PDF İndir
Transkript
PDF İndir
Mimar ve Mühendis Mart - Nisan 2013 Sayı: 70 70 Sayı: 70 Mart - Nisan 2013 BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ? BEYİN GÖÇÜ MÜ GÜCÜ MÜ ? 3 2 3 2 3 3 2 2 3 2 3 2 YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ? MİMARLIK ve SAN’ATTA TEVHİDÎ YAKLAŞIM TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS İmtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Prof. Dr. Faruk Yiğit Yıldız, Prof. Dr. Ali Osman Öncel, Yrd. Doç. Dr. Hakan P. Partal, Ahmet Erkoç Yayın Danışma Kurulu Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak, Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez, Yakup Güler İletİşİm Adresİ Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: mmg@mmg.org.tr ABEMEDYA Yayın Koordİnatörü İsmail Şaşmaz ismail.sasmaz@abemedya.com Edİtör Regiman Deniz regiman.deniz@abemedya.com Görsel Yönetmen Ersan Topuz Renk Ayrımı Muhammet Dilsiz Reklam reklam@abemedya.com Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.abemedya.com Basım Milsan Basın San. A. Ş. 0212 697 10 00 Yayın Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. YİNE DOPDOLU BİR SAYIYLA KARŞINIZDAYIZ Mimar ve Mühendis Grubu; nükleer enerjiden, iklim değişikliklerine, risk ve afet yönetiminden, sivil havacılığa kadar çok geniş bir yelpaze çerçevesinde, Türkiye’nin gündeminin ilk sıralarında yer alan konulara, düzenlediği çeşitli etkinliklerle eğiliyor. Bu sayımızda da paneller, “Bizbize Konuşmalar” gibi organizasyonlarla alanında uzman birçok önemli ismin açıklamalarını, konulara ilişkin önemli ayrıntıları bulabileceksiniz. Özel dosya konumuzun başlığını “Beyin Göçü” oluşturuyor. Az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru nitelikli iş gücünün akışı olarak tanımlanan beyin göçü kavramının, çıkış noktasından günümüze kadar, teknolojinin gelişimi ve küreselleşme gibi unsurların da etkisiyle ne şekilde değişim gösterdiğini ortaya koyuyoruz. Bu sırada konuyla ilgili farklı bakış açılarına da yer veriyoruz. Dünyada beyin göçüne nasıl bakıldığı, Türkiye’de beyin göçü, tersine beyin göçü ve nasıl sağlanabileceği, ülkemizin nitelikli insan kaynakları politikası ve geliştirilmesi gereken yönleri, TÜbitak’ın yaptığı çalışmalar, Erasmus, Farabi gibi projeler de yine dosya kapsamında yer verilen başlıklar arasında. Dosya haberinin dışında, yönetimde merkezileşme çalışmaları, elektrik piyasası kanun tasarısının değişimiyle birlikte işleyecek süreç, tarihi mirası ve hafızayı korumanın önemi, tevhidi yaklaşımın mimarlık ve sanata yansımasına yönelik makaleler de ilgi çekecek bölümleri oluşturuyor. Gezi bölümümüzde, Mimar ve Mühendis Grubu’nun Kudüs gezisinden izlenimlerini de okuyabileceksiniz. Keyifli okumalar diliyoruz! Az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru nitelikli iş gücünün akışı olarak tanımlanan beyin göçü kavramının, çıkış noktasından günümüze kadar, teknolojinin gelişimi ve küreselleşme gibi unsurların da etkisiyle ne şekilde değişim gösterdiğini ortaya koyuyoruz. Mimar ve Mühendis Mart - Nisan 2013 Sayı: 70 Yayın Kurulu Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir, Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada 70 Sayı: 70 Mart - Nisan 2013 BEYİN BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ? Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü Yunus Emre Tozal yunusemre@mmg.org.tr GÖÇÜ MÜ GÜCÜ MÜ ? 3 2 3 2 3 3 2 2 3 2 3 2 YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ? MİMARLIK ve SAN’ATTA TEVHİDÎ YAKLAŞIM TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS Mimar ve Mühendis 34 KAPAK BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ?: Beyin Göçü dosyası çerçevesinde; beyin dolaşımının olumlu olumsuz yanları, beyin göçü yaşayan ülkelerin durumu, nitelikli insan gücü çekmenin yolları, tersine beyin göçü, bu sürece katılan bireylerin adaptasyonları, yurt dışından Türkiye’ye gelen bilim insanlarının yaşadığı örnekler, Türkiye’nin bu konuya bakışı ve politikaları yer alıyor. 70 ETKİNLİKLER 06 Taner Yıldız: “SİNOP’A NÜKLEER SANTRALİ KURARSAK 7.2 MİLYAR DOLARLIK DOĞALGAZI İTHAL ETMEYİZ” Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu: "JAPONLAR DEPREME HER ANLAMDA HAZIR” Ahmet Haluk Karabel: “TOKİ KONUT ÜRETİMİNDE TÜRKİYE’NİN GÜVEN YÜZÜ HALİNE GELDİ” 26 30 HABER ANALİZ MİMARLIK Yanan Tarih mi Geleceğimiz mi? Mimarlık ve San'atta Tevhidi Yaklaşım MAKALE 78 Yönetimde Merkezileşme Eğilimleri 6360 Numaralı Kanun Özelinde Ahmet Faruk Güneş MAKALE 82 Elektrik Piyasası Kanun Tasarısı İbrahim Akgün BİZDEN HABERLER 68 GEZİ: TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS KİTAPLIK AJANDA ÇİZGİ YORUM BEYİN GÖÇÜNDEN BİLGELER ÜLKESİNE İ nsan aynı zamanda mekân bağımsız bir varlıktır. Doğduğu yer ona anlam katar ancak hayatının devamı içinde sürekli bir arayış içerisindedir; daha iyi, daha güzel, daha emin bir mekân arayışı onu göç etmeye zorlar, hicret eder, ticaret yapar, kervanlar düzer, başka diyarlarda kendini bulmaya, geliştirmeye çalışır. Bu insanın var olma ve keşfetme iştiyakı bir mistik aramadır aynı zamanda. Bu eski çağlardan bugüne kadar devam ede gelen kadim bir var oluş hakikatidir. Büyük olan ve bilinmeyen her zaman çekici ve cazip olmuştur. Büyük medeniyet havzaları insanlığın akıl ve vicdan arayışının, özgürlük arayışının kavşak noktaları olmuştur. Doğu ve batı, kuzey ve güney, farklı dil, ırk ve dinler bu havzalarda buluşmuş birbirinden alışverişlerde bulunmuşlardır. Bir ülkenin en büyük değeri akıl eden vicdan sahibi insanlarıdır. Bunlar bilim insanı, sanatçı, kültür insanı olurlar. Eskiden bilge padişahların en büyük övüncü, topladıkları kitaplar ve yanlarındaki âlim, arif ve zahit insanlardı. Sultanlar, saltanatlarının devamının onlara gösterdiği iltifat ve cömertlikte olduğunu bilirlerdi. Her zaman söyleyecek sözü, yapacak bir şeyi olan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar adeta insanlığın yitik evlatlarıdır. Kim bunları fark eder, baş tacı ederse zamanının krallık tacı onun olur. İnsan ihtiyacının karşılanmasının yanında fark edilmek, iltifat ve takdir görmek ister. İltifatın olduğu yerde daha üst değerler üretilir, insan saklı olan kullanamadığı yeteneklerini keşif eder ve açılır, genişler, damladan derya olur. Her insanın içinde bir âlem saklıdır. Bu âlem ancak baskının, zulmün olmadığı, takdir ve teşekkürün olduğu yerde kendini açığa çıkarır. İnsanın arayışı ve var oluş isteği bütün varlık sorunlarının başıdır. Kim bunun ortaya çıkması için imkan hazırlarsa insan oraya akar, aklıyla, emeğiyle, ruhuyla, bedeniyle… Bir ülkenin en büyük değeri akıl eden vicdan sahibi insanlarıdır. Bunlar bilim insanı, sanatçı, kültür insanı olurlar. Eskiden bilge padişahların en büyük övüncü topladıkları kitaplar ve yanlarındaki âlim, arif ve zahit insanlardı. Sultanlar saltanatlarının devamını onlara gösterdiği iltifat ve cömertlikte olduğunu bilirlerdi. Her zaman söyleyecek sözü, yapacak bir şeyi olan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar adeta insanlığın yitik evlatlarıdır. Kim bunları fark eder, baş tacı ederse zamanının krallık tacı onun olur. O ülke adeta bir ebediyet ülkesi olur, güç, kuvvet ve iktidar orada hüküm sürer… Çağımızda dünden farklı değildir. Bugün iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde birçok şeyi daha iyi fark ediyoruz ve daha kolay ulaşabiliyoruz. Ancak fark edilmesi gereken en büyük değer insan varlığımızdır. Bu değere gereken özen ve imkânı oluşturmamız gerekir. Kim bunları oluşturursa insan varlığı oraya akar. Türkiye’nin birikimi olan yetişmiş insan gücümüze sahip çıkmamız gerekir. Bunu başarabilen ülkeler büyük ülke ve dünya devleti olma noktasında mesafe alıyorlar. Ülkemizden birçok bilim insanı, sanatçı, mimar ve mühendis yurtdışında çalışmakta kendilerine ve ailelerine yaşam oluşturmaya çalışmaktadırlar. 20.yy sonlarına doğru yurtdışındaki yetişmiş insan gücünün ülkeye dönerek ülkenin kalkınmasına katkı sağlaması bekleniyordu, buna da” ters beyin göçü” deniyordu. Bugün ise gelinen noktada bütün yetişmiş insan gücümüzün ülkeye dönmesini beklemek mümkün değildir. Ancak yurt dışındaki insan kaynağımızın, yaptığı çalışmalar ve uzmanlık alanlarıyla birlikte iyi bir envanterini çıkararak onlardan nasıl daha çok faydalanabileceğimiz bir “beyin dolaşımı stratejisi” geliştirmek ülkece daha iyi olacaktır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışını her zaman ve mekânda, her işimiz için ölçü yaparak ülkemizi daha iyi yarınlara taşımamız mümkün olacaktır. Bu noktada bilim insanlarımıza ve ülkemizin entelektüel sermayesine sahip çıkmak büyük ve herkes için cazip bir dünya devleti olmanın yegâne yoludur. Avni Çebi MMG Genel Başkanı ETKİNLİK Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız: “SİNOP’A NÜKLEER SANTRALİ KURARSAK 7.2 MİLYAR DOLARLIK DOĞALGAZI İTHAL ETMEYİZ” Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) ve Enerji Uzmanları Derneği işbirliğiyle Ankara’da düzenlenen “Nükleer Enerji ve Türkiye Süreci” paneline katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Sinop Nükleer Güç Santrali ile ilgili sürecin sonuna doğru gelindiğini, projeyle ilgilenen ülkelerin de bu son aşamada farklı atakları olduğunu vurguladı. M MG Genel Başkanı Avni Çebi açılış konuşmasında panelin gerçekleştirilmesinde MMG ile birlikte emeği geçen Enerji Uzmanları Derneği’ne teşekkür ederken, Türkiye’nin gündeminde olan enerji konusunun hiçbir zaman önemini yitirmeyecek bir özellik taşıdığını dile getirdi. Özellikle nükleer santrallerin devreye girmesiyle birlikte bu yoğunluğu yayacak tek katlı binaların konut politikası olarak ele alınması gerektiğini söylerken, “Önümüzdeki dönemde bu tip konut yapısına ağırlık verilmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirmeye devam ediyoruz. Biz insanını eleştiren, insanını elemeyen bir yönetim anlayışının gerçekleştirilmesini istiyoruz. Burada birbirimizin ayağına basmadan, ötelemeden; birbirimizi yükselten insani bir anlayışla şehirlerimizi inşa etmemiz lazım” dedi. HES projeleri hakkında da görüşlerini dile getiren Başkan Çebi, “Şu anda Karadeniz’de kurulu olan HES’lerin kapasitesi 5 bin MW ve kurulu olan santral 240. Lisans verilen santral sayısı 135, ilave bin 700 MW’lık bir kapasite gelecek. Dolayısıyla 6 bin 700MW’lık bir kapasite elde edebilmek için Karadeniz’in altını üstüne getiriyoruz. Oradaki çevreyi ve ekosistemi bozuyoruz. Dolayısıyla belki bir nükleer santralle Karadeniz’in o doğal ekosistemini; binlerce milyonlarca yılda oluşmuş ekosistemi koruma imkanımız var. Bir şeye karşı çıkarken neye 6 Mimar ve Mühendis hayır dediğimizi bilmemiz ve sayıların diline dikkat etmemiz lazım” diye konuştu. “NÜKLEER SANTRAL RUSYA’YA BAĞIMLILIĞI ARTIRIR MI?” Akkuyu’da yapılacak nükleer santralin doğalgaz alınan Rusya’ya bağımlılığı artırdığı yönünde eleştiriler bulunduğunu kaydeden Taner Yıldız şöyle konuştu: "Bizim kurgumuza göre Rusya’ya bağımlılığımızı artırmıyor, azaltıyor. Çünkü Atatürk Barajı’nın, Keban Barajı’nın ürettiği elektriğin yerine nükleeri koymaya çalışmıyoruz, doğalgazın yerine nükleeri koymayı düşünüyoruz. Hal böyle olunca Akdeniz’de Akkuyu’da ve Karadeniz’de Sinop’ta kuracağımız nükleer santrallerin üreteceği elektriği doğalgazla ikame edebilmek için bugünkü parayla 7.2 milyar dolarlık doğalgaz ithalatı yapmamız gerekiyor. Ama nükleer santralden ürettiğimiz elektriği doğalgazın yerine koyarsak o zaman bu kadar ithalatı yapmamış olacağız. 2035 yılına kadar fiyatının artmadığı, 2035 yılından sonra da şu ana kadar çok fazla modelde olmayan kardan yüzde 20 hissenin alınmasını öngören bir model kurduk. Çünkü o zamana kadar maliyetler içerisindeki finansman yükü azalacak, dolayısıyla proje şirketinin kardan yüzde 20 hissesine Türkiye hazinesi veya enerji sektörü olarak ortak olmuş olacağız.” “NÜKLEER ENERJİNİN DOĞASI GEREĞİ TARTIŞMALAR SONA ERMEZ” EPDK Başkanı Hasan Köktaş açılış konuşmasında nükleer enerji konusunun enerji kaynaklarına ilişkin tüm dünya çapında çok şiddetli tartışılan, karşı ve beri görüşleri çok keskin olan bir konu olduğunu belirti. Bu kadar tartışılmasına rağmen nükleer enerji kaynaklarının son 30 yılda en önemli enerji kaynağı haline geldiğini belirten Köktaş, “Biz ülkemizde nükleer santrallerin kurulması üzerine değerlendirmeler yapar ve ilk önemli adımları atarken, bazı ülkeler elektrik üretiminde bu kaynağı yüzde 50 ila yüzde 75 mertebesine çıkarmış durumdalar. Ancak nükleer enerjinin doğası gereği bu tartışmanın bitmeyeceğini söylememiz de gerekiyor” dedi. “2013 ÇOK ÖNEMLİ BİR YIL OLACAK” Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürü Aleksander Superfin, Türkiye’nin enerji ihtiyacı doğrultusunda Akkuyu Nükleer Santrali’nin önemli bir yere sahip olduğunu belirterek, şimdiye kadar yapılan ve ileriye dönük planlanan çalışmalarla ilgili bilgi paylaşımında bulundu. 2013 yılının proje açısından çok önemli olduğunu dile getiren Superfin, “Planlar doğrultusunda önemli evrakların ve izinlerin alınabilmesi için çok önemli bir yıl. Aynı zamanda bu yıl içerisindeki elektrik üretme lisansı ve artı inşaat lisansının alınması yönünde çalışmalar yapılması düşünülmektedir. Birinci ünitenin yapımını 2020 yılına kadar bitirmeyi planlıyoruz. Santralin tamamının inşası ve tamamlanması ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılı olan 2023 yılına denk gelmesi planlanmaktadır. Geçen dönem için önemli çalışmalar yapılmış ve önemli bir yol kat edilmiş ve ekip çalışmaları tamamlanmıştır” dedi. “EN GÜVENİLİR KAYNAK NÜKLEER GİBİ GÖZÜKÜYOR” EÜAŞ Genel Müdürü Halil Alış ise enerji gereksinimi her geçen gün artan Türkiye’nin 2021 yılında düşük senaryoya göre 424.8 milyar kWh, yüksek senaryoya göre ise 467.3 milyar kWh elektrik enerjisi tüketeceğinin tahmin edildiğini belirtti. Geleceğe yönelik üretim planlamasına göre, mevcut bulunan 118 milyar kWh’lık linyit rezervi ve 140 milyar kWh’lık hidrolik kaynakların tamamı kullanılsa dahi, 2020 yılı düşük senaryodaki 424 milyar kWh’lık talebin karşılanmayacağını kaydeden Alış, “Bu nedenle yenilenebilir enerji kaynaklarının yanı sıra enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye ve özellikle yılın 8 bin saati devrede olan nükleer santrallere büyük ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Gerek sistem operatörü olarak, gerekse üretici olarak diyorum ki; talep gereksinimini karşılamak için kaynağa ihtiyacımız var. En güvenilir kaynak da nükleer santral gibi gözüküyor” dedi. “NÜKLEER ALANDA YARIM ASIRDIR ÇALIŞIYORUZ” Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu (TAEK) Başkanı Zafer Alper, konuşmasında nükleer denilince insanların aklına neden kötü şeyler geldiğinin açıklamalarını yaptı. Dünyadaki enerji üretim amaçlı ilk nükleer santralin 1954 yılında Rusya’da faaliyete geçtiğinin bilgisini veren Alper, “Ülkemiz 1950’li yıllardan itibaren nükleer alandaki hukuki yapılanması ile bu süreçte nükleer ve radyolojik alanlardaki faaliyet ve tesislerine bakıldığında bu gelişmeler rahatlıkla görülmekteydi. 1955’te ABD tarafından ‘Barış İçin Atom’ programı başlatıldı. Aynı yıl Türkiye ile ABD arasında barışçıl kullanımla ilgili anlaşma imzalandı. 1956 yılında da bu kapsamdaki faaliyetleri yürütmek üzere Türkiye’de, Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu kuruldu. Bundan bir yıl sonra ise ABD nezdinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı kuruldu. Aynı Yıl Türkiye buraya üye oldu” dedi. “HALKIN KABULÜ OLMADAN OLMAZ!” Nükleer teknolojide ilerleme kaydedebilmek için dört adet “zorunluluk”tan söz eden TÜBİTAK Enerji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Murat Aydın, öncelikle “sabit, sürekli ve kararlı bir siyasi irade” gerekliliğinin altını çizdi. Aydın, nükleer sahada çalışacak nitelikli uzmanların eğitilmesinin de ikinci bir zorunluluk olduğunu söyledi. Nükleer enerjide araştırma çalışmalarına ağırlık vermek, faal olmayan araştırma tesislerini bir an önce kullanıma almak ve güncellemek gerektiğini de belirten Prof. Aydın, “Bu işin dördüncü ayağı da halkın kabulüdür. Halkın sahiplenmediği, arkasında durmadığı projeler uzun ömürlü olamaz. Bizde projeler genelde şu reaktörü mü seçsek, bu reaktörü mü seçsek temelinde tartışılıyor. Oysa halkı bu işin içerisine mutlaka bir oyuncu olarak katmak ve onu doğru kaynaklardan bilgilendirmek gerekiyor” diye konuştu. Taner Yıldız: "Bizim kurgumuza göre Nükleer Santral, Rusya’ya bağımlılığımızı artırmıyor, azaltıyor; çünkü Atatürk Barajı’nın, Keban Barajı’nın ürettiği elektriğin yerine nükleeri koymaya çalışmıyoruz, doğalgazın yerine nükleeri koymayı düşünüyoruz. Hal böyle olunca Akdeniz’de Akkuyu’da ve Karadeniz’de Sinop’ta kuracağımız nükleer santrallerin üreteceği elektriği doğalgazla ikame edebilmek için bugünkü parayla 7.2 milyar dolarlık doğalgaz ithalatı yapmamız gerekiyor." Mart - Nisan 2013 7 ETKİNLİK Prof. Dr. Barbaros Gönençgil: “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN SEBEPLERİ ARASINDA KENTLER DE VAR” İklim değişikliğinin milyonlarca yıldır sürekli olarak gerçekleştiğini ve bunlara önlem almak değil uyum sağlamak gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Barbaros Gönençgil, kentsel dönüşüm sürecinde coğrafya ve coğrafi bilgilerden yararlanılması gerektiğine dikkat çekti. M imar ve Mühendisler Grubu’nun (MMG) düzenlemiş olduğu Bizbize Konuşmalar etkinliğinin 6 Mart Çarşamba tarihli konuğu İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü Fiziki Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Barbaros Gönençgil oldu. İklim değişikliği ve bu konuda kamuoyunda bilinmeyen birçok konuyu, “İklim Değişikliği Sürecinde Kentleşmenin Lokal İklime Etkileri ve İklim Özellikleri Açısından Kentsel Planlamada Coğrafi Faktörlerin Rolü” konulu sunumuyla açıklayan Gönençgil, iklim değişikliğinin milyonlarca yıldır sürekli olarak gerçekleştiğini ve bunlara önlem almak değil uyum sağlamak gerektiğini vurguladı. İklim değişikliğinin düşünüldüğünde kötü bir şey olmadığını kaydeden Gönençgil, “İklim değişikliği hakkında gidin Rusya’nın kuzey bölgelerine durumdan gayet memnunlar. Donmuş toprakların çözüleceğine ve tarım yapabilecek toprakların arttığına seviniyorlar. Yani iklim değişikliği kim için iyi kim için kötüdür bunun açıklamasını yapmak gerekir” diye konuştu. “KURAKLIĞIN BAŞLAMASI İÇİN UZUN BİR DÖNEMİN YAĞIŞSIZ GEÇMESİ GEREKİR” İklim konusunda kavramsal bütünlükle ilgili sıkıntıların yaşandığını dile getiren Gönençgil, kamuoyuna bakıldığı zaman karamsar bir tablonun ortaya çıktığını belirterek; “2007’de İstanbul’da bir kuraklık yaşandığını biliyorsunuz (aslında o da bir kuraklık mıydı onu da tartışmak gerekir) ya da su problemi yaşadık diyelim. 2008 yılında ise barajlar su almadı. Baraj kapakları açıldı. İşte iklim değişikliği bu değil iklim değişikliği diyebilmemiz için yüzlerce, binlerce yılda ortaya çıkan karakteristik özelliklerin değişime uğraması gerekir” açıklamasını yaptı. Herhangi bir yerde, yılın herhangi bir ayında az veya hiç yağış olmamasının o yerde kuraklığın olduğunu gösteren bir özellik olmadığına dikkat çeken Gönençgil, “Çünkü iklim tasnifi açısından kuraklığın başlaması için, o aydan itibaren uzun bir dönem yağışın meydana gelmemesi veya geçmişe dönük uzun yıllar boyunca yağışsız geçmiş olması gerekir. Olay geçici olarak sadece bir veya birkaç aya veya bir yıla ait yağış noksanlığıdır” dedi. 8 Mimar ve Mühendis İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ SÜRECİNDE KENTLERİN ÖNEMİ NEDİR? Yerin, farklı dalga boylarından gelen enerjiyi emdikten sonra termal enerji olarak geri verdiğini dile getiren Gönençgil, bu sürecin farklı yüzeylerde değişiklik gösterdiğini aktardı. Kayalık, çıplak ormanlık, çimenlik alanlarda ya da buzul alanlarda farklılıklar gösterirken özellikle kentlerde bu durumun öneminin ortaya çıktığına dikkat çekti. Kentlerde, sözü edilen güneş ışınlarını daha fazla alınıp daha fazla geriye verilmesinin gerçekleştiğini belirten Gönençgil, dünya üzerindeki farklı yüzeylerin oluşturduğu bu farklılıkların, tek başına olmasa da iklimlerdeki farklılıklara sebebiyet verdiğini söyledi. KENTSEL DÖNÜŞÜMDE COĞRAFİ BİLGİDEN YARARLANMAK ÖNEMLİ İklim değişikliği kavramını bir yandan doğal süreçlerle milyonlarca yıldır devam eden değişimlere uyum sağlama olarak açıklayan Gönençgil, bu kavramın diğer yandan insan etkisi ile özellikle yerel alanlarda ortaya çıkan ve çevre sorunu olarak da nitelendirilebilecek uygulamalara karşı mücadele şeklinde ele alınması gerektiğini vurguladı. Kentsel dönüşüm sürecinin bütününe bakıldığında, afet riski altında olan alanların seçimi konusunun, büyük ölçüde coğrafya ve coğrafi bilgilerin ışığında ortaya konması gereken süreçler olduğuna dikkat çeken Gönençgil, deprem, sel, taşkın gibi doğal afetlerin, enerji- sini yer ve atmosferden alan olaylar olmakla birlikte coğrafyanın temel inceleme alanları içeresinde yer aldığını dile getirdi. “İKLİM ÖZELLİKLERİNDEN YARARLANILDIĞINDA GELİŞEN KENT PROBLEMLERİ ÇÖZÜLEBİLİR” Şehrin yerleştirme, yöneltme, boyutlandırma, parselasyon, bina formunun seçimi, altyapı tesisleri gibi fiziki unsurlarının hazırlanmasında iklim özelliklerinden yararlanıldığı takdirde trafik, eğitim, aydınlatma, sağlık, hava kirliliği, sosyal hizmetler, su ihtiyacı gibi gelişen kentlerin karşılaştığı birçok problemin çözüme kavuşturulabileceğini belirten Gönençgil, İstanbul bağlamında; “Bugün kentsel dönüşüm adı altında başlayan süreç, eğer doğru yönetilirse İstanbul’un geleceğe hazırlanması için iyi bir fırsat olarak görülebilir. Doğal alanların ve doğal ekosistemlerin şehir içersinde geri getirilmesi artık mümkün olmamakla birlikte yeşil alanların ve doğru planlanmış yapılaşmanın getirebileceği bir iyileşme belirtisi, gelecek nesillerin sağlıklı kentlerde yaşamaları için önem taşımaktadır. Doğru planlamanın şehir plancıları açısından karşılığı ne olursa olsun, coğrafyacılar açısından karşılığı ‘mekana uyum’ olmaktadır. Mekana uyum ise şehirleşen alanlarda var olan jeomorfolojik süreçler ile iklim özelliklerinin doğru anlaşılması ve bu süreçlerin belirlediği kısıtlamalar çerçevesinde yapılaşma yada yeniden yapılaşmadır” diye sözlerini noktaladı. Mart - Nisan 2013 9 ETKİNLİK AVRUPA’DA GİRİŞİMCİLİĞİN YOL HARİTASI ÇİZİLDİ Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Bölge Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz; Mimar ve Mühendisler Grubu ( MMG ) ile İstanbul Bilgi Üniversitesi İEEE Öğrenci Kolu ve Bilgi Üniversitesi tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü’nde düzenlenen panelde konuşmacı olarak yer aldı. Şahbaz, “Avrupa’da Girişimciliğin Yol Haritası - Macaristan Türk Kültürlerarası Gelişmeleri ve Geleceği” konulu sunumunda, yurtdışında gerçekleştirilecek projeler ve çalışmalarda başarılı olabilmek için gerekli anahtar noktaları katılımcılarla paylaştı. T ürkiye’nin 1989 - 2002 yılları arasında dünyada ve özellikle Avrupa’daki Demir Perde Ülkelerinin dağılma sürecindeki ortamda, imkan ve fırsatları ıskaladığını belirten Şahbaz; “Şimdi 2008 yılında ABD’de başlayan dünya global krizinden maksimum yarar ve fayda gören ülke konumundadır. Türklerin Avrupa’ya ilk göçü ‘emek gücü’ ile başlamıştır. Bugün ise AB’de 120 bin kişiden fazla Türk girişimci bulunmaktadır” dedi. “ÖZ GELENEKLERİNİ KAYBETMEMİŞ TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN İLERİ UÇ BEYLERİ AKINCILARIDIR” Avrupa’daki Türklerin yıllık toplam cirolarının 50 milyar avroya ulaştığına dikkat çeken Şahbaz, bu performansla 2023 yılında 1 milyon insana iş gücü sağlamalarının beklendiğini dile getirdi. Avrupa’daki Türk Diasporasının yurtdışında Türklerin küresel aktör olabilmesi için en etkin faktör olduğunu da dile getiren Şahbaz, Türkiye’nin etkinliğinin son yıllarda Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı, T.C. Başbakanlık Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşlarla birlikte daha da güçlendirdiğini kaydetti. Konu ile ilgili açıklamalarına devam eden Şahbaz; “Amerika’da Çinli işadamlarının ticari ve hukuki konularda etkili olmasıyla sosyal ilişkilerinin de geliştiğine şahitlik ediyoruz. İşte yurt dışındaki kendi kültürlerini, öz geleneklerini ve rengini kaybetmemiş Türkler de Türkiye’nin ileri uç beyleri akıncılarıdır. Türklerin Avrupa’da 115 farklı sektörde faaliyet göstermesi de ayrı bir zenginliğin yansımasıdır. Baş kaldırmayı da, rıza göstermeyi de bilmeliyiz. Değer merkezli, ahlak merkezli toplum oluşturmalıyız. Hakikat arayışımız olmalı. Kendi içimizdeki iddiayı ve vefayı kaybetmemeliyiz” diye konuştu. “TİCARETTE YERİ GELDİĞİNDE RİSK ALMAYI BİLMELİYİZ” Başarıya giden yolun sabır, disiplin, planlı ve çok çalışmaktan geçtiğini belirten Şahbaz, yaşam boyunca insanın kendisini 10 Mimar ve Mühendis yenilemesi, geliştirmesi, mesleki bilgilerini taze tutması ve yeniliği yakından takip etmesi gerektiğinin altını çizdi. Ticaret hayatında yeri geldiğinde risk almanın çok önemli bir nokta olduğunu aktaran Şahbaz; “Ben bir Kayserili olarak şunu söyleyebilirim ki; Kayserililerin sanayi ve ticaret alanındaki gelişmelere önderlik yapmalarındaki en önemli husus risk alabilme ve taşın altına ellerini koyabilme cesaretlerinden kaynaklanmaktadır. Özel ve iş hayatınızda mütevazı olursanız siz kazançlı çıkarsınız” diye konuştu. “HAYAL KURMANIN SINIRI YOKTUR” Hayal kurmanın ve geniş düşünmenin sınırı olmadığını kaydeden Şahbaz, başarıya ulaşabilmek için yoğun ve disiplinli çalışmanın yanı sıra hayal kurmanın da katkısının olduğunu söyledi. Kendisinin de hayallerinin peşinde koşmaya hala devam ettiğini ifade eden Şahbaz; aynı zamanda ticari ilişkilerde insan ilişkilerinin de önemine dikkat çekti. Şahbaz, yabancı dil bilmekten ziyade karşınızdakiyle insani ilişkiler kurmanın önemli olduğuna değinirken; “Sizler üniversitelerden en az bir dili bilerek mezun oluyorsunuz. Bu çok önemli; ancak Hz. Mevlana diyor ki ‘Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır.’ İşte bu hepimiz için önemli bir mesajdır” dedi. “AVRUPA’DAKİ TÜRK NÜFUSU BİRÇOK AB ÜLKESİNDEN FAZLADIR” Bugün Türkiye dışındaki ülkelerde yaşayan Türk nüfusunun 5 milyondan fazla olduğunu belirten Şahbaz, Avrupa’da bu sayının 4.2 milyon olduğunun ve bunun da birçok AB ülkesinin nüfusundan fazla olduğunu ifade etti. Türkiye’nin Avrupa’da, Türklerin de Avrupalı olduğunu dile getiren Şahbaz; “Avrupa’da yaşayan Türk nüfusu olarak, 27 AB ülkesinin içerisinde bulunan Estonya, İrlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Kıbrıs Rum Kesimi, Slovenya ülkelerinden daha fazla nüfusa sahibiz” dedi. Türkiye ile Macaristan arasında 2 milyar dolarlık bir dış ticaret hacminin bulunduğunun bilgisini de veren Şahbaz, Bu durumun, her iki ülkenin potansiyelini yansıtmadığını dile getirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şubat ayında gerçekleştirdiği ziyaretinde 2015 yılına kadar 5 milyar dolarlık dış ticaret hacmini öngördüğünü belirten Şahbaz; “Bu hedef yakalanacak rakamlardır. Hepimizin çalışarak bu hedefi yakalamak için gayret sarf etmemiz gerekmektedir” dedi. Osman Şahbaz konuşmasına Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Kaldırımlar Şiiri’nin; “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında / Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. / Yolumun karanlığa saplanan noktasında, / Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.” dizelerini okuduktan sonra öğrenciler tarafından sorulan soruları cevapladı. ETKİNLİK Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu: “JAPONLAR DEPREME HER ANLAMDA HAZIR” Japonların deprem öncesi ve sonrası oluşabilecek tehlikeler konusunda bilgili olmalarının yanı sıra devletine ve bu konudaki çalışmalara güvendiğini söyleyen Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu, Japonların tsunami konusunda da gereken önlemleri aldıklarını belirtti. M imar ve Mühendisler Grubu’nun (MMG) düzenlemiş olduğu Bizbize Konuşmalar etkinliğinin konuğu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Etüt ve Projeler Daire Başkanlığı’ndan Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu oldu. Katılımcılara “Kentsel Riskler ve Japonya Modeli” konulu bir sunum yapan Kuzucuoğlu, deprem konusunda Japonya’nın geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu proje ve çalışmalardan bahsetti. “SONUCA ODAKLI DEĞİL, SÜRECE ODAKLI ÇALIŞMA YAPIYORUZ” JICA’nın afet risk yönetimine Sürekli İyileştirme, Risk İletişimi ve Gereğinden Fazla Önlem Alma üçleminde bir yaklaşımı olduğunu belirten Kuzucuoğlu, sonuca odaklı değil, sürece odaklı çalışmaların yapıldığını dile getirdi. Süreci iyileştirme amacıyla yola çıkarak bu doğrultuda kalite, hız ve verim açısından daha iyi olabilmenin hedeflendiğini belirten Kuzucuoğlu, risk iletişiminin de toplumun bütün katmanlarıyla ortaklaşa gerçekleştirilen bir çalışma olduğunu kaydetti. Risk iletişimi konusunda; “Japonlarda da bizde olduğu gibi imece usulüne benzer bir çalışma sistematiği var. Birarada çalışabiliyorlar ve sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, devlet kurumları ve vatandaşlar arasında bu konuda çok iyi bir iletişim sağlanmış durumda” açıklamasını yapan Kuzucuoğlu; “Her şeyi kılı kırk yararcasına inceleyerek çalışmalarını çok yönlü bir şekilde gerçekleştiriyorlar” dedi. “JAPONLAR DEPREM GÜVENLİĞİ KONUSUNDA DEVLETE GÜVENİYOR” Japonya’nın geçmişten bu yana acı deprem tecrübeleri olduğunu dile getiren Kuzucuoğlu, Japonların deprem konusunda önemli çalışmalar yaptığını; özellikle Kensai bölgesini vuran ve 1995 Kobe Depremi olarak bilinen son depremden sonra çalışmaların daha da hızlandırılarak titizlikle sürdürüldüğünü söyledi. Japonya’daki yetkililerin çalışmalarının, deprem konusunda halka ayrıca bir güven verdiğini belirten Kuzucuoğlu; “Japonlar deprem öncesi ve sonrası oluşabilecek tehlikeler konusunda bilgili olmalarının yanı sıra devletine ve bu konudaki çalışmalara güvenerek depremlere karşı alınacak önlemler konusunda daha emin adımlar atabiliyorlar” dedi. Depreme dayanıklılık konusunda sadece 12 Mimar ve Mühendis binaları düşünmekle kalmayarak, caddeler, sosyal sanat alanları ve otobanlar gibi bölgelerin sağlam inşa edilmesine de önem verildiğine dikkat çeken Kuzucuoğlu, Japonların tsunami konusunda da gereken önlemi aldıklarını ve sahil bölgelerine bu amaçla setler yaptıklarını da dile getirdi “AFETİN HEM ÖNCESİNİ HEM SONRASINI DÜŞÜNÜYORLAR” Japonya’da afet yönetiminin, kriz ve risk yönetimi olarak ikiye ayrılarak incelenmesi gerektiğine vurgu yapan Kuzucuoğlu, genelde zarar azaltma, hazırlık, iyileştirme ve müdahale aşamalarından oluştuğunu dile getirdi. Afet olmadan önceki çalışmaları risk yönetimi olarak adlandıran Kuzucuoğlu, afet sonrası çalışmaları da kriz yönetimi olarak açıkladı. Konunun öncesindeki çalışmaların önemine dikkat çeken Kuzucuoğlu; “Afetin sadece sonrasındaki çalışmaları düşünmüyorlar. Afet öncesi çalışmaların içeresinde sadece depremin hasarının azaltılması değil, depremden sonra gerçekleştirilecek kriz yönetiminin önceden çalışmalarını da yapıyorlar. Afet öncesi çalışmaların önemi en az afet sonrası yapılan çalışmalar kadar önemlidir. Yani testi kırılmadan önce yapılan çalışmalar olarak da değerlendirebiliriz” dedi. Kentlerde yaşayan kişilerin daha önceden bilgilendirilerek depreme hazırlıkları konusunda projeler yürütüldüğünün altını da çizen Kuzucuoğlu, afetten önce kentlerde yaşayan vatandaşların gerekli standartların sağlanmasıyla birlikte kontrol mekanizmalarının güçlendirildiğini aktardı. “AFETLER TEHDİT MİDİR, FIRSAT MIDIR?” 2005 yılında Japonya’nın Kobe şehrinde 2005-2015 yıllarını kapsayacak bir eylem planı hazırlandığını belirten Kuzucuoğlu, kısaca HFA olarak tanımlanan Hyogo Eylem Çerçevesi’ne (Hyogo Framework for Action) göre risklerin önceden belirlenmesi gerektiğini ve afet olduktan sonra değil, afet olmadan önce yapılacak risk azaltma çalışmalarına öncelik verilmesi konusunda çalışmalar yapıldığının altını çizdi. Afetlerin tehdit olduğu kadar bir fırsat da olduğunu dile getiren Kuzucuoğlu, yaptığı açıklamasında; “Afetleri belki kötü bir şey olarak algılıyoruz ama belki o kentin iyileşmesine bir fırsat sağlıyor veya daha büyük bir deprem için alınacak önlemleri beraberinde getiriyor. Mesela ben Endonezya’daki tsunami felaketiyle ilgili incelemeler doğrultusunda aralık ayında yerinde inceleme için Endonezya’ya gitmiştim. Oradaki ayrılıkçı örgütlerin çalışması varken afet sonrasında silah bırakma kararı almışlar. Yani şu anda; dediklerine göre Endonezya afet öncesine göre daha cıvıl cıvıl ve herkes akşam saatlerinde dışarıya çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında da bir fırsat niteliği taşıyor. Ticari hayat artmış, daha güçlü binalar yapılıyor” diye konuştu. ZİYARET MUSTAFA KUTLU: “İSTANBUL BİTİRİLDİ, KÜÇÜK KÜÇÜK ADACIKLAR KALDI GERİYE” Turgut Cansever'in küçük küçük şehirler planladığını ama bu uygulamaları hayata geçiremediğini söyleyen Mustafa Kutlu, MMG’nin tüm dünyaya örnek olacak bu projeyi hayata geçirmesi gerektiğini belirterek her yıl binlerce şehir plancısı ve mimarın bu uygulamayı görmek için geleceği örnek bir küçük şehir inşa edilmesinin önemine değindi. M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkanı Avni Çebi ve MMG Proje Koordinatörü Yunus Emre Tozal, son zamanlarda şehircilikle alakalı yazdığı yazılarla gündeme gelen, Türk hikayeciliğinde zirve isim Mustafa Kutlu ile görüştü. Tanzimat'tan bu yana mimari ve şehircilik üslubumuzun geldiği son nokta üzerine yapılan görüşmede Mustafa Kutlu, şehircilik üzerine tüm dünyaya örnek olacak çalışmalar, uygulamalar yapmamız gerektiğini ifade etti. Mimariye bakışımızda dönem olarak Lale Devri’ne kadar inmemiz gerektiğini söyleyen Mustafa Kutlu, bu coğrafyayı ve üzerinde yaşayan insanları çok iyi tanıdığını, kendisine de bu yüzden güvendiğini belirtti. İstanbul'un bitirildiğini söyleyen Kutlu, MMG'nin Turgut Cansever'in planladığı mahalleyi kurarsa, dünya tarihindeki en büyük işi yapmış olacağını belirtti. KENTSEL DÖNÜŞÜM NEYİ DÖNÜŞTÜRÜYOR? MMG Genel Başkanı Avni Çebi, şehri inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirerek inşa etmemiz gerektiğini ifade etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini ciddi ciddi düşünmemiz gerektiğini ifade eden Avni Çebi, Türkiye kadar başka hiçbir coğrafyada yükseklik yarışı yapılmadığını, Amerika'da en son Sears Towers'ın 1973 yılında yapıldığını söyledi. Avrupa'da ve Amerika'da artık yüksek bina yapılmadığını, Dubai, Çin ve Türkiye'nin içinde bulunduğu bir grup devletin yüksek bina yarışında olduğunu dile getirdi. Mustafa Kutlu, kâinatın kitabına bakmadığımızın altını çizerken, hem Furkan'ı (Kuran-ı Kerim) hem de kainatın kitabını okumamız gerektiğini ifade etti. “BEN MODERN TEKNOLOJİ DÜŞMANIYIM!” TV'yi muzır bir alet olarak gördüğünü söyleyen Mustafa Kutlu, ayrım noktasının buhar makinesinin icadı olduğunu belirtti: “Buhar makinesinden önceki icatları teknoloji saymıyorum. Onlar fıtrî olarak insanoğluna bahşedilmiş, Mustafa KUTLU, Avni ÇEBİ, Yunus Emre TOZAL kullanımına açık şeyler. Cenab-ı Hak sınırları koymuş, hududullah diyoruz bu sınırlara. Kendi sınırlarımızı bilmemiz gerekiyor. Şu anda gördüğüm, teknoloji ideolojiyi besliyor, ideoloji teknolojiyi besliyor. Çin'de barutu teknoloji olarak kullanıyorlar, Batı'ya geliyor silah olarak kullanılıyor. Aklı yetenler, "hız ve haz peşinde koşmayın, Firavunlar gibi gökyüzüne kuleler inşa etmaeyin" diyor. Daha sakin, daha insancıl ve insani ölçekli yaşamamız gerektiğini söylüyor. Hedefler şöyle konuluyor: Ne kadar hızlanırsan o kadar güçlüsün. Ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun. Bu hedefler, hududullaha, Allah'a isyan hedefler. Bunlar bizi felakete götürüyor.” Samimi bir ortamda sıcakkanlı geçen sohbette Mustafa Kutlu, hayata ve kendisine dair de açıklamalarda bulundu: “Sokaktan gelmiş bir adamım. Dolayısıyla ilk girdiğim binanın çaycısıyla konuşurum. - Hemşerim nerelisin? - Şebinkarahisar. - Yaylalarından mısın? Sonrasında müdüre giderim.” Çok kitap okumadığını, lisan bilmediğini söyleyen Mustafa Kutlu, hayatı çok önemsediğini söyledi. "Sanat uydurma bir şeydir. Hayatı önemserim" diyen Mustafa Kutlu, bir ağacı yazıyla tasvir etmektense, ağacın altına oturup bir sigara yakmayı tercih ettiğini söyledi. NURETTİN TOPÇU TÜRKİYE'NİN TEK FİLOZOFUDUR! Nurettin Topçu'nun tekrar tekrar okunmasını tavsiye eden Mustafa Kutlu, Topçu'nun Türkiye'nin tek filozofu olduğunu söyledi. Genç arkadaşlara "Heidegger okuyacağınıza Nurettin Topçu okuyun, daha iyidir" dediğini belirten Kutlu, Nurettin Topçu'nun "İradenin Davası" kitabının, dinî metinlerde bulamadığı bakış açılarında kendisini açtığını söyledi. "Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz" diyen Kutlu, Dostoyevski'nin uğraştığı irade meselesini orada öğrendiğini söyledi. Kitabı 4-5 defa okuduğunu ama tam olarak anladığını söyleyemediğini belirten Mustafa Kutlu, kendi meselesinin 1950'li yıllardan itibaren Türkiye'deki sosyal değişim olduğunu söyledi. “TARİHTEN ÇOK KORKARIM" Tarihten korktuğunu, örneğin 3’üncü Selim'i görmediğini, etrafını, mahallesini, çevresini bilmediğini, dolayısıyla bugün nasıl yazılacağını da bilmediğini, bu nedenle tarih yazmaktan korktuğunu söyleyen Mustafa Kutlu, yaşadığımız hayatın dahi birçok yönü olduğunu söyledi. Mart - Nisan 2013 13 ETKİNLİK ‘Herkes İçin Şehir’ MMG’nin düzenlediği ‘Şehir ve Medeniyet Tasavvurumuz’ konulu panel, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Konferans Salonu’nda düzenlendi. Yoğun bir katılımla gerçekleşen panelde gündeme ilişkin şehircilik konuları da tartışıldı. P anelin açılışını yapan Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, medeniyetleri oluşturan şehirleri çok iyi tahlil etmemiz ve insani ölçeklerle değerlendirmemiz gerektiğini, çünkü medeniyeti oluşturan şehirleri bugün kaybetmekle karşı karşıya kaldığımızı ifade etti. “Herkes için Şehir” başlığını kentsel dönüşümün bir fırsata çevrilebilmesi için özellikle kullandıklarını belirten Kadem Ekşi, şehirlerin insanla olan bağını çok iyi analiz etmemiz gerektiğini belirtti. Marmara ÜniVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Köse: “Batının tekniğini alalım ahlakını almayalım diye bir şey yok!” Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Köse, Marmara Üniversitesi’nde yaklaşık 1 yıldır müteahhitlerle birlikte olduğu için tecrübeler kazandığını, şehircilikle ilgili MMG ile paneli gerçekleştirdikleri için teşekkür ederek konuşmasına başladı. Ekonomi ile din kavramlarının birbiriyle bağlantılarına dikkat çeken Prof. Dr. Ali Köse, öğrencilik yıllarından itibaren katıldığı her panelde ya da sempozyumda hemen hepsinin başlığında bir sorunun dile getirildiğini, “Biz problemlerle boğuşuyoruz, şimdi bu problemlerin başından nasıl gelebiliriz” üslubunda olduğunu, “İslam ve Modernizm”, “İslam ve Batılılaşma” gibi başlıklar olduğunu, bunun da aslında bizim yaklaşık 250-300 yıllık serencamımızın olduğunu kaydetti. Ali Köse, sosyal medyayla artık insanın hem aldığını hem verdiğini kaydederek, insana “ben varım” bilinci verdiğini açıkladı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne şu an yapılan camii projesinin klasik bir cami mimarisi olmadığını, görenlerin “modern camii”, “post-modern camii” tanımlamaları yaptığını söyleyen Ali Köse, mimara bunları söylediğinde hakaret olarak algıladığını, projeyi gelenekle oluşturduğunu söylediğini belirtti. MMG Genel Başkanı Avni Çebi: “Cumbalı evlerden Fransız balkonlu evlere gelirken neleri kaybettik?” MMG olarak şehirciliğe çok önem verdiklerini, her ay bu konuda bir çalışma yapmaya gayret ettiklerini belirten MMG Genel Başkanı Avni Çebi, “hikmet, iman ve ihsan” kavramlarının medeniyeti inşa ettiğini, MMG’nin de bu kavramlar üzerinden çalışmalar yaptığını ifade 14 Mimar ve Mühendis Avni Çebi; “Kentleri inşa ederken bu kadar yoğun yapmaya gerek var mı? Apartmanlardan bakınca yıldızları göremiyoruz. İnsanlığın konut sorununun cevabı da burada yatıyor. Gerçekten dünyada alan sorunu var da insanlar çok katlı yapılar yapmaya başladı, yoksa insanlar değerlerini kaybetti de rant üreterek zengin olmaya mı çalışıyor?” diye konuştu. etti. Müthiş bir bilgi bombardımanı altında olduğumuzu söyleyen Avni Çebi, hepimizin bilgiyi yeniden yorumlayarak kendi fıtratının değişimine izin vermeyecek bir bilince ulaşabilmesi için çaba göstermesi gerektiğini belirtti. Yapıcı olmanın önemine değinen Avni Çebi, Allah’ın tüm yaptıklarımızın üzerinde tasavvuru olduğu gerçeğini unutmamamızı, dolayısıyla yapacaklarımızı Kuran-ı Kerim’de Sebe Suresi’nde geçen “ Size tek bir öğüdüm var. İster başkalarıyla beraber, ister yalnız başınayken Allah’ın huzurunda olduğunuzu asla unutmayın” ayetini unutmadan (Sebe Suresi 46) yapabilme bilinci kazanmamızın önemine değindi. İstanbul’un ötekileştirilen taraflarında insanın kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle bağ kuramadığını dile getiren Avni Çebi, insanları çok katlı binalar yapmaya iten şeyin ne olduğunu sorgulamamız gerektiğini sordu: “Kentleri inşa ederken bu kadar yoğun yapmaya gerek var mı? Apartmanlardan bakınca yıldızları gö- remiyoruz. İnsanlığın konut sorununun cevabı da burada yatıyor. Gerçekten dünyada alan sorunu var da insanlar çok katlı yapılar yapmaya başladı, yoksa insanlar değerlerini kaybetti de rant üreterek zengin olmaya mı çalışıyor?” Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara: “Çamlıca Camii Projesi Yarışması’na daha uzun zaman verilmeliydi” Sözlerine şehircilik anlayışımızla başlayan Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara, İstanbul’un asırlardır birçok medeniyetin beşikliğini yaptığını, Belediye Başkanlığını yaptığı olduğu Üsküdar’ın 1452’den bu yana İslam’la şereflendiğini belirtti. Kendimize ait bir şehircilik medeniyetimizin olduğunu söyleyen Mustafa Kara, medeniyetimizin kodlarını doğru okumamız gerektiğini ifade etti. Belediye Başkanı olarak, düşündükleri Üsküdar ile şu anda Üsküdar’da yapılanların örtüşmediğini, bir tarafta müthiş bir medeniyet algımızın olduğunu diğer tarafta mevcut durumda yapılanların ve üzerilerinde baskıların olduğunu dile getiren Mustafa Kara, Üsküdar’ın bir kültür havzası olduğunu söyledi. Çamlıca Camii meselesine de değinen Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara, MMG Genel Başkanı Avni Çebi’nin rant diye ifade ettiği sisteme direnebilmenin güçleştiğini, uluslararası konjektürün ve para piyasalarının yönlendirildiği, finans merkezi olma yolundaki girişimlerle “borsa-konut ilişkisi”nin bozulduğu bir sistemde direnebilmek ve yeniden medeniyet kodlarımıza dönebilmek için şehirciliği önemsememiz ve daha fazla konuşmamızın zorunlu olduğunu söyledi. Prof. Dr. Saadettin Ökten: “Çamlıca Camii taklit değil, tekrardır.” Toplumun ciddi bir medeniyet krizinden geçtiğini söyleyerek sözlerine başlayan Prof. Dr. Saadettin Ökten, “Müşterisiz metaa zayidir” medeniyetinizin ürününün farklı bir zamanda inşa edildiğini, taklitte ise bir başka medeniyetin biçimini alıp kendi medeniyetinize monte etmeye çalışıldığını söyledi. Türkiye’nin bir zamanlar medreselerini kapatarak üniversite sistemine geçişini taklit olarak değerlendiren meselesi olduğunu, Kuran’ın insanı şahit yaptığını belirten Şaban Ali Düzgün, bir kafiyecinin şöyle tanımlama yaptığını söyledi: “İnsanda 3 büyük güç vardır. Akıl, gazap ve şehvet. Aklın itidalli hali hikmet, gazabın itidalli hali şecaat, şehvetin itidalli hali iffettir.” Mimar Mehmet Şimşek Deniz: “Peygamberimizin şehircilik ve mimarlık alanındaki uygulamalarıNI yeniden incelemeliyiz” Konuşmasına Hz. Muhammed’in şehircilikle alakalı söylediği sözlerle başlayan Mimar Mehmet Şimşek Deniz, Peygamberimizin binasını yüksek katlı yapan sahabeyle, o yüksek katı yıkana kadar konuşmadığını, yeni inşaatlarda peygamberimizin yol için ayrım bırakıldığını söylediğini belirtti. Yeni açılan kuyularda uygulamaların olduğunu, Medine’de bulunan şatovari yapıların yani kültürel ve tarihin mirasın korunmasını emrettiğini söyledi. Çocukların toprakla oynamasını teşvik ettiğini de belirten Mimar Mehmet Şimşek Deniz, şimdilerde İstanbul’un her tarafının beton olduğunu vurguladı. Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara, Belediye Başkanı olarak, düşündükleri Üsküdar ile şu anda Üsküdar’da yapılanların örtüşmediğini, bir tarafta müthiş bir medeniyet algımızın olduğunu diğer tarafta mevcut durumda yapılanlardan dolayı üzerilerinde baskı olduğunu dile getirdi. Kara, uluslararası konjonktürün ve para piyasalarının yönlendirildiği, finans merkezi olma yolundaki girişimlerle “borsa-konut ilişkisi”nin bozulduğu bir sistemde direnebilmek ve yeniden medeniyet kodlarımıza dönebilmek için şehirciliği önemsememiz gerektiğini söyledi. diyerek hiçbir kapitalistin, özellikle de Türk müteahhidinin alıcısı olmayan bir yapıyı inşa etmeyeceğini belirtti. Bir medeniyetin sembolik olarak en güzel eserlerinin her zaman şehrin merkezinde olduğunu, şehrin merkezinde olmayan eserlerin giderek değer kaybettiklerini ifade etti. Çamlıca Camii’nin şehrin dışında yapıldığına dikkatleri çeken Saadettin Ökten, bu caminin betondan yapılacağını, betonarme yaşının belli olmadığını, dönemlik olduğunu ama fazla da karamsar olmadığını söyledi. Çamlıca Camii’nin tekrar olduğunu, taklit ile tekrar arasında fark olduğunu, tekrarda kendi Saadettin Ökten, medrese modelini geliştirmeyerek olduğu yerde bıraktığını söyledi. Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: “Nasıl bir kent olması gerektiği Kur’an’da belirtiliyor” Çağdaş Dünyada Din ve Dindarlar kitabından hareketle “Dinlerin Şehirleşme Kabiliyeti” başlığıyla yazdığı makaleyle geldiğini söyleyen Şaban Ali Düzgün, insanın yaşadığı kentte yaşam alanında olması gerekenleri Kuran’dan ayetlerle anlattı: “Beldetün Tayyibe: Yaşayan Kent Beldetün Meyyitetün: Ölü kent, varolan değerleri de tüketen. Nasıl bir kentte yaşamalıyız? sorusunu Kuran şöyle açıklıyor: Zürriyeten Tayyibe: Hayırlı evlatlar yetiştireceğimiz bir mekan olması lazım. Rihun Tayyibe: Temiz havası olmalıdır. Şeceratün Tayyibe: Organik -her türlü- gıdalar olmalıdır. Tahiyyeten Tayyibe: Her türlü konuşma ve nezaket, nezahet içermelidir. Mesakine Tayyibe: Güvenli, yıkılmayacak binalar olmalıdır.” Tevbe Suresi 101. ayette fazla münafıklık yapanların beldelerde, şehirlerde olduğuna dikkat çeken Şaban Ali Düzgün, bu ayetlerin yaşadığımız kentler için nasıl olması gerektiğini açıklayan mihenk taşları olması gerektiğini söyledi. Namaz kılmak için tüm yeryüzünün bir mescit olduğu hükmünde, içinde yaşadığımız şehirlerin tertemiz olması gerektiğini söyleyen Şaban Ali Düzgün, burada bir toplumsal mesaj olduğunu söyledi. Meselenin insan Prof. Dr. Tahsin Öztürk: “Aklımızdaki şehirle yaşadığımız şehirler birbiriyle uyumlu değil!” İstanbul’un yağma bir alana dönüştüğünü söyleyen Prof. Dr. Tahsin Öztürk, modern dönemde Müslümanların zihniyetinin gerçekten sorgulanması gerektiğini ifade etti. Benimseyemediğimiz ama içinde yaşadığımız bir dünyayı tanımaktan bile aciz olduğumuzu söyleyen Prof. Dr. Tahsin Öztürk, herkesin en kısa yoldan zengin olmayı istediğini söyledi. Aklımızda olan şehirle, içinde yaşadığımız şehrin uyumlu olmadığını söyleyen Prof. Dr. Tahsin Öztürk, bu uyumsuzluğun nereden kaynaklandığını irdelememiz gerektiğini, kendimizle yüzleşmeyi başarmamız gerektiğini söyledi. Modern bir toplum olduğumuzu belirten Prof. Dr. Tahsin Öztürk, bir şirketin varlık amacının kâr etmek olduğunu belirtti ve modern siyasetin amaçlarını çok iyi analiz etmemiz gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Vecdi Akyüz: “Medine şehrinin nasıl dönüştüğünü iyi okumalıyız” Konuşmasına peygamberimizin Medine’ye gelir gelmez hemen bir pazar yeri, mescit ve çarşının inşa edildiğine dikkatleri çekerek başlayan Prof. Dr. Vecdi Akyüz, toplumun her kesiminden insanın Medine’de, bir ortamda, hep beraber barış içerisinde yaşayabilmelerinin sağlanmasının önemini anlattı. Hem ekonomik, hem ibadet hem toplumun bir araya geldiği ortamların önemini anlatan Prof. Dr. Vecdi Akyüz, şehirlerin meydanlarının insanları topladığını, bir araya getirdiğini ifade etti. Mart - Nisan 2013 15 ETKİNLİK MMG ANKARA ŞUBESİ TBMM BAYINDIRLIK, İMAR, ULAŞTIRMA ve TURİZM KOMİSYONU BAŞKANI İDRİS GÜLLÜCE: “KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜN OLARAK DÜŞÜNÜLMELİ” Kentsel dönüşüm çalışmalarına 3.5 metrelik sokakları olan yerleşimlerle devam edilmemesi gerektiğini söyleyen İdris Güllüce, kentsel dönüşümün her yönüyle bir bütün olarak düşünülmesi ve tüm çalışmaların yeniden yapılandırma parolasıyla gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi. M Güllüce; “Tüm çalışmalar yeniden yapılandırma parolasıyla gerçekleştirilmeli. Gayrimenkule Türkiye’de olağanüstü değer veriliyor; bunun yerine önce insana değer verilmeli. İnsanların eski alışkanlıklarına değer verilmeli, onların önceliklerine dikkat edilmeli, onları önemsemeli, insani değerleri, ekonomik değerleri, yok etmeden kentsel dönüşüm gerçekleştirilmeli” dedi. imar Ve Mühendisler Grubu Ankara Şubesi’nin 12 Mart Salı tarihinde gerçekleştirdiği Ankara Sohbetleri Etkinliğinin konuğu “Türkiye’de Yapılan İmar Çalışmaları ve Meclis Gündemi” konulu sunumuyla AK Parti İstanbul Milletvekili Meclis Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Başkanı İdris Güllüce oldu. Programa MMG Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, Hatay Eski Milletvekili Mehmet Sılay, Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, Savunma Sanayi Müsteşar Yardımcısı Faruk Özlü, Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Yunus Aluç, T.C.D.D. İnşaat ve Emlak Dairesi Başkanı Bünyamin Sarıkaya, ENERJİSA Başkent Elektrik İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Ömer Faruk Gültekin, T.C. S.S.M. Uzay ve İnsansız Sistem Daire Başkan Yardımcısı Müjdat Uludağ, MMG Kurulu Üyelerinden Ümit Keser (EGO Raylı Sistemler Yapım Müdürü), EPDK Kurul Üyesi Fatih Dönmez, Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi, SHGM Genel Müdür Yardımcısı Bahri Kesici, Karayolları Teftiş Kurulu Başkanı Vacip Mert , Tapu Kadastro Harita Dairesi Başkanı Sedat Bakıcı, MMG Şube üyeleri ile çok sayıda konuk katıldı. “GAYRİMENKULE DEĞİL İNSANA DEĞER VERİLMELİ” Güllüce, kentsel dönüşüm çalışmalarına 3.5 metrelik sokakları olan yerleşimlerle devam edilmemesi gerektiğini vurgularken, kentsel dönüşümün her yönüyle bir bütün olarak düşünülmesi gerektiğini ifade etti. Eskiyi yenilemenin hiçbir getirisi olmayacağının altını çizen Güllüce; “Tüm çalışmalar yeniden yapılandırma parolasıyla gerçekleştirilmeli. Gayrimenkule Türkiye’de olağanüstü değer veriliyor; bunun yerine önce insana değer verilmeli. İnsanların eski alışkanlıklarına değer verilmeli, onların önceliklerine dikkat edilmeli, onları önemsemeli, insani değerleri, ekonomik değerleri, yok etmeden kentsel dönüşüm gerçekleştirilmeli” dedi. “MÜHENDİSLİK ROMANTİKLİK DEĞİL, HESAP KİTAP İŞİDİR” İstanbul’da kentsel dönüşüm çalışmaları için sıkıntı oluşturacak bölgelerin oranını 16 Mimar ve Mühendis yüzde 65 olarak açıklayan Güllüce; “Emsal 6 katı artırılsa, birçok sorunla karşılaşılır. Altyapı, üstyapı hep sorun olarak karşımıza çıkar. Mühendislik romantiklik değil, hesap kitap işidir. Her bölgeye aynı uygulamayı yapmak doğru olmadığı için bunu gerçekleştirmek olmaz. Kırşehir, Çorum vs. gibi illerden vatandaşlar Ankara’ya akıyor ve Ankara hızla büyüyor. Şehir büyüdükçe mutlu insan sayısı azalır. Evlerde huzur kalmaz, komşuluk ilişkileri azalır. Bu konuda MMG gibi STK‘lar sempozyumlar düzenleyerek, imar hukuku ve anlayışının yeniden gözden geçirilmesini temin etmeli. İnsan profili iyice incelenmeli ve onların ihtiyaçlarını tespit etmeli” diye konuştu. “KENTSEL DÖNÜŞÜM İLE BİRLİKTE, KÖYSEL DÖNÜŞÜME DE BAŞLAMALIYIZ” Mimarlara ve mühendislere gerçekleştirilecek kentsel dönüşüm projeleri aşama- sında büyük görev düştüğünü kaydeden Güllüce, yanlış şehirleşme konusunda, “Şehir kaç katlı olacak, yollar nasıl olacak konularından ziyade, önce insana yatırım yapılmalı, insana değer verilmeli. İnsanlar avlu kültüründen, balkon kültürüne geçince; balkondan insanları sinek gibi gördüklerinden, gerçek hayatta da insana sinek kadar bile değer verilmemekte. İnsanın insana verdiği değer bile değişti” diye görüş bildirdi. Güllüce konuşmasına şöyle devam etti: “Çiğköfte ile pizza yiyen bir toplum olduk. Batı dünyasının en büyük özelliği, doğudaki insana yaptıkları her şeyin doğru olduğunu kabul ettirmişler. Bu batının en büyük başarılarından biridir. Göçü engelleyebilecek bir silahımız yok. Toplumun sosyolojik yapısında sorun var. Freni patlamış araç gibi, insanlar birbirlerine selam vermez hale geldi. İstanbul’u iyi biliyorum, Anadolu’yu da iyi bilirim. Biz kentsel dönüşüm ile birlikte, köysel dönüşüme de başlamalıyız. Çocuklar dereden balık tutup havuza atıyorlar, zamanla etraf kurbağa ile doluyor. Şehirlerde tabelalara dikkat edilmeli.” Mart - Nisan 2013 17 ETKİNLİK MMG ANKARA ŞUBESİ ANKARA’DAKİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJELERİ "Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, Kentsel Dönüşüm Nedir, Neden Kentsel Dönüşüm ve Kentsel Dönüşüm Stratejisi ve Evreleri" hakkında sunum gerçekleştiren Yunus Aluç, idareler arasında projenin koordineli ve sağlıklı bir şekilde uygulanması için (TOBAŞ) Toplu Konut-Büyükşehir Belediyesi İnşaat Emlak Mimarlık ve Proje A.Ş.’nin kurulduğunu belirtti. M imarlar ve Mühendisler Grubu'nun (MMG) düzenlediği "Kentsel Dönüşüm Sürecinde Belediyelerin Rolü ve Ankara Uygulamaları “ konulu yemekli Ankara Sohbetleri 26 Şubat Salı günü, Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Yunus Aluç’un sunumuyla gerçekleşti. Programa ayrıca MMG Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, Urfa Milletvekili (Eski Belediye Bşk.) İbrahim Halil Çelik, Savunma Sanayi Bakanlığı Müsteşarı Faruk Özlü, TEİAŞ Gnl. Müd. Kemal Yıldız, Tapu ve Kadastro Gnl. Müd. Yrd. Gökhan Kanal, Tapu ve Kadastro Gnl. Müd. Harita Daire Bşk. Sedat Bakıcı, MMG Yönetim Kurulu Üyelerinden Ümit Keser (EGO), Ankara Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Turizm Komisyonu Bşk. Murat Köse, EPDK Kurul Üyesi Fatih Dönmez, Ulaştırma Bakanlığı Alt Yapı Demiryolu ve Daire Bşk. Kazım Özgür, Sivil Havacılık Gnl. Müd. Bilal Ekşi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Danışmanı Mesut Uğur, Başkentgaz Gnl. Müd. Halil Kırşan, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Danışmanı Mahmut Yağız, Belediye Başkanları Birliği Gnl. Bşk. Yrd. Hurşit Yüksel, TOKİ Daire Bşk. Dursun Baştürk, Toki Şube Müd. Gürol Konyalıoğlu, MMG Şube üyeleri ile çok sayıda konuk katıldı. Kuzey Ankara girişindeki kentsel dönüşüm projesinin Türkiye’nin dünyaya açılan kapısındaki bir proje olduğunu dile getirerek kentsel dönüşüm stratejisinin evrelerini de şöyle açıkladı; KENTSEL DÖNÜŞÜM STRATEJİSİNİN EVRELERİ 1-Kent Dokusunu Bozan Yerleşim Alanlarının Tespiti, 2-Alan Sınırlarının Belirlenmesi, 3-Mülkiyet ve Bina Analizleri, 4-Anket ve Halkla İlişkiler Çalışmaları, Rızai Anlaşma, Kamulaştırma, 5-İmar Planı, Kentsel Tasarım ve Mimari Projelerin Hazırlanması, 6-Arazinin İnşaatlara Hazır Hale Getirilmesi, 7-İnşaatların Tamamlanması (Altyapı, Konut, Sosyal Donatı vs.), 8-Kuraların çekilerek, Konutların Teslim Edilmesi, Öncelikli Proje Alanı 360 Hektar, Nüfus 70 bin Kişi, Konut Sayısı 18 bin adet. 18 Mimar ve Mühendis İlk resmi konut sözleşmesinin 2005 yılının mart ayında yapıldığını kaydeden Aluç, daha sonra sertifikaların yapılan törenle hak sahiplerine verildiğini sözlerine ekledi. 2006 yılında ihale edilerek inşaatı başlatılan Karacaören hak sahibi konutlarına ilişkin de bilgi veren Aluç; “2007 yılı temmuz ayında noter huzurunda çekilen kura ile öncelikli proje alanındaki toplam 1458 adet konutun sahipleri belirlenmiştir” dedi. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ REKREASYON ALANINA AİT BİLGİLER Rekreasyon alanında bulunan sosyal donatılar; - 2 adet Beş Yıldızlı Otel - 1 Adet 5000 kişilik Kongre Merkezi - 180 bin m² büyüklüğünde Gölet - Belediye Kabul Salonu - Yaşlılar ve Hanımlar Lokali - Anfi Tiyatro - Alışveriş Merkezi - Spor Merkezleri, Kafe ve Restoranlar - Fast-food ve büfe, - Fitness center, - Çeşitli Etkinliklere İmkân Verecek Sosyal Tesisler, - Basketbol, Futbol, Tenis ve Mini Golf Sahaları - Düğün ve Nikâh Salonu - Konuk evi ve kabul salonu Yaşlılar, kadınlar ve gençler için aktivite ve kültür merkezleri yapılması planlanmıştır. Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Birleşmiş Milletler – HABITAT (UNHABITAT) tarafından 2009 yılının “En İyi Uygulama” ödülüne layık görüldü. Ayrıca, İslam Başkentleri ve Kentleri Teşkilatı (OICC) tarafından “Kentsel ve Bölgesel Planlama” Dalında birincilik ödülüne layık görüldü. Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi diğer kentsel dönüşüm projelerine örnek olması ve projemizi kendi ülkelerinde de uygulamak isteyen yabancı heyetlerin ilgisi ve beğenisiyle karşılaşıyor. DİKMEN VADİSİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ Proje öncesinde Dikmen Vadisi sağlıksız koşullarda gecekondulaşmış bir bölge olarak Ankara’nın güneyinde prestij mekanları sayılabilecek Meclis, Çankaya, Oran Sitesi ve Dikmen semtleri arasında yer almaktaydı. Projenin amacı, Ankara’da 5.3 km uzunluğunda, bir rekreasyon alanı ile birlikte bir kültür ve eğlence koridoru oluşturmak, vadinin, 5.000 adet gecekondulardan tamamen uzlaşma yolu ile arındırılmasını sağlamak. Stratejik bölgelerinde, yatırımların kaynağını sağlamak. Alanının büyük olması nedeniyle proje 5 etaba ayrılıyor. 1. Etap Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi 2. Etap Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi 3. Etap Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi Son Etap Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi. DİKMEN VADİSİ 1. ETAP ( 1989 – 1994 ) Etap alanı 201 bin 500 m² Yıkılan gecekondu adedi 408 Tapu Tahsisli hak sahiplerine 404 adet 80 m² konut tahsis edilmiş. Tapulu gayrimenkul sahiplerinin taşınmazlarına karşılık konut verilmemiş, taşınmaz karşılığı kamulaştırma bedeli ödenmiş. DİKMEN VADİSİ 2. ETAP Etap alanı 385 bin m² Yıkılan gecekondu 810 adet, 810 adedi hak sahibi ve 244 adedi finansman konutu olmak üzere toplam 1054 adet konut inşa edilmiş. DİKMEN VADİSİ 3. ETAP Kamulaştırılan alan 175 bin 417 m² Yıkılan gecekondu 384 adet Proje alanına inşa edilen toplam 1132 adet konutun 303 adedi hak sahiplerine kura ile teslim edilmiş. DİKMEN VADİSİ SON ETAP Alan: 135 hektar Nüfus: 32 bin 800 kişi Konut sayısı: 8 bin 200 adet Sonuç olarak; Kentsel ölçekte bir rekreasyon alanına dönüştürülmüş, kent bütününe hizmet edecek ticari,kültürel ve sosyal donatılara kavuşmuş, bölgede yaşayan hak sahiplerinin konut sorunlarını çözen ve kendini finanse eden yöntemlerle yeni bir yerleşim alanı oluşturulmuş. Yerel yönetimlere yeni ufuklar açan özellikleriyle, kapsamlı kentsel yenileme ve geliştirme projelerinin bir örneği olarak görülüyor. YENİ MAMAK KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ Proje alan büyüklüğü 7 milyon m2, Toplam konut sayısı 50 bin adet, Proje alanı nüfusu 200 bin kişi, Toplam gecekondu adedi 13 bin 750 adet. Mamak’ta yer alan 14 mahalleyi içerisine alan ve Samsun Yolu’nun kuzey ve güney kısımlarında Mamak Köprüsü’nden başlayıp Hasanoğlan’a kadar uzanan toplam 7 milyon 330 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilecek olan “Yeni Mamak Kentsel Dönüşüm Projesi” kapsamında yaklaşık 13 bin 750 adet yapı yıkılacak. GÜNEYPARK KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ SİNPAŞ KONUTLARI Proje alanı: 184 hektar. Mevcut gecekondu sayısı: 477 adet. Yapılabilir konut sayısı: 7 bin 820 adet. Proje alan büyüklüğü 1 milyon 840 bin m2. Haksahibi konut sayısı 2 bin 400 adet. Toplam konut sayısı 7 bin 820 adet. Proje alanı nüfusu 31 bin kişi. Gecekondu adedi 478 Adet. Yıkılan gecekondu adedi 477 Adet. ŞİRİNDERE KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ HIDIRLIKTEPE ATIFBEY İSMETPAŞA KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ Ankara Büyük Şehir Belediyesi kanun kapsamında Belediye Meclisinden alınan kararlar ile halen 53 ayrı bölgede Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje çalışmaları değişik aşamalarda devam ediyor. Belediyemizce uygulanan bu projelerle yaklaşık 40 bin gecekondunun 120 bin konut ve sosyal donatı alanlarıyla dönüşümü hedefleniyor. "Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Birleşmiş Milletler – HABITAT (UN-HABITAT) tarafından 2009 yılının 'En İyi Uygulama' ödülüne layık görüldü. Proje ayrıca İslam Başkentleri ve Kentleri Teşkilatı (OICC) tarafından 'Kentsel ve Bölgesel Planlama' dalında birincilik ödülüne de layık görüldü" diyen Yunus Aluç, konuşmasına, "Bu proje, diğer kentsel dönüşüm projelerine örnek olması ve projemizi kendi ülkelerinde de uygulamak isteyen yabancı heyetlerin ilgisi ve beğenisiyle kendini kanıtlamıştır" diyerek devam etti. SONUÇ ve ÖNERİLER 31 Mayıs 2012 tarihinde yürürlüğe giren "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun"da öngörülen kamu mülklerinin idareye bedelsiz devri, mera vasıflı arazilerin konumu ve harçlardan muafiyet konusunun 5393 sayılı kanun ile ilişkisi, belediye ve hak sahipleri arasında imzalanan konut/işyeri karşılığı yapılan sözleşmelerin 3. şahıslara devrine ilişkin yasal düzenleme. Mart - Nisan 2013 19 ETKİNLİK "TÜRKİYE’DE SİVİL HAVACILIK" TARTIŞILDI Türkiye’de sivil havacılık sektöründe yaşanan gelişmeler ve 2023 vizyonunda gerçekleştirilmesi düşünülen projeler, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Mimar ve Mühendisler Grubu’nun İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi’nde gerçekleştirdiği “Türkiye’de Sivil Havacılık Sektörü” konulu panelde ele alındı. S ivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi, THY Teknik A.Ş. Genel Müdürü Doç. Dr. İsmail Demir ve İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hayri Acar’ın sunum yaptığı panelde, havacılık sanayi, faaliyetler ve gerçekleştirilen faaliyetlerin sürdürülebilir olabilmesi için neler yapılması gerektiği konuları tartışıldı. Panelin Moderatörlüğünü MMG Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özmen gerçekleştirdi. “UÇAK ÜRETİRKEN EN MODERNİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUZ” İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Orhan Kaya, açılış konuşmasında bölümleriyle alakalı ve bilgilendirici bir panel gerçekleştirdiği için MMG’ye ve katılımcılara teşekkür ederken, havacılık tarihi ile ilgili geçmişten günümüze bilgiler verdi. Türk havacılığı için önemli isimlerden Nuri Demirağ hakkında da bilgi veren Kaya, Türk havacılık sektörü konusunda görüşlerini dile getirdi. İstanbul’a kurulacak 3. Havaalanı hakkında da görüşlerini belirten Kaya, burada hakim rüzgar yönü ve sis konusunun dikkate alınarak yapılması gerektiğini ve herhangi bir sorun varsa giderilmesi konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Uçak yaparken direkt en modern uçak yapımının hedeflendiğini belirten Kaya, “Biraz daha alçak gönüllü olmamız gerekir. Küçük küçük uçaklar ya da prototipler yapılmalı” dedi. 20 Mimar ve Mühendis “HER GENÇ NURİ DEMİRAĞ’IN HAYATINI OKUMALI” MMG Genel Başkanı Avni Çebi, gerçekleştirdiği açılış konuşmasında Nuri Demirağ’a rahmet dilerken, onun yalnızca Türk sivil havacılığı için önemli olmadığını aynı zamanda da iyi bir girişimci olduğunu dile getirdi. Demirağ’ın Türkiye’deki raylı sistemlerin ve demiryolu ulaşımının gelişiminde de büyük pay sahibi olduğunu belirten Çebi, “Nuri Demirağ öncü çalışmalar yapmıştır. Tüm Türk gençliğinin Nuri Demirağ’ın hayatını okuyarak teknik gelişimin yanı sıra memleket aşkını, mücadeleyi, insan sevgisini, değer üretmeyi aynı zamanda maalesef toplumdaki vefasızlığı, ihtirası, birbirimizi nasıl aşağıya çektiğimizi, asıl sorunun içimizden geldiğini, küçük dünya hesaplarını ve bunları yenersek Türkiye’nin sivil havacılıkta hak ettiği yeri yakın zamanda alacağını anlayabilirler” dedi. “DÜNYA ÜNİVERSİTELERİYLE YARIŞABİLMEK İÇİN KALİTELİ PROJELER LAZIM” İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca yaptığı açılış ve selamlama konuşmasında İTÜ olarak gerçekleştirilen projelerden bahsederken, havacılık işletmeciliği konusunda THY ve THY Teknik ile ortaklaşa projelerin olduğunu ve önümüzdeki yıllarda Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi’ne öğrenci alarak havacılık sektöründe teknik anlamda çalışacak olan personel açığına bir nebze katkıda bulunmak istediklerini kaydetti. Yeterince potansiyel olduğunu ve bunları daha yetkin kullanmak açısından lisansüstü programlara ihtiyaç bulunduğunu dile getiren Karaca, “Raylı sistemler konusunda da İTÜ öncü olmak zorundadır. İTÜ olarak isteğimiz proje tabanlı ürünler üretmek ve sayılı üniversitelerle yarışabilmek adına büyük projeler geliştirmek gerekir ve bu bağlamda Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na THY Teknik ve İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi ile ortaklaşa 20 milyon TL’lik yerli uçak geliştirme projesi sunduk. Bu tür projelerde tek başınıza çalışmalar yapmak zordur ve partner bulmanız gerekir. Biz de bu bağlamda partnerlerimizle birlikte demiryolu ile ilgili de projeler geliştirme ve bilgi aktarma planımız devam etmektedir. Aynı zamanda hızlı tren yapımı için de çalışmalarımız devam ediyor” diye konuştu. “HAVACILIK FAALİYETLERİ TÜM MEVZUATLARA UYGUN” Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi, konuşmasına sivil havacılığın tarihinden bahsederek başlarken, ilk havacılık çalışmalarının 1912 yılında bugünkü Atatürk Havalimanı’nda başladığını ve 1933 yılında 5 uçaklık bir filo ile Türk Hava Postaları adıyla ilk sivil hava taşımacılığının başladığını belirtti. Bugün, ülkemizdeki havacılık faaliyetlerinin, ulusal ve uluslararası mevzuatlara uygun olarak sürdürüldüğünü ifade eden Ekşi, SHGM görev, yetki ve sorumlulukları kapsamında hazırlanan tüm mevzuatların; ICAO mevzuatı, 2920 sayılı Türk Sivil Havacılık Kanunu, üyesi bulunulan ECAC ve EUROCONTROL mevzuatları ile Avrupa Sivil Havacılık Otoritesi EASA’nın mevzuatlarına paralel olduğuna dikkat çekti. “HAVACILIKTA SON 10 YILDA HIZLI GELİŞMELER OLDU” 2003 ile 2013 yılları arasında havacılık sektörünün kaydettiği gelişmeler hakkında bilgi veren Ekşi, Türkiye’de 2003 yılında 162 olan uçak sayısının 2013 yılında 374’e çıkarak yüzde 130 artış kaydettiğini söyledi. Son 10 yılda Türkiye’deki toplam hava aracı sayısında da yüzde 74’lük bir artışın olduğunu belirten Ekşi, 2003 yılında bu sayının 658, 2013 yılına gelindiğinde ise bin 150 olduğunu vurguladı. En önemli gelişmelerden birinin de kargo alanında yaşandığına dikkat çeken Ekşi, 2003 yılında bir seferde taşınabilecek yükün 303 ton olduğunu belirtirken, 2013’e gelindiğinde bu oranın yüzde 356’lık bir artışla 1,381 tona çıktığının bilgisini verdi. Havacılık sektöründe lisanslı olarak görev yapan personel sayısının da buna bağlı olarak arttığını belirten Ekşi; “Türk sivil havacılık sektörünün gelişimi için büyük önem arz eden havacılık eğitimleri ve yetişmiş insan kaynakları ihtiyacının karşılanması amacıyla 2012 yılında YÖK ile bir protokol imzalanarak oluşturulan Sivil Havacılık Komisyonu faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürmektedir” diye konuştu. UÇUŞ NOKTASI BAKIMINDAN İLK 10 ÜLKE ARASINDAYIZ Türkiye’deki iç hat uçuş trafiğinin gelişiminden de bahseden Ekşi, geçmişte İstanbul ve Ankara olmak üzere iki merkezden 25 noktaya 8,5 milyon yolcunun taşındığı hava taşımacılığının günümüzde büyük gelişme kaydederek; bugün 6 havayolu ve 7 merkezden 46 noktaya 50,5 milyon yolculuk bir potansiyele ulaştığını aktardı. 2002’de dünya üzerinde 60 noktaya sefer gerçekleştirildiğini 2012’de ise Türkiye’den yurt dışındaki 157 noktaya sefer gerçekleştirildiğini söyleyen Ekşi, Türkiye’nin uçuş sayısı gerçekleştirilen nokta itibariyle dünya genelinde ilk 10 ülke arasında yer aldığını söyledi. “HAVACILIK SANAYİ, UZAY SANAYİSİNİN ANA KAPISIDIR” Havacılık sanayinin ülkeleri lider yapan kilometre taşlarından biri olduğuna dikkat çeken THY Teknik A.Ş. Genel Müdürü Doç. Dr. İsmail Demir, “Havacılık sanayi, 300 kadar teknolojiyi tetikler, çarpanları ile ülkelerin teknoloji platformunu en yüksek düzeye taşır. Ülkelerin savunma ve güvenlik ihtiyaçları için de köklü bir teminat olmakla birlikte havacılık Sanayi ile ticari ve askeri uçaklar, genel amaçlı uçaklar, helikopterler ve insansız uçaklar üretilmektedir. Ayrıca bir özelliği de uzay sanayisinin ana kapısıdır” dedi. Havacılık pazarında ABD’nin egemen olduğunu belirten Demir, “Dünya havacılık endüstrisinde yer alan 39 bin kuruluşun 25’i ABD odaklıdır. Havacılık Sanayisinin yüzde 65’i Küresel güç ve liderlik konumunun bir gereği olarak ABD’ye aittir. Havacılık sektörü; dünya GSYH’nın yüzde 7,5’i toplam 3.6 Trilyon USD sağlarken, doğrudan ve dolaylı olarak 32 milyon kişiye iş fırsatı vermektedir” diye konuştu. "Türkiye, 2003 yılında 162 olan uçak sayısını 2013 yılında 374’e çıkarak yüzde 130 artırdı. Son 10 yılda Türkiye’deki toplam hava aracı sayısında yüzde 74’lük bir artış oldu. Bu gelişmeler sırasında Türk sivil havacılık sektörünün gelişimi için büyük önem arz eden havacılık eğitimleri ve yetişmiş insan kaynakları ihtiyacının karşılanması amacıyla 2012 yılında YÖK ile bir protokol imzalanarak oluşturulan Sivil Havacılık Komisyonu faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürmektedir” “HAVAYOLU SEKTÖRÜNÜN GELİŞMESİNİN BİRÇOK GETİRİSİ VAR” İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hayri Acar, Türkiye’deki havayolu sektöründeki büyümenin birçok getirisi olduğu belirtirken, yeni iş olanaklarının, üniversitelerdeki uçak mühendisliği programlarının sayısının artmasının ve ekonomik gelişmenin sağlanmasının yanı sıra, ulaşımın kolaylaşması ile bölgeler arası etkileşimin artmasının en önemli getiriler olduğunu kaydetti. Gelişen ve sürekli büyümeye devam eden havacılık sektörünün yanı sıra bu büyümeyi ve talepleri karşılayacak havaalanı ve altyapı özelliklerine sahip olması gerektiğini vurgulayan Acar, bu konuda hala yapılması gereken çalışmalar olduğunu belirtti. Mart - Nisan 2013 21 ETKİNLİK ToKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel: “TOKİ KONUT ÜRETİMİNDE TÜRKİYE’NİN GÜVEN YÜZÜ HALİNE GELDİ” TOKİ’nin kaynakları kullanmadan konut ürettiğini söyleyen TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, Türkiye’ye hazineden pay almadan ekonomik olarak ciddi bir kaynak ürettiklerini belirtti. Ahmet Haluk Karabel, zor şartlar ve imkanlar halinde Türkiye’de son 10 yılda ciddi projeler yaptıklarına değindi. Ç ebi Grubu ve SteeLife’ın sponsorluğu, Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi moderatörlüğünde gerçekleştirilen Herkes için Şehir adlı panelde Kadem Ekşi, değişen kentlerin yaşamları dönüştürdüğünü belirterek, “Herkes için Şehir” başlığını bilerek kullandıklarını, şehirleri yaşlıların, çocukların ve engelli vatandaşlarımızın rahatça yaşayabilecekleri imkanlarda inşa edilmesi gerektiğini belirtti. TOKİ’nin konut üretiminde Türkiye’nin güven yüzü haline geldiğini, fakat yapılan projeler- 22 Mimar ve Mühendis de şehirlerin kültürel ve medeniyet zenginliklerinin de dikkate alınması gerektiğini ifade etti. MMG BAŞKANI AVNİ ÇEBİ: “TOKİ’NİN BUNDAN SONRA YAPACAĞI PROJELER, TÜRKİYE’NİN HUZURU VE BARIŞI İÇİN ÇOK ÖNEMLİ” MMG Genel Başkanı Avni Çebi, şehri inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünmeyi, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirerek şehirleri inşa etmenin gerekti- ğini ifade etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini ciddi ciddi düşünmenin gerektiğini ifade eden Avni Çebi, “Kentsel dönüşümü bir fırsata dönüştürmemiz gerekiyor. Bu fırsatı fırsatçılığa dönüştürmeden, alan darlığı sorununu çözerek insan yüzlü, yaşayan şehirleri yeniden inşa etmemiz gerekiyor” dedi. Sözlerine Hollanda, Japonya ve İngiltere’den konut alanındaki analizleriyle devam eden MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Türkiye’de alan sorununun olmadığını, insanların hepsini belirli bir TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, tüm inşaatlarda yerli markaları tercih ettiklerini belirterek, Türkiye’de hem dar, hem orta gelirli aileler için konut üreterek insanların konut sahibi olmalarını hedeflediklerini ifade etti. Türkiye’nin şu anda kalkınma hamlesini tamamlamış bir ülke olmadığını, belirli kesimler arasında uçurumlar olduğunu söyleyen Ahmet Haluk Karabel, 1988’den bu yana ülkede toplu konut projelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu, aşılabilmesi için de eğitim ve kültür düzeyinin artırılması gerektiğini söyledi. alana toplamanın şehirlerin kimliğine zarar verdiğini belirtti. "TÜRKİYE’DE ARAZİ BİR SATRANÇ TAHTASI DEĞİLDİR" “Şehri inşa ederken insanların kültürel ve etnik yapılarını, sosyal ve ekonomik durumlarını, yabancı ve yerliliklerini hesaba katarken aynı zamanda yaş gruplarını da değerlendiren bir sistem içinde bakmamız gerekiyor. Bugün yeni bir toplum yapısı, yeni bir dil, yeni bir medeniyet anlayışı üretebilmemiz lazım” diyen MMG Başkanı Avni Çebi, Türkiye’nin dünyanın en güzel şehirlerini inşa ettiğini, bugün Saraybosna’ya, Mardin’e, Bursa’ya ya da Bartın’a gidildiğinde orada insanı merkeze alan şehirlerin hâlâ yaşadığını belirtti. Şehirleri planlarken hem bina bazında hem de şehir planlaması anlamında her kesimden insanın ihtiyacını karşılayabilecek derecede, kentin insanı ölçek alan bir yapıda yapılandırılmasının önemine dikkat çeken Avni Çebi, aksi takdirde şehirlerimizin merhametli olan yüzünün bir azaba dönüştürüldüğünü, kentsel dönüşüme şehirlerimizde yeniden insan ölçekli sevi- yelerde inşa etmemiz için bir imkan olarak bakmamız gerektiğini ifade etti. Şehirlerin insanda keşif duygusunu ortaya çıkarabilecek yapılarda yapılandırılmasının önemine dikkat çeken Avni Çebi, ileride kentleri terk etmemek için, çok katlı yapılarda hayatı kendimize zehir etmememiz için bugünden geleceğimizi inşa etmenin önemini anlattı. Kültürel ve medeniyet formlarımızı geleceğe taşıyabilmemiz için, sürdürülebilir şehirler inşa etmemiz gerektiğinin altını çizen Avni Çebi, “Türkiye’de arazi bir satranç tahtası değildir” diyerek arazi üzerinden rant elde edilmesinin önüne geçilmesi ve üretilen kentsel rantın kamuya aktarılmasıyla ilgili bir kanun düzenlenmesi yapılması gerektiğini belirterek, Türkiye’nin ranta dayalı ekonomik sistemden değere dayalı ekonomik sisteme geçiş yapmasının zorunlu olduğunu söyledi. TOKİ BAŞKANI AHMET HALUK KARABEL: “HAZİNEDEN PAY ALMADAN, KENDİ KAYNAKLARIMIZLA KONUT ÜRETİYORUZ” Sözlerine TOKİ’nin mali yapısının kendi kaynaklarını kendi üretmesi ve devletin ge- nel bütçesinden herhangi bir pay almaması üzerine kurulu olduğuna dikkat çekerek başlayan TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, TOKİ’nin amacının sosyal konut projeleri üretme üzerine olduğunu belirtti. “Hiç konut üretmeyip sadece kaynak üretmeye devam etseydik, Türkiye’de belki daha çok itibarımız olurdu.” diyen TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, zor şartlar ve imkanlar halinde Türkiye’de son 10 yılda ciddi projeler yaptıklarına değindi. Türkiye’nin en kapsamlı sosyal konut projesi Kayaşehir Projesi’nin çok önemli olduğuna dikkat çeken TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, vatandaşların TOKİ’nin özel kredilerini kullanarak rahat bir şekilde konut sahibi olduklarını dile getirdi. Bursa Doğanbey’deki çok tartışılan TOKİ Projesinin belediyeden geldiğini, imar yapma yetkisinin belediyelerde olduğunu, TOKİ’nin sadece projeyi icra etiğini belirten TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, ortaya çıkan yapıdan kendisinin de çok şaşırdığını ve üzüldüğünü ifade etti. TOKİ’nin artık uluslararası sahada da bir dünya markası haline geldiğini belirtti. Brezilya, Venezuela gibi ülkelerden Kuzey Afrika ülkelerine kadar birçok uluslararası alanda konut Mart - Nisan 2013 23 ETKİNLİK üretme noktasında TOKİ’den destek alındığını belirten TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, sel, deprem gibi felaketlerde TOKİ’nin yaptığı insani yardım projelerine de değindi. “MÜTEAHHİTLER BAKKAL HESABIYLA ÇALIŞIYOR” TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, tüm inşaatlarda yerli markaları tercih ettiklerini belirterek, Türkiye’de ekonomik olarak hem dar gelirli aileler için hem orta gelir sınıf için konut üreterek insanların konut sahibi olmalarını hedeflerini ifade etti. Türkiye’nin şu anda kalkınma hamlesini tamamlamış bir ülke olmadığını, belirli kesimler arasında uçurumlar olduğunu söyleyen Ahmet Haluk Karabel, 1988’den beridir ülkede toplu konut projelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu, aşılabilmesi için de eğitim ve kültür düzeyinin arttırılması gerektiğini söyledi. Toplu konut yaptıkları bölgede fakir aileler için de yaptıkları konut bölgelerinde, toplumun dar gelirli kısımla orta gelir kısmının bir arada yaşayacağı alanlarda çok ciddi sorunlar yaşadıklarını belirtti. Elektrik ve su saatlerinin dahi çalındığını belirten Ahmet Haluk Karabel, merkezi ısıtma problemini aşamadıklarını, merkezi ısıtmada çok az kişinin ödeme yaptığını, darp olaylarına dahi şahit olduklarını ifade etti. “HAYATIN TÜM İHTİYAÇLARINI KARŞILAYAN YAPILAR YAPIYORUZ” Ahmet Haluk Karabel, mimari ve görsel açıdan TOKİ’nin 2012 yılında şehirlerin yöresel ve kültürel özelliklerin devam ettirilmesine uygun özel bir birim de oluşturduğunu belirtti. “Yerli malzeme kullanmaya dikkat ediyor musunuz?” sorusuna TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, inşaatlarda yerli malzeme kullanımına dair müteahhitleri teşvik ettiklerini, sözleşmelere de yasal olarak herhangi bir marka vermediklerini söyledi. TOKİ olarak insanları memnun edip etmeme noktasında araştırmalar ve analizler yaparak kendilerini sürekli yenilemeye çalıştıklarını söyleyen Ahmet Haluk Karabel, yapılan sosyal donatılar içerisinde insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek ne varsa hepsini yapmak zorunda olduklarını belirtti. Yapılan 564 bin konutun tamamında okullar, ibadethane yerleri, eğlence merkezleri, hastaneler, sportif faaliyetlerin gerçekleştirileceği alanlar gibi hayatın hemen hemen tüm ihtiyaçlarını karşılayan yapılar da yaptıklarının altını çizen Ahmet Haluk Karabel, bunların hiçbirisinin arasında da bir ayrımın olmadığını söyledi. “MÜTEAHHİTLER EN AZ 4 YILLIK ÜNİVERSİTE MEZUNU OLMALI” TOKİ’nin yaklaşık 800’e yakın müteahhitle çalıştığını, işi alanların da almayanlarında pişman olduğunu söyleyen Ahmet Haluk 24 Mimar ve Mühendis Karabel, müteahhitlerin maalesef çalışmadan para kazanmaya çalıştıklarını, TOKİ’nin maliyet hesaplarına uyup uymama noktasında pişman olanların da olduğunu belirtti. Müteahhitlerin çoğunun yeri görmeden, sözleşmeyi okumadan, analiz etmeden teklif yolladığını, “TOKİ’den iş alayım da köşeyi döneyim” üslubunda davrananların da olduğunu söyledi. İleriki yıllarda müteahhitlerin en az 4 yıllık üniversite mezunu olması gerektiğini belirten Ahmet Haluk Karabel, şu anda müteahhitlerin zemin etütlerini dahi okumadığını, bakkal hesabıyla çalıştıklarını, birçok yerden teklif aldıkları için de maliyetleri düşürdüklerini ama müteahhitlerle TOKİ arasında çıkacak sorunlarla kendilerinin uğraştığını, bu yüzden de sıkıntılar yaşadıklarını söyledi. “TOKİ, PLANLI KENTLEŞMEYE ÖN AYAK OLMAK İÇİN VAR!” Ahmet Haluk Karabel, gelen sorular arasında “Devlet eliyle konut yapmak ne kadar doğru?” sorusuna, 10 yıl öncesine kadar mahalle arası bir evin bile 250-300 bin arasında satıldığını, TOKİ’nin böyle bir zamanda ortaya çıkarak, devletin hazinesini kullanmadan, 1 milyon konut hedefiyle insanların daha rahat ve ekonomik konut sahibi olmayı amaçlayarak kurulduğunu, dolayısıyla böyle bir kuruluşun varolmasının mühim bir nokta olduğunu ifade etti. Karabel, TOKİ’nin konut yapmak değil, piyasayı düzenlemek, Türkiye’nin planlı kentleşmesine ön ayak olmak, özel sektörün girmediği alanlarda hizmet etmek gibi görevlerinin bulunduğunu belirtti. Türkiye’deki şehircilik alanında önemli hizmetlerin yapıldığını, kavramsal açıdan da şehirciliğin gelişimine açılımlar sağladıklarını belirten Ahmet Haluk Karabel, aynı şekilde 1960’larda Almanya’ya gidip gelen işçilerin ülkemize geldiklerinde ülkeye kazandırdıkları tecrübeler gibi TOKİ’nin de, şehir adacıkları oluşturarak Türkiye’nin her tarafında kültürün gelişmesine katkı sağladığını söyledi. TOKİ’ye bu fikrin de Başbakan’ın verdiğini, TOKİ’nin salt anlamda konut üretme politikasıyla ortaya çıkmadığını, insanlara yaşanabilir alanlarda yaşam alanı sunma, bir hayat sunarak değer üretme anlamında oluşturulduğunu, bu yüzden de Başbakanlık’a bağlı çalıştıklarını söyledi. TOKİ’nin yaklaşık 800’e yakın müteahhitle çalıştığını söyleyen Ahmet Haluk Karabel, müteahhitlerin maalesef çalışmadan para kazanmaya çalıştıklarını, TOKİ’nin maliyet hesaplarına uyup uymama noktasında pişman olanların var olduğunu belirtti. Müteahhitlerin çoğunun yeri görmeden, sözleşmeyi okumadan, analiz etmeden teklif yolladığını, “TOKİ’den iş alayım da köşeyi döneyim” üslubunda davrananların olduğunu söyledi. MMG GENEL BAŞKAN YARDIMCISI OSMAN ŞAHBAZ’A ‘MACARİSTAN DEVLET ÜSTÜN HİZMET MADALYASI’ VERİLDİ Macaristan’ın ‘Milli Bayramı’ kapsamında İstanbul’da düzenlenen resepsiyonda Türk Macar İşadamları Derneği (TÜMİŞAD) Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’a ‘Macaristan Cumhurbaşkanlığı Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verildi. L event- İş Sanat Kültür Merkezi, İş Kuleleri’nde Macaristan’ın 15 Mart 1849 yılında bağımsızlığını ilan etmesi bir resepsiyonla kutlandı. Macar Milli Günü kutlamasına; Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı Tibor Misovicz, Macar Dışişleri Bakanlığı Batı ve Balkan Masası Direktörü Krisztian Posa, Macaristan Parlamentolar arası AB Başkanı Dr. Richard Hörcsik, Macar Türk Parlamentolararası eski Dostluk Grubu Başkanı Dr. Kelemen Andras, Macaristan’ın Ankara Büyükelçisi Prof. Dr. Hovari Janos, Borsod-Abaúj-Zemplén Megyei Kormányhivatal Eyalet Valisi Ervin Demeter, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Üsküdar Kaymakamı Mustafa Güler, Tekirdağ Valisi Ali Yerlikaya, Tekirdağ Belediye Başkanı Adem Dalgıç, Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak, Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci, Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. Zafer Gül, İstanbul Vali Yardımcısı Kazım Tekin, Orta Anadolu Kalkınma Ajansı (ORAN) Genel Sekreteri Doç. Dr. H. Mustafa Palancıoğlu, İstanbul Şehir Hatları A.