi’ni kütüphaneye çevirtmiş ve kitaplarını buraya bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi adının verilmesini reddetmiş ve kütüphanenin adının, “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Bu, onun milletine hizmet aşkının en somut bir göstergesidir. 50 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 51 Hoca Ahmet Yesevî 52 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Orta Asya’da kültürümüze maya çalan, “Pir–i Türkistan” adıyla anılan, her zaman yanan bir mum ve insanları beraberliğe çağıran bir ses… Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 53 HOCA AHMET YESEVİ ( ? - 1166) Bir Mutasavvıf ve Hikmetleri Pîr-i Türkistan” olarak anılan Ahmet Yesevi’nin tarihi kişiliğine dair belgeler azdır. Çoğu menkıbelere karışmış eldeki belgelerden, sağlam veriler çıkarmak zordur. Onun “Hikmet”lerinden, onunla ilgili menkıbelerden ve tarihi kaynaklardan çıkarılacak sonuçlar Yesevî’nin hayatı, kişiliği ve etkileri hakkında bazı düşünceler vermektedir. Ahmet Yesevî hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışma Fuad Köprülü’nün, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” (1919) adlı eseridir. Kemal Eraslan’ın hazırladığı “Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler”(1983) adlı eser, Yesevi’nin eseri hakkında yapılan önemli bir çalışmadır. Yesevi Mührü Ahmet Yesevî’nin Hayatı Mutasavvıf-şair olarak niteleyebileceğimiz Ahmet Yesevi, Orta Asya Türklerinin dinî, tasavvufi hayatında geniş etkiler yapmıştır. Yesevi’nin şöhreti Türkistan’la sınırlı kalmamış, Türklerin yaşadığı çok geniş sahalara ve coğrafyalara yayılmıştır. Ahmet Yesevi, “hacegan” silsilesine (Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere “hace” denildiği gibi, onlara bağlı olanlara da aynı ad veriliyordu.) mensup olduğu için ona Hace (Hoca) Ahmet Yesevi de denilir. Ahmet, XI. asrın ikinci yarısında, Batı Türkistan’ın Sayram kasabasında doğdu. İspicab (İsficab) veya Akşehir olarak da bilinen, o sıralarda İslam kültürünün önemli bir merkezi olan bu kasabada, Türkler ve İranlılar yaşamaktaydılar. Bazı kaynaklar da ise, onunYesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu yazılıdır. 54 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi “Pîr-i Türkistan” Hoca Ahmed Yesevî’nin, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km. bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine ise 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğduğu kabul edilmektedir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı tahmin edilmektedir. Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır. Ahmet’in babası, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan Şeyh İbrahim adlı bir zattır ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilir. Şeyh İbrahim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Yesevî, anne ve babasını küçük yaşlarda kaybedince ablasıyla birlikte Yesi’ye (Türkistan) gelir. Ahmet Yesevi öğrenimineYesi’de başlar. O sıralar, Yesi’de Arslan Baba adlı meşhur Türk şeyhinin, bir tasavvuf geleneği vardı. Ahmet Yesevi, daha küçük yaşlarında, çevresindekilerin dikkatini çeker ve Arslan Baba’ya intisap ederek ondan ilim öğrenmeye başlar. Ahmet, yedi yaşında yetim kalınca, diğer manevi bir babasından, Şeyh Baba Aslan’dan, ilim ve terbiye öğrenir. Arslan Baba’nın terbiyesiyle, yüksek bir olgunluk seviyesine erişen Ahmet, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmaya başlar. Ahmet Yesevî, 27 yaşlarında iken, Buhara'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yusuf Hemedânî' nin öğrencisi ve müridi olur. Yusuf Hemedânî, "seyyah bir şeyh”tir. O, çoğunlukla Buhara'da ikamet etmekle beraber Merv, Semerkand, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak insanları, Allah yolunda hizmete çağırır; dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dinin özünün ve temel amacının, insanın ahlaki açıdan olgunlaşması olduğunu söyler. Yesevî de hocası Yusuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş; öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, anlaşılır ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. O, şeyhi Yusuf Hemedânî'nin vefatından sonra, onun dergâhında halifelik postuna oturmuş ve bir süre Buhara'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Yesevî, vefat tarihi olan 1166 yılına kadar burayı merkez edinmiştir. Ocak - Şubat 2012 HOCA AHMET YESEVÎ’NİN YOLU ve ETKİLERİ Yesî, artık Hoca Ahmet Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan bir şehir olmuştur; çünkü Türk illerinin her yerinden buraya öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayanlar, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında, Hoca Ahmet Yesevî'nin saf ve anlaşılır Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini söylemişler ve halkı da bu hikmetlerle tanıştırmışlardır. *** Hoca Ahmet Yesevî'nin, dinin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede, bütün Türk illerine yayılmıştır. Hoca Yesevî, “kelam, fıkıh, felsefe, sanat ve tasavvuf hareketlerinin” çok ileri düzeyde bulunduğu bir dönemde yaşamıştır. Özellikle didaktik hikmetler söyleyerek gönüllere seslenmiştir. Örnek yaşayış ve erdemleriyle günümüze kadar etkili olmuştur: “Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip Talep edenlere inci, cevher saçtım ben işte” O, İslam medeniyetine girmeye başlayan Türk boylarına, İslami bilgileri öğretmiş, İslamın emrettiği gibi hareket etmelerini istemiş ve onları bu yolda eğitmeğe çalışmıştır. Basit ve sade bilgilerden yola çıkmış, fakat en üst seviyeye çıkmaya gayret göstermiştir. İfadede duruluk ve sadelik, onun öğreticiliğini, nasıl bir eğitici olduğunu düşünmemizi gerektirir.“Neyi, nasıl, kime?” öğretileceği soruları, çok önemlidir. Sade ve duru ifadeyle, bu şöhrete ulaşmak ve bu başarıyı sağlamak, gerçekten incelenmesi gerekli bir durumdur. Hikmetlerde anlam hemen kavranır. Ocak - Şubat 2012 Bu dizelere bakalım: “Sözü didar isteyen herkes için söyleyip, Canı, cana bağlayarak damarları ekleyip, Garip, fakir, yetimlerin gönlünü avlayıp, Gönlü bütün kimselerden eyledim işte” Dizeler olabildiğince, yalın söylenmiştir; ifadede yalınlık, basitlik demek değildir. İnsanları eğitmek, onlara erdemli davranışlar kazandırmak, yardımlaşma ve dayanışma duygularını yaymak… bir öğretmenin en önemli arzusudur. Türkistan’da ilk defa yeşeren “Yesevî Hareketi”, kısa bir süre içinde bütün Türk coğrafyasına yayılıp etkili olmuştur. Yüz binlerce kişiyi etkileyen gönül halkaları oluşturulmuş, sevgi ve kardeşlik bağları sıkılaştırılmış, güçlendirilmiştir. Atılan tohumlar, gür bir şekilde yeşermiştir. Yesevî dergâhının mensupları, bütün Türk obalarında “derviş, pir, mürşit, hoca, veli” unvanlarıyla onun yolunu izlemişler ve insanları eğitmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevî, “aç gözlülük, cimrilik, nefsi arzular”dan uzak kalınmasını öğüt veriyor; herkesten “sabır, yetinme, tok gözlülük ve nefsin köreltilmesi”ni istiyor. “Hırs, kibir, hınç” duygularının insanın sırtına yüklenen yükler olduğunu; “hoşgörü, sevgi, tevazu”gibi örnek davranışların sergilenmesinin çok önemli olduğunu belirtiyor. Hoca Ahmet Yesevî’nin birleştirici ve bütünleştirici rolü, bugün o coğrafyada, devam etmektedir. HOCA AHMET YESEVÎ’NİN ESERLERİ Hoca Ahmet Yesevî’nin Türk tarihindeki önemi, yalnız birkaç cilt tasavvufi manzumeler yazmış bir şair olmasından değil, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf okulunu vücuda getirmesindendir. “Divan-ı Hikmet”: Ahmet Yesevî’nin öğüt ve tavsiyelerinin toplandığı şiir kitabında, bilgelik, ahlak, hayatta gerekli ilkeler…yer almaktadır. “Hikmet”, insan hayatının tümünü kapsayan iyi ve doğru ilkelerdir. İyi insanın, bütün hareketlerinde ve davranışlarında ilkeleri ve değerleri olmalıdır.“Hikmet”, işte burada yol göstericidir. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 55 “Hikmet”lerinin kaynağı, Kuran-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleridir. O, hikmetlerini yazarken, bunlardan ilham almıştır. Eser, adından da anlaşıldığı gibi bir şiir kitabıdır.“Divan”ın büyük kısmı, 5 ile 25 dizeden oluşmaktadır. Dizelerde koşma tarzı hâkimdir. Hece vezninin 12, 14 ve 16 kalıpları kullanılmıştır. Çok az da olsa, aruz veznine de rastlanılmaktadır. Bazı kısımlar ve aruzla yazılan bazı dizelerin esere sonradan eklendiği sanılmaktadır. Dilde sadelik en öndedir; verilmek istenilen mesajlarda tutarlılık, hemen göze çarpar. Sonradan esere eklenen bazı şiirlerde de aynı ilke söz konusudur. Ahmet Yesevî, halka İslâm’ın esaslarını, tarikatının adap ve erkanını öğretmek gayesiyle, sade bir dille ve halk edebiyatından alınmış şekillerle hece vezninde şiirler söylemiştir. “Hikmet” adı verilen bu şiirler, sanıldığı kadarıyla yakınındaki bazı dervişler tarafından kâğıda dökülmüş ve yine Yesevî dervişlerinin dilinden, en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılmıştır. Daha sonraları, bu hikmetlerin yazıldığı risaleler bir araya getirilerek “Divan-ı Hikmet” adı ile bilinen el yazması eserler oluşmuştur. Türk Edebiyatı tarihinde “Divan-ı Hikmet”in önemi, İslamiyet’ten sonraki “Türk Edebiyatı”nın, daha önce yazılan “Kutadgu Bilig”ten sonra, bi- 56 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi linen en eski örneklerinden biri ve Tasavvufi Türk Edebiyatı’nın ilk eseri oluşundan çok, Türk dünyasında meydana getirdiği etkilere dayanır. Geçen iki asır içinde “Divan-ı Hikmet” 17 kez Taşkent’te, dokuz kez İstanbul’da, 5 kez Kazan’da ve birer kez de Buhara’da matbu olarak yayınlanmıştır. Bütün didaktik metinlerde olduğu gibi “Hikmetler”de de yüksek bir şiirsellik aranmamalıdır. Buna rağmen, söz sanatları açısından bakıldığında, zayıf metinler olmadıkları da açıktır. Divan-ı Hikmet’in, dolayısıyla Yesevî’nin dili, Kutadgu Bilig’in yazıldığı, Kaşgarlı Mahmut’un Türkçe’nin en yüksek şekli kabul ettiği “Hakaniye Lehçesi”, bir başka ifadeyle Karahanlı Türkçesi olmalıdır. Zira onun doğup büyüdüğü, eğitim aldığı coğrafya, Karahanlı yönetimi altındaydı. Ancak elimizdeki yazmalar, çok yakın zamanlarda farklı coğrafyalarda kaleme alındıklarından, bunlardaki dil yerel unsurlarla karışmıştır. Bu sebeple, elimizdeki nüshaların Divan-ı Hikmet’in yazıldığı dili yansıttığını söylemek zordur. Türkistan’da, Türklerin Müslümanlığı kabullerinin hemen ardından kitleleri İslam’a, özellikle tasavvufa ısındıran Yesevîlik, “tevazu, fedakârlık ve gösterişten uzak durmak” ilkeleri önemlidir; bu ilkeler bu ocakta işlenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır; zaten bu ilkeleri kendi ruhunda özümsememiş ve bunları bir hayat tarzı olarak önemsememiş bir kişi, bu ocağı anlamamıştır. Ahmet Yesevî’nin tasavvufi dünyasını, menkıbelerin yanında onun “Divan-ı Hikmet” adıyla bir araya getirilen şiirlerinden öğrenmek mümkündür. Hoca AhmetYesevî mutasavvıf bir şairdir. Yesevî’nin Divanı’nda tasavvufi düşünce temaları rahatlıkla görülmektedir.Mevlânâ ve Yunus’ta hâkim olan ilahi aşk, Yesevî’de de görülür. Hoca Ahmet Yesevî’nin Divanı’nın taşıdığı başlıca özellikler ise şunlardır: 1. Yesevî Divan’ı ahlaki öğretiler içerir. 2. Sünni-Hanefi olan Ahmet Yesevî’nin eserinde, Kuran-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’in sünnetine bağlılık, temel esastır. 3. Divan-ı Hikmet’te “İlahî aşk”ın her şeyin esası olduğu görüşü öne çıkar. Fakrname: Bu eserin Ahmet Yesevi’ye ait olup olmadığı tartışmalıdır. Eser müstakil bir risaleden çok, Divan-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumundadır. Ocak - Şubat 2012 Bu esere göre, fakr’ın 6 ilkesi şunlardır: 1 - İyi ve kötü söze sükut edip hemen karşılık vermemek, 2- Pirin huzurunda sessiz olmak ve onun izni olmadan konuşmamak, 3- Kimseye öfkelenip darılmamak, 4- Her kesimden insanın hizmetini görmek, 5- Nefsini öldürmek, 6- Heva (huylar) ve hevesi (arzular) terk etmek. Bu müjde üzerine, Buhara üzerine sefere çıkan Emir Timur (1336–1405), zafere ulaştıktan sonra manevi bir şükran duygusuyla Hoca Ahmet Yesevî’nin türbesini ziyaret etmek için Yesi’ye gelir. 1396 yılı Eylül’ünde Yesevî’nin mütevazı kabrini ziyaret eden Emir Timur, yanında bulunanlardan Mevlânâ Abdullah Sadr’ı, Ahmet Yesevî’ye ait kabrin üzerine muhteşem bir türbe yapımıyla görevlendirir; türbe yapımına ilişkin bazı ölçüleri kendisi bizzat belirler. HOCA AHMET YESEVÎ KÜLLİYESİ Hoca Ahmet Yesevî’nin bugün bile çok ziyaret edilen külliye ve külliyenin içindeki türbesi, Sir -i derya nehrinin doğusunda, Türkistan şehrinin kurulduğu ovadadır. Bu çevrenin Göktürk Hakanlığı devrinde(550 -745), kalıntıları 8 km. güneyde bulunan Şavegar adlı şehre bağlı olduğu ve burada Yassı (Yası, daha sonraki söyleyişiyle Yesi) adlı kale bulunduğu bilinmektedir. Şavegar’ın güneyinde, ilk İslami Türk merkezlerinden Sayram’da doğduğu bilinen, Hoca Ahmet’in, hikmetlerinde, çocukken Sir -i derya nehri boyunca, daha kuzeydeki Şavegar çevresine geldiğini şu dizede anlatmaktadır: “Yeti yaşda Arslan Bâbga kıldım selam.” Külliyenin bir bölümünün, Hoca’nın sağlığında var olduğu, yapılan kazılardan anlaşılmıştır. Bu kazılarda türbenin yerinin değişmediği belli olmuştur. İlk külliye, şimdiki binanın kuzey kısmında mescit ve türbenin olduğu yerdedir. Burada Hakanî Türk mimarisi tarzında, kelebek biçiminde kesilmiş tuğla süslemelerİ bulunan duvar ortaya çıkmıştır. Arkoloji çalışmaları ile Hoca’nın, “Altmış üçde kirdim yirge sünnet diyu / Mustafaga matem tutup kirdim muna.” beytinin anlamı da aydınlanabilmiştir. Külliyenin yanındaki dehliz, kubbeli mescit ve yine daha küçük olan çilehane, Ahmet Yesevî’nin Hz. Peygamber’in vefat ettiği yaşta, onun matem tutmak maksadıyla ve nasıl yeraltına girdiği sorusunu cevaplandırmıştır. Yeraltındaki mescit ve çilehanenin yapısı da Hoca’nın yaşadığı devre uyan bir özelliktir. *** Hoca Ahmet Yesevî Türbesi’nin yapımı ile ilgili rivayetler bulunmaktadır. Bu, Türk tarihi yönünden önemli bir boyutu, ortaya sermektedir. Vefatından sonra da etkileri devam eden Ahmet Yesevî, bu rivayete göre, kendisinden iki asır sonra yaşayan Emir Timur’un rüyasına girerek Buhara’nın fethini müjdeler. O dönem, Türkistan'ın en ünlü mimarı Hoca Hüseyin Şirazi adlı bir mimar tarafından, külliyenin yapımına başlanır. Devrin mimari şaheserlerinden olan türbenin yapımı iki yılda tamamlanır; türbe, yine Emir Timur'un talimatlarıyla türbeye eklenen mescit, dergâh, mutfak ve diğer hizmet binaları ile beraber büyük bir külliye hâline gelir. Ocak - Şubat 2012 Bu görkemli eserin tamamlanmasından sonra, ziyarete gelen Emir Timur, Yesi kentinin yoksullarının ihtiyaçlarına harcanmak üzere birçok sadaka verir; ayrıca türbenin ve müştemilatındaki dergâhın ihtiyaçları için de, türbeyi kuşatan geniş bir araziyi ve Türkistan’daki sulama kanallarının gelirlerini vakfiye olarak belirler. Türkistan'daki Yesevî Külliyesi’nin, Türkistan'ın çeşitli yerlerinden gelen Türk boylarından Müslümanlar tarafından her zaman ziyaret edilmiştir, bu ziyaretçi akını günümüzde de devam etmektedir. Bu arada dergâh içinde yer alan ve tarihî öneme sahip birçok eşya da başta Leningard (Yeniden Petersburg adı verilmiştir.) Hermitage müzesi Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 57 olmak üzere değişik müzelere dağıtılmıştır. Son dönemde Kazakistan makamlarının gayreti ile, türbeye ait tarihi eşyaların iadesi sağlanmış, 18 Eylül 1989’da yeniden türbedeki yerini almıştır. Son birkaç yıl içinde sağlanan kolaylıklar sonunda Ahmet Yesevi Türbesi’nin asli maksadına uygun bir ziyaret yeri olarak yeniden eski hâline getirilmesi yolunda önemli çalışmalar yapılmıştır. 1993 yılı başında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve TİKA tarafından restorasyon çalışmasını fiilen başlatılmış ve külliyenin restorasyonu bitirilmiştir. Eyâ dostlar kulak salınguyduğumga Ne sebebdin altmışüçde kirdim yirge Mirâcüzre hak mustafâ ruhum kördi Ol sebebdin altmışüçde kirdim yirge Altmış birde sermendeminilâhımdın Eyâ dostlar kop korkar mingünâhımdın Candın kiçippenâhtileyhudâyımdın Bir ü barın dîdârıngnıkörermin mü Altmış iki yaşda Allah pertev saldı Başdınayağ gafletlerinirehâ kıldı Can u dilim saki u huşum Allahdidi Bir ü barın dîdârıngnıkö'rermin mü Altmışüçde nida kildi kul yirge kir Hem ânıngmincanânıngmincânmgnı bir Hû şemşîrinkolğa alıp nefsingni kır Bir ü barın dîdârıngnı kö'rermin mü “Divan-ı Hikmet isimli bu muhteşem eserin Türk kültür ve düşünce hayatında çok önemli bir yer kapladığı muhakkaktır. Bu konuda M. Fuad Köprülü şöyle diyor: ‘Türk edebiyatının vücuda getirdiği eserler arasında Divan-ı Hikmet’in birkaç bakımdan ehemmiyeti vardır: 1) Ahmet Yesevî 12. Yüzyılda öldüğü cihetle, bu eser İslami Türk Edebiyatının en eski bir örneğini göstermektedir. Lisanı ve edebi mahsullerin pek az bulunduğu bir devre ait olan bu eserin gerek lisan gerek edebiyat tarihi bakımından pek büyük bir kıymeti olacağı tabiidir. 2) ‘Eski Türk Halk Edebiyatı’nın birçok unsurlarını alarak İslam ruhunu o unsurlarla -yani eski milli şekiller ve eski vezinlerle- ifade eden ilk eser olmak bakımından da Divan-ı Hikmet’i tasavvufi Türk Edebiyatının en eski ve en mühim abidesi saymak zaruretindeyiz.’ (M. Fuad köprülü, Türk Edebiyatı’nda ilk Mutasavvıflar, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1976, s. 119–120.) Günümüz Türkçesiyle: Ey dostlar, kulak verin dediğime, Ne sebepten altmış üçte girdim yere? Miraç üstünde hak Mustafa ruhumu gördü, O sebepten altmış üçte girdim yere. Altmış birde utanmışım ilahımdan; Ey dostlar, çok korkarım günahımdan; Candan geçip penah dileyim Allah’ımdan; Bir ve varın (Allah), didarını görür müyüm? Altmış iki yaşta Allah ışık saldı; Baştan ayağa gafletlerden kurtarıverdi; Can ve gönlüm, akıl ve idrakim "Allah!" dedi; Bir ve varın, didarını görür müyüm? Altmış üçte nida geldi: Kul yere gir; Hem canınım, cananınım, canını ver; Hû kılıcını ele alıp nefsini kır! Bir ve varın, didarını görür müyüm? (1) DİVAN-I HİKMET’İN ÖZELLİKLERİ (2) 58 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Bu görüşlere birkaç madde daha eklemek gerekir: 3) Divan-ı Hikmet, didaktik amaç güden eserlerimizin ilki ve en önemlilerinden biridir. da kitap ve “İslam Ansiklopedisi” için birçok mad- 4) Bu eser ilk Türkçe eserlerdendir. Din ve bi- “(…) Takriben sekiz asırdır zamanın bütün in- lim dilinin Arapça, sanat dilinin Farsça olduğu bir kılaplarına ve zevk değişmelerine dayanarak dönemde bu eserin güzel bir Türkçe ile yazılmış yaşayan, sekiz asırdır birçok şaire başlıca tak- olması, çok önemlidir. lit örneği olan, halk kitlesinin zevkine asırlarca de yazmıştır. YESEVÎ TESİRLERİ (3) 5) Divan-ı Hikmet, derin felsefi, tasavvufi ve nazımlık vazifesi gören bir sanatsal amaç ve endişelerden uzak bir eserdir. edebi eser, edebiyat tarihi Fakat eserde güdülen birkaç önemli amaçtan biri bakımından elbette büyük de sosyal ihtiyaç ve dayanışmaya, şiir aracılığıyla bir itinaya layıktır; ancak hizmet etmektir. Böylece toplum için sanat anla- Divan-ı yışı, ilk olarak bu divanda gündeme gelmiştir. bir bediî (sanatsal güzellik) Hikmet’in aslında 6) Divan-ı Hikmet, mutavassıt bir anlayışı ser- kıymeti bulunmadığı hâlde, giler. (…) Türk dilinin kullanılması aracılığıyla, Türk bu kadar muazzam bir harici kimlik ve kişiliğinin sürdürülmesi çalışmalarında tesir yapmasını bir muamma da etkili olan bir eserdir. (…) hâlinde bırakmamak için, bu 7) Divan-ı Hikmet’le başlayan hareket, bütün Türk yurt ve bölgelerinde, gönül halkalarının oluş- çok mühim hadisenin sebeplerini izah ve aydınlatmaya çalışalım. turduğu bir ekolün ve bir geleneğin kurulmasına Yesevî’nin eserinde, evvelce açıklandığı gibi, sebep olmuştur. Bu niteliğiyle Divan-ı Hikmet, hal- başlıca iki mühim ve esaslı unsur göze çarpar: İs- kın belli amaçlar doğrultusunda eğiten bir mekte- lami, yani dîni tasavvufi unsurlarla; millî, yani halk bin fikri muhtevasını ve yollarını ortaya koyan bir edebiyatından alınan unsur. İslami unsur, mevzu- teşkilattır. Özet olarak söylemek gerekirse, Hoca da, yani esasta daha kuvvetli olduğu hâlde, millî Ahmet Yesevî’nin bu ünlü eseri, her yönüyle bizim unsur, bunun aksine şekil ve vezinde daha göze olan, bizi anlayan ve anlatmaya çalışan eserlerin çarpar bulunuyor. İslamiyet çevresine yeni giren ilki, belki de en önemlisidir. Bu bakımdan, Divan-ı ve bu yeni dinin esaslarını anlamaya büyük istek Hikmet’in, çeşitli yönlerden kapsamlı bir şekilde gösteren Türkler, şeklen kendilerine hiç yabancı incelenmesi ve yorumlanmasının, Türk kültürüne gelmeyen bu esere tabiatıyla kıymet veriyorlardı; büyük katkı olacağı kanısındayım.” esasen mevzu bakımından da kendilerini çok fazla ve çok samimi bir surette ilgilendirdiği için, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü (1890 – 1966), Divan-ı Hikmet halk arasında derhâl kutsî bir ma- bizde edebiyat ve tarih araştırmalarını, ilk defa hiyet aldı; bununla beraber H. A. Yesevî’nin aynı esaslı ve bilimsel bir tarzda araştıran bilim ve dev- zamanda bir tarikat kurucusu ve piri olması, tari- let adamıdır. Birçok sosyal bilim alanında eser ve- katının çeşitli geniş alanlara yayılması da bu hu- ren Köprülü, daha 28 yaşın- susta belki en büyük ve kuvvetli amil olmuştur. (…) dayken, 1918’de yazdığı Türk Yesevî’nin eserini teşkil eden iki unsurdan Edebiyatında İlk Mutasavvıf- birincisi, yani dini tasavvufî unsur, sosyal muhit- lar adlı eserinde, ilk bölümde te böyle yüzyıllarca değişmez bir hâlde kaldığı Hoca Ahmet Yesevî, ikinci ve her gün biraz daha umumi temayüle uyduğu Yunus Emre’yi ele alır; onla- gibi, vezin ve şeklinde göze çarpan millî, yani rın doğduğu asırları, yetişme halk edebiyatından alınan unsur da aynı suretle tarzlarını ve etkilerini inceler. sosyal muhitte sabit kaldı; yani zamanın tema- Bu eserden başka, çok sayı- yülünden ayrılmadı; Ocak - Şubat 2012 çünkü halk edebiyatı xıı. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 59 Asırdan bu vakte kadar tabiatıyla sabit denebi- lam öncesinde var olan bu inanç sistemleri, aynı linecek bir hâlde kaldığı cihetle Divan-ı Hikmet, zamanda edebi mahsullere de yansımış ve onu bu bakımdan da halkın zevkinden ayrı düşmedi. topluma kabullendirebilmek için Hele klasik Acem edebiyatına tamamıyla yaban- dunu” kullanmışlardır. Böylece bu ilk dönemler- cı olan bozkır halkı üzerinde, Kırgız, Kazaklar ve de halkın rağbetini kazanmakla kalmamış, aynı Kıpçaklar arasında kutsiyeti bakımından da aynı zamanda dini ve tasavvufi esasları, göçebe Türk- kuvvetle yaşadı. Artık uzun açıklamalardan son- menler arasında yerleşip kuvvetlenmesini, sufiya- ra, aslında büyük bediî kıymete malik olamayan ne duyguların yüzyıllarca halk arasında yaşama- Divan-ı Hikmet’in, sekiz asırdan beri o kuvvetle, sını da sağlamıştır. (…)” “telkin meto- o geniş alanda yaşaması bir muamma şeklinden çıkmış sayılabilir.(…)” Dipnotlar: 1-Divan-ı Hikmet'ten Seçmeler Kemal Eraslan HİKMET GELENEĞİ (4) 2-Hüseyin Akyüz, Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim Ba- “Süleyman Hakim Ata, Ahmet Yesevî’nin‘ Hikmet Geleneği’ni Türkler arasında en mükemmel şekilde devam ettirmiştir. kanlığı Yay. İstanbul 2001, s. 138-139. (Başlık, tarafımızdan konulmuştur.) 