Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Ş Şabbat : Bk.: Sabbat Şablon : Basmakalıp, pek bilinen örnek “YAPI (1) Modern yapı şablonu hiç bana göre değil Oysa şu eski eve dahil zengin, geniş teraslar, asil küçük, gizli balkonu.” (Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.03) Şad’ etmek : Sevinmek, neşeli olmak, gönül ferahlığı “Bir adam, o adil sultan Nuşirevan’a bir muştu <sevinçli haber, hediye> getirdi: ‘Ulu Tanrı, senin o filanca düşmanını ortadan kaldırdı!’ diyerek haberi ulaştırdı. Sordu Nuşirevan: ‘Beni bırakacağını da işittin mi?’ ‘Düşman ölümü şad etmez beni, Benim dirliğim de değil ebedi!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:82) Şadlık şadımanlık etmek : Çok sevinmek, düğün bayram etmek “ ‘ ... Hepsini biliyorsunuz. Sonunda Abdi Ağayı öldürdüm, fakir fıkara kurtulsun deyi. Kurtuldu da... Abdi Ağa öldükten sonra millet şadlık şadımanlık etti, olmaya gitsin.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:219) Şafak atmak : Çok korkmak, ödü patlamak, ürkmek; Sabah gün doğumu “MAMA - Kraliçecik, duvarlarda Egerton hakkında yazılan yazıları görünce nasıl şafak attı herifte. Cecil’le, Bacon da duyunca ödleri boklarına karışacak. MARTA - Lütfen Zozik daha edepli konuş.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:52) “Lulu onda hep bu etkiyi yaratıyordu. ‘Lulu’da sevdiğim şey,’ diye karara vardı Rirette, ‘onun canlılığı.’ -Şip şak, dedi Lulu. Onun istim üstünde olduğunu söyledim. Şafak attı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:114-5) Şafak; Şafak sökmek : Gün doğumu “Gençtik, ömrümüzün şafağı söküyordu derken, günbatımına gelmiştik bile. Savaş yaklaşıyordu. Radyoaktif bir bulut gibi bize doğru tırmanıyordu; artık onu durdurmanın olanağı kalmıyordu; tek yapabileceğimiz kaçmaktı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:32) “......savaşı gördü rüyasında, biliyordu ki Baltasar Sete-Sois’in önderliğinde Portekizliler muzaffer olacaklardı bu kez; kopmuş sol elini sağ elinde taşıyordu, muazzam bir silah, İspanyollar ne kalkanla ne de duayla korunabilirler bunun karşısında. Gözlerini açtığında şafak sökmemişti daha, sol kolunda dayanılmaz bir acı vardı.....Şafak söktüğünde, ayağa kalktı. Hava açıktı, gökte bulut yoktu ve en solgun yıldızlar bile onca uzaktan görülebiliyordu. Lizbon’a girmek için güzel bir gün, yeniden yolculuğa koyulmadan önce biraz oyalandı, bırakalım biraz da keyif çatsın.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:36) Şah : Eski Afgan, İran ve Safevi hükümdarlarına verilen isim; Satranç oyununda ‘kral’ taşı; Batı edebiyatında, özellikle satranç oyununda ‘pezevenk’ (Bk.) “Kendisinden daha bağımsız olan kız arkadaşları, kendilerini toplumsal derecelemenin en tepesine oturturlar ve vezire orospu, şahaysa pezevenk derlerdi.. Düzenli gelen beyefendisi sayesinde en alt basamağından biraz yukarı tırmandığı, şimdiki düzene sıkı sıkıya sarılan tek kişi Emekli’ydi. Başka zaman olsa, en gözüpek şakaları yapan o, şaha karşı olanlara katılmazdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:223) Şaha kalkmak, şahlanmak : At’ın, önayaklarını havaya yücelterek arka ayakları üstünde dikilmesi; (Mec.) aşırı canlanmak, coşmak, kükremek, taşkınlık göstermek (Eusebius Chubb’ın, bahçesinde gezinti notlarından) “Nereye baksa bitkiler şaha kalkmışlardır. Salatalıklar, ‘çimenlerin üstünden kıvrıla büküle! Ayaklarına uzanmaktadır. Dev karnabaharlar zıvanadan çıkmış imgeleminde karaağaçlara bile meydan okuyarak deste deste yükselmektedir. Tavuklar dur durak bilmeden rengi belirsiz yumurtalar yumurtlamaktadır. Derken bir iç çekişiyle kendi doğurtkanlığını ve şu an içerde on beşinci doğumunun sancılarıyla kıvranmakta olan zavallı karısını anımsar ve kendi kendine tavukları ne hakla suçladığını sorar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:152) Şahane : Mükemmel, çok güzel, olağanüstü, üstün nitelikli “ ‘Güvenilir yer yoktur. Otel beyannamelerinin tarih kısmını doldurmuyorlar ve polise vermiyorlar. Denetlenirse, siz hep o gün gelmiş gibi oluyorsunuz ve beyannamelerin de ertesi sabah polise gönderildiği söyleniyor, anladınız mı? En önemlisi, bu otelde hemen yakayı ele vermezsiniz. Bunun için şahane bir yeraltı yolu var..... şu olacakları o zamandan kestiren Tanrı’nın elli yıl önce sanki mülteciler için yarattığı bir yerdir.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:392) Şaheser : Eserlerin en mükemmeli, en üstün derecede sanat eseri “Bu yavaşlık Enjolras’a her şeyi gözden geçirme, her şeyi yapma fırsatı verdi. Mademki bu vuruşmada insanlar öleceklerdi, ölümleri şaheser olmalıydı. Marius’e: ‘İkimiz de komutanız,’ dedi, ‘ben içerde son emirleri vereceğim. Sen dışarda kal, oraya göz kulak ol!’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:101) Şahidi şuhudu olmamak : Hiçbir görgü tanığı olmamak “İş döndü dolaştı karakola intikal etti. Benim şahidim şuhudum yok. Onlar kalabalık. Zabıt tutulurken komiser de onlardan yana malum a? İktidar onlarda. Alladılar, pulladılar zaptı benim aleyhime düzenlettiler. Benim de tepem büsbütün attı...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53) Şahinim : Genç bir dosta sevgi ve hayranlık dolu hitap “-Öğrenmek ve öğretmek ha? İnsanlara nasıl mutlu olacaklarını öğretebilir misin bakalım? Hayır şahinim, öğretemezsin. Saçını sakalını ağart da, öğretmek sözünü sonra al ağzına.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:22) ......... şahit lazım(dı) : Birilerini inandırmak için <o sayıda> tanık gerekecek, yani, ilk anda inanılması güç olan bir olayı, böyle hayali tanıkların şehadetiyle karşısındakini inandırma gayreti “...Sazın şefliğini yapan çok meşhur kemençeci Rum’du. Kanuncu, <kanuni> Yahudi idi, hanendelerin ikisi cami müezzinliğinden, yahut tekke zakirliğinden <zikircilik, dini anıları icra etme görevi> hanendeliğe tornistan etmiş <geri dönmüş> güzel ve gür sesli bir hafızdı. Kemancı Ermeni idi, ve yalnız utçu ve klarnetçi, Reha Beyin ‘bizimkiler’ dediği Ayvansaraylılardandı. Ancak, her ikisinin de kılıkları o kadar temiz, tirendaz <kılık kıyafet yerinde>, düzgün ve şıktı ki insanın bunlara çingene demesi için seksen şahit lazımdı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:157) Şahm(a)eran (ya da Camasb efsanesi) : Binbir gece masallarından biri: Yılanların padişahı insan başlı yaratık; yılanlar kuyusuna bırakılmış Camasb’la arkadaş olur, ama onun hasta hükümdarının iyileşmesi için etinin yenilmesi gerektiğinden, Camasb, onun yardımıyla memleketine döndükten sonra, nereden geldiği konusunda verdiği sözden dönerek, geri döner, onu öldürür, hükümdarını kurtarır, varlıklı bir kızla evlenir ve ona vezir olur. “Cave basilischium <Şahmeran>-Yılan’dan sakın. Yılanların kıralıdır bu; içi öylesine zehirle doludur ki, dışı pırıl pırıl pırıldar. Che dicam? Ne söylesem? Zehir, kokusu bile adamı öldürür, zehirler. Sırtında kara lekeler vardır. Et caput? Ya başı? Tıpkı horoz başına benzer, yarısı havada yarısı da öteki yılanlar gibi yerde sürünür. Bellula <misk sıçanı>’nı ile beslenir.”.....“Hala toprağın üstünde yükselen bazı mezarlardan ötürü mezarlığın yeri belliydi yalnızca. Tek yaşam belirtisi olarak, yükseklerde uçan bazı alıcı kuşlar, şahmaranlar gibi taşların arasında akan ya da duvarların üstünde sürünen kertenkele ve yılanları avlıyorlardı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:434:688) “Y ı l a n Edebiyatında Şahmeran’ı anımsamadan geçilmez. Şahmeran veya Camasb, Arap, İran ve Türk edebiyatlarında gerek manzum ve gerekse düzyazı olarak ele alınmıştır. Masalın kaynağı ‘Binbir Gece Masalları’ndan alınmış olup, ilk kez “Camasbname” adıyla 1429’da Abdi tarafından yazılıp II.Murad’a sunulan mesnevide işlenmiştir. Hikaye şu: ‘Hekim Danyal’ın oğlu Camasb, kendine ihanet eden arkadaşları tarafından bir kuyuya bırakılır. Kuyuda bulduğu bir deliği genişleterek geçtiği yerde, bir tahtta uyuyakalır. Uyandığında etrafının y ı l a n’larla, ejderhalarla çevrilmiş olduğunu görür. Yılanların padişahı olan insan başlı Şahmeran’la dost olur. Ona, bulunduğu yeri kimseye söylemeyeceğine dair söz verir ve onun yardımıyla yeraltı dünyasından kurtularak ülkesine döner. Ama ülkesinin hasta hükümdarına iyileşmesi için Şahmeran’ın etini yemesi önerildiğinden, verdiği sözden dönmek zorunda bırakılır. Şahmeran’ın etini yiyerek sağlığına kavuşan hükümdar, Camasb’ı önce istediği kızla evlendirir, arkasından da kendisine vezir yapar.’ Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi (M.E.B., Şark-İslam Klasikleri, No.37, Çev.: Zakir Kadiri Ugan – Ahmet Temir , Cilt: 2, sa.:569-578)’nde, Hz. M u s a’yı şöyle hikaye ediyor: M u s a, ateşe yaklaştığı zaman, “Bütün alemlerin Rabbisi benim!” diye bir nida duydu. Sonra ona, “Ey Musa, elindeki nedir?” diye soruldu. Musa: “Bu benim asamdır, ona dayanır, onunla koyunlarıma ağaçtan yaprak dökerim ve başka işler için de kullanırım, (mesela) dağarcığımı ve tulumumu bunun üzerinde taşırım!” dedi. Tanrı: “Ey Musa, onu elinden bırak!” deyince (asasını) yere attı. Asa yere düşer düşmez onun iki çatalı yılanın ağzı, sivri ucu da arkasında kuyruk şeklini aldı. Yılanın ağzı, dişleri titriyordu. Tanrı onun ne şekle girmesini arzu etmişse, yılan, o şekli almış bulunuyordu. Musa, böyle korkunç bir hal karşısında yılan’ın hareketini takip edemeyerek arkasını döndü. Rabbisi ona: “Ey Musa, ilerle, korkma, biz onu eski haline iade edeceğiz; elini yılanın ağzına sok!” dedi. Musa, yünden bir cübbe giymişti, yılandan korktuğu için, elini yün cübbenin yeniyle sardı. Musa’ya, “Elini yeninle sarmayı bırak!” diye nida geldi. Bu emir üzerine elini yeninden çıkararak yılan’ın kemikleri arasına sokunca, (o) tekrar elinde eskisi gibi asa şekline girdi, elini de tekrar dayağın iki çengeli arasında buldu, sivri tarafı ucu oldu. Dayak (asa), tamamiyle eski şekline girmişti. Bundan sonra Musa’ya, “Elini koltuğunun altına sok, kusursuz, yani buruşukluk izi göstermeden parlak ve beyaz olarak çıksın!” denildi Musa doğan burunlu, kıvırcık saçlı ve uzun boylu idi. Elini yakasının içine soktu, çıkardığı vakit, kar gibi bembeyaz olmuştu. Tekrar yakasının içine soktuğunda eli eski renk ve şeklini aldı. Bundan sonra Musa’ya, “İşte bu iki şey, yani asa ile el, Firavun ile onun kavmine, senin, Tanrı Peygamberi olduğunu ispat için verilmiş iki delildir!” denildi. (Musa, kendine Alemlerin Rabbisi tarafından verilen Peygamberliği –ve onun da beraberinde getirdiği ‘mucizeler gösterebilme yetisi’ni Firavun’a söylediği ve İsraililer’in Mısır’dan özgür çıkışları için izin istediği zaman, Firavun buna inanmamıştı.) F i r a v u n M u s a’ya, “İddianın doğruluğunu ispat edecek delille geldiğinde ve sözün doğru ne, bunu bize göster!” dedi. Musa, “Ben sana apaçık delil ve harikalar getirmişsem, iman eder misin?” diye sorduğunda, Firavun, “Sözün doğru ise, bu delil ve mucizeni göster!” dedi. Bunun üzerine Musa, asa’sını yere bırakınca, (o) derhal bir y ı l a n şekline girdi. (Bu olay için) ayette su’ban tabiri kullanılmaktadır ki, ‘iri ve uzun erkek yılan’ manasına gelir. Yılan, ağzını açmış olduğu halde, alt çene kemiğini yere, üst çenesini de Firavun sarayının ta tepesine koydu. Bundan sonra kapmak maksadıyla Firavun’un üzerine yürüdü. Firavun korku ile yerinden sıçradı ve altına kaçırdı. Firavun, “Yılanı tut, sana iman edeceğim ve İsrail oğullarını da seninle birlikte göndereceğim!” dedi. Musa, Firavun’un bu vadi üzerine onu yakaladı, yılan eskisi gibi asa oldu. Bundan sonra elini koltuğunun altından çıkardı ve bembeyaz olarak gösterdi. (Musa’ya hala inanmayan ve ondan intikam almak isteyen Firavun; Sabur, Aber, Huthut ve Musaffa adlı başkanları da dahil, toplam on beş bin sihirbazla Musa’ya meydan okudu ve musabaka için büyük meydanda toplandılar.) Sihirbazlar Musa’ya, “ (İlk kez) Sen mi asa’nı yere atacaksın, biz mi ip ve asa’larınızı yere bırakacağız?” diye sordular. Musa, “İlk önce siz atınız!” dedi. Onlar ip ve asa’larını yere attıklarında, büyülerinin tesiriyle (onları) Musa’ya koşuyor gibi göründüler. Büyülerinin ilk tesiriyle, Musa’nın, Firavun’un ve ve bundan sonra bütün halkın gözlerini kamaştırıp aldılar. Onların yere attıkları dayak ve ip’ler, y ı l a n şekline girerek vadiyi doldurmuş bulunuyor ve birbiri üzerine binmiş bir halde, dağlar gibi gözüküyordu. Bunun üzerine Musa, kendi nefsinde bir korku duydu (ve kendi kendine): “Tanrı adına and içerek, ellerindeki dayakların yılan şeklini almış olduğunu söyleyebilirim, benim asam da ancak yılan şekline girer!” dedi veya kalbinde, korku ifade eden buna benzer şeyler söyledi. Yüce Tanrı Musa’ya, “Korkma, senin üstün geleceğin şüphesizdir, sağ elindeki asa’yı yere at!” diye emretti. O da attı. Asa derhal ejderha bir yılan’a dönerek, Firavun’un ve halkın gözüne yılan olarak gözüken ip ve asa’ları bir bir toplayıp yutmaya başladı. Bir az sonra koskoca vadide hiç bir şey kalmamıştı. Musa bundan sonra yılan’ı eline alır almaz o eski asa şeklini aldı. Bunun üzerine tüm sihirbazlar yere kapanarak Musa’ya biat ettiler. Bundan sonra, Arap, Fars ve Müslümanlık tarihini incelemeye ve ayrıntılarını bize vermeye çalışan Taberi, ilerki ciltlerinde bize y ı l a n konusunda şunları sunuyor: (Cilt:3, sa.: 1006) “...Abdül’Uzza bin İmri ül Kays, Haris bin Mariye-el-Gassani’ye at’lar hediye etmiş ve kendisi de ziyaret (etmek) üzere, onun katına gelmişti. Hükümdar hem at’ları ve hem Haris’i beğendi, onun sözleri de hoşuna gitti. Bundan önce Hükümdar bir oğlunu Kelb Kabilesi’nden Abdi Vüdd oğullarına mensup Ben Hamim bin Avf’lardan olan bir süt anası’nın terbiyesine vermiş, fakat orada y ı l a n sokmuştu. Hükümdar, bu işin kasten yapıldığı fikrine kapılmıştı. “ (Cilt:4, sa.: 78-79) “...Kıpti’lerden bir marangoz Mekke’de yaşıyordu. Marangoz Kabe’yi onarmak için gereken bazı hazırlıkları tamamladı, Kabe’ye bir şekil verdi. Bir y ı l a n, Kabe içindeki kuıyudan çıkarak Kabe’nin duvarı üzerine binerdi. Kabe’ye armağan edilen ve sadaka olarak sunulane her şey, her nesne, bu kuyunun içinde saklanırdı. Onlaar bu yılan’dan korkarlardı. Çünkü bu yılan, kendisine yaklaşan herkese saldırmaya ve dişleri ile ısırmaya hazırlanıyor, ağzını açıyordu. Y ı l a n bir gün, itiyad ettiği gibi Kabe’nin duvarı üzerine çıkmıştı. Bu sırada Tanrı ona bir k u ş musallat etti. Bu kuş, yılan’ı kaptığı gibi alıp götürdü. Bunun üzerine Kureyş, “Tanrı’nın, Kabe’nin binasından razı olduğu ümit olunur, yanımızda uygun bir usta da var, gereken ahşabı da hazırlamışız, Tanrı bizi yılan’dan da kurtardı!” diye konuştuktan sonra, Kabe’yi yeni baştan yapmaya karar verdiler.” (İ. Ersevim, “Şamanizm”, -Henüz basılmamış eser-) “SULTANIN GÖZLERİ ---------------------------Sultanın gözleri bize bakışmanın gizini verdi El ayalarında kamyon camlarından Anadolu bozkırlarına bakan Taşra kahvelerinin duvarlarında Herkesi nazardan koruyan Bir gözü, dünya güzeli Züleyha, Bir gözü, camaltında saklanan Şahmeran.” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:78) Şahrem şahrem (yarılmak) : Parça parça, sık ve derin yarıklar halinde “BANQUO -... Bunlar da ne? Böyle kupkuru, üstleri başları acayip, yeryüzünün insanlarına hiç benzemiyorlar, ama yine yeryüzündeler. Canlı mısınız? İnsan sual sorsa yanıt verir misiniz? Her birinizin şahrem şahrem yarılmış parmağını derileşmiş dudağına götürdüğüne bakılırsa söylediklerimi anlamışa benziyorsunuz.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:9-10) Şair : Ozan, şiir yazan kişi “YENİ DÜZEN İÇİN ŞARKI ----------------------------------Adalet, koca budala, tez canlı, kaba, azarlanıyor şımarık çocuklar gibi. arayalım kurtuluşu kalabalıklarda. Dil çözülmüş: Şairler gururlanıyor ritim tutarak yaşlı şairlerin dizeleriyle, izin verilmiyor güzelliklere.” (Lionel Abrahams<1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06) “ANNE : İyi olur; masayı da bir an evvel toplamış olursun. (FATMA çıkar. ANNE ağır adımlarla METİN’in önüne gelir; durur; dikkatle bakar.) Gene edebiyat; hayal peşindesin. Sonu ne olacak bu işin? METİN : Biliyor musun ki anne, edebiyattan en çok tiksinen şairler olmuştur. Edebiyat bir sürü alışkanlıklar kurar, bugüne kadar getirir. Her yeni gelen şairse, kurtulalım artık bu alışkanlıklardan der.” (S.K. Aksal, “Oyunlar - Evin Üstündeki Bulut”, sa:16) “ON SEKİZİNCİ ŞİİR - SEKİZİNCİ DAİRE, HİLECİLER : Dante Vergilius’un ağzından sekizinci dairenin kuruluşu hakkında kısaca bilgi verdikten sonra ahret yolculuğuna devamla gördüklerini anlatmaya başlar. Geryon’un <üç vücutlu uçan canavar> sırtından indikten sonra iki şair sola yönelirler ve on hendekten birincisine kuşbakışı göz atarlar. Burada, zebanilerin uzun kırbaçlarla dövdükleri iki ayrı günahkar grubu yer almıştır.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:211) “BEN DE BREZİLYALIYDIM ------------------------------------Ben de şairdim bir zamanlar. Bir kadına bakmak yeterdi hemen gökteki yıldızlarla öbür varlıkları düşlemek için. Ama o kadar sayısızdı ki yıldızlar, gök öyle uçsuz bucaksızdı ki, şiirim kayıplara karışmıştı aralarında.” (Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap; 25-09-08) “KÜL MEZARLIĞI ----------------------IV Ateş hiç’in tanrısıdır -dedi şair- <Rilke> hiç’tir ve asla eğitimle denetlenemez ya da başka bir şeyle o her zaman ısrar eder inatla karşı çıkar.” <Capitan Elphistone, 1988> (Blanca Andreu<d.1959>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.08) “BAYRAM <Dobromir Tonev’e> Dizimi kırıp oturmadan daha, bakyollara düşmem gerekiyor yine yükseğe, hep yükseğe - doğruca göğe. Orada ağır ağır şairin kanatlarını temizleyeceğim küçücük bir fırçayla.” (Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08) “Düş Demeti --------------Ovada çiçek olsaydım Kendi tohumumu yayar mıydım arzuyla Ben olsaydım, Mevsimleri değiştirir miydim? Öten bütün kuşlar Göz kapaklarının altında uyurken. Mutlu müjdeleri taşıyan Bir şair olsaydım İlkbaharın renginden tadardın sözcükleri, Mecazın hüznünü taradıkça.” (A. Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.10) “TAVERNADA Balta boynumu vurmadan çok önce içimde ölüp giden neşeli bebekler JEAN GENET Sokaktan sokağa Ve sonra bu küçük tavernaya. Yaşlı kadın, bir bardak daha ver lütfen, Akşam karanlığı fakir şairin ödülü...” (C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25) “ ‘HOMEROS şiirlerini Latince yazmamıştır. Çünkü Yunandı. VERGILIUS da Yunanca yazmadı, çünkü Latindi.......Bugün insanlar, insanın doğuştan ş a i r olduğuna inanmaktadırlar; bunlar, gerçek şair’in anasından şair olarak doğduğuna, bilgiye filan gerek görmedn Tanrı vergisi’ne eğilimle ve Est Deus in Nobis <est Deus in nobis - Tanrı kalbimizdedir> sözleri gereğince içinden geldiği gibi yazdığına inanmıştırlar...... Şair, doğayla sanatın, sanatla doğanın karışımından oluşacaktır.... Şair namusluysa, şiirleri de öyle yazılmıştır; yazı ruhun aynasıdır, içimizdekileri dışarı döker. İşte bunun içindir ki krallar, prensler, ölçülü, iyi kişilik sahibi ve ağırbaşlı kişilerde buldukları bu olağanüstü şeyle, yani şiirle ilgilenirler, bu şiirleri yazanları severler, sayarlar, bağışlara boğarlar, başlarına yıldırımın erişemeyeceği Defne Ağacı’nın dallarından yapılmış çelenkler koyarlar. Bilirsiniz, bu kutsal ağacın dallarından, yapraklarından yapılmış çelenklere sahip olanlara kimsecikler ilişemez.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, Çev.: Hacer Güneyligil, sa:505) “ŞAİRLER <24 Temmuz 1908> Kentin dışında sessiz bir semt vardı Bataklık ve kaygan zemin üzerinde. Bütün şairler orada yaşardı, Göz süzmek hevesi her birinde. ------------Sen memnundun kendinden ve eşinden, Yarım yamalak anayasan ile, Şair farksızdır dünya ayyaşından, Anayasalar ona az gelse de!” (Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.02.05) “ŞAİRE --------Sabahın düşleridir akşamın girdabıdır Yakala sana neyi fısıldarsa Yazgı, Ve unutma: çağlar boyunca dikenle örülüdür Şairin kutsal çelengi.” (Valeri Bryusov<1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02) “Sevinç Armağanları Sevinçler vardır arınmış gökler arasında Kanat çırparak evlerine dönen kuşları hızla Yukarılara çeken! Şair gözler görsün diye gizemli, Güzel manzaralar çizen eflatun sözcüklerin Ezgileri içinde! Alacalı günbatımlarının görkemi” (Herbert Isaac Ernest Dholomo<1903-1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.10.08) “Şiir ile yoksulluk öyle uzun yıllardır yapışık ikizler olarak düşünüldü ki, size bir zamanlar şiirle hayatını kazanan bir şair tanıdığımı söylersem bana inanmakta güçlük çekeceksiniz. Ama öyledir. Yanis adında Kıbrıslı gezgin bir balad yazarıydı, döküntü bir motosikletle dolaşırdı, heybesi tek yüzü basılı büyük boy kağıtlarla doluydu. Akdeniz’in her zaman şairi bol olmuştur. Kıbrıs’ta da her köyün en azından iki şairi vardır. Bu kişisel olmaktan çok topluluğa özgü bir Tanrı vergisidir.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:349) “Şairin Paltosu <Jeffe Male’e (1946-2003)> -----------------Külleriniz savruluyor işte Arlington’daki gaziler mezarlığına bir keresinde orda bir Müttefik general Saymıştı sizi eşekleri, domuzları arasında. Şairin paltosu en son şiirinizdir sizin. Bu palto gibi bir şiir yazmak istiyorum, düğmeleri, cepleri, yaprak rengi kumaşıyla, öksürükten boğulan bir adama bir palto kadar yararlı bir şiir.” (Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06) “Rama’ya Giden Yol ------------------------- Kardeşim şairi duydun mu? Kalbini kıracak senin ve onaracak şarkısının kederiyle. Kardeşim, şairi gördün mü? Bıktım usandım tozdan dumandan ve yol uzun, ve yaşlanıyorum.” (Sam Hamill-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.09) “Ölü İsabella --------------bir yatak üzerinde yaşlı, üç kadın bürünmüşler siyah giysilere ve havlulara avludaki adamlar yüzüyor bir ineği üst üste yığılmış bağırsaklardan bir tepe istiflenmiş şiirlerin gibi senin kitaplarda ya da sahnelerde nakaratlara katılmak için daracık blujinler giymiş botsosto şairlerinin tırmanarak çıkltığı Coltrane’nin güneş gemisine bindiğin yerde” (Nizar Kabbani<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.08) “ŞAİR VE ZAMAN Şair, yücesin dağdan, Şair, alttasın bağdan, Yavaş, tezcanlı, haklı Her yerde ve her zaman...” (Mustafa Karim(d.1919)-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.04.05) “ŞİİRİN STRATEJİK DURUMU ----------------------------------------şiir barış bozandır, eğer o özünü öven kibirli biriyse, ansızın aptal bir serseri, yürekler acısı bir tip olup çıkar. o bütün çelenkleri ayaklarının ucunda soldurduğunda şair olağanüstü bi esere dönüşür savaşı kaybetse de dövüşü kazanır” (Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10) “Rugan Kundura Düşündü şair: Hay seni, bıktım bu pılı pırtıdan! Yosmalar ve tiyatrolardan, şehirayından, Gömlekler ve sokaklardan, dedikodulardan. (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı: “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “Şair ve Sihirbaz Dans ettiler gece yarılarına kadar dağın eteğinde. Şair ve sihirbaz dağın şavkında. -----------------Yazık, dedi sihirbaz, kimsenin canı masal istemiyor. (Gerry van der Linden-Erhan Gürer; “Şiir Atlası”,, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.09) “MÜZİK Sen duyuyor muydun? Yel nefes kesti. Hüzünlüydü terk edilmiş kadınlar. Ölmezlik düşleyen şairler hepsi uyduruk suçları ballandırdılar.” (Pavel Matev <1924-2006>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.04.06) “ŞAİR İŞÇİDİR Bağırırlar şaire: ‘Bir de torna tezgahı başında göreydik seni. Şiir de ne? Boş iş. Çalışmak, harcınız değil demek ki...’ ” (Vladimir Mayakovski<1983-1930>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:94) “KALBİMİ YARALADI YABANCILIK -----------------------------------------------Mısralarında keramet arayan, memleketinize gelen Şairde, aramayın kehanet. Ey adını sakındığım kardeşim, sana Selamımı armağan ediyorum, bereketli yağmurlar yolluyorum sana” (Abdullah Mecid en-Nueymi, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:80) “Şairin İflası --------------arayıp bulmak için buzdan evlerimizi, gün boyu süren hüzünlere karışmış sözcükler vardısürülmüşlük soğuk duygularla güneş görmez yerlerine can çekişen bir ülkenin, sözcükler vardı boğazımızda düğümlenen hiç söyleyemedik onları” (Mxolisi Nyezwa<d.1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.05) “ŞAİR ÖLDÜ <Behçet Necatigil’e> Dün ay büyürken yazdığım kar şiiri süsledi yoksul evlerini Bugün şair öldü dediler sevincin kundağı ıssız kaldı” (M.R. Şirin, “rüya saati”, sa:53) ŞAİR DOĞARKEN <Miryana Başeva’ya> Şair doğarken gıcırtılı kapısını aralar gökler ve Tanrı eşiğine diz çöker -----------------------Şair doğarken cellatlara da gün doğar. -----------------------Şair doğarken gönül çanları uyandırır çocukları, bayramsı giysilerle neşeyle koşuşurlar; ------------------------Şair doğarken sadece analar ağlar, alaca karanlığı başlarına atınıp irkilerek boş beşiğe bakarlar, çünkü kendileri için bir şey doğurmaz onlar şair doğururken.” (Stefan Tsanev<d.1936>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.01.05) “Oğlunu bulamıyordu bir türlü. Kalabalıkta gözünden kaçırmıştı. İhtiyar Bartholoomew ister istemez ambardan ayrıldı, ucu açık purosunu yakıp odasına dönerken mırıldanıyordu kendi kendine: ‘Kızkardeşim kırlangıç! Ah kırlangıç kardeşim! Nasıl taşabiliyor baharla yüreğin?’ ‘Benim yüreğim nasıl baharla taşabiliyor asıl?’ dedi yüksek sesle, kitaplığın önünde durarak. Kitaplar: ölümsüz ruhları yaşatan biricik özsu. Şairler: insan soyunun yasa koyucuları.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:102-3) Şaka bir yana; Şakanın sırası mı : Ciddi olarak, gerçek şu ki “Şaka bir yana bir Japon’a da görür görmez hemen, ‘İşte Japon’ diyebilirsiniz. Yolculuklarında Pan Am - British Airways, Air France gibi işletmelerin uçaklarına gerçek deri bavullarla, üstelik çok sayıda bavulla binen Japonlar dikkati çekiyordu. Bana da bu denli çok sayıda bavula ödenen ücreti hesaplamak düşüyordu.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:31) “... Ee, ne var ne yok? Karın nasıl? Çocuklar ne alemde? (Dişlerini göstererek sırıttı.) Bir boş zaman olsa da ziyaretinize gelsem diyorum, ama nerde... Kafayı çekmekten zaman mı kalıyor? -Hadi, hadi, bırak zırvayı! Şakanın sırası mı şimdi, şeytan herif!” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:64) “-Ne bakıyorsun yaşıma? Ben erkeğim oğlum! -Ne zamandanberi? -Anamdan doğduım doğalı, hem ben... -Peki peki, gülün ne çiçek olduğunu biliriz. Şaka bi yana, karı bildiğin gibi değil, adamakıllı hızlı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:261) “KIZ -... Yeter, ben o yabancı beye karşı iyi davranıyorum. Bunu gösterebilirim herhalde? LISETTE - Size onun gibi bir damat bulsa, babanızla korkunç kavga edersiniz ama? Hem de, şaka bir yana, kim bilir ne yapıyor. Yazık, birkaç yaş daha büyük değilsiniz: Belki kısa zamanda olurdu.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:46) “ ‘Mükemmel, çok yakışmış. Kalıptan çıkmış gibi,’ diyor teyzesi. ‘İnsan genç olunca sihirbazlığa gerek yok! Fakat şimdi şaka bir yana: Elbise üzerine çok güzel oturmuş, seni yeniden tanımak neredeyse olanaksız; ne kadar da güzel bir vücudun olduğu ancak şimdi fark ediliyor.’ ” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:61) Şaka değil; Şakası yok (bu işin); Şakaya gelmez : Çok ciddi, hafife almayın “Çocuğun hücresinde kalanlardan biri o gece onunla konuştu. ‘Hazırlıklı ol evlat, şakası yoktur. Kendine bir şeyler tedarik et.’ ‘Ne gibi?’ ‘Musluk kulbunu söküp içindeki demiri asfalta sürterek bir şiş yapabilirsin kendine. Veya iki dolara çok iyi bir şiş satabilirim sana.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:51) “Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor. -Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak Şaka değil, ta Krasnıy Prud’dan Kaluga kapısına kadar yaya geldim.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16) “PANTALONE - Bir arkadaşın muzipliği mi dedin? Şakası yok bu işin. Seni evime alamam artık, kapımdan içeri bir adım bile atamazsın. Şimdiden tezi yok, hemen yola çık.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:134) Şaka maka : ‘Şaka filan değil’ bağlamında bir tekerleme “ ‘Hem İstanbul’dayız, hem değil gibi. Bir de onun sık sık yurtdışına çıkmak durumunda olması, ilişkiye soluk alma payı bırakıyor. Kaygılısın biliyorum, ama iyiyiz biz, gerçekten iyiyiz. Şaka maka üç yılı geçtik, epey fırtına bora atlattık, artık derede boğulmayız. Ancak okyanus ayırır bizi.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443) Şakaya gelmemek : Tahmin edildiğinden çok daha ciddi, önceden planlandığı gibi çıkmamak “İsviçreli kaygılıydı, öyle ki Maria gidip ailesini görmek için ısrar edince, iki uçak bileti alıp onunla eve gitmeye karar verdi , her şeyi kırk sekiz saatte halledip tasarladıkları gibi bir sonraki hafta Avrupa’ya uçabilmeleri koşuluyla. Maria yarım yamalak gülümserken, bütün bunların imzaladığı belge yüzünden başına geldiğini, adam ayartmanın, duyguların ve sözleşmelerin şakaya gelmediğini anlamaya başlamıştı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37) Şakaya vurmak; Şaka yollu : Ciddi ciddi konuşurken, ortalığı yumuşatmak için konuşmayı şakaya döndürmek; Ciddi ve olumsuz söylenecek şeyleri, sanki şakaymış gibi iletmeye çalışmak ama yine de mesajı vermek “MİSAFİR HANIM : (Dayanamaz, duyduğunu belli eder.) Tebrik ederim. Tebrik ederim. (Şakaya vurarak.) Duydum, duydum. Duymadım zannetmeyin. NAHİDE HANIM : Aman, elalemin işi yok, olmayacak şeyler üzerinde ne kadar duruyorlar, şaşıyorum. Eskiden beri böyle bir şeyi düşünüyorduk. MİSAFİR HANIM : Kısmet şimdiymiş.” (S.K. Aksal, “Oyunlar – Şakacı”, sa:100) “ ‘Peki Bayram... Bayram Kara. Şimdilik tamam. Haydi güle güle... Ay başında bekliyoruz seni...’ ‘Sağ olun beyim... Deral gelecem, deral...’ Ahmet Bey, şakaya vurarak: ‘Caymak yok ha!’ dedi.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:202) “-Güzel. Henri, Robert’e tokat att. Sonra? -Sonra, dedi Lulu. Henri’yi balkona kapattım, çok gülünç bir şeydi bu. Sırtında pijaması vardı, cama vuruyordu, ama kırmaya cesaret edemiyordu, çünkü cimridir. Ben onun yerinde olsam, ellerim kan içinde de kalsa her şeyi kırar dökerdim. Sonra Texierler geldiler. Camın öteki tarafından Henri bana gülümsüyordu, işi şakaya vurur gibi görünüyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Hayatlar II”, sa:117) “ ‘Whatley’e şaka yollu, annesinin Stowe Ödülü’nü 1995 yılı Avustralya yılı ilan edildiği için aldığını öğrenince bayağı üzüldüğünü söyler. ‘Ne istiyor ki?’ diye bağırır Wheatley. ‘En iyi olmayı,’ diye yanıtlar John. ‘Jürinin bütün içtenliğiyle onu en iyi yazar seçmesini isterdi. En iyi Avustralyalı yazar, en iyi Avustralyalı kadın yazar falan değil, en iyi yazar.’ ” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:17) “Üniversitede ders vermekten mutluydu, radyoda konuşmaktan mutluydu. Avukatlık mesleği hoşuna gitmiyor değildi..... ‘Ben avukat değilim, bir savunma uzmanıyım!’ diyordu şaka yollu; daima külyutmaz bir uzmanın o hafif tiksintiyle eline aldığı koca kitaplarda yorumlanan, insandışı yasaların hüküm sürdüğü bir dünyada kendini bir hain, bir beşinci kol, iyi kalpli bir gerilla savaşçısı gibi görerek -belli bir kendini beğenmişliği de yok değildi-, bile bile ve bütün kalbiyle yasa tanımazlardan yana çıkıyordu.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:152) “Salonda onları Marya Kirilovna karşıladı ve kızın güzelliği yaşlı kurdun başını döndürdü. Troyekurov, konuğunu genç kızın yanına oturttu. Onun varlığı Prens’i canlandırmış, neşelendirmişti. Anlattığı meraklı hikayelerle de birkaç kez kızın ilgisini çekebildi. Yemekten sonra atlı bir gezinti önerdi Kirila Petroviç. Fakat Prens, kadife çzmelerini öne sürerek ve damla hastalığından şaka yollu yakınarak bağışlanmasını diledi.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:87) “Anlıyorum, dedi Pereira, ben de gördüm boş gazeteleri, ama daha Lisboa’nın başına gelmedi böylesi. Şimdilik gelmedi, diye yanıtladı Doktor Cardoso şaka yollu, birleşik ruhlarınızın başına geçecek üstün ben’e bağlı.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:102) “ ‘Öyle sanıyorum ki sevgili eniştem sonunda bana iltifat etmek istiyor,’ diyerek ona şaka yollu yanıt vermeye çalışıyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:63) “Yeni evlilerin ardından kapıyı yavaşça kapattılar. Bu yakın ve gerdeğe giden beraberlik üzerine hiç kimse yakışıksız ve temiz olmaktan uzak, şaka yollu bir şey söylemedi, çünkü olağanüstü bir saygı duygusu, kendi yazgılarına karşı bir şey yapamayan bu insanların, başkalarına bir avuç mutluluk verebilecek duruma gelmesiyle, hepsinin üstüne suskunluğun kanatlarını germişti.” (S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193) Şakımak : Şarkı söylemek, şiir okumak, heyecanlı heyecanlı şen şakrak konuşmak “Enine boyuna şakırım Karın buzun ölçüsünce Karlı dağlar çiçeklenir Benim sesim ünleyince.” “Nedir duyduğum ses kapı önünde? Köprünün üstünde o şakıyan kim? Bırakınız girsin sesler içeri, Yankılar duyulsun divanhanede.” (J.W. von Goethe<1802-1885>, “Seçme Şiirler”, sa:41;157) “Kendine gel, sus da ‘Söyle’ <sözünün> padişahı söylesin; böyle bir gülün karşısında bülbüllük taslama. Bu gül, kendisi coşmuş köpürerek şakıyan bir güldür; a bülbül, dili terk et de kulak kesil.” (Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:158) “Nereye gittiğini pek bilmiyordu. Sefil evlerin labirentinde dolanıp durduğunu hayal meyal hatırkıyordu..... Belgrade Square’e ulaştığında gökyüzü soluk bir renge bürünmüş ve kuşlar bahçelerde şakımaya başlamıştı.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:24) Şakır şakır (Kan akmak; Para saymak, yağmak, Yağmur yağmak) : Cepteki hazır parayı hemen vermek; Bol bol “Şakır şakır yağan yağmurun altında istasyondan buralara kadar yürüyüp katibin önüne sırsıklam, suçlu bir insan gibi çıkmış olduğumu unutmaya çalıştım. ‘Yolu biliyordum bereket, yoksa halim nice olurdu’ diye içimden tekrarlaya tekrarlaya oda istediğimde, katip, ‘Talihiniz var beyim,’ demişti, ‘böylesine yağmur yapmamış olsaydı, bu sabahtan komple olurdu burası!’ ” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:9) “Biraz bekledim, bu anın zevkini çıkardım, sonra Mehmet’in burnunun üstüne bir yumruk patlattım. Elini bile kaldırmamış, hiç sakınmamıştı. Burnu kanamaya başladı, Şakır şakır kan akıyordu. Cebimden bir mendil çıkarıp verdim, ‘Hadi sil şunları bakalım!’ dedim, ‘şimdi ödeştik.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:83) “Adam söze karıştı: -Bayım, sesini kes! Benim karım maskara değil. Burada misafir olduğunu unutma, dedi. Ben de cevabı yapıştırdım: -Parasıyla değil mi? Size şakır şakır para sayacağım. İsterseniz şimdi çeker giderim.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:375) “Ve Peder Santa Helenai alnındaki kızılımtrak seyrek saçlarını neredeyse sırılsıklam edecek kadar şakır şakır terleyerek, tombul elleriyle, daha da kırmızı, daha da yusyuvarlak bir halde büyük mihrabın önüne gelince, konuşmaya başlayıp çok güzel şeyler söyledi.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29) “Bu yepyeni, şakır şakır yağmur tadı, kuruyan kabuklar için iyiydi. Yıldırım, ağaçların tepesinde asılı kalmaktan korkuyordu; her şimşekte, kapkara, ıslak ve pırıl pırıl ortaya çıkıyordu ağaçlar. Yağmurun içine işlediği toprak, binlerce kuru yaprak ve çiçeğin kokusuna karışan acı bir koku çıkarıyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:65) Şakkadak : Ense köküne ses çıkararak bir güzel tokat aşketmek “Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Adamın mırıldana mırıldana: ‘Abdiaciz’ diye, ‘hakipayiniz’ diye bir elpençe divan durup boynunu döküşü vardı ki, insanın şakkadak ense köküne bir tokat patlatası gelirdi.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199) Şaklabanlık etmek, yapmak : Birilerini eğlendirmek, güldürmek için tuhaflıklar, palyaçoluk, dalkavukluk yapmak “...Gazete ‘Oklu Kirpi’ ismini taşıyordu ve özellikle mizah yazılarına ayrılmıştı. Josua kitabının yazarıyla Maulbronn’lu bir öğrenci arasındaki şaklabanca bir söyleşi ilk sayının en parlak yazısıydı. Yaklaşık dört hafta gibi bir süre küçük gazete manastırı heyecandan soluk soluğa bıraktı.” (Herman Hesse, “Çarklar Arasında”, sa: 116-7) “Tam o anda, önceki görüntünün garipliğini farkettim; iki serçe duvarın tepesine konmuştu. Onların neşeyle cıvıldaşmaları içime bir dinginlik getirdi. Ötekinin üstüne atlayan hep aynı kuştu. Ardarda tam on iki kez atladı. Gerçekten bir erkeklik miydi bu -bu durumda, harika bir şeydi- ya da yalnızca şaklabanlık mı?” (P. Istrati, “Mihail”, sa:177) “Bu zenci çocuğu çok seviyordu. Bütün gün boyunca onun işine koşuyor, oduna biçim vermesine yardım ediyordu. Derken akşamleyin, günün işi bittiğinde kapı eşiğine oturup ona kaval çalıyordu. İsa, onu dinleyerek günün yorgunluğunu unutuyordu; ilk yıldız belirdiğinde de hep birlikte sofraya oturuyorlar, zenci ise durmadan şaklabanlık yapıyor, Marta’ya takılıyor, bakireliğiyle alay ediyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:531) “Daha çok güvenlerini kazanmak için, onlara şaklabanlık etmeye, her gün yeni şaklabanlıklar bularak onları eğlendirmeye başladı; İbrahim özellikle onun Kazak oyununu seyretmekten pek hoşlanıyordu.” (X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:86) “Özellikle büyükannemden çok tedirgin oluyordum; bana yeterince hayran olmamasını görmek acı veriyordu içime. Louise, benim ne menem şey olduğumu anlamıştı. Kocasında eleştiremediği şarlatanlıktan dolayı beni açıkça suçluyordu; onun gözünde bir şaklaban, bir maskara, bir yalancıydım ben.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:27) Şak, şak etmek : Kayalara çarpan suların çıkardığı ses “İnsan şak, şak, kayalara çarpan suların, pıt pıt düşen damlaların sesini işitiyordu; başıboş, durup dinlenmeden atlayan, taklak atan, eğlenip oynayan..... durup durup kayalara çarpan dalgaların çıkardığı ıslığa benzer birtakım sesler, hışırtılar insanın kulaklarına kadar geliyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:332) Şakır şakır : Bolcana; Ses çıkararak (Su, özellikle nehir, yağmur); Sürekli, şiddetli ve akıcı; Çok parlak bir şekilde (kuş ötüşü) “KADIN : İçimde bir korku var. (ERKEK’in elini tutarak göğsünün üstüne bastırır.) Duymuyor musun kalbimin çarptığını? Of, kalbim çatlayacak gibi! Çatlayacak gibi kalbim. ERKEK : Evet ama neden? KADIN : Bir gün seni şırfıntının birine kaptırırım belki de diye düşünüyorum. Doğrusu o güzel evimizin, yaptıracağımız o güzel evimizin divanında, dışarda şakır şakır yağmur yağarken, yatmışsın mesela, işte o anda karşında başka bir kadının yün örmesine dayanamam.” (S.K. Aksal, “Oyunlar-Bir Odada Üç Ayna”, sa:215) Şakra : Eski Tantrik Yogilerin, insanın belkemiğinde, baştan başlayarak, midenin arkasındaki ‘Solar Pleksus’ <Güneş Sinirağı>u da içeren kuyruk sokumuna kadar omurilik boyunca sıralanmış, potansiyel ruhsal olarak varlıkları düşündükleri, ancak Yoga yaparak irade gücüyle varoluşa geçen, insanın -prensip olarak cinsel amatotal ‘Benliği’ni kontrol eden ruhsal merkezler “Carolyn Myss, Ph.D., ‘Kudret’in ve ‘Şifa’nın Yedi Kademesi adlı kitabında, insan vücudunda mevcut olan yedi şakra’nın hayat potansiyelimizi ne denli etkilediğini, derinliğine bir çalışma ile bizlere sunuyor. Bu şakra’ların yerleri ve özellikleri şunlardır: 1.: Irk şakrası (Root chakra): Vücudu takviye, dışkılama, ayaklar ve kemiklerle ilintili. Kavimsel kudret ve grup özdeşimi yaşam arzu ve dürtüsü, materyalistik dünya ve yeryüzü ile ilgili. 2.: İlişki şakrası (Relationship chakra): Cinsel organlarla, kalçalar vce pelvis ile ilintili. İlişki arzusu, haz ve seks, yaratıcılık dünyası. 