Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve
Transkript
Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve
Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri Şebnem Oğuz * Özet: Kalkınmacı devlet kavramı, kurumsal kapasitesi güçlü olan ve toplumun farklı kesimlerinden özerk davranabilen devletlerin, ekonomik kalkınma hedefine başarıyla ulaşabileceğini vurgulayan kurumsalcı yaklaşımlara dayanır. Bu çalışmada, kalkınmacı devlet kavramı tarihsel ve kuramsal olarak gözden geçirilmektedir. Karşılaştırmalı tarihsel kurumsalcılığın kalkınmacı devlete ilişkin analizleri ve bu analizlere yöneltilen Marksist eleştiriler ele alınmaktadır. Devlet-merkezli yaklaşımların sınırlılıkları dile getirilerek, bu sınırlılıkları aşabilmek için var olan analizlere sadece sermayenin değil, bir bütün olarak toplumsal üretim ilişkilerinin dahil edilmesi önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Kalkınmacı Devlet, karşılaştırmalı tarihsel kurumsalcılık, Marksizm. Developmentalist State as an Institutional Construct: A Historical and Theoretical Critique Abstract: The concept of developmental state is based on the institutionalist argument that those states with strong institutional capacities and high degrees of autonomy from various sections of society, can succeed in reaching economic developmental goals. This paper evaluates the concept of developmental state in historical and theoretical terms. It discusses the “comparative historical institutionalist” approach to the concept of developmentalist state, and its Marxist critiques. It argues that bringing capital back into the analyses is not enough for overcoming the limitations of state-centered approaches. Instead, the totality of social relations of productions should be brought back in. Key Words: Developmentalist State, comparative historical institutionalism, Marxism. GİRİŞ Kalkınmacı devlet kavramı, kurumsal kapasitesi güçlü olan ve toplumun farklı kesimlerinden özerk davranabilen devletlerin, ekonomik kalkınma hedefine başarıyla ulaşabileceğini vurgulayan kurumsalcı yaklaşımlara dayanır. İlk olarak Chalmers Johnson tarafından 1982 yılında yayınlanan Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı ve Japon Mucizesi: Sanayi Politikasının Gelişimi, 19251975 adlı kitapta Japon devletine referansla kullanılmıştır. Bu kitapta Johnson, “kalkınmacı devlet” ve “düzenleyici devlet” olmak üzere iki türlü devlet tanımlar: * Doç. Dr., Başkent Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, 06810, Etimesgut/Ankara/Türkiye. Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46, Sayı 4, Aralık 2013, s. 107-128. 108 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 “İlk sanayileşen ülkelerde devlet ekonomik etkinliğin yeni biçimlerine pek az müdahale etmiş, on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren ise rekabetin devamlılığı ve tüketicinin korunması gibi alanlarda düzenleyici işlevler üstlenmiştir… Geç sanayileşen ülkelerde ise devletin kendisi kalkınma sürecini yönlendirmiş, başka bir deyişle, kalkınmaya yönelik işlevleri devlet üstlenmiştir. Özel sektörün ekonomik etkinliklerine yönelik bu iki farklı eğilim, yani düzenleyici eğilim ve kalkınmacı eğilim iş dünyası ile hükümet arasında iki farklı türden ilişkiye yol açmıştır. ABD, düzenleyici eğilimin ağır bastığı devletler, Japonya ise kalkınmacı eğilimin ağır bastığı devletlere iyi bir örnektir” (Johnson, 1982: 19). Johnson‟a (1982) göre Japonya‟nın hızla sanayileşmesini mümkün kılan temel faktör, özel sektörün bürokratlar tarafından sıkı bir biçimde yönlendirilmesi olmuştur. Özellikle Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı‟nda çalışan bürokratlar seçimle gelmedikleri için farklı toplumsal kesimlerin dar ve kısa vadeli çıkarlarının etkisi altında kalmaksızın uzun vadeli ekonomik planlar yapabilmişlerdir. Johnson‟un bu kitaptaki analizinden yola çıkarak kalkınmacı devlet kavramını kullanan daha sonraki kurumsalcılar ise esas olarak iki farklı disiplinden gelmişlerdir: İktisat ve karşılaştırmalı siyaset.1 İktisatçılar arasında kurumsalcılıktan yola çıkarak kalkınmacı devleti savunanların başında Ha-Joon Chang (2011), Alice Amsden (2001), Dani Rodrik (2009) ve Robert Wade (2003) gibi yazarlar gelir. Bu yazarlar, neo-klasik iktisatın piyasa merkezli yaklaşımına karşı farklı biçimlerde kalkınma sürecinde devletin ve kurumların önemini vurgulamışlardır.2 Karşılaştırmalı siyaset alanında ise kurumsalcı yaklaşım, Weber‟den yola çıkarak farklı ülkelerde kalkınma süreçlerini tarihsel olarak karşılaştıran analizlere dayanır. “Karşılaştırmalı tarihsel kurumsalcılık” olarak da bilinen bu yaklaşım, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan devlet kuramlarının fazla soyut ve genel olduğunu ve dolayısıyla devlet yapıları arasındaki varyasyonları açıklamakta yetersiz kaldığını savunmuştur. Bu yaklaşımın öncülüğünü yapan Theda Skocpol (1985), Peter Evans (1995), Linda Weiss ve John M. Hobson (1999) gibi neo-Weberci yazarlar, 1980‟lerden itibaren liberal ve Marksist devlet kuramlarını “toplum-merkezli” olmakla eleştirmişler; bunun yerine önerdikleri “devlet-merkezli” yaklaşımda ise devletin özerkliğini ve örgütsel gücünü vurgulayarak bu özerkliğin getirdiği örgütsel olanakların kalkınmacı amaçlar için kullanılabileceğini ileri sürmüşlerdir.3 Bu çalışmada özellikle kurumsalcılığın bu ikinci kolu, yani farklı ülkelerde kalkınma süreçlerini tarihsel olarak karşılaştıran neo-Weberci yaklaşımlar üzerinde durulacaktır. Bir sonraki bölümde bu yaklaşımların önemli temsilcilerinden biri olan Peter Evans ile Ziya Öniş ve Fikret Şenses‟in analizleri ele alınaBen Fine (2011: 10) kalkınmacı devlet paradigmasının bu iki farklı kolunu “ekonomik okul” ve “politik okul” olarak adlandırır. 