3-Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatından Şöyle ki, bu dervişler özel- İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, 11. ba- likle ‘lirizm, güzellik ve sa- sım, s. 169-172. nat’ endişesine kapılmadan, M. Fuad köprülü için: Hanefi Palabıyık, “Ord. Prof. Dr. fakat didaktizm metoduyla M. Fuad Köprülü’nün İlmî Hayatı ve Tarihçiliği”, Akçağ bu hikmetleri bir ‘telkin vası- Yayınları, Ankara 2005 ve Orhan Köprülü,“Makaleler”, tası’ olarak kullanmışlardır. Akçağ Yayınları, Ankara 2006. Bu eserdeki, “M.Fuad Bir noktada ‘telkin devri’ de Köprülü’nün Hayatı, Eserleri, Çalışma Sistemi ve Başlıca diyebileceğimiz bu tasavvufi Hususiyetleri” adlı, (s. 222-235) bir evladın babasını ve akım, bir yandan Orta Asya, onun çalışma tarzını anlattığı makaleye bakınız. Anadolu ve Harezm sahalarında hızla yayılmış, di- 4-Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakim ğer yandan da daha sonraları ‘Türk Edebiyatı’nın Ata’nın “Bakırgan Kitabı” Üzerine Bir İnceleme, Öncü Ki- ilk disiplinlerinden tap Yayınları, Ankara 2008, s. 93. Prof. Dr. Abdurrahman olan ‘Dîni, Tasav- Güzel, Yesevî yolunu izleyen Süleyman Hakim Ata’nın vufi Türk Edebiyatı’ (1091? – 1186?) “Bakırgan Kitabı” hakkında bir inceleme devrini açmıştır. (…) ve metin (564 sayfa) hazırlamıştır. Bu eserden kısa bir bölüm sunuyoruz. “Hikmet neği” Gele- temsilcileri, konu olarak “İslami unsuru”, şekil ve vezin olarak da “millî unsuru” seçmişlerdir. (…) Belki bu hikmetlerin bir sanat değeri olmayabilir, fakat tarîhi ve manevi tesiri oldukça büyüktür. Çünkü Türklerin İs- 60 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 61 Hacı Bektâş-ı Veli 62 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 “Sen seni bilirsen Hüdâ’dır; sen seni bilmezsen Hak senden cüdâdır!... Her şeyi insanda arayan, Hakk ’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk ’ta bulan bir hakikat insanı; bilimi ve sanatı kendisine rehber kılan düşünürdür. Onun öğretisini oluşturan insan; Tanrı–doğa sevgisi ve varlık birliği ilkesine dayanan hümanist yaşam felsefesidir. Bektaşîlik tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Türkmen şeyhi. Hacı Bektâş-ı Veli, Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 63 HACI BEKTÂŞ-I VELÎ (ö. 669/1271) Asıl adı Bektaş olup muhtemelen ölümünden sonra Hacı Bektâş-ı Velî diye şöhret bulmuştur. XIII. yüzyıl Selçuklu Anadolusunda Babaî hareketinin lideri Baba İlyâs-ı Horasânî’nin çevresine, XIV. yüzyılda Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna, XV. yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşîlik tarikatının teşekkülüne adı karışan Hacı Bektâş-ı Velî’nin, devrinin kaynaklarında hemen hiçbir iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı söylenebilir. Öte yandan Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşîliğin pîri kabul edilmesi ve Alevî-Bektaşî kesiminde bir iman esası olan güçlü konumu onu çözümlenmesi gereken tarihî bir problem hâline dönüştürmektedir. Bu durum, hakkındaki yetersiz tarihî bilgilerle menkıbelerin yarattığı çift yönlü (tarihî-menkıbevî) 64 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi şahsiyetinin birbiriyle uyuşmazlığından kaynaklanmaktadır. Menkıbevî Hacı Bektaş, Rum abdallarının piridir; Diyâr-ı Rûm’un (Anadolu) büyük evliyalarındandır. Tarihî şahsiyetini menkıbevîleştiren anlaşılması ve tahlili güç bu dönüşüm süreci, onu daha XIV. yüzyıldan itibaren zamanımızda da bütün gücüyle varlığını koruyan çok önemli bir kültün, Anadolu’daki heterodoks Müslümanlığın merkez şahsiyeti yapmıştır. Mesele, Baba İlyas’ın sayısı oldukça fazla halifelerinin arasından yalnızca bu mütevazı Türkmen babasına nasip olması noktasında odaklanmaktadır. Ne Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ne Yûnus Emre ne de Anadolu’da yaşamış başka hiçbir sûfî onun kadar güçlü bir kutsallaştırmanın konusu olmuştur. Bu bağlamda, bugünkü Hacı Bektâş-ı Velî’nin, tarihî Hacı Bektâş-ı Velî’nin ölümüyle doğduğunu söylemek tarihî bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî’yi bu iki paralel (yaşarken ve öldükten sonraki) kimliğiyle ele almak zarureti vardır. Ancak yaşadığı dönem ve çevreden hiçbir yazılı kaynak veya belge bugüne intikal etmediğinden onun tarihî hüviyetini belirleyebilmek mitolojik şahsiyetini tahlil etmekten çok daha zordur. Dönemin resmî kronikleri, hatta sûfî kaynaklar bile ondan bahsetmez. Bu bilgi kıtlığı, Hacı Bektâş-ı Velî’yi Türkiye’de zaman zaman siyasî-ideolojik spekülasyonların itibarlı malzemesi hâline getirmiştir. Bundan dolayı Hacı Bektâş-ı Velî problemini iyi anlayabilmek için hakkında bilgi veren kaynakların mahiyetinden söz etmek gerekir. Hacı Bektâş-ı Velî’yi ancak kendi zamanından epeyce sonra yazılmış ikinci dereceden kaynaklardan incelemek müm kündür. Bu kaynakların en eskisi, XIV. yüzyılın ünlü sufilerinden Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’Ikudsıyye adlı menkıbevî aile tarihidir. Hacı Bektâş-ı Velî’nin şeyhi olup 1239 veya 1240 yılında Selçuklu yönetimine karşı Babaî İsyanı Ocak - Şubat 2012 diye bilinen büyük sosyal hareketi gerçekleştiren Vefâî şeyhi, Baba İlyâs-ı Horasânî’nin torunu olan bu sûfî şair, eserinde Hacı Bektâş-ı Velî’den kısa ca bahsetmesine rağmen çok önemli ipuçları verir. Hacı Bektâş-ı Velî hakkında ikinci kay nak, vefatından yaklaşık yüzyıl sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin emriyle Ahmed Eflâkî tarafından kaleme alınan Menâkıbü’l-’Arifîn adlı Farsça eserdir. Dönemin Anadolu’su ve Mevlevîliğin tarihi bakımından çok önemli olan bu eserde, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında kısa bir pasaj vardır. Bu pasaj, hem onun sûfî kimliği hem de öteki kaynakları kontrol etme bakımından büyük değer taşır. XIV. yüzyıla ait bu iki kaynaktan sonra kronolojik olarak sırayı, Hacı Bektâş-ı Velî adına düzenlenmiş olup XV. yüzyılın son çeyreği içinde kaleme alındığı kesin gibi görünen Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî alır. Eser XV. yüzyılın son çeyreği içinde yazıya geçirilmiş olmakla be raber ihtiva ettiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektâş-ı Velî’nin yaşadığı dönemden itibaren mensuplarının arasında ağızdan ağıza dolaşarak XV. yüzyıla intikal etmiştir. Ayrıca bu eserin Menâkıb-ı Hâce Ahmed-i Yesevi, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Anî Evran ve Menâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî gibi XIII. yüzyıldan kalma yazılı kaynakları da vardır. Daha çok Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş veya sadece Vilâyetname diye tanınan bu eserin ehemmiyeti, Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî şahsiyetini tespite yarayacak çok önemli veriler ihtiva etmesinin yanı sıra Bektaşîlik ve Alevîlik’te bugün de mevcut olan inançların çoğunun kaynağını oluşturmasından ileri gelir. Do layısıyla bu çevrelerde yarı kutsal niteliği olan bir kitaptır, ayrıca Hacı Bektâş-ı Velî’yi, Ahmed Yesevî geleneğine bağlayan önemli metinleri içinde bulunduran bir eserdir. Son olarak XVI. yüzyıldan Taşköprizâde’nin eş-Şeka’iku’n-nu’mâniyye adlı eserini de kaydetmek gerekir. Hacı Bektâş-ı Velî bu kitapta diğer kaynakların aksine tam anlamıyla Sünnî bir velî olarak tanıtılır. Sonraki yüzyıllara ait bazı eser lerde de Hacı Bektâş-ı Velî’ye dair bilgilere rastlanır. Ancak bunlar esas olarak adı geçen eserlere ve özellikle Vilâyetnâme ve eş-Şekâ’iku’nnu’mâniyye’ye dayanır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tarihî ve Tasavvufi Şahsiyeti Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî şahsiyeti ve Anadolu’ya gelmeden önceki hayatı hakkında Vilâyetnâme’de yer alan menkıbevî bilgiler dı şında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak onun “Horasan erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına mensup sûfîlerden biri, dolayısıyla Horasan Melâmetiyye mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple XIII. yüzyılda Cengiz İstilâsı sebebiyle Anadolu’ya vuku bulan derviş göçleri arasında, aynı mektebe mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydan dervişlerinden biri olarak Anadolu’ya gelmiş olmalıdır. Burada bugüne kadar gözden kaçan önemli bir nokta, benzeri bütün Türkmen şeyhleri gibi muhtemelen Hacı Bektâş-ı Velî’nin de kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu’ya gelmiş olduğudur. Çünkü genellikle bu aşiretler (Dede Garkın’a bağlı Garkın aşireti örneğinde olduğu gibi) başlarındaki şeyhin adıyla anılıyordu. Nitekim Osmanlı tahrir defterlerine dayalı yeni bir araştırma, Hacı Bektâş-ı Velî’ye bağlı geniş bir Bektaşlı oymağının mevcut olduğunu ortaya koymuştur. Hacı Bektâş-ı Velî’nin şahsiyeti ve Bektaşîliğin tarihçesi bakımından tarihî gerçeklerle menkıbelerin birbirine karıştığı değerli bir kaynaktır. Aynı yüzyılda yaşayan Lâmiî Çelebi’nin Nefehât Tercümesinde üç dört cümleyi geçmeyen ifadeleri Hacı Bektâş-ı Velî’nin mistik şahsiyeti hakkında dikkate değer kayıtlar ihtiva eder. XV. yüzyılın sonlarına ait bir başka önemli kaynak ise yine Baba İlyâs-ı Horasânî’nin soyuna mensup bir sûfî tarihçi olan Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i ÂI-i Osman adlı eseri dir. Burada müellifin büyük dedesinin halifesi olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye dair aile içinden gelen şifahî bilgiler kaydedilmiştir. Bunlar, büyük bir ihtimalle tarihî Hacı Bektâş-ı Velî’yi anlatan gerçeğe en yakın bilgilerdir. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 65 Hacı Bektâş-ı Velî muhtemelen aşiretiyle birlikte Anadolu’da yeni bir sûfî çevreye intisap etmiş olmalıdır. Bu çevre, onun içinden geldiği Yesevîlik ve Haydarîliğe çok benzeyen ve XIII. yüzyılda Anadolu’da önce ünlü Türkmen şeyhi Dede Garkın, sonra da onun halifesi Baba İlyâs-ı Horasânî tarafından temsil edilen Vefâîlik tarikatı çevresidir. Nitekim Âşıkpaşazâde’nin kaydından Hacı Bektâş-ı Velî ve kardeşi Menteş’in Baba İlyâs-ı Horasânî’ye intisap ettikleri, Elvan Çelebi ve Eflâkî’nin ifadelerinden de Hacı Bektaş’ın halifelik makamına kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’in 1239’da başlayan Babaî İsyanı’na iştirak ettiği ve Sivas’ta Selçuklu kuvvetleriyle yapılan muharebede öldürüldüğü, Hacı Bektâş-ı Velî’nin ise ya tasvip etmediğinden veya başka bir sebeple bu isyana katılmadığı hem Elvan Çelebi’den hem de Âşıkpaşazâde’den öğrenilmektedir. Fiilen katılmamış olsa bile is yan liderinin bir halifesi olduğundan isyanı takiben başlatılan takibattan kurtulabilmek için bir süre izini kaybettirmiş olmalıdır. Âşıkpaşazâde’ye göre Hacı Bektâş daha sonra Karayol’da (o zaman Sulucakarahöyük, bugün Hacıbektaş) or taya çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın Anadolu’nun Moğol hâkimiyeti altına girmesinden, yani yaklaşık 1250’lerden sonra olduğu tahmin edilebilir. Hacı Bektâş-ı Velî, Vilâyetnâme’den anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar yarı göçebe Çepni oymağına mensup bir kolun (muhtemelen kendine bağlı Bektaşlı kolunun) yaşadığı bir yer olduğu için bu küçük Türkmen köyünü tercih etmiş olmalıdır. Muhtemel bir diğer sebep de Babaî İsyanı’ndan sonra Selçuklu merkezî yönetiminin gayri Sünnî (heterodoks) Türkmenler’e karşı takip ettiği politika sonucu olabildiğince gözden uzak bir yerde bulunma arzusudur. Ayrıca büyük şehirlerdeki Sünnî meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı istemiş olması da düşünülebilir. Nitekim Mevlânâ’nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen şeyhine hiç de iyi gözle bakmadığı bilinmektedir. Bu dar çevre içinde cereyan eden hayat tarzı yüzünden Hacı Bektâş-ı Velî, Selçuklu başşehrinin veya önemli kültür mer kezlerinin ilgisini çekecek ve dolayısıyla bu büyük şehirlerdeki tekkelerde yaşayan meslektaşları gibi zamanın belgelerinde iz bırakacak kadar şöhret yapmamıştır. Vitâyetnâme’ye göre Sulucakarahöyük’te tıpkı şeyhi Baba İlyas’ınkine benzer bir hayat tarzı süren, zaman zaman bugün 66 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi bir ziyaret yeri olan yakındaki bir mağarada inzivaya çekilen, zaman zaman da köyün hayvanlarını otlatmak gibi oymağının günlük işleriyle uğraşan Hacı Bektâş-ı Velî’nin asıl tarihî rolü de burada başlamaktadır. Onun buradaki hayatı artık sadece Vilâyetnâme’den takip edilebilir. Vitâyetnâme onu, Baba Resul diye meşhur Baba İlyâs-ı Horasânîye değil Ahmed Yesevî’ye bağlar ve doğrudan onun halifesi olarak takdim eder. Halbuki Hacı Bektaş’ın Ahmed Yesevî’nin ölümünden en az bir yarım asır sonra dünyaya geldiği muhakkaktır. Bununla birlikte Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın halifelerinden bahseden kısımda Baba Resul’ün (veya Resul Baba) adına rastlanması, Hacı Bektaş’la Baba Resul arasındaki halifelik iliş kisinin büsbütün unutulmadığını göstermektedir. Ancak Hacı Bektaş Baba Resul’ün halifesi iken Vilâyetnâme, bu ilişkiyi tersine çevirmektedir. Bu durumu, 1240’ta öldürülen Baba Resul’den sonra Anadolu’da Hacı Bektaş’ın manevî nüfuzunun giderek üstünlük kazanmaya başlamasına paralel olarak ötekinin nüfuzunun giderek zayıflamasıyla açıklamak mümkündür. Vilâyetnâme, böylece, XV. yüzyılda Anadolu’daki gayri Sünnî sûfî çevrelerde artık bir tek ismin, Hacı Bektâş-ı Velî’nin hâkim olduğunu da göstermiş olmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî, yine Vilâyetnâme’ye göre Sulucakarahöyük’te bir Türkmen şeyhi olarak bîr yandan kendi cemaati içinde mürşitlik görevini sürdürürken bir yandan da bugünkü Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Şamanist Moğolların da Müslümanlığı kabul etmeleri için yoğun faaliyet göstermiş, halifelerini bu amaçla Anadolu’nun dört bir köşesine yollamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin bu faaliyeti, gerek kendisinin yaşadığı dönemin sosyal şartlarının gerek Ocak - Şubat 2012 kaynakların verdiği bilgilerin tahlilinin, gerekse Bektaşîlik ve Aleviliğin klasik tarihi ve aktüel çizgisinin tabii bir gereği olarak İslâm fıkıhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünnî bir anlayışı değil, Horasan Melâmetiyyesi’nin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayri Sünnî bir yorumunu yansıtmaktaydı. Bu yorum, muhtemelen Türk menler arasında hâlâ kuvvetle yaşamakta olan eski İslâm öncesi dinî-mistik inançlarla karışık yarı hurafevî bir İslâm anlayışının telkin ve tâlimini de ihtiva ediyordu. Bu anlayış, tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayan makla beraber, aynı zamanda mühtedileri birden bire kendi kültür çevrelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet vermeden eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı bir İslâm anlayışıydı. Onun bu yönteminin Anadolu’nun Müslüman ve gayrimüslim toplumlar arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığı söylenebilir. Nitekim bölge Hıristiyanlarının da ona büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Öyle görünüyor ki Hacı Bektâş-ı Velî, zaman zaman bazı Moğol idarî otoritelerine karşı çıkmak durumunda kalmış olsa da Sulucakarahöyük’teki mütevazı zaviyesinde bu şekilde ömrünü tamamlamıştır. 691 (1292) tarihli bir vakfiye kaydında kendisinden “merhum” diye bahsedildiğine göre bu tarihten önce muhtemelen 669’da (1271) vefat etmiştir. Hacı Bektâş-ı Velî’nin nasıl bir sûfî kimliği temsil ettiği, hangi tarikat çevresine dahil olduğu, kendi adını verdiği yeni bir tarikat kurup kurmadığı, Bektaşîliğin onunla ilgisi gibi sorulara gelince, önce eş-Şeka’iku’n’nufmâniyye hariç yukarıda sayılan kaynakların hiçbirinin onu klasik anlamda Sünnî bir süfı olarak görmediği özellikle vurgulanmalıdır. Kendini Hacı Bektâş-ı Velî’ye bağlayan Bektaşîli ğin ve Alevîliğin gayri Sünnî yapısı da bunun en kuvvetli delilidir. Bektaşîliğin önceleri Sünnî bir tarikat olduğunu, fakat Balım Sultan tarafından bugün bilinen hüviyetine sokulduğunu ileri süren tezin ilmî ve tarihî hiçbir temeli yoktur. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sünnî bir mutasavvıf olduğunu ileri sürenler onun nasıl Ocak - Şubat 2012 bir sosyal tebanın mensubu bulunduğunu, bu tebanın sosyokültürel ve dinî yapısının karakteristiklerini hiç hesaba katmadan genellikle ona izafe edilen Makâlât adlı esere dayanırlar. Bugüne kadar değişik araştırmacılar tarafından birkaç defa yayımlanmış olup tasavvufa yeni intisap eden müridler için basit seviyede bir el kitabı niteliğini taşıyan bu eserin muhteva kritiği yapılmamıştır. Makâlât üzerinde en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren Esat Coşan bir tasavvuf edebiyatçısı gözüyle eserin yalnız muhteva tasvirini yapmış, tarihî tenkidine girişmemiştir. Hâlbuki klasik tasavvuf edebiyatında Makâlât ve Varidat adlarını taşıyan benzeri eserlerin hemen hepsi daha sonraları anonim derleyiciler tarafından kitap hâline getirilmiştir. Nitekim Makalât’ta da bu tür bir eser olduğunu açıkça gösteren ibareler vardır. Dolayısıyla bu eserlerin asıllarından uzaklaşmaları ihti mali çok yüksektir. Hacı Bektâş-ı Velî’ye izafe edilen diğer eserler gibi Makâlât’ın da onun kaleminden çıkmış olduğu tarihen ispat edilmemiştir. Ayrıca Hacı Bektâş-ı Velî konumundaki konar göçer bir Türkmen sûfîsinin bu tarz eserler yazıp yazamayacağı tartışılabilir. Öte yandan bu çevrelerdeki tasavvuf geleneğinin yazılı eserlerden çok, sözlü geleneğe dayandığı bilinmektedir. Vilâyetnâme’nin dikkatli bir tahlili Hacı Bektâş-ı Velî’nin, hem Ahmed Yesevî hem de Yesevîlik etkilerini geniş ölçüde taşıyan Kutbüddin Haydar geleneklerini sıkı sıkıya koruyan bir Haydan şeyhi olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan Elvan Çelebi, Ahmed Eflâkî ve Aşıkpaşazâde’nin eserleri de onun Vefâî şeyhi olan Baba İlyâs-ı Horasânî’nin halifesi bulunduğunu açıkça göstermektedir. Kaynaklardaki bu kayıtlara güven- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 67 Menkıbevî Hacı Bektâş-ı Velî Bektaşîlikten başka hiçbir tarikatın pîri bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu olmamıştır. Hemen hiçbir tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî’nin Bektaşîlikteki yeriyle karşılaştırılamaz. Tarihî Hacı Bektâş-ı Velî’nin menkıbevî, hatta menkıbevîlikten de öte mitolojik Hacı Bektâş-ı Velî’ye dönüşerek böyle bir kutsallık kazanması ve bir iman konusu olması hadisesinin nasıl meydana geldiği ve hangi sürecin ürünü olduğu ve bu sürecin nasıl gerçekleştiği gibi önemli soruların cevabı, Antalya-Elmalı yakınındaki Tekkeköy’de bulunan türbesinde medfun Abdal Mûsa’da düğümlenmekt edir. M. Fuad Köprülü, XIV. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’teki tekkesinden yetişen bu mühim şahsiyetin Hacı Bektâş-ı Velî kültünün yayılmasında nasıl büyük bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Köprülü’nün incelemelerinden ve daha sonraki araştırmalardan çıkan sonuca göre yaşadığı dönemde pek tanınmayan bu mütevazı Türkmen şeyhini, gerek hayatta iken gerekse ölümünden kendi zamanına kadar geçen süre içinde üretilen menkıbeler aracılığıyla yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği başta olmak üzere bütün Orta ve Batı Anadolu’da tanıtarak âdeta tekrar hayata ka vuşturan Abdal Mûsâ olmuştur. XIV. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Tekkesi’nin şeyhi olan Abdal Mûsâ, beraberindeki bir kısım 68 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haydarî dervişleriyle birlikte yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği topraklarına gitmiş, orada Or han Gazi’nin hizmetine girerek fetihlere katılmış ve başarılı olmuştur. Fakat onun gerçekleştirdiği asıl büyük iş, birlikte savaştığı Osmanlı gazilerine Hacı Bektâş-ı Velî’nin menkıbelerini anlatarak onu tanıtması olmuştur. Abdal Mûsâ bunu önce Bursa havalisinde yapmış, daha sonra buradan Bergama ve yakınlarına geçmiş, oradan da Antalya’ya giderek yerleştiği bugün Tekkeköy adını taşıyan yerdeki zaviyesinde sürdürmüştür. Bu süreç içinde menkıbeleşen tarihî ve efsanevî geleneklerin XV. yüzyılın son yıllarında yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret olan Vilâyetnâme, çoğunluğu itibariyle bu mitolojik Hacı Bektâş-ı Velî’yi yansıtır. Ancak bu husus eserin tarihî hiçbir temeli bulunmadığı anlamına gelmez. Vilâyetnâme’de Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî şahsiyetini aydınlatmaya yarayacak oldukça değerli ipuçları da vardır. Alevî-Bektaşî toplulukları bugün Hacı Bektâş-ı Velî’yi Vilâyetnâme’nin takdim ettiği mitolojik çerçevede tanırlar. Fotograf: Nuray ÖZENER mek gerekirse, Hacı Bektâş-ı Velî’nin büyük bir ihtimalle Yesevîiik ile Kalenderîliğin karışımından oluşan Haydarilik tarikatının bîr mensubu olarak Anadolu’ya geldiği, daha sonra Baba İlyâs-ı Horasânî çevresine girerek tarikata intisap ettiği ve hayatının sonuna kadar da böyle yaşadığı söylenebilir. Bu durumda adını taşımasına rağmen Bektaşîliği kendisinin kurmadığı muhakkaktır. Vilâyetnâme’deki Hacı Bektâş-ı Velî’nin en belirgin niteliği On İki İmam soyuna nisbet edilmesi, yani Peygamber soyuna mensup bir seyyid olmasıdır. Babası İbrahîm-i Sânî, İmam Mûsa elKâzım neslindendir ve Horasan hükümdarıdır; dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî bir şehzadedir. Küçükken önce ünlü sufî Lokman-ı Perende’nin, ardından onun tavsiyesiyle Ahmed Yesevî’nin yanında eğitilir. Daha o zamanlar birçok keramet göstererek herkesi hayretler içinde bırakır. Ahmed Yesevî’nin “nefes evlâdı” olan Kutbüddin Haydar’ı esir düştüğü Bedahşan ilindeki kâfirlerin elinden kurtarır. Daha sonra onun artık olgunlaştığını gören Ahmed Yesevî, kendisine halifelik sembolleri olan cihâz-ı fakrı (taç, şamdan, seccade, sofra ve âlem) teslim eder, beline tahta kılıcını ku şatır ve Diyârı-Rûm’u irşad etmekle görevlendirir. Ocak - Şubat 2012 Önce Mekke’ye giderek hac görevini ifa eden Bektaş “hacı” unvanını alır. Dönüşte Necef’i ve Kerbelâ’yı ziyaret edip Anadolu’ya geçer. Buradaki Rum erenleri onun gelişinden haberdar olur larsa da buna pek sevinmezler. Hacı Bektâş-ı Velî, çepni oymağına mensup konar göçer birkaç evin kışlığı durumundaki Sulucakarahöyük’e gelir ve Kadıncık Ananın evine misafir olur. Bu arada kerâmetleriyle dikkat çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını güder. Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva mahalli olan Kızılca Halvet’i yapar. Ha cı Bektâş-ı Velî artık kendini kabul ettirmiş ve mürid edinmeye başlamıştır. Fotograf: Nuray ÖZENER Ünü çabuk yayılır. Çevredeki velîler onu kıska nır ve çeşitli sınavlardan geçirirlerse de hepsini utandırır. Avucundaki yeşil beni göstererek Hz. Ali’nin mazharı olduğunu, yani onun kendi bedeninde zuhur ettiğini ispat eder. Böylece Rum’un en büyük evliyası olduğu anlaşılır. Hacı Bektâş-ı Velî buradaki ikameti esnasında Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, Ahî Evran gibi büyük Rum velîleriyle yakınlık kurar; çevredeki gayrimüslimlerle yakın ilişkiler içine girer. Tanıştığı Moğol otoritelerinden bir kısmının Müslüman olmasını sağlar. Birçok halife yetiştirir; ölümünden az önce her birine icazetnamesini vererek Anadolu’nun bir yöresine yollar ve kendisi de kerametine yakışır bir şekilde vefat eder. Hacı Bektâş-ı Velî kültünün önce, hayatta iken bizzat Hacı Bektaş’ın da mensubu bulunduğu Haydarî tarikatı dervişleri arasında ortaya çıkıp geliştiğini ve onlar vasıtasıyla her tarafa yayılmıştır. Osmanlı gazileri aracılığıyla Hacı Bektâş-ı Velî’yi tanıyan Osmanlı sultanları Yeniçeri Ocağı’nı kurarken gaziler arasında yaygın olan güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağlamışlar, böylece Hacı Bektâş-ı Velî’nin hâtırası Osmanlı Ocak - Şubat 2012 topraklarında giderek gelişmek suretiyle büyümüşür. XVI. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Balım Sultan, Haydarîlik’ten ayrılıp Osmanlı hükümet merkezinin desteğini de alarak Bektaşîlik ta rikatını, Hacı Bektâş-ı Velî’nin adına bugün bilinen şekliyle kurmuştur. Böylece Anadolu Türk gayri Sünnîliği, merkezine Hacı Bektâş-ı Velî’yi yerleştirerek teşekkül sürecini fiilen tamamlamıştır. Kaynaklar: -Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt, s. 455- 458, İstanbul 1996. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 69 HACI BEKTÂŞ-I VELİ’NİN YAŞAM FELSEFESİ, İNANÇ VE ÖĞRETİSİ Ali Duran Gülçiçek* İnsanın cemalini (yüzünü) Hakk’ın Cemali, Gönlünü Hakk ’ın Evi Bilen Hacı Bektâş-ı Veli Hacı Bektâş-ı Veli’nin, 13. yüzyılda Anadolu’da uyardığı bu çerağ (bilim ışığı), savunduğu düşünceler ve başlattığı yenilikçi hareketler (reformlar), sadece Avrupa’daki Hümanizm ve Rönesans hareketlerini değil, aynı zamanda 17. ve 18. yüzyılda gelişen sivilleşme hareketlerini de andırıyordu. “Sen seni bilirsen yüzün Hüdâ’dır; sen seni bilmezsen, Hak senden cüdâdır!...” diyen Hacı Bektâş-ı Veli, her şeyi insanda arayan, Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk’ta bulan bir hakikat insanı (Mürşid-i Kâmil); bilimi ve sanatı kendisine rehber kılan bir düşünürdü. 12.-13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında, barışın ve mazlumun simgesi olan bir güvercin donuyla Anadolu’ya gelen Hacı Bektâş-ı Veli, savaş yerine barışı, düşmanlık yerine dostluğu, kin yerine sevgiyi ve hoşgörüyü temel ilke edinen bir hümanist, aynı zamanda farklı dillerden, farklı kökenlerden ve kültürlerden gelen insanları bir çatı altında toplayan; ceylanla arslanı (zayıf ve güçlüyü) dost olarak kucaklayan bir halk önderiydi. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır; düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu; kadınları okutunuz; okunacak en büyük kitap insandır.” diyen, kadın ve erkek eşitliğini savunan ve o dönemde Hatun Ana önderliğinden kurulan Ana- 70 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi dolu Bacıları[1] teşkilâtına büyük destek veren bir reformcu; halk kültürüne ve eğitimine önem veren; üretimde ve üleşimde sosyal adalet ilkesini benimseyen; “insanın alnı açık ve cesur dolaşması için her şeyden önce adaletli olması gerektiğini” savunan bir düşünürdü. 12.-13. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Veli ve Yunus Emre’yle Anadolu’ da gelişen, yaygınlaşan, Doğu ve Batı kültürleri arasında iyi bir anlaşma zeminini oluşturan hümanizma, sadece insan sevgisine değil aynı zamanda Tanrı ve doğa sevgisine de dayanıyordu. İnsanın cemalini (yüzünü) Hakk’ın cemali, gönlünü Hakk’ın evi bilen Hacı Bektâş-ı Veli, sadece insanların değil, hayvanların bile incinmesine ve onlara işkence yapılmasına karşıydı. İşte, Hacı Bektaş Velâyetnâme’sinden buna bir örnek: “Bir gün, Hacı Bektâş-ı Veli’nin dervişi olan Kal’acuk kadısı, yanına aldığı birçok muhiple birlikte Hz. Hünkâr’ı ziyaret etmeye giderler. ...Yolda, otlu, sazlı bir alana geldiler, gördüler ki orada bir bölük kara canavarı (domuz) yatmada. İçlerinden biri, üstlerine vardı, domuzlar kaçtılar, o adam, bir yavru yakaladı. Birinde bir çan varmış, domuzun boynuna takıp salıvermek istedi. Kadı, Gelin etmeyin, erenleri ziyarete gidiyoruz; bu, doğru bir iş değil. Hayvanlar, bunun sesini duyunca korkudan, kaçmadan kendilerini helâk ederler’ dediyse de dinletemedi. Yavrunun boynuna çanı taktılar. O, öbürlerine yetişeyim diye koştukça, çan sesinden ürken canavarlar kaçmaya koyuldular; adamlar da bunu görüp gülüştüler, yollarına revan oldular; vara vara Kırşehir’e geldiler. O sıralarda Hünkâr, Kırşehir’e gitmişti. Ahi Evren’le Gölpınarı’nda sohbet ediyordu. Bunlar da Hünkâr’ın orada olduğunu duyup geldiler, Hünkâr’ın elini, ayağını öptüler. Hünkâr, bunlara bakıp dedi ki: ‘O hayvancıklar, size ne yaptı da o yavruyu tutup boynuna çan takarak bırakırsınız; çanın sesini işiten hayvancıkların kimisi kaça kaça helâk oldu kimisi de ölüm hâline geldi. Ocak - Şubat 2012 Hakk’a giden hak uğrum hakkı için hiç bir yerde alnımız terlemedi, ancak o yavrucuğun ardından yetişip boynundan o çanı alıncıya dek alnımız terledi; işte o yavruya taktığınız çan." Hünkâr, çanı gösterince hepsi de şaşırdı, elini ayağını öperek özür dilediler. Erenler suçlarını bağışladı. Kadılıktan dönüp derviş olana da ‘senden’ dedi ‘dervişlik kokusu gelmede’. Derviş olanın, hiçbir yaratılmışa eziyet etmemesi gerekir.”