Ş. Genel Müdürü Süleyman Genç, Ayedaş Genel Müdürü Mükremin Çepni, Üsküdar Belediye Başkan Vekilleri Ömer Saraç, Hasan Ekmen, Kırşehir Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Müfit Göçen,MMG Başkanı Avni Çebi, Ak Parti Bakırköy İlçe Başkanı Mahmut Gürcan, Sanatçı Mustafa Erdoğan, TİGSAD Başkanı İrfan Özhamaratlı, Kayserispor yöneticisi Batuhan Samet Koç ile Türkiye’de yaşayan Macarlar, İstanbul'daki diplomatik misyon temsilcileri, TÜMİŞAD üyeleri ile Türkiye’de yaşayan Macarlar, çok sayıda işadamı, sanatçı, sporcu katıldı. MİSOVİCZ’DEN ÖVGÜLER Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı Tibor Misovicz, 1848-1849 Macar devrim ve özgürlüğünün 165’inci yıldönümünü kutladıklarını söyledi. Özgürlük mücadelesinde ülkesinin tamamen yıkıldığını fakat halkın kazandığını aktaran Misovicz, Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türkler’e övgüler yağdırdı. Misovicz, “Özgürlük mücadelesi döneminde bir kısım Macarlar çevre ülkelere muhacir olarak sığındı. Osmanlı İmparatorluğu kendisine sığınan Macarlara çok iyi davrandı, bunların içinde birçok paşa çıktı. Her Macar vatandaşı adına Türk milletine, Macar bağımsızlık savaşçılarını korudukları, onlara sığınacak yer sağladıkları için teşekkürlerimi sunarım. Macar milleti bunu hiçbir zaman unutmayacaktır. Bu cömertlik sadece okul kitaplarında değil, Macarlar’ın kalbinde de yer almaktadır. Son yüzyılda Türkler ile Macarlar arasındaki dostluk, ortaklık en üst noktalara yükselmiştir” diye konuştu. Macaristan’ın İstanbul Başkonsolosu Gabor Kiss de konuşmasında Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı Osman Şahbaz’a neden ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verildiğinin sebeplerini anlattı ve Şahbaz’ın özgeçmişi hakkında bilgi verdi. Daha sonra Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı Tibor Misovicz, Osman Şahbaz’a Macaristan Cumhurbaşkanlığı ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’nı takdim etti. sürdürdü: “20 yılı aşkın süredir Macaristan ve Türkiye arasındaki gerek ticari gerekse dostluk ilişkilerini geliştirmek için özveri ile çalışmaya gayret ettim. Macaristan Başbakanı Sayın Viktor Orban, Türkiye’yi Macaristan’ın Ortadoğu’ya açılan köprüsü olarak tanımlıyor. Ben de önümüzdeki yıllarda Macaristan ile olan ticari ilişkilerimize hız verip 5 milyar dolarlık ticaret hacmini yakalamak hedefiyle çalışmalarıma yön vereceğim. Türk-Macar İşadamları Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Başkan Yardımcısı olarak hizmetlerimi bundan sonrada da iki ülke faydasına devam ettireceğim.” MACARİSTAN’IN MİLLİ BAYRAMI KUTLANDI Osman Şahbaz, madalya takdiminden sonra yaptığı konuşmada, 2000 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Çankaya Köşkü’nde takdim edilen ‘Yurtdışındaki Başarılı İşadamı’ ödülünden sonra bugün ikinci vatanı saydığı Macaristan’dan ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’nı almanın onur ve mutluluğunu yaşadığını söyledi. Macaristan-Türkiye ilişkilerine katkıda bulunabilmiş olmak ve çalışmaları nedeniyle böyle şerefli bir madalyaya layık görülmüş olduğu için büyük gurur duyduğunu aktaran Şahbaz sözlerini şöyle TÜRKİYE ve MACARİSTAN’IN BİRBİRİNE İHTİYACI VAR Gönüllülük ve paylaşma felsefesi ışığında iki ülke arasında bir köprü oluşturmak amacıyla 1997 yılında Türk-Macar İşadamları Derneğini kurduklarını aktaran Şahbaz, derneklerinin 16 yıllık süre içinde birçok ulusal ve uluslararası organizasyon, proje, ve girişimin başlamasına öncülük ettiğini, etmeye devam edeceğini belirtti. “İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesi başta olmak üzere, kültürel, ticari, eğitim ve sosyal birçok alanda çalışmalar yürüttük, yürütmeye devam ediyoruz” dedi. Mart - Nisan 2013 25 HABER ANALİZ YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ? YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ? Tarihsel mirasına sahip çıkmayan toplumlar duvardan, o duvardaki tuğlalardan yoksun toplumlardır, geçmiş denen ekilebilir büyük bir arazinin olmaması demektir bu. Bu tür toplumlar sonsuz şimdiye mahkûm kalmışlar demektir. Tarihi mirasa sahip çıkmak bu nedenle önemlidir. > M uhafazakârlık dendiğinde aklımıza gelen iki şey var, birisi ya çifte standartlı cinsel ahlakçılık yahut dindarlık. Her ikisinin de hakkını verebildiğimiz söylenemese de muhafazakâr olmadığımız kesin. Çünkü muhafazakâr değerleri olan bir ülkede tarihin bize miras bıraktığı o güzelim ahşap mimari bu kadar kolay kül olup gitmezdi. Modernleşmenin geçmişten kopmak olarak sunulmasına itiraz eden ve her fırsatta ecdat göndermesi yapan sözde muhafazakâr çevreler iş korumaya gelince bu konuda ilgisiz bir tavır içinde olabilmekte. Bu siyasi yapılara oy veren geniş kitle de yeniliği, yenileşmeyi çağdaşlık olarak algıladığından başta İstanbul olmak üzere tarihi kentlerdeki tarihi yapılara görüntüyü bozan mezbelelik olarak bakmakta. Halkın bu tutumu kadar tarihi mirasa sahip çıkma iddiasındaki devlet kurumları ve özel kuruluşlar da tarihi yapıları doğru bir biçimde restore etmediklerinden ve onun güvenliği konusunda gereken önlemleri almadığında bu yapılar son yaşadığımız Galatasaray Üniversitesi ve ondan önce de İstanbul Cağaloğlu’ndaki İl Milli Eğitim binasında olduğu gibi tarihin sessiz tanıklarının ateşe yenik düşmesine engel olamamaktalar. İşte bu yazıda bir yandan tarihi mirasımıza sahip çıkma bilincindeki kusurlara dikkat çekerken diğer yandan onarım hataları ve güvenliği konusundaki eksiklere ve neler yapılması gerektiğine değinmeyi amaçlıyoruz. TARİH ve UNUTUŞ Fenomenoloji (görüntübilim) ve Yorumbilgisi (Hermenotik) konusundaki düşünsel çabaları 26 Mimar ve Mühendis YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / GAZETECİ YAZAR ile bilinen Paul Ricoeur hafızayı bir iz olarak tanımlar, zamanda bırakılmış izler. Hafıza bu izlerin arşivlendiği bir yerdir de aynı zamanda. Hafızasızlık zamanda bırakılmış olan izleri takip etmemek, bunları arşivleyerek her gereksinme duyulduğunda bu arşive başvurmamaktır. Hafızayı bir duvara benzetirsek izlerin her biri bir tuğladır. Hafızanın yoksunluğu bu duvardaki tuğlaların eksilmesi ile başlar. Ancak bu tuğlalar sadece deneyimler, yaşanmışlıklar, anı olarak adlandırılan yaşantılar değildir, tarihsel mirasta bir arşiv unsurudur, duvardaki tuğlalar arasında yer alır. Toplumların zaman içinde bıraktığı izlerdir bu yapılar, anıtlar. Bunların her biri hafızanın geçmişe demir atmasına olanak verir. Tarihsel mirasına sahip çıkmayan toplumlar duvardan, o duvardaki tuğlalardan yoksun toplumlardır, geçmiş denen ekilebilir büyük bir arazinin olmaması demektir bu. Bu tür toplumlar sonsuz şimdiye mahkûm kalmışlar demektir. Tarihi mirasa sahip çıkmak bu nedenle önemlidir. Geçmişte toplumların hafızası yaşlıların belleğinde saklı anlatılar olan efsanelerdi. Efsaneler toplumlara kendi köklerine dokunma imkânını vererek sosyal birliği sağlardı, modern zamanlar ile birlikte bunun yerini tarih aldı. Tarihi toplumların kimlik kartları görevi görmesini sağlar. Sonsuz şimdide yaşamaya mahkûm olan toplumlar bu köklere dokunamazlar. Dokunamadıkları için de kendilerinin kim oldukları hakkında bir fikre de sahip değillerdir. Bu yüzden tarihi mirasa sahip çıkmak bir toplumun hafızasına, geniş bir arşive sahip olması anlamına gelir ve toplum bu hafıza izleri ile kendilerinin köklerine dokunur. Türkiye toplumu üzerinden geçen ilerleme denen silindir nedeni ile bu izlerden yoksun bırakıldı ve kimliksiz, hafızasız bir toplum haline sokuldu, bununla bağlantılı olarak da insanlar kendi geçmişlerinden kopuk kimliği olmayan toplumlar olacaktır. Asırların birikimi olan Türk-İslâm döneminin kültür ve sanat ürünlerine karşı oluşturulan antipati anlayışı, özellikle tekke, zaviye, medrese, cami gibi dini mimarinin yapı ünitelerine küskünlüğünü de beraberinde getirmiştir. Bir anda kapısına kilit vurularak fonksiyonlarına son verilen bu türden yüzlerce bina kısa zamanda bakımsızlıktan yıkılmış veya harabe halini almıştır. Buna tepki olarak doğan muhafazakârlar da ilgisizlik ve de yenilenme, modernleşme adına tarihi yapılara büyük zararlar vermişlerdir. Tek parti dönemine tepki olarak ortaya çıkan bu partinin İstanbul’da başta Vatan Caddesi olmak üzere pek çok tarihi yapıda neden olduğu tahribat tek parti döneminde bile yaşanmamıştır. Benzer bir önemsizleştirme ve tahrip etme tavrı Özal döneminde yaşanmıştı. Ancak halkın ilgisizliğinin, duyarsızlığının, iktidarların rüküş modernleşme adına geçmişi tahrip etmesinin tarihi mirasa dönük olumsuzluğu kadar toplumu sürece katmayan, onlara tepeden bakan aydın tavrının da bu süreçte etkisinin olduğu bir gerçekliktir. Tarihi kentlerde yaşayanlar arasında bağ kurulmadıkça, koruma politikası katılımcı bir nitelik taşımadığı müddetçe tarihsel çevrenin korunması ancak başka faktörlere bağlı kalacak, burada da başarı oranı düşük kalacaktır. Koruma; tarihi, doğal ve kültürel çevrenin korunması, genel anlamı ile bu değerlerin gelecek kuşaklara Galatasaray Üniversitesi yangını aktarılmasıdır. Bütünleşmiş koruma ve yenilemenin başarısı, toplumsal kopmalara neden olmadan ve içerdiği sosyal yapının sağlığını bozmadan gerçekleşmesine bağlıdır. Sağlıklı bir koruma politikasının, tarihsel mirası sosyal yaşama katması ve onunla bütünleşmesi gerekmektedir. RESTORASYON ve HATALAR Tarihi yapıların gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarılabilmesi onun korunması için ona sahip çıkacak çok aktörlü bir koruma politikasına bağlı olduğu kadar, bu yapıların zamana yenik düşmesini de engelleyecek ve gelecek kuşaklara kadar aktarımını sağlayacak onarım ve yenileme çalışmalarının doğru ve tarihsel kimlikle uygun düşecek, onun orijinalliğini bozmayacak biçimde yapılabilmesi önemlidir. Fakat ülkemizde ne yazık ki bu konuda doğru işler yapılabildiğini söyleyebilmek güçtür. Ülkemizdeki Taşınmaz Kültür Varlıklarının ilgili kurum ve kuruluşlarca gelecek kuşaklara aktarılması ve sürekliliğinin sağlanması açısından çoğu kez ihale yoluyla yenilemeye gidildiği bilinmektedir. Ancak, kurum ve kuruluşların genellikle yenileme projelerini yapacak veya yapılanların kriterlere uygunluğunu kontrol edebilecek uzman elemanları yoktur. Keza, yenileme aşamasına gelindiğinde, konusunda yetişmiş, yeterli sayıda deneyimli eleman İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü yangını bulunmadığından, çizilen projelerin ve yapılan ayrıntıların kaybolmasına neden olmaktadır. uygulamaların denetimi de yetersiz kalmak- Ülkemizde çizilen projeler genellikle istenen tadır. Örneğin, bu konuda başta restoratör kriterlere uygun değildir. Örneğin, çizilen rölö- mimar olmak üzere, inşaat mühendisi, sanat velerde çoğu kez ölçüler eksiktir, mevcut mal- tarihçi, arkeolog vb. uzmanlar da bulunmalı- zeme tanımları, ebatlar, bozulmalar, kotlar ve dır. Çünkü yenileme çalışmalarının bir ekip işi muhdes kısımlar belirtilmemektedir. Bunlara olduğu unutulabilmekte. Restorasyon çalış- bağlı olarak, işin yenileme maliyeti de zor malarında öncelikle proje gerekmekte, ancak hesaplanabilmektedir. Bunun sonucu doğru ülkemizde sadece Rölöve ve Restorasyon pro- olmayan ve işin gerçek maliyetini yansıtma- jelerinin işe başlanması için yeterli görülmesi, yan çalışmalarla ihale alınmakta. Bu şekilde buna karşın Restitüsyon (ilk yapıldığı dönemi yapılan çalışmalar ise eserin özünü korumak, ifade eden) projelerinin çizilmeden, restoras- görünümün yanı sıra yapısal herhangi bir deği- yon çalışmalarına başlanması günümüzde pek şikliğe uğratmadan yapılan projeler olmaktan çok yapıda, dönemin özelliklerini ve sanatı- uzak olabilmektedir. Sonuçta koruma konu- nı yansıtan, belgeleyen, yapıyı zenginleştiren sunda uzmanlaşmamış teknik kişilerce yürüMart - Nisan 2013 27 HABER ANALİZ YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ? Bütünleşmiş koruma ve yenilemenin başarısı, toplumsal kopmalara neden olmadan ve içerdiği sosyal yapının sağlığını bozmadan gerçekleşmesine bağlıdır. Sağlıklı bir koruma politikasının, tarihsel mirası sosyal yaşama katması ve onunla bütünleşmesi gerekmektedir. tülen restorasyon çalışmaları sonucu yapılar fiziksel zararlara uğrayabilmekte ve yapının inşa dönemine ait izler de yok edilmektedir.1 AHŞAP YAPILAR ve KORUYAMAMA Eski Osmanlı sivil mimarisinde en önemli yapısal eleman olan ahşabın seçimi eldeki en kolay ulaşılır ve en iyi işlenebilir yapı elamanı olmasından ileri gelmekle birlikte bunun uygarlık biçimi ile de ilgisi mevcuttur. Medeniyetler de insanlar gibi ölümlüdür, bunun bilincinde olan medeniyetler ahşabı daha çok tercih etmişlerdir. Çünkü taş yapıların aksine ahşap geçiciliği temsil eder, buna karşılık ölümle barışık olmayan medeniyetler ölümlülüğü değil ölümsüzlüğü arzular ve bu nedenle de devasa taş anıtlar ile ölümsüz olmayı amaçlar. Osmanlı ölümle barışabilmiş bir medeniyet olduğu için ahşaba bir mimari eleman olarak daha çok yer açmıştı, özellikle de sivil mimaride. İşin bu boyutunun yanında ahşabın bir mimari unsur olarak birçok olumluluğu vardır, öncelikle taş yapılardan farklı olarak ahşap yapılar depremden doğan can kaybında taştan çok daha fazla önem taşır çünkü taşın aksine ahşap daha az ölümcüldür. Bunun yanında işlenmesi daha kolaydır, yapımı daha kolay ve daha az maliyetlidir. Ahşabın betona göre ısı yalıtım kat sayısı 16 kat daha fazladır. Bu sayede ahşap evler, yazın soğuk; kışın sıcak kalır. Yapı malzemesi olarak ahşabın kullanılması inşaat süresinin önemli ölçüde (yaklaşık yüzde 20 oranında) kısalmasını sağlar. Farklı iklim koşullarına uyumluluk gösterir. Ekvatorda, kutuplarda dahi kolaylıkla imal ve inşa edilir. Özellikle çatı taşıyıcı sistemlerin de ahşap kirişler kullanılması, uzun açıklıkların rahatlıkla geçilmesini sağlar. Ahşap, dünyadaki yegâne ‘dönüşümlü’ yani kendini yenileyebilen ve inşası sırasında en az atık veren yapı malzemesidir. İnsanla birlikte 28 Mimar ve Mühendis nefes alan yapısı sayesinde ahşabın, insan sağlığına da olumlu etkileri vardır (Öncelikle nefes yolları ve romatizmal rahatsızlıklarda olumlu etkisi kanıtlanmış olup henüz tıbben ölçülemese de psikolojik faydalarına da rastlanmıştır). Ve belki de hep aksi düşünülen ahşabın çok önemli özelliği, diğer yapı malzemelerine kıyasla yangına daha dayanıklı oluşu. Yangına dayanıklı olsun diye çelik kolonların ahşapla kaplandığını, spor salonu gibi büyük kalabalıkların bulunduğu yapıların çatılarında, yangın sırasında çökmesin diye ahşap elemanlar kullanıldığını çoğumuz bilmeyiz. Kapalı bir mekânda yangın çıktıktan kısa bir süre sonra sıcaklık birkaç yüz dereceye ulaşır. Metal çok iyi bir ısı iletkeni olduğundan yangın sırasında sıcaklık 500- 600 derecelere çıktığında, bütün mekanik dayanım özelliğini kaybederek çöker. Ancak ahşap, iyi bir iletken olmadığından mekanik özelliklerini kaybetmeden yangına metallere göre çok daha uzun süre dayanır. Alev ve ısı yüzeyde bir karbon tabakası oluşturarak alevin iç kısımlara yayılmasını azaltır. Sanıldığının aksine ahşap yapılar, yangına dayanıklılık açısından çelik ve betonarme yapılara göre çok daha güvenlidir. Ahşap, ısı geçirmeme ve kömürleşme özelliği sayesinde yangına 30 ile 90 dakika arasında dayanabilirken çıplak çelik, genleşme katsayısının yüksekliği nedeniyle ancak 10 dakika dayanabilir ve sonra çöker. Ancak bu dayanıklı malzeme gerekli önlemler alınmadığından dahası yapıların içinde çok sayıda yanıcı madde yer aldığından, dekorasyonda kimyasallar kullanıldığında ahşap yapılar yangın karşısında güçsüz duruma düşmektedir. Dahası yangın dayanımı fazla olan ahşap yapıların, gerekli önlemler alınmadığı takdirde maalesef yangın yükü ve riski yüksektir. YANGIN GÜVENLİĞİNDEKİ EKSİKLİKLER ve GEREKENLER Bilinçsizlik, bu konuda uzman kadro eksikliği ve yeterli denetim eksikliği nedeni ile tarihsel mimarimizin en seçkin, en estetik yapıları ne yazık ki bir bir yok olup gitmekte bu miras deyim yerinde ise hara vurup harman savrulmakta. Hâsılı ahşap yangınlarının önlenebilmesi açısından bilinmesi gereken basit önlemler çok değerlidir. Aslında ahşap yangınları araştırıldığında çıkış nedenlerinin genellikle ortak olduğu görülür. Bakımsız, gelişigüzel bir şekilde eklenmiş kablolar kullanılarak döşenmiş düzensiz elektrik tesisatı, aydınlatma armatürleri, bakımsız ısıtma sistemleri, ahşap bölüme sıkıştırılan mutfaklar ve bu mutfaklarda kullanılan LPG tüpleri, söndürülmesi unutulan sobalar, şömineler, temizlenmemiş bacalar, bazen de unutulan bir sigara... Bunun yanında başıboş bırakılan, bakımsız durumdaki ahşap yapılara nüfuz eden böcekler, kemirici fareler de kabloları ısırarak kısa devre yaşanmasına ve sonucunda yangın çıkmasına neden olmaktadır. Gerçekte ahşap yapılarda alınacak en etkili ve en ekonomik önlem yangının hiç çıkmamasının sağlanmasıdır. Yani çıkış nedenlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Diğer aşama yangının yayılmasını önlemek, son olaraksa söndürülmesidir. Ahşap yapılarda yangın riskinin azaltılması için şu önlemlerin titizlikle alınması gerekir. Ahşap yapılarda meydana gelen yangınların çıkış nedenleri arasında ilk sırada gelen elektrik tesisatının periyodik olarak bakımının yapılması ve aşağıda sıralanan özelliklere sahip olması son derece önemlidir. • Elektrik kablolarının yanmaz özelliğe sahip olmasına dikkat edilmeli, tüm kablolar metal borular içinden geçirilmelidir. • Mümkün olduğunca eksiz kablolar kullanılmalı, ek yapılması gerektiğinde panoların arkasına taşınmalı ve kesinlikle porselen klemensler ile veya sigortanın kendi klemensleri kullanılarak yapılmalıdır. • Tesisatta, ‘’Kaçak akım rölesi’’ kullanılmalıdır. • Elektrik sigortaları termik-manyetik (otomatik) olmalıdır. • Önemli yangın kaynakları olan elektrik panoları, ahşap bölümler yerine tam kâgir (duvarları ve tavanları yanmaz malzemeden inşa edilmiş) kısımlarda bulundurulmalıdır. Özellikle bu odaya da yangın algılama sistemi kurulması önemlidir. Ahşap yapılarda başlayan bir yangının söndürülebilmesi için yangının ilk evrelerinde algılanarak müdahale edilmesi çok önemlidir. Bu nedenle yapı geneline yangın algılama sistemi (duman dedektörü, ısı dedektörü, vb.) kurulmalıdır. Yangın başladığı anda otomatik olarak devreye giren sprinkler sistemi (sulu) kurulması, olası yangının yayılmadan söndürülmesini sağlar. Ancak bina içinde tarihi eser, antika eşya ve tablolar gibi hem maddi hem de manevi yönden değeri çok yüksek eşyalar bulunması halinde, sulu tipteki söndürme sistemi yangını söndürse dahi eşyalara telafisi mümkün olmayacak zararlar verecektir. Bu nedenle değerli eşyaların bulunduğu ortamlarda, otomatik gazlı (İnsan sağlığı açısından zararlı olmayan FM 200 vb. temiz gaz kullanılarak) söndürme sistemi kurulması tavsiye edilir. Olası bir yangının ilk evrelerinde manuel olarak müdahale edilebilmesi için ahşap binalarda portatif yangın söndürücüler ve yangın dolabı bulundurulması büyük önem taşımaktadır. Ahşap yüzeyler, alevin yayılma hızını ciddi ölçüde yavaşlatan ‘Yangın geciktirici cilalar’ ile boyanmalıdır. Bu tip cilalar, ahşap yüzeyler üzerinde bir film tabakası oluşturur, belli sıcaklığın üzerinde köpürüp birkaç santimetreye kadar kabarır ve yüzeyde karbonlaşarak alevin ilerlemesini geciktirir. Mutfakta yemek pişirmek için LPG tüpü yerine doğalgaz veya elektrik kullanılması tavsiye edilir. Ancak doğalgaz ve LPG tüpü kullanılması halinde boru hatlarının geçeceği yerlerde seramik vb. malzemeler ile yanmazlık kazandırılmış duvar/tavan oluşturulmalıdır. Olası bir yangın sırasında binanın kısa sürede tahliye edilmesi hayati önem taşımaktadır. Ahşap yapılar, yangına uzun süre dayanabildiklerinden içinde yaşayanlara kaçmak için zaman tanısalar da uygun bir çıkış veya alternatif kaçış yolları yoksa hayati tehlike yaşanabilir. Ahşap binalarda, acil çıkış kapısı düzgün bir şekilde işaretlenmeli, önüne çıkışı zorlaştıracak engeller konulmamalı mümkünse üst katlar için de alternatif kaçış noktaları oluşturulmalıdır.2 Eğer bu önlemler alınmış olsaydı en son yanan İstanbul İl Milli eğitim Müdürlüğü ve Galatasaray Üniversitesi Ana Binası başta olmak üzere birçok tarihi bina yanmadan günümüze devredilmiş olacaktı. Güvenlik konusunun ihmalinin bedelini ne yazık ki bu eserler ödedi. Oysa ahşap yapılarda gerekli önlemler alındığı takdirde hem bu tarihsel mirasın korunması ve gelecek kuşaklara aktarımı mümkün olacaktır, hem de bu yapılar kullanılarak koruma süreci hayati bir nitelik kazanarak koruma bilinci ve bu bilincin sağlanması ile katılım sağlanmış olacaktır. Tarihi ahşap binaların en önemli sorunu bu yapıların doğru bir biçimde yenilenememesi ve bu yapıların korunması için bilinç oluşturularak binaların yaşamasının sağlanamamasıdır. Bu tür yapıların korunması için bilinç oluşmasında en önemli şey bunu sağlayacak bilinç ve araçların bu eserlerin bulunduğu yerdeki insanlarda oluşma zeminin sağlanabilmesidir. Bunun da yolu bu yapıları dokunulmaz değil, yaşanılır kılmaktır. Sanırım bu ülkede koruma adına ortaya çıkan en önemli eksiklik de bu. Kaynaklar 1 R. Eser Gültekin, Ülkemizdeki Taşınmaz Kültür Varlık- larının Restorasyonuna İlişkin Sorunlar, Tarihi Eserlerin Güçlendirilmesi ve Geleceğe Güvenle Devredilmesi Sempozyumu-1 Kitapçığı TMMOB İnşaat Mühendisleri Ankara Şubesi, 27.29 Eylül-Ankara, s:159-160 http://www.ekutuphane.imo.org.tr/pdf/9098.pdf 2 Ceyhun Eren, Ahşap: Dost mu? Düşman mı? (Ahşap Yapı- larda Yangın Riski), End Risk Dergisi, Sayı 7, Koç Alliianz Yayınları, İstanbul 2007, s:11 Mart - Nisan 2013 29 MİMARLIK MİMARLIK VE SAN’ATTA TEVHİDÎ YAKLAŞIM Aynı Kentte Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim. Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet. Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam; ve yüreğim gömülü bir ceset sanki. Aklım daha nice kalacak bu ülkede. Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma, yıllarımı kıydığım boşa harcadığım." Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın. Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma Bir gemi yok, bir yol yok sana. Değil mi ki hayatını kıydın burada. bu küçük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada. Konstantin Kavafis > YAZI: MEHMET İŞÇİ / MİMAR TEVHİD / İNANCIN ESERE YANSIMASI “Sanat ve mimaride tevhid” kavramı bize “İslâm Medeniyeti’nin en önemli unsurları olan sanat ve mimarinin kaynağını tevhidden alması” gerektiğini, bütün sanat ve mimarlık eserlerinin gayesinin Allah (c.c.)’ı aramak, ona ulaşmak olduğunun, yapılan harikulade her şeyin O’nun birer tecellisi olduğu hakikatini ihsas etmektir. L ügatte birlemek, tekleştirmek, bir şeyin tek olduğu hakkında hüküm vermek, bir bilmek demek olan tevhid; terim olarak; Allah'ı zatında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek, eşi ve benzeri olmadığına iman edip ibadet ile de O'nu birlemektir. Yani ibadeti O'ndan başkasına yapmamak ve yalnız O'na tahsis etmektir. Allah bütün varlık âleminin tek sahibi, yegâne mâliki, şeriksiz Hâlıkıdır. İmam-ı Rabbanî Mektubatı’nda yüce yaratıcıyı tarif ederken "Saltanatında şerîki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şerîklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez" der. Tevhid; Allah'ın (c.c.) kendini Kur'an'da 30 Mimar ve Mühendis vasfettiği, Rasulullah'ın (s.a.v.) sahih sünnetlerinde bizlere açıkladığı üzere kabul etmektir. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Mümin olmanın gereği de kelime-i tevhide inanmaktan geçer. Bilge mimar Turgut Cansever, Mimar Sinan isimli kitabında “İslâm Mimarisi kutsal sanatın bir disiplinidir” derken bu gerçeğe işaret etmekte ve devamla “Müslümanlar için mimarî, tevhîd inancının, mü’minin tabiat, kâinât ve Yaratıcı ile kurduğu dinamik, bütünleştirici ve ulvî irtibatın vücuda getirdiği en mühim birimidir: “Müslümanın bilgi, varlık ve âlem tasavvuru ve ben-idrâki, en mükemmel, en müşahhas ve aynı zamanda da en mücerred şekilde mimaride tekevvün ve teşekkül etmiş, imkân dahiline girmiştir” demektedir. MİMARİDE TEVHİD’DEN ANLAŞILMASI GEREKEN Mimaride tevhid, sanat ve mimari inancın esere yansımasıdır. Mimar, eserine şekil verirken ona ruhunun derinliklerinden gelen değerleri, bir hikmeti, bir medeniyet tasavvurunu yansıtır. Müslüman bir mimarın düşünce ve ruh alemi ilahî vahyin ve nebevî sünnetin temellendirdiği ilkelerle örülmüş, tüm eylem ve eserlerine bu değerler manzumesi sinmiştir. Bu anlayış mimarın yetiştirdiği sanatkârlara da aynen yansıyarak devam ederek “tek” olan “bir”e ulaşılır. Rahmetli Cansever “Mimar Sinan” adlı ese- rinde mimaride tevhid kavramını açıklarken “Aslına bakılırsa, İslam’daki Tevhid kavramı kutsal ile seküler arasında böyle bir ayrıma gidilmesine izin vermez, çünkü yeryüzündeki her nokta ve varlığın her anı Kutsal Varlığın bir tecellisidir” demektedir. Bir esere ne kadar mükemmel olursa olsun ona esas müessirin Allah olduğu hakikatini unutturarak tevhidi bozacak sahte kutsallıklar atfedilmemeli , “münhasıran ilahi ölçü ve değerlerin beşeri eserdeki mücessem bir aksi” bir ifadesi olarak telakki edilmelidir. Mimarın yegâne amacının bir eseri vücuda getirmekten öte, eşref-i mahlukat olmanın mesuliyetiyle inanç ve ahlak değerlerimizden süzülerek vücuda getirilmesi, metafizik derinliğin maddi varlık düzleminde üç boyutlu ifadesi olmalıdır. Tevhidi bir yaklaşımla bakıldığında Allah’ın mescidlerinin sade ve gösterişten uzak, kalbi ve ruhu dünyevi olanla meşgul edecek kadar mübalağalı tezyinattan beri olması gereklidir. Günümüzde evlerimizden gettolaşmış sitelere geçerek kaybetmiş olduğumuz tevazu, sadelik ve komşuluk ilişkilerini, gökdelen ve büyük ölçekli binaların birer gurur ve kibir abidesi olarak insana tahakküm eden yüzüyle değerlerimizi ne denli örselediği, şehirleri vahşi kapitalist yüzünün hangi değerlerimizi tahrip etmiş olduğu hususu bir daha düşünülmelidir. Burada yine Cansever’in “Denge duygusu demek olan huzur, mesela Süleymaniye Camii’ndeki sivri kemerin iki kolunun dengesinde ortaya çıkar. Diğer taraftan huzursuzluğun en çeşitli şaşırtıcı örneklerinden biri, Wells Katedrali’nin tedirgin ıstırabıdır” diyerek modern dünyanın ezici kibirle dolu tavrına dikkat çeker ve “Batı kültürünün herhangi bir döneminde Müslüman tevazuuna benzer bir ifade bulmak çok zordur” cümlesiyle isabetli bir tahlilde bulunur. BİNALARIN ve ŞEHİRLERİN İNŞAASINDA TEVHİDİ YAKLAŞIM Selçuklu ve Beylikler dönemine ait camilerdeki sadelik ve tevazuun temsilcisi çok kubbeli cami mimarisi, takip eden süreçte Osmanlı mimarisi ile bütünleşerek en üstteki ana kubbeyle tek olanda birleşerek tevhidi ruh ve gayeye ulaştırılmıştır. Burada bir bakıma yüce yaratıcının çokluk içindeki birlik ilkesi tebarüz etmiş, Allah'ın birliğinin âlemdeki tecellisi gerçekleşmiştir. Bu çözümlemede varlıklar kendi aralarında bir bütünlük teşkil ederken, aynı zamanda başka bir bütünün parçalarıdırlar ve onu tamamlayarak tek olanda birleşirler. Parçalar kendi aralarında müstakil iken külli manada ana bütünün parçalarını teşkil ederler. Bir eseri inşası esnasında, farklı disiplinlerdeki sanatkârların, zanaatkârların kendi maharetlerini ifa etmekteki çeşitlilik ve farklılıklarının, eserin mimarı eliyle tek bir ustanın elinden çıkmış gibi birbiriyle uyumlu, yekdiğerini tamamlayan yaklaşımla tevhid edilmesi neticesinde ortak hissiyat ve haleti ruhiye içinde harika bir eseri vücuda getirmektedir. Caminin ana kubbesi semayı (gökkubbeyi), harim (esas namaz mekânı) de arzı yeryüzünü temsil etmekte “Yeryüzü müminlere mescit kılındı” hadisini anlatır sanki. Cami makro kozmoz ile mikro kozmozun birleştiği, görünen âlemden ötelere/ idrak edilen âleme, âlemlerin rabbine ve melekût âlemine geçişin mekânı, miracın ilk basamağıdır bir bakıma. İslâm mimarisinde ebedi olanı temsil eden cami, medrese, hamam gibi abidevî kamu binaları taş, mermer gibi kalıcı malzemelerle muhteşem bir şekilde inşa edilirken ev vb. hususî yapılar ahşap ve kerpiç gibi eskiyip yok olan malzemeden, fâni dünyada ebedî kalacakmış hissi verecek tarzda ve Mart - Nisan 2013 31 MİMARLIK Bir esere ne kadar mükemmel olursa olsun ona esas müessirin Allah olduğu hakikatini unutturarak tevhidi bozacak sahte kutsallıklar atfedilmemeli, “münhasıran ilahi ölçü ve değerlerin beşeri eserdeki mücessem bir aksi” ifadesi olarak telakki edilmelidir. tasarımında özel yaşantının masuniyeti ve mahremiyetin büyük ehemmiyeti vardır. Günümüzde tahrip edilen şehre ve hayata dair değerlerin başında mahremiyetin ihlâli, insanın tabiattan, inanç değerlerinden kopuşu, yalnızlaşma ev ve sokağın hatta mahallenin dahi varlığını tehdit etmekte, bazı çevrelerce adeta kutsallaştırılan(!) “kentsel dönüşüm”ün kültürel geçmişimizi, yaşantımızı yok etmek için pusuda beklemekte olduğu endişe ile gözlemlenmektedir. Kim neyi niçin yapmak istiyor? Toplum kaybeden ve kazananın kim olduğunun pek farkında değil? Burada şehir, cemiyet, memleket herkes kaybedecek, ancak bir tek kazananı olacak; rant çevreleri. Şeyh Zayed Büyük cami Abu-dabi gücü ihsas edecek şekilde inşa edilmezdi. Evler ihtiyacı karşılayacak evsafta, israftan, gösterişten uzak ve kibir alameti sayılabilecek şeylerden hâli olurdu. Bu, "Siz yüksek yerlere alamet binalar dikip boş şeylerle mi uğraşıyorsunuz? O muazzam yapıları dünyada ebedi kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz?" (Şuara suresi, 128-129) ayeti müminler için mimaride takip edilmesi gereken yolu gösteren işaretlerden biridir. Evleri, hususi mekânları tesis ederken ihtiyacı karşılama ve mütevazı olma düşüncesinin temeli Peygamber Efendimizin (S.A.V.) dünya ile kendi arasındaki ilişkiyi anlatan, "Benim dünya ile ne alâkam olabilir. Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu gibiyim" (Tirmizi, Zühd 44) hadisi bunlardan biridir. Müslüman mimarlar eliyle kamu binalarının abidevi şekilde ve sağlam malzemeden yapılması , "Kulunun yaptığı şeyi sağlam yapması Allah'ın hoşuna gider" (Taberanî, el-Mucemu'l-evsat, 897) vb. hadisini temel 32 Mimar ve Mühendis alan sanatsal yaklaşımı ifade etmektedir. İslâm şehirlerinin mimarisi tevhidin algısını yaşanan hayata taşıyan iç içe geçmiş daireler gibi merkezdeki meydana açılan cami, medrese, han, hamam ve çarşı gibi unsurlar etrafında teşekkül etmiştir. Bunların çevresinde yer alan mahalleler daha büyük daireler oluşturmaktadır. Müslümanlar tarafından kurulan şehirlerde ana şema, Allah'ın zatında ve tabiatta var olan birliği insanî-sosyal alanda da sağlayacak şekilde oluşturulmuştur. Mahallelerden merkeze ulaşan yollar adeta insanları birliğe (tevhide) taşıyan, hatta onları bir araya toplayan aksları oluştururlar. Bu temel saiklerle inşaa eden şehircilik idraki, tevhid inancının bir tezahürü düzleminde Kur'ân'ın bütünlüğe, vahdete çağıran, "Allah'ın ipine topluca sarılın, ayrılmayın" (Âl-i İmran sûresi, 103) ayetinin bir yansımasıdır. Şehrin teşekkülünde onu oluşturan tüm enstrümanların yekdiğeriyle uyumlu bütünlüğü ve bu binalardan özellikle evlerin SONUÇ Bütün bu anlatılanların ışığında insanın hayatını ve onun vücuda getirdiği eserleri şekillendiren temel etken onun inançlarıdır. Kapitalizmin para ve sermayeyi, marksizmin ise devleti ve kurumları ilahlaştırması ile birer sahte din haline getirilen bu düşüncelerin şehre, hayata, sanat ve mimariye yansıması olarak o toplumları biçimlendirmiş ve yeni bir hayat tarzı dayatmıştır. Eser müessir olana göre şekillenir. Bu çerçevede Müslüman mimar ve sanatkârların eserlerinde tevhid inancının bir yansıması olacak sanat algısı geliştirmeleri ve buna bağlı olarak bu âlemin faniliği düşüncesini vurgularken asıl amacın Allah’ı aramak olduğunu ihsas etmeleri gerekmektedir. Müslüman mimar ve sanatkâr muhteşem bir eseri vücuda getirse de elde edilen başarının yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu idrak eder ve sebep olarak aradan çekilir ve gerçek müsebbibin, sanatkârın Allah olduğuna işaret eder. Mü’minler her türlü kibir ve tahakküm arzularından sıyrılarak vecd ve tevazu içinde "Yegâne sanat ve güzelliklerin sahibi Allah'tır" inancıyla sanatını O'nun gerçek sanatının anlaşılmasının aracı olduğunun farkında ve kul olmanın idrakindedir. Yaratılan her şey sonunda ona dönecektir. Bâki olan O’dur. Mart - Nisan 2013 33 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ BEYİN GÖÇÜ MÜ GÜCÜ MÜ Beyin Göçü dosyası çerçevesinde; beyin dolaşımının olumlu olumsuz yanları, beyin göçü yaşayan ülkelerin durumu, nitelikli insan gücü çekmenin yolları, tersine beyin göçü, bu sürece katılan bireylerin adaptasyonları, yurt dışından Türkiye’ye gelen bilim insanlarının yaşadığı örnekler, Türkiye’nin bu konuya bakışı ve politikaları yer alıyor. Uzmanlar tarafından kaleme alınmış makaleler, beyin dolaşımına katılmış bilim insanlarıyla yapılan söyleşiler ile Beyin Göçü’nü mercek altına alıyoruz. 34 Mimar ve Mühendis ? Erasmus, Farabi, Einstein, Gazi Yaşargil Mart - Nisan 2013 35 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ BEYİN GÖÇÜ ve SONUÇLARI İyi eğitim, deneyimle birleşiyor, mesleklerinde uzman nitelikli insanlar YETİŞİYOR. Yurtdışında uzun süre kalarak çeşitli bölgelerde çalışan ve o ülkenin ekonomisine katkı sağlayan kişiler, aynı zamanda durağan bir şekilde elde edebilecekleri tecrübelerinin birkaç mislini de kazanabiliyorlar. Tersine beyin göçü gerçekleştiği taktirde ise bu bilgi ve deneyimler yine yaşanılan ülkeye aktarılıyor. Bir insanın yetişmesi çok uzun bir süreç; ilkokul, ortaokul, lise, rarak, eğitim masraflarından ve zamandan kazanıyorlar. Bu şekil- üniversite sonrasında uzmanlık için yine uzun bir maraton har- de gelişmekte olan ülkelerdeki nitelikli iş gücünün başka ülkelere canıyor ömürden. Bu sırada ülkeler kalkınmayı sağlayan önemli yerleşerek orada ekonomik bir değer oluşturması ise beyin göçü bir unsur olarak görülen nitelikli insan gücünün yetişmesine katkı olarak ifade ediliyor. sağlamak için eğitimi teşvik edici, uzmanlaşmaya yönelik çeşitli Kimi insanların üniversite veya yüksek lisans vb. nedenlerle başlayan teşvik programları düzenliyor. yurtdışı yolculuğu, gittiği ülkede tamamen yerleşmesiyle sonuçlanı- Bu sırada İngiltere, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri gibi yor. Daha önce gelişkin bir teknolojinin var olmaması ve teknolojik gelişmiş ülkeler, hem teknolojiyi kullanabilme imkânı sunması gelişmeleri takip etmek için daha çok tercih edilen yurtdışı, günü- hem cazip maddi olanaklarıyla, hazır yetişmiş uzmanları kendi müzde daha farklı nedenleriyle ön plana çıkıyor. Nitelikli iş gücüne ülkelerine çekmek için çeşitli programlar yapıyorlar ve bu anlam- duyulan saygı, profesyonellik, kazanılan alanla birebir örtüşen iş da da başarılı oldukları görülüyor. Gelişmekte olan ülkeler nitelikli pozisyonlarının sağlanması, eğitim hakkının daha kolay elde edil- işgücü açıklarını artırırken, gelişmiş ülkeler ekonomilerine katkı mesi, sosyal haklar ve maddi koşulların cazip olması beyin göçünde sağlayacak alanlarda yetişmiş insanları kendi ülkelerine kazandı- etkili olan faktörler arasında bulunuyor. 36 Mimar ve Mühendis Göç eden insanlar, başarılı çalışmalar gerçekleştirip, tecrübe kazandıklarında uzmanlıklarını daha da artırıyorlar. Bu noktada ise kimi ülkeler tersine göçü teşvik edici çalışmalar uyguluyorlar. Örneğin Çin, Hindistan gibi çok fazla beyin göçü veren ülkeler beyin göçünü tersine çevirmek için çeşitli programlar düzenliyorlar. Çin’de yurtdışındaki bilim adamları, bilgilerini, edindiği deneyimleri seminer ve paneller yoluyla paylaşmaları için ülkelerine davet ediliyor. Türkiye’de özellikle son dönemde yaptığı çalışmalarla tersine beyin göçünü özendirmek ve bilim insanlarının Türkiye’de kalmasını teşvik edici çalışmalar gerçekleştiriliyor. Hindistan, Çin, Güney Kore gibi yurtdışına en fazla öğrenci gönderen ülkelerden biri Türkiye. Yurtdışında eğitim görmeyi arzulayan insan sayısı artıyor, bu sırada çok önemli sayıda Türk bilim insanı yurtdışında yaşıyor ve Türkiye’nin dönüşü özendirici çalışmalar için bir hayli yol kat ettiği, fakat daha çok yol almasının gerektiği bilim insanları tarafından ifade ediliyor. Öncelikle üniversitelerin bütçelerinin artırılması, bilim insanlarının yaşam koşullarının, ücretlerinin iyileştirilmesi, yurtdışından gelen öğrencilerin geldikleri ülkeye kolaylıkla adaptasyonunu sağlayabilecek önlemlerin alınması, bu konudaki bürokratik işlemlerin sadeleştirilmesi, yurtdışı öğrenci ve personel değiş-dokuş programlarının teşvik edici bir boyuta taşınması gibi maddeler beyin göçünün azaltılarak tersine çevrilmesinde önemli olacağı öngörülüyor. Uzmanların çeşitli ülkeler görmesi, oralarda farklı iletişimler kurması ve farklı beceriler kazanması ise kendilerine çok fazla artı sağlıyor. Durağan ortamda elde edebilecekleri tecrübelerin birkaç mislini yurtdışında kazanabiliyorlar. Çok değerli bir birikime sahip olan bu kişilerin tersine beyin göçüyle ülkelerine dönmeleri ise ülkelerine katma değer sağlıyor. Mart - Nisan 2013 37 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Mesut UĞUR Mikroteknoloji Mühendisi TERSİNE BEYİN GÖÇÜ SAĞLANABİLİR Mİ? B Nitelikli iş gücünün, hizmet vereceği ülkedeki beklentileri; niteliğini kullanacak işin olması, çalışmaların gerçekleşmesini sağlayacak tesis, beraber çalışacağı insan kaynağı, yeterli finansman, hayat standartlarının sürdürülebilir şekilde sağlanması, güvenli ortam, başarısının taltif edilmesi ve ödüllendirilmesi şeklinde açıklanabilir. atıda sanayi devrimi başladıktan sonra Osmanlılar, bu devrimin gücünü toprak kaybettikçe anladı. İnsan tarafından geliştirilen teknik hem insanlığa hizmet etmekte hem de insanların gücüyle yapılması zor olan işlerin yapılmasını kolaylaştırmaktaydı. Gemiler yelkensiz gidebiliyordu, fabrikalarda makineler tarafından ip eğrilip kumaş dokunabiliyordu. Hayvan gücünden çok daha fazla güçle ve daha hızlıca insan ve mal taşınabiliyordu. Teknikteki bu gelişme ticareti artırıp ülkeleri zenginleştiriyordu, refahı artırıyordu. Üretenler mallarını satacak yeni pazarlar arıyordu. Tüm bu gelişmeler ülkelerarası iletişimi artırmaktaydı. Osmanlılar da mal satılacak zengin ve kalabalık bir pazardı. Sanayileşen batı toplumu zengin ve kalabalık Osmanlı’yı da müşterileri arasında görüyordu. Osmanlı, tekniğin oluşturduğu farkındalaşmayı görmekteydi. Malları yurtdışından temin etmekle beraber kendi ülkesinde de üretmeyi hedefleyerek teknolojinin nasıl elde edileceği konusunda çalışmalar yaptı. En iyi yöntemin yerinde gidip öğrenme olduğunu keşfetti. Bu nedenle kendi elemanlarını teknolojinin yaygın olarak geliştirildiği, uygulandığı ülkelere göndermeye başladı. Bu trend cumhuriyet kurulduktan sonra da devam etti, günümüzde de hala devam etmektedir. Binlerce seçilmiş elemanımızı endüstri ülkelerindeki bilgi ve teknolojiyi almaları için yurtdışına göndermekteyiz. Bunların bir kısmı gittikleri ülkelerde kalmaktadır, bir kısmı geri dönmektedir. Bu kararları etkileyen faktörler acaba nelerdir? Böyle bir serüven yaşamış biri olarak bu yazıda okurlarla deneyimlerimi paylaşmak istiyorum. Geçmişten günümüze bu süreçler nasıl yönetildi? Ne kadarı planlı yapıldı? Konulan hedefler tutturulabildi mi? 38 Mimar ve Mühendis OSMANLI'DAN BU YANA Osmanlılar zamanında bilgi ve becerisini artırmaya, yüksek okul eğitimi için birçok insanımız yurtdışına gönderilmiştir. Bu insanlar bilgilerini artırırken gittikleri ülkenin yaşam tarzlarına da alışmıştır. Değişim ve dönüşümün sadece bilgi ile olmayacağını aynı zamanda yaşam tarzı değişimiyle olacağını düşünmüşler ve uygulamaya sokmaya çalışmışlardır. Bu değiştirme isteği toplumumuzun inanç, kültürel ve sosyal değerleriyle çelişmiştir ve iki taraf arasında mücadeleye neden olmuştur. Bu mücadelenin kazanan tarafı olmamıştır. Değiştirme yönünde gayret sarf edip muvaffak olamayanlar çareyi tekrar eğitimlerini aldıkları ülkelere dönmekte bulmuşlardır. Ülke de büyük ümitlerle ve fedakârlıklarla okuttuğu bu evlatlarını tekrar kaybetmiştir. 