HF134
Transkript
HF134
27HAZİ RAN2 01 4-SAYI 1 3 4 DEV HÜSRAN Sonş a mpi yonİ s pa nya ,f a vor i l e r de nİ t a l ya ,üs tt ur l a r ı nge di kl i s iİ ngi l t e r e vet ur nuva l a r ı nba ş a r ı l ıt a kı mıPor t e ki z ,Br e z i l ya ’ yai l kt ur dave dae t t i Yayın Koordinatörü Devlerin çöküşü İlker Yılmaz 2014 Dünya Kupası tüm hızıyla sürerken yıllar sonra “O kupa, tarihin en iyilerinden biriydi” diyeceğimizin de sinyalini veriyor. Oynanan güzel futbol, bol gollü maçlar, yaşanan sürprizler de bunun kanıtı. Zira kimsenin şans vermediği takımlar gruplarından çıkarken dev ülkeler de soğuk duş etkisi yaşayarak evlerine dönüyor. Öyle ki son 3 büyük turnuvaya damga vuran, dünya üzerinde futbol anlayışını değiştiren ve herkesin taklit etmeye uğraştığı İspanya henüz grup aşamasında Brezilya’ya veda etti. Tiki-taka artık çökmüştü… 2006’da kupayı kaldıran İtalya için de sonuç pek farklı olmadı. Hücumda etkisiz bir turnuva geçiren Gök Mavililerin Brezilya rüyası erken bitti. Her kupaya iddiali gelen ancak bu sefer pek sesi çıkmayan İngiltere için de tablo hüsrandı. Hem de 1958’den bu yana her kupada bir üst tur gören futbolun mucitleri bu sefer gruplarda hem de galibiyet alamadan eleniyordu. Bir diğer hayal kırıklığı ise Portekiz’e ait. Son 10 yıldaki büyük turnuvaların hepsinde belirli seviye gören İber ekibi, bu sefer Almanya ve ABD’nin arkasında kaldı. Editör Cantürk Temelli Yazarlar Cihat Akbel Emre Çelik Mustafa Demirtaş Salih Demirci Sercan Ergün Uğur Karakullukçu Biz de Hayatım Futbol ekibi olarak turnuvanın bu 4 önemli ekibinin elenme nedenlerini sorguladık. İspanya neden bir anda böyle dibe vurdu? EURO 2012’nin finalisti İtalya’da bu kadar çabuk değişen neydi? Kendinden bir şey beklemeyen İngiltere nakıslığına ikna oldu mu? Peki Portekiz? Her şeye sebep Ronaldo’nun tam hazır olmaması mı? sorularına yanıt aradık. Keyifli okumalar, Cantürk Temelli iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #134 BU SAYIDA DEV HÜSRAN İspanya İtalya İngiltere Portekiz Ölüm Grubunun Celladı Kosta Rika, İngiltere, İtalya ve Uruguay’ın olduğu grupta önüne geleni devirdi ve lider olarak üst tura yükseldi Sam Amca Sahaya İndi Amerika Birleşik Devletleri için futbol artık popüler bir spor. Ülkede bu oyuna karşı her anlamda ilgi tırmanıyor Sercan Ergün Futbol Kültürü HF134 SAM AMCA SAHAYA iNDi Dünya Kupası’nda alınan sonuçlar ve MLS’in (Birleşik Amerika Futbol Ligi) giderek artan popülaritesi, kadim Amerikan sporları basketbol ve Amerikan futbolu olan (buna buz hokeyi ve beyzbol da dahil edilebilir) bir coğrafyada algıları değiştirmeye başladı. Uluslararası futbol arenasında artık yeni bir aktör var ve Yankiler bu işi, sonuna kadar götürmeye oldukça kararlı. 18 milyon 220 bin toplam izleyici. 22 Haziran’da Manaus’ta ABD ve Portekiz arasında oynanan G grubu ikinci maçını ABD’de izleyen ‘’futbol’’ seyircisi sayısı. Bu rakamlara ABD genelinde İspanyolca yayın yapan Univision’ın izlenme oranları da eklenince bu sayı neredeyse 25 milyona ulaşıyor ki bu, Amerika futbol tarihi için devrim niteliğinde bir başarıya işaret ediyor. Futbol, ABD’de artık Super Bowl veya kolej futbolu finallerinden, hatta NBA’den bile fazla seyirci topluyor. ESPN gibi büyük spor kanalları bu maçları milyonlarca insana iletirken, maçların yorumlarında Roberto Martinez ve Ruud van Nistelrooy gibi isimlerin uzmanlıklarına başvuruluyor. İnternet siteleri kupa ile ilgili kapsamlı dosyalar hazırlarken, forumlarda ve haber altlarında ciddi ciddi futbolu taktiksel açıdan tartışan sıradan Amerikan sporseverlere rastlayabiliyorsunuz. Hatta durum öyle bir hal aldı ki, Uluslararası Uzay İstasyonu’na bağlanarak oynanacak ABD-Almanya maçı ile ilgili Amerikalı ve Alman astronotların fikirleri bile soruluyor. Zorlu süreç: Değişen algılar Futbolun, beraberliğin olmadığı ve izleyiciye bol skor vadeden NBA veya NFL maçlarına nazaran Amerikan toplumu tarafından kabul edilmesi elbette zaman alacaktı. Uzun yıllar boyunca aşırı sağcı Amerikalılar tarafından “Sosyalist Avrupa’nın sporu” olarak nitelendirilen futbolun, (bunda Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’nın en güçlü liglerinden birine ve milli takımına sahip olan SSCB’nin de rolü yadsınamaz elbette) zamanla neredeyse orta öğretim düzeyinde en yaygın spor haline geldi. ABD’deki spor pazarının NBA, NFL, NHL ve MLB gibi futbola nazaran daha güçlü ve köklü organizasyonlar tarafından hali hazırda paylaşılmış olması, birçok İngiliz ve Avrupalı kulübün kuruluş tarihi 1900’lere, hatta 1870’lere uzanırken CONCACAF’ın 1961, en üst düzey anlamda profesyonel futbol ligi olan MLS’in ise ancak 1993’de kurulabilmesi de bu teoriyi destekler nitelikte. Avrupa’ya oranla futbolun daha yavaş bir gelişim gösterdiğine tanık olduğumuz ABD için dönüm noktası ise ev sahipliğini yaptıkları 1994 Dünya Kupası oldu. FIFA’nın daha önce düzenlenen kupaların aksine, ev sahipliğini aslında futbolla pek de ilgisi olmayan bir ülkeye vermesi başta herkes tarafından oldukça garip karşılanmıştı. Amerikalıları futbola ısındırarak, yavaş yavaş endüstriyelleşen bu sporun pazar payını ikiye katlama amacında olan FIFA, bir taşla iki kuş vurmanın peşindeydi. Avrupa ile arasındaki saat farkına, maçların çoğu Amerikan futbolundan bozma sahalarda ve öğle saatlerinde oynanmasına rağmen futbol Yeni Kıta ahalisi tarafından benimsendi. Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin ABD’de hatırı sayılır bir nüfusa sahip olması da kupanın dolu tribünler önünde oynanmasına katkıda bulunmuştu. Amerika’daki devasa statlar, reklam ve tanıtım konusunda yürütülen başarılı kampanyalar ve elbette ki sponsorların varlığı ve desteği organizasyonun oldukça başarılı geçmesini sağlamıştı. Büyüyen marka MLS MLS’in 1993 yılı sonunda kurulup ancak 1996’da oynanmaya başlayabilmesi ve ligin beklenenden az rağbet görmesi (hem seyirci, hem de pazarlama anlamında) 2002’ye kadar küçük çaplı bir krize yol açtı. Japonya ve Güney Kore’nin ortaklaşa düzenlediği ve FIFA’nın aynı 1994 yılında olduğu gibi, bu kez ise futbolun popülaritesini Asya’da artırmak amacıyla bu ülkelere ev sahipliği verdiği turnuvada beklenmedik bir şekilde çeyrek final oynayan ABD ulusal takımı, ülkede futbolu tekrar canlandırdı. 2003-2008 yılları arasında yalnızca futbol için inşa edilen altı stadyum ve MLS’te yetişip halen ABD Milli Takımı’nın kalesini koruyan Tim Howard’ın İngiliz devi Manchester United’a transferi de bu dönemin dikkat çeken olayları olarak göze çarpıyor. 2007 yılı itibariyle sınırları Kanada’ya kadar ulaşan, Real Madrid ile lig şampiyonluğu kazandığı sezonun akabinde Tim Leiweke’nin çabalarıyla bir başka Galaksi takımına transfer olan David Beckham’ın teşrifi ligin yükselişine işaret ediyordu. Takımların lig yönetimi tarafından belirlenen maaş tavanı dışına çıkarak oyuncu transfer edebilmeleri kuralı ise lige Juan Pablo Angel ve Cuauhtemoc Blanco gibi veteran yıldızların transferlerinin önünü açtı. İlerleyen yıllarda bir başka Kanada takımı Vancouver Whitecaps’ın lige katılımı ligin sınırlarını giderek genişletirken, 2011 yılının Nisan ayında Meksika ekibi Monterrey ile CONCACAF Şampiyonlar Ligi finali oynayan Real Salt Lake ligin ve Amerikan futbolunun gösterdiği gelişim açısından güzel bir örnek teşkil ediyor. Seattle Sounders’ın 2013 yaz aylarında yaptığı Clint Dempsey ve Michael Bradley gibi hala Avrupa’da piyasası olan oyuncu transferleri de MLS’in geleceği hakkında bize ipuçları veriyor. Son olarak bu sezon La Liga’da Atletico Madrid forması ile şampiyonluk yaşan David Villa’nın transferi tüm dünyada ses getirdi. Ligin yeni ekiplerinden olan New York City takımının Premier League’in son şampiyonu Manchester City ile olan bağlantısı bu tarz transferlerin yakın zamanda artabileceğinin de bir göstergesi. İlginç noktalardan biri de, New York City’nin katılımı, New York Red Bulls ile yapacakları maçların derbi niteliği kazanması ve rekabetin de artması anlamına geliyor. ABD’de kadın futbolu Amerikan sporlarının birçoğunun bir “Show business” olduğu su götürmez bir gerçek. Maçları izlemeye giden taraftarların birçoğu Avrupa ve Türkiye’nin aksine bir aidiyet duygusundan daha çok eğlenmeyi amaçlayan bir kitle. Rekabetin daha çok kolej sporlarında olduğu ABD’de, coğrafi yapının yaratılmak istenen rekabetçi ortama pek de yardımcı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu, futbolun ABD’de gelişimi konusunda bir engel teşkil etmiyor, özellikle de kadın futbolu konusunda. Uzun yıllardır, erkek futboluna nazaran dünyada hatırı sayılır bir şöhrete sahip olan kadın futbolu, ABD’de oldukça popüler. İlk kez 1970’li yıllarda FIFA’nın çabalarıyla kadın futbol maçları organize edilen ABD’de, 2010 yılında kadın futbolcu sayısı 7 milyona ulaşmıştı. Dünya Kupalarında Almanya ile birlikte her daim favori gösterilen Kuzey Amerika ülkesi, 1991 ve 1999 yıllarında iki kez Dünya Şampiyonu olarak rüştünü çoktan ispat etti. 1996, 2004 ve 2008 Yaz Olimpiyatları’nda ülkelerine altın madalya kazandıran Amerikalı kadınlar, erkek meslektaşlarına göre çok daha başarılı. Abby Wambach, Alex Morgan ve Hope Solo gibi genç kadın futbolcular tarafından ilgiyle takip edilen idollere sahip ABD Kadın Milli Futbol Takımı, erkeklerden daha popüler bir konuma sahipler. Hatta öyle ki, ABD ile Portekiz arasında oynanan maçtan önceki izlenme rekoru 1999 yılında ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında oynanan Kadınlar Dünya Kupası final maçına aitti. Futbol ciddi bir iştir ABD’nin futbolda yaptığı atılım birçokları için sürpriz olabilir ancak 4 milyonu lisanslı, toplamda 24 milyonu aşan futbolcu sayısı ile Almanya ile yarışacak düzeye gelmeleri onları takip edenler için hiç de sürpriz olmadı. Superdraft ve Salary Cap mekanizmaları ile son derece sağlıklı ve rekabetçi bir lig sistemini futbola başarıyla uyarlayan ABD, zaten genlerine kodlanmış olan pazarlama yetenekleri ile de bunu destekliyor. Örneğin MLS Jersey Week adını verdikleri ve bütün takımların yeni sezon formalarını tek bir tanıtım çatısı altında yapmaları sayesinde reklam maliyetlerini düşürürken, ulaşılan insan sayısını da arttırıyorlar. ABD’de bulunan birçok üniversitenin basketbol ve Amerikan Futbolunda yaptığı gibi açtığı futbol burs programları ile daha