Türkçe`deki en güçlü kelime aç›kland›: “Sözde”
Transkript
Türkçe`deki en güçlü kelime aç›kland›: “Sözde”
Solo test puan bareminde kapsaml› bir de¤iflikli¤e gidiliyor Alt›n anahtar panik yaratt›! Viyana kentinin sembolik alt›n anahtar›n›n bir Türk ifladam›na verilmesi Sayfa: 4 tart›fl›l›yor. Güreflte eflek t›rafl› sorunsal› spor Sayfa: 6 R›dvan Dilmen duayence tahmin etti. “Teknik direktör olmayaca¤›m.” Solo testin puanlama sisteminde yap›lacak revizyonu iki aflamal› Sayfa: 3 test takip edebilir. Curling can ald›... Cenk ve Erdem ISSN 1306 0830 EKfi‹’ye konufltu: Biz kötü konuklar›z! içeride: Ölümcül ikiliyle geçmiflten gelece¤e bir ba¤ kurmaya çal›flt›k; olmad› pek... ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r n Süpermen n World Wide Ramazan davulu n Saruman vs Saffet n Medyan›n ortaça¤ e¤lencesi y›l: 1 say›: 5 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 14 - 20 Ekim 2005 ‹sviçre, ‹rlanda - ‹sviçre milli futbol maç›nda da tarafs›zl›¤›n› korudu Sayfa: 3 ‹nternetten indirilen filmi belefle getirmenin hazz›, filmin kendisinin verdi¤i hazdan kat kat fazla Sayfa: 4 Türkçe’deki en güçlü kelime aç›kland›: “Sözde” on yıllarda Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatına ayrılmaz biçimde entegre olan “sözde” kelimesinin silici ve hipnotik etkileri, yapılan bir araştırmayla ortaya konuldu. Rastgele seçilen denekler ve bazı tüzel kişilikler üzerinde gerçekleştirilen demografik çalışmalarda, katılımcıların büyük çoğunluğu, önüne “sözde” kelimesi getirilmiş tamlamaların S Son kullanma tarihi iki gün geçmifl süt, önce kediye Sayfa: 5 tatt›r›ld› Pakistan’› sarsan 7.6 fliddetindeki deprem, Türk kamuoyunda ancak 0.01 fliddetinde hissedildi Sayfa: 7 ‹statistik Türk insan›, k›rm›z› ›fl›kta geçerek kazand›¤› 7 saniyeyi nas›l de¤erlendiriyor? %7 %22 (%17) %8 %15 %3 %28 n Olimpiyatlarda 100 metre yar›fl›n›n ilk 70 metresini koflarak (%17) n Kendisine ehliyet veren kasab› ziyaret ederek %7 n 2 dakika de¤il, 2 dakika 7 saniye ön seviflerek %15 n Hayatta kimsenin kendisine “molla” demeyece¤ine hay›flanarak %28 n Duflta sol kula¤›n›n arkas›n› daha yavafl, daha titiz ovuflturarak %3 n Baflka bir kavflakta k›rm›z›da geçen yayalara bak›p “Bu millet adam olmaz” diye homurdanarak % 8 n 27 k›rm›z› ›fl›kta tekrar geçerse bir yumurta hafllama süresi tasarruf edece¤inin hesab›n› yaparak %22 Tam 10 sayfa! Verimli çal›flmayan süper kahramanlar›n ifline son verildi nlü süper kahraman teşekkülü The Avengers “suç ve felakete karşı daha efektif çalışmak, misyonunu yitirmiş ya da gruba katkısı olmayan üyeleri elemek” gerekçesiyle dün üye sayısında dramatik bir azaltmaya gitti. Sayılari 100’e yakın süper kahramanın işine son verme kararı alan kurmay süper kahramanlardan Fırtına ve Şimşek Tanrısı Thor “Doğru olanı yaptık. The Avengers şimdi daha verimli oldu, daha modern bir görünüm aldı. Lağvedilen eski model içinde bir organizasyon, bütünlük, rasyonel bir iş dağılımı yoktu. Ortalama bir macerada efektif çalışan bir avuç kahramana karşın, onlarcası sadece ” görüntü “ olarak orada bulunuyor, kalabalık yapmaktan öte bir Ü fonksiyona hizmet etmiyorlardı. Grubun çoğunluğunu oluşturan kalitesiz işgücü ve bürokrasi efektif çalışan bir diğer grubu da engelliyor, hızını kesiyordu. Öyle ki bir çok sözde süper kahraman daha olay yerine dahi intikal edemeden macera bitiyordu. Sırf uçabiliyor, ok atabiliyor, kıçından ateş çıkarıyor diye ” süper kahraman “ kabul edilen, ama macera içinde hiç bir süperliğini göremediğimiz, totalde hiçbir amaca hizmet etmeyen bu çirkin görüntüden kurtulduk.” şeklinde konuştu. Buna karşın eski The Avengers üyeleri, “The Avengers Plaza” önünde ve çevresinde sulu, buzlu, ateşli ve lazerli protesto gosterisinde bulundular. manasını çıkaramadı. Bazı deneklerin geçici bilinç kaybı yaşadığı kaydedilirken bazılarının da panik atak semptomları gösterdiği belirtildi. Az gelişmiş bölgelerde ve gelir dağılımının dengesiz seyrettiği yörelerde “sözde” kelimesinin olumsuz anlamlar içeren bir lakap, hatta hakaret sayılmaya başlandığı elde edilen bir diğer ilginç bulgu. Sayfa: 5 Türk yoginin Budist camiay› hayrete düflüren baflar› öyküsü Ümraniye’li Faruk Bayram isimli genç, nişanlısını yalnız bırakmamak için yazıldığı yoga kursunda gösterdiği mucizevi ilerleme sonucunda 3. gözünü açtı. Bir anda tüm dikkatleri üstüne çeken Yogi Faruk, “Güzel oldu” diye konuştu. Sayfa: 2 4 EKfi‹ 14-20 Ekim gündem KISA... KISA / YURTTAN... RTÜK uyard›: Ramazan davulcusuna dönüflen dizi karakteri kanal kapatt›r›r Radyo Televizyon Üst Kurulu, yaptığı bir açıklamayla televizyon kanallarını Ramazan ayı boyunca dizi kahramanlarına Ramazan davulculuğu yaptırılmaması konusunda uyardı. Kurul açıklamasında,, Ramazan gelince dizi kahramanlarının birer ikişer davulculuk yapmaya başlamasının artık sıkıntı vermeye başladığı, halkın “Ramazan gelince davulcu olan dizi karakteri” gerçeğine doyduğu ve mümkünse artık başka arayışlara yönelinmesi gerektiğini kaydetti. Bu yıl en az üç dizide, karakterlerin Ramazan davulcusu olması bekleniyordu. Kocas›n› yatakta ç›ld›rtamad›, Cosmopolitan’a dava açt› Ankara - 43 yaşındaki Fadime Toşkanlı, Cosmopolitan adlı derginin önerdiği “Onu yatakta zevkten çıldırtmanın 11 yolu” adlı makalede tavsiye edilen 11 yöntemi de deneyip sonuç alamayınca Ankara Birinci Asliye Mahkemesi’ne şikayette bulundu. Dava dilekçesinde söz konusu yayınların kadınları yanlış yönlendirdiği ve yine söz konusu makalede verilen tavsiyelerin bizzat hayati tehlike arz ettiği yönünde şikayetler dile getirildi. Bu ve benzeri yayınların ivedi bir şekilde toplatılması yönünde talepte bulunuldu. Bir basın toplantısı düzenleyen Toşkanlı, “Hanımımın evini temizlerken gözüme ilişti bu dergi. Genelde elimi sürmem, işime bakarım. Bundan edindiğim bilgileri uyguladım. Kocama ‘Bey, bu sefer ben üstte olayım’diye öneride bulunduğumda dayak yedim, kolum kırıldı, kaşım patladı” şeklinde konuştu. Cosmopolitan dergisinin editörü İlhan Saraç ise dergisinin arkasında durduklarını, bu gibi vakaların vatandaşın okuduğu her bir halta inanmasından kaynaklandığını söyledi. TRT pazar programlar›na dalan emekli flimdi de ‘Hayaller Gerçek Oluyor’a dald› Özellikle 1980’li yıllarda TRT’nin Pazar programlarına rastgele girişleriyle tanınan, “ay burası emekli maaşı kuyruğu değil mi?” diyerek sosyal göndermeler yapan ve halkın sevgilisi haline gelen Sami Mükerrem beklenmedik bir “comeback” yaptı: 85 yaşındaki şaşkın emekli geçtiğimiz hafta Ebru Akel’in “Hayaller Gerçek Oluyor” programına daldı. Son olarak 1989 yılında bir Pazar programına ortadan dalan Sami Mükerrem’e Tahkim Kurulu tarafından süresiz olarak Pazar programlarına dalış yasağı getirilmişti. Mukerrem, sevenleri ile buluştuğu bu son görüntülerde yine esprileri ile kırdı geçirdi. Baygın halde olan Ebru Akel’e bakarak “Bu da belli bizim gibi Emekli maaşı kuyruğunda bayılmış” dedikten sonra, programda oynayan gençlere bakarak “ben de boyle upuzun görünce emekli maaşı kuyruğu sandım” diyerek yıktı geçti. Buhran geçiren Ebru Akel’e hitaben de “emeklinin işi zor, daha bizi cok bayıltıp evlendirirler” diye konuşan Mükerrem şovundan sonra yaptığı basın toplantısında. “sevdiklerimle böyle de olsa buluştum. Yüzde yüz reyting aldığım tek kanal günlerden sonra yine yüksek reytingli bir prodüksiyon ile sevenlerimin karşısına çıkmak beni gururlandirdı.” dedi. Viyana’da flimdi de Alt›n Anahtar gerginli¤i iyana - Avusturya’nın başkenti Viyana’da bir hafta önce vali tarafından yapılan açıklamanın yankıları ve tartışmaları hâlâ sürüyor. Şehrin altın anahtarının Türk işadamı Özmen Yıldıray’a verileceği açık- Michael Haupl landıktan sonra tırmanmaya başlayan gerginlik, son birkaç gün içinde had safhaya ulaştı. Şiddet olayları şehrin belirli bölümlerinde devam ederken, olayın çözülmesi için somut bir adım henüz atılmış değil. V “Türkler geliyor!” Halkın tepkisini çeken açıklama, öncelikle televizyondan duyuruldu. Açıklamayı televizyondan izlediğinden beri kendine gelemediğini söyleyen yerel esnaf Klaus Schroderskat, “Bir anda üst komşumun ’Türkler geliyor!’diye bağırdığını duydum. Hemen televizyonu açtım ve hayretler içerisinde valinin açıklamalarını izledim. Bu ayıp yüce ırkımızın beyaz tarihine kara bir leke olarak geçecektir” dedi. Karara karşı çıkan aşırı sağcı politikacı Gerard Meinkaf ise partisinden temsilcilerle beraber dün valiliğe yürüdü. Valilik çıkışında basın açıklaması yapan Meinkaf, “Viyana’nın kapıları Türklere hep kapalı kalacaktır” dedikten sonra, “O anahtarı nah veririz” diyerek sözlerini noktaladı. ya verecek, ya verecek” deyip iki porsiyon Adana Kebap ısmarladı. Avrupa basınında da geniş yer bulan olayları İngiltere’nin prestijli The Sun gazetesi “Turkish Delight” (Türk Lokumu) başlığıyla duyurdu. Vali olaylardan endifleli Son dört gün içinde 38 kebapçı dükkanının yağmalandığının altını çizen vali Michael Haupl, olayın bu boyutlara gelmesinden rahatsızlık duyduğunu belirtti. Verilecek altın anahtarın Viyana’nın kapılarını açan anahtar olmadığını ve gerçek anahtarın odasındaki kasada saklı olduğunu belirten Haupl, “Kıçımın kenarı bir Türk için sarf ettiğiniz enerjiye değmez” diyerek tepkisini ortaya koydu. Olayın merkezindeki diğer isim olan Özmen Yıldıray ise sadece Türk gazetecilere verdiği yemekte, “Valiye yedirdiğim paranın haddi hesabı yok. O anahtarı Polonya’daki baflkanl›k seçimlerinde ad›n› dahi duymad›¤›m›z iki aday aras›ndaki baflabafl mücadele devam ediyor EHA - 9 Ekim 2005 Pazar güyor, değil mi? Biraz Dosa zamanda soyadıma birkaç nü yapılan başkanlık seçimlenald Trump’ı çağrıştırıyor sesli harf eklemek istiyorum.” rinde, serbest pazar ekonomisi hatta” diye konuşurken, diye devam etti. %15 sabit vergi oranı vaadiytaraftarlığı ve de Polonya sınıreski Varşova Belediye le seçmenin karşısına çıkan ları dışındaki anonimliği ile taBaşkanı Lech Kaczynski Tusk ile Katolik aile değerlenınan Donald Tusk ile muhaise kampanyasını takip rini vurgulayan Kaczynski fazakar kanadın meçhul adayı eden yegane gazeteciye arasındaki ikinci tur oylama Lech Kaczynski ikinci tura verdigi demeçte “SoyadıDonald Tusk Lech Kaczynski sonucunda, kimin George W. kaldılar. Ne zaman yapılacağı mın Unabomber olarak Bush ile Oval Ofis’te el sıkışırken reuluslararası siyasi otoritelerce zerre tanınan seri katil Ted Kaczynski ile tıpasim çektirdikten sonra dünya gündeönemsenmeyen ikinci tur seçimlerindetıp aynı olduğunun farkındayım. Ama minden ve hafızalarımızdan son hızla ki şansını değerlendiren Donald Tusk, zaten Varşova dışında adımı bilen yok, silineceği belli olacak. “İsmim hiç Polonyalı ismine benzemine fark eder?” dedi, ve sözlerine “En kı- Büyük baflkan, Ankara’ya deniz getirdi etrosuydu, Harikalar Diyarı’ydı derken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek sonunda Ankara’ya denizi de getirdi. Sincan Belediyesi’ne ait bir parkta denizin açılışını yapan Gökçek, kurdele kesim töreninden önce yaptığı konuşmada “Ankaralıların en büyük rüyası gerçek oldu. Artık İstanbul ve İzmir’den hiçbir eksiğimiz kalmamıştır” dedi. M Tats›z ç›k›fl Halkın denize gösterdiği yoğun ilgi neticesinde tatsız bir olay da yaşandı, ancak denizin görkemli açılışını gölgeleyemedi. Mikrofonumuza konuşan O.Ö. (45) “Hani deniz? Nerede? Ben göremiyorum” dediyse de, halk ani bir çıkışla kendisini susturdu. Yapılan araştırmalar sonucunda O.Ö.’nün gözlerinin bozuk olduğu ve Gökçek’in daha önceden yaptığı açılışlarda da Gökçek’e provokatif suçlamalar yönelttiği ve dengesiz hareketler sergilediği tespit edildi. “Bu sadece bafllang›ç!” Gökçek’in, konuşmanın ardından ani bir hareketle soyunmaya başlaması halkta kısa süreli bir panik yarattıysa da, pantolonunun altından çıkan slip mayo ile herkes rahat bir nefes aldı ve böylece Melih Gökçek, “Orta Anadolu’nun Göz Kamaştıran Denizi” adını verdiği denize ilk giren insan olma onurunu da yakalamış oldu. Denize çivileme atladığı gözlenen Gökçek’in dizlerinden yukarısının ıslanmaması ise dikkat çekti. “Bu sadece bir başlangıç” diye konuşan Gökçek, “Denizimiz henüz iki kişilik, ancak zamanla büyüyecektir” dedi. Denizin zemininde bulunan plastik yapının bir leğen olmasının sorun yaratmayacağını ifade eden Gökçek, on saniye kadar süren yüzüşünün ardından denizden çıktı ve “İlk günden denizde bu kadar uzun süre kalınmaz” dedi ve takdir topladı. “Şimdi birileri yine çıkıp bu hizmetimize de bir kulp takmaya çalışacaktır, ancak elimde tuttuğum bu belgeler, bu suyun deniz suyu olduğunu kanıtlıyor” diyen Gökçek’in elindeki belgeler halk tarafından coşkuyla karşılandı ve alkış tufanı uzun süre dinmek bilmedi. Gökçek’in bir sonraki adımının Ankara’ya bir uzay istasyonu kurmak olduğu ve hatta bu projenin üç aya kadar tamamlanacağı da sızan haberler arasında. aktüel 14-20 Ekim EKfi‹ 3 Antalya’n›n Manavgat ilçesinde ilginç olay Çakı-Yorum Talihsiz H.U., H.U.’dan kaçarken H.U. taraf›ndan soyuldu nceki gün ilçede çirkin bir olaya karışan tüm gençlerin ad ve soyadlarının baş harfleri aynı olunca haberi veren yerel bir gazete, haberden hiçbir şey anlayamayan okurları tarafından protesto edildi. Haber şöyleydi: “İlçemizin güzel kızlarından lise öğrencisi H.U. (17) Merhale Mahallesi’ndeki evinden ayrıldıktan sonra arkadaşı H.U. ile okula giderken, sonradan adları H.U. (15), H.U. (16) ve Ö H.U. (17) olduğu öğrenilen 3 kişi tarafından zorla bir araca bindirilerek kaçırılmıştır. Görgü tanıklarının ifadesine göre olay yerinden hızla uzaklaşan otomobil polis tarafından ormanlık bir bölgede terk edilmiş olarak bulundu. Çevreyi tarayan polis henüz gençlere ulaşamamıştır. Arkadaşı H.U.’yu kaçıranları çok iyi tanıdığını söyleyen H.U., ‘Bunlar daha önce de beni yine H.U. ile bakkala giderken kaçırmak istemişler, ama ben H.U.’nun hayalarına, H.U.’nun da dizine vurmuştum. H.U. da H.U.’nun kafasına çantayı indirince kaçmıştı serseriler!.. Ama bu kez gafil avlandık. H.U.’yu kaçırmayı başardılar’ dedikten sonra gözyaşlarını tutamamıştır.” Protesto edilen gazetenin sahibi Hasan Umulur, sorumuz üzerine “Haberde bizim bir suçumuz yok. Tamamen tesadüf. Okuyucularımızı sükunete davet ediyorum” dedi. Solo Test puan bareminde köklü kadro de¤iflimi: ‘Kurnaz’ iki s›ra atlad›, birinci oldu olo Test International’ın bu sene lokal pazarlara yönelik atılımları sonucunda senelerdir yerleşmiş olan Solo Test puan baremindeki kadro değiştirildi. Kararın tamamen yerel pazarın beklenti ve kültürüne göre şekillendiği bildiren firma CEO’su Han Solo S temkinli konuştu: “Uzun süredir Türkiye’de Solo Test’e olan ilgi azalıyordu. Bunun üzerine yaptığımız piyasa araştırmaları sonucunda öğrendik ki tek taşa kalan Türk oyuncusu ‘Dahi’ olmaktan memnun olmuyor. Dahi’nin hem tipine hem de sıfatına gıcık oluyorlar. Buna karşın 3 taş ile testi bitiren oyuncular oyuna sempati duyuyorlar, Kurnaz olmaktan memnun oluyorlar. Bu kültürel farklılığı fark ederek kadroda ve sıralamada bazı değişiklikler yaptık. Yeni sıralamamızda tek taş ile oyunu bitiren kişi artık Kurnaz olacak. İki taş ile bi- Beyo¤lu’nda elim kaza... Koflarak uzaklaflan gence tramvay çarpt›! B eyoğlu İstiklal Caddesi’nde meydana gelen kazada bir gencimizi daha “koşarak uzaklaşma terörü”ne kurban verdik. Elindeki çöpü yere atan bir vatandaştan koşarak uzaklaşmak isteyen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi Tunç Özer, karşı istikametten gelen tramvayla çarpışınca feci şekilde can verdi. Görgü tanıklarının ifadesine göre, terzilik yaptığı belirtilen Z.T. isimli vatandaşın elindeki sigara paketini caddenin ortasına attığını gören Tunç Özer “Ay Allah’ım inanmıyorum ya off” diyerek aniden koşmaya başladı. Tunç Özer’in, sık sık koşarak uzaklaştığını belirten arkadaşları “Böyle olacağı belliydi. Daha geçen hafta Anayasa’nın 57. maddesinden koşarak uzaklaşırken kolunu kırmıştı” diye konuştular. Bir hafta içinde 3 gencin koşarak uzaklaşmaya çalışırken hayatını kaybetmesi, anne-babaları da tedirgin etti. Aileleri uyaran uzmanlar ise “Gençlerin günlük yaşamda karşılaştıkları olumsuzluklarla mücadeleye teşvik edilmesi gerekiyor” dediler. tiren kişilere ise yakışıklı ve sempatik bir resme sahip olduğu için Normal resmini ve sıfatını uygun gördük. Türk halkı çok göze batmaktan hoşlanmıyor. Üçüncü sırada ise Dahi var. Dahi resminin Einstein olmasının Türk halkına bir şey ifade etmemesi sebebiyle yerine Türkiye’de deha kriteri olarak kabul edilen Cem Yılmaz’ın resmini koyduk. 