3.: Kişisel kudret şakrası (Personal power chakra): Mide, adrenaller ve pankres ile ilintili. Kendi kendine ayakta durabilme, kavga ya da kaçış <fight or flight>; kişilik konuları, enerji dünyası. 4.: Duygusallık şakrası (Emotional shakra): Kalp, akciğerler, meme, timüs bezi ile ilgili. Affedebilme, empati, sevgi, yakınlık konuları. Duygular ve duygu dünyası. 5.: İrade kuvveti şakrası (Willpower shakra): Boğaz ve tiroid ile ilintili. Kudret sergileme. Fikirler dünyası. 6.: Zihin/İmgelem şakrası (Mind/Imagination shakra): Beyin, pineal-pitüiter bezlerle ilgili. İrade, içsel görüntüleyebilme ve bilgi. Akla özgü olgular. Özgörü dünyası ve ruh. 7.: Ruhsal şakra (Spiritual shakra): Büyük vücut sistemleri ve cilt ile ilintili. Sadakat, ilham, yücelme. Güvenç konuları. İnanç ve iman dünyaları.” (İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:73) “ ‘Şakralar,’ dedi Jung, bilinç merkezleridir ve bel kemiğinin alt kısmında bulunan Kundalini, Ateşli Yılan, omurilik boyunca yayılan, yukarıdakini aşağıdakilere birleştiren, veya tam tersi, duygusal bir akımdır.’ .... ’Aşağıdan başlarsak,’ dedi, ‘omurganın alt kısmı Muladhara şakrası; sonra ‘solar pleksus-güneş şebekesi, karın’:da Manipura var; bundan sonra kalpte bulunan Anahata, boğazda bulunan Vishuda geliyor. Sonra iki kaşın arasındaki nokta Ajna var. Son olarak Brahma şakrası, yani kafatasının üst kısmının şakrası bulunuyor. Bu noktalar sade ve anlattıklarım hakkında bir fikir vermek için yararlı. Şakralar bilinç merkezleridir. Aşağıda bulunanlar hayvan bilincini temsil ederler, ve Muladhara’nın daha aşağısında bile şakralar vardır.’ ”..... “ ‘Şakralar enerji merkezleridir. Yoga’nın kundalisi de fiziksel enerjinin gelişimini temnin eder.’ ” (Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:80;92) Şallak mallak (yola düşmek) : Şaşkın şaşkın (yola çıkmak) “-Boğazlaştıklarını desene şuna... -Tamam! Bakıyorum, büsbütün zırdeli hali yok! Fakat delidir, hiç belli olmaz. Dışardan göstermez de, içte alıp verir! Yahu napmalı! Bankacılardan hiç hayır yok! Değil paraları, elbisleri dağıtsa da şallak mallak yola düşse canı cehenneme diyecekleri bile şüpheli...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:193) Şalom : (İBRANİ’ce) : Selam “Zeytin ağaçları, yüklü dallarını dalgalandırarak hoş geldin diyordu ona. Üzümler parıldamaya başlamışlardı; yüklü salkımlar, yerlere eğiliyordu. Beyaz başörtülü ve kasları sımsıkı, yanık baldırlı gelip geçen kızlar onu selamlıyorlardı. Şalom! Selametle!” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:99) Şalu(o)pa : (DENİZ.) Eski devirlerde, içdenizlerde yolcu taşıyan, küçük, iki direkli gemi; onun kaptan köşkü “Türkiye’ye dönüp yeniden bir Çingene olmak isteğini haykırmak üzereydi ki, çapa büük bir şapırtıyla denize atıldı; yelkenler paldır küldür güverteye indirildi ve geminin İtalya açıklarında demirlendiğini fak etti (Düşüncelere öyle bir kaptırmıştı ki kendini, kaç gündür hiçbir şeyin farkında değildi). Kaptan hemen haber gönderip, şalupa’da kendisine eşlik edip birlikte kıyıya çıkma onurunu bahşetmesini rica etti.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:109) şam : (FAR.) akşam; şam-i garibam : matem gecesi; şam-ü seher : akşam, sabah; şame : (AR.) : Ben, bedendeki kara nokta; (FARS.): Başörtüsü; şamekeş : başına örtü örtmüş olan, şameküşa : başörtüsünü açmış olan Şaman; Şamanism : Kam; İnsanlık tarihinin ilk devirlerinde, yerleşime başlanmış kabile hayatında, Sibirya bölgesinde yaşayan Türk kabilelerinde gelişmiş ve tüm dünyaya yayılmış ilk din-inanç sistemi. Şaman, mitolojik bir kahramandır. O, herkesin hergünkü <ordiner> dünyasından kalkar, yardımcı ruhları (helping spirits) kullanarak görünüm ötesi <non-ordiner> dünyalara seyahat eder ve geri gelir. Şaman’ın prensip olarak dört türlü görevi vardır: 1) Divination <divinasyon>: Belirli soruları yanıtlamak, örneğin, topluma bir öğretmen aramak; 2) Clairvoyance <kler-voyıns> : Göze görünmeyen, fakat yakın zamanda olabilecek olayları görebilmek ve söylemek; 3) Kaybolmuş her türlü şeyleri ve kişileri bulabilmek; 4) Şifa verme: Vücudu terk etmiş ruhlarla iletişime geçerek, o iyi ruhları geri döndürerek şifa sağlamak. ŞAMANİZM’de üç düzeydeki varlıktan bahsedilir: 1) Lower World <lo’vır vörld=aşağı dünya, ölüler katmanı>; 2) Middle-World <midl vörld = yaşadığımız dünya> ve 3) Upper World : <A’pır vörld = Yukarı dünya>. Şaman bu gezileri yaparken ‘yardımcı ruhlar-helping spirits’i kullanır. Bunların temsilcisi ‘kudret hayvanı=power animal <pa’vır animal’ kullanır. Bu ‘kudret hayvanı’, şaman’ın kişisel koruyucusudur. (İ.E.) “ŞAMAN ---------‘Evet’ dedi, ‘uzun zaman önceydi. Yaşayan bir şeydi o zamanlar bu höyük. Sen, şaman, dans ettin üzerinde düşüp ölünceye kadar, bir leopar çıkıverdi küllerinden, koştu, akıtarak salyalarını, kutsal ayın altında.’ ----------Hüzünlü bakışlarını dikti üzerime. ‘Ama leoparlardır ölenler, dedi şamanların ölmesi gerektiği gibi’, çıkıverdi kırarak dalları, buzul zamanlardan çıkmıştı sanki.” (Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06) “TAVERNADA Balta boynumu vurmadan çok önce içimde ölüp giden neşeli bebekler JEAN GENET ------------------- Yaşlı kadının ardından Yükseliyor memleketimin tepeleri, O tepede Zamansız kışın karı yağıyor lapa lapa, Ötesinde tepenin Şaman evinin yalnız çatısı, Üstünde çatının İri taneli karda, çocuklar oynuyor.” (C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25) “dönüş -------sordum Calalı bir şamana denizlere gömülenler kimler her yıl okyanus yılanlarından almak için gücünüşaman sordu yetkili ölülere: yanıtladı yetkili ölüler: sessizlikten doğacaktır dil yeniden yeniden yapılacak ölüm ayinleri” (Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05) “BEN ÖLÜNCE ------------------Ben ölünce bırakın şamanlar, üfürükçüler tütsüler yaksın ruhları için vahşilerin. bırakın şarkılar söylesinler, şairler, davullarla, omuzlarında torunlarını taşıyan yaşlı-şefler dans ediyorlarken çığlık çığlığa kutsal dansını Öteki Dünya’nın (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Adhiambo (*) ------------Bir şamanım belki de ben konuşan özsuları duyan; ağaçların arkasını gören; ama kim yitirdi o doktorun kutsal güçlerini. (*) Afrika kültüründe, gün batımından sonra doğan kız çocuklarına verilen isim. (Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09) ŞAMAN’IN KOSTÜMÜ <Basılmamış ‘Şamanizm’ kitabımdan> : Prof. Dr. İsmail Ersevim Ş a m a n’ ı n G i y s i s i, dinsel bir seremoni ve kozmografi içerir; yalnızca kutsal bir varlık değil, kozmik semboller ve metafizik yolculuklar hakkında da bilgiler açıklar. Eğer yakından incelenirse, şamanik mit ve teknikleri de açıklar. Kış vakti A l t a y Ş a m a n ı kostümünü bir gömlek üzerine, yazın ise çıplak vücudu üzerine giyer. T u n g u s’lar ve A r k t i k ş a m a n l a r ise yaz kış yalın vücutları üzerine giyinirler. K u z e y d o ğ u S i b i r y a ve E s k i m o kabilelerinde, gerçek anlamında bir şaman giysisi yoktur. Şamanlar, çıplak gövdelerinde yalnızca bir kemer taşırlar. Mevcut olmayan giysi, başka kutsal bir nesne; örneğin başlık (cap), kemer, davul veya diğer tılsımlı eşya, onun yerini tutabilir. Radhu’a göre, S i y a h T a t a r l a r, S h o r’lar ve T e l e u t’ların da şamanik kostümleri yoktur. L e b e d T a t a r l a r ı ise başlarının etrafında bir kumaş parçası taşırlar ki, onsuz şamanize edemezler. Şamanın giysisi, kutsal olmayan bir çevre içinde, farklı, dinsel, mikrokosmik bir nicelik temsil eder. Giysiler bir yandan tüm sembolik sistemi içerir, diğer yandan da, birçok ruhsal ‘kudret’ler ve ‘ruh’larla adeta hamile kalmış, bir takdis ve tahsis merasimi gibidir. Bu giysi, ruhsal aleme somut, resmi bir davettir. Bir şaman adayından, rüyasında gelecekteki kostümünü nerede bulabileceğini görmesi beklenir ve kendisi onları bulmaya gider. Genellikle onları ölü bir şaman’ın ailesinden satın alır. Ücret olarak da, B i r a r t c h e n’lerde olduğu gibi, bir at verirler. Fakat kostüm, klan’ın dışına çıkamaz, zira o, tüm klana ait ruhlarla bezenmiştir. Kostüm, onu kontrol edemeyen biri tarafından giyilmemeli, yoksa tüm çevre problemler yaşar. Bugünün yazarları ve şamanik araştırıcıları, şaman kostümünü yapma ritüeli’nde, zamanla bir dejenerasyon kaydetmektedirler. Örneğin vaktiyle bir Y e n i s e ş a m a n ı giysisini kendisinin öldürdüğü bir geyikten yaparken, bugünün şamanları, onu Ruslardan satın almaktadırlar. K o s t ü m, ‘ruh’ların içinde yaşadıkları ve diğer nesnelerde hissedilebilecek aynı korku ve tedirginliği telkin eder. Giysi çok eskiyince, ormanda bir ağaca asılır. Ruhlar onu terkeder ve kendilerini yeni bir kostüme bağlarlar. Yerleşik T u n g u s l a r’da, şaman öldükten sonra onun giysileri evde muhafaza edilir. Onlara bağlı ruhlar kendilerinin varlıklarını, evde yarattıkları sarsıntılar ve hareketlerle belli ederler. G ö ç e b e T u n g u s’lar, birçok Sibirya kabilelerinin yaptıkları gibi, giysiyi, şamanın mezarının yanına koyarlar. Birçok yerlerde, o kostümle hasta bir insana servis verildiğinde eğer o hasta ölmüşse, o kostüm de ‘kirli’ sayılır. Sibirya Kostümü S. Shashkov, aşağı yukarı bir asır evvel her Sibirya şamanının klasik olarak “giysi” takımının şu ögelerden bileşik olduğunu ayrıntılarıyla yazmıştı : (1) Bir k a f t a n. Bu kaftan (caftan), mitik hayvanları simgeleyen çeşitli figür’ler ve demir disk’lerle kaplanmıştır. Kaftan’ın ortasında genellikle bir ‘güneş’ işareti ve ortasında bir açıklık, yarım ay, güneşi sembolize eder (orifice of the sun = oibunküngata) ve onun kudretine iţarettir.. W. Sieroszewski’ye göre bu açıklıktan şaman yeraltına girecektir. Demir disk’ler, şamanı özellikle kötü ruhların soluklarından korur. ‘Metal süsler’ şaman’ın dansını, içsel Saraband (ağır adımlarla yapılan bir İspanyol dansı)’a çevirir. (2) Bir m a s k e . (3) Bakır ya da demir bir h a ç . (4) B a ş l ı k. Sieroszewski, şamanın kaftanındaki metal süslerin 30-50 libre (13,5 - 27 Kgr.) olduğunu kaydeder. Bunlar paslanmazlar, zira hepsinin bir ‘ruh’u vardır. Kollar boyunca bezenmiş metaller, ‘kol kemikleri’ni temsil ederler (tabytala). Göğüs boyunca yedi küçük yaprak, ‘kaburgalar’ı (oigostimia) simgeler. Bir az daha yukarda, geniş yuvarlak disk’ler, bir ‘kadının göğüslerini, karaciğer, kalp ve diğer içsel organları’ temsil ederler. Son olarak bunlara küçük bir metal (amagat = deliliğin ruhu) da eklenir. Bu, bir adam imajı içeren bir canoe’dur. K u z e y T u n g u s l a r’da ve özellikle T r a n s b a y k a l l a r’da, iki türlü kostüm ön planda gelir. Biri, bir ö r d e k şeklindedir, diğeri ise g e y i k. Kumaş, bir ucunda, bir atın başına benzeyecek şekilde kesilmiştir. Kaftanın ardından, ortalama otuz cm. genişliğinde ve bir metre uzunluğunda kurdelalar sarkar, bunlara k u l i n (yılan) denir. Hem at ve hem de yılan, şamanın yeraltı yolculuğunda kullanılır. Shirokogoroff’a göre, T u n g u s l a r’ın demir nesneleri, örneğin ay, güneş, yıldızlar vb., Y a k u t l a r’dan ödünç alınmışlardır. Tüm bunlar, Kuzey Asya ve Sibirya şamanizm’lerinin, güneyden gelen etkilenmelerini göstermektedirler. Buryat Kostümü 18. yüzyılın ikinci yarısında, P.S. Pallas, B u r y a t şamanlarının kostümlerini şöyle tarif etmişti: “..Sonları at başları gibi biten, etrafı zillerle çevrili iki deynek; omuzlarından yere kadar uzanan, deriden yapılmış yılanlar, geyik boynuzlarını andıran, üç nokta halinde demir sorguç. N.N. Agapitou ve M.N. Khangalou, Buryat’ların giysilerinin tüm tariflerini yaptılar. (1) Bir k ü r k (ongoi); bu ‘iyi ruhlar’la yardım edilen beyaz ţaman için beyaz, ‘kötü ruhlar’la yadım edilen kara ţaman için siyah renktedir. Kürk’e, atları, kuşları vb simgeleyen metalik figürler de dahildir. (2) Vaţak şeklinde bir b a ş l ı k (Lynx). Şaman, beşinci ‘initiation’dan sonra, öne doğru eyilmiş iki boynuzlu demir bir miğfer taşımaya hak kazanır. (3) Ağaçtan veya demirden yapılı a t deyneği. Ahşaptan yapılı olanı, ilk ‘initiation’ın arefesinde kullanılır. Ağacı kayındır, kesildikten sonra kurumaz. Demirden olanı ise, ykarda da söylendiği gibi, beşinci seremoniden sonra metalleştirilir ve birçok zillerle dekore edilir. Mongolca’dan Partanen tarafından tercüme edilen “Elkitabı” (Manuel) de şöyle yazar: “..İki boynuzlu, birçok demir palet’lerle bezenmiş bir başlık. Ardında, dokuz halkalı bir demir zincir. Altında, oka benzer bir metal çıkıntı. Buna “arka kemik” denir (Vertebra - nigurasun; Tungus’larda nikima, nikama). “..Bu demir başlığın iki yanında, şakaklarda, bir versok (3,5 cm.) uzunluğunda üç demir parçası, birbirleriyle bükülüp sarılarak qolbugas (union- birleşim) teşkil ederler. İpek, pamuk, çuha ve kadife kurdelalar, ev hayvanları, sincap ve gelincik derisi pamuk kırpıntıları, yılan gibi bükülerek sarkar. Bu baş süslenmesine maiqabei (örtülem) denir. Bir buçuk karış genişliğinde, pamuktan yapılı bir bez parçası, kaftanın yakasına bir şerit olarak eklenir. Buna ‘kanat’ (dalabci veya ziber) denir. “..Buryat şamanının taşıdığı en önemli simge, iki arşın uzunluğundaki, at başına benzetilmiş uçlarıyla, kabaca yontulmuş, iki deynek a t’tır. ‘Yele’ olarak üç qolbugas eklenmiştir. Öbür ucuna da aynı zincirler bağlanarak ‘kuyruk’ teşkil edilmiştir. Bu deyneklerin ön tarafına, minyatür olarak demirden yapılı bir özengi, bir ok, bir kılıç, bir çekiç, bir balyoz, bir kayık, bir kürek, bir zıpkın-başı asılıdır. Dörtlü zincir takımına ayak ve iki baston set’ine de sorbi denir. “..K a m ç ı da, suqai çomağından yapılmış, etrafında misk sıçanı derisiyle sekiz kez sarılmıştır. Gene minyatür olarak, üç qolbugas zincir, bir balyoz, bir kılıç, bir ok, bir çivili deynek , hepsi rengarenk pamuk ve ipek ipliklerle etrafına bağlanmıştır..” A t, Orta ve Kuzey Asyalı şamanların ‘yolculuk’ çalışmalarında çok önemli bir araçtır. O l k h o n s k B u r y a t’ları, atlarla beraber yanlarında tılsımlı nesneleri (davul, seynek-at, kürk, ziller vb.) taşımak için ufak bir sandık götürürler. Bu sandıklar, genellikle güneş ve ay imajlarıyla bezenmişlerdir. Y a r o s l a v l Arçbişop’u Nil, Buryat şamanının takımında iki önemli parçanın daha bulunduğundan bahseder. Bunlardan biri, arkasında saklanabilecek kadar büyük, odundan veya metalden yapılı, ucuna kocaman bir sakal ekli, devasa bir m a s k e , yahut abagaldi; ve toli adında, üzerinde on iki hayvanın figürleri çepeçevre sıralanmış madeni bir a y n a. Bu göğüse veya arkaya, kaftana direkt olarak dikilirdi. Mamafih, Agapitov ve Khangalov’a göre, son yüzyıldanberi bu iki nesne artık kullanılmamaktadırlar. Altay Kostümü Potanin’in A l t a y şamanının kostümü tarifinden anladığımıza göre, bu kostüm, diğer Sibirya şamanlarınkinden farklı olarak daha ‘tamam’ ve ‘muhafazakar’ olarak kabul edilir. Şamanın k a f t a n’ ı, keçi ya da geyik derisinden yapılnıştır. Önüne, iki gözü ve açık çenesiyle, y ı l a n’ları temsil eden kurdelalar ve kumaş parçaları dikilmiştir. Bazan, üç yılanın kuyruğu bir başa bağlanır. Derler ki, varlıklı bir şaman, kostümünde 1,070 yılana sahip olmalıdır. Kaftan’da ayrıca, kötü ruhları korkutmak için demirden yapılı -minyatür- bir ok ve yay vardır. Göğüs kısmının ardında, hayvan derileri ve iki disk dikilidir. Yakası, siyah ve kahverengi b a y k u ş tüyleri ile saçaklanmıştır. Potanin’in kaydettiğine göre, bir şamanın yakasında, herbirinin başında kahverengi bir baykuş tüyü bulunan yedi ‘bebek’ (doll) simgesi dikiliydi. Şaman bunu, ‘yedi semavi virjin ve yedi zil’ diye adlandırarak, zilleri, o virjin’lerin ruhlarını çağıran sesler olarak algılardı. Başka yerlerde de, virjin’lerin sayısı dokuza çıkar ve bunlara “Bai Ülgen’ (En Yüce Tanrı) in Kızları” derler. Şamanın kostümüne bağlı diğer nesneler de vardır, bunların herbirinin dinsel bir anlamı bulunur. Örneğin A l t a y’larda, Erlik Khan’ın Kırallığının iki küçük, canavar simgeleri: Jutpa, siyah ya da kahverengi giysili, ve Arba (yeşil giysili) mevcuttur. Bu canavarların iki ayağı, bir kuyruğu vardır ve çeneleri açıktır. Sibiryanın en kuzey yörelerinde, m a r t ı ve k u ğ u gibi su kuşlarının imajlarına da rastlamaktayız. Bunlar, şamanın yearltı dünyasına dalmasını sembolize ederler. Çeşitli m i t i k hayvanlar, örneğin ayı, köpek ve özellikle, boynunun çevresinde bir halka olan kartal, -ki Y e n i s e şamanlarına göre ‘şahane’ (imperial) bir kuştur- şamanın bu hayvanlarka özdeşiminin kanıtıdırlar. Kostüme eklenen birçok insan c i n s e l o r g a n f i g ü r l e r i de, onu kudsallaştırır. ŞAMAN’IN MASKESİ : Özellikle Güney Amerika şamanları, ‘şamanik kudreti kazanmak’ ve ‘ektazi’ye eriţmek için s e a n s’lara girerler. Her seans yeni bir reinkarnasyon’dur ve bunlar, ya ‘koruyucu ruhlar’ın veya ‘ölmüş üstad şamanlar’ın, bitkilerin ve hayvanların dönüşleridir. Ruhların dönüşü küçük çakıl taşları halinde Şaman’ın çıngırağına veya torbasına girme yoluyla realize edilir. AVUSTURALYA ve KUZEY AMERİKA ‘da, yaşayan hayvanların , bu spiritruh’ların temsilcileri oldukları kabul edilirler. Batı AFRİKA ve Orta AMERİKA-MEKSİKA’da da hayvan tema ve maskelerine sık sık rastlanır. Y a r d ı m c ı r u h l a r’ın (helping spirits) h a y v a n olarak tanımlanmaları, Şamanik Seanslar’ın başlangıçlarında çok önemli rol oynarlar. Hayvanlar, özellikle g ö k y ü z ü ve y e r a l t ı seyahatleri (journey) için elzemdirler. O anlarda, şaman, yüksek sesle hayvanların seslerini taklid eder. Yılan’ı bir ‘yardımcı ruh’ olarak kabul etmiş bir Tungus şamanı, seans boyunca bir sürüngen (reptil) gösterisi sergiler. Chuckchee ve Eskimo şamanları kendilerini “kurt”a döndürürler. Lapp şamanları da kurtlar, ayılar, alageyik ve balık ile özdeşirler. Semang şamanı da “kaplan”a döner. Görünüşte, Şaman’ların bu hayvanların hareketlerini ve seslerini taklit etmeleri, bir “possession=sahiplik, tasarrufunda bulunma” gibi yorumlanabilir. Daha yakından bir bakış, bu sürecin “..yardımcı ruhların sahiplenmesini sahiplenme” olarak yorumlayabiliriz. Şaman, sembolik olarak kendini o hayvana döndürmektedir. (Dinlerin tarihi hakkında söylendiği gibi, kural olarak, “kim ne giyerse, o artık odur!” Şaman, bir ‘hayvana dönmekle’, yeni bir kimlik (identity) kazanmış ve dolayısıyla da kendisi bir hayvan ruhu (animal spirit) olmuş oluyor. Bu süreçler boyunca kullanılabilecek hayvan sesi, yani “hayvan lisanı” = ‘animal language’ Şaman’ın tüm Doğa ile paylaşabileceği kutsal ve mitik iletişimin ancak bir kısmını sergilemektedir. Şaman; ister ses çıkarmak ister dans etmek olsun; isterse ruhunla özdeştiği bir hayvanın maskesini takmak’la yani gizli bir lisan (secret language) veya hayvan ruhunu ‘enkarne’ etmekle, insan şeklinden fedakarlık edebileceğini, yani ö l e b i l e c e ğ i n i göstermiţ oluyor. Mağara devri zamanlarındanberi biliyoruz ki h a y v a n l a r, insan ruhunun kuvvetlendirici sembolleri olarak belirlenmişlerdir ve bu beraberlik, ölümün ötesine kadar uzanır. Bir ‘hayvan’, Şaman’ın “başlangıç üstad”ını veya “cetlerini” sembolize edebilir. Hemen her daim, bir hayvan, bir “neophyte”= acemi, çırak, dine yeni girmiş müridi sırtında yeraltı dünyasına taşır veya onu çenesinde, dişleri arasında korur, yutarak öldürür veyeniden dünyayagetirir. Bu insan-hayvan beraberliği, mitikal devirlerdeki (in illo tempore) bugünkü ayrılığın mevcut olmadığı devirlerin birlik beraberliğin temsilcisidir. Şaman, gerçek bir şaman olabilmek için, TUNGUS şamanlarında olduğu gibi, Doğa’nın tüm dillerini anlamalıdır. SUMATRA şamanlarında ü s t a d, çırağın kulağına bir bambu ile ruhların sesini duyuracak anahtarı üfler. ‘Gizli lisan’ genellikle ‘hayvan lisanı’ olup,çoğu zaman hayvanların natürel olarak çıkardıkları seslerden ibarettir. Bir önceki bölümde, ayrıntılarıyla yazdığımız üzere, S i b i r y a Ş a m a n l a r ı’nın dış görünüş, giysi takımı şu ögelerden teşekkül etmiştir: (1) Mitolojik hayvanları temsil eden figür’ler ve demir disk’lerle bezenmiş bir k a f t a n. (2) Bir m a s k e . TADİBEİ SAMOYED Şamanları, gözlerini ve hemen hemen yüzlerinin tümünü kapayan bir bez taşırlar. Gaye: ruhsal dünyaya kendi ışıklarıyla girmek. (3) Demir veya bakır bir h a ç. (4) Şaman’ın başlıca ögesi sayılabilecek bir b a ş l ı k. Bu, BURYAT Şamanlarında özellikle belirlidir. İki yanında boynuzlar ve 9 halkalı bir demir zincir mevcuttur. Bu zincirlere ipek, pamuk, kadife ve benzeri sembolik materyal bağlıdır (Türbelere adak adanırken bağlanan bezler gibi). TUNGUS’ların taktıkları gök ve yıldız işaretleri YAKUT’lardan, yılan ise BURYAT ve TÜRK’lerden alınmıştır. Daha önceden de yazıldığı gibi, Yaroslavl’ın Başpiskoposu NİL, BURYAT Şamanlarının kullandıkları, arkalarında saklanabilinecek büyüklükte a b a g a l d e i denilen odundan veya metalden yapılmış bir maskeden bahseder. Buna, upuzun bir sakal da eklenmiştir. Bir de, t a l i denilen maden bir ayna. Üzerinde on iki hayvanın resmi işlenmiş. Son yüzyıldanberi bunlar artık kullanılmaz olmuşlar. Maske, genellikle, S i b i r y a ve K u z e y A s y a şamanlarında kullanılmaz. SHIROKOGOROFF yalnızca bir TUNGUS şamanının, içinde özel bir malu spirit taşıyan temsilci bir maske giydiğinden bahseder. Yoksa, genellikle CHUCKCHEE, KORYAK, KAMCHADAL, YUKAGIR ve YAKUT Şamanlarında maske gerçek bir rol oynamaz. Chuckchee’lerde tek tük, zaman zaman, çocukları korkutmak için kullanılır. Yukagir’lerde, cenaze törenlerinde, ölmüş cetlerin tanımlanmalarını engellemek için , Eskimo’larda özellikle Alaska Eskimo’ları özel törenlerde maske kullanırlar. Bunlara karşılık, A s y a ‘nın güneyindeki kabilelerde, özellikle KARA TATAR şamanlarında, TOMSK Tatarlarında, kayın ağacından yapılmış, sincap kuyruğundan bezenmiş bıyık ve kaşlarla donanmış maskeler kullanılır. Cenaze törenlerinde Şaman, ölülerin ruhlarını ‘Gölgeliklerin Kıraliyetine’ götürmeye hazırlanırlarken, ruhlar tarafından tanınmamaları için, yüzlerini s ü e t bir maske ile kaplarlar. Aynı şey, a y ı ö l d ü r m e m e r a s i m l e r i’nde de yapılır. İlkel Kabilelerde yüz, yağlarla maskelenir. Çoğu kez, maskeler, ölü ruhların enkarnasyonunu temsil eder. Birçok yerlerde de , maskeler, gizli cemiyetlerin ve ‘c e t k ü l t’ linin temsilcileridirler. Birçok antropologlar bunları, kadın dominasyonu’na karşı bir reaksiyon olarak yorumlarlar. Şamanların maske taşımamaları, bizleri pek şaşırtmamalı. HARVA’ya göre, şamanın elbisesinin kendisi bir maske’dir ve orijinini bir maske’den almıştır. Şamanlığın Sibirya’dan ziyade Doğu’da başladığını iddia edenler, maskelerin Kuzey’de gitgide kaybolduğunu ve Güney Asya’da daha çok varolduğunu bir kanıt olarak sunmak isterler. Mircea ELIADE’a göre, Kuzey Asya ve Arktik Şamanizminde, kostüm ve maske, farklı olarak değerlendirilmişlerdir. SAMOYED’ler arasında maske’nin, ‘konsantrasyon’a yardım ettiğine inanılır. Şaman’ın yüz ve gözünü saran bezlerden daha önce de bahsetmiştik. GOLDI ve SOYOT Şamanlarında, maske, hemen hemen tüm yüzü kapsar. ELIADE’a göre, m a s k e (veya k o s t ü m), mitik önemli kişilerin, örneğin atalar, kutsal hayvanlar, hatta TANRI’nın temsilcisidirler. KOSTÜM, Şaman’ın, yukarıda bahsettiğimiz “insanüstü bir varlığa dönüşünde” (transformasyon) çok önemli bir rol oynar. Aynı şekilde “ölü adamın hayata döndürülüşünde, iskelet olmada” , “kuş gibi uçmada”, ve özellikle menstruasyon zamanlarında çok korkulan, şeytan veya kötü ruhları simgeleyen k a d ı n’a karşı korunmada, önemli bir rol oynayan, seremonyal, simgesel bir siperi saikadır. Ben, hiç bir yerde, bir kadının maske taktığını görmedim, duymadım veya okumadım. ŞAMANIN DAVULU : Ş a m a n ı n d a v u l u, şamanik seremonilerin en önemli ögesidir. Onun sembolizmi gerçekten karışıktır ve tılsımlı fonksiyonları ise çok ve çeşitlidir. D a v u l, ister şamanı ‘Dünya Ortası’na götürsün, isterse onu ‘havada uçursun’ ya da kötü ruhları toplayıp onları muhafaza etsin, şamanik bir seans’ın onsuz yapılabileceği düşünülemez bile. Hiç olmazsa davul, şaman’ın, konsantrasyonunu kontrol edebilmesinde ve yolculuğuna çıkacağı ruhsal alemle temas kurmada çok önemli bir rol oynar. Geleceğin şamanının ‘Dünyanın Merkezi’ ne yolculuk edip Kozmik Ağacın tepesinde oturma ve Evrensel Tanrı’ya ulaşabilmesi için, ‘başlangıç’ (initiation) rüyalarını görmesi gerektiğini hatırlatalım. En Büyük Ulu Tanrı, Kozmik Ağacın bir dalını mahsus düşürerek şamanın davuluna bağa yapmasına yardım eder. Bu sembolizmin anlamı, Dünya Ağacının, ‘axis’ yoluyla Dünya Merkezine bağlanması, yani g ö k ve y e r’in birbiriyle iletişimde bulunmasından da değer kazanır. Davulun bağa’sının Kozmik Ağaç’tan kopan bir daldan yapılması nedeniyle, şamanlar, ağacım çevresine ve özellikle Dünyanın Merkezine yansıtılmışlardır. Böylece şaman, kolayca semaya yükselebilir. Bu ışığın altında, şamanın davulu, Şamanik Ağaca kolayca asimile edilebilir, ve, ister ‘kayın ağacına tırmanıyor’, ister ‘davulunu çalıyor’ deyin, ş a m a n, Dünya Ağacına yaklaşır ve sonra da göğe yükselir. S i b i r y a Ş a m a n l a r ı’nın Hayat Ağacı’nı simgeleyen ‘kişisel’ ağaçları vardır. Bazı şamanların ‘içine dönük ağaçları’ mevcuttur, yani, ağaçların kökleri havadadır. Bunlar da, Dünya Ağacı’nın en arkaik sembolleridir. Böylece, Dünya Ağacı, Kozmik Ağaç, Şaman’ın Davulu, onun seromonileri ve özellikle ‘göğe yükseliş’ arasında muhakkak bir ilinti kurulmuş oluyor. Şaman’ın davulunun kasnağını yapmasında kullanacağı ağacı seçmesi, tamamen r u h l a r’a veya ‘insanüstü’ (transhuman) bir arzuya bağlıdır. O s t y a k - S a m o y e d şamanı eline bir balta alır, gözlerini kapar, ormana gider ve rastgele bir ağaca dokunur. Ertesi gün, onun arkadaşları gelip, onun davulu için odun alırlar. Sibirya’nın diğer ucunda, A l t a y l a r arasında, ruhlar’ın kendileri, şamanın hangi ormana gideceğini ve istenilen ağacın kat’iyetle hangi noktada bittiğini söylerler. O da, hemen asistanlarını gönderir ve davulu için odun o ağaçtan kesilir. Diğer bölgelerde şamanlar, tüm odun kıymıklarını toplarlar. Başka yerlerde de ağaca k a n veya v o d k a bağışı yapılır. Gelen adam, davulun kasnağına -her iki anlama gelebilen- ‘alkolik ruh’lar püskürterek onu şenlendirir ve hayata geçirir. Y a k u t’lar arasında en iyi seçenek, yıldırımdan yıkılmış bir ağaç bulmaktır. Tüm bu ritüalistik adetler ve alınan tedbirler gösteriyorlar ki, somut bir ağaç, insanötesi ve insanüstü bir ‘tılsımlı değerlendirme’ yolu ile, sıradan bir ağaç olmaktan çıkıp, görüntüsünün ötesinde, bir Dünya Ağacı’nı simgeleyebilmektedir. D a v u l u c a n l a n d ı r m a, çok ilginç ve etüd edilmesi gereken bir olaydır. Bir A l t a y şamanı onun üzerine bira serpiştirdiği zaman, d a v u l u n k a s n a ğ ı ‘hayata geçer’ ve şaman yoluyla, hangi ormanda, hangi ağaçta, nasıl yetiştiğini, nasıl kesildiğini ve köye nasıl getirildiğini hep hikaye eder. Şaman ondan sonra, d a v u l u n z a r ı ‘na da içki püskürtür, zar da ‘hayata geçerek’, geçmişini özetler. Gene, şamanın sesi yoluyla, hangi hayvan derisini vermişse, kendi doğumunu, çocukluğunu ve avcı tarafından vurulup yere düşünceye kadar olan hayatını hikaye eder. Tören, şamanın, onun için birçok servis verme vaadiyle sona erer. Altay kabilelerinden biri olan T u b a l a r e s’lerde, şaman, yeniden yaşama getirilen hayvanın hem sesini ve hem de davranışını taklid eder. Hem L.P. Potapov ve hem de G.Buddruss’un da gösterdikleri gibi, şamanın hayata getirdiği (re-animation) hayvan, onun kendisinin alter-ego’sudur ve aynı zamanda onun en kudretli ‘yardımcı ruhu’ (spirit-helper) dur. O, şamanın vücudunun içine girince, şaman, theriomorphic (*) ceddine döner. Bu, şamanın, ‘canlandırma’ seremonileri esnasında, davula hayat veren hayvanla neye iletişimde bulunduğunu bizlere açıklar. Filojenetik (yani tür gelişimi) anlamda, o hayvanın ontojenik (kişisel gelişim, yaşam) varlığını temsil eden ve hayvanın sesini taklid ederek şarkı söyleyen şaman, esasında, kendi kabilesinin daha yaşamın evvelindenberi var olan orijinal varlığını ve o zamanlar o varlığı temsil eden hayvanı da temsilen yeniden yaşıyor demek oluyor. Mitolojik zamanlarda, kavmin her üyesi bir hayvana dönüşebiliyordu. Böylece her üye, bu seanslar (ve davul) sayesinde, geçmişteki cedlerinin koşullarını aynen paylaşabiliyor. Bu gün, böyle mitik cedlerle yakın iletişime girebilme yeteneği yalnızca şamanların tekelindedir. <Theriomorphic : Eski Yunancada thérion = hayvan, ve, morphé = şekil demektir. Bunların bir kompozisyonu olan theriomorphic, “bir tanrı veya ulu kimse olarak, bir hayvan ya da canavar şeklini almak” anlamına gelmektedir.> Genellikle davul, o v a l biçimdedir. Derisi Ren Geyiği, Yaban Geyiği veya at derisinden yapılır. Doğu Sibirya’nın O s t r a k ve S o m a y e d’leri arasında, davulun dış düzeyinde hiç bir dizayn yoktur. J.G.Georgi’ye göre, T u n g u s davulları kuşlar, yılanlar ve diğer hayvan temsilcileriyle süslenmiştir. Shirokogoroff, T r a n s b a y k a l T u n g u s’larda, terra firma - mutlak kıyı ,-şaman denizi geçmek için davulunu da kullandığından sahil, davulda da temsil edilir- , sağda solda çeşitli antropomorfik figürler ve bir düze hayvanlar saptamıştır. Davulun merkezinde hiçbir figür boyanmuş değildir. Oradaki sekiz çift birbirlerine paralel çizgiler, dünyayı denizin üstünde tutan sekiz ayağı sembolize ederler. Y a k u t’lar arasında da davullara, insanları ve hayvanları temsil eden kırmızı ve siyah esrarengiz işaretler boyanmıştır. Y e n i s e y O s t y a k’ların davullarında da çeşitli imaj’lara rastlanır. Donner, ‘La Sibérie’ (Sibirya) ismindeki eserinde şöyle yazıyor: “Davulun ardında, odundan ve demirden yapılı dikey bir tutanak vardır. Şaman, bunu sol eliyle kavrar. Yatay olarak dizilmiş teller veya tahta saçaklar üzerine, ruhları ve çeşitli hayvanları temsil eden, şıngırtılı metal, zil ve demir imaj’lar dizilmişlerdir.” Bu tılsımlı nesnelerin herbirinin kendine özge bir sembolizmi vardır ve şamanın ektazik yolculuğu ve diğer mitik yaşantılarında önemli rol oynarlar. Davulun d e r i s i n i b o y a m a dizayn’ları, T a t a r kabileleri ve L a p p s’lar arasında çok karakteristiktirler. Lapps’lar, derinin her iki yüzünü de imaj’larla kaplarlar. Bunlar arasında Dünya Ağacı, güneş ve ay, gökkuşağı ve diğerleri sayılabilir. Kısacası, davullar, kendilerine göre bir mikrokazm, göğü yerden ayıran bir çizgi ve bazı yerlerde de yeraltında bir dünya teşkil ederler. Şamanın tırmandığı kurbanlık kayın, yani Dünya Ağacı, at, kurbanlık hayvan, şamanın yardımcı ruhları, onun evrensel yolculuğunda erişeceği güneş ve ay, Yearltı Dünyasının hakimi Erlik Khan ve Ölüler Tanrısı’nın yedi kızı ve yedi oğlu vb, şamanın yolculuğunda şu veya bu şekilde sözü geçen ağaçlar, davulda temsil edilmiţ görünürler. D a v u l; G ö k, Y e r ve Y e r a l t ı olarak üç düzeyde bir mikrokozm’u temsil ederken, aynı zamanda şamanın, ‘ne şekilde’ bir düzeyden diğer düzeye geçerek, Alt ve Üst dünyalar arasındaki ilişkiyi kurmasını da betimler. ‘Dünya Ağacı’nın yanında, şamanın tırmanarak daha yüce küre’lere yüceldiği G ö k k u ş a ğ ı ve onun bir kozmik yöreden diğerine geçmesine yardım eden k ö p r ü de bahis konusudur. Davulların resimlendirilmeleri (iconography), ektazik yolculuğun sembolizmi ile dolar taşar. Bu, Dünyanın Merkezi’ne doğru bir yolculuktur. Seans’ın başında çalan davul, ruhları çağırır ve onları davulun içinde toplar. Bunlar, yolculuğun başında alınması gereken ve beklenen şeylerdir. Bunun için Y a k u t ve B u r y a t’lar arasında davula “Şamanın Atı” denir. A l t a y davulu bir at resmi taşır, zira şamanın göğe, bir at sırtında gideceğine inanılır. Buryatlar’da da aynı şey geçerlidir. O. Manchen-Helfen’e göre, S o v y e t şamanının davuluna khamu-at denilen bir at gibi bakılır ve tam anlamıyla “şamanın atı” anlamına gelir.” Bazı M o n g o l kabileleri arasında davulun ismi “siyah erkek geyik” tir. Eğer davulun derisi erkek karaca’dan yapılı ise, K a r a g a s ve S o y o t’larda olduğu gibi, davula “Şaman’ın erkek karacası” derler. Y a k u t efsaneleri, şamanı davuluyla birlikte yedi göklerden uçarak geçtiğini söylerler. Karagas ve Soyot şamanları, “vahţi bir erkek karaca ile yolculuk ediyorum!” diye şarkı söylerler. O anda sergilenen dans, şamanın göğe ektazik gezintisini yaratır. B u r y a t’ların ‘atlar’ dedikleri at-başlıklı deynekler de, aynı sembolizme tanıklık ederler. U g r i a n şamanlarının davullarında dekorasyon yoktur. Bunlara karşılık olarak, L a p p şamanları, hatta T a t a r l a r’dan daha serbest bir şekilde davullarını süslerler. Manker, Lapp’ların sihirli davullarının geniş ölçüdeki dizayn’larını incelemiştir. Ona göre, davullara resmedilmiş mitolojik figürleri ve onların anlamlarını kavramak mümkün değildir, çoğu kez de esrarlarını korurlar. Genellikle L a p p d a v u l l a r ı, araları hatlarla belirlenmiş üç kozmik alanı temsil eder. G ö k’de, güneş ve ay, tanrılar ve -olası İskandinavya mitolojisinden etkilenerek- tanrıçalar, kuşlar (kuğu ve guguk kuşu), davul, kurbanlık hayvanlar vb. kolaylıkla ayırdedilebilirler. O r t a A l a n’da (Yer) Kozmik Ağaç, bir kaç mitik kahraman, kayıklar, şamanlar, av tanrısı, atçılar vb görülürler. Cehennem tanrıları, şamanlar ve ölüler, yılanlar, kuşlar ve diğer imaj’lar ise, A l t A l a n’ı doldururlar. Lapp şamanları davulu gaipten haber alma, kahinlik ve sevdiklerini arayıp bulma (divination) işlemlerinde kullanırlar. T ü r k kavimleri arasında buna pek rastlanmaz. T u n g u s’lar, kısmi olarak ţunu yaparlar: havaya atılan bir davul tokmağının yere düştükten sonra aldığı pozisyon, sorulan soruya bir yanıt olarak kabul edilir. K u z e y A s y a’da şamanik davulun orijini ve dağılımı; çözümden çok uzak, karışık bir problemdir. Birçok bulgular, davulun oraya Güney Asya’dan gelebilmiş olduğunu ima etmektedir. L a m a l a r’ın davulunun şekli, S i b i r y a şamanlarının olduğu kadar, C h u c k c h e e ve E s k i m o davullarının şekillerinden de etkilenmiştir. * * İ k i y ü z l ü d a v u l’un, ölü ruhları geriye çağıracağı inanca göre, Morgan Kara adlı şamanın iki yüzlü bir davulu varmış. Bu şaman, Sibirya’daki Barade kabilesinden imiţ. Onun, ‘ölü ruhları geri çağırabilme’ yeteneği, Yeraltı Dünyasının Baş Tanrısı Örlin Khan’ın gücüne gitmiş; zira, ölü ruhları muhafaza etmek, onun göreviymiş. Gücüne gidince, Örlin Khan, bunu yükseklerin en yüksek tanrısı Tengri’ye şikayet etmiş. Yüce Tanrı Tengri de şamanın kudretini sınamak istemiş. Kalkmış, bir adamın ruhunu alıp bir şişenin içine koymuş ve bir yerlerde saklamış, Şaman Kara, iki başlı davuluyla önce Alt Dünya’ya gidip ruhu aramış, bulamamış, sonra Üst Dünya’ya gezmeğe gitmiş. Görmüş ki adamın ruhu bir şişenin içinde ve Ulu Tanrı Tengri’nin başparmağı şişenin ağzını kapıyor. Şaman Kara hemen bir eşek arısına dönüşerek Tanrı Tengri’yi alnından ısırmış. Tanrı, elini alnına götürünce, şaman, adamın ruhunu şişeden aldığı gibi Orta Dünya’ya doğru yola koyulmuş. Buna son derece hiddetlenen Tanrı Tengri, hemen bir yıldırım yaratarak şamanın davulunu ortadan ikiye bölmüş. O gün bu gün şamanlar bir başlı davul kullanırlar. * S o y o t şamanlarının davullarını “khamu-at” (Şaman atı) olarak adlandırdıklarını söylemştik. A l t a y şamanları da davullarını ‘at’ simgeleriyle süslerler. İnsanbilimci L.P.Potapou’nun bir keşfi ilginçtir. Ona göre, Altay halkı davulu isimlendirirken, davulu yaparken kullandıkları derinin ait olduğu hayvanın (deve ya da benekli at) adını değil de, gerçekte at olarak kullandıkları evcil yük beygirlerinin adını kullanırlar. Bu da, davulun bir ‘taşıma’ şekli olduğunu doğrular. Davulun tekdüze ritmi iledir ki şaman, Yukarı ve Aşağı dünyalara ‘biner, gider’. Bir Soyot şiiri bunu açıkça göstermektedir: Deri kaplı davul, Karşıla istediklerimi Oradan oraya taşı beni, bulutlar gibi Alacakaranlığın ülkelerinden Ve kurşuni Gökyüzünün altında, Süpür dur rüzgar gibi, Aşarak dağların doruklarını. Davulun sesi, şamanın odaklanma aracıdır. O, bir yoğunlaşma ve çözümleme havası yaratıp, şamanın dikkatini ruhun içsel yolculuğuna yönlendirirken, onu derinlere indirerek trans’a sokar. Davulun, Dünyanın Merkezi ya da Dünya Ağacı’yla olan simgesel bağı, hiç de bilinmiyor değildir. E v e n k’ler davullarının kenarını kutsal karaçam ile, L a p p şamanları ise davullarını Kozmik Ağaç, güneş, ay ya da Gökkuşağı ile süslerlerdi. Böylece, buradaki önemli nokta şaman davulunun sadece değişmiş (altered) bilinç konumu değil, mit’sel karşılaşmaya temel oluşturan davul darbeleriyle ortaya çıkan algı değişimi’ni yaratmasıdır. S a l i s h K ı z ı l d e r i l i l e r i arasında Wolfgang G. Jilek’in yaptığı araştırmalara göre, ritmik şaman davulu, EEG – Teta Titreşim Dalgalarında özel bir titreşim üretmektedir (4-7/saniye). Bu da, rüyalar, hipnotik imgeler ve transla birleşen beyin dalgalarına eşdeğerdirler. Bu durum şaşırtıcı değildir, çünkü şamanlık m i t s e l b i ç i m d e g ö r ü l e n b i r r ü y a d ı r. Rüya görmenin ikincil kategorisinde olan biri, rüya gördüğünün farkındadır ve benzeri biçimde, şamanlıkta da, şaman, değiştirilmiş konumda bilinçlidir ve bu kapsam içinde bilinçli hareket edebilir. Şamanlar, karşılaştıkları şeyleri halüsinasyon ya da tuhaf imgelemler olarak tanımlamazlar, tersine, onları deneyimsel bir geçerlilik şeklinde ele alırlar. Bu anlamda, Ruhsal Yolculuk sırasında yaşanan şeyler, o boyutta ‘gerçek’tir. Dünyaya Yaygın Ritüel Kostümler ve Sihirli Davullar S i b i r y a Ş a m a n l a r ı’nda gördüğümüz giysiler, her tür maskeler, hayvan derileri ve kürkler, özellikle kuş tüyleri, sihirli deynekler, ziller ve davullar, hemen hemen tüm dünyada, şu veya bu şekil ve tertiplerle mevcutturlar. H. Hoffmann, B o n p a p a z l a r ı’nın kostümü ve davulu ile, S i b i r y a ş a m a n l a r ı’nınkileri arasındaki benzerlikleri gayet itina ile incelemiştir. T i b e t l i kahin-papaz’ların giysileri, diğer şeyler arasında, kartal tüyleri, geniş ipek kurdela asılı miğfer, bir kalkan ve bir mızrak içerir. V. Goloubev, Dongston’da, kazılardan bulunmuş ‘bronz davul’ları Mongol şamanlarınkileriyle kıyasladı. 