19’uncu yüzyılın başlarından beri 200 yıldan fazla bu çelişkili durum devam etmektedir. Ülkedeki varlıklı aile sayısı arttıkça yurtdışı eğitimine devletin gönderdiğinden fazla gencimiz gitmektedir. Haberleşme ve bilgisayar devriminden sonra küreselleşme daha fazla artarak yurtdışı eğitim talepleri de artmıştır ve bu artış trendi henüz bitmemiştir. Buradaki en büyük faktör yurtdışındaki eğitimin kaliteli olması ve yabancı dil özellikle İngilizce öğrenilmesidir. “Nitelikli iş gücünün, hizmet vereceği ülkedeki beklentileri nelerdir?” diye sorarsak cevap olarak; “Niteliğini kullanacağı iş olması, çalışmalarının gerçekleşmesini sağlayacak tesis ve beraber çalışacağı insan kaynağı, finansmanın yeterli olması ve yaptığı harcama bütçesinin düzgün şekilde sağlanması lazım. Hayat standartlarının sürdürülebilir şekilde sağlanması, güvenli bir ortamın olması, yaptıklarıyla ilgili taltif edilmesi ve ödüllendirilmesi lazım” diyebiliriz. BEKLENTİLER KARŞILANIYOR MU? Beklentilerinin karşılanmasındaki sorunlara gelirsek, bunu bazı örneklerle anlatmakta fayda var. 1970’li yılların başında Etibank tarafından lisans ve master eğitimi almak amacıyla İsviçre’ye birçok talebe burslu olarak gönderilmişti. 1970’li yılların sonunda biz de Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla İsviçre’ye gittik. Bizden önce giden eğitimini başarılı şekilde tamamlayarak Türkiye’ye dönen ağabeylerimiz kısa süre sonra tekrar İsviçre’ye dönmüştü. Bu talebeler gönderilirken yapılan planlarda eğitimini alıp gelenler Etibank’ın elindeki proses tesislerinde istihdam edileceklerdi. Çünkü proses endüstrisinde dışa bağımlılık çoktu ve proses endüstrisini işletecek, geliştirecek kimya, makine, elektrik ve elektronik, yazılım mühendislerine ihtiyaç vardı. Dünyanın en iyi eğitimini alan bu genç mühendisler mecburi hizmet için döndüklerinde bir madende asansör bakım teknikerliğine atanmıştı Asansörler bozulmadığı için günlerini briç oynamakla geçirmişlerdi. Kendilerini, öğrendiklerini uygulamayınca sorgulamaya başlamışlar ve mesleklerini uygulayabilecekleri, refah içinde yaşayacakları İsviçre’ye dönmüşlerdi. Çalışma ortamının yetersizliği önemli bir konu. Bildiğiniz gibi dünya çapında üne kavuşan beyin cerrahımız Prof. Dr. Gazi Yaşargil var. Prof Yaşargil 15-20 yıl önce özel hastaneler açılmaya başlayınca birçok hastane patronundan davet alıyor. Bu davete seviniyor ve Türkiye’ye gelerek çalışacağı hastaneleri inceliyor. Beyin cerrahisi operasyonu yapacağı ortamları göremiyor. Hastane patronları da kendisinin çalışacağı ortamı oluşturdukları takdirde geleceğini söylüyor. Hastane patronları Yaşargil hocaya tanıdıkları proje firmalarını getiriyor. Yaşargil beyin cerrahisi yapılacak ameliyathaneyi bu proje firmalarına tarif ediyor, fakat bu firmalar Prof. Dr. Yaşargil’i anlayıp proje üretemiyor. Bu durumda Yaşargil hoca hastane patronuna durumu izah ediyor ve İsviçre’den proje firması davet etmek istediğini söylüyor. Hastane patronu bu teklifi kabul ediyor. Gelen İsviçre’li firma projeleri yapıyor ve hastaneye 20.000 CHF’lik bir fatura gönderiyor. Hastane bu faturayı ödemiyor. Prof. Dr. Yaşargil faturayı cebinden ödemek zorunda kalıyor. Proje uygulama safhasına dahi geçemiyor. Gazi Yaşargil hayal kırıklığına uğruyor ve küsüyor gelmekten vazgeçiyor. Benzer olaylar birçok değerli bilim insanımızın başına gelmiştir. Ülkenin zenginleşmesiyle bu vakıalar azalsa dahi halen devam etmektedir. Biz altı arkadaş 1994 senesinde önce İsviçre’de arkasından Türkiye’de firma kurduk. Ortaklardan birisi de ÖSYM Başkanımız Ali Demir’di. İsviçre’de firma kurmamızın nedeni Türkiye altyapısının yetersiz olduğunu bilmemizdi. Kurucu ortaklardan 4’ü Türkiye’ye kesin dönüş yaptı. Mühendislik ofisinde makine geliştirmeye başladık. Ali Hoca’nın doktora tezi tekstüre iplik üzerineydi. Dünyada 3 akademik çalışmanın biri Ali hocanın teziydi. Dikiş ipliği üreten firma bize hava jetli yüksek mukavemetli tekstüre dikiş ipliği üretme Mart - Nisan 2013 39 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Ülkedeki varlıklı aile sayısı arttıkça yurtdışı eğitimine devletin gönderdiğinden fazla gencimiz gitmektedir. Haberleşme ve bilgisayar devriminden sonra küreselleşme daha fazla artarak yurtdışı eğitim talepleri de artmıştır ve bu artış trendi henüz bitmemiştir. Buradaki en büyük faktör yurtdışındaki eğitimin kaliteli olması ve yabancı dil, özellikle İngilizce öğrenilmesidir. makinesi siparişi verdi. Makineyi geliştirdik, projelendirdik üretilecek duruma getirdik. Üretim safhasında ipliği çekip uzatmak için ısıtılan silindirler var. Türkiye’de olmadığı için onları İsviçre’ye sipariş verdik. Silindirler geldi. Parmağınızın ucuyla dokunduruyorsunuz, silindir sürtünme yokmuş gibi, fıldır fıldır durmadan dönüyor. Makinede ısıtılmadan kullanılan bir sürü başka silindir vardı. Bunların üretim resimleriyle bize yakın olan İMES Sanayi Sitesi’ne gidip ürettireceğimiz firmayı aradık. En yeni, sıfır CNC tezgâhı olan bir firmaya üretim siparişlerimizi verdik. Projelerde toleranslar yazılı. Silindirler üretildi ve montaj için bize teslim edildi. Dönecek olan bu silindirlere uygun rulmanları tedarik ettik ve teknikerimize montaj resimlerine göre imalatı yapması talimatını verdik. Montajlar yapıldı. Silindiri rulmanın üzerinde döndürmeye çalışıyoruz dönmüyor, sıkışmış. Bizim kurduğumuz kalite güvence sistemi yoktu, kendimiz üretimde de bizzat çalışmamıştık. İMES’te ürettirdiğimiz silindirleri ve milleri ölçmeden teslim aldık. Milin ve silindirin toleransları tutmadığı için üzerine çakılan rulmanlar kastı ve dönmedi, rulmanlarımız sökerken bozuldu. Üretimde çalışacak, toleranstan ve kaliteden anlayan yetişmiş ara eleman, yani tekniker açığı Türkiye’de çok fazla. Gördük ki en iyi ülkelerde okutup sanayi tecrübesi kazandırdıktan sonra ülkeye getirdiğiniz insanlar dahi ara eleman sıkıntısı çekiyor üretkenlikleri düşüyor. Üretimde çalışacak nitelikli eleman sıkıntısı çok büyük. 28 Şubat sürecinde eğitim sistemindeki bozulma bu altyapı sorununu ciddi şekilde büyütmüştür. Üniversite okumayı becerecek akademik zekâya sahip olmayan gençlerimiz, üniversite kapılarına yığılmaktadır. Bu sorun acil olarak halledilmelidir. Kurduğumuz şirketteki diğer projemiz de kapitone makinesiydi. Bilgisayarda çizilen desenleri 3 m’ye 2.40 m alanda dikiş kafasını gezdirerek dikiş dikecek bir makine geliştirdik. Dikiş kafası desene göre 40 Mimar ve Mühendis 2 eksende hareket ettirilmekteydi. Eksenlere dikiş kafasının hassas ve kolayca hareketini sağlayacak taşlanmış kızakları yurtdışından tedarik ettik. Bu kızakların bir kanala montajı gerekiyordu. İMES’te kanalları açacak 4m’lik vargel tezgahını bulduk ve kanalları açtırdık, taşlanmış kızakları kanalların içine vidayla monte ettik. Başlangıç noktasında iğne ve cağnoz üst üste, dikiş dikmek için kafa hareket etmeye başladıktan sonra dikiş iğnesi kırılıyor. Kanal açan tezgahın hassasiyeti yetersiz olduğu için üç boyutta paralellik problemleri vardı. Yani Türkiye’deki tezgâhlar, takım tezgâhları, iş tezgâhları yeteri hassasiyette üretim yapamıyor. Tezgâh var ama miladını doldurmuş, yaşam beklentisini doldurmuş, hassasiyeti kaybolmuş; yani altyapı da yetersiz. ALTYAPI EKSİKLİĞİ İsviçre’de yaptığımız makine, ekipman nasıl dünyanın her yerinde çalışıyorsa, aynı ekiple burada da aynısını yaparız, patentlerimizi alırız, çalışır diye düşünüyorduk. Ama gelince gördük ki öyle değil, öyle olmuyor, çünkü altyapı eksikliği çok fazla. 15-16 yıldır mutlaka düzelen şeyler olmuştur. İnsan kaynakları yetersizliği, tasarımların dökümante edilmesinde sorun oluyor. Mekanik, baskı devre tasarımı, elektrik veya elektrik montaj projeleri gibi teknik üretim resimlerini yapacak eleman bulmak zor. Okullarımız yani meslek okulları yetersiz. Üretim aşamasında atölye kadar, üretimi istenilen hassasiyette yapacak makine ekipmanı da yok. 28 Şubat sürecinde meslek liselerinin katsayı nedeniyle önünün kesilmesi bu işi daha da geriye götürdü. Meslek yüksekokulları açıldı. Bunlar da çok büyük insan kaynakları savurganlığı. 2 yıl boyunca 20 yaşına gelmiş, altyapısı yetersiz bir gence eğitim veremezsiniz. Güzel bir atasözümüz var: “Ağaç yaşken eğilir.” Zanaat, meslek 15-19 yaşlarında öğrenilir. Almanlar, İsviçreliler böyle yapıyor, bu yüzden başarılılar. Biz liseyi bitiren biri- Strateji eldeki kaynaklara göre belirlenmeli, çok yüksek hedefler koymamak lazım. Eldeki kaynaklarımızı; insan kaynakları, maddi kaynaklarımız, tesislerimizi görmemiz lazım, yani CERN gibi bir merkezi Türkiye’ye kurmanın âlemi yok. sine düzgün iş yapacak kadar zanaat, meslek öğretemeyiz, bu boşu boşuna kürek çekmek gibi bir şey olur. Ürün geliştirmek ve geliştirilen ürünleri üretip piyasaya sürmek için ciddi miktarda sermaye gerekmektir. Bu sermayeyi bulmak kolay değil. Bu konuda bir deneyimimizle konuyu anlaşılır yapmak istiyorum. Bir müşterimiz, elektronik, akıllı bir saat tanımladı ve ürünün iyi satılacağını söyledi. Böyle bir ürünle şirketin elektronik Ar-Ge ve üretim altyapısını kuracağımızı düşündük. Bu proje şirkete elektronik sistemi geliştirmek için mikroişlemciler tekniğine hâkim olmayı, gömülü programlama yapmaya hakim olmaya, yazılım geliştirmeye, gösterge tekniğine ve bunun üretimine hâkim olmaya yarayacaktı. Kendi imkanlarımız ve sermayemizle Ar-Ge çalışmasına başladık, altyapımızı kurduk ve saati geliştirdik. Üretimin rantabl, yani fiyatın satılabilir olması için yüksek miktarda, en az 50 bin adet üretmemiz lazımdı. Bankalarla görüşüp üretim için finans bulmaya çalıştık. Bankalar şirketin bilançosunu istediler ve varlıklarını sordular. Firmamızın mali durumunu yeterli görmedikleri için üretim kredisi vermediler. İlk üretimi kendi öz kaynaklarımızdan küçük seri olarak yapmamızı tavsiye ettiler. 50 bin adet yerine 5.000 adet yapabildik. Bu defa pazarlama ve satış aşamasında sıkıntıya düştük. Ülkemiz insanlarının kendi ülkemizde geliştirilen teknolojiye ilgi gösterip teknolojinin daha ileri gitmesine yardımcı olmuyor. Evremizden kimse, “ Aferin, bu ilk seriydi, yaptınız. Kusuruyla biz bunu kabul ediyo- ruz, tüketiyoruz, satın alıyoruz, tanıdıklarımıza hediye ediyoruz” demediler. Birçokları bedelsiz hediye olarak ürünü bizden bekledi. Alanlar da önemsiz eksiklikleri büyük hataymış gibi göstermeye çalıştılar, kusur buldular. Bu mantalite ülkede gelişmeyi engellemekte. Bundan 100 sene önce üretilen Mercedes’le günümüzde üretilen Mercedes aynı mı? Değil. O zamanki o toplum onu aldı, tüketti ve geliştirdiler, daha iyi bir seviyeye getirdiler. Bizim mantalitede, Türk insanının mantalitesinde bu tür bir yaklaşım yok. Daha çok “Nerede kötü yönlerini görürüm?” ona bakıyorlar. NİTELİKLİ İŞ GÜCÜNÜ ÖNEM VERİLMELİ! Ülkemizde nitelikli iş gücü kurumsal bir firmaya gelmiş olsa dahi, bazen süreç işlerken işverenin ve patronun öncelikleri değişebiliyor ve yapılan bütçeye kaynak aktarılamıyor. Nitelikli iş gücü, hem planlarını gerçekleştiremiyor hem değer kaybediyor. Mesela yine devlet kuruluşlarından bir elektik dağıtım şirketi dağıtım şebekelerinin uzaktan izlenmesi ve yönetilmesi için TÜBİTAK’a bir otomasyon sistemi yaptırmış. Projenin birinci aşamasında merkezi sistem yazılımı, uzak veri toplama üniteleri (RTU) tasarlanacak ve az sayıda dağıtım dalına bu RTU’lar takılacak ve fiberopti kablolar ile veriler merkez kontrol odasına aktarılacak. Daha sonraki yıllar şebekenin diğer dallarına RTU’lar takılarak merkeze bağlanacak. TÜBİTAK sistemi geliştirip merkezi kurmuş ve az sayıdaki RTU’yu bağlamış. 2’nci yıl dağıtım şirketi bu konuda bütçeye para koymamış. TÜBİTAK’ta bu sistemi geliştiren kısmın pazarlama ve satış ekibi olmadığı için projeyi başka dağıtım şirketlerine de satamamışlar. Tek müşteriden de sipariş gelmeyince Ar-Ge ekibi dağıtılmış. Biz firma olarak bu tür bir işi yapıp büyütecek bilgi birikimine sahip olmamıza rağmen böyle bir iş alamadık. Bir kamu kuruluşu diğer kamu kuruluşunu (TÜBİTAK’ı) tercih ediyor. Bu şekilde ülkemizde teknoloji üretecek şirketlerin önü kesilmiş oluyor. Yurtdışından teknoloji üretmek için gelen insanlarımız ülkedeki verimsizlik ve yanlış politikalar nedeniyle tekrar yurtdışına göçüyorlar. TÜBİTAK Ar-Ge projelerini fonlayan kurum olmalı, teknoloji şirketlerinin oluşmasını ve büyümesini engelleyen kurum değil. Strateji olarak bakarsak, bahsettiğim hususların kaldırılması, çözümlenmesi lazım. Tersine beyin göçü olması için bunlar gerekli maddeler. Strateji eldeki kaynaklara göre belirlenmeli, çok yüksek hedefler koymamak lazım. Eldeki kaynaklarımız nelerdir, insan kaynakları, maddi kaynaklarımız, tesislerimiz, onları görmemiz lazım, yani CERN gibi bir merkezi Türkiye’ye kurmanın âlemi yok. Oradaki bilim adamlarını getirmenin de alemi yok. Bunlar benim kişisel görüşlerim. Üründe yaşam döngüsü göz önünde tutularak, nitelikli elemanla yaşam döngüsüne yönelik ürün geliştirmek lazım. Diyelim bir bilgisayarın yaşam beklentisi 3 sene, 3 senede yeniliyoruz. Bazı ürünlerin yaşam beklentisi daha uzun olabilir, ona göre geliştirmemiz lazım. Bunu biraz daha açıyorum; mesela bir asfalt kazıma, serme, sıkıştırma makinesi kaç senede bir yenilenir? Biz binlerce kilometre duble yol yaptık, otoyollarımız var. Bu makineden bize kaç tane lazım olacak? Ne kadar zamanda eskiyor? Ne kadar yeniden yapacağız? Yaşam döngüsü kısa olan ürünler var; cep telefonu, bilgisayar, hatta otomotiv. Otomobil bile 5 seneden fazla rantabl şekilde kullanılamıyor. Onlara da dikkat ederek ürün geliştirmesine girmemiz lazım. Mart - Nisan 2013 41 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. Ali Osman ÖNCEL İstanbul Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Mühendislik Bilimleri Bölüm Başkanı Beyin Göçünde Akademik Eksen G Akademik kariyer amaçlı beyin göçünde, büyük bir hareketlenme ile bilimin lideri olan gelişmiş ülkeler, kapasiteli gençleri, bilim adamları ve öğretim üyelerini farklı süreçler ve şekillerde çekebilmektedir. Ülkemizin küresel standartlarda beyin göçü alabilmesi için, mükemmeliyet merkezlerinin sayısının artması, farklı süre ve pozisyonlarda ziyaretçi veya çalışan kabul edecek açık bir üniversite yapısına kavuşması, sabit ücretlendirme yapması, akademik görevlendirme sistemini terk etmesi gerekmektedir. elişim ve yenilenmeye kapalı yapılarda kaçışlar başlar. Beyin tora sonrası ziyaretçi bilim adamı bursları şeklinde yapılarak göçünün nedenlerini tartışmadan göç olayını anlamak zordur. farklı seviyede kişilerin geçişlerine izin verilir. Yapılan geçişler, Ülke temelli nedenlere bakılırsa, yetişmiş insan yapısının önü- farklı millet ve sosyal tabandan gelen kişilerin araştırma ekibi- nün kapanması ve çalışmış olduğu kurumlarda çalışabilme ne katılmasıyla evrensel çalışma ortamı oluşturulur. Araştırma koşul, ortam ve desteklerinin kalkmasıdır. Özellikle, üretim ve ve çalışma gruplarının geliş yerlerine göre çalışmaların boyut- gelişim odaklı yapı özelliğini kaybetme eğilimine girmiş yapılar ları şekillenir ve zenginleşir. Akademik eksende beyin göçünde içinde yetişmiş ve üst düzey yetenekli insanlar için arayışlar mükemmeliyet merkezleri gerekir. Beyin göçü için ideal yerler başlar. Üretim ve kariyer odaklı ücretlendirme yapan ülkelere donanımlı araştırma merkezlerinin olduğu enstitü ve üniver- beyin göçü olmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler veya sitelerdir. Özellikle altyapının güçlü olmasıyla bilgi üretimi için gelişim tabanlı dünyanın farklı taraflarında kurulan araştırma taban hazırdır ve teknoloji tabanlı yurt dışındaki merkezler kurumları, burslar ve araştırma pozisyonlarını periyodik süreler- gelişmekte olan ülkelerdeki en iyi beyinleri çekmeye çalışırlar. de açarak ve başvuruların kolay yapılmasını sağlayarak beyin Gelişmiş ülke vatandaşlarının genellikle mezuniyet sonrası göçünde çekim merkezi olur. Özellikle, araştırma bursları süreli akademik kariyer çalışmalarını lüzumsuz görmeleri beyin olarak verilir ve ilk yıl performansına bağlı olarak uzatılabilme- göçünün en önemli dinamiklerinden biridir. G20 ülkelerinde leri seçenekli olarak ilan edilir. Performans beklentisi gerçekleş- üniversite imkânları ve araştırma merkezleri standartları iyidir, mediği takdirde, süre uzatımı belli faktörlerle uzatılmayabilir. fakat bu merkezlerde araştırma ve öğretim asistanlığı yapacak Statik çalışma yapılarından dinamik çalışma ortamlarına göç öğrencilerin bulunması sıkıntılıdır. Bunun nedenini açıklamada, edilir. Akademik tabanlı burslar yüksek lisans, doktora ve dok- Kanada’da mezun olan bir öğrencinin bakış açısının anlaşılması 42 Mimar ve Mühendis yararlı olabilir. Kanada vatandaşı bir mezun, kendi sahasında yıllık 60 bin CAD (Kanada Doları) ile iş bulup çalışabilecek iken, yıllık 22 bin CAD kariyer bursu alarak kariyer yapmayı pek akılcı görmemektedir. Ancak, gelişmekte ve gelişmemiş ülkelerde yüksek kapasiteli gençler açısından, kariyer bursu kendi ülkelerinde hayal dahi edemeyecekleri bir finansal fırsata karşılık gelmektedir. Kısaca, dışarıdan beyin göçünün en önemli nedenlerinden biri paradır ve ikinci nedeni de kariyer sonrası gelişmiş ülkelerde kalıp yaşama ihtimalinin yüksek olmasıdır. Türkiye beyin göçünün merkezi olabilir. Türkiye’nin dünyada beyin göçü için cazip bir ülke olmasının yolları yukarıda verilen açıklamalar ışığında bellidir. Ülkemiz dört kıtanın kesiştiği bir jeopolitik yere sahiptir ve bu özelliğiyle dört kıta üzerinde beyin hareketlerinin kavşak noktası olabilir. Yapılacak en önemli işlerden ilki, yabancı öğrenci, yabancı bilim adamı ve iyi yetişmiş konusunda iyi yabancı uzmanlara çalışma fırsatının tanınmasıdır. Bu şekilde, üniversiteler içinde statik yapıda yumuşama olacak, dinamik ve dünyanın her tarafından gelmiş öğrenci ve bilim adamlarıyla bütünleşme sağlanarak yenilenmede dinamizm sağlanacaktır. Özel üniversiteler tersine beyin göçüne öncülük etmektedir. Ülkemizde tersine beyin göçü veya farklı ülkelerden yetişmiş beyinlerin ülkemize gelmesinde kurulmuş özel üniversiteler öncülük etmeye başlamıştır. Özellikle, İngilizce tabanlı eğitim veren özel üniversitelerin yurtdışından ilanla öğrenci, araştırmacı ve bilim adamı aramaya başlaması birkaç özel üniversiteyle sınırlı kalsa bile gelecek için umut vermektedir. Öğretim üyelerinin devlet üniversitelerinde eşit ücretlendirilmesi öğretim üyesi bulmayı veya mevcudu tutmayı zorlaştırmaktadır. Devlet üniversitelerinde yabancı öğrencilerin gelmesiyle ilgili olarak Yabancı Öğrenci Sınavı’nın merkezi olmaktan çıkması da yabancı öğrenci çekmek isteyen devlet üniversiteleri için fırsat olarak görülebilir. En önemli sorunlardan birisi, yabancı dilde eğitim veren öğretim üyesinin eksik olmasıdır. Bunun nedeni yabancı dilde eğitim verecek öğretim üyesinin ücretlendirmesinde bir standart yoktur. Uluslararası deneyime sahip ve yurtdışında ders verme deneyimli bir bilim adamının, ülkemiz dışına çıkmamış ve yurtdışında araştırma ve öğretim deneyimi kazanmamış bilim adamlarından farkının ücretlendirme noktasında olmaması, ülkemizde yetişmiş uluslararası deneyimde öğretim üyelerinin bulunmasını varsa üniversite bünyesinde tutulmasını zorlaştırmaktadır. Gelişmiş ülkeler öğretim üyesi ücretlendirmesinde, uluslararası deneyim ve gelişimine göre değişen bir ücretlendirme aralığına göre deneyim odaklı maaş belirlerken, ülkemizde bütün akademisyenler bir tarağın dişleri gibi eşit kabul edilerek eşitlik ilkesine aykırı bir çalışma modeli beyin göçünü hızlandıran bir yaklaşım ile sergiliyor. Beyin göçünün en önemli nedeni, üretim ve gelişim odaklı çalışma ortamı ve yönetim anlayışının eksik olmasıdır. Ülkemizin beyin göçünde cazibe merkezi olabilmesi yönünde özel sektör ve özel üniversiteler katkı vermeye başlamıştır. Devlet üniversitelerinde liyakat ve üretim tabanlı yönetim anlayışının önemli olması kadar, ücretlendirmede liyakat ve deneyim tabanlı bir modele geçilmesi de devlet üniversiteleri bünyesine, dışarıdan yetişmiş araştırmacı, öğretim elemanı ve öğrencilerin gelmesinde etkili olacaktır. Gelişmiş ülke vatandaşlarının genellikle mezuniyet sonrası akademik kariyer çalışmalarını lüzumsuz görmeleri beyin göçünün en önemli dinamiklerinden biridir. G20 ülkelerinde üniversite imkânları ve araştırma merkezleri standartları iyidir, fakat bu merkezlerde araştırma ve öğretim asistanlığı yapacak öğrencilerin bulunması sıkıntılıdır. Gelişmiş ülkeler öğretim üyesi ücretlendirmesinde, uluslararası deneyim ve gelişimine göre değişen bir ücretlendirme aralığına göre deneyim odaklı maaş belirlerken, ülkemizde bütün akademisyenler bir tarağın dişleri gibi eşit kabul edilerek eşitlik ilkesine aykırı bir çalışma modeli, beyin göçünü hızlandıran bir yaklaşım ile sergiliyor. Mart - Nisan 2013 43 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. SIDDIKA SEMAHAT DEMİR: “BİLİM İNSANLARINI GERİ GETİRMEK İÇİN HÜKÜMETLER ÇEŞİTLİ TEŞVİK PROGRAMLARI UYGULUYOR” Prof. Dr. Sıddıka Semahat Demir, ilk master derecesini Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi'nde Biyomedikal Mühendisliği alanında tamamladıktan sonra yurtdışında eğitimine devam eden, ardından başarılarıyla ismini duyuran dünyaca ünlü bir bilim insanı. Başarılı çalışmaları sonucunda Doğrudan Beyaz Saraya bağlı olarak çalışan Ulusal Bilim Vakfı’nın (NatIonal ScIence FoundatIon-NSF) tek Türk Direktörü. Demir, aynı zamanda bilim elçimiz. 22 yıl geçirdiği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başarılı kariyerine ise Türkiye’de devam etmeye karar verdi ve Kültür Üniversitesi’nin teklifini değerlendirerek Rektör olarak Türkiye’de çalışmaya başladı. MMG olarak biz de Prof. Dr. Sıddıka Semahat Demir’i ziyaret ederek hem yurtdışında yaşadıklarını konuştuk, hem de beyin göçü hakkındaki düşüncelerini sorduk. > Türkiye’nin ilk bilim elçisi oldunuz. Bilim elçisi olma sürecindeki evreleri anlatır mısınız, bu süreç nasıl gelişti, nasıl başladı ve nasıl ilerledi? 2009 yılında ABD Başkanı Barack Obama Mısır’da yaptığı bir konuşmada, bilim ve eğitimde ülkelerarası işbirliğinin son derece önemli olduğuna dikkati çekmişti. Obama’nın belirlediği diplomatik süreçte Türkiye, bilim ve eğitim işbirliği alanında en önemli ülkeler arasındaydı. Bilim Elçisi unvanıyla görevlendirilme sürecimin başlangıç öyküsü de bu diplomatik hamle ile şekillendi diyebiliriz. Amerika’da 23 yıl süreyle bilim ve akademi alanında yaptığım çalışmalarla bilime ve eğitime katkı kadar ülkemi temsil etmek de benim için çok değerli bir misyondu. Bununla birlikte Türkiye ile ilişkilerim; ailem, yakın çevrem, eğitim, araştırma ve bilim çevreleriyle diyalogum hep devam etti. 20 yılı aşkın 44 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL süre yurtdışında kaldım, ancak ülkemle bağlarımı hiç koparmadım. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği Bilim Elçisi unvanında bu kriterlerin belirleyici olduğunu söyleyebilirim. Bilim adına, eğitim adına böyle bir misyonla görevlendirilmek elbette çok onur verici. Ancak işleyiş süreci ve somut çalışmalar unvanı teslim aldıktan sonra başladı, çünkü bir göreve atanmak, bir unvan almak elbette önemli, ancak esas olan bu görev kapsamında gerçekleştireceğiniz çalışmaların belirlenmesi ve uygulanmasıyla başlar. Bilim elçisi unvanıyla görevlendirildiğim sürecin ardından Türkiye-ABD arasında akademik ve bilimsel işbirliklerine katkı sağlayabilecek alanların belirlenmesini öneren bir çalışma teklifinde bulundum. 1996 yılında ABD ile Türkiye arasında imzalanan ancak 2009’a kadar güncellenmemiş bilim anlaşması da bu çalışma önerisinin temeli oldu. Bilim ve eğitim alanında diplomatik ilişkileri kurmaya ve geliştirmeye yönelik öneriler; 1996 tarihli anlaşmaya sağlayabileceğimiz katkılar, işbirliğine olanak sağlayacak alanlar, Türkiye’nin lider olabileceği konulara yönelik analizleri içeren raporu ABD Dışişleri Bakanlığı’na sundum. 20 Ekim 2010’da hazırladığım ve yaklaşık 2 ay süren raporun ardından ABD-Türkiye arasında bilim-teknoloji anlaşması imzalandı. Yalnız uygulamalı bilimler değil temel bilimler, sanat ve sosyal bilimler de dahil olmak üzere çok geniş bir yelpazede hazırladığım bu araştırma kapsamında işbirliğine açık 19 alana raporda yer verdim. Sağlık Bilimleri kapsamında moleküler biyoloji ve biyoloji, biyomühendislik ve tıp, hastalıkların genetik tanımlanması, Akdeniz insani genom project, obezite, diabet, beslenme, doku ve organ nakli ve immünoloji; yenilenebilir enerji kap- samında güneş, rüzgar, enerji tasarrufu sağlayan yapılar, enerji politikaları ve stratejileri; malzeme bilimi ve kimya; deprem mühendisliği, yapı güvenliği ve yapı güçlendirme kapsamında güvenlik, önlem ve korunma; mühendislik ve takip/izleme araçlarının gelişimi ve metodların tanımlanması; Türkoloji araştırmaları; arkeoloji (genetik arkeoloji dahil); kültürel miras; uygarlıklar; antropoloji kapsamında genetik antropoloji; hukuk kapsamında genetik hukuk, enerji hukuku ve çevre hukuku; şehir planlama kapsamında göç, yoksulluk; çevre ve çevresel politikalar kapsamında hava kirliliği, orman yangınları, geri dönüşüm; uzaktan öğretim (e-learning); özel ihtiyaçları olan öğrencilerin, kişisel farklılıkları ve ihtiyaçlarının gözetilerek eğitilmesine dayanan özel eğitim; organik tarım; engellilere yardım araştırmaları; sivil havacılık; taşımacılık stratejileri ve lojistik; raporda Türkiye’nin ABD ile işbirliklerinde lider olabileceği alanlar arasında yer alıyordu. Beyin dolaşımının ülkeler için pozitif bir kavram olduğu sonucuna ulaşabilir miyiz? Elbette. Bilimin ilerlemesi çok büyük sorumluluklarla gerçekleşen bir süreç. Beyin dolaşımı daha genel bir ifadeyle donanımlı insan kaynağının sirkülâsyonu bu sorumlulukların farkına varılması için çok önemli. Beyin transferine ülkeler ve kültürlerarası katma değer sağlayan bir süreç olarak bakabilirsek dünyaya bakışımız da o ölçüde değişecek ve gelişecektir diye düşünüyorum. Öğrencilerim ve yeni nesil bilim insanlarıyla bir araya geldiğim etkinliklerde beyin dolaşımı; değindiğim başlıklardan biri. Bir akademisyen olarak her zaman öğrencilerimin benim başarılarımı aşarak yükselmelerini isterim. Onlara bu kapsamda önerim; bölgesel, ülkesel düzeyin ötesinde küresel çalışmaları hedeflemeleri. Kendimizi bir dünya vatandaşı olarak görmeyi, dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bırakabilmeyi, uzmanlık konularımızda çalışarak daha iyi noktalara gelmeyi hedeflemeliyiz. Ekip çalışması gerektiren disiplinlerarası, ülkelerarası çalışmalar çok önemli. Özetle günümüzde "Yalnızca Türkiye’deki gençler için değil dünyaya açılmayı hedefleyen her birey için geçerli bir gerçek var: İnsan yeni bir ülkeye gittiğinde kendi çevresinin ve kültürünün de elçisi oluyor. Dünya vatandaşı olma yolunda çalışmalarını şekillendiren gençler bu gerçeğin farkında olmalılar." çok uluslu çalışan ve insan kaynağının farklı ülkeler ve kültürlerle dolaşım halinde olduğu, takım çalışmasına yatkın, disiplinlerarası vizyonu olan büyük şirketlerin başarıyı yakaladığı önemli bir gerçek. Türkiye’deki gençlerin dünya vatandaşı olma yolunda karşılaştıkları zorluklar sizce nelerdir? Hepimizin köyü, kasabası, şehri elbette çok önemli ama yurt dışına çıktığınızda, dünyaya açıldığınızda yeni ve farklı kültürlerle tanışıyorsunuz. Gençlerin dünya vatandaşı olma yolunda karşılaşabilecekleri adaptasyon, kendilerini ifade edebilme ve hedeflerini gerçekleştirme süreçlerinde iletişim çok önemli. Başarılı iletişimin yolu da lisan bilgisinden geçiyor. Bir de yalnızca Türkiye’deki gençler için değil dünyaya açılmayı hedefleyen her birey için geçerli bir gerçek var: İnsan yeni bir ülkeye gittiğinde kendi çevresinin ve kültürünün de elçisi oluyor. Dünya vatandaşı olma yolunda çalışmalarını şekillendiren gençler bu gerçeğin farkında olmalılar. Kendi tecrübemden örnek vermek gerekirse; taşıdığım rollere ve sorumluluklara karşı farkındalığımı hep korumaya çalıştım. Türkiye’yi, Türk olduğumu, Türk kadın mühendis, bilim insanı ve akademisyen kimliğimle dünya vatandaşı idealimi paralel taşıdım. Çünkü dünya vatandaşı olmak aynı zamanda hizmet verdiğiniz alanda katmadeğer yaratmak demek. Sonuç olarak genç arkadaşlarımızın; bu bilinçle gittikleri yerin kültürünü, çeşitliliğini anlamaya çaba göstermeleri, kendilerini en iyi şekilde temsil ve ifade etmek için doğru ve etkili iletişimin gereklerini yerine getirmelerini öneririm. 2004’ten itibaren Türkiye’nin de aday olmasıyla beraber AB’de projeler arttı. Türkiye’deki gençler artık gidip gelebiliyorlar. AB’nin bundan sonraki sürecine nasıl bakıyorsunuz? Beklentileriniz nedir? Yaşanan gelişmeler doğrultusunda olumlu baktığımı söyleyebilirim. Bundan sonraki Mart - Nisan 2013 45 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ "Gençlerin dünya vatandaşı olma yolunda karşılaşabilecekleri adaptasyon, kendilerini ifade edebilme ve hedeflerini gerçekleştirme süreçlerinde iletişim çok önemli. Başarılı iletişimin yolu da lisan bilgisinden geçiyor." süreç için de beklentimiz ve temennimiz öncelikle mevcut olanakları en iyi şekilde değerlendirebilmek ve geliştirebilmek. AB projeleri kapsamında başladığımız girişimleri ve projeleri sonuçlandırmak, AB kapsamında öğrenci değişim programlarını en efektif şekilde değerlendirmek ve bilimsel çalışma projelerini sonuçlandırmak. Öğrencilerimizin hangi dalda olursa olsun Avrupa için de çok etkin bir şekilde mesleklerini yapabilecek ve Türkiye’yi temsil edebilecek insanlar olmasını diliyorum. Giden öğrencilerin orada iş hayatında bulunup kendi kültürüne yabancılaşmamasının yolu nedir? Fiziksel yabancılaşma; geldiğiniz ülke ve oradaki çevrenizle bağlantınızın zayıflamasıyla başlar. Bu elbette aidiyet duygusunu da zedeler. Yaşadığımız çağın bilgi ve iletişim teknolojileri ile mesafelerin yarattığı bağlantı kopukluğu artık söz konusu değil. Elbette yabancılaşma durumunun pek çok nedeni ve açıklaması olabilir. Ben aile, ülke ve kültürle kurulan dengeli bağların ve sağlıklı aidiyet duygusunun kişilerin sosyal ve iş yaşamında artı değer sağladığını ve zenginlik kattığını düşünüyorum. Bu noktada genç arkadaşlarımıza; dünyanın farklı bölgelerin46 Mimar ve Mühendis de çalışma ve eğitim deneyimi yaşarken geçmişleri, duygusal ve manevi bağlarını da korumaya özen göstermelerini öneririm. Amerika’ya ilk gittiğinizde bir adaptasyon sorunu yaşadınız mı? Ben master ve doktora eğitimi için Amerika’ya gitmeden önce de Avrupa’nın farklı ülkelerine gitmiştim. Tabii şu bir gerçek ki gittiğiniz her yeni coğrafyada bir alışma ve uyum süreci yaşarsınız. İklimine, mutfağına ya da saat farkına adapte olmaya çalışırsınız. Ülkenize, şehrinize, yakın çevrenize, ailenize duyduğunuz özlem zaman zaman artar. Alışkanlıklarınızdan uzak kalmak da zor bir süreçtir. Ancak önemli olan bunu aşmak ya da dengede tutmayı başarabilmek. Ben bu tür deneyimlerde adaptasyon sürecimi kolaylaştırmak için amacıma, durumun pozitif yönlerine ve yapmak istediklerime odaklanmayı seçtim. Farklılıklar, çeşitliliklerin bana değer kazandırdığına inandım. İletişim kanallarını en efektif şekilde kullanmaya çalıştım ve en önemlisi de ülkemle, ailemle ve yakın çevremle olan bağlarımı kuvvetli tutmaya çalıştım. Eğitim ya da çalışma için yurt dışına açılmayı planlayan genç arkadaşlarıma da önerim; hedeflerine bağlılıklarını ve inançlarını yitirmesinler. Zorlukları kadar kazandıkları artıları da önemsesinler ve “ben bunu yapacağım” demekten vazgeçmesinler. Gözlemlediğim ve genç arkadaşlarımızdan dinlediğim kadarıyla lisan bilgisi de adaptasyon süreçlerini etkileyen bir faktör. Ancak şunu rahatlıkla onlara söylemek isterim ki bir lisanı ne kadar iyi bilirlerse bilsinler gittikleri coğrafyada farklı şivelere rastlayabilirler. Hatta başlangıçta anlamak için biraz daha çaba göstermeleri gerekebilir. Örneğin Robert Koleji her öğrencisine olduğu gibi bana da çok güçlü bir lisan altyapısı kazandırmıştı. Ancak Teksas’a gittiğimde orada çok farklı bir İngilizce kullanıldığını gördüm. Bu her yerde görülebilir. Türkiye de bile bir yerden bir yere gittiğimizde farklı şivelerle karşılaşabiliyoruz. Lisan konusunda paniğe ya da umutsuzluğa kapılmamalarını; bu süreci adaptasyon dönemine özgü ve kısa sürede düzelecek bir durum olarak değerlendirmelerini öneriyorum. En önemlisi de bu farklılıkları kendilerine artı sağlayan bir değer olarak düşünsünler. Türkiye, gelişmekte olan ülke algısını silmeden beyin göçünü durdurabilir mi sizce? Bu üzerinde hassasiyetle analiz yapılması gereken bir konu. Bir algıyı belli bir hedef doğrultusunda değiştirmek için yapılacak çalışmalar stratejik bir plan ve analiz gerektirir. Beyin göçü başlığıyla değerlendirmek gerekirse yurt dışında olan beyinleri Türkiye’ye katma değer sağlayacak insan kaynağına dönüştürebilmek için cazip, somut, uzun vadede bireye ve ülkeye olumlu geri bildirimler sağlayacak seçenekler oluşturmalı. Günümüzde birçok ülke bu nüfusu geri kazanmak için çok büyük programlar yapıyor. Bilim insanlarını geri getirmek veya kısmi olarak buraya gidip gelmelerini sağlamak için teşvik programları uyguluyorlar. Bu konuda ulusal politikaların oluşturulmasında fayda var. 30–40 yıl daha kariyerleri olan gençlerin yurtdışında mesleklerini bir süre geliştirmeleri ve sonrasında dönerek kendi ülkelerinde öğrendiklerini uygulaması önemli. Bu noktada zamanlama ve teşvikler belirleyici birer faktör. Mali şartları düzenlemeden insanların yurtdışından gelmesini sağlayabilir miyiz? Küreselleşmeyle birlikte dünyanın mali politikaları birçok yerde birbirine benziyor. Örneğin ekonomik şartlar tercihleri etkileyen temel bir faktör. Yaklaşık 10–20 yıl öncesinde gitme nedenleri arasında; çalışma imkânları, bilimsel deney laboratuvarları gibi teknolojik ayrıntılar belirleyiciydi. Şu anda gençler maddi imkânlardan etkileniyor. Maaş, özellikle de kişinin gençlik yıllarında kararını belirleyen önemli bir unsur. Çünkü aldığı maaşa göre hayat kuracak. Bu nedenle maddi açıdan cazip olanaklar sunulmalı. Bilim açısından ise TÜBİTAK’ın mali destek sağladığı başarılı programları var. Bunların da uzun vadede katkı sağlaması bekleniyor. Çalışma tarzı, çalışma yaşamı, çalışma kültürü önemli faktörler değil mi? Amerika ve Batı ülkelerinin çalışma kültürlerinde genelde uzmanlık ön plana çıkar. Kişinin sadece sorumluluğu olan alanda konuşması, çalışması beklenir. Uzmanlığı ya da sorumluluk alanı olmayan konulara dahil olmaz ve yönlenmez. Bunun hem iyi hem de kötü yanı var. Batıya doğru giderseniz sistemler, kurallar, ilkeler, prosedürler oturmuştur. Bu noktada bir sistemin, kuralların ve prosedürlerin oturması, bireyler tarafından kabul görmesi belli bir süreç gerektirir. Örneğin batıda prosedürler bilinir ve kişiler bu konuyla ilgili uyum sürecinde bir sorun yaşamazlar. Bizde ise yeni yeni oturuyorsa bürokrasi var denir. Dolayısıyla beyin göçünü tetikleyen unsurlardan biri de çalışma kültürü ise bu noktada çeşitli yerlerden en iyi örnekler alınarak sistem geliştirilmeli. Sadece batıya değil doğuya da bakılmalı. Çünkü beyin göçü yalnızca batıya değil doğuya doğru da oluyor. Bu noktada hazırlanacak sistemde batı kadar doğunun da çalışma yaşamı, tarzı ve kültürü ile ilgili iyi örnekler incelenmeli. Türkiye’nin çevresindeki beyin göçünü nasıl engelleyebiliriz? Türkiye’nin çeşitliliği var. Doğal kaynakları olan bir ülke ve uzun vadeli 5-10 yıllık planlamalarla bölgesel göçlerin çok iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu göçlerin maddi ve sosyal yönleri araştırılmalı. Beyin göçünü engellemeye ilişkin çözümler ancak bu tür objektif araştırmalar sonrası üretilebilir diye düşünüyorum. Beyin göçünün küreselleşme ile ilişkisini açıklayabilir misiniz? Daha iyi eğitim almak için 1950’lilere bakıldığında 2-3 üniversite vardı. Türkiye’nin birçok yerinden gençler İstanbul’a Ankara’ya akademik eğitim için geliyorlardı. Bugün artık her şehirde üniversite var. Dolayısıyla akademik eğitim için büyük göçler yaşanmamalı. Bunun da yolu her üniversitede belli bir kalite standardını kurmak ve geliştirebilmek. Bizim için önemli olan her yerde aynı kalitede eğitim verebilmek. Eğitim ve araştırma imkanları birçok yerde benzer nitelikte ve Türkiye’de de çok iyi durumda. Ancak bu noktada karar alma sürecinde maddiyat devreye giriyor ve etkisini gösteriyor. Yabancıların toplum içinde erimeleri söz konusu bunu çok sahici buluyor musunuz? Ben bu durumu bir asimilasyon, bir erime olarak görmüyorum; bütünleşme olarak değerlendiriyorum. Duruma ilişkide bulunduğunuz taraflarla karşılıklı değer alışverişi olarak bakabilmeliyiz. Sinerji yaratmak gibi düşünün. Farklı yerlerden gelip bir artı değer elde edebilmek ya da uyum göstermek için benzemek ya da o kültür içinde özdeğerleri kaybetmek bir çözüm ya da yol değil. Bir de tersine beyin göçü var. Tersine beyin göçü üzerine yapılan faaliyetler sizce yeterli mi? neler yapılabilir? Türkiye’de anaokulundan üniversiteye eğitimin her kademesinde farklı ülkelerden gelen eğitimcilere ve öğretmenlere rastlamak mümkün. İstanbul Kültür Üniversitesi’nden örnek vermek gerekirse, değişim programları ile üniversitemize gelen öğrencilerimiz var. Yaklaşık 300’e yakın öğrencimiz farklı ülkelerden gelip tam zamanlı olarak üniversitemizde okuyor, bunun dışında Erasmus öğrencilerimiz var. ülkemize gelen her öğrenci potansiyel olarak burada kariyer yapan bir uzman. Değişim programlarıyla ağırladığımız öğrencilerimize üniversitemizi, şehrimizi ve ülkemizi ne kadar iyi temsil edersek nitelikli ve uluslararası insan kaynağıyla katmadeğer sağlayabiliriz. Bizim üniversitelerimizin çok iyi olduğunu göstererek öğrenci çekersek tersine beyin göçüyle burada pek çok kişi ikamet edebilir. Daha sonra ülkelerine de dönebilirler. Bizim eğitimimizi görüp, gittiği ülkede bizi temsil de edebilirler. Orada bir firma kursa bizimle ticaret yapar. Bu durum iki yönlü bir süreç ve insanlar burada kalmasa da Türkiye’ye fayda sağlayabilir. En çok hangi ülkelerden geliyorlar okulunuza? Tam zamanlı öğrencilerimiz en çok Azerbaycan, Nijerya ve Türkmenistan’dan. Erasmus bazında ise daha çok Almanya, Kuzey Avrupa’dan geliyor. Yurtdışında okuyan Türk öğrenci sayısı 100 bine yaklaşırken, Türkiye'de okuyan yabancı öğrenci sayısı ise 18 bine yakın. Tersine beyin göçünün iki yönlü olmasının da faydası var. Farabi adına faaliyetleriniz ne şekilde yürütülüyor? Üniversitemizde uluslararası ve yurt için değişim programlarımız Avrupa ve Uluslararası Merkezimiz bünyesinde Merkez Müdürümüz ve Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Sermin Örnektekin ve ekibi tarafından yürütülüyor. Üniversitemizde 2010 yılından beri uygulanmakta olan Farabi Değişim Programı kapsamında anlaşmalı olduğumuz kurumların sayısı her geçen gün artmaktadır. Türkiye’deki yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişimini destekleyen Farabi programını destekliyoruz. Çünkü öğrencilerin uluslararası akademik vizyonlarını geliştirmek kadar kendi ülkelerindeki üniversitelerin de süreç ve uygulamalarını görmeleri, tecrübe etmeleri çok önemli bir deneyim. Mart - Nisan 2013 47 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yrd. Doç. Dr. Hakan P. PARTAL Elektrik Mühendisi Gidip de Dönememek Dönüp de Bulamamak! Ö Eğitim için Amerika’ya giden gençler, ortama adapte olmalarının ardından, derslerinde başarılı olmaları halinde, bulundukları üniversiteden burs imkanları bulabilmiş, maddi sıkıntıları azaltmıştır. Özellikle lisansüstü eğitimlerinin verdiği avantaj ile endüstride iş imkanları elde etmişlerdir. İşyeri kendilerine sosyal avantajlar ve sağlık sigortası temin etmiştir. Artık toplumda, ortanın üzerinde bir yaşam standardı elde edebilmişlerdir. Ancak elde ettikleri hayat standardını Türkiye’ye dönünce koruyabilecekleri konusunda, hatta orada tutunabilecekleri konusunda soru işaretleri vardır. zellikle 1990’lı yıllar, üniversite lisans diplomasını almış binlerce gencin Türkiye’den yurtdışına doğru bir beyin göçünün başladığı dönem olmuştur. O dönem Türkiye’sinde birçok etken bu göçü körüklemiştir. Bu etkenler, ekonomik sebepler, işsizlik veya ücretlerin tatmin etmeyişi, düşük yaşam standartları, sosyal sebepler vb. sıralanabilir. Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurumu’nun yurtdışı lisansüstü bursu programlarından istifade eden binlerce gencimiz, özellikle, bilimsel çalışmaların merkezi olarak bilinen ve aynı zamanda özgürlükler açısından da gençlerimizi cezbeden Amerika Birleşik Devletleri’ni tercih eder olmuştur. Bu genç beyinlerimizin Amerika’ya gidince buldukları yaşam ortamı, neden orada kalmak istedikleri ve dönmek isteyenlerin karşılaştıkları zorluklara dair gözlemlerimi özetlemeye çalıştım. olmalarına rağmen, insan olarak daha fazla değer bulduklarını hissetmişlerdi. Sağlık hizmetlerinden çok iyi şartlarda istifade ederken, finansal olarak yüksek gelirli olmamalarına rağmen, Türkiye’de en iyi özel hastanelerde verilen hizmetleri buluyorlardı. Evli ve çocukları olan vatandaşlarımız, daha önce bulamadıkları değeri burada bulmaktaydı. Türkiye’de çocuklu aile olmanın yüklediği yükler, burada oldukça hafiflemekle kalmamış, toplum içerisinde çocukların her zaman öncelikli olduğunu görmüşlerdi. Araç kullanımı ve trafik açısından büyük rahatlık bulmuş, kurallara uyan ve saygılı sürücüler ile şehir içi veya şehirlerarası yolculuk işkence olmaktan çıkmış, keyifli hale gelmiştir. Türkiye’de trafik akışı ‘yol kapma’ üzerine işlemekte iken, burada ise genelde ‘yol verme’ üzerine işlemektedir. Sokakta, alışverişte, okulda insanların göz göze gelmeleri halinde bir gülümseme ile birbirbirlerine selam vermeleri, kaza ile birbirlerine çarpacak olsalar kimseyi suçlamadan hemen özür dilemeleri, birbirlerine kapı açmaları, öncelik vermeleri gibi medeni davranışları gençlerimizi stressiz ve sakin bir yaşama getirmiştir. Beğenmedikleri bir ürünü, herhangi bir sebep açıklamadan geri iade edebilme özgürlüğü, alışverişte tartışmaları sona erdirmiştir. Bu tür davranışların aslında Türkiye’nin kendi manevi kültüründe olmasına rağmen, nedense iyiliğin AMERİKA’YA BEYİN GÖÇÜ Gençlerimiz 1990’lı ve 2000’li yıllarda, genellikle eğitim için gittikleri ABD’de, kendi ülkelerine pek de benzemeyen değişik bir dünyada yaşarken, aslında sevdiklerinden uzakta olmanın verdiği hüznü de yaşıyordu. Bulundukları ortamın farklılıklarına alışmak başlangıçta zor gelse de bu ortamı kolayca benimsemişlerdi. Orada, kendilerini daha iyi ifade edebilmekte, daha sağlıklı ve huzurlu bir ortam bulmaktaydılar. Yabancı 48 Mimar ve Mühendis Lisansüstü eğitim alıp belirli süre profesyonel çalışma tecrübesi olan araştırmacılar için Avrupa Birliği ve TÜBİTAK, aylık 2 bin doların üzerinde fellowship bursu ile 2 yıla kadar destek programları oluşturmuştur. Bu programa başvuruları kabul edilenlerin maddi sıkıntı nispeten azalmış olmaktadır. Türkiye’de, argo tabiri ile enayilik olmasına hayıflanır olmuşlardır. Okulda, alışverişte, sokaklarda, kiraladıkları evlerde, yaşamlarını devam ettirirken, hemen her sorunun önceden düşünülüp tedbirlerin alınmış olması ve kuralların itina ile işlenmesi ve temiz bir ortam olması rahat ve huzurlu bir hayata yöneltmiştir. Hangi bölge olursa olsun, küçük kasabalardan büyük şehirlere kadar hemen her yerde gerekli insani yaşam standartlarının sağlanması, okul, iş alanları, sosyal imkanlar ve altyapı oluşturulmuştur. Eğitim için Amerika’ya giden gençler, ortama adapte olmalarının ardından, derslerinde başarılı olmaları halinde, bulundukları üniversiteden burs imkanları bulabilmiş, maddi sıkıntıları azaltmıştır. Master veya doktora eğitimi görmenin toplum içerisindeki saygınlığını da yaşamışlardır. Zaten çoğunluğunu Amerika dışından gelen öğrencilerin oluşturduğu lisansüstü eğitim enstitülerinde yabancı olmanın veya İngilizce dili zayıflığının sıkıntısını minimum olumsuz etki ile yaşamışlardır. Laboratuvar ve kütüphane imkanları, üniversite ve hocaların güçlü endüstriyel ilişkileri, teorik eğitimlerinin yanında uygulamalı çalışmalar yapmalarına da olanak sağlamıştır. Gençlerimiz eğitimleri esnasında veya ardından staj yapma imkanları, hatta tam zamanlı iş imkanları elde edebilmiştir. Özellikle lisansüstü eğitimlerinin verdiği avantaj ile (genelde Amerikan vatandaşlarına göre daha düşük gelir ile de olsa) endüstride iş imkanları elde etmişlerdir. Çalıştıkları alanlarda teknolojinin en alt bileşenlerine kadar inmiş büyük kompleks sistemlerden nano-chip tasarımlarına kadar her alanda tecrübe edinmişlerdir. Profesyonel iş geliştirme, yönetim, marketing, işletme, ‘iş ahlakı’ ve ‘etik ön plandadır. Çalışanların görünüşü veya geldiği yer ile değil, sadece yaptıkları iş ve başarılarla değerlendirilen bir ortam vardır. Bu da kişilerin üreticilik ve verimlerini artırmaktadır. İşyeri kendilerine sosyal avantajlar ve sağlık sigortası temin etmiştir. Artık toplumda, ortanın üzerinde bir yaşam standardı elde edebilmişlerdir. İş ortamı vesilesi ile Amerikan yaşamı ile entegrasyon süreci daha hızlanmıştır. İş dışı etkinlikler (spor yapmak, seyahat etmek, ailece etkinlikler yapabilmek gibi) ile hayattan keyif almaya başlamışlardır. İşyeri desteği ile çalışan gençlerimiz, Green Card elde ederek, vize yenileme gereği olmadan sürekli oturma ve çalışma izni elde edebilmiş, Amerikan vatandaşlığı sürecine girmişlerdir. Bu şekilde kendileri ve aileleri için sosyal güvence ve emeklilik haklarını garanti altına almak istemişlerdir. Amerika’da daha fazla sosyal ve siyasal haklara sahip olmanın, aslında öz vatanlarına da fayda sağlayacağı bilinci oluşmaya başlamıştır. Ülkelerinin bir temsilcisi unvanı ile üst düzey toplantılara ve organizasyonlara katılmak, bir nevi lobi faaliyetleri, ekonomik ve iş bağlantıları oluşturarak, Amerikan hayatında Türkiye’ye bakışı etkilemek ve avantajlar sağlamak, bir vefa gösterme şekli olabilirdi. Son tahlilde Amerika, bir göçmenler ülkesiydi ve burada aktif olan, yaptıkları olumlu ve başarılı işlerle ve gönüllü faaliyetlerle toplumlu ve siyaseti olumlu etkileyen gruplar öncü olmakta. UZAKLARDA OLMAK ve SIKINTILAR Peki her şey bu kadar güllük gülistanlık mıdır? Tabii ki burada da birçok sıkıntı yaşanmaktadır. İnsanlar güleryüzle merhaba diye size hitap edecek kadar kibardır, günlük hayatta mutluluk hissedilir, ancak mesela, yoğun çalışma hayatı, ücretli çalışanlar için kısa süreli izinler gibi sebeplerden dolayı biraz sıkılabilirsiniz. Türkiye’deki (aslında aşırı da olsa) o ‘muhabbet’ ortamını özleyebilirsiniz. Öte yandan, dışarıda alışkın oldukları gıda ve yiyecekrin bulunmaması çoğu Türk vatandaşının zorlandığı konulardandır. En önemlisi de Türkiye’ye, geride bıraktıkları akraba ve dostlarına özlem (özellikle Mart - Nisan 2013 49 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ bir entegrasyon sorunu varsa, ve etraflarında kendi kültürlerinden çevre edinememişlerse) ailelerin kendilerini yalnız hissetmesi, örf ve adetlerine yakın sevdikleri ile birlikte olmayı özlemesi tekrar dönmeyi düşündürmüştür. Ancak elde ettikleri hayat standardını Türkiye’ye dönünce koruyabilecekleri konusunda, hatta orada tutunabilecekleri konusunda soru işaretleri vardır. TÜRKİYE’NİN GERİ DAVETİ 2005’ten sonra Türkiye’deki değişim daha da gözlemlenir hale gelmiş, endüstriyel ve akademik iş imkanları artmaya başlamıştır. Türkiye, birçok yabancı yatırımcı için olduğu gibi yurtdışında yaşayan ve sermayesi olan Türk vatandaşları için de bir cazibe merkezi olmaya başlamıştır. Tabii yeni yapılanma olduğu için risklere karşı ne kadar dayanıklıdır acaba? Sermayesi olmayan aileler de dönünce gerekli yaşam standardını yakalayabilecekler midir? Geri dönmek isteyen bazı aileler için, son yıllarda geriye dönüş destek programları başlatılmıştır. Lisansüstü eğitim alıp belirli süre profesyonel çalışma tecrübesi olan araştırmacılar için Avrupa Birliği ve TÜBİTAK, aylık 2 bin doların üzerinde fellowship bursu ile 2 yıla kadar destek programları oluşturmuştur. Bu programa başvuruları kabul edilmiş ise maddi sıkıntı nispeten azalmış olmaktadır. Diledikleri gibi finansal gelir elde edecek iş oluşturana kadar bu program yardımcı olabilmektedir. Yeni kurulan vakıf üniversiteleri ve teknoloji firmalarındaki mühendislik faaliyetlerinin küçük de olsa artış göstermesi birçok dönen aileler için iş alanları oluşturmuştur. Ayrıca TÜBİTAK ve Sanayi Bakanlığı gibi kurumların Ar-Ge, yenilik ve girişimcilik destekleri, yurtdışından gelen ve ileri teknoloji tasarımlarında görev alan kişiler için yeni imkanlar sağlamaktadır. Artık Türkiye’ye dönmek için doğru zaman olup olmadığı, yurtdışındaki birçok aile için de ciddi olarak değerlendirilmektedir. DÖNÜNCE NE BULACAĞIZ? Tabii denklem birçok parametreye bağlıdır. Geri dönüş destek programlarına başvurup kabul edilmesi, Türkiye’de çalışabilecekleri uygun bir platform oluşturmaları, mümkünse Ar-Ge ve yenilik desteği temin edilebilmesi, bir ev ve taşıt gereksinimi gibi. Özellikle büyük şehirlere dönüş gerekiyorsa, hayat pahalılığının aşılması ve sıkıntısız bir adaptasyon sorunu. Öte yandan, Amerika’da alışmış oldukları profesyonel iş kültürü ve ilişkileri Türkiye’ye de yerleşmekte midir? Yukarıda özetlenen Amerika’nın cazip alanları ile karşılaştırıldığında, sokaktaki trafikten alışverişe Türkiye’de ne bulacaklardı? Acaba dönünce teklif edecekleri Ar-Ge projeleri ne kadar anlaşılabilecekti: Türkiye’de yazılım mühendisliği yaygındı ama, endüstriyel donanım tasarımı ve Ar-Ge’yi ne kadar uygulayabileceklerdi? Hep hazır modüller olarak satın alınan ve genelde montajdan öte gitmeyen Türk teknolojisine, yurtdışından getirilen tecrübelerle sayısız yerli donanım tasarımları getirmek artık mümkün olabilirdi. Bunun için laboratuvarlar ve araştırma merkezlerinin kurulması ve finansal desteğin gerekliliği anlatılabilecek midir? Diyelim bir iyi iş bulduk, tasarımcı beynimizi getirdik ve şanslı idik, Ar-Ge ve yenilik veya girişimcilik proje başvurumuz kabul edildi, 50 Mimar ve Mühendis YIldız Teknik Üniversitesi, TeknoPark peki bunları yalnız başımıza nasıl yürüteceğiz, enerjimiz buna yetecek mi, iyi bir takım gerekli bize. Gene bizim gibi yurtdışından gelen arkadaşlarımızla guruplar kurabilirdik, eğer bulabilirsek. Değilse, birkaç yıl yeni elemanlar yetiştirmek için enerji sarf etmemiz gerekecek… Bunları da elde ettik, peki özgürce, bürokrasi ve mevzuata uygun girişimciliğe devam edebilecek mi ve geliştirilen ürün ticarileşebilecek midir? Enerji, enerji, enerji… Sanırım biraz güçlü olarak dönmek gerekir sevgili ülkemize. Ya da burada bir şekilde güçlü başlamak… Bu ülkemize çok şeyler katmak istiyoruz… Yurtdışında yaptığımız şeyleri sadece burada yapmaya devam etmek ve Türkiye’nin ekonomisine, teknoloji gücüne, tasarımcılık ve know-how eklemek ve dünyada hak ettiği yere yaklaşması için bir miktar tuzumuzun olmasını istiyoruz. Hem de zaten öz kültürümüzün temellerindeki; göz göze geldiğimiz insanlarımıza karşı güler yüz sadakası verip selamı yaymakla, özgür, sadakatli ve insancıl yaklaşımlarla. Elk. Müh. Dr. Hakan P. PARTAL, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde lisans ve Syracuse Üniversitesi’nde (NewYork) yüksek lisans ve doktora derecelerini almıştır. A.B.D.'de RF ve Kablosuz sistemler Tasarım Mühendisi olarak 10 yıla yakın teknoloji firmalarında çalışmıştır. Aynı zamanda Syracuse Üniversitesi’nde part-time yardımcı doçent olarak lisansüstü dersler vermiş/vermekte, bilimsel araştırmalara katılmış ve bilimsel çalıştay, seminer ve konferans organizatörlüğü yapmıştır. Yaklaşık 30 adet bilimsel yayın ve konferans bildirileri bulunmaktadır. 2011 yılı Mart ayında Yrd. Doç. olarak katıldığı Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü'nde eğitim ve araştırmalar yaparken, RF/Mikrodalga ve Antenler Ar-Ge laboratuarı kurarak, telekomünikasyon ve savunma endüstrisi ile işbirlikleri gerçekleştirmektedir. 2012 yılında YTÜ Teknopark teşviki ile Radarcomm adlı firmanın kurucu ortaklarından olmuştur. Mart - Nisan 2013 51 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Ahmet ERKOÇ Elektrik Y. Mühendisi KÜRESELLEŞME ve BEYİN GÖÇÜ G Küreselleşme ile beyin göçüne fiziksel olarak yer değiştirmeden katılan bir kitle oluşmuştur. Kendi ülkesinde çokuluslu şirketlere mal ve hizmet sağlayarak çalışan ve sayıları gittikçe artan bir nüfus söz konusudur. Küreselleşme ve onun getirdiği yeni iş yapma süreçleri bunu mümkün kılmıştır. ünümüzün en çok tartışılan konularından biri küreselleşme. Değişik açılardan bakıldığında değişik anlamlar yüklenen bir kavram; içinde insan faktörünün olduğu çoğu kavram gibi. Kimine göre “melek”, kimine göre “şeytan”. Taraftarlarına göre barışı, demokrasiyi, refahı getirecek, neredeyse dünyayı kurtaracak bir altın anahtar. Karşıtlarına göre tek kutuplu dünyayı iyice ABD emperyalizmine açacak, ulus devletleri yok ederek karşılaştığı engelleri yerle bir edecek, yerel kültürleri, yerel ekonomileri tahrip ederek herkesi, her şeyi boyunduruğuna alacak bir ejderha. Kimilerine göre ekonomik gelişmelerden pay alabilmek için kaçırılmaması gereken bir tren. Küreselleşme trenine binerek bu kavrama ortak olanlar; ortak olmayı başaramayanları paylaşacak, sömürecek, pazarı haline getirecek. Bir de ekonomik yönü iyi bu işin; dünya ile işbirliği halinde üretelim satalım, büyüyelim ama kendi benliğimizi kaybetmeyelim. Kültürel değerler, din, milli duygular kısaca bizi biz yapan değerleri koruyalım diyenler var. Taraftar ve karşıt olanların mutabık olduğu konu ise küreselleşmenin ABD kaynaklı olduğu ve kültürleri derinden etkilediği. Gerçekten küreselleşme adı altında topladıklarımızın çok büyük bölümü apaçık bir biçimde Amerikan kökenli ve özelliklidir. Nedir bunlar? Amerikalı bir gözlemcinin deyişiyle; Amerika Birleşik Devletleri, “insan yapımı nesnelerden ger- çek bir çığ yaratmış, bunlar dünyanın her yanında yaşamın en doğal parçası haline gelmiştir.” Somut olarak söylersek bunlar: ATM, basketbol, hamburger, kaykay, cep telefonu, bilgisayar, bilgisayar korsanı, lastik ayakkabı, çubuk gofret, çikolata, mikro dalga fırın, parkmetre, kamera, çağdaş yolcu uçağı, tebrik kartı, dondurma, enerji veren sporcu içeceği, blucin, rap müziği, çiklet, kredi kartı, gökdelen gibi nesneler hemen hemen her yere yayılmıştır. Bunları küreselleşmenin kendisi değil ama küreselleşmenin ürünleri ve onun etkisiyle her yere yayılan nesnelerdir. İngiliz iktisatçı Ricardo’ya göre, her ülke karşılaştırmalı olarak maliyet üstünlüğüne sahip olduğu malların üretiminde uzmanlaşır ve bu malları diğer ülkelerin uzmanlaştığı mallarla değiş tokuş ederse bu ticaretin tüm taraflarının hem toplam gelir düzeyini yükseltir hem de toplam kazancını artırır. Ricado’nun yaşadığı çağda mallar ticaret konusu olabiliyordu günümüzde aynı zamanda hizmetler de ticaret konusu. Ve dünyanın dört bir yanında parçalara ayrılarak yaptırılabiliyor. Küreselleşme çok kısa bir tanımla mallar ve hizmetlerin parçalara ayrılarak dünyanın dört bir tarafında yaptırılması sonra istenilen yerde birleştirilerek pazara sunulması diyebiliriz. Küreselleşme konusunda dünyanın sayılı uzmanlarından olan T. L. Friedman’a göre küreselleşmeyi sağlayan etkenler şunlardır. 52 Mimar ve Mühendis Ekonomik anlamda küreselleşmeye katıldığı halde kültür konusunda toplumunu korumaya çalışan ülkelerin başında Çin geliyor. ABD gibi ülkelerin çok uluslu şirketleriyle iş birliği yapmasına rağmen kültürünün korunması konusunda açık ve gizli birçok tedbir alıyor. 1. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile oluşan politik durum. Çift kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş. 2. Netscape’in halka arzı ile başlayan kişisel bilgisayarlardan internet bazlı bilgisayarlara geçiş. 3. İş akışı yazılımlarının iş süreçlerine uygulanması. 4. Açık kaynak yazılımlarıyla çok sayıda insanın kişisel olarak iş yapabileceği yazılımlara ulaşması. 5. Taşeronluk uygulamaları ile daha ucuza yapılabilecek işin bazı parçalarının bu işleri yapabilecek şirketlere, ülkelere yaptırılması ve sonucun iş akışına ilave edilmesi. 6. “Offshore” olarak isimlendirilen bir işin tamamının daha ucuz iş gücü, daha düşük vergi ve girdiler, çeşitli sübvansiyonlarla desteklendiği ülkelere taşınarak aynı ürünün farklı bir yerde maliyet üstünlüğüyle üretilmesi. 7. Tedarik zincirlerinin gelişmesi ve üstün teknoloji kullanmaları ile çok düşük kar marjları ile büyük hacimli cirolara ulaşması böylece tüketimin desteklenmesi. 8. “Insourcing” olarak isimlendirilen bir malın fabrikadan alınıp siparişi internet veya telefonla yapan müşteriye kadar tesliminin tahsilatının ve gerektiğinde teknik desteğinin bu konudaki uzman bir şirket (UPS gibi) tarafından yapılması. İnternet alışverişlerinin çoğu ABD’de bu şekilde yapılıyor, fabrikadan malın alınması ve sonrasındaki tüm işlemler son derece düşük maliyetlerle gerçekleştiriliyor. 9. “Informing” olarak adlandırılan bilgilendirme. İnternet arama motorları ile çok çeşitli bilgilere ulaşmak yer ve zaman kısıtlaması olmadan mümkün oluyor. Bilgi insanları güçlü kılıyor. 10. Son küreselleştirici olarak teknolojinin iletişim altyapısı ile insanları kişisel, mobil, sanal ve dijital bir dünyada yaşayabilir ve çalışabilir duruma getirmesi olarak belirtiliyor. Friedman somut bir örnek olarak uçak bileti alma örneğini veriyor. Küreselleşme 1.0’da bilet acenteleri vardı. Küreselleşme 2.0’da bilet acenteleri yerini elektronik bilet aldı. Küreselleşme 3.0’da ise artık kendi kendinizin bilet acentesisiniz. Biletler internetten online olarak alınıyor. Biniş kartları aynı şekilde ürettiriliyor ve hepsi bir yazıcıdan bastırılıyor. Biniş kartlarını alabilmek için de havaalanında herhangi bir işlem yapmaya gerek kalmıyor. Bütün bu teknolojik gelişmeler ve bunların iş süreçlerine uygulanması sonucu küreselleşme dediğimiz olgu gerçekleşiyor. Şüphesiz küreselleşmenin kültür üzerinde çok önemli etkileri, tahribatları söz konusu. Ekonomik anlamda küreselleşmeye katıldığı halde kültür konusunda toplumunu korumaya çalışan ülkelerin başında Çin geliyor. Ekonomik anlamda çok uluslu (çoğu ABD merkezli) şirketlerle iş birliği yapmasına rağmen kültürünün korunması konusunda açık ve gizli birçok tedbir alıyor. Basın yayın sektörüne yabancı ülke kaynaklı grupların girişi tamamen engellenmiş. Yalnız batı kaynaklı gruplar değil Tayvan, Japonya kaynaklılar da bu gruba dahil. Televizyon yayınlarında tamamen parti-devletle iç içe. Yapımcıların çoğu da parti üst düzey yöneticisi; biliyorlar ki devletin hoşuna gitmeyecek programlar onları da bulundukları konumdan indirecek. Bundan daha iyi bir oto sansür olur mu? Dünya Ticaret Örgütü (WTO) dünya ticaretini serbestleştirerek küresel oyun alanını genişletmekle görevlendirilmiş. IMF ise zorda kalan ve koşullarını kabul eden ülkelere yardım ederek kalkınmalarına yardım etmektedir. Böylece hem oyun sahası genişlemekte, kurallara bağlanmakta hem de zora girenler kollanmaktadır. 1970 ve 1980’lerden itibaren iletişim araçlarının artışı, yaygın olarak ve sınır tanımaksızın kullanılması ile insanlar dünyanın herhangi bir köşesinde olan olayları, yaşam biçimlerini daha yakından öğrenme imkanına kavuştu. Özellikle az gelişmiş veya daha yumuşatılmış tabiriyle gelişmekte olan ülkelerin iyi eğitim almış, genç, hırslı, dinamik, potansiyel vadeden insanları kendi ülkelerinin kısıtlı ekonomik ve sosyal imkanlarıyla yaşamak yerine gelişmiş, zengin ülkelere gitmeyi bir amaç haline getirdi. Daha doğrusu bu yönde Mart - Nisan 2013 53 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Sağlanan burslar ve cazip çalışma imkanlarıyla gerek maddi gerekse mesleki gelişimlerinin daha iyi olacağına inanan dünyanın birçok ülkesindeki seçkin beyinlerin tercihi özellikle ABD olmuştur. Bu seçkin beyinlerin uygun ortamlarda ürettiği teknoloji ve hizmetler de kendi kendisini besleyen kuvvetlendiren bir döngüyü oluşturmaktadır. Bu hem ekonomik hem de teknolojik anlamda karşılığı olan bir süreçtir. yapılan propaganda ve kültürel bombardıman ile onlara böyle bir hedefi seçmeleri benimsetildi. Çünkü gelişmiş ülkelerin yetişmiş insan potansiyeli, ihtiyaçları karşılayamıyordu. Özellikle ABD’deki gençlerin meslek seçimi yenilik, teknoloji ve ekonomik gelişmenin motoru olan fen ve mühendislik alanlarından yana değildi. Sosyal bilimle ve hukuk çok daha popüler alanlardı. Günümüzde de aynı durum sürmektedir. Ulusal güvenlik nedeniyle sadece Amerikan vatandaşlarına açık olan işlerde çalışanlar arasında önemli bir eksiklik söz konusudur. NASA’da çalışanların yüzde 40’tan fazlası 50 yaşının üzerindedir. Sağlanan burslar ve cazip çalışma imkanlarıyla gerek maddi gerekse mesleki gelişimlerinin daha iyi olacağına inanan dünyanın birçok ülkesindeki seçkin beyinlerin tercihi özellikle ABD olmuştur. Bu seçkin beyinlerin uygun ortamlarda ürettiği teknoloji ve hizmetler de kendi kendisini besleyen kuvvetlendiren bir döngüyü oluşturmaktadır. Bu hem ekonomik hem de teknolojik anlamda karşılığı olan bir süreçtir. Bu durum özellikle küreselleşmenin günümüzdeki iş yapma biçimine ulaşmadan gelinen süreçte geçerliydi. Küreselleşme sonucunda işlerin tümünün veya parçalara ayrılan kısmının farklı ülkelerde yapılması söz konusudur. Çoğu ABD kaynaklı çokuluslu şirketler ARGE dahil iş süreçlerinin bir kısmını veya işlerin bir kısmını bütün olarak farklı ülkelerde yapmaktadırlar. Küreselleşmenin gelinen safhasında bu yapıya katılanlar kendi ölçülerinde (kendilerine biçilen pay ölçüsünde) değer üretecek ve yine kendilerine biçilen pay ölçüsünde karşılığını alacaktır. Elbette burada kararları verecek olan bellidir. Süreci yöneten uluslararası şirketlerin en tepedeki seçkin yöneticileri daha doğrusu sahipleri. Dünyadaki toplam servetin yarısına 358 şahsın sahip olduğu ve bu şahısların yarısından fazlasının ABD’li olduğu bilgisi sanırım bu noktada önem kazanıyor. Dünyanın en büyük şirketlerinden Microsoft’un toplam üç araştırma merkezi var. Biri İngiltere’de Cambridge’de diğeri şirket genel 54 Mimar ve Mühendis merkezinin bulunduğu Washington, Redmond’da, üçüncüsü ise Çin, Pekin’de. Bill Gates’in söylediğine göre Pekin’deki Microsoft Research Asia 1998’de açılmasının ardından birkaç yıl içinde “ortaya çıkan fikirlerin kalitesi açısından’’ Microsoft sistemi içindeki en verimli araştırma birimi haline gelmiş. Aklınız durur. Microsoft gibi bir şirketin özellikle yazılım sektöründeki en hayati süreç olan yazılım araştırma geliştirme işini Çin’e taşıması ve elde ettikleri sonucu değerlendirdiği kelimeler! İnanılmaz görünüyor ancak gerçek bu. Bir de bu gerçeğin arka planına bakalım. Dünyada üstün zeka seviyesindeki insanların görülme sıklığı istatistiksel olarak bir milyonda bir kişi. Çin’in 1,2 milyarlık nüfusu ile kıyaslarsak bin 200 üstün zekalı insan eder. Bunun beşte birinin keşfedilip uygun eğitimle ve gelişmiş ortam koşullarında çalıştırılabildiğinde toplamda 240 üstün zekalı insan eder, müthiş bir sayı. Araştırma merkezini kurmakla görevli Çin asıllı Kai-Fu-Li çalışanların seçimini nasıl yaptıklarını şöyle anlatıyor: Çin’deki tüm üniversitelere gitmişler, doktora öğrencileri ve bilim adamlarına matematik, IQ ve programlama testlerini ilk yıl toplam 2 bin kişiye yapmışlar. Sonra başka testler uygulayarak, bu 2000 kişiyi önce 400’e ; daha sonra 150’ye indirmişler, sonunda 20 kişiyi işe almışlar. Onlarla iki yıllık sözleşme yapmışlar ve iki yılın sonunda performanslarından memnun kaldıklarıyla daha uzun süreli sözleşme yapacaklarını ya da Microsoft Research Asia tarafından post doktora (doktora üstü önemli bilimsel çalışmalara verilen bir derece) derecesi verileceğini belirtmişler. Çin hükümeti Microsoft’a post doktora derecesi verme yetkisi tanımış. İşe alınan ilk 20 kişiden 12’si bu elemeyi geçmiş. Sonraki yıl 4 bin kişiye test uygulamışlar ve sonra test yapmayı bırakmışlar. Bu süre zarfında çalışılacak en iyi işyeri olarak ün yapmışlar. Sonrasında en iyi üniversitelerin en iyi profesörleri en iyi öğrencilerini Microsoft’a yolluyorlar. Pek çok öğrenci MIT’ye ya da Standford’a gitmek istiyor, ancak önce Microsoft’ta iki yıl stajyer olarak çalışmak istiyor. Böylece MIT kalitesinde olduklarını gösteren bir tavsiye mektubu alabilecekler. Çalışan sayısının 2 katı kadar stajyer adı altında çalıştırılan seçkin gençler de mevcut. Stajyer denilince bizdeki staj kavramıyla karıştırmamamız gerekir. Microsoft’ta uzun süreli sözleşmelerle çalışan veya stajyerler açısından olay şöyle görülüyor; “Hayatta bir kez karşılarına çıkacak bir fırsat”. Bu kişiler ana babalarının kültür devrimini yaşadıklarını biliyor. Büyüklerin kuşağının elinden gelenin en iyisi, profesör olmak ve profesörlerin maaşları korkunç düşük olduğundan bazı ek işler yaparak belki bir tezini yayınlatmaktı. Genç kuşağın çalışabilecekleri, büyük bilgisayarların ve çok çeşitli kaynakların olduğu, sadece araştırma yapma imkanının olduğu bir yer var. Yöneticileri var. Bu tür hamaliye işlerini yapacak başka insanlar var. Buna inanamıyorlar. Günde 15 ile 18 saat çalışmaya gönüllü oluyorlar ve hafta sonlarında işe geliyorlar. Tatillerde çalışıyorlar. Çünkü hayalleri Microsoft’ta uzun süreli bir sözleşme ile çalışmak veya ABD’nin en iyi üniversitelerine gitmek. Dünyadaki en yüksek, başkalarıyla en az paylaşılmak istenmeyen teknolojilerden biri havacılık, uçak teknolojileri. Soğuk savaş döneminin çekişmesi, rekabeti, birlikte çalışma, üretmeye dönüştü. Boeing uçak şirketi yalnız ABD’de değil Rusya’da da tasarımlar yapıyor. Çünkü Sovyetler döneminde yapılmış Topolev, İlyuşin gibi uçak şirketlerinde çalışmış tasarımcıların deneyimi fazlasıyla yeterli ve çok daha ucuza mal oluyorlar. Airbus da benzer yöntemleri deniyor. Bu yüksek teknolojide bile rekabet çok fazla. Çin ve Hindistan’da çalıştırılabilecek iyi yetişmiş bir mühendisin maliyeti ABD’deki muadillerinden 5-6 kat daha ucuz. Bu kadar düşük maliyetlerle benzer bir işi yaptırabilmek, üstelik bu iş için olan adayları binlerce iyi yetişmiş mühendis arasından seçmek hem işin kalitesi hem de maliyetler açısından avantaj sağlamaktadır. Üstelik 20-25 yaş arasında, üstün bir mühendislik eğitimi almış olan gençlere yetiştirilmeleri aşamasında hiçbir masraf yapılmadan, eğitimin uzun ve yüksek maliyetli bir süreç olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu maliyet devlet veya aileler tarafından karşılanmak durumundadır. Peki bu iş transferleri gelişmiş ülkelerde işsizliğe yol açıyor mu? Oradaki insanlar ne yapacak? Kısa vadede işsizliğe sebep olmaktadır. Ancak gelişmiş ülkelerde çalışan insanlar işin daha fazla katma değer üreten ve ülkeleri dışına transferi mümkün olmayan kısımlarını yaparak yeni duruma uyum sağlamaktadır. Konunun daha önemli olan kısmı ise bu tür uygulamalarla rekabet üstünlüğü elde eden şirketler için oyun alanı bütün dünya olduğu için; ciro ve pazar paylarını artırarak süreçten güçlenerek çıkmaktadırlar. Bu güçleri ile genellikle kendi ülkelerine yönelerek katma değeri yüksek yeni konularda daha fazla istihdam sağlamaktadırlar. Sonuç: Küreselleşme ile beyin göçüne yer değiştirmeden katılan bir kitle oluşmuştur. Kendi ülkesinde çokuluslu ya da çokuluslu şirketlere mal ve hizmet sağlayarak çalışan ve sayıları gittikçe artan bir nüfus söz konusudur. Küreselleşme ve onun getirdiği yeni iş yapma süreçleri bunu mümkün kılmıştır. Fiziki olarak yer değiştirme ile gerçekleşen beyin göçü nispi olarak azalmış görünse de sürmektedir. Özellikle çokuluslu şirketlerin iş süreçlerini dünyanın değişik ülkelerine dağıtmalarında o ülkelerin ABD’de eğitim görmüş ve çalışmış kişilerinin önemli etkisi olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırısıyla başlayan/tetiklenen ekonomik kriz ABD’de işsiz kalan Hindistan, Çin asıllı tecrübeli mühendislerin kendi ülkelerine dönerek orada ne yapabilecekleri çabası ile somut sonuçlar oluşturmuştur. Hindistan’ın Silikon Vadisi diyebileceğimiz Bangalore ve Çin’deki muadili Chengdou bunun en somut sonuçlarıdır. Yalnız bu sonuçlar kişisel girişim veya başarı olarak değil aynı zamanda ülkelerin bu konudaki destekleri ile gerçekleşmiştir. Ülkemizde bu konuda önemli sayı ve ekonomik boyut ölçeğinde önemli sayılabilecek bir sonuç olmadığı kişisel kanaatimdir. Tersine beyin göçü adı verilen yetişmiş kişilerin ülkemize dönmesiyle ilgili olarak da önemli sonuçlar doğuracak bir gelişme olmamıştır. Ekonomik ve bilimsel anlamda ABD’nin çekim merkezi olmayı sürdürmesiyle birlikte beyin göçünün sürmesi kaçınılmaz görülmektedir. Kaynaklar Friedman, T.L.; Dünya Düzdür, Mayıs 2010 , İstanbul, Boyner Yayınları Berger,P.L.; Huntington, S.P.; Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, Mayıs 2003, İstanbul, Kitap Yayınevi Mart - Nisan 2013 55 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Gürhan KURUKAYA İstanbul Bilim ve Sanat Merkezi Müdürü BEYİN GÖÇÜNDEN BEYİN GÜCÜNE Bireylerin beyin kapasitesi ve yeteneklerinin gücüyle meşgul olan topluluk ve organizasyonların uzun ömürlü olduğu, çok daha güçlü ve geleceğe emin adımlarla yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş; günümüzde de görülmektedir. Kalıcı ve uzun soluklu başarılara imza atmış olan H akkında bir şeyler yazmaya, konuşmaya başlandığında onlarca farklı fikrin dimağınıza doğru aynı anda harekete geçerek adeta akıl tutulması yaşanmasına yol açacak bir yoğunluk oluşturan ve sizi öylece çaresiz bırakıveren, aslında herkesin cevabını bildiği bir soruya herkesten farklı cevaplar vermeye kalkışmak gibi bir şey beyin göçü olgusu… Bir ülkenin en büyük gücünün ne olduğu sorusunun cevabı: “Beyin gücü”dür. Bunun temeli ise hiç şüphe yok ki, “nitelikli insan kaynaklarıdır.” Ne yer altı, ne de yer üstü zenginlikleri bu güce denk olabilir. Hatta bu zenginlikler, güçlü insan kaynakları olmadığı takdirde, bir ülkenin sömürgeleşmesine yol açacak birer risk unsurları olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Bu sava delil arayanlar, aslında, Afrika’nın uçsuz bucaksız yer üstü imkanlarına ve yer altı zenginliklerine karşın insan kaynaklarının yetersizliğinin doğurduğu sonuçları son 200 yıldır ibretle seyretmektedir. Başka ispatlara ihtiyaç duyanların ise tarihsel süreçte, Osmanlı Devleti’nin son iki asrında yaşanan “kaht-ı rical” diye tabir edilen insan kaynaklarının yetersizliğinin doğurduğu duraklama, gerileme ve çöküş gerçeğini göz önünde bulundurmaları yeterli olabilecektir. Madalyonun öteki yüzüne bakıldığında Güney Kore örneğini görmek mümkündür. Yer altı kaynakları bakımından fakir kabul edilen; yer üstü imkanları bakımından hayli sınırlılıkları olan; yazın ekvator sıcakları, kışın kutup soğuklarının etkisi altında bulunan bu ülkenin günümüzde elde ettiği başarının 56 Mimar ve Mühendis yönetimlerin en önemli ve ortak özelliklerinin; insan kaynaklarını meydana getiren kişileri iyi tanımak, onları yetenekleri doğrultusunda görevlendirmek, görev alanlarının genişliği nispetinde yetkilendirmek ve güven ortamı meydana getirmek olduğunu söylemek mümkündür. altında 40 yıl önce fark ettikleri insan kaynakları olduğunu rahatlıkla dile getirmek mümkündür. 1970’li yılların sonuna doğru milli gelirlerinden kişi başına düşen pay yaklaşık 300 dolar düzeyinde olan Güney Kore, bütün nüfusunu sıkı bir eğitimden geçirme kararını almıştır. Bunun yanı sıra üstün yetenekli bireylerini de -ülke yetkililerinin ifadesiyle- gelecekleri olarak görmeye başlamış; mevzuat düzenlemelerini buna göre yapmış ve özel kanunlarla destekledikleri üstün yeteneklilerin eğitimi sürecinin sonunda, 2011 yılı verilerine göre ülkede kişi başına düşen milli gelirin 21 bin dolara ulaştığı görülmüştür. Tek başına bu örnek bile konunun anlaşılması için yeterli olmasına rağmen, bu mevzuda toplumsal olarak yeterli bilinç düzeyine erişmek zorunda olmamızdan dolayı daha etraflıca değerlendirmelere ihtiyaç olduğu mülahaza edilmektedir. 1946 yılı sonrasında dünya, 2’nci savaş felaketinin de gerilerde kaldığı ve kızgın rüzgarların yerini soğuk esintilere terk ettiği sırada iki kutuplu bir yapıyla karşı karşıya kalmış, sınırları hakkında kimsenin bir şey bilmediği iki süper güçten başka bir kuvvetten söz edilmez olmuştu. İsimlerinin baş harflerinin ardına saklanmış bu iki dev organizasyondan demir perde ardındaki SSCB’nin dünyanın kapılarını uzaya aralamasının yankılarıyla şaşkına dönen ABD’nin, yaptırttığı acil tetkikler ile SSCB’nin bu büyük astronomi başarısının ardında neyin olduğunu keşfetmesi ile birlikte rekabetin yeni hedefi de belli olmuştu: İnsan Kaynakları… SSCB’nin bu büyük başarısında üstün yetenekli bireylere yapılan yatırımın olduğunu anlayan ABD’nin etraflıca araştırmaları sonucu benimsedikleri özel eğitim modellerini eyaletlerinin ihtiyaç ve özel yapısına göre yaygınlaştırıp farklılaştırması süreci, Ay’a ilk adımı atma başarısını göstermesiyle sonuçlanmış ve bu büyük gelişme karşısında dünyanın her yerinden nitelikli beyinleri ülkesine çok iyi imkanlarla transfer eden; rengi, dini, dili, ırkı ne olursa olsun herkese kapılarını açan ve adeta üstün yetenekliler cenneti haline dönüşen bir ülke portresi çizmiştir. SSCB ise bu yetenekli bireyleri “Polit Büro”nun genel ve katı politikaları etrafında toplama, sahip oldukları sistemin gereği olarak liberal ve özgürlükçü yaklaşımlar yerine mutlak eşitlik perdesi altında bireysel farklılıkları göz ardı etme; tabii bir duygu olan kişisel gelişim süreçlerinin tatminkarlığını hafife alma ve adalet duygusunu göz ardı etme gibi başat faktörlerin de etkisiyle nitelikli insan kaynaklarını sistem hizmetinde istihdam etme politikasını uzun vadeli olarak yürütemediğinden 1991 yılında dünya devletler dengesindeki rolünü kaybederek yepyeni süreçlerin başlamasına yol açan bir son ile karşı karşıya gelmiştir. SSCB’nin bu sürpriz yıkılış sürecinin insan kaynaklarına bağlanmasını acayip karşılayan okuyucular da olacaktır şüphesiz. Ancak, bu tezin niçin ileri sürüldüğünü anlamak isteyen her düşünürün, 7 asırdan fazla bir zaman önce Osmanlı Devleti’nin temellerinin atıldığı bir sırada, Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye ettiği ve etkisi 400 yıl süren, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” nasihatine, eşref saatinde bir kez daha kulak vermesi gerekmektedir. Bireylerin hangi ırka mensup olduğu, neye inandığı, nereli olduğu, ne giyindiği, renginin ne olduğu ile değil; beyin kapasitesi ve yeteneklerinin gücüyle meşgul olan topluluk ve organizasyonların uzun ömürlü olduğu, çok daha güçlü ve geleceğe emin adımlarla yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş; günümüzde de görülmektedir. Şüphesiz ki, günümüzde de insan odaklı her organizasyon uzun ömürlü olmakta, cazibesini artırmaktadır. Nitelikli insani ihtiyaçlar arasında gösterilecek olan felsefe, bilim, sanat, düşünce özgürlüğü, seyahat ve yüksek yaşam standartlarının sağlandığı her muhit bu nitelikleri taşıyan herkesi adeta, büyülemekte ve bir çekim merkezine dönüşmektedir. Bu sırrı keşfetmiş olan her ülke kısa sürede müreffeh bir konuma yükselmiş; bilim, sanat ve teknolojisini geliştirerek ekonomik kalkınma hamlesini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmiş ve insan onuruna yakışır bir hayat standardını da ortaya koyarak parlayan bir yıldıza dönüşmüştür. Öte yandan geri kalmış ülkelere bakıldığında en temel sorunun, nitelikli insan kaynaklarından oluşan kadroların uluslarının geleceğini şekillendirecek kişilerden oluşması gerektiği gerçeğini kavrayamamak olduğu hemen ve en kestirme yollarla dile getirilebilir. Büyük düşünürlerimizden İbn-i Sina, “Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder” demiştir. Öte yandan, kültürümüzde önemli bir yere sahip ve bir kelam-ı kibara dönüşmüş olan Mart - Nisan 2013 57 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Son yıllarda çağdaş bir anayasa ve insan onuruna yaraşır mevzuat düzenlemeleri yapma adına -haklı ve gayet isabetli olarakkendine bir rota belirlemeye çalışan ülkemizin, bu rotayı belirlerken mevcut durumuna, insan kaynaklarının eğitimi ve istihdamı sürecinde uygulanmakta olan sistemimizdeki olumsuzluklara da iyi bakmasını ve kendini daha net görmesini sağlamaya yönelik adımları da atması beklenmektedir. “marifet iltifata tabidir” deyiminin sık kullanılan bir tabir olduğu bilinmektedir. Bu iki sözün birbirlerinin tercümesi durumunda olduklarını görmek hem ibret hem de hikmet vericidir. Her iki cümlede de vurgulanan kavram ortaktır. Bilim, dilimizde üretilen en büyülü kavramlardan birisi. Marifet sözcüğü ise bilim, sanat ve becerinin eski dilde yer alan karşılığı. Düşünmek, üretmek, katma değer sağlamak, takdir etmek, değer üretmek, bilgiye sahip olmak ve bilgiyi kullanmak, yenilikçilik, gelişim ve medeniyet gibi kavramlar insan olmanın bir gereğidir. Düşünen, planlayan ve üreten bu değerli varlığın en önemli ihtiyaçlarından birisi de iltifata mazhar olmak veya takdir edilmektir. Asla unutmamak gerekir ki beyin göçü gönül göçünden sonra gelir. Bireylerin hangi ırka mensup olduğu, neye inandığı, nereli olduğu, ne giyindiği, renginin ne olduğu ile değil; beyin kapasitesi ve yeteneklerinin gücüyle meşgul olan topluluk ve organizasyonların uzun ömürlü olduğu, çok daha güçlü ve geleceğe emin adımlarla yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş; günümüzde de görülmektedir. Hiç şüphe edilmemelidir ki, bu hakikatin geçerliliğine ihtiyar dünya gelecekte de şahitlik edecektir. İnsan kaynaklarının gücünü bilmeyen bir yönetim ve organizasyonun başarılı olma ihtimalinin olmadığını söylemek haksızlık olur. Ancak zirveye tırmanma ve sıradanlıktan kurtulma şansının olamayacağını kesin olarak söylemek mümkündür. 58 Mimar ve Mühendis Kalıcı ve uzun soluklu başarılara imza atmış olan yönetimlerin en önemli ve ortak özelliklerinin; insan kaynaklarını meydana getiren kişileri iyi tanımak, onları yetenekleri doğrultusunda görevlendirmek, görev alanlarının genişliği nispetinde yetkilendirmek ve güven ortamı meydana getirmek olduğunu söylemek mümkündür. Son yıllarda çağdaş bir anayasa ve insan onuruna yaraşır mevzuat düzenlemeleri yapma adına -haklı ve gayet isabetli olarak- kendine bir rota belirlemeye çalışan ülkemizin, bu rotayı belirlerken mevcut durumuna, insan kaynaklarının eğitimi ve istihdamı sürecinde uygulanmakta olan sistemimizdeki olumsuzluklara da iyi bakmasını ve kendini daha net görmesini sağlamaya yönelik adımları da atması beklenmektedir. Bir bütünlük arz etmesi gereken yasama, yargı ve yürütme güçlerinin kullanımının, insan kaynaklarının eğitimine, izlenmesine, istihdamına, maddi ve manevi olarak tatminine, güvenlik, adalet, özgürlük ve kişisel gelişim imkanlarının sağlanmasına, fikir ve vicdan hürriyetini sonuna kadar kullanabilmelerine dönük olması ve bu doğrultuda şekillenecek olan sistemimizde en ayrıntılı konuların bile tanımlanmış olması, karanlıkta kalan hiçbir noktanın olmaması gerekmektedir. Aksi takdirde ülkemiz, son yıllarda daha bir özenle yetiştirdiği ve insanlığın geleceğine ışık tutan altın çocuklarının, kendilerini daha huzurlu hissettikleri diyarlara doğru göçünü ve uzaklardan yükselen ışık huzmelerini hayranlıkla seyretmeye ve bu satırları okumakla yetinmeye devam edecektir. Mart - Nisan 2013 59 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Osman ŞAHBAZ Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı DEİK - DTİK Avrupa Başkan Yardımcısı Tersine Beyin Gücü-Göçü Artıyor, YurtdIşIndan Türkiye’ye Güçlü Köprüler Kurulmalı B Yurtdışındaki beyin gücünün ülkeye kazandırılması hususunda, Türkiye'deki üniversitelerin yeniden reforme edilmesi gerekmektedir. Yüksek lisans ve doktora yapacak kişilerin araştırma ve geliştirme çalışmaları için, gelişmiş ülkelerdeki gibi disiplinli, oturmuş programlar ile sürdürülebilecek imkanlar eyin göçü iyi eğitim görmüş, yetenekli ve kalifiye iş gücünün gelişmekte olan bir ülkeden gelişmiş başka bir ülkeye göçü olarak tanımlayabiliriz. Sınırlı imkanlarla yetiştirdiği kıymetli beyinleri kaybeden az gelişmiş ülkenin beyin göçünden dolayı gelişmesi daha yavaş olurken, gelişmiş ülkenin yetişmiş beyinlere daha iyi imkan ve ücret ödeyerek gelişmesini daha da hızlandırdığına şahitlik etmekteyiz. Dünya'daki beyin göçü 1960'larda başlamış, ilk evvela mühendisler, doktorlar akabinde bilim insanları arasında sürmüştür. Devlet Üniversitelerinden Vakıf Üniversitelerine öğretim üyesi ve devlet dairelerinde yetişmiş kişilerin özel sektöre geçişi erozyona sebebiyet vermektedir. Beyin göçü dünyada da önemli bir konu ve problem oluşturmaktadır. En fazla beyin göçü alan devletlerin başında, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Güney Afrika, Kanada, Almanya, Fransa gelmektedir. Beyin göçünden en fazla zarar gören devletler ise Pakistan, Çin, Hindistan, Filipinler, İran, Fas, Tunus, Cezayir, Macaristan, Nijerya ve Türki Cumhuriyetlerdir. Bu konuya bir örneği Macaristan'dan verelim. Son yıllarda Macar tıp fakültelerinden mezun olan doktor sayısına yakın doktor ve hemişrenin Batı'ya çalışmaya gittiğini okuyoruz. Ülkelerdeki çalışma imkanları, cazibesi, fırsatları iyi bir gelecek sağlamak ve inşa etmek için değerlendiriyorlar. YÖK'ün bir raporuna göre, yirmidört bini Almanya'da, onbeş bini Amerika Birleşik Devletleri'nde elli binden fazla Türk öğrenci yurt dışında eğitim görmektedir. Almanya'da eğitim gören gençleri ayrıca farklı olarak değerlendirmeliyiz. Ülke olarak da yurtdışına en çok öğrenci gönderen devletler sıralamasında 11. sıradayız. Yurt dışında eğitim gördükten sonra Türkiye'ye dönen kalifiye elemanların yurdumuzda iyi imkanlar sunularak değerlendirilmesi gereklidir ki, aksi takdirde Türkiye'ye geri gelenlerin kısa zaman zarfında dönüşleri söz konusu olabilir. Türkiye'de inovasyona dayalı Ar-Ge, bilim ve teknolojiye verilen 60 Mimar ve Mühendis sağlanmalı. Ülkenin hızlı atılımı ve açılımı açısından doktora eğitimi görenlerin sayısı da artırılmalıdır. Türkiye'deki hocaların eş zamanlı olarak yurtdışındaki üniversitelerde de ders verebilmesi kolaylaştırılmalı. Hocalarımız yurt dışındaki bilim ve teknoloji projelerinde, jürilerde yoğun bir şekilde yer almalıdırlar. önem artırılmalıdır. Buluş ve patent konusunda gelişmiş ülkelerin seviyelerine ulaşacak şekilde girişimciler desteklenmelidir.