10 taş ve üstünü bırakanlara ise artık Beyinsiz demek yerine İyi Niyetli sıfatını koyduk. Resmi de değiştirip Türkiye’de iyi niyet sembolü olan ve herkesi kendisi gibi iyi bilen Seda Sayan’ın resmini koyduk.” Yeni değişimler ile güçlendirilen ve Türk halkına uyumlu hale getirilen Solo Test’in kahve ve kıraathaneler için 4’lü olanı da bu kış piyasaya çıkacak. Solo Test International’›n CEO’lar› Han ve Jacen Solo kardefller Emre Kongar’a kulakl›k vermeyen NTV çal›flan› iflten ç›kar›ld› Ekim Pazartesi akşamı NTV’de yayınlanan Yorum Farkı programında “program kapatma sırası” kendisinde olduğu halde kulaklığı olmadığı için programı kapatamayan Emre Kongar, stüdyo çalışanını işinden etti. Yönetmenin verdiği talimatları kulaklığı olmadığı için duyamayan ve programı kapatma sırasını Mehmet Barlas’a kaptıran Kongar, yayından sonra kendisine kulaklık vermeyen çalışanlarla tartıştı. Daha sonra, Kongar’ın isteği üzerine olayda kusuru olduğu anlaşılan Yusuf Ekmekçi’nin işine son verildi. Kongar, konuyla ilgili olarak “Barlas’la anlaşmıştık. Programı birimiz açacak, diğeri kapatacaktı. Yayında da bunu sürekli dile getirdim. Ne var ki bazı çalışanlar sanki talimat almışçasına sürekli Barlas’ı ve fikirlerini kolluyorlar. Kulaklık, bardağı taşıran son damla olmuştur. Geçen gün ölçtük, Mehmet Barlas’a verilen tuvalet kağıdı da benimkinden uzun çıktı mesela” şeklinde konuştu. 3 fiADAN ÇAKI botoks@sadancaki.com Lüksemburg’dan sevgilerle A yıptır söylemesi, bu hafta Avrupa Birliği görüşmelerini yerinde izlemek için Lüksemburg’daydım değerli okurlarım. “Lan hani paranız yoktu nerden çıktı bu Lüksemburg?” diye şaşırdığınızı tahmin ettiğim için baştan söyleyeyim hâlâ paramız yok. Ama Ekşi ailesi olarak paradan çok daha değerli bir şeyimiz var: Özverili, fedakar ve başımız her sıkıştığında ensesine vurup lokmasını alabileceğimiz şahane çalışma arkadaşlarımız... Teflekkürler Nihat ve Bengü Lüksemburg seyahatime sponsor olan Ekşi’nin kahraman emekçilerinden muhabir arkadaşımız Nihat Ekümen ve çiçeği burnunda eşi Bengü’ye sizlerin huzurunda teşekkür etmek istiyorum. 2 hafta evvel dünya evine giren Nihat ve eşi, yaptığımız 3 saatlik bir konuşmadan sonra düğünde takılan altınların önemli bir bölümünü Lüksemburg gezimin finansmanı için bağışlamaya ikna oldular. Biz de onların bu jestini karşılıksız bırakmadık ve Dış Haberler servisimizin adını Nihat-Bengü Ekümen Dış Haberler Servisi olarak değiştirdik. Görseniz nasıl mutlu oldu saftirikler ahahaha. Lüksemburg izlenimlerime geçmeden evvel kısaca, geçen haftaki Sami Ofer meselesine değinmek istiyorum. Zira bazı çirkin olaylar yaşandı. Üzüldük... Buluflma küfürleflmeye dönüfltü Dergi olarak büyük bir iyi niyet ve tarihi bir sorumluluk bilinciyle gündeme getirdiğimiz, basit bir sponsorluk anlaşmasından çok fazla anlam taşıyan “Ekşi Dergisi-Sami Ofer Medeniyetler Buluşması” projemiz maalesef gerçekleşemedi sevgili okurlarım. Sanırım yanlış anlaşıldık... Geçen haftaki yazımdan sonra Sami Bey’in avukatı beni aradı ve özet olarak “Sami Bey’in sokağa atacak parası yok” manasına gelen birtakım sözler sarf etti. Başta belki hâlâ ikna edebilirim adamı diye alttan aldım, “Sami Bey’e de bu yakışır zaten. Bilinçli yatırımcı!” diye efendiliğimi muhafaza ettim, ta ki avukat “Bu arada sizi de mahkemeye verdik Şadan Bey” diyene kadar. Önce şaşırdım doğal olarak, “Ne mahkemesi lan?” dedim. “Sami Bey için yazdığınız seviyorumlu meviyorumlu şiir var ya” dedi, “Eee?” dedim, “İşte o şiir yüzünden size basın yoluyla taciz davası açtık” dedi. Ben bunu duyunca gayri ihtiyari bir “Ohaamuğakoyim!” çıktı ağzımdan, ondan sonra da iyice zıvanadan çıktı konuşma. Bir süre karşılıklı küfürleştikten sonra kapattım suratına lavuğun. Bu talihsiz konuşmanın ardından Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Aziz Kedi beni odasına çağırıp “Dünden beri birileri dergiyi arayıp yarı İbranice yarı Türkçe tehditler yağdırıyor. Kimlere bulaştın, başımıza yine ne işler açtın sen Şadan!” diye tatlı sert çıkıştıktan sonra müjdeyi verdi: “En iyisi ortalık durulana kadar bir süre gözden kaybol, Lüksemburg’da AB görüşmelerini izle, bir işe yara.” İşte böylece bana Lüksemburg yolu görünmüş oldu değerli okurlarım... Lüksemburg ‹zlenimleri Bu Lüksemburg afedersiniz anüs içi kadar bir ülke sevgili okurlarım. Düşünün, yüzölçümü yeterli olmadığı için havaalanı bile yapılamamış, pist sığmamış ülkeye. Uçaklar komşu ülkelerden birine iniyor, oradan taksi tutup öyle geliyorsunuz Lüksemburg’a. Ülke bu kadar ufak olunca sadece bir öğleden sonramı ayırarak nüfusun neredeyse tamamı ile (saydım 400 kişi falan) görüşme fırsatı buldum ve herkese aynı soruyu sordum: Can you speak English?” Birçoğu soruma yes diye cevap verdi. Anladım ki Lüksemburg’un eğitim seviyesi gerçekten çok yüksekmiş. İnşallah AB’ye girdiğimizde biz de bunlar gibi olacağız diye iç geçirdim. Benim İngilizcem de orada bittiği için daha fazla soramadım, ama baktım insanların yüzlerinde genelde mutlu bir ifade vardı. Demek ki Türkiye ve AB arasında müzakerelerin başlayacak olmasına onlar da seviniyorlar. Lüksemburg izlenimlerim bu haftalık bu kadar değerli okurlarım. Haftaya büyük ihtimalle paralar suyunu çekmiş olacağından yine çok sevdiğim vatanıma dönmüş olacağım. Hepinizi hasretle öpüyorum. Çok sıkıldım lan burda... 2 EKfi‹ 14-20 Ekim yaflam Niflanl›s›na refakaten yoga kursuna gitti, 3. gözü aç›ld› Faruk Bayram, Ümraniye’li kendi halinde bir delikanl› iken, Guru Lakharesh Trilok yönetiminde e¤itim veren yoga kursuna kay›tl› niflanl›s›n›n peflinden giderek bir mucizeye sürüklenece¤ini bilemezdi... on haftalarda Budist dünyasi nişanlısını yalnız bırakmamak için gittiği yoga kursunda Nirvana’ya ulaşan Türk gencinin başarısını konuşuyor. Rekor denecek kadar kısa bir sürede 3. gözü açılan Faruk Bayram isimli Türk genci “Yeni açılan gözümü Turk halkına armağan ediyorum. 3. gözüm artık yalnız Türk halkı için bakacak ve görecek” diye konuştu. Yurdun dört bir yanından ve yurtdışından tebrik mesajlarını kabul eden Faruk Bayram başarı hikayesini şöyle anlattı: “Kız arkadaşım entel bir insan. Ben ise Osmanlı erkeğiyim. İdeal bir sitcom çiftiyiz. Kendisi o S bölüm mevzuu olsun diye yoga kursuna gitmek istedi. Ama yoga kursu da olsa, Nirvana da olsa erkek erkekliğinden vazgeçmez. Tenis hocası, kayak hocası gibi kavramları az-çok biliyoruz. Bunu bildiğimden ben de refakaten yanında bulundum. İlk gün lotus pozisyonu aldık. Ben başta biraz gergindim. Ama sonra Atıf Nirun hocamız “Rahat olun, kafanızı boşaltın” deyince saldım kafamı boşalttım. Benim hissettiğim kadarıyla yalnızca alnımda bir kamaşma, uyuşma oldu. O ara meğer 3. gözum açılmış, tabii ben fark etmedim. Nirvana’ya ulaştı, kundun seviyesine çıktı. Bu hiç azımsanacak bir şey değil. Türkiye’de yogayı arzu edilen yere çekecek olan alt yapı hamlesinin açan ilk çiçeği. Bu bir başlangıçtır, devamı gelecektir” dedi. Önemli olan gönül gözü Çevremden uyardılar “Faruk Bey 3. gözünüz açıldı” falan deyince anladım. O ara bir de Nirvana’ya uğramışım. Onu da sonradan öğrendim.” Olayı anbean gözlemleyen Yoga Hocası Atıf Nirun ise “Faruk çok yetenekli bir kardeşimiz. Göz açıp kapayana kadar çıksam geldiğim yeri unutmam. En nihayetinde döneceğim yer vatanımdır, şu mahalledir” dedi ve ekledi: “Tek üzüntüm açılan 3. gözümün de öncekiler gibi kahverengi olmasıdır. Daha Avrupai bir renk olabilirdi. Kısfmet.” 3. gözü için dün göz muayenesine giden Faruk Bayram’ın 3. gözünde 0.75 astigmat çıkması ise tatsızlık yarattı. Mahalleden ve çevresinden arkadaşları tarafından da devamlı tebrik edilen Faruk Bayram “3. gözü çok büyütmüyorum. Önemli olan gönül gözü. Kundun veya Sidarta olmak beni bozmaz. Ben yine aynı benim. Aynı Farukum, değişmedim. Nirvana’ya da gitsem, uzaya da Hakk› Yiyenler: Tüylerim bitti, anam babam hayatta ıllardır çeşitli yolsuzluk haberleriyle adını duyduğumuz Hakkı Yiyenler (36) sonunda isyan etti. “Uzun süredir yazılı ve görsel basında tüyümün bitmediğiyle ilgili haberleri esefle Y Biliflim ça¤›na yarafl›r kaza Gezici kütüphane internet kafeye çarpt›! eşiktaş Barbaros Bulvarı’nda freni patlayan gezici kütüphane aracının bir internet kafeden içeri girmesiyle meydana gelen kaza, vatandaşlar arasında heyecan yarattı. 4 kişinin feci şekilde can verdiği kazadan sonra vatandaşlar, gezici kütüphane aracını kullanan Seyfi Canduman’ı dakikalarca ayakta alkışladı. Gezici kütüphane ve internet ka- B fenin, bilgiye verilen önemin bir göstergesi olduğuna dikkat çeken vatandaşlar “Bu kaza, Türkiye’nin de artık çağdaş milletler arasında yerini aldığını göstermiştir. Her köşe başında internet kafe olmasaydı bu kaza olur muydu? Geçen gün de hacker bir gencimiz balkondan düştü. Hep böyle kazalar görmek istiyoruz” dediler. takip etmekteyim. Başlarda üzerinde durmayayım diyordum, ama artık canıma tak etmiş durumda. Hakkımdaki asılsız söylenceler mesleki ve ailevi yaşamımı da olumsuz etkiliyor. Tüysüz olduğum da, yetim olduğum da yalan. Babam da, ben de gayet kıllı insanlarız, bu söylentiler asılsız gerekirse hakkımızı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde arayacağız” dedi. Çan e¤risi düzeltildi alezya - Uygulandığı okullarda büyük tartışmalara neden olan çan eğrisi, Ulan Bator Üniversitesi Teorik Fizik Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Mathar Puradesh’in geliştirdiği gizli bir yöntemle düzeltildi. Dün sabaha karşı Ulan Bator üniversite kampusunun 1 numaralı amfisinde, dünyanın en önemli üniversitelerinin yetkin profesörlerinden meydana gelen bir kurul önünde çan eğrisi formülüne müdahale eden genç Mathar (19) eğriyi tamamen düzeltti. Olağanüstü güvenlik önlemleri altında gerçekleştirilen oturumda Mathar’ın eğriyi nasıl düzelttiği açıklanmadı. Basın mensuplarının ısrarlı soruları neticesinde M çıkan izdiham iki profesör ve bir kameramanın yaralanmasına sebep olurken, adını açıklamayan güvenilir bir haber kaynağı, “Tek söyleyebileceğim limitin sonsuza gidişidir, üzgünüm, artık termodinamiği kazanmaya bakacağız” dedi. Bu arada, öğ- dı. Öte yandan, olağanüstü toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dün akşam saatlerinde Helsinki’de bir açıklama yaparak “Kimse merak etmesin, entropi artışı engellenemez, gerekirse termodinamiğin bütün kanunlarını yeniden ya- x y z ü p noktası noktası noktası noktası noktası renciler tarafından omuzlara alınan Mathar Puradesh, kendisine uzatılan CNN televizyonu mikrofonunu kaparak “Bu sadece küçük bir başlangıçtı. Şimdi sıra termodinamiğin ikinci kanununda!” diye bağır- zarız” dedi. Bütün dünyada gelişmeler tedirginlikle izlenirken, bir açıklama yapan Yaşar Nuri Öztürk, “Mathar Puradesh denen bu çocuk Deccal’dır, değil midir?” diyerek tartışmalara yeni bir boyut kattı. gündem 14-20 Ekim EKfi‹ 5 Halktan sesler Kentli, özgür ve seksi kadının sesi... Sakal-› fierif’e sayg›s›zl›k m›? Geçtiğimiz günlerde Hz. Muhammed’in Eyüp Camii’ndeki sakal tellerinin (Sakal-ı Şerif) Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un emriyle bulunduğu yerden gizlice alınarak Atatürk Havaalanı’na getirilmesi ve bunun Dubai Veliaht Prensi Şeyh Maktum’un İstanbul’a yapacağı yatırımları teşvik amacıyla tertip edildiğinin öne sürülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Nesrin Veziro¤lu Tahir Balasagun Hinter Soykan (Ö¤renci, 21) (Oto y›kamac›, 39) (Reiki e¤itmeni / Webdesigner, 17) Bence bu Türkiye’nin yanlışıdır. Örneğin Hollywood’da ünlülerin ayak izlerinin olduğu bir cadde var, oraya dahi bir Amerikan Başkanı bakmak istese ta oraya kadar gitmesi gerekiyormuş. Onların oradan sökülmesi ve takılması hem imkansız ve de cool olmayan bir davranış sayılır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in böyle şeylere alet edilmesini doğru bulmuyorum. Lütfen biraz sempati... Kendim Çağrı filmini tam 29 kere seyrettim. İki kere de dörtte üçünde uyumuşluğum var. Orada Hz. Hamza rolünde oynayan ve Hz. Hamza’nın atla gelerek kafirin yüzüne yayla koyduğu sahne iddia ediyorum bugünkü ülkemizde en lazım olan şeydir. Gazete, röportaj ayağına biraz tırsıyoruz şu an ama yine de eğer biz halk olarak konuşursak çok kişinin başı yanar. Böyle şeyler yanlıştır. Oyumuzu verdiğimiz insanları sağduyulu durmaya davet ediyorum. Bu enerji meselesidir. Dinimizin en kutsal insanının sakalından kuşkusuz büyük bir akım gelir. Buna reikide “hara-ho” deriz. Bakanımız bu çekime kapılmıştır. Benzer her olayda yaygara kopartmak karmamızın simsiyah olduğunu ispatlıyor. Herkes bir dinin peygamberinin geride bıraktıklarını yakından görme hakkına sahiptir. Şunu da belirteyim, Dubai Prensi Sayın Maktum’da da inanılmaz turuncu bir aura vardı. Ayflenur Anofel (Hemflire, 33) Hükümetin sağ gösterip sol vurması bir yana gizli politikalar sergilendiği iddialarının temel dayanağı olan bu peşkeş iddiaları çok korkunç demekle birlikte bardağın bir boş bir de dolu tarafı olduğunu hiç unutmadan sakin ve dikkatli bir ince eleyip sık dokuma sürecinden geçmiş bir mantık ile Ayşe Arman’ın da Dubai’de yaşadığı gerçeğini bu iki olay arasındaki ilişkiye tuz biber eken yegane kilit nokta olduğunu ama en azından kutsal emanetleri ülkemize getirerek elini çöl iklimindeki killi taşların altına sokan Yavuz Sultan Selim’e de teşekkür borçluyuz. Orhan Pelit (Serbest meslek, 35) Sakal-ı Şerif Hazretleri’ni tarih kitaplarından okuduğum kadarıyla tanıyorum. Kendisinin naaşının Topkapı Sarayı’nda olması gerektiğini düşünüyorum. Dubai ise binlerce yıl geçmişi olan bir imparatorluk. Bu ikisi arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Bakan Atilla Koç genellikle hemen her zaman kameralara uyurken yakalanıyor ama bu defa sanıyorum iki devlet arasında bir bağ kurmaya çalıştığına inanıyorum. Görüşlerimiz uyuşmasa da bunun alkışlanacak bir şey olduğunu söyleyebilirim. Ortaklaşa bir türbe ya da anıtmezar projesi düşünülebilir. Sezercik (Tu¤general, 11) Ben ailemi hiç tanımadım Atilla amca. Ben çok küçükken ölmüşler. Ama annemin o mis kokusunu hatırlıyorum. Bir resmi var bende; her gece öpüp kokluyorum. Öyle güzel ki, bir görsen... Babamın resmi yok ama... saçından koparttığım bir tel var sadece. Dün mahalledeki kötü çocuklar bana “PİÇ” diye bağırdılar. Onlara babamın saçını getirdim. “PİÇ DEĞİLİM BEN” diye bağırdım. Ne fena... inanmadılar bana. “Yallancıı yallancıı” diye dört döndüler etrafımda. Hepsini dövdüm Atilla amca. Onun için ben seni anlıyorum. Bir tutam sakalı bile çok görürler namussuzlar. Sen de benim gibi raşitik misin Atilla amca? “Sözde” kelimesinin s›rr› çözüldü .587 adet muhafazakar Türk vatandaşla yapılan deney ve gözlemlerin neticesinde başına “sözde” eki getirilen tamlamanın devamının zihin tarafından yok sayıldığı anlaşıldı. İsviçreli bilim adamları (İB) uzun araştırmalardan sonra “sözde” kelimesinin bazı insanların beyninde hasara yol açtığını açıkladı. Başına “sözde” getirilen kelime, bazı beyinlerde hiçbir etki uyandırmadığından, kişi o kelimeyi yokmuş gibi algılıyor. Görüştüğümüz fakat adını vermek istemeyen bir İB, “Sözde terör örgütü elebaşısı tamlamasını