kaliteli bir oyuncu havuzuna sahip olmayı amaçlıyorlar. Asya’nın yükselen değeri Güney Kore’nin kurduğu üniversite futbolu sisteminin ne kadar başarılı olduğu ortadayken, bu hamlelerin başarızlığa uğrayacağını düşünmek oldukça güç. Kaldı ki ABD’nin “Arka bahçesi’’ olarak nitelendirilen Latin Amerika coğrafyasındaki nispeten daha küçük ülkelerden genç sporcuların bu bursları değerlendirerek Amerikan futbol sistemi içine dahil olmaları pek de uzak değil. Sonuç olarak futbol, Yeni Kıta’da giderek daha çok insanın ilgisini çekecek ciddi bir iş haline geliyor. Emre Çelik Dünya Kupası HF134 KRAL ÖLDÜ 2008’den bu yana düzenlenen üç büyük turnuvayı da kazanmayı başaran İspanya, Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda büyük bir hayal kırıklığına sebep olarak grup aşamasında turnuvaya veda etti Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası sürprizlere sahne olmaya devam ediyor. İtalya, İngiltere, Portekiz (!), Bosna Hersek gibi takımlar şimdiden turnuvaya veda ederken bu sürprizlerden en büyüğü hiç şüphesiz son şampiyon İspanya’nın 3 maçta sadece 3 puan alarak grup aşamasının ardından evine dönmesi oldu. Aynı sistem ve oyuncularla Euro 2008’den bu yana “Bileği bükülmesi gereken takım” olarak öne çıkan İspanya’da teknik patron Vicente del Bosque’nin bildiği ve güvendiği isimlerden vaz-geçmemesi, bu isimlerin sezon boyunca 65-70 maç forma giymesine rağmen Dünya Kupası’nda da İspanya’yı sırtlamaya çalışması, Brezilya’ya çağrılmayan isimler ve vasat savunma performansı gibi öne çıkan sebeplerden dolayı İspanya’nın erken havlu attığını söylemek mümkün. Bireylerin altında ezilmek Luis Aragones ile başlayan ve bugüne kadar devam eden süreçte İspanyolların çok ufak değişi-kliklerle sürdürdüğü bu başarı periyodunda sergilenen oyun tarzını ‘kontrolle’ ilişkilendirmek kesinlikle yanlış olmayacaktır. Özellikle Xavi gibi bir maestro sayesinde tempoyu ve bu sayede de oyunu kontrol eden İspanya, topu ayağında tutup zaman zaman sıkıcılığa varan bir sistemle de bugüne kadar istediğini almayı başarmıştı. Fakat bu sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan isimlere bakıldığı zaman Xavi, Xabi Alonso, Fernando Torres, Casillas gibi isimlerin miatlarını doldur-duğunu ve uzun sezon sonrası Brezilya’daki tempoyu kaldıramadığını söylemek de mümkün. İspanya için en önemli unsur olan tempoyu doğrudan belirleyen Xavi ile başlamak gerekirse Euro 2012 yarı finalinden bir gün sonraya gitmek çok daha doğru olacaktır. Almanya galibiyetinin ardından Vicente del Bosque ve yardımcısı Toni Grande’yle özel bir görüşme yaparak İtalya maçının ardından emekli olacağını ve ameliyat olması gerektiğini açıklayan Xavi, o gün Vicente del Bosque tarafından ikna edilmişti. Bunun en büyük sebebi hiç şüphesiz o dönem Thiago Al-cantara’nın henüz bugün ulaştığı seviyeye ulaşmaması, kısaca Xavi’nin alternatifsizliği olarak gösterilebilir. Çalıştığı tüm hocalar tarafından “Kontrol ve kusursuzluk manyağı” olarak tarif edilen Xavi’nin ise Euro 2012’den bu yana geçen 2 sene boyunca “Bıçak altına yatması gerekirken ameliyat olmamasından” ve bu ağırlığa rağmen yaşının bir hayli artmasından kaynaklanan sorun-larla boğuştuğu bilinen bir gerçek. Hala mücadele ettiği her turnuvada başarılı pas istatistiklerinde ilk 3’e oynamasına rağmen paslarının niteliği değişen Xavi’nin eskisine göre yaratıcılığını kaybettiği ve rakip kaleye daha uzak oynadığını söyleyebiliriz. Dahası eskisine nazaran fiziksel açıdan da çok daha kırılgan bir görüntüde. Bütün bu faktörlere alternatifsizliği - Thiago’nun sakatlığı - de eklenince İspanya’yı etkileyen en büyük faktörlerden biri oldu. Turnuva öncesi oynanan hazırlık maçlarında Vicente del Bosque orta sahada tempo belirleyici ve oyun kurucu rolü için Santi Cazorla’yı denemiş ve Arsenalli oyuncu da oldukça başarılı olmuştu. Cazorla sezon boyunca sakatlıklarla boğuşsa da Del Bosque’nin “Sezon içinde yıpranmamış oyuncu her zaman turnuvalarda fayda sağlar” düsturundan ve hazırlık maçlarında sergilediği etkili oyundan dolayı zaman zaman Cazorla’nın denenmesi bekleniyordu. Del Bosque’nin pragmatizmi ve zamanında Xavi’yi ikna etmiş olmasından dolayı kendisini Xavi’yi oynatma yönünde zorunlu hissetmesi bu hamleyi tamamen ortadan kaldırdı. Hal böyle olunca da İspanya özellikle Hollanda maçında tempoyu kontrol etmesi ve artırması gereken anlarda Xavi’den istediği verimi alamadı. Şili maçında ise Xavi’nin oynatılmamasının yanı sıra tempo ayarlama görevinin bu işin adamı olmayan David Silva’ya verilmesi ise Del Bosque’nin bu konudaki ikinci büyük hatası oldu. Xavi konusunda yaşanan benzer bir sorunun Diego Costa’da da yaşandığını söylemek mümkün. Vicente del Bosque, Diego Costa’yı “Oynayabilecek durumda olursan sen oynayacaksın” sözleri-yle ikna etmiş ve başarılı santrforun Brezilya yerine İspanya formasını tercih etmesini sağlamıştı. Fakat Costa’nın sezon sonunda yaşadığı sakatlık, Real Madrid ile Barcelona maçlarında sa-katlığından dolayı oynayamaması, dahası iyileşmeden formaya saldırması da İspanya’yı etkileyen ikinci bir unsur oldu. Costa’nın baskıdan dolayı “Ne durumda olursa olsun