[2] (Buna benzer bir menkıbe de Kayagusuz Abdal’ın, Abdal Mûsa ile buluşması ve ondan nasip almasıyla ilgili anlatılır).[3] Velâyetnamede her ne kadar Hacı Bektâş-ı Veli’nin Hoca Ahmed Yesevi’den emanetlerini aldığı ve Hacı Bektâş-ı Veli, onun çağdaşıymış gibi gösterilmekte ise de, aslında ikisinin yaşamı arasında aşağı yukarı bir asırlık fark vardır. Bu ilişki, sadece manevi anlamda kurulan bir ilişkidir. Bu anlamda Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî’nin manevi mürşididir. Hacı Bektâş-ı Veli’nin, Hoca Ahmed Yesevi Dergâhı’nda eğitim ve öğrenimini tamamladıktan sonra, Lokman Perende’den nasip ve emanetlerini alıp, o dönemin savaş ve kargaşa ortamında, günümüzde de barışın simgesi olan güvercin donuyla Rum ülkesine (Anadolu’ya) gelişi oldukça anlamlıdır. (Velâyetnamede her ne kadar Hacı Bektâş-ı Veli’nin Hoca Ahmed Yesevi’den emanetlerini aldığı ve Hacı Bektâş-ı Veli, onun çağdaşıymış gibi gösterilmekte ise de, aslında ikisinin yaşamı arasında aşağı yukarı bir asırlık fark vardır. Bu ilişki, sadece manevi anlamda kurulan bir ilişkidir. Bu anlamda Ahmed Yesevi, Hacı Bektâş-ı Veli’nin manevi mürşididir). Hacı Bektâş-ı Veli, barışın ve mazlumun simgesi güvercin donuyla Anadolu’ya ayak basarken, yırtıcı kuş doğan şekline girip, onu avlamak isteyen Hacı Doğrul’a şöyle seslenir: “Ey Doğrul! Er, erin üstüne böyle gelmez! Siz bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında. Eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık, onun şeklinde gelirdik! ”(...)[4] Evet, güvercin donunda, mazlum kılığında Anadolu’ya gelen ve mazlumun, yoksul Anadolu halkının safında yerini alan ve bir süre Amasya’da Baba İlyas ve Baba İshak’ın yanında hizmet veren Hacı Bektâş-ı Veli, daha sonra Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşti. Ocak - Şubat 2012 Velâyetnâme’de, Emir Cem Sultan adında, Sulucakarahöyük’ün güney tarafından büyük bir tekke kuran bir erden söz edilir. Bu Er, bir gün Hacı Bektâş-ı Veli’yi ziyarete gider; niyazlar yapılır, kurbanlar tığlanıp yenilir. Emir Cem Sultan, tekkesine döndükten sonra, dervişleri, Hacı Bektâş-ı Veli’nin nasıl bir er olduğunu sorarlar. Emir Cem Sultan, şu yanıtı verir: “Hünkâr, öyle bir denizdir ki, değme nesne onu bulandırmaz. ” (O) bir yoldaştır ki Yitirmeye kimse onu: Karanlıktır bilim üzre gidilmeyen yolun sonu. Ne olursa olsun Yeri: Yüreğinin ağırlığıncadır kişinin değeri. Durup bekleme yüzünün güzelleşmesini Davran biraz, silkin: İyi mi olsun karşındaki, Sen iyi ol ilkin. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu. Yalnız bilgelerdir, hem arı olan, hem arıtıcı olan. Düşünceyi, eylemi, sevgiyi siz, Tanrı’nın tadı biliniz. Güneştir tokmağı Gökyüzü bir davul, Gümler gece gündüz: Ara bul. ” Bir söz ki söyler işte Dağlar, taşlar bağra bağra: Ne ararsan, kendinde ara. (Fazıl Hüsnü Dağlarca; Hacı Bektâş-ı Veli’den İlkeler) · Okunacak en büyük kitap insandır. · Doğruluk dost kapısıdır. Doğruluk karargâhımızdır. · Dosttan gayrı dost aramak, fesâd-ı muhabbet ve butlanı (hükümsüz, boş) mârifettir. · Komşu hakkı, Allah hakkıdır. Komşu hakkına dokunulmaz; emanete hıyanet edilmez. · Göze nur gönülden gelir. · İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir; kemâli, işlerinin doğruluğundadır. Yani insanın ziyneti (süsü) ve güzelliği, sözlerinin iyiliğindedir; kemâli de işinin dürüstlüğündedir. · Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız. · Dini, dili, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir. · İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. · Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu. · Madde karanlığı, akıl nuru ile; cehâlet karanlığı, ilim nuru ile; nefis karanlığı, marifet nuru ile; gönül karanlığı aşk nuru ile aydınlanır. · Akıl aya, ilim yıldıza, marifet güneşe benzer. · Kadınları okutunuz. · İncinsen de incitme. · Düşmanınızın da insan olduğunu unutmayınız. · Kuvvetini zavallıya değil, zalime kullan. · Ara bul! · Her ne arar isen kendinden ara. · Düşünceyi, eylemi, sevgiyi siz, Tanrı’nın tadı biliniz. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 71 · Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur. · Yüreğinin ağırlığıncadır kişinin değeri. · İyi mi olsun karşındaki, sen iyi ol ilkin. · Yalnız bilgelerdir, hem arı olan, hem arıtıcı olan. · Marifet ehlinin ilk makamı edeptir. · Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme. · Nebiler, veliler insanlığa Allah’ın hediyesidir. · Eline, diline, beline sahip ol. · İnsanın olgunluğu, davranışlarının doğruluğundandır. · Delilsiz sözle gıyapta bulunma. Doğru yola gidene veli, eğri yolda gidene deli derler. · Asıl kör, nankörlüktür. İyiliğe karşı kötülük, hayvanlıktır. · İnsanoğlunun en büyük düşmanları yalancılık, nefsine düşkünlük, mal ve mevki hırsı, gıybet, edepsizlik, hıyanet ve Hakk’ı inkardır. · Namahreme bakma, hatır yıkma, başa kakma, dünya için kaygı çekme. · Biz, dile ve söze değil, öze ve hâle bakarız. · Ayağa kalkacaksan, bari hizmet için kalk. · Hamı pişiremezsen, bâri pişmişi ham etme. · Mürşidlik alıcılık değil, vericiliktir. · Bizim semahımız ilahî bir aşktır. · En büyük keramet çalışmaktır. · Çalışmadan geçinenler bizden değildir. · Özünle, sözünle, gözünle işinde ol. · Edep elbisenizi sırtınızdan ölünceye dek çıkartmayınız. · Bizim meclisimizin tarafı yoktur. · Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır. · Âlimin sohbeti, cahilin ibadetinden daha faydalıdır. · Âlimlere fikir lâzımdır, dervişlere zikir. Zira ki fikirsiz âlim, seraptır; zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır. · Fikirsiz âlim, Nuh’suz gemidir; zikirsiz derviş, ruhsuz kalbidir. Fikirsiz âlim, Tur’suz Mûsa’dır ve zikirsiz derviş, nursuz kandildir. · Fenalardan sakın, temizlerle ülfet (sohbet) et. Çünkü ülfet hem zehirdir hem panzehirdir. · Marifet güne (güneşe), akıl aya, ilim yıldıza benzer. Ve hem ay, gün doğar, dolanır; ilim okunur. · Eğer ilerlemek istiyorsan herkesin önüne atılma. · Merhem ve mum gibi ol, diken olma! · Hiç kimseden sana fenalık gelmesin istersen, fena özlü, fena düşünceli ve fena huylu olma! · Biz olduğumuz gibiyiz ve öyle de olacağız; iki âlemde, bugün de, yarın da. · Ol söz verme, öl sözünden dönme. Her tavlada boşanan, bizim tavlada yer bula; bizim tavladan boşanan, başka tavlada yer bulmaz ola. Gel ha gel, insan ol da öyle gel. · Dört şey, her şeyin en yazığıdır: 1. Güneşe karşı yanan ışık; 2. Görmeyen göze karşı güzel yüz; 3. Çorak toprağa karşı güzel yağmur; 4. Karnı toka karşı hoş bir yemek, ahmağa karşı hak sözü. · Beş şey mutluluğun delilidir: 1. Doğru sözlülük; 2. Güzel ameller; 3. Olgunlaşma için gösterilen çaba; 4. Helalından rızık arama; 5. Hâl ehli dervişlerle sohbet. · İçinde kibir, düşmanlık, cimrilik, kıskançlık, öfke, maskaralık gibi türlü şeytan işi olanlara ne yazık! · Kendini temizlemeyen başkasını temizleyemez. (Kendisi arı olmadan, başkasını arıtamaz). · İnsanoğluna kâfirden de büyük üç düşman vardır: Birincisi hava ve heves (nefsine düşkünlük), ikincisi dalalet ve kibir (sapkınlık ve kendini beğenmişlik), üçüncüsü yalancılık ve kalleşliktir. · Sen seni bilirsen yüzün Hüda’dır; sen seni bilmezsen, Hak senden cüdadır. Sevgi muhabbeti kaynar yanan ocağımızda Bülbüller şevkle gelir, gül açar bağımızda Hırslar, kinler yok olur aşkla meydanımızda Arslanlar, ceylanlar dosttur kucağımızda *** 72 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde *** Ağyar sohbetinin kökünü kazmak isterim Gönlümü yalnız dostun lisanına ağız yapmak isterim Dünya ve âhiret gamını gönülden çıkarmak isterim *** Dostumuzla beraber yanar kanarız Her nefeste aşk ile yaradanı anarız Erenler meydanına vahdet ile gir de gör Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız. *** İlim, irfan mürşittir karanlıkları koğar İnsanları cehâlet, gaflet bunaltıp boğar Gönüllerde parlayan o saadet güneşi Şark ile garptan değil, gerçek inançtan doğar Malım, mülküm, servetim hepsi evde kaldı Oğlum, kızım, akrabam geçtiğim yolda kaldı Dostlarımdan birisi benden hiç ayrılmadı Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı. *** Hak’tan emrolundu geldim cihana Gözüm açtım mail oldum ol burca Ârif oldum Hak kelâmın söyledim Elif kaddim dal yazmışam ol burca Konaktan bezirgân çıka göçünce Ne gündüzüm gündüz, ne gecem gece Bir burç vardır cümle burçlardan yüce Muhammed miraca çıkar ol burca Alnımıza yazıluptur yazılar Mürid olan mürşidini arzular Yer yüzünde yer kalmadı gaziler Arş yüzünden bir yol gider ol burca Gökten uçan Cebrail’dir, Huridir Bir gül vardır Muhammed’in nurudur Bir kapusu Şah-ı Merdan Ali’dir Elvan elvan nurlar çıkar ol burca Hacı Bektâş-ı Veli, arayıp bulmuşam Erenler deminde bir pay almışam Bir hakikat deryasına dalmışam Her gönülden bir yol gider ol burca. *** Hikmet arar isen özüne bir bak Arap’ta, Acem’de, Rum’da arama Hakikat nurunun aslı hakikat Aynada yansıyan nurda arama Özünü bilenler özrü silendir Turaplık rızayı teslim edendir Gerçek Abdal, Hakk’a hayran olandır Kibir ile gurur horda arama Aslolan göze nur gönülden gelir Sevgi muhabbette asuman erir Ebedi sevgiyi bu toprak verir Kudus, Arafat’ta, Tur’da arama Varlık ummanında göz ol da bak Vahdet ateşinde benliğini yak Ayağa kalkarsan hizmet için kalk Zulmedenden olup zorda arama DİPNOTLAR · Bu makale, kısaltılmış şekliyle Ali Duran Gülçiçek'ten alınmıştır. e-Mail: Ethnographia_Anatolica@web.de [1] Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz.: ATSIZ, H. N. 1985: 195-196; GIESE, F. 1929. [2] Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, GÖLPINARLI, 1958:53-54. [3] Bu menkıbede Alanya beyinin oğlu Gaybi Beg (Kaygusuz Abdal) ava çıkarken önüne bir ahu (geyik) çıkar, Gaybi geyiğe ok atar, geyik koltuğuna saplanan okla kaçar, Gaybi de ardına düşer... Dağlar, vadiler nihayet bir sahraya inerler, yaralı geyik bir asithane kapısından içeri girer, Gaybi de arkasından dergâha girer, der-vişlere geyiği sorar... Dergâhın mürşidi Abdal Mûsa Gaybi’ye: “O oku görünce tanır mısın?” diye sorar. Gaybi: “Tanırım sultanım!” diye yanıt verince, Abdal Mûsa: “Bak şimdi, gör okunu.” der ve koltuğuna saplanan oku çıkartıp Gaybi’nin önüne koyar. Meğer geyik şekline giren Abdal Mûsa imiş. Pişmanlık duyup kendisinde özür dileyen ve dergâhına alınmasını isteyen Gaybi’ye Abdal Mûsa şöyle der: “Dergâhımızda, itizar ehline lutf u ihsân kapısı her zaman açıktır. Biz geçdik suçundan, bir daha böyle etmeyesin, her gördüğün cana ok atmayasın... ” (Geniş bilgi için bk. GÜZEL, A. 1983: 8 vd.). [4]Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, GÖLPINARLI, 1958:14-19. Hacı Bektâş-ı Veli Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 73 “İnsanoğlunun en büyük düşmanları; yalancılık, nefsine düşkünlük, mal ve mevki hırsı, gıybet, edepsizlik, hıyanet ve Hakk’ı inkardır.” Hacı Bektâş-ı Veli HACI BEKTÂŞ - I VELÎ KÜLLİYESİ Bektaşîliğin “pîr evi” olan bu külliyenin tarihî gelişimi oldukça karmaşık bir yapı arzetmektedir. XIII. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın İlk çeyreğine kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içinde teşekkülünü tamamlayan bu yapı topluluğu, he men bütün unsurları ile günümüze intikal edebilen nâdir tarikat külliyelerinden biri olarak Türk mimari tarihinde önemli bir yer işgal eder. Buna rağmen külliyenin bazı birimlerinin inşa tarihleri, banilerinin kimliği ve zaman içinde geçirdikleri değişimler yeterince aydınlatılmamıştır. Külliyenin gelişimini Bektaşîliğin tarihçesindeki dört ana devre içinde incelemek mümkündür. 1- Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’e Yerleşmesinden Balım Sultan’ın Postnişin olmasına Kadar Geçen Devre (XIII. yüzyıl ortaları-XVI. yüzyılın başı): Hacı Bektâş-ı Velî’nin, mürşidi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin öldürülmesinden sonra o zamanki adı Sulucakarahöyük olan Hacıbektaş’a gelerek burada kendi adına bir zaviye kurduğu bilinmektedir. Özellikle yabancı yazarlar, külliyenin Aziz Haraimlambas (Charalambos) Manastırı’nın ye rinde kurulduğunu ileri sürerse de bunun doğruluğu tespit edilememiştir. Bu görüşler, XVIII ve XIX. yüzyıllarda buraya uğrayan yabancı seyyahların Hacı Bektâş-ı Velî’nin türbesinin Müslümanların yanı sıra yerli Hıristiyanlar tarafından da ziyaret edildiğini ve türbeyi Aziz Haraiambas’un makamı olarak telakki ettiklerini nakletmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Müslüman Türkler tarafından fethedilen Hıristiyan topraklarında, özellikle halk üzerinde büyük manevî nüfuzu olan velîlerin türbelerinde ve tekkelerinde bu gibi devamlılıklara sıkça rastlanır. Çok defa bu devamlılığın altında, söz konusu velî lerin bölgenin fethine ve Müslümanlaştırılmasına fiilen katkıda bulunmaları, tekke veya zaviyelerini bilhassa yerli halkın ziyaretgâhları üzerinde tesis etmeleri gibi gelenekleşmiş uygulamalar yatmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin zaviyesini Anadolu’da Ortodoks mistisizminin en yoğun bi- Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271 ?) türbesi etrafında teşekkül eden külliye. 74 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 çimde yaşandığı Kapadokya bölgesinde Bizans dönemine ait bir manastır kalıntısının üzerinde kurmuş olması bu bakımdan muhtemel görünmektedir. Ancak külliyede Bizans mimarisinin özelliklerini yansıtan herhangi bir mekâna rast lanmadığı gibi Hacıbektaş ilçesine dair arkeolojik araştırmalar da henüz bu hususu kanıtlayacak düzeyde bulunmamaktadır. Başlangıçta mütevazı bir kuruluş olduğu tahmin edilen ilk zaviyeden günümüze intikal eden tek unsur. Hacı Bektâş-ı Velî tarafından kullanıldığı rivayet edilen ve mimari özellikleri de bu rivayete uygun düşen Kızılca Halvet adındaki halvethânedir. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin güney duvarına bitişik olan bu halvethâne ile türbeyi külliyenin çekirdeği olarak kabul etmek gerekir. Bir zaviye yalnızca halvethâneden ibaret olamayacağına göre vaktiyle bunun çevresinde ibadet, sohbet, barınma ve iaşe ihtiyaçlarına cevap veren birtakım birimlerin bulunduğu kesindir. Ancak Kızılca Halvet dışında ilk zaviyenin mimari özellikleri tesbit edilememektedir. Gerek tasarımı ile gerekse girişinde ve külahının eteğinde görülen taş süslemeleriyle tamamen Selçuklu üslûbunu yansıtan Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin, pirin vefatından az sonra XIII. yüzyılın son çeyreğinin başlarında inşa edildiği söylene bilir. Türbenin girişindeki kemerin üstünde yer alan stilize edilmiş çift başlı kartal kabartması Selçuklu üslûbunu pekiştiren bir unsur kabul edilebilir. Peygamberlerle şehitlerin vefat ettikleri yerde defnedilmeleri yanında bazı rivayetlere dayanan ve daha çok tarikat ehli tarafından benimsenen, kişinin yaşadığı veya öldüğü mekâna defnedilmesi geleneği dikkate alınarak Kızılca Halvet’in kuzey yönünde türbenin mevcut olduğu yerde Hacı Bektâş-ı Velî’nin ikamet ettiği bir hücrenin bulunduğu ileri sürülebilir. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin doğu duvarına bitişik olan ve Kırklar Meydanı’na açılan Resul Bâlî’nin (ö. 677/1278-79 [?]) kümbeti de külliyenin en eski birimlerinden olmalıdır. Remzi Gürses, Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifelerinden Resul Bâlî’ye ait sandukanın “müteharrik” olduğunu, bunun altında dikdörtgen planlı bir mumyalığın içinde mumyalanmış bir cesetle cesedin ayak ucunda 677 (1278-79) tarihli bir şâhideyi gördüğünü bildirmektedir. Diğer taraftan Kızılca Halvet ile türbenin batısında, bu iki birim boyunca uzanarak kuzeydeki Kırklar Meydanı’na geçit veren dikdörtgen planlı mekânın dış kapısında da çift başlı kartal kabartması yer alır. Ancak bu kapı. oranları ve taş süsleme ayrıntıları ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ne göre daha geç tarihli olduğunu belli etmektedir. Kapının Selçuklu hanedanının kesin olarak çökmesinden (1308) az önceye veya Karamanoğulları’nın Ocak - Şubat 2012 erken dönemine (XIV. yüzyılın ilk yarısına) ait olması muhtemel görünmektedir. Söz konusu kapı ile girilen bu mekânın sağında (doğu) Kızılca Halvet, solunda ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifele rinden olduğu rivayet edilen Güvenç Abdal’ın kümbeti bulunur. Aynı mekânın kuzeyinde Kırklar Meydanı’na açılan kapı Osmanlı dönemine aittir. Üzerindeki kitabede bugünkü Kırklar Meydanı’nın 960 (1553) yılında inşa edildiği belirtilmektedir. Külliyenin İkinci avlusunda batı yönündeki kanadın merkezinde yer alan ve Bektaşî erkânında çok önemli bir yeri olan meydan evinin kapısı üzerinde külliyenin en eski tarihli kitabesi bulunmaktadır. Oldukça kötü bir hatla ve girift bir istifle yazılmış bu Arapça mensur kitabe araştırmacılar tarafından değişik şekillerde okunmuştur. Bunların içinde en çok güven telkin eden Halim Baki Kunter’e göre kitabenin tercümesi şöyledir: “Bu imareti meşâyihin meliki, evliya soyu olan Ahî Murad -devleti dâim olsun- yedi yüz altmış dokuz senesi Ramazanının arifesinde yaptırdı”. Kunter de dahil olmak üzere birçok araştırmacı burada “Ahî Murad” olarak anılan baninin, kitabenin verdiği 769 (1367-68) yılında Osmanlı tahtında bulunan 1. Murad Hüdâvendigâr olduğunu iddia etmiştir, 1. Murad’ın fütüvvet ehli (ahî) olması, Anîler ile XIV. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Veli Zâviyesi’ne bağlı olan Rum abdalları arasındaki ilişkiler ve ayrıca kitabe- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 75 de baninin adından sonra gelen “dâme devletühû” ibaresi bu görüşü desteklemektedir. Ancak 1. Murad’ın, o tarihte Osmanlı sınırları dışında, Anadolu’daki en zorlu rakibi Karamanoğulları’nın topraklarında bulunan bir zaviyede kendi adına imar faaliyetinde bulunması garip görünmektedir. Bu dönemde Karamanoğlu tahtında 1. Murad’ın damadı I. Alâeddin Ali Bey bulunmaktadır. Kitabede geçen “sülâletü’l-evliyâ” tabiri 1. Murad’ın, Hacı Bektâş-ı Velî gibi Vefâî-Babaî kökenli olan Şeyh Edebâli’nin soyundan gelmesiyle açıklanabilirse de “me-likü’lmeşâyih” terkibine mâkul bir açıklama getirilememektedir. Ne kadar mütevazı olursa olsun bir Osmanlı sultanının yaptırdığı binanın kitabesinde kendisinden “Ahî Murad” şeklinde söz ettirmesi de pek alışılmış bir uygulama değildir. Bununla birlikte meydan evinin 769 (1367-68) yılında I. Murad tarafından yap tırıldığını kabul etmek şimdilik en doğrusu olmalıdır. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Bektaşîliğin teşekkül devresi” olarak tanımladığı Hacı Bektâş-ı Velî’nin vefatını takip eden dönemde ve özellikle XIV. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Velî kültü ve bu kültün kaynağı olan zaviye Anadolu’nun tasavvuf hayatında giderek önemli bir merkez hâline gelmiş; Yeseviyye, Vefâiyye, Kalenderiyye. Haydariyye gibi çeşitli tarikatlara bağlı olan Rum abdalları ile Batı Anadolu’da, Rumeli’de fetih ve kolonizasyon faaliyetlerinin başını çeken Rum gazilerinin tâbi 76 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi oldukları önemli bir tarikat merkezi niteliğine bürünmüştür. Bu gelişmelerin zaviyenin mimari tekâmülüne de yansıdığını kabul etmek gerekir. Böylece XIV. yüzyılın başlarında veya ilk yansında Kızılca Halvet’in, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerinin yanı sıra büyük bir ihtimalle bugünkü Kırklar Meydanı’nın işgal ettiği alanı da kapsayan eskisinden daha geniş bir yapı topluluğunun inşa edildiği anlaşılmaktadır. Çok sayıda ziyaretçisi olan bir tarikat tesisinin mimari programı ve fonksiyon şeması göz önüne alındığında, külliyenin günümüzde arzettiği üç avlulu yerleşimin bu gelişme sırasında şekillendiğini tahmin etmek mümkündür. Nitekim en azından ikinci avlunun XIV. yüzyılın ikinci yansında teşekkül ettiği, burada bulunan 769 (1367-68) tarihli meydan evinin varlığı ile ortaya çıkmaktadır. İkinci avluyu kuşatan kiler evi, aşevi, ekmek evi vb. diğer birimlerin yerinde de yaklaşık aynı İhtiyaçları karşılayan yapıların tasarlandığı söylenebilir. 2. Balım Sultan’ın Postnişin Olmasın dan Bektaşîliğin Lağvedildiği Tarihe Kadar Geçen Devre (15011826): Bektaşîliğin ikinci pîri olarak kabul Ocak - Şubat 2012 edilen ve 907 (1501) yılında II. Bayezid’in desteğiyle Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi’nin meşihatını üstlenen Balım Sultan, zaviyenin manevî nüfuzu altındaki yan bağımsız derviş taifelerini belirli bir erkân ve merkeziyetçi bir idare çerçevesinde teşkil atlandırm ıştır. Balım Sultan’ın meşihatını takip eden yüzyıllarda pîr evinin sahip olduğu iktisadî gücü göstermek bakımından çoğu Anadolu’da ve Rumeli’de olmak üzere 362 civarında köyün, çevrelerindeki on binlerce dönüm tarım arazisiyle birlikte bu te sise vakfedilmiş olduğunu hatırlatmak yeterlidir. Bunların yanı sıra Hacıbektaş yakınlarındaki Tuzköy’de bulunan ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin bir kerameti sonucunda bulunduğu rivayet edilen kaya tuzu madeninin geliri de pîr evine aitti. Ayrıca pîr evinin çevresinde, dervişler tarafından işlenen geniş vakıf arazilerindeki bostanlarla meyve ve çiçek bahçelerinin de önemli bir gelir kaynağı teşkil ettiği bilinmek tedir. Diğer taraftan Bektaşîliğe bağlı devlet ricali. Yeniçeri Ocağı ileri gelenleri, zengin arazi sahipleri ve tacirler de yaptıkları bağışlarla bu gelire katkıda bulunmaktaydı. Mevlevîliğin merkezi olan Konya Mevlânâ Külliyesi’nde olduğu gibi Bekta şîlikte de bütün bu vakıf gayri menkullerin gelirleri pîr evinde toplanmakta, burada postnişin olan ve Bektaşîliğin reisi kabul edilen dedebabanın tasarrufu altında pîr evine bağlı zaviyelere ihtiyaçları ölçüsünde bölüştürülmekteydi. Balım Sultan’ın ikinci pîr olarak tarikatı şekillendirmesi ve “mücerredlik erkânını” tesis etmesinden sonra Bektaşîliğin bünyesinde, aralarında günümüze kadar süren bir rekabetin gözlendiği iki kol ortaya çıkmıştır. Mücerred babaların tasarrufundaki tekkelerin mensupları pîr evindeki dedebabayı; çoğunluğunu köylülerin ve göçebelerin meydana getirdiği Anadolu Alevîliği’ne bağlı Bektaşîler ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin neslinden geldiklerini iddia eden ve pîr evinin dışındaki konaklarında ikamet eden çelebileri tarikatın gerçek reisi olarak tanımaktaydı. Kümbetinin kitabesinde Balım Sultan’dan tarihî gerçeklere aykırı olarak Hacı Bektâş-ı Velî’nin torunu diye söz edilmesi, büyük bir ihtimalle Balım Sultan’ı bütün Bektaşîler’in gözünde meşrulaştırma gayretinden kaynaklanmaktadır. Bazı müellifler, mescidin yerinde Ak Cennet olarak anılan bir meydanın bulunduğunu, burada yeniçerilerin sefere çıktıklarında veya İstanbul’dan pîr evini ziyarete geldiklerinde tö- Ocak - Şubat 2012 renlerin yapıldığını, mescidin ise 11. Mahmud tarafından; Bektaşîliğin ilgası ve tekkenin Nakşibendiyye tarikatına devredilmesi üzerine şey hülislâmlık makamının ısrarıyla 1250’de (1834-35) inşa ettirildiğini ileri sürmüşlerdir. Günümüzde büyük ölçüde kabul görmekle birlikte bu iddia tamamen yanlıştır. Çünkü mescidin tasarımı, basık oranları, özellikle de ayrıntıları, Osmanlı mimarisinin henüz klasik üslûbun tam olarak teşekkül etmediği devresine, yani Mimar Sinan’ın Hassa başmimarlığı döneminden (1538-1588) öncesine aittir. Ayrıca mihrabı, basık köşe trompları ve üç merkezli kemeriyle, uzun süre Memluk Devleti’ne tâbi olan ve Memluk sanatının etkisinde kalan Dulkadıroğulları’nın bazı camilerindeki mihrapları andırmakta, mescidin önündeki son cemaat revakı ile Balım Sultan Kümbeti’nin girişindeki revakın aynı mimarın eseri olduğu ise ilk bakışta farkedilmektedir. Nitekim külliyeyi, tekkelerin kapatılması ile (1925) onarımın başlaması (1958) arasındaki dönemde 1948’de ziyaret etmiş olan Cevat Hakkı Tarım, “Aşevinin yanındaki Cuma Camii’nin kitabesi” başlığı altında günümüzde yerinde bulunmayan ve düzeltilerek aktarılan şu metni vermektedir: Benâ hâze’l-mescid fî eyyâmi sultâni’l-a’zam Selim Şâh bin Bâyezîd Hân Ali bin Şehsuvâr Bek fî sene 926” (bu mescidi Şehsuvar Bey oğlu Ali. Bayezid Han oğlu, ulu sultan Selim Şah zamanında 926 yılında yaptırdı). Ayrıca ikinci avlunun doğu revakında girişten (güney) itibaren birinci ve ikinci kemerin arasında ziyaretçilere hitaben kaleme alınmış 951 (1544-45) tarihli. “Ey günahkâr örtün yüzü kara / Ne yüzle hazrete karşı vara” beyti dikkati çek mektedir. Mermer bir levha üzerinde yer alan bu beytin sonradan buraya konmuş olması muhtemeldir. Ancak ikinci avluda, gerek doğu gerekse batı yönündeki revakların tasarımı ve basık oran- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 77 lan, bu tarihten daha sonraya ait olmalarına pek ihtimal bırakmamaktadır. Kırklar Meydanı ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ni barındıran yapının girişindeki üç kemerli revak da bunlarla aynı yıllara ait olmalıdır. Kitabelerin işaret ettiği önemli husus, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Rumeli’de gâziyân-ı Rûm geleneğini sürdüren akıncı beylerinin Hacı Bektâş-ı Velî’ye olan bağlılıklarını devam ettirmeleridir. Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi’nin XVI. yüzyı lın üçüncü çeyreği içinde yaklaşık olarak bugünkü şeklini aldığı söylenebilir. Külliyenin XVI. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli onarımlar geçirdiği anlaşılmaktadır. 3. Bektaşiliğin Lağvedilmesinden Tekkelerin Kapatılmasına Kadar Geçen Devre (1826-1925): II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşîlik de lağvedilince, “kadîm” addedilerek yıktırılmayan diğer Bektaşî tekkeleri gibi pîr evi de Nakşibendiyye tarikatına devredilmiştir. V. Cuinet, XIX. yüzyılın sonlarında pîr evine bağlı 362 vakıf köyünden birçoğunu devletin çeşitli bahanelerle müsadere etmesi sonucunda ancak kırk iki tanesinin kaldığını, bunlardan elde edilen gelirin dedebaba ve çelebi efendi arasında paylaştırıldığını, pîr evinin çevresindeki çiftliklerin gelirinin yanı sıra Düyûn-i Umûmiyye İdaresi’nin işlettiği tuz madeninden pîr evine yılda 1435 kg. tuz verildiğini bildirmektedir. F. W. Hasluck, tekkelerin son döneminde pîr evinin yıllık gelirini yaklaşık 60.000 sterlin olarak belirtmiştir. Bu dönemde pîr evi, eski zenginliğini epeyce kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ Osmanlı dünyasının en itibarlı tari kat merkezlerinden biriydi. Bektaşiliğin lağvedilmesinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi’ni meydana getiren birimler birçok onarım geçirmiş, ayrıca külliyenin birimleri arasına bazı yeni unsurlar da katılmıştır. 4, Tekkelerin Kapatılmasından Külliyenin Müzeye Dönüştürülmesine Kadar Geçen Devre (1925–1964). Tekkelerin ve türbelerin kapatılmasından sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi bir müddet Numune Ziraat Okulu olarak kullanılmış, tekke eşyasından bazıları derviş odaların- da korumaya alınmış, bazıları da Vakıflar Genel Müdürlüğüne teslim edilmiştir. Bu sırada Maarif Vekâleti Âsâr-ı Atîka ve Hars müdürü olan H. Zübeyir Koşay’ın gayretleriyle tekkedeki eşyalar dağılmaktan kurtarılmış, bunlar arasında sanat değeri olanlar envanterleri yapılarak önce An kara Kalesi’ndeki bir depoya, Ankara Etnografya Müzesi’nin kurulması üzerine de bu müzeye taşınmıştır. Bu arada şahıslara intikal eden bazı eşya satın alınarak müstakbel müzenin koleksiyonu tamamlanmaya çalışılmış, diğer taraftan külliyenin derviş odalarında bulunan, içlerinde Bektaşîliğin tarihine ilişkin önemli kaynakların yer aldığı kitaplar da kütüphaneler genel müdürü H. Fehmi Turgal tarafından tasnif edilerek Millî Kütüphane’ye intikal ettirilmiştir. Külliye’de Bulunan Yerleşim Alanları: Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi, eski Türk saraylarında gözlenen üç avlulu bir yerleşim düzeni gösterir. Külliyenin barındırdığı birimler, sahip oldukları fonksiyonlara uygun biçimde bu avluların çevresine yerleştirilmiştir. İç düzenine âdeta askerî bir disiplinin hâkim olduğu pîr evinde her ihtiyaç için bir birim düşünülmüş, bu birimlere Bektaşîliğe has terminolojiye uyularak “mihman 78 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 evi, at evi, ekmek evi” gibi isimler verilmiştir. Kendi içinde birer “ocak” şeklinde teşkilâtlanmış olan bu birimlerin başında “mihman evi babası, at evi babası, ekmek evi babası” diye anılan bir “baba” ile bunun maiyetinde dervişler faaliyet göstermekte, bütün babalar pîr evinde postnişin olan dedebabaya tâbi bulunmaktaydı. Bektaşîliğe intisap etmek isteyen derviş adayları önce Hacıbektaş civarındaki pîr evine bağlı Hanbağı ve Dedebağı çiftliklerinde hizmet ederler, burada ilk sınamaları geçebilirlerse at evinden başlamak üzere pîr evindeki hizmetlerine yükselebilirlerdi. Kuzey-güney doğrultusunda uzanan ve farklı eksenlere sahip olan bu üç avludan güneyde yer alan ilki Nadar Avlusu adıyla anılır. Buraya güney yönündeki Çatal Kapı’dan girilmektedir. Uzaktan gelen birçok ziyaretçinin ağırlandığı bu külliyede Nadar Avlusu, yolcuların ihtiyaçlarına cevap veren bölümlerin yanı sıra bazı servis birimleriyle kuşatılmıştı. Aslında Çatal Kapı’nın batısında misafirlerin barındığı eski mihman evi, doğusunda eski at evi yer almaktaydı. At evinin dışa bakan cephesinde zemin katta dükkânlar sıralanmakta, bunların arkasında ahırlar ve çevredeki vakıf çiftliklerde kullanılan tarım aletleri için ardiyeler, üst katta at evi babasına ve dervişlerine ait odalar bulunmaktaydı. Nadar Avlusu’nu kuzey yönünde sınırlayan duvarda Dergâh Avlusu (Meydan Avlusu) adındaki ikinci avluya açılan Üçler Kapısı, bu kapının ardında da Meydan Havuzu yer almaktadır. Dergâh Avlusu yanlardan (doğu ve batı yönlerinden) sivri kemerli revaklarla kuşatılmış, gerek ibadete gerekse külliyenin ve Bektaşîliğin yönetimine ilişkin çeşitli birimler iki grup halinde bu revakların gerisine yerleştirilmiştir. Batıdaki grubun çekirdeği meydan evi ile buna bağlı muhabbet divanına, güneyi mihman evi ile çamaşır evine, kuzeyi ise kiler evine tahsis edilmiştir. Kiler evinin içinden geçilen ve avlunun kuzeybatı köşesinde bir çıkıntı teşkil eden mekân dedebabanın kışlık odasıdır. Bu oda ile kiler evinin üst katında külliyenin bütününe hâkim olan dedebaba köşkü yer alır. Doğudaki kanatta İse güneyden kuzeye doğru Arslanlı Çeşme, bunun üzerinde Aşevi Köşkü, aşevi ve mescid sıralanmaktadır. Dergâh Avlusu’nda bulunan meydan evi, Bektaşîlikteki on iki âyinden “bahçeden gül koklama” denilen ilk altısının icra edildiği mekândır. Burada yer alan ve birinci avludakine göre çok daha küçük kapsamlı olan mihman evi daha ziyade bir müracaat yeri olduğu gibi burada hatırlı ziyaretçilerin misafir edildiği tahmin edilmektedir. Doğrudan dedebabanın denetiminde bulunan kiler teşbihler, buhurdanlar, çerağlar, teberler, nefirler, keşküller, teslim taşlan gibi önemli tarikat eşyasının. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ne ait anah- Ocak - Şubat 2012 tarların muhafaza edildiği, türbedarlık hizmetinin yanı sıra pîr evinin muhasebe ve levazım işlerini üstlenmiş olan birimdi. Pîr evinin ana mutfağı olan aşevi külliyenin en önemli birimlerindendir. Dergâh Avlusu’nun güneydoğu köşesinde revakın dibinde Arslanlı Çeşme, bunun üzerinde de Aşevi Köşkü yer alır. Dergâh Avlusu’nun kuzeyinde mescid ile dedebabanın kışlık odasının arasında yer alan Altılar Kapısı’ndan külliyenin manevî bakımdan en önemli birimlerini barındıran üçüncü avluya geçilmektedir. Bu arada Hacıbektaş’ın içinde ve yakın çevresinde Bektaş Efendi Türbesi, Balım Evi (KadıncıkAna Evi), Akpınar Çeşmesi, Dede Pınarı, Zemzem Çeşmesi, Kara Höyük, Hırka dağı, Bey Döndü alanı, Balım Buğdayı alanı, Dedebağı, Hanbağı, Çilehâne, Beş Taşlar (Şâhid taşı), Selâm Kaya, At Kaya, Delikli Taş, Minder Kaya, KuIunç Kaya gibi bir kısmı fonksiyon açısından külliye ile bağlantılı, bir kısmı da Hacı Bektâş-ı Velî'ye ilişkin menkıbelerin hâtırasını yaşatan çeşitli yapılar, makamlar ve tabii âbideler bulunmaktadır. Külliye içinde bulunan alanlar kısaca; Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, Cümle Kapısı, Çatal Kapı, Üçler Çeşmesi, Üçler Kapısı ve Meydan Havuzu, Dergâh Avlusu, Dedebaba Köşkü Arslanlı, Balım Sultan Kümbeti, Resul Bâ-lî ve Güvenç Abdal Kümbetlerin, Kızılca Halvet’i, Kırklar Meydanı, hazîre, Aşevi, mescid, kiler evi, ekmek evi gibi bölümler bulunmaktadır. Günümüzde Kırklar Meydanı’nda Bektaşîlikle ilgili çeşitli tekke eşyası teşhir edilmekte, âyinler sırasında uyandırılan ünlü “kırk budak şamdanı” da özgün yerinde doğudaki sekinin ortasında Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 79 durmaktadır. Kırklar Meydanı’nın duvarlarında görülen kalem işleri, Cumhuriyet dönemi onarımı sırasında XV ve XVI. yüzyıllara ait kalem işlerinin motifleri kullanılarak yapılmıştır. Binanın giriş bölümlerinde. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nde, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerinde bulunan kalem işleri de aynı özelliktedir. Kalem işleri son derecede özenli bir işçiliğe sahiptir ve iyi kötü yapının üslûbu ile uyum sağlamaktadır. Gerek asıl Kırklar Meydanını oluşturan birimlerin gerekse doğu ve batıdaki sekilerin tavanları süslü çıtalarla dikdörtgenlere bölünerek “çubuklu tavan” denilen türde tasarlanmış, her tavanın or tasına bir adet sekiz dilimli ahşap kubbe konmuştur. Bu tavanlarla kubbelerin ayrıntıları binanın girişinde görülenlerin aynısıdır. Her ne kadar daha sonra yenilendikleri ayrıntılarından belli olmaktaysa da çatı altında gizlenmiş bu tür ahşap kubbelere XVI. yüzyılda özellikle cami-tekke türünde yapılarda rastlanmaktadır. muştur. Bu kapının “gök eşik” olarak adlandırılan eşiği kutlu sayılmakta ve üzerine asla basılmadan niyaz edilerek atlanmaktadır. Her ne kadar mimari özellikleri bakımından tam bir Selçuklu kümbeti ise de altında bir cenazeliğin bulunduğu kesin olarak bilinmediğinden Hacı Bektâş-ı Velî’nin gömülü olduğu yapıyı türbe olarak adlandırmak daha doğrudur. Kare planlı (4,50 x 4,50 m.) yapının kuzey duvarında Kırklar Meydanı’na açılan kapı, güney duvarında bir pencere bulunmaktadır. Yerden S.50 m. yükseklikten başlayan üçgen pandantiflerle kare alt yapıdan sekizgene geçilmekte, sekizgenin üzerine kubbe oturmaktadır. Kubbeyi örten sekizgen prizma biçimindeki kurşun kaplı külah ahşaptır. Türbenin Rum asıllı bir ustanın elinden çıktığı ve kubbesinin I. Murad tarafından yaptırıldığı yolunda kanıtlanması mümkün olmayan rivayetler vardır. Türkiye’nin en çok ziyaret edilen velî türbelerinden bu mekânda yalnızca Hacı Bektâş-ı Velî’ye ait bir ahşap sanduka yer almaktadır. Kaynaklar: -Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt, s. 459-- 472, İatanbul 1996. Fotoğraflar: Nuray Özener Selçuklu dönemine ait mermer kapının dış çerçevesi geçmeli rûmîlerden meydana gelmekte, bunu iki zencirek kuşağı ile geometrik geçmeli bir kuşak takip etmektedir. Girift bir kompozisyona sahip olan birinci zencireğin arasında sağda üç adet balık motifi yer alır. Basık kemerli kapıyı taçlandıran mukarnaslı kavsara ile dikdörtgen çerçevenin arasına iki adet gülce yerleştirilmiştir. Kemerin üzeri taştan külçeler, kilit taşı da rûmîlerle süslüdür. Kilit taşının üzerinde stilize edilmiş çift başlı kartal kabartması dikkati çeker. Kapının açıklığı iki sıra zencirekle kuşatılmış, sövelerin takozlarına ikişer güvercin kabartması kondurul- 80 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 HACI BEKTÂŞ VİLÂYETNAMESİ Sevgi muhabbeti yanar ocağımızda, Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda, Hırslar kinler yok olur, aşkla meydanımızda Aslanlar ceylanlar dosttur kucağımızda. Hacı Bektâş-ı Veli Diğer tarikat çevrelerinde meydana ge tirilen benzeri menâkıbnâmelerden farklı olarak Bektaşî geleneğinde daha çok vilâyetnâme veya velâyetnâme diye adlandırılan ve hemen hepsi Bektaşîliğin ortaya çıktığı XV. yüzyılın son çeyreğiyle XVI. yüzyıl başları arasında yazıya geçirilmiş bulunan bir seri Bektaşî menâkıbnâmesinin en tanınmışıdır. Bu tanınmışlık, ilk planda tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatına hasredilmiş olmasından ve bu sebeple de bir çeşit kutsallık kazanarak çok okunmasından ileri gelmektedir. Diğer vilâyetnâmeler içinde en fazla yazma nüshası bulunanı ve bazen yalnızca Vilâyemâme adıyla kastedileni de bu eserdir. Hacı Bektâş Vilâyetnâmesi’nin [Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî) Türkiye’de ve Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphanelerde değişik zamanlarda istinsah edilmiş nüshaları bulunduğu gibi Anadolu’dan Balkanlar’a kadar Bektaşîliğin yayıldığı alan larda hususi ellerde de birçok nüshası vardır. Ancak bunların içinde yazarının kaleminden çıkmış veya yazıldığı döneme ait (1481 -XVI. yüzyıl) bir nüshaya henüz rastlanmamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı’nın kütüphanesinde mevcut, XVI. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen manzum Vilayetnâme dışındaki nüshaların hemen hepsi XVII. yüzyılda ve sonrasında Bektaşî tekkelerindeki dervişler tarafından istinsah edilmiştir. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, XX. yüzyılın başından beri Bektaşîlik araştırmalarına paralel olarak ilk elde dikkati çeken kaynak olmuş ve Georg Jakob’dan itibaren pek çok araştırmacı eser üzerinde çalışmıştır. Eserin mensur, manzum veya karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır. Hangi tipin ilk yazılışın ürünü olduğu veya her birinin değişik yazılışları mı temsil ettiği, ayrıca yazarı ve telif tarihi gibi konular henüz aydınlığa kavuşmamıştır. Eric Gross’tan Bedri Noyan’a kadar eserin bütün na şirleri ve Bektaşîlik üzerine çalışan araştırmacılar, mensur ve manzum nüshaların yazarı olarak ayrı Ocak - Şubat 2012 ayrı Sûfî Derviş mahlası ile bilinen Mûsâ b. Ali’yi ve XV. yüzyılın sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında yaşamış olan Firdevsî-i Tavîl’i (Uzun Firdevsî) kabul etmişlerdir. Bazı araştırmacılar da her iki tip vilâyetnâmenin yazarının Uzun Firdevsî olduğu üzerinde birleşmiştir. Nitekim nüshaların karşılaştırılması da bu görüşü teyit etmektedir. Çünkü bunlarda, değişik zamanlarda yapılan istinsahlar sebebiyle ortaya çıkan kelime değişiklikleri, bazı kısımların birkaçında özetlenmiş olması ve bölümler arası bazı takdim ve tehirlerin bulunması dışında önemli bir farklılık görülmemektedir. Hacı Bektâş Vilâyetnâmesi’n’in yazılış tarihi konusunda çeşitli tahminler yürütülmekle birlikte eserin muhtevasına bakıldığı zaman Abdülbaki Gölpınarlı’nın 1481-1501 arasında yazılmış olabileceği şeklindeki tahmini büyük ölçüde geçerlilik kazanmaktadır. Nitekim bazı parçaların muhtevası, bahsedilen veya atıfta bulunulan birtakım olaylar, çeşitli yer isimleri ve ayrıca birçok nüshada II. Bayezid’den yaşayan bir hükümdar olarak söz edilmesi Gölpınarlı’nın haklılığını ortaya koymaktadır. Öte yandan Vilâyetnâme’nin, Hacı Bektaş’ın halifesi olarak kabul edilen Hacım Sultan’a dair vilâyetnâmeden daha sonra yazıldığı kesindir. Çünkü bu eserde Ahmed Yesevî’ye ait Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 81 kısımlar Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi ‘ndekinden daha geniştir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın halifelerinden söz eden metinde Hacım Sultan’la ilgili bölümün Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nden özetlendiği anlaşılmaktadır. Eser dikkatle incelendiğinde, kökü Orta Asya’da Ahmed Yesevî dönemine kadar uzanan şifahî rivayetlerin yanı sıra çoğu günümüze ulaşmayan Menâkıb-ı Höce Ahmed-i Yesevî, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı Hayranı gibi bazı menâkıb mecmualarının da kaynak olarak kullanıldığı, yazarın sözü edilen şifahî menkıbe ve rivayetleri çok iyi tanıyan bir çevreye mensup olduğu anlaşılır. Vilâyetnâme, Hacı Bektaş’ın İmam Ali er-Rızâ’nın soyundan bir seyyid ailesinin oğlu olarak dünyaya gelişini, Horasan’daki çocukluk ve tahsil devresini, Ahmed Yesevî’ye intisabını, onun yanındaki hayatını. Anadolu’ya gönderilişini anlatarak başlar. Daha sonra hacca gidişi, oradan dönüşte Sulucakarahöyük köyüne (bugünkü Hacıbektaş kazası) yerleşerek burada dergâhını kurmasını, çevredeki Türkmenler ve gayrimüslimler arasındaki faaliyetlerini, dönemin siyasî otoriteleri ve diğer sûfîlerle ahîler ve medrese mensuplarıyla münasebetlerini hikâye eder. Hacı Bektaş’ın vefatını da anlattıktan sonra halifelerinin gittikleri yerlerde İslâm’ı yayma faaliyetlerini naklederek son bulur. Vilâyetnâme’nin başında yer alan ve Horasan’da geçen olaylar, Hacı Bektaş’ı kâfirlerle cihad eden bir gazi-velî hüviyetiyle takdim ederken Anadolu’daki menkıbeler onu daha çok kerâmetleriyle gücünü gösteren bir velî olarak tasvir eder. Esere genellikle dini tebliğ eden dervişlerin havası hâkimdir. Nitekim Hacı Bektaş’ ın kendisi gibi halifeleri de ateşli birer din yayıcısı sıfatıyla görünürler. Eser, yalnızca menkıbelerine takılıp onu küçümseyen ve bu sebeple güvenilir bulmayan bazı araştırmacının düşündüklerinin aksine gerek Hacı Bektâş-ı Velî gerekse Bektaşilik tarihi bakımından değerli bilgiler ihtiva eder. Bu sebeple Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatı ve Bektaşîlik tarihi için aslî bir kaynaktır. Orta Asya’da Ahmed Ye sevî etrafında teşekkül edip Haydarîliğin kurucusu Kutbüddin Haydar’ın etrafında oluşan menkıbelerle zenginleşen ve XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsının önünden kaçan Yesevî ve Haydarî dervişleriyle Anadolu’ya intikal eden gelenekleri de anlatan eser, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nden sonraki bu konuda ikinci ve son metin olması itibariyle önemlidir. Bu kitap sayesinde Yesevîliğin gerçek mahiyetini, Yesevîlik’le Haydarilik arasındaki bağlantıyı, Hacı Bektaş’ın tasavvufi kimliğini ve Bektaşîlik-Haydarîlik ilişkisini daha iyi anlayıp yorumlamak mümkün olmaktadır. Vilayetnâme, başta Eric Gross olmak üzere (Das Vilâjetnâme des Haggi Bektasch, Leipzig 1927) Sefer Aytekin (Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî, Ankara, ts.) Abdülbaki Gölpınarlı (Vilayetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İstanbul 1958) ve Bedri Noyan Hacı Bektâş-ı Velî Velâyetnâmesi, İlk Velayetnâme, Aydın 1986) tarafından yayımlanmıştır. Sonuncu eser Vilâyetname’nin manzum bir versiyonudur. Ancak bu kaynak eserin, sağlam bir ilmî neşri henüz meydana getirilememiştir. Kaynaklar: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt, s. 459-- 472, İatanbul 1996. 82 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 HACI BEKTAŞ-I VELÎ’NİN ESERLERİ Hacı Bektaş Velî’ye ait olduğu bilinen eserlerin sayısı oldukça azdır. Fuat Köprülü, “Anadolu’da İslamiyet” adlı makalesinde Hacı Bektaş-ı Velî’nin bir “Fatiha Tefsiri”, bir “Makâlât”ı, bir de Faris’î eseri olduğunu belirtmektedir. Hacı Bektaş’a ait olduğu genel olarak kabul edilen eserler şunlardır: Besmele Şerhi Bir nüshası Manisa Kütüphanesi’nde bulunan bu eser Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Eser, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Besmele Tefsiri adıyla yayımlanmıştır. Fatiha Sûresi Tefsiri Hacı Bektaş-ı Velî’nin böyle bir eseri bulunduğunu ilk defa Fuat Köprülü haber vermiştir. Makalat Prof. Dr. Esat Coşan tarafından yayımlanan Makalat’ın aslı Arapçadır. Velâyetname’de Said Emre’nin Makalat’ı Türkçeye çevirdiği söylenir. Oldukça zengin bir nüsha özelliğine sahip olan bu eserin manzum ve mensur olarak kaleme alınmış nüshaları da bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî’ye ait olduğu kesin olarak ileri sürülen en önemli eserlerden biri olan Makalat, dört kapı-kırk makam ilkesine bağlı olarak kaleme alınmıştır. Bu anlayış, Ahmet Yesevî’nin “Fakr-name”siyle hemen hemen aynıdır. Dört kapı (şeriat-tarikat-ma’rifet-hakikat) kırk makam, genellikle Türk mutasavvıflarının kabul ve takip ettikleri bir manevî eğitim anlayışıdır. “Madde karanlığı, akıl nuru ile; cehâlet karanlığı, ilim nuru ile; nefis karanlığı, marifet nuru ile; gönül karanlığı aşk nuru ile aydınlanır.” diyen Hacı Bektâş-ı Veli, Makâlât'ında İslam dininin genel hükümlerini Türklerin anlayabileceği bir yorumla işler. O, Kur'an-ı Kerim ve hadislerin ışığında tıpkı Hz. Muhammed'in ashabının yaptığı gibi Türk insanını hakla Hakk'a birlik ve beraberlik ilkesi etrafında toplamaya, eğitmeye ve lider olarak yetiştirmeye çalışıyordu. Onun tesirleri 13. asırdan günümüze kadar gelmiş, Türklerin kültürel kimliğini de korumasını sağlamıştır. Sekiz yüzyıldan bu yana dünya görüşünde yanılmayan ve ileriki yüzyıllara da dünden bugüne mesajlar veren Hacı Bektâş-ı Veli'nin görüşleri, bu günün insanının dahi, görüşlerinin tayininde etkili olmuştur. Bu bakımdan onun görüşlerini anlamak, önce eserlerini ve hakkında yapılan çalışmaları bilmekle mümkün olacaktır. Bu yolla Hacı Bektâş-ı Veli'nin şahsiyeti, eserleri ve fikirleri daha iyi anlaşılacaktır. Makalat'ın özellikleri: • Tasavvuf konularını işleyen makalelerden oluşmaktadır. • Din, ahlak kuralları, davranışlar ve hoşgörü işlenmiştir. • Türü, didaktiktir. • Nazım birimi, beyittir. • Manzume'dir. • Tasavvufi eserdir. Kitâbü’l-Fevâ’id O, Kur'an-ı Kerim ve hadislerin ışığında tıpkı Hz. Muhammed'in ashabının yaptığı gibi Türk insanını hakla Hakk'a birlik ve beraberlik ilkesi etrafında toplamaya, eğitmeye ve lider olarak yetiştirmeye Abdülbâki Gölpınarlı, bu eserin Hacı Bektaş Velî’ye ait olmayıp, Mesnevi, Nefehât gibi bazı tasavvufî eserlerden iktibaslarla oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Eser, içerik olarak Makalat’la çok büyük benzerlikler göstermektedir. Prof. Dr. Esad Coşan, eserin Hacı Bektaş’la ilgili olduğunu, ancak “eserin muhtelif ilâve ve tahrifler ile orjinalitesinin bozulduğunu ileri sürer. çalışıyordu. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 83 BEKTAŞİLİK VE YENİÇERİ OCAĞI * Osmanlı Devleti ile Yeniçeri Ocağı arasındaki bağlantıyı, “Velayetname-i Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli” de geçen Osman Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli’nin görüşmelerinden başlatmak mümkündür. Osmanlı Devleti’nin yaklaşık altıyüz yıllık tarihinde önemli roller oynayan Yeniçeri Ocağı, kuruluşundan itibaren Bektaşi Tekkeleri ile çok yakın ilişki içerisinde olmuştur. “Ocağı Bektaşiyan”, “Taife-i Bektaşiyan”, Sanadid-i Bektaşiyan” (Bektaşilerin Yiğitleri, Cesurları, Kahramanları), Dudman-ı Bektaşiyye” (Bektaşi soyu) olarak da anılan yeniçeri ocağı, dinî, ahlaki ve askerî niteliklerinin büyük bir kısmını, Bektaşi babalarının eğitimi sayesinde kazanmıştır denilebilir. “Hacı Bektaş Ordusu”, “Hacı Bektaş Oğulları” ve “Hacı Bektaş Köçeği” şeklinde de isimlendirilen yeniçeri ordusunun duygu ve düşünce dünyasına “Bektaşi öğretisi” hakimdir dense abartılmış 84 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi olmaz. Bir başka deyişle Bektaşilik, Osmanlı kışlasını kendi tekkesi hâline getirmiştir: Yeniçerilik, Bektaşi tarikatının bir nevi “askerlik kolu” olarak görev yapmıştır. Sonuç; “ya şehid ya da gazi olma” hayali ve “Allah’ın adını dört kıtaya götürme” azmine sahip olan Yeniçerinin tarihe mal olmuş parlak zaferleridir. Osman Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli’nin görüşüp görüşmediği, tarih uygunluğu açısından tartışma konusu olmakla birlikte, bizim için önemli olan böyle bir görüşmeye Yeniçeriler tarafından inanılmış olmasıdır. Yeniçeriler üzerinde etki bırakan ve onları manevi olarak Hacı Bektâş-ı Veli’ye bağlayan güç, adı geçen görüşmeye olan sağlam inançtır. Böyle bir görüşme yapılmamış olsa bile, yapılmış olarak farzedilmesi, sosyal psikoloji ve eğitim açısından bir değer ifade etmektedir. “Velayetnamelerde anlatılan olayların gerçekleşmesi, ancak kendilerine inanan bir toplumun mevcudiyetiyle mümkündür.” Bu inanç, Yeniçeri topluluğunun hepsinde “kollektif bir şuur” şekline bürünmüştür. Onlar, Hacı Bektâş-ı Veli’ye o kadar bağlılardır ki, bu bağlılık onların “Hacı Bektaş Köçeği” şeklinde anılmalarına neden olmuştur. Velayetname’de anlatıldığına göre, “din aşkına kafire kılıç vuran” Osman Bey’in tekfurluklar üzerine yaptığı akınlar, onlarla anlaşma imzalamış olan Bursa Bey’ini rahatsız etmiş, durum Selçuklu Sultanı Alaaddin’e şikayet edilmiştir. Alaaddin de Osman Bey’i “şeyhimiz, azizimiz” şeklinde nitelendirdiği Hacı Bektâş-ı Veli’ye göndermiştir. Osman Bey’i iltifatlarla karşılayan Hacı Bektâş-ı Veli, ona tekbirleyerek “elif-i tac” giydirmiş, belindeki kemeri çıkartarak, Osman Bey’e kuşatmıştır. Önündeki çerağı ve sofrayı yine tekbirleyip Osman’ın önüne koymuş ve ona şu şekilde hitap etmiştir: “Bunları al! Seni din düşmanlarına havale ettik. Senin başındaki tacımızı gören kafirler, kılıcına karşı duramasınlar, kılıçları seni kesmesin. Nereye varırsan galib gel. Önünden sonun gür gelsin.Kimse senin soyunun sırtını yere getiremesin. Hünkar adını sana bağışladım, senin soyunun adını bu adla ansınlar. Gün doğusundan gün batısına kadar çerağın yansın.” Osman Gazi’ye başarısı için dua eden Hacı Bektâş-ı Veli, aynı zamanda ona bir Yeniçeri ağası misyon da yüklemektedir. Ocak - Şubat 2012 Misyon; İslam’ın yayılması için mücadele etmektir. “Hünkar” adını vermekle de Osman Gazi onunla arasında bir gönül bağı kurmaktadır. Burada önemli olan, olayın aynen gerçekleşip gerçekleşmediği değildir. Önemli olan, Yeniçeri Ocağı'nın bu olayın gerçekleştiği inancı ile Hacı Bektâş-ı Veli’ye ve onun şahsında Bektaşi tekkelerine bağlılığının devam etmiş olmasıdır. “Hünkar” adı da, Osmanlı padişahları tarafından kabul görmüştür. Olayın eğitim açısından değeri, insan davranışları üzerinde herhangi bir değişiklik meydana getirip getirmediğidir ki, tarih bilgimiz bize böyle bir davranış değişikliğinin olduğunu söylemektedir. Fütüvvet(1) geleneğinin yaygın olduğu bir dönemde her meslek ve sanat kolunun bir Pir’inin bulunmasının şart olduğu şeklindeki yaygın inanç, yeniçeriliği “erenler serveri ve gaziler serdarı” sayılan Hacı Bektâş-ı Veli gibi bir din büyüğünün ruh ve dinamizmi ile şekillendirmek istemiştir. “Rum Erenleri bu makamı birisine vermek istedi, her biri bir eri tuttu. Bense yedi yıldır senin ve soyunun ruhlarını velayet kabzasında saklayıp durmadayım” dediğine inanılan Hacı Bektâş-ı Veli, Osman Gazi’ye ve onun şahsında bütün nesline sahip çıkmış olmaktadır. Pek tabii olarak bu sahiplenme, hem Yeniçeri Ocağı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı, hem de Osmanlı Devleti’nde Bektaşiliğe karşı bir vefa ve bağlılık duygusu meydana getirmiştir. Osmanlı Devleti, Bektaşi Tekkelerine gönülden bağlı ordusuyla Hacı Bektâş-ı Veli’nin duasını doğrularcasına asırlarca fetihten fetihe koşturmuştur. Osmanlı ile Bektaşilik arasındaki ilişkiyi Orhan Gazi döneminden itibaren başlatan tarihçiler de mevcuttur. Lamartin, “Aşiretten Devlete” adlı eserinde Orhan Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli arasındaki görüşmeyi şu şekilde anlatmaktadır: “Orhan Bey, etrafında topladığı askerleri, Osmanlıların savaş ruhunu aldıkları dine adamak istiyordu. Askerlerini yanına alarak, ulu dervişlerden, Hacı Bektaş’ın olduğu yere Suluca’ya gitti. Ondan askere sancak, ad ve hayır vermesini rica etti. Kurulan yeni teşkilatın, inançsızları hatalarından koparacağını ve Muhammed’in Tanrısına bir milyon yeni mü’min kazandıracağını anlayınca Hacı Bektaş, yerinden doğruldu, elini genç bir askerin başına koydu. Bu sırada, dervişin kaftanının yeni, omuzunun üzerinden kayarak, askerin ensesi üzerine düştü. Orhan Bey’e dönerek; "Bugün kurulan bu askerin yüzü gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku Ocak - Şubat 2012 delici olacaktır. Giderken muzaffer, dönüşünde galip olacaktır. Haydi yolunuz açık olsun!" dedi. Lamartin’e göre; Yeniçerilerin daha sonra beyaz keçe külahlarının üzerine başlarının arkasından sarkan, bir kumaş parçası ilave etmelerinin sebebi de, Hacı Bektâş-ı Veli’nin elini askerin başına koyarak dua etmesi olayının hatırasını canlı tutma isteğidir. Yeniçerinin başındaki bu keçe külah, bir sembol olmakla birlikte, onun Pir’i Üstad’ı olan Hacı Bektaş’a bağlılığını yansıtmaktadır. Bir başka Batılı tarihçi Friedrich Karl Kıenitz de, “Büyük Sancağın Gölgesinde” adlı eserinde Orhan Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli karşılaşmasını ve Hünkar’ın Yeniçeriye yaptığı duayı doğrulamaktadır. Gazi dervişler ve Hacı Bektâş-ı Veli arasındaki bağlantı, Seyyid Ali Sultan Velayetnamesinde de dile getirilmektedir. Bu da göstermektedir ki, Hacı Bektâş-ı Veli'nin, fetih hareketlerinde büyük bir etkisi, yönlendirmesi, teşvik ve telkini olmuştur. Hacı Bektâş-ı Veli'den himmet almış kahramanlardan birisi de, Seyyid Ali Sultan'dır. Seyyid Ali Sultan, rüyasında Hz. Muhammed’den direktif alarak, Hacı Bektâş-ı Veli’ye gelen kırk kahramandan birisidir. Hz. Pir de, onları Orhan Han’a yollamış ve Rumeli fethinde bu kahramanlar çok yararlılık göstermişlerdir. Bu kırk kahramandan Seyyid Ali Sultan komutan, Emir Sultan bayrakdar, Seyyid Rüstem Gazi kazasker, Abdussamed imamlık etmişlerdir. Orhan Gazi tarafından saygı ile karşılanmışlardır. Elmalı bölgesinde İslam’ın yayılması için çalışan ve sayısız kerametler göstererek bu bölgede önemli bir tesir alanı oluşturan Abdal Mûsa da, bu kırk kahramandan birisi olarak sayılmaktadır. Yıldırım Beyazıt, Çelebi Sultan Mehmet, II. Murat devirlerinde iç sorunlar ve Rumeli’de fetih hareketleri sürüp giderken, askerin moralini yükseltmek, Anadolu’da yaşayan halkı birbirine bağlı, birleşik halde tutmak görevi Bektaşiler tarafından yerine getirilmiş, uzun bir süre saray-tekke münasebetleri oldukça olumlu bir şekilde devam etmiştir. Bektaşiliğin ordu ve toplum üzerindeki olumlu etkilerini gözlemleyen Fatih, gaza ve fetih ruhunu canlı tutmak, toplumun birlik ve beraberliğini temin etmek için, şehzade Cem Sultan’a bir Bektaşi Gazi dervişi olan Sarı Saltuk’un menkıbelerini yazdırma görevini vermiştir. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 85 Yeniçeri Ocağında Bektaşilikle İlgili Sembol ve Motifler “Ağa Bayrağı” adı verilen yeniçeri bayrağı üzerinde Zülfikâr resmi olup üst yarı sarı, alt yarısı kırmızıdır. Beyaz ipek üzerinde altın sırma ile fetih ayeti yazılıdır. Yeniçeri olanlara “Sofa Tezkiresi” denen bir belge verilmektedir. Belgede şu ifadeler bulunmaktadır: “El-Minnetü li’llah Kalu beladan beri Hakk’ın birliğini eyledik ikrar. Bu yola vermişiz can u ser. Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar. Ezelden beri mestaneleriz. Nur-u İlahi’de pervaneleriz. Bir bölük bu cihanda serseri divaneleriz. Sayılmayız parmakla. Tükenmeyiz kırılmakla. Taşramızdan sormakla kimse bilemez hâlimiz. On İki İmam, on iki yolun cümlesine dedik beli. Üçler, yediler, kırklar, Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pir’imiz Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli.” Burada ifade edilen “on iki yol” Bektaşi tarikatının adab ve erkânıdır. Böylece yeniçeri olan kişi Bektaş-i tarikatına da girdiğ nedair “ikrar” vermiş olmaktadır. viş, yeşil çuhadan üst elbisesi (uzun etekli hırka) giyerek, yumruklarını mideleri üzerine bastırmış hâlde Yeniçeri Ağası’nın önünde yürümektedirler. En kıdemlileri yüksek sesle; “Kerim Allah” diye bağırınca ötekiler “Hu” diyerek karşılık vermektedirler. Burada tasavvufi eğitimin gereği olarak Allah’la aralarındaki manevi irtibatın bir nevi yenilenmesi sözkonusudur. Böylece Yeniçeri askeri, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak, O’nun yolunda şehid veya gazi olmak için gazaya her an hazır tutulmaktadır. Muharrem ayında ulufelerin dağıtılması töreninde de Bektaşi motiflerinin hakim olduğu görülmektedir. Yeniçeriler, subaylarla sarayın orta kapısına gelirler. Sadrazamla vezirleri selamlarlar. Bir yanda ise pilav ile zerde hazırlanır. Asker yemeğe başlarsa kurbanlar kesilir. Zira askerin yemek yemesi saraya olan itaatinin bir göstergesidir. Yemek bitince asker, orta kapıda durur. Başçavuş, “kubbe-i humayun” önüne gelir. Bektaşi tarikatının rükünlerinden biri olan “peymançe” (dar) duruşunda, sağ ayak baş parmağı, sol ayak baş parmağı üzerine konur. Sağ el sol el üzerinde ve orta parmak karşı taraf omuza gelecek şekilde göğüste çaprazlanır. Hafif öne eğilmiş vaziyette durulur. Bu duruş Bektaşilikteki “niyaz” duruşudur. Buna peymançeye geçmek de denmektedir. Niyaza geçer ve şu gülbanki çeker: “Bism -i Şah, Allah Allah!... İllallah!... Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan..Bu meydanda nice başlar kesilür, olmaz hiç soran. Eyvallah, eyvallah... Kahrımız, kılıcımız, düşmana ziyan, kulluğumuz padişaha ayan. Üçler, beşler, yediler, kırklar. Gülbank-i Muhammedi, Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektâş-ı Veli demine devranına Hü diyelim! Hüüü” Yeniçeri Ocağı’nda sabah ve akşam, ordunun ve memleketin selameti ile düşmana karşı başarı için dua etmekle görevli bir Bektaşi dervişi bulunmaktadır. Tören günleri bunlardan sekiz der- 86 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Yeniçerinin içinde, Bektaşi tekkelerinden feyz almış şairler bulunmaktadır. Bu şairler, gazanın anlamını, yani ne için yapıldığını, dinî açıdan taşıdığı değeri, yeniçerinin sahip olduğu manevi üstünlüğü anlatan nefesler söylemişlerdir. Yeniçeri, yanında taşıdığı cönklerindeki bu nefeslerden kendisine ait bir mefkure oluşturma, manevi önderlerinin niteliklerini öğrenme ve gaza ruhunu canlı tutma konusunda yararlanmaktadır. Nefesler vasıtasıyla galeyana gelen duyguları, onu harp meydanlarında karşı konulmaz bir güç hâline getirmektedir. Bahsi geçen nefeslerden bir kaçının konumuz açısından tahlil edilmesi, yeniçerinin duygu ve düşünce dünyasında meydana gelebilecek değişim konusunda bir fikir verebilir. Mesela; Kanuni Sultan Süleyman dönemi Yeniçeri şairlerinden Teslim Abdal’a ait bir nefes şöyledir: “Arzulamış gelir koca Bağdad’ı Şah Süleyman başı telli geliyor Yardımcısı ola On İki İmam Önü sıra Serdar Ali geliyor Yüz bini birden der: “Allah’ım Allah Yüz bini der: “La ilahe İllallah” Yüz bin katarı var, yüz bin de sipah Yüz bini de darplı sallı geliyor Mü’minler “Hû” çeker münafık erir Tekke ve kışla münasebetleri, asırlarca başarılı bir şekilde devam etmiş, Bektaşi Tekkeleri, baba ve dervişleri, ebed-müddet bir devlet olma yönünde Osmanlı’ya büyük destek vermişlerdir. Bu destek, askerin manevi yönden techizatlanmasını sağlamak veya bizzat harp meydanlarında kılıç sallamak şeklinde olmuştur. Şüphesiz Osmanlı Devleti de bir vefakarlık göstergesi olarak asırlarca Bektaşi Tekkeleri’ne sahip çıkmıştır. Mü’minin muradın ol Hüda verir Yüz bin de zırh giymiş sipahi gelir Yüz bini de bahar ballı geliyor Teslim Abdal der ki hey canlar canı Bunca Süleymanlar dünyada hanı Yüz bin nutku vardır yüz bin de canı Yüz bin de kolu kolçaklı geliyor.” Bektaşilik, Yeniçeri Ocağı’nın manevi eğitimi konusunda önemli roller üstlenmiştir. Bu manevi eğitim sürecinin temel yapı taşları ise, şunlardır: Genel olarak tasavvuf düşüncesi ve yaşantısında, özel olarak da Bektaşilik ve Yeniçeri Ocağı’nda geleneksel bir karaktere bürünmüş fütüvvet anlayışı: Bu anlayış, hem yeniçerinin Ehl-i Beyt’e ve Hacı Bektâş-ı Veli’ye olan manevi bağlantısını güçlendirmiş, hem de ona savaşma gücü ve kuvveti kazandımıştır. Ocak - Şubat 2012 (1)- Fütüvvet: Tasavvufta bir akım, dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı veya Anadolu'da 13. yüzyıldan bu yana görülen örgütlenmiş zanaatçılar ve esnaf birlikleridir. Fütüvvetnâme: Ahiliğin özelliklerini taşıyan eserlerdir. Bu eserler, insanlara toplumda nasıl davranmaları gerektiğini açıklayan dinî- ahlâki nitelikli öğüt kitaplarıdır. Bu eserlerdeki öğütler , yüzyıllar boyunca Türk toplumuna yön veren öğütlerdir. Dilinin sadeliği ve üslübunun akıcılığı, bu eserlerin önemini artırmıştır. Sade nesir türünde yazılır. * Yrd. Doç. Dr. Osman Eğri’nin “Yeniçeri Ocağının Manevi Eğitimi ve Bektaşilik” adlı makalesinden kısaltılarak alınmıştır. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 87 Hacı Bayram-ı Veli 88 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Anadolu’da yeşeren, kültürümüzü mayalandıran önemli bir düşünürümüz Hacı Bayram-ı Veli Anadolu topraklarında doğan ve burada büyüyen büyük mutasavıftır; O, Ankara’nın ortasında, her zaman ışıyan, sönmeyen bir çıra gibi insanlarımızı aydınlatmış, bilgisi ve öğütleriyle onları birbirine yaklaştırmış; sevgi, dostluk ve kardeşliği yaymıştır. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 89 HACI BAYRAM-I VELİ ( ? - 1430) HAYATI Hacı Bayram-ı Veli’nin doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Ankara’nın Solfasol köyünde doğmuştur.Doğum ve ölüm tarihi kesin olmamakla birlikte kaynaklarda; vefat tarihi 1429 veya 1430 yılı olarak belirtilir. Gerçek adı Numan olan Hacı Bayram-ı Veli, Ankara'da bugün Hacı Bayram Camii'nin bulunduğu yerde vefat etmiştir. Çocukluk ve gençlik yılları hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Babası, tarımla geçinenKoyunlucalı ya da Koyuncu Ahmed,annesi Fatma Hanım'dır. Abdal Murad ve Safiyüddinadlı kendisinden küçük iki kardeşinin olduğu söylenmektedir. İLİM YOLUNDA İLERLEYİŞ Hacı Bayram-ı Veli, çocukluk yıllarından itibaren ciddi bir eğitim almıştır. Bu yıllarda hocasının Şeyh İzzetin (Şeyh İzzetin Cami ve türbesi Hacı Bayram Cami’nin bulunduğu tepenin doğu alt kısmındadır.) olduğu söylenirse de ikisinin yaşamış olduğu zaman dilimi arasında elli yıllık fark vardır; böylece bubilginin doğru olmadığı ortaya çıkar. Hacı Bayram-ı Veli gençlik yıllarında medrese eğitimialmış ve “Arapça, Farsça,tefsir, fıkıh, hadis, matematik, felsefe, edebiyat gibi…” çeşitli dersleri okumuştur.Hacı Bayram-ı Veli öğrencilik hayatından sonra, Ankara’da Melike Hatun isimli bir hayırseverin yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yapmıştır. “BAYRAM” ADININ VERİLMESİ ve KARŞILAŞMA Hacı Bayram, Somuncu Baba’nın adını duymuştur, onunla görüşmek için yola çıkar. Adana’ya varınca, bir dostundan Somuncu Baba’nın yerini öğrenir. Etrafındaki sevenleriyle bir köye gider, Somuncu Baba’ huzuruna gidip elini öper. Somuncu Konuşurken gürleme, bağırıp çağırma, yüksek sesle bile konuşma. Baba, ona sorular sorar; o da Yıldırım’ın öldüğünü söyler. Somuncu Baba, ona, “Muradın nedir?” diye sorar. O da, “sadece kendisine hizmet etmek istediğini, başka bir muradı olmadığını” söyler. Somuncu Baba, yanındakileri sorar. O, yanındakilerin “arkadaşları, müritleri olduğunu” söyleyince, “Adana’ya gidip sevenlerinin gönüllerini hoş etmesini, üzerindeki elbiseleri değiştirmesini ve dervişane kisve ile dönmesini” ister.Verilen görevi yapıp gelince, Somuncu Baba, ona, “Adını da tebdil (değiştirelim) edelim.” der. Somuncu Baba, (Halveti şeyhi Ebu Hamidüddin) birkaç gün sonra, kurban bayramı günü olduğu için şeyh, kendisine “Hacı Bayram” adını verir. O günden sonra o, artık Numan yerine “Bayram”adını kullanır. Bu esnada Somuncu Baba (Ebu Hamidüddin), Hacı Bayram-ı Veli’ye zahir ilminin ve batın ilminin derecelerini ve geleceğini manevi yolla kendisine göstererek,ikisi arasında bir seçim yapmasını söyler ve kendisini tasavvuf yoluna girmeye, bu yolda öğrencisi olmaya davet eder. Hacı Bayram-ı Veli, bu daveti kabul eder ve tasavvuf eğitimine, 90 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ebu Hamidüddin nezaretinde başlar. Ardından kesin tarihi bilinmemekle birlikte (tahminen 1394) şeyhi ile birlikte Bursa’ya gider ve orada Çelebi Sultan Mehmet (Yeşil Medrese) medresesinde de müderrislik yapar. HİCAZ ve AYRILIK 1400’te şeyhi ile Bursa’dan ayrılan Hacı Bayram-ı Veli,üç yıl süren Şam, Mekke ve Medine’yi kapsayan Hicaz yolculuğuna çıkar. Döndüklerinde Ebu Hamidüddin Hazretleri, çok yaşlanmıştır ve manevi emanetini Hacı Bayram-ı Veli’ye bırakarak, 1412’de Aksaray’da vefat eder. O, daha sonra Ankara’ya döner. Artık yalnızca müderris değil, Hamidüddin Aksarayi’nin halifesi ve kendi adıyla anılan Bayramilik tarikatının şeyhidir. Burada eğitim yapılması için“tekke” adı verilen binalara ihtiyaç vardır. Bu tekkeler, “ yenilip içilen, yatılan, ibadet edilen, ilim öğrenilen” yerlerdir. RAHLE ve İLİM İncelemeler sonucunda, bugünkü Ulus Meydanında yüksekçe bir tepe olan eski Ogüst mabedine bitişik şekilde, 1415’te Bayramilik Tekkesi’nin inşaatına başlanır. Bu tekkenin ilk imamı Hacı Bayram-ı Veli’nin öğrencisi ve gelecekteki damadı Eşrefoğlu Rumi’dir. Bayramilik, Hacı Bayram-ı Veli’nin müderris olması ve eğitim metodunu iyi uygulaması sonucu, kısa zamanda büyük kitlelere ulaşarak yayılır. Bu esnada Akşemseddin de, Ankara’ya gelir ve Hacı Bayram-ı Veli’nin rahlesinde öğrencisi olur. Bayramilik yaygınlaşırken, Edirne’de Sultan II.Murad Han 1421’de tahta geçer. Bayramilik, çok yaygınlaşır, kimi çevrelerde korku ve kuşkuya neden olur ve Hacı Bayram-ı Veli , Sultan II.Murad’a şikayet edilir. Yakın geçmişte yaşanmış Şeyh Bedrettin isyanı ile kurulan gerçek olmayan bağlantılar ve benzerliklerle de kışkırtmalar yapılır. Sonuçta Hacı Bayram-ı Veli,II. Murad Han tarafından Edirne’ye davet edilir. Ocak - Şubat 2012 Hacı Bayram-ı Veli, öğrencisi Akşemseddin’i de yanına alarak Edirne yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk esnasında Gelibolu’ya uğrar ve burada Yazıcıoğlu Ahmet ve Muhammed kardeşlerle görüşür; onları tasavvufi yola sokar. Sultan, daha ilk görüşte Hacı Bayram-ı Veli’den etkilenir ve söylentilerin asılsız olduğu anlaşılır. Sultan ve vezirlerle görüşen Hacı Bayram-ı Veli, onlara çeşitli tavsiyelerde bulunur.Yaklaşık iki ay Edirne’de kalır ve bu esnada Edirne Eski Cami’nde halka vaaz eder. Hacı Bayram-ı Veli ‘den çok etkilenen Sultan, onu saygıyla Ankara’ya uğurlar, ona olan sevgisi nedeniyle, Bayramilik dergâhının bağlılarının vergilerini affeder. Hacı Bayram-ı Veli, 1426’da tekrar Edirne’ye gider. Tarihî Uzunköprü’nün temeli dualarla atılır. 1429’da Edirne’ye bir yolculuk daha yapılır. Bu seyahati Hacı Bayram-ı Veli’nin, Fatih Sultan Mehmet’i gördüğü son Edirne seyahati olur. Görüşme sırasında İstanbul’un Fatih tarafından “feth edileceği” müjdesini SultanII.Murad’a verir. Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer’i halife olarak bırakır.1430’da Ankara’da vefat eder. HACI BAYRAM-I VELİ’NİN ANADOLU’DAKİ ROLÜ Hacı Bayram-ı Veli, bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmıştır.İ slamiyet’i iyice anlamış, önce müderris olmuş, medresede öğrenci yetiştirmiş; sonra tasavvuf yolunda ilerlemiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin etrafında, okuma yazma bilmeyenler ve o devrin her çeşit meslek gruplarından insanlar bulunduğu gibi, başta Akşemseddin olmak üzere Eşrefoğlu Rumi,Ahmed Bican,Yazıcıoğlu Muhammed gibi dönemin önemli fikir adamları da bulunuyordu.Bu kadar farklı kültür gruplarını yanyana getirebilmesi, büyük bir başarıdır. O, sevenlerini ve bağlılarını“el emeği ile geçinmeye, toprağı işlemeye ve el sanatlarına” yönlen- Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 91 dirmiştir.Herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş ve kendisi de“buğday, arpa, burçak”yetiştirerek onlara örnek olmuştur.Bu şekilde bağlılarını, toprağa bağlı yaşamaya teşvik etmiş, Anadolu’ya, Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin, yerleşik hayata geçmesini sağlamıştır. Böylece Anadolu’da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve “Osmanlı Devleti”nin medeniyet yolunda ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. İnsanları, birlik beraberlik yolunda eğitmiş; dayanışma ve yardımlaşma duygularının yeşermesi için çok çaba harcamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi, bugün hâlâ Anadolu’da yer yer uygulanmaktadır. Hacı Bayram-ı Veli’ye göre toplum iki ana kesime ayrılır: Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun arasında köprü kurulması ve yoksulların ekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı dönemde, Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir. Mübarek aylarda müritleriyle beraber Ankara’nın esnaflarını dolaşır; dükkân sahiplerinden isteyenler, zekat ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlardı.Bu paralar, bir yardım sandığında toplanır, kimsesizyaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar yoksul genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak öğrencilere, kısaca tüm ihtiyaç sahiplerinedağıtılırdı. Hacı Bayram-ı Veli’nin tekkesinde sürekli olarak kazan kaynatılır, yemek verilirdi, böylece herkes doyardı; bu âdetin, Orta Asya tasavvuf geleneğine, Hoca Ahmet Yesevi’ye kadar dayandığı belirtilmektedir. Hacı Bayram Camii tekkesinde, öğle namazından önce ve sonra başta müridler olmak üzere, her gruptan insana tefsir, fıkıh, hadis, kelam, hatta felsefi ağırlıklı tasavvuf dersleri verilirdi.Bu şekilde toplumun eğitimi de gerçekleştirilirdi. 92 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi «Cahil zümre arasında, ne gülün ne de gülümseyiniz. » «Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya girmeyin.» Hacı Bayram-ı Veli, Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında “Leme’at” ve “Gülşen-i Raz” gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş, kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır.Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram-ı Veli'nin halk ile iletişim kurabileceği Türkçeyi önemsemesi önemlidir, Buradaki görevi, Anadolu’da Türk kültürününhâkimolmasına ve dil birliğinin sağlanmasına çalışmaktır. Türkçecilik akımı bağlılarını ve sevenlerini de etkilemiş; böylece bu sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir.Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin “Envaru-l Âşıkin”, “Muhammediye”,“Müzekki’n Nüfus” gibi eserleri Anadolu’da yıllarca kolaylıkla okunmuştur ve bu eserler halkın elinden düşmemiştir. Hacı Bayram-ı Velihakkındaki kaynaklarda, sohbetlerinin insanlar üzerinde çok etkili olduğu belirtilmektedir.Onun dervişleri, Farsçave Arapça bilmediklerinden çok üzülürler, bazı eserleri okuyamadıklarını belirtirler. Hacı Bayram, bunun üzerine tercüme faaliyetlerinin başlatılmasını ister, “Kudret vere, kudret vere…” der. Böylece, zor olan tercümelerin bitebileceğini belirtip cesaret verir etrafındakilere. Onun etrafındakilerle sohbet halkası ve ilim meclisleri kurduğu anlaşılmaktadır. BAYRAMİLİK Hacı Bayram-ı Veli’nin kurduğu tarikatın adı kendisine izafeten “ Bayramilik” olarak tanınmıştır.Bayramilik’te üç temel unsur vardır: Bunlar Ocak - Şubat 2012 “cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi” olarak sıralanırlar. Her tarikatın kendisine özel bir başlığı (takke) bulunur ki bu başlığa “tac” denir.Bayramilik tarikatının tacı, beyaz renkli, altı dilimli olup tam tepesinde beyaz keçeden birbiri içinde üç daire bulunurdu.Buna “gül” adı verilirdi. ESERLERİ Sade bir dille ve hece vezniyle yazılmış bazı şiirleri günümüze ulaşmıştır. Ancak bunlar dışında, onun şiirlerine nazire olarak yazılmış şiirler de vardır. Hacı Bayram-ı Veli’ye ait olduğu söylenen bazı cönklerde ve yazmalardaki metinlerin, gerçekten ona ait olup olmadığı, tartışmalıdır. İLAHİ 1.Bilmek istersen seni, Can içre ara canı. 2.Geç canından bul anı, Sen seni bil, sen seni. 3.Kim bildi efalini, Ol bildi sıfatını. 4.Anda gördü zatını, Sen seni bil, sen seni. 5. Görünen sıfatındır, Anı gören zatındır. 6.Gayrı ne hacetindir, Sen seni bil, sen seni. 7.Kim ki hayrete vardı, Nura müstağrak oldu. 8.Tevhidi zatı buldu, Sen seni bil, sen seni. 9.BAYRAM özünü bildi, Bileni anda buldu. 10.Bulan ol kendi oldu, Sen seni bil, sen seni. Bu şiirin yorumu: 1.Hacı Bayram-ı Veli’nin, iki “sen”den bahset- Ocak - Şubat 2012 tiğini görüyoruz.Bunlardan birincisi “nefs” dediğimiz beşeri “ben”, diğeri ruh dediğimiz ilahi “ben”dir. İnsanın Allah’tan kopup gelen İlahi yönüne ulaşması için, nefsinden uzaklaşması, o yönünü aşması şarttır. 2. Canından geçmekle insan, kendi özüne ulaşır. “Sen seni bil sen seni.” dizesi şu sözü hatırlatır; ‘Kendini bilen Allah’ı bilir.” İnsanın özüilahi asla bağlıdır.Oradan gelmiş veoraya dönecektir. 3. Yaptığı işlerin iç yüzünü düşünen kişi, o işlerin insandaki hangi sıfatın, hangi özelliğin sonucu olduğunu bilir. 4. Sıfatını bilen kişi, sıfatın dayandığı yeri de bilir, o da insanın özü, yani kendi zatıdır. 5. Bir kimse, kendi sıfatını zatı vasıtasıyla görür, yani o sıfatı düşünür.Düşünme özelliği zatın kendisinde mevcuttur. 6. Başka bir şeye ihtiyacın kalmaz, eğer kendini bu iç gözlem ile bilebilir, aslına ulaşırsan… İnsan özüne yabancılaşırsa kendini tanımaz,dolayısıyla aslını bilmez. 7.Hayrete varmakve şaşırmak… Bu şekilde aklın aşıldığı bir hâl elde edilir.Allah’ın varlığını anlayan kişi artık nura dalmıştır; o, hakikat ışığını bulmuş ve hakikate ermiştir. 8. İşte bu hakikati gören ve bulan, artık zata ait tevhide de ulaşmıştır.Zat bilinemez olduğu için, ancak sezgi yoluyla bilgisine ulaşılır. 9. Hacı Bayram-ı Veli kendi özünü bilmiş, yani yabancılaşmadan kurtularak aslına ulaşmış, ikilikten kurtulmuş ve tevhidi bulmuştur.Bu durumda O hem bilen hemde bilinen olmuştur. 10.Bulan yine Hacı Bayram-ı Veli’nin kendisi olmuştur.Bu dünyada gerçeği bulamayan kendi özüne ulaşamayan kimseler, öbür dünyada karanlıkta kalacaklardır.Bu dünyada özüne yabancı kalan, ahirette yabancılaşmanın bedelini ödeyecektir. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 93 İLAHİ TAKSİM 1.Çalabım bir şar yaratmış, İki cihan arasında. 2.Bakıcak didar görünür, Ol şarın kenaresinde. 3.Nagihan bir şara vardım, Anı ben yapılır gördüm. 4.Ben dahi bile yapıldım, Taş ve toprak arasında. 5.Şakirtleri taş yonarlar, Yonup üstada sunarlar. 6.Mevla’nın adın anarlar, Taşın her paresinde. 7.Ol şardan oklar atılır, Gelür sineme batılır, 8. Âşıklar canı satılır, Ol şarın bazaresinde. 9.Şar dedikleri gönüldür, Ne alimdür ne cahildür. 10. Âşıklar kanı sebildür, Ol şarın kenaresinde. 11.Bu sözümü arif anlar, Cahiller bilmeyüp tanlar. 12.Hacı Bayram kendi banlar, Ol şarın minaresinde. 94 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İLAHİ ZİKİR 1.N’oldu bu gönlüm,n’oldu bu gönlüm? Derdü gam ile doldu bu gönlüm. 2.Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm, Yanmada derman buldu bu gönlüm. 3.Gerçi ki yandı gerçeğe yandı, Rengine aşkın cümle boyandı. 4.Kendi de buldu kendi de buldu, Matlabını hoş buldu bu gönlüm. 5.Elfakru fahri elfakru fahri, Demedi mi alemlerin fahri. 6.Fakrını zikret fakrını zikret, Mahv u fenada buldu bu gönlüm. 7.Sevda-yı a’zam sevda-yı a’zam, Bana k’oluptur arş-ı muazzam. 8.Mesken-i canan mesken-I canan, Olsa acep mi şimdi bu gönlüm. 9.Bayrami imdi Bayrami imdi, Yâr ile bayram eyledi şimdi. 10.Hamdüsenalar hamd ü senalar, Yâr ile bayram etti bu gönlüm. Ocak - Şubat 2012 “Mevlânâ Şems' e hayran Yunustaki aşka kurban Hacı Bayram Dede yandı buldu irfan Maksudum sensin Allah” Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 95 Veren El , Alan Elden Üstündür Hadis-i Şerif Fotoğraf: Nuray ÖZENER HACI BAYRAM-I VELİ SEVENLERİNİ İMTİHAN EDİYOR Hacı Bayram-ı Veli, Edirne’den Sultan II.Murad’ın büyük iltifatlarıyla ve fermanıyla Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli’nin öğrencilerinin, yalnız ilimle meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğunu bildiriyordu. Bunu duyan çok kişi, Allah rızası için değilde sadece çıkar için gelip Hacı Bayram-ı Veli’ye, öğrenci olmaya başladılar.Sonunda devletin Ankara civarından topladığı vergilerde düşüş oldu. Bir süre sonra, vergi azalınca Ankara’yı yönetmede birtakım ekonomik sorunlar belirdi ve askerî düzen bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı Bayram-ı Veli’den öğrencilerinin listesini rica etmek zorunda kaldı. Hacı Bayram-ı Veli de öğrencilerinden bugünkü Etnoğrafya Müzesinin bulunduğu Kanlıgöl’de toplanmaları istedi. Kanlıgöl’de büyük bir kalabalık toplandı.Herkes“nasıl bir imtihan olacağını” merakla bekliyordu. Meydana büyük bir çadır kurulmuştu. Öğrencilerine: “Dervişlerim, beni seven öğrencilerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını, bana feda eden, çadıra girsin.” dedi. O, elinde bıçakla, çadırın önünde beklemeye başladı.Bu sırada topluluktan bir erkek, kalabalığı yararak içeri girdi. Arkasından Hacı Bayram-ı Veli de girdi.Herkes ne olacağını merakla bekliyordu.