duyduğumda bir yanlışlık olduğunu anlamıştım. Mahkum ettikleri bir adam için ’sözde elebaşı’ya da adamın lideri olduğu örgüt için ’sözde örgüt’diyemeyeceklerine göre bu kelimenin bir sırrı olabilir dedim. O sıralar diş macunlarının hayat kalitesine etkisini araştıran bir grup arkadaşıma da haber verdim, atladık geldik buraya. Rakı, şiş kebap çok güzel” dedi. Seneler evvel bir deterjan firmasının 2 “Sözde değil, özde temizlik” sloganıyla piyasa çıkması ve bu kampanyadan sonra satışlarının düşmesini de hatırlatan uzmanlar, deterjanın adını on yıl kadar kimsenin hatırlayamadığını, sözde kelimesinin bu hipnotize edici etkisinin yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini belirttiler. “Sözde sözlük” Geçtiğimiz günlerde ırkçı bir internet sitesinde Ekşi Sözlük’e “sözde sözlük” denilmesini sorduğumuzda ise korkulan yanıt geldi: Bu siteyi okuyan muhafazakar Türkler artık Ekşi Sözlük’ün varlığını algılayamayacak, sözlükten bahseden insanlara “Yok ki öyle bir şey. Ne uyduruyorsunuz?” diyecekler, ısrar edenleri ise vatan haini olmakla suçlayıp linç edecekler. Bu halin geçmesi için en az on yıl beklemek gerektiğini de belirten bonkör bilim adamı o esnada hazır kimseler fark et- miyorken, sözlüğün yepyeni ufuklara yelken açabileceğini, kimsenin de ruhunun duymayacağını belirtti, ayrıca bütün masanın hesabını ödedi. Sözde kelimesinin ardındaki esrar perdesini aralayan İB ileri gelenleri, gelecek günlerde yayımlayacakları “Türkçe’de Sözde Sözcüğü ve Antropolojik Kökenlerine Dair” adlı makalede hem tarihi “X’e Dair” makale serisine bir halka daha ekleyecek hem de “sözde” sözcüğünün anagramik, numerolojik, analjezik ve antienflamatuar (geniş spektrumlu) incelemelerini kamuoyuna sunacaklar. Cimcime Kukumvar cimcime@ququmwar.com Adam›n evinde uyanmak u bizim İlayda, bir o kadar uçarı ve çılgın. Onsuz hayat fettucini’siz ve sezar salatasız bir mönüye benzerdi eminim. Başına öyle şeyler geliyor ki sitcom yapıp CNBC-e’de yayımlasan yeridir. Geçen gün aradı yine: - Cimcime, yardım et, işe gidicem ama sutyenimi bulamıyorum. - İlaydacım nerde çıkardıysan ordadır. - İyi de ben çıkarmadım ki! Puh! Şeym on you! Mango indirim günlerinde 42 derece ateşle evde yat e mi! Nerden bulur bu kadar adamı anlamam ki. Ama artık şaşırmıyorum bu kıza. Benimle aynı kafadan ne de olsa. Her zaman ne yapıp eder, birilerini buluruz biz. Sadece bir dönem erkeksizlik çekmiştik İlayda’yla, onda da bedelli askerlik çıkmış, çevremizdeki erkeklerin hepsi askere gitmişti. Yine birini bulmakla kalmamış, üstelik evinde sabahlamış adamın... Günümüz kadınının en önemli sorunlarından biri de bu işte: Adamın evinde uyanmak. Haftada en az 3 gün hepimiz yaşıyoruz bu sorunu. Ne koyduğunu bulabilirsin adamın evinde ne de akşamdan yırtılan çamaşırının, çekiştirilmekten ütüsü bozulan gömleğinin yedeği vardır dolapta. Ertesi gün iş olmasa bunların hiçbiri önemli değil, ancak zamana karşı yarıştığınızda İlayda gibi sorunlar çıkabiliyor karşınıza. Yok, kız bulamıyor işte çamaşırlarını. Evi alt üst ettik, buzdolabında 3 haftalık kıyma bulduk ama çamaşırlar yok. Ş Bir hafta sonra bulunan çamafl›rlar “Bana bak adam giymiş olmasın” dedim en sonunda. Çünkü bir kere benim de başıma geldi böylesi. İsrailli bir yatırımcının evinde uyanmıştım bir sabah, erkenden bir özelleştirme ihalesine gitti bu. Ara ara çorabımın tekini bulamadım. Meğer ceketinin koluna kaçmış benim çorap. Tam ihalenin ortasında da ceketin içinden fırlayıvermiş. Rezil olmuş tabii, ihaleyi de başkasına vermişler. Akşam bik bik etti, ben de terk ettim gitti. İlayda’ya bunu hatırlattım ama “Yok şekerim” dedi. Adam bildiğin gibi değil. “Üstüne mum dök kalıbını çıkar. Klonlama yasal olsa, kolundan tuttuğun gibi kuyruğa girersin.” Eh ne yapalım, çamaşırlardan umudu kesip İlayda’yı o gün işe donsuz gönderdik. Rastladıysanız ne ala, hoş kızdır çünkü kendisi. Bir hafta sonra e-bay’de bulduk İlayda’nın iç çamaşırlarını. “Kullanılmış genç kız çamaşırı” kategorisinde, 150 dolara Uzakdoğulu 2 alıcı buldu. Biraz araştırınca, adamın bir tür tekstil ihracatçısı gibi çalıştığını öğrendik. Şikayet etmeyi de düşündük hatta, ancak herkes 150 doların çok iyi bir fiyat olduğunu söyleyince, gururu okşandı İlayda’nın; yaşanmışlıklar sandığımızın bir köşesine atıp unuttuk biz de olanları. “Adamın evi onun kalesidir” demiş ünlü bir hukukçu. Ama o kalenin gizli dehlizlerinde iç çamaşırı kaybolan, zindanlarında gizli çekimleri yapılan hep biz kadınlar oluyoruz nedense... Siz siz olun, kaleyi iyice öğrenmeden içinde uyumayın. Kab›zlar ligine hofl geldiniz Kuzum ne oldu bu insanlara? Herkes taze beyin bulmuş zombi gibi habire probiyotik yoğurt yiyor. Dünya kabızlık sıralamasında birinci çıktık diye herkes bir gurur yapmış, bir gurur yapmış. İpini koparan soluğu yoğurt reyonunda alıyor. Yemekle kalmayıp iyi geliyor diye orasına burasına süren bile varmış, söyleyenlerin yalancısıyım. Sanırsın kabızız diye Avrupa’ya almayacaklar. Serbest dolaşım hakkı verilince ilk iş Şanzelize’nin orta yerine sıçacaklar da, ya peklik gelirse diye korkuyorlar. Bir ara bende mi bir anormallik var diye kendimden şüphelendim, hemen İlayda’ya açtım telefon, ona sordum. Hayır, ikimizin de tuvaletleri düzenli. Kabız falan değiliz. Bu duyguya çok uzağız üstelik. Sadece bir dönem kabızlık çekmiştik, onda da bedelli askerlik çıkmıştı. Yani bu demek oluyor ki... Yoğurtla çözülecek şey değil bu. 6 EKfi‹ 14-20 Ekim spor Uluslararas› Gürefl Federasyonu özel berberi aç›klad›: Eflek t›rafl› benim tercihim ün FILA merkez binasında önemli bir basın toplantısı gerçekleşti. Yıllardır Uluslararası Güreş Federasyonu’na bağlı organizasyonlarda sporcuların saçlarını kesen, imajlarını yenileyen ve tiplerine tip katan berber Mihail Sovchenko, sporcuların kasap tıraşı olarak adlandırılan stilde kesilmiş saçlarının, pis bırakılmış sakallarının kendi tercihi olduğunu açıkladı. Olayın patlak vermesi ise yıllardır aynı ebleh saç stiliyle yaşamını sürdüren güreş sporcusu Hasan Gulyanov’un bu saç modeli yüzünden eşin- D den boşanması, eşine bunun bir prosedür gereği olduğunu anlattığında kendisini inandıramaması sonucu patlak vermişti. Duruma isyan eden Gulyanov, “Berberimiz bunu halka açıklamalı. Kendi tercihi yüzünden hepimiz bu ebleh saç stilini tercih ediyormuşuz gibi görünüyor. Halbuki bana kalsa saçımı tavuk g..tü kestiririm” dedi. Grekoromenci Halil Nercihanlı ise “Ben sakalı seviyorum, stilimden memnunum, zaten ileride kel olacağım” diyerek tevekkül dolu bir duruş sergiledi. sveç - Helsinki HJK Helsinki takımının müzmin yedeği Bahtson Larvassen, futbola geçtiğimiz aylarda veda etmişti. Genç yaşında türlü şanssızlıklarla karşılaşıp takımı HJK Helsinki’nin yedek kulübesine adeta demir atan Larvassen, maç sırasında aslardan fazla su tüketmesiyle de ünlenmiş, “Vidanjör” Larvassen lakabını almıştı. Tüm bunlardan sonra hayatında yeni bir perde açmak için futbolu bırakıp Helsinki School Of Economics’e giren Larvassen, borsada zirveye oynama çabasında da başarısız oldu. “Nerede benim hisselerim?” “Futbolda yüzüm gülmedi, aldığım eğitim sayesinde borsada voliyi vurur, karıya kı- Curling’de ac› pazar Kanada Ulusal Curling Ligi NCCL’in sevilen veteran sporcular›ndan Cathie Friendster eflini öldürdü anada - Başkent Ottawa’da geçen pazar günü meydana gelen elim olay, dünya curling camiasında büyük üzüntü yarattı. 70’li yıllarda Kanada milli curling takımı kaptanlığı yapmış ve üç kez şampiyonluk tattığı Westside Swingers takımında da efsaneleşmiş Cathie Friendster’ın adı korkunç bir cinayete karıştı. Cathie, 35 yıllık hayat arkadaşı Michael Friendster’i süpürge sapıyla dövmek suretiyle öldürme iddiasıyla tutuklandı. K Alınan bilgiye göre emekli olduktan sonra dahi curlingden kopamayan eski sporcu, cinayeti aniden gelen bir cinnet sebebiyle işledi. Halen danışmanlık yaptığı Pink Partners isimli yıldız kategori curling takımının bir maçına giden Friendster, müsabakadan sonra gelen ısrarlara dayanamayarak bir gösteri maçına çıktı. İlerleyen yaşı ve geçirdiği by-pass ameliyatına rağmen seri süpürge vuruşları ve yıllara meydan okuyan performansından ötürü büyük alkış toplayan veteran sporcu, görgü tanıklarına göre son derece mutlu bir şekilde evine döndü. Cinayete saniye saniye tanık olan küçük torunu Jonathan’ın polise verdiği ifade- de ise “anneannem eve eve geldikten sonra televizyon izleyen dedem Michael ile tartışmaya başladı ve aniden kontrolden çıkarak eline geçirdiği bir süpürge ile dedeme saldırdı” dediği belirtildi. Cezaevine götürülürken soğukkanlı olduğu gözlenen Friendster, yöneltilen ısrarlı sorulara karşılık yalnızca “evi baştan aşağı viledalamak öyle olmaz böyle olur!” diye çığlıklar attı. Zanlı avukatının basına yaptığı açıklamada ise “35 yılın bakiyesi bu olmamalıydı” dendi. Ahmet Altan romanlarınızı yakacağınız bir haftaya giriyoruz. Önceden niye yakmadım diye dövünmek yerine zararın neresinden dönülse kârdır felsefesini benimseyebilirsiniz. Yakın bir akrabanızın düğün haberiyle yıkılacaksınız. Düğünden kaçmak için hasta numarası yapmanız mümkün. Telefonu fişten çekmeyi unutmayın. ‹kizler (21 May›s - 21 Haziran) ‹flte saçlar› federasyon berberinin y›llard›r b›kmad›¤› eflek t›rafl› stilinde kesilmifl bir sporcu. za karışırdım diye düşünürken, o da olmadı, olmadı gitti be Ergün” diyerek takım arkadaşı Ergün Pempe’ye dert yanan müzmin yedeğin aldığı onca eğitime rağmen kambiyoda kaldığı öğrenildi. Bir türlü hisse senedi piyasasına dalamayan müzmin yedek, “Hayatımı bir yerlerde kalarak mı geçireceğim, ha yedek kulübesi ha kambiyo piyasası, nerede benim hisselerim?” diyerek veryansın etti. Larvassen’in veryansın ederken eşofmanının yakasını kaldırıp ellerini ve avuçlarını ısıttığı, bir yandan da sürekli su içtiği gözden kaçmadı. R›dvan Dilmen neden antrenörlük istemedi¤ini tahmin etti atıldığı bir panelde Süper Lig’in yoğunlaşan teknik direktör transfer trafiğinde kendisinin de birçok teklif aldığını belirten Rıdvan Dilmen, bütün teklifleri geri çevirmesinin sebebinin ne olduğuna yönelik soruları ise, “Takımın başındayken oyuncu değişikliklerini kendim yaptığım için kimin girip kimin çıkacağını tahmin etmenin pek manası ve zevki olmuyor. E tahmin edemedikten sonra ne anlamı var futbolun!” şeklinde cevapladı. Çıkışta basın mensuplarının yoğun ilgisiyle karşılaşan Dilmen, bir muhabirin “Ne olursa olsun sizi bir takımın başında görmek isteyenler var” yorumuna ise, bir süre gözlerini kıstıktan sonra “Evlisin, iki çocuğun var, küçük olan kızamık geçiriyor. Akşamki Milan maçında da Kaka iki gol yazar.” şeklinde bir dizi tahmin getirdi. K 35 y›ll›k vurdumduymazl›k Koç (21 Mart-19 Nisan) Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s) Ekonomist olmak için tak›mdan ayr›lan müzmin yedek, bu kez de kambiyoda tak›ld› İ ASTROLOJ‹ Uzaktaki bir dostunuzdan alacağınız haber size uzaktaki insandan dost olmayacağını hatırlatacak. Pazartesiden itibaren rüzgarlı havalara dikkat, Karadeniz’de gemileriniz batabilir. Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz) Rüyalarınızın gerçekleşeceği bir hafta sizi bekliyor. Bilinçaltınıza güvenmekten başka çareniz yok. Yatmadan önce izlediklerinize dikkat! Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos) Terzinizin kendi söküğünü diktiğini gördükten sonra haftanızın gidişatı tamamen değişecek. Emekli olup, mütevazı bir dükkanda çorap satma hayalleri kurmanız mümkün. Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül) Venüs’ün de yardımıyla bu hafta aşk hayatınız ivme kazanabilir. Size tapan bir eş ve iki mükemmel çocuğa sahip olmak istiyorsanız hamlenizi yapmalısınız. Gelecek haftaya kadar hız ile ivme arasındaki ilişkiyi çözemeyeceksiniz. Terazi (23 Eylül - 22 Ekim) İş hayatınızda başarılı bir hafta sizi bekliyor. Rus mafyasına yedirdiğiniz paralar, girdiğiniz ihaleden alnınızın akıyla çıkmanıza yardımcı olacak. Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m) Orhan Pamuk mu, Yaşar Kemal mi tartışmasına Orhan Kemal tezinizle katılacaksınız. Edebi çevrelerde kaybolan itibarınız, sizi müziğe yönlendirebilir. Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k) Yunan mitolojisiyle iç içe bir haftaya giriyorsunuz. Her an Atina’ya gidip din değiştirebilirsiniz. Beyaz yaka-siyah pardösü ikilisine dikkat! O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak) Hafta sonuna doğru “Baba” serisini tekrar izleyeceksiniz. İtalyan mafyasına karşı duyduğunuz sempati tavan yaptıktan sonra masum bir Sicilyalıyı incitebilirsiniz. Kova (20 Ocak - 18 fiubat) Küresel ısınmadan rahatsız olacağınız bir haftaya giriyoruz. “Eriyen buzullar bana mı eriyor” diyerek isyan etmeniz mümkün. Kayak tatilinizi erteleyebilirsiniz. Bal›k (19 fiubat - 20 Mart) Yanlışlıkla şişman dediğiniz bir arkadaşınız size ikinci bir emre kadar trip atacak. Kadınları asla anlayamayacaksınız. Arghavan Khosravi: 1984’te Shahr-e-kord - ‹ran’da do¤an sanatç›, Tahran Azad Üniversitesi’nde grafik tasar›m okumakta. cenk ve erdem süpermen s›f›r ibrahim tatl›ses sinemas› orhan pamuk saruman vs saffet teyze ramazan davulu medyan›n ortaça¤ e¤lencesi 8 EKfi‹ 14-20 Ekim söylefli BizabiBadluck’taykensenmi demifltinabibualetstopetti? “Hiç t›kanmad›k. Çünkü iki kifliyiz. Biri kilitlendi¤inde di¤erinin mutlaka söyleyecek bir fleyi oluyor. At›yorum konumuz mandalinalar olsun. Mandalinadan bafllay›p Osmanl›lar’dan ç›kabilirsiniz. Ama burada önemli olan flu: Cenk’in kulland›¤› kelimelerin ço¤unun bende baflka baflka anlam› var” Cenk ve Erdem’i en rahat ettikleri yerde; yeni kanalları S’nek bünyesindeki stüdyolarında ziyaret ettik. En iyi yaptıkları şeyi yaptık; konuştuk! Cenk ve Erdem beyler, birer akrobat maharetiyle söyleştiler bizimle. Ortaya başlıktan da anlayabileceğiniz çok lezzetli bir labarba çıktı. B u doğaçlama işinin sırrı ne? Biliyorum bunun matematiksel bir sırrı yok, ama gizli gizli beslendiğiniz bazı şeyler var mı, üzerine kafa patlattığınız? Cenk: Otomatik gelişiyor her şey. Erdem: Okulda tanıştığımız zamandan beri bu böyle gidiyor. Aramızdaki bir elektrik. Mantıklı, kâğıda dökebileceğimiz veya aritmetik bir açıklaması yok. Mesela şarkıcıların çok iyi sesleri de olsa, bu sesi uzunca bir süre kullanmak, sahnede tutabilmek için antrenman yapmak gibi teknikler kullanırlar. Sizin? E: Biz zaten kamera ya da mikrofon karşısındayken aynıyız. Her dakika, bizim için her program bir antrenman. C: Bizim işimiz tamamen performans. Ne bileyim, hayvan gibi de gülebilirsiniz, hiç gülmeyebilirsiniz. O günkü performansımıza bağlı. Bizim yaptığımız şey, performans. E: Biz on beş senedir birlikte çalıştığımız için çalışmamızın kendi içinde kuralları oturmuş durumda. Konjonktür değişse de satıh budur diyorsunuz... E: Kendi kendine ortaya çıkan bir şey. Zamanla kendi çerçevesi, kuralları bilinçaltında oluşuyor. Nedir bunun kuralları, çerçevesi? E: Bu bir dil! Sonuçta biz Türkçe’yi kullanıyoruz. Biraz dil cambazlığı, kelime cambazlığı vs. yapı yo- ruz. Daha önce çocukluğumda da yaptığım şey, Cenk’in de öyle. Fakat bir araya geldiğimiz zaman çok daha farklı şeyler ortaya çıkıyor. Hatta pas-gol olayları daha ayyuka çıkıyor. İşle arkadaşlık, birlikte yürütmesi çok zor iki kavram. Birbirinizde tiksindiğiniz yanlar var mı? C: (Gülerek) Yok, çünkü karakter olarak uyuyoruz, benziyoruz birbirimize. Mesela ikimiz ayrı ayrı iken çok konuşmayız. E: İnsanlar bizi tek tek acayip, uyuz, hiç konuşmayan, nemrut, “Allah Allah niye kızdı acaba? Bir şey mi dedim yoksa?” düşündükleri bir şekilde tanırlar. Yaptığınız iş yüzde yüz dile dayalı olduğu için ve muhtemeldir diye soruyorum: Programlarınızın birinde büyük sı.tığınız, TCK’lık bir şey söylediğiniz oldu mu? C: Biz o tarz şeylere hiç girmeyiz. Bunlar