oynama isteği” bu noktada Vicente del Bosque’yi çaresiz bıraktı. Halbuki İspanyollar iki sene önce benzer bir prob-lem yaşamış; 6 ay topa dokunmadıktan sonra Mayıs’ta antrenmanlara başlayan Villa, Del Bosque tarafından kadroya çağrılmış fakat tecrübeli santrfor “Fiziksel olarak hazır olmadığını” öne sürerek Del Bosque’ye kendisini kadroya almaması gerektiğini belirtmişti. Bu noktada Diego Cos-ta’nın baskıdan dolayı bu kararı alamayarak takıma zarar verdiğini ve Del Bosque’nin de verdiği sözün altında ezilip bile bile %100 hazır olmayan bir oyuncuyu oynattığını söylemek gerçek. Da-hası Del Bosque yine muhafazakarlığını konuşturup formsuz Torres’i kadroya çağırıp son derece formda olan Negredo’yu da dışarıda bırakınca kendi hamlelerini kısıtlayarak büyük bir hataya imza attı. İspanya, Xavi ve Diego Costa’da yaşadığı problemin bir benzerini Real Madridli ikilide de yaşadı. Jose Mourinho’nun İspanya’daki son sezonunda Casillas’ı kesmesine rağmen Del Bosque o dö-nem için Casillas’a güvenmeye devam etmişti. Bunun altında yatan sebep ise hiç şüphesiz Casil-las’ın çalışma azmi. Son 6 senede oynanan 3 büyük uluslararası turnuvada İspanya’nın maçlarının ardından kadronun tamamı gündüz izinli olurken akşam da sadece o maçta forma giymeyen isim-ler antrenmana katıldı. Bir istisna dışında: Iker Casillas! Çalışma konusunda İspanya kadrosun-daki birçok isimden ayrılan Casillas’ın bu alışkanlığı ise hiç şüphesiz Del Bosque’yi aldattı. Aslında bu noktada Valdes’in ve De Gea’nın da sakalığına değinmek gerek. Del Bosque, 2013/14 sezonunun başından itibaren kale için Valdes’i hazırlamaya başlamış ve milli maçlarda Barcelonalı eldiveni kullanmaya başlamıştı. Lâkin Valdes’in milli forma altında geçirdiği sakatlık Del Bos-que’yi bu noktada hamle yapamaz hale getirdi. Turnuvanın ilk maçında Casillas’a güvense de Şili maçı öncesi İspanya basını Del Bosque’nin De Gea’yı tercih edeceğini yazmaya başlamıştı ki bir anda De Gea’nın sakatlığı patlak verdi. Böylelikle Del Bosque de Reina’yı düşünmeyince kaleyi yine Casillas korudu ve son 3 turnuvada sadece 6 gol yiyen Casillas iki maçta kalesinde toplam 7 gol görmüş oldu. Xabi Alonso konusunda ise öncelikle şunu söylemek şart. Oyunun hücum yönünde saha görüşüyle, paslarıyla, sakinliğiyle hâlâ eşi zor bulunur bir isim. Fakat özellikle son 2-3 sezonda oyunun savunma yönünde son derece ciddi bir düşüşte. Özellikle İspanyol basını da iki sezondur bu konunun altını çizmekte ve Mart aylarının son döneminden itibaren Xabi’nin artık yoğun se-zon temposunu kaldıramadığını yazmakta. Buna bir de Xabi’nin bu sezon geçirdiği sakatlık ve fiziksel açıdan bir seviye daha aşağı düşmesi de eklenince aslen bir savunma takımı olan İspanya’nın son derece önemli bir yara aldığını söylemek şart. Özellikle Atletico Madrid’de inanılmaz bir sezon geçiren ve takım yapısı itibarı ile de savunma yönüne son derece güçlü olan Koke ise Del Bosque’nin muhafazakarlığının kurbanı olan bir başka isimdi. Savunma takımı! İspanya için özellikle Del Bosque’nin 2008’de gelişinin ardından yanlış bir algı olduğunu söylemek şart. 2 turnuvada oynadığı toplam 13 maçta sadece 3 gol yiyen İspanya’da Xavi, Del Bosque, Xabi Alonso, Iniesta, Ramos, Pique, Capdevilla gibi isimler defalarca “İspanya’nın aslında hücum takımı olmadığını; aksine oyunu kontrol ederek istediğini elde eden başarılı bir savunma takımı olduğunu” belirtmişti. İspanya bu turnuvada ise topu tutamayarak bu özelliğini baştan kaybetti. Bir de üzerine savunma dörtlüsündeki hatalı seçimler ve formsuzluk da eklenince İspanya en büyük kozunu kaybetti. Gerard Pique son 3 sezonda La Liga’da sakatlıklardan ve formsuzluktan dolayı 30 maç barajını aşamamasına rağmen Del Bosque’nin birincil tercihi oldu. Formsuz ve potansiyelinin çok altındaki Pique’nin yanında savunma - özellikle hamle zamanlaması - açısından zayıf Ramos da İspanya’yı aşağı çeken bir başka faktör oldu. Sol bekte son derece formda sezonlar geçiren Cesar Azpilicueta veya Alberto Moreno yerine ise yine vasat bir sezon geçiren ve geçen sezon La Liga’da sadece 15 maçta forma giyebilen Alba tercihi de savunmayı olumsuz anlamda etkiledi. Dahası sağ bekte de Del Bosque’nin muhafazakarlığından dolayı güvenmediği Juanfran’ın yerine sol bekten devşirme Azpilicueta da İspanya’yı etkiledi. Özellikle Alba oyunun savunma yönünde fazlasıyla aksayıp rakiplere boş alan bırakırken - özellikle Şili maçı - Azpilicueta da tam anlamıyla arada kaldı. Ne beklenen bindirmeleri yapıp oyunu genişleterek hücuma katkı verebildi ne de savun-mada kendisinden istenenleri yerine getirebildi - özellikle Hollanda maçı. Del Bosque devam edecek mi? Dediğimiz gibi; Del Bosque’nin özellikle bu isimlerden vazgeçememesi ise İspanya’ya en fazla zarar veren faktör oldu. Açıkçası Del Bosque’nin oyuncuların altında ezildiğini söylemek mümkün ki İspanya’nın önünde bu açıdan son derece radikal bir örnek de mevcuttu. 