2 Kalkınmacı iktisat literatüründe bu yaklaşımların Marksist eleştirisi için bkz. Özmen - Yılmaz (2006), Ercan - Oguz (2007), Tuna vd. (2008), Akçay - Türkay (2009). 3 Bu yaklaşımla ilgili kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Akdoğan (2007). 1 Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 109 cak, daha sonraki bölümde ise bu analizleri Marksist bir perspektiften yola çıkarak eleştiren Vivek Chibber, Paul Cammack ve Ha-Yung Song‟un argümanları incelenecektir. Son bölümde ise kurumsalcı ve Marksist yaklaşımlar karşılaştırılarak, kalkınmacı devlet kavramının günümüzde ne ifade ettiği sorusu üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda devlet-merkezli yaklaşımların ötesine geçebilmek için, var olan analizlere sadece sermayeyi değil, bir bütün olarak toplumsal üretim ilişkilerini geri getirmenin önemi vurgulanacaktır. TARİHSEL-KURUMSALCI YAKLAŞIM VE KALKINMACI DEVLET Devletlerin kalkınma sürecindeki rolünü karşılaştırmalı bir perspektifle ele alan tarihsel-kurumsalcı yaklaşımın kuramsal öncülleri, Theda Skocpol, Peter Evans ve Dietrich Rueschemeyer‟in 1985‟de derlediği Devleti Yeniden Gündeme Getirmek adlı kitaplarına dayanır. Bu kitapta Skocpol, daha önceki devlet kuramlarının sadece devletin toplum tarafından nasıl şekillendirildiği sorusu üzerinde durduğunu, devletin kendi örgütsel gücüyle toplumu nasıl dönüştürdüğü sorusunu ise ihmal ettiklerini vurgular. Skocpol‟a (1985: 4-5) göre çoğulcu yaklaşımlar, baskı grupları arasındaki rekabete odaklanarak; yapısal işlevselci yaklaşımlar devlet etkinliklerinin toplumda karşılanması gereken işlevlerden türediğini varsayarak; Marksist yaklaşımlar ise devletin sınıfsal ilişkiler tarafından biçimlendirildiğini ileri sürerek devlet yöneticilerinin kendi çıkarlarını ve güçlerini görmezden gelmişlerdir. Skocpol, özellikle Marksist yaklaşımların vurguladığı “devletin görece özerkliği” kavramını toplum-merkezli olmakla eleştirerek, devletin toplumdan tamamen özerk davrandığı tarihsel durumların Marksist analizlerde ihmal edildiğini belirtmiştir.4 Bu noktada Skocpol (1985) devleti “belirli bir topraksal alanda fiziksel gücün meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlayan Weber‟e geri dönerek, devletin “yönetim, polis ve ordu” örgütlerinin toplamından ibaret olduğunu ve devletin gücünün toplumdan değil kendi kurumlarından geldiğini ileri sürmüştür. Skocpol (1985: 19) buradan yola çıkarak devletlerin toplumları belirli bir hedef (örneğin kalkınma ya da refah) etrafında yönlendirme gücünü ise iki temel kavrama referansla açıklamıştır: “devletin özerkliği” ve “devlet kapasitesi.” Devletin özerkliği, Devletin toplumsal gruplardan ne ölçüde yalıtılmış olduğu ve onların taleplerinin basit bir uzantısı olmayan hedefler doğrultusunda ne ölçüde hareket edebildiği ile ilgilidir. Devlet kapasitesi ise devletlerin bu hedefleri gerçekleştirmeye yönelik örgütsel olanaklarının ne ölçüde güçlü olduğuna ilişkindir. Bu bağlamda “güçlü ve zayıf” devletlerden söz edilebilir. Güçlü devletler, toplumsal gruplardan görece yalıtılmış olan, toplumun talepleri yerine kendi hedefleri doğ4 Cammack‟a (1989) göre burada söz konusu olan şey, Marksist devlet kuramının Marksist olmayan bir kuramsal çerçeve içinde asimilasyonudur. Bu asimilasyon iki adımda gerçekleştirilir: Önce “sınıf” kavramının yerini “toplum” alır ve daha sonra “toplum” ve “devlet” kavramları birbirine karşı konumlandırılarak her iki kavramın da içi boşaltılır. 110 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 rultusunda hareket edebilen ve bu hedefleri gerçekleştirmeye yönelik güçlü kurumlara, Weberci anlamda rasyonel bir bürokrasiye sahip olan devletlerdir. Dolayısıyla bir devletin toplumdan özerkliği ne kadar yüksek ve kurumsal kapasitesi ne kadar güçlüyse, toplumu kalkınma ya da başka hedefler doğrultusunda şekillendirme yeteneği de o kadar fazladır. Peter Evans: Kalkınmacı Devletin Gömülü Özerkliği Peter Evans, 1995 yılında yayınlanan Gömülü Özerklik: Devletler ve Endüstriyel Dönüşüm kitabında yukarıda sözü edilen kuramsal öncüllerden yola çıkarak kalkınma sürecinde devletin neden Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerde “başarısız”, Kore‟de ise “başarılı” olduğu sorusuna yanıt aramıştır. Evans bu sorunun yanıtını ararken öncelikle “kalkınmacı devlet” kavramını Weber, Gerschenkron ve Hirschman‟ın özgün bir sentezine dayanarak yeniden tanımlar. Evans‟a (1995) göre kalkınmacı devletlerde Weber‟in tanımladığı anlamda toplumsal taleplerden yalıtılmış rasyonel bir bürokrasi vardır. Liyakat sistemiyle seçilmiş olma, bürokrasiye bir tür tutarlılık ve iç bütünlük sağlar, bu da devlet aygıtına özerklik kazandırır. Ancak toplumsal taleplerden yalıtılmış bir bürokrasinin varlığı, piyasaların sorunsuz bir biçimde işleyişi için gerekli bir önkoşul olmakla birlikte, geç kapitalistleşen ülkelerde sanayi politikalarının uygulanması açısından yetersizdir. Zira, geç kapitalistleşen ülkelerde devlet bazen kendisini girişimci yerine koyarak yatırımlar yapmak, bazen de yatırımcıları teşviklerle yönlendirmek zorundadır. Bu noktada Evans, kurumsalcı iktisatçılardan Gerschenkron‟un “geç gelişen” ülkeler (ondokuzuncu yüzyılda İngiltere‟ye göre daha geç bir dönemde sanayileşen Almanya, Japonya, Rusya gibi Avrupa ülkeleri) üzerine çalışmaları ile Hirschman‟ın “geç geç gelişen” ülkeler (İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşen Üçüncü Dünya ülkeleri) üzerine çalışmalarına döner. Gerschenkron‟a (1962) göre geç sanayileşen ülkeler, erken sanayileşmiş ülkelerle rekabet edebilmek için kendi girişimcilerinin sahip olduğundan çok daha büyük ölçekte sermaye gerektiren üretim teknolojileri kullanmak zorundadır; bu