zaten kendi hayatımızda da bulaşmadığımız şeylerdir. TCK, küfürler, bel altı espriler gibi alanlara girmediğimiz için sıkıntımız da yok. Ama şu tarz şeyler oluyor. Reklamsal anlamda pot kırmalar ya da biraz daha ağırı olmuştur. Atıyorum “Ata yatırım yapmak en iyisidir” gibi... (Gülüyor) Tehdit falan aldınız mı, başınız belaya girdi mi? E: Başımız hiç belaya girmedi, ama şimdiye kadar kimseyle başı belaya girmeyip de herkese saydıran tek program bizimki oldu. Peki, birçok insan da fark etmiş: Küfür yok. Argo yok. Bunları nasıl başarıyorsunuz? C: Bizim de kendimize göre yöntemimiz var. Ne bileyim, “küçük beyin” deriz, “minik dimağ” deriz. Bu tanımlar zaten yeterince aşağılama içeriyor. E: Bizim kendi argomuz var. Bir de klasik argoya ihtiyaç duymuyoruz. Bu anlamda hiç tıkanmadık da. Onları kullanmaya başladığımız anda zaten Müebbet Muhabbet bitmiş demektir. Peki, nasıl tanıştınız ve tanışmanızda benzer karakterlerde olmanızın bir etkisi oldu mu? Ya da tanıştınız ve sonra mı uyandınız: “Biz yin-yang gibiyiz” diye... C: Tanıştırıldık, ama önceleri birbirimize saydırıyorduk. Ortak bir arkadaşımız tanıştırdı. O, aramızdaki benzerliği fark edip “Senin gibi ruh hastası bir tip var” demişti. E: Aynı şeyi bana da demişti. (Gülüyor) Sonra birbirimize saydırmaya başladık. Örneğin ikimiz de espri yapıyorduk aynı zamanda, ama birbirimizi kıskanıyorduk da. Hatta birbirimizin lafını kullandığımızda “Patent belirt, o benim lafım” diyorduk, yarı şaka yarı ciddi. C: Birimiz espri yapıyor diyelim, öbürü hemen “Bööh” diyordu. Hemen arkasından o espri yapınca diğeri “Zebööh” diyordu. E: Ondan sonra anlaşma imzaladık; saldırmazlık paktı. C: Cenk-Erdem birliği kurduk. Sonra kantinde oturuyoruz diyelim, durumumuza göre bazen masa kahkahadan kırılıyor bazen de tam tersi. E: O zamanlarda daha ortalarda program fikri bile yokken adını koymuştuk yaptığı- mızın. Yaptığınız çalışmaları bir forma sokmaya ne zaman karar verdiniz? C: Okulda, amfide. Zaten bu yaptığınızı radyoda da yapsanıza diyorlardı. O zaman bölüm isimleri bile düşündük. Hatta “Vitrin” diye bir bölüm bile tasarlamıştık, ama şimdi neden vitrin kelimesini seçtiğimizi hatırlamıyorum. E: Ondan sonra da özel radyoların açılmaya başladığı dönemde Genç Radyo adında bir radyoya gittik. İlk gittiğinizde andaval tepkilerle karşılaştınız mı? C: Acayip andavaldı. E: Hiç unutmuyorum. Biz Cenk’le birlikte otobüse bindik, Mecidiyeköy Şişli’ye gidiyoruz. Yolda konuşuyoruz, şöyle yaparız böyle yaparız, programda şu olur, diye... C: Ama biz daha yolda programı yapmaya başlamışız. “Tamam olur, Pazartesi siz başlayın işe” diyeceklerini bekliyoruz. E: Biz gittik tabii, adam bize bir sürü dosya gösterdi. Dedi ki “Bakın çocuklar, bunların hepsi program teklifi.” Bizim tabii elimizde bir kağıt bile yok, hiçbir şey yazmamışız. Gider anlatırız, diye düşünüyoruz. Adam hiç dinlemedi bile bizi, “Demo yapın getirin” dedi. C: Biz de içten içe “Allah Allah, demo nasıl yapılır ki?” falan dedik. Ertesi gün buluştuk tekrar. Bizim evde kırmızı bir teyp vardı, şu elde taşınanlardan. Bastık onun record tuşuna ve duruyoruz böyle. Daha sonra stop’a bastık ve girdik içeri film seyrettik; o işi de öyle kapattık. Sonra bir ilan gördük. Radyo kuruluyor, büyük bir holdinge program yapımcıları, teknikerler aranıyor gibi... Öğrendik ki Hür FM’miş. Ben de oturdum Müebbet Muhabbet’i kompozisyon şeklinde yazdım. Yazı bir sayfa ve bir paragraf sürdü. Aslında Müebbet Muhabbet kısmını bir sayfada anlatmıştım, ama bir paragraf daha ekleyerek “İşin teknik kısımlarını da bildiğimiz için, kayıtlarımızı kendimiz yapabiliriz” dedim. Neden abi? C: (Gülerek) Onların adamı yoksa biz record’a basar hallederiz. Sonra Hür FM aradı bizi. Bizim de albümümüz çıkacak o aralar. Dediler ki teknik adam olur musun? Olurum, dedim, Allah’tan o son cümleyi eklemişim. Bir ay kadar çalıştıktan sonra tonmaister şefi oldum, Erdem de geldi yanıma. E: Girdikten sonra biz sürekli kapı aşındırıyoruz, “Bize program yaptırın” diyoruz. Bizi tanıdıkça oradaki adamlar “Saçmalamayın, sizin burada yaptığınız muhabbet mümkün değil radyoda olmaz” diyorlar. C: Mesela bir akşam, ikimiz de duvara dik bir şekilde yatıyoruz. Gelip “N’apıyorsunuz?” dediler. Çok yorulduk, biraz dinleniyoruz diyoruz. E: Ve bize manyak gözüyle bakıyorlar. Hakikaten, kimseyle muhabbetimiz yok, herkesle dalga geçiyoruz. Ama bir yandan da ruh hastası addedip gülüyorlar bize. C: Bize gülüyorlar gülmesine, ama “Böyle program olmaz” diyorlar, “Yayınlayamayız.” Çünkü biz acayip şeyler yapıyorduk. söylefli Mesela Erdem elinde şampuan ve havluyla canlı yayın odasına girerdi. Ya da hava durumu sunulurken ikimiz spikerin karşısında halay çekerdik. Peki amacınız bu muydu? Bir yandan da kendinizi pazarlamak için komik şeyler yapmak? E: Yoo, eğleniyorduk biz. C: Tam tersi, aslında bunları yapmasak kendimizi pazarlama şansı bulabilirdik. Bunları yapınca “Bu ruh hastaları acaba canlı yayında ne yaparlar?” diye korkuyorlardı. E: Ondan sonra Hür FM’de ekonomik kriz nedeniyle işten çıkarmalar oldu. Ekibin yarısı işten çıkarıldı. Ama biz teknik elemanlar olduğumuz için bize dokunmadılar. Çünkü bizden başka yayına girecek tonmaister yoktu. C: Zaten program da kalmadı. Gece-gündüz boş, sadece müzik yayını yapılıyor, bir de haber vs... Sonra radyonun genel yayın yönetmenine gittik, “Biz Müebbet Muhabbet’i yapmak istiyoruz” dedik. Peki dediler ve Salı gecesi 1-3 arası ilk Müebbet Muhabbet yayınlanmaya başladı. Yıl, 93. Bir-iki hafta yayınlandıktan sonra inanılmaz derecede faks gelmeye başladı. Eliniz-ayağınız titredi mi? E: Yok, çünkü biz Müebbet Muhabbet’ten önce ayrı ayrı müzik programı yapmaya başlamıştık. O yüzden rahattık. C: Ama o iş de öyle olmadı. Benim ilk programımın kaydı tam bir gün sürdü. Öyle şeyler yaptık ki, baktık olmuyor programı canlı yapmaya başladık. Benim Tapon diye bir programım vardı. Top 10 listeleriyle dalga geçiyordum. Hatta televizyonlardan ilk teklif alan radyo programı buydu, ama yapmadık. E: Sonra Müebbet Muhabbet başladıktan bir ay kadar sonra bakıldı ki program dinleniyor, yayın saatini 23-01 arasına aldılar. O zamanlar gece için acayip bir radyo dinleyicisi vardı, şu ankinin on katı kadar. Sonra Çarşambaları da eklendi, Nöbetçi Açık Büfe adlı programla. C: Ondan sonra gündüz kuşağına da geçtik. Öğlen saatlerinde Gündüz Açık Büfe programını yapıyorduk. İstek programıydı, milletin isteklerini alıp çalmıyorduk. “Şimdi CD player’da üç tane CD var. Sizinki bir tanesinde. Bulursanız sizinkini çalacağız” diyorduk, ama aslında hiçbirinde yoktu. Şöyle bir şey oldu mu: “Bunlar iki deli, bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar?” E: Zaten ilk program öyle oldu. Bu iki manyak Salı gecesi ne yaparlarsa yapsınlar, ama bir daha bizim kapımızı aşındırmasınlar. C: Ekstra para yok... Nereden ekmek yiyordunuz peki? C: Tonmaister’likten. Şimdi olduğunuz yerden memnun musunuz? E: Memnunuz, çünkü biz on beş senedir inanılmaz eğlendiğimiz bir işi yapıyoruz. Üstelik para da kazanıyoruz. Kitleniz kim peki? C: Biz kitleyi Müebbet Muhabbet yaparken müzikle yakaladık. Bize öncelikle müziği duyanlar geldi. Sonra bizim muhabbetimizi duyup, ne çalarsak çalalım gelmeye başladılar. E: Çünkü biz Show Radyo’da program yapmaya başladığımız zaman, Metallica çaldığımız zamanlarda bizi dinleyen kitleye Çelik çaldığımız halde yine bizi dinliyorlardı. Çünkü muhabbet için oraya gelmişlerdi. Tabii biz de “Şimdi de Çelik’ten muhteşem bir şarkı” demiyorduk. Yine şarkılara takılmasını biliyorduk. Hatta bir keresinde Suat Suna yayına bağlanmıştı. Türkçe şarkılarda nakaratların çok fazla tekrarlandığını ve bunların aslında iç baydığını anlatıyorduk. Ben de örnek olarak Suat Suna’yı verdim; çat, Suat Suna aradı. C: Ben aslında o kadar tekrar etmiyorum dedi. Çünkü armoniye göre bilmem ne kadar tekrar etmek, tekrar etmek sayılmaz dedi. Haa, tamam dedik. Demek ki Suat Suna armoni bilen, konservatuar mezunlarına hitap ediyormuş, dedik. (Gülüyor) Gelelim gösterilere... Gösterileriniz var mı bu aralar? Neler yapıyorsunuz gösterilerinizde? Belli bir yapısı var mı? E: Bu sene Ruffles ile 15 gösteri bazında bir anlaşmamız var. 10 tanesi bitti, Kasım gibi de diğer 5 tanesini yapmaya başlayacağız. C: Üniversitelerde yaptık gösterileri. Samsun, Konya, Eskişehir, Ankara, İzmir gibi... E: Gösterimizde yine masadayız. Yapacağımız ana başlıklar belli: Cenk-Erdem Pazarlama yine var, ama içeriği çoğunlukla orada doluyor. Hatta bazen gösterilerde yeni bir bölüm çıkıyor -ki bazen dediğim çok oluyor. Bir sonraki gösterilere onu da koyabiliyoruz. Sıkıldıklarımızı atıyoruz. C: Ama oradaki içerik çok fazla değişmiyor. Çünkü izleyiciler beğendikleri bölümleri talep etmeye başladılar. “Aaa, geçen sefer şu vardı, şimdi niye yok?” demeye başladılar. Biraz bu yüzden içeriği sabitledik. E: Yine de değişiklikler yapıyoruz tabii. Çünkü orada inanılmaz bir interaktivite var. Peki abi, gösteri sırasında hiç kilitlendiğiniz oldu mu? Ya da tıkanmasanız bile gösterinin rezalet gittiği oldu mu? C: Hiç tıkanmadık. E: Çünkü iki kişisiniz. Biri kilitlendiğinde diğerinin mutlaka söyleyecek bir şeyi oluyor. Atıyorum konumuz mandalinalar olsun. Mandalinadan başlayıp Osmanlılar’dan çıkabilirsiniz. Ama burada önemli olan şu: Cenk’in kullandığı kelimelerin çoğunun bende başka başka anlamı var. C: Evet. Karşı tarafı dinlerken illa anlamı dinlemeyeceksiniz. Aradaki tümleçleri, edatları dinlerseniz o ayrı bir yere gider mutlaka. E: Ama arada bir rezalet gittiği oluyor. O zaman da konuyu tamamen değiştiriyoruz. O zaman toparlıyoruz bir şekilde. C: Ben şöyle bir şeyi hatırlıyorum mesela: “Öff, ne iğrenç bir konuymuş bu” dediğimi. O zaman da evet, deyip yeni bir şey yaratıyoruz. E: Cenk’in bana bunu dediği anda aslında iş güzelleşiyor. Çünkü bu noktadan sonra aslında birbirimize giydirmeye başlıyoruz. En komik şeyler de o zaman çıkıyor. Sizi televizyon programlarında çok az görüyoruz. Neden acaba? C: O, çok da istemediğimiz bir şey. Çünkü biz kötü konuklarız. Diyorlar ki “Program sizinmiş gibi düşünün, alın götürün.” E: E, o zaman biz niye geldik programa diyoruz. Oraya yazalım Müebbet Muhabbet diye, biz yapalım programı. Bizden orada yine Müebbet Muhabbet’i yapmamızı istemelerini doğru bulmuyoruz. Ama yine de çağrıldığımız zaman “Yok, biz gelmeyiz” de demedik kimseye. Politik durumunuz nedir? Politik bir duruşunuz var mı? C: Müebbet Muhabbet’te çok kullandığımız, politik bir dil yok. Ancak bizim politik duruşumuz herhalde kendini az-çok belli ediyordur, diye düşünüyoruz. Sonuçta apolitik değiliz. E: Elbette, kendimize göre bir düşüncemiz var. Ama biz bunu hiçbir zaman programımızda “Bizim duruşumuz budur” şeklinde göstermedik. Yine de bizi sürekli ve dikkatli izleyenler nerede olduğumuzu anlarlar. Zaten perdenin arkasında görünen görünüyor. O tülü aralayıp istediğini alan alır. Ama tülün arkasından çıkıp “Merhaba, biz burdayız, mesaj da burada” diye bağırmıyoruz sadece. Son soru: Peki bundan sonra nereye gidiş? E: Bir kere ne yaparsak yapalım, yapabildiğimiz yere kadar Müebbet Muhabbet’i yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onun kendine göre bir kitlesi ve sesi var. Onu değiştirmek istemiyoruz. Gittiği yere kadar gidecek. Çünkü Müebbet Muhabbet bizim en çok eğlendiğimiz ilk göz ağrımız. C: Bir de büyük kanallarla uğraşmak büyük bir dert. Biz neyse ki prodüksiyon gibi konularla uğraşmıyoruz. Şu anda bu anlamda çok şanslıyız. Bizi anlayan bir prodüksiyon ekibi var. Bu şansı kullanmak istiyoruz. Belki buradan farklı prodüksiyonlar yapmaya başlarız. E: Televizyon kanallarında çok farklı değerlendirmeler var mesela. Biz bunu en çok “Cenk mi Erdem mi” programıyla ilgili olarak gördük. Program biteli altı ay oldu, dışarıda kimi görsek hâlâ bize Cenk mi, Erdem mi’yi neden yapmıyorsunuz, diye soruyorlar. “Git bunu Show TV’ye söyle” diyemiyorsun. Ekşi Sözlük hakkında ne düşünüyorsunuz? E: Ben sözlükte en çok bizimle ilgili topic’lere bakıyorum. En çok hoşuma giden ise programda yaptığımız bir şeyi akşam gelip topic olarak görmek. Bizimle ilgili başlığa daha bugün baktım, 11 sayfa olmuş. Reflekslere bakıyorum. Çünkü Ekşi Sözlük’ün bize yazan tayfası tam da bizim hitap ettiğimiz tayfa. C: Ben de gündüzleri bakıyorum. Sadece bizimle ilgili şeyler değil. Sol tarafta ilginç olan ne varsa onlara bakıyorum. Bazen teknik bir şeyler için de baktığım oluyor. Google’dan aratacağım bir şeyi Ekşi’den de aratıyorum. Kim, ne yazmış diye bakıyorum. Çünkü çok daha kişisel ve net fikirler elde ediyorum. Günün triviası: Laf cambazlığında kendi ekolünü yaratmış bu enfes duo da dahil olmak üzere, toplamda nereden baksan dört kişi eden ropörtaj kalabalığı olarak bir kayıt cihazının içindeki kaseti “eject” ettirmeyi başaramadığımızı biliyor muydunuz? (Oysa içine ataç soktuğumuz o minik deliklerle cebelleşmek yerine stop tuşuna bir kez daha basmak yeterli oluyormuş.) 14-20 Ekim EKfi‹ 9 10 EKfi‹ 14-20 Ekim görüfl ıfır, rakamla “0”, makamla mıfır. Sıfır mıfır işte. Hem ortada duran hem en uçtaki, çemberin ortasında bir çember. Yok ile var arası, varlık için kötü, yokluk için ideal. Yuvarlak görünüp en keskin olan, kenarı jilet olsa gerek. Tek başına hiçliktir, çoğalınca severiz sıfırı, banknot üzerinde, alacak hanesinde. Hep atlanandır, küçükken sevimli, büyüyünce unutulan. Yuvarlaktır, toptur, toparlaktır, güvenemem. Yuvarlak hatlıdır, hem sempatik hem uzak. Köşeleri yoktur, herkese eşit mesafeli, samimi olamam bir türlü. Tanımlayamam, çünkü hafif yamuk. En keskin, en kenar, uçurum. Korkutur. İçi boştur, üter adamı, kesin dişi olmalı. Kötü nottur, bir dayak sebebi Türk gençliğime. Sıfırdan başlamak isteyip, sıfır oldum diye yıkılmakla devam eden hayatımın başı, son’u. kent S nun diğer rakamlardan birinin sağında ve de mebzul olması, ilk bakışta değer artırıcı bir unsur gibi gelse de bunun her zaman istenilen bir durum olmadığı paramızda bulunan sağdaki bir sürü sıfırı güle oynaya atmamızdan belli değil mi?.. Öte yandan başparmak ve işaret parmaklarımızı kullanarak karşımızdakine değişik anlamlara gelen sıfır işareti yapabileceğimizi hiç düşündünüz mü?.. Bu işareti avuç içi göstererek yaptığımızda; başarının dibine vurmuşuzdur büyük ihtimalle. Tersinden gösterirsek; ya muhatabımızın dibine vurmuşlardır birileri zamanında, ya da az sonra birileri dibimize vuracaktır saygısızca... meeneesee O lumsuz çağrışımlarla yüklü bir kelimedir sıfır. Sadece yokluğu belirttiği için değil, yokluğu ifade şekliyle de olumsuzdur. Küfür olmadığı halde küfür etkisi yaratan kelimelerdendir. “Otur sıfır” her öğrencinin bazen gerçeğe dönüşen korkulu rüyasıdır. Küfürdür işte düpedüz. Algılama genellikle bu şekilde olduğundan olsa gerek “simit” denir bazen sıfır yerine. Gerçi keşke sadece okul sıralarında kalsa sıfırın olumsuz etkisi. Doktor umutla dudaklarından çıkacak sözü bekleyen hastasına “çocuk sahibi olma ihtimaliniz sıfır” der mesela, ya da akşam eve dönen inşaat işçisinin cebindeki paranın adı olur sıfır. Bazen son bir kez görebilme ihtimalidir, bazen bir enkazdan sağ çıkabilme ihtimali. İhtimalsizliktir sıfır. Olmaz olasıdır. yalniz bir opera O ıfır? Pişmanlıkları olanın yeniden başlama noktası. Bazen durur durduğu yerde sonucu çevre belirler, etkisizdir. Bazen siler süpürür bir şey bırakmaz. “Kendine benzetir, çoğalır, coşar. Hepimiz biraz sıfır değil miyiz aslında?” veya “yalnız, hüzünlü, en asil duyguların sembolü” diyen çıkabilir yoruma göre. Saatlerce konuşulacak derin konu anlayacağın. “Tsıfıra tsıfır elde var tsıfır” var bir de defalarca söyleyip “Bu kez becerdim” der dişlerinde telle bazı sesleri net çıkaramayan. Bir işe de yaramaz. Hâlâ merak ederim soya soslu susamlı sosisi, vaktiyle iki lafı bir araya getirip bir lokma isteyemediydim, yaralıyım. marvin the martian S ahallede bazı çocuklar olur ya, bir ânı ötekini tutmaz, deli dolu ama yüreklidir; sıfır da öyledir benim gözümde. İlk başta listenin en başında duran bir hiçti benim için, ne toplarken bir işe yarardı, ne çıkarırken. Hatta çıkarmada her zorda kalışında yanından elde’lik isterdi, öyle ezikti. Sonra biraz büyüyüp serpildi, çarpmada kendini gösterdi, karşısına kim gelirse gelsin yuttu. Bölmede kralını tanımadı, üste çıkınca zaten kendini kabul ettirdi, altta kalınca boyuna posuna bakmadan pes etmedi, yine oyunu kendi kurallarınca oynadı. Kendini M S›f›r bütün matematik camiasına kabul ettirirdi sonra, mesela grafik çizerseniz geometride, ilk elden ona danışırsınız, üslü sayılarda hep onun dediği olur, bir sayının önündeki işaret bile o baz alınarak belirlenir. Bir ara alemin aykırı çocuğu oldu, kendiyle bile savaştı, neyse ki l’hopital hoca’nın yardımlarıyla ayakta kaldı. Ayrıca asallık, teklik gibi kibirli ifadelerden hoşlanmaz, halk çocuğudur, doğaldır. Severim kendisini, saygı duyarım. kofilin air bana sorsaydı “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye, koskoca bi yuvarlak çizip koyardım önüne, “Al sana mutluluk” derdim, “Aynı zamanda mutsuzluk... Bütünlük ve hiçlik, başlangıç ve son, sonsuzluğun başlangıcı, soyut ve somut arasındaki ipince çizgi... Mutluluk işte!” derdim. Muhtemelen anlamazdı ne anlatmaya çalıştığımı, “Ne lan bu y.....m?” derdi, “Bi s..tir git çay koy” derdi, ama bilirdi bazı şeylerin açıklamalar ile anlatılamayacağını, hissedilmesi gerektiğini. “Tıpkı senin şiirin gibi” derdim, “A ile b’yi sen birleştirince şiir, ben birleştirince: Sıfır. Mutluluk evet, hem işin kolayına da kaçmadım.” riemann ıfır hem sonları, bitişleri, hem de yepyeni başlangıçları ifade edebilir. Bunu naçizane bir anımla örneklendirmek isterim: Yıllar önceydi. Gün ışığına hasret aylardan sonra, artık katlanamadığım ufacık hücremdeki mahpus hayatıma son vermeye karar verip geri sayıma geçtim: 3 Artistik bir takla 2 Baş aşağı dalış ve “Freedooomm!” 