2006 Dü-nya Kupası’nda oynanan İspanya-Tunus maçının ardından Raul’un sergilediği gol sevincinin ardından - Salgado ve Canizares gibi isimlerle sevincini paylaşıp kadronun yeni isimlerine ve Ara-gones’in yüzüne bile bakmamıştı -takımın taktiksel ve iç yapısını değiştireceğini söyleyen Arago-nes tecrübeli oyuncuyu hem oyun olarak takıma uymadığı hem de liderlik olarak istediği profilde olmadığı için kesmişti. Raul’un kesilmesinin ardından İspanya, Euro 2008 elemelerine kötü bir başlangıç yapınca da bütün oklar Aragones’in üzerine çevrilmiş, hatta tecrübeli hoca RTE’deki “Tengo pregunta para usted” (Size bir sorum var) programına deyim yerindeyse sırf linç edilmek üzere çıkarılmıştı. Fakat o dönem geri adım atmayan Aragones - ve doğal olarak da İspanya - uz-un vadede kazanmıştı. Aragones’in varisi Del Bosque ise kesinlikle aynı kararlılığı gösteremedi. Fakat şunu da unutmamak şart: Del Bosque kadroda revizyona gidip başarısız olsaydı “Neden başarısı kanıtlanmış kadroyu bozdun” eleştirilerine nasıl tepki verecekti? Şimdi İspanya’nın en fazla merak ettiği konu şu: İspanya geç kaldığı revizyonu Del Bosque ile mi Del Bosque olmadan mı yapacak? Açıkçası Del Bosque’nin kişiliği ve tercihleri değerlendirilince bu geçişin Del Bosque ile biraz sancılı olabileceğini söylemekte beis yok. Fakat Del Bosque’nin sözleşmesinin 2016’ya kadar sürmesi, 1988’den bu yana İspanya Futbol Federasyonu’nun başında bulunan ve istikrar temasından yola çıkarak hocalarının tamamına her zaman destek olan - en büyük örnekleri Aragones ve Javier Clemente -Ángel María Villar’ın da Del Bosque’yi gönder-meyeceğini tahmin etmek zor değil. Her ne kadar federasyon kanadı “Del Bosque’nin arkasında olduğunu belirtip yine de turnuva dönüşü Madrid’e bir görüşme yapılacağını” belirtse de Del Bosque büyük ihtimalle göreve devam edecektir. Takımdaki revizyon ise Del Bosque’ye rağmen muhtemelen radikal bir biçimde gelişecektir ki zaten gelişmezse İspanya’nın zirveye uzun bir süre veda edebileceğini söylemek yanlış olmaz. Mustafa Demirtaş Dünya Kupası HF134 “ŞiMDi BiZ NE OYNADIK?” İtalya, Prandelli döneminden bu yana cataneccio’yu terk etmiş ve bambaşka bir sisteme dayalı takım yaratmıştı. Dünya Kupası’nda ise ne catenaccio’yu görebildik ne de Prandelli’nin “başka” futbolunu… Her ne kadar yüksek sesle söylenmese de her Dünya Kupası’nın favorilerinden biri İtalya’dır. Çünkü bu turnuvaları oynamayı çok iyi bilirler, fabrika ayarlarında “Turnuva takımıdır” ibaresi saklıdır. Ancak 2010’daki Dünya Kupası’nda olduğu gibi yine gruptan çıkamadılar. Andrea Pirlo’ya buruk bir veda yaşattılar. Ve en kötüsü de elenmeyi iliklerine kadar hak ettiler…Godin’in kafa golü, İtalya’yı resmi olarak oyundan saf dışı bırakmış olabilir. Ama asıl olarak grubun ikinci maçı olan Kosta Rika karşısında hüsrana davet vardı. Hayal kırıklıklarının başını ise bu turnuvada şaşırtıcı şekilde tutucu davranan Prandelli çekiyordu. İngiltere karşısındaki bol orta sahalı oyun kabul edilebilirdi. Hoş, o oyun formatı da kağıt üzerinde durduğu kadar iyi işlememiş, İngiltere maçta daha etkin görünmüştü. Marchisio’nun kilit kıran golü olmasaydı, işler ilk maçtan ters gidebilirdi. Çilingirin nerede Pradellli usta! Prandelli’nin Kosta Rika karşısında aynı oyun sistemiyle sahne alması cebine bir puanı koymuyordu, onun anlamı sadece en fazla bir puanı kabullenmekti. Ki o da bulunamadı… Elindeki delici oyunculardan hiç faydalanmadan, genellikle orta sahalarla 11’ini donatmış ve İtalya’yı sıradan, çözüm üretemeyen bir takıma büründürmüştü. Sanki alet edevat çantasını evinde unutmuş tamirci ustası gibiydi… İnsan, “Nerede Euro 2012’nin ilk maçında İspanya’ya karşı önde baskılı 3-5-2 oynatan ve sol kanadında delici Giaccherini’ye güvenen Prandelli?” diye sormadan edemiyor. En azından Kosta Rika maçında Insigne, Cassano, Cerci gibi çözüm üreten yaratıcı oyuncularını en baştan kullanıp, gruptan çıkma şansını Uruguay maçına bırakmayabilirdi. İtalya için ülke anayasasında bazı değişmez maddeler vardır. Dili İtalyancadır, başkenti Roma, resmi sistemi de 3-5-2… Prandelli, Urugay maçına 3-5-2’yle çıktı ama bu daha çok 5-3-2 gibiydi. Kanatlardaki De Sciglio ve Darmian birer bek oyuncusu olduğundan, topla çıkmada sorunlar yaşandı. Yine çözüm üretme işi tamamen merkeze düşmüştü. Bir bakıma, sadece Andrea Pirlo’nun uzun toplarına, ilerideki ikili forvetin hareketlenişine… Ancak artık günümüzde her takım, böylesi basit hücum planını bertaraf edebiliyor. Keza Immobile de aslında çok iyi bir golcü olmasına rağmen, bu tip sıkışık oyunlarda pek çare değildi. Bir tarafa Insigne ya da Cassano, diğer tarafa Alessio Cerci’li bir düzen, İtalya’yı çok daha efektif kılabilirdi. Marchisio’nun kırmızı kartından sonra ise momentum direkt olarak Uruguay’a geçti. Böyle puslu havaları çok seven Godin’in kafası ise İtalya adına her şeyi bitirdi. ‘Altın kafa’ Godin, İtalya’nın Dünya Kupası hayallerini grup aşamasında bitirdi. maça çıkan Play Station oyuncusu” gibi tutucu, çözümsüz bir adama dönüşmesinin başka bir açıklaması olamaz. Artık tekrar İtalya’yı baştan yaratacak ellere ihtiyaç var. Böyle büyük turnuvalar sonrası “Peki biz şimdi ne oynadık?” sorusunu sordurtmayacak birilerine… Belki de artık sadece rol model olarak Juventus’u da görmeyebilirler. Her dönemde çok iyi beklere, yaratıcı kenar forvetlere sahip