1970’lerde, H.G. Quaritch (Wales), Dongston Davulu’nu ayrıntılarıyla inceledi. Wales bu davulu, tüylerle bezenmiş ve kuş taklidi yapan S e a D y a k şamanlarının ritüellerinde kullandıkları timpan ile kıyasladı ve birçok birleşik özellikler saptadı. Bugün, E n d o n e z y a şamanlarının davul çalmalarına çeşitli yorumlar verilmesine karşın, bunlar arasında en önemlisi, davulun, bazan şamanın ektazik yolculuğu ya da onun ektazik yükselişi’ni simgelediğidir. D u s u n (Borneo) büyücüsü, teadvi ‘seans’ına girdiği zaman üzerine büyülü takılar ve tüyler takar. M e n t a w e i a n (Sumatra) şamanı, tüyler ve çıngıraklar içeren seremoniyal bir kostümgiyer A f r i k a l ı büyücüler ve şifacılar, kendilerini vahşi hayvanların derileriyle kaplarlar, üzerlerini de kemikler, dişler ve benzeri nesnelerle bezerler. T r o p i k G ü n e y A m e r i k a şamanları, göreceli olarak daha ritüalistik kostüm giymelerine karşın, bazı aksesuvar takarlar, örneğin ‘çıngırak’ (maraca). Bu, su kabağından yapılı ve içinde tohumlar ve taşlar bulunan el tutanaklı, kutsal sayılan küçük bir alet olup, T u p i n a m b a’lar ona yiyecek sunarlar. Y a r u r o şamanları, seans’ları süresince, çıngraklarıyla, hürmete değer semavi ulu kişilerden ziyaretçiler davet ederler. K u z e y A m e r i k a şamanları, sembolik sayılabilecek bir seromoni kostümü kullanırlar. Bu giysi, kartal ya da diğer kuşların tüylerini, bir tür çıngırak veya davul, kaya kristalleriyle dolu küçük torbalar, taşlar ve diğer sihirli nesneler içerir. Tüylerin alındığı kartal, kutsal sayılır ve serbest bırakılır. Aksesuvarla dolu torba, şamanı hiçbir kez terketmez; şaman akşamları onu yastığının veya yatağının altında saklar. T l i n g i t’ler ve H a i d a’lar, gerçek bir seremoni giysisi kullanırlar: özel bir rob, bir battaniye ve bir şapka. Şaman, vasiyeti altında bulunduğu ruhların talimatı ile bu giysiyi düzenler. A p a c h e’lerde kuş tüylerinin yanında, şaman, dört köşeli sihirli bir ip taşır ki bu onu kötü ruhlardan koruduğu gibi, onun ilerde karşılaşacağı olayları önceden sezinlemesine yardım eder (clairvoyance). Şaman ek olarak seremoniyal bir şapka da giyer. Başka yerlerde, S a n p o i l ve N e s p e l e m’lerde olduğu gibi, kostümün sihirli kudreti, kolunun etrafına sarılmış, kırmızımsı bir kumaşa atanmıştır. K a r t a l tüyleri, tüm Kuzey Amerika kavimleri arasında yaygındır. Bu tüyler, M a i d u’larda olduğu gibi, initiation seremonilerinde şamanların deyneklerine bağlı olarak kullanılırlar. Şamanlar öldüklerinde bu tüyler onun mezarına bırakılır. Bu, şamanın ruhunun gittiği yönü işaretler. Kuzey Amerika’da, şaman, diğer başka yerlerde de olduğu gibi, bir d a v u l veya bir ç ı n g ı r a k kullanır. ‘Seromoni Davulu’nun olmadığı yerlerde, örneğin S e y l a n, G ü n e y A s y a ve Ç i n, bunlar, bir ‘gong’ ya da bir ‘deniz hayvanı kabuğu’ ile yer değiştirmiştir. Esas olan, ruhlar dünyası ile bir tür iletişim kuracak bir enstrüman’ın varolması gerektiğidir. Ruhlar Dünyası, çok geniş anlamıyla yorumlanır ve o dünya, yalnızca tanrıları, ruhları ve şeytanları içermez; aynı zamanda, ölü ced’lerin, ölülerin ve mitik hayvanların ruhlarını da kapsar. Bu “Duyularüstü Dünya’ ile temas, şaman ya da büyücünün seremoni kostümüyle toplum içine girişi ve ritüel müzik ile doruğa erişir. ‘Kutsal Kostüm’lerin sembolizmi, daha gelişmiş dinlerde de varlığını korur; örneğin Ç i n’de kurt veya ayı kürkleri; N.K. Chadwick’in ‘Poetry and Prophecy’ (Şiir ve Kehanet) eserinde yazdığı gibi (sa.:58): İ r l a n d a K a h i n i’ nin kuş tüyleri gibi. Bizler, makrokozmik sembolizm’i, eski Doğulu papaz ve hükümdarların rob’larında görürüz. Bu ‘gerçekler’ serisi, dinler tarihinde çok iyi bilinen bir ‘yasa’yı kanıtlarlar: “bir kimse, ne sergiliyorsa, o olur!” Böylece, maske taşıyanlar, maskelerin sergiledikleri mitik ced’lerdir. Bazan bu dönüşüm (transformation), küçük, fakat son derece kudretli bir nesne ile ifade edilebilir, örneğin k a r t a l t ü y ü. Mamafih, davulların ve diğer tılsımlı müzik aletlerinin kullanılışları yalnızca seans’larla sınırlanmış değillerdir. Birçok şamanlar, kendi zevkleri için davul çalar ve şarkı söylerler, fakat bu tür işlevlerin sonuçları hemen daima ayni gayelere yönelmiştir: Göğe çıkmak ya da Yeraltı ölülerini ziyaret etmek. Bu seremonilerde şaman’ın otonomi’sine neden olan müzik, ne dini ve ne de sıradan bir müzik değildir. Şurası gerçektir ki, bunlar, bir dini musikiden çok daha özgün ve canlıdır. Aynı olay, Semalara veya Yeraltına olan yolculuğu ‘özetleyen’ şamanik şarkılar için de geçerlidir. Bir zaman sonra bu tür ‘maceralar’, o yörenin folklor’una geçer ve yeni yeni tema ve karakterlerle, ağızdan ağıza dolaşan edebiyatı zenginleştirir. ŞAMANIN YARDIMCI RUHLARI : Şamanın dünyasında, ona yol gösterici, yardımcı ruhların (spirit helpers) birçok işlevleri vardır; hastalıkların kaynaklarının araştırılması, yitik canları geri getirme, göğe çıkmasında yardım etme (at ve davul nesneleri olarak da dahil), hasta ruhlarla başa çıkma vb fonksiyonları, Yardımcı ruhlar şamana, onun r ü y a’larında, g ö r ü’ (vision-vizyon)lerinde, ‘başlangıç veya atanma merasimlerinde’ (i n i t i a t i o n) ve onun isteği üzerine gelirler. Yol gösteren yardımcı ruhlar arasında ne önemlisi, çok özel olan, ‘Gardiyan – Koruyucu Ruh’ (Guardian Spirit) tur. Onun önemine binaen, bir az ayrıntı verelim. Gardiyan Ruh Her şaman (veya şaman çömezi), daha çalışmalarının başında, Hıristiyanlıktaki “koruyucu melek” (guardian angel) eşdeğeri koruyucu bir ruha sahip olmak ister ve olur. Zira, ‘Gardiyan Ruh’u olmaksızın bir şaman olmaya imkan yoktur. Ancak bu temel kudret sayesindedir ki; şaman, normal insanoğlunun varlığından ve etkinliğinden gizli ve saklı kalmış, sıradan olmayan veya ruhsal kudretlerle savaşmayı ve onların üstesinden gelmeyi başarır. Bir ‘Koruyucu Ruh’u elde etmenin en iyi yolu; açık, kırlık bir yere gitmek, dağın tepesine çıkmak ya da kuytu bir mağara veya akarsu bulmaktır. Daha ilerki sayfalarda ‘Kudret Hayvanını selamlamak’ bölümünde daha ayrıntılarıyla ve pratik olarak göreceğimiz üzere, gözünüzü kapayın, size küçüklüğünüzdenberi sevimli gelen ve yardım etmiş bir ‘hayvan’ı veya bir ‘şey’i düşünün, yahut da etrafınıza şöyle bir bakının. Ruhunuza en yakın gelen imajı seçin. K o r u y u c u R u h , genellikle bir k u d r e t h a y v a n ı (power animal)’ dır. Bu, şamanı koruduğu ve ona hizmet verdiği gibi, şamanın “diğer kimliği” ya da “alter-ego”su olur. Şaman, bilincinde olmayarak, çocukluğunda ondan zaten faydalanmıştır, yoksa erginliğe varabilmek için gereksinimi olduğu koruyucu kudrete sahip olamayacaktı. ‘Koruyucu Ruh’ bakımından, normal bir insan ile bir şaman arasındaki fark, şamanın bu ruhu “bilinç değişiklikleri” (altered states of consciousness) nde kullanabilmesidir. Şaman, ‘gardiyan ruh’unu sık sık görür ve onun fikrini sorar, yardımını ister ve onu, diğer kişilerin hastalıklarından kurtarılmalarında kullanır. K o r u y u c u (Gardiyan) R u h’a ek olarak, kudretli bir şaman, normalde, çok sayıda “y a r d ı m c ı r u h l a r” (spirit helpers) a sahiptir. Bunlar, kişisel olarak çok daha küçük kudret taşırlar, ama gerektiğinde yüzlercesi bir araya gelerek şamana gerçekten yardımda bulunurlar. Bunları toplamak yıllar sürer. Tıpkı servet gibi, kudretli olduğu oranda şaman o kadar çok yardımcı ruh’lara sahiptir. Yardımcı Ruhlar ‘Koruyucu Ruh’ ile birlikte, yardımcı ruhlar (spirit helpers), şamanın erafında bir zırh teşkil ederek, onu kötü ruhların hücumundan korurlar. Yeni şaman, her tür bitkiyi, böcekleri ve nesne’leri biriktirir, bunlar zamanla onun yardımcı ruhları olurlar. J i v a r o Şamanizminde, her şaman’ın tsentsak (tılsımlı ‘magical’ dart’lar)’lara sahip olmaları gerekir. K ö t ü – K a r a Ş a m a n l a r, bu dart’ları düşmanlarının vücutlarına göndererek onlar hasta ederler ya da mahvederler; İ y i – B e y a z Ş a m a n l a r ise, kendilerine yardım edecek tsentsak’larını yaratırlar. Böylece, tsentsak’lar kötülük yarattıkları kadar, hastalıkların şifalarında da yardımcı olurlar. Her tsentsak’ın bir ‘sıradan’, bir de ‘sıra üstü’ yönü vardır. ‘Sıradan’ yönü, onun basitçe bir nesne için, ayahuasca (yeşil tütün suyundan elde edilen bir tür halüsinojen, Güney Amerika şamanizminde çok yaygındır ve şamanın herhangi bir işleve girmeden alması hemen hemen kaidedir) şaman tarafından oluşturulmasıdır. Fakat tsentsak’ın ‘sıradan olmayan, gerçek’ etkisi, ayahuasca içince ortaya çıkar. Şaman bunu yapınca, ‘sihirli dart’lar, gizli şekillerinde olduğu gibi, “ruh yardımcıları” halinde, örneğin dev kelebek, jaguar, yılan, kuş veya maymun vb şekillerde gelerek, şamana görevini başarmasında yardım eder. Şaman b i r h a s t a y a ç a ğ r ı l d ı ğ ı z a m a n, ilk işi bir tanı koymaktır. O zaman şaman, öğleden sonraları ve akşam vakti, bazan bir iki gün sırayla, ayahuasca’sını içer. Bilinçlilik değişimini sağlayan maddeler ona, hastanın gövdesinin içini -sanki camdan bakar gibigörmesine yardım ederler. Çoğu kez hastalık, '‘sihirli dart’ların” hastanın vücuduna gönderilmeleriyle oluştuğundan; şamanın ilk işi, o dart’ları hastanın vücudundan emmektir. Bu işi gece yarısı yapar, zira, ancak karanlıkta bir şaman ‘sıra dışı’ gerçekleri algılayabilir. Bu nedenle şaman, gün batımında, yardımcı tsentsak’ını, bir ‘kudret şarkısı’nın melodisini ıslıkla çalmak suretiyle uyarır, aşağı yukarı on beş dakika sonra da, şarkısını söylemeye başlar. Şaman, emme işlevine hazır olduğunda, onun iki tsentsak’ı vardır; bunların ikisi de onun, hastanın gövdesinde gördüklerinin aynısıdır. Her ikisi de, kendilerinin ‘materiyalistik olan’ ve ‘olmayan’ yönleriyle, şaman hastasını emmeye başladığı zaman, hastayı hasta eden sihirli dart’ların ‘sıradan-olmayan’ yönünü yoketmek için ordadırlar. Şamanın dudağına en yakın tsentsak, emilen ‘hastalık’ maddesini içine tamamiyle enkorpore edebilecek yetenektedir. Mamafih, eğer emilen tsentsak onu geçerse, ikinci yardımcı ruh onu boğazda tıkar, böylece şamanın içine girip de onda da hastalık yaratması önlenmiş olur. Şaman, operasyon’unu bitirdikten sonra, ağzına aldığı materyali, hasta ailesi önünde ortaya kusar ve der: “İşte burada, Hastalığı çıkardım!” <Basılmamış: “Şamanizm” adlı eserimden : Prof. Dr. İsmail Ersevim> Şamar aşketmek, atmak, çekmek, patlatmak : Çok şiddetli tokat atmak “Yıkandıktan sonra gene sıra halinde yürüyerek, merdivenlerin altındaki kabul salonuna geliyorsunuz ve kollarınız birbirine kavuşmuş, kahvaltı zilinin çalmasını bekliyorsunuz. Her şey o zile bağlı. Zil çalıncaya kadar yerinizden bile kımıldamaya tenezzül etmeyin. Bu alanda yapılacak bir hata, kulak ardında patlayacak bir şamarla ödüllendirilirdi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:17) “Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor.” (A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117-8) “Bu kaba davranış, doktorda bir şamar yemiş etkisi bıraktı. Karısına, kendisine ne büyük bir kabalıkla davranıldığını dinginlik içinde anlatabilmesi için, birkaç dakika kendine gelmesi gerekti. Sonra, aklına uzun süre önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:36) “Genç kız bütün o gürültüyü işitince baktı. Jandarma onbaşısına: ‘Neler oluyor orada, kuzum?’ dedi. ‘Küçükhanım, genç Fabrice del Dongo, küstah Barbone’ye hatırı sayılır bir şamar yapıştıırdı da.’ ‘Nasıl! Cezaevine getirdikleri B. Del Dongo muydu?’ Jandarma onbaşısı: ‘Ah! Evet efendim, onda hiç kuşku yok,’ dedi. ‘Bu zavallı genç adamın pek soylu adı yüzünden bunca tantana yapılıyor ya. Küçükhanımın olayı bildiğini sanıyordum.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:300) “Körpe kız, körpe gelin sahipleri, sonunda bunun elinden amansız kalmışlar. Bana gelip ‘şöyle böyle’ diye ağladılar. İki şamar çektim, vay sen misin şamarlayan...” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:374) “… Böylece öğleden sonra onun yalnız başına ahırdan geldiğini gördüğüm gibi, doğruca yanına gittim ve sordum: ‘Raoul, bu ne demek oluyor? Ben size ne yaptım?’ Çocukcağız kızarıp bozardı, mahçuplaştı ve ardından soğuk bir şekilde, ‘Ailemin sözünü dinlemek zorundayım…’ dedi. Ah ve ben onun suratına bir şamar atamadım. Tahmin edebiliyorum. Muhtemelen annesi bana evlenme teklif etmesinden korktu ve onlar kim bilir hangi kontes hazretleriydi, çok parası olan… Ama öyle olsa da bir insanı paçavra gibi bir kenara atmak olur mu?... Bunu asla unutmayacağım, asla.’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:29-30) Şamar oğlanı olmak : Herkesin gelip kolayca çattığı, azarladığı ve cezalandırdığı kimse “Bu yedeksubay adayı denen yaratık, askeri rahiplere benzer, üstadım; balık deseniz değil, kuş deseniz o da değil, bir tuhaf yaratık işte. Erlere öyle bir fırça atar ki, herifi subay sanıırsınız, ama bir halt karıştırdı mı, erlerin tutukevinde bulur kendini. Altı kaval üstü Şişhane, arada kalmış zavallılardır bunlar; tam ‘k ı r m a’ dedikleri hani, astsubay mutfağından bile yemek vermezler bunlara. Er olmadıkları için erat karavanasından, subay olmadıkları için subay yemeğinden yiyemezler. Bir ara bizim bölükte tam beş yedeksubay adayı vardı; mutfaktan yemek alamadıkları için kantinden aldıkları peynirden başka bir şey yiyemiyorlardı. Ama Teğmen Wurm durumu öğrenince kantine gitmelerini de yasakladı..... Sizin anlayacağınız, şamar oğlanına döndü zavallıcıklar...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:229) “Bu açıdan bakıldığında, Altı Gün savaşının parlak bir şekilde taçlanan bir Pearl Harbor’a benzediği söylenebilir pekala. İsraillilerin etekleri zil çalarken Araplar öfkeden kuduruyor ve biz de onların şamar oğlanı oluyoruz. Savunmasız sivil nüfusa saldırmak alçaklıktır, ama küçük düşürülmüş kalabalıklardan da gönül yüceliği ve şövalyelik beklenemez.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:252) Şamata; Şamatacı, şamatacılık; Şamata çıkarmak, etmek, koparmak, yapmak : Gürültü, kavga; Gürültü etmek, yüksek sesle konuşmak “-Bilmem sen hiç ölen adam görmüş müsün? Ben çok gördüm. Fakat hiç birinin bu kadar uzun ve şamatalı bir nutuk söylediğine tanık olmadım. Can çekişen bir adamın kolunu, bacağını sallayıp bağırması...” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:54) “MEDEİA Sonra yaydı gece karanlığı yeryüzüne, bakıyordu denizde gemiciler teknelerinden Büyük Ayı’ya, Orion yıldızlarına. Gezginin de bekçinin de uyku akıyordu gözünden, gamlı bir uyku kaplamıştı çocukları ölmüş anayı, duyulmaz olmuştu artık havlamalar kentte kesilmişti şamataları erkeklerin...” (Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19) “ZENGİNLİK Bayram şamatası geçip gittiği zaman ve eriyip bittiği zaman erkek baharım... Sevincimi yıllanmış şarap bardaklarından tükettiği zaman can ahbaplarım sezdim ki canımdan koparak dilim dilim uzaklaşıp gitmekte benden gençliğim.” (Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.12.05) “Örneğin, savaş ve Amerika’nın politikasıyla ilgili görüşleriniz hemen hemen aynı ama sen üniversiteyi bıraktığın anda askere çağrılacağın için senin savaş karşıtlığın onunkinden daha ateşli ve şamatacı; sen ne zaman Johnson hükumetine verip veriştirmeye başlasan Gwyn gülümsüyor, parmaklarıyla kulaklarını tıkıyor ve senin susmanı bekliyor.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:101) Ben kazaya tanık olmadım, ama o gece oradaydım. Partide kırk,elli kişi vardı; ıkış tıkış bir Brooklyn apartmanında terleyen, içen, sıcak yaz gecesini şamataya boğan bir kalabalık.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:104) “(Gözlerini yeniden kuyruklu yıldıza çevirirler; bu sırada sivil muhafızların komutanı olan subayın sesi duyulur, hem de açık seçik.) SUBAY - Hadi evlerinize! Göreceğinizi gördünüz, bu kadarı yeter. Yok yere şamata ediyorsunuz. Bir sürü gürültü, sonu boş. Ne olursa olsun, Kadiz Kadiz’dir.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:11) “... ama kendisine daha büyük işler hazırlayan şams, kılıcın doğrultusunu değiştirdi; böylece, sol omuzuna gelen darbe, tolga diye başına oturttuğu tuhaf tolganın büyük bir kısmıyla kulağının yarısınıuçurdu sadece. Şövalyenin solundaki zırhlar eşsiz bir şamatayla yere döküldü ve zavallıyı epey kötületti.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:58) “İlyas ile kadın da rahibi izledi. İnsanlar, her yönden aynı noktaya akın ediyordu; yerden kaldırdıkları toz, soluk almayı olanaksızlaştırıyordu. En başta çocuklar, gülerek, şamata yaparak koşuyor, yaşlılarsa, ağır ağır, sessizce geliyordu.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:135-6) “Çocukların unuttuğum bir yanı, bitmek bilmeyen şamataları. Yalın bir ifadeyle, bağırıyorlar. Bağırmak sadece avazı çıktığınca konuşmak değil. Aslında bir iletişim biçimi bile değil, rakipleri bastırmanın bir yolu.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:221) “TAKLİT ---------Bırakıyorum kendimi güneşe özümseyerek onların geniz seslerini, gurultularını, ıslıklarını, tuhaf cıvıltılarını, acaba hangi adam kuş, bilemem hangi kuş adam, ama diyebilirim, işte yaşam, rastlantısal, sevindirici bir şey üstünlüğünü zekadan alan. Tembelce, keyifleniyorum şamatadan, gülümseyerek dalıyorum uykuya” (Patrick Cullinan<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet kitap, 27.06.06) “Evin girişinde eşikte bizi bekler bulduk onları. Yüzlerimizdeki sevinci, mutluluğu görünce uşağa işaret ettiler. Uşak koşup şampanya getirdi. Ben ellerimi sallamaya, karşı koymaya, şamata çıkarmaya başladım. Zoya bağırdı, zırlayarak ağladı. Büyük bir gürültü koptu, şampanyayı içemediler.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:51) “Hey gidinin serabı, ne işitilmedik cilvelerin varmış! Bütün bu şamataların nedeni, Bravida’ya gönderilen posttu, kör aslanın kanlı postuydu. Kulüte gösterilen o bayağı post bütün Taraskonluların, ardından bütün güneylilerin gönlünü çelmişti.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:138) “DOKUZ TÜR SUSKUNLUK ------------------------------------Suskunum. Özellikle konuşmak gerektiği zamanlar dışında. Oldukça şamatacıyım o zaman, aşık olur adamlar bana, Kadınlar sorarlar çay da mı kahvaltı da mı buluşalım diye.” (Finuala Dowling<d.1962>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.07.06) “Çok nazik bir dille, Pullman yataklılarına girmememi, bu vagonların devlet demiryolları şirketinden ayrı çalıştığını, üstelik yataklı yolcularının şimdiye kadar yaptığımız şamata ve silah seslerinden son derece rahatsız olduklarını anlattı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:244-5) “ ‘... Saint Pierre bir gün gelip Yaradana şikayette bulundu: ‘Yarabbi,’ dedi, ‘benim çobanım seninki gibi sakin, uslu, itaatli, uysal değil. Benimki şamatacının biri: bir koyun kaybolsa bütün köpekleri beraberinde alarak onu aramaya gidiyor ve sürüyü kurtların insafına bırakıyor; peynir biraz ekşimiş olsa, suratıma atıyor; gece kendisini ısıran bir pire yüzünden kıyametleri koparıyor ve bana uyku uyutmuyor.’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:108) “Elbette büyük bir alkış kopacak, herkes hararetle onaylayacak ve en çok şamatayı da ben yapacağım. Komutan karşınızda saygıyla eğiliyor ve: ‘O halde, hepimiz adına bu soruyu ben yöneltiyorum,’ diyor.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:57) “Hayır, tiyatrocu değildi; dış hayatı, iri iri sözleri, konuşması, şamatacılığı, dünyada tek olduğu ve ne isterse mucizeler yaratabileceği yolundaki inancı, derin iç güveninin basir içtenliğiyle çatışıyordu; tek olduğunu uydurmuyor, buna vazgeçilmez bir şekilde inanıyordu. Yanmayacağına inanarak elini ateşe sokabilirdi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:184) “Yuvalardaki civcivler o kadar fazla ses çıkarıyorlardı ki, Ademde baş beyin kalmadı. Gülümseyerek dallara baktı, yüzlerce baş, kocaman açılmış sapsarı ağızlarla basıyorlardı şamatayı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:273) “Aysel klasik müzikten çok hoşlanmasa da kocasının zevkini paylaşır görünüyordu; ama yerel tadlar da yok değildi hayatlarında. Etiler’deki gece kulüplerini dolduran eşcinsel ve travesti şarkıcıları bu incelmişliğin içine davet etmek, İrfan’da buruk ama müthiş bir doğu-batı şamatası duygusu uyandırıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:27-8) “<Balaguer> Gazcue’deki evine geldiğinde saat dokuz buçuk olmuştu.... Kirli giysileri çıkarırken olanları anlattı. Mireya’ya kardeşine telefon ettirdi. General Virgilio Garcia Trujillo’yu, Şef’in öfke krizinden haberdar etti. ‘Üzgünüm bacanak, ama sana ihtarda bulunmam gerekiyor. Yarın sabah ondan önce büroma gel.’ ‘Delik bir boru için mi bu kadar şamata, ulan!’ diye bağırdı Virgilio alaycı bir tavırla. ‘Herifin tafrasından geçilmiyor!’ ” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:380-1) “Sonuçta, bizim arkadaş grubumuz ne kulübe, ne edebiyat cemiyetine, ne siyasi partiye, ne de gizli örgüte dönüştü. Buluşmalarımız gizli bir çerçeveye bağlı kalmayan, açık, bol içkili ve bol dumanlı, şamatacı niteliklerini korudular. Hemen her zaman Murad’ın ön ayak olması sonucu buluşsak bile, aramızda hiçbir hiyerarşi yoktu. Genellikle onun köydeki eski evinin taraçasında toplanıyorduk.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:31) “Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu ve bunlardan sözederken parmakla işaret edip göstermek gerekti. Her yıl mart ayında, paçavralar içinde bir çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7) “Bir kış günü, eni konu düzgün görünümlü bir ceketimi Hindi’ye takdim ettim - insanın içini ısıtan, dizden boyuna kadar düğmeli, vatkalı, gri bir ceket. Hindi’nin bu armağanın değerini bilip, özensiz aceleciliklerini ve öğle sonrası şamatalarını azaltacağını düşünmüştüm.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:22) “Köylüler tarlalarda, çünkü tohum nemli topraktan çıkar, tıpkı malum yerden çıkan çocuk gibi, ve tohum doğarken çocuk gibi şamataya boğamasa da ortalığı, yedikçe tırmıkları kendi kendine söylenir durur, öylece devrilir kalır, parlar, kendisini yağmura bırakır, ufak ufak çiseliyor şimdi yağmur, neredeyse gözle görülemeyecek kadar belirsiz yağmur damlaları, sapan izi bozulmamış, toprak tohumları kucaklamış, koruyor onları.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:75) “Çavuşun iyi niyetle işe karışmasından cesaret alan ve bu arada merdivenlerin üzerindeki sahanlığa ulaşmış bulunan körler, öyle bir şamata kopardılar ki, çıkardıkları ses, yönünü kaybetmiş kör adama manyetik kutup görevi gördü, kandinden daha emin olarak dosdoğru ilerlemeye başladı.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:97) “Bir gün mekanik dersinde işaret sopasını kırdım. Öğretmen daha gelmemişti, biz de fırsattan yararlanarak her zamanki gibi şamata yapıyordum, kimileri fıkra anlatıyor, kimileri avuç içi oyununu oynuyorlardı -refleksleri harekete geçirmek için harika bir oyundur, çünkü avuçları aşağı doğru duran oyuncu, avuçları yukarı doğru olanın kendisine indirmeyi deneyeceği şaplaklardan kaçmaya çalışır.-” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76) “SOL/O -------yoktur daha fazla sevgi çocukların dans eden yüreklerinden solucanlardan daha neşeli biri de colombus’ın kaynayan beyninde yoktur daha güzel şarkılar tepelerin katı kayıtsızlığından, daha şamatacı çiçekler de yoktur çocuk dalgalarından başka ufacık yüreğimdeki yuvada” (Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.06.07) “HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan..... Dalıyorum eve, birkaç kaşık, bir iki parça elmas, Allah ne verdiyse, indiriyorum cebime. Sonra biraz şamata ediyorum. Enselendim mi tamam.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94) “Elena, bir saat sonra eve gelirken köşkün büyük merdiveninde, sabahleyin kendi kullandığı kağıtlara çok benzediği için dikkatini çeken bir kağıt parçası buldu. Annesi bile farkına varmadan onu yerden aldı, okudu: ‘Gitmek zorunda bulunduğu Roma’dan, üç gün sonra dönecek. Pazar kurulduğu günler, gündüz, saat ona doğru, köylülerin şamatası arasında şarkı söylenecek.’ ” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:41) “Bir öğleden sonra, havada yoğun bir tarçın kokusunun duyulduğu, ormandaki hayvanların günbatımı şamatasına başladığı saatlerde Nabila oğlunu sokak kapısının önünde buldu. Büyük adam gibi dirseklerini dizlerine dayamış oturuyordu. Nabila hafifçe omzuna dokunduğunda arkasına bile bakmadan usulca konuştu: ‘Babam nerede? Onu çağırıyorum, neden gelmiyor?’ ” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:13-4) “Bay Abraham, kocaman bir mango ağacının gölgesinde çok hoş bir çevre oluşturmuş, çocukları çevresine toplamıştı. Onlara ‘Serçelerim’ derdi. Büyük bir şamata içinde gelirler, her yanı çocukça bir sevince boğarlardı. Bahçenin her yanına kafesler kurarlardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:135) “ ‘Ben sizin aranızı bulurum. Halam sizi çok seviyor. Sizin kulübe gitmeyişinizin de bir şey değiştirmiş olacağını hiç sanmıyorum. Hazırda bulunanlar söylenenin düet olduğunu sanmışlardır zaten. Agatha Halam piyano başına geçti mi iki kişilik şamata yapar.’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:25) “Gerçekten de Londra sokaklarının tüm süprüntüleri o yanda şakalaşıp itişerek; bu yanda zar atarak, fal bakarak, dürtüşerek, birbirlerini gıdıklayıp çimdikleyerek; şurda şamatacı, burada suratsız; kiminin ağzı bir karış açık, kimi bir evin damındaki kargalar kadar saygısız; tümü cüzdanlarının ya da konumlarının elverdiği ölçüde giyinip kuşanmış; burada kürklere ve incecik yünlülere bürünmüş; şurada paçavralara sarınmış, ayakları buzdan yalnızca sarıverdikleri bir bulaşık beziyle korunmuş olarak hazır ve nazırdılar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:44) Şambaba : Aile görevlerini hiçe sayan, sorumsuz, vur patlasın çal oynasın kendi hayatını yaşayan adam, sözüm ona baba; baba otoritesi olmayan baba “Uçurtma uçuranların çocuklar ve gençler olmadığını, hemen hepsinin yetişkin kişiler olduğunu şaşkınlıkla fark etti. Ve aralarında hiç kadın olmadığını, o işi hep erkeklerin yaptığını. Gerçekten de, uçurtma uçuranların hepsi birer şambabasıydı! Çocukları yanlarında olmayan şambabaları, karılarından kaçmayı başarmış şambabaları! Metreslerine koşacak yerde, oyun oynamak için kumsala koşuyorlardı.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:19-20) Şan; Şanlı şerefli : Ün, şeref, soyluluk; Ünlü bir soylu ya da devlet adamı, halk kahramanı, çok zengin, yüksek makam sahibi “Benden selam olsun Bolu Beyine Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır Ok gıcırtısından kalkan sesinden Dağlar seda verüp seslenmelidir. Köroğlu düşer mi yine şanından Ayırır çoğunu er meydanından Kır At köpüğünden düşman kanından Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır” (Seda: Ses; Çevre:Oyalı yazma, ya da işlemeli mendil) (Köroğlu-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler IV”, sa:56) “... başkası da atından, av köpeklerinden, sonra hastalığı için hanımının yas, matem içinde olmasından söz açsın; akıl hastalığına tutulmuş olduğuna kandırsın. Eğer ne olduğunu soracak olursa, rüya gördüğünü, kendisinin şanlı şerefli bir lord’dan başka bir şey olmadığını söyleyin. Bunu yapın, hem doğal yapın efendim: eğer abartılmazsa epey eğleniriz, alanın alası bir eğlence olur.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9) Şan olmak : (Kötü) şöhreti etrafa yayılmak “Eyice talimlediler çünkü. Onun için, bu seferki hücumları korkunç olacak. Öküzü bıçaklayacaklar. Yedi köye rezil edecekler seni. İtten rezil olacaksın. Şan olacaksın. Heç elinden tutanın olmayacak.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:369 Şangur şungur kırılmak : Büyük bir gürültüyle paramparça olmak (cam) “Levha parçalanmış ve camlar şangur şungur etrafa saçılmıştı... Grazya, bir gülle patlamış da sakınmak için başını saklıyormuş gibi büzülmüş ve sinmişti. Primo öbür kanapeye sıçradı. Aynı sandalye darbesini Garibaldi’nin kafasına indirdi. Camlar, odanın her köşesine düşüyordu.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:217) “Yanıbaşımızda bir şangur şungur oldu. Sert bir hareketle viski şişesine çarpmıştı. El yordamı ile şişeyi yerde arayıp, yakalayıverdi...Boş şişeyi havada dolaştırıp, güverteden denize fırlattı.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:50) Şans eseri : Tesadüfen, talihin bir cilvesi olarak “Johanna bütün vücudu sarsılırcasına sinirli bir kahkaha kopardı. ‘Siz yalnızca gülün. Ben bunu çoktandır biliyorum. Halinden belli. Şans eseri beyimizin o tarakta bezi yok... Zavallı hanımım, benim zavallı hanımcığım.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77) “En sonunda okuyacağı kente varmıştı. Bir oda bulunmuş, bavulu boşaltılmıştı; bir süredir orada yaşayan bir hemşerisi ona kentin sokaklarında eşlik ediyordu. Şans eseri, yürüdükleri sokağın sonunda, okul kitaplarında resimlerini gördüğü ünlü yapılar çıktı karşılarına.” (F. Kafka, “mavi okyav defterleri”, sa:90) Şansı dönmek : Talihi iyi gitmemek, şansı yaver olmamak “Belki şansım döndüğü için, belki de isyan hareketi öyle gerektirdiği için, bu adanın yakınlarında gemiden atıldım. Güvertedeki gemici, ‘Remos’ diye bağırdı. Küreklere asılmamı işaret etti. Ama dehşetle titriyordum. Onlar benimle aly edip eğlenirken rüzgar çıkana kadar dalgaların üzerinde yavaş yavaş açığa sürüklendim.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:11-2) Şansı yaver gitmek : Talihi iyi gitmek, yüzüne gülmek, bahtı açık olmak Bk.: Şansı yüzüne gülmek “Birinci sınıfı geçtiğim yaz Catskills’teki Commodore Otel’de bulduğum bahçıvanlık işi çok daha iyiydi. O işi, kalifiye olmayan, şansı da yaver gitmeyen, kısacası toplumun alt tabakasındak sürünenleri işe alan, Manhattan’daki New York Eyaleti İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla bulmuştum.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:28) “Walker kendini savunulamaz bir duruma getiriyor. Born’un nerede bulunacağını bilmediği sürece, olası bir karşılaşmanın belirsizliğiyle yaşayacak, şansının yaver gideceğine, o korkunç karşılaşma anının hiç gelmeyeceğine ya da geç geleceğine, Paris’teki kalan günlerinin yeni karşılaşmaların korkusuyla zehir olmayacağına inanarak avunmuştu.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:145) “ ‘Neden başına bir şey gelecekmiş?’ ‘Çünkü tehlikeli bir noktadayım ve şansım yaver gitmeyebilir.’ ‘Peki, anlatacağın kişi neden ben oluyorum?’ ‘Çünkü sen benim en yakın arkadaşımsın. Üstelik sır tutacağını da biliyorum.’ Sachs bir an durup gözlerimin içine baktı. ‘Ağzın sıkıdır, öyle değil mi?’ ” (P. Auster, “Leviathan”, sa:208) “Boş hangarda biraz durduktan sonra zarfı göğüs cebine yerleştirdi, ceketini omuzuna attı ve dışarı, piste doğru yöneldi. Garip bir başlangıç olmuştu. Becker bunu aklından çıkarmaya çalıştı. Şansı yaver giderse, Susan ile yeniden Taş Köşk’e yapacakları gezi için yeterli zamanı olacaktı.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:48) “Kasanın elektronik çıkışının pırıldayan düğmesine doğru giderken, aralıklarla nefes alıyordu. Yine de şansının yaver gitmesi onu tazelemişti. Fakat maalesef yaver giden şansı çıkışa varamadan tükendi.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:348) “Başarıyor, şansı yaver gitti. Şimdi ayakta duruyor. Bu yaratıklar da nerede? İyisi mi hiç sağa sola bakınmamalı; birinin dikkatini çekebilir.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:229) “Doğduğu kentin sakinleri, memleketlerinin çocuğu, güzeller güzeli Maria’nın, yanında onu Avrupa’da büyük bir yıldız yapmak isteyen bir yabancıyla gelmesini şaşkınlık ve kıvançla karşıladı. Komşulardan haberi duymayan kalmadı; liseden arkadaşları da Maria’ya sordular: ‘Nasıl oldu bu?’ ‘Şansım yaver gitti.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37) “Foe odadaki cumbayı hazırlarken, ben de Cuma’yı kaldırdım. ‘Gel, Cuma bu gece yatacak bir yerimiz var’ diye fısıldadım. ‘Ve eğer şansımız yaver giderse yarın bir kez daha yemek yiyebiliriz.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:107) “Evet: Lucy bir zamanlar annesinin bedeninde ufacık bir yaratıktı yalnızca, şimdi de buradaki gibi sağlam yapılı, David’in hiç olmadığı kadar sağlam yapılı. Şansı yaver giderse uzun süre yaşayacak, David öldükten sonra da yaşayacak. David öldükten sonra, yine şansı yaver giderse, burada çiçek tarhlarının arasında her gün yaptığı işleri yapmayı sürdürecek.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:250) “TRİGORİN - Bayanlar, baylar, tombala! ARKADİNA (Sevinçli.) - Bravo! Bravo! ŞAMRAYEV - Bravo! ARKADİNA - Şansı her zaman yaver gider bu adamın. (Kalkar.) Haydi gidip bir şeyler atıştıralım şimdi.” (A. Çehov, “Martı”, sa:90) “İşte Luke böyle bir adamdı. Evlilik konusunda şansı yaver gitmemişse de, evcildi. Fakat çiftlikteki ev hayatının hiç sözünü etmiyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:201) “Oraya gidince gizlice evin çevresinde dolanıyorum, parmaklığa dayanıp bekliyorum, şansım yaver gider de küçüğü görebilirsem, ona ne elimi uzatabiliyorum, ne de öpebiliyorum.” (H. Hesse, “Knulp”, sa:40) “Burada kullanacak başka sözcük bulamıyorum. Şansı yaver gitti, talihin cilvesi, koşulların şaşırtıcı uygunluğu gibi deyişler onun başına gelenleri anlatmak için çok güçsüz görünüyorlar bana.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:18) “Bir de şansı yaver gitmiş ve o sıralar İstanbul’u ziyaret edip sadece üç beş kişiyle ilgilenen Brezilyalı bir estetik cerraha yaptırmıştı burun ameliyatını. Adam işinin ehli olmalıydı ki daha sonra ne nefes alışında, ne burun kıkırdağında hiçbir sorun çıkmamış, sargıları alındıktan sonra, birkaç hafta morluğa katlanmaktan başka bir güçlük yaşamamıştı Aysel.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25) “Tanios’un, bir masal kahramanından çok, gerçekten yaşamış biri olduğunu Cebrail sayesinde öğrendim. Kanıtları sonra, yıllar sonra ortaya çıktı. Şansım yaver gidip, gerçek belgeler elime geçince...” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:12) “Fakat, Bird’ün şansı yaver gitti; hiçbir şey olmadan dershanenin kapısından girmeyi başardı. Kaldırım, peron ve tren. En kötüsü de trendi, ama Bird boğazı tamtakır kurumuş halde titreşimlere ve başkasının kokusuna katlanmayı başarabildi.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:92-3) “Hiç ölen yok. Genç bir televizyon muhabirinin ise şansı yaver gitmiş, yanından geçerken gözü kamerasına takılan bir yaya ona, ana kraliçeninki ile tıpatıp aynı olan bir olayı ilk elden anlatmıştı, ‘Gece yarısına ramak kalmıştı,’ diye sözlerine başladı, ‘can çekişir gibi görünen büyübabam, saat kulesinin son vuruşundan biraz önce birdenbire gözlerini açtı, atacağı adımdan adeta pişman olmuş gibiydi ve ölmedi.’ ” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13-4) “Daha sonra, balonlara yapışmak yerine, bütün çabamı aşağılara inmek için harcadım; kurşun tabanlı ayakkabılar giymek gerekiyordu. Şansım yaver gittiğinde, çıplak kumlarda adlarını icat etmem gereken sualtı türlere süründüğüm oldu. Bazen de elden gelen bir şey yoktu; karşı konmaz bir hafiflik su yüzünde tutuyordu beni.” (J.- P. Sartre, “Sözcükler”, sa:46) “FREDDA - Onu yine kovarlar mı dersin? KATT- Bilmiyorum. FREDDA - Bu üzücü olurdu, değil mi? KATT- Belki şansı yaver gider. Belki kalabileceği yer vardır.” (I. von Zadow, “Katt ve Fredda’yı Ziyaret”, sa:19) “ ‘Yenilgiye uğramış mutsuz birinin bayrağının ayakları dibinde yaşamasına son vermesi ya da şansı yaver gitmeyen birinin kendisini yüzüstü bıraktıklarına inandığı dostluğa, sevgiye ve iyi yürekliliğe sırt çevirmeye kalkması, yalnızca tiyatro seyircilerini etkiler.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:118) “‘Kendine iyi bak. Eğer bilet bulabilirsem, pazartesiye Gastein ekspresi ile gelirim. İnşallah şansım yaver gider. Senin rahat ve sakin günler geçirmiş olduğunu duymak güzel. Fakat pek yakında o yaşlı atsineği sessizliğini yine rahatsız edecek. Stefan.’ ” (S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:113) Şans(ı) yüzüne gülmek : Talihli olmak, hayatının yönüne değiştirecek bir olaya tanık olmak “O kadar hevesle beklediği, ama içten içe hiç istemediği şans, birdenbire yüzüne gülüyordu Maria’nın. Bilinmeyen bir hayatın tehlikelerine ve zorluklarına nasıl göğüs gerecekti? Bütün alışkanlıklarını nasıl terk edecekti? Neden Bakire Meryem bunca uzağa gitmesine karar vermişti?” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:34-5) Şantaj : Fr.: chantage, Ing.: blackmail, Alm.: Erpressung; Bir kimseyi, gerçek veya yalan, ortaya çıktığı takdirde büyük sosyal, ekonomik ya da legal sorunlar yaratacak bir ithamla, bir çıkar elde etmek uğruna tehdit etmek “Sevgili Fritz; Haftalardır Annem de ben de senden bir haber alamadık. Bugünlerde ortadan kaybolman senin için hiç de iyi değil. Senin şu Rus maymunun, etrafa seninle ilgili yalanlar saçıp duruyor. Senin ve o Yahudi Rée’nin olduğu ve sizin dizginlerininizi elinde tuttuğu o ahlaksız fotoğrafı herkese gösteriyor ve kırbacının tadından çok hoşlandığını söyleyerek seninle dalga geçiyor. O resmi geri alman için seni uyarmıştım, hayatımız boyunca bize şantaj yapacak! Her yerde seninle alay ediyor, yanındaki o gayri meşru aşığı Rée de ona katılıyor.... Biricik ablan, Elisabeth” (I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:102) Şapa oturmak, oturtmak : Hapı yutmak, ciddi bir sonuçla yüz yüze gelmek; Çok güç bir konuma koymak “İvanoviç, hırsızın peşinden koştu, on dakika sonra soluk soluğa eli boş döndü. Adam kaçıp kurtulmuştu. -Eh tutamadık, Astafiy İnavoviç. İyi ki kaput bize kaldı, bu da iyi. Yoksa hırsız bizi tümüyle şapa oturtacaktı!” (F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:74) “Başlangıçta, tahta kerevetin kapıya en yakın, tuvalete en uzak köşesine oturdu ve diğer tutukluları inceledi. Müthiş can sıkıcı ve iğrençtiler; daha sonra, baş ağrısı hafifleyince onları daha az ilgiyle gözlemledi. İnce uzun, üzgün görünümlü, beyaz saçlı bir profesyonel soyguncu vardı, hapse tıkılırsa şapa oturacağını, karısına ve çocuklarına ne olacağını düşünüyordu. ‘İçeri girmek üzere aylak aylak dolaşmak’tan tutuklanmıştı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:208) “Sorbonne’da o gözlüklü, kekremsi, içi boş, Ecole Normale ukalalarından çok görmüştü; bunların yedekte daima bir teorileri bulunurdu; şöyle, ya da böyle, ama sonunda kesinlikle şapa otururlardı.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:145) “-Ah ah, Croulard Baba, dedi teğmen, çizmeleri çekmenin zamanı geldi... Çizmeleri çekmek gerek, şapa oturduk çünkü.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:76) “HECTOR - Asıl işim neymiş kuzum? KAPTAN - Gemini yürütmen. Gemisini kurtaran kaptan. Yoksa şapa oturursun.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:139) Şapel : Kilise, hastahane, elçilik v.b. yerlerde, ibadeti mümkün kılmak için kurulan ibadethane “ Dante Kilisesi olarak bilinen La Chiesa di Santa Margherita dei Cerchi ibadethanesi, bir kiliseden çok şapel’di. Minik, tek odalı ibadethane. Dante hayranlarının büyük şairin hayatındaki iki önemli anın vuku bulduğu, bu nedenle Kutsal Toprak olarak gördükleri popüler bir yerdi. (İlki) ilk görüşte aşık olduğu ve hayatı boyunca sevdiği Beatrice Portinari’yi ilk kez, dokuz yaşındayken bu kilisede görmüştü. Ne yazık ki Beatrice, başka bir adamla evlenmiş ve sonra yirmi dört yaşında, gençliğinin baharında ölmüştü. <Onun için ünlü Yeraltı Gezisi’ni Beatrice ile yapmıştır.İ.E.>(İkincisi) Dante yıllar sonra, yine bu kilisede büyük yazar ve şair Boccaccio’nun <Bokaçyo okunur> gözüyle bile onun için kötü bir eş seçimi olan Gemma Donati ile evlenmişti. Çift, çocukları olduğu halde birbirlerine fazla sevgi gösterememiş ve Dante’nin sürgününden sonra her ikisi de birbirini görmeye pek hevesli olmamıştı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:281) Şapırdata şapırdata (yemek) : Nezaket kuralları dışında, ağzından sesler çıkararak gürültüyle yemek yemek “Rica ederim, bana şunu söyleyiniz: bir insan, pis kokusuna dayanamadığınmız, kokmış bir parça pastırmayı, tanrıların yemeği imiş gibi büyük bir zevkle şapırdata şapırdata yerse, yemeğinin tadının fenalığı, onun duyduğu hazdan birşeyi azaltır mı?” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:81) Şapır şupur : Saygısız bir şekilde yüksek sesle ağzını şaplatarak “Hacılar acıkmışlardı. Aralarından biri haykırdı, kocakarı içeri girdi, dört porsiyon ekmek, yengeç ve köfte ile bir testi burma şarabı getirdi. Bağdaş kurdular, yemeği kucaklarına koydular ve şapır şupur yemeğe başladılar.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:104) Şapka çıkarmak : Selamlamak; Bir fikre saygı göstermek “ ‘Üst cebinde oval şeklinde iri bir kabarıklık gözüme çarptı. Trenlerde iyi içki bulmak zordur. New York’tan Fairfax Country’ye de epey yol vardır...’ ‘Karşısında şapkamı bir kez daha çıkartırım.’ dedim. ‘Son kuşkumu da silmek için bir de şuna cevap ver. Onun Virginia’lı olduğuna nasıl karar verdin?’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:166-7) “-Onu en son ne zaman gördünüz? diye sordu Bachelard. -Dün. Guelin başını salladı: bu kadar kurnazlığa şapka çıkarılırdı. Trublot birden haykırdı: Şöminenin üzerinde bir kravat ile sönmüş bir puro duruyordu: Yakınmayın, dedi, size bir anı bırakmış.” (E. Zola, Apartman, Cild: II, sa:89) Şapkasından daha yukarı sıçrayamamak : Kişi, maddı ve manevi boyutları sınırına kadar yücelebilir “Sovyetler Birliği’nde on altı yaş yaşadıktan ve intiharla çıldırmayı yendikten sonra öğrendim bunu. Anladım ki bilmem kimin dediği gibi kimse şapkasından daha yukarı sıçrayamaz. Ama ne de olsa daha ileri gitmeye bakmalı kişi. Bir arpa boyu da olsa. Çabalamalı.