nedenle de bu ülkelerde devlet riski bizzat üstlenerek girişimci rolünü oynar. Hirschman (1958) ise “geç geç” sanayileşen ülkelerde asıl sorunun sermaye yetersizliği değil, sermayedarın hangi alanlara yatırım yapacağı konusundaki kararsızlığı olduğunu belirtir ve bu sorunu çözmek için devletin girişimcileri teşviklerle yönlendirmesi gerektiğini söyler. Evans‟a (1995: 32) göre Gerschenkron‟un ve Hirschman‟ın yaklaşımları Weber‟in tanımladığı anlamda toplumdan yalıtılımış bir devletten çok toplumun içine gömülü bir devlete; bir sermaye birikimi projesi olan ve uygulayabilen bir devlete işaret eder. İşte Evans (1995: 33) bu noktada hem Weber‟in sözünü ettiği anlamda “toplumdan özerk”, hem de Gerschenkron‟un ve Hirschman‟ın sözünü ettiği anlamda “toplumun içine gömülü” olan bir devleti tanımlamak üzere “gömülü özerklik” kav- Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 111 ramını kullanır.5 Bürokrasinin iç bütünlüğü ile dışa dönük bağlantıları arasındaki çelişkili senteze dayanan “gömülü özerklik”, devletin endüstriyel dönüşüme başarılı bir biçimde müdahale etmesini sağlar ve dolayısıyla kalkınmacı devletlerin temel özelliğini oluşturur. Evans (1995: 59), bu anlamda “gömülü özerkliğin” Marksistlerin kullandığı “görece özerklik” kavramından farklı olduğunu ekler. Zira “görece özerklik” kavramı sadece devlet özerkliğinin sermaye birikiminin gerekleri tarafından kısıtlandığına işaret ederken, “gömülü özerklik” söz konusu kısıtlar içinde devletin toplumla kurduğu bağlar sayesinde izlediği politikaları sermaye kesimleriyle sürekli olarak müzakere edebileceği kurumsal kanallara sahip olması anlamına gelir. Evans, bu şekilde tanımladığı kalkınmacı devletlerin en tipik örneğinin yeni endüstrileşen Doğu Asya ülkeleri, özellikle de Kore olduğunu belirtir. Kalkınmacı devletlerin tam karşısına ise Weberci anlamda bir diğer ideal bir tip olarak “yağmacı devlet”leri koyar. Yağmacı devletlerde Weberci anlamda rasyonel bürokrasiler yoktur, bürokratlar sadece kendi çıkarları peşinde koşarlar. Bireysel çıkarlar, kolektif çıkarlardan önce gelir. Toplumla kurulan bağlar sadece kişisel ilişkiler üzerinden gider, kurumsal değildir. Yağmacı devletler, ülkede sermaye birikiminin gelişmesi için hiçbir adım atmadıkları gibi var olan toplumsal kaynaklara da el koyarlar. Evans, bu devletlerin en tipik örneğinin Zaire olduğunu söyler. Bu iki uç arasında kalan devletleri ise “ara durumlar” olarak tanımlar. Hindistan ve Brezilya gibi ülkeleri bu gruba koyar (Evans, 1995: 12). Bu çerçevede Evans, Kore, Hindistan ve Brezilya‟yı devletin iç organizasyonu ve devlet-toplum ilişkileri olmak üzere iki temel faktör üzerinden karşılaştırır. Evans‟a göre Kore‟de bürokratlar geleneksel olarak liyakata dayalı biçimde en prestijli üniversitelerin en yetenekli mezunları arasından sınavla seçilir. Seçkin üniversitelerden gelmiş olmaları, bürokratlar arasında dayanışmacı ağlar oluşmasını ve ortak hedefler etrafında kenetlenmelerini sağlar. Böylece bir iç bütünlük ve özerklik kazanan bürokrasinin, aynı zamanda chaebol olarak adlandırılan Koreli büyük sermaye grupları ile de çok sıkı ilişkileri vardır. Öyle ki kimi iktisatçılar bu durumu “Korea Inc.” olarak nitelendirmişlerdir. Dolayısıyla Kore‟de devlet hem iç organizasyonu hem de sermaye kesimleriyle kurduğu bağlar sayesinde kalkınma sürecini başarılı bir biçimde yönlendirebilmiştir (Evans, 1995: 51-54). Evans‟ın “ara durum”lara örnek olarak verdiği ülkelerden Brezilya‟da ise kamu personeli alımında liyakat sistemi yoktur, bürokratlar üst düzey siyasi kadrolar tarafından atanır. Cumhurbaşkanı binlerce kamu personelinin atamasını kişisel bağlantıları üzerinden yapar. Bu durumda var olan bürokrasiyi bir bütün olarak değiştiremeyen siyasi liderler, bürokrasi içinde “verimlilik adaları” yaratmaya çalışırlar, yani devlet aygıtını dönüştürerek değil eklemeler yaparak 5 Burada “toplum” ile kastedilenin esas olarak sermaye kesimleri olduğunu baştan belirtmek gerekir. 112 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 modernleştirmeye çalışırlar. Fakat bu “verimlilik adaları” geleneksel klientalistik normlardan oluşan devasa bir denizle çevrili olduğu için, ancak cumhurbaşkanı tarafından kişisel olarak korundukları sürece varlıklarını sürdürebilirler. Üstelik var olan bürokrasiye eklemeler yapma yoluyla reform yapma, yüzlerce gereksiz kurulun ve birimin oluşmasına yol açar. Devlet aygıtı içindeki bu parçalanmaya, bürokratların her siyasi iktidar değişikliği ile yerinden edilmesi eşlik eder. Görev süresi siyasi iktidar değişimine bağlı olan bürokratlar, içinde bulundukları kurumun uzun vadeli kazanımlarını değil, sadece kendi kısa vadeli kariyerlerini düşünürler ve bu nedenle de kalkınma gibi toplumsal hedeflere dönük uzun vadeli planlar yapamazlar. Devletin toplumla ilişkilerine bakıldığında ise, gerici kırsal elitlerin sahnenin tamamen dışına itildiği Doğu Asya ülkelerinden farklı olarak, Brezilya‟da hükümetlerin ülkede hala çok güçlü olan büyük toprak sahipleri ile işbirliği yapmak zorunda kaldıkları görülür. Toprak sahipleri ile modern devlet aygıtı arasındaki bu işbirliği, devletin sanayi sermayesiyle ortak bir proje yapma olanağına baştan engel olur. Dolayısıyla devletin kendi iç organizasyonundaki sorunlar ile devletin toplumla olan ilişkilerindeki sorunlar birbirini karşılıklı olarak pekiştirir (Evans, 1995: 60-66). Evans‟ın “ara durum”lara verdiği bir başka örnek olan Hindistan‟da ise Brezilya‟nın aksine saygın bir bürokratik gelenek vardır. Kamu personeli en az Doğu Asya ülkelerinde olduğu kadar titiz bir biçimde merkezi sınavlarla seçilir. Fakat Doğu Asya ülkelerinden farklı olarak Hindistan‟da bürokrasi aynen Brezilya‟da olduğu gibi siyasi iktidarlarla