olabiliyorlar. Santrforları da genellikle tek oynamaya alışkın. O nedenle artık Napoli’nin modern 4-2-3-1’ine benzeyen ya da Roma’nın sahte dokuzlu (o da 4-23-1 sistemiyle benzerlik taşıyor) 4-3-3’ü üzerine yoğunlaşabilirler. Aksi halde orta sahadaki topa sahip olmaya dayalı oyunu artık İspanya bile yürütemezken, onun İtalya versiyonu fazlasıyla demode kalacaktır. Yeniden, beyaz sayfa… Dünya Kupası 2010’da da tıpkı bu yaz olduğu gibi “Ne oynadığını bilemeyen” bir İtalya izlemiştik. Prandelli o takımı alıp, baştan yaratmıştı. Şimdi ise aynı senaryonun başrolü oydu ve kaçınılmaz istifayla final yaşandı. Sanki ona da Del Bosque’ye olan şey oldu. Milli takım antrenörlüğü bir noktadan sonra teknik adamları köreltiyor olsa gerek. Her 20 dakika için ayrı oyun formatı düşünebilen Prandelli’nin, “Kendiliğinden gelen taktik ayarıyla Turnuvada varlık gösteremeyen Gök Mavililerin artık yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Salih Demirci Dünya Kupası HF134 YARIM ASIRLIK YARA Sürpriz olmadı, İngiltere bir başka büyük turnuvayı daha hayal kırıklığıyla tamamladı. 1966 Dünya Kupası’ndan bu yana hiçbir şey kazanamayan ülke, artık nakıslığına ikna olmuş görünüyor İngiltere bu kez kendinden çok şey beklemiyordu. Birkaç boşboğaz hariç İngiltere’nin Dünya Kupası kaldırma şansından bahseden yoktu, ama kamp yapılacak tesisin güvenliğinden oyuncuların diyetine kadar yine her şey konuşuldu. Her detay önemliydi çünkü, vaktiyle idman sonrası bira içmeyi yasaklayan Fabio Capello’nun dilinden anlamadığı futbolcuların direncini ve motivasyonunu yükseltecek bir şeyler lazımdı. Başarılı bir sezon geçiren Liverpool için çalışan psikolog artık milli takım için çalışıyordu, tıpkı Liverpool’un formda oyuncuları gibi. Liverpool gibi oynama iddiasındaki takım, sonuçta kendisi gibi elendi. Liverpool’da harika bir sezon geçiren Luis Suarez’in golleri ile turnuvanın dışında kalırlarken son maçta peşlerinden Brezilya’ya gelen vatandaşlarına teşekkür ettiler. İddiasız maçta Kosta Rika’yı da yenemediler ve yarım asırlık yara yeniden kanamaya başladı. İngiltere Futbol Federasyonu, açık başarısızlığa karşın menajer Roy Hodgson’ın arkasında durarak takımın Euro 2016’ya da terübeli hocanın önderliğinde hazırlanacağını duyurdu. Futbolcular özür diledi ve bu kez pek tahmin edilmeyen bir şey oldu. Sanki herkes bu başarısızlığı bekliyormuşçasına itidalli sözler duyuldu, tabii kendi takımının (2006 Dünya Kupası) başarıya en yakın takım olduğuna inanan ve haksızlığa uğradığı düşünen Sven-Goran Eriksson hariç. İsveçli teknik adama göre Roy Hodgson eğer yabancı olsaydı, şimdiye kovulmuştu. Bir büyük tartışma Bu sözler İngiltere’nin 15 yılına mal olan bir tartışmanın özeti sayılabilir. Premier League’de başarılı olan yabancı hocalar ile birlikte asır başında milli takımın başına da İngiliz olmayan biri getirilmişti. Büyük tartışmalar sonucunda alınan bu karar, 2006 Dünya Kupası’nın ardından dönemin çıkıştaki İngiliz menajerlerinden birinin arkasına kamuoyu desteğini alarak işbaşına gelmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak Steve McClaren ve takımı, Hırvatistan’ın gazabına uğrayarak Euro 2008’e gidemeyince uluslararası futbolda kendini kanıtlamış ve tecrübeli birilerinin milli takımı idare etmesi gerektiğini savunan kanat yeniden ayaklandı. Sonu Sven-Goran Eriksson’dan farklı olmayan, kıdemli oyuncularla sorun yaşayan Fabio Capello dönemi de bir başka başarısızlıkla bitti. Yabancı ve kariyerli hoca isteyenler başarısızlıktaki esas sebebin hoca seçimi olmadığına böylelikle ikna oldular. Şimdi ise diğer kanat, artık ülkenin elinde milli takıma layık hoca da kalmamışken Brezilya 2014’teki başarısızlığı kabul etmiş görünüyor. Bu durumu medya üzerinden okumak mümkün. Yine olmadı… İngiltere Roy Hodgson yönetiminde de Dünya Kupası’ndaki makus talihini yenemedi. olarak oyunculardan özür diliyordu. ‘Sizin değil, sistemimizin başarısızlığı…’ anafikrini içeren yazılar, Steven Gerrard ve Frank Lampard gibi oyunculara veda ederken yeni bir şeylerin gerektiğine okuyucuyu ikna etme amacı güdüyor gibiydi. Nitekim İngiltere, aslında başarılı olmak için birçok şeye sahip. Lisanslı futbolcu sayısında yalnızca dünyada 6. sırada ve FIFA’nın raporlarına göre tesis yönüyle Amerika ve Almanya hariç her ülkenin önünde. Refah düzeyi yüksek olduğu kadar göçmen nüfusu yoğun şekilde barındıran, sanayi devriminin ve futbolun doğduğu yer olmasıyla da ayrıca avantajlı olan bir ülke. Ama sonuçlar başka bir şey gösteriyor, İngiltere’nin makus talihini başarısızlık üzerine inşa ediyor. Noksanı kabullenmek Böylesi bir anda, milli takım ağır bir başarısızlık yaşamışken asla frene basmayan basında bu kez çok sayıda farklı ses çıktı. İngiliz medyasında yer alan çarpıcı yazılardan birkaçı, oyuncuların başarısızlık için halktan özür dilemesine cevap Liverpool gibi oynama iddiasındaki İngiltere’yi, Liverpool’un yıldızı Luis Suarez böyle yıkıyordu. Kader kader deyince Oyunu oynama biçiminden futbolcu tiplerine dair tutuculuğa, futbolcu yetiştirmeye dair metotlardan beslenmeye kadar İngiltere’de her şey yavaş yavaş değişiyor. Son 15 yılda