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:11) Şaplak atmak, indirmek, vurmak : Şamar, tokat indirmek; Dövmek Bk.: Kıçına bir şaplak vurmak “Patatesleri babasının yanında soyuyor, sebzeyi de yine babasının yanında temizliyordu; babasının öğle yemeği için eti döverken, babası da zevkle kıızının orasına burasına şaplakları indiriyordu. Gözleri, ellerinin ne yaptığının farkında değildi, bakışları içeri girip çıkan bacaklara dikilmiş oluyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:422)a “‘Tam bu noktada patlayan kahkahaları, sonraki sırıtışına bakılırsa, besbelli ki bu sözlerin hedefi olan Pepe’nin acınası tedirginliğini ve homurtusunu açıklamam gerekiyor. Pepe baldırına şaplaklar indirerek, ‘Dulun canı cehenneme!’ dedi. Daha fazla gülüştüler.’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:452) “‘Ruhu yatıştırmak için kilisenin iyi büyüsü gibi yoktur. Ben günahını çıkardım, ama bilinmez. Git, Tanrı’dan seni bağışlamasını dile.’ Başıma oldukça hızlı bir şaplak indirdi; belki de babaca ve erkekçe bir sevgi ya da hoşgörülü bir kefaret belirtisi olarak. Ya da belki (o anda bir suçluluk duygusuyla düşündüğüm gibi) yeni ve canlı yaşantılara susamış bir adamın bir tür iyicil imrenisiyle.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:361) “Pécuchet çıkageldi: ‘Hindistan cevizim!’ Dumouchel’in anısıydı! Paris’ten Chavignolles’e getirmişti, öfkeyle kollarını kaldırdı. Victor gülmeye başladı. ‘Dostum’ dayanamadı artık, oturaklı bir şaplakla odanın ta dibine yolladı onu, sonra heyecandan titreyerek, Bouvard’a dert yanmaya gitti.” (G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile P!cuchet”, sa:282) “Tuh! Ağzımızın tadını bozmaya geldi, dedi Zebedi kendi kendine, ama keyfini bozmamak için kendini tutup konuyu değiştirdi. Oğlunun dizine şakadan bir şaplak indirdi. ‘Hey yaramaz,’ dedi gözünü kırparak. ‘Yolda kiminle konuşuyordun bakalım?’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:142) “Kocasının kahkahasını duyunca Dona Lucrecia da güldü. ‘Sen neler saçmalıyorsun budala?’ Şaplak vuruyormuş gibi yaparak sol elini Don Rigoberto’nun karnına indirdi, ama eline gelen kocasınınki oldu, dikilmiş, küt küt atıyordu.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:14) “Bir gün mekanik dersinde işaret sopasını kırdım. Öğretmen daha gelmemişti, biz de fırsattan yararlanarak her zamanki gibi şamata yapıyordum, kimileri fıkra anlatıyor, kimileri avuç içi oyununu oynuyorlardı -refleksleri harekete geçirmek için harika bir oyundur, çünkü avuçları aşağı doğru duran oyuncu, avuçları yukarı doğru olanın kendisine indirmeyi deneyeceği şaplaklardan kaçmaya çalışır.-” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76) “Kimbilir neden, benimle İspanyolca konuşmayı seçti ve ‘eşiniz’ sözcüğünü gereken saygıyla dile getiriyor, o bile biraz gülünç kaçıyor, aslında yanıt olarak kahkahayı basmak yerinde olurdu doğrusu. Ne eşi canım, boş versenize!, ve omuzuna şöyle iyi bir şaplak indirmek.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Güç Olmakta”, sa:29) “Alaylı alaylı gülüyordu Raimundo; -Ama, Coxiaru, küçücük kayığına dev gibi balıkları çekerken böyle titremiyordun. Bakıyorum çekirge gibi sıçrayıp duruyorsun. İğne girerken Kızılderili titredi, sonra yatıştı yavaş yavaş. Léo, alkollü pamukla ovuşturup bir şaplak attı kalçasına. -Haydi, yarına kadar iyileşirsin.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:23) “Filetosu çıkarılmış dil balıklarını, yarı-saydam, kılçıksız nesneleri mutfak masasının üstüne devirdi. Mrs. Sands’in kağıdı sıyırmasına kalmadan, hasır iskemleden olanca görkemiyle kalkan, balıkları koklayarak salına salına masaya yaklaşan görkemli erkek sarmana ufak bir şaplak attıktan sonra yok olmuştu ortalıktan.” (W. Woolf, “Perde Arası”, sa:34) “Buteau, Françoise’a takılmak için, sırtına bir şaplak indirdi: -O sana göre kırk pistol, küçük, dedi. Fakat kız öfkelendi, kinci ve öfkeli bir tavırla, o da ona mukabele etti, bir şaplak indirdi. -Çek arabanı şuradan, anladın mı ? Ben erkeklerle şakalaşmam.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:232) Şaplak yemek : Tokat yemek; Özellikle çocukların avuçlarına cetvel ile vurularak verilen ceza “DCPJ<Kriptoloji Departmanının Güvenlik Bölümü>, hemen her gün uyuşturucu bulundurmaktan, Amerikalı öğrencileri, yaşı küçük fahişelerle birlikte olan Amerikalı işadamlarını, dükkanlardan mal çalma ve mülke zarar verme nedenleriyle Amerikalı turistleri tutukluyordu. ABD Büyükelçiliği yasal olarak müdahale edebilir ve suçlu vatandaşların, avuçlarına ufak bir şaplak yemekle paçayı kurtaracakları Birleşik Devletlere iade edilmesini isteyebilirdi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:74) “ALTINCI MİMOS ----------------------KORİTTO .......... Kazara biraz dökülecek olsa duvarlar bile dyanamaz homurdanmana gün boyu Şimdi silip parlatırsın sandalyeyi, değil mi seni korsan? Yat kat, bu hanıma şükret, yoksa yerdin şaplağı.” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33) “Bir dalganın şaplağı: Tuzdan kelebekler: Yokoluşlar. Tıpkı olanın başkalaşımı. Aynı saatte Delhi ve kırmızı taşları, Onun karanlık ırmağı.” (O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:78) Şapşal; Şapşallaşmak : Ahmak, şaşkın; üstüne başına, konuşmasına özen göstermeyen; Öyle davranmak “Bir şey içebilsek ne iyi olurdu diye düşündü hepsi de... ‘Arkadaşlar,’ diye seslendi albay açık ve pürüzsüz bir sesle, ‘merhaba arkadaşlar. Söylenecek fazla bir şey yok. Yalnızca şunu söylemek isterim: Bu kulağı düşük şapşalların peşini bırakmayacağız, steplerine kadar süreceğiz onları... Anladınız mı?’ ” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:7) “... rahatsız olduğu doğruydu, hem de nasıl rahatsız. Final Benson üstündeydi ve dört erkeğe bedeldi. korkunçtu. yatak odama dönüp ufak işimi sürdürdüm. sabah kalktığımda Yevonna’yı bulamadım. ‘bu şapşal hatun nerde acaba?’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:159) “-İki saattir seni arıyorum. Durup dururken ortadan kayboldun. Ne işin var burada? Nedir bu şapşallığın? Yüzüme baksana, Aleksey!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:297) “Baird sıkılmaya başlamıştı. ‘Schwabe, İngilizlerin ne edebiyatı ne de penislerini hak ettiklerini söyler ikisine de pek önem vermezler,’ diye soğuk bir espri yapmaya kalktı. Campion gözlerini kocaman açmış ona bakıyordu, bakışlarından aynı anda hem küstahlık, hem de dobralık okunuyordu. ‘İngiliz tarzı yetiştirilmenin kurbanı olarak galiba kendimi savunmam gerekiyor,’ diye ekledi Baird. Campion artık ona kulak vermiyordu. Sandaletin içinde ayaklarını gerdi. ‘Bir bağnazlar ve şapşallar dünyası,’ dedi usulca.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61) “ELIZABETH - Beni güçlendiriyor ama... moralimi düzeltiyor... MARTA - Evet ama şapşallaştırıyor da... ve dişlerini de çürükmüş gibi gösteriyor... haydi tükür!” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:26) “TONY - Hani, kızı upuzun, şapşal, sürtük, fasulye sırığı gibi bir şey; oğlu da yakışıklı, iyi terbiye görmüş, herkesin sevdiği hoş bir gençmiş!” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi” , sa:28) “Bir gün Suzy’nin okul arkadaşlarından bir grup, gülüp şakalaşarak eve doluştu. Esther hiç düşünmeden hepsini akşam yemeğine davet etti. Suzy buna çok sevinmişti. Konuklar gittikten sonra, Jacob yumuşak bir tavırla, ‘Ne şapşal çocuklar. Biz hiç bu kadar şapşal olmuş muyduk acaba? Hele başında kep olan o ufaklık!’ deyip güldü, ama gerçekten çok eğlendiğini ayrımsayınca, ‘Tanrım bu gece çok güldüm. En son ne zaman bu kadar eğlenmiştim acaba?’ dedi.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:31) “Zebedi baba katıla katıla gülerek Kızılsakal’a döndü. ‘Dikkatli ol şapşal herif,’ diye seslendi ona. Keşişlik bulaşıcı bir hastalıktır. Aman dikkatli ol, tutulmayasın sakın!..” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:186) “O sırada yanlarından geçen bir kadınn satıcı yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. Stanley eliyle kadına gitmesini işaret etti. ‘Gelecek mi dersin?’ ‘Kim?’ diye sordu Julia. ‘Kim olacak baban, şapşal!’ ‘Bana ondan bahsetme. Daha önce de söyledim, babamdan haber almayalı aylar oldu.’ ” (M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:14) “Ey ozanlar, defineler üstünde al Gülleriniz olursa şişirilmiş, Binlerce dizeniz olursa, şapşal Sekizlikler ağına düşürülmüş!” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:106) “Şapşal da olsa Eli yüzü daha düzgün Mnasidika’nın bizim tatlı Gyrinno’dan” (Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:33) “RANDALL, üzgün üzgün dönerek. - Siz kadınların yakışıklı bulduğu bir erkeksiniz, Hushabye. HECTOR - Caka satmaya özendiğim gençlik yıllarımda bu kılığa girmiştim. Hesione, değiştirmeme razı değil. (Arap kostümünü gösterir.) Bana bu gülünç şeyleri giydirir. Smokingle pek şapşal oluyormuşum.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:108-9) “Önce seyircilere, sonra göğe baktı papaz. Hepsi, soylular ve olmayanlar hem onun adına utandılar, hem kendi adlarına. Karşılarında temsilcileri, sözcüleri duruyordu işte; simgeleri; kendileri; aynaların alay ettiği, ineklerin gülüp geçtiği bir salak; göksel manzarayı olanca görkemleriyle yeni yeni düzenlemelere değiştiren bulutların hışmına uğramış bir şapşal; yaz-suskunu dünyanın akışında ve görkeminde hiç bir yeri olmayan çatallı bir kazık.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:164-5) “Şafak vakti, üzerlerine yer yer çiy damlacıkları serpilmiş, sabah güneşinin renk renk ışıkları altında ışıl ışıl parlayan tarlalar ve çayırlar, onun için birtakım şapşal hayvanların dolaştığı, prenslerin cepleri altınla dolsun diye köylülerin kan ter içinde, ölesiye çalıştıkları herhangi bir yeşil alandan başka bir şey değildir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:47) Şapur şupur (şapır, şupır) (içmek) : Ağız şapırdatarak, dikkatsizcesine ve küstahcasına (içmek) “Küçük Prenses içeri girdi. Parça, yarıda kesildi, bir haykırma, Prenses Mariya’nın ağır adımları ve öpüşme sesleri duyuldu. Prens Andrey içeri girdiği zaman, ancak bir defa düğününde görüşmüş olan gelinle görümce sarmaş dolaş olmuşlar, birbirlerini rasgele şapur şupur öpüyorlardı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:226-7) “Sabah çorbasından başka akşama kadar ağzıma bir şey koymamıştım. Hemen iri tahta kaşığı elime aldım. Şapur şupur çorbayı içmeye başladım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:340) Şaraba su katmak : Hile hurda yapmak, tahşiş etmek; aynı suça katılmak, aynısını yapmak “Ama ne olursa olsun, Hitler’ci de olsalar onlar da insan sonuçta; değil mi? Avrupa’ya el koyduklarını farz edelim, bir ay geçti mi bütün o geçmişteki zorluklar, belalar yeniden baş gösterecek ve sonunda onlar da şaraba su katmak zorunda kalacaklar.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:13) Şarıl şarıl : Bolca, gürce, çok miktarda (su akışı, yağmur yağması) “Eğilerek yana doğru uzanıyorum ve kahrolası mereti yakalıyorum. Sonra üzerindeki örtüyü açıp milim milim kımıldayarak kendimi oturma pozisyonuna getiriyorum -sakat bacağımın ağrısı tutmasın diye dikkatli, çok dikkatli hareket ediyorum, şişenin kapağını açıyorum, kamışımı şişenin deliğine sokuyorum ve şarıl şarıl işiyorum.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:46) Şarkı tutturmak : Şarkı söylemek “Viyahir annesini ‘Benim Mordovlum’ diye çağırırdı, biz bunu gülünç bulmazdık. ‘Dün benim Mordovlum eve yine zil zurna sarhoş damladı, kapıyı fayrap edip eşiğe yan geldi, oturdu, üstelik bir de şarkı tutturdu bizim kuş!’ ” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:241) “Dorcelino’nun saati ikiyi on iki geçe, Anton Kaptan, yelkenleri fora etmelerini bildirdi. Bu kez bütün gemiciler büyük bir zevkle işe giriştiler. Üstelik Kızılsaç, bir de şarkı tutturmuştu. Elbette! Denizden gelenler karaya ayak basmaya can atarlar. Bir gemici için en kötüsü denizle kara arasında kalakalmaktır. Yeniden deniz özlemine kapılmadan önce karaya çıkmak ister gemici; dinlenmek, rahatlamak ister; kadın ister.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11) Şarlamak : kullanılır) Ses çıkararak, gürültüyle şırıldamak (Genellikle şiddetli yağmurda, yükselen su sesi için “... gök gürültüleri şimdi tepemizde gümbürdemeye başlamıştı. Ben, arabacıya: -Çal kırbacı biraz, yol alalım!, dedikçe, o gülümseyerek, -Aldırma, diyordu, yaz yağmurudur, geçer. Hem şeker değiliz ya eriyeceğiz! Evet; şeker, tuz filan değildik; gel gelelim boşanacak yağmur da öyle pek kıvır zıvır yaz yağmurlarına benzemiyordu. Haznedar çitliğinin oraya yaklaşınca, ela gözlüm birden şarladı. Hem öyle bir şarlayış ki, birkaç dakika içinde yamaçlardaki daracık hendekler birer çağlayana döndü. Artık beygir de, arabacı da, ben de sırsıklam kesilmiştik.” (O.C. Kaygılı, çingeneler”, sa:46-7) Şarlatan : Olmayan niteliklerini kullanarak insanları aldatan yüksek düzey dolandırıcı “Düğün bitmişti ve daha bir soğumuştu ortalık. Birbirlerine bakıp duruyorlardı. İnsan ırkını asla anlayamayacktım, ama birilerinin şarlatanı oynaması gerekiyordu. Yeşil kravatımı çıkarıp fırlattım: ‘HEY! OROSPU ÇOCUKLARI! İÇİNİZDE ACIKAN YOK MU?’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:15) “DELİ - Ya demek öyle? Katılmanız mümkün değil mi? Öyleyse size ne diyeceğimi biliyor musunuz?..... Biraz sonra, birdenbire bir mucizeyle iki, üç tutanak ortaya çıkıyor... Anarşistin bizzat imzaladığı... Eğer bir tanık sizin yaptıklarınızın yarısı kadar ifade değiştirirse, en hafifinden adamı gebertirdiniz! Bu arada herkes sizin için ne düşünecek biliyor musunuz? Büyük şarlatan, düzenbaz olduğunuzu...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:47) “FROSCH -... Bunlar bana asil bir aileden gibi görünüyorlar, mağrur ve titiz bir halleri var. BRANDER - Bunlar muhakkak şarlatandır, bahse girerim!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:104) “BAY SMİTH : Vicdanı olan bir doktor, eğer birlikte iyileşemiyorlarsa, hastasıyla birlikte ölmelidir. Kaptanlar gemileriyle ölürler, dalgalar arasında. Gemilerinden sonra yaşamazlar. BAYAN SMİTH : Hasta ile gemiyi karşılaştıramazsın. BAY SMİTH : Nedenmiş? Geminin de hastalıkları olur; zaten senin doktorun bir gemi kadar sağlıklı; işte, bunun için de gemisiyle ölen kaptan gibi o da hastasıyla birlikte ölmeliydi. BAYAN SMİTH : Ya! Bunu düşünememiştim... Belki de doğrudur... peki, bundan hangi sonucu çıkartıyorsun? BAY SMİTH : Doktorların tümü şarlatandır. Bütün hastalar da. İngiltere’de yalnızca deniz kuvvetleri namusludur.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:41-2) “... tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp suyunu çıkarıırdı. Asla ceza vermezdi, çünkü evinin avlusu, validen tutun da belediyedeki en küçük şarlatana varana kadar tüm yerel yöneticilerin cennetiydi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22) “ÖRÜMCEK --------------Tüm istedikleri doğuştan olmuş Çözülmemiş sorunları yok. Acı Çekmiyor bölünerek çoğalmaktan, Çalışmak için yaşıyor, çalışıyor ölümüne; Doymak bilmez güzellik şarlatanı, Bir caninin becerisindeki kusursuzluk.” (Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07) “Özellikle büyükannemden çok tedirgin oluyordum; bana yeterince hayran olmamasını görmek acı veriyordu içime. Louise, benim ne menem şey olduğumu anlamıştı. Kocasında eleştiremediği şarlatanlıktan dolayı beni açıkça suçluyordu; onun gözünde bir şaklaban, bir maskara, bir yalancıydım ben.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:27) “KLEOPATRA (Yaşlı müzik öğretmenine.) - Harp çalmasını öğrenmek istiyorum. Sezar müzik seviyor. Bana öğretebilir misin acaba? ÖĞRETMEN - Kraliçe’ye ancak ben öğretebilirim, bir başkası değil. Eski Mısırlıların bir pes kirişe dokununca piramitleri titreten yöntemini ben keşfetmedim mi? Bütün öbür hocalar, şarlatandır. Kaç kez ipliklerini pazara çıkardım.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:113-4) “Robespierre, hiçbir zaman şarlatan olmadı. Halkı, ona dalkavukluk etmeyecek kadar sever. Demokrasinin mantıksal gelişmesinin -belki de son- aşamasında gerçekleşecek olan doğrudan yönetimin, tehlikeye uğramadan bir hamlede kurulabilmesi için, siyasal yeteneğinin henüz alabildiğine sınırlı olduğunu bilir.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:265) “Şarlatan bir insandaki komedi aşkının, kirli bir iş olarak değil de, ince bir sanat olarak görülmesini ve bu şekilde değerlendirilmesini istemektedir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:30) Şar şar (Çeşmeyi akıtmak; işemek; su akmak, dökmek, sarfetmek) : Bol bol, alabildiğine “İçerde <tuvalet> bulunan küçük bir kız, çıkmak bilmiyor, dışardaki diğer ikisi gülüşüyor, karşılıklı şakalaşıyorlardı. Bacaklarımı hırsla sıkıyor, sıkıyordum. Sıkarak bir sağa, bir sola çaprazlaşmıştım, ta ki sıcak sular şar şar dökülüp ben de utancımdan bayılana dek... Bu oldu. Bir daha beni okula göndermediler.” (D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:11) Şart olsun : Yemin ederim ki, nikahım üzerine and içerim ki “‘Kara Bayram’ı çekip dövdürmüşsün evinde. Serilmiş yatıyordu. Atılmış gitmişti koskoca erkek. Her yanları morarmıştı. Ortada bir insanlık mevcuttur. Böyle orosbu oyunları adam olan adama yakışmaz! Elini ayağını bağlatıp dövdürmüşsün, sordum böyle söyledi...’ ‘Yalan!.. Şart olsun yalan!.. Ve bu düzme, dübara!..’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:250) “İhsan, Kamil Bey’e, Arap Abdullah’ı tanıttı: -Mahpushanemizin ağası... Kendisinden çok iyilik gördüm. Allah razı olsun. -Bırak şu lafları İhsan ağabey!.. Kavlimiz nasıldı? Şart olsun bir daha gelmem... Bizim iyilik ne haddimize? Hep senin soyluluğun...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:108) “Kendisinin iki büyüklüğünde bir oğlanın beline yılan gibi sarılmıştı. -Bırak ulan kayarto!.. -Kayarto babandır. -Çiğnerim ulan!.. Çiğnerim, dinim rabbena hakkiçin!.. -Çiğnermiş?... Ver izmariti! Şart olsun, gece ağzına işerim.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32) “-Vay anam! Kolum gitti... -‘Kimse duymasın’ mı dedi?.. Gizli demek!.. -Valla koptu kolum... Oynama Murat abi... -Neymiş o dediği bakalım!..Neymiş dedim. Orospu gibi çalkalan demedim. -Bırak kolumu be... Kırıldı şartolsun...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:118) Şart-şurt koşmamak, tanımamak : Hiç bir koşula bağlı olmaksızın, tamamiyle özgün “Belki size kul köle olur, her bakımdan köleniz gibi gönlünüzce hareket ederim. Tanrı isteğine, aramızda şart-şurt koşmadan, söz vermeye kalkışmadan kendimizi bırakalım.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:234-5) Şaşaa; Şaşaalı : Göz kamaştıracak derecede görkemli, parıltılı ve muhteşem “.....yirmi kadın haftalarca aralıksız çalışarak işlemişlerdi bu örtüyü, dünyada eşi benzeri zor bulunacak bir eserdi, hepsi değerli olmasa da değerliymiş gibi parlayan taşlarla bezenmiş, altın yaldızlı iplikle işlenmiş, en şaşaalı kadifelerden dikilmişti.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:118) Şaşakalmak; Şaşalamak : Şaşkınlık göstermek, hayretler içinde kalmak “Yine eski dostlar Mevlana hazretlerinden rivayet ettiler ki: Mevlana hazretleri bir gün ‘Şeyhim Burhaneddin Muhakkik sık sık , yedi sekiz yıla yakındır ki midemde bir lokma kalmıştır, derdi. Onun bu hali tuhafıma gitti. Şaşakaldım. Seyyid hazretlerinin bu halini, gözlerin hıyanetini ve kalblerde gizli olanı bilen Tanrı şahittir ki, şimdi otuz yıla yakındır bir lokma midemde bir gece bile kalmamıştır,’ buyurdu.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:65) “DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden> --------------------------Böyle deyip çıktı geminin direğine ve açtı üst yelkeni. Gerdi gemiciler yelkeni, iki yandan şişirince rüzgar. Birden, olağanüstü şeyler olmaya başladı. Baldan tatlı, mis kokulu bir şarap akmaya başladı pupa yelken giden siyah gemide, Güzel kokular yükseldi her yanda. Şaşakalmıştı bütün gemiciler.” (Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101) - “-Hangi evde? -Yattığımız evde... Şaşaladım: -Ne gördünüz canım? -Piyer Loti’nin göremediği birşeyi! Hiç bir Avrupalı’nın tanımadığı bir sırrı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:9) Şaşıp kalmak : Şaşırıp kalmak, durakalmak, ne diyeceğini bilememek, şaşkınlıktan donakalmak Ağla hayata şimdi, Herakleitos, yaşadığın günlerden daha çok; çünkü yaşam daha ağlanası. Gül, şimdi Demokritos yaşama, yaşadığın günlerden çok, çünkü yaşam daha gülünesi. Bense, şaşıp kaldım ikiniz arasında birinizle ağlayıp öbürünüzle nasıl gülsem!” (Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:173) “Hiç unutmam bir gün, sıkışık bir durumda ikinci mevkiye bindiğimde, aktarmanın işareti için haki paltolu biletçi benden kalem sorduğunda, bir cebimden mürekkep şişesini, ceketimin iç cebinden de mürekkep kalemini ve ucunu ayrı ayrı çıkarıp takım taklavatı o kalabalıkta hazırlayıp biletçiye sunduğumda adam şaşırıp kalmıştı.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:149) Şaşkaloz, şaşkoloz; Şaşkın bakla : Şaşkın şey, neyaptığını bilmeyen, salak (Argo) “İçeceğimden bir yudum aldım, karanlık gökyüzündeki yıldızlara baktım, esnedim, ‘Kimmiş bu?’ diye sordum, can sıkıntımı gizlemeye çalışmadan. ‘Kim olduğunu sanıyorsun, sidik torbası? Dili dolaşıyordu, ne dediği güç anlaşılıyordu. Onu daha iyi tanımasaydım, beyninin içi su dolu şaşkolozun biri olduğunu düşünürdüm.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:96) “Ağır başlı Çurka, Viyahir’e: ‘Hadi bize gel, annem sana okumayı öğretir,’ dedi. Aradan çok zaman geçmedi. Viyahir, burnu havada, sokak tabelalarını sökmeye başlamıştı: ‘Kabbal dükkanı...’ Çurka düzeltirdi: ‘Kabbal değil, bakkal şaşkaloz!’ ” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:243) Şaşkına dönmek : Şaşalayarak, hayrete düşerek ne yapacağını bilememek, birşeyler söyleyememek Bk.: Şaşkınlıktan parmağı ağzında kalmak “D. MARZIO - Buyurun oturun, birer kahve içelim. EUGENIO - Kahve! (Otururlar.) RIDOLFO - Oyun mu oynuyoruz sinyor Eugenio? Benimle alay mı ediyorsunuz? EUGENIO - Aziz dostum, kusuruma bakma; vallahi şaşkına döndüm.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:23) Şaşkınlıktan dona kalmak : Şaşırıp kalmak, şoktan donmuş gibi olmak “VLADİMİR - (Parlar.) Utanç verici bir şey bu. (Sessizlik. Estragon şaşkınlıktan donakalmış, kemirmeye ara verir, sırasıyla önce Viladimir’e, sonra Pozzo’ya bakar. Pozzo çok sakindir. Vladimir gittikçe hırçınlaşır.) POZZO - (Viladimir’e.) Çıkarın dilinizin altındaki baklayı.” (S. Beckett, “Tüm Yapıtları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:60) “‘Öf, bu sigara dumanından çok rahatsız oluyorum. Bir daha benim yanımda sigara içmeseniz iyi olur’ dedim. Adam, şaşkınlıktan dona kaldı. Bir zaman beni tepeden tırnağa süzdü.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:346) Şaşkınlıktan parmağı ağzında kalmak : Son derece hayrete uğramak, donup kalmak “Sonunda bir gün ona sekiz bin ruble kadar bir para verince, herkesin şaşkınlıktan parmağı ağzında kaldı. ‘Açıkgöz kadınsın, bildiğin gibi kullan,’ dedi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:304) Şaşkın şaşkın : Gerçekten şaşkın bir şekilde, hayretler içinde “Şimdi de işte ‘Adrian Zograffi’nin yaşamı karşısında ik kolum yanıma sarkmış, şaşkın şaşkın bakınıyorum, şaşırtıcı bir eser olacaktı bu, oysa yorgun gözlerle süzüyorum onu. Bu adamcağıza acımak geliyor içimden. Artık flütüm yok onu dile getirmek için.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:6) “Kadın dedi ki, ‘Bu yarayı iyileştirmek için sudan fazlasına ihtiyaç var.’ İsa da şöyle karşılık verdi, ‘Senden tek isteğim yaramı sarman, Nasıraya gideceğim.’.....“‘Nasıra pek uzak buraya,’dedi kadın, ‘ama eğer istediğin buysa, bekle biraz, yağ alıp sarayım ayağını.’ Sonra içeri gitti ve sanki nu kez geri dönüşü daha uzun sürdü. İsa şaşkın şaşkın bakınıyordu etrafına, hiç bu kadar derli toplu avlu görmemişti.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:248) Şatafat; Şatafatlı : Görkem, zenginlik, gösteriş, süs; Bunların kullananıldığı nesne “Proje çok mütevazı olduğu için, önemli bir iş yaptığıma kendimi inandırayım diye şöyle tantanalı, şatafatlı bir ad koymaya karar verdim. Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı...” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13) “SONSÖZ TASLAĞI ------------------------O kutsal kötülüğün ipekler içinde, Ve saçtığı şatafatla kendinden geçen, tatlı, Gülünecek erdemin, o mutsuz bakışıyla.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325) “Tüm bu şatafat... barış ve sessizlik içinde sevgi ve yeniden kurmak için! Fakat sabırlı olmayı öğrenmeli.Bir saniye daha şimdi güneş ağızları kapatacak.” (A. Camus, “Yaz”, sa:69) “Ve tören <düğün> 1183 yılının mart ayı ortasında gerçekleştirilmişti. Baudolino şatafatlı giysiler içinde, Monferrato markisinden daha önemli biri gibi görünüyordu; annesi ile babası ona yiyecek gibi bakıyordu; bir eli kılıcının kabzasındaydı ve yerinde duramayan beyaz bir atın üzerindeydi. ‘Bir senyör köpeği gibi süslenmiş,’ diyordu annesi, gözleri kamaşmıştı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:250) “Çünkü mimarlık, tüm sanatlar arasında, tüm organlarının kusursuzluğunun ve oranının üstünde ışıldadığı büyük bir hayvanı andırması bakımından, eskilerin kosmoz, yani şatafatlı dedikleri evrenin düzenini, sağladığı uyumda yaratmaya, çok cesurca yaratmaya çalışan sanattır.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:50) “Civardaki kiliseleri araştırdılar. Bu alçakgönüllü kiliselerin bütün şatafatlı elbiseleri bir araya toplansa bile, bir katedral ilahicisini uygun bir şekilde giydirmeye yetmezdi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:55) “Ay sonunda konağa bir haber geldi, İstanbul’da bulunan Arhont dönüyordu. İkinci ayın sonunda büyük şatafatla çıkageldi. İşin şatafatı şuradaydı ki, yalnız gelmiyordu, yanında bir kadın vardı.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:81) “Ancak, Richard şatafatlı hitapları ve komplimanlarıyla onu şımartıp durdu. Bu da işte kızı sersemce nazlanmasında yüreklendirdi ve nazlanma arabada büsbütün çekilmez durum aldı. Bunun doğal sonucu olarak ayrılırken düpedüz çıtkırıldım birine dönüştü kız.” (F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:213) “Reha Beyin bana, ilk fırsatta şatafatlı bir çingene düğünü ile bir mektebe başlama alayı seyrettireceğini önceden kaydetmiştim... Fakat Reha Bey, bunlardan önce bana, dün Lonca’da öyle şatafatlı, öyle dört başı bayındır bir çingene kavgası seyrettirdi ki ben, bu çok canlı ve çok renkli panoramayı ömrüm oldukça unutmayacağım!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181) “Onların hepsinin kendine özgü bir ölümü vardı. Onu zırhlarında, içlerinde bir tutsak gibi taşıyan o adamlar, hayli yaşlanan ve küçülen, sonra da bir sahneyi andıran o devasa yataklarda, bütün ailenin, hizmetçilerin ve köpeklerin önünde içten ve şatafatla göçüp giden o kadınlar.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:45) “Bu aldanışlardan, boş umutlardan kurtulunca, kendimi artık esas zevkim ve en sürekli eğilimim olan kayıtsızlığa ve zihin dinlendirmeye bıraktım. Dünyayı da, şatafatını da terk ettim, her türlü süsten vazgeçtim; artık ne kılıç, ne saat, ne beyaz çorap, ne yaldız, ne yapma saç... Başımda basit bir peruk, çuhadan bol bir elbise...” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:50) “LORD - Tıpkı insanı olmayacak düzeylere yükselten bir rüya, yahut bir saçma hayal gibi. Hadi bakalım şimdi yerden kaldırın, alayı iyi kollayın; yavaşcacık benim en güzel odama götürüp duvarlara en şatafatlı resimleri asın; pis kafasını sıcacık, kokulu sularla temizleyip yattığı yerin güzel kokması için buhurlar yakın...” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9) “Hem de ne şatafatlı teşbihler, çifter çifter: Güneşle ay; toprağın, denizin cevherleri, Nisan tomurcukları, nice buklunmaz şeyler, Yeryüzünü kuşatan o cennet çemberleri...” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:21, sa:83) “Kırk dördüncü adam: -Senin canı cehenneme imparatorun <Bonaparte> ancak savaş alanlarında büyüktü, bir de 1802’ye doğru maliye işlerini düzelttiği zaman, dedi. Ondan sonraki hareketine ne demeli? Bütün o mabeyincileri, şatafatı, Tuilleries sarayındaki ziyafetleri, baloları ile, kırallığın bütün budalalıklarının yeni bir baskısını ortaya çıkarmış oldu.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:7-8) “Kontes bir sandal satın aldı. Fabrice, markiz ve kendisi bunu elceğizleriyle süslediler, çünkü en görkemli bir ev yaşantısında, her şey için para sıkıntısı çekiliyordu. Del Dongo markisi gözden düştüğündenberi aristokratik şatafatı, büyük gösterişi daha da artmıştı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:40) “Koliazine soyundan gelen annesinin kızlık ismi Agathe idi; general hanımı olunca ismi Agathoclée Kouzminicha olarak değişmişti. Dediğim dedik bir kadındı. Şatafatlı başlıkları, hışırtılı ipek elbiseleriyle kasıla kasıla dolaşırdı.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:6) “Sözgelimi gösteriş budalalığı, hepsini cıvıklaştırmıştı. Oğlanlar, önemli roller peşindeydiler, kızlarsa şatafatlı giysiler. Bütçe düşüktü. En fazla, on paund. Böylelikle, gelenekler açıkça çiğnenmiş oluyordu. Gözleri görenekten başka şey görmediği için, başa sarılan bir tabak bezinin, açık havada gerçek ipekten çok daha alımlı gözüktüğünü göremiyorlardı.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61) Şayanı dikkat : Dikkat verilmeye değer, dikkat çekici “Stelyanos Hrisopulos’un en şayanı dikkat yeri boynu idi. Hiç kimsenin boynu, bir balıkçının kafasıyla vücudu arasında yükselen bu garip sütun kadar sert, dik, kararmış, adeta nasırlı ve sinirli olamaz.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:17) Şayet : Eyer, ola ki “SÖYLEMEDİĞİM <1898> -----------------------Az görünen bir parıltıyla kayar ve İçine kırık düşümle girmişsem şayet, Sen benim parlayan büyüm ile Kıpır kıpır yaşamaya devam et!” (Konstantin Balmont<1867-1942>-Kanşubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.09.03) Şebeke : Gizli ve olası yasadışı çalışan insanlar topluluğu; Örgüt “Bir kere Ellesmere Sokağı’ndaki insanların onda dokuzu evlerinin sahipleri olduklarını düşünürler. Ellesmere Sokağı ve etrafındaki mahallenin tamamı, High Caddesi’ne varıncaya kadar, Hesperides Emlak adlı bir şebekenin elindedir, bunun da sahibi Şen Kredi Şirketi adlı başka bir şebekedir.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:16) Şefaat : (DİN,MÜSL.,) : Günahı olan mümin’lerin bağışlanması için peygamberler ile Allah katında, deecesi yüksek olan diğer insanların Allah’a yalvarmalarıdır “Şefaat, ancak Yüce Allah’ın izni ile gerçekleşir. Ahiret gününde bütün peygamberler, Allah’ın izni ile kendilerine inananlara şefaat edecektir. Peygamberimiz de ümmetinin günahkarlarına şefaat edecektir. (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:136) Şeftali : Suyu bol, ısırarak zevkle yenen bir meyve. Avam arasında, genç kız vücüduyla özdeşleştirilir. “‘Gel be ahbap!’ diye üsteledi. ‘Nazlanma, yürü. Bardaki yeni kızı görmedin sen. Tam sana göre bir şeftali!’ Gordon, Flaxman’ın sarı eldivenlerine soğuk soğuk bakarak, ‘Senin meselen bu aslında, değil mi? Bu yüzden süslendin sen, ha?’ dedi. ‘Kesinlikle ahbap! Nasıl leziz bir şeftali, bilsen!..... Masanın yanından geçerken küçük poposunu nasıl salladığını görecektin. Kanımın akışını hızlandırıyor kız!’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35) Şehit; Şehit düşmek, olmak : Resmi bir toplumda, o toplumu korumayı görev edinmiş kimselerin (asker, polis vb.) ya da gönüllülerin, vazife başında canlarını yitirmesi; bu yitirilme fiili “İçinde bir sıkıntı vardı. Akşamleyin yine kalkıp işe dönmek istemişti. Doktor kendisine bakmak için gelmişti. Ağabeyinin ölüm haberini aldığını duyduğunda ciddileşmiş ve başsağlığı dilemişti. ‘Ağabeyiniz şehit olmuş. Başınız sağ olsun, gerçekten sağ olsun. Bu durumda bayılma nedeniniz de açıklanmış oluyor.’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:109) “İnandığı bir ülkü için gönüllü olarak kendini kurban etmekten yılmayanlar her dönemde çıkmıyor. Bir ülkü uğruna ölmek bir yüceliktir, bir alınyazısı değildir. Ülkü uğruna milyonları ölüme yollamak, yığınları şehit etmek ve onun bir alınyazısı olduğunu sanmaksa, sadece canice bir yanılgıdır. Ve bunu destekleyen, savaşın başarıya ulaşması için uzatılmasını talep eden herkes suçludur.”…..“Bireylerin ve toplumların erdemliliği mi, eşitliği mi, özerkliği mi ve sürekli barışı, evet bütün bu idealleri insanlara savaşta şehit olan birey, şehit olan milyonlar kazandırmayacaktır. Bunu ancak yaşayanlar başaracaktır.” (S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:61,62) Şehrem şahrem (ayrılma) : İtinalı bir şekilde, teker teker sıralı “Şarabı küçük maden taslarla sunuyor, üstüne gül yaprakları serpiyorlar. Pazar meydanında şehrem şahrem ayrılmış eflatun kabuklu taze incirler, Kıbrıs elmalarını andıran sapsarı mis gibi kavunlar, türlü türlü yemiş satan yemişçiler duruyor.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:66) Şeker değiliz ya eriyeceğiz : Yaz vakti , çoğu zaman, geçici yaz yağmuruna yakalanınca, yağmurun olası etkisini yadsıyınca söylenen sözcük “... gök gürültüleri şimdi tepemizde gümbürdemeye başlamıştı. Ben, arabacıya: -Çal kırbacı biraz, yol alalım!, dedikçe, o gülümseyerek, -Aldırma, diyordu, yaz yağmurudur, geçer. Hem şeker değiliz ya eriyeceğiz! Evet; şeker, tuz filan değildik; gel gelelim boşanacak yağmur da öyle pek kıvır zıvır yaz yağmurlarına benzemiyordu. Haznedar çitliğinin oraya yaklaşınca, ela gözlüm birden şarladı. Hem öyle bir şarlayış ki, birkaç dakika içinde yamaçlardaki daracık hendekler birer çağlayana döndü. Artık beygir de, arabacı da, ben de sırsıklam kesilmiştik.” (O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:46-7) Şehvet; Şehvet düşkünü : Cinsel dürtü, libido; Cinsel hayatı en ön plana alan, aşırı cinsellikle motive olmuş kimse, kösnücü “İyi bir aileye yamanıp üstelik kabarık bir drahoma almak, arayıp da bulamadığı şeydi. Aşk konusu ile ne gelin, hatta, Adelaida İvanovna güzel bir kız olduğu halde ne de damat ilgiliydi. Şehvet düşkünü, yüz bulduğu her kadının eteğine yapışan Fedor Pavloviç’in hayatında bu belki ilk defa olmuş, evlendiği kadın şehvet duygularını kamçılayamamıştı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:5) “Mevlana, şöyle vasiyet etti: ‘Ben size, gizlice ve açıkça Tanrı’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi; oruca, namaza devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim (cömert) olan salih (iyi, yararlı) kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:7) “POLYDEUKES - Kardeşimizi zina yaptığı için öldüreceklerini mi söylemek stiyorsun? Onun da şehvet düşkünü olduğunu? KASTOR - Keşke olsa, Polydeukes, keşke olsa. Ama şehvet düşkünü olmak seçebileceğin bir şey değildir. Bir Atreusoğluyla evlenen için hiç değildir.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:153) Şekerim : Yakın arkadaşlar ya da akraba arasında samimi bir hitap şekli, örneğin ‘tatlım’ “Cüce sandalyeden yere indi. Cebinden tabakasını çıkaran elleri titriyordu. Biraz sonra hasta yataktan seslendi: -Annen kimdi, Amca? -Yüzünü hiç görmedim, şekerim. Benim gibi cin çalığı doğurmak rezaleti arına gitmiş, yüreğine inmiş olacak. Ben doğarken ölmüş.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:422) “Emma çocuğu yerden kaldırmak için koştu, çıngırağı çalayım derken ipi kopardı, avazı çıktığınca bağırarak hizmetçiyi çağırdı, tam kendi kendine lanetler yağdıracağı sırada Charles göründü….. Emma sakin bir sesle: ‘Baksana şuna, şekerim,’ dedi. ‘Oyun oynarken yere düştü, yanağı kesildi.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:129) “SUSANNA - Lusi! LUSI - Suzi! (LUSI hemen ayağa kalkar, SUSANNA’ya doğru gider. Birbirlerine sarılırlar.) Nasılsın canım? SUSANNA - Ah, hep aynı hikaye şekerim!” (V. Havel, “Largo Desolato” <Buruk Ezgi>, sa:25) “-Jim, şekerim, ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip attım. Noel’i sana armağan almadan geçiremezdim, ölürdüm..... Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:25) “Sonra patronun odasına aldı onları: -Şekerim bak sana teyzemle ahbabını tanıtayım! Birbirlerine tanıttı. El sıkıştılar, hal hatır sordular.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:234) “Çapkınca göz kırptı. Eliyle yaklaş işareti yaptı bana. Koltuğumu ona doğru çektim. Kıkırdayarak, ‘Şimdi,’ dedi, ‘seninle kız kıza konuşalım şekerim. Öyle kibar, öyle centilmen, öyle zengin bir adamdı ki. Biraz çapkındı tabii ama, kuzum o kadar olacak. Kadınlar onu rahat bırakmıyordu ki.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:341) “-Şekerim, haydi sen git yat! Üşümüş olmalısın! Bak titriyorsun, haydi yat! -Bütün bu pislikler ne zaman sona erecek? -Bize oy hakkı ne zaman verilirse, şekerim. Güney uğruna micadele eden bir Güneyli ile, bir demokrat için kutuya oy pusulalarının serbestçe atıldığı zaman sona erer.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:836) “Maud’yu evinde bulması konusunda Lucien’e şans yardım etti. Kıza onu sevdiğini söyledi ve ona birçok kez, bir çeşit kudurganlıkla sahip oldu. ‘Her şey bitti,’ diyordu kendi kendine, ‘hiçbir zaman önemli biri olmayacağım.’ ‘Olmaz, olmaz,’ diyordu Maud, ‘dur şekerim, o olmaz, yasak o!’ Ama sonunda Lucien istediğini yapsın diye bıraktı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:223-4) “-İyi ama, şekerim, bunun ne önemi var? Varsın konuşsunlar. Zaten insan hiçbir şey yapmasa da herkes konuşuyor, hatta daha da çok...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:109) Şekerleme yapmak : Uyuklamak, genellikle yenen ağır bir yemekten sonra; kestirmek Bk.: Kestirmek “ ‘Ağlayacak bir şey yok,’ dedi Sancho, ‘her yer ağarana kadar masal anlatırım ben size; amaç, iç açıcı gibi durmayan bu serüvene dinlenmiş olarak girmek için, bütün gezgin şövalyeler gibi attan inmek, şu yeşil çayırlar üstünde biraz şekerleme yapmak isterseniz o başka elbette.’ ‘Ne diyorsun azizim? Uyumak mı? Attan inmek mi? Bela karşısında devrilip uyuyan şövalyelerden miyim ben? Uyumak için yaratılmış bir adamsan, yat uyu, ya da ne yaparsan yap! Ben bana yakışanı yapacağım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:127) “O iyi yürekli Papa’nın bile, bu eski dostuna eskisi gibi güveni kalmamıştı ve pazar günleri bağ dönüşünde, sırtında şöyle bir şekerleme yaparken, aklına hep şu düşünce geliyordu: ‘Ya uyanınca kendimi çan kulesinin tepesinde bulursam!’ ” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:57) “Ana binanın yanından geçerken ansızın kafasına dank etti Baird’in. Sahil duvarı beyaz badanalı küçük bir balkonla asma çardağına uzanıyordu. Başpapaz da eski bir şezlong’a uzanmış, saygın sakalı göğsünde, kısacık tırnaklı güneşten kararmış ellerini karnında kavuşturmuş, şekerleme yapıyordu. Soba borusunu andıran şapkası hemen yanı başında, yerdeydi, ayaklarını uzatmıştı, her bir ayağının dibinde kalın pençeli ağır postal duruyordu. Baird usulca sokularak duvarın üstüne oturdu, adama doğru dönüp babacan, masum yüzünü seyre koyuldu.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:192) “Çayırın üzerine çöküverdim. Karnımı, -üstüm koyuydu ama, karnım apaktı- güneşe verdim; kıvrıldım, gözlerimi yumdum, uzun kulaklarımı düşündüm. Tatlı bir şekerleme kestirdim.