Özellikle de Türkiye'nin stratejik alanda öne çıkartmak istediği konuya odaklanmalıyız. Ar-Ge çalışmalarımız ve harcamalarımız son 10 yılda 7- 8 kat arttığını biliyoruz. Buna rağmen, GSYİH içindeki payını daha da artırmalıyız. Üniversitelerde altyapılar nisbeten oluşturuldu, endüstri ve sanayi ile bağını da güçlendirmeliyiz. Beyin göçünde çok etkili iki ülkeden de bahsetmeliyiz. Japonya ve Kore. Bu iki ülkenin eğitim için giden öğrencilerinin yüksek lisans ve doktoralarını tamamladıktan sonra ülkelerine döndüklerini gözlemliyoruz. Bu da başlangıç ile sonu birbirleri ile irtibatlandırdığımızda neticeyi ve başarıyı beraberinde getirmektedir. Küresel beyin göçünde her zaman gelişmiş devletler karlı çıkmaktadır. Beyin göçünün temel gerekçelerine baktığımızda önümüzde şu gerekçeler ön plana çıkmaktadır; her zaman ilk planda ülkeye güven ve ekonomik gerekçe geliyor, arkasından siyasi nedenler, teknoloji, eğitim sistemi ve bilim politikalarındaki uyuşmazlıklar ve yabancı dilde eğitimi sayabiliriz. Beyin göçünü engellemek sadece Türkiye olarak bizim elimizde de değildir. Gelişmiş devletlerdeki geniş iş imkanları, daha iyi bir gelecek ve fırsatlar bulunduğu sürece beyin göçünün önünde durulamayacaktır. Türk insanının refah seviyesini, sosyo ekonomik yaşam kalitesini artırmak bilim ve teknolojideki değerlerimizi yükseltmemize de bağlıdır. Bunu da işte yetiştirdiğimiz beyinlere sahip çıkarak başarabiliriz. Hepimizin çok sık tekrarladığı bir söz çok kıymetli aslında; '' İnsana ve eğitilmiş insana yapılan yatırım en önemli yatırımdır.'' Türkiye, 2023 yılında ihracatını 500 milyar USD'a çıkatma hedefi koymuştur. Bu rakamlara da ancak inovatif teknoloji ve bilim üreterek ulaşılacaktır. Anadolu'da yaygın bir cümle kullanılır: ''Memleket; doğduğun yer değil, doyduğun yerdir'' ifadesi çok manidardır. Yurtdışında ''çalışan'' Türk sayısının 3 milyon olduğu, bunun da yüzde 12'sinin üniversite mezunu olduğu bilinmektedir. Türkiye gelecek yıllarda üretim teknolojileri, bilim diasporasını birleştirmeli ve iletişim altyapısını oluşturmalıdır. Ülkelerin ve şirketlerin uzun vadeli zirvede söz sahibi olmalarında en etkili unsur; ellerinde bulunan nitelikli, güçlü, başarılı, kalifiye insan gücü ile doğru orantılıdır. Nitelikli işgücü ile sürdürülebilir başarı yakalanacaktır. Bu konuda son yıllarda kurulmuş, T.C Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığımıza büyük görevler düşmektedir. Yeni kurulmuş olmasına rağmen bu görevi birçok koldan ve disiplinden başarı ile yürütmektedirler. Aynı zamanda T.C Dışişleri Bakanlığımızın yanısıra yurtdışında her geçen gün sayıları artan Yunus Emre Enstitüleri de geniş çalışma alanlarına sahiptirler. Yurt dışındaki beyin gücünün Türkiye ile irtibatını sağlayacak ve güçlendirecek kurumlardır bunlar. Türkiye'nin yurt dışında çalışan genç beyinlerini ülkeye kazandırmakta İsrail, İngiltere, İspanya ve Yunanistan'dan sonra 5. sırada yer aldığını görüyoruz. Yurtdışındaki beyin gücünün ülkeye kazandırılması hususunda, Türkiye'deki üniversitelerin yeniden reforme edilmesi gerekmektedir. Yüksek lisans ve doktora yapacak kişilerin araştırma ve geliştirme çalışmaları için, gelişmiş ülkelerdeki gibi disiplinli, oturmuş programlar ile sürdürülebilecek imkanlar sağlanmalı. Ülkenin hızlı atılımı ve açılımı açısından doktora eğitimi görenlerin sayısı da artırılmalıdır. Türkiye'deki hocaların, mevcut okullarında ders verirken eş zamanlı olarak yurtdışındaki üniversitelerde de ders verebilmesi kolaylaştırılmalı. Hocalarımız yurt dışındaki bilim ve teknoloji projelerinde, jürilerde yoğun bir şekilde yer almalıdırlar. Dünya'da 200 milyon insanın kendi ülkesinin dışında, başka bir ülkede yaşadığı Birleşmiş Milletler kayıtlarında görüyoruz. AB üyeleri farklı ülkelere göç etmiş beyinleri ülkelerine kazandırmak için ''Araştırmacıların Dolaşımı'' fonu oluşturulmuştur. Bu fonu Türkiye'de kendi beyin gücünü ülkesine kazandırmak maksadı ile TÜBİTAK 6. ve 7. Çerçeve Programı hazırlamıştır. Bu çerçevede öncelikle yurtdışındaki beyin güçlerine ulaşılmış, sonrasında Türkiye'ye gelmeleri için imkanlar anlatılmıştır. İlk etapta Türkiye'ye dönmek isteyenlerin azlığını görüyoruz. Bu çalışmalar istikrarlı olarak sürdürülmeli. Türkiye'ye dönmeyi düşünen araştırmacıların Türkiye'ye ilgisi artırılmalıdır. Türkiye'deki Sosyo Ekonomik Gelişme, Gelecek Araştırmacının ilgisini artıracaktır Dünyada yaşanılan ekonomik kriz beyin göçü konusunda, istikrarlı büyüyen ve gelişen Türkiye'yi avantajlı kılmaktadır. Türkiye'de hak ve özgürlükler, çalışma ortamı, yeni fikirlerin ortaya çıkması, insanların birbirleriyle çalışma kültürleri olgunlaştıkça, eğitim, bilim politikaları insanlara güven vermesi, gelişme devam ettiği müddetce bu süreç daha da derinleşerek hız kazanacaktır.Tersine beyin göçünün benzerini Afrika'da deniyor. Gana, Nijerya, Güney Afrika Cumhuriyeti liderlerinin, özgürlükler ile birlikte kaynakları adil şekilde paylaştırma ve yeni nesil eğitimli Afrikalı gençlere destek sağlama çabalarına devam etmesi durumunda dışarıdaki eğitimli beyinleri geri getirebilmesinden bahsediliyor. Avrupa'da ise Türklerin en yoğun olduğu ülke hiç kuşkusuz Almanya. Almanya ekonomisi zayıflarken burada eğitim görmüş profesyonel Türk - Almanların Türkiye'de iş bulma imkanı da artıyor. 2009 yılında kırk bin Türk ve Türk kökenli Alman Türkiye'ye gelirken, Türkiye'den Almanya'ya gidenlerin sayısı sadece otuz bindi. İşte somut bir örnek. Artık göç trendi tersine dönmüştür. Tabii geri dönüşlerin büyük bir kısmı iş imkanlarının, kültürel etkinliklerin daha geniş olduğu, geldiği ülkeden döndüğünde kültür şokunu yaşamamak için İstanbul'a yerleşme yoğunluk kazanıyor. Türkiye'nin AB ve Amerika'daki yaşama göre daha dinamik olduğu da bir gerçek. İki farklı ülkenin kültür ve yaşam tarzını tanıyan insanın küreselleşen dünyada daha da başarılı olacağı kuşkusuzdur. Henüz iyi eğitimli Türk Almanların potansiyelleri de anlaşılmış değil. Avrupa'dan Türkiye'ye döndüklerinde önyargılarla karşılaştıkları da oluyor. Futbolcu Mesut Özil, yönetmen Fatih Akın veya Yeşiller Partisinin Eş Başkanı Cem Özdemir gibi saygın Türklerin başarıları da ''Almancı'' algısını değiştiremiyor. Türkiye'ye döndüklerinde Türkçe konusunda da ciddi sıkıntı yaşadıklarına şahit oluyoruz. Türk - Belçikalı şarkıcı Hadise'nin İstiklal Marşını okurken pot kırması Türkiye'de bazı kesimlerin öfkelenmesine neden olabiliyor. Yurt dışındaki Türkleri sadece "ekonomik" değer üreten konumda görmekten vazgeçip, empati yapmalıyız. Hala ''Dövizli askerlik'' denilen, gelişmiş dünyada manası olmayan konuyu düzenleme peşindeyiz. Bu konuda gemi batmak üzere biz geminin direklerini boyamakla meşgulüz. Dövizli askerlik bedelinin yüksek oluşundan Türk vatandaşlığından çıkıp bulundukları ülke vatandaşlığını tercih eden gençlerden mi söz edelim? Bu konunun da bir an önce kökten çözüme ihtiyacı vardır. Tersine beyin göçünde; elimizin altında Türkiye'ye ve '' bize '' sadece katma değer üretenlerin mi göç etmesini istiyoruz? Yoksa ülkenin yönetiminde söz sahibi olacak, Türkiye'yi yönetenlerin ortağı olacak tecrübeli ve ilişkileri güçlü konumdakileri de Türkiye'ye göç etmelerini bekliyor muyuz? Hollanda'da Devlet Bakanı, Belçika Bürüksel'de Bakan, Almanya'da Sosyal işler, Kadın, Aile ve Sağlık Bakanı ve Kayseri'li bir kişi Hollanda Feyenoord'da Belediye Başkanı oluyor. Peki bu değerli tecrübeli beyinleri de Türkiye yönetimine ortak olmak üzere davet edecek miyiz? Yosa henüz bu güçlü beyinleri Türkiye'ye davet etmeye hazır değil miyiz? Türkiye entellektüel sermaye erozyonunu lehine çevirecek ortamı oluşturmuştur. Bu konunun üzerine dikkatli, planlı ve hesap ederek gitmelidir. Türkiye'nin 2023 ve 2071 hedeflerinin içerisinde '' Tersine Beyin Gücü Göçü de Yatıyor ''. Mart - Nisan 2013 61 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Kemal Yamankaradeniz Patent Uzmanı Teknolojik Gelişime Destek: Tersine Beyin Göçü K 2023 hedeflerinin gerçekleşmesinde başrol oynayacak olan katma değerli ürün ve patente dayalı üretimin üniversitesanayi işbirlikleriyle gerçekleştirilmesi hiç kuşkusuz en önemli gündemimiz olmalıdır. “İnoversite” adı verilen proje, üniversitelerin inovatif hale getirilmesi ve sanayinin inovasyon ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılması anlamını taşımaktadır. üresel bir köy halini alan dünyamızda teknolojinin gelişmesiyle birlikte üretilen her türlü yeniliğe anında sahip olabiliyoruz. Gündelik hayatımızda kullandığımız tüm ürünlere baktığımızda kullandığımız cep telefonundan bindiğimiz arabaya, bilgisayarımızdan kol saatimize kadar hayatımızdaki pek çok ürün ithal ediliyor. Peki, biz ülke olarak neden yabancı marka ürünleri kullanıyoruz? Yoksa güçlü bir marka oluşturacak teknoloji ya da nitelikli kalifiye elemana sahip değil miyiz? Türkiye olarak bugün hem yeterli teknolojiye hem de nitelikli kalifiye elemana sahibiz. Tek yapmamız gereken üretim metotlarımızı değiştirerek elimizdeki dinamik güçleri ülkede tutabilmektedir. Özellikle ülkemizde yetişen nitelikli bilim adamlarımızın ABD, Kanada, Japonya gibi ülkelere giderek faaliyetlerini burada sürdürmeleri ülkemiz adına büyük bir kayıptır. Dünyaca ünlü uluslararası firmalar, Microsoft, Samsung, Volkswagen, Mercedes hatta NASA’da harikalar yaratan Türk mühendislerimizi düşündüğümüzde elimizdeki kaynağımızı nasıl kullanamadığımızı açıkça görebiliyoruz. önemli gündemimiz olmalıdır. “İnoversite” adı verilen bu proje, İNOVERSİTE PROJESİ Tabii ki hiçbir şey için geç kalınmış değil. Özellikle son 10 yılda gerçekleştirilen sistemli ekonomik programların yanı sıra sanayici ve ihracatçılarımıza sağlanan teşvik ve desteklerle oluşturulan Ar-Ge merkezleri nitelikli bilim insanlarımızın istihdamında önemli rol oynamıştır. Ayrıca 2010 yılında TÜBİTAK öncülüğünde başlatılan “Tersine Beyin Göçü” projesi kapsamında ilk yılda 26 bilim adamımız Türkiye’deki üniversitelerle anlaşma sağlamışlardır. 2023 yılı için hedef koyulan 500 milyar dolarlık ihracat hedeflerinin gerçekleşmesinde başrol oynayacak olan katma değerli ürün ve patente dayalı üretimin üniversite-sanayi işbirlikleriyle gerçekleştirilmesi hiç kuşkusuz en 62 Mimar ve Mühendis üniversitelerin inovatif hale getirilmesi ve sanayinin inovasyon ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılması anlamını taşımaktadır. Proje, başta devletimiz olmak üzere, tüm üniversite ve sanayiciler, meslek odaları, ekonomi birlikleri, STK’ların katılımı ile topyekûn bir çalışma ile gerçekleştirmelidir. Bu noktada Destek Patent olarak 2006 yılından beri devam ettirdiğimiz İnoversite projemizle, ülkemizin teknolojik gelişimi için gerekli olan tersine beyin göçünü destekliyoruz. Bunun için üniversitelerle sürekli yakın ilişki içerisindeyiz. Üniversitelere yönelik “Fikri ve Sınaî Hakların Yönetimi ve Lisanslama” konusunda yaklaşık 14 saatlik bir seminer eğitim programımız var. Bu seminerlerimiz sayesinde üniversitelerde patent bilincinin yerleşmesini hedefliyoruz. PATENT ve MARKA TESCİLİNİN ÖNEMİ Geçtiğimiz yıl yoğun ilgi gören seminerlerde hem akademisyenlere hem de üniversite öğrencilerine patent ve marka tescili konusunda bilgiler verildi. Seminerlerde patent hakkında verilen genel bilgilerin yanı sıra akademisyenlere buluşlarını ne şekilde koruyabilecekleri, hangi buluşlara patent alabilecekleri ve süreçlerin nasıl işlediği anlatıldı. Ayrıca girişimci adaylarına dünya ile rekabette markanın önemi açıklandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen yenilenen Patent Kanunu tasarısında da üniversitelerin patent sahibi olmasına yönelik düzenlemeler sayesinde patent müracaat sayıları ciddi derecede artacak. Ayrıca akademisyenler yaptıkları buluşların karşılıklarını alabilecekler. Dolayısıyla bu alandaki seminerlerimizin patent başvurusu yapmak isteyen akademisyenlere de ışık tutacağından eminiz. Mart - Nisan 2013 63 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. M. Arid Adlı - Dr. Harun Yılmaz TÜBİTAK BEYİN GÖÇÜ ve TÜRKİYE Ü TÜBİTAK bir yandan ülkemizin bilim ve teknoloji alanında gelişmesinde en kritik rolü oynayan insan gücünün yetiştirilmesi için çeşitli destek programları geliştirirken, bir yandan da yetişmiş insan gücümüzü yurt içinde tutmak ve yurtdışında bulunanları yurda çekmek için çalışmalar yapıyor. lke ekonomisinin büyümesinde doğal kaynakların yanında en büyük faktör nitelikli iş gücüdür. Bunun farkında olan gelişmiş ülkeler mevcut insan kaynaklarının yanında bu kaynağa takviye olması ve rekabetin oluşması için önlemler alıyor. Bu önlemlerin başında da nitelikli işgücünün başka ülkelerden göç yoluyla karşılanması geliyor. Gelişmiş ülkeler olarak adlandırılan ABD ve Kanada gibi ülkeler normalde vasat işgücü göçüne yönelik kısıtlar getirmelerine rağmen yüksek nitelikli işgücünün göç yoluyla kazanılması için teşvik edici mekanizmalar geliştiriyor. Bu uygulamalara en iyi örnek olarak, ABD Kongresi’nin 2000-2003 yılları arasında “yüksek nitelikli işgücünün” ABD’de geçici olarak çalışması için gerekli H1B vize adedini 115 binden 195 bine çıkarması verilebilir (Gürak, 2006). “Beyin Göçü” ülkemizin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya bulunduğu temel bir sorundur. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde doğan ve yetişen nitelikli insan gücü, ekonomik ve siyasal kaygılar, uygun araştırma ve iş imkânlarının olmaması, daha iyi bir yaşam özlemi gibi faktörlerin de etkisiyle “doğduğu yerden” ziyade “doyduğu yer” olarak gelişmiş ülkeleri tercih edebiliyor. Hali hazırda yurtdışında bulunanlar da benzer kaygılar nedeniyle yurda dönmeyi etrcih etmeyebiliyor ya da dönüşlerini erteliyor. Nitelikli işgücünün ‘doyduğu’ yerden ‘doğduğu’ yere transferi, çeşitli önlem ve teşviklerle mümkün olabiliyor. “Tersine beyin göçü” olarak adlandırılan bu durumda, gelişmiş ülkelere gidenler daha deneyimli ve tecrübeli olarak ülkelerine dönüyor ve ülke ekonomilerinin gelişmesini pozitif yönde etkileyebiliyor. Bu tür önlem ve teşvikler ile tersine beyin göçünü sağlayabilen ülkelere örnek olarak Çin Halk Cumhuriyeti, Güney Kore ve Hindistan gösterilebilir. Çin Halk Cumhuriyeti Uzun yıllar yurtdışına eğitim amacıyla gönderdiği öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun gittikleri ülkelerden geri dönmemesiyle beyin göçüne maruz kalan Çin Halk Cumhuriyeti, 1990’lı yılların ortalarında almaya başladığı önlemler sayesinde beyin göçünü önemli ölçüde tersine çevirmeyi başarmıştır. Kurulan 70’e yakın endüstri parkında faizsiz kredi ile iş kurma imkânı, vergi indirimleri, kiralanan ofisler için bir yıl müddetle kiradan muafiyet gibi kolaylıkların yanısıra nitelikli elemanlara bulundukları ülkelerde aldıkları maaşların birkaç katı ücret teklif edilmesi bu önlemler arasında sayılabilir.Ekonomik imkânlara paralel olarak, “Çin Bilimler Akademisi” Çinli akademisyenler konuk bilim insanı olarak ülkelerine ders ve seminer vermeye davet edilmiş ve Amerika’da bulunan Çinli akademisyen ve bilim insanı dernekleri kanalıyla buradaki bilim insanlarının Çin’de yürütülen projelere katılımı sağlanmıştır. Ayrıca yurt dışında Çinlilerin yoğun olduğu bölgelerde etkinlikler düzenleyerek, bilgi akışı etkinleştirilmiştir. Çin’deki akademik kurumların gelişmiş ülkelerdeki benzeri kurumlarla ilişki kurmalarını kolaylaştırmak için, Çinli akademisyenlerin bulundukları ülkelerin yanısıra Çin’de de akademik pozisyona sahip olmaları sağlanarak, bu bilim insanlarının her iki ülkede de ders vermeleri sağlanmıştır. Öte yandan, dönüş yapan Çinliler arasındaki iletişimi güçlendirmek için ulusal bir dernek kurularak, tersine beyin göçün süreci hızlandırılmış ve etkinleştirilmiştir. 64 Mimar ve Mühendis GÜNEY KORE Güney Kore, 1980’li yıllarda başlayan ve 1990’larda da devam eden hızlı ekonomik büyüme sonucu yüksek teknoloji kullanımının küresel pazardaki rekabet payını artırdığını fark etmiştir. Bu gelişme, mevcut bilimsel altyapının iyileştirilmesini ve Ar-Ge’ye yatırımın büyük ölçüde artırılmasını tetiklemiş ve bilim insanları için daha elverişli bir çalışma ortamı oluşmaya başlamıştır. Devlet ve özel sektör tarafından araştırma enstitüleri açılarak bilim insanları için Kore’de iş ve kariyer fırsatları sağlamıştır. Araştırma enstitüleri, üniversiteler ve sanayi arasında köprü teşkil edecek bilim şehirleri kurulmuştur. Bunun yanısıra, yurtdışında çalışan Koreliler için kurulmuş olan “Kore Bilim ve Teknoloji Cemiyetleri Birliği” aracılığıyla ‘yurtdışındaki bilim insanlarını istihdam” kampanyası başlatılmıştır. Kampanya kapsamında Kore Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla yurtdışından gelecek araştırmacılara Gayrı Safi Yurtiçi Milli Hasıla’nin 10 katına varan maaşlar teklif edilmiştir. Çalışma ve araştırma koşullarının iyileştirilmesiyle, 1980’lerde Koreli araştırmacılar ülkeye geri döndürülmeye başlamış,1996 verileriyle 2 bin 500’e yakın bilim insanı,kalıcı ya da geçici olarak Kore’ye dönüş yapmıştır. 2005 yılı verilerine göre ise Kore’de doktora derecesine sahip 140 bin kişinin yüzde 22’si doktora derecelerini yurtdışından almıştır (Jin, Lee, Yoon, Kim, ve Oh, 2006). 1999 yılında başlatılan program kapsamında, öncelikli alanlarda gerek nitelikli işgücü açığını belirlemek ve açığın kapatılmasını yurtdışındaki kaynaklardan sağlamak amacıyla “Beyin Havuzu” ismi verilen bir envanter çalışması yapılmıştır. Bu şekilde yurtdışında yaşayan Koreli araştırmacıların uzmanlık alanları ve bulundukları yerlerin bir haritası çıkarılmış ve bu araştırmacılar Kore’ye davet edilerek, Kore’deki yerleşik araştırmacılarla işbirliği ağının, bağımlılığın ve etkileşimin artırılması sağlanmıştır. HİNDİSTAN 1970’lerde patent yasası ve devlet yatırımlarının artmasıyla Hindistan’da teknolojik kapasite artışı tetiklenmiştir (Kale ve Little, 2007). Ekonomideki olumlu gelişmelerin yanı sıra yurtdışında yaşayan nitelikli işgücünün ülke için öneminin farkına varılmasıyla, 2000 yılında “Diaspora Yüksek Kurulu” kurulmuş ve yurtdışındaki Hintlilerin ülke ekonomisine katkıda bulunmaları için politikalar oluşturmuşlardır. Bu çerçevede, ‘9 Ocak’ tarihi “Yurtdışındaki Hintliler Günü” olarak ilan edilerek, başarılı Hintlilere verilmek üzere ödüller geliştirilmiştir. Ayrıca, Hindistan Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, yurtdışındaki insan kaynaklarının tespiti, girişimciliği teşvik, uluslararası bilimsel projelere katılımın artırılması, Hindistan’ın Ar-Ge çalışmaları ile ilgili ününün artırılması ve üniversiteler ile yurtdışındaki mezunları irtibatlarının sürdürülebilir bir seviyede kurulmasını amaçlayan bir web sayfası kurmuştur. Bu çabaların yanı sıra, ülkelerine dönen Hintliler için cazip çalışma koşullarının oluşturulması için, bilim ve teknoloji alanlarında insan kaynakları yönetiminde, performans yönetimi, performansa endeksli kazanç, hisse senedi opsiyonu gibi yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir. TÜRKİYE’DE DURUM Son yıllara kadar üzerinde fazla düşünülmeyen beyin göçü konusu, gelişen ekonomimizle birlikte yetişmiş insan gücüne ihtiyacın artacağı düşünüldüğünde ülkemiz için kritik bir başlık olarak karşımıza çıkıyor. Yurtdışında bulunan ve Türkiye’ye geri dönmeyi düşünmeyen önemli sayıda Türkiye vatandaşı bilim insanı bulunuyor. Bir yandan da yurtdışında eğitim görmeyi ve çalışmayı seçenlerin sayıları da “Beyin Göçü” ülkemizin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya bulunduğu temel bir sorundur. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde doğan ve yetişen nitelikli insan gücü, ekonomik ve siyasal kaygılar, uygun araştırma ve iş imkânlarının olmaması, daha iyi bir yaşam özlemi gibi faktörlerin de etkisiyle “doğduğu yerden” ziyade “doyduğu yer” olarak gelişmiş ülkeleri tercih edebiliyor. artarak devam ediyor. ABD Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation -NSF) verilerine göre; Türkiye, ABD’ye Fen ve Mühendislik alanlarında doktora yapmak üzere giden öğrencilerin ülke sıralamasında; Hindistan, Çin, Güney Kore ve Tayvan’dan sonra en fazla öğrenci gönderen ülke (2012). Geri dönüşü özendirici önlemler yetersiz kaldığı sürece yurt dışında bulunan bilim insanlarımız bulundukları ülkelerde kalmayı tercih etmeye devam edecektir. Yurtdışında doktora yapmış kişiler yurda döndüklerinde tecrübelerine uygun pozisyonlar bulmakta zorluk çektiklerinde geri dönüşü mümkün olduğunca erteleyecektir. Bazı üniversitelerde yer alan teknoparklarda şirket kurma olanakları bulunsa da, bu konuda verilen teşvikler yukarıda bahsedilen ülke örneklerine kıyasla yeterli değil. Dolayısıyla, teknoparklar geri dönüş konusunda yeterli etkiyi gösteremiyor. Bu gerçeklerden hareketle, TÜBİTAK son birkaç yıl içinde yürürlüğe koyduğu bazı uygulamalar ve sağladığı destek programları ile bir yandan yurt içinde kalmayı daha cazip hale getirmek bir yandan da yurt dışındaki yetişmiş insan gücümüzün yurda dönüşlerini teşvik etmek yönünde bazı önemli adımlar attı. Mart - Nisan 2013 65 DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TÜBİTAK’IN ÇALIŞMALARI TÜBİTAK bünyesinde beyin göçüne durdurma ve tersine çevirme yönünde yürürlüğe konan uygulamalar ve sağlanan destekler özetle şu şekildedir. TÜBİTAK Başkanlık ve enstitülerinde doktoralı elemanlara istihdam önceliği tanınmaktadır. Ayrıca, çalışanlarını yüksek lisans ve doktora yapmaya teşvik etmekte ve bu yönde kolaylıklar sağlamaktadır. “2221-Konuk veya Akademik İzinli (Sabbatical) Bilim İnsanı Destekleme Programı” ile üniversitelerin yanısıra kamu ve özel kuruluşlara yurt dışından seçkin bilim insanları ve araştırmacıları davet ederek istihdam etmeleri için destek sağlanmaktadır. “2232-Yurda Dönüş Araştırma Burs Programı” ile T.C. uyruklu araştırmacıların yurtdışından Türkiye’ye dönmelerini teşvik etmek ve çalışmalarını yurt içinde kamu veya özel sektörde sürdürebilmeleri için destek verilmektedir. “2236-Uluslararası Deneyimli Araştırmacı Dolaşım Destek Programı” ile ülkemizdeki kamu veya özel sektörde, ihtiyaç duyulan bilim insanı/araştırmacı açığının kapatılması ve bilim üretimine katkıda bulunulması için yurt dışındaki üniversitelerde ve/veya araştırma kuruluşlarında çalışan seçkin bilim insanlar/araştırmacıların araştırmalara katılmak ve teknolojik yenilikler getirmek amacıyla yurt içinde istihdamına Avrupa Birliği katkısı ile destek sağlanmaktadır. “3501-Kariyer Programı” ile kariyerlerine yeni başlayan yurt dışı veya yurt içindedoktorasını henüz yeni tamamlamış başarılı genç bilim insanlarının ülkemizde çalışmalarını proje desteği verilerek teşvik edilmektedir. “2216-Yabancı Uyruklular için Araştırma Burs Programı” ile yabancı uyruklu bilim insanlarının gerek doktora sırası gerekse doktora sonrasında Türkiye’deki üniversite ya da araştırma kurumlarında araştırma yapmaları için burs ve destek sağlanmaktadır. “2218-Yurtiçi Doktora Sonrası Araştırma Burs Programı” ile doktorasını yurt dışında yapmış olan bilim insanlarımızın yurt içindeki üniversitelerimizde araştırma yapmaları desteklenmektedir. TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı (BİDEB) tarafından yürütülen “Bursun Hazır Programı” kapsamında üniversitelerimizde lisans eğitimi gören ve son sınıfının birinci yarısını tamamlamış üstün başarılı öğrencilere mezuniyetlerinden sonra bir yüksek lisans programına kaydolmaları halinde yurtiçinde doktoralarını tamamlayıncaya kadar burs verilmektedir. ABD, Japonya ve Avrupa ülkelerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda ülke ile yapılan ikili antlaşmalar çerçevesinde bilim insanlarının değişimi desteklenmektedir. Avrupa Birliği Çerçeve Programları bünyesinde TÜBİTAK tarafından yürütülen “Kişiyi Destekleme Özel Programı” kapsamında Avrupa Birliği dışındaki gelişmiş ülkelerde çalışmakta bulunan bilim insanlarının Türkiye’deki kuruluşlarda araştırma projeleri başlatmaları halinde proje süresince personel maaşları ve diğer proje giderleri karşılanmaktadır. Araştırma ve yenilik faaliyetlerini yurt dışında sürdürmekte olan ve alanlarında önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarımızın Türkiye'deki Ar-Ge paydaşları ile biraraya gelmelerini sağlamak için Yurtdışındaki Türk Bilim İnsanları Kurultayı düzenlenmektedir. 66 Mimar ve Mühendis Araştırma ve yenilik faaliyetlerini yurtdışında sürdürmekte olan ve alanlarında önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarımızın Türkiye'deki Ar-Ge paydaşları ile biraraya gelmelerini sağlamak için yurtdışındaki "Türk Bilim İnsanları Kurultayı" düzenlenmektedir. Yurtdışında yaşayan Türk bilim insanlarını biraraya toplayan veri tabanı oluşturulmuştur. Düzenli olarak güncellenecek veri tabanı sayesinde Türk bilim insanlarının kendi aralarında ve Türkiye ile koordinasyon sağlaması amaçlanmaktadır. TÜBİTAK Teknoloji ve Yenilik Destek Programları Başkanlığı (TEYDEB) bünyesinde sağlanan sanayi Ar-Ge destekleri kapsamında, firmalar projelerinde doktoralı eleman çalıştırmaları halinde bu elemanların ücretleri yüzde 100 oranında desteklenmektedir. “1512-Bireysel Girişimcilik Aşamalı Destek Programı” ile genç girişimcilerin, teknoloji ve yenilik odaklı iş fikirlerini, katma değer ve nitelikli istihdam yaratma potansiyeli yüksek teşebbüslere dönüştürebilmeleri için, fikir aşamasından pazara kadar olan faaliyetlerin desteklenmesi, böylece nitelikli girişimciliğin özendirilmesi ve uluslararası rekabet gücü olan, yenilikçi, teknoloji düzeyi yüksek ürün ve süreçleri geliştirebilen Ar-Ge yoğun başlangıç firmalarının oluşturulması desteklenmektedir. Yurtdışında yaşayan Türk bilim insanlarını biraraya toplayan veri tabanı oluşturulmuştur. Düzenli olarak güncellenecek veri tabanı sayesinde Türk bilim insanlarının kendi aralarında ve Türkiye ile koordinasyon sağlaması amaçlanmaktadır. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu tarafından otomotiv, makine imalat teknolojileri, bilgi ve iletişim teknolojileri, savunma, uzay, enerji, su, gıda, sağlık alanları öncelikli alanlar olarak belirlenmiştir. Bu alanlara yönelik TÜBİTAK TEYDEB tarafından “1511-TÜBİTAK Öncelikli Alanlar Araştırma Teknoloji Geliştirme ve Yenilik Projeleri Destekleme Programı” kapsamında; belirlenen öncelikli alanlarda hedef ve ihtiyaç odaklı, izlenebilir sonuçları olan projeler desteklenmektedir. TÜBİTAK Araştırma Destek Programları Başkanlığı (ARDEB) tarafından yürütülen “1003 - Öncelikli Alanlar Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı” ile öncelikli alanlarda sonuç odaklı, izlenebilir hedefleri olan, ilgili bilim/teknoloji alanlarının dinamiklerini gözeten ve yurt içinde yapılan Ar-Ge projeleri desteklenmekte ve bu projeler arasında eşgüdüm sağlanmaktadır. Ayrıca TÜBİTAK BİDEB tarafından yürütülen “2211 Yurt İçi Lisansüstü Burs Programı” ile öncelikli alanlarda yapılan lisansüstü tezlerine destek verilmektedir. BEYİN GÖÇÜNÜ ENGELLEMEK İÇİN ALINAN DİĞER TEDBİRLER TÜBİTAK’ın beyin göçünü yavaşlatmaya ve tersine çevirmeye yönelik aldığı tedbirlerin yanısıra alınması gerekli diğer bazı tedbirler de şunlardır: Akademik kurumlardaki maddi imkânların düşük olması yurt dışındaki bilim insanlarımızda bu kurumlarda görev almaya karşı isteksizlik oluşturduğundan ücretlerin bulundukları ülkelerdeki yaşam standartlarını Türkiye’de sürdürebilecekleri seviyelere çıkarılması, Yurtdışında doktora yapan bilim insanlarımıza TÜBİTAK dışında, akademik kurum ve enstitülerde de istihdam önceliği tanınması ya da en azından bu şahıslar için belli oranlarda kontenjanlar ayırılması, Ar-Ge’ye ayrılan payın artış oranının devam ettirilerek gelişmiş ülkelerdeki seviyeye ulaşma sürecinin hızlandırılması, Yurt dışından gelecek elemanların istihdamında karşılaşılan bürokratik işlemlerin kolaylaştırılması, Ülkemiz ile yurt dışındaki akademik ve araştırma kurumları arasında eleman değişiminin teşvik edilmesi. Bu tedbirlerin ivedilikle alınması ve kararlılıkla sürdürülmesi sonucunda Türkiye’de de beyin göçünün azaltılması ve tersine çevrilebilmesi mümkün olabilecektir. Referanslar Gürak, H. (2006). Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi, Ekin Yayınevi. Jin, M., Lee, S., Yoon, H., Kim, N., & Oh, H. (2006). Careers of Korean PhDs with Degrees of Foreign Countries and the HRD Policy of the Highly Skilled in Korea. Seoul, Korea: Korea Research Institute for Vocational Education and Training. Kale, D. & Little, S. (2007). From Imitation to Innovation: The Evolution of R&D Capabilities and Learning Processes in the Indian Pharmaceutical Industry', Technology Analysis and Strategic Management, Vol.19, Issue 5, pp. 589-609. National Science Foundation (2012).Science and Engineering Indicators. http://www.nsf. gov/statistics/seind12/pdf/c02.pdf. Tanyıldız, Z. E. (2012). Türk Bilim ve Teknoloji Sektörlerine Geri Dönüş Araştırması (2232 Programı Sonuç Raporu). Ankara. Mart - Nisan 2013 67 GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS "ve Kudüs şehri, gökte yapılıp yere indirilen şehir Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri…” Sezai Karakoç “Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah Yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.” İsra Suresi 1. Ayet "Allah’tan başka İlah yoktur ve Hz. İbrahim de O’nun dostudur" Kudüs’ün Şam kapısındaki kitabe yazısı TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS > YUNUS EMRE TOZAL Harita Mühendisi Kudüs, insanlık tarihiyle başlayan mübarek şehir. Kudüs, İslamiyet'in, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kutsal şehri. Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi. Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Yusuf... Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sav) ve adını bildiğimiz, bilemediğimiz daha nice peygamberin gelip geçtiği mukaddes topraklar… Kudüs, dünyanın merkezi kabul edilen mukaddes, masum ve mahzun şehri… Her taşında insanlık tarihinden izler bulduğumuz tarihi Kudüs şehrini Mimar ve Mühendisler Grubu olarak 23-27 Ocak 2013 tarihlerinde ziyaret ettik. B eş günlük ziyaretimiz boyunca Kudüs'ü ne kadar mahzun bir halde bıraktığımızın farkına vardık. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Filistin Cephesindeki yenilgiler sonucu şehrin zarar görmemesi için İngilizlere kan dökülmeden teslim edilen Kudüs, o günden beridir halen savaşın ve kavganın devam ettiği dünyanın en eski medeniyetlerini barındıran bir şehir. KUDÜS: PEYGAMBERLER ŞEHRİ Kudüs, bir Peygamberler şehri. Peygamberler, Allah’ın mübarek kıldığı bu topraklarda görev yapmışlar. Resul-i Ekrem, sadece üç mescid için yolculuk sıkıntısına katlanılabileceğini buyurmuş. Bunlardan ilki Mekke’de, Kabe’nin yer aldığı Mescid-i Ha68 Mimar ve Mühendis ram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve üçüncüsü Mescid-i Aksa. (Buhari) Efendimizin Miraç yolculuğundaki ilk durağı olması bakımından da Kudüs ve Mescid-i Aksa ayrıca büyük önem arz ediyor. Kudüs, tarih boyunca birçok devletin yönetimi altına girmiş, yedi defa el değiştirmiş. M.Ö. 5000 yıllarında Arapların en eski kabileleri Yabusiler'den M.Ö. 1049'da Yahudilere, Farisilerden Yunanlılara, Bizanslılardan Müslümanların eline geçen şehir, birçok medeniyetin beşiği olmuş. Eriha'dan Yafa'ya ya da diğer şehirlere giderken yollarda eski medeniyetlerden kalan kalıntılar görüyorsunuz. Ancak Kudüs, hiçbir zaman 634 yılında Hz. Ömer'le birlikte fethedildiği dönemdeki İslam medeniyetinde yaşadığı huzuru ve sükunu bulamamış. Bugün Hz. Ömer’in (r.a.) bıraktığı izler hâlâ sımsıcak… HZ. ÖMER'İN (R.A.) KUDÜS FERMANI Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’e geldiğinde Yafa Kapısı’ndan içeri girer ve namaz kılar. Namaz kıldığı yere bir camii inşa edilir ve adına da Hz. Ömer Camii verilir. Harem-i Şerif’in dışında, 500 metre batıda yer alan Hz. Ömer Camii bize Hz. Ömer’le ilgili çok manidar bir olayı da hatırlatıyor. Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki İslâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan Patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. Anlaşmayı bizzat İslam ordusunun emiriyle gerçekleştirmek istiyordu. Ebu Ubeyde, “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim,” deyince patrik “Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim,” diye ısrar ediyordu. Bunu haber alan Hz. Ömer, Medine’de yerine Hz. Ali’yi vekil tayin edip yola çıkmıştı. İki yolcu... Sadece bir binekleri var. Bineğe sırayla biniyorlar. Kudüs’e doğru ilerliyorlar. Biri efendi, diğeri köle... Tepeye ulaşıyorlar. Hz. Ömer binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada “Tekbir Dağı” adını alıyor ve hâlâ bu adla anılıyor. Binme sırası kölede... Köle itiraz ediyor: “Köle bineğin üzerinde, efendisi hayvanın yularını tutmuş vaziyette şehre girmek uygun olmaz. Bu da zaferimize gölge düşürür” diyor. Adalet timsali Hz. Ömer, “sıra seninse senindir” diyor. Hıristiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere Şam Kapısında toplanıyor. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyorlar. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor ve: “Yazıklar olsun size...” diye haykırıyor; “Allah’tan başkasına secde edilmez.” Ve halka kendisinin köle, devlet başkanının yuları tutan kişi olduğunu söylüyor. Patrik bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Hz. Ömer neden ağladığını soruyor. “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Allah’a and olsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andır. Adaletin hakimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim,” diye cevap veriyor. Kudüs bize hiç de uzak değil. Elimizi uzattığımızda dokunabilecek kadar yakın. Ancak ne yazık ki iç dünyamızdan o kadar uzaklaştırmışız ki bu mukaddes beldeyi. Bugün Kudüs mahzun, boynu bükük; kopuk ve bölünmüş hayatlar hüküm sürüyor burada. Daha geçtiğimiz hafta 2 Filistinli gencin şehit edildiği haberini almıştık. Burada hem Müslüman halk, hem de gayrimüslim halk İslam'ın adaletine hasret. HZ. İBRAHİM’İN ŞEHRİ İŞGAL ALTINDA El Halil şehri Kudüs'ün güneyinde bulunan, bölgenin en hareketli şehri. Yahudi yerleşimciler tarafından kuşatılmış olan El Halil şehri, ismini de Hz. İbrahim'in türbesinin bulunduğu Halilurrahman Camii'nden alıyor. 1994 yılında İsrailli sapık bir doktor, Halilurrahman Camii'ne gelir, taramalı tüfeğiyle 28 Filistinliyi şehit eder ve orada linç edilir. Bunun üzerine bölgeye bir anda çok Mart - Nisan 2013 69 GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS sayıda asker biriktiren İsrail, camiyi kontrol altına alır ve o gün bu gündür camide bulunan peygamber türbelerini de yılda 6 defa sadece özel gün ve gecelerde açar. Biz de Mevlit Kandili'nin hemen ertesi gününe bu şehre tevafuken geldiğimiz için peygamber kabirlerini ziyaret ettik. Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. İshak ve Hz. İbrahim (as)'ın ve eşlerinin kabirlerini tüm El Halil şehrindeki Filistinlilerle birlikte ziyaret ettik, dualar okuduk, camide yapılan sohbete katıldık. şehrin ileri gelen alimlerinden vaazlar, ilahiler dinledik. Bizi gören Filistinliler öyle seviniyorlar ki, gerçekten o insanların gözlerindeki o masumiyeti hissedebiliyorsunuz. Osmanlı'nın Filistin'den çekilmek zorunda kalışından itibaren Filistin topraklarında zulüm hiç bitmemiş. Filistinliler 2010 Mavi Marmara Olayına kadar hiçbir devletten dünyada gündeme gelecek şekilde yardım ve destek alamamış. Mavi Marmara burada maddi ve manevi birçok kapının açılmasına vesile olmuş. Mavi Marmara sadece Gazze'nin Mısır kapısını temelli açmakla kalmadı, tüm dünyanın gözünü ve vicdanını da bu topraklara; buralarda işlenen katliamlara, bir milletin yok edilişine çevirdi. Buradaki insanlar içinse bitmiş 70 Mimar ve Mühendis olan umutları alevlendirdi, arkalarında bir devletin, hem de Osmanlı'dan yani zamanında kendilerine hamilik eden devletin varlığını hissettirdi. Halilurrahman Camisi'nde namazımızı eda edip El-Halil şehrinin çarşılarını geziyoruz. Sergilediği malları satmaya çalışan yerel halkın durumu, Kudüs’ün de genel olarak sosyo ekonomik yapısını gösteriyor. Hiçbir ekonomik gücü kalmamış Filistinliler, buna rağmen mutlular, şen ve şakraklar. Samimiler, İslam'ı gerçekten yaşamaya gayret ediyorlar, yaşıyorlar da. Gözlemlediğimiz kadarıyla da bu açıdan diğer Arap ülkelerindeki halklar gibi değiller. Suriye ya da Mısır gibi değiller mesela, İslam'a karşı daha duyarlı ve bilinçliler. KUDÜS: OSMANLI ADALETİNE MUHTAÇ ŞEHİR 2. gün Kudüs'te geziyoruz. Sultan Süleyman Caddesi eski Kudüs’ün simgelerinden biri. Her Kudüslünün hafızasında Selahaddin Eyyubi ismi büyük bir anlam ifade ediyor. 2 Ekim 1187'de Kudüs'ü alarak kentte 88 yıl süren işgale son veren Selahaddin Eyyubi, bölge etrafında fetihlerden sonra gösterdiği müsamaha, merhamet ve insanlıkla da tüm dünyaya örnek olmuş, kendisinden sonra gelecek nesillere de müthiş bir birikim bırakmıştı. Şimdilerde görünüş olarak yine Ortaçağı andıran bir şehir Kudüs. Şehirde renkli bina yapımına izin verilmemiş, taşlarla örülü, taş rengiyle yapılan evler göze çarpıyor hemen. Sadeliğin, doğallığın rengi bu evlerden kurulu şehri gördüğünüzde, elinizde cep telefonu ve kameralar, sokaklarda arabalar olmasa, sanki bir Zaman makinesiyle Selahattin Eyyubi' devrine gittiğinizi sanabilirsiniz. Bu evler mahalle mahalle birbirinden ayrılmış durumda. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar iç içe yaşıyorlar. Herkes kendi yerini biliyor gibi gözüküyor ama İsrail'in gün geçtikçe Filistinlilerin elinden mahalleleri nasıl aldığını tüm dünya biliyor. İnsanları kendinden geçirebilecek kadar mistik bir atmosfere sahip kutsal şehir Kudüs'ten ve diğer şehirlerden geçerken en çok gözlemlediğimiz ayrıntılardan biri duvarlar. Burada bir tane duvar yok, birçok duvar var ve bu duvarlar, sanıldığı gibi sadece koruma amaçlı yapılmamış. Filistinlileri de birbirlerinden ayırmış, hatta ilk görevi bu olsa gerek. Bundan 13 sene önce Mescid'i Aksa'da Cuma namazında 300 bin Filistinli Cuma namazı kılabiliyorken, şimdilerde en fazla 20 bin Filistinli namaz kılabiliyor. Çünkü duvarlardan öte tarafa geçmek yasak! İsrail, kontrol noktaları ve duvarlarla Filistinlileri hem psikolojik olarak yıldırmaya çalışıyor, hem de kafasına göre hareket ederek izin verirken birçok Filistinliyi rencide ediyor, soyunmasını istiyor mesela. Araba geçişlerine zaten kapalı olan bu mahalleler, gerçekten içler acısı. Eğer aracınız yeşil ya da yeşilli beyazlı plaka ise -Filistinlilerin araçlarının plaka renkleri hep böyle- bir bölgeden diğer bir bölgeye geçişiniz imkânsız. Düşünün ki Üsküdar ile Çengelköy arasında duvar var ve Çengelköy'deki akrabanızı ziyaret etmeniz imkânsızlaşmış durumda… Mesafeler o kadar birbirine yakın ama aynı zamanda hem psikolojik olarak hem bir gerçek olarak bir o kadar da uzak. Mescid-i Aksa'ya 2 km uzakta oturuyorsunuz ama orada namaz kılamıyorsunuz, ne yaparsınız? Burada gerçekten müthiş bir imtihan ile karşı karşıya Filistinliler ve tüm amaçları El Halil şehrindeki Halilurrahman Camii'nin başına gelenlerin Mescid-i Aksa'ya gelmemesi… Bu uğurda yaşıyorlar, bunun için gayret ediyorlar. İsrail'in amacı da ortada, Mescid'i Aksa'yı yıkmak ve yerine Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek… Burada taşlar konuşuyor, şehrin bir daha harabeye dönmemesi için Kanuni tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Kudüs surlarındaki taşlar, her gün kaç Filistinlinin Mescid-i Aksa için canını verdiğine şahit oluyor. MESCİD-İ AKSA NE DEMEKTİR? Kalabalıkların arasında Şam Kapısı’ndan giriyoruz. Bu kapıdan içeri girince gerçek Kudüs’e adım atmış oluyoruz. Dosdoğru ilerlediğimizde karşımıza Mescid-i Aksa çıkıyor. Ama Mescidi Aksa’nın kapısına varmamız içeri girmemiz anlamına gelmiyor. Burada İsrail polisinden onay almamız gerekiyor. İsrail kontrol noktalarında hem siyahi (dışarıdan, özellikle de Afrika'dan getirilen paralı askerler) hem normal İsrail askerleri nöbet tutuyor. Burası Harem-i Şerif... İlk kıblemiz. Ayrıca, Kudüs’te yaşayan tüm Müslümanların buluşma yeri... Bir sığınak, bir özgürlük alanı, bir varlık göstergesi. Genç, ihtiyar, kadın, erkek, her yaştan Kudüslü burada toplanır. Kudüs’ün nabzı burada atıyor. Mescid-i Aksa ve hemen karşısında kubbesi som altından yapılan görkemli Kubbet-üs Sahra’nın çevrelediği Harem-i Şerif’in içindeyiz. İslam âleminin en kutsal mabetlerinden Mescid-i Aksa karşımızda duruyor... 