yapılan tartışmaların ışığında sorunun çok daha derinlerde olduğuna inananlar, başarısızlık üzerine diğerlerini ikna etmişe benziyor. İngiltere, yıllardır asla Dünya Kupası’nı kaldıracak kalitede takımlara sahip olamadı ve Kıta Avrupası / Brezilya’ya karşı koyacak oyunu ortaya koyamadı. Daha önce rakiplerin fazladan bir orta saha oyuncusu kullanmasına ve ikinci forvetlerinin atıl kalmasına yenilen ülke, bu kez kontra atak oynamak için geldi ama topu kazanacak adamı getirmeyi unuttu. Orta sahada top çalan, iyi yer tutan bir oyuncu olmadan oynayan İngiltere takım içi dengesizliğin kurbanı oldu. Michael Carrick ya da ona benzer tarzda bir oyuncu, takımı çok daha diri tutabilir ve çok çabuk, süratli oyunculardan oluşan ön tarafı daha etkin kılabilirdi. Tabii tek başına bu yeter miydi, bilinmez ama İngiltere’de tartışmanın bu kez tercihlere saplanmayacağı kesin. Sonuçta İngiltere yine kaybetti, zira zaman içerisinde herkes aya giderken onlar yaya kaldı. Üst düzeyde oynayan kaliteli İngiliz futbolcunun azlığı, Premier League’in kendine has düzeni üzerinde durulması gereken diğer konularak olarak görünürken kısa vadede bir çözüm mümkün görünmüyor. Derindeki sebeplere nüfuz edebilmek için zamana ve birilerinin uğraşına ihtiyaç var. Brezilya defteri İngilizler için ilk turda kapandı. Bu, İngiltere’nin 1958’den bu yana gruplarda veda ettiği ilk turnuva oldu. Uğur Karakullukçu Dünya Kupası HF134 ESAS OĞLAN YARALANIRSA Cristiano Ronaldo liderliğindeki Portekiz 2014 Dünya Kupası’na grup aşamasında veda etti. İber ekibi son yılların en kötü turnuva performansını göstermiş oldu Portekiz’in nerede eksik kaldığı sorusunu yanıtlamak için öncelikle son zamanlarda neyi doğru yaptığını bir hatırlamak gerekiyor. Carlos Queiroz döneminde Cristiano Ronaldo gibi bir makineye 17 maç üst üste gol attıramayan bir milli takımken, 2014’e kadar yolunu sadece turnuvaları domine eden İspanya’nın kesebildiği, belki de daha ilerilere gitme şansını yitirip üzülen bir hale büründüren isim Paulo Bento oldu. Bento’yu tanımlarken bir kelime kullanmak istesek bu mutlaka ‘tutucu’ olmalı. Portekiz adına doğru soruyu sorup, “Ronaldo’dan nasıl maksimum verim alabiliriz?” diyen ve buna doğru cevabı bulup diğer bütün taşlarını Ronaldo’ya göre dizen Bento bu malzemeyle çok az oynama yaptı. Uzun süre çok verimli olan bu formül bu kez neden işlemedi? Bu sorunun yanıtı alternatifsizlikte saklı… Öncelikle herkesin malumu Cristiano Ronaldo’nun iyi bir sezon geçirmesine karşın ciddi bir sakatlık kriziyle adeta kupaya yetişmek için insanüstü bir çaba sergilemesi yatıyor. Ronaldo özellikle milli takımlarda her türlü fedakarlığı yapan, sakat sakat girip golünü atıp, asistini yaptıktan sonra ikinci yarı kenara gelecek kadar kendini Portekiz’e adamış bir oyuncu. Elbette bağlılık düzeyi bu derecedeki bir takım kaptanının Dünya Kupası’nda oynamaması söz konusu değildi. Ronaldo oynadı ama kapasitesinin altında, elinden geleni yapsa da bundan memnun olmayan, yüzü fazlasıyla düşük bir şekilde. Ronaldo’nun %100 olmadığı durumda tamamen onun üstün performansına dayalı olarak planlanmış, toplamda bakıldığında zaten bunun dışında bir yola gitmesi mümkün görünmeyen Portekiz de bocaladı. Hücum tarafında beklenen aksaklıklardan ziyade kupada Portekiz’i zor duruma düşüren savunması oldu. Bento’nun en büyük başarısı Ronaldo’nun hücum kapasitesine yaslandığı kadar iyi de takım savunması yapabilen, birbirine alışmış, iyi bir iskelet bulmasıydı. Pepe ile Bruno Alves gibi iki sert ve tecrübeli stoperin yanına Coentrao gibi en üst düzeyde dahi defansif becerileriyle fark yaratabilen, hücumda da katkı sağlayabilen bir beke sahipken, bu hattın önüne birbiriyle iyi anlaşan bir üçlü orta saha kurdular. Bu defans bloğundan topu en kısa sürede alıp ileriye aktarabilen kilit oyuncu olan Veloso, enerjisiyle iki ceza sahası arası gidip gelebilen ve her alana yardımcı olabilen Fenerbahçeli Meireles ise bu takımın Ronaldo’dan sonra en önemli oyuncusu olan, pas dağıtıcısı ve maestrosu Moutinho. Savunma iskeleti dağıldı Bu saydığımız 6 oyuncudan ideal bir sezon geçiren oyuncu sayısı az. Bruno Alves ile Pepe’yi biraz ayırmakla birlikte Moutinho, Monaco’daki ilk sezonunda henüz Porto seviyesine ulaşamamıştı. Veloso 2012’den bu yana seviyesini koruyamadı ve Dinamo Kiev günleri pek iyi geçmedi. Meireles’in de Fenerbahçe’de rotasyona giren bir isim olduğu malum. Bunun yanında Coentrao’nun ilk maçtan turnuvayı kapatması, Pepe’nin ilk maçta atılıp ikincisinde cezalı oluşu bu iskeleti tamamen boşa çıkardı. Euro 2012’de yarı final görüp şampiyon İspanya’ya penaltılarla elenen Portekiz’in takım savunması ilk maçta Almanya’ya karşı un helvası gibi dağıldı, 4 gol yiyerek belki de elenişin yolunu yarıladı. Ayrıca ABD ve Gana maçlarında öne geçme şansını yakalamalarına karşın iki maçta da bunu koruyamayıp fırsatları teptiler. 