değiştiği için hızlı bir rotasyona tabidir. Toplumun kendi içindeki sorunlar ise, devletin iç örgütlenmesindeki sorunları gölgede bırakır. Zira bir kıtaya yakın büyüklükteki, çok uluslu bir ülkede devlet-toplum ilişkileri Doğu Asya ülkelerine göre çok daha karmaşıktır. Etnik, dinsel ve bölgesel temeldeki bölünmeler sekiz milyon kişilik bir nüfusa sahip bir ülkeyi yönetmenin zorluklarıyla birleşir. Evans‟a (1995: 66-70) göre Brezilya‟yla karşılaştırıldığında Hindistan‟da devletin hâlâ sanayi işletmelerinin mülkiyetini büyük ölçüde elinde bulundurmaya devam etmesi de bir diğer sorundur. Sonuç olarak Evans, “Kore mucizesini” Kore devletinin hem Weberci anlamda rasyonel ve kendi içinde bütünlüklü bürokratik kurumlara sahip olmasına, hem de sanayi politikalarını sermaye kesimleri ile sıkı bir ilişki içinde yürütebilmesine, yani onlarla “gömülü özerklik” ilişkisini sürdürmesine bağlar. Brezilya ve Hindistan örneklerini ise “gömülü özerkliğin” gereklerini sadece kısmen yerine getirebildikleri için bir ölçüde kalkınabilmiş, ama sanayileşmenin belirli bir aşamasında tıkanmış “ara durumlar” olarak niteler. Ziya Öniş ve Fikret Şenses: Pro-aktif ve Reaktif Devletler Kalkınmacı devlet kavramı, Türkiye‟de de Ziya Öniş ve Fikret Şenses gibi kurumsalcı yazarlar tarafından kullanılmıştır. Öniş ve Şenses (2009) kalkınmacı devletin Doğu Asya ülkelerinde başarılı, Latin Amerika ve Türkiye gibi ülke- Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 113 lerde başarısız olma nedenlerini, Doğu Asya‟da “pro-aktif” (önde giden), Latin Amerika ve Türkiye‟de ise “reaktif” (takip eden)” devletlerin varlığıyla açıklamışlardır. Pro-aktif devletler, önemli politika değişikliklerini büyük krizler yaşamadan önce kendi inisiyatifleriyle gerçekleştirebilen devletlerdir. Reaktif devletler ise, ancak krizler ortaya çıktıktan sonra bir tepki olarak harekete geçerler ve bu koşullarda da politika tercihleri zaten baştan kısıtlanmış olur. Örneğin, Kore‟nin pro-aktif devleti 1960‟ların başında bir kriz olmaksızın kendi öngörüsüyle gönüllü olarak ihracata dönük stratejiye geçerken, Türkiye‟nin reaktif devleti ancak 1970‟lerde ortaya çıkan krize tepki olarak ihracata dönük stratejiye yönelmiştir. Krizden sonra ortaya çıkan bu gecikmiş politika adımı, özellikle IMF gibi dışsal aktörlerin ön plana çıktığı bir ortamda, politika seçeneklerinin çok daha kısıtlı olması anlamına gelmiştir (Öniş ve Şenses, 2009: 716). Öniş ve Şenses‟e (2009) göre pro-aktif ve reaktif devletler arasındaki temel fark, reaktif devletlerin daha düşük derecede bir devlet özerkliğine sahip olmalarıdır. Reaktif devletler daha parçalı bir yapıya sahip oldukları için sanayiciler karşısında daha az özerkliğe sahiptir, dolayısıyla, “kısmi uzlaşmazlıkları aşıp, dikkatlerini uluslararası rekabet gücüne sahip ihracat sektörleri geliştirmek gibi uzun vadeli stratejik amaçlar üzerinde yoğunlaştırma yetenekleri daha sınırlıdır” (Öniş - Şenses, 2009: 709). Örneğin 1960‟larda Türkiye‟de devlet, Doğu Asya devletleriyle karşılaştırıldığında, büyük iş çevreleri karşısında daha az özerk bir konuma sahip olduğu için ihracata dönük sanayileşme doğrultusunda pro-aktif bir davranış sergileyememiştir. Buradan yola çıkarak Öniş ve Şenses (2009: 723) Türk devletini “parçalı kalkınmacı devlet” olarak nitelendirirler. Reaktif devletlerin pro-aktif devletlerden bir diğer farkı da, devlet kapasitelerinin daha zayıf oluşudur. Reaktif devletler bu nedenle dış dinamiklerin baskısı altında kalmaya ve uluslararası karar merkezlerinde kabul edilmiş egemen politika normlarına uymaya daha eğilimlidir (Öniş - Şenses, 2009: 709). Devlet kapasitesinin gücünü belirleyen önemli faktörlerden biri ise rejimin türüdür. Öniş ve Şenses‟e (2009: 737-738) göre Doğu Asya ülkelerindeki gibi “yerleşik otoriter rejimler” ile Avrupa Birliği ülkelerindeki gibi “yerleşik demokrasiler”de devlet kapasitesi güçlü, Türkiye ve Arjantin‟deki gibi “ara demokratik rejimler”de ise devlet kapasitesi zayıftır.6 Örneğin 1960‟ların Kore‟sinde olduğu gibi yerleşik otoriter rejimler; stratejik siyasi kararların, geniş seçmen koalisyonu oluşturmak ile uğraşmadan, dar politika koalisyonunun (devlet ve iş çevresi seçkinlerinin) rızasıyla alınabilmesinin doğal avantajını yaşamışlardır. Türkiye‟de ise, tam tersine, aynı dönemdeki dar politika koalisyonunun, oluşturulacak daha geniş bir seçmen koalisyonu tarafından desteklenmesi gerekmiştir (Öniş - Şenses, 2009: 715). Sonuç olarak, kurumsalcı yazarlar, kalkınmacı dev6 Burada yerleşik otoriter rejimlerin, yerleşik demokrasiler ile aynı kefeye konarak kalkınmacı işlevleri açısından olumlanmasının, otoriter rejimlerin meşrulaştırılması biçiminde yorumlanabileceğine dikkat çekmek gerekir. 114 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 letin Kore‟de başarılı, diğer ülkelerde başarısız olma nedenlerini devletin özerklik derecesi ve devlet kapasitesinin gücüyle açıklamışlar; bu açıklamalarda Peter Evans “gömülü özerklik” kavramını öne çıkarırken; Ziya Öniş ve Fikret Şenses ise “proaktif” ve “reaktif” devlet ayrımını vurgulamışlardır. KALKINMACI DEVLET KAVRAMINA YÖNELİK MARKSİST ELEŞTİRİLER Vivek Chibber: Ulusal Burjuvazi Kalkınmacı Devlete Karşı Kalkınmacı devlete ilişkin kurumsalcı analizleri Marksist bir perspektiften yola çıkarak eleştirenlerin başında Vivek Chibber gelir. Chibber‟e (2005: 147) göre, II. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan devlet öncülüğünde kalkınma stratejilerinin üç temel ögesi vardır: Yerli sanayilerin büyümesini sağlamayı amaçlayan ithal ikamesi (ithalatın sınırlandırılarak yerli şirketler için iç pazar yaratılması ve bu şirketlerin sübvansiyonlarla desteklenmesi); siyasal elitler, devlet yöneticileri ve yerli sermayedarların ortak bir sanayileşme projesi üzerinde uzlaşması, ve bu uzlaşma temelinde devlet ile sermaye arasında devletin ayrıcalıklı ortak rolünü üstlendiği bir ittifakın kurulması. Bu üç unsurun bir araya gelmesiyle oluşan “devlet öncülüğünde kalkınma” stratejisinde temel sorun ise, devletlerin yerli yatırımcıları kısa vadede yüksek kâr getiren ancak uzun vadede kalkınma açısından kritik öneme sahip olmayan sektörlerden kısa vadede daha az kârlı ancak uzun vadede toplumsal getirisi daha yüksek sektörlere yönlendirememesi olmuştur. Devletler bunu başarabildikleri durumlarda ise ciddi bir mali bir krize sürüklenmişlerdir, zira bir yandan özel sektörün zararlarını üstlenmek ve kamu kaynaklarını özel sektöre sübvansiyon olarak aktarmayı sürdürmek zorunda kalmışlar; öte yandan hızlı sanayileşme için yaptıkları yatırım malları ithalatını ihracata dönük sektörlere yönlendirilebilecek yatırımlarla dengeleyememişlerdir. Peki neden? Kurumsalcıların bu soruya verdikleri yanıt açıktır: Eğer devlet yöneticileri kalkınmacı misyonlarını yerine getiremediyse, bunun nedeni devletin kurumsal kapasitesinin zayıflığıdır. Chibber‟e göre bu argüman kısmen haklılık payı içerir, zira geç kapitalistleşen ülkelerin çoğunda kurumsalcı yaklaşımların sözünü ettiği anlamda güçlü kurumların var olmadığı bir gerçektir. Ancak madem devlet öncülüğünde kalkınma güçlü kurumlar gerektirmektedir, siyasi elitler neden bu kurumları inşa etmemişlerdir? İşte Chibber bu sorunun yanıtını devletin kendisinde değil sermaye kesiminde arar. Güçlü kurumların inşasına asıl direnç gösteren kesimin paradoksal bir biçimde tam da “ulusal burjuvazi” olarak adlandırılan, küresel bağları zayıf olup iç pazara dönük üretim yapan ve korumacı politikalarla büyüyen yerli sermaye kesimleri olduğunu ileri sürer (Chibber, 2005: 147). Bu noktada Chibber‟e göre asıl sorun devlet yöneticilerinin yerli sermayedarları sübvansiyonlarla desteklemesi değil, sermayedarların bu sübvansiyonlar Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 115 karşılığında kendilerinden beklenen adımları atmaması, başka bir deyişle kalkınma planlarında belirlenen hedeflere uymamasıdır. Zira sermayedarların sübvansiyonları almakta çıkarı olmakla birlikte, bunun karşılığında beklenen plana uymakta çıkarı yoktur. Çünkü dış pazarlarla rekabet tehlikesi ortadan kalktığı anda, yerli sermayedarlar kendi pazarlarında bir tür tekel haline gelirler. Bu durumda da sanayileşmenin bir sonraki aşaması için gerekli teknolojik atılımı yapmak için bir nedenleri kalmaz. Onun yerine ellerindeki kaynaklarla başka bir sektöre girip oraya “ilk gelen” olmanın avantajlarından yararlanmayı tercih ederler. Geç kapitalistleşen ülkelerin çoğunda sanayi sermayesinin zaten sektörel olarak farklılaşmış büyük sermaye gruplarının parçası olması, bu seçeneği daha da çekici hale getirir (Chibber, 2005: 150-151). Sonuç olarak, yerli sermayedarlar aldıkları sübvansiyonları devletin istediği doğrultuda kullanmayı reddederler. Bu durum tam da kapitalist toplumlarda planlı sanayileşmenin olanaksızlığına işaret eder, zira üretim araçlarının mülkiyetinin devlete değil özel sektöre ait olması, devletin o üretim araçlarının ne yönde kullanılacağını kontrol etme gücünü baştan kısıtlar. Peki, bütün geç kapitalistleşen ülkeler için geçerli olan bu açmaz neden Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerde kalkınma sürecinin belirli bir aşamada tıkanmasıyla sonuçlandığı halde, Kore‟de devlet öncülüğündeki kalkınma modeli gerçekten de başarıya ulaşmıştır? Chibber bu sorunun yanıtını da kurumsalcı yazarlardan oldukça farklı bir yerde arar. Öncelikle Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde temel sorunun bürokrasinin rasyonel olup olmamasından kaynaklanmadığını vurgular. Zira devlet öncülüğünde kalkınma modeline derinden bağlı olan siyasal elitlerin ve bu modeli uygulamaya hazır rasyonel bir bürokrasinin var olduğu Nehru liderliğindeki Hindistan‟da, Hindistan Ulusal Kongresi daha İngilizler ülkeyi terk etmeden on yıl önce bağımsızlık sonrasının sanayileşme planlarını yapmaya başlamıştır. Ancak, çok kısa bir süre içinde sermaye çevreleri devlet planlama aygıtının sanayileşmeyi yönlendirme kapasitesini güçlendirecek her türlü politikaya şiddetle karşı çıkarken, bir yandan da daha fazla koruma ve kendi istedikleri biçimde kullanmak koşuluyla daha fazla sübvansiyon talep etmişlerdir. Bunun için de yatırımları yavaşlatmayı da içeren yoğun bir kampanya yürütmüşlerdir. Bu kampanyanın sonucunda yeni hükümet özel yatırımları denetleme ya da yönlendirme yetkisi son derece zayıf bir planlama aygıtı kurmakla yetinmiştir (Chibber, 2003: 127-158; 2005: 152). Türkiye‟de ise planlama rejimine geçiş Hindistan‟a göre çok daha hızlı olmuş, 1958‟de ilk adımları atılan Devlet Planlama Teşkilatı‟nın (DPT) kuruluşu 1960 darbesinden sonra Jan Tinbergen gibi uzmanların görüşü alınarak tamamlanmıştır. Tinbergen ve ekibi, DPT‟nin sadece plan yapma değil planların uygulanıp uygulanmadığını denetleme yetkisine de sahip olması gerektiğini savunmuş; ancak kısa bir süre sonra sanayicilerin kafasında bambaşka bir planlama kavramı olduğu ortaya çıkmıştır. 