1 Ay o ne kocaman el öyle? Sen kimsin? 0 Aahh! Ciğerlerim yanıyor, ciyaakkk! 1 Ya, beynime kan inecek, niye baş aşağı tutuyorsunuz, yarasa mıyım ben ayol? 2 Amanın, o koca makas da ne? Bakın anlaşabiliriz, affedin, tamam sokun beni geri, vallahi pişmanım. Haa, kordon, pardon! 3 Bir de her yerim vıcık vıcık kan man. Iyy. Bir banyo almak istiyorum, pardon bakar mısınız hanfendi! a lifetime of type ii errors Ş S ıfır, rakamlar ülkesinde acıların çocuğudur. Cebirsel terim ile “yutan eleman” olarak ifade edilir. Toplasan eklenmez, çıkarsan ırgalamaz, bölsen sonuçlanmaz, çarpsan elde avuçta bırakmaz bir şey. Sayıların en garibanı, en yalnız bırakılmışı. Halbuki Türk literatüründe her sayının kendine ait bir karakteri var. Birdir bir, iki kere kiki, üçün biri, dört göz, beş kardeş, dokuz altı yolları, yedi cüceler, pamuk prenses, keten prens, sekiz yapmak, dokuz doğurmak vs... Peki ya sıfır için ne türetmiş insanoğlu? Elde var sıfır... Çıka çıka bu çıkmış sıfırdan. O halka şeklindeki nahiflik, ortasından geçen sonsuzluğu simgeleyen kuyu, hayatı simgeleyen başlangıçla bitişin aynı noktada kesişmişliğin en nadide örneği olan o dairesellik. Sorarım size başka hangi rakam hissettirebilir bu duyguları? jokond S aksızlık ediliyor kendisine. Zira ne yapmıştı da “aşağılık” ilan edilmişti öğrenciler tarafından? Ne eylemişti de “yutan eleman” diye kafa bulmuşlardı biçare ile? Etkisiz eleman olan “bir” bile alay etmiş, “Ben senden büyüğüm” demişti ona. Doğal sayılar kümesine girmeyi sözüm ona kendisi istemişti, bu nedenle dışlanmadı mı sayma sayılarından? Ya “yokluğun sembolü” olarak gösterilmesine ne demeli? Bunlar da yetmiyormuş gibi atıldı paramızdan. Üstelik bir tanesi değil, altı tanesi birden. Neye yol açmıştı da “pespaye” ilan edilmişti? Bu denli “pestenkerani” olmayı hak etmiş miydi? Heyhat... sorrowmybeloved H ıfır’ı çoğumuz okuldan tanıyoruz. Ben hiç sıfır almadım diyen varsa şu satırdan itibaren okumasın, çünkü bu yazı onlara göre değil. Şaka şaka okusun. Biz Harvard’da yapardık bu espriyi. Her neyse... Sıfır dediğin aşağılayıcı bir nottan başka bir şey değildir aslında. Matematikte, öğrencileri küçük düşürmek için, ezmek için ortaya atılmış bir sayıdır. Bu söylediğime inanmayanlar alsın bi hesap makinesi ya da açsın bi excel dosyası, herhangi bir sayıyı sıfıra bölsün, bakın bakalım ne çıkacak? Hata verdi değil mi? Durun bitmedi. Bir sayı yazın onu sıfırla toplayın ne çıktı? Sayının kendisi değil mi? Evet ta kendisi. Bu doğa olaylarının tek bir sebebi var, sıfır sayısı matematikten sonra bulunmuştur. Dünyada bu doğa olaylarının insanlara yansıması da gözlemlenebilir. Şimdi çıkın trafiğe (şimdi değil, yazıyı okuyun sonra) gidin bakın bir trafik ışığına. Geri sayıyor değil mi? Bir de sürücülere bakın hangisi sıfırı bekliyor? Hiçbiri. Sebebi basit, çünkü sıfır sayısı insanlar ortaya çıktıktan sonra bulunmuştur. Kimin bulduğunu da biliyorum aslında... Bu doğa olaylarını açıklayabiliyor ve sizleri aydınlatabiliyorum ama sıfırı kimin bulduğunu burada açıklayamıyorum. Bu sıfırı bulanı burada afişe etmek gazetecilik, habercilik ya da yazarlık ahlakına sığmaz. Tek söyleyebileceğim bunu bulan bir gay. Neden sonra kendi gibi cinsel tercihleri erkek olanlara bu rakamı sembol olarak seçmelerini söyleyen biri. Ekşi gibi kutsal bir ortamda biraz daha ipucu vermek istiyorum. Bu kişinin ismi f harfiyle başlıyor. (F sıfır da buradan gelir). Sıfırın yarattığı bu bozukluğu irdelediğimizde öğrencilerin, eğitim sistemimizin çarpıklığı yüzünden matematiğin temelini anlamadan din dersleri gördüğünü ve bu çarpıklığın eğitim hayatları boyunca devam ettiğini görüyoruz. Örnek vereyim: Efendim, sıfır boş küme demektir. Boş küme yani elemanı olmayan kümenin elemanı yoktur. Peki Allah da mı yoktur? Hani Allah her yerdeydi? Boş kümenin içinde Allah varsa bu nasıl boş küme? Allah yoksa neden yok? O zaman Allah her yerde değil mi? Değilse boş kümede işlenen günahları görmez mi? Görürse bize sıfır verir mi? Bu gibi karmaşıklıkların halen çözülememesi maalesef büyüyen bir sorundur. Reklamlardan hatırlarsınız “On yüz bin baloncuk yuttum eki eki hehe ehe” diye gülen kıza n’oldu hiç birimiz sorduk mu? O kızın psikolojik sorunlarını hiç çözmeyi denedik mi? Ne demek on yüz bin? Öyle bir hata yapılıyorsa bunun nedeni sıfırlar değildir de nedir? Daha yeni bu sene paradan 6 tane sıfır attık da o baloncuklar on sıfır virgül bir baloncuğa indi, ama o kız b.k yoluna gitti. green green curly fries S endisiyle çarpılanları yok eden, yanına eklendiklerini büyüten içi boş, cephesi sonsuz ve yuvarlak hatlı olması nedeniyle birtakım kadınlara benzetebiliriz kendisini. Aynı kadın birlikte olduğu adamlara herhangi bişey katmayı reddetmekte, gayet tavizsiz durmaktadır oysa. Üst üste veya alt alta geldiğinde sekiz eder ki bu da kadınların fevkalade yıkıcı ittifaklarından biridir kanımca. Şekli şemali itibariyle içine girmek mümkün olsa dünya dışarıda kalır, yahut dışına çıktığınızda içeride. Çember gibi ama değil sadece şekli benziyor. Psikolojide bir telkin yöntemine göre kendinizi 1, bütün sevdiklerinizi de 0 kabul edip, en başta siz olmak üzere yan yana bir kağıda yazarsınız. Daha sonra kendinizi bu satırdan sildiğinizde tüm sevdiklerinizin değersizleştiği görülür. Bu bir ne demektir? En değerli sizsiniz, kendinizi sevin, sık sık kucaklayın kendinizi demektir, Leo Buscaglia’nın “Ali topu tut” kadar sık tekrarladığı bi cümledir, bu arada Ali’nin tuttuğu topun da şekil itibariyle sıfırı andırdığı gözlerden kaçmamıştır, ama tabii top çarptığı camı kı- K rar o ayrı... Ayrıca yine toplu ve sıfırlı başka bir durumda, Galatasaray’ın Juventus karşısında kocaman olmasının nedeni 2’nin karşısında sıfırın durmasıdır, başka bir şey değildir. Ülkemizde ekonominin olduğundan şahane gösterilmesi adına günah keçisi ilan edilmiş cadı kazanlarında yakılmıştır kendisi. Nasıl olabiliyor da yanına eklendiği rakamları büyütürken memleketin parasını küçültmüştür? Tabii akıllara durgunluk veren mucizevi bir durumdur bu, Allah’ın Müslüman Türk soyuna gönderdiği ilahi işaretlerden biridir, ibretliktir. Meali: her şeyin fazlası zarardır, azı karar, çoğu nazardır vb. Peki ne işe yarar? Sıfır kullanarak harika bir terk ediş cümlesi kurabilirsiniz örneğin: “Bundan sonra sıfırsın gözümde, liboşsun”. Bunu kin dolu, bir somon kadar kararlı gözlerle söylerseniz, artık o terk edilen hayat boyu iflah olmaz, yok olur biter, lime lime olur, unutulmayan bir insan olursunuz. Kağıt kalem vasıtasıyla içine kaş, göz, yahut altlarına meme ucu çizerek asi, Obez Abla isminde bir karakter yaratabilir, üç beş entrika katarak dolar milyoneri (dikkat ederseniz milyon için de sıfıra ihtiyaç var, hayatımız için ne vazzzgeçilmez bişeydir sıfır, şey gibi bişeydir) olabilirsiniz, unutmayın ki Hayri Pıtır da böyle doğdu, üstelik gözlüklerinin iki adet sıfırın yan yana koyulmuş hali olmadığını kim iddia edebilir, hem biz J. K. Rowling’in eskiden bi hayli gariban olduğunu biliyoruz; belki de Hayri, bir kredi kartı ekstresinin üzerindeki sinir bozucu sıfırlardan yola çıkılarak çiziktirilmiştir, bunu nereden bilebiliriz, bilemeyiz. Bildiğimiz bir tek şey var ki oda aynı Rowling’in şu an bolll sıfırlı banka hesaplarının sahibi olduğu. Çok acayip değil mi, sıfır hem değerli hem değersiz kılabilir hayatımızı. Neyi nerede kullanacağını bilen insanlar olarak yaşamalıyız, bunun yolu da eğitimden geçer, zaten her şeyin başı eğitim. İyi akşamlar. maureen lk kez Ekşi’de haftanın konusunun sıfır olduğunun ilan edilmesiyle üzerinde düşünmeye karar verdim bu esrarengiz rakamın. Sahi, neydi bu “0” denen musibetin, bu çeklerde bolca bulunması gurur vesilesi yapılan rakamın sırrı? Hemen buldum: Yaratıcı bir yıkıma yol açıyor, bilgi üretme peşindeki zihinleri hiçliğe sürüklüyordu bu garip oval figür. Nasıl mı vardım bu sonuca? Lan olm şurada yarım saattir havalı bir giriş yapıp gelişme bölümüne yol alayım, yaratıcı olayım diyorum, sonuç ortada: yıkıma doğru yol alıyoruz bu yazıyla arkadaş! Ancak 0’ın bu cüretkar karşı çıkışı yıldırmadı beni. Kitaplar karıştırdım, anketler yaptım, en delişmen çağlarımı, yakın arkadaşlarımı harcadım bu yolda. Sıfırı tükettim yani ve ulaştığım sonuç şu: Sıfır kaypak, haysiyetsiz, başına buyruk hareket eden, düzen karşıtı bir sülüktür! Daha yeni yetme bebelerin gözlerinde tanık oldum sıfır korkusuna. Sabi sübyanlar, “Sıfır, yutan elemandır” diye kaçışıyordu okul bahçelerinde dört bir yana. Hocaların “Korkmayın, sıfır etkisiz elemandır” diyerek sakinleştirmeye çalıştığı çocuklar ömürleri boyunca kendilerini kovalayacak belayı hissetmişlerdi belli ki. Farkındaydılar sıfır model araba diye bir şey olamayacağının; illa ki kullanılmalıydı, o yeni sandıkları arabalar, motoru onlardan önce birileri çalıştırmalıydı. Sonra sezon sonu indirimi diye yutturulan şeyin aslında fiyatların son rakamını sıfırdan koruma çabası olduğunu da seziyorlardı. 49 YTL etiketinin ardına gizlenmiş sıfır onlara göz kırpıyor, “Bir turuncu banknotun daha benim ahaha!” diyordu. Ne var ki bir anlık farkındalık yetmiyordu sıfır tehlikesini yok etmeye, çünkü sıfır bilinç düzeyini aşağıya çeken tehlikeli bir virüstü. Harikulade yayın organlarına bile tuhaf yazılarla sızmayı başarabilen kahrolası bir virüs. Beter ol emi! devam dercesine İ popüler kültür 14-20 Ekim EKfi‹ 11 Orhan Pamuk ve Nobel polemi¤i Biz hâlâ Marmara Depremi’nde verdi¤imiz canlar›n say›s›n› bilemezken cevval bir ad›mla Güneydo¤u’da verilen kay›plar› saymaya kalk›fl›yor. Çok çok çok yak›n geçmiflin hiçbir zaman bilinemeyecek rakamlar› bunlar... hmet Hamdi Tanpınar’ı saymazsak (niyeyse?) Türk roman geleneğinde “benim için” birkaç isim vardır. Bunlardan iki isim her zaman benim için önemli oldu. Neredeyse hıklamalarına kadar bu iki insanı okumaya gayret ettim. Tevellüdüm yetmediği için ne yazık ki birincisinin şaşaalı dönemine yetişemedim. Hoş yetişsem de o güzelim Türk roman okuru ona layıkıyla mukabele edememişti. Ne şaşaası? Muhtemelen ben de o cüheladan biri olacaktım. Oğuz Atay’dan söz ediyorum. İkincisi ise bir Sartre karakteri gibi bulanık bir gençlikte okuduğum ve kitaplarının lezzeti hâlâ damağımda olan Orhan Pamuk. Kara Kitap’ta yarattığı kasvetli İstanbul havası bilmeden beni İstanbul’a çekti. Yani Pamuk, kişisel tarihimde benim için kırık bir öğeden çok fazla. Cevdet Bey ve Oğulları ile devam A ettirdiğim rüya (evet, Kara Kitap’ın Rüya’sı) bugün onun Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanan macerasıyla koşut. Hiçbir zaman zırtlak milliyetçi duygulara sahip olmadım, ama içten içe Orhan Pamuk (veya onun ayarında birinin) bu ödülü alması için iç geçirdim. Keşkeler kurdum... Ben tam bu keşkeleri kurarken Orhan Pamuk da deli gibi okunuyordu Türkiye’de. Kimsenin o meşum milliyetçi duyguları kabarmamıştı daha. Öyle ya, Pamuk sakin sakin romanını yazdıkça, suyasabuna ve havluya dokunmadıkça bir sorun yoktu. Biraz daha gelişmiş bir Kemalettin Tuğcu rolü kafiydi ona. Daha dün annemizin hassasiyeti hepimiz için ortak kaygı havuzunun nadide şezlonguydu. Yani limanlar süt, tersanelerimiz bedhahlarla bizi bedbaht etmiyordu daha. Sonra birden Pamuk (sanki geceden sabaha aydınlanmış gibi) acayip ifşaatlarda bulundu. Bir gecede 30 bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürmüştük. Yüz küsur yıldır girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği’nin bir gecede cennet bahçesi olmadığını gösteriyordu. O bunları dedikçe kale sallanıyordu a dostlar. Muhayyilemizdeki pembe Tuğcu resmi giderek bulanıklaşıyordu. Orhan Pamuk bir siyasetçi değil elbette. Belki işi gereği iyi bir araştırmacı olmak zorunda, ama görünen o ki bu noktada da hataları var. Çünkü körlemesine kapatılan ve hakikatin berraklığının asla ulaşamayacağı dehlizlere gizlenen gerçekler hakkında bir şeyler söylüyor. Biz hâlâ Marmara Depremi’nde verdiğimiz canların sayısını bilemezken cevval bir adımla Güneydoğu’da verilen kayıpları saymaya kalkışıyor. Çok çok çok yakın geçmişin hiç bilinemeyecek rakamları bunlar... Çünkü dimağımızı kelepçeleyen, ideolojik aygıtlarının istediği kadar verdiği bilgilerle yetinen ve yastığına eçhelin rahatlığıyla bebek gibi süzülen nesiller isteyen bir halkla ilişkiler projesinde yaşıyoruz. Bu öyle bir proje ki Nobel Edebiyat Ödülü jürisinin bile kafasını karıştırabiliyor. Pamuk, Nobel’e lay›k m›? Elbette bunun kararını jüri veriyor. Bize düşen, malum. Ancak bizi ilgilendiren tarafı, Orhan Pamuk’un bu ödül uğruna devletin söyleminin tam tersini, yani Gerçek’in tersini söylediği iddiası. Amiyane tabirle Nobel’e oynaması. Peki bunun ne kadar önemi var? Bunu asla bilemeyiz. Ne jüri bundan etkilendiğini söyleyecek ne de Orhan Pamuk bu iddiayı kabul edecek. Öyleyse biraz da komplo teorisinden öteye gitmeyen bir iddiayla karşı karşıyayız. Bu açıdan bakılırsa o meşum halkla ilişkiler anlayışının etkisinin de farklı olduğunu söyleyemeyiz. Birileri de sırf bu lafları etti diye Orhan Pamuk’un Nobel’i almasını istemiyor. Geriye ne kald›? Orhan Pamuk’un edebiyatı, edebiyat işçiliği... Liyakat gösteren eserlere bir bakın, en basit tanımıyla hepsi de kendi dilinde yenilikçi eserler. Orhan Pamuk’un eserleri sizce bu ödülü hak etmiyor mu? Belki bir Marquez, bir Neruda, bir Paz değil; ama ortalama bir edebiyat okuru olarak söyleyebilirim ki Gao Xingjian ya da Günter Grass’tan kötü değil. Fikirlerinin yanlışlığı ancak “Yok öyle bir şey” argümanıyla çürütülen, ama Türk edebiyatına kimse istemese de kült romancı olarak yerleşen bir yazar var karşımızda. Edebiyatla teşrik-i mesaisi olmayan, Thomas Mann’ı lojistik devi sanan birilerinin Orhan Pamuk’a karşı çıkmasına bir diyeceğim yok artık. Ama yazıyla derdi olanların zamanında Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’ye, Yaşar Kemal’e yapılanı Orhan Pamuk’a yapmasına gönlüm elvermiyor. kays-el mecnun Ad›m ad›m ‹brahim Tatl›ses sinemas› Hay›r hay›r “‹brahim Tatl›ses’ten sinema dersi alan bir de gelsin karpuz als›n” diyecek de¤ilim. Sinan Çetin taraf›ndan Bahçeflehir Üniversitesi’ne hoca tayin edilen ‹brahim Tatl›ses, sinemac› varl›¤Iyla dolduraca¤› dershanede gürleyecek “Hiç mi beni takip etmediniz? Ne diye bön bön bakars›n›z!” Peki ya bizlerin gönlü buna raz› olur mu? ‹flte size derse girmeden evvel Tatl›ses sinemas›n›n temelleri... atlıses oyuncu olarak giriyor piyasaya 78 senesinde. Bundan dört sene sonra 1982’de, çıkış yaptığı albümdeki bütün şarkılar film olunca bu sefer kendi filmini yönetiyor, ilk filmini. Bundan sonrası dizi, klip ve bilumum eser olarak çorap söküğü gibi geliyor... T Tatl›ses sinemas›nda film ismi O yıl çıkan Tatlıses albümünün A yüzü ve B yüzünü incele. Şarkılardan en bombelisini buldun mu? Tek kelimelik ya da soru tümcesi halinde? Tamam, bu faslı geçtin... Tatl›ses sinemas›nda kahraman Tatlıses Sineması’nda bir kahraman olması için İbrahim Tatlıses’e ihtiyaç bulunduğundan, kuramda “eyvallah” çekebileceğiniz bir bölüm bu. Neymiş? “İbrahim Tatlıses=Kahraman” Ama uygulamada bu yemez. Nereden bulacaksınız onu da oynatacaksınız? O nedenle fillmlerindeki karakterlerin ortak özelliklerini hemen sıralayalım maddeleyerek. Buyrun: 1- Bir Tatlıses filmi kahramanı mutlaka filmin sonunda ölmelidir (bunun sebebine değineceğim). Ayrıca Tatlıses’in YılmazGüney etkisi taşıyan kahramanları suskundur, ketumdur. 