1-0’ı koruyup ABD’yi yenebilseler çok daha farklı bir durumda son maça çıkacaklar, belki de turu geçeceklerdi. Gana’ya fark atmaları gerekirken 1-0 önde oldukları bir maçta golü yemeleri de en az Almanya yenilgisi kadar ağır bir darbe oldu. Halbuki ikiyi bulup maçı koparmaları gerekiyordu. Sonuç Bento’nun oluşturduğu iskelet bu turnuva dışında işlevini gördü, kaptan Ronaldo bireysel performanslarını milli takıma da tam verimle yansıtıp takımı olabildiğince yukarı taşımayı bilmişti. Şimdi bu iskelette aksayan parçaları değiştirme, Ronaldo’nun Süpermen usulü yalnız bir süper kahramandan ziyade Batman-Robin ilişkisini kurabileceği takım arkadaşlarına daha fazla ihtiyaç duyacak. Galatasaraylı Bruma’nın da bu adaylar arasında olduğu, Andre Gomes, Cavailero, Mane gibi oyuncuların şans bulabilmesi gerek. Yoksa belli bir seviyeye ulaşabilecek ancak en ufak aksaklık, sakatlık veya formsuzlukta ölümcül yara alabilecek bu yapı derinleşmezse Portekiz olgunluk sürecinden düşüşe geçecek bir Ronaldo’yla daha üzücü sonuçlar da alabilir. Cihat Akbel Dünya Kupası HF134 ‘ÖLÜM GRUBU’NUN CELLADI ‘Ölüm Grubu’nun en zayıf halkası önce Uruguay’ı sonra da İtalya’yı yenerek kimsenin beklemediği bir sürprize imza attı. Deyimi yerindeyse grubun celladı onlar oldu. Peki bu başarının arkasında neler var? Kuşkusuz Dünya Kupası öncesi en az şans verilen 2-3 takımdan biriydi Kosta Rika. İçine düştükleri grup kendileri hesaba katılmaksızın ölüm grubu ilan edilmişti. Son dönemin en iyi takımlarından biri Uruguay, son Dünya Kupası’nda hayal kırıklığı yaratan İtalya ve her kupada olduğu gibi bu kupada da artık başarılı olmak isteyen İngiltere, Orta Amerika ekibinin rakipleriydi. Gruptaki ilk maçta Uruguay’la karşılaştıklarında bahis siteleri Kosta Rika’nın galibiyetine 1’e 8 veriyordu. İlk yarıda yer yer etkili de gözükseler tecrübeli Uruguay penaltıdan bulduğu golle devreyi önde kapattı. İkinci yarıda ise bambaşka bir takım izledi futbolseverler. Maçı 3-1’le geçen Jorge Luis Pinto’nun ekibi ikinci mücadelesinde de İtalya’yı etkisiz hâle getirerek ekol futbol takımlarını darmaduman etti. İngiltere maçından alınan beraberlik ise 1. sırayı perçinledi. Peki nasıl başardı bunu? Taktik ve oyun sistemi olarak baktığımızda karşımıza muazzam kompakt bir takım çıkıyor. 5-3-2 ile sahaya dizilirken rakip takıma ve hücumsavunma durumuna göre pozisyon alıyorlar. Top rakipteyken kaptan Bryan Ruiz orta sahaya dönerken en uçta Campbell kalıyor. Hücum sırası Kosta Rika’dayken ise organizasyon Bryan Ruiz’de. Kosta Rika’nın kilit oyuncusu durumunda olan Ruiz, tecrübesiyle de takımına çok şey katıyor. Sol bek Junior Diaz ve sağ bek Gamboa sistemin çok önemli iki parçasını oluşturuyor. Takım sahada bu kadar kalabalık ve boğucu gözüküyorsa bu oyuncuların her iki tarafa da katkılarından kaynaklanıyor. Rakibi bozmak ve dar alanda dinlenerek bölgesel pres yapmak ana oyun felsefeleri. Bolanos’un kullandığı duran toplara çok fazla önem veriyorlar. Borges ve Tejada’nın orta sahadaki pres ve alan kapatma görevlerini kusursuz yerine getirmeleri ortaya çıkan sonuçta oldukça pay sahibi. Defans üçlüsü hava toplarında turnuvanın üstünde bir performans sergiliyor. Zira bu kadar iyi takımın olduğu grupta 1 gol yemek küçümsenecek bir durum değil. Kaleci Keylor Navas defansla müthiş bir uyum içerisinde. Turnuvanın da grup aşamasının en iyi kalecilerinden bir tanesi durumunda. Kulübeden katkı yapan Cubero, Brenes ve Urena da önemli diğer oyuncular. Kosta Rika’nın eksileri? Bu peri masalının içinde çok fazla dikkat çekmese de Kosta Rika’nın aşikar bir hücum problemi var. Bunda en önemli sebep takımın bir numaralı golcüsü Saborio’nun turnuvadan evvel sakatlanmış olması. Campbell’ın ve Ruiz’in şapkadan tavşan çıkarmaları sürekli olacak şeyler değil. İsmen çok yüksek profilli fakat performans olarak dibe vuran grubun diğer takımlarının da Kosta Rika’nın başarısında payı büyük. Orta Amerika ekibinin çok önde kurduğu savunma da bazen başa bela olabiliyor. Arkaya atılan topları İtalya maçında birçok kez izledik. Jorge Luis Pinto’nın takıma katkısı? Teknik direktör Jorge Pinto’nun ekibiyle uyumu muazzam. Onları çok iyi hazırlamasının yanında oyuna sonradan etkisi ve rakip analizi konusunda ilk sınavını geçti. Turnuvadan önce söylediği “Ölüm grubunda olduğumuzu söylüyorlar fakat bu bizim için geçerli değil” demeci o zamanlar alaya alındıysa da haklılığının ispatını emeğiyle söküp aldı. Çözüm üretmekte oldukça iyi gözüküyor. Elemelerin en gölcü oyuncusu Saborio’nun yokluğunda takım içinde ürettiği yeni sistem organizasyonu oyuncuların da özverisiyle iyi işliyor. Rakip; Yunanistan Eski günlerinden uzak görüntülerine rağmen gruptan çıkmayı başardılar. Son 10 yıldır çok fazla mucizeye imza atmaları ve artık bir ekol olmaları Kosta Rika’ya kolay lokma olmayacaklarının kanıtı. Erken bulunamayacak bir gol maçı arapsaçı hâline getirebilir. Telafisi olmayacak bir maça çıkacak olmaları Jorge Pinto’nun dersine çok iyi çalışmasını gerektiriyor. Kosta Rika’nın rakibi grubunu Kolombiya’nın arkasında tamamlayan Yunanistan oldu. Her ne kadar yeteri kadar iyi performans sergilemeseler de kendilerinden daha tecrübeli bir takım Yunanistan. Kosta Rika elense dahi turnuvada bıraktığı iz yıllarca unutulmayacak. Büyük bir mucizenin baş aktörü durumundalar. Rüya devam edecek mi bilinmez ama çok iyi bir maçın bizi beklediğine eminim.