116 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 Yerli sanayiciler kamu iktisadi teşekküllerinin yeniden organize edilmesi, vergi ve toprak reformu gibi önerileri yoğun biçimde eleştirmiş, şirketlerden yatırım planları hakkında bilgi istenmesine direnç göstermiş, özellikle de yatırımlarını kendi tercih ettikleri sektörlerden stratejik sektörlere doğru kaydırmaları yönündeki girişimlere şiddetle karşı çıkmışlardır. Bunun sonucunda ilk plancılar 1962‟de DPT‟den topluca istifa etmiş, planlama aygıtı Hindistan‟da olduğu gibi varlığını sürdürmekle birlikte sanayileşmeyi yönlendirme ve denetleme gücünü büyük ölçüde kaybetmiştir. Dolayısıyla Türkiye‟de planlama rejimi kurulduktan nerdeyse üç yıl sonra çöküşe geçmiştir (Chibber, 2005: 152-153).7 Brezilya‟da ise planlama fikrine Hindistan ve Türkiye‟deki kadar bağlı olan siyasi elitler hiçbir zaman var olmamıştır, dolayısıyla sermayedarların tepki göstermesini gerektirecek kadar iddialı planlamalar zaten hiç yapılmamıştır. Çünkü yerli sermayedarlar 1950‟lerde gündeme gelen planlama girişimlerine, on yıl boyunca yürüttükleri yoğun kampanya ile daha baştan engel olmuşlardır. Brezilya‟nın Hindistan ve Türkiye‟den bir diğer farkı da, sanayi politikalarının biçimlenmesinde yabancı (özellikle Amerikan) sermayesi ile bağlantıları güçlü olan sermaye kesiminin “ulusal burjuvazi” karşısında daha etkili olmasıdır. Bu kesim, “ulusal burjuvazi”nin devlet öncülüğünde ithal ikameci sanayileşme talebine karşılık, sanayi yatırımlarında devlet düzenlemesinin minimumda tutulmasını talep etmiştir. Bununla birlikte devlet, şirketlerin yatırım alanlarına karışmaya kalkıştığında, sermayenin her iki kesimi de planlamaya karşı çıkma konusunda birleşmiştir. Dolayısıyla Brezilya‟da merkezi bir planlama aygıtı hiçbir dönemde kurulamamıştır (Chibber, 2005: 153-154). Sonuç olarak Hindistan, Türkiye ve Brezilya örneklerinin tümünde ortak olan özellik yerli sermayedarların devlet öncülüğünde sanayileşme projesinde siyasi elitlerle ittifak yapmayı reddetmiş olmasıdır. Böyle bir ittifak sadece Kore‟de kurulabilmiş, Kore‟de yerli sermayedarlar devlet öncülüğünde sanayileşme modelini kabul etmiştir. Peki neden? Chibber bu sorunun yanıtını Kore‟de sermaye birikim sürecinin kendine özgü tarihsel dinamiklerinde arar. Zira Kore başka ülkelere göre çok erken bir dönemde, 60‟lı yıllarda ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük sanayileşmeye geçebilmiştir. Bu durumda Koreli şirketler, korunmuş bir iç pazara dönük üretim yapan şirketlerden farklı olarak, kendilerini uluslararası rekabetin tam ortasında bulmuşlardır. Başka ülkelerde şirketler, korunaklı bir iç pazara dönük üretim yaptıkları için, devletin verdiği sübvansiyonları üretkenlik artırıcı yatırımlar için kullanmama lüksüne sahipken, 7 Chibber (2005: 156), Vedat Milor‟un çalışmasına referansla Türkiye‟de 1968-1980 arasında şirketlere verilen devlet sübvansiyonlarının sadece %20‟sinin kalkınma planlarında öngörülen alanlara yatırıldığını da ekler. Türkiye‟deki planlama deneyimini Marksist açıdan ele alan ayrıntılı bir inceleme için bkz. Akçay (2007). Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 117 Koreli şirketler, tam da uluslararası rekabette ayakta kalabilmek için devletin verdiği sübvansiyonları üretkenlik artırıcı yatırımlara yönlendirmek zorunda kalmışlardır. Bunu yaparken de teknolojik yenilenme, kalite standartları koyma gibi konularda devlet desteğine daha da fazla ihtiyaç duymuşlar ve dolayısıyla güçlü bir kalkınmacı devletin varlığını desteklemişlerdir (Chibber, 2005: 158). Peki başka ülkelerde yerli sermayedarlar rekabetin hayli yoğun olduğu dış pazarlara açılma riskini almak yerine iç pazarın güvenceli kâr olanaklarını sürdürmeyi tercih ederken neden Kore‟de yerli şirketler bu riski alabilmiştir? İşte burada Kore‟ye özgü bir tarihsel durum söz konusudur. Bu dönemde Japon şirketleri, Koreli şirketlerle ihracata dönük bir strateji etrafında ortaklıklar yapmış; ABD‟deki pazarlarından çekilerek bu pazarları, geniş pazarlama ağları ve kredi olanaklarıyla birlikte Koreli şirketlere bırakmıştır (Chibber, 2003: 42). Dolayısıyla Koreli sermayedarlar ihraç pazarlarına girdiklerinde kendilerini hazır bekleyen bir müşteri ağı bulmuşlardır. Öte yandan Japon şirketleriyle kurdukları ortaklıklar, ABD pazarlarına kolayca girmelerini sağladıysa da, o pazarlarda ayakta kalabilmek için de Kore devletinin desteğine ihtiyaç duymuşlardır. İşte bu nedenle, başka ülkelerin sermayedarlarından farklı olarak, Koreli sermayedarlar hem ihracata dönük stratejileri hem de bu stratejilerin uygulanabilmesi için güçlü devlet kurumlarının varlığını desteklemişlerdir. Bu durumda devlet de yatırımları ihraç sektörlerine yönlendirebildiği ve bu sayede hızlı bir ekonomik büyüme sağladığı için, başka ülkelerden farklı olarak mali bir krizle karşılaşmamıştır. Dolayısıyla Kore‟de güçlü bir kalkınmacı devletin inşa edilebilmesinin sırrı, Koreli sermayedarların Japon şirketleri ile ortaklıkları sayesinde ihraç pazarlarına girebilmesi ve bu nedenle de ihracata dönük sanayileşme planlarını gerçekleştirebilecek güçlü bir devlet aygıtını desteklemesi olmuştur. Sonuç olarak Chibber‟e göre kalkınmacı devletin Kore‟de başarılı, diğer ülkelerde başarısız olma nedeni kurumsalcı yazarların iddia ettiği gibi Kore bürokrasisinin rasyonelliğinden değil, Kore‟deki sermaye birikim sürecinin tarihsel özgünlüğünden kaynaklanmıştır. Bu süreçte kurumlar önemsiz olmamakla birlikte belirleyen değil belirlenendir. Tam da bu nedenle kalkınma literatürüne devleti değil, asıl “sermayeyi geri getirmek” gereklidir (Chibber, 2003: 222). Paul Cammack: Devlet- Sermaye İttifakı mı, Otoriter Kapitalizm mi? Chibber‟in yaklaşımına Marksistlerin yönelttiği en önemli eleştiriler, Paul Cammack (2007) ve Hae-Yung Song‟dan (2013) gelmiştir. Cammack‟ın Chibber‟e yönelik birincisi eleştirisi, Chibber‟in sınıf kavramına yaklaşımı ile ilgilidir. Chibber‟in sınıf vurgusu, üretim ve sömürü ilişkilerinin politik ekonomisinden çok, devletin kapitalist gelişmeyi sağlayacak biçimde sermayeyle ittifak kurma kapasitesine odaklanır ve bu bağlamda Kore‟deki kalkınmacı devletin kapitalist niteliğini eleştirmek yerine başka ülkeler karşısında bir başarı örneği olarak olumlar (Cammack, 2007: 2). Bu anlamda farklı vurguları olsa da özünde 118 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 kurumsalcı yaklaşımlarla aynı temel sorunsalı ve kavramsal çerçeveyi paylaşır. Örneğin sınıf mücadelesine, ya da sömürü, birikim ve meşruiyet arasındaki ilişkilere odaklanmaz. 