6 Osmanlı padişahının sürekli yenileyerek ayakta tuttuğu bu yapının bu günkü kubbesi 1752’ de III. Osman döneminde yaptırılmış. Mescid'i Aksa ile Aksa Mescidi arasındaki farka özellikle değinmemiz gerekiyor. Mescid-i Aksa dediğimiz alan, 144 dönüm bir mekan. Yani Mescid'i Aksa deyince akıllara hemen bir yapı gelmemeli, bir alan gelmeli. İnancımıza göre Peygamber Efendimiz bu alana geliyor miraç gecesi. Burada hangi alana geldiğine dair ise rivayetler var, çok da mühim bir mesele değil. Doğruluk payı olan şey, peygamberimizin bu alana gelmiş olması. Mescid'i Aksa'nın içinde irili ufaklı birçok mabet var. Kubbetu's Sahra bunların en büyük ve en görkemlilerinden. Aksa Mescidi dediğimiz mescidi ise Hz. Ömer (r.a.) yaptırmış. Seyyahların Piri, Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesini okuduğumuzda Mescid-i Aksa’yla ilgili şu bilgilere ulaşıyoruz. “Mescid-i Aksa’ya 800 kişi hizmet etmektedir. Bu muazzam teşkilatı, Osmanlı devletinin servetini sağlamış. Dört mezhebin birer hatibi ve imamı vardır. Elli müezzini bulunur. Sair hizmet erbabını ona göre kıyas ediniz.” Evliya Çelebi’nin verdiği bu bilgilerde elbette aşırılık olabilir, zira rehberimiz Musa Bey de (Biçkioğlu) bu alana en fazla 80 ila 100 ilim halkasının sığabileMart - Nisan 2013 71 GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS ceğini belirtiyor. Mescidi Aksa’nın orijinal temelleri şimdiki caminin birkaç kat altında yer alıyor. Bu temelleri Mescid'i Aksa'nın Yahudilerin Ağlama Duvarı hizasında inceledik. Hz. Süleyman dört bin yıl önce buraya muhteşem bir mabed yaptırmış. Bu mabedin temelleri üzerinde Mescid-i Aksa yapılmış. Mescid’i Aksa'nın alt kısmındaki eski mescide de indik. Buraya eski Mescidi Aksa diyorlar. Zamanında temeller üzerinden yükselen yapıdayız. Burada binlerce yıl önce konulan temel taş kolonlar yavaş yavaş erimeye başlamış. Osmanlılar döneminde Taş kolonların yıkılmaması için etrafı beton direklerle çevrilmiş ama İsrail hükümeti Yahudiler için kutsal sayılan Süleyman Mabedi’nin temellerini bulmak için birçok defa tüneller kazmış, halen de kazmaya devam edildiğini söylüyor Mescid'i Aksa'nın Teknik İşlerinden Sorumlu Müdürü. Mescid-i Aksa’nın altına doğru açılan tüneller düşündürücü… Mescid'i Aksa'yı yalnız bırakışımızın da büyük fotoğrafta bir sonucu… KUBBETÜ-S SAHRA Peygamber Efendimiz (s.av.)’in Miraca yükseldiği kayayı çevreleyen yapı Kubbetü-s Sahra, 7. yüzyılda Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmış. Bugünkü görünümünü Kanuni döneminde almış. Kanuni bu kutsal mabedin dış yüzünü mermer ve çinilerle bezemiş. Mavi yeşil ve sarıyla karışık bu çiniler binaya bugünkü özelliğini veriyor. Yapıya ayrı bir güzellik kazandıran ve Kanuni tarafından 72 Mimar ve Mühendis yaptırılan mermer kaplamalar göz dolduruyor. Binanın üst kısmını saran bir kitabe görüyoruz. Kitabe kuşağı renkli sır tekniğiyle yapılmış. Kuşak Kanuni’nin ismini taşıyor. 1551 yılında yazılmış. Yapının üzerinde hem Yasin Suresi hem İsra Suresi tamamıyla yazılmış. Bu yapı içinde yer alan Asılı Duran Taş anlamına gelen Hacer-i Muallak, rivayete göre hicretten bir sene önce, Miladî 621 yılında Hz. Peygamber (sav)’in üzerine basarak Mirac’a yükseldiği kayadır. Bir dönem Kubbet-üs Sahra’yı Haçlılar ele geçirmiş. Burayı kiliseye çevirmişler. Daha sonra Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü fethettikten sonra burayı kilise olmaktan çıkararak, cami olarak ziyarete açmış. Bugünkü görünümüne ise Osmanlı padişahları tarafından birçok kez yapılan tamirat ve eklemelerle kavuşmuş. Kubbet-üs Sahra başta Sultan Birinci Abdülhamid olmak üzere II. Mahmut Abdülaziz ve son olarak 1894’te İkinci Abdülhamid tarafından büyük masraflarla yenilenmiş. MESCİD'İ AKSA'DA BİR UMUT: BURUC'U LAK LAK DERNEĞİ Seyahatimizin son gününde tevafuken Mescid'i Aksa'da tanıştığımız Muhammed Bey bizi Buruc-u Lak Lak Derneği'ne davet etmişti, dernek tarihi Kudüs şehrinde Mescid'i Aksa'ya 1-2 km'lik yakınında, Mescid'i Aksa'ya en yakın mahallelerden biri, kuzey tarafında tepe bir bölgede kalıyor. Kubbetüs Sahra net bir şekilde görülüyor. Bu mahalleyi İsraillilere vermemek için direnmişler bu bölgede yaşayan Filistinliler. Çok ciddi bir gayret göstermişler ve bu bölgeyi koruyabilmişler. Bölgede evler 40-50 m2. Beş çocuklu bir Filistinli aile bu evde sadece akşam 12 ile sabah 6'ya kadar vakit geçirebiliyor. Geri kalan zamanlarda böyle bir evde vakit geçiremeyen tüm mahalle bu dernekte toplanıyor. Tüm anneler eğitmen, tüm çocuklar öğrenci! 400'e yakın çocuk burada ilkokul, ortaokul ve liseyi okuyorlar, ders çalışıyorlar. Dersini bitirenler halı sahada futbol basketbol oynayabiliyor, internet kafelerinde oyun oynayabiliyor. Kısacası bu dernek, bu mahallenin nefes aldığı yer. Küçük ama içine girdiğinizde çok büyük bir dünya burası. Hayallerin, umutların diri tutulduğu, ümitlerin söndüğü bir dernek. Futbol oynayan çocukların üzerinde bir Türk işadamının hediye ettiği formalar var. Formanın üzerinde Çanakkale'de şehit olan Filistinli şehitlerin isimleri ay yıldızlı bayrakla yazılmış. Bu duygu, Filistinlilerle Türklerin arasındaki o muhteşem duyguları ve hisleri de anlatmaya yeterli. MESCİD'İ AKSA NEDEN YETİM? KUDÜS BİZDEN NE BEKLİYOR? Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra İsrail'in henüz altmış beş yıllık ömründe altı büyük savaş bulunuyor. Bunların birincisi 1948'de İsrail'in kuruluşuyla birlikte patlak veren savaş, ikincisi 1956'da bu ülkenin Fransa "Yardım derneklerinin projelerine dahil olmayı ve teknik destek sağlamayı hedefliyoruz. Sonuçta insanlar yardım yapıyor ve artık kalıcı çözümler üretilmesini istiyorlar." ve İngiltere'nin desteğiyle Mısır'a karşı açtığı savaş, üçüncüsü 1967'de ABD desteğinde Mısır, Suriye ve Ürdün'e karşı gerçekleştirilen savaş, dördüncüsü 1968'de Ürdün'e saldırı, beşincisi 1973'te İsrail tarafından başlatılan Arap-İsrail savaşı, altıncısı da 1982 Lübnan işgalidir. Bu ülkenin tek taraflı olarak komşularına karşı saldırılar da eklenince İsrail'in savaşsız bir gününün geçmediğini görüyoruz. Buna karşın Filistin halkı da sürekli bir bağımsızlık mücadelesi verdi. En geniş çaplı mücadele 8 Aralık 1987'de Filistin İslâmi Direniş Hareketi'nin öncülüğünde başlatılan intifadadır. İsrail'in intifadayı durdurmak için başvurduğu uygulamaların hiçbiri sonuç vermedi. Bunun üzerine gerçekte Filistin halkını temsil etmeyen bazı kişileri karşısına alarak onlarla barış görüşmeleri yapmaya başladı. Filistin meselesinin barış yoluyla bir çözüme kavuşturulması için görüşmelere 1991 Ekim'inde İspanya'nın başkenti Madrid'de başlandı. 1992'de de devam edildi. Ancak bütün yıl boyunca aralıklı olarak değişik yerlerde gerçekleştirilen barış görüşmelerinden herhangi bir sonuç alınamadı. Türkler Kudüs’e büyük önem verdi tarih boyunca. Özellikle Osmanlı Devleti Yavuz Sultan Selim'in 1516'daki Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin, Osmanlı devletine bağlandı. Osmanlılarla birlikte bu topraklarda kesintisiz 401 yıl süren Türk-İslam medeniyeti hüküm sürdü. Osmanlılar vakıflar kanalıyla eski dönemlerden kalan eserleri sürekli tamir ederek ayakta tuttu. Yeni yapılarla Kudüs’ü imar ve ihya ettiler. Kudüs seyahatimizde bugün bu eserlerin çoğunu görüyoruz. Osmanlılarla birlikte bu topraklarda kesintisiz 401 yıl süren Türk-İslam medeniyeti hüküm sürdü. Selahaddin Eyyubi Hıttin Savaşı’nın ardından Peygamberimizin Miraca yükseldiği gecede Kudüs'e girerek 88 yıl Haçlı işgalinde kalan şehri işgalden kurtarması, tarihimizde çok önemli bir hadisedir. Haçlılar 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında tüm Müslümanları kat- letmişler ve bu yüzden Selahaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını korkuyla beklemişler ve kendilerine yapılan muameleye de inanamamışlardır. Selahaddin Eyyubi'nin kentteki Hıristiyanların hiç birine dokunmayışı, Peygamberimizin Mekke'yi fethettiğinde hiç kimseye zorlukla muamele edilmemesindeki hikmetti. Selahaddin Eyyübi işte o hikmeti yeniden yaşatan isimdir Kudüs'te. Bugün Kudüs'te yaşayanlar Osmanlı adaletini arıyor. Asırlar geçse de Osmanlının tesis ettiği barış ve adalet insanların dilinde. Asırlar geçse de Osmanlının tesis ettiği barış ve adalet insanların dilinde. Bugün Kudüs’te yaşayanlar Osmanlıdan övgüyle bahsediyor. Osmanlı padişahlarıyla ilgili özellikle Abdülhamit Han’la ilgili övgü dolu sözler bize Osmanlının hafızalarda silinmez izler bıraktığını gösteriyor. Osmanlı Devleti burada hakimiyeti boyunca ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin adaletli bir yönetim izledi. Padişahlar bu mukaddes beldenin üç ilahi dine göre kutsal olduğunu göz önünde bulundurmuş, hakimiyetleri altında bulunan insanlara saygı ve şefkatlerinin bir göstergesi olarak, Kudüs’ün Şam kapısında kale duvarındaki kitabeye "Allah’tan başka İlah yoktur ve Hz. İbrahim de O’nun dostudur" ifadesini yazdırmışlar. Bugün bu mukaddes belde Osmanlı’nın bu adalet ve hoşgörüsüne muhtaç. Mart - Nisan 2013 73 SÖYLEŞİ MURAT ÖZDEMİR YERYÜZÜ MÜHENDİSLERİ BAŞKANI MURAT ÖZDEMİR "YERYÜZÜ MÜHENDİSLERİ, İHTİSASLAŞMIŞ BİR YARDIM KURULUŞUDUR." Yeryüzü Mühendisleri kuruluşunun faaliyet alanları, işbirlikleri, gelecek hedefleri hakkında Yeryüzü Mühendisleri Başkanı Murat Özdemir’den bilgi aldık. Yeryüzü Mühendisleri'nin kuruluşu nasıl gerçekleşti, fikir olarak nasıl ortaya çıktı? “Yeryüzü Mühendisleri” fikri , Mimar ve Mühendisler Grubu'nun İnşaat Komisyonu çalışmaları sırasında ortaya çıktı. O zamanki komisyon başkanımız Yrd. Doç Dr. Ömer Faruk Kültür hocamız ve Şehmus Yıldırım arkadaşımız bu oluşuma fikri olarak öncülük etmişlerdir. Türkiye'de bulunan yardım derneklerinin projelerine mimar ve mühendis destek arayışları, dernekleşme fikrini olgunlaştırdı. Önceki yıllarda Mimar Yavuz Sarı’nın İHH’ya Pakistan’da külliye projesi ve Deniz Feneri derneğine okul projesi yapması, Şehmus Yıldırım'ın Kimse Yok mu Derneği ile Sudan'da su arama çalışmalarında bulunması bizi “Yeryüzü 74 Mimar ve Mühendis > SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL > Fotoğraflar: Emrah Dursun Doktorları”’ndan mülhem bir “Yeryüzü Mühendisleri” yapılanmasını oluşturmaya sevk etti. Türkiye'de bulunan yardım derneklerinde zaman zaman teknik anlamda sıkıntılar yaşanmış. Önceleri afet bölgelerine gıda ve acil barınma yardımıyla başlayan yurt dışı insani yardım faaliyetleri zamanla okul, hastane, yetimhane, cami yaptırma ve su kuyusu açma gibi kalıcı tesis yardımlarına dönüşmüş. Böylece bu tesisler için öncelikle proje olmak üzere teknik nezaret hizmeti ihtiyacı ortaya çıkmış. Bu noktada yardım kuruluşlarımız, ellerinden geldiği kadar çevrelerindeki mimar ve mühendislerden yararlanmaya çalışmışlar ama genel manada bir koordinasyon ve profesyonel takip hizmeti alamamışlar. Böyle bir eksiklik hisse- dilince de bizler Mimar ve Mühendisler Grubu olarak çalışmalarımızı hızlandırdık ve Yeryüzü Mühendisleri'ni bu amaç doğrultusunda ihtisaslaşmış bir insani yardım kuruluşu olarak kurduk. Yeryüzü Mühendisleri oluşumu her ne kadar Mimar ve Mühendisler Grubu bünyesinde başlamışsa da camiamızın diğer mühendislik ve insani yardım kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan kurucularıyla ayrı bir tüzel kişilik olarak dernekleşmiştir. Burada çalışmalarımızın başından beri bizleri destekleyen aynı zamanda kurucu üyemiz de olan Yeryüzü Doktorları başkanı Sayın Kerem Kınık’ın katkılarını da ayrıca teşekkürle zikretmemiz gerekir. Bu işin maddi oluşum şekli. Tabii ki bir de bunun altında bizleri böyle bir oluşma sevk eden manevi dinamikler var. Bildi- ğiniz gibi bizim medeniyetimiz aslında bir vakıf medeniyetidir. Yani bir başka deyişle bir infak medeniyetidir. İnsanların infakla ilgili mükellefiyetleri “rızıklandırıldıkları” şeylerle ilgilidir. Malı olanın malından, zamanı olanın zamanından, fikri olanın fikrinden, ilmi olanın ilminden, çevresi olanın imkanlarından infak etmesi bekleniyor. Yani Allah insanları neyle rızıklandırıyorsa o rızıktan vermesini bekliyor. Yapılan yardım organizasyonlarında zaman, emek ve ekonomik kayıpları önlemek ve amaca yönelik çalışmalar yapmak için ihtisaslaşmış yardım kuruluşlarına ihtiyaç olduğunu düşündüğümüz için söz konusu çalışmalarda sürekliliği, koordinasyonu, verimliliği sağlamak ve uzman bakış açısı ile yardım faaliyetlerini Mühendislik, Mimarlık, Teknik Planlama hizmetleri ile destekleyerek ilmimizin, bilgimizin ve imkanlarımızın bir nevi zekatını, bu şekilde, vermek amacı ile kurulduk. İleriye dönük hedeflerinizde neler var? İlk aşamada yardım derneklerinin projelerine dahil olarak teknik destek sağlamayı hedefliyoruz. Sonuçta o kadar insan yardım yapıyor ve kalıcı çözümler üretilmesini istiyorlar. Bizler de projelerin teknik, mimarlık ve mühendislikle ilgili kısımlarında katkı sağlamayı planlıyoruz. Ama sadece bu projelerle de sınırlı kalmak istemiyoruz. Gittiğimiz yerlerde mühendislik projeleriyle, o bölgenin sorunlarını kalıcı olarak uzun vadede çözecek çalışmalar yapmayı hedefliyoruz. Örneğin Yardım Eli Derneği ile birlikte Somali’de bir inşaat ustası yetiştirme çalışmamız var. Oraya özgü bir müfredat geliştirerek, gittiğimiz bölgeyi ileriki yıllara göre kalkındırabilecek projeler hedefliyoruz… Peki sadece yardım dernekleriyle mi çalışacak Yeryüzü Mühendisleri? Dediğim gibi öncelikli olarak yardım derneklerimizi mevcut yapmakta oldukları veya yapacakları projelere katkı sağlamakla başlıyoruz ancak ileriki aşama- "Yardım derneklerinin projelerine dahil olmayı ve teknik destek sağlamayı hedefliyoruz. Sonuçta insanlar yardım yapıyor ve artık kalıcı çözümler üretilmesini istiyorlar." da Yeryüzü Mühendisleri'nin de ürettiği projeler olacaktır elbette. Ancak bunlar yardım derneklerimizin öncelikli faaliyet alanına girmeyen daha genel ölçekli mühendislik projeleri olacaktır. Yani biz hiçbir zaman bağış toplayıp müstakilen Yeryüzü Mühendisleri olarak bir yerde su kuyusu açma veya bir yere yetimhane yapma gibi bir proje üretecek değiliz. Bunu yardım kuruluşlarımız zaten yapıyor, bu konularda biz onlara teknik olarak her türlü desteği vereceğiz. Bizim üreteceğimiz projeler bir bölgenin içme suyu arıtması veya atıkların bertaraf edilmesi, başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları kullanarak bölgesel enerji ihtiyacının karşılanması gibi daha genel ölçekteki mühendislik projeleri olabilecektir. Ağırlıklı olarak hangi bölgelerde çalışıyorsunuz? Bizim için asıl öncelikli olan, sahipsiz yerlerin sahiplenilmesi… Yani bugün için Afrika gerçekten sahipsiz bir bölge, o yüzden önceliğimiz şu anda Afrika. Ancak Allah kimseye göstermesin ama özellikle afet olma durumunda, veya savaş, kıtlık gibi normal akışın dışında bir gelişme olduğunda öncelikler, coğrafya ve yer açısından, dediğim gibi sahipsiz yerlerin sahiplenilmesi yaklaşımıyla değişiklik gösterebilecektir. Mesela Suriye bir ülke olarak yıkıldı. Suriye'de çok yakında birçok alanda mühendislik faaliyetlerinde ihtiyaçlar doğacaktır. Bunun yanı sıra Türkiye'de de yapacağımız projelerimiz olacaktır. Şu anda Yeryüzü Mühendisleri'nin merkezi neresi? Nasıl bir çalışma formatıyla çalışmalar yapılacak? 1 ay kadar önce Zeytinburnu Merkezefendi'de yeni genel merkezimizi tuttuk. Öncelikli olarak ihtisaslarına göre bu aşamada beş tane çalışma grubu oluşturduk. Bunlar Üstyapı çalışma grubu, Su- Çevre ve Gıda çalışma grubu, Enerji çalışma grubu, Üniversite ve Eğitim çalışma grubu ve Bilişim ve Haberleşme çalışma grubu. Ama zaman içinde farklı ihtiyaçlar doğrultusunda ve bölgelere göre yeni çalışma grupları da oluşturulacaktır. Yeryüzü Mühendisleri Mart - Nisan 2013 75 SÖYLEŞİ MURAT ÖZDEMİR diyoruz ama aramızda mimarlar ve şehir planlamacılar da var. Daha önce de bahsettiğim gibi genel olarak yurt dışında ve yurt içinde, başta Mühendislik, Mimarlık, Teknik Planlama, Enerji, Çevre, Tarım, Afet olmak üzere, benzer konularda, fizibilite, eğitim, danışmanlık, projelendirme, taahhüt, kontrol gibi mühendislik çalışmaları yapmayı hedeflediğimiz için çalışma gruplarımızı da öncelikli olarak bu doğrultuda oluşturduk. Üstyapı Çalışma grubumuz yardıma muhtaç bölgelerde yapılacak olan okul, hastane, yetimhane, geçici ve kalıcı barınma yerleri gibi üst yapı, ulaşım ve yol gibi altyapı ve diğer konularda fizibilite ve uygulama projeleri hazırlamak, uygulamak, projelerin denetimi ve yönetimini yapmak, ve bu konularda meslek edindirme eğitimleri de dahil olmak üzere mesleki eğitimler vermeyi amaçlıyor. Su-Çevre ve Gıda Çalışma Grubumuz, afet bölgeleri ve yardıma muhtaç bölgelerde problemlerin başında gelen su ve gıda temini ile çevre kirliliği ve atıkların bertaraf edilmesi konusunda çalışıyor. Bu bağlamda içme ve kullanma suyu temini için; su araması ve sondajı, suyun taşınması, depolanması, arıtılması ve kullanıma hazır hale getirilmesi ile ilgili proje ve uygulama çalışmaları yapmayı amaçlıyor. Enerji Çalışma Grubumuz, çalışma yapacağımız bölgelerde enerji temini ve yeni enerji kaynakları ve yöntemleri konularında; araştırma yapmak, proje üretmek ve uygulama yapmak gibi hedefler doğrultusunda oluşturuldu. Üniversite ve Eğitim Çalışma Grubumuz, üniversitelerde yapılan Yüksek Lisans ve Doktora projelerinin amaca ve ihtiyaca yönelik olarak programlanması... Yeryüzü Mühendisleri gönüllü ve gönüllü adaylarına gerekli eğitimlerin verilmesi, çalışma gruplarının projelerine bilimsel ve teknik destek verilmesi... Yurtdışında ve yurtiçinde insani yardım çalışmaları yapan yerli ve yabancı yardım kuruluşlarına, Mühendislik Hizmetleri konularında gerekli eğitimlerin düzenlenmesi ve/veya verilmesi ve toplumu mühendislik ve 76 Mimar ve Mühendis Su-Çevre ve Gıda Çalışma Grubumuz, afet bölgeleri ve yardıma muhtaç bölgelerde problemlerin başında gelen su ve gıda temini ile çevre kirliliği ve atıkların bertaraf edilmesi konusunda çalışıyor. Bu bağlamda içme ve kullanma suyu temini için; su araması ve sondajı, suyun taşınması, depolanması, arıtılması ve kullanıma hazır hale getirilmesi ile ilgili proje ve uygulama çalışmaları yapmayı amaçlıyor. afet konularında bilgilendirip, bilinçlendirecek eğitici faaliyetlerde bulunulması doğrultusunda çalışmalar yürütmek üzere oluşturuldu. Bilişim ve Haberleşme Çalışma Grubumuz da gönüllü üyelerimiz, proje paydaşlarımız ve faaliyetlerimizle ilgili bilgi bankası oluşturma üzerine çalışıyor. Çalışma bölgelerinde güncel teknolojileri kullanarak sağlıklı iletişim kanallarını sağlamak, Yeryüzü Mühendislerinin teknolojik altyapısını kurmak, tanıtım çalışmalarını organize etmek ve web tabanlı faaliyetlerini yürütmek gibi alanlara hakim. Faaliyet alanlarınız nelerdir ? Genel olarak faaliyetler alanımızı 4 ana başlık altında topladık. 1. Yurtdışında ve yurtiçinde, yoksulluk, kıtlık, hastalık, savaş ve sel, deprem, yangın, heyelan ve sair gibi her türlü doğal afetlerin mağduru olan yardıma muhtaç insanlara, ırk, din, ideoloji ve inanç ayırımı yapmaksızın her türlü Mühendislik, Mimarlık, Şehir ve Bölge Planlama Hizmetleri, ki biz buna genel manada “Mühendislik Hizmetleri” diyoruz, ile İnsani Yardım faaliyetlerinde bulunmak. Bunu insanlığa karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz. 2. Yurtdışında ve yurtiçinde insani yardım çalışmaları yapan yerli ve yabancı yardım kuruluşlarına, Mühendislik Hizmetleri konularında teknik destek sağlamak, gerekli eğitimler düzenlemek ve/veya vermek, Resmi, Ulusal ve Uluslararası kuruluşlara profesyonel hizmet sunmak. Bunu yardım kuruşlarına karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz. 3. Yurtdışında ve yurtiçindeki tarihi ve kültürel eserlerin korunması, restorasyonu ve ihyası için gerekli çalışmaları yürütmek, bu amaçla da Resmi, Ulusal ve Uluslararası kuruluşlara profesyonel hizmet vermek. Bunu tarihe, geçmişimize karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz. 4. Mühendislik Hizmetleri konularında sivil toplum faaliyetlerinin etkinleştirilmesi ve geliştirilmesini sağlamak, toplumu mühendislik ve afet konularında bilgilendirip, bilinçlendirmek diyebilirim. Bunu da toplumumuza karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz. Son olarak ekleyecekleriniz nelerdir ? Evet, henüz çok yeni bir yapılma olmamıza rağmen kuruluş, hizmet ve paydaş tabanımızın geniş olmasından da kaynaklanan büyük bir teveccüh gördük ve girdiğimiz her ortamda heyecanla karşılandık. Bu bizi memnun ettiği gibi sorumluluk ve gayretimizi de arttırmaktadır. Sohbetimizin başında da belirttiğim gibi biz öncelikle mimar ve mühendis arkadaşlarımıza bilgi ve imkanlarının zekatlarını verebilecekleri bir ortam oluşturmuş olduk. Burada bahsettiğimiz tüm çalışmalar birlikte, beraberce yapacağımız çalışmalardır. Bu çalışmalara katılmanın tek ön koşulu bu çalışmaları öncelikle “infak” duygusuyla yapmaktır. Bu arada, Yardımeli Derneğinin Sudan’da yaptırmış olduğu yetimhane’nin açılışı için gittiğimiz Sudan’da Mustafa İslamoğlu hocamızın ifade ettiği “biz sizin dünyanıza yardım ediyoruz ama siz de bizim ahiretimize yardım etmiş oluyorsunuz” yaklaşımını da paylaşmak isterim. Evet bu manada kim kime daha fazla veya daha faydalı yardım ediyor ve bu yardımlaşmadan kim ne kadar istifade ediyor, kazançlı çıkıyor onu ancak Allah bilir, biz de bu vesile ile öncelikle tüm mimar, mühendis ve şehir plancı arkadaşlarımızı bu hayır çalışmalarına, kendileri için, katılmaya davet ediyoruz. Mart - Nisan 2013 77 MAKALE Ahmet Faruk Güneş Mülkiye Başmüfettişi Yönetimde Merkezileşme Eğilimleri 6360 Numaralı Kanun Özelinde Merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında görev paylaşımı oldukça zayıf anayasal temellere dayanmaktadır. Mahalli idarelerin genel görevi yetkili oldukları alanın “mahalli müşterek ihtiyaçlarını” karşılamaktır. İl, belde ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan mahalli idarelerin görevlerinin merkezileşme yönünde azaltılması ve baskılanması ya da yerelleşme yönünde genişletilmesi ve serbest bırakılması Anayasaya Mahkemesi’nin ‘mahalli müşterek ihtiyaç’ tanımı çerçevesinde mümkündür. “Mahalli müşterek ihtiyacın” anayasada bir tanımı bulunmamaktadır. Buna karşın Anayasa Mahkemesi mahalli müşterek ihtiyaç kavramını tanımlamıştır. Bu tanıma göre mahallî müşterek ihtiyaç, “Herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını değil, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri” ifade etmektedir.1 Anayasa Mahkemesi aynı kararında, “Anayasada il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanun, kamu yararını gözeterek, Anayasa sınırları içinde merkezî yönetimle yerel yönetim arasındaki görev sınırlarını belirleyebilir. İdarenin bütünlüğü 78 Mimar ve Mühendis ilkesinden hareketle düzenlemenin yerel yönetimleri ortadan kaldırma ya da etkisiz kılma amacına yönelik olmaması kaydıyla, belirli alanlar bakımından belirli koşullara bağlı ve yerel yönetimlere bir yük ya da borç getirmeden kimi görev ve yetkilerin merkezî yönetim birimine bırakılması mümkündür” demektedir. Anayasa Mahkemesi mahalli idarelerin görev sınırlarını belirlerken yasama organına getirdiği ölçüt, yasama faaliyetinin ‘yerel yönetimleri ortadan kaldırma ya da etkisiz kılma amacına yönelik’ olmaması ve ‘kamu yararına’ olmasıdır. Bunlar tanımları kesin, hemen ortaya konulabilecek ölçütler değildir. Hayatın akışına, siyasetin tavrına, toplumsal kabullere göre yerel yönetimleri hangi metinlerin ortadan kaldıracağı ya da kaldırmayacağı veya kamu yararının olup olmadığı değişecektir. Mahalli müşterek ihtiyaç kavramı hukuki bir kavramdan ziyade siyasi bir kavramdır ve parlamento bunu tespit ederken oldukça geniş bir serbestiye sahiptir. Mahalli idareleri denetim altında tutma fonksiyonu gören idarenin bütünlüğü ilkesi ve idari vesayet müessesesi de geniş ya da dar yorumlanması mümkün olan ilke ve müesseselerdir. Dolayısıyla federalizme yaklaşan bir mahalli idare anlayışı veya tam bir merkezileşme anayasa açısından mümkün görünmektedir. İl, belde ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan mahalli idarelerin görevlerinin merkezileşme yönünde azaltılması ve baskılanması ya da yerelleşme yönünde genişletilmesi ve serbest bırakılması Anayasaya Mahkemesi’nin ‘mahalli müşterek ihtiyaç’ tanımı çerçevesinde mümkündür. Büyükşehir belediyesi olan ya da yeni büyükşehir belediyesi kurulan illerde özel idarelerin kaldırılarak merkezileşmeye gidilmesinin özel idarelerin kapatılması bakımından anayasaya uygunluğu tartışılabilirse2 de merkezileşmenin kendisi anayasaya uygun görünmektedir. İl Özel İdarelerinin Mahalli Niteliği İl özel idarelerinde yürütme organı olan encümenin başında merkezi idarenin bir memuru olan valinin bulunması onun mahalli idare olma niteliğini değiştirmez. İl özel idareleri karar organı olan İl Genel Meclisi seçimlerle oluşan tüzel kişiliğe sahip mahalli idarelerdir. 2005 yılında İl Özel İdaresi Kanunu yerelleşme ilkelerine uygun olarak parlamentoda yeniden dizayn edilmiştir. Bu anlamda valinin kurum içindeki etkisi azaltılmış, karar organının kendi başkanını seçmesi kabul edilmiş genel olarak kurumun yerel karakteri sağlamlaştırılmıştır. Dolayısıyla 6360 sayılı yasayla kaldırılan özel idare tam bir mahalli idaredir. 6360 Sayılı Yasa Bir Merkezileşme Yasasıdır 6360 sayılı yasayla özel idarelerden diğer mahalli idarelere görev transferi aşağıda irdelendiği gibi çok azdır. Büyükşehir belediyesi veya ilçe belediyeleri özel idarelerin kaldırılmasıyla kendilerinin mahalli yönetimine geçen bu yeni fiziki alanda klasik belediyecilik hizmetlerini üstlenmektedirler. Bu hüküm olmasa bile belediyeler bu yeni alanlarda belediyecilik görevini kendiliğinden (ipso facto) yerine getireceklerdi. Bu anlamda bu bir görev transferi bile değildir. Özel idarelerin ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkan mirastan en büyük pay ise merkezi idareye düşmektedir. Belediyelere gidenin dışında her şey ona kalmaktadır. İl özel İdarelerinin görevlerini kim yerine getirecek İl özel idarelerinin kapatılması sonucu bu idareler tarafından yapılan görevlerin hangi kurumlar tarafından yerine getirileceği genel olarak kanunun 3’üncü maddesinin 2’nci bendinde formüle edilmiştir. Burada ortaya konulan formül bunun büyükşehir belediyeleri, büyükşehir belediyelerine bağlı kurumlar ve ilçe belediyeleri ve merkezi yönetimin merkez ve taşra birimleri arasında paylaştırılmasıdır. Formüle göre il özel idaresinin görevlerinden bazıları başka mahalli idarelere aktarılarak mahalli niteliği muhafaza edilmiştir. Bazıları ise merkezi idare kurumlarına transfer edilerek mahalli nitelikleri sona erdirilmiştir. Bu paylaşımı mahalli idaredenmahalli idareye ve mahalli idareden- merkezi idareye görev transferi olarak tasnif etmek mümkündür. Özel idarelerin merkezi idareyi tamamlayıcı mahiyette olan merkezi idare kurumlarına yardım görevleri ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. Başka Mahalli İdarelere Transfer Edilen Görevler 6360 sayılı kanunun 3’üncü maddesinin 2’nci bendinde bazı görevlerin ilgisine göre büyükşehir belediyelerine, büyükşehir belediyesinin bağlı kuruluşlarına veya ilçe belediyelerine transfer edildikleri anlaşılmaktadır. Kanun hangi görevlerin transfer edildiğini saymamış bunun “ilgisine göre” olacağını belirtmiştir. Büyükşehir belediyesine sahip ya da 6360 sayılı yasayla büyükşehir belediyesine yeni sahip olan 28 ilde daha evvelden özel idareler tarafından belediye sınırları dışında yerine getirilen imar, yol, su, kanalizasyon, katı atık, çevre, ağaçlandırma, park ve bahçe tesisine ilişkin görevler büyükşehir belediyelerine, bunlara bağlı kurumlara ya da ilçe belediyelerine transfer edilmiştir. Özel İdarelerin yetkisinde olup başka bir mahalli idareye transfer edilen yetkiler bununla sınırlıdır. Merkezi İdareye Transfer Edilen Görevler İl özel idarelerinin yürüttüğü görevlerden başka mahalli idarelere transfer edilenler dışında kalanları merkezi idarenin merkez ve taşra kuruluşlarına transfer edilmiştir. Saymak gerekirse bunlar; 1-Acil yardım ve kurtarma, 2-Sağlık, gençlik ve spor, 3-Tarım, sanayi ve ticaret, 4-Bayındırlık ve iskân, 5-Toprağın korunması, erozyonun önlenmesi, 6-Kültür, sanat, turizm, 7-Sosyal hizmet ve yardımlar, yoksullara mikro kredi verilmesi, çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları, 8-İlk ve orta öğretim Mart - Nisan 2013 79 MAKALE kurumlarının arsa temini, binalarının yapım, bakım ve onarımıdır. Bu hizmetlere ilişkin görevler bundan böyle bakanlıkların merkez teşkilatları ya da taşra teşkilatları olan bölge ve il müdürlükleri tarafından yerine getirilecektir. Ortadan kaldırılan Görevler Özel idarelerce yerine getirilen ve merkezi idareyi tamamlayıcı mahiyette olarak kamu kurumlarına yardım niteliğinde olan görevler ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu görevler tamamlayıcı mahiyette olduğundan özel idarenin kaldırılmasıyla herhangi bir işleme gerek kalmaksızın ortadan kalkmışlardır. Bu görevler ise şunlardır. 1- Kamu kurum ve kuruluşlarının 5/1/1961 tarihli ve 237 sayılı Taşıt Kanunu kapsamındaki araçlarının alımı, işletilmesi, bakım ve onarımı ile bürolarının ihtiyaçları, 2-Kamu konutlarının yapım, bakım, işletme ve onarımı, 3-Emniyet hizmetlerinin gerektirdiği teçhizat alımıdır. Burada olan da merkezi idarenin bazı önemli kuruluşlarına ya da önem verdiği işlere yerel dinamik ve esneklik içinde verilen yardımların ortadan kaldırılmasıdır. Burada bu işler merkezi idare tarafından yapılmaya devam edilmekle birlikte kurumsal yerel katkılar yok edilmektedir. sahip illerdeki valileri çok ciddi koordinasyon sorunlarının beklediğini öngörmek için ise zamana gerek yoktur. Zira tek bir mahalli kurum tarafından yapılan işler onlarca yeni kurum tarafından yerine getirilecektir. İl müdürlüklerinin kendi sundukları hizmetlerde uzman olduklarını kabul etsek bile özel idare tarafından kendileri adına yürütülen ihale, teknik hizmetleri vs. yürütmede ne kadar yetkin oldukları tartışılır. Taşra teşkilatının bu muhtemel eksikliklerini yerine getirmek için bir çözüm olarak düşünülebilecek bakanlıkların merkezi birimlerinin devreye girmesi de işleri kolaylaştırmayabilir –tam aksine karıştırması da ihtimal dışı değildir-. Yeni kurulan yatırım izleme ve koordinasyon biriminin özel idarelerin kaldırılmasının yarattığı boşluğu hemen dolduracağını kabul etmek ise fazla iyimserlik olacaktır. Sonuç Yerine Özel idarelerin neyi başarmak üzere 2005 yılında reorganize edildikleri 5302 sayılı İl Özel İdaresi Yasasının gerekçesinde başarı lı bir şekilde anlatılmıştır.3 Bu yazıyı yerelleşmeyi heyecan ve coşkuyla tarif eden 5302 sayılı yasanın genel gerekçesinde yer alan bir paragrafı aynen alarak sonlandırmak galiba en iyisi olacak. “Tasarı kanunlaştığında il özel idaresi ile halk arasında sürekli iş birliği, dayanışma ve karşılıklı güven artacaktır. İl özel idareleri, idarenin bütünlüğüne uygun görev yapan; güvenilir ve öngörülebilir; açık ve saydam; hesap verme yükümlüğü olan; verimli, etkin ve kaliteli hizmet sunan bir yapıya kavuşacaklar, demokratik değerlerin yaygınlaşmasına ve refahın artmasına katkıda bulunacaklardır.” Referanslar 1 AYM, E.2011/100, K. 2012/191, T.29.11.2012, RG 22.02.2013-28567, Mahkeme bu tanımı daha önce vermiş olduğu bir kararını biraz daha geliştirerek yapmaktadır. Gerçektende mahkeme daha önceki bir kararında mahalli müşterek ihtiyacı, “Bu kavram, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını değil, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan eylemli durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve güncelleştirdiği, özünde yerel ve Özel İdarelerin Kapatılmasının Neden Olduğu Boşluk Özel idarelerin kapatılmasıyla oluşan boşluk uygulamada merkezi idarenin il müdürlükleri ile doldurulmaya çalışılacaktır. Bu işin il müdürlükleri tarafından ne ölçüde başarıyla yapılacağını zaman gösterecektir. Büyükşehir belediyesine 80 Mimar ve Mühendis kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir” şeklinde tanımlamaktadır. AYM, E.1987/18, K. 1988/23, T.22.06.1988, RG 26.11.1988-20001 Mahkeme başka bir kararında, “Anayasa, il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının, neler olduğunu belirlememiş, bunun saptanmasını yasaya bırakmıştır. Bu durumda yasa kamu yararını gözeterek Anayasa sınırları içinde merkezi yönetimle yerel yönetim arasındaki görev sınırlarını belirleyebilir” demiştir. AYM, E:1990/1, K:1990/21, T. 16.7.1990 2 Güneş, Ahmet, Faruk, Büyükşehirlerde İl Özel İdarelerinin Kaldırılmasının Hukuki Veçhesi Ve İşlevsel Sonuçları, İdarecinin Sesi Dergisi, 154. Sayı, s 60 3 Yasanın gerekçesi için http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss583m.htm, erişim 20.03.2012 Mart - Nisan 2013 81 MAKALE İbrahim Akgün Petrol ve Doğalgaz Mühendisi Elektrik Piyasası Kanun Tasarısı 20 Şubat 2001’den beri yürürlükte olan 4628 sayılı elektrik piyasası kanunu, 17 Aralık 2012’de TBMM’ye sunulan ve Şubat 2013’ün ikinci haftası itibariyle de Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’ndan çıkan yeni kanun tasarısı ile birlikte değişmiş olacak (4628 sayılı kanun, yürürlükte olduğu süre boyunca sanırım eklemeler, çıkarmalar ile 9 kez değiştirilmişti). İlgili kamu kurumları açısından • 4628’de düzenleme ve denetimin icrasından doğrudan EPDK sorumlu idi; ama tasarıya konulan “… şeffaf bir elektrik piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetim yapılmasının sağlanması” maddesinde geçen “… yapılmasının sağlanması” ifadesinin gereği olarak, EPDK’nın düzenleyici ve denetleyici rolü daha fazla ağırlık kazanmış olacak ve denetim hizmetinin EPDK dışından alınmasına olanak tanınacak. “Bakanlığın, Kurumun ve DSİ’nin denetim yükümlülükleri için, bahsi geçen kurumlar açısından bağlayıcı olmayacak ve yaptırım içermeyecek şekilde, bağlamayacak şekilde hizmet satın alabileceği” ifadesi ile de bu desteklenmiş, ama bir de Anayasa Mahkemesi’nin 2012/6 esas sayılı 4628’deki geçici 14’üncü maddenin, 1’inci fıkrasının f bendinin iptali kararı var. • Daha önce EPDK tarafından yürütülen kamulaştırma işlemlerinin yükü EPDK’dan alınıyor. Bu husus, kamu yararı kararının EPDK tarafından verileceğine dair hüküm ile çözülecek gibi duruyor. İşlemler de Maliye Bakanlığı ve TEDAŞ tarafından yapılacak. EPDK’nın kamulaştırma işlemlerini yürütecek sayıda elemanının olmadığını, TEDAŞ’ın zaten tüm dağıtım sisteminin sahibi olduğunu düşündüğümüzde bu yeni durum çok da anormal durmuyor doğrusu. Süreçlerde yavaşlama olmaması herkesin temennisi. • 2015 sonuna kadar Hazine Müsteşarlığı bütçesine konulacak ödenekten karşılanacağı bilinen aydınlatma giderlerinin de, yeni kanun taslağında ise, “Yüzde 80’i Bakanlık bütçesine konulacak ödenekten, geriye kalan yüzde 20’lik kısmı belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde ilgili belediyenin genel bütçe vergileri payından, bu sınırlar dışında ise ilgili il özel idaresi payın82 Mimar ve Mühendis dan kesinti yapılmak üzere" 31 Aralık 2015'e kadar karşılanması öngörülmüş. İbadethanelere ilişkin aydınlatma giderleri Diyanet’in bütçesine konulacak ödenekten karşılanacak ve burada süre sınırı yok. Ayrıştırma ve sonrası açısından • Rekabet Kurumu’nun isteğiyle 4628 sayılı Kanuna konulan hüküm çerçevesinde gerçekleştirilen 2013 başındaki elektrik piyasasındaki ayrıştırmaya paralel olarak “son kaynak tedarikçisi” ve “görevli tedarik şirketi” kavramı ile tanışmıştık. “Son kaynak tedarikçisi” olarak, bölgedeki ilgili dağıtım şirketinin ayrıştırılması ile kurulan ve tedarik lisansı sahibi perakende satış şirketi atanmıştı (bu şirketler tüm Türkiye çapında elektrik enerjisi satışı ile iştigal edebilecekler). Şimdi, mevcut durumda serbest tüketicinin (ST)1 herhangi bir tedarikçi ile ikili anlaşma yapma zorunluluğu yok yani tüm ST’ler ulusal tarifeden enerji satın almaya devam edebilir. Normalde de ST’ler 1 ya da 3 ayda 1 tedarikçi değiştirebilir ama olmadık bir anda görevli tedarik şirketinden elektrik alınmak istenmesi ya da buna mecbur kalınması vb durumlarda perakende şirketinin talep tahminleri sapacağından, oluşacak olası zararı kompanse etmek için, 18 Aralık 2012 tarih ve 4190 sayılı kurul kararı alındı. Bu karar gereği, son kaynağa düşen ST 3 ayda bir açıklanan perakende elektrik fiyatları enerji bedelinin yüzde 15 fazlası ile elektrik almak zorunda en az 2 ya da 4 ay süreli (ne zaman düştüğü ile alakalı olarak). Sürenin dolmasını müteakip de perakende şirketi ile ya da harici bir tedarikçi ile ikili anlaşma yapılabileceği gibi, üçüncü bir seçenek olarak (akla yatkın olmasa da) ulusal tarifeden enerji alımı da yapılabilir. Komisyondan çıkan tasarıdaki “son kaynak tedariği” kavramı “Serbest tüketici niteliğini haiz olduğu hâlde elektrik enerjisini, son kaynak tedarikçisi olarak yetkilendirilen tedarik lisansı sahibi şirket dışında bir tedarikçiden temin etmeyen tüketicilere elektrik enerjisi tedariğini” olarak tanımlanmış. Bu ifade ile tüm ST’ler mecburi olarak “bölgedeki ana perakende şirket dışında” bir tedarikçi ile ikili anlaşmaya yönlendiriliyor gibi. Bu, elbette hem mantıksız hem de temayüllere aykırı olur. O yüzden, kavramı tanımlarken “perakende şirketi ile yapılan ikili anlaşmalar hariç” şeklinde bir parantez açmak iyi olabilirdi. • Dağıtım şirketinin, dağıtım faaliyeti dışında bir faaliyet ile iştigal edemiyor. Ancak, “dağıtım faaliyetiyle birlikte yürütülmesi verimlilik artışı sağlayacak nitelikteki piyasa dışı bir faaliyetin yürütülmesine ilişkin usul ve esasların da Kurul tarafından çıkartılan yönetmelikle belirlenir” denilmiş. Bu konu, EPDK’nın tüm gelirlere (tarife içi ve/veya dışı) ortak olma yaklaşımından ve TEDAŞ’ın da şebekeye dair her türlü yatırımın mülkiyetini sahiplenmesinden ötürü daha önce çok kez tartışılmıştı ve sonuç alınamamıştı. Bu madde ile biraz yol alınabilecek gibi. Bilgi Teknolojileri Kurumu Başkanı Tayfun Acarer’in şubat ayının son haftasındaki, “BTK’ya ulaşan talepleri dikkate alarak, elektrik hatları üzerinden elektronik haberleşme hizmetinin sunumuna yönelik bir düzenleme yapıyoruz” şeklindeki demeci2 de çok önemlidir. Ancak, tasarıda geçen “verimlilik artışı” ifadesi de biraz soyut kalmış, tıpkı yüzde 55 yerli üretim ifadesindeki gibi. “Onaylanan tarifeler içinde, söz konusu tüzel kişinin piyasa faaliyetleri ile doğrudan ilişkili olmayan hiçbir unsur yer alamaz” (17’nci maddenin 3’üncü fıkrası). • 4628’de otoyollar hariç, kamunun genel kullanımına yönelik cadde ve sokak aydınlatmasından” sorumlu olan dağıtım şirketi, tasarı ile “otoyollar ve özelleştirilmiş erişme kontrollü karayolları hariç, kamunun genel kullanımına yönelik bulvar, cadde, sokak, alt-üst geçit, köprü, meydan ve yaya geçidi gibi yerler ile halkın ücretsiz kullanımına açık ve kamuya ait park, bahçe, tarihi ve ören yerlerin aydınlatılması ile trafik sinyalizasyonundan sorumlu tutulmuş. Enerji borsası açısından • Elektrik piyasasında her ne kadar 2009’dan beri PMUM işletiliyor olsa da piyasada derinliğin olmamasından, devletin payının fazlalığından vb sebeplerden ötürü fizibiliteye esas alınacak fiyatların oluşmadığı ve risklerin yönetilemediği söylenebilir. Yenilenebilir Enerji Kanunu çerçevesinde belirlenen fiyatlar bu konuda biraz fayda sağlamış olsa da asıl çözümün future, forward gibi işlemlerin de olduğu gerçek bir elektrik borsası olduğu çeşitli platformlarda dile getirildi. Bu piyasa Enerji Piyasaları İşletme A.