2- Kahramanın sesi güzel olmalıdır. Geniş ailede yaşamalı, işçiyse emekçiyse de işi sırasında şarkı söyleyebilmelidir. 3- Kahramanın muhakkak arabozucu bir arkadaşı ya da nifak sokucu bir kardeşi olmalıdır. Tatl›ses sinemas›nda aksiyon Tatl›ses sinemas›nda kad›n Tatl›ses sinemas›nda öpüflme Yine maddelersek: 1- Filmlerde kadın; anne, sevgili ya da pavyon şarkıcısı olarak kendisine yer bulmuştur. Anne karakteri filmde ağlamak, zırlamak ya da zengin bir başka kadının annesiyse nifak sokmaktan öteye gidemez. 2- Söz konusu kadın eğer kahramanın sevdiceği yahut kardeşi ise, filmi, başladığı noktanın tam tersi istikamette tamamlar. Zengin ve entelektüelse, fukaralığa teşne ve arabeske aşık, fukara ise zengin olma yolunda fahişeliğe sapmış bulunur. Tatlıses filmlerinde aksiyonu sağlamanın iki çeşit yolu vardır ki, bunları sonradan muadilleri de birçok filmde kullanacaktır. Biri dümbelek efektidir. Nerede filmin düştüğü, prodüksiyonun bir çevirmeli telefon ve varak komidine göbek attığı sıkıcılıkta sahne varsa, buraya dümbelek efekti döşenir. Aksiyon zinde tutulur... Bir diğer yöntem olarak da araba freni skreeee’si ve tabanca patlamaları vardır. Bu, sadece sinemada değil zat-ı şahanenin dizilerinde de kendisini gösteren bir mefhum. Öpüşme sahnelerini genelde bir iki plana bölerek çeken İbrahim Tatlıses, bu sahnelerde kendisi oynadığı için serverip sır veremeden bugüne kadar sahnelerin gizemini korumuş idi. Peki siz ey üniversiteliler, nasıl vereceksiniz oyuncuya oyunu? Basit... Erkek oyuncuya, karşısında bir yastık olduğunu, yüzüstü dimdirekt uzanarak uyumaya çalışırken kafasını sağa sola çevirmsini söyleyin. Kadın oyuncuya da bir gaz maskesi verin... Tatl›ses sinemas›nda görsel estetik Tatlıses’in favori görüntü yönetmeni Mahmut Yumuşak’tır. Tatlıses ile yıllarca çalışmıştır. Peşinden tek başına Fırat, Tanrı Misafiri gibi dizilerde de çalışmış, başyapıtlar sergilemiştir. Bu görsel estetik, gri tonlara, ebleh duruşlara, sahil, falez, yalıyar önünde verilen pozlara göre belirlenir. Agfa’nın artık kötü kalite filmlerine basılır. Tatl›ses sinemas›nda müzik Filme isim seçmek için bir albüm aldıydınız elinize hani? Hah... Onu atmayın, başlatın, sonuna kadar filmin üzerine geçirin. Elinize sağlık... Tatlıses, filmlerinde şarkılarının reklamını yapar, fikrini zikrini ortaya koyar, her filmde ölür ki, kendisine tapan, seyirci, papucu delik de olsa üzülsün, acısın, İbo’nun albümünü alıp ona destek çıksın. Haliyle kimse bu hocalık işine gücenmesin. Tatlıses filmleri ders alınmayacak filmler değildir bu nedenle. Ders alınmalıdır ki, bir daha benzeri çekilmesin... lem 12 EKfi‹ 14-20 Ekim araflt›rma Bir gizli iflsiz portresi: İllüstrasyon: Erkin Gören © 2005 Süpermen Tüm servetine ra¤men Gotham City’nin refah› için herhangi bir kurumsal, idari yat›r›m yapmak yerine maskeli bir soytar› olmay› seçen Batman’in rahattaki hali Bruce Wayne ne kadar suçlulardan rahats›z ise, “suç ve ceza” ile iliflkisi ne kadar yüzeysel ise Süpermen de o kadar rahats›zd›r, o denli yüzeyseldir. zun zamandır gölgesinde yaşadığımız bir musibeti “süper” diye adlandırıyor bağrımıza basıyoruz. Bu kırmızı pelerinli zatın ismini hepimiz biliyor, onu Süpermen diye çağırıyoruz. Oysa ki biraz sorgulayalım: Süpermen gerçekten süper mi? Dogmalaştırmadan ve rasyonel bir şekilde inceleyince göreceğiz ki kendisine Süpermen diyen ve dedirten, yani “süper bir adam” olma iddiasındaki bu şahıs, ne yazıktır ki süper olamadığı gibi adam da olamamaktadır. Yazımda bunu ispatlamaya çalışacağım. Öncelikle şunun yanlış anlaşılmasını istemem: Ben Süpermen’in yeteneklerini, hızını ve karizmasını tartışmıyorum. Bunlar herkesin bildiği, Süpermen’in “normal” den ayrıldığı ve ilk bakışta süper sıfatını kazandığı değerler. Evet, Süpermen bir kurşundan daha hızlıdır. Evet, Süpermen bir zıplayışta bir gökdelenin üzerinden atlayabilir. Ve evet, icap ederse köprünün çökmüş yerine kaynak olur, üzerinden bir tren dahi geçirebilir. Bu yeteneklerini ve potansiyelini kimse reddedemez. Ama Süpermen’in eleştirisinde temel alacağımız gerçek de tam olarak budur. Süpermen, süper yetenekleri ve potansiyeline oranla ortaya koydukları ile değerlendirilince süper sayılamaz. Süperi geçtim, kendisine karşı sorumluluğu perspektifinde değerlendirildiğinde alenen zavallı denebilecek bir seviyededir. U Niye Klark Kent?.. Süpermen’in süper olmayışını ispat etmek için önce onun temel fonksiyonlarını sıralayalım. Süpermen’in temel iştigal alanı kanunca suç tanımlanmış fiilleri işleyen “suçlular” ile savaşmaktır. İkincil iştigal alanı ise öngörülemeyen ya da görülebilen felaketleri engellemek, zararlarını sıfırlamak, tehlike ve tehditleri etkisiz hale getirmektir. Süpermen bu fonksiyonların hepsini harfiyen yerine getirir. Kabul. Ama gelin Süpermen’in bu fonksiyonlarını iktisadi gerçeklikler ışığında düşünelim ve değerlendirelim. Suç ve felaketlerin çoğunluğu onları oluşturan sistemlerdeki arazlar sebebiyle tekrar ederler. Misal Türkiye’de çöp patlaması sebebiyle çöp altında kalıp ölen insanlardan bahsedilebiliyorken bunun aynısının İsviçre’de olması pek mümkün değildir. Güney Afrika’da suç oranı çok yüksek iken İzlanda’da bu oran yok denecek seviyededir. Bu farklılıklar arasındaki temel belirleyen Güney Afrikalıların suça meyli, Türk çöplerinin patlama temayülü değil, karşıtları ile arasındaki iktisadi farklılıklardır. Nüfusun çok küçük bir kısmını oluşturan patolojik suçlular ve karşıtına oranla çok daha az rastlanan öngörülemez/engellenemez felaketler dışında tüm sorunların çözümü Süpermen müdahalesinden değil, sağlam bir iktisadi yapıdan geçer. Şimdi bu temel bilginin ışığında değerlendirelim: Hep suçlular ve suni ya da doğal felaketler ile mücadelesini görüp alkışladığımız Süpermen suçu ve felaketleri oluşturan ekonomik, sosyal ve kültürel unsurlar ile savaşmak için bugüne kadar ne yapmıştır? Hangi önlemleri almıştır? Süper potansiyelinin yüzde kaçını efektif bir şekilde kullanmaktadır? Ya da bu soruyu şöyle soralım: Yıkılmış bir köprüyü bağlamak için kendini siper edebilen Süpermen hayatında hiç köprü ve kamuya açık yapıların tamiri, bakımı ve onarımında çalışmış mıdır? Suçluları ilk fırsatta paket yapıp hapse yollayan Süpermen, bu suçluların oluşmaması için hayatında bir okul yapımında faal rol almış mıdır? Hep mağdurun yanında bildiğimiz Süpermen hayatında hiç bir sweatshop’ta saati on sente çalışanlara yönelik bir çalışmada bulunmuş mudur? Süpermen’i gettoda suçlu paketlemek dışında gören, duyan varmola? Hayır, bin kere hayır. Peki bu süperliğini sadece felaketler gerçekleştikten sonra gösteren, kerameti sadece suç işlendikten sonra ortaya çıkan Süpermen bu yukarıda saydıklarımı yapamaz mı? Elbette ve bal gibi yapar. İcap ettiğinde Kuzey Kutbu’na gidip çalışılması imkansız koşullarda dahi kendi kullanımına mahsus “Yalnızlık Kalesi” gibisinden lirik kaleler yapabilecek kadar eli iş tutan Süpermen, kız arkadaşını kurtarmak için zamanı bile geri döndürebilen bu şahıs, istese ve gerçekten çalışsa dünyada suçun ve felaketin esamisi okunur mu? Oysa ki Süpermen -süperliğine rağmen- ne yapmayı seçiyor? Klark Kent olmayı seçiyor. Hayatının büyük bir bölümünü hangi meşgale ile iştigal ederek dolduruyor? Gazeteci olarak dolduruyor. Bunun nesi Süper? Bunun nesi Adam olmak? Doğrusu şu ki, Süpermen çap ve kalibresindeki birisi için gazeteci olmak “iş sahibi olmak” manasına gelmemektedir. Bunun terimsel iktisadi bir karşılığı da vardır: Süpermen bir gizli işsizdir. Hatta bu kavramın tepe noktasıdır. Gizli işsizlik bir işçinin/çalışanın teknik yeterlilikte uzmanlaştığı ve kalifiye olduğu iş alanı yerine doğrudan uzmanlık alanına ve marjinal faydasına hizmet etmeyen bir işte çalışması durumudur. Örneğin bir orman mühendisinin ofisboyluk yapması bir gizli işsizliktir. Süpermen’in konumunun geleneksel “gizli işsizlik” tanımıyla ayrım noktası şudur: Gizli işsizler ve işsizlik işgücü ve istihdamın arz talep ile dengesizliğinden ortaya çıkar. Misal milyon tane Süpermen’in olduğu bir dünyada elimizdeki mevcut Süpermen’in iş bulamamasından, gazetecilik yapmaya başlamasından belki bahsedebiliriz. (Belki diyorum, çünkü Süpermen istihdamda belirleyici olan işgücünün yatay hareketliliği konusunda da sınırlandırılmamıştır. İstediği anda tüm galaksiyi dolaşıp uygun bir gezegende Süpermenlik yapabilir.) Bu durumda kimse Süpermen’i suçlayamaz. Ama Süpermen süper kahraman iş pazarında çok fazla alternatifi olan bir isim değildir. Dünyamızda pek bulunmayan Kriptonit engeli dışında Süpermen yorulmadan, lafın gelişi değil gerçekten de ışık hızıyla çalışabilen, sınırsız doğal kaynakları bir gün içinde binlerce işi yap- maya muktedir bir süper kahraman olarak benzerlerinden ayrılır. Ama Süpermen bütün bunlara rağmen gazeteci olmayı seçmektedir. Peki Süpermen bir gazeteci olarak müthiş işler mi başarmaktadır? Halkı mı bilinçlendirmektedir? Pulitzerlik araştırma yazıları mı yayınlamaktadır? Çok uluslu şirketler seviyesinde suçluları mı ortaya çıkarmaktadır? Yine hayır, yine asla. Süpermen üçüncü sayfa tipi haberler yazmaktan öte bir ilgi ve çapı olmayan bir bulvar gazetecisidir. Amerika’nın yellow press dediği tipte bir gazetede çalışmaktadır, içerik ya da haber değil sansasyon peşindedir. Muadiliyet olarak Klark Kent’in gazeteciliği, medyacılığı Acun Ilıcalı’dan, Reha Muhtar’dan farksızdır. Klark Kent’in arabasına bomba yerleştirilmesi, zülfü yare dokunduğu için gözaltında kaybolması gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Kostümlü süper dümbük Şimdi düşünün, Süpermen bir sabah uyandığında Klark Kent olmayı seçmek yerine gerçekten potansiyeline layık olsa ve Süpermen olmayı seçse neler olurdu? Normal insanlığın kısıtlı imkanları ile aylar içinde gerçekleştirdiği birçok projeyi zaman ve mekan faydasına yönelik fiziksel, kaynaksal engellerden muaf olduğu için kısa zamanda gerçekleştirmez miydi? İcap ettiğinde gezegenleri yörüngesine sokacak derecede güçlü olan bu kişi sadece vatandaşı olduğu Amerika’ya değil tüm dünyaya refahı ve dolayısıyla suç oranının düştüğü bir toplumu armağan edemez miydi? Işık hızına yakın bir hıza sadece yediği çift kaşarlı tostu yakarak ulaşabilen bu şahıs günde sadece birkaç saatini ayırarak olası felaketleri engellemek üzere köprülerde, barajlarda mühendislere yardımı olacak raporlar ile sonuçlanan rutin check-uplar yapamaz mıydı? Geçmiş Süpermenliği süresinde Tanzanya’da suçlu kovaladığını görmediğimiz, Hindistan’da adaleti sağladığını duymadığımız, uçma yeteneğine rağmen Amerika yerlisi kalabilmiş olan bu dürzü, gerçekten tekmil insanlığın selametini düşünseydi, üçüncü dünya ülkelerinin sanayileşme, modernleşme hamlelerinde etkin işgücü, lojistik destek sağlayamaz mıydı? Sadece sansasyonel değeri olan belalar, felaketler dışında ülkelerin ve kurumların sistemlerine içkin hastalıkları, sorun yaratan dinamikleri ve eksiklikleri gideremez miydi? Suçluları hapishaneye bırakmaktan ötesi ile ilgilenmeyen Süpermen, idealize edilmiş bir figür olarak ara sıra hapishanelere gidip mahkumlar ile konuşamaz, onlara yardım elini uzatamaz, rehabilitasyona katkıda buluna- maz, x-ray bakışlar atıp hapishane sisteminin sakatlığını göremez, onu düzeltmeye yönelik atılımlara giremez miydi? Süpermenlik sadece birilerini bir felaketten kurtarmak ile mi sınırlıdır? Oysa ki bu kostümlü süper dümbüğün 1930’lardan beri tek fonksiyonu şova yönelik demir bükmek, üzerinden tren geçirmek ve de uçabildiği halde bir gökdelenin üzerinden atlamak gibi eblehçe fiiller ile sınırlanmış değil midir? Şu bir gerçek ki, bir şahsın yetkinliği ve değeri hayatta karşısına düşman olarak aldığı kişi ve olgular ile ölçülür. Süpermen’in muhatap aldığı düşmanların hepsi bir yetişkin olarak derinliğinin ve ciddiyetinin aynasıdır. Brainiac gibi, Lex Luthor gibi banka soymak, dünyayı ele geçirmek nevinden nahif planları olan süper-kötülerden öte bir rakibi olmayan Süpermen’in hangi süperliğinden bahsedebiliriz ki? Dahası, varlığını meşru kılmak için devamlı surette çapsız osuruk düşmanlara ihtiyaç duyan Süpermen’in iyi niyetinden de şüphe edemez miyiz? Tüm servetine rağmen Gotham City’nin refahı için herhangi bir kurumsal, idari yatırım yapmak yerine maskeli bir soytarı olmayı seçen Batman’in rahattaki hali Bruce Wayne ne kadar suçtan ve suçlulardan rahatsız ise, “suç ve ceza” ile ilişkisi ne kadar yüzeysel ise Süpermen de o kadar rahatsızdır, o denli yüzeyseldir. Peki neden? Süpermen neden suç ve problemler ile ilişkisini böylesine sığlamıştır? Yanıtı Süpermen’in karakterinde bulabiliriz. Süpermen şu gezegenin görüp görebileceği en tıynetsiz, en dar görüşlü şahıslardan birisidir. Tıynetsizdir, çünkü tüm hayatını kendisinden aşağıda zavallıların arasına karışmaya adamıştır. Karaktersizdir, çünkü ne kadar uçarsa uçsun hep doğduğu yere dönmüş, kendini geliştirememiş ve Metropolis’te dahi bir taşralı olarak kalmayı seçmiştir. Sığdır, çünkü gücünü içinden çıktığı taşralı ve lümpen değer yargıları ile yönlendirir ve “süper” liğinin ölçütünü kendisi ve muadilleri ile değil, kendi altındakilere oranla belirler, onlar tarafından süper olarak tesmiye edilmeye hayatını vehmeder. Anlık gündemlerden ibaret yaşamları olan ve hayatını korkular ile belirleyen zavallılar gibi/için yaşamayı şiar edinmiş Süpermen iyi bilmektedir ki, böyle küçük piknik tüpü kıvamında işlerle uğraşmaz, durmadan “hayat ve hayatlar kurtarıyor” gibi görünmezse insanlar ondan reel, dişe dokunur işler yapmasını talep edeceklerdir. Bu durumda elbette Süpermen düzenin işleyişine yönelik kökten müdahalelerde bulunmaz. Her şeyi oluruna bırak, iki günde bir banka soyulsun onları paket yaparsın; Lex Luthor bilmemne makinesi icat etsin, onu kırarsın, devamlı meşgul görüntüsü çizersin. Gerçek şu ki, Süpermen sadece doğduğu Kansas’a bağlı Smallville kasabası halkının değil, Amerika’nın da çocuğudur. Süpermen birey olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin kişileşmiş halidir. Sahtekarlığı örten bir kırmızı pelerin, bolca şekil, sınırsız şovun ardından faydası ancak eyvallah çektiği düzen içinde “görülebilen” bir süper güçtür. Özetlemek gerekirse, Amerika’nın lüzumu ve gerçekliğini, potansiyeli ve uygulamasının çarpıklığını Süpermen’in kostümünde görebiliriz: Pantolonun üzerine giyilmiş bir kırmızı don! otisabi araflt›rma 058 yılında ne işim var 2 benim, emin değilim. Bundan 53 yıl önce, 1 sevgilimle birlikte, belki gelecekte insan olmanın bir tedavisi bulunur diye kendimizi dondurmuştuk. İnsan olmanın, maymunlarda görülen ve maymunların hayatı çok daha karmaşık görmelerine sebep olan bir salgın hastalık olduğu 2000’li yılların başında ortaya çıkmıştı. 