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Atılmış Bir Çiçek”, sa:87) “Eğlence proğramı öyle kötüydü ki adam uykuya daldı. Verilen bahşişin kalp olup olmadığını anlamak için parayı ağzına alan bir garsonun gürültüsüyle adamcağız şekerlemesine ara vermek zorunda kaldı. Gözlerini araldı ve o hain garsonu gördü.” (O. Henry, “viski soda”, sa:171) “Baba, çevreyi yoklayan elleriyle ve yalpa vurarak koltuğuna doğru ilerleyip kendini bıraktı; sanki normal akşam şekerlemesi için yerleşir gibiydi, ama hiç desteksiz kalmış gibi gözüken kafasını şiddetle sallayışı, kesinlikle uyumadığını gösteriyordu.” (F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:70) “Birden aklına, Kızıl Haç yararına düzenlenen bir çayda yılışık bir arkadaşının anlattıkları geldi. Öğleden sonra şekerleme yapacağı zaman yatağa çırılçıplak uzanıyormuş. Genç üveyoğlu da yanına uzanıyor, tırnaklarıyla kadının sırtını kaşıyormuş.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:13) “İki gezinti arasında veya sağanağın dinmesini beklerken şekerleme yapılacak bir yere benzeyen, bu biraz fazla kırsal, salonları birer kameriyeyi andıran evde, .....bütün günümü, bahçenin güzelim çimenleriyle girişteki leylaklara, su kenarındaki ulu ağaçların güneşte parıldayan yeşil yapraklarına ve Méséglise Ormanı’na bakan odamda geçiriyordum.” (M. Proust, “Yakalanan Zaman” -Kayıp Zamanın İzinde-, sa:7) “... ve onun öğüdüne uyup haşlanmış mezgit balığı ısmarladı. Edebiyattan, Maupassant ve Daudet’den, büyük bir ülke olan Fransa’dan söz ettiler. Daha sonra, Pereira odasına çekildi ve on beş dakikalık bir öğle uykusu çekti, yalnızca bir şekerleme yaptı, sonra panjurlardan tavana yansıyan ışık ve gölge şeritlerine bakmaya başladı.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:103) “SHANNON - Henüz bitirmedi mi? HANNAH - Yazma dürtüsü hala devam ediyor ama tabii zihnini bir noktada yoplama gücü zayıfladı. SHANNON - Büyükbaba şekerleme yapıyor. Büyükbaba? Haydi yatağa.” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:43) Şekerrenk : Sarıya çalan renk; Eskidenberi iyi giden bir yakınlığın yakın zamanlarda bozulmaya başlaması “Asıl sorun, Pilar’ın sadece Pilar olmaması. O Sanchez ailesinin bir üyesi ve şu anda Angela’yla arası biraz şekerrenk olsa da, Maria’yla Teresa ona herzamanki kadar yakınlar. Kızların dördü de hala ana babalarının yasını tutuyor ve Pilar’ın Miles’a bağlılığı ne denli güçlü olursa olsun, yine de ailesi her şeyden önce geliyor.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:42) Şekil ve şemaili içinde : Sergilenen tür ve davranışlar çerçevesi içinde “Ne var ki, Cumhuriyetçi Parti, iktidarda uykuya daldı: Kökenindeki o aydınlık görüşü karanlığa boğan bir ılımlılık içine girdi; alışkanlıkların bir tür şekil ve şemaili içinde bakıyor geriye. En karşı-devrimci efsaneler, yöneticilerine varıncaya değin itibar gördü; onların arasında hayli insan, Devrim’de kaypaklığın, zayıflığın, eyyamcılığın ya da ihanetin temsilcilerine hayranlık duymaya koyuldular, heykeller diktiler anılarına onların.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:272-3) Şelek çekmek : Ekini biçip deste yapmak, o desteyi sırtta taşımak “Günlerden beri çalışıyordu. Önce ekin biçmişti tek başına. Leyleğin gözündeki ekinin içi bir de devedikeniyle dopdoluydu. Sonra harman yapmak için anasıyla birlikte şelek çekti.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:48) Şem’alı kibrit ucu : Sert yerlere sürtüldüğünde yanan bir tür kibrit “Tam baş tarafında, güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. Renk renk paçavralarla donanmış olan iğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidana benzetiyordu. Fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şem’alı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatır”, sa:104) şeml : (AR.) örtme, bürünme; kavrama, içine alma; şümul, şamil : kapsayan, çevreleyen; şemle : (AR.) kıldan baş örtü; sarık şemmas : (DİN,HIRİS.) : Başının tepesi tıraşlı papas; (çoğul): şemmasiyan (papaslar) şems : (AR.,AST.) güneş; şems ü kamer : güneşle ay; şemsi münir : parlak güneş; gurub-i şems : güneşin batması; keşşems : güneş gibi; tulü-i şems : güneş doğması; şemsabad : (FAR.) güneşi bol yer Şenlik şadımanlık içinde olmak : Sevincinden göklere uçmak, çok mutlu olmak “ ‘... Ben de o güzel şahini evimize çağırdım, ağırladım balla kaymakla... Şimödi de koçlar kurban edeceğim onun yoluna.’ ‘Ana sizin dilinizin altında bir şey var. Hepiniz sevinç içindesiniz. Ana, bunca yıldır, babam öldüğünden bu yana ben seni hiç böyle şenlik şadımanlık içinde görmedim.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:66) Şen şakrak : Neşeli, coşkun “Venedik İçin Şiir <Cartegena 1972> --------------------Ne başdöndürücü bir ganimet göklerin meltemi altında Bir kuş sesinin yırtıcı alacakaranlığın som altından yanan aylası. Şen şakrak çıplaklığı ışığın içinde titrediği gibi bir örümcek ağı gibi.” (José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04) “Dışarı çıkıp çıkmamaya karar veremiyordum, tam o anda penceremin altında gülüşler duydum. Pencereyi açıp baktım. Kaldırımda birkaç genç, şen şakrak birbirlerine veda ediyorlardı. Omuzlarımı silkerek pencereyi kapattım, incelenecek bir dosyam vardı zaten. Banyo odasına gidip bir bardak su içtim. Görüntüm aynada gülümsüyordu bana, ama gülümseyişim bana çifteleşmiş gibi geldi geldi.” (A. Camus, “Düşüş”, sa:30) “Kendimi yerimden yurdumdan edilmiş hissediyordum. Bir daha dönmemek üzere yurdumun dağlarından koparılmıştım adeta; beri yandan asla düzde yaşayan biri de olmayacaktım, düzde yaşayan biri gibi şen şakrak, görgülü, içtenlikli ve kendinden emin.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:33) “Birden karanlık dal ve yapraklar arasından evin kulesindeki küçük saatin şen şakrak birkaç kez vurduğu işitildi. Doğru çalışmıyordu saat.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:15) “Annemin ne esnediği, ne de sinek avladığı vardı. Bütün kasaba onu severdi. Aralarında paylaşamazlardı, çünkü yaşamını alnının teriyle kazanırdı. Ama şen şakrak yapardı işini.’ (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:103) “Seyran şen şakrak: ‘Ben de gördüm denizin yüzünü bir gece, yıldızdan gözükmüyordu. Gök denize inmişti.’ dedi sesi sevinçten taşarak.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:318) “YERGİ Ayın okşadığı uçarı bir akşamda, Bir rakkase, bir ilahi hile, buğulu bir girdap, İpince bir parıltı belirsiz ufukta, Evreni ben yarattım, bu yüzden olmalıyım şen şakrak, Bir işaretimle iptal olsun mekan, Ya da yeniden doğsun, çevik bir jestin atılımından” (Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.03) “GELİN - Anamın yurdu ağaçlıkmış, yemyeşilmiş. Toprakları öyle verimliymiş ki! HİZMETÇİ - Onun için öyle şen şakraktı. GELİN - Evet öyle. Ama burada mum gibi eridi gitti.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:28) “... güçlü kuvvetli bir adamdı bu Karl; köy kibarı; yani yarı yarıya medenileşmiş hayvan; bununla beraber son derece neşeli oğlandı; eskilerin ‘şen şakrak’ dedikleri tipten.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:92) “Sensizdim, bütün bahar yaşadım senden ırak; Nisan bu, allı pullu, giyinmiş süslenmiş de, Herşeye gençlik ruhu aşılamış, şen şakrak, Gülüp oynuyor durgun Saturnus (*) bile işte.” (*) SATURNUS : Eski Roma’nın tarım ve bağcılık tanrısı (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:98, sa:237) “Ağabeyini severdi Levin, ama onunla devamlı bir arada kalmak ıstıraptı..... İçinde bulunduğu ruhsal bunalımda onu avutacağını umduğu şen şakrak, sağlıklı, yabancı bir konuk yerine onun içini dışını bilen, onu en gizli düşüncelerini açığa vurmak, her şeyini anlatmak zorunda bırakacak ağabeyiyle görüşecekti. Levin bunu istemiyordu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Clt:I-II, sa:657) “Hiçbir şeyin önemi yok... Ölüm! Evet ölüm!.. İçerdekilerin hiçbiri bilmiyor, bilmek istemiyorlar... Acımıyorlar, keyif sürüyorlar. (Uzaktan, kapalı kapıların ötesinden şen şakrak kahkahalar, şarkı sesleri geliyordu.) Dünya umurlarında değil, ama bir gün onlar da ölecekler! Bugün ben, yarın onlar; bundan kurtuluş yok! Oturmuş eğleniyorlar. Hayvanlar!..” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:67) Şen şatır : Sevinç içinde, şen şakrak “Kolları dirseklerine kadar sığalı (sıvalı), gerdanları açık, sırtlarında yol çantaları, böğürlerinde matralariyle şen şatır yürüyorlardı. Hepsi, bir ağızdan bir türkü tutturmuştu ve ta önde bir trampeta ile bir fifra bu türküye eşlik ediyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:234) Şer; şerbela : Kötülük; Belaların belası: püsküllü bela “ ‘Guş bunlar!’ dedi Ali Gede. ‘Her ne cins guşsa? İki üç yıla bir görürsün bu bokları! Böyle yüksekten uçup uçup giderler. Uğur mudur, şer midir, şerbela mıdır, bilemem, seçemem. Allaha hamdolsun, hep böyle yüksekten geçerler.’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:6) “Felsefe iki türlüdür: Hayır ve şer felsefesi. Birbirine zıt görünen bu iki şey ara sıra birbirine o kadar yaklaşır ki şerrin hayırdan ve hayrın şerden çıktığına insanın hiç şüphe etmeyeceği gelir. Avnussalah daha küçük yaşta iken şer felsefesinin prensiplerini kurmaya başlamıştı.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) Şerefe, Şerefine içmek : Başarılı ya da meşhur biri ya da bir zafer, mutluluk için içki kadehini kaldırmak “Bir yandan kabak çiçeği dolması, bir yandan semizotu salatası, bir yandan balık geliyor, bir yandan yemeklerini yiyor, bir yandan da kafayı çekiyorlardı. Herkes şerefe diyor, kafayı çekiyordu.” Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:218) “Kaymakam, Belediye Başkanı ve öteki zevat rakı sofralarını kurmuşlar, çiftlikten gelecek konuklarını bekliyorlardı. Hemen masaya çöküp Talip Beyin şerefine içmeye başladılar.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:227-8) Şerefi iki paralık olmak : Sosyal bir yanlış davranış yüzünden, kişinin itibarını, sosyal konumunu olumsuz etkilemesi Bk.: Şerefini ayaklar altına almak “ ‘... Ormanda gizlendikleri delikte elli kilodan fazla kümes ve av hayvanı kemiği, yığınla kiraz çekirdeği, tonla elma koçanı bulundu.’ Ne var ki, izcinin zavallı babasını avutmak mümkün olmadı. ‘Ne halt ettim ben!’ diye gözyaşı döküyordu. ‘Şerefim iki paralık oldu!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:64) Şerefini ayaklar altına almak : Toplumca kabul edilemeyen bir harekette bulunarak kişinin sosyal konumunu tehlikeye sokmak “VITTORIA - Ne zamandanberi orada? D. MARZIO - Şimdi gitti. Biraz evvel buraya bir yolcu kadın gelmişti, onu gördü, hoşuna gitti ve hemen peşinden misafirhaneye girdi. VITTORIA - Akılsız adam! Şerefini ayaklar altına alıyor.” (C.Goldoni, “Kahvehane”, sa:41) Şerefinle temin etmek; Şerefsizim : Şeref sözü vererek birine bir zarar gelmeyeceği konusunda garanti, teminat vermek “LELIO - Ama pencerinizin altına gelip serenat söyletiyorlar. ROSAURA - Kim söyletiyor, şerefsizim bilmiyorum. LELIO - Tanrı çarpsın ki, kimdir, ben de anlayamdım. LELIO - Elbette bilmezdiniz; ama kim olduğunu sahiden merak ettiniz mi?” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:19-20) “Ellerimi yanaklarıma kapattım: -İşkence ederler... -Hayır! Sizi şerefimle temin ederim ki, kılına bile dokunmayacaklar... Bütün tedbirler alındı. Hadi yukarı buyrun...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:176) Şerefyab olmak : Tanışmış olmaktan dolayı şeref duymak (Osmanlı dilinde) “ ‘Hemşire hanımı ilk defa görüyorum,’ dedi. ‘Biraz evvel şerefyab oldum...’ ‘Öyle mi? Kapıyı sana o açtı galiba!’ ‘Evet.’ ‘Eyyy... nasıl buldun benim kızımı bakayım?’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:49) Şerha şerha : Parça parça, bölüm bölüm, yarık “Ama gerçek yüzümü aynada görür görmez Pörsümüş, benzim uçuk, şerha şerha ve köhne, Kendime duyduğum aşk, ters düşer bana bu kez: Kötü şeymiş insanın aşk duyması kendine.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:62, sa:165) Şeriat : (DİN; AR.) : Şeriat’ın sözcük anlamı, ‘Su içilecek kaynağa giden yol, izlenmesi gereken açık seçik ve aydınlık yol’; ‘ genel kurallar bütünü’dür “Dini terim olarak şeriat, ‘Dine inananların gitmesi gereken yol, Allah tarafından kurulmuş olan dini kurallar bütünü, Allah tarafından seçilip görev verilmiş peygamber aracılığı ile insanlara ulaştırılan dini buyruklar’ anlamlarına gelmektedir. ‘Şeriat’ın koruyucusu Yüce Allah’tır. Peygamberler ise, Yüce Allah’tan aldıkları vahye dayanan şeriatı toplumlara ulaştıran, öğreten, uygulanışını gösteren seçkin kimselerdir. ‘Şeriat’ kelimesinin, bir peygamber aracılığı ile insanlara gönderilen din anlamına geldiği Kur’anı Kerimde şöyle belirtilmektedir: ‘Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak kitabı (Kur’anı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hikmet, sana gelen gerçeği bırakıp da onların isteklerine uyma. (Ey Ümmet’ler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardık; fakat size verdiğinde (yol ve şeriat’larda) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yardımlaşın. Hepinizin dönüşü Allahadır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) o haber verecektir. (Maide:48)’ ” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:83-4) Şer kumkuması : Kötülük ‘çanağı’, birtakım kötülüklerin vuku bulduığu yer, mahal, şey “Hiç ummadım kalmazsa başlarım çıldırmayaVe delirirsem acı sözlerim seni haklar. Öyle kahpeleşti ki şer kumkuması dünya, Çılgın müfterilere kanar çılgın kulaklar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321) Şerri mübarek olmak : Belaları davet etmek, ‘Hadi bakalım, başımıza belaları açıyorsun!’ “TÜFEKLİLER - Ve ömrü boyunca ne kendisi, ne köyü, ne akrabası ve ne de onunla konuşan, ona ekmek veren ve ona su veren her kimse şeytanın gazabından kurtulur. Haydi şerriniz mübarek ola! Şeytan ayininiz kutlu ola!” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:49) Şey : Ne diyeceğini bilemeyince söylenen bir ara sözcüğü “DELİ - Hadi hadi, alçak gönüllü olmayı bırakalım. Siz onun dansçı arkadaşı için biraz ağır şakalar yapıyordunuz, demiryolcu da hakarete uğradığını düşünüp gücendi! Öyle değil mi? S. KOMİSER - Şey, tahminimce tam tamına böyle oldu.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:53) “ ‘Şey, bu gece iş yapmamaya karar verdim. Haydi üstüne bir şeyler geçir de gidip kafaları çekelim. Biraz fazla içli dışlı olduk ama ne yapalım, arada olur böyle kaçamaklar.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:18) Şeyh : Asıl anlamı ‘yaşlı adam’, ‘koca’, ‘ihtiyar’, ‘bir kabilenin ileri geleni’ demek olan bu sözcük, daha sonraları, ‘bir tarikat tekkesindeki dervişlerin başı’ anlamında kullanılmıştır. “Lübnan’ın temiz insanlarından bir şeyh vardı. Arap ülkelerinde hakkında hikayeler, olağanüstü öyküler anlatırdı. Bir gün, Şam Camii’ne gitmişti. Oradaki mermerden bir havuz kenarında abdest alırken, ayağı kayıp suya düşünce, kendini zor kurtarmıştı. Namazdan sonra mürit’lerinden biri: -Benim bir sorum var, dedi ona.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:94) Şey’i; Şey’si : Penis, vulva, anus, kıç gibi cinsel organlar için kullanılan yedek, göndermeli sözcük (Argo) “ ‘... Cehennemde yanacak dedi annem...’ Öğürdüm. Meryem’in pembe çatlaklı kavrukluğunda cehennemde yanmaya yer yoktu. Kalmamıştı. ‘... Etlerini yakacaklar. Şeysine kızgın demirler sokacaklar...’ .ayıp dedi fikret. ayıp müşfik.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:55-6) “ ‘Bende hala finfar gücü var,’ dedi, ‘her sabah böyle, mangalho’m direk gibi dikilmiş uyanıyorum, bende hala finfar gücü var.’ ‘İdrar kesendir,’ diye yanıtladı karısı, ‘yaşlısın sen Rey,’..... ‘Bende hala finfar gücü var,’ diye karşılık verdi Manolo, ‘ama seni finfar edemem, şeyini örümcek ağı bağlamış.’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:13) “Bir gece Mirko, onun gövdesinden başka hiçbir şeyine sahip olamadığını sezinleyip çok öfkelendi. Vesna’yı yerden yere çaldı..... Sonra da şeyini ağzına sokup o iğrenç köpükleri fışkırttı. Vesna onun önünde yerlere kustu.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:147) “‘... oğlum Sedat, alay etmek için söylüyorsam iki gözüm önüme aksın, herif bunu da bırakmasaydı ne yapacaktın. Banka memuru maaşınla kalacaktın şey’im gibi, gene de öp başına koy bu evi, beni dinle...’ ” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:18) Şeytan; Şeytani, Şeytan ruhlu : Çok zeki ve kurnaz, başaramadığı iş olmayan, herkesi kandırabilen ve havasına alan kimse; Kötülüklerin başı varsayılan, bir zamanlar meleklere hocalık etmiş, tüm kötülüklerin ölmez temsilcisi; Cinsel doyum sonrası duygular Bk.: Kurtuluşu Olmayan Oğul “-Ne kadar güzel bir kız olduğunuzun farkında mısınız? Hay şeytan hay! Bu cesaret ona nereden gelmişti. Rabia’nın yanaklarındaki gelincikler şimdi koyu kırmızı renginde, eski bir şarap gibi bütün yüzünü kapladı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:257) “İthaf <Mart 1940> -----Benim Şeytan’la bir geçen iki yılım? Ne görürler Sibirya tipisinde? Neyi düşlerler ayın tepsisinde? Onlara olsun veda selamım.” (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev, Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) “Her zamanki gibi uzun, siyah bir palto giymiş, geniş kenarlı şapkasını yüzüne iyice indirmişti. Kör gözü lacivert bir çukur, diğer gözünde ise tozdan sarı bir parıltı vardı. Bana doğru baktı ve gülerken ulur gibi bir ses çıkardı. Sarhoş olduğunu düşündüm. ‘Melun!’ diyerek bana sövdü. ‘Sefil!’ ‘Jesus, Maria y José!’ diye bağırmak cesaretini bularak baş parmağımı işaret parmağımın üstüne koyup haç işareti yaptım ve kötülüğü uzaklaştırmak için onun yüzüne doğru tuttum. Çünkü Tenario’nun şeytanın yeryüzüne dönmüş hali olduğuna gerçekten inanıyordum.” (Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:223) “Yağmur Yağıyor <1963> ---------------------Hiç düş kırıklığı yok bu günde yalnızca aydınlık-gizli bir ateş içinde bir çığlık şeytanlardan arınmışçasına” (Homero Aridjis<d.1940>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.08.04) “Gel gelelim, tam tersi bir görüş de vardı. Kimileri yerlilerin ilkel bir masumiyet içinde yaşadıklarını düşünürken kimileri de onların insan kılığına girmiş vahşi canavarlar, şeytanlar olduğunu düşünüyordu. Karaibler’de yamyamların ortaya çıkarılması da bu görüşü kuvvetlendirdi.” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:49) “O yüzde şeytanca bir şey, sanat adamlarını pek çeken, o ne olduğu bilinmez bir şey vardı. Rabelais’nin ya da Socrates’inki gibi ezik, ucu kalkık burun üzerinde, dışarıya fırlamış, saçları dökülmüş yüksek bir alın; sırıtan, buruşuk bir ağız.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13) “Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada! Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz; ----------Milyonca kurtçuk gibi yoğun, gide gele Ziflenir beynimizde bir Şeytan oymağı.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri-Okur’a”, sa:19) “Ahmet habire gülüyordu: ‘Yavaş gül ülen sakar şeytan! Gelip geçen olursa duyulur...’ Ahmet: ‘Sen de yavaş patırtat!’ dedi. ‘Asıl seninki duyulur.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:75) “Ben doğru yolu terk etmedim, dedi Oleron, bana doğru ilerleyerek. Ve sen de bana-son adımı atmamda yardım edeceksin. ONLAR bir sınamadan geçmemi istiyorlar. Zaman kaybetmemeliyiz. -Oleron, dedim. Eleonora iyi değil... Neler zırvalıyorsun? -O bizim kanıtımız olacak, Egistus, diye bağırdı Oleron. O, Sınırsız Büyükler’e bizim nir hediyemiz olacak. Masum bir kız. Sana gösterdiğim ilk kitabın resimlerini hatırlıyor musun? Artık sen de ONLARIN nasıl kurbanlar istediğini bilmek zorundasın... -Şeytan, diye bağırdım, ona dokunma!” (Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:101) “BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN ----------------------------------------------------------Vaiz adam! Mucize adam! Defet kötü ruhları gövdemden! Varoş bebekleri ölüyor AIDS’ten, koleradan Çokuluslu ilaç şirketleri Götürüyor milyarları pahalı ilaçlarla. Vaiz adam! Mucize adam! Def et ülkemin kafatasından şeytanı! Varoş bebekleri ölüyor protein yetersizliğinden, bir deri bir kemik kalmaktanZenginler, kanının son damlasını çekiyor Ana Afrika’nın.” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler <Donde habite el olvido> ------------------------------Denizin üstüne bir pus gibi çöküverir sonuçta, Geleceğin yıldızlarına değin Yükselen bir mavimsi telaş, Dalgaların dayandığı bir merdivenle Uçurumlara iner göksel ayaklar, Senin kendi büründüğün biçim de Melek olsun, şeytan olsun, düşlerde görülen bir sevda” (Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.07.02) “ ‘Benim bir şeyim yok,’ diyerek ağlıyor Olina, ‘giysilerim kadının. Vücudum da ruhum da onun, ruhumu istemiyor ama... Ruhları isteyen yalnız şeytan, insanlar şeytandan da beter. Afedersin...’ diye ağlıyor, ‘benim bir şeyim yok.’ ” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:107) “1300’lerin başlarında Dante Alighieri tarafından kaleme alınan eser, ortaçağ anlayışını yeniden şekillendirmişti. Daha önce cehennem kavramı insanları hiç bu şekilde etkisi altına almamıştı. Dante’nin eseri bir gecede soyut cehennem kavramını, anlaşılır ve dehşet verici bir hayalle somutlaştırmıştı; açık, somut ve unutulmaz. Şiirin yayımlanmasının ardından, Dante’nin yenilediği yeraltı dünyasından kaçınan günahkarların Katolik Kilisesi’ne kitleler halinde gitmeye başlaması şaşırtıcı değildi.” ..... “<İtalya’da, Floransa’daki ünlü San Giovanni Vaftizhanesi> Vaftizhanenin hayli yüksek sekizgen kubbesi, bir uçtan diğerine yirmi dört metreydi. Adeta kor gibi yanıyor ve ışıklar saçıyordu. Kehribar rengi altın yüzey, ortam ışığını bir milyondan fazla smalti camıyla <Saf silis camından, elle kesilmiş sıvasız minik mozaik parçaları> farklı biçimde yansıtıyordu. Smalti’den oluşturulmuş mozaikler, İncil’den sahnelerin betimlendiği, ortak daireli altı dairenin içine yerleştirilmişti. ..... Langdon, bakışlarını mozaiğin göbeğine çevirdi. Ana altarın tam üzerinde, kurtarılanlarla lanetlenenlere yargıçlık yapan, sekiz metre boyundaki İsa tasviri yükseliyordu. Dürüst olanlar İsa’nın sağ tarafında sonsuz hayat ödülünü alıyordu. Sol tarafındaysa günahkarlar taş kesilmiş, kazıklara geçirilmiş ve türlü yaratıklar tarafından yeniyorlardı. Tüm bu işkenceyi gözeten büyük şeytan mozaiği, insan yiyen bir cehennem yaratığı olarak tasvir edilmişti. Yukarıdaki korkutucu mozaikte boynuzlu bir şeytan, bir insanı kafasından yemeğe başlıyordu. Kurbanın şeytanın ağzından sarkan bacakları, Dante’nin Malebolge’sinde bellerine kadar gömülü günahkarların kıvranan bacaklarını çağrıştırıyordu. ...... Tıpkı Dante’nin Cehennem’in son kantosunda tasvir ettiği gibi, şeytanın üç başlı olduğu izlenimini vererek, kulaklarından dışarı kıvrılan iki koca yılan da günahkarları yiyordu. Langdon hafızasını tarayarak Dante’nin tasvirlerinden parçalar hatırlamaya çalıştı: ‘Altı gözünün altısıyla birden ağlıyor ve yaşlar kanlı bir salyayla birlikte, üç çenesinden birlikte aşağı süzülüyordu. Ağızların her birinde, değirmende çeker gibi, dişleri arasında bir günahkarı öğütüyor, böylece üç günahkara aynı zamanda işkence yapıyordu.’ Langdon, şeytanın kötülüğünün üç misli olmasının, sembolik anlamlarla dolu olduğunu biliyordu: Kutsal Üçlü’nün üçlü nuruyla mükemmel denge sağlıyordu.” .....“Bu, Bertrand Zobrist! Sert bir ifadeyle bize bakarken korkunç bir sessizlik oluyor. Sonra, aniden bir kahkaha patlatıyor, yeşil gözleri ışık saçıyor. ‘Boş konferans salonunun canı cehenneme, diyor. ‘Otelim yan tarafta. Hadi, hep birlikte gidelim!’ ” (Dan Brown, “Cehennem”, sa:85;301-2;360) “Bir şeytanla karşılaşmıştık. Bir süre hiç konuşmadan yürüdük.....Çingene’yi de bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Sonunda sessizliği bozdum: ‘Petrus, bence o Çingene şeytandı.’ ‘Evet, şeytandı.’..... Gelenek’te, şeytan, ne iyi ne de kötü olan bir ruhtur; insanların erişebildiği sırların çoğunun koruyucusu olduğuna ve maddi şeylere hükmünün geçtiğine inanılır. Düşkün bir melek olduğundan insan soyuyla bir tutulur ve her zaman pazarlık yapmaya, iltimas geçmeye hazırdır.” (P. Coelho, “Hac”, sa:36-7) “Yarım yamalak. Yine de ne olduğunu biliyor: şeytan. Kendisinin de kullandığı bir sözcük, ama onu kadınla aynı anlamda kullandığına inanamıyor. Şeytan: doyuma ulaşırken, ruhun bedenden kıvrıla kıvrıla çıkıp unutuluşa doğru döne döne indiği an.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:257) “Dün biraz kafayı çekmiştim. Çizmeleri başka bir odaya bırakmış olabilirim. Hem de tam söylediğim gibi. Afanisi Yegoriç, ben onları başkasının odasına koydum vallahi. Boyanacak o kadar çok çizme var ki, kafası dumanlanınca şeytan bile çıkamaz işin içinden.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:93-4) “Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler, ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde” (Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:691) “NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN YEDİ ASKER -----------------------------Gülüyorlardı kahkahalarla kadına. ‘Ellerinizi çekin karımdan, şeytanlar çekin ellerinizi karımdan.’ Kan tükürmüştü sıradaki askere Noel Günü’nde, Noel Günü’nde.” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Şeytan - Karanlıklar Hükümdarı. Onun birçok adından biri. Tanrı’nın ışığının ulaşamadığı karanlıklara egemendir.” (U. Ego, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) “ ‘Onlar Minoritler’di, ‘Tinciler’ deniyordu; oysa toplumun papazlarıydılar! Biliyorsun, soruşturma sırasında, Gubbio’lu Bentivenga’nın kendini havari ilan ettiği, sonra da Bevegna’lı Giovanuccio ile bir olup cehennemin var olmadığını, insanın Tanrı’yı incitmeden tensel isteklerini doyuırabileceğini, bir rahibeyle yattıktan sonra (Tanrı beni bağışlasın!) İsa’nın bedenine sahip olabileceğini, Efendimiz için Magdelena’nın, Bakire Agnesé’den daha makbul olduğunu, halkın Şeytan dediği şeyin Tanrı’nın kendisi olduğunu, çünkü Şeytan’ın, tanıma göre bilgi, Tanrı’nın ise bilginin ta kendisi olduğunu söyleyerek rahibeleri kışkırttığını açıkça ortaya koydu.’ ............ Ubertino, ellerini ovuşturdu, gözleri yeniden yaşlarla buğulanmışdı: ‘Böyle söyleme, William. İnsanın bağrını tütsü kokusuyla yakan kendinden geçirici sevgi anını, kükürt kokan duygu karmaşıklığıyla nasıl karşılaştırırsın? Bentivenga başkalarını bir bedenin çıplak organlarına dokunmaya itiyordu; duyuların egemenliğinden kurtulmanın tek yolunun da bu olduğunu ileri sürüyordu: ‘homo nudus cum nuda iacebet’ (Lat.: <homo nudus kum nuda iyasebet> = Çıplak erkek, çıplak kadınla (birlikte) yatıyordu..’ ‘Et nom commiscebantur ad invicem’.. (LAT.: <Et nom komiçebantur ad invisem>=Ama biirbirleriyle birleşmiyorlardı.’ ” ................................... “Arkamızdan gelenin, yırtık pırtık giysili bir serseri görünümü varsa da, bir rahip olduğu açıktı; yüzü de az önce sütun başlıklarının üstünde gördüğüm canavarlarınkini andırıyordu. Rahip kardeşlerimin çoğunun tersine, ömrüm boyunca hiç şeytanla karşılaşmamştım; ama inanıyorum ki, eğer bir gün karşıma çıkacak olursa..... şu anda sözümüze karışan adamın yüz çizgilerinden farklı olamazdı.” ..... “‘Ben zavallı bir camcı ustası olabilirim, ama o kadar da cahil değilim. Şeytan (Tanrı şerrinden korusun!) bir rahibi yılanlarla ve iki başlı insanlarla korkutmaz. Öyle bir şey yapacak olsa, kösnül görüntülerle kışkırtır onları, çöldeki pederlere yaptığı gibi. Hem sonra mademki bazı kitaplara el sürmek kötüdür, Şeytan niçin bir rahibin kötülük işlemesine engel olsun?’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:76;77;138) “O anda celil <ulu> olan Tanrı hazretlerinden Cebrail-i Emin geldi ve Peygamber’e ‘Bizim şeytana izin ver de seni ziyaret etsin’ dedi. Şeytan içeri girince Peygamber’e hizmette bulunup oturdu ve ‘Ey Tanrının elçisi! Ben neyim ve ne işle meşgulüm, biliyor musun?’ dedi. Peygamber, ‘Söyle bakalım,’ buyurdu. Şeytan, ‘Ben binlerce yıl, aşağılık ve miskinlikle göklerdeki meleklerin hocası idim. Mi’raç gecesinde gördüğün gibi benim kürsümü Arş’ın ayağının altına kurmuşlardı. Bin melek benim va’zımda hazır bulunuyordu. O kadar ki dersime ilk devam eden bin meleğe tekrar dersime devam etmeleri için bin yılda bir sıra geliyordu. Sonra önemsiz bir hata ile ebediyen reddedildim. Tanrı: (Kıyamete kadar lanetim senin üzerindedir. - K. XXXVIII, 79) ayetiyle lanet halkasını benim boynuma bağlayarak beni insanların nefretine maruz bıraktı.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:558) “Bu çuvalların içerisinde keten ipliği yumaklarından veya bu iplikten dokunmuş dayanıklı uzun bez toplarından başka bir şey olmadığını pekala bilen çobanlar bile bu dokumacılık mesleğinin çok gerekli olmakla beraber, şeytanın yardımı olmaksızın yürütülebileceğinden pek de emin değillerdi.” (G. Eliot, “Silas Marner”, sa:11) “REILLY : Bana geldiğiniz durumda eğer Sağlık yurduna yollamış olaydım sizi Korkunç bir şey olacaktı bu. Yanınızda götüreceğiniz o isteklerin İsteklerinin gölgesiyle Başbaşa kalacaktınız orda. Şeytanlar olanca güçleriyle Avuçlarına alacaktı sizi.” (T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:121) “Beethoven ‘in de besteleri arasında ormanda yürüdüğü, birtakım mimikler yaparak, sanki doğmamış yaratığıyla alay eden şeytanla kavga edermişçesine homurdandığı ve hatta küfürler ettiği söylenir.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:22) “ŞAKA <1988> -------Kötü tanrıların fırtına ve sisleriyle boğuşup alıkoyulan adam karısının beklediğinden emin değilmiş meğer. Odysseus bu, ne yapıp eder, şeytanı da aldatıp İtaka’ya zamanında yetişirdi, gerçekten acele etseydi eğer.” (Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.05.05) “Yengemin ahlaksızlığı beni erdem dediğim şeye daha kuvvetle bağlıyordu. Başkaları ne kadar kolay teslim oluyorlarsa o denli kuvvetle karşı koyacaktım nefsime ve şeytana. Mutluluktan çok sonsuz azim bekliyordum gelecekten ve daha şimdiden mutluluğun erdemle aynı şey olduğunu düçünüyordum.” (A. Gide, “Dar Kapı”, sa:19) “Kızı da ona benziyor; çocuk güzelliğinin fazlalığı da şimdiden ne büyük bir asaletle, biraz ciddi, hemen hemen kederli bir asaletle, hafifliyor! Annesi ne büyük bir şefkatle eğiliyor ona doğru! Ah, böyle yaratıklar karşısında şeytan da yelkenleri indiriverir; Lafcadio, böyle yaratıklar içim senin gönlün de feda ederdi kendini!...” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:164) “FAUST - Hayır, hayır! Şeytan bencildir ve başkasına faydalı olan birşeyi pek öyle Allah rızası için yapmaz. Koşulunu açıkça söyle. Böyle bir uşak evin içinde tehlikelidir.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:78) “LELIO - Ne dersin Arlecchino? İyi olmadı mı? ARLECCHINO - Bu kadar martavalı nasıl kıvırdınız, şaştım vallahi! Şeytan gelsin, siz onu da aldatırsınız.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:23) “Sözlerinden hoşlanmadığımızın farkına varınca, özellikle daha çok üstümüze gelir, bizi tahrik etmek isterdi: ‘Ah! Ah! Korkuyorsunuz, küçük şeytanlar! Ama öyledir, burada bir şişko var, yakında ölecekler, çürümesi de uzun sürecek!’ Susturmaya çalışırdık o da inadına çenesini daha çok açardı.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246) “FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ <1901> -------------------------------------------------Gülüyor ve ağlıyor hıçkırarak, fırtınanın kara iblisi... Eğleniyor bulutlarla, sevinçten ağlıyor hıçkırarak. Öfkesinde gök gürültüsünün, o duyarlı şeytan, çoktan duymuştur sesini yorgunluğun; ve bulutların güneşi gizleyemeyeceğini, hiçbir zaman gizleyemeyeceğini bilmektedir.” (Maksim Gorki<1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:29) “Çok yakışıklı bir adamdı. Şeytan, bayramlıklarını giyinse o kadar yakışıklı olabilirdi ancak.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:26) “Böyle şeylere aldırış etmememi, kızını yola getirmiş olduğunu söyledi. Bunları söylerken öyle bir şeytani gülüşle güldü ki korktum. O zaman Barbara’nın ikazını hatırladım ve konuşmamız mirasın ne kadar tuttuğuna gelince miktarı söylemediğim gibi, ticaret tekliflerini de savsakladım.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:55) “İnsan ruhça melekten çok şeytana yakındır. Adamı adam etmek için her devirde değişen ahlak ve terbiye sistemleriyle uğraştılar. Şimdi de uğraşılıyor ve geleceğin sonu gelmez devirlerinde de uğraşacaklar. Elde edilen ne oldu? Ne oluyor? Ne olacak? Galiba hiç...” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) “HAKİKAT *** Tepeden tırnağa silahlı zalimler Işığın karşısında put gibi duruyorlar. Karanlıkta yola koyulmuşlar, Önlerinde, debdebeli kibirli şeytan.” (İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:63) “İSA YAŞI Başkasını görmedim ben, bunca tez halk edilmişyama yama üstüne, dikişler milim milim. Meleklerin öz evladı, şeytanca emzirilmiş, aklı bunca karışık başka insan görmedim.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) “Allah’ın en mükemmel eseri olmasını istediği insanı yaratmak için yoğurmakta olduğu ilahi hamurun göz kamaştırıcı beyazlığını görünce, İblis, bunu kirletmek için dayanılmaz bir arzuya kapıldı. Ama, Yaradan çok dikkatli davranıyordu. O zaman, Tanrı’nın iyi niyetinden yararlanan şeytan, bir bulutun ardından gizkenen güneşi göstererek ona süratle şu soruyu sordu: ‘Ey sen ki bu kadar akıllısın, neden zayıf bir buluta koca bir yıldızın ışığını örtmek ve yeryüzünü karanlığa bürüyerek hüzünlü bir hale getirmek gücünü verdin?’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:48) “Tam o anda, ilkbahar güneşinden yararlamak için prispa’ya çıkmakta olan gencin anasına: -Bana mı surat asıyor; diye sordu alçak sesle. -Suratı size değil, bana, diye karşılık verdi iyi yürekli ana. Dün akşam döndüğünden beri dalaşıyoruz. Ah, ah, şeytan çocuklar! Çocuk isteyenin aklı yok...” (P. Istrati, “Mihail”, sa:6) “Okuma yazma biliyor muydu? Bu da belli değildi. Yazılı, basılı her şeyden pek çekinen, resmi herhangi bir evrakla karşılaşmaya görsün, şeytanı yanı başında yakalamışçasına irkilen Hacı Teyze, iş akamlara gelip dayandı mı, ulema kesiliyor, mesela para meselelerinde kuruş sektirmiyordu.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:207) “MUİN BESİSSO’YA AĞIT ----------------------------------Moğol askeri gibi Filistin’in bütün hurma ağaçlarını kestiler Yer yarıldı, Yarıldıkça uğuldadı ağaçlar! Biliyorum tekrar çiçeklenecek badem ve portakal ağaçları Akıllardaki cin ve şeytanlarla sönecek gece” (Salım Jabrand<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04) “Ay hep çok güzeldir Babamın yüzünü anımsıyorum Duvarda bir oyuk gibi Çamurlanmış çarşaflar Yer toprak döşeme. Anam çalışırdı gece gündüz Ağlamalar çığlıklara karışır Bir melekle bir olur bir şeytanla Bir de hiç doğmayacak oğluyla” (Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03) “A.’nun burnu pek havalarda, iyilik yolunda hayli ilerlediğini sanır, bunun sebebi -çekiciliği sürekli artan biri olarak görüyor ya- kendini giderek daha çok ayartı karşısında hissetmesi ve üstelik ayartıların şimdiye dek hiç farketmediği yönlerden geldiğini düşünmesidir. Ama bunun gerçek nedeni, büyük bir şeytanın içine girip yerleşmesi, sayısız küçük şeytanın da büyüğüne hizmet için koşuşturup durmasıdır.” (F. Kafka, “Aforizmalar”, No.10, sa:15) “Ve daha yüksek bir sesle: ‘Artık kendin dışında da nelerin var olduğunu biliyorsun; bu zamana kadar kendinden başka bir şeyden haberin yoktu. Masum bir çocuktun ama aynı zamanda şeytan ruhlu bir insan olduğun da bir gerçek! Bu yüzden şunu bil: Seni suda boğularak ölmeye mahkum ediyordum!’ ” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:109) “Söylenmeden Bırakılmış -----------------------------şeytanın hiçbir imgesi yoktur, çünkü ona inanmıyorum. Allah’a övgülerin de. ama ben kimim ki.” (Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.10.07) “Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşünce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak, Peder de kucağını açıp ona: -Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla! Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.” (N. Kazancakis, “El Grego’ya Mektuplar”, sa:215) “ ‘Kaç kişiyiz?’ diye sordu, ‘On iki; İsrail’in her kabilesinden bir kişi var. Şeytanlar, melekler, inler cinler, cüceler... Tanrının bütün yaratıkları ve ucubeleri. Seç seç al!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15) “YAŞAM BOŞ GEZENİN BOŞ KALFASIDIR ------------------------Şeytan bir çakaldır İnsan şekline bürünmüş Kurbanlık bir koyundur, tanrı Yaşam, boş gezenin boş kalfasıdır Bitlerin sardığı Paçavralar içinde!” (Mbongeni Khumalo<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08) “YOLCU - Belki de bu herif, aptallığının yanında, ya da öyle görünse de, Yahudiler içinden çıkabilecek bir şeytandan daha iblisane biri. Bir Yahudi dolandırınca, dokuz defasından belki yedisinde bir Hıristiyan onu buna mecbur etmiştir...” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:25) “Justiniana, ‘Dona Lucrecia’dan söz ettiğimi bal gibi biliyorsun, seni küçük şeytan, salak numarası yapma bana,’ dedi. ‘Kadının başına ne çoraplar ördün. Hiç üzülmüyor musun?’ ” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:130) “Buna karşılık daha küçük olan eşlikçim, köyünü hiçbir zaman terketmemiş ve ustaların ustasu bir dülger olaraka ün yapmıştı buralarda. Ondan geçmiş zamanda söz etmemi büyük olasılıkla hoş karşılamazdı, çünkü bana, doksan bir yaşında hala şantiyeler yönettiğini ve taş taşıdığını söyleyerek övünmüştü. Kendisine ‘şeytan’ adını takmıştı. Mamafih, bizim buralarda bu sözcük, çoğunlukla ‘İblis’ anlamında değil de ‘açıkgöz, kurnaz’ anlamlarında kullanılır.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:33) “Afrika ormanlarındaki gibi yırtıcı hayvanlar, yılanlar olacak değil a bizim çıplak toprakta. Olsa olsa cin, şeytan, yatır veya ölümsüzlüğün sırrına eren dedeler doldurur köşe bucağı.” (M. Makal, “Memleketin Sahipleri”, sa:3) “İnsandan bir dost! İnsanlar arasında bir dosta sahip olmanın beni gururlandırıp mutlu edeceğine inanır mısınız? Ancak, bugüne dek şeytanlar arasında, ucubeler, iğrençler, bilginin dilsiz kıldığı hayaletler, gulyabaniler arasından, kısacası, yazın adamlarından dostlar edeindim.” (Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:100) “Upuzun hayatımda ilk kez içimden birini öldürmek geliyordu. Vaktiyle veremediğimiz kırıp geçirici yanıtları kulağıma fısıldayan şeytanın yüzünden içim içimi yiyerek döndüm eve, öfkemi ne okuma yumuşatmıştı ne de müzik.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:48) “... ama yatakta çektiği öldürücü cefadan sonra Eréndira’ya bir Pazar eğlencesi gibi gelmişti bu iş, üstelik, akşam olurken bitkin düşen bir tek kendisi değildi, çünkü manastır şeytana karşı değil çöle karşı bir savaşım vermeye adamıştı kendini.” (G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:112) “AŞKA KARŞI ------------------Aşka karşıyım. Bırakın kıtalar sürüklenerek kopsun birbirinden. ------------------Karşıyım duyguya. Karışıklığa da. Domuz yumurtası döllediler daha geçen gün insan spermiyle. Taraftarım buna tamamen. Teşekkürler size erkeksi dişi şeytanlar, teşekkürler bayan albay uçan balıklar, kurbağalar yağdırdığınız için karnından konuşanlara, bağladığınız için hokkabazları zincirle portakalları havada asılı bahçeye.” (Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06) “DUMAN ----------Şeytan gelir, sorar Kaynattığın kazana Açlık, ölüm kattın mı? Kattım. Fitne, fesat attın mı? Attım. Kaynar kazan,” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:29) “SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği yer burası... Ne de işinize yarayacak ya... Şimdiye kadar millerce yol aldı, sağ salim deniz kıyısına vardı... Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size?” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63-4) “KAMAROT - Evet, az önce kapının arkasından ben de sesini duydum. BEN, parmaklarının ucuna basarak kapıya yaklaşır, dinler. - Ağlıyor... KAMAROT, kudurgan yumruğunu sallayarak. - Habis şeytan! Tanrı canını cehenneme yollasın!” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:13) “Dorothy, babasının tıraş suyu için çaydanlığı kaynamaya koyduktan sonra yukarı kata çıktı ve banyoya döndü. Ellen şiddetle horlamayı sürdürüyordu. Uyanık olduğu zamanlar iyi, sıkı çalışan bir hizmetkardı, ama sabah yediden önce Şeytan ve tüm meleklerinin bir araya gelseler yine de yataktan çıkaramayacakları bir kızdı.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:9) “ ‘Sana hürmette kusur etmem, merak etme,’ dedi. Arkamdan karşıma geçerken bir kahkaha attı, ama çok acıklı bir yanı vardı bunun. ‘Şimdi olduğu gibi işte,’ dedi. ‘Bir şey yapıyorum, ama onu yapan sanki ben değilim. İçimde kıpır kıpır bir şey var sanki ve bütün kötülüğü bnana o yaptırıyor. Ama çok da ihtiyacım var ona. Nakşetmek için de öyle.’ ‘Bunlar Şeytan hakkında uydurulmuş kocakarı dedikoduları.’ ” (O. Pamuk, “Benim Adım Kırmızı”, sa:193) “Plaja gelince insanı aptallaştıran o uğultuyu duyunca ve o et yığınını görünce, gene, suçu, günahı, şeytanı düşündüm. Kıpır kıpır kıpırdanan bir et yığını: Arada bir bu yığının içinden renkli bir deniz topu ağır ağır yükseliyor ama, sonra gene geri dönüp aralarında kayboluyor, sanki bütün bu suçtan ve günahtan kurtulmak istiyor, ama kadınlar bırakmıyor onu.” (O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77) “-Seni gidi kızıl şeytan, dedi. Sen küçük beyi dövmeye nasıl cesaret edersin bakayım... Saşa sıçrayıp doğruldu: -Hile yaptın, dedi. Yoksa ölsen yıkamazdın beni! Hemen ver yüzüğü, bas git hadi.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:100) “Niccolo, acı bir sesle, ‘Ben işin aslını sana anlatayım,’ dedi. ‘Floransa’nın şu anki mutlak hakimi bir Medici. Papa da bir Medici. Burada insanlar Tanrı’nın bile bir Medici olduğunu söylüyorlar, Şeytan’a gelince; onun da Medici ailesinden olduğuna hiç şüphe yok. Ben de Mediciler yüzünden buraya kısıldım kaldım, sığır yetiştirip birkaç karış toprağı ekerek, yakacak odun satarak iki yakamı br araya getirmeye çalışıyorum..’ ” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:280) “JOHANNA - Nedir o ? LENI - Kutsal Kitap. Aile toplantılarında kesinlikle bulundurulur. (Johanna hayretle bakar. Leni bezgin, ekler.) Hani… belki…yemin etmemiz gerekebilir diye….. JOHANNA - Yemin edecek ne var ki ? LENI - Belli olmaz. JOHANNA (Emin olmak isteyerek ve gülerek.) - Ama sizler ne Tanrı’ya inanırsınız ne de Şeytan’a. LENI - Doğru. Ama kiliseye gidip Kutsal Kitaba el basarız.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:21) “Böyle Birisi Dışarı çıktım cin çarpmış büyücü gibi, Uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli; Şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi Kır evlerinin üstünden ışıktan ışığa; Kimsesiz şey, on iki parmaklı, akıl fukarası.” (Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06) “LODOVICO - O engerek yılanı nerede? Alçağı buraya getirin. OTHELLO - Ayaklarına bakıyorum, ama o bir masal. (Mitolojik olarak, şeytan çatal tırnaklı olarak anıla gelmiştir.) Eğer sahiden şeytansan seni öldüremem. (Iago’yu yaralar.) LODOVICO - Kılıcını zorla elinden alın. IAGO - Kanıyorum, ama ölmedim efendim.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:130) “Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan: Hiç umurunda değil kazsan kendi kuyunu, Çekinmezsin güzelim canevini yıkmaktan Onarmak olmalıyken asıl amacın onu.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:10, sa:61) “ORTAÇAĞDAN MİNYATÜR <Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden> -------------------------------------Birkaç acemi görünüşlü şeytan, Uzun yabalar sokuyor vücudunuza. Bir başkası diz çökmüş, Ateşi canlandırıyor üfleyerek.” (Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05) “Nasıl umabilirdi insan artık katilin elinden kaçılabileceğini? Vebadan bile korkunçtu, çünkü vebadan kaçılabilirdi, oysa bu katilden? İşte Richis örneği ortadaydı. Anlaşılan insanüstü yetenekleri vardı. Besbelli, Şeytan’la birlik olmuştu, tabii eğer Şeytan’ın ta kendisi değildiyse.” (P. Süskind, “Koku”, sa:220-1) “-... Suç şeytanın... Aklımıza girer, bizi şaşırtır. Şeytan neyin nesidir peki? Bana sorarsan şeytanın domuzu! Karı... Biz karı oyununa geldik. Şeytan bir şeytan, karı bin şeytan...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:39) “Tanrı söyledikleri kadar iyi yürekliyse, o iskeleti kim icat etmişti? Belki de Tanrı o kadar iyi yürekli değildi. Ya da iyiydi de, dalgındı. Ya da belki keyifsiz olduğu bir gün şeytanı yaratmıştı. Şeytanı ve ölümü. Annem, yüzümün asık olduğunu gördükçe, ‘Neden bahçeye çıkıp oynamıyorsun?’ diye sorardı herp.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:17) “Ama Famiglia Christiana benim hayır yanıtımla yetinmedi. Ilımlı bir biçimde ısrar etmeyi sürdürdü. Onlar ısrar ettikçe, ben kendimi daha yetersiz, daha yeteneksiz hissetmeye başladım, zaten bana ne zaman bir ‘ödev’ verilse hep böyle olur. Ne var ki birkaç ay sonra minik bir şeytan beni içten içe kemirmeye başladı.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:9) “ESKİ SAADETİNLE Mazim tüten bir baca, dumanın yoktu sonu. Her günüm göğe çıkan bir duman helezonu. Hangi mel’un şeytandır bilmem söndürdü onu! Mazim tüten bir baca, dumanın yoktu sonu.” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:27) “Aslında halam da babam da kendi dışlarındaki bir gücün tutsağıydılar. Bu güç onları durmadan para ve mal mülk yığmaya zorluyor, onları zengin etmek ve insan gibi yaşatmamak için elinden gelen yapıyordu. Şeytana tutulmuş gibiydiler.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:113) “RUSYAM, NE VAR UTANACAK <1919, Moskova> Rusya’m, ne var utanacak! Melekler hep yalınayak... Çizmeleri aldı şeytan, onlar şimdi kara korsan!” (Marina Tsvetaeva<1892-1941>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.11.02) “Yakarmak, bütün koruyucu azizlerimin adlarını anmak isterdim, ama Lourdes Meryem’inin adı bile çıkmıyordu ağzımdan. Şeytan olmalıydı bu. Herkesin sık sık sözünü edip beni korkuttuğu şeytan. Ama o olsaydı, ışık, lambanın renginde olmazdı, kan ve ateş rengi olurdu ve herhalde bir kükürt kokusu duyulurdu.” (J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:9) “Bu nedenle, vaftiz anasıyla evlendiğine kanaat getirilen bir Biscaya’lı (İspanya) ile, piliç yerken yağını çıkaran iki Portekiz’liyi yakaladılar. Yemekten sonra da, üstat Pangloss’la çömezi Candide’i bağladılar. Biri ileri geri konuşmuş, öteki de onaylayan bir edayla dinlemişti. İkisini de güneşin kendilerini hiçbir zaman rahatsız etmeyeceği, son derece serin iki ayrı daireye götürdüler. Sekiz gün sonra her ikisine birer Sanbenito giydirdiler. Candide’in külahıyla Sanbenito’sunda, tersine fışkıran alev resimleriyle kuyruksuz ve ayaksız şeytan resimleri vardı. Buna karşılık Pangloss’un şeytanlarının ayakları ve kuyrukları vardı, ayrıca onun alevleri dikineydi.” (Voltaire, “Candide”, sa:32) Şeytan aldı götürdü : Bir şey kaybolduğunda, etrafı aramaya başlarken söylenen terane Bk.: Şeytan alsın, Şeytan götürsün “Şeytan aldı götürdü Satamadan getirdi.” (Anonim) “... Şurada, başında kutsal külahıyla, Arras Başpiskoposu görülürdü. Onu da şeytan almış götürmüş. Sade gölgesi, kaldırımlar üstünde, upuzun yatıyor.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:34) “KAYIPLAR KAYIP Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi Bu tekerlemeyi söylerdik eskiden Masumdu çocukluğun kaybolan hazinesi O günden bu yana çok değişti kayıpların listesi,” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:85) Şeytana davetiye çıkarmak : Şeytanı andırmak, onu davet etmek, ona benzemek “Kadınların yalnızca yüzleri değil, sesleri de yoktu. Yaygın kullanılan eski bir atasözünü hatırlatıyor: ‘Bir kadın güldüğü zaman şeytana davetiye çıkarır.’ ” (M. Mungan, “Çador”, sa:80) Şeytan alsın : Şeytan alsın da başımız kurtulsun temennisi “Dolorida’nın bayıldığını gören Sancho, kendisine egemen olamayıp haykırmış: ‘İnanmış bir insan olarak ve gelmiş bütün Panza’lar adına yemin ederim ki ben böyle bir serüven görmedim, duymadım; şövalye bile görmemiştir, duymamıştır böylesini. Ah Malambruno ah! Dev misin, büyücü müsün nesin? Şeytan alsın seni.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:643) “VALENTIN (ilerleyerek.) - Kimi tuzağa düşürmeye çalışıyorsun burada? Cehennem ol! Melun fare kapanı! İlkönce şu elindeki sazı, onun arkasından da şarkı söyleyeni, şeytan alsın!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:196) “Yirmi beş sene içinde bin türlü sıkıntı ile biriktirdikleri serveti bankadaki kasadan Arsen Lüpen’vari bir entrika ile aşırıp Amerika’ya kaçtığından beri, karı koca ismini bile ağızlarına almıyorlardı. Madam Sadriştayn, oğlu aklına gelince, kendisi gibi heyecana düşer, yüzü kızarır, elleri ayakları titrer: -Şeytan alsın, şeytan alsın, onun yüzünü bir daha bize gösterme Allahım!’ diye diz çökerek yanık yanık ibadet etmeye başlardı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:70) “... genel ve baş memurlarla özellikle mahalle vergileri üzerine konuşmaya başladılar. Konuşmalar ilerledikçe eleştiriler de artıyor, başka zaman hep dayanmış olan set ve kapıların şimdi onarımı gerektiğinden ve set üzerinde ikide bir, yüzlerca araba toprağa gereksinim gösteren yerlerin ortaya çıktığından söz ediliyor; ‘Bu işi şeytan alsın,’ deniyordu.” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:82) Şeytana külahını, pabucunu ters giydirmek : Çok zeki geçinen kimseleri bile mat edebilmek, aşırı kurnaz “Başkeşiş heyecanla atıldı: -Sakın ha! Alıcıları kaçırmaya gelmez. İşin aslını bildiğinize göre, yapacağınız şey, tetik davranmak olsun... Peki, tadım için ne gerekiyor? On beş, yirmi damla değil mi? Haydi, yirmi diyelim... Eh, artık yirmi damlayla da size külah giydirebilecek şeytana aşkolsun!...” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:81) “Oysa yürekler acısı durumdaydım gerçekte. Kendimi yıkıp yok etmeye yönelik bir sefahat hayatı yaşıyordum. Arkadaşlar bana bir elebaşı, Şeytan’a pabucunu ters giydiren biri diye bakıyorlardı; atak mı atak, cin gibi bir oğlandım onların gözünde.” (H. Hesse, “Demian”, sa:98) “Babam orta boyluydu, nerdeyse narin denecek kadar ince kol ve bacakları, şeytana pabucu ters giydirecek inatçı bir kafası vardı, beyaz tenli yüzü alabildiğine devingen küçük kırışıklıklardan geçilmezdi. Alnında da yukarıdan aşağı dik olarak inen kısa bir yarık vardı. Kaşlarını oynattıkça yarık koyulaşır, kendisini acı çeken asık suratlı biri olarak donatırdı.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:21) “ ‘Ya kilise? O da iğne deliğinden geçebiliyor mu?’ Yine gülümseyerek: ‘Hayır,’ diyor, ‘bu pek olamaz. Zira kilise, iğne deliğinin kandisidir.’ ‘Bir rahip şeytana pabucunu ters giydirir,’ diye düşünüyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:57) Şeytana taş çıkarmak : Şeytandan daha zeki ve becerikli olmak “Matmazel Gamard’ın kiracısı için beslemekte olduğu duygunun gizli etkenleri, zavallı için sonsuza dek bilinemeyecekti; bunun nedenini de, böyle bir durumu anlamanın zorluğunde değil; yalnızca umarsız adamın, kararlılık ve duyarlık sahibi olanlarla, kurnazlıktan yana şeytana taş çıkarır türünden insanların kendi ,çgüdülerine karşı koymayı ve davranışlarını mantıklı bir akıl yürütmeden geçirmeyi blmelerine yarayan o ‘kendine güven’ denen duygudan yoksun bulunuşunda aramak gerekirdi.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:47-8) “... kemerlerin en tepesindeki kilit taşının üstünde görülen beş yapraklı dekoratif çiçekler. Saklama yeri şeytana taş çıkaracak cinstendi. Bilinmeyen bir kilisenin kemerine yerleştirilmiş Kutsal Kase haritası, altından geçen kör kilise cemaatiyle alay ediyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:229) “Çok Şükür ki, Tanrı, çalışmayı seven bu gibi adamları yaratmış. Onlar çalıştığı içindir ki, insan hoşça vakit geçirmeye zaman ayırabiliyor. Gençliğinden beri, nankörlük sanatında şeytana taş çıkartacak bir ustalık gösteren kuzen Beyle, daha kolay ve rahat bir görev yüklenmeyi tercih ediyor.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:148) Şeytana (şeytan sözüne) uymak : Arzusunun hilafına, bile bile yanlış yapmağa dürtülmek, yönelmek “Adam hiç oralı olmadı, ertesi gün aynı şeyi yine söyledi; ben de söyleme dedim. Bir ertesi gün yine söyleyince, nezaketin sökmeyeceğini anldım; yakasına yapıştığım gibi adamı duvara dayadım; son derece sakin bir sesle, aynı lafı bir daha söyleyecek olursa kendisini öldüreceğimi söyledim...... o güne dek kimseyi ölümle tehdit etmemiştim; ama bir anda şeytana uydum. Neyse ki, benim kavgayı göze almam, kavganın başlamadan bitmesini sağladı. ‘Şaka yaptım,’ dedi. ‘Yalnızca şakaydı.’. Ve mesele kapandı.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:56) “Ormanın bitiminde karatavukların ötüştüğü duyuluyordu, bıçkıevinin arkasındaki Rippert çayından eğitim yapan Prusyalıların sesi geliyordu. Bütün bunlar içimi ‘participe’ler (ortaç) kuralından daha çok çekiyordu; ama yine de şeytana uymadım ve tabanları kaldırıp okula doğru koştum.” (A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Son Ders”, Cilt:I, sa:13) “Rakitin iyice kızmıştı. Birdenbire, -Hepinizi tek tek ve toptan şeytanlar götürsün, diye haykırdı. Hangi şeytana uydum da takıldım sana… Bundan sonra karşıma çıkma. Tek başına yürü, işte yolun!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:328) “Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son ders arasında Mişel’in kollarına asılarak ona yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:50) “Nerrantsula’nın isteği üzerine ertesi gün öğleye doğru yine geleceğime söz vermiştim, oysa oradan ayrılırken onları bir daha görmeden çekip gitmek kararındaydım. Ama sabah hangi şeytana uyup kütük gibi uyudum bilmem; kapının gürültüyle vurulmasına uyandım.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:142) “Yola çıkarken bütün obası başına birikmiş, ne demişlerdi? ‘Etme eyleme, uyma şeytan sözüne. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır.’ ” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:93) “Dursun: ‘Anan dünya güzeli, şeytana uyma, olur mu’ dedi.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:97) “ ‘Hep aynı neden; ama asıl neden bu değil, asıl neden içimizde uyuyan şeytanda.’ ‘Evet, haklısınız saygıdeğer peder; işte şeytana uyunca böyle oldu.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:36) “Giulio, şeytana uymamak için yanık yanık Ave Maria duaları okumaya koyuldu. Vaktiyle, Meryem Ana’nın ruhuna sunulan sabah Ave Maria duasının çalındığını işiterek hevese kapılmış, şimdi yaşamında yaptığı yanlışların en büyüğü saydığı bir cömertliğe sürüklenmişti. Fakat saygıda daha ileri gitmeye ve bütün bildiklerini dile getirmeye cesaret edemiyordu.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:79) “Lord Arthur Sybil’i hiç bu kadar mutlu görmemişti ve bir an için şeytana uyup bir korkak gibi davranmayı, Leydi Clementina’ya zehirli hap hakkında yazmayı ve sanki dünyada Bay Podgers adında biri yokmuşcasına kararlaştırılmış tarihte evlenmeyi düşündü.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:34) Şeytan bilir : Ne idüğü belirsiz bir gelecek, onu ancak şeytan bilir “Marill öne doğru eğilerek, birden değişmiş sesiyle, ‘Biliyorum, kolay değil,’ dedi. ‘Ama size deyeceğim şu, hemen gidin! Uzun boylu düşünmeyin! Hemen gidin! Şu Avrupa’dan kaçıp kurtulmaya bakın! Burada daha neler olacağını ancak şeytan bilir.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:518) Şeytan boku : Akdeniz ve Orta Asya bölgelerinde çoklukla yetişen, maydanozgillerden, pis kokulu bir bitki. Reçinesinden tıp’ta yararlanılır. “Özellikle onu şaşırtan şey Bergere tarafından bir rafın üztüne yığılmış olan ıvır zıvır ve gülünç şeylerin çokluğuydu: aksırık tozu, kaşıntı tüyü, kadın çorabı lastiği, şeytan boku, yapay buz, yapay kesmeşeker. Bergere, konuşurken, şeytan bokunu eline alıyor, önemseyerek inceliyordu: ‘Bu ıvır zıvırların devrimci bir değeri vardır, insanı tedirgin ederler. Lenin’in bütün yapıtlarından daha fazla bir yıkıcı güç vardır bunlarda.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:180) Şeytan canımı alsın : Zor bir durumdan kurtulmak için kullanılan bir pazarlık ilenci: sözüm ona, eğer doğruyu söylemiyorsa bu ilenç başına gelsin “YOLCU - Çekil, yoksa... MARTIN KRUMM (Kendi kendine.) - Kör şeytan! Şimdi kaçacak delik ara bakalım... Pek, tamam; peki tamam! Görüyorum, bana bela olmaya gelmişsiniz buraya. Ama, şeytan canımı alsın, ben namuslu bir adamım! Göreyim bakayım, kim adıma kara çalabilirmiş. Bunu aklınızdan çıkarmayın.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:54) Şeytan çarpmış; Şeytan çarpsın (ki) : Bir insanın, bir şeyi yapmadığı hakkında söylediği ant ya da yemin “Kuzularını dikenli ovaya otlatmaya götüren çobanlarla İbrail’e sebze götüren bostancılar, onu görünce, haç çıkarıyorlar: -Şeytan çarpmış! diyerek ardından tükürüyorlardı. ‘Evet, öyleyim!’.. diye düşünüyordu Adrien, bunları işitince.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:180) “Blaese düşünürken, kendi ayağıyla gitmediğini pek iyi bildiği bir inek ahırında geceleyin birdenbire uyanmış bir adam gibi, garip bir tavır aldı, güldü ve: ‘Efendiciğim, bunu Blaese mi söyledi? Eğer şimdi bunu anımsıyorsam, beni şeytan çarpsın!’ dedi. Öteki:’Ay, ant içmeyin dostum.’ Diye karşılık verdi.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:86) “Omuzlarını kaldırdı: ‘Sen ne anlarsın, patron? Dedi. ‘Sana bütün sanatlarda çalıştığımı söylemiştim. Bir kez de çanakçılık yaptım. Bu sanatı delicesine seviyordum. Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin? Çark fırr der, çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: Sürahi yapacağım, çanak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım! Ben sana derim ki, bu, insan olmak demektir: Yani, Özgürlük..’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27) Şeytan çekici : Şeytan gibi zeki kimse “Çocuk: ‘Aranızda İnce Memedin kim olduğunu bileyim mi?’ diye sordu. Ferhat Hoca neşelenmişti: ‘Bil bakalım şeytan çekici.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:551) “Mrs. HUSHABYE, kapı aralığında durarak. - Babamın çayından mı içtin kız? Demek eve adımını atar atmaz kafesledin adamı. ELLIE - Ne sandınız ya! Mrs. HUSHABYE - Seni şeytan çekici!” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:45) Şeytan diyor (ki) : İçimden şöyle bir kötülük yapmak geliyor “SABAHA KADAR -----------------------Beklemesem olmaz mı güneşin doğmasını Kullanılmış kafiyeleri yollamak için, Kapıma gelecek çöpçülerle, Deniz kenarına? Şeytan diyor ki: ‘Aç pencereyi; Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.’ ” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:368) “AĞZI ÇİÇEKLİ ADAM (Sağ köşede, gizlice dinleyen, karalar giyinmiş bir kadının başı görünür.) İşte gördünüz mü? Orada, o köşede... o kadın gölgesini gördünüz mü? -Ah, saklandı. SESSİZ MÜŞTERİ - Nasıl? Kim? Kimdi? ----AĞZI ÇİÇEKLİ ADAM - Evet, karım. SESSİZ MÜŞTERİ - Karınız mı? AĞZI ÇİÇEKLİ ADAM (Bir sessizlikten sonra.) Beni gözlüyor, uzaktan. Git tekmele diyor şeytan.” (L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Ağzı Çiçekli Adam”, sa:89) “Heyecandan, az önce buz kesen sağ eli şimdi ateş gibi yanıyordu.. Sol eli, sarılmış, sarmalanmış, hareketsiz, dizlerinin üzerindeydi. -Şu sargı sinirime dokunuyor, dedi, Ivich. Savaşta sakatlanmış heriflere döndüm. Şeytan kaldır şu bezleri at diyor.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:239) “LADY UTTERWORD, öfkeyle kanapeye oturur..... Böyle söylenip duruyorum, kusura bakmayın, ama kırıldım, fena kırıldım. Böyle olacağını bilsem kırk yıl ayak bazmazdım bu eve. Şeytan diyor ki, al başını git gözünün gördüğü yere. (Ağlamak üzeredir.)” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11) “... çok kibirli bir delikanlı olan Fabio de Campireali, iki papazdan, yaşı daha büyük olanının, yanlarından geçerken ne babasına, ne de kendisine selam vermediğini görünce: ‘Şu mağrur keşiş keratasına bakın,’ diye haykırdı. ‘Bu ters saatte, arkadaşıyla birlikte, manastır dışında kim bilir ne yapmaya gidiyorlar! Şeytan, şunların kukuletalarını kaldır diyor, yüzlerini görürdük.’ ” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:55) “Kardeşi, ‘On altı yaşındayım, ne nedir biliyorum,’ dedi. ‘Annemin sana faydası yok. Sana nasıl göz kulak olacağını bilmiyor o. Keşke hiç kalkışmasaydım. Avustralya’ya gitmek için! Şeytan diyor tümden vazgeç. Hem de vazgeçerdim ya, kontratlarım imzalandı.’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:83) Şeytan doldurur : Tabanca ya da tüfekle oynayanlara, ‘Şeytan doldurur!’ (yani içine mermi koyar!) diye ihtarda bulunmayı esinleten inanç “ ‘Ekselansları ruhunu oracıkta teslim etmiş, efendim. Bilirsiniz, tabancayla oyun olmaz, şeytan doldurur derler. Benim memleketim Nusle’de bir adam vardı, tabancasını yanından hiç ayırmazdı. Sonunda olan oldu, tüm ailesini vurdu; üçüncü katta kim ateş ediyor diye bakmaya gelen kapıcıyı da temize havale etti.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:1, sa:28) “Sedat duvardaki tüfeği aldı. Namluyu Can’a doğru çevirdi. -Şeytan filan doldurmaz, dedi, öyle şeylere inanma. Ne var ki çok dikkatli olacaksın. Böyle tutacaksın tüfeği.. Sonra ördeklere doğru motorü süreceksin. Çok hızlı değil, çok yavaş da değil. Ürker kaçarlar yoksa.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:19) Şeytan dürttü : Şeytanın sözüne uydum, o bana yaptırttı bu kötü şeyi “Çelkaş kendine geldi; Gavrila’yı iterek, hırıltılı bir sesle: -Defol git!.. diye inledi.” Gavrila Çelkaş’ın elini öpüyor, titreyen bir sesle -Kardeş! Bağışla beni!.. Şeytan dürttü!.. diye yalvarıyordu.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:100) “... Aylarca önce o gün karşıma çıktığında bana baktı başını çevirip çevirmemeyi tarttı içinden belliydi, ben yardım ettim ona, ‘Merhaba,’ dedim. Gene şeytanım dürtmüştü. Ne yapacağını bilmiyordum, merak ediyordum, onu yanlış mı doğru mu biliyordum onu merak etmiştim.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:124) “MAZZINI - Hangi şeytan dürttü de bu cinayeti işledin, be kadın? Mrs. HUSHABYE, gülmemek için kendini zor tutar. - Adamı kasten mi öldürdün yoksa?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:66) “Sık sık solumaya başladı. Kulağının altı birden şişer gibi oldu. Parmakları kımıldamaya, gözleri çamurlu yüzünün kara maskesi altında yeniden parlamaya başladı. -Suvenir! Suvenir! diye haykırdım. Susun, yoksa anneme söylerim. Ama Suvenir’i sanki şeytan dürtmüştü: -Evet, sayın kardeşim, dedi. Bak şimdi seninle birlikte ne durumlara düştük! Kızlarımız, güveyiniz Vladimir Vasilyeviç, damınız altında, ocağınızda sizinle bol bol alay edecekler.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84-5) Şeytan geçti, geçmiş gibi : Bir grup insanlar arasında ya da kalabalıkta bir süre suskunluk olması “Savcı, Marie’nin sorgu yargıçlığındaki ifadesinden sonra, sinemaların o günkü programlarına baktığını söyledi ve ‘Marie şimdi kendi ağzıyla o gün hangi filmin oynadığını söyleyecek,’ diye ekledi. Marie, belli belirsiz bir sesle, ‘Fernandel’in filmi oynuyordu,’ dedi. Sözünü bitirdiği zaman mahkeme salonunda şeytan geçmiş gibi sessizlik oldu.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:90) “ŞAMRAYEV - Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... Seninki ansızın, şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan ‘Bravo Silva!’ diye gürlemez mi... Tiyatro dondu kaldıydı. (Sessizlik.) DORN - Şeytan geçti.” (A. Çehov, “Martı”, sa:41) Şeytan gibi kapkara kesilmek : Kirden, pastan, kömürden şeytanın kılığında gibi olmak “ ‘... elimde olmaksızın taşıdığım bu süs, onun gözünde özel bir saygı kazandırmıştı bana. Tanıştığımız ilk günlerde, hatta bir Romanya gemisine birlikte kömür yüklerken, ikimiz de şeytan gibi kapkara kesildiğimizde, ikimiz de paçavralar ve yara bere içinde olduğumuz halde, bana hep ‘Siz’ demekten kendini alamamış, hep saygılı bir tavırla konuşmuştu.’ ” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:45) Şeytan görsün (suratını, yüzünü) : Bana gözükmesin de, kime görünürse görünsün; benden ırak olsun “Hiçbiriniz, Katerina İvanovna problemi olmasa bile, bu adamın sevilmemesi imkanı olduğunu nasıl da anlamıyorsunuz, bilmem. Hem ne diye sevecekmişim, şeytan görsün suratını!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:121-2) “... yanıma gelip alçak sesle konuşur: Canın mı sıkıldı ? -Benim mi ? dedim. -Kont seni meclisten attı. Şeytan görsün! dedim, açık havaya çıkmak benim için daha iyi oldu.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:98) “Çalışanlarımızın refahının, inanın bana, şirketin refahından daha önemli olduğuna bütün kalbimizle inanıyoruz. Neden olmasın ki? Bir şirket her zaman yeni baştan kurulabilir, bu da paraya bakar, şeytan görsün paranın yüzünü, ama bir insan telef oldu mu, bir insan telef olmuş demektir, o zaman geride dul bir kadın ve çocuklar kalır.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:93) “... aynı şeyi ben de yaşadım; önce dinlerim, sonra da anlattıkları, kendi yaşamının zorluklarıyla, özel sorunlarıyla ilgiliyse, bundan çok kötü etkilenirim; fakat o kişi yanımdan ayrıldığında, şeytan görsün yüzünü, sanki kendi derdim kendime yetmiyormuş gibi, bir de onun dertlerini, onun sorunlarını dinliyorum, diye söylenirim kendi kendime.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:207) Şeytan götüresi; Şeytan götürsün : Gözümden defolup gidin bağlamında bir ilenç “LOMOF - Ha? Ne? (Kalkarak.) Ne hayırlı olsun? ÇUBUKOF - Nataşa razıdır! Haydi canım? Haydi öpüğün bakalım... Şeytan götüresiler!” (A. Çehov, “Teklif”, sa:36) “Kuledeki saat sekizi vurdu. -Of! Sizi şeytan götürsün artık! -Özür dilerim... -Size böyle söylediğim için bağışlayın... Birdenbire önüme öyle bir çıkıverdiniz ki adamakıllı korktum, diyerek delikanlı yüzünü buruşturdu, özür diledi.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:14) “Rakitin iyice kızmıştı. Birdenbire, -Hepinizi tek tek ve toptan şeytanlar götürsün, diye haykırdı. Hangi şeytana uydum da takıldım sana… Bundan sonra karşıma çıkma. Tek başına yürü, işte yolun!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:328) “-...Yerin dibine batası. Odesa da burada, olduğu yerde kalacak! Şeytanlar götürsün onu!.. Liman kentiymiş!.. Hıh... Allah belasını versin!..” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:42) “Ay, şimdi tam çadırların üzerinde. Gecenin saat ikisi olmalı. Düşünüyorum ki, şu anda kahveler henüz doludur. Acaba bizim Julius Caesar şimdi ne yapıyordur? Şeytan götüresi herif, (yakasındaki) ölü kafasını yakıp söndürmekle uğraşır muhakkak! Tuhaf değil mi, şeytana inanırım da, aziz Tanrı’ya inanmam.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:64-5) “Eli, boynunu ve yüzünü uzattı: -Şunu derim ki kadının hakkı var, cevabı yerindedir ve hak edilmiştir. Kozma, çileden çıkarak haykırdı: -Hay hakkınla, adaletinle birlikte şeytan götürsün seni! Öğrenmek istediğim bu değil! Eli sakince sordu: -Ya nedir? Öteki, öfkesine hakim olarak, onun kulağına eğildi: -Bu kadının on yedi yıl önce, çam ormanındaki çoban kızı olduğunu düşünmüyor musun?” (P. Istrati, “angel dayı”, sa:104-5) “-Kostake’yi kimin öldürdüğünü biliyor musun? diye sordu bana. -Onun arabadan düştüğünü biliyorum. -Öldü o!. Onu gördüm! -Ya askerler? -Şeytan götürsün onları! Hemen ortadan toz oldular. O zaman durdum. Şimdi nereye gidiyoruz?” (P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:106) Şeytan gözü söndürmek : Şeytanı, yere çalma arzusuyla, gözünü kör etmek Bk.: Şeytan yere çalınca “-Şeytanla çok pençeleştim. İlk zamanlar beni yerlere çaldı. Sonra boynuzunu elime geçirdim. Kör şeytanın görür gözünü söndürdüm, dua gücüyle... Şeytan gözü söndürmek kolay değil haaa! Çok sıkıntı çekeceksin, dilin dişin kitlenecek.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:65) Şeytanın aklı ermeyeceği (derecede zeki olmak) : Çok zeki ve sinsi olmak, Şeytana pabucu ters giydirmek “Sinsisin Alyoşa, evliya gibi adamsın ama saman altından su yürütürsün; neyi bilip neyi bilmediğine şeytanın aklı ermez. Ağzın süt kokar ama, düşünmediğin şey yok. Seni ne zamandır kolluyorum.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117) Şeytanın anası : Şeytanı doğuran, şeytandan daha şeytan “S: DROMIO - Efendiciğim, şeytanın dişisi bu mu? S. ANTIPHOLUS - Hayır, şeytanın ta kendisi . S. DROMIO - Değil, daha beter.. şeytanın anası.. İşte hafifmeşrep bir kadın kılığında karşımıza çıkıyor.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa.: 69) Şeytanın avukatlığını yapmak : Görevi olmadığı halde, alenen birisine şeytanca fikirler vermek “ ‘Gerçekler için bu denli ihtiraslı olmak! Bağışlayın beni, Profesör Nietzsche, amacım size meydan okumak değil, fakat birbirimize karşı dürüst olmak için söz verdik. ‘Gerçek’ derken kutsal bir şeyden söz eder gibi konuşuyorsunuz, adeta bir dinin yerine başka bir din koyuyorsunuz. İzin verirseniz ben de şeytanın avukatlığını yapayım. İzin verirseniz, size bir soru soracağım: ‘Gerçek’ adına duyduğunuz bu ihtirasın sebebi nedir?’ ” (I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:80-1) Şeytanın ayağını (bacağını) kırmak : Bir türlü yenemediği zorluğu nihayet yenmek, başarmak “Daha önce de bazan onu bu kadar sık görmemeyi kararlaştırdım. Evet kim dayanabilirdi buna! Her gün şeytanın ayağını kırmak için kendi kendime yemin ediyorum: Yarın bir kere de gitmeyeceksin, ama yarın olunca, yine karşı konulmaz bir gerekçeyle daha gözümü açıp kapamadan kendimi onun yanında buluyorum.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:62) “Bu sahne Praskovi’ye yılgınlık verme bakımından kötü davranıştan, azardan çok daha etkili oldu. Bununla birlikte, küçük bir çocuk gibi davranılmaktan duyduğu küçülme duygusu çabucak geçti ve artık cesaretini kırmaz oldu. Bir kez şeytanın bacağı kırılmıştı...” (X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:16) Şeytanın bir ayağı (bacağı) yok oluncaya kadar : Sonsuza dek; Kaderim değişinceye kadar “Kalfa giyinip hazırlandıktan sonra keyifli, keyifli ayaklarına bakarak: ‘Şimdi artık,’ dedi. ‘şeytanın bir bacağı yok oluncaya kadar yürüyebiliriz! Bundan sonra kendimi hiçbir kontla değişmem!’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:17-8) Şeytanından bulsun : Şeytanının husumetine, gadrine uğrasın, onun kurbanı olsun bağlamında bir ilenç “Oraya, duvarın dibine yığıldı kaldı. Uzun uzun kalkmadı. Haçça, Ahmet’in hallerini Irazca’ya gösterdi: ‘Gana bak, gadın anam, gana! Çocuğun eli yüzündeki gana bak... Batmadık bulaşmadık yeri galmamış. Maffolmuş çocuk!..’ Irazca: ‘Kör şeytanından bulsun!’ dedi. ‘Zeyinsiz köpek! Düşmanları şımarttı şımarttı da, şimdi çocuk döğecek oldu benim başıma.’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:84) Şeytanın dişisi : Şeytanın kötüsü, kötü kadın “S: DROMIO - Efendiciğim, şeytanın dişisi bu mu? S. ANTIPHOLUS - Hayır, şeytanın ta kendisi. S. DROMIO - Değil, daha beter.. şeytanın anası.. İşte hafifmeşrep bir kadın kılığında karşımıza çıkıyor.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:69) Şeytanın dölleri; Şeytan dölü : Şeytan soyundan gelen lanet olasıcalar (Argo) “-İmdat! diye bağırdı. Kurtaran yok mu? İmdat! -Daha çok bağıracaksın, şeytanın dölü! İşin başındayız henüz, gör, daha neler gelecek başına! Şimdi beni iyi dinle: Tek söz söyleyecek ya da kıpırdayacak olursan öldürürüm seni! Gözümü kırpmadan gebertirim!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:128) “Sara’nın geleceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, şeytanın dölü? Yoksa benimle alay mı ediyorsun?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:186) “2. CADI - Onun tahtına oturacak. (Çıkar. BANCO, kılıcını sallayarak, CADI’nın peşinden sağa, sola koşar.) BANCO - Nereye yok oldunuz, lanetli kocakarılar? Şeytanın dölleri! (Sahnenin ortasına gelir, kılıcını ınına sokar.) (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:282) “-Sesini keser misin sen, yılan yavrusu; şeytanın dölü! Bu söz üzerine beş kadın, hepsi birden kafa şişirircesine, ‘Şeytanın dölü! Şeytanın dölü! diye haykırmaya başladılar.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:54) Şeytanın gör dediği : Şeytanlık yapmak için benzeri birini ararken bulmak “Margarida, eğlence kulübelerinden birinin önünden geçiyordu. ‘Uğurlar ola, Sarı Margarida bu yahu!’ Margarida durdu, çevresine bakındı, tam söveceği sırada Chicao’yu gördü. ‘Hele hele, sendin demek, şeytanın gör dediği.’ ‘Hadi gel, cadı karı, birer tek atalım.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38) Şeytanın henüz ayak basmadığı yer : Kötülüğün, fenalığın oluşmadığı hayali mekan “Geçen yaz, doğuştan dalavareye yatkın olup da olanaksızlık dolayısıyla bu Tanrı vergisi yetenekten yararlanamamış ve o yüzden başarı sarhoşluğuna kapılmayarak burnu büyümemiş, ahlakı henüz bozulmamış birini bulurum düşüncesiyle şeytanın henüz ayak basmadığını işittiğim bir yöreye gittim.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:45) Şeytanın kardeşi olmak : Zeki ve becerikli olmak, kolay kolay boyun eğmemek “Dursun: ‘Başına bir iş gelmesin?’ diye acımış bir sesle sordu. Sesinde bir az da hayret vardı. Osman: ‘Ona bir şey olmaz. Şeytanın kardeşidir o. Hiçbir şey olmaz ona.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:32) Şeytanın lambasını bile söndürmek : Çok etkili, beklenmeyen -olumsuz etkileyen- rüzgar ya da yağmur “Birincisi alçak ama, açık seçik anlaşılır bir sesle: ‘Tüyelim buradan,’ diyordu, ‘Belamızı mı arıyoruz yani?’ İkincisi: ‘Şeytanın lambasını bile söndürür anasını sattığımın yağmuru,’ diye homurdandı. ‘Devriyeler neredeyse akına başlar. Oradaki nöbetçiyi görüyorsunuz değil mi? Durup dururken enselenmeyelim burada!’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:255) Şeytanın oyununa gelmek : Şeytan yüzünden kandırılmak “Bu kovuluş hikayesini, hele şeytanın oyununa gelen Havva’nın elmayı Adem’e yedirdikten sonraki safhaları ballandıra ballandıra anlatır. Habil ile Kabil meseline sıçrar; etrafına dizilmiş yaşlısı, genci, kadınları, kızları kendinden geçirir...” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206-7) Şeytanın parmağı olmak : İşin içinde bir hile hurda, bir bit yeniği, esrarengiz bir havası olmak “-Olur a; yarın da ‘Başkent’de taş taş üstünde kalmaz, on gün alem yapar. -Şeytan herif! -Şeytan dediniz de, bu işte şeytanın parmağı var …” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:422-3) Şeytanın sırtını yere getirmek : Kötü talihini yenmek, şanslı olmak “Mitya gözlerini yere indirdi, uzun uzun sustu. -Bence şöyle oldu baylar, diye yavaşça başladı: birisinin gözyaşları mı, anamın Tanrıya ettiği dualar mı, Kutsal Ruhun o anda alnıma kondurduğu bir buse mi nedir - bilmem ama şeytanın sırtı yere geldi o anda… Pencereden uzaklaşarak duvara doğru koştum. Babam korktu, ancak o zaman beni farketti, bağırarak pencereden geri çekildi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:184) Şeytanın ta kendisi : Evet o, şeytan! Şeytan gibi zeki ve hilebaz “S: DROMIO - Efendiciğim, şeytanın dişisi bu mu? S. ANTIPHOLUS - Hayır, şeytanın ta kendisi . S. DROMIO - Değil, daha beter.. şeytanın anası.. İşte hafifmeşrep bir kadın kılığında karşımıza çıkıyor.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:69) “Komandör, ..... ‘Bundan da şöyle bir sonuca varıyorum ki, sen İbranilerin bekledikleri Mesih değilsen, Şeytan’ın ta kendisisin, benim kafamı karıştırmak için mahsus dönmüşsün bu dünyaya. Nesin yahu?’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:16) Şeytanın üçüncü oyunu : Şeytanın yarattığı oyun, yalan, inanılmayacak şey “Pisiy Peder, sertlikle, -Tamamen ters anlıyorsunuz efendim, dedi. Kilise Devletin yerini almayacak, dikkat edin buna. Bunlar Roma’nın hayalleri… Şeytanın üçüncü oyunu bunlar!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:95) Şeytanı soymak : Şeytanı bazı yükümlülüklerinden kutarmak “BUCAK MÜDÜRÜ - Ne dediniz? Onların yeri hapishanedir. Onlar tepeden tırnağa kadar günaha batmış adamlardır. Onları kurtarmak şeytanı soymak olur. Eğer şeytana kendine ait olanları bırakmazsak, iflastan başka çaresi kalmaz.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:143) Şeytan işi : Şeytan niteliğindeki işler; Ufak bir sayfa kağıttan kolayca yapılan şeytan uçurtması gibi, daha nice küçük icat ve yapıtlar “Bu şeytan işi küçük arabaların alabildiğine ilgi çeken buzlu camları olduğunun belirtilmesi gerekir ve bunların arkasında hayal edilemeyecek kadar güzel can çekişmeler olur.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:37) Şeytan kovalarcasına : Alelacele, koşaraktan “Issız bir kenar mahalle meyhanesinde biraz dinlenip su ve konyak içtim, sonra yeniden şeytan kovalarcasına istasyon meydanını geçerek kentin eski semtlerindeki dik ve eğri büğrü sokaklarda, yollarda dolaştım.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:82) Şeytan külahı : Şeytandan daha kurnaz; Şeytanın en kurnaz kısmı: ‘Gel de külahıma anlat!’ “MEPHISTOPHELES - Sinsi sinsi geliyorlar, alçaklar! Bunlar bu şekilde bizim elimizden birçoklarını çekip aldılar. Bize karşı kendi silahlarımızla savaşıyorlar. Bunlar da birer şeytan, fakat ‘külahı’ soyundan. Bu ara partiyi kaybetmek, sizin için sonsuz bir leke olurdu. Mezara yaklaşarak kenarında sımsıkı durunuz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:322) Şeytanla cebelleşmek : Onunla uğraşmak, mücadele vermek, savaşmak “Durmadan, üşenmeden, Rakım’ı kendinden geçiren sahneler yaratan bu pembe dudakların arkasındada bambaşka bir Rabia var. O, yüzü bazan zaferle, buruşan orta yaşlı, kısa boylu, sivri sakallı şeytanla cebelleşiyor.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:291) Şeytanla kumar oynamak : Niyeti ne kadar temiz olursa olsun, topluma zararlı bir insanın hakkı olduğu sonuca varması için tehlikeli bir takım girişimlerde bulunmak; Kötüyle masumun düellosu “Walker’ın bütün niyeti bunu başarmak: evliliği rafa kaldırmak: Cedric Williams’ın öldürülme hikayesine onları inandırabilse... belki cinayet suçu için yeterince ağır bir ceza değil ama... ama yine de yeteri kadar ağır bir ceza, hiç yoktan iyi. Reddedilen Born, küçük düşürülen Born. Sefalete mahkum edilen Born. Ama şayet ve eğer onları yola getiremezse bu işin ucunu bırakacak; o ana kadar da, şeytanla kumar oynamaya devam edecek.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:148) Şeytanlaşmak : Akıllanmak, problemlere çözüm bulabilmek, dünyaya uyum sağlamak “MEPHISTOPHELES - Nasıl da tekrar galeyana geliyor (coşuyor), yeniden alevleniyor! Haydi git de onu avut, budala! Böyle kuş beyinliler bir çıkar yol görmeyince, hemen ölümü gözlerinin öüne getirirler. Yaşasın cesaretli davrananlar! Hem sen artık oldukça şeytanlaşmış bulunuyorsun. Dünyada, bir şeytanın umutsuzluğa kapılması kadar saçma bir şey düşünemem.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:178) Şeytanlık olsun diye : Şakadan; şaka, oyun olsun diye “Bazen biz, şeytanlık olsun diye, bazı düzenbazlıklar yapar, sonra da sırtımızı onlara dönerdik. Örneğin yaşlı bir başhemşire her seferinde, akşamları arada bir atıştırmak için, iki domuz kıymalı poğaça getirirdi. Bir akşam onlardan birini masasından çaldım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:130) Şeytan tersi : Bk.: Şeytan boku Şeytan tüküresi : Şeytan bile seni lanetlesin (Argo) “NATALYA STEPANOVNA (Yalnız başına inler.) - Ah ne yaptık biz! Çağırın onu geri! Çağırın! ÇUBUKOF (Koşarak içeri girer.) - Şimdi geliyor, ne derler ona, şeytan tüküresi herif! Of, of! Kendin konuş. Ben özellikle onunla yüz yüze...” (A. Çehov, “Teklif”, sa:26) Şeytan tüyü (bulunmak, olmak, takınmak) : Çok çekici, çabucak herkesin sevgisini ve ilgisini çekebilen; Talihli “Kız göründüğü anda bizim Mike şeytan tüylerini takınıverirdi. Sanki kızın geleceğini biliyormuş gibi sanki ona ne söyleyeceğini daha önceden prova etmiş gibi, her zaman hazırlıklıydı.