Çadırdan dışarı oluk gibikan aktığı görüldü. Ardından bir kadın girdi içeriye, yine dışarı kanlar aktı,bunu gören orada toplananlar, korkuya kapılarak oradan kaçtılar. Hacı Bayram-ı Veli, içeri girenleri kesmiş değildi.Gece çadırın içine, kimseden habersiz birkaç koyun bırakılmıştı, kanları akan içerdeki koyunlardı. Hacı Bayram-ı Veli, dışarı çıkarak Sultan’a bir mektup yazdı ve gerçek öğrenci sayısının,“Sadece bir erkek ve bir kadın…” olduğunu bildirdi. Hayatında Çok Sayıda Menkibe Vardır. Menkibelerden: Edirne Eski Camii’deki Kürsü Hacı Bayram-ı Veli, Edirne’de kaldığı süre içinde sık sık Sultan II. Murad ve vezirleriyle sohbet etmiş; ayrıca halka da Eski Camii’den vaaz etmişti. Hacı Bayram-ı Veli’ye hürmeten vaaz ettiği kürsü, bugün bile kapalıdır ve kimse çıkıp vaaz edememiştir. Üzerinde “Burası Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin makamıdır.”yazısı bulunmaktadır. Sultan Ahmet Han (I.Ahmet), rivayete göre Edirne’ye gelir, camiyi gezer. “Kürsünün neden kapalı olduğunu” sorar, durumu anlatırlar. Cuma günü kürsüde vaaz edeceğini söyler, kürsünün 96 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 açılmasını emreder. Kendisine bu geleneği bozmaması hatırlatılır. Ancak dinlemezve kürsüye çıkar, “Besmele” çekip vaaza başlamak ister, ancak bir türlü dilini kıpırdatamaz. Cemaat bekler bekler... Bir süre sonra Sultan Ahmet, bu işe hem şaşırır hem de pişman olup, kürsüden iner. O günden sonra, kürsüye vaaz için kimse çıkmaz, böylece bu gelenek bozulmaz… Hacı Bayram-ı Veli’nin her yıl Ramazan ayında, öğrencileri ile çarşıya çıkıp esnaftan, ticaret yapanlardan zekat ve sadakalarını toplar, daha sonra bunları yardım amacıyla kullanır. Yine bir Ramazan ayında zekât toplamakta iken, zengin bir ağa gelerek Hacı Bayram-ı Veli’yi ve öğrencilerini durdurdu. Belindeki kuşağı çözdü, içindeki bütün altınları para toplanan keseye boşalttı. İçinden de Peygamberimizin; “Veren el, alan elden üstündür.”hadis-i şerifini hatırlayıp, “Ben Hacı Bayram-ı Veli’den daha hayırlıyım.” diye düşünüverdi. Hacı Bayram-ı Veli, o kişiye, “Hayır efendi, burada veren el, alan elden hayırlı değildir. Çünkü burada alan el, kendine almıyor. Başkalarına dağıtmak için alıyor. Burada alan el, veren elden hayırlıdır.”diye cevap verdi. ÖĞÜTLERİ · Mutlaka Konstantiniyye alınacaktır; bunu bir öfke, hiddet işi hâline sokmama, bu işi bir illeti tedavi etmek için yapmak lazım. Hiddet ve kin gerçekleri gören gözleri kör eder. · Her nerede olursanız olunuz sizi Allah’ın gördüğünü unutmayınız. Allah’tan korkunuz, fenalıklardan sakınınız. · Neresi seni dünyaya çekiyorsa, sana Allah’ı unutturuyorsa orası senin helakin için bir tuzaktır. ·Sakın ölümü unutmayınız, her gece onu hatırlayınız, hesabınızı yapınız. · Nefsinizi daima kontrol altında tutunuz. Düşünün, onu başı boş bırakmayın,zira her fırsatta sizi ateşe götürür. ·Sakın dünyalığınız varsa ona güvenmeyiniz, yoksa çalışıp helalinden elde ediniz, kazandığınızdan fakirlere cömertçe payını veriniz. · Başkalarından daha çok çalışıp, çok ilim sahibi olunuz. · Önce ilim tahsil ediniz, sonra helalinden para kazanıp evleniniz. · İlmi bir konuyu özüne göre düşününüz, öyle karar veriniz, dıştan görünüşe bakıp yanılmayınız. · Mezarlıkları sık sık ziyaret ediniz. Dünya gamından ve nefsin sıkıştırmasından kurtulursunuz. Çünkü nefsin tek korktuğu ve aldatamadığı yer mezarlıktır. · Ayıplarını gördüğünüz komşuyu kınamayınız. Sırlarını açıklamayınız. Çünkü gördüğünüz bu sır size emanettir, emanete hıyanet kötü ve çirkin bir fiildir. · Çok gülmeyiniz, kalbiniz kararır. Sakin ve ağırbaşlı olunuz, yürürken başınız önde vakarlı bir şekilde yürüyünüz, aceleci olmayınız. Ocak - Şubat 2012 · İyi bilinki öfke, düşünceyi; iyi düşünmeyi daraltır. Sonunda insan yanılır. · Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya girmeyin. ·Çok konuşmayın, sorulanları biliyorsanız cevap veriniz. · Halkın önünde konuşmayın, ancak sorulursa cevap veriniz. · Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayıp onları sevindiriniz, bu Peygamberimizin emridir. Sultan İkinci Murad Han’a Öğütleri Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Edirne’den ayrılırken kendisinden öğüt isteyen Sultan İkinci Murad Han’a şöyle öğüt vermiştir: —Herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun ve ilim sahiplerine hürmet et. -Yaşlılara saygı gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, kötülerden uzaklaş, iyilerle beraber ol.Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. -İnsanlığında kusur etme, sırrını kimseye açma, cimri ve alçak insanlarla dostluk kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Sana birşey sorulursa o soruya herkesin anlayacağı şekilde cevap ver. -Seni ziyarete gelenlere, ilminden birşeyler öğret, böylece faydalansınlar.Herkes öğrettiğin şeyi anlayıp uygulasın. Bazenda onlara yemek ikram et, ihtiyaçlarını temin et.Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. -Halka yumuşak davran, müsamaha göster... *** VEFATI Hacı Bayram-ı Veli ‘nin Ankara’da vefat etmeden söylediği son sözleri : “Benim namazımı, Akşemseddin kıldırsın ve cenazemi yıkasın, bu haberimi ona iletirsiniz.” oldu ve sonra vefat etti.O sırada Akşemseddin orada değildi, nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Öğrencileri ve Hacı Bayram-ı Veli’nin yakınları merak ve hayret içinde ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bazı kişiler; “Hacı Bayram-ı Veli’nin bu sözleri, ölüm anında, kendini bilmeden söylenmiş sözlerdendir, bu sözlere pek itibar edilmez.”dediler. Kimse o esnada, ne yapacağını tam bilemiyordu. O anda,“Akşemseddin geliyor…” diye bir sesler işitildi. Halk Akşemseddin’i karşıladı, olanları anlattılar. Bunun üzerine Akşemseddin, vasiyet üzerine Hacı Bayram-ı Veli’yi yıkadı ve namazını kıldırdı. HACI BAYRAM-I VELİ CAMİİ Hacı Bayram-ı Veli Camii, Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatından iki yıl önce 1427-1428 yılında inşa edilmiştir.Sonraki dönemlerde, oldukça çok onarım görmüş olan yapının ilk mimarı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Tuğla duvarlı, taş kaideli ve kiremit çatılı bir yapı olan Hacı Bayram-ı Veli Camii, kuzey- güney doğrultusunda dikdörtgen bir plana sahiptir. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 97 Caminin güneyinde Hacı Bayram-ı Veli Türbesi, doğusunda Ogüst tapınağı vardır.Yapının doğu cephesinde, eksenden kuzeye doğru kaymış basık yuvarlak kemerlidikdörtgen silmelerin kuşattığı bir kapı vardır . Yapının batı cephesi ilgi çeker, bu cephedeki görünüş farklıdır. Caminin güney yüzünde kapatılan kemer askılığının üst sağ ve solunda birer kitabe vardır.Biri Türkçe, diğeri Arapça olan her iki kitabe de 1714’te yapılan onarımla ilgili aynı bilgiyi verir. Kitabelerin üst kısmında dikdörtgen, bunların üzerinde ise sivri kemerli iki pencere daha vardır. Hacı Bayram-ı Veli Camii minaresi, caminin kıble cephesine bitişik olan Hacı Bayram-ı Veli Türbesi vardır. Hacı Bayram-ı Veli Camii ahşap ve ahşap üzerine kalemişi süslemeleri vardır. Son olarak 1940’taki onarımında kadınlar mahfili altındaki iç duvarlar hariç olmak üzere, bütün iç cephe alt sıradaki pencerelerin üst hizalarına kadar mavi beyaz çinilerle kaplanmıştır. HACI BAYRAM-I VELİ TÜRBESİ Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin güney duvarına bitişik olan türbe, Hacı Bayram-ı Veli’nin vefat ettiği sene olan 1429-1430 yılında yapılmıştır.Kare planlı ve kubbeli bir yapı olan türbenin güneyinde Fazıl Paşa türbesi,batısında cami avlusu yeralmaktadır. Türbeye giriş batı cephesindendir.Türbe içinde Hacı Bayram-ı Veli’nin sandukası ile birlikte dokuz adet sanduka bulunmaktadır. Türbe yapısından günümüze kadar gelebilen, ancak bugün Ankara Etnoğrafya Müzesinde bulunan türbenin iç ve dış kapıları, türbenin yapıldığı döneme ait olmaları yanında bir çok ahşap tekniğini birarada bulundurması bakımından önemlidir. 98 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi HACI BAYRAM-I VELİ CAMİİ ÇİLEHANESİ Çile, manevi bir yolculuktur; Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp Allah’ı düşünmek, O’na ibadet etmek,O’nun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmek gibi uygulamalar büyük önem arzeder.Burda amaç zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir. Fotoğraf: Nuray ÖZENER Kaynaklar: -www.hacibayramiveli.com Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 99 Mimar Sinan 100 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Mimar Sinan; Allah’ın ona bahşettiği kabiliyet, bir Anadolu köyünün ıssızlığından çıkaran ışık, keşfetme arzusuyla beslenen gayret, bütün kararları kendi estetik zevkine göre uygulama imkânı veren Mimarbaşı’lık, hepsinden de önemlisi 400 esere imza atma şansı veren uzunca bir ömür… Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 101 KOCA SİNAN (1489 - 1588) Bir kubbe üstadı diye de anılan Koca Sinan, Kayseri’nin Gesi bucağının Ağırnas köyünde 1489’da doğmuş, dünyanın en büyük mimar ve yapı sanatçılarındandır. Mimarlık tarihinin en büyük üstadıdır. Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi’nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanır. Çocukluğu ve ilk gençliği II. Beyazıt (1481–1512), gençliği I. Selim (1512–1520), olgunluğu Kanunî (1520–1566), II. Selim (1566–1574) ve III. Murat (1574– 1595) dönemlerinde geçti. 1512 yılında devşirme olarak alınan Mimar Sinan, İbrahim Paşa Sarayı’nda dülgerlik eğitimi aldı ve ustaların yanında yapı işlerinde çalıştı. “Taşla Konuşan Deha” kitabının yazarı Muhsin İlyas Subaşı’nın anlatımıyla: Devletin Bayındırlık Bakanıydı Mimar Sinan. “Ser Mimaran-ı Hassa”ydı. Kabine toplantılarına katılmıyordu, ama kendi kararları bir kabine kararı hükmündeydi ve tatbikinden vazgeçilmiyordu. 102 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Bu özelliği ile imparatorluğu bir uçtan, bir uca imar etmişti. Allah’ın ona bahşettiği kabiliyet, bir Anadolu köyünün ıssızlığından çıkaran ışık, keşfetme arzusuyla beslenen gayret, bütün kararları kendi estetik zevkine göre uygulama imkânı veren mimarbaşılık, hepsinden de önemlisi 400 esere imza atma şansı veren uzunca bir ömür… Tam bir asırlık çınar haşmeti!.. “Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemioğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.” * *Tezkiret-ül Bünyan (Yapılar Kitabı), Mimar Sinan’ın arkadaşı şair ve nakkaş Sai Mustafa Çelebi tarafından Mimar Sinan’ın ağzından yazılan, Mimar Sinan’ın hayatını ve eserlerini anlattığı eserdir. Yazmada 344 yapının adı anılmıştır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz Sultan Selim) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli’de olduğu gibi Anadolu’dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 22 yaşında 1512’de devşirilerek İstanbul’a getirilmiş. Orduya asker yetiştiren Acemioğlanlar Ocağı’na verildikten sonra 1514’te Çaldıran Savaşı’nda ve 1516 -1520 arasında da Mısır seferlerine katılmış. İstanbul’a dönünce Yeniçeri Ocağı’na alınan Sinan, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Belgrad, Rodos seferlerine katıldıktan sonra subaylığa yükseltilmiş. Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (başteknisyen) olmuş. Viyana, Almanya, Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katılmış. Bu son sefer sırasında Van Gölü’nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki (Osmanlı Devleti'nde bir görevde eskimiş olanlara verilen unvan.) unvanı verilmiş. Pulya (Puglia-İtalya) seferlerinden sonra, Karabuğdan (Moldova) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekince, gösterdiği yararlılıktan dolayı önce mimarlığa, 1538’de de devletin ve sultanların bütün Ocak - Şubat 2012 gerçekleştirmiştir. Sinan, elli yıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu’nun mimarbaşılığını yapmıştır. Çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileriyle, ya da ona bağlı mimarların yapmış olduğu düşünülen eserlerin arasında onarımlarını yaptıkları da vardır. Onun yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığı “klasik” tabiriyle doruğa ulaşmıştır. Osmanlı mimarisinin klasik çağı “Mimar Sinan Dönemi” olarak da adlandırılabilir. Sinan’ın mimarbaşılığa yükselmeden önce de birçok yapılar tasarlamış ve uygulamış olduğu düşünülür. İlk önemli çalışması, 1538’de yaptığı İstanbul, Eyüp’te bulunan Ayaz Paşa Türbesi ve 1539’da yaptığı Haseki Camii’dir. Sonraki yapıtı ise, İstanbul’daki Şehzade Mehmet Camii’dir. Kendisinin “çıraklık dönemim” yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide yarım kubbe ilk defa uyguladığı eserdir. Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiş, aynı zamanda Rönesans mimarlarının rüyasını da gerçekleştirmiştir. Kare plan üzerine yarım küre şeklinde bir büyük kubbenin çevresine yerleştirilen dört yarım küre, dörtte küçük kubbeyle örtülmüştür. Bütün kubbelerin dört büyük fil ayağı (büyük sütun) üzerine oturtulduğunu görürüz. Sinan’ın eserlerindeki tezyinatı bu eserinde de görürüz. Altı kapılı büyük bir dış avlusu olan camiinin cümle kapısının iki yanında iki şerefeli iki minaresi vardır. İç kısımda ise aydınlık bir mekân oluşturulmuştur. Onu izleyen Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır. Fotograf: Sami TÜRKAY yapı ve inşaat işleri ve bayındırlığından sorumlu baş mimarlığa getirildi. Bir yıl sonra mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi, ölümüne kadar sürer. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu çağda yaşayan Mimar Sinan, Kanuni, II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık yaparak, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamış, 1539’da, Mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine onun yerine Saray baş mimarı olan Sinan, ölümüne kadar, güncel devlet sisteminde bayındırlık bakanlığı adını almış bu görevi sürdürmüştür. Osmanlı’nın en güçlü çağında yaşayan ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere, üç padişah döneminde mimarbaşılık eden Mimar Sinan, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında en büyük rolün sahibiydi. 1982’de İstanbul’daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan’ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlarocağı’nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemioğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi. Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek orduda gerek, yapım ve onarım çalışmaları için orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan’ın eğitiminde önemli olmuştur. Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 suyolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 103 Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi’dir. Sinan “Kalfalık Dönemim” yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul’daki Bayezid Camii’nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak (sütun) üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir. Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür* sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır. Süleymaniye, darülkurrası* (Kuran okuma yöntemlerini öğreten medrese bölümü), darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan’ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler’ in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul’un Haliç’e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, ince ayrıntıları ile, bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan’ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze ulaşmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terk edilen 104 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür. II. Selim’in emri üzerine Mimar Sinan tarafından Kıbrıs’ın fethiyle elde edilen ganimetlerle eski sarayın Baltacılar Koğuşunun bulunduğu yerde yapılan camidir. 1569 -1575 yıllarında tamamlanan Selimiye Camii Osmanlı-Türk mimarisinin en büyük eseridir. Kubbesi 31,28 m. çapında olan Selimiye Camii’nin harim tarafındaki minarelerin şerefelerine ayrı merdivenlerden çıkılabilmektedir. Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı ve Selimiye “Ustalık Eserim” dediği anıtsal yapıdır. Osmanlı- Türk sanatının ve dünya Mimarlık tarihinin başyapıtlarındandır. Osmanlı hükümdarı II. Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Selimiye Camii, Edirne’de, şehrin en yüksek noktasında Yıldırım Bayezıt’ın yaptırdığı Baltacılar Koğuşu’nun kalıntıları üzerine yapılmıştır. Yapımına 1569’da başlanmış ve 1575’te tamamlanmıştır. Osmanlı-Türk sanatının en muhteşem eseridir. Açık havalarda Rodop Dağları’ndan ve Uzunköprü’nün Süleymaniye Köyü’nden görülebilmektedir. Yapının mülkiyeti Sultan Selim Vakfındadır. Edirne-Merkez Yeni Mahallededir. Edirne’nin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun simgesi olan cami, kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak Meydanı denilen yerdedir. Burada daha önce Yıldırım Bayezid’in bir saray yaptırdığı bilinmektedir. Çok uzaklardan üçer şerefeli dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. 3.80 cm çapında ve 79,89 m. yüksekliğinde zarif minareleri Ocak - Şubat 2012 Fotograf: Sami TÜRKAY vardır. İki minaresinde şerefelerin üçüne giden yol ayrıdır. Bu minarelerden aynı anda üç şerefeye de birbirini görmeden üç kişi çıkabilir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösteren bir görünüş güzelliği sağlar. Diğer camilerde ise minareler açığa yapılmış ve yapı genişlemiştir. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1.620 m2’lik, tümüyle 2.475 m2’lik bir alanı kaplar. Mimarlık tarihinde en geniş mekâna kurulmuş yapı olarak nitelenen Selimiye Camisi, yerden yüksekliği 43.28 m. olan, 31.30m. çapındaki kubbesiyle ilgi çeker. Ayasofya’nınkinden daha büyük olan Kubbe, 6 m. genişliğindeki kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük payeye oturur. Köşelerde dört, Mihrap yerinde bir yarım kubbe merkezi kubbeyi destekler. Yapıyı kubbe kasnağında 32 küçük pencereyle, yüzlerdeki üst üste 6 dizide çok sayıdaki pencere aydınlatmaktadır. Mimar Sinan’ın yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı örneğidir. Önünde 18 kubbe ve 16 sütunla çevrili revak bulunmaktadır. Ortada, mermerden zarif bir şadırvan vardır. Son Cemaat yeri, kalın yuvarlak 6 sütun üzerine 5 kubbelidir. Mermer işlemeli giriş kapısının üzerindeki kubbe yivli, diğerleri düzdür. Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan 3 kapısı vardır. İç avlu, revaklar ve kubbelerle süslüdür. Ocak - Şubat 2012 Avlunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvan vardır. Dış avluda ise sıbyan mektebi, darül kurra, darül hadis, medrese ve imaret bulunmaktadır. Sıbyan mektebi günümüzde çocuk kütüphanesi, medrese ise müze olarak kullanılmaktadır. Caminin mermer, çini ve hat işçilikleri de önemlidir. Yapının içi İznik çinileriyle süslüdür. Süleymaniye Camii, süslemeleri açısından yalın ve ağırbaşlı bir yapıdır. Kaliteli taş süsleme, gerek mimarinin kendisinde gerekse mermer mihrap ve minberde dikkati çeker. Kıble duvarının pencerelerindeki orijinal renkli camların bir kısmı günümüze gelebilmiştir. Aynı duvarda çini de ölçülü bir biçimde kullanılmıştır. Sıraltı tekniğinin erken örneklerinden olan çinilere mihrap çevresinde rastlıyoruz. Bu çinilerde, 16. yüzyılın ikinci yarısında çok görülen kabarık kırmızı renk ilk kez ortaya çıkmıştır. Kanuni’nin türbesi de Süleymaniye Camii’nin haziresindedir. Sekizgen planlı türbe, çevresindeki sütun dizisi ile öteki Osmanlı türbelerinden ayrılır. Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın aynı yerdeki türbesinde belki de ilk kez olarak çinide bahar açmış meyve ağacı motifi işlenmiştir. İstanbul’daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’yi anımsatır. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri yine İstanbul’daki Piyale Paşa Camii’dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne’deki Selimiye Camii’ne götürdüğü için önemlidir. Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul’daki Rüstem Paşa Camii’nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. 1557’de tamamladığı ve kendisine “Koca” unvanını getiren, Süleymaniye Camisi, Mimar Sinan’ın başyapıtıdır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten ögelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öge durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 metreyi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye’nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 105 Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin şaheserini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır. Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi’nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi’nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi’nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı ögeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan’ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırarak, değişik kubbe tasarımları gerçekleştirmiştir. Sinan, geleneksel biçim ve plan şemaları asıl olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan’ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle “ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı” diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile bunca depreme rağmen ayakta duruyor ve kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de büyük özen gösterilmiş olmasındandır. 106 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Sinan’ın mühendislik yanı ise, su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul’un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 kilometreyi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye’sine 53 milyon akçe harcanırken Kırkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesidir. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN KÖPRÜSÜ İstanbul ilinin Büyükçekmece ilçesinde yer alan tarihî köprü, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tarihî ticaret yolu üzerinde, Büyükçekmece Gölü’nün Marmara Denizi ile birleştiği noktada yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından inşa edilen köprü, İstanbul’a 36 km uzaklıkta yer almaktadır. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) Zigetvar Seferi’ne çıkarken, ordunun, Büyükçekmece Gölü ile denizin birleştiği bu noktadan sallarla karşıya geçmekte çok zorlanması üzerine buraya köprü yapılmasını emretmiştir. Ancak Kanuni Sultan Süleyman, Zigetvar Kuşatması’nda öldüğü için köprü, oğlu II. Selim zamanında, 1567 yılında tamamlanmıştır. Mimar Sinan’ın “Köprü, eserlerimin içerisinde şaheserimdir.”dediği bu köprü, 636 metre uzunluğunda, 7,17 metre genişliğindedir. 4 ayrı bölümden ve 28 kemerden oluşan köprünün yapımı sırasında, gölün suları büyük tulumbalarla boşaltılarak, 40.000 m3 taş kullanılmıştır. 1986 -1989 yılları arasında restore edilen köprü ilçenin sembolüdür. Köprünün girişindeki turistik alan içerisinde Sokullu Mehmet Paşa Camii, Kurşunlu Han ve Kanuni Sultan Süleyman Çeşmesi de yer almaktadır. Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir. Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler. Ortaya çıkan biçimler toplum tarafından benimsenen simgelere dönüşür. Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli ögesi olan Ocak - Şubat 2012 kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına büyük bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır. Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, İmparatorluğun her yerindeki yapılar için yol gösterici olmuştur. Sultan III. Murad döneminde Mekke’nin onarımı için Hicaz’a gönderilen Sinan, 1573’te tamamladığı, Kasımpaşa’daki Kaptan-ı derya Piyale Paşa Camisi’nde eski ulu camilerin planına dönüş yaparak, kuruluş döneminin özellikleriyle, uzun mimarlık hayatı süresince edindiği deneyimlerin sentezini uyguladı. Sinan, bütün yaşamı boyunca, İstanbul, Edirne, Ankara, Kayseri, Erzurum, Manisa, Bolu, Çorum, Lüleburgaz, Kütahya, Gebze, Babaeski, Çorlu, Bolvadin, vb. Anadolu kentleriyle, Hâlep, Şam, Sofya, Hersek, Budin, Rusçuk gibi, imparatorluğun her yanına dağılmış topraklarda su yolları, çeşmeler, camiler, külliyeler, medreseler yaptı. Bu yapıların bazılarının inşasında bizzat kendisi bulunmasa da, öğrencilerini ya da kendine bağlı mimarlar grubunu görevlendirirdi. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştıran Sinan’ın türbeleri, bu denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü düşünce tarzını yansıtır. Mimar Sinan’ın klasik dönem olarak adlandırılan mimarlık anlayışı Ayas, Şecca, Acem Ali, Küçük Sinan, Davut Ağa, Ahmet Ağa, Kemalettin, Yusuf Mehmet Ağa, Süleyman Ağa, Muslihittin, Hüseyin Çavuş, Hacı Hasan, İbrahim gibi mimarlar tarafından sürdürülmüştür. Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerine kıyasla daha rasyonel ve ölçülü olan, gerçekçiliğe, sade ve net anlatıma dayanan Osmanlı klâsik mimarisi, kendine güvenen, yetenekli ve deneyimli bir mimar olan Sinan’la zirveye çıktı ve 50 yılda oluşan bu tarz, Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik gücünün dorukta olduğu dönemi ile aynı zaman diliminde, Mimar Sinan’ın dehasıyla özgün ve üniversal bir ifadeye kavuşarak, hayat buldu. Mimar Sinan İstanbul’un su sorununu çözmekle de görevlendirildi. Hünkâr, paşalar ve özellikle saraya damat olan zengin vezirler tarafından, siyasal gücün aracı olarak kullanılan anıtsal mimari desteklenmesiyle, Mimar Sinan’a bağlı olan Hassa Mimarları Ocağı, devletten her türlü yardımı görerek, rahat bir ortamda çalışma olanağı buldu ve anıtsal yapılar çok kısa süreler içinde inşa edilebildi. O dönemin Avrupası’nda, Roma’da inşası 160 Ocak - Şubat 2012 yıl süren San Pietro Katedrali ve Londra’da, Sir Christopher Wren tarafından, 40 yılda tamamlanabilen St. Pauls Katedrali göz önünde bulundurulduğunda, Sinan’ın, İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi’ni 7, Edirne’deki Selimiye Camisi’ni de 6 yılda tamamlamış olması, 16. yüzyıl Osmanlı mimarlık ve yapı kurumlarının hızını ve verimini kanıtlar. 17 Temmuz 1588’de İstanbul’da öldüğünde ardında yüzlerce mimari eser bırakan Mimar Sinan’ın beyaz taşlı, sade bir yapı olan türbesi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki, Haliç duvarının önündedir. Mustafa Kemal Atatürk, yapılarının etkisi ölümünden sonra da süren ve her dönemde saygınlığını koruyan Mimar Sinan’ın, bilimsel olarak araştırılmasını ve bir heykelinin yapılmasını istedi. 1982’de, daha sonradan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere oluşturulan üniversiteye onun adı verildi. Toplu mekân üstadı Koca Sinan, 17 Temmuz 1588’de 99 yaşında İstanbul’da ölmüştür. Süleymaniye Camii’nin yanında Şeyhülislâm Kapısı (Bab-ı Meşihat), Dökmecilere giden yolun birleştiği yerdeki türbede gömülüdür. Bu türbenin kitabesinde yer alan “Geçti bu demde cihanda Pir-i Mimaran Sinân” ifadesi şair ve nakkaş Sâî Mustafa tarafından yazılmıştır. “Türk Tarihi Araştırma Kurumuna Sinan’ın heykelini yapınız.” Gazi Mustafa Kemal, “Sadece iki satırlık bir yazıdır bu. Atatürk böyle bir istekte bulunur ve aradan 20 yıl geçer. Sinan’ın ilk heykeli Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya fakültesinin bahçesinde 1957’de açılır. İşte banknotlar üzerinde de basılan Sinan resmi bu heykeldendir. 1976’da Uluslararası Astronomi Birliği’nin aldığı kararla Merkür’deki bir krater Sinan Krateri olarak isimlendirilmiştir. *Strüktür: Bir yapının ayakta durmasını sağlayan taşıyıcı düzeneğe verilen isim. Kaynaklar: -http://www.msxlabs.org -A.Afet İnan, Mimar Koca Sinan, Ankara 1968. -Rıfkı Melûl Meriç, Mimar Sinan, Hayatı, Eserleri, Ankara 1965. -Suut Kemal Yetkin, Türk Mimarisi, Ankara 1970. Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 107 SİNAN’IN ESERLERİNE GİZEMLİ YOLCULUK… Koca Mimar’ın fütuhat, saltanat, ilim ve sanat bakımından en muhteşem devrinde büyük bir imar kudretinin başında, şöhretli bir insan olmasına rağmen, yazma nüshalarda mur-u natuvan” (güçsüz karınca), imzasında El-fakir Sinan Sermamaran-ı Hassa”; beyzi mührünün ortasında imzasında El-fakir ü’l-hakir Sinan”; kenarında ise; Serm mima ran-ı hassa müstemend Bende-i miskin kemine dermend” (Fakir, aciz, hassa sermimaranı dertli, değersiz, miskin bendeleri) diye kendisini tanıtarak yalnız mimarinin değil, tevazuun da üstadı olduğunu gösterdiğini biliyor muydunuz? Mimar Sinan, bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi’ye gelerek, “Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir diliyle yazar mısın?” der. Bunun üzerine Çelebi, Mimar Sinan’ın anlattıklarını yazmaya başlar ve küçük bir kitap ortaya çıkar. Saî Mustafa Çelebi’nin Mimar Sinan’ın ağzından kaleme aldığı, “Tezkiretü’l Bünyan” ve “Tezkiretü’l Ebniye” adını verdiği ve günümüzde ‘Yapılar Kitabı’ adı altında toplanarak yayımlanan bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içeriyor. Mimar Sinan’ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları hakkındaki düşüncelerini bu kitap ile, Sinan’ın kendi ağzından öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye Camisi’nin sırlarını da belli ölçülerde bulabiliyoruz. Mustafa Saî Çelebi’nin ‘Yapılar Kitabı’nda Süleymaniye ile ilgili çarpıcı bölümler yer alıyor. 108 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi SÜLEYMANİYE CAMİ’SİNDEKİ AKUSTİK SORUNUNUN ÇÖZÜMÜYLE İLGİLİ RİVAYET Süleymaniye, Kanunî tarafından imparatorluğun gücünü ve görkemini göstermek için yaptırılmış, bu görev de Sinan’a verilmişti. Camii ve külliyesi 7 yılda tamamlandı. Fakat bu sürenin uzunluğu merak uyandırmıştı. Bu arada inşaat sırasında Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar ulaşır. Kanunî, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor. -“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti?” diye sorar. Oysa Sinan’ın içtiği nargile içerisinde tömbeki yoktur, içtiği sadece sudur. Koca Sinan nargilenin fokurtularını dinleyerek ve caminin akustiğini ölçmeye çalışarak; mihraptaki imamın sesinin caminin her yanına nasıl ulaşacağını anlamaya çalışmaktadır. Bunun için de Anadolu’nun değişik yörelerinden 65 adet dev turşu küpü getirtmiştir. Bu küpleri içleri boş ağızları yukarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirmiştir. Böylece amacına ulaşarak sesi koca mekânda muhteşem bir şekilde iletmiştir. Süleymaniye Camii’nin ayrıntılarına inildikçe insanı büyüleyen pek çok özelliği ortaya çıkıyor. Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için, inşaata bir süre ara verildiği de belirtiliyor. Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp Han, inşaatın devamı için, kıymetli mal yüklü bir kervanı, içi değerli taşlarla, mücevherlerle dolu bir kutuyu ve bu hediyeleri gönd e r mesinin sebebini açıklayan mektubu Kanunî’ye yollar. Ocak - Şubat 2012 Bu mektuba sinirlenen padişah, malları elçinin gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu Sinan’a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur. Mimar Sinan, değerli mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye ‘Cevahir Minaresi’ adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir. Süleymaniye’nin dört minaresi İstanbul’da yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder. KANDİLLERİN İSİNDEN MÜREKKEP YAPILIRDI Caminin içinde yanan yaklaşık 250 -300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin en güzeli bu isten elde edilirdi. SELİMİYE CAMİİ EFSANELERİ “Taş Dehaya Ulaştı, Deha Taş Kesildi” Bu cami, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği 16. yüzyıldaki politik egemenliğini de vurgulayan “Son Sultan” yapısıdır. Selimiye, varlığı ile Türk tarihindeki Edirne’ye güç katarak ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Yalnız zamanımızın araştırmacıları değil, eski yazarlar da Selimiye’nin bir başyapıt olduğu konusunda birleşirler. Ernst Diez bu cami için şunları söyler: “Selimiye; mekân büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür.” Ocak - Şubat 2012 Ters Lale En Çok Merak Edilen Motiftir Müezzinler Mahfeli’nin kuzeydoğu yönünde; köşedeki mermer ayağında, bir küçük ters lale motifi bulur. Yaygın söylenceye göre bu lale, cami arsasının sahibi olan ve burada lale yetiştiren kişinin arsaya cami yapımı için çıkardığı güçlük ve ters tutumunu sembolize etmektedir. Padişah Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan’ı, Edirne’de yaptırmayı düşündüğü camiye yer beğenmesi ve yer sahibinin rızasını alması için görevlendirir. Mimar Sinan, ustalık şaheseri olarak kabul edilen Selimiye Camiinin şimdiki yerini beğenir. O zamanlar Lale bahçesi olan arazi sahibi kadın, Mimar Sinan’a yeri vermek istemez. Bunun üzerine Yavuz Selim birlikte çıktıkları bir Balkan seferi dönüşünde Mimar Sinan ile Edirne’de aynı yere gelirler. Kadın, karşısında yüce hünkârı görünce ve aynı teklifi ondan da duyunca kabul etmekten başka çaresi kalmaz! Yalnız bir şartı vardır. Camide lale motifleri kullanılmasını ve bir zamanlar burasının lale bahçesi olduğunun unutulmamasını ister. Bu istek Yavuz Selim tarafından kabul edilerek, yanındaki Mimar Sinan’a iletilir. Selimiye’nin uzun yıllar boyunca süregelen, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılan hikâyeleri günümüze kadar söylenegeliyor. İşte Selimiye Camii efsaneleri: Hz. Muhammed’i (S.A.V) rüyasında gören padişah II. Selim, Peygamberin emri üzerine onun rüyada işaret ettiği, bugünkü cami alanının bulunduğu yere bir cami yaptırmaya karar vermiştir. Koca Sinan, ustalık eserimdir, dediği bu yapının inşaatına başlamadan önce, inşaatta kullanacağı bütün taş malzemeyi araziye yerleştirmiş. İki yıl süresince tonlarca taş, zeminin üzerinde beklemiş. Mimar Sinan, Selimiye’nin zeminini önceden sıkıştırarak, bu şekilde zeminin oturmasını sağlamış. Böylece iş bittikten sonra oluşacak çatlama ve kaymaların önüne geçilmiş. Selimiye Camii ile ilgili bir diğer söylence ise şöyledir: “Cami kubbesi tektir, çünkü Allah birdir. Camisi pencereleri beş 343. 0 kademelidir; çünkü Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 109 İslam’ın şartı beştir. Vaaz kürsülerinin dört oluşu 344. 0 İslâm’da dört mezhebin varlığına işaret eder. Selimiye Külliyesi’ndeki 345. 0 32 kapı, İslam’ın 32 farzıdır. İki minarede toplam altı yol oluşu, 346. 0 İmanın altı şartını işaret eder.” MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ’NDEKİ KUYULAR Mimar Sinan’ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızına aşkını anlatmak için yaptığı Mihrimah Sultan Camii’nin 10 yıldır süren bakım ve onarım çalışmaları sırasında, ünlü mimarın bir mühendislik sırrı daha gün yüzüne çıkıyor. 16. yüzyılda inşa edilen Mihrimah Sultan Camisi, dönemin üç padişahına mimarbaşılık yapan Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan adına 1562 -1565 tarihleri arasında inşa edildi. 1999'daki depremde gördüğü hasar nedeniyle restorasyon çalışmaları gerçekleştirilen caminin etrafında yüzden fazla kuyu bulunduğu tespit edilir. Aşağıdaki yazı Mimar Sinan’ın yazdığı bir mektupla ilgilidir. Müthiş bir ustanın nasıl bir eser yaptığının, maharetinin, mucizesinin ve büyüklüğünün bir göstergesidir. Buyurun… Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Camisi’nin 1990'lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı TV’de söyle anlatmıştı: Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taslarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat tas kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı söktük. Sökm e y e kemerin kilit 110 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi noktasından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu. “Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz. Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz, bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum. Her kim bu taş eskidiğinde yenisiyle değiştirmek isterse; eski taşın yerine takılacak yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan söküp öteki taraftan çeksin ve sonra ipin dışarıda kalan kısımlarını kessin.” Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu’nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir bicimde kemerin inşasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz, bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur. Heyet Sinan’ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye Cami’si böylelikle kurtarılmış. Bu mektup şu an Topkapı Sarayı’nda saklanıyormuş. JAPON HEYETİNİN İNCELEMELERİ 1950–60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Türkiye’ye gelmiş. Heyet İmar ve İskân Bakanlığından izin alarak ülkemizdeki tarihî yapıları incelemeye başlamış. Ayasofya’yı, Ocak - Şubat 2012 Japonlar, bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar. Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş. Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar. Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akıl sır erdirememişler. Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar. Araştırmalarının sonucunda, herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin, sabitlenmediği, aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış. Minareleri incelediklerinde ise şaşkınlıkları ikiye katlanmış. Minarelerin çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini görmüşler. Daha derin araştırma yapmak için Edirne´ye, Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi´ne gitmişler. Oradaki olağanüstü sistemleri görünce iyice şaşırmışlar. Selimiye’nin tüm sırlarını, aylarını harcayarak çözmüşler. Japonya´ya döndüklerinde ise Sinan’ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini, Sinan’ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişler. Yani şu an gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında kullanıldıkları çoğu sistemin, yüzyıllar önce Sinan’ın geliştirdiği mekanizmalar olduğu söylenir. Hayrete düşmüş Japon Bir gün Selimiye Camii´ne girenler, kubbenin altlında bir Japon´un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırt üstü yattığını görmüşler. Tabii hemen Japon´u, “Burası kutsal bir yer. Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta durun” diyerek uyarmışlar. Ancak, Japon trans vaziyetteymiş, gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıkladığı anlatılır. “Bu Ocak - Şubat 2012 imkânsız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok...” Selimiye’nin Minareleri Selimiye Camisi’nin zemini gevşek toprakmış. Bu nedenle minarelerinin yakın zamanda yıkılacağı fark edilmiş. Çeşitli ülkelerden, bir grup bilim insanı toplanmışlar. Nasıl kurtarırız bu tarihî minareleri diye kafa kafaya vermişler. Sonuçta en son teknoloji olan metal kelepçelerle minarelerin temellerini sabitlemenin en iyi çözüm olduğuna karar vermişler. Minarelerin temellerini açınca, koymayı düşündükleri kelepçelerin aynısıyla karşılaşmışlar. Mimar Sinan bilmem kaç yüzyıl önce aynı şeyi düşünmüş. Mimar Sinan’ın, Selimiye Camii’nin kubbesini, o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi, matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı, beşinci bir işlem bularak çözdüğü söylenir. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların, yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüdür. Almanlar, aynı sistemi meclislerinin önündeki dev kürede kullanmışlar. Mimar Sinan, bu sistemi 2 metre çapındaki minarelere yüzyıllar önce monte edebilecek bir dehadır. Almanların dehası ise, o çirkin metal yığınına Selimiye´den fazla turist çekebilmelerindedir. ÜSKÜDAR’DAKİ MİHRİMAH SULTAN CAMİİ Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın tek kızı ve 16. yüzyılda yönetimde büyük rol oynamış bir sultandı. Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın da desteği ile, Süleyman ve Hüsrev Paşaları ekarte ederek 1544 yılında Sadrazam olur. Mihrimah Sultan, 1539’da 17 yaşındayken önce Diyarbakır Valisi, daha sonra da sadrazam olan Rüstem Paşa’yla evlendirildi. Sadrazam, tüm vaktini ve enerjisini devlet işlerine verdiği, karısıyla gereği gibi ilgilenemediği için, kudretli hükümdarın kızı da kendini hayır işlerine verir. Özellikle, adına yaptırılan iki büyük caminin yapımıyla geçirir vaktini. Bunlar: Üsküdar’daki, etek giymiş bir hanım görünümündeki Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 111 Fotograf: Enver ŞENGÜL Yerebatan Sarnıcı’nı vb. yapıları gezdikten sonra sıra Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi’yle Sinan’ın öğrencisi Mimar Davut Ağa’nın eseri Sultanahmet Camisi´ne gelmiş. Mihrimah Sultan Camii (İskele Camii) ve gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı Edirnekapı Cami’leridir (Mihrimah Sultan’ın statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine rağmen, yalnızlığını simgelemesi anlamında tek minareli yapılmıştır bu cami!). Mimar Sinan, en uygun yerlere en uygun camiyi -padişahın izni ve emriyle- dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir sihirli simetriyle yapmıştır. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’ni aynı anda görebileceğiniz bir yer tespit edin. Gün batımında (elbette, yılın sadece bir gününde) göreceğiniz muhteşem manzara şudur: Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! “Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik anlayışıdır!” dediğinizi duyar gibiyim... Mihrimah Sultan Camisi’nin yer altı sularından olumsuz etkilenmemesi için yaptırdığı kuyuların kapatılmasının, caminin sonunu hazırladığı ortaya çıktı. Restorasyon ve onarımla sağlamlaştırılan camide, 450 yıl önceki döneme dönüş yapıldı. KUYULARDAKİ SIR Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, Mihrimah Sultan Camisi’nin görkemli günlerine geri döndüğünü söyledi. 15 gün içerisinde caminin açılacağını açıklayan Beyazıt, restorasyon ve onarım çalışmalarında tam bir ‘geçmişe bir yolculuk’ yapılarak, mühendislik örneği sergilendiğini anlattı. Mimar Sinan, 450 yıl önce camiyi inşa ederken, temellerin yer altı sularından etkilenmemesi için kuyu kazdırıyor. Mimarlık dehası Sinan, yüksek kotta yapılan cami temellerinin ve zemininin sağlam kalabilmesi için bir miktar su ile temas etmesi gerektiğini düşünüyor. Bunu sağlamak amacıyla da kuyuları yaptırıyor. Hayati önem taşıyan kuyuların ne kadar vazgeçilmez olduğunun anlaşılamaması caminin sonunu hazırladı. Zamanla şehir şebeke suyu da gerekçe oluşturdu ve kuyular kapatıldı. Caminin temellerinin arası bu nedenle balçıkla doldu. Restorasyon kapsamında, etrafındaki çelikten koruyucu dayanaklar kaldırıldı. Toplam 97 güçlendirme kuyusu açılarak, cami zemini stabil hâle getirildi ve kayma engellendi. Cami bohçalanma yöntemiyle tamamen çevrildi ve temel sağlam duruma alındı. Mihrimah Sultan Camisi’nin 18 metre altından geçilerek, güçlendirme kuyuları birbirleriyle bağlı hâle getirildi. Yetkililer, tarihî eserin gençlik dönemine döndüğünü söyledi. Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Üsküdar ve Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyeleri, hiç açığa çıkmayan platonik bir aşkın izlerini mi taşıyor? Yönetmenliğini Cengiz Özdemir’in yaptığı 112 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Mimari ve Aşk adlı belgesel bu gizli aşkın izini sürer. AŞKIN AYDINLIK VE KARANLIK YÜZÜ Rivayete göre, Koca Sinan derin bir tutkuyla âşık olduğu Mihrimah Sultan’a kavuşamamıştır, ama ona olan aşkını olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır. Kimi sanat tarihçilerinin iddialarına göre, Mihrimah Sultan adına yapılan külliyelerin duru, gösterişsiz ve asil duruşuna rağmen, içinin alabildiğine aydınlık olmasında da Sinan’ın duygularının izleri sürülebilir. Acaba Sinan, Mihrimah Sultan’ın iç güzelliğini bu şekilde mi anlatmaya çalışmıştır? Yine iddialara göre Sinan’ın, Mihrimah Sultan’ın eşi Rüstem Paşa için yaptığı caminin çinileri ve süslemelerinin tüm ihtişamına rağmen diğer bütün yapılarının aksine daha karanlık olmasının altında da bu aşkın izleri vardır. Mimari ve Aşk adlı belgesele danışmanlık yapan Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu aşkın hiçbir şekilde belgelenemediğini vurgulayarak, “Hikâyenin bir fanteziden, efsaneden öteye geçmesi mümkün değil. Kişi Mimar Sinan da olsa imparatorluğun sadrazamının tek eşine böyle duygular beslenmesi hayatının sonu anlamına gelir. Camilerin yerleri seçilirken veya mimarisinde, Mihrimah Sultan’a özel hesaplar yapılmış olması da bu aşkın varlığını kanıtlamaya yetmez. Mimar Sinan, hangi eserinde hesap yapmamıştır ki?” diyor. Mimar Sinan hakkındaki en kapsamlı kaynak olarak bilinen “Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” isimli kitabın yazarı Harvard Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Gülru Necipoğlu da bu aşkın ilk kez Arthur Stratton isimli yazar tarafından dile getirildiğini belirterek, “Stratton, 1972 yılında Londra’da yayınladığı Mimar Sinan’ın biyografik romanında ikisi arasında bir aşk kurgusu yapmış. Ancak bunu yaparken belirttiği herhangi bir kaynak yok. O zamandan beri dilden dile dolaşan bir hikâye bu. Tarihle ilgili bir şey söyleyeceksek ancak belgeler üzerinden konuşabiliriz. Böyle bir kaynak olmadığı için de anlatılan aşkın tamamen hayal ürünü olduğunu düşünüyorum.” dedi. Belgeselde Mimar Sinan’ın iki cami arasına gizlediği aşkını anlatan Prof. Dr. İskender Pala ise filmde mecaz bir anlatım kullanıldığını söyleyerek “Mimar Sinan, bir kadına âşık olsaydı bu kişi Mihrimah Sultan olurdu. Bana göre âşıktı ki iki abide de onun ismini bir araya getirdi. Adını kıyamete kadar yaşatacak iki abideye imza attı. Bunu yedi-sekiz sene evvel bir akşam üstü kendi gözlerimle gördüm. İki külliyeyi de gören bir yerde duruyordum, birinden güneş batarken, diğerinden ay doğuyordu. O an gözlerimdeki perde açıldı. Mimar Sinan, bilim adamı olduğu gibi aynı zamanda Ocak - Şubat 2012 Fotograf: Enver ŞENGÜL Matematik dehası Sinan, Mihrimah için yaptığı iki külliyenin içinde yer alan camilere bir sır da gizlemiştir. Mihrimah Sultan’ın Güneş’le Ay anlamına gelen ismine ithaf edercesine yılın sadece birkaç gününde (Nisan ve Mayıs aylarında) bir caminin arka cephesinden güneş batarken diğerinden ay doğmaktadır. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 113 Fotograf: Enver ŞENGÜL bir sanatçı, şairlerle dost, Baki’yle yakın arkadaş. Eserlerinde de şiirsel bir anlatım olması çok doğal” diyor. Fotograf: Enver ŞENGÜL 114 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi MİMARİ VE “AŞK”IN KÜNYESİ Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Azmi Özcan ve Mimar Dr. Sinan Genim’in danışmanlığında hazırlanan belgeselde Prof. Dr. Metin Sözen, Prof. Dr. İskender Pala ve Haluk Dursun’un anlatımları da yer alıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ile Yapı Kredi’nin katkılarıyla tamamlanarak piyasaya sürülen 40 dakikalık belgeselin yönetmenliğini Cengiz Özdemir yaptı. Türkçe ve İngilizce anlatım seçenekleri bulunan belgeselde devşirme Sinan’ın Kayseri’de doğduğu evin görüntüleri, İstanbul’a getirilişi, Yeniçeri Ocağı’ndaki askerlik hayatından baş mimarlığa giden yolculuğunun hikayesi, eserleri ve tarzı hakkında da geniş bilgiler yer alıyor. Mihrimah Sultan Çeşmesi, su yolları ve su çarkları yapan Sinan’ın anlattığına göre bir gün Kanuni Sultan Süleyman, İskender Çelebi bahçesini gezerken, yolu Rüstem Paşa Sultanı Mihrimah Sultan bahçesine düşer. Bahçedeki sebzelerin solgun olduğunu görünce bağcıya “Bu bahçenin sebzeleri niye diğer bahçenin sebzeleri gibi taze değil?” diye sorar. Bostancı da “Padişahım bu bostanda su olma- Ocak - Şubat 2012 USTALIK ESERİ DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE Birleşmiş Milletler (BM) Bilim, Eğitim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO ), 25 farklı ülkeden 25 tarihi eseri Dünya Mirası Listesi’ne aldı. Listeye Mimar Sinan’ın Edirne’de yaptırdığı ve ‘ustalık eserim’ dediği Selimiye Cami ve Külliyesi’ni de dahil edildi. UNESCO ’nun 1972 tarihli doğal ve kültürel alanların korunması sözleşmesine göre Dünya Mirası Listesi’ne girmeyi başaran yerler, mali kaynak ve prestij elde ediyor. Bu da söz konusu yerleri turizm açısından çekici kılıyor. dığından sebzeler solmakta ve iyi yetişmemektedir.” diye cevap verir. Bunun üzerine padişah “Bahçenin bir köşesine bir su dolabı yapsınlar, mimarı çağırsınlar bunun mümkün olup olamayacağına baksın.” diye yanındakileri uyarır ve Mimar Sinan’ı çağırırlar. Mimar Sinan, “Saâdetlü padişahım güzel söylemişler. Bu yerde dolap yapmak mümkündür. Ancak dolabın üstü bağın gayet üstünde olmalıdır ki, su her yere akabilsin. Eğer padişahımın buyurduğu yere yapılırsa, bazı yerlere su çıkmaz.” der. Bunun üzerine padişah Sinan’a “Su yüksekte olur mu?” diye sorar. Sinan ise “Evet padişahım, pınarlar çoğunlukla dağların başında olur.” diye cevap verir. Padişah biraz üzülür, ancak Sinan’ın haklı olduğuna kanaat getirir. Daha sonra Sinan dolabın yerini açtırmaya başlar. Bir adam boyu kadar zemini kazdıklarında, eskiden dolap kuyusu olan, kâgir dolap kalıntısına rast gelir. Dolap harap durumda olmasına rağmen, kuyunun suyu taşlar arasında hâlâ gözükmektedir. Buna çok sevinen Sinan, durumu derhal Ocak - Şubat 2012 padişaha bildirir. Haberi alan padişah, bağa gelir. Dönen su dolabını ve safa bahşeden suyun bağın altında ve üstünde aktığını görünce üzerindeki kaftanı çıkarıp Mimar Sinan’a giydirir. Kaynaklar: -http://www.msxlabs.org -http://www.bilgispot.com/9947/mimar-sinanin-sirlari -http://forum.vatan.tc/basari-oykuleri-mimar-sinandanharika-haller -kaynak: anafilya.org -Serkan Akkoç/ Gazete Habertürk-http://www.cicicee. com -http://www.supermeydan.net/forum Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 115 P îr î Reis 116 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Osmanlı deniz tarihinde izler bırakmış, Dünya haritaları ve Kitab–ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınan bir kaptan Pîrî Reis. Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 117 Pîrî Reis (1465/1470-1554) Pîrî Reis, Ahmet Muhiddin Piri, Ahmet ibn-i elHaç Mehmet El Karamani (d. 1465-70, Gelibolu - ö. 1554, Kahire), Osmanlı denizcisidir. Pîrî Reis eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadıdır. Karamanlı bir ailenin çocuğu olan Ahmet Muhiddin Piri’nin ailesi Fatih Sultan Mehmed devrinde padişahın emri ile Karaman ülkesinden İstanbul’a göç ettirilen ailelerdendir. Aile bir süre İstanbul’da yaşamış, sonra Gelibolu’ya göç etmiştir. Pîrî Reis’in babası Karamanlı Hacı Mehmet, amcası ise ünlü denizci Kemal Reis’tir. Piri, denizciliğe amcası Kemal Reis’in yanında başladı; 1487-1493 yılları arasında birlikte Akdeniz’de korsanlık yaptılar; Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldılar. 