3 13 Android’lere yaklaşarak sordum: - Kusura bakmayın rahatsız ediyorum ama... Sevgilim vardı buzdolabında. Sonradan hayata döndürmek için dondurmuştum. - Aaaa... O sevgilin miydi? Biz onu rakıya koyduk. - ... - Sen de içer misin? İçtim. Sonra bir daha anladım ki, sevgili insanı rahatlatıyor. Ama bir süre sonra baş ağrısı yapmaya başlıyor 2 Küresel ısınmayla birlikte önce kalbimin buzları eridi, sonra ben tamamen çözüldüm. Çözüldüğümde bir evde buldum kendimi. Etrafta android’ler vardı. 5 14-20 Ekim EKfi‹ Artık bir an önce hastalığımın tedavisi olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Konuşmayı daha fazla uzatmadım. - İnsan olmanın tedavisi bulundu mu? Ben nasıl tekrar maymun olabilirim? - Bu sorunun cevabını ancak her cevabı bilen robot bilebilir. - Her cevabı bilen robot mu? Sonunda yaptılar mı öyle bir şey? - Evet. - Nasıl bulabilirim onu? - Bilmem. Bul işte. - Nasıl “bul işte”? İnsanlara yardım edin Bütün gün gezip her diye yaratmadılar mı sizi? şeyi bilen robotun olduğu - Birine yapabileceğin en büyük yardım, yeri buldum. Büyük bir sorunlarını kendi kendine çözmesini sağlamaktır. binanın en üst katındaydı... - Ne demek bu? Yukarı çıktım. - Git ve nasıl bulursan bul demek. Kapısında şöyle yazıyordu: - Yani siz bütün gün hiçbir şey yapmadan “En iyi cevap, ikinci böyle oturuyor musunuz? soruya ihtiyaç - Evet. Çünkü bizi yardım edelim bırakmayan cevaptır.” diye yarattınız. 6 4 Android’lerle sohbet etmeye başladık. Her şeyi merak ettiğim için arka arkaya sorular sordum. - İnsanlar sizi neden yarattı? - 3. dünya savaşında kullanmak için.. - 3. dünya savaşı mı çıktı? - Evet, ama pek izlenmediği için yarıda bıraktılar. - Peki şimdi ne işe yarıyor android’ler? - Biz android değil, insanız... - Galiba hatalı işlem yürüttün. Android’ler sadece insanların yaptıklarını kopya edebilir. Siz kopyasınız, insan değil. - Bir mp3’ün kopyası da sonuçta mp3 değil midir ama? Cevap vermemek için ustaca bir manevra yapmam gerekti. - Sözümü kesme lütfen, ben sizi dinledim. Peki siz dünyayı ele geçirmek falan istemiyor musunuz? - IQ’su 150’yi geçen modeller istemiyor. Şu anda sanırım bi tek mutfak robotlarının öyle bir isteği var. “Salak mısınız, ele geçirip de ne yapacaksınız?” diyoruz, ama anlamıyorlar. 7 İçeri girdim ve sorumu sordum: - Ben insan oldum, her şeyi çok karmaşık görüyorum. Nasıl tekrar maymun olacağım? Bekledim... Bekledim... Bekledim... Hiçbir cevap gelmedi. Ben de başka soru sormadım. Boşverip muzumu yiyerek eve döndüm. bobiler Grilagem’den 2 y›l yatt›m San Paulo Mahpushane’sinde Douglas Adams sürekli karfl›laflt›¤›m›z ve ismi olmayan durumlar› tan›mlayan “The Meaning of Liff” isimli sözlü¤ü yazd›¤›nda bu sözcüklerden haberdar m›yd› bilmiyoruz. Günün birinde ihtiyac›n›z olur diye, iflte size dünya dillerinden al›nm›fl birbirinden matrak, birbirinden manal› sözcükler (Uyduruyorsak Bakku-shan olal›m) Tsuji-giri: Yeni satın alınan bir kılıcı yoldan geçen birinin üzerinde denemek (Japonca - Samuray devrinden kalma) Nakhur: Burnunu gıdıklamadıkça süt vermeyen deve (Farsça) Alang: Çenenin altındaki ikinci çene, kıvrım (Nikaraguaca) Oorxax: Annesinden süt emmesini engellemek için buzağının burnuna takılan halka (Sibirya dilinde) Torschlusspanik: Yaşlandıkça elindeki imkanların azalması korkusu (Almanca) Nylentik: Orta parmak ile birisinin kulağına vurmak (Endonezyaca) Didis: Kişinin, özellikle de gece yatakta yatarken, kendi saçından bit ayıklaması Panapo’o: Unuttuğu bir şeyi hatırlamak amacıyla kafayı kaşımak (Hawaii dilinde) O ka la nokonoko: Öksürük krizi- ne tutulacağı endişesiyle geçirilen bir gün (Hawaii dilinde) Aka’aka’a: Ya güneş yanığı ya da aşırı alkol tüketimi sebebiyle soyulan deri (Hawaii) Mahj: Hasta olunca güzel görünmek (Farsça) Bakku-shan: Arkadan göründüğünde güzelmiş havası yaratan, fakat önden göründüğünde hayal kırıklığı yaratan kız (Japonca) Mamihlapinatapei: Birbirine karşı lakayt olmayan, fakat her iki tarafın da ilk hamleyi yapmaktan çekindiği iki kişi arasındaki arzu ve özlem dolu bakışma (Silice) Pomicione: Kadınlarla yakın fiziksel temasa girmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan erkek (İtalyanca) Narachastra prayoga: Kendi cinsel organına tapan erkekler (Sanskritçe) Koro: Erkeklerin cinsel organlarının vücutlarının içine kaçacağı yö- nündeki histerik korkuları (Japonca) Sacanagem: Mardi Gras kutlamaları sırasında kişinin sevgilisi haricinde bir veya birden fazla kişiyle cinsel ilişkiye girme çabaları (Brezilya Portekizcesi) Alghunjar: Bir metresin kızgınmış gibi yapması (Farsça) Kualanapuhi: Kuştüyü yelpaze sallayarak uyuyan kralın suratına üşüşen sinekleri kovuşturmakla görevli uşak (Hawaii dili) Koshatnik: Çalıntı kedi tüccarı (Rusça) Capoclaque: Bir grup alkışçının el çırpmasını koordine eden kişi (İtalyanca) Lomilomi: Kabile reisinin tükürük ve de dışkısından sorumlu masörü (Hawaii) Qiang Jingtou: Bir kameramanın daha iyi bir açı yakalamak için debelenişi, diğer kameramanlarla kavgası (Çince) Grilagem: Sahte belgelerle dolu bir kutunun içine, dışkısının belgelere inandırıcı ve eski bir görüntü kazandırması amacıyla, canlı bir cırcır böceği koyulması (Brezilya Portekizcesi) Sokaiya: Halka açık şirketlerin az sayıda hissesini satın alıp daha sonra “hissedarlar toplantısına gelip ortalığı karıştırmak, tatsızlık çıkartmak” tehdidiyle şirketlere şantaj yapan ve para kazanan kimse (Japonca) Zechpreller: Hesabı ödemeden restoranı terk eden kimse (Almanca) Seigneur-terrasse: Kafelerde vakit harcayan, ama para harcamayan kimse (Fransızca) Tingo: Bir arkadaşın evinden sürekli bir şeyler ödünç almak suretiyle evini tam takır, kuru bakır bırakmak (Pascuense diye bir dil, Easter Island’da konusuluyormus) War nam nihadan: Bir cinayet işlemek, maktulü gömmek ve de mezarı kamufle etmek için üstüne çiçek ekmek (Farsça) A’a’ma: Çok hızlı konuşmak suretiyle sözlerini duyabilecek yakınlıktaki iki kişiden biriyle iletişim kurarken, diğerinin sözlerini anlamasını engelleyen kişi (Hawaii) Desus: Hafif, gürültüsüz bir osuruğun çıkarttığı yumuşak ses (Endonezyaca) Kusukusu: Bir grup kadının kıkırdaşırken çıkardıkları ses (Japonca) Bir sesin kulakta kalan kırıntıları, yankısı (Çince) Kaynak: ‘The Meaning of Tingo’ (Yazar: Adam Jacot de Boinod) isimli kitaptan ve 26 Eylül 2005 tarihli The Independent gazetesinden alıntılanmıştır. 14 EKfi‹ 14-20 Ekim aç› - karfl› aç› World Wide Ramazan davulu ‹slamiyet bir hoflgörü dini oldu¤u kadar, zaman›n ihtiyaçlar›na cevap veren bir dindir amazanda insanları sahura davul çalarak kaldırmak, 1,5 milyarlık İslam aleminde yalnızca bize özgü bir âdet. Tıpkı dini açıdan önemli günleri “kandil” adı altında kutlamak, bu günlerde özel yemekler ve tatlılar yapıp dağıtmak gibi. Türk’ün pratik zekası ve hoşgörülü din anlayışı, tarih boyunca aslında İslam’da olmayan birçok güzel âdet icat ederek zamanla İslam’a yamamıştır. Ne de iyi etmiştir. Bu âdetlerimizden çoğu hâlâ capcanlı, lakin bir kısmı zamana uymadığı için kaybolma tehlikesi içinde. Ramazanda davul çalmak da bunlardan biri. İstanbul’da bazı belediyeler davul çalmayı yasakladı bile. Büyük ihtimalle bu yasağı zamanla bütün belediyeler uygulayacak. Yasağa sebep teşkil eden en önemli husus, davul sesinin gece insanların uykusunu bölmesi. Bunda itiraz edilecek bir nokta yok. Zaten uykumuz bölünsün diye davul çaldırıyoruz. Gerçi davul herkesi uykudan kaldırmak için çalınmaz. Gerçekte sadece anneleri kaldırmak için çalınır. Çünkü imsak vaktinden epey önce çalınır. Davul sesini duyan anne kalkar, sof- R rayı hazırlar. Evin diğer efradını kaldıran da davulcu değil, haliyle annedir. varlığını da hesaba katmak gerekiyor. Görünen o ki çalar saat her derdin devası değil. Uyand›rma servisi Ramazan davulu ezan de¤il Konumuza dönersek, bugün ramazan davuluna görevini yaptığı için karşı çıkılıyor. Bazıları bu uygulamayı çağdışı ve ilkel buluyor, artık herkesin evinde bulunan çalar saatlerin meseleyi hallettiğini düşünüyorlar. Bu argümanı duyunca dünya çapında bir “uyandırma servisi şirketi” kurmayı düşünen Japon arkadaşım Akiyama geldi aklıma. Akiyama, kıtalar arasındaki saat farkını kullanarak bir Fransız’ı sabah işe bir Japon’un kaldırmasını, aynı Japon’u da ertesi sabah bir Brezilyalının kaldırmasını planlıyor. Bu iş bana ilk bakışta çok saçma ve gereksiz gibi gözüktü. Çünkü bu devirde herkesin çalar saati var, cep telefonu var. Lakin işin içyüzünü öğrenince dumura uğradım. Meğer sadece Japonya’da, “uyandırma servisi” piyasasının büyüklüğü 2 milyar dolara yakınmış. Özellikle yalnız yaşayan insanlar sabahları çalar saat zırıltısı ile değil, insan sesi ile uyanmak istiyorlarmış. Üstelik saati her gece kurmaya erinen, unutanların Davula karşı çıkanlar, davul sesinin oruç tutan-tutmayan ayrımı yapmaması konusunda ise haklılar. Lakin burada üslup çok önemli. Ne kadar mantıki gerekçelerle karşı çıkılırsa çıkılsın, yüzyıllardır uygulanan bir geleneği, bir çırpıda söküp atmak kolay bir iş değil. Bu iş yapılırken, özellikle dindar insanları rencide etmeyecek bir üslup kullanılmalı. Davul geleneğinin devamını isteyen insanlar da ikna edilmeli. “Çağdışı” gibi ifadeleri kullanırken de ifadenin ucunun, oruca ve dine değmesinden kaçınmak gerek. Bunlar yapılmazsa karşıdaki insan kendi dinine karşı çıkıldığı zehabına kapılmakta ve gereksiz kamplaşmalar doğmakta. Halbuki davul çalmak ne kadar köklü bir âdet olursa olsun, dini gerekliliği olan bir şey değil. İslamiyet’te “sair” tabir edilen ve İslam’ı temsil ettikleri için farz olmasa da farzlar kadar önemli telakki edilen “ezan” gibi ritüellerden biri de değil, Ramazan davulu. Allah r›zas› için sahura... İslamiyet bir hoşgörü dini olduğu kadar, za- manın ihtiyaçlarına cevap veren bir dindir. Eğer ramazan davulu ortadan kalkacaksa yerine zamana daha çok uyan bir âdet koymalıyız. Mesela Japon arkadaşın “uyandırma servisi projesi” sahur için uygulanabilir. Bir internet sitesi kurulur. Bu siteye kaydolan insanlar birbirlerini Allah rızası için sahura kaldırabilirler. Bu dünya çapında bir site haline de getirilebilir. Misalen Pakistanlı Müslümanlar bizi, biz de Faslı ya da Tunuslu kardeşlerimizi Allah rızası için sahura kaldırabiliriz. Bunun teknolojik altyapısı internet kullanılarak halledebilebilir, yahut arayan kişiye telefon parası yazmayacak şekilde bir sistem geliştirilir. Bu sayede kimse davul sesiyle rahatsız edilmediği gibi, kaybolan bir âdetin yerine, dünya Müslümanları arasındaki birliği ve kardeşliği pekiştirecek yeni ve güzel bir âdet tesis edilmiş olur. kacak cay Bütün dünya buna inans›n Duyumsad›¤›m›z, birebir etkileflti¤imiz gelenekler üzerinde oynama hakk›n› kendi tekelimizde sanmal› m›y›z? Toplu al›flkanl›klar, geçmiflin günümüzdeki tezahürü de¤il midir?.. ldum olası Attila İlhan şiirlerinde bir eğretilik ararım (evet bulamam, ararım) ki şiiri fazlaca “biz” durur, o hissi uyandırmaya çabalar, yine o “biz” i glokalize eder (has Türkçesini bulamadım, affola). Aşkı “Türk”leştirir, mücadeleyi “Türk”leştirir ve utanmadan İstanbul’u -yine kendi deyimiyle- “selis bir Türkçe” ile (bak, yine Türk kelimesini kullandım) şiirin göbeğine yerleştirir, göbek taşı yapar. Bu nasıl bir yerellik, ne düzeyde bir kendini bilirliktir? Aidiyet hissettiği şeyi sahiplenme, nasıl bir haleti ruhiye ürünüdür ve neden “tedrisat, iktisat ve savunma milli olacak” diye bas bas bağırır? Yeni değerler yaratamama ve tümünü eritecek bir potadan yoksunluk bizi var olanları yok etmeye götürmeli midir? Misal, Karadeniz insanının (ki ben de bunlardan birisiyim) özeti olan “bıçak horonu”, tehlike arz ettiği ileri sürülerek kaldırılabilir mi? Kaldı ki bu ne derece toplum dinamikleri ile vuku bulur, ne düzeyde organiktir? Duyumsadığımız, birebir etkileştiğimiz gelenekler üzerinde oynama hakkını kendi tekelimizde sanmalı mıyız? Toplu alışkanlıklar, geçmişin günümüzdeki tezahürü değil midir, sahipleri sadece o an içindeki nesil, yani biz- O ler miyiz? Bir yanlış, başka bir yanlışla ortadan kaldırmaya çalışılmakta, halihazırda marjinal fayda sağlayan bir alana mafyalık ve lümpenliğin dadanması hasebiyle çok hoş bir geleneğin topyekûn yok olması istenmektedir. RATK‹K Talipleri Kendi gül bahçemizin çiçeklerini deremeden; derilmişleri deşmek, eşelemek hak, hukuk mudur? Ramazan davulcularının şu anki şekli hoş değil, buna eyvallah, “ama, fakat, lakin, mamafih”; bunu dönüştürmeyi neden hiç düşünmüyor, düşünemiyoruz? Eline davulu alan itin, kopuğun (hepsini kast etmiyorum elbette) “Hoyda bre!” diyerek sokağa atlaması, davulun mu yoksa o kopuğun mu kabahati? Eğitim düzeyi, işsizlik gibi kavramlardan bu kopukluk ne kadar ayrıştırılabilir? Güzelim davulun günahı nedir bu halden, hal-i pür melalden... - Rahatsız oluyorum efendi, ne hakkın var beni uyandırmaya? Tüm dünya aynılaştı mı? Beş duyu organı, tek muhakeme organını alt etti mi? Duymama isteği, duyma isteğine hangi şartlar altında galebe çaldı? Ama sen de haklısın arkadaşım, al sana acizane bir öneri: l Ramazan toplu kiralık konutları (RATKİK) Buna göre RATKİK’e uykusu derin olan ve “Ah o eski ramazan davulcuları!” diye tabir edilen topluluğu özleyen herkes kabul edilecektir. l “Mortgage, kira öder gibi konut sahibi ol” laf-ı güzafı bizde geçerli değil, cüzi bir kira karşılığı konutlarımızda ramazan boyunca ikamet edilebilecektir. l Mani bilmeyen ve pijama ile dolaşmaktan hazzetmeyen kalifiye ramazan davulcuları işe alınacak, gerekirse farklı ramazan davulcuları gece gece, karşılıklı atışacaklardır. l Seneler geçtikçe RATKİK taliplerinin artacağını bildiğimizden her şehrin tarihi dokusuna, dolgusuna, duygusuna özel ramazan konutları inşa edilecek, bunlara şehre özel isimler koyulabilecektir İSRATKİK (İstanbul dolaylarındaki RATKİK), MARATKİK, ŞARATKİK vs... l Sesten şikayet eden beyzadelere -donla denize girenlere mayo dağıtır gibi- bir adet ramazana özel kulaklık verilecek, buna da kısaca RAZELKUL denilecektir. l TOKİ, KİPTAŞ ya da ne bileyim GYO’larla (Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı) irtibata geçilip, gerekirse bu kuruluşlardan danışmanlık alınacaktır (bunu da biz KUDANAL diye adlandıracağız). l Eğer hâlâ şikayet eden olur da “Ramazan davulcularını mekana taşıyan otobüslerin egzoz borularından çıkan karbon monoksitten rahatsız oluyoruz, mümkünse otobüsle gitmeyip, bisikletleri ile ulaşsınlar RATKİK’lere!” diyen çıkarsa, bunları konu eden farklı içerikte maniler yazmaktan geri durmayacağız (bunu da biz MANİYAZ-NİMELVEKİL diye adlandıracağız)... kayacoglan RATK‹K an› 14-20 Ekim EKfi‹ 15 Saruman vs Saffet Teyze Anaokulu, bir çocu¤un yaflam›ndaki ilk oksimorondur. O güne kadarki günlerimizin baflrol oyuncusu anne, ilk kez bu sahnelerde yer almaz. ‹çinde bir çocu¤un tüm gereksinimlerini karfl›layacak donan›ma sahip bu yap›n›n ad›, belki de bu eksikli¤i kapatabilmek için anaokuludur. na baba öğretmen bir ailenin ferdi olduğumdan, okul kavramı yaşamımda hep vardı ve günü geldiğinde bu kurumla içli dışlı olacağımı biliyordum. Bilmediğim, okulda ne yapmam gerektiğiydi. Tek çocuk olduğumdan, yaşıtlarımla aynı havayı soluma şansım da pek