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:20) “Tam kapıyı kapatacağı sırada Murks yanına geldi ve omzunu sıvazladı. ‘Hakkını teslim etmeliyim Nashe,’ dedi. ‘Sende şeytan tüyü var. Bizim bacaksız, hiç kimseye bugün sana gösterdiği yakınlığı göstermemiştir. Gözümle görmesem, inanmazdım buna.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:179) “Herifte şeytan tüyü vardı ama kendini korumak için kasıldı. İşe yaramayacağını pekala biliyordu, çünkü sevecen insanlarda sevmek ve karşısındakine açılmak gereksinimi, gönül yaralarını gizlemeye iten utanma duygusundan daha güçlüdür.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:34) “ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE Yemiş sillesini zamanın ve rüzgarın; çıraya Ayırsan olmaz; yok ki bir parça boya Saklasın kırışıklarını; iki büklüm olmuş beli, Boğulup sessiz kalmış paslı menteşeleri: Dikenli teller sarılı pörsük dalına, Elveda eski sürgü, şeytan tüyü var bunda. Çürümüştür ne zamandır asılıp durduğun kavak.” (Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.02.10) “ ‘Bakın! Bakın hele! Yahuda İskariyot değil mi şu, şu şeytan tüyü,’ dedi çoban, yerinden kıpırdamadan. ‘Katırlara nal çakmak, kazma yapmak üzere köy gezisine çıkmış. Gelin bakalım, o ne diyecek.’ “ (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:130) “Cabbar vardı, Recep Çavuşun ellerine sarıldı öptü. ‘Kusura bakma, bir daha şaka yok.’ Recep Çavuş: ‘Şeytan tüyü var bu pezevenkte,’ diye güldü.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:236) “HECTOR - Sizin ailedeki şeytan tüyü onda da var. Daha merhaba derken sevişmeye başladık. Ne haltedeceğim şimdi? Aşık olmak elimden gelmez.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:48) “NEDENDİR YARAB Açtığımız her bahçede baharmış, doğru Hangi dala el atsak yemiş varmış, doğru, Doğrudur en güzel dünyada olduğumuz; Sanki şeytan tüyü var dağında taşında.” (C.Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:164) “Bay Hubbard genellikle dükkanından hiç ayrılmaz, başkaları onun ayağına gelsin diye beklerdi. Ama Dorian Gray’i her zaman bu kuralın dışında tutardı. Dorian’da herkesin gönlünü çeken şeytan tüyü vardı. Salt onu görmek bile başlı başına zevkti.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:140) Şeytan uçurtması : Çocukların tek bir sayfa kağıttan, sağ ve sol tepeleri basitçe içeriye kıvırarak, hem üçgen yüz ve gözlerini, hem de kuyruklarını yapıp ipliklerle terazilendirdikten sonra havalandırdıkları en pratik, hafif ve ucuz külah şeklindeki uçurtma; Mecazi olarak ‘kaybolma’, ‘uçup gitme’yi temsil eder. “Nasıl baş edeceğim hayatın beklenmedik değişiklikleriyle? Çıplak bir çingene çocuğu gibi günşerin arasında eşinip neyi arayacağım, huzur mu istiyeceğim, heyecan mı, şeytan uçurtmaları gibi uçup gideceğim günler mi isteyeceğim, unutulmuş bir verendaya bırakılmış eski bir koltuk gibi durduğum yerde durmayı mı? Ne isteyeceğim ve ne bulacağım?” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:25) “Uçurtma mevsimi de geldi. Ciciannem bana kağıttan şeytan uçurtması yapmayı öğretmişti: Bir daktilo kağıdının ucunu, diğer (üst) köşeye doğru kıvırıp yatıracaksın. Altta boşta kalan ekstra kağıdı kuyruk yapmak için kullanacaksın zaten. Üst üste katlanmış, üçgen biçimindeki çift kağıdın kenarlarını içeriye tekrar birbiri üzerine iki kez katlayıp, kulak memelerine delik açar gibi makasla iki küçük delik açıp, oralardan geçirdiğin iplikleri bir karış yukarda terazileyeceksin. Biraz evvel boşa çıkardığın kağıdı da önce ikiye katlayıp, sonra, karşılıklı kenarlardan tam ortaya biraz kala mesafeye kadar yırtacaksın. Kağıdı açınca, karşılıklı ek yerlerinden koparırsan, sana yarım metre boyunda bir kuyruk işte. Bunu da o üçgen suratlı uçurtmanın alt ucunu ta iplikle ya da elinle bükerek iliştireceksin. İşte şeytan uçurtması.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:86) Şeytan yere çalınca : Gözü kör olmuş şeytan yere çarpınca, o zaman yalnızlık başlayacak “Şeytan gözü söndürmek kolay değil haaa! Çok sıkıntı çekeceksin, dilin dişin kitlenecek, Şeytan yere çalınca, sana yalnızlık safası görünür. Yalnızlık safası, yani adam aramaz oluyorsun! İşte o sıra kasılırsın.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:65) Şık : İyi ve temiz giyimli; güzel, zarif “Trendeki kompartmanımda başlangıçta oldukça haşarı olup zamanla sakinleşen üç yumurcak, küçük hizmetçileri, parlak gözlü, uzun boylu, şık bir kadın olan anneleri, ayrıca karşımda hıçkırarak oturan ufak tefek, sarışın bir kadın var.” (A. Camus, “Amerika Günlükleri”, sa:13) “... kendisine ilkgençliğinden beri hayal ettiği biçimde sarılacak biriyle dans etmek istiyordu. Gözü, beyaz giysisiyle arkadaşının arasında hemen göze çarpan şık bir delikanlıdaydı. Oğlanlar sohbete daldıkları için valsin başladığının farkında bile değillerdi. Birkaç adım ötedeki mavi giysili genç bir kızın içlerinden birine özlemle baktığını da fark etmemişlerdi.” (P. Coelho, “Hac”, sa:100) “Yarınlar insanoğlu için hep var olacak. Unutma ki insanlara umut dağıtan, büyük felaketler karşısında ayakta kalmalarını sağlayan olumlu enerji de, yüce gücün kalplerimize saldığı enerjidir... Ona minnet borcumuz var. Şık olan, onun gösterdiği yolda ilerlemekten ibaret. O istediği zaman bizleri yanına alacak. Bizlere düşen görev ise, hakikatın ışığında değişimlere ayak uydurup, yaşamımızı sürdürmek...” (E. Erentöz, “Adem’in Çocukları”, sa:146) “Bir kreple süslü bir şapkasını kapıda bıraktıktan sonra, masanın üzerine yeşil bir karton kutu koydu, sonra çok nazik bir edayla söze ‘Bugüne kadar hanımefendinin güvenini kazanmamış olduğu için’ sızlanmakla başladı: ‘Bizimki gibi yoksul bir dükkan, şık bir hanımı ilgilendirmez elbette,’ diyordu. Bu ‘şık’ sözcüğünü de üzerine basa basa söyledi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:115) “Fakat, efendim nerede, ben nerede dedikleri gibi, öteki çergeciler <derme çatma, göçebe Roman obaları>, harmancılar nerede? Hele bunların erkekleri prk kibar insanlar. Misafirlerle hiç ‘bendeniz’siz, ‘zatıaliniz’siz konuşmuyorlar. Hepsinin de elbiseleri, ayakkabıları yeni ve son moda.. Hepsinin de yeleklerinin cebinde altın ve gümüş birer saat. Parmaklarında pırıl pırıl yanan elmas yüzükler.... İçtikleri cıgaralar, hep birinci sınıf cıgaralar... Çalgılarının kutu ve kılıfları hani, diyebilirim ki benim çok kıymetli kemanımın kutusundan daha şık...Bunlardan kemani Raif isminde birinin kemanına baktım, sokağa atsanız elli lira eder su içinde... Kadınlardan da Ayvansaraylılar, pek kalontor şeyler...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:166) “HER ZAMAN BİR ŞÜPHE ----------------------------------Arşınlıyorum kaldırımları kentin, yorgunca çantasını benim tarafımdan diğer tarafa geçiren ‘bayan’la yan yana, bakıyor konuşan gözlerle bana ‘Ha! Ha! Tanıyorum seni, bu şık giysiler altında tıklıyor hırsız yüreği’ ” (Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.11.07) “Ne var ki dışarda kimse yoktu. Ön oda, dükkanın diğer bölümlerinin tersine, şıktı, pahalı görünümlüydü ve vitrindekiler dışında aşağı yukarı iki bin kitabı barındırıyordu. Sağ tarafta çocuk kitaplarının sergilendiği camlı dolap vardı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:11) “Yine de, diye geçirdi içinden, çiçekli ipekli -bir denizci tarafından kurtarılmanın hazzı- bunlar ancak dolambaçlı yollardan elde edilebileceklerse, insan ne yapsın, dolambaçlı yollardan gitmeliydi. Genç bir erkekken nasıl ısrarla kadınların itaatkar, iffetli, mis kokulu ve şık olmalarını istediği geldi aklına.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:107) Şıkırdım : Oynak, kız gbi; Ağaçtan toplanmamış meyva “Başına kırmızı bir mendil sarmış, on beş on altı yaşlarında bir çocuk, Osman Ağa’nın karşısında durdu: -Nah geldim Ağa! Osman Ağa, çocuğu tepeden tırnağa, bulanık bakışlarla süzdü: -Neymiş ulan şıkırdım?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:33) Şıkır şıkır : Şıkırtı çıkaracak şekilde, ışıl ışıl, pırıl pırıl, canlı “Bir kış günü idi, ama şıkır şıkır güneşli bir kış günü idi. Zehir gibi acı bir rüzgar, bütün gün yüzünü didiklemiş, durduğu zaman temiz ve kadın, sıcak ve kınalı bir Anadolu orospusu elleriyle..... her tarafını yoklamıştı.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:8) “... bomboş kaldırıma iner, beni alıp yüksek duvarlarla çevrili bir şatoya benzeyen, Beşiktaş sırtlarındaki MİT binasına götürecek polis arabasını beklerdim. Şehir ne kadar boş, hareketsiz ve karanlıksa, şato da o kadar civcivli, hareketli ve şıkır şıkır aydınlık olurdu.” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:426) “Çünkü gerçekten de, on altını oyun masasına fırlatan ve rulet döndüğü sürece orada titreyerek bekleyen odur; kazanılan şıkır şıkır paraları ateşli ellerle toplayan odur; tiyatroda büyük zaferi kazanan odur..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Balzac’, sa:27) Şık şıkırdım : Modaya uygun, göze çarpıcı <frapan>, özene bezene seçilmiş giysi görünümü “Ben hayatımda Almanlar kadar, giysilerini buruşturmadan üstlerine oturtan, sürekli olarak ütücüden ya da temizleyiciden kolalanarak çıkmış gibi taşıyan insanlar görmedim. Bedenleri mi böyle, dik durdukları için mi bilmiyorum ama benim gibi giyimine özenen ve her sabah evden şık şıkırdım çıkan birinin işgünü sonunda içine düştüğü perişan, dağınık hava Almanlarda olmuyor.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:11) Şıllık : Edepsiz, orospu, sürtük, aşırı derecede boyalı kadın (Argo) Bk.: Şırfıntı “İşte bu kısım Kamarot İrfan’ın hikayesiyle birdenbire işi azıttılar. O geçerken yerlere tükürdüler. Öyle ki birçokları pis, adi karı, şıllık kelimelerinden öksürük, aksırık, tıksırık seslerinden ve nidalarından yuvarladıkları bir homurtuyu o geçerken homurdanmaya başladılar.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:16) “Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: ‘Siz bir yalancısnız. -Siz bir sürtüksünüz. -Siz bir şıllıksınız. -Siz bir şırfıntısınız. Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez..” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33) “-Susun, şıllıklar, çevrenizi kuşatan çamura sürerim hayvanımı, beyaz takkelerinizle yüzleriniz vicdanlarınız gibi temiz oluverir; yani pis kişilikleriniz gibi, kara ve kokmuş bir çamura bulanıverir ha!” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:46) Şımarığın teki : Şımartılmış kimse, genellikle genç çocuk “ ‘Çok mu yolculuk yaparsınız, Senor?’ ‘Hayır,’ dedi adam sertçe. ‘Lima’nın dışına hiç çıkmadım. Çıkmayı da istemedim. Ama onu geri aldığımda mahvolmuştu artık, şımarığın tekiydi, bir hiçti. Onu bir erkeğe dönüştürmek istediğim için kimse suçlayabilir mi beni? Utanılacak bir şey mi yaptığım?’ ” (M.V. llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:263) Şınanay : Hiçbir şey yok, boş, tın tın “Bu sırada aklına ayın dokuzunda kasaptan alacağı para geldi. Sattığı şişeklerin parasıydı bu. Adam parayı vermek için eve uğrayacağını söylemişti. ‘Şimdi beni bulamayınca karı ondan parayı alabilir mi? Sanmam... Çok beceriksiz kadın bizimkisi; bilgi, görgü, şınanay...” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) Şıngır mıngır, Şıngır şıngır : Şıngırdayarak, velveleyle, gürlükle, bollukla “O Almanya ki yollar, telgraflar, gürültü patırdı içinde şıngır mıngırdır, sonra dünyaya yılda kırkbin kitap veren, yüz üniversitede her gün problemler arayan, yüz tiyatroda her gün trajedi oynanan ama yine de orta yerinde, en iç merkezlerdeki bu en güçlü düşünce dramından habersiz, aslında hastalık derecesinde meraklı bir kültürde.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, “Nietzsche’, sa:74) Şıp demiş ..... düşmüş : Akrabalarla yakın benzerliği tasvir ve ifade için kullanılır (babasınınkinden, burnundan vb) “Eskiden iki üç ayda bir İzmir’den otelin hesabını almaya gelen Rüstem Bey, Zebercet on altı yaşındayken, daha bıyığı bile yokken, bir gelişinde saçlarını okşayıp ‘Şıp demiş babasınınkinden düşmüş’ dediydi.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:18-9) Şıp diye (anlamak, bulmak) : Hemencecik nedenini anlayıvermek “-Her şeye aklınızın erdiği nasıl da belli; okullarda boşuna dirsek çürütmemişsiniz, iyi efendim benim. Tanrım kime akıl vereceğini bilir. Nasıl da şıp diye anlayıverdiniz.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:114) “ ‘Kaç para?’ dersiniz, ‘Üç peni,’ der satıcı kız. Sonra cebinizi arar, tarar, nihayet o saçma küçük şeyi dımdızlak, bir gazoz kapağı gibi tutarsınız parmaklarınız arasında. Satıcı kız burnuyla yoklar durumu. Dünyadaki son üç peninizi elinizde tuttuğunuzu şıp diye anlar...... Burnunuz havada dükkandan çıkarsınız, oraya da bir daha adım atmazsınız.’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10) “Fields henüz genç bir sekreterken doğaüstü (diğer sekreterlerin deyişiyle ‘çok rahat’) yeteneklere sahip olduğu söyleniridi. Bir müşterinin tavırlarından ve görünüşünden hangi kitabı istediğini şıp diye anlardı. İlk başta bu yeteneğini gizlemişti, ama diğer saymanlar tarafından keşfedilince, Fields üstüne bahisler oynanmaya başlanmıştı.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:31) “Ernest’in bu tür bir tavşan olmaya itirazı yoktu, hem madem burnunun seğirdiğini görmek karısını eğlendiriyordu -hiç bilmiyordu aslında burnunun seğirdiğini- o da bu kez bilerek seğirtti. Rosalind güldü, durmadan güldü; kendisi de güldü, o kadar güldüler ki genç hanımlar, balıkçı ve yağlı siyah ceketli İsviçreli garson herşeyi şıp diye anlayıverdiler; çok mutluydular.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:76) Şıpıdık : Lakayt, sıradan (Argo) “Konsolosluğun kapısı kapalıydı. Zili çaldı. Cevap yoktu. Birdenbire yerinden sıçradı: Geri dön, çabuk koş, merdiveni in! Fakat tekrar zili çaldı. İçerden biri ağır ağır, şıpıdık adımlarla yaklaşıyordu. Bir görevli zar zor kapıyı açtı; gündelik giyimliydi, elinde toz bezi vardı. Belli ki büroları topluyordu. ‘Ne istiyorsunuz?’ diye terslendi sinirli bir tavırla. ‘Ben... ben... konsolosluğa çağrıldım,’ diye kekeledi. Ferdinand, görevlinin önünde dili dolaştığı için hemen utanca kapılarak.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:159) Şıpın işi aceleye getirmek : Hemen, aceleyle yapmak, sabırsız olmak “Nashe’ın kendisini dudağından öpmesine izin verdi. Nashe böyle bir şeyi beklemediği için, kıza aşık olacağını düşündü. Kızın vücudu çıplakken pek güzel değildi; ama Nashe onun kendisini şıpın işi aceleye getirmeyeceğini, sıkılmış numarası yaparak kendisini aşağılamayacağını anladığı için kızın güzelliğini hiç umursamıyordu.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:190) Şıpır şıpır ter damlamak : Vücudundan ter seli akmak, çok terlemek “Koltukaltlarından, bacaklarından ve derin çizgilerle kaplı dar alnından şıpır şıpır ter damlıyordu. Yorgunluk ve öfkeden buhur çıkıyordı ağzından, küfretmek üzereydi ki, kendini tuttu, küfürü yuttu, öfkeyle homurdandı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:11) Şıppadak : Hemencecik, o saniyede “Size haber veriyorum, haykırıyorum. Başınızı döndürüp bu kadın da ne diyor diye bir kere bakmıyorsunuz bile. Günün birinde şıppadak gözünüz açılacak amma, iş işten geçmiş olacak.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:121) Şıpsevdi : Gördüğüne hemen aşık olan kimse, Şıppadanak aşık olmak; (ING.: Instant love <İnstant lav> , Love at the first sight <Lav et di först sayt>, ‘Hemen aşık’- ?Sevgi Açlığı?; Modern izahlar: Aşırı idelize edilmiş Ebeveyn-Anne figürü; ‘Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ünlü romanı “İ l k b a k ı ş t a a ş ı k o l m a k (love at first sight - instant love), kişinin aile hayatında ve kendi yaşantısında idealize ettiği bir figürü (anne, eski eş, hayal ürünü), gerçek ile yüzleştiğinde ortaya çıkan psikolojik bir durumdur. Ego ve Aile psikolojisi bilimsel çalışmalarının başlangıcının çok yoğun olduğu 1940’lı yıllarda da başlık olan bu fenomen, özellikle Kohut tarafından “aşırı idealize edilmiş ebeveyn - ayna örneği özdeşim”“şıpsevdi” (over-idealized parents - mirror identification) olarak klişelendirilmişti. Kendi psikiyatrik pratiğimden tipik bir örnek vermek isterim: Alkolik babalardan gelen kızlar, genellikle babalarına benzer, çoğu kez ‘gizli’ alkol alışkanlıkları olan erkekleri seçiyorlar. Bunda, sarhoş bir erkeğin karısıyla büyük bir çatışması olmasına karşın, daha ergenliğe bile gelmemiş küçük kızlarını son derece açık ve yapışkan bir şekilde değerlendirdikleri ve iletişimde bulundukları, dolayısıyla da normal Ödipal çağı uzattıkları; bu kızların gençliğe erdiklerinde babalarının sosyal davranışlarını onaylamadıkları halde, daha küçükken gösterdikleri sıcak, yakın ilgiyi, bol bol hediye verilmesini, eli açık ve cömert oluşlarını, tutamamalarına karşın çok vaatlerde bulunmalarını, açıkça övülmelerini, bağırlarına basılmalarını vb. fiziksel dokunuşları önce bastırarak sonra da idealize ederek bilinç altına ittikleri ana dinamikler rol oynuyor gibime geliyor. Bazen de bu olayın tam tersi oluyor (Zıtlar birbirini çeker!): Ailenin hiç benimsemeyeceği bir tip seçiliyor. Bu vakalarının analizlerinde, çoğu kez, bilinçli ya da bilinçötesinden motive edilmiş olarak, ebeveynleri reddetmenin, onlardan intikam almanın izleri bulunuyor. Doğaldır ki, bu tip ‘çekim’ler, uzun ömürlü olmuyor.” (İ. Ersevim, Kadir Has Üniv. 2001 yılı “İletişim” ders notları> “SADAKATSİZ KADINLARA KARŞI Hanımefendi, sizin şıpsevdiliğiniz yüzünden Pek çok kulunuz rezil rüsva oldu. Affımı rica ediyorum sadakatsizliğinizden, Biliyorum çünkü ömrünüz oldukça Sevip altı ay kalamazsınız aynı yerde.” (Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05) “Stepan Arkadyeviç aslında dürüst bir insandı. Bu davranışı yüzünden pişmanlık duyduğuna kendini inandırmaya çalışması, kendini bile bile aldatması imkansızdı. Otuz dört yaşında, onun gibi yakışıklı, şıpsevdi bir erkek. Kendisinden ancak bir yaş küçük olan beşi sağ, ikisi ölü yedi çocuk annesi karısını sevmiyor diye pişmanlık duymazdı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:8) Şıpşak : Bk.: Şipşak Şırak diye ses çıkarmak : Kilit, çelik kapı, tabanca vb. lerinden çıkabilecek madeni bir ses “Sonra kendisine ilgisiz bir şey sorulmuş gibii başını salladı, elimide tutarak, eve geri döndü, arkasından kapıyı sessizce kapadı. Kilidin şırak diye çıkardığı sesi duydum. Sonra geri dönüp uzaklaştım.” (H. Hesse, “Knulp”, sa:68) Şırfıntı; Şırfıntılık etmek, kondurmak: Orospu, şıllık, düşük kadın; Orospuluk etmek, onunla itham etmek “KADIN : İçimde bir korku var. (ERKEK’in elini tutarak göğsünün üstüne bastırır.) Duymuyor musun kalbimin çarptığını? Of, kalbim çatlayacak gibi! Çatlayacak gibi kalbim. ERKEK : Evet ama neden? KADIN : Bir gün seni şırfıntının birine kaptırırım belki de diye düşünüyorum. Doğrusu o güzel evimizin, yaptıracağımız o güzel evimizin divanında, dışarda şakır şakır yağmur yağarken, yatmışsın mesela, işte o anda karşında başka bir kadının yün örmesine dayanamam.” (S.K. Aksal, “Oyunlar-Bir Odada Üç Ayna”, sa:215) “Bağırıp çağırıyorum. Sınıf üzerinde küçümen hükümdarlığımı ilan ediverdim. Astığım astık, kestiğim kestikti. Hakimiyet ve otoritemden çıldırtıcı hazlar duyuyordum. Evet, daha ilk o anda, kürsüye çıkıp da: -Bonjours mes enfants! dediğim anda bütün bu kız öğrencilerden hayatımın her çeşit intikamını alabileceğimi kestirmiştim. Şırfıntılar!...” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:179) “Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: ‘Siz bir yalancısnız. - Siz bir sürtüksünüz. - Siz bir şıllıksınız. - Siz bir şırfıntısınız. Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez..” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33) “Çapkınca geçirdiğin günleri anlatan dil Şırfıntılık kondursa sana acı sözlerle Yergileri yine de övgüden farklı değil; Utancı kutsal yapar adını anmak bile.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:95, sa:231) “İçinden : -Allah Allah! diyordu. Gidip o şırfıntılarla dolaşmam için benim de benim de büyük bir budala olmam gerek.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:50) Şırıl şırıl : Serinlik içinde akıp durmak, su sesi duymak “Pazartesi akşamı Palais Farnese’den çıkar çıkmaz, Cécile’in gözleri sizi arayacak ve benyuar biçimi çeşmelerden birinin başında, şırıl şırıl akan suların sesini dinler bulacak, alacakaranlıkta hemen hemen ıssızlaşmış meydanı geçerek size koşup gelişini seyrettiğini görecek(siniz)...” (Michel Butor, “Değişme”, sa:96) “10 HAZİRAN 1936 -----------------------Kaynak şırıl şırıl Çayırlar ve çitler boyunca Geçen yaşamın şarkısını söylüyordu.” (R. Desnos (1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:158) “HİÇ KİMSEYE BENZEMEYEN KİMSE -------------------------------------------------yağmurdan şırıl şırıl yağmur sesinden kaktüs fısıltıları arasından donanma gecesinde Tophane göğünden geliyor ve sofrayı kuruyor” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:93) “Dağların zirvelerinde hissettikleri geçici rahatlık ve üstünlük duygusu uzun sürmüyordu; çünkü operasyona çıktıkları zaman günler, geceler boyu açık arazide yağmur altında kalıyorlardı; miğferleri, parkaları, üniformaları, yün faninaları, uzun donları, yün çorapları, postalları sırılsıklam durumda, burunlarının ucundan şırıl şırıl yağmur suları akarken, kuru olmanın ne demek olduğunu unutuyorlardı.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:41) Şışşş; Şışşşt sesi : Kapalı bir salonda özellikle konserde, dinleyiciler arasında gürültü yapıldığı zaman birilerinin dişleri sıkarak çıkardığı protesto sesi “Konserde senfoninin bittiğini sanarak üçüncü bölümden sonra alkışlamıştı. Ama, keskin ve ayıplayan şışşşt sesleri ona dört bölüm olduğunu öğretmişti. Ve yanındakilerin bakışı, son günlerdeki hayranlığın ve bu ani küçümsemenin ağırlığı yine yakasını bırakmamıştı.” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:148) “ ‘Ş-ş-ş-ş!’ dedi köpek bakıcısı. ‘Ne istersin?’ Jim: ‘Viski!’ diye karşılık verdi. ‘İki olsun!’ dedi köpek bakıcısı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:48) Şifahen : Sözlü olarak “Beyefendi, evime kabul edilmeye, benimle tanışmaya boş yere uğraşan birçok insanı hayrete düşürecek çabalarıma rağmen, sizin benden beklemediğiniz, ama benim, her ikimizin haysiyetinin gerektirdiğini düşündüğüm bazı açıklamalarımı size şifahen sunma olasılığını elde edemedim. Bu nedenle de, yüz yüze söylenmesi daha kolay olacak birtakım şeyleri size yazılı olarak bildireceğim.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403) Şifa olsun : Hasta olan kimselere verilen ilaç ve benzeri şeylerden sonra söylenen iyi dilek sözcüğü “Dadı bir yandan konuşuyor, bir yandan da Tara’ya gelen her askere kaynattığı şuruptan: -Şifa olsun! temennisiyle bir bardak veriyordu. Dadı, bit içindeki askerleri evin yakınına bile yaklaştırmadı. Onları evin arkasındaki çalılığa gönderiyor, elbiselerini çıkartıyor, üzerlerine bir kova su döküyordu.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:651-2) Şiir : Vezinli ya da vezinsiz, kafiyeli ya da kafiyesiz, kendine özgü biçimiyle, nesire karşı, duyguları daha toplu ve mecazlı anlatan edebi form; Şairin kendini ifade şekli “Hayatın Fotoğrafı ----------------------Nesli tükenmeyen melekler sayfasındanım, Ey şiir ben şımartılmış bir oğlunum. Gece gezen yıldızlardan kahvemi yapıyorum, Bu boğucu sonsuzluktan boşanıyorum. Bu işkencenin zili uyanık tutuyor beni uyumak istedikçe Bu yüzden düşüm yoktur benim. Düşüm yoktur benim, bu gökyüzünü dinleyecek. Geriye kalan hayatımla şafağa Yol alıyorum.” (Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10) “ŞİİRİN STRATEJİK DURUMU Sözcükler silsilesi değildir şiir fikirler ordusudur dayanamaz buyruklara ve kaybeder her tür savaşı ama dövüşü kazanır -----------------------şiir barış bozandır, eğer o özünü öven kibirli biriyse, ansızın aptal bir serseri, yürekler acısı bir tip olup çıkar.” (Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10) Şikat etmek : Şikayet etmek (Anadolu lehçesi) “Haceli: ‘Bayram!’ diye bağırdı kağnının ardından. ‘İkimizin de başı belaya girmesin, Bayram! Bir etek para verdim ben bu yere. Hakkın yendiyse gider şikat edersin. Böyle aykırı aykırı soluma Bayram bana karşı.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:57) Şimdengeri : Şimdiden tezi yok, hemencecik, şimdiden sonra “Benden sana izin ey gözü afet Var kimi istersen eyle mahabbet; Şimdengeri sen sağ ben de selamet Seyrani bu alış verişten geçti” (Afet: Çok güzel, muhteşem; Mehabbet: Aşk, sevgi; Şimdengeri: Şimdiden sonra) (Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:473) Şimdiden tezi yok : Hemencecik, derhal, hemen şimdi “Dolaşırken masanın üzerinde bir yirmibeşlik görmüştüm. Çil, yusyuvarlak, yumuşacık bir yirmibeşlik; kötü bir şey yaptığımı bile bile cebime atmıştım onu. O gece eve döner dönmez de yaptığım işi söyleyince babam küplere binmişti, çabuk, şimdiden tezi yok götürüp geri vereceksin, demişti de anam engel olmuştu...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:92) Şimdiki arşınla o günü ölçmemek : Köprünün altından nice sular geçti, artık tüm ölçüler değişti; Zaman değişti “-... Ama siz Sofya’ya karşı düşmanca bir tutum içinde değildiniz, kendisine niçin yadım etmediniz? -Şimdiki arşınla o günü ölçemeyiz, Boris Petroviç. O zamanki düşüncelerimiz başkaydı, şimdiki başka... Şimdi olsa ona bin ruble bile verirdim, oysa o zaman on rubleyi dahi... karşılıksız vermezdim.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:143) Şimşek hızıyla : Çok hızlı, şimşek gibi, aniden “Birden kumral üniversiteliyle hademe arasındaki sahne bir şimşek hızıyla gözlerinin önünde canlanıverdi. O zaman, ‘Ulan karı kılıklı hergele!’ diye bağırdı. ‘Şu adamı hemen tutmazsan barsaklarını deşerim senin! Haydi davran korkak herif!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) “Gözlerini açtığında Laure’un yatakta çıplak ve ölü ve saçları kazınmış ve göz alan bir beyazlıkta yattığını gördü. Bir önceki gece Grasse’ta görüp sonra gene unuttuğu, şimdi şimşek hızıyla aklına gelen karabasandaki gibiydi. Bir anda her şey hayalindekinin tıpkısı olmuştu, çok daha aydınlık olarak.” (P. Süskind, “Koku”, sa:219-220) Şipidik şipidik (gözler) : Hastalıktan kızarmış (Konjonktivit?) “Arkalarından üren bir köpek sürüsü geliyordu.. Yıkık bir huğun önünden geçerlerken, gözleri şipidik şipidik, çapaklı, beli bükülmüş bir yaşlı adam onları çağırdı.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:36) Şipşak; Şipşak fotoğrafçılık : Anide, hemen, derhal (1940’larda Taksim meydanında ilk başlamış şipşak fotoğrafçılık; Anımsarım, temiz giysili gençler, abidenin önünde, ilk defa çekmiş gibi yapıp genç hanımlara ‘bir daha iyi çekmek’ için yaklaşırlardı) “KOMİSER - Yeni bir iş mi? Hayır ola? Biz ödevden kaçmayız. NECMETTİN - İstanbul’dan hareket edeceğimiz günden bir gün evvel tımarhaneden bir deli kaçmıştı ya?... KOMİSER - Evet, öyle birşey benim de kulağıma çalınmıştı. Hatırladım. NECMETTİN - Yapılan araştırma bu delinin bizim aramıza sokulduğunu meydana çıkarmış. ------------KOMİSER - Siz işi bana bırakın, şipşak meydana çıkarırım.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:98-9) “BİR KUTSAL TOPRAKLAR GEZİSİ -------------------------------------------------...Serüvenin Ana Kapısı Kolomb’un uyuduğu yıkık bir han değildir, ama çatlak bir oluktur ya da yağlı bir yağmur suyu gölcüğü ya da manzarası bir lokanta kemerinin, belleğini geriye saran tanınma şokundan: ve hiç zaman bırakmaz odak ayarı yapmaya ve şipşak fotoğraf çekmeye, çünkü kent sancısındadır büyük ölçüde yeniden inşa edilmenin.” (Charles Boyle<d.1951>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.12.05) “Bazen o böyle konuşurken birden sırtına atlayıp Fuad Caddesi’nde onu bir aşağı, bir yukarı koşturmak geliyor içimden, bir sözlük’le dövmek ve bağırmak: ‘Uyan, eşek herif! Seni o uzun, parlak eşek kulaklarından tutup edebiyatımızın mumyaları arasında, sözde gerçeklik denen şeyin tek renkli şipşak fotoğraflarını çeken ucuz Kodak makineleri arasında dörtnala koşturayım!’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:136) “Nitekim en son Boğaz’daki otel teftişinde korktuğuna uğramıştı. Nasıl da hiç ekini belli etmeden, nasıl da şip-şak oluvermiş, nasıl da posta edilivermişti.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:39) “Tek çıkar yol, yeniden yollamak, dedi ölüm, yanındaki beyaz duvara dayalı duran tırpanına. Bir tırpanın söylenen söze yanıt vermesi beklenemezdi, o da kaideyi bozmadı. Ölüm devam etti, Eğer seni göndermiş olsaydım, o pek bayıldığın şipşak usullerle işi çoktan bitirmiş olurdun, ama devir değişti, yöntemleri de sistemi de yenilemekte fayda var...” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:135) “Lulu onda hep bu etkiyi yaratıyordu. ‘Lulu’da sevdiğim şey,’ diye karara vardı Rirette, ‘onun canlılığı.’ -Şip şak, dedi Lulu. Onun istim üstünde olduğunu söyledim. Şafak attı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:114-5) “Osman Ağa, dargın bir sesle bağırdı: -Namussuz Zarzar, dün gece bizi kaz gibi yoldu. Sana dedim, Fayrap!.. Ulan saloz gibi suratıma ne baktın? Kimde alacağımız varsa topla getir. -Şimdi. Şipşak...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:132) “Çünkü, Sarayın şofor zagonunda yukardan ‘hayda’ bağırtısı ulaştı mı, arapa kapıya şipşak dayanacak... Özür sökmez. Çünkü, derbeder taksi şoforunun külüstürü gibi şurasını burasını kurcalamak gerektirmez.” ..... “Bizi de sınadı kurban olduğum, birazını açıktan, birazını gizliden sınadı. Baktı, direksiyon: Demir kazık... Baktı, laf anlamak: Şıpşak... Lep demenle leblebi... Ayak çabukluğu dersen, bildiğin fırtına...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:62;286) “HANNAH - İşte kartımız. Bizden söz edildiğini duymuşsunuzdur belki. ..... Ben... Resim yaparım... suluboya, ayrıca şipşak portre ressamıyım.” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:42) Şiraze(sin)den çıkmış : Ruhsal dengesini yitirmiş; Düzelmeyecek şekilde bozulmuş; Aşılması nerdeyse imkansız engellerle karşılaşmış; toplumsal değerlerin yolundan sapmış “Ana ve babalarının direnişine karşı gizlice evlenecek kadar şirazeden çıkmış, ama ar damarları evliliği bir arada yaşamanın koşulu saymayacak kadar çatlamamış gençler, çoğunlukla da kızlar, zaman zaman onun yardımına başvururlardı. Başka zaman ağzında bakla ıslanmayan ayakkabıcı, bu konularda dilini tutmasını bilirdi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:68) Şiromansi; Şiromantist : Fr.: Chiromancie: El falı, avuç içi çizgileri okuma ve yorumlama uğraşısı; Chiromancien,ne -m.,f.- (Fr.), Chiromantist <kiromantist okunur) (Ing.), ‘palmist’ (İng.): Bu işi yapan kişi; Pratiquer la chiromancie (Fr.): El falına bakmak “ ‘Şiromantiste benzer hiçbir yanı yok. Yani demek istiyorum ki, ne esrarlı, ne anlaşılması zor, ne de romantik. Kısa boylu, tıknaz bir adam: komik, kel bir kafası, altın çerçeveli, kocaman bir gözlüğü var.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:9) Şirret : Edepsiz, kavgacı, geçimsiz kimse “Amos Ames, çenebaz ve dedikoducu bir kasaba halkı tipidir. Dedikodu dinlemeye bayılır..... Karısı Louisa kendisinden daha uzun ve daha toplucadır. Aynı yaşlarda görünmektedir. Dedikodu kumkuması, şirret bir kadındır.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:17) “Bir parça hızlı sallanmaktan korkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işi vardı? Bunlar evde küçük kardeşlerinin beşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha buna benzer birtakım sözler. Yani açıkçası, Kamran’ın bana lakırdı söylemesine fırsat vermemek için şirret bir yaygara.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:82-3) “GONERIL - Bu bir dolaptır Gloucester; döğüşme kurallarına göre, adı sanı bilinmeyen bir rakibin davetini kabul etmen gerekmezdi. Sen yenilmedin, aldattılar, tuzağa düşürdüler seni. ALBANY - Kapa ağzını, yoksa şu kağıtla tıkarım onu şirret, hayasız karı! Oku günahını oku! Yırtma! Yazıyı tanıdın, değil mi?” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:151) “Resim galerisinin bitiminde Karlsruhe Hanedanı’ndan Prenses Sophia ayakta duruyordu; şirret görünüşlü, tombul bir kadındı; ufak, siyah gözleri ve şahane zümrütleri vardı; bozuk bir Franszıcayla bağırarak konuşuyor ve kendisine söylenen her şeyi abartılı kahkahalarla karşılıyordu.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:5) “Sonunda bunu Karl’a söyleyişim dramatik değildi. Bendeki mazlum özelliğini sevmediğini söyledi. ‘Bütün mazlumların arkasında şirret bir kadın vardır.’ Sadece olanların kendisine söylenmesini istediğini söylüyor ve bu doğru. Ona bir şeyi hemen söylediğimde, sesim derin ve kararlı çıktığı sürece kavga etmiyor, esnek ve uysal davranıyor. Ama duygularımı geciktirdikten sonra yeniden ortaya çıkarmaya başladığımda sesimdeki en hafif keskin tonu fark ediyor, bana karşı çıkıyor ve kazandığım bütün noktalarda kaybediyorum.” (I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:88) Şişede durduğu gibi durmamak : Genellikle içkinin şişedeki durumuyla içildikten sonraki halini kıyaslayan tarif “Derken iktidar partililernen ver yansın. Ben onlara, onlar bana. Bana Serbest Fırka’yı unutma diyorlar. Devir o devir değil sayıynan kendinize gelin dedim. E, Rakı, şişede durduğu gibi durmuyor ki. İçlerinde bir kıranta var, en azgınları o. Dedi ki: Fırkanızı başınıza geçireceğiz dedi. Ben de bok yemişsiniz dedim.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53) Şişe devirmek : Şişe şişe içki (bira, rakı, şarap) içmek (Argo) “Patricia Rodd’ya – Sevgili Pr, … On yıldır görmediğim David Gascoyne ile üç-dört gün geçirdiğimiz Aix’den sağ ve salim döndük. O paris 1938 mahsulüdür, bu yüzden hatırlanacak çok anımız vardı ve şişeleri devirdik.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:176) “Bir tek atmayı düşünürken beş şişe devirdik. Her akşam barda buluştuğumuz kız arkadaşlarımız gideceğimizi öğrendiklerinden, veda etmek için kafayı bulmaya ve bağlılıklarını göstermek için de ağlamaya karar vermişler.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:20) Şişinmek; Şişim şişim şişinmek, şişirmek : Kendi başarısıyla öğünmek, böbürlenmek, yukardan bakmak; dargınlaşmak; bazı küçük kanatlı hayvanların yaşamları için bir tehlike hissedince bazı vücut parçalarını şişirerek büyük görünmeleri olayı “Kendinden büyük ve besbelli daha eğitimli kardeşi Butros’a seslenirken, olabildiğince küçülmeye, olabildiğince alçakgönüllü olmaya ve kültürsüzlüğü için özür dilemeye çalışıyordu. Ama hemen ardından övünmeye başlıyor, şişim şişim şişiriyor, bunu yaparken de sözlerinin, köyde kalmış olanlar üstünde, borçlar, vergiler altında ezilen ve iki yakasını bir araya getirmekte zorlanan o insanlar üstünde ne tür bir etki yaraatağını kestiremiyordu her zaman.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:25) “Troyejurov şişindikçe şişiniyor, Dubrovski’nin her yeni soygun haberi duyulduğunda şimdiye kadar bu haydudun kılına bile dokunmamış olan vali, polis şefleri ve bölük komutanlarını alaylarıyla yerin dibine sokuyordu.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:52) “Babam yalan yalnış ölme önceliğini göstermişti. Anneannem, onun ödevlerinden kaytardığını söyler dururdu; Schweitzerlerin uzun yaşadığını söyleyerek haklı olarak şişinip duran büyükbabam, otuz yaşında dünyadan göçmüş olmayı kabul etmiyordu ve bu şüpheli ölümün ışığında, en sonunda damadının hiç yaşamamış olduğu şüphesine kapıldı ve giderek onu unuttu.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:16) “‘Durmadan izin, izin. O kadar şişiniyordunuz ki karılar kızlar biraz emsin, sömürsün de aklınız başına gelsin diye herhalde boyna izne yolluyorlardı sizi. Biz 1914’te iznin lafını edemedik yıllarca. Biz...’ ‘Evet, siz de izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268) “Öğleden sonra Leopoldino’nun bir barında, Aragia Nehri’nin de, Brezilya’nın geri kalan her şeyi gibi ölüpgideceğini öğrendi. Bir garson, tezgahın ardından şişinerek anlatıyordu: ‘Kaplumbağa yumurtası dışsatımını yasaklayacakları kesin. Ben, geçen yıl, bir kerede altı bin yolladım Goiania’ya…” (J.M. de Vasconselos, “Kayığım Rosinha”, sa:206) Şişirmek : Abartmak, gereğinden fazla büyük göstermek; Üstünkörü, baştansavma yapmak “Fakat biz her türlü sahtelik ve yalandan nefret ediyoruz. Bu nedenle bütün arkadaşlarımıza bunu şiddetle yasakladık. Herhangi doğal bir yapıtı ve şeyi süslü veya şişirilmiş olarak gösterirlerse, manevi ve parasal cezalara çarptırılırlar.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:77) “Bacanağı Julius de Baraglioul: -Nasıl, nasıl? diye haykırıyordu. Demek Roma’da bedeninizi tedavi ettireceksiniz? Ruhunuzun çok daha hasta olduğunu da anlarsınız inşallah orada! Armand-Dubois da buna, sesinde şişirme bir acındırıcılıkla yanıt veriyordu: -Zavallı dostum, omuzlarıma baksanız.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:3) “‘Daha önce de söylemiştim ya, Barbara’nın dairede çörek satarken sırnaşan birine attığı tokatın hikayesini arkadaşlar anlatırlardı. Ufak tefek sayılan bu kızın elinin ağırlığına dair söylenenler, alay olsun diye fazlaca şişirilmiş gibi gelirdi bana. Ama gerçekmiş, söylenenler azmış bile.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:58) “‘Bu sözleri kendi kendine demiş bile olsa, yüksek sesle söylemezdi, çünkü kralın duyacağını bilirdi, adamın kim olduğunu anlamak için casuslar salardı, çöldeki İsa’yı bulur, onun başını da keserdi. İhtiyarın dediği gibi, iki kere iki dört eder. Böylece, fazla şişirmeyelim kafamızda.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:328) Şişko : Şişman kimse (Argo) “Genç adam farkında değildi. Ardında onu adım adım izleyen biri vardı; fıçı gibi yuvarlana yuvarlana yürüyen, haydut suratlı, şişko biri.” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16) “Sabahleyin şöyle on ya da on bire doğru yanına varıldı mı, şişko ve tastamam kahvaltı pasaklısı bir kadın izlenimini uyandırırdı, Renée. Kocaman çiçek motifleriyle bezenmiş, bir biçimden yoksun önlüğü, yuvarlak ve iri omuzlarıyla başa çıkamaz, kafasını kaşırken yerlerinden oynayan saçlarını sardığı kağıt parçaları, çamurlu yosunlara asılı kalmış iskandiller gibi gevrek saçlarından sarkardı. Suratı şişmiş olur, kahvaltıda yediği ekmeğin kırıntıları gerdanının orasına burasına yapışmış dururdu.” (H. Böll, “Cüce ile Bebek-İyi Yürekli, Yaşlı Renée’miz”, sa:131) “ALTMAYER - Hele şu kel kafalı şişkoya bakın! Bu facia onu şefkat ve merhamete getirdi. Karar şişmiş farede, aynen kendi aksini görüyor. (Faust’la Mephistopheles içeri girerler.)” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:103) “Sözlerinden hoşlanmadığımızın farkına varınca, özellikle daha çok üstümüze gelir, bizi tahrik etmek isterdi: ‘Ah! Ah! Korkuyorsunuz, küçük şeytanlar! Ama öyledir, burada bir şişko var, yakında ölecekler, çürümesi de uzun sürecek!’ ” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246) “El sallama dedğimiz mikrobun yanında, arkadaşlık örneği sayılan, Batı’ya yaraşır bir biçimde tokalaştılar. Elleri kısa bir süre fakat sıkıca birbirlerinkiyle kavuştu. ‘Seni ihtiyar şişko! Seni üç kağıtçı seni!’ diye Geniş Şapkalı sözlerine devam etti.” (O. Henry, “viski soda’, sa:46) “GÖREVLİ - Dinleyin beni! (Şarkılı.) Dinlesenize beni! 1. KADIN - Yönetimin suçu bu. 6. ERKEK - Koca göbekli şişko kenterlerin suçu bu. Sefahat içinde yaşıyorlardı, onların oburluklarının cezasını biz çekiyoruz.