Ş. (EPİAŞ) olarak kuruluyor, işleticisi de İMKB. Elektrik enerjisinin doğası gereği ve sektörün düzenleniyor olmasından kaynaklı olarak, EPİAŞ’ın işleticisi olarak İMKB’nin seçilmesi enerji sektörünün arzu ettiği bir yapı değildi. EPİAŞ ile 26 Eylül 2011’de açılan VOB-Baz Yük Elektrik Vadeli İşlem Sözleşmeleri de daha önemli hale gelebilir. Lisanslandırma ve mevcut lisanslar açısından • Önlisans kavramı ile tanışıyor sektör bu kanun tasarısı ile. Önlisans, “üretim lisansı başvurusunda bulunan tüzel kişiye, öncelikle üretim yatırımına başlaması için mevzuattan kaynaklanan izin, onay, ruhsat vb belgeleri edinebilmesi ve üretim tesisinin kurulacağı sahanın mülkiyet veya kullanım hakkını elde edebilmesi için Kurum tarafından belirli süreli verilir. Önlisansın süresi mücbir sebepler dışında 24 ayı geçemez” şeklinde tanımlanmış. Önlisans sahibi tüzel kişiliğin ortaklık yapısında, lisans alımına kadar, dolaylı ya da doğrudan değişiklik olması önlisansın iptali için gerekçe olarak sayılmış. Taslak kanunun yürürlüğe girmesiyle, Kurumca henüz sonuçlandırılmamış üretim lisansı başvuruları da önlisans olarak değerlendirilecek. Önlisansın usul ve esasları da Kurul tarafından çıkartılacak yönetmelikle düzenlenecek; ama “Kurum’dan aldığı üretim lisansına derç edilen inşaat öncesi süresi henüz sona ermemiş veya bu süre sona erdiği halde bu süre içerisinde yerine getirmesi gereken yükümlülükleri ikmal edemeyen tüzel kişilerin bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihi takip Yenilenebilir Enerji Kanunu çerçevesinde belirlenen fiyatlar, fayda sağlamış olsa da asıl çözümün future, forward gibi işlemlerde olduğu, gerçek bir elektrik borsasında olduğu çeşitli platformlarda dile getiriliyor. eden 3 ay içerisinde lisansları Kurum tarafından resen sona erdirilerek var ise kalan inşaat öncesi sürelerine 6 ay eklenmek suretiyle bulunacak süre kadar süreli, yok ise 6 ay süreli önlisans verilir” şeklinde de madde var tasarıda. Usul ve esasların düzenlenmesi 3 aylık süre içerisinde netleştirilmesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, yatırımcıların önlisansa düşmemek için halletmesi gereken izinlerin vs tam olarak neler olacağına yönelik belirsizlik sıkıntı oluşturacaktır. Önlisans kavramı ile “çantacı” olarak nitelendirilen lisans sahiplerinin engellenmesinin amaçlandığı aşikar. Bunu en iyi, önlisans süresince önlisans sahibi tüzel kişinin ortaklık yapısından değişiklik yapamıyor olması ifadesinden anlıyoruz ama ülke kaynaklarının lisanslandırılmasının büyük oranda tamamlandığı düşünüldüğünde3, acaba bu yeni kavram dolayısıyla ikincil mevzuatta yapılması gerekli düzenlemelerden ötürü gecikmelerin önüne geçebilmek adına, önlisans kavramı ile sektörü tanıştırmak yerine lisans iptali ile alakalı kolaylaştırıcı hükümler konulsa daha sağlıklı olmaz mı(ydı)? Öte yandan, ilerleme raporları daha ciddiyetli denetlenmeli (idi en baştan beri), lisans sahiplerine çeşitli yükümlülükler tanımlanmalı (idi) ve yerine getirilmediği taktirde de lisans iptali söz konusu olsa idi. Tüm bunlar yapılmadığı için şimdi çeşitli mucbir sebeplerden ötürü lisansa derç edilen sürelere uyamamış yatırımcılar da zora girecek yani kurunun yanında yaş da yanacak. Ayrıca, ortaklık yapısında değişiklik yapılama- ması anlaşılır gibi değil. Sonuçta yatırımcılar para kazanmak için bu lisansları alıyor, piyasa düzgün işlese idi zaten baz fiyatlar oluşmuş olacak idi, iyi projeler zaten yatırımcı bulacak idi ve “çantacı” gibi bir kavram ile tanışılmayacak idi belki de. Bu durumda asıl suçlunun yatırımcı olmadığı bile söylenebilir. • “İstihdam edilmesi gereken nitelikli personele ilişkin hükümler”in (5’inci maddenin 1’inci fıkrasının c bendi) Kurum tarafından çıkartılacak yönetmeliklerle düzenleneceği belirtiliyor. EPDK’nın çalıştırılacak personele (burada unvansal bir durum söz konusu olmayacaktır) müdahale ettiği aşikar olsa da bu ifade ile mesleki yeterliliğin önünün açıldığı kanısındayım, yani bu maddenin Mesleki Yeterlilik Kurumu’nda onaylanan meslek standartlarının ve yeterliliklerinin daha da anlamlı olmasını sağlayabilecektir. Piyasa faaliyetleri ve pazar payı kısıtlamaları açısından • Üretim şirketinin piyasada yapabileceği faaliyetler; tedarik şirketlerine, serbest tüketicilere ve özel direkt hat tesis ettiği kişilere elektrik enerjisi veya kapasite ticareti, organize toptan elektrik piyasalarında elektrik enerjisi satışı veya kapasite ticareti (al-sat), organize toptan elektrik piyasalarından elektrik enerjisi veya kapasitesi alımı (lisansa derç edilen yıllık elektrik üretim miktarını aşmamak kaydı ile) olarak sıralanmış. Üretim şirketleri ihracat ve ithalat da yapabilecek. Yeni kanun tasarısının geçici Mart - Nisan 2013 83 MAKALE 7. maddesi ile, otoprodüktör ve otoprodüktör gruplarının, mevcutların lisansları hakları korunmak suretiyle Kanunun yayımı tarihinden itibaren 6 ay içerisinde üretim lisansına dönüştürülerek, kaldırılması öngörülmektedir. Gerekçe olarak da, üretimin piyasaya arzının esas alınması gösterilmektedir. Yani; tasarı, üretilen elektriğin kısıtsız ve engelsiz şekilde piyasaya arz edilmesini sağlayan bir piyasa yapısı öngörmektedir. Ancak, bu maddeye yönelik özellikle TÜRKOTED Başkanı Özkan Ağış’ın eleştirileri vardı (enerji tasarrufuna darbe vuracağına yönelik). Bunlar dikkate alınmış olacak ki komisyondan çıkan tasarıya, “Üretim lisansı sahibi tüzel kişilerin tesislerinde ürettiği enerjiyi iletim veya dağıtım sistemine çıkmadan kullanması kaydıyla sahip olduğu, kiraladığı, finansal kiralama yoluyla edindiği veya işletme hakkını devraldığı tüketim tesislerinin ihtiyacını karşılamak için gerçekleştirdiği üretim, nihai tüketiciye satış olarak değerlendirilmez. Söz konusu tüketim tesislerinde tüketilmek üzere yapılan elektrik enerjisi alımı, ikinci fıkranın (c) bendinde belirtilen oran hesabında dikkate alınmaz” şeklinde ekleme yapılmış, iyi de olmuş. Madde 7’nin 5’inci fıkrasında, “Herhangi bir gerçek veya özel sektör tüzel kişisinin kontrol ettiği üretim şirketleri aracılığıyla üretebileceği toplam elektrik enerjisi üretim miktarı, bir önceki yıla ait yayımlanmış Türkiye toplam elektrik enerjisi üretim miktarının yüzde 20’sini geçemeyeceği belirtilmiş. Rüzgar ve güneş enerjisine dayalı elektrik üretim tesisi kurulması için yapılan önlisans başvurularının değerlendirilmesinde (başvuruların aynı bağlantı noktasına ve/veya aynı bağlantı bölgesine olması durumunda) de üretilen enerji değil de birim MW başına katkı payı ödemesi esası getirilmiş. Bu sayede hem yapılacak yatırımın artırılması hem arazinin verimli kullanılması, nihai olarak da fizibilitenin daha iyi yapılması amaçlanmış, iyi de olmuş. • Üretimdeki kısıtlamaya ek olarak toptan ve 84 Mimar ve Mühendis perakende satış piyasasında da pazar kısıtlamaları var. Deniliyor ki, tedarik lisansı sahibi özel sektör tüzel kişilerinin üretim ve ithalat şirketlerinden satın alacağı elektrik enerjisi miktarı, 1 önceki yıl ülke içerisinde tüketilen elektrik enerjisi miktarının yüzde 20’sini geçemez. Ayrıca, söz konusu özel sektör tüzel kişilerinin nihai tüketiciye satışını gerçekleştireceği elektrik enerjisi miktarı da 1 önceki yıl ülke içerisinde tüketilen elektrik enerjisi miktarının yüzde 20’sini geçemez. Kayıp ve kaçağın dağıtım şirketinin sorumluluğunda olduğundan, burada faturaya esas tüketimden bahsedildiğini düşünebiliriz (yani net tüketim). Şimdi, üretim şirketleri toptan piyasaya elektrik enerjisi satabiliyorlar ve pazar payı da üretim açısından maksimum yüzde 20, tedarik lisansı sahiplerinin de tüketim açısından yüzde 20. Bu durumda herhangi bir kontrol grubu, üretim ve/veya tedarik şirketleri aracılığı ile pazarın toplamda yüzde 40’ına (20+20) hakim olabilir. Yani fiktif olarak bakıldığında Türkiye pazarında 2.5 adet kontrol grubu elektrik piyasasını yönetebilir. Normalde, herhangi bir birleşme, devralma vs olmadan, sadece etkinlik bazlı olarak piyasa yapısı içerisinde, rekabet ortamında büyüyen tedarikçilerin pazar payının kısıtlanması mümkün değil ve Kurul’un koyduğu eşiğin işlememesi lazım ama elektrik piyasası regüle edilmektedir. Perakende satış şirketinin herhangi bir üretim şirketine iştirak edip edemeyeceğiyle alakalı kesin bir hüküm yok tasarıda ama iştirak edebilecektir. Çünkü bu tüzel kişiliklere tedarik lisansı veriliyor ve nasıl ki önceden toptancılar üreticilere iştirak edebiliyor idiyse şimdi de tüm tedarik lisansı sahibi tüzel kişiler edebilir. Lisanssız üretim açısından • Lisanssız yürütülebilecek faaliyetlerin sayısı ve türü artmış (detaylar için tasarının 14’üncü maddesinde). Lisanssız faaliyetler konusundaki en önemli değişiklik, mevcut durumda 500 kW olan lisanssız elektrik üretim üst sınırının, kanun tasarısı ile 1 MW’ye çıkartılması. Lisans alma yükümlülüğünden muaf yenilenebilir kaynaklardan elektrik üreten kişiler, ürettikleri fazla elektriği sisteme (son kaynak tedarik şirketi üzerinden), 10 Mayıs 2005 tarih ve 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da belirtilen kaynak türü fiyatından verebilecekler (güneş için fiyat 13.3 ABD Dolar Cent/kWh, rüzgar için 7.3 ABD Dolar Cent). Sonuç olarak; fiyat eşitleme mekanizması (FEM) devam ediyor, sayaçlar dağıtım şirketine geçiyor, piyasa serbest tüketici değişimleri ile hareketliliğe zorlanıyor, ön lisans geliyor, elektrik sektöründe rekabetçi bir piyasa hedefleniyor, EPİAŞ geliyor vs. Bunların çoğu zaten yönetmeliklerle halledilmişti, halledilecek idi ama yamalı bohça halini alan kanunun derlenip toparlanması, en önemlisi sadeleştirilmesi iyi oldu. EPDK Başkanı Sayın Hasan Köktaş’ın ifade ettiği üzere “Bu yasa daha gelişmiş bir piyasa altyapısı getiriyor”, basit anlamda olan budur. Referanslar 1 Serbest tüketicilerin tamamı (serbest tüketici olmak için 2013 yılındaki limit, 24.01.2013 tarih ve 4250 sayılı kurul kararı ile 5 bin kWh olarak belirlenmiştir), ya perakende şirketi ile ya da herhangi bir tedarikçi (elektrik enerjisi ve/veya kapasite sağlayan üretim şirketleri ile tedarik lisansına sahip şirket) ile ikili anlaşma yapabiliyor. 2 http://enerjienstitusu.com/2013/02/25/elektrik-hattindan-internet-geliyor/ 3 Bu, EPDK’nın görüşlerinin İlave Görüş kısmında vurgulanmaktadır. www.istanbul3Wcongress.org ‹STANBUL ULUSLARARASI KATI ATIK, SU VE ATIKSU KONGRES‹ 2013 22-24 MAYIS 2013 Haliç Kongre Merkezi, ‹stanbul ‹stanbul3WCongress 2013 Etkinlik ‹çeri¤i • Bilimsel Oturumlar • Sergi Alan› • Dünya Belediye Baflkanlar› Toplant›s› • Ticari Oturumlar • Kat› At›k, Su ve At›ksu E¤itimleri • Teknik Geziler Organizasyon Ana Sponsor Alt›n Sponsorlar ORGAN‹ZASYON SEKRETARYASI Tel: 0216 360 66 59 • Faks: 0216 360 64 31 • E-posta: secretariat@istanbul3wcongress.org Mart - Nisan 2013 85 BİZDEN HABERLER TURGUT CANSEVER ANILDI Mimar ve Mühendisler Grubu’nun (MMG) Turgut Cansever’in 4’üncü ölüm yıldönümünde düzenlediği ‘Turgut Cansever’i Anlamak’ etkinliği, YTÜ Mimarlık Fakültesi Prof. Dr. Alpay Aşkun Salonu’nda yoğun bir katılımla gerçekleşti. Etkinlik çerçevesinde düzenlenen panele konuşmacı olarak katılan YTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian, MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve yazar, düşünür Dücane Cündioğlu, Turgut Cansever’in eserleri, söylemleri ve tezi ile ilgili görüşlerini ifade ettiler. ‘T urgut Cansever’i Anlamak’ etkinliği, YTÜ Mimarlık Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian tarafından Turgut Cansever’in bir söyleşisi izlettirilerek başladı. Sonrasında düzenlenen panelin açılış konuşmasını MMG Yönetim Kurulu Üyesi Mimar Yavuz Sarı gerçekleştirdi. ŞEHİRCİLİĞİN RUHU MİMARİYİ ETKİLİYOR Turgut Cansever, 2000’li yıllardan sonra kendisiyle yapılan bir video çekiminde, şehirciliğin önemini anlatırken, şehirciliğin ruhunun mimariyi etkilediğini, Osmanlı şehirlerinin yapısının çok iyi anlaşılması gerektiğini ifade ediyordu. Söyleşi izlenimi sonrasında açılış konuşmasını yapan Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian, Turgut Cansever’in nasıl dolu bir hayat yaşadığını biyografisiyle, çalışmalarıyla ve yaptığı yapılarla anlattı. MMG Başkanı Avni Çebi, şehirciliğin öneminin son zamanlarda arttığını, şehri inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirilerek inşa edilmesi gerektiğini söyledi. Turgut Cansever’in çok bilinmediğini, vefatından sonra da halen çok iyi bir şekilde tanınmadığına dikkat çeken Çebi, Cansever’in anlaşılmadığını, şehircilikte şu anda çok hızlı bir değişim, "akıl tutulması" yaşandığını söyledi. Avni Çebi; “bugün Turgut Cansever’i yeniden okumamız, gelecek 100 yılımızı planlarken sorumlu, vicdanlı ama aynı zamanda tarihini ve kişiliğini bilen bir bilinçle inşa etmemiz gerekiyor” dedi. Panelde Dücane Cündioğlu, “Turgut Cansever’in İkonolojik Arayışı” konulu bir konuşma yaptı. Turgut Cansever’in İslam şehri derken camilerden değil, şehre ruhunu veren tezahürlerinden, tecessümünden ve teşahhüsünden bahsettiğini belirten Cündioğlu, tecelli ve tecessümün ne olduğunu bilmeden Turgut Cansever’i anlamanın mümkün olmadığını belirti. Turgut Cansever’in müktebasatını değerlendirmek için ilk önce çığlığını anlayabilmenin ve idrak edebilmenin gerektiğini ifade eden Cündioğlu, Cansever’in TV’de 86 Mimar ve Mühendis Dücane Cündioğlu müeddep bir tavırla “Tayyip Bey Belediye Başkanı iken randevu almayı beceremedim” dediğini belirtti ve sözlerine şöyle devam etti: “Siyasi iradenin iltifat ettiği şahıslar, bu iltifatı güce dönüştürürse siyasi irade bu iltifatı geri çeker. Sezai Karakoç ödülleri kabul etmediği için ödüle doymuyor. O, ödülü verenlere karşı bir güce dönüştüremeyeceği için Karakoç’a ödüller verilmeye devam ediliyor. Cansever’ de hayattayken hak ettiği alaka gösterilemedi.” İnsanı bir makine olarak gören, mekanik bir dünya görüşüne sahip olan Cansever’in Le Corbusier’e olan ilgisinden de bahseden Cündioğlu, organizmanın makineye dönüşmesinin dikkate alınmadan mimarinin yapılamayacağını söyledi. Cansever’in bu anlamdaki çaba ve mücadelesinin önemine dikkat çekerek: "Mekanik dünya görüşünü anlayamazsak Türkiye’deki mimariyi tartışamayız" diyen Cündioğlu, organizmanın makineye dönüşü dikkate alınmadan mimarinin tartışılamayacağını belirtti. Bir dünya görüşünden hareketle makineleşmeyle hesaplaşan bir entelektüelin; büyük bir zekanın çırpınışlarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştıklarını belirten Cündioğlu, iktidarın ne kışlaya karşı çıktığını, ne de Taksim’e yapılacak Caminin ebatlarına karşı çıktığını belirterek, bu zihniyetin uzaktan bizle aynı dünya görüşüne sahip oldukları zannedilse de, farkın, fark-ı azim olduğunu söyledi. Cündioğlu konuşmasını Cansever’in "Sütun Başlıkları" isimli doktora tezindeki bazı içerikleri izah ederek bitirdi. Program, plaket töreninin ardından sonlandırıldı. Kadem Ekşi: “SİSTEMİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KILACAK ARGÜMANLARA ÖNEM VERİLMELİ” Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Kanal A’da yayınlanan bir programa katılarak kentsel dönüşüm ve bu süreçte dikkat edilmesi gereken hususlar hakkında bilgi verdi. S ürdürülebilir ve daha sonraki kuşaklara tarihi ve kültürel dokuyu da aktarılabilecek yapılar inşa etmenin önemine vurgu yapan Ekşi, “Farkındalık üretmemiz gereken konu; sistemi sürdürülebilir kılacak argümanlara önem verilmesidir. Çevre, ekoloji ve ekosistemle ilgili yapıcı çalışmalara ihtiyaç vardır. Yani otoparklar yeşil alanlar, geri dönüşümü sürdürebileceğimiz; yapı malzemeleriyle uyumlu bir çalışmayı hayata geçirmeliyiz” dedi. “ORTAK AKIL DOĞRULTUSUNDA BİR ÇÖZÜM OLUŞTURMALIYIZ” Konuşmasında deprem yasası ile ilgili de fikirlerini beyan eden Ekşi; “Yapı stoklarının fay hatlarının üzerine inşa edildiği şehirler var. Bu güvensiz ve risk alanlarının özellikle Van Depremi’nden sonra Kentsel Dönüşüm ve Deprem Yasası meclisten hızlı bir şekilde geçmiştir fakat bu yeniliği fırsata çevirecek bir algıya henüz ulaşabilmiş değiliz. Bu süreçte gerçekleştirilecek çalışmalardan yapı sahipleri başta olmak üzere herkesin kazanımı olması gerekir. Bu süreçte ortak akılla inşa edilecek bir çözüm oluşturmamız gerekiyor. Fırsata çevirmemiz gerekir dediğim yerler, bu fay hatları üzerindeki tehlikeli ve riskli alanların yerine yeni ve önemli bazı özelliklere mutlaka sahip olan şehirler inşa etmeliyiz. Özetle şehirlerimizi inşa ederken en önemli noktalarından biri yaşlılara, çocuklara ve özürlülere uygun ve onların rahatlıkla, zorluk çekmeden yaşayabileceği şehirler üretebilmektir. Yani sadece deprem güvenliğini sağlayan konutlar inşa ederken “Herkes için şehir” konseptini de bu süreçte uygulayabilmemiz gerekmektedir” diye konuştu. MMG Canovate’in üretim tesislerini gezdi M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) 10 Ocak 2013’te Canovate Group Üretim Tesisleri’nde teknik gezi gerçekleştirdi. Canovate adına ev sahipliğini Genel Müdür Levent Gülbahar ve Bölge Satış Müdürü Mustafa Kuğu yaparken, teknik gezi öncesi yapılan mini tanışma toplantısında Canovate ve çalışmaları hakkında bilgiler verildi. Geziye MMG adına Genel Başkan Avni Çebi, MMG Bilişim Komisyonu Başkanı Mustafa Yanartaş, MMG üyeleri ile İBB ve özel sektörden misafirler de katıldı. Üretim tesisleri gezisi öncesi toplantıda birbirleriyle tanışan ve kurumlarını tanıtan teknik gezi ekibi, daha sonra duvar tipi, alüminyum, sac ve diğer tip kabinlerin montaj hattı çalışma alanlarını; aksesuar montaj hattı, CNC büküm ve panç alanları ile boya ve kurutma alanlarını gezerken, çalışmaları yerinde inceleme ve uygulanan işlemleri görme imkanı buldu. Teknik gezi ekibine Genel Müdür Levent Gülbahar rehberlik etti. Fiber optik ürünler ve kabinlerin özelliklerinden de bahseden Gülbahar, verdiği teknik bilgilerle teknik gezi katılımcılarını ürünler ve ürünlerdeki yeni teknolojik gelişmeler hakkında bilgilendirmiş oldu. Gezinin son bölümünde yemeğe geçen ekip, burada ortak çalışmalar ve koordineli çalışma alanları hakkında görüş alışverişinde bulundu. Mart - Nisan 2013 87 BİZDEN HABERLER Dr. Faruk Özlü: “SAVUNMA SANAYİNE YERLİ ÇÖZÜMLER SUNUYORUZ” Geleceğe dönük uygulanan doğru stratejiler sonucunda çok sayıda projenin savunma sanayi tarafından başarıyla yürütülmesinin sağlandığını söyleyen Dr. Faruk Özlü, savunma sanayini özgün yurtiçi çözümler sunabilecek ve uluslararası alanda rekabet edebilecek şekilde yapılandırdıklarını dile getirdi. M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi’nin düzenlediği "Savunma Sanayiinde Stratejik Gelişmeler" konulu Ankara Sohbetleri etkinliği, 14 Ocak Pazartesi günü Savunma Sanayi Müsteşar Yardımcısı Dr. Faruk Özlü’nün katılımıyla gerçekleşti. Programa Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, ETKB Bakan Müşaviri Murat Akkaya, TAI Direktörü Yılmaz Güldoğan, EPDK Kurul Üyesi Fatih Dönmez, SHGM Gnl. Md. Yrd. Bahri Kesici, AYGM Demiryolu Dairesi Bşk. Kazım Özgür, Ankara Büyükşehir Belediyesi İç Teftiş Kurulu Bşk. Doğan İşçi, Karayolları Teftiş Kurulu Bşk. Vacip Mert, MMG Şube üyeleri ile çok sayıda konuk katıldı. SAVUNMA SANAYİNE YERLİ ÇÖZÜMLER Ankara Sohbeti etkinliğinin konuklarına savunma sanayinin tarihini ve son 10 yıldaki gelişmeleri aktaran Dr. Faruk Özlü, “Müsteşarlığımız 2000’li yıllara kadar ortak üretim programlarıyla, daha sonra ise özgün yurt içi tasarım ve yurtiçi üretim sistemleriyle, TSK’nın modernizasyonuna ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Geleceğe dönük uygulanan doğru stratejiler sonucunda Milgem, Altay Ana Muharebe Tankı, Meltem Deniz Karakol Uçağı, Kasırga TR-300 Füzesi, Milli Piyade Tüfeği, İnsansız Deniz Aracı, Atak Helikopteri ve İnsansız Hava Araçları gibi çok sayıda projenin savunma sanayimiz tarafından başarıyla yürütülmesi sağlanmıştır” dedi. Özgün Yurt İçi Geliştirmeyle, savunma sanayini özgün yurtiçi çözümler sunabilecek ve uluslararası alanda rekabet edebilecek şekilde yapılandırdıklarından bahseden Özlü, “Yan Sanayi ve KOBİ Yaklaşımıyla da, savunma sanayi faaliyetlerine yerli sanayinin katılımı çerçevesinde, KOBİ’lerin teşvik edilmesini sağlıyor ve bunu çok önemli görüyoruz. KOBİ’lerin yaratıcı, esnek ve dinamik yapısı sektörü güçlendirecek, yerlileştirme hedeflerine ulaşılmasında önemli katkılar sağlayacak ve nihayetinde sektörde verimliliği artıracaktır. Savunma ürünü ihracatına yönelik teşvik ve offset imkanlarının KOBİ’lerin istifadesine açılması amacıyla da ihtiyaç duyulan konularda ilave tedbirler alınacaktır” diye konuştu. KENDİ ÜRÜNLERİMİZİ ÜRETİYORUZ Özlü, “Kendi tasarımlarımızı yapıyoruz, kendi ürünlerimizi üretiyoruz. Eskiden kolaydı, lisans alıp burada üretip, teslim ediyorduk. Şu anda kendi mühendislerimiz, kendi işçilerimiz tasarımları, üretimleri yapıyor. Türkiye dönüşü olmayan bir yola girdi. Bundan sonraki hedefimiz kendi askeri jet uçağımızı yapmak, biliyorsunuz geçtiğimiz haftalarda kendi uydumuzu fırlattık, kendi helikopterimizin tasarımını yaptık uçurduk, kendi fırkateynlerimizi kendimiz yapıyoruz” diye konuştu. MMG İTÜ Rektörü Mehmet Karaca'yı ziyaret etti M imar ve Mühendisler Grubu (MMG), İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca'yı makamında ziyaret etti. MMG adına ziyarete Genel Başkan Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcılarından Osman Şahbaz, Ömer Faruk Kültür ve Kadem Ekşi, MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir, Yönetim Kurulu Üyelerinden Şenol Arslan, Bilgi Güvenliği Yönetim Sistemleri Uzmanı Dr. Lami Kaya, MMG Denetleme Kurulu Üyelerinden Ömer Doğan ve Lütfullah Altınkum ve Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu katıldı. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, MMG’nin çalışmaları 88 Mimar ve Mühendis hakkında bilgi vererek, MMG olarak gerçekleştirilen çalışmaların sürdürülebilir olmasına özen gösterdiklerini belirtti. Gündemde olan özellikle şehircilik üzerine yapılan çalışmalarda herkesin duyarlı olması gerektiğini ifade eden Avni Çebi, üniversitelerin proje bazlı çalışmalara daha çok özen göstermesinin, beyin dolaşımını artıracak Farabi projeleriyle toplumun daha da kaynaşmasının sağlanmasının öneminden bahsetti. İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca, Avrupa'ya öğrenci gönderdiklerini, gönderdikleri kadar gelmediğine dikkat çekerek, beyin göçünün çok önemli olduğunu, geleceği inşa etmek için dünya standartlarında teknoloji üretilmemisinin çok önemli olduğuna değindi. Senai Demirci Genç MMG Söyleşilerine Katıldı... G enç MMG'nin düzenleyeceği söyleşilerde ilk konuk Senai Demirci oldu. Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde gerçekleşen söyleşide Senai Demirci, genç mimar ve mühendislerden oluşan gruba Yusuf Kıssası'nı üç farklı bakış açısıyla yorumladı. Yusuf (a.s.)'ın üç farklı gömleği olduğunu, bu kıssada bize müthiş yorumların bulunduğuna değinen Senai Demirci, Inception filminde taksicinin isminin Yusuf olmasındaki işarete de değindi. "Üç Yusuf Sahnesi: Hayatı Yusuf Aynasında Seyretmek İçin" başlığında Senai Demirci, Yusuf Peygamberin hayatında üç farklı sahnede özneleri değiştirdiğimizde insana müthiş dersler ve ibretler verildiğini söyleyen Senai Demirci, Yusuf Peygamberin üç gömleği olduğunu söyledi. İlk gömleğin, Yusuf Peygamberin çocukken üzerinden çıkarıldığı gömlek (kanlı ve yırtık), ikinci gömleğin Züleyha'nın Yusuf Peygamber'in yırttığı gömlek (kansız ama yırtık), üçüncü gömleğin de Yusuf Peygamber'in babası Yakup Peygamber'e gönderdiği gömlek (hem kansız hem yırtık değil) olduğunu söyleyen Senai Demirci, Kuran'ı hayatımıza uygulayacakmış gibi okumamız gerektiğinin altını çizdi. Yusuf Yakub'un Kaybıdır! İnsanoğlu'nun herşeye Yakup olmaması gerektiğini söyleyen Senai Demirci, sadece Yusuf'a Yakup olunabileceğini belirtti. Yusuf Suresini üç sembol üzerinden okunabileceğini söyleyen Senai Demirci, dünya sahnesinde Yusuf Peygamberin hayatının aslında insanoğluna anlatılan en derin, en kadim hikayelerden biri olduğunu, dolayısıyla bir hikaye dinliyormuş modundan öte, sanki biz de hikayenin bir yerindeymişiz gibi okunmasının doğru olduğunu belirtti. Senai Demirci, anlattığı üç sembolden ilkinin, Yusuf Peygamberin rüya gördüğünü, başkaları tarafından yo- rumlandığını, ikinci olarak Hükümdar'ın rüya gördüğünü Yusuf Peygamberin yorumladığını, üçüncüsünde rüyanın bizzat kendisinin Yusuf olduğunu belirtti. Söyleşi, Genç MMG Başkanı Mimar Yavuz Sarı'nın Senai Demirci'ye plaket vermesi ve toplu fotoğraf çekimiyle bitti. MMG Ankara Şubesi Murad Bayar’ı ziyaret etti M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi, Şube Başkanı Yılmaz Ada’nın da eşliğiyle gerçekleştirdiği ziyarette, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ı ziyaret etti. Geçtiğimiz ay MMG’nin düzenlediği kahvaltılı çalışma toplantısına da iştirak eden Bayar MMG ile ilgili olumlu görüşlerini iletirken, gelecek dönemlerde de bu gibi etkinliklere devam edilebileceğini belirtti. MMG Ankara Şubesi adına ziyarete şu isimler katıldı, Başkan Yılmaz Ada, Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkan Yardımcısı Şehmus Yıldırım, Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Öncel, Yönetim Kurulu Üyesi Serhan Gören ve Ali Emre Akgüneş. Mart - Nisan 2013 89 BİZDEN HABERLER İSTİŞARE TOPLANTISI DÜZENLENDİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG), eski ve yeni başkanlar ve yönetim kurulu üyeleri ile bazı üyeler 17 Mart Pazar günü gerçekleştirilen istişare toplantısında buluştu. Üsküdar’da gerçekleştirilen İstişare Kurulu Toplantısı’nda, yaklaşan MMG Olağan Genel Kurulu öncesi durum değerlendirmesi yapan istişare kurulu, şubeler tarafından gerçekleştirilecek olan genel kurullar konusunu masaya yatırdı. MMG’nin kuruluşundan bu yana, gerçekleştirdiği etkinlikleri, misyonu ve vizyonu konusunda geçmişten günümüze durum değerlendirmesi yapılan istişare kurulunda, bundan sonraki dönemde de MMG’nin başarılı çalışmalar yapabilmesi ve bu doğrultuda hızla ilerleyebilmesi için geçmişteki yönetimler gibi, gerekli donanıma ve bilgi birikimine sahip bir yönetim kurulunun seçilmesi konusunda görüş alışverişi yapıldı. MMG’nin kurulduğu günden bu yana değerlerine bağlı kalarak ve mimar ve mühendislik alanında nitelikli çalışmalar, programlar yapmaya devam etmesi gerektiği kanaatine de varıldı. Geçmiş dönem başkanlarından Oral Avcı ve Murat Kalsın da gerçekleştirilen istişare kuruluna katılırken, son iki dönemdir MMG Genel Başkanlığı yapan Avni Çebi’ye başarılı çalışmaları ve özverisi nedeniyle teşekkür ettiler. İstişare kuruluna katılan heyetteki herkes MMG’nin gelecek dönemi için görüş ve önerilerini bildirirken, istişare kurulu üyelerinin büyük çoğunluğu yeni dönemde göreve gelecek yönetim kurulu için MMG'nin değerlerini ve başarılı çalışmalarını sürdürebilecek ve kamuoyundaki MMG algısını yaşatmaya devam edecek yeni bir yönetim kurulunun oluşturulması için fikir birliği sağladı. “İSTAÇ GENEL MÜDÜRÜ AKGÜL: “YURTDIŞINDA, KATI ATIK YÖNETİMİ KONUSUNDA MÜŞAVİRLİK HİZMETİ VERİYORUZ” İ STAÇ Genel Müdürü Osman Akgül, MMG, Genel Başkan Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi ve Osman Şahbaz ile Yönetim Kurulu Üyesi Turan Koçyiğit’ten oluşan heyeti ağırladı. Genel Müdür Akgül, İSTAÇ’ın çevre ve atık yönetiminde büyük birikimiyle markalaştığını belirtirken, artık Türkiye dışına açılarak çevre ve uzaktaki ülkelerle ortak çalışmalar yaptıklarını söyledi. Pakistan’ın Lahor 90 Mimar ve Mühendis Kenti’nde katı atık yönetimi konusunda müşavirlik hizmeti verildiği bilgisini veren Akgül, bu hizmetin Mısır’ın Kahire Şehri ile İslam dünyası için önemli şehirlerden Mekke ve Medine’de de verileceğini dile getirdi. MMG’nin de destekçisi olduğu İstanbul Uluslararası Katı Atık, Su ve Atık su Kongresi 2013’e de değinen Akgül, sempozyuma gelen yoğun bildirilerin kendileri açısından mutluluk verici olduğunu vurguladı. AHMET ERKOÇ KİTAP ANALİZİ Bir Küre Bin Bir Küreselleşme Küreselleşme bazıları için barış ve demokratikleşme çağını açacak sihirli bir sözcük. Bazıları içinse Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik ve siyasal egemenliğinde türdeşleşmiş bir dünyayı akla getiriyor. Bu kitapta küreselleşmenin kültürel boyutta yol açtığı değişiklikler incelenmektedir. K itap Boston Üniversitesi gözetiminde, Amerikalı iki profesör editör, yazar Peter L. Berger ve Samuel P. Huntington yönetiminde 11 ülkede üç yıl süren bir araştırma ile hazırlanmıştır. Her bölümde küreselleşmenin o ülke kültürüne yaptığı etkiler yine o ülke akademisyenlerinin yaptığı araştırmalarla açıklanmıştır. Kitap 4 ayrı bölüm halinde hazırlanmıştır. İlk bölümde ‘’Küreselleşme ve Alternatif Modernlikler’’ başlığı altında Çin, Tayvan, Japonya ve Hindistan’da küreselleşmenin kültüre etkileri, o ülkelerin sosyal bilim akademisyenlerinin yaptığı araştırma sonuçları temel alınarak verilmiştir. İnançlar, değerler, yaşam tarzları dönüşmektedir. Dünyanın her köşesini etkileyen bir kültürel deprem tablosuyla karşı karşıyayız. Bu, depreme gösterilen tepkilerde farklı. Bazı insanlar hiç kaygılanmadan olayı kabul ediyor. Bazıları ise militan bir tutumla küreselleşmeyi reddetmeye çalışıyor ve bunu kah din, kah milliyetçilik bayrağı altında yapıyor. Küreselleşmeye karşı tavır almanın küresel ekonomiden dışlanma sonucunu vereceğini gören bazı ülkeler küresel ekonomiye katılmayı ama küresel kültüre direnmeyi bağdaştırmaya çalışıyor. Bu başarılması zor bir denge gösterisi. “KÜRESELLEŞME ve BÖLGESEL ALT KÜRESELLEŞME” Bu bölümünde aynı yöntemle Almanya ve Macaristan’daki küreselleşmenin kültüre etkisi incelenmiştir. ‘’Çeper Ülkelerde Küreselleşme’’ bölümünde Güney Afrika Cumhuriyeti, Şili ve Türkiye incelenmiştir. Son bölümde ise ‘’ Amerikan Girdabı’’ başlığı altında Amerika Birleşik Devletleri incelenmiştir. Kitabın ilgi çekici yanı konuyu her ülkenin akademisyenleri kendi ülkelerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre hazırlamalıdır. Editörler ise çalışmayı koordine etmişler ve 17 sayfadan oluşan giriş bölümünü kaleme almışlardır. Kitapta varılan genel sonuçlar şöyle özetlenebilir. Gelişen küresel bir kültürün var olduğu ve bu kültürün gerek kökeni, gerek içeriği açısından ABD ağırlıklıdır. Yükselen küresel kültür hem elit hem de popüler araçlarla yayılmaktadır. İş ve siyaset dünyasının liderlerinin kültürü, aydınların kültürü ve popüler kültür hızla değişmektedir. KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’YE ETKİSİ Kitabın Türkiye ile ilgili kısmı akademisyen Ergun Özbudun ve Fuat Keyman tarafından hazırlanmıştır. Bu kısmın ilk bölümünde modernliğin değişen anlamı, Türkiye’deki güçlü devlet geleneğinin krizi, soğuk savaşın sona ermesi, küreselleşme sürecinin toplumun bütün kesimlerince fikir birliği ile kabul edildiği saptanmıştır. İkinci bölümde Türkiye’nin modernleşmesinde İslam’ın rolü incelenmiştir. Daha sonra Kültürel Küreselleşme ve Ekonomik Hayat başlığında TÜSİAD, MÜSİAD ve SİAD (Sanayici ve İş Adamları Derneği) gibi Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) tarihsel süreç içinde oynadıkları roller ve bunun değişimi incelenmiştir. Buradaki değerlendirmeler derneklerin yalnız ekonomik faaliyetlerini değil aynı zamanda siyasal duruşlarını da içermektedir. Sonraki bölümde STK’ların kültürel küreselleşmeden etkilenmeleri incelenmiştir. Bu amaç- la üç STK insan hakları derneği; Türkiye İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der ve Helsinki Yurttaşlar derneği incelenmiştir. Bu bölümdeki son değerlendirme cümlesi oldukça ilginçtir: “STK’ların sayıları ve etkinliklerinin artmaya başlamasına karşın ne kadar ‘sivil’ oldukları belirsiz kalmaktadır.” Türkiye ile ilgili kısmın son bölümünde küreselleşmenin tüketim kalıpları üzerindeki etkilerine değinilmiştir. Bütün bu çalışmalarda incelenen kuruluşlarla yapılan görüşmeler temel kaynak olarak kullanılmıştır. 396 sayfa Baskı Tarihi: Mayıs, 2003, İstanbul Yayınevi: Kitap Yayınevi Çeviri: Ayla Ortaç Özgün adı: Many Globalizations MİNARE GÖLGESİ Yazar: Engin Ergönültaş Roman İletişim Yayınları İletişim yayınları, Türkçe Edebiyatı Dizisi’ne Mart 2013’te “Minare Gölgesi”ni ekledi. Eserin ismi evinden kaçıp minareye saklanan, şerefede yatıp kalkan küçük bir çocuğun yaşadıklarıyla özdeşleşmiş. Yazar Engin Ergönültaş’ın 5 yıl üzerinde çalışarak oluşturduğu romanın tanıtım metni şu şekilde: “Bir yoksul mahalle peyzajı... Sürüsüne bereket kedi köpek, cam çerçeve, mutfak soba, duvar kaldırım, cami minare değil ama sadece; insan hallerini, kalpleri nazmeden bir peyzaj. İklimle akraba, kâh rüzgârın, kâh yağışların, kâh yaz sıcağının refakatinde, delirmenin ayartısıyla koyun koyuna, kırık gönüllü hayatlar... Çaresizliğin içinde ümidini ve iç huzurunu taştan çıkartan, kimi de çıkartamayanlar..." Mart - Nisan 2013 91 BİZDEN HABERLER “HALİÇ TERSANESİ YAŞAYAN BİR MÜZEDİR” Haliç Tersanesi’nin farklı bir havaya sahip olduğunu ve yaşayan bir müze niteliği taşıdığını söyleyen Süleyman Genç, 3-4 yıldır bu kavram üzerine konu geliştirilmeye çalıştıklarını ifade etti. M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) 31 Ocak Perşembe günü İstanbul Şehir Hatları Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş. Haliç Tersanesi’ne bir teknik gezi düzenledi. MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’ın da katıldığı teknik gezi etkinliğine Şehir Hatları Genel Müdürü Süleyman Genç ev sahipliği yaptı. Genel Müdür Genç’in yakın ilgi ve samimiyetiyle sıcak bir ortamda geçen teknik gezide katılımcılar Haliç Tersanesi’nin havuzlar, bakım onarım, ahşaphane, havuz su pompalama ve diğer bölümlerini gezerken, gezilen yerler hakkında Genç’ten detaylı bilgi aldı. 92 Mimar ve Mühendis “KÜRESEL KRİZ DENİZCİLİĞİ KALBİNDEN VURDU” 557 yıldır hizmet veren ve son dönemde ‘Kasımpaşa’, ‘Hasköy’ ve ‘Sütlüce’ isimli üç Haliç vapurunun inşa edildiği tersane hakkında bilgiler veren Genç, Haliç Tersanesi’nde olmamasına rağmen sözü edilen tersanenin her zaman özellikleri dolayısıyla ayrı bir yerinin olduğunu dile getiren Genç, “Bunun nedeni, yapılacak işin değerinden çok daha değerli olan şeyin, buranın kendisi olması. Havuzların, havuz kapaklarının, buradaki her taşın kıymeti var. Geleceğe taşınmasında hassasiyet gösterilmesi gerekiyor” diye konuştu. 2008 yılında yaşanan krizin denizciliği teğet geçmediğini aksine uluslararası bir sektör olduğu için kalbinden vurduğunu kaydeden Genç; “Denizler bu konuda devlet tanımaz uluslararası bir niteliğe sahip ve dünyayla tam entegreli olduğu için küresel kriz hangi ülkede olursa olsun denizcilik sektörünü etkiler” dedi. “VAPURLARIMIZI EVLATLARIMIZ GİBİ GÖRÜYORUZ” Genç, Haliç Tersanesi’nin denizcilik anlamı itibariyle çok önemli bir yere sahip olduğunu söylerken; Şehir Hatları A.Ş.’ye ait vapurların bakım ve onarımının orada gerçekleştirildiğini ve her birini evlatları gibi görerek bakım ve onarımlarını yaptıklarını vurguladı. Haliç Tersanesi’nin teknik donanımının yüksek düzeyde olduğunu söyleyen Genç, proje üretimlerinden inşa aşamasına kadar her konuda çalışmaları rahatlıkla yapabildiklerine dikkat çekti. “ÜÇ KERE KAPATILMAK İSTENDİ; FAKAT HALİÇ TERSANESİ HALA FAAL” Haliç Tersanesi’nin tarihe tanıklık eden bir miras olduğunu dile getiren Genç, daha önceki dönemlerde Haliç Tersanesi’nin üç kere kapatılmak istendiğine; fakat bunun gerçekleşmediğine dikkat çekerken, bir dönem köprülerin açılıp kapanamaması nedeniyle kararla olmasa da bu nedenden dolayı kapanmış kadar olduğunu dile getirdi. Köprülerin tekrar açılıp kapanabilmesinden sonra Haliç Tersanesi’nin faaliyete devam ettiğini bildiren Genç, İstanbul Şehir Hatları olarak 31 adet gemileriyle ilgili buradaki çalışmalarının en iyi şekilde devam edeceğini belirtti. AMACIMIZ KAR ETMEK DEĞİL HİZMET VERMEK İstanbul Şehir Hatları olarak asıl amaçlarının kaliteli ve güvenli hizmet vermek olduğunu belirten Genç, 31 vapur, 49 iskele ile yıllık 50 milyon 300 bin yolcu taşıdıklarını ifade etti. Kar etme amacı ile değil İstanbul’daki vatandaşlara hizmet etme amacında olduklarını ısrarla vurgulayan Genç; “Yıllık yolcu taşıma sayımızı 46 milyondan 50 milyon yolcuya çıkardık. Bizim amacımız; hizmet kalitemizi ve güvenilirliğimizi sürekli daha fazla nasıl artırabiliriz de yıllık 50 milyon yolcu sayısını 51 milyona çıkarırız prensibidir. Biz sadece kar ettikçe değil o 50 milyon yolcuyu 51 milyona ve sonraki yıllarda daha yüksek sayıya çıkardıkça mutlu oluruz” diye konuştu. “HALİÇ TERSANESİ YAŞAYAN BİR MÜZEDİR” 22 senedir tersanenin içinde yaşayan biri olduğunu belirten Genç, Haliç Tersanesi’nin farklı bir havaya sahip olduğunu ve yaşayan bir müze niteliği taşıdığını sözlerine ekledi. 3-4 yıldır bu kavram üzerine konu geliştirilmeye çalıştıklarını ifade eden Genç, “Tersanenin geçmişi anlatırken, bazı şeylerin işlevselliğini geçmişe bağlı sürdürebilmesi gerekiyor. Yoksa sabitlenmiş, mumyalanmış, cilalanmış bir yapı burayı tarif edemez. Bu anlamda 556 yıllık Haliç Tersanesi, tersane camiasının kültürel ruhunda bir sayfa açacaktır diye düşünüyorum” şeklinde konuştu. Korumacı bir ruhla ve tersaneyi çok seven biri olarak, seyreltilmiş bir yapıyla çalıştıklarını aktaran Genç, diğer tersanelerdeki yoğunluğun aksine Haliç Tersanesi’nde o yoğunluğa rastlamanın zor olduğunu dile getirdi. Bunun nedenini de, yapılacak işin değerinden çok mekanın değerinin olması olarak açıklayan Genç, sözlerini; “Havuzların, havuz kapaklarının, buradaki her taşın kıymeti var. Geleceğe taşınmasında hassasiyet gösterilmesi gerekiyor. Biz burada çalışmaya devam ediyorsak, sadece canlılığı sürdürmenin bir alameti olarak bu işi yapmaya çalışıyoruz. İşe kapitalist boyutundan bakmıyoruz, kültürel boyutuyla bakıyoruz” diye noktaladı. Mart - Nisan 2013 93 SİNEMA Özgürlük Yolu INTO THE WILD Özgürlük Yolu Mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir: Modernitenin insanı ruhsal bunalımlara, sinirsel açmazlara sıkıştırdığı bir dünyadan doğaya, öze, toprağa, iç dünyaya yolculuk… Evi yollar olan, hakikati arayan, güzelliklere yolculuk yapan bir seyyah: Alexander Süperberduş. Ücra ormanlarda bir haz vardır; Derin denizlerde Issız kıyılarda mest olurum; Ve uğultusunda bir şarkı vardır: Kimsenin rahatsız etmediği İnsanı daha az sevmem ama Bir çevre vardır, Doğayı ondan çok severim... Lord Byron > Yunus Emre Tozal H eyecanın doruğa ulaştığı, varoluş bilinciyle yeryüzünde dirilişini gerçekleştirdiği bir savaşta, modernizme meydan okuyarak içindeki sahte kişiliği öldüren bir özgürlük abidesi. Issız doğada tek başına ruhsal dönüşümünü gerçekleştirmek adına, kapitalizmin çarklarına çomak sokarak varoluşunun bilincine erebilmek, tüm sistemlerden kaçarak modern olan her şeyi ayaklarının altına alabilmek için ölümü göze almış bir gece yolcusu… Gerçek mutluluk sadece paylaşılarak mı yaşanır yoksa acılara tek başına katlanmak zor mudur? Into the Wild bu sorunu cevabını arıyor bir nevi. Macera düşkünü bir genç, okuldaki başarısını hiçe sayıp, ailesinin onun eğitimi için biriktirdiği parayı yardım kuruluşuna vererek medeniyetin kaosundan uzaklaşmak, sadece kendisiyle kalabileceği bir yer bulmak için doğaya doğru adım atmaya karar verir. Ebeveynleriyle olan sorunlu ilişkisi, kafasını kurcalayan soru işaretleri ve anlama çabası bu kararı almasındaki en büyük etkenlerden bir kaçı. Ailesinde en çok değer verdiği kişi kız kardeşi ve biz filmi onun dilinden izliyoruz. Teknolojinin getirdiklerinden, paradan ve insanlardan belirli bir süre uzak kalmış ve bir süre sonra kalabalığın ortasında kendisini buluvermiş bir kişinin hissettiklerini görmek çok da güç değil bu filmde. Yeme-içme 94 Mimar ve Mühendis Yönetmen: Sean Penn Senaryo: Sean Penn Oyuncular: Kristen Stewart, Zach Galifianakis, Emile Hirsch, Vince Vaughn, Catherine Keener Yapım: 2007 - ABD Süre: 148 dakika ihtiyacını elinde bulundurduğu kitaplardan, yol boyunca tanıştığı ve her birinin farklı hayat hikayesi olan insanlardan öğrendiği bir genç o. Emory Üniversitesi’nden iyi bir dereceyle mezun olan Christopher Johnson McCandless, modernizmin çarmıhından kurtularak kendisini keşfetmek için bu kutlu yolculuğa çıkan kahramanımız. Son model arabalar, pahalı iletişim araçları gibi lüksten her zaman kaçan Chris, modern dünyanın kendisine sunduğu her şeyi elinin tersiyle itmiş, metropollerden bunalmış. Ablası, ailesinin gözü yaşlı bir şekilde Chris’i arama umutlarının tükendiği bir sırada şöyle mırıldanır: “Ne yaptığını anlayabiliyordum. Dört yılını, manasız ve can sıkıcı üniversiteden mezun olma görevini yerine getirmekle harcamıştı. Ve şimdi Chris soyutluk, sahte güven, ebeveyn ve maddi ölçüsüzlük dünyasından; Chris'i var olma gerçeğinden uzaklaştıran her şeyden uzakta.” Tüm sevdiklerini terk etmiştir Chris. Ailesini, arkadaşlarını, sevdiği kızı, kariyerini geride bırakarak ve tüm parasını yakarak özgürlük vadisini aramaya koyulur. Kendisini yemyeşil vadilerde, dağların zirve noktalarında, upuzun kırsal arazilerde bulur. Doğayı keşfetmeye başlayan Chris, uzun bir yolculuğa çıktığının bilincindedir. Bu yolculukta hippilerin yaşam şartlarını, dilini, giyim tarzını ve belki de en önemlisi benliğini öğrendiği bu yolculukta, normal denen kişilerle de tanışıp, onların bu hayattan beklentilerini ve kendi umutlarını karşılaştırma fırsatı da bulur aynı zamanda. Acıları da mutlulukları da tadar. Doğanın ona sunduklarıyla, yaşamını her yeni güne taşıma çabasıyla günler geçip gider. Yeni yerlerde aşkı keşfediyor Chris, kısa sürse de yaşamı için tadımlık hislerin varlığından müteşekkir kalıyor. J. P. Sartre’nin “İnsanların çoğu yaşamadan ölürler, bazı insanlar öldükten sonra yaşamaya devam ederler” sözü Süperberduş’un başkaldırısını dile getiriyor. Ölerek dirilmenin aslında hür dünyaya yelken açmak olduğunun bilinciyle gözlerini kapıyor Alexander Süperberduş. Jon Krauker’in kitabından alıntılanan filmi, ünlü aktör Sean Penn çekmeyi kafasına koymuş ve çekmiş. İyiki de çekmiş. Alexander Süperberduş’un rolünü oynayan genç aktör Emile Hirsch’in performansı müthiş. İzleyiciye görsel bir şölen düzenlemiş yönetmen. Müzikleriyle, görüntüleriyle, sahne sahne düzenlenen bir şiir gibi Into The Wild. "Bana aşk, para şöhret, inanç, adalet yerine gerçeği verin" diyen Chris’in evden uzaklaşıp mutluluğu aradığı ve final sahnesinde geçen 'mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir' demeci, şehirleşen insanı ta kalbinden yakalıyor. Ve ardından Chris’in donuk gözlerini gösteren müthiş sahne: "Ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım o zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?" Chris mücadele ediyor. Toplumun insana dayattığı baskıdan ve sınırlardan uzaklaşıp hayret duygusunu keşfetmeye yelken açıyor. Atlarla birlikte koşturmak, çimleri sulayan fıskiyenin altında duş almak, kano ile Meksika'ya kadar gitmek, dağların zirvelerine tırmanarak denizi seyretmek, otostop çekerek yollara düşmek, yük trenlerini ev bellemek... Chris'in anlatamaya çalıştığı, insan tecrübeleriyle insandır; tecrübeler ise yaşanarak öğrenilir. Ama dört duvar arasında, güvenli bir evde yaşadığı psikolojisiyle oturan bir insan, yaratılanları keşfederek hayret duygusunun farkına nasıl varabilir? Paulo Coelho'nun da dediği; "hayatta en büyük dersleri yollardan almışımdır." ve eklediği gibi; "seyahat etmek para değil, cesaret işidir." Mart - Nisan 2013 95 ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER 96 Mimar ve Mühendis Binlerce yıllık Kültürel Mirasımız olan eserleri geleceğe taşıyoruz Kariye Müzesi Restorasyonu Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok. Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82 M: hizmet@taksimyapi.com.tr