1486’da Endülüs’te Müslümanların hâkimiyetindeki son şehir olan Gırnata’da katliama uğrayan Müslümanlar Osmanlı Devleti’nden yardım isteyince o yıllarda deniz aşırı sefere çıkacak donanması bulunmayan Osmanlı Devleti, Kemal Reis’i Osmanlı Bayrağı altında İspanya’ya gönderdi. Bu sefere katılan Pîrî Reis, amcası ile birlikte Müslümanları İspanya’dan Kuzey Afrika’ya taşıdı. Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen II. Beyazıt’ın, Akdeniz’de korsanlık yapan denizcileri, Osmanlı donanmasına katılmaya çağırması üzerine 1494’te amcası ile birlikte İstanbul’da padişahın huzuruna çıktı ve birlikte donanmanın resmî hizmetine girdiler. 118 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Pîrî Reis, Osmanlı Donanması’nın Venedik Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı donanmasında gemi komutanı olarak yer aldı, böylece ilk kez savaş kaptanı oldu. Yaptığı başarılı savaşların sonucunda Venedikliler barış istediler ve iki devlet arasında bir barış anlaşması yapıldı. Pîrî Reis, 1495-1510 yıllarında İnebahtı, Moton, Koron, Navarin, Midilli, Rodos gibi deniz seferlerinde görev aldı. Akdeniz’de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti. Pîrî Reis, 1511’de amcasının bir deniz kazasında ölümünden sonra Gelibolu’ya yerleşti. Barbaros Kardeşler’in idaresi altındaki donanmada halaoğlu Muhiddin Reis ile Akdeniz’de bazı seferlere çıktıysa da daha çok Gelibolu’da kalıp haritaları ve kitabı üzerinde çalıştı. Korsanlık yaptığı yıllarda ele geçirdiği kimisi Kristof Kolomb’a, kimisi başka korsanlara ait haritaları vardı. Bu haritalardan ve kendi gözlemlerinden yararlanarak 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika’nın batısı ile yeni dünya Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, bu haritanın günümüzde elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, günümüze kalmamış olan, Kristof Kolomb’un Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olması rivayetidir. Barbaros Kardeşler, 1515 yılında dünyanın en büyük deniz güçlerinden birisini oluşturmuş ve Kuzey Afrika’da fetihler yapmışlardı. Pîrî Reis, Oruç Reis’in kaptanlarından birisi olarak hediye sunmak üzere yardımını bekledikleri Yavuz Sultan Selim’e gönderildiğinde Yavuz’un yardım olarak verdiği iki savaş gemisi ile geri döndü. Pîrî Reis, 1516- 1517 yıllarında İstanbul’a geldiğinde tekrar Osmanlı donanmasının hizmetine girdi; Derya Beyi (Deniz Albayı) rütbesini aldı ve Mısır seferine gemi komutanı olarak katıldı. Donanmanın bir kısmı ile Kahire’ye geçip Nil Nehri’ni çizme fırsatı buldu. Ocak - Şubat 2012 Ünlü denizci, İskenderiye’nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarılar ile padişahın övgüsünü kazandı ve sefer sırasında haritasını padişaha sundu. Günümüzde bu haritanın bir parçası mevcuttur, diğer parçası kayıptır. Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve “Dünya ne kadar küçük...” demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve “Biz doğu tarafını elimizde tutacağız.” demiştir.. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu’nun ve onun Baharat Yolu’nun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir. Pîrî Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu’ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir denizcilik kitabı (seyir kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye’de bir araya getirdi. Kanuni Sultan Süleyman’ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523’teki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması’na katıldı. 1524’te Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pargalı Damat İbrahim Paşa’nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1525’te gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye’sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni’ye sundu. Pîrî Reis’in 1526’ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye’den izlenebilir. Pîrî Reis, 1528’de, ilkinden daha içerikli ikinci dünya haritasını çizdi. 1533 yılında Barbaros Hayrettin Paşa kaptan-ı derya olunca Pîrî Reis de Derya Sancak Beyi (Tüm amiral) unvanı alan Pîrî Reis, sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalıştı. Barbaros’un 1546’da ölümünün ardından Mısır Kaptanlığı (Hint Denizleri Kaptanlığı da denilirdi) yaptı, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ndeki deniz görevlerinde yaşlandı. Osmanlı donanmasında yaptığı son görev, idamıyla sonuçlanan Mısır Kaptanlığı oldu. Ocak - Şubat 2012 Mısır Kaptanı Pîrî Reis, 1552’de Umman ve Basra üzerine 30 gemiyle çıktığı seferde, Hürmüz Kalesi’ni kuşatmıştı. Portekizlilerden aldığı haraç karşılığı kuşatmayı kaldırdı ve donanmasıyla Basra’ya döndü. Tamire muhtaç donanmayı orada bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır’a döndü, gemilerden birisi yolda battı. Donanmayı, Basra’da bırakması kusur sayıldığı için Mısır’da hapsedildi. Basra Valisi Kubat Paşa’ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa’nın politik hırsı yüzünden hakkında padişaha olumsuz rapor verildi ve dönemin padişahı, Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanı üzerine 1554’te boynu vurularak idam edildi. İdam edildiğinde 80 yaşının üzerinde olan Pîrî Reis’in terekesine devletçe el konuldu. İdamı ile ilgili iddialar Pîrî Reis’in idamında Hürrem Sultan’ın rolü olduğu hakkında bir rivayet vardır. Hürrem Sultan’ın Kırım’dan Kemal Reis ve Pîrî Reis’in gemisi ile İstanbul’a getirildiği iddia edilir. Pîrî Reis’in dünya haritasının parçası, Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde bulunmuştur. Hürrem Sultan’ın Pîrî Reis’in başarısının önüne geçmek için dünya haritasını parçaladığı ve parçaların Rusya’ya gönderildiği ve ardından Kanuni’nin aklına girerek Pîrî Reis’i idam ettirdiği söylenir. Kaynaklar: -Vikipedi -Pınar Yıldız, Pîrî Reis’in şifresi çözüldü mü? (Metin Soylu ile Söyleşi). Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 119 ren haritaları sayılabilir. Öbürü, 1507'de basılmış Martin Waldseemüller'in haritasıdır. Bu harita Cannerio'nun haritasından kaynaklanmıştır ama Amerika'yı Asya'dan ayrı bir kıta olarak gösterir ve onu ilk defa "Amerika" olarak adlandırır. Pîrî Reis kendi haritası için kullandığı kaynaklar arasında Kristof Kolomb'un haritası olduğunu belirtir ki bu muhtemelen Kolomb'un 1498'de çizdiği haritadır. Ancak Kolomb'un 1498 haritasının ne aslı ne de kopyaları bulunabilmiştir. Pîrî Reis Haritası Pîrî Reis Haritası, günümüze kadar gelen, Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir. Osmanlı amirali Pîrî Reis tarafından 1513'te çizilmiş olup, Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarını ve Güney Amerika'nın doğu kıyılarını gösterir. Aralarında Kristof Kolomb'a ait bir haritanın da bulunduğu yirmi kaynağı bütünleştirerek hazırlanmış, 16. yüzyıl Avrupa ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini içeren değerli bir tarihî belgedir. Tarihçesi Pîrî Reis, kendisini yetiştirmiş olan amcası Kemal Reis'in 1511'deki ölümünün ardından Gelibolu'ya çekilip orada bir dünya haritası, bir de Kitab-ı Bahriye'yi hazırlamıştır. Dünya haritasını 1513'te tamamlayıp, 1517 yılında, Mısır’ın fethinin hemen sonrasındaki günlerde Yavuz Sultan Selim’e takdim etmiştir. Pîrî Reis bunun ardından Kaptan-ı Derya (amiral) rütbesine getirilir. Harita 1929'da Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında keşfedilir ve hâlâ oradadır. 1954 yılında yayımlanan “En Eski Amerika Haritası” adlı kitabında A. Afet İnan haritanın kenar notlarının, Osmanlı Türkçesinden yeni harflere çevirilerini yayımlamıştır. Amerika'yı gösteren günümüze kalmış antik haritalar arasında Pîrî Reis'inkinden daha eski birkaç başka harita vardır. Bunlardan Cantino 1502'de Nicolo de Canerio nun, 1504-1505'te basılmış, Amerika'yı Asya'nın bir uzantısı olarak göste- 120 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haritanın bulunuşu Harita, 9 Kasım 1929'da Topkapı Sarayı'nda, sarayı müzeye dönüştürme sırasındaki envanter tespit çalışmaları sürerken tesadüfen bulundu. Alman bilim insanı Adolf Deismann (1866-1937), dönemin Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem'in kendisine verdiği parçaları inceleyip düzenlerken eline geçen harita takımının içindeki folyoyu o sırada İstanbul'da bulunan ve Türk denizciliği hakkında uzman olan Alman bilim insanı Paul Kahle'ye göstermişti. Eserin Pîrî Reis'in ilk dünya haritası olduğunu teşhis eden Paul Kahle oldu[1]. Prof. Kahle, harita ile ilgili inceleme sonuçlarını 1931 yılında 18. Doğu Bilimleri Kongresi'nde sundu[2]. Haritanın üzerindeki notları Hasan Fehmi Bey, Latin harflerine aktardı. Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Akçura'nın 1937 tarihli “Pîrî Reis Haritası” adlı kitabında haritayı yayımladı. Cumhurbaşkanı Atatürk, haritayı Ankara'ya getirtip bizzat inceledi ve devlet matbaasında çoğaltılmasını sağladı. Haritanın kayıp parçalarını arama çabası sırasında, Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz tarafından dünya haritası olduğu sanılan bir başka Pîrî Reis haritası bulunmuştur. İçeriği ve Genel Görünümü Pîrî Reis Avrupa Haritası (Kitab-ı Bahriye) Harita ceylan derisi üzerine çizilmiş, 900 x 600 mm boyutlarındadır. Orta Çağ haritalarında sıkça rastlanan portolan tarzında yapılmıştır, yani enlem ve boylam çizgileri yerine anahtar noktalarda yönleri gösteren pusula gülleri ve bunlardan ışınsal olarak yayılan yön çizgileri vardır. Ocak - Şubat 2012 Kenarlarda açıklayıcı nitelikte çeşitli notlar vardır. Notların bir kısmı tutsak edilmiş Portekiz ve İspanyol denizcilerin ifadelerine dayalıdır. Notlarda Yeni Dünya’nın yerlileri, hayvanları, bitkileri, madenî zenginlikleri ve diğer ilginç özelliklerine değinilir. Ayrıca, gösterilen yerlerde bulunduğu rivayet edilmiş hayvan veya hayalî yaratıkların resimlerini de gösteren harita, toplam dokuz renkle çizilmiştir. Kenar notlarından birinde bu haritanın batıda Kristof Kolomb'un keşfettiği yöreler, doğuda da "Çin, Hint ve Sint" bölgelerini gösterdiğini yazar. Sağ kenardaki notlarının bazılarının yarım cümlelerden oluşması bu haritanın daha büyük bir dünya haritasının sol yarısı olduğunu gösterir; öbür yarısı kayıptır. Notlardan bir diğerinde "İş bu haritayı Kemal Reisin biraderzadesi unvanı ile müştehir Piri ibni Hacı Mehmet 919 senesi muharreminde [yani 1513 senesi 9 Mart ile 7 Nisan arasında] Gelibolu’da tahrir eylemiştir." yazar. Kenar notlardaki bilgilerin bir kısmı Pîrî Reis'in daha sonra yazdığı Kitab-ı Bahriye'sinde de aynen yer alır. Coğrafî Ayrıntılar Çizimde Batı Avrupa, Batı Afrika ve Güney Amerika'nın doğusu kolayca tanınabilir. Atlas Okyanusu’nda Kanarya Adaları, Kap Verde Adaları ve Azor Adaları'nın konumları doğrudur ama biraz orantısızdırlar. Avrupa’da Fransa ve İber Yarımadası iyi çizilmiştir. İber Yarımadası'nda gösterilen dört nehirden üçü Tagus, Guadalkivir ve Ebro olarak tanınabilir, ancak bu nehirlerin yukarı kısımlarında hatalar vardır. Afrika kıtasında Senegal, Gambia ve Guinea, ve Fildişi Sahili'ndeki Sassandra Nehirleri’ni tanımak mümkündür. Nijer Nehri'nin kaynağı olarak, Sahra Çölü'nde görünen göller vardır. Kuzey Amerika’nın ayrıntıları, gerçek ayrıntılarına hiç uymamaktadır. Hispanyola olarak adlandırılan ada, kuzey-güney doğrultusunda çizilip, görünüm olarak Japonya'nın 15. yy.da bilinen şekline benzer. Güney Amerika’da Brezilya'nın kuzey kıyıları gerçekle oldukça uyumludur. Orinoko ve Amazon Nehirleri, Trinidad Adası kolaylıkla tanınabilir. Amazon'un Ocak - Şubat 2012 denize döküldüğü noktanın açıklarında çizilmiş olan büyük ada ise gerçekte yoktur. Güney Amerika'nın iç bölgelerinde dağlar görünür. Rio de la Plata Nehri olması muhtemel bir nehrin güneyindeki kıyı ayrıntıları Brezilya kıyılarıyla çeşitli noktalarda uymaktadır, ama kıyı çizgisinin doğrultusu güney yerine doğuya doğru uzanır. Haritanın Kaynakları Varsayımlara göre bu haritanın, bir kısmı Akdeniz'de ele geçirilmiş İspanyol ve Portekiz gemilerinde bulunmuş olan, yaklaşık 20 haritanın bir birleşimi olduğu yönündedir. Bunların arasında sekiz 'Caferiye' haritası, dört Portekiz haritası, güney Asya'ya ait bir Arap haritası ve Kristof Kolomb'a ait bir Amerika haritası vardır. Caferiye haritaları, çok eskiye dayanan, Abbasi halifelerinden Me'mun zamanında kopyalanmış olan, Büyük İskender zamanına ait haritalardır. Pîrî Reis, haritasının Orta Amerika kısmının kaynağının Kristof Kolomb olduğuna, bu satırlarda kendi yazısı olmayan bir yazıyla: "Bu isimler ki mezbur cezairde ve kenarlarda kim vardır, Kolonbo koğuştur ki anınla malûm oluna. Ve hem Kolonbo ulu müneccim imiş. Mezbur hartide olan bu kenarlar ve cezireler kim vardır, Kolonbonun hartisinden yazılmıştır." Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 121 bölgesindeki pek çok kıyı şekli Asya'nın doğu kıyılarına karşılık gelmektedir. Karayipler'in çiziminde Pîrî Reisin iki haritadan yararlandığı anlaşılabilir. Sancuvano Batisdo adı iki farklı ada için (biri günümüz Porto Riko'sunda bulunan San Juan Bautista, öbürü Küçük Antiller'de yer alan Santa Maria de Guadalupe) kullanılmıştır, ayrıca Virgin Adaları iki kere çizilmiştir. Güney Amerika'nın içerlerinde görülen dağlar Caneiro haritasında da görüldüğünden dolayı, Pîrî Reis’in kaynaklarından biri muhtemelen onun türevlerindendir. Brezilya kıyıları konusundaki kenar notunda bu kıyıları kazara keşfetmiş Portekizli kaşiflerin ayrıntılı anlatılarından yararlandığını belirtir. Söz konusu kaşif şüphesiz 1500’de Hindistan’a giderken Brezilya'yı keşfeden Pedro Alvares Cabral'dir. Pîrî Reis haritasının Kristof Kolomb haritasından kaynaklandığının önemli bir delili, Küba'nın yokluğudur. Kristof Kolomb seyahatnamelerinde Küba'nın bir ada değil, kıtanın uzantısı olduğunu yazmıştır ve Pîrî Reis haritasında da Küba bu şekilde gösterilir. Notlarda "Antilya" olarak değinilen Karayipler hakkında çeşitli bilgiler verilir. Bir kenar notunda adı geçen "Izle de Spanya", (günümüzde Dominik Cumhuriyeti ve Haiti'nin bulunduğu) Hispanyola adasına karşılık geldiği anlaşılabilse de, bu kenar notunun yanındaki adanın şekli Japonya'ya benzemektedir. Macellan'ın seyahatlerinden önceki dönemde Atlas Okyanusu'nun batı kıyısında Asya olduğu kanısı yaygındı. Çin'e varmak amacıyla yola çıkan Kristof Kolomb'un yanına Uzak Doğu Asya haritaları almış olduğu rivayeti ülkemizde çok meşhurdur, bu Kolomb'un Doğu Asya kıyılarını gösteren haritalara kendi keşfettiği yerleri eklemiş olması muhtemeldir. Haritanın bu 122 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haritadaki bazı yörelerin kaşiflerinin Ceneviz Cumhuriyetli olduğuna dair övücü ifadeler bulunması, ayrıca Kristof Kolomb'dan onun İtalyanca'da kullanılan adı olan 'Kolombo' olarak bahsetmesi Pîrî Reis'in Cenevizli kaynaklardan da yararlandığına işaret eder. Haritanın kaynakları hakkında diğer teoriler: Güney Amerika'nın modern bir projeksiyonu ile Pîrî Reis haritasının karşılaştırması, Güney Amerika'nın haritaya sığdırılmak için çarpıtılmış olabileceğini gösteriyor. Pîrî Reis haritası 1960'lı yıllarda bazı bilim ötesi teorilere ilham kaynağı olmuştur. Charles Hapgood, Pîrî Reis'in haritasındaki Güney Amerika'nın güney ucundan doğuya doğru olan uzantıyı, 16. yüzyılda henüz varlığı bilinmeyen Antarktika kıtası olarak Avrupa'ya tanıtmıştır. Bu kara parçasının haritada buzlu görünmemesi, Sahra Çölü’nde ise göllerin görünmesi yüzünden Hapgood, Pîrî Reis'in kullandığı kaynaklar arasındaki bir haritanın, dünyanın on bin yıl önceki, ikliminin günümüzden çok farklı olduğu, bir döneme ait olduğunu öne sürmüştür. İddiaya göre Pîrî Reis, tarih öncesi çağlarda yaşamış bir mede- Ocak - Şubat 2012 niyetten kalma bir haritadan ya da uzaylılardan yararlanmıştır. Erich von Daniken ise “Tanrıların Arabaları” adlı kitabında, Pîrî Reis haritasındaki bazı şekil bozukluklarını açıklamak için, uzaylı bir medeniyetin uzaydan çektiği dünya fotoğraflarından yararlanılmış olduğunu iddia etmiştir. Haritada Güney Amerika kıyılarının doğuya doğru dönmesinin bir açıklaması, Güney Amerika'nın doğru çizilmesi hâlinde haritanın üzerine çizildiği kıymetli ceylan derisinde ona yer kalmayacağıdır. Bu görüşe göre Pîrî Reis, haritaya bir ekleme yapıp onun güzelliğini bozmaktansa Güney Amerika kıyılarını, haritasının alt kısmına kaydırmıştır. Böyle bir görüşteki anlamsızlık, sınırlı bir deriye çizilen haritanın, istenilse daha küçük yapılabileceği ve de Güney Amerika'nın da haritada gerçek görüntüsüne kavuşabilmesi gerçeğidir. Hâlbuki dünyayı gerçek hâlinde düşünecek olursak (küre) ve de resmini çekecek olursak Güney Amerika'nın kürenin kenarına gelmesi hâlinde Pîrî Reis'in haritasındaki gibi bir görsellik kazandığını görürüz. Ayrıca Pîrî Reis haritasının orijinal nüshalarının kenarlarına kendi yazı biçimi olmadığı belli olan ve yeni yazılmış olduğu anlaşılan "Kristof Kolomb’dan yararlandığını belirten yazılar" ve haritaların üzerinde yemek lekelerinin dahi bulunması Adile Ayda’nın dikkatini çekmiş ve bu konuda tereddütler ortaya konulmuştur. Kesin olarak bilinmelidir ki Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetmemiş, varmış olduğu Bahama Ocak - Şubat 2012 Adaları'nı Asya Kıtası'nın parçası zannetmiştir. Ayrıca unutulmaması gereken en önemli husus Kristof Kolomb'un Harita bilimci değil tüccar olduğu gerçeğidir. Bunun yanı sıra Amerika Kıtası’nın haritalarını çizmediği gibi elindeki kendi ülkesinin haritaları dahi yaşadığı zamana göre büyük hatalarla dolu olması ve Pîrî Reis’in haritalarındaki Antarktika Kıtası hakkında hiçbir bilgisinin bulunmaması, Pîrî Reisin, Kristof Kolomb’un haritalarını eline geçirdiği yönündeki söylentilerin tutarsızlığını apaçık ortaya koymaktadır. Sonuç Pîrî Reis haritası, yapıldığı dönemdeki yirmi haritadaki coğrafya bilgilerini, yanlışları ve doğruları ile bütünleştirmiş tarihî bir belgedir. Bu haritaların bir kısmının düşman sırrı olması ve kenar notlarının tutsak edilmiş İspanyol ve Portekizli denizcilerin ifadelerini de içermesine bakılırsa, bu aynı zamanda değerli bir denizcilik istihbarat çalışmasıdır. Bunca malzemenin bir elde toplanabilmesi Osmanlı Bahriyesi’nin 16. yy.daki askerî gücünün bir göstergesi olarak gösterilebilir. Kaynaklar: -http://www.webhatti.com -http://www.tarlafaresi.net -Pîrî Reis Haritası Hakkında İzahname Pîrî Reis Haritasının keşfedildiği yılların hikâyesi ve kenar notlarının çevirileri. -Atlantik Haritasında Farkedilmemiş Gerçekler Caferiye deyimi ve haritayla ilgili diğer konularda ayrıntılı açıklamalar. -Pîrî Reis Map, in Index of Renaissance Maps Haritanın ayrıntılı tasviri (İngilizce) -The Pîrî Reis Map Pîrî Reis haritasının modern haritalarla mukayesesi, ayrıca uzaydan çekilme fotoğraf ve Antartika iddialarına karşı savlar.(İngilizce). -Pîrî Reis and the Hapgood Hypotheses Charles Hapgood'un görüşleri hakkında. (İngilizce). -Pîrî Reis öncesinden kalma Amerika haritaları (İngilizce) -Pîrî Reis’in 1513 Haritasındaki Doğu Asya Kıyıları (İngilizce) -The Tale of Two Admirals - Columbus and the Pîrî Reis Map of 1513 (İngilizce) -Pîrî Reis and the Columbian Theory Kolomb keşifleriyle Pîrî Reis haritası arasındaki bağlantılar. (İngilizce) -The Mysteries Of The Pîrî Reis Map Haritanın altındaki kara parçasının Antarktika değil, Güney Amerika'nın devamı olduğunu gösteriyor. (İngilizce). Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 123 KİTAB-I BAHRİYE Pîrî Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde Rodos Adası. Kitab-ı Bahriye, Osmanlı amirali Pîrî Reis'in hazırladığı Akdeniz kıyılarına ait ayrıntılı bir harita, kılavuzdur. Kitap, denizcilere Akdeniz kıyıları, adaları, geçitleri, boğazları, körfezleri, fırtına hâlinde nereye sığınılacağı, limanlara nasıl yaklaşılacağı hakkında bilgiler, ayrıca limanlar arasında gitmek için kesin rotalar verir. Kitab-ı Bahriye'nin iki sürümü vardır. Birincisi 1521 tarihlidir ve denizcilerin kullanımı için yapılmıştır. İkincisi 1526'da Kanuni Sultan Süleyman için hazırlanmış daha ayrıntılı ve süslü bir eserdir. Tarihçesi Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı da olan Pîrî Reis, gezip gördüğü yerler hakkında bilgileri kaydetmiş ve onların haritalarını çizmiştir. 1511-13 yılları arasında birinci dünya ha- ritasını çizerken seyir notlarını da bir kitap olarak düzenlemeye başlamıştır. Sonunda, yabancı kaynaklardan da yararlanarak bu yerlerin tarihî ve coğrafî özelliklerini 1521 tarihinde tamamladığı Kitab-ı Bahriye'de toplamıştır. 1524 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa, Mısır'a sefer yaparken, Pîrî Reis'i de yanına kılavuz kaptan olarak alır. Pîrî Reis'in sefer sırasında kendi hazırladığı kılavuzdan yararlandığını fark eden Sadrazam, Pîrî Reis'ten eserin temize çekilerek Kanuni Sultan Süleyman'a sunulmasını ister. Pîrî Reis, usta hattatlar ve çizimcilere yaptırılan yeni Kitab-ı Bahriye'sini, 1526'da Kanuni'ye armağan eder. Ancak 15 Kasım 2005 tarihinde hattat Fuat Başar tarafından haritanın orijinali üzerinde yapılan bilirkişi incelemesi sonucunda, Pîrî Reis Haritası üzerinde oynama yapıldığı sonucuna varılmıştır. Gerek haritadaki yazılar gerekse Kitab-ı Bahriye adlı eserin tüm ciltlerinde inceleme yapılmış, kitabın tüm ciltlerindeki yazıların aynı kalemden çıktığı ve yazıların talik kırması tarzında yazıldığı ortaya konmuştur. Yine Pîrî Reis'in 1513 tarihli dünya haritası üzerindeki Osmanlıca yazılar da aynı tarzda, yani talik kırması ve aynı kalemden çıkmadır. Ancak ilginç olan nokta ise sol tarafta, Güney Amerika hattı üzerindeki yazılar nesih kırmasıdır ve farklı bir kişi tarafından yazılmıştır. Usta bir hattat, bu farkı görebilir. Ayrıca bu yazılar alelade kâtip yazılarıdır. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman'a hediye edilmesi gereken Kitab-ı Bahriye'nin hattat yazısı ile özel işlemeli olması gerekliyken, bu özelliğe rastlanmaması da dikkat çekicidir. Kitab-ı Bahriye'nin 1526 sürümünde Akdeniz ve Ege'nin 290 haritası vardır. Bunu izleyen yüzyıl boyunca Kitab-ı Bahriye'nin ilk nüshasından daha da gösterişli çeşitli kopyaları yapılır. İşlevselliği artsın diye sonraki yıllarda yapılan kopyalarına Marmara Denizi kıyı ve adaları ile İstanbul da ilave edilir. İçeriği Güzelliği bir yana, bu ikinci sürüm denizcilikle ilgili pek çok bilgi içerir: Birinci bölümün konuları fırtınalar, pusula, portolan (bir limanın ya da kıyının bir bölümünün, büyük ölçekte yapılmış haritası) haritaları, yıldızlarla yön bulma, okyanuslar, ve onları çevreleyen kara parçalarıdır. Ayrıca Avrupalı kâşiflerin seyahatleri hakkında da bilgiler vardır, 124 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 bunların arasında Kristof Kolomb'un Yeni Dünya'yı keşfine ve Portekizlilerin Hint Okyanusu'na seferlerine değinilir. Kitabı Bahriye, Anadolu sahillerinin özelliklerini karış karış veren değerli bir coğrafya kitabı olarak bugün dahi geçerlidir. İkinci kısım, portolan tarzı harita ve seyir kılavuzlarından oluşur. Her bölüm söz konusu ada veya kıyının bir haritasını içerir. Bu bölümlerden birinci kitapta 132, ikincisinde 210 tane vardır. Kitab-ı Bahriye'nin ikinci bölümü, Çanakkale Boğazı ile Sultaniye ve Kilitbahir kalelerinin anlatımı ile başlar. Ege Denizi adaları ve kıyıları, Yunanistan kıyıları, Mora Yarımadası, Adriyatik kıyıları, İtalya kıyıları, Sicilya, Sardunya, Korsika Adaları, Fransa kıyıları, İspanya kıyı ve limanları, Kanarya Adaları, Kuzey Afrika kıyıları, Mısır ve Nil Nehri, Doğu Akdeniz kıyıları, Girit ve Kıbrıs, Anadolu'nun güney ve Ege kıyıları ve adaları, Gelibolu ile Saros Körfezi anlatılır. Kentlerdeki önemli anıt ve binaların çizimlerinin de yer aldığı kitapta ayrıca Pîrî Reis'e ait biyografik bilgiler de bulunur. Bulunduğu Yerler Kitab-ı Bahriye'nin kopyaları Avrupa'nın çeşitli kütüphanelerinde bulunur. Birinci kitabın suretleri İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda, Nurosmaniye Kütüphanesi'nde ve Süleymaniye Kütüphanesi'nde, Bolonya'da Bibliotheque de l'Universite'de, Viyana'da Nationalbibliothek'te, Dresden'de Staatbibliotek'te, Paris'te Bibliotheque Nationale'de, Londra'da British Museum'da, Oxford'da Bodlein Library'de, Baltimore'da Walters Art Gallery'de bulunur. İkinci kitabın suretleri İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda, Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa Kütüphanesi'nde, Süleymaniye Kütüphanesi'nde ve Paris Kütüphanesi'nde bulunur. Kitapta, Pîrî Reis, Akdeniz'le ilgili bunca bilginin büyük bir parşömen üzerine çizmek yerine bir kitapta toplamasının nedenini açıklamış, elindeki bilgilerin tek bir haritaya sığdırılmasının kullanışsız olacağını belirtmiştir. Ocak - Şubat 2012 Kaynaklar: -Yelkenci Deniz Portali: "Kitab-ı Bahriye" muslimheritage.com: "Pîrî Reis and the Book of Sea Lore (Kitab-I Bahriye)" (İngilizce) -"The Ottomans and Their Rivals, Galleys and Galleons, Portolan Charts and Isolarii" Kitab-ı Bahriye'deki tekne türleri (İngilizce) . Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 125 126 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012 Ocak - Şubat 2012 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 127 128 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012