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:241) “Yakışıklı çevik gençler altın süslü bir sedye getiriyorlardı; içinde sakalını sıvazlayıp duran, baştan aşağı ipek giysiler giyinmiş, altın yüzükler takmış, rahat yaşamanın verdiği yağlı bir yüzü olan ileri gelenlerden bir şişko vardı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:335) “Johnny on altı, on yedi yaşlarında, iri yapılı, çalışmayı seven bir genç olup her gün çiftliğe çalışmaya giderdi. Her zaman temiz, düzenli ve nedenini anlayamayacağım derecede iyi huylu biri idi. Zavallı, hemşirelerden birinin günah keçisi haline gelmişti. Bayan Plump (Şişko) diye adlandırdığımız hemşire o hemşire, onu, bir yolunu bulup sürekli olarak kışkırtmaktan çok hoşlanırdı; sabrı tükenip de oğlancık cevap vermeye kalktığında, Şişko onu kafasından tokatlardı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28-9) “Alacakaranlık -----------------Bir pencereye yapışık bir şişko. Bir delikanlı bir hoş hatuna gider. Çizmelerini giyer gri bir palyaço Bağırır çocuk araba ve söver itler.” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “ ‘Burada yiyecek birşey bulamazsınıız. Hayır, burada bulamazsınız,’ dedi. ‘Hay allah kahretsin! Yani bu koca yerde tek bir bar yok mu diyorsunuz? Ta Farnham Common’dan yürüdük buraya kadar.’ Şişko burnunu çekti, düşünür gibi yaptı, gözleri hala oltasının şamandırasındaydı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:150) “Yok, aşırı şişmanlardan değilim, hani o göbeği dizlerine inenlerden. Biraz iri yapılıyım, hepsi bu; yani biraz, hani varil tip derler ya, öyle. Hani şişman, sevimli, hareketli tipler vardır, partilerin gözbebeğidirler, işte onlardan. ‘Şişko’ derler bana, Şişko Bowling.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:8) “Tanrılar nerede, tahıl tanrısı, çiçek tanrısı, kan tanrısı, Bakire hepsi de öldü mü, hepsi uzaklaştı mı, tıkanmış pınarın kenarında kırık su küpleri? Yalnızca ödlübağa mı yaşamakta? Yalnızca gri-yeşil ödlübağa mı yanıp parlamakta Meksika gecelerinde? Yalnızca şişko reis Cempoala mı ölümsüz?” (O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:21) “ ‘Sen ve adamların bunlardan kimseye bahsetmeyin. Belediye reisinin emri. Bu binanın dışına tek kelime sızmayacak, tamam mı Barnicoat?’ ‘Tabii tabii şef.’ Barnicoat sorumsuz bir çocuk gibi kıkırdadı. ‘Bak aklıma ne geldi. Yaşlı Healey çok şişkoydu. Yani dul karısı onu taşımış olamaz. En azından bir olasılık azalıyor.’ ” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:25) “Ama ben, annemin gösterdiği Balbec sahilinin, denizin ve güneş doğuşunun ardında, annemin gözünden kaçmayan bir acı içinde kıvranarak, şişko bir kedi gibi dertop olmuş, pespembe, muzip burunlu Albertine’in, Mlle Vinteuil’ün arkadaşının yerini aldığı..... Montjouvain’deki odayı görüyordum.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:544) “MÜZİK ---------- Ve sonra tefeciler gözlüklerine gizlenmiş, Göbekli koca işyarlarla şişko karıları, Dalkavuklar efendilerinin yanında sinmiş Hepsinin üstünden akıyor bayağılıkları.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86) “Neyse ki tren, Bento Riberio’yu ve Oswaldo Cruz’u geçmiş, Madureira’ya yaklaşıyordu; orada şişko, siyah deri çantasıyla birlikte yerinden kalktı. Onun yerini oldukça genç, kokular sürüp sürüştürmüş biri aldı hemen...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:111) “LAURA : Bu kadar zaman neredeydin? TOM : Sinemaya gitmiştim. LAURA : Bütün bu sürede? Sinemada ha? TOM : Çok uzun bir program vardı: Bir Garbo filmi vardı bir de Miki Fare... Bir de organ resitaliyle aynı anda Süt Fonu için yardım kampanyası... aynı anda... ki sonunda şişko bir bayanla bir teşrifatçı kızın saç saça, baş başa kavgasına neden oldu.” (T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:31) Şişlemek, şişletmek : Birisini kılıç ya da kurşunla vurmak - vurdurmak (Argo) “YİRMİ BİRİNCİ ŞİİR - HİLECİLER, RÜŞVET YİYENLER, PARA AŞIRANLAR : Vergilius’la Dante köprünün üzerinden, aşağıdaki hendeğe bakarlar. Hendek, fokur fokur kaynayan ziftle doludur. Bu kaynar ziftin içinde azap çeken günahkarlar, para karşılığında birtakım karanlık işler çevirmiş veya para aşırmış kimselerin ruhlarıdır. Bu zavallılar vücutlarının bir kısmını ziftten dışarı çıkarmasınlar! Zebaniler ellerindeki uzun zıpkınlarla bunları şişlemeye hazır bir halde zift deryasının iki kıyısı boyunca nöbet beklemektedirler.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:234) “Sonunda bir gün onu başka bir ‘dost’uyla yakalamış, hemen çekmiş Bursa bıçağını, şişlemiş.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49) “Neden harekete geçmediler? Ne cesaretleri eksikti ne de onları durduran, ‘konuklara ayıp olur!’ görüşü! Yo, hayır, bu konuklar, bile bile konukseverliklerini kötüye kullandıklarına göre, her birini teker teker, memnunlukla şişlerlerdi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:50) “Theophile düelloyu ve ölümü düşünüyordu. Yüzünde bir titremeyle kardeşine: -Aptallık ediyorsun, dedi, kendini şişleteceksin. Ben olsam dövüşmezdim.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:64) Şişmek : Şişmanlamak, yusyuvarlak olmak; Başarısızlığa uğramak, bir tahminde yanılmak (Argo) “Daha çok yakın bir geçmişte, hem de gerçekten büyük düşünürler, gerçekten büyük sanatçılar yetiştirmiş bir ülkede, milyonları ardından sürükleyip üst üste seçimler kazanmış, yıllar boyu bu büyük ülkenin tepesine çöreklenmiş çok ünlü bir kişi neden öldü, biliyor musun? Şişmekten, şişip yuvarlaklaştırmaktan! Adamlarıyla birlikte, bozup bozup ortalığa saldığı sözcükler ve sayılar gibi, kendisi de şişip yuvarlaklaşıyordu durmadan, belliydi, çok yetenekliydi bu alanda, ama, bir an geldi, insan sınırını aştı.” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:139) Şişşş, Şişşşt : Susun, gürültü yapmayın bağlamında Bk.: Şşşş “Kiti, hafif hafif sallanarak, Mitya’nın gözlerini kah açıp kah kapayarak gittikçe daha yavaş oynattığı bileği boğum boğum, küçücük tombul elini şefkatle sıkarak sadece, -Peki, peki, şişşş... diye cevap verdi. Bu minnacık el şaşırtıyordu Kiti’yi.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:674) Şok; Şok geçirmek, Şok(e) olmak, Şok yaşamak : İleri derecede şaşkın olmak, ne yapacağını bilememek “Kadın müritlerin hiçbiri ücret almadan erkekler ayindeyken onların kaldığı yerleri temizlemeye zorlandığını; erkekler hasır döşeklerde yatarken, kadınların tahta zeminde uyuduğunu; ve kadınların daha fazla bedensel çile çekmeye mecbur edildiklerini duyduğunda şok geçirmişti.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:52) “Bir saat kadar sonra bürosuna bir telefon geliyor. ‘Profesör Lurie? Sizinle bir dakika konuşabilir miyim? Adım Isaacs, George’dan arıyorum. Kızım sizin öğrenciniz, biliyorsunuz, Melanie. ‘Evet.’ ‘Profesör, bize yardımcı olabilir misiniz? Melanie şimdiye kadar çok iyi bir öğrenciydi. Şimdi de kalkmış okulu bırakacağını söylüyor. Bunu duyunca şok geçirdik.’ ” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:45) “Savaş öncesinde Sloven köylülerini tertemiz giysilerle hatırlayan Methuen, şimdi treni kuşatan paçavralar giymiş kirli kalabalık karşısında şoke olmuştu. Her yerde yeni köleliğin adeta nişanı olan şekilsiz kumaş kasket görülüyordu.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:37) “Neredeyse bir sefil gece boyunca o soru aklında gidip geldi. Ama onu rahatsız eden sorunun kendisi değil, yanıtlanmak üzere olduğu bilgisi idi. Hafızası geri geliyordu, bu kesindi, ve onunla beraber çirkin bir şok da geliyordu. Kendi kimliğini hatırlayacağı andan korkuyordu.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:141) “Çıplaklığını biraz daha açıkta bırakmak için üstündeki çarşafı çektim ama Laurence, şok olmuş gibi, çarşafı yeniden omzumun üstüne doğru kaldırdı. -Ah, lütfen. Yapma... Sabahın köründe, bu çılgınlıkların. Hayır! Rahat dur!.” (F. Sagan, “Tasma”, sa:7) “Binlerce yıl boyunca, diye düşündüm, insanoğlunun akşamları ve geceleri böyle geçti. Loş bir ışıkta, sessizlikte, kendi kendiyle başbaşa kalmanın tadını çıkarttılar. Yavaş yavaş ben de bu durumdan hoşlanmaya başladım ve üçüncü günün akşamında ışık geri geldiğinde küçük çaplı bir şok yaşadım. Çevrede pek çok şey vardı ve hepsi de esrarından sıyrılmıştı.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:20) “Efsun kalacakları otele burun kıvırdı, hiç beğenmedi. Ama asıl şoku akşam yemeğine indiğinde yaşadı. Ekipte kendisinden başka kadın yoktu. Ne oyuncu, ne asistan! Ekipten vazgeçti, otel çalışanları arasında da kadın yoktu. Çevresi bir erkek ordusuyla sarılmıştı. Üstelik filmin erkek oyuncuları çapkın diye adları çıkmış, ellerinden kadın kurtulmayan adamlardı. Ödü koptu.” (A. Tunç, “Ömür Diuyorlar Buna”, sa:72) “Işıklar yanınca, badanası dökülmüş duvarlar ve her şeyin yoksulluğu karşısında Mabel şok geçirdi. Böyle bir hayat tarzında her türlü konfor çekip küçülmüştü, tıpkı suyun adi bir kumaşı çektirmesi gibi.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:91) “Lord Arthur hızla odanın karşı tarafına atıldı ve kutuyu kaptı. İçinde zehir kabarcığıyla amber renkli kapsül duruyordu. Leyd i Clementina demek ki eceliyle ölmüştü! Bunu öğrenmenin şoku neredeyse başedemeyeceği kadar büyüktü. Kapsülü ateşe attı ve bir umutsuzluk feryadı kopararak kanepenin üzerine çöktü.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:39) Şom, Şom ağızlı : Kötü, uğursuz; Sözlerinin hemen her daim uğursuzluk ya da olumsuzluk getirdiğine inanılan kimse “-Mesela Büyükbaban hastalansa, ölecek olsa, elini öpüp duasını almak istemez misin, iki gözüm? Rabia’nın ruhuna neşteri biraz daha sokuyor. -Onun duası sanki dua mı? Varsın ölsün, semtine bile uğramam. Şom ağzını toprak kapasın, İnşallah.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”,sa:357) “AKŞAM KARANLIĞI ---------------------------Kendine dön, ruhum, bu ağır satte sen, Tıkayıp kulağını bu hayhuya hepten. Hastaların bu demde artar acıları! Boğazlarını sıkar şom Gece; yazgıları Biter, yollanırlar genel çukura doğru.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:181) “NADA - ... Ah, ah, ne iyi bir valimiz var!.... Boynuzlu musunuz? bir kararnameyle karınızı size bağlarız; ayaklarınız mı tutmuyor? dilediğiniz gibi koşup yürüyebilirsiniz; ve sizlere gelince, Allahın körleri, gözünüzü dört açıp bakın: doğruyu görme saati gelip çattı. DIEGO - Bana bak şom ağızlı, kötü şeyler söyleyip durma! Senin doğruyu görme saatı dediğin, ecel saatı galiba!” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15) “Bu ünlü ve şom ağızlı şakacı adam, boynu bükük, bastonu klarnet gibi ağzında, odanın ortasına dek yürüdü ve üzgün bir sesle: -Zavallı köre acıyın! diyerek masama çarptı.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa.11) “Anlayacağınız yargıç bir ‘intihar kararı’ kaleme almıştı. Eskiden, ‘intihar kararı’ sözünü şom ağızlı avukatların ya da kötü niyetli gazetecilerin uydurdukları bir kavram sanırdım.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:79) “Kan, huzur, mutluluk getirmez bize, Gözetler zihninde şom saatleri O bahtsız, dileksiz kan akıtanın Çıkmaz yüreğinden korkular, asla.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Bulutların Var’, sa:28) “Aslında Almanca yayınlanan bir gazetenin nasıl olup da bana yazarları arasında yer verdiğini anlatmalıydım. Kalemime ve şom ağzıma gereğinden çok özgürlük tanıdığımı, bu yüzden eleştirilere uğrayıp dersimi aldığımı ayrıca.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:84) “… işte bu alçakgönüllü kahraman Abdülvahap Bey. O ki mağdur edilmiş mübarek bir şahsiyettir. Bu kasabanın şom ağzına bakarsan, karşısına çıkan, işini yaptırmak isteyenden bir altından beş altına, on altından yüz altına, yüz altından… Canı ne kadar isterse o kadar altın alıyormuş. Selam verenden bile bir şeyler koparırmış. Böylelikle küp küp altınlar biriktirmiş. Vay fıkara Abdülvehap Bey vay!” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:46-7 “Ona, at yüzlü Cennet derlerdi. Uzun yüzü, kırışık kırışıktı. Boyu çok uzundu. İnce parmakları dal gibiydi. ‘Fıkara Döne,’ dedi, ‘n’oldu oğluna?’ Elif atıldı. Köyde şom ağızlılığı ile ün almıştı. Kısa boyluydu.” (Y. Kemal, “İnce Memet”, Cilt:I, sa:35) “Gerios’un selefi görevinden ayrıldığında, Şeyh onu zimmetine para geçirmekle suçlamıştı. Lamia’nın kocası, asla böyle bir şey yapmazdı. Şom ağızlılara bakılacak olursa, namuslu olduğundan değil, korkak olduğundan yapamazdı.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:24) “Sessizliği her zamanki gibi yine koca gövdeli, ablak yüzlü anarşist Bretagne bozuyor. Bardağını Rimbaud’nun bardağıyla tokuşturup tüm gövdesini sarsan iri bir kahkaha parlıyor: -Bu ne surat arkadaş, Karadeniz‘de gemilerin mi battı? -Şom Ağız dırlanıyor, yatılı verecek beni.” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:32) “PHARES’TE GEÇEN HAYATIMIZ --------------------------------------------ve biz, sokakta, yalnız, duvar diplerinden yürüyüp harf harf hecelerin yerlerini değiştirerek tekrarlayıp duruyoruz duyduğumuz sözü, beklediğimiz karşılığı hiç elde edemeden. İşte böyle geçiriyoruz Phares’teki günlerimizi, kimsesiz Pazar yeriyle şom ağızlı bilici arasında.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-parmaklıklar”, sa:221) “Pierné gözlerinden kin ve zafer sevinciyle karışık anlamlarla güldü: -Ben size ne demiştim? -Ne demiştin? -Adamı aptal yerine koymayın şimdi. Délarue, sen de oradaydın, Finlandiya kepazeliğinden sonra ne demiştim ben? Narvik’ten sonra? Hatırlarsın pekala! Bana şom ağızlı diyordun, ağzın benden iyi laf ettiği için susturuyordun beni.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:87) “Geçmiş Zaman, yapsan da en şom kötülükleri, Şiirimde sevgilim sonsuz yaşar dipdiri.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:19, sa:79) Şopar : Çocuk (Roman dilinde) “Ben yanına oturur oturmaz, arkadaş armoniği <ağız mızıkası> ağzına yanaştırdı. Yanaştırdı ama o daha üflemeye başlamadan kızlı oğlanlı ve kahverenkli yedi, sekiz şopar etrafımızı sardı ve oracıkta eşi görülmemiş arsız bir cıvıltıdır başladı: -Ha veresin ağabeyciğim beş paracık bana! -Ha ver bana da beş paracık efendim, paşam! -Ver derim sana, biraz harçlık bize... -Yerde yuvarlanan dört, beş yaşındaki bir çocuğu göstererek-: ‘Ta bu şoparcığın yoktur babası... Kalmıştır öksüz...’ -Ha beyefendi ağabeyciğim, on paracıklar verseniz bize... Çekeriz birer kıyak hampur <şarkılı oyunlu gözteri, konser> size!’ ” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12) Şov : İng.: (Shaw) Sahne, sinema, tiyatro, oyun, gösteri; Roman dilinde: Altı rakkamı (Argo) “-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler var. -Üyle <öyle> ise dinle sayayım! -Kulağım sende, başla! ............ -Altıya deriz: şov! -Bunu pek bir şeye benzetemedim!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162) Şovenist : Erkekliğini öne süren, erkeklik taslayan; bazen de tamamen tersine çok narin ve kırılgan görünüşlü erkek Bk: Maço “Göran’a aşık değildi. Ona hayrandı, güzelliğine, iyiliğine, yeteneklerine tapıyordu ama bir erkek olarak sevemiyordu onu bir türlü. Göran ona bir kız kadar nazik ve kırılgan geliyordu. Maçoluktan nefret ettiği ve erkek şovenizmini sonuna kadar lanetlediği halde, Göran’ı erkeksi bir hoyratlık içinde görme isteğine engel olamıyordu bir türlü. Her şey fazla iyi, fazla saydam, fazla dürüst ve fazla sıkıcıydı.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:137) Şövalye : Eski Roma İmparatorluğu devrinde, üç sınıfa <köle-şövalye-soylu> ayrılmış halkın ikincisi, orta sınıf halk; Orta Çağlarda, Kral ya da Derebeylerin hizmetinde bulunan savaşçı soylular Bk.: Gezgin şövalye “ ‘Ağlayacak bir şey yok,’ dedi Sancho, ‘her yer ağarana kadar masal anlatırım ben size; amaç, iç açıcı gibi durmayan bu serüvene dinlenmiş olarak girmek için, bütün gezgin şövalyeler gibi attan inmek, şu yeşil çayırlar üstünde biraz şekerleme yapmak isterseniz o başka elbette.’ ‘Ne diyorsun azizim? Uyumak mı? Attan inmek mi? Bela karşısında devrilip uyuyan şövalyelerden miyim ben? Uyumak için yaratılmış bir adamsan, yat uyu, ya da ne yaparsan yap! Ben bana yakışanı yapacağım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:127) “Güçlü şövalyeler de katılıyordu yapılan yürüyüşlere parlak zırhları, ucu püsküllü mızrakları ve kollarında her an fırlayıp avını vurmaya hazır şahinleriyle. Gün boyu müzik çalınıyor, genç kızlar ve delikanlılar şarkı söyleyerek dans ediyor, masalcılar kralı öven ya da eski kahramanlarla ilgili masallar anlatıyorlardı. Delikanlılar güçlerini güreşerek gösteriyor, kızlarla oğlanlar zarafetlerini dans ederek sergiliyorlardı.” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27) Şöyle bir : Baştan savma, yüzeysel, kısa bir süre için “Ertesi günü iç karartıcı bir gün oldu. Dışarı çıktığımızda, baştanbaşa gri bir gökyüzüyle karşılaşmak bizi şaşkınlığa düşürdü..... Kısa sürede şöyle bir dolaştığım amfiteatr beni düşkırıklığına uğrattı, hatta bu donuk gökyüzünün altında altında bana çirkin gibi göründü.” (A. Gide, “Ahlaksız”, sa:22) “Kollarını havaya kaldırdı. Kapı gardiyanı daha önce şöyle bir aradığı Kemal Ağa gibi onu da yoklayıp: -Suçunuz ne? Dedi. Müfettişler müfettişi kısa kesti: -İftira! -Eh, Allah kurtarsın!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:57) Şöyle böyle : Orta derecede, vasattan aşağı “Bu yılki hasat şöyle böyleydi. Üzüm kıttı iyice, fazla armut da yoktu, ama limon pek boldu, ister istemez sudan ucuza elden çıkarmak zorunda kaldık.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:134) Şöyledir böyledir; Şöyleydi böyleydi : Hakkında karakter referansı vermek “Bu muydu ona verilen emeklerin karşılığı? Bu muydu el bebek gül bebek büyütülmenin mükafatı? Kime çekmişti bu kız? Tamam annesi şöyleydi böyleydi, ama Allah için bu taraklarda bezi yoktu. Efsun nasıl yapmıştı bunu?” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69) Şöyle dursun : Öyle ya da daha iyisini yapmak bir tarafa; Ne gezer, tam tersine “Kızlardan biri bile gelip onu kutlamamış ya da iyi şanslar dilememişti, ama bu normaldi; Maria bir rakibe, bir hasım değil miydi? Hepsi aynı ganimetin peşinden koşuyordu. Maria üzülmek şöyle dursun, kendiyle gurur duyuyordu; eli böğründe bekleyeceğine savaşıyor, mücadele ediyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:69-70) “Doğru insanların daha dünyada iken tutuldukları delilik şekli işte böyledir; bu mutlu delilik, öbür hayata geçtikleri vakit ellerinden alınmak şöyle dursun, tersine mükemmelleşeceek ve sonsuz mutluluk denen o en yüksek delilik olacaktır.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:160) “Kahramanımız, sonsuz bir mutlulukla uyandı. Koştu aynaya baktı: Acaba ihtiyarladım mı diye. İhtiyarlamak şöyle dursun, gözleri yaşam arzusuyla çakmak çakmak yanıyordu. Mademki Tanrı onun duasını kabul etmiş ve bedavadan ona hediye etmişti, aynı ricayı bir daha yinelemesine engel yoktu.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Rüyalarımın Kraliçesi”, sa:36) “Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü uygunsuzluklar yapıyordum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:103) “Prenses Mariya bir başına kaldı. Liza’nın istediğini yerine getirip saçının biçimini değiştirmek şöyle dursun, aynada kendisine bir göz bile atmadı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:51) Şşş! Şşşşşş! Şşşşt! Şşt! . ‘Sus’ anlamında, sessiz ol “BN. ROONEY : Şşştt! (Christie susar.) Şu duyduğum inşallah posta ekspresi değildir, geçmesine daha vakit var sanırım. (Sessizlik, katır kişner. Sessizlik.) CHRISTY : Tanrı belasını versin o ekspresin. BN. ROONEY : Tanrıya şükürler olsun! Uzakta gümbür gümbür gelişini duyduğuma yemin edebilirim. (Susar.) Demek katırlar böyle kişniyor. Neden olmasın!” (S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:129) “Kien kırk beşe geldiğinde, küçüğün sancılarıdayanılmaz hale gelmişti. Yakaran bir sesle fısıldadı: ‘Şşşşt! Şşt!’ Kien sesin alçalttı. Söz konusu armağanı ona vermeli miydi yoksa?” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:227) “NİNA (Kulak kabartarak.) - Şşş... Şimdi gidiyorum ben. Hoşça kalın. Büyük bir aktris olduğumda görmeye gelin beni. Söz mü? Ama şimdi... (Elini sıkar.) Geç oldu. Ayakta duracak halim yok... Yorgunum, karnım da çok acıktı...” (A. Çehov, “Martı”, sa:95) “MADAM T. (Manyefa’ya.) - Bizimle konuşmak lütfunda bulunur musunuz? Gaipten bir haberiniz var mı bize? (Manyefa bir trans’a girer gibidir.) LUBİNKA - Tanrım, ruhlar geliyor. MATRİYOŞA - Kutsal babalar, koruyun bizi. MADAM T. - Şşşşşş. Dinleyin, ellerini tutun, destek olun ona. Bir şok geçirirse ölür Tanrı esirgesin. (Amanyefa’nın ellerini tutarlar.) ” (A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88) “Evsiz Şair Sevgilisine Yazıyor -------------------------------------Çünkü her fil sarsıp yıkabilir temelleri. Bu yüzden, şşşş, mon amour, (... sus, aşkım, şşş, pour le beau demain sus, daha iyi yarın için A notre maison. Evimize. -İ.E.) (Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08) “HASPA : ...Şeyi düşünüyordum da hanımcığım, o centilmenin Parkta karşılaştığınızda size neler söylediğini. LADY U.K. : (Aynaya bakarak) Laf ola beri gele - ne demişti sahi? Saçmasapan şeyler! Küpidon’un oklarıymış da - ha ha! Sivriltip okunu, gözüme yüzüme tutacakmış... Pöh! O lordumun zamanındaydı, yirmi yıl oldu lord gideli... Ama şimdi şu anda ne der acaba? (Aynaya bakar) Sir Spanyel! Ödlekzade yani... (kapı tıklatılır) Şşşt! Onun arabasının sesi bu. Koş, kızım. Aval aval bakma.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:112) Şu güneşe kör bakayım : Gözüm körolsun ki, iki gözüm önüme aksın ki bağlamında karşısındaki kimseyi inandırmak, ikna etmek için kullanılan bir ilenç “Ben Çin memleketini görmedim. Lakin esir gidenlerden dinledim. Orada, afyon yutmazsan, esrar içmezsen, sana adam bile demezlermiş! Anadolu mülkü şimdi o biçim! Vallaha, billaha! İki gözüm önüme aksın, şu güneşe kör bakayım...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:337) Şu güneşin altında: Bk.: Bu güneşin altında Şundan bundan (şurdan burdan) bahsetmek (konuşmak); Şu bu, Şu ya da bu : Belirli bir konu olmaksızın sohbet etmek, geyik muhabbeti yapmak “Bir süre içip konuştuk, şundan bundan, rahat bir konuşma, sonra kız ışıkları söndürdü ve kardeşi yan yatakta iken bir posta daha gittik. Cüzdanımı yatağımın altına koymuştum.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Akü Problemi”, sa:102) “Birden tüm gözler iri yarı, kırmızı yüzlü, soluk soluğa bir adamın, hiç çaba göstermeden, omuzuyla şöyle bir itivermesiyle açılan kapıya çevriliyor, tam tren kalkarken binmiş olacak, üzeri şişkince valizle birlikte, gazeteye sarılı, tostoparlak, kaba saba bağlanmış ve ipleri şurdan burdan kopmuş paketini fileye fırlatıyor ve pardesüsünün düğmelerini çözerek yanıbaşınıza oturuyor...” (M. Butor, “Değişme”, sa:19) “Oturdum ve birlikte çalışmaya başladık. İhtiyar dışarı çıkmak istiyordu. ‘Gitme kal baba,’ dedi, ‘istediğin şey oldu işte.’ Adam ayaklarını sertçe yere vurdu ve gitmekten vazgeçti. Odada aşağı yukarı dolaşarak şundan bundan konuşmaya başladı. Lafa karışmaya bir türlü cesaret edemiyordum.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:60) “Oyun konusunda eklenebilecek fazla bir şey yok. Eşsiz oyun bazen şu, bazen bu bilim ya da sanat dalının hegemonyası altında gelişip evrensel bir dil niteliği kazanmıştı; oyuncular bu dil aracılığıyla anlamlı simgelere başvurarak çeşitli değerleri dile getirebiliyor ve birbiriyle ilişkili duruma sokabiliyordu.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:38) “HECTOR - Siz ne şusunuz ne busunuz, düpedüz baştan çıkarıcı bir kadınsınız.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:47) “Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam, handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:202) “Fakat sabah oldu, geç kalktık, birlikte kahvaltı edelim dedik. Görünmeden iş gören saygılı bir elin yemek odasında hazırladığı çayı beraberce içtik, şurdan burdan konuştuk.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:221) “Kleist ferahlamıştır. Ama; kendi içinden kurtularak değil, eşini yaratarak: Kutupluluk, mahvedici gücünü kaybetmiştir. Çünkü o artık (eskisi gibi) şu ya da bu tepiye veryansın etmemekte, egemenlik tanımamaktadır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:58) Şuh : Gösterişli, işveli, özgür davranışlı hanım “FALSTAFF - Bunları ne maksatla açtınız bana? FORD - Orasını anlattım mı, hepsini söyledim demektir. Kiminin sözüne bakarsanız, bana karşı kendini ağır satıyormuş ama, başkalarına karşı pek şuh, pek açık meşrep imiş. O kadar ki, hakkında ileri geri söylemediklerini bırakmıyorlar. Şimdi Sir john, gelelim sadede. Siz soyu sopu belli, seçkin bir zatsınız. Sözünüze, sohbetine diyecek yok.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:57) Şu işe bakın : Şu olup bitenlere bir bakın, neler oluyor bu dünyada, çok tuhaf “Gazeteciler çılgına dönüyor, birbirlerinin saçını başını yolmaya başlıyorlar, hepsi de ötekinden daha çok verme yarışında; amma da gürültü kopardılar ha; özel yaşamını açık artırmaya çıkardı cüce, şu işe bakın! ” (E. Cannetti, “Körleşme”, sa:239) Şuna buna; Şundan bundan : O ya da bu konuda; havadan sudan “Zaman zaman şundan bundan sohbet etmek için buluştuğumuz Profesör Avenarius’u bekliyordum. Ama Profesör Avenarius gelmemişti ve ben hanımefendiye bakıyordum; havuzda tek başına, yarı beline kadar suya girmiş, gözlerini eşofmanlarıyla tepesine dikilmiş kendisine yüzme dersi veren genç yüzme öğretmenine dikmişti.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:11) “Carstairs’den Murray Royal’a yolculuk bir saat kadar sürdü. Yolda, bana refakat için verilmiş hemşire Ian Horne ile şundan bundan, normal şeylerden bahsettik. Devlet hastanesi hakkında tek bir kelime bile edilmemişti. Carstairs’deki zamanım bana göre kül olup gitmişti.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:197) “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim?” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2) “Mrs Neal güldü; Mrs. Manresa kahkaha attı, Giles de gülümsedi, <kanlı> pabuçlarına baktı. Mrs Manresa, onu ambarın öte ucuna sürükledi. Şurada burada duralayarak, bir şuna bir buna rastlayarak. Herkesi tanıyordu. Bu insanların hepsi candan pırıl pırıldılar. Hayır, yoo bir an bile bağışlayamazdı Pincent’in sakat bacağını. ‘Yoo asla.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:96) Şuncacık : Birazcık bile, hiç değil “... ben de sırıl sıklam aşıktım ona. Bir defasında saat beşteki sokak izninden okula dönüyordum -bile bile dönüş zamanını geciktirmiştim biraz, yalnızdım, aklım fikrim Meta’daydı; okula döndüğümde geç kaldığım için cezalandırılacakmışım, şuncacık umurumda değildi- ansızın karşıda göründü Meta, o yuvarlak duvarın yanıbaşından çıkıverdi.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:36) Şunu bunu : Bu ya da o şeyi, rastgele şeyleri “Üzerinde hala kahvaltı artıkları duran masaya oturuyor; hayal kurmaya başlıyor ya da da uzanıp yatıyor, bir bıçak alıp tırnaklarını temizliyor, bir şeyler olmasını, çocuğun okuldan gelmesini bekliyor. Ya da dairenin içinde dolaşıyor, çekmeceleri açıp kapatıyor, şunu bunu elliyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:269) Şunun bunun : Şu kimsenin ya da bu kimsenin, rastgele yaşayarak “Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık ederek geçirdiği için evsizbarksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda bir kaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12) Şunun şurasında : Şu yakın yerde, yakın zamanda, topu topu “ ‘Bizi hayal kırıklığına uğratma, oğlum. Şunun şurasında kaç günlük ömrümüz kaldı! Senin doğru yolda ilerlediğini bilerek, içimiz rahat ölelim. Bizi gerçekten seviyorsan, dediğimi yaparsın. Sevmiyorsan, o zaman bildiğini oku.’ ” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:184) Şurada(n) burada(n); Şuraya buraya : Şimdi burda, sonra gönlümün istediği yerde; İstikrarsız “Kış gelince kanatları, sık ve geniş sürüler halinde sığırcık kuşlarını nasıl alıp götürürse, bu fırtına da o günahkarları şuradan, buradan, aşağıdan, yukarıdan, öylece sürüklüyordu. Hiçbir ümitleri yoktu onların, asla; bir mola vermek şöyle dursun, daha az acı çekmek düşüncesiyle bile avunamazlardı.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:110) “Ne karısı, ne kendisine bağımlı olan bir ailesi, ne de yokluğuyla yaşamı değişecek bir kimsesi vardı. Şurada burada yaşayan arkadaşların belki de bir anlık şaşkınlığı, dostlarının ölümünü düşünmek kadar, aklına estiğince davranan ölümü düşünmekle dağılacak olan o küçük şaşkınlığın ardından kısa bir ah, vah, sonra hiç. Sonunda da babam sanki hiç yaşamamış olacaktı.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:12) “Şurada burada Alman, Yahudi gibi değişik yüzler görünüyordu, birkaç ırmak gemicisi de vardı. Bu duman içinde, birçok Fransız subayının apoletleri parlıyor, mahmuzların ve kılıçların şakırtısı taşlık üzerinde aralıksız yankılanıyordu. Kimi iskambil oynuyor, kimi kavga ediyor, susuyor, yiyor, içiyor, ya da geziniyordu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66) “Odanın pancurları henüz kapalıydı; çarşafları darmadağınık bir demir karyola ve açık duran bir valiz görünüyordu, çeşit çeşit kravatlar, çoraplar komidinin üstünde, bir sac küvetin iki yanında, kova ve ibriğin dibinde duran üç ayaklı iskemlenin üzerinde, şuraya buraya, gelişigüzel atılmış duruyordu.” (M. Butor, “Değişme”, sa:140) “Arazi içinde kaybolmuş, şurada burada bir askeri kamp, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. -Soğuk, sis, fırtına, hastalık, sürgün ve ölüm- ölüm sinsi sinsi dolaşıyor; havada, suda, çalılıkların arasında. Burada sinek gibi ölüyorlardı herhalde.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36) “ ‘Acıyın Sarhoşlara’ Acıyın sarhoşlara şu Nisan sonu klarında Geçen hafta şarkılarını, paltolarını satıp içtiler. Güneşe dokundular, eriyen karların üzerinde gezdiler. Parklarda otururken gördük onları, neşeli Bir ateşin başında, ellerinde paçavraya sarılı Elma şarabı şişesi. Ne yazık, kimileri şimdiden Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler...” (David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03) “Çift-obo’ya benzer org bir maymunun ellerinde, bir timsah gelişi güzel ud’la oynamakta. Bir aslan, lir’le nağmeler saçıyor. Şurada burada küçük heykeller; ikinci ve üçüncü sınıf tanrıçalar birbirlerini hanedan ailelerine has bir vakar ve sonsuzluktan ödünç alınmış bir sessizlikle selamlamakta.” (İ Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:81) “Salkımlarla yüklü asmalar çamların dalları arasına tırmanıyordu. Çınarların altında, açılmış çiçekleriyle bir gül bahçesi vardı. Şurada burada çimenlerin üstünde zambaklar sallanıyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:11) “İlk günlerim altın ve gümüş kadar parlak geçti. Birkaç saat gibi kısacık bir sürede dünyaya gelen Edward Pinkhammer bağsız bir yaşam sürmeninin zevkini tattı..... güzel kızlar, neşeli müzik ve insanlığı acayip ve anlamsız abartılarla alaya alan öykünmeler ülkesine uçtu. Zaman ve mekanla, toplum bağlarıyla bağlı olmadan şuraya buraya, paşa gönlünün istediği yere gitti.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:35) “Böylece Radovanu’ya geldiğimiz sabah..... kanımı donduran bir öykünün son sözcüklerini işittim: ‘... Zavallı Marin’in hiç suçu yoktu. Lateni’de eski balıkçıydı, şurda burda çalışır giderdi. Onu tutukladılar, çünkü her yerde içinde bir cevizden büyük olmayan mamaligayı, çocuklar çalmasın diye sopalarla koruduklarından söz eden bir köy türküsünü çalıyormuş. Bu isyancı olur mu hiç! Sonunda, adamı öldürdüler!’ ” (P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:108) “Bununla birlikte bu adamın sürekli bir saldırıya uğrama korkusu içinde yaşadığını düşündürecek b,içimde üç dolu tabancanın şurada burada durduğunu fark ettim. Evine birçok kez daha gittim. Sonra ayağımı kestim.” (G. de Maupassant, “Tombalak-El”, sa:120) “Bina hemen hemen bütün Londra’da gördüklerim gibi romantik gravürlerdeki yapılara benziyordu. Onlarda uzun beyaz serpintiler gölgelerin kara yoğunluğunu meydana çıkarır; fakat şurada burada küçük lekeler halinde dağıtılmış renkler, bir çimen yeşili, bir hemşirenin lavanta çiçeği mavisi elbisesi..... görünüşe canlılık veriyordu.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:11) “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim?” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2) “Tatamak denen ağaçlarla abanoz koruları, yerlilerin dedikleri gibi elma, zeytin, tarçın korulukları, şurada burada çıplak gövdeleri yüz ayaktan fazla yükselen, tepeleri demet demet hurma kümeleri ki öteki ormanın üstüne dikilmiş ikinci bir orman sanırsınız.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:91) “Muhafızlar tutukluları birbiri ardısıra masanın önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve işlerini soruyorlardı. Çoğu zaman pek derine inmiyorlar ya da ‘Mühimmat depoları sabotajına katıldın mı?’ ‘Ayın dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun?’ gibi şuradan buradan sorular soruyorlardı.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:13) Şu sıralar : Bu günlerde “ ‘Sevgili Friderike, Bu mektubu sana trende yazıyorum. Bugünden yola çıktım, çünkü pazar günleri tren yok. Pazartesi trenle gitseydim, ancak salı günü çalışmaya başlayabilirdim. Şu sıralar sabırsızlıktan neredeyse patlayacağım. Viyana’daki kimi işlerimi hallettikten sonra dinç kafayla ve içim rahat yine Salzburg’a döneceğim.’ ” (S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:88) Şusu busu : Şu ya da bu nesneleri ya da kişileri “Şöyle diyordu içinden, ‘... Sıkıntının ta kendisi, hem de düşesin tatlı konuşmasına, bulunmaz aşçıya, turfanda sebzelere, şatonun güzel mobilyalarına, şusuna busuna karşın duyulan sıkıntı. Merakımı kamçılamaya başlıyor bu benim, öyleyse kovulmamaya bakalım..’ ” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:71) Şu şu : Belirlenmiş öğeler: şu ya da bu “Beyaz’ı dinliyor ve fazla soru sormuyor. Bunun bir karı-koca meselesi, Beyaz’ın da kıskanç bir koca olduğunu düşünüyor. Beyaz fazla bir açıklama yapmıyor. Haftalık bir rapor istediğini söylüyor, şu şu posta kutusuna yollanacak, şu ende şu boyda kağıtlara daktiloyla yazılacak, iki nüsha olacak.” (P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:7) “O kitabın yardımıyla her taş için uzun ve ayrıntılı bir çizelge hazırlamaya başladım. Her renkten bir sürü kağıdım vardı. Örneğin birinin üstüne Pirit (Pırıltılı kristalli doğal demir ya da bakır sülfürü) başlığını koyar, altına şurada bulunur, içinde şu şu öğeler vardır, şu şu işe yarar, diye yazar, en alta da şu ay, şu gün elime geçti falan diye bir not eklerdim.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:17) Şu var ki : ‘Diğer yandan’, ‘şu noktayı da düşünürsek’, ‘işin esasında’, ‘gerçek şu ki’ bağlamında “Öte taraf da aynı arzuda olduğu için tabii kolayca anlaşıldı. Ben başta olmak üzere birkaç ağırbaşlı arkadaş, evvela buna razı olmak istemedik. Yalnız şu var ki, insan, dünyada her şeyle uğraşabiliyor. Fakat birbirini isteyen erkekle kadının birleşmesine engel olamıyor... O öyle acayip bir mıknatıs ki.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:175) “-Evet. Ben her zaman, en çok itiraftan utandığım şeyleri söylerim. Ama güvendiğim kimzelere. -Doğru söylüyorsunuz. Şu var ki bir kimseye güvenebilmek için onunla çok iyi arkadaş olmak gerek. Oysa biz tam anlamıyla arkadaş değiliz.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:127) Şuvey şuvey : Arapça kökenli: Yavaş yavaş, usul usul anlamında “Bu işler asla aceleye gelmezdi. Arabın dediği gibi ‘şuvey şuvey’, yani yavaş yavaş! Fakat ne gözler vardı kadında ya! Yuvalarında kapkara iki cıva yuvarlağı gibi oynuyor, oynarken de zeka şimşekleri çaktırıyordu adeta.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:59) Şu ya da bu; Şuydu buydu : Şu şu, bu ya da şu, bunlar şunlar, herhangi biri “Albert Camus’nün yaşamında Fransız Direniş eyleminin ne büyük bir yer tuttuğu bilinir. Almanlar’ın Fransa’ya girmelerinden ve her dediklerini kölece yerine getirecek bir kukla hükümeti işbaşına getirmelerinden sonra, kimi yazarlar, şu ya da bu nedenle, ülke dışına çıkmak için yollar ararken, kimileri egemen güçlerle işbirliğine girmekte bir sakınca görmezken, o savaştan topu topu bir yıl önce geldiği Fransa’da direnişçiler arasında yer almayı seçer.” (A. Camus, “Düğün-Sunuş”, sa:77) “O anda Bernardo’nun ne istediği açıktı. Öteki rahipleri kimin öldürdüğüne hiç aldırmaksızın, yalnızca Remigio’nun şu ya da bu biçimde, İmparator’un tanrıbilimcileri’nce ortaya atılan fikirleri paylaştığını göstermek istiyordu.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:534) “Emekli olduğumdanberi, Cuma akşamları yazılarımı gazeteye götürmek ya da Güzel Sanatlar’daki konserler, kurucu üyesi olduğum Sanat Merkezi’ndeki resim sergileri, Halk Eğitim Derneği’ndeki yurttaşlık konularında şu ya da bu konferans, ya da Apollo Tiyatrosu’nda aktris Fabregas sezonu gibi belli bir öneme sahip bazı işler dışında yapacak çok az işim var.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:20) “Ama şuydu buydu derken oradan oraya atlayıp duruyorum, çünkü, yanılmıyorsam, sana adadan söz etmekteydim. Gelelim konumuza: şöyle göz kararı çapı elli kilometreyi aşmadığına göre, bence her on kilometreye bir kişiden fazla nüfusu da yok. Yani gerçekten bir avuç insan. Galiba keçi sayısı daha fazla, eminim öyle.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27) “NIOBE orsa seyri diye can atıyordu. Gottlieb de öyle. Ah, yelkencinin bu en büyük yanılsaması, oraya buraya sürüklenmediğini, rüzgar, yelken ve dümen arasında ustaca aracılık ederek, şu ya da bu rüzgarla nereye nereye gideceğini kendinin belirleyebileceğini düşünüyorsun ya. Yelkenli tam yol ilerliyordu.” (M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:254) Şükr; Şükran, Şükür borçlu olma : Müteşekkir olma, Tanrıya karşı duyulan minnet borcunu dile getirme “Yine de hırsıza şükran borçlu olduğumu söyleyebilirim. Dün yeni aldığım pasaportumu komodinin üstüne bırakmış. Onun dışında her şeyi almış götürmüş. Bakın, görüyor musunuz, kuşkuya düşüyorsunuz bu halimi gördükçe.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:394) “Sineye giren her soluk hayatı uzatır ve sineden çıkan her soluk cana can katar. Demek ki her solukta iki niyet var; demek ki her nimet için de bir şükür gerekir. “Onun şükrünü tam ödemek, kimin elinden, dilinden gelir ki dersin? “Çalışın ey Davud hanedanı <Davud Peygamber, İsrailoğulları peygamberlerindendir.>, şükr için çalışın. Kaldı ki kulların içinde çokça şükreden azdır <Kur’anı Kerim Sebe Suresi, 13.Ayet> Bir kula yaraşan şudur, unutma; Özür dilemesi, Tanrı katında... Onun yüceliğine yaraşan şeyi Kim yerine getirebilir ki!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:19) Şükürler olsun : Allaha şükür bu dertten de kurtulduk bağlamında Tanrıya niyaz “Yarının düşü bir sevinçtir, ama, yarının sevinci de başka bir sevinçtir, şükürler olsun ki hiçbir şey kendisi üstüne kurulmuş düşe benzemez, çünkü her şey farklı olarak bir değer taşır.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:32) “Şükürler olsun yalnızlığa! Şimdi yalnızım..... Bana bakan yüz gitti. Baskı kalktı üzerimden. İşte bomboş kahve fincanları. İşte çevrilmiş iskemleler; ama kimse oturmuyor üzerlerine. İşte boş masalar; artık onlara oturup yemek yemek için kimse gelmiyor bu gece.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:227) “ ‘Şükürler olsun, bu evi yeterince sık resme geçirdim, şarkılar düzdüm, bu ev için.’ Ama artık ikili bir hayat yaşanacaktır, dolayısıyla daha rahat ve geniş bir eve gereksinim duyulur.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:141) -Tüm Hakları Saklıdır-