olmamıştı. Bu yüzden bir araya geldiklerinde çocukların ne yaptıklarına ilişkin bir fikrim yoktu. Oynadıkları oyunları bilmiyor; hatta çoğu zaman ne dediklerini dahi anlamıyordum. Büyüklerin dünyasındayken geliştirdiğim bir taktiği yaşama geçirmeye karar verdim: İzle ve onlar gibi yap. Annemden ayrılıp sekiz saatimi yabancıların arasında geçirme fikri de pek korkutucu değildi. Sonuçta bizimkiler de öyle yapmıyor muydu? İzle ve onlar gibi yap. İlk izlenimlerime göre öğretmenler çocukları iki gruba ayırıyorlardı: Uslular ve yaramazlar. Ben bu “uslu çocuk” kavramına asla inanmamışımdır. Uslu gibi görünen bir çocuk ya bir şeylerden korkuyordur ya da henüz aklında yapılacak bir muzırlık yoktur. Benim gözlemlerime göre çocuklar iki gruba ayrılıyordu: ağlayanlar ve o sırada başka bir işle meşgul olanlar. O yaşlarda ağlamak bir çocuğun rutinidir. Yaşımız ilerleyip ağlamak için nedenlerimiz arttıkça, gözyaşlarımızı içimize atma refleksimiz de gelişir. Yaş ne kadar ilerlerse günler o denli kuru geçer. Henüz hiç ayrı kalmadığımızdan olsa gerek, anneyi özleme fikri dahi doğmamıştı içimde. Böyle bir duygu karşısında ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum; ama çevrem bu konuda bana yardımcı olabilecek çocuklarla doluydu. İzle ve onlar gibi yap. A Okulda ilk saatler... Öğretmenlerin ilk saati ağlayan çocukları susturmakla geçtiğinden, o süreçte hiçbir aktivite olmuyor, ağlamayan çocuklar sabırla diğerlerinin susmasını bekleyip, grupça oynanacak bir oyunun özlemini çekiyorlardı. Ben henüz bu veletlerin neden ağladığını dahi çözemediğimden bir kenara oturup onları izlerdim. İki çeşit ağlayan çocuk vardı: İlki anne daha kapıdan çıkar çıkmaz kendini yerlere atar, bir iki kişi kolundan tutup kaldırana kadar tepinir, diğerleri bir kenara çekilip grupça ağlardı. Yaşça diğerlerinden küçük olduğumdan, zırlama grupları beni aralarına almazdı herhalde. Diğer yöntem için de önce boş bir mekan bulup çığlıklarım üzerinde epeyce çalışmam gerektiğini düşünüyordum. Bir süre sonra en iyi yaptığım şeyi yaşama geçirdim. Öğretmen masalarının olduğu yere bir sandalye çekip bütün çocuklara arkamı dönerek büyüklerin yanına oturdum. Görüş açımı son derece daraltan bu noktadan baktığımda üzerinde tek tük yazılar olan bir pano ve bahçedeki Atatürk büstünün ense kökü görünüyordu. Dört yaşımda olduğumdan o panoyu okumak beni bir 6 ay kadar oyalayabilirdi aslında; ama ben daha ilk yazıda takıldım kaldım. “İlkbahar, yaz, sonbahar, o ne lan?” Kış olması gereken yer yırtılmış, altından bir dergiden koparılmış sayfanın ucu görünüyordu ve okumanın tek yolu kürsüye tırmanmaktı. Anladım ki ortada bu kadar çok zırlayan velet varken üç dört dakika uğraşıp tırmandığınız kürsüden, saniyenin yarısı kadar bir süre içinde kafa üstü çakıldığınızda dahi pek dikkat çekmiyormuşsunuz. Kendimi dikine durabilecek kadar iyi hissettiğim anda kaçıp bir perdenin arkasına saklandım. Kimsenin görmediğinden emin olduğum için de çaktırmadan ağlamaya başladım. Görevi, çocukların yanlarında getirdiği yemekleri ısıtmaktan ibaret olan ve mutfak, öğrenci dolaplarının arkasında kaldığı için, o güne kadar sadece alnını ve bej üstüne kırmızı çiçekli başörtüsünün altından fırlamış kır saçlarını gördüğüm kadın, perdeyi çekip beni omzumdan yakalayana dek bu böyle devam etti. Ben ilk kez yüzünü gördüğüm bu kadına hayretle bakarken o, elindeki mendille yanaklarımdan süzülen damlaları sildi ve “Ağlama, yoksa o güzel gözlerinden akan yaşlar yere düşüp kirlenir” dedi. Saffet Teyze’yle dostluğumuz işte böyle başladı. “Çapk›n Ceyar” Anaokuluna tıkıldığım o üç yıl içinde mızmızlanıp bir türlü yemediğim yemekleri defalarca ısıtıp önüme koyan, uyku saatinde herkes ranzalarına kurulmuşken oyun odasına her kaçışımda beni enseleyen, ne yemek yemeye ne de uyumaya niyetli olduğumu anladığında beni ocağın yanındaki sandalyesine oturtup o güne kadar birik- tirdiğim bütün okul, oyun, eş dost, akraba ziyareti anılarımı sabırla dinleyen, “Dallas’çılık” oynarken kızın tekini dudağından öptüğümü görünce bana “Çapkın Ceyar” ismini takan, kısaca o azap dolu geçmesi muhtemel yılları çekilir kılan arkadaşım hep o oldu. Çapkın Ceyar olayına biraz açıklık getirirsek, Saffet Teyze’nin nasıl bir hayat kurtarıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Dallas’çılık kisvesiyle içimdeki yönetmenlik tutkusunu dışavurduğum zamanlardı. Televizyonda dikkatle izlediğim dizinin repliklerini ezberler, sabah okulda “Sen şimdi şöyle diyeceksin, böyle yapacaksın” diyerek kendi Dallas’ımı çekerdim. Başrolün yolu yönetmenin yatağından geçer derler; bizde yatağın altından geçiyordu. Bir kulisimiz olmadığından, nedense o sahnede rolü olmayanları oyun odasındaki büyük divanın altına saklamayı uygun görmüştüm. “Sen şimdi şöyle diyip çıkıyosun.” dediğim adam lafını söyler söylemez divanın altına girer saklanırdı. Öğretmenler de dizinin tekrarını bizim küçük oyunumuzda izlemeyi huy edinmişlerdi. O aşamadan sonra işimi daha da ciddiye aldığımdan (belki de biraz utandığımdan) oyunu divanın altından yönetmeye karar vermiştim. Bir gün Sue Allen rolünü verdiğim bir kızla divanın altındaki provada rol gereği öpüşmüştük ki kardeş diye bağrıma bastığım (Bobby rolünü verdiğim) alçak “Saruman İpek’i öptü hem de dudağından!” diye bağırıverdi. Cinselliğin c’sinden anlamayan yarım metre boyutlarında veletler olduğumuzdan ayıp nedir bilmeden rolümüzün gereğini yapan aktörlerdik sadece. Yine de artık Ce- yar değil çapkın Ceyar’dım ve sınıfın bütün kızları en az bir kez Sue Allen olmuşlardı. Sadece benden üç yaş büyük bir kıza yanaşmaya cesaret edememiştim; ama kıskanç bir kızın ne kadar tehlikeli olabileceğini çok acı bir şekilde öğrenecektim. Bir gün bu benden bi kafa uzun yavru, “Benim neyim eksik ulan!” dercesine üzerime atladı. Yere yapıştırıp suratım tamamen tükürükleriyle kaplanıncaya kadar öptü. Çığlıklarıma yetişip beni kurtaran yine Saffet Teyze oldu. Belinden kavrayıp üzerimden kaldırdığı kızın -avı elinden alınınca- attığı çığlıklar, pedal çevirircesine salladığı bacaklarındaki lacivert külotlu çoraplar hâlâ kabuslarıma girer. Lacivert külotlu çorap fobim bu yüzdendir. Yönetmenliği bırakmama neden olan bu olaydan sonra da okula geldiğimde yemek saatine kadar “çocuklarla takılmayı”, herkes yemeğini yiyip yatakhaneye çekildiğinde de Saffet Teyze’nin yanına kaçmayı alışkanlık haline getirmiştim. O da işi gücü yoksa beni ispiyonlamaz, benden genellikle bir gün öncesinde izlediğim bir filmi ya da akşam evde bizimkilerden duyduğum -yazık ki sadece bana ilginç gelen- olayları dinler, hatta bazen o da kendi çocukları, torunlarıyla ilgili bir şeyler anlatırdı. Yeni öğrendiğim bir şiiri ya da şarkıyı ona ezberletmeye çalışmama ses çıkarmaz, oyun odasına kaçıp birlikte oyuncaklarla oynama teklifime bile hayır demezdi. Bugün bile o oyuncaklarla oynarken benden fazla keyif aldığına eminim. Otobüsün içindeki bir perçem beyaz saç Saffet Teyze’yle olan arkadaşlığım ilkokula başladığım sene de devam etti. Ana sınıfı ve ilkokul aynı binada olduğundan sık sık onu ziyaret ederdim. Kimi zaman da ben bahçede koştururken onun camdan beni izlediğini fark edip mutlu olur, keyifle el sallardım. Ben ilkokuldan mezun olup başka bir semte taşınıncaya kadar bu böyle devam etti. Lise biter bitmez saçı sakalı koyverdiğimden, arkadaşlarımın bile beni tanımakta güçlük çektiği bir sırada, çocukluk günlerimin geçtiği mahalleme yolum düştü. Eski dostlarımla hasret giderip, dönüş yolculuğuna çıktığımda hava çoktan kararmaya başlamıştı. Bindiğim tıklım tıkış otobüsün iyice arkalarında, bej rengi çiçekli bir başörtünün altından fırlamış, artık kar beyazı bir perçem saç gördüm. Kalabalığı yarıp inmeye çalışan yaşlı mı yaşlı bir kadına aittiler. Düşünmeden ben de o durakta indim ve o karanlıkta beni tanıyabileceğine pek ihtimal vermediğimden, on seneden fazladır görüşmediğim arkadaşıma fısıltıyla seslendim: Saffet Teyze! Arkasına dönüp, sesin nerden geldiğini anlamak için bir süre titreyen kafasıyla karanlık sokağı taradı. Kısılmış gözlerini yüzüme sabitleyip, o küçücük cüssesinden beklenmeyecek kadar gür ve tereddütsüz bir sesle beni yanıtladı: “Çapkın Ceyar” Son karşılaşmamızda anca beline gelebildiğim; ama artık benden bir kafa kadar kısa olan bu yaşlı kadına sarılmak için eğildiğim sırada, cebimden bir mendil çıkardım ve yanaklarından süzülen yaşları, yere düşüp kirlenmeden önce yakalamayı başardım. saruman Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Foto¤raflar Dinçer Dinç Katk›da bulunanlar: days, konor, otisabi, ck, n.demirel, saruman, pelin kalp, meeneesee, kimi raikkonen, sephrenia, frank n furter, eyco Düzeltmen: Yüksel fiifle n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:eksidergi@gazetevatan.com Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22 ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur. Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Medyan›n ortaça¤ e¤lencesi Televizyonlar›m›zdaki sabah programlar› ve haber bültenlerini düzenli olarak izleyip aklî selahiyetini koruyabilen herkesin takdir edece¤i gibi... diyorken bezginlikle fark ettim ki, hedef kitlem büyük olas›l›kla bofl küme. S›radaki parçam›z, tüm “dengesi bozulmufl neo-ortaça¤ insanlar›” için geliyor: Buradan m› de¤ifltiriyorduk o¤lum kanal›? Andaval gibi bakakaldınız ekrana. Zira, çok yüksek olasılıkla program yapımcılarının spektaküler ve zekice bir fikri neticesinde, adam geçmiş kaleye, kalecilik yapıyor halı sahada. Muhabir elinde mikrofonu, koşa koşa gelip topa vuruyor, top kalenin köşesine doğru tıngır mıngır giderken adamcağız canhıraş bir biçimde sürünüp o topu tokatlıyor... çıver oğlum televizyonu, ajans başlamıştır... Ekranın orta yerinde bir bebek arabası. İçinde otuz beş, kırk yaşlarında bir adam, baldırlardan aşağısı ve iki kolu yok. Kendisine uzatılmış olan mikrofona bet sesi ile yanık bir türkü çığırıyor. Bir noktadan sonra türkü arada kaynıyor ve acar muhabirimiz soruyor adama: “Nasıl, memnun musunuz halinizden? Bir şikayetiniz var mı?” (Şimdi bu soruyu soran muhabire ben bizzat kendim olarak, şu oturduğum koltuktan, en samimi hislerim ve düşüncelerimle cevap verecek olsam, Basın Kanunu dışında en az yirmi sekiz kanuna daha muhalefetten mahkemede bulurum kendimi. Oralarda sürüm sürüm süründükten sonra da muhtemelen yerin seksen metre dibine, tuz madenlerine çalışmaya yollanırım. Hiç olmadı, geminin birine forsa verilirim. Ya da o başka bir çağda mıydı? Değil miydi lan yoksa?) Bebek arabasındaki adamın cevabı ise, “Çok memnunum, bir şikayetim yok. Benden kötü durumda olanlar da var” (Bu noktada özür dileyerek bir müdahalede daha bulunmaktan kendimi alamayacağım; ‘bundan daha kötü durumda olan’ birisini ben kolay kolay tahayyül edemiyorum. Yine de bu büyük ihtimalle benim kişisel sorunum). Kamera önce muhabirin parlak floresan sırıtmasına döner, akabinde kundaktaki amcama. Görüntü ağır çekime geçer, fona üzgün süzgün “ah ne fena, yazık, ama neyse, siz rahatsınız değil mi haber müzikleri” klasöründen açılan bir parça girer. Adamın türkü okurkenki görüntüleri bir kez daha oynatılır, gülerken oynatılır, muhabire bakarken oynatılır. Hep ağır çekimde tabii, “Üzülün çünkü. Biraz suçluluk duyun, biraz da şükredin; saatiniz geldi” diye. Görüntü haber stüdyosuna geçer. Spikerin veya çapa adamının yarı anlayışlı, yarı alçıdan gülümsemesi ile, “Bir ana haber bülteni duygu sömürüsü köşesinin daha sonuna geldik” mesajını alırız. Henüz içiniz iyice çıkmadıysa, biraz daha kanallar arasında geziyoruz, “zzap! zzap!” deyu. Hah, dur orada. Ne var bu sefer? Haber bülteni. “Hayata küsmedi” başlıklı bir haber daha. İki bacağı ve bir kolunu kaybeden bir vatandaş, hayata küsmemiş. Onun durumunda olan pek çok kişinin yönelebileceği ve üretken olabileceği alanlar, uğraşlar geliyor aklınıza. Sanıyorsunuz ki resim yapıyor, yazılar yazıyor, fotoğraflar çekiyor, vesaire. Ama hayııır, sağlam yanıldınız. Andaval gibi bakakaldınız ekrana. Zira, çok yüksek olasılıkla program yapımcılarının spektaküler ve zekice bir fikri neticesinde, adam geçmiş kaleye, kalecilik yapıyor halı sahada. Muhabir elinde mikrofonu, koşa koşa gelip topa vuruyor, top kalenin köşesine doğru tıngır mıngır giderken adamcağız canhıraş bir biçimde sürünüp o topu tokatlıyor. Sonra alkışlar, alkışlar, bir de muhabirin ışıl ışıl floresan sırıtması (Bu adamları standart üretiyorlar sanırım). Yine ağır çekimde tekrar oynatılır, yine haber stüdyosuna dönüş. Alçı adam sıradaki habere geçer. Formülize etmiş herifler bu işi artık. A Kapat allasen flunu evlad›m Hele evlad›m, bir gezin kanallarda Kanal değiştiriyoruz şimdi... Hah dur orada, dur: Genişçe bir stüdyo, katılımcı tribünü olan o bön işi eğlence programlarından bir tanesi daha. Hele bakalım neler olup bitiyor: Ortada halay çeken ünlü bir şovmen, yarı ünlü iki şarkıcı, daha henüz çukurun dibinde olan birkaç türkücüden mürekkep bir grup. Bunların hemen önünde yerde oturmuş bir “yöresel” adam, çiğ köfte veya benzeri bir şeyler hazırlıyor bir sinide. Az yana git, sola doğru. İki cüce var, birisinin elinde çay tepsisi, üzerindeki çay bardaklarını anlamsızca sağa sola koyuyor. Ara sıra kamera buna odaklanıyor, yaptığı tamamen amaçsızca hareketlere cüce olması da eklendiğinde, müthiş “komik” bir devinim yaratmış çünkü. Programı sürüklüyor adam. Diğer cüce ne alemde bu sırada? O esnada Blek? Onu plastik bir leğene koymuşlar, yıkıyorlar. Yetişkin adam lan bu. Bildiğin adam, otobüste oturur, yolda küfür eder senin benim gibi. Adres sorar, “Usta bi uzun Malbuş versene” der yeri gelince. Programın iki sunucusundan biri olan kadın tarafından (ki tamamıyla “egzotik köylü kadını” giysilerine bürünmüş bu program için kendisi), tasıyla masıyla, leğende hatır hutur yıkanıyor, kırkından sonra bıcı bıcıya maruz kalıyor herif. En sağa çevir kamerayı, bir şeyler dönüyor orada da: Tekerlekli sandalye üzerinde, fiziksel ve zihinsel engelli olduğu ayan beyan ortada olan bir insan. Bahsi geçen sandalyeyi hafifçe havaya kaldırıp, müziğin (halaya uygun bir müzik bu) ritmi ile arka tekerlekleri üzerinde sağa sola çeviren, oynatan bir program sunucusu. Sandalyedeki adam kim bilir ne düşünüyor, o duruyor sandalyede öyle. Kapat televizyonu, bir beş dakika bunu düşün misal. Ne yapıyor bu adamlar? Nedir amaç? Ulaşılması istenen bir “büyük plan” ve onun parçalarını mı izliyoruz, yoksa tamamen rastlantısal gerizekalılık mı hepsi? Şimdi her şey salt “arz talep” ile ilgili ya, bu da mı arz talep meselesi? Eğer gerçekten basitçe ve tümüyle arz talep ise o talebin nasıl bu hale geldiği belli mi? Nasıl oldu da peki, tamamıyla “Ortaçağ Eğlencesi” tarzında yeniden zuhur etti o talep? Bunu daha az ahmakça olan bir hale getirmek mümkün değil midir acaba şu saatten sonra? Televizyonda cinselliğin sömürüsünü pazarlamak yasak ya “halkın ar, edep ve hâyâ duygularını” kanırtıyor diye, duygu sömürüsünü pazarlamak ondan daha mı “ahlâklıca” ve “edeplice” oluyor o hesapla? Pornografi aslında nedir; nerede bitiyor, nerede başlıyor? Somut bir şey çıkarabilir miyiz bu denklemden? Çıkaramayız mı diyorsun? De haydin o zaman babalar, kalkın biz de oynamaya gidiyoz! Oturmaya gelmedik ya? gerrain Tribüne dönelim: Kadınlı erkekli izleyiciler, kıvıra kıvıra göbek atıyorlar. Tempo tutuyorlar. Dolma yiyorlar. (Şu noktada izninizle biraz ses çıkarmak zorundayım) HASTA MISINIZ AMCA SİZ? Klinik misiniz teyze? Siz de oy verebiliyorsunuz değil mi? Akli ehliyetiniz var, temyiz kudretine haizsiniz. Çocuk sahibi olup onu meşrebinizce yetiştirebiliyorsunuz mesela. Gençlere “onların iyiliği için” engin bilgeliğinizle akıl veriyorsunuz yeri geldiğinde. “Bak evladım ne komik, cüce yıkıyorlar leğende.” E¤lenceli ortaça¤ cücesi