1970‟lerin Marksist devlet kuramları, Chibber‟in analizinde bir ölçüde yer bulsa da, devletin sermayenin çıkarlarını doğrudan karşısına alamayacağı argümanına indirgenir. Bu argüman ise Kore‟de başından beri devletten bağımsız bir birikim modeline sahip olan bir sermaye sınıfı olduğunu varsayarak araçsalcı devlet kuramlarının tuzağına düşer (Cammack, 2007: 13). İkincisi, Chibber Kore‟de sermaye ile devlet arasında kurulan ittifakta 1961‟den itibaren kurumsallaşan baskıcı emek rejiminin rolü üzerinde durmaz. Oysa bu dönemde kırsal kesimden koparılarak kente gelen yeni bir proletaryanın oluşması, özellikle kadın işçilerin üretim yerlerinin hemen yanında kurulan yatakhanelere yerleştirilerek erkeklerden çok daha düşük ücretlerle çalıştırılması, çalışma saatlerinin aşırı derece uzatılarak tatillerin kısıtlanması yoluyla kurulan yeni emek rejimi, Kore‟deki hızlı kapitalist gelişmenin temel nedenlerinden biridir (Cammack, 2007: 3). Benzer biçimde Chibber (2003: 52), bütün kapitalist devletlerin kendi sermayedarları üzerinde değişen derecelerde yönlendirici gücü olduğunu ve Kore‟de bu gücün başka ülkelere göre daha fazla olmadığını ileri sürerek, Kore devletinin otoriter niteliğini ve dolayısıyla diğer ülkelerle karşılaştırıldığında olağanüstü bir devlet biçimine denk düştüğünü görmezden gelir. Kore‟de kalkınmacı devletin başından itibaren otoriter bir kapitalist devlet olduğunu göz ardı ederek, hem Japonya ile olan kolonyal ilişkisini, hem de baskıcı emek rejiminin kökenlerini gözden kaçırır. Üstelik Kore devletinin de zaman içinde başka ülkelerdeki gibi bürokratik yozlaşma ve rant-kollama sürecinden muaf kalmadığını göz ardı eder (Cammack, 2007: 2). Üçüncüsü, Chibber‟in “verimsiz” ithal ikameci sanayiler ile “verimli” ihracata dönük sanayileri birbirine karşıtlık içinde göstermesi doğru değildir. Zira Kore‟de 1961‟den sonra hem ithal ikameci hem de ihracata dönük sanayiler devletin sürekli bir biçimde yarattığı rantlardan yararlanarak uzun vadeye yönelik dinamik bir verimlilik arayışına girmiştir (Chang, 1993: 153). Üstelik, ithal ikameci stratejiyi rekabetçi baskının olmamasının yol açtığı verimsizlikle, ihracata dönük stratejiyi ise uluslararası rekabetin getirdiği verimlilikle karakterize ederek; rekabeti verimlilik getirdiği için olumlayan ve serbest piyasayı da bu nedenle savunan neoklasik yaklaşımı sorgulamaksızın veri olarak kabul etmiş olur ve bu nedenle neoliberalizmin temel argümanlarını yeniden üretir (Cammack, 2007: 13). Hae-Yung Song: Fetişistik Bir Kavram Olarak Kalkınmacı Devlet Song (2011, 2013) ise hem Chibber‟in hem de Cammack‟ın yaklaşımlarındaki temel sorunun, devlet-merkezli yaklaşımdan kopamamaları olduğunu belirtir. Song‟a (2013: 1259) göre Chibber‟in yaklaşımı Kore‟de devletin, kurumsalcı yaklaşımların iddia ettiği gibi sermaye kesiminden tümüyle özerk olmadığını Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 119 göstermesi açısından anlamlı olmakla birlikte, devlet-merkezli açıklamaları destekleyici argümanlar da içerir. Zira Chibber, devletin sermaye kesiminden özerk olup olmadığı sorusunun yanıtını devlet ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkilerde arar. Böylelikle, tam da kurumsalcıların yaptığı gibi devlet-toplum ilişkilerini devlet-sermaye ilişkilerine indirger, emek üzerinde durmaz. Chibber‟in analizinde “sermaye”, bireysel sermayedarlar anlamına gelir. Bu anlamda sermaye kesimini toplumdaki baskı gruplarından biri olarak ele alır, kapitalist toplumsal ilişkilere özgü sınıf çelişkilerine odaklanmaz. Bu kurguda emek de daha güçsüz olmakla birlikte diğer baskı gruplarından biridir, dolayısıyla sermaye kavramının emek kavramından bağımsız olarak ele alınamayacağını vurgulayan Marksist yaklaşımlardan ayrılır. Bunun sonucunda Chibber, kalkınmacılığın çökerek yerini neoliberalizme bırakma nedenini, devlet ile yerli sermayedarlar arasındaki anlaşmazlıklarda ve sermayedarların devlet karşısında giderek güçlenmesinde bulan kurumsalcı yaklaşımlarla aynı noktaya varır (Song, 2013: 1259). Benzer biçimde, Chibber‟in ulusal burjuvazinin devleti ele geçirip kendi çıkarları için kullandığına dair önermesi, ulusal kalkınmayı destekleyen temel aktörlerin devlet elitleri ya da planlamacılar olduğu görüşüne yola açar. Başka bir deyişle, Chibber‟in ulusal burjuvaziye yönelik eleştirisi bu kesimin yeterince ulusal olmadığı, ulusal çıkarlar yerine kendi dar çıkarları peşinde koştuğu önermesine dayandığı ölçüde, ulusal kalkınmanın önündeki temel engeli ulusal burjuvazi olarak görür. Chibber‟in ulusalcılığa yatkın olan bu yaklaşımı, kapitalist devletin kendisini bir toplumsal form olarak ele almak yerine, sadece sınıfsal içeriği ile ele almasından, yani devleti sermaye sınıfının bir aracı olarak görmesinden kaynaklanır. Devlet sadece sınıfsal içeriği açısından ele alındığında, hangi sınıf tarafından ele geçirilirse o sınıfın çıkarlarına hizmet edeceği ve dolayısıyla sermayenin yeniden üretimi yerine ulusal kalkınmaya hizmet edebileceği varsayımı ortaya çıkar (Song, 2013: 1260). Song‟a (2013: 1260) göre Cammack‟ın Chibber‟e yönelik eleştirisinde de başka bir biçimde aynı sorun, yani kapitalist devleti sadece sınıfsal içeriği açısından ele alma sorunu karşımıza çıkar. Song‟a göre Cammack, Chibber‟in analizinde sınıf mücadelesini ihmal ettiğine dair eleştirisinde haklıdır. Ancak Cammack da kalkınmacı devleti emeği disipline etmeye yönelik işlevleri açısından, yani yine sınıfsal içeriği üzerinden ele alır ve bu anlamda Kore‟deki hızlı sanayileşmeyi baskıcı emek rejiminin varlığı ile açıklayan Marksizm-dışı yaklaşımlardan farklı bir açıklama sunmaz. Üstelik Cammack da Kore devletinin bürokratik yozlaşma ve rant-kollama sürecinden muaf kalmadığını belirttiğinde kurumsalcılarla aynı terimleri kullanır. Çünkü kapitalizmde devlet ile toplumun neden birbirinden biçimsel olarak ayrıldığını ve sınıf mücadelesinin devlet üzerinden yürütüldüğünü sorgulamaz. Devletin toplumdan ayrı bir form olarak var olmasını veri kabul ederek sadece sınıfsal içeriğine odaklandığı için, devletin toplumdan mutlak değil görece olarak özerk olduğunu söyleyen Poulantzas‟cı 120 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 yaklaşımla aynı sonuca varır ve bu anlamda kurumsalcı yaklaşımlarla arasında çok ince bir çizgi vardır (Song, 2013: 1261). Dolayısıyla Song‟a göre Chibber‟in ve Cammack‟ın yaklaşımındaki ortak sorun, devleti sadece sınıfsal içeriği açısından ele almaları ve devletin kendisini bir toplumsal form olarak eleştirmemeleridir. Bu açmazı aşmak üzere Song (2011, 2013), “toplumsal form analizi” ile “dünya sistemi yaklaşımı”nı eleştirel bir biçimde ele alarak birleştiren alternatif bir yaklaşım geliştirir. Toplumsal form analizi, Sovyet hukuk kuramcısı Evgeny Pashukanis‟in 1924‟de yazdığı Hukuk ve Marksizm adlı kitaba dayanır. Pashukanis‟e göre, kapitalist devleti sadece egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmesi açısından ele alanlar, devlet formunda gizlenen sınıfsal içeriği açığa çıkarmakla bilikte, bu içeriğin neden devlet formunu aldığını, başka bir deyişle kapitalizmde devlet ile toplumun neden birbirinden ayrıldığını açıklayamazlar.8 Devletin kendisinin kapitalizme özgü bir toplumsal form olduğu hesaba katıldığında ise, kalkınmacı devlet kavramının fetişistik karakteri ortaya çıkar. Bu noktada Song, Marx‟ın meta fetişizmi eleştirisine geri döner. Marx‟a göre kapitalist toplumlarda emek ürününün meta biçimini alması, o metanın üretiminde harcanan emek gücünü, dolayısıyla o metayı üreten insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri gizler. İnsanlar arasındaki ilişkiler, metalar arasındaki ilişkiler gibi görünür; başka bir deyişle, meta biçiminin toplumsal özellikleri, metanın kendisinden kaynaklanıyormuş gibi görünür (Marx, 1976 [1867]: 164–165). Song‟a (2013: 1269) göre benzer biçimde, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişimine özgü tarihsel koşullar içinde kalkınmacı devlet de, geç kapitalistleşen ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelere “yetişme” (catch-up) sorunsalı çerçevesinde temel aktör gibi görünür. Ancak, burada yanılsamalı bir nedensellik söz konusudur. Belirli tarihsel koşullarda kapitalist planlamayı gerçekleştirmeye çalışan aktörün devlet olarak görünmesi, kendinde ve kendisi için devletin gerçekten de kalkınmanın temel aktörü olduğu yanılsamasına yol açar. Oysa kalkınmacı devlet, geç kapitalistleşme bağlamında kapitalizmin eşitsiz gelişiminin ve hiyerarşik dünya sisteminin bir yan ürünü olarak ortaya çıkan özgün bir kapitalist devlet biçimidir. Başka bir deyişle kalkınmacı devlet kavramı, kökleri kapitalizmin eşitsiz gelişiminde olan fetişistik bir kavramdır. Geç kapitalistleşme koşullarında devletin ulusal kalkınmanın temel aktörü olarak görünmesine yol açan süreç kapitalizmin eşitsiz gelişimi iken, devletin kalkınma yönelimi devletin kendisinden geliyormuş gibi görünür. Geç kapitalistleşen ülkelerde kapitalist gelişmenin başarısını ya da başarısızlığını belirleyen esas etken dünya sistemindeki özgün konumu iken, devletin özerkliği ve etkinliğiymiş gibi görünür. Kalkınmacı devletin çelişkileri geç kapitalistleşmeden kaynaklanan sınıfsal çelişki8 Ekonomi ile politikanın birbirinden ayrılması olarak da bilinen bu sürecin tarihsel nedenlerini açıklayan ayrıntılı bir çalışma için bkz. Wood (2008). Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 121 ler iken, devletin/siyasal elitlerin yaptıkları politik tercihlerin ürünüymüş gibi görünür. Sonuç olarak, Song‟a göre kalkınmacı devlet kavramının fetişistik karakteri, kalkınma kavramının kendisinin fetişistik karakterinden kaynaklanır. Bu bağlamda kalkınmacı devlet, geç kapitalistleşme koşullarında çoğu zaman daha baskıcı bir kapitalist sömürü sürecini temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda geniş kitlelerin sermaye birikimi sürecine katılmasını içeren çelişkili süreci sınıfsal açıdan nötr gibi görünen ulusal kalkınma kavramıyla fetişleştirir. Kore‟nin kalkınmacı devleti de bunun tipik bir örneğidir. Kore‟de hızlı sanayileşme ne devlet elitlerinin bireysel tercihi ile ne de sadece baskıcı emek rejimi ile gerçekleşmiştir. Devletin geç kapitalistleşme bağlamında gelişmiş ülkelere yetişme çabası, küresel kapitalizmin eşitsiz dinamiklerinden kaynaklanmış; hiyerarşik dünya sistemi tarafından belirlenmiş ve Soğuk Savaş döneminde Kore‟de solun bastırıldığı bir jeopolitik bağlamda gerçekleşmiştir (Song, 2013: 1272). SONUÇ Kalkınmacı devlet kavramı, belirli bir tarihsel bağlam ve özgün bir teorik sorunsal çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Kavramın ortaya çıkışının tarihsel bağlamı, 1980‟lerin başında geç kapitalistleşen ülkelerin ithal ikameci sanayileşeme modelinden ihracata dönük sanayileşmeye geçme sürecidir. Bu bağlamda gündeme gelen temel teorik sorunsal ise Doğu Asya ülkeleri bu geçişi çok daha erken bir dönemde ve sorunsuzca gerçekleştirirken, neden Latin Amerika, Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerin söz konusu geçişi çok daha geç ve sorunlu bir biçimde gerçekleştirdiğidir. Bu noktada Peter Evans gibi tarihsel-kurumsalcı yazarlar, sorunun yanıtını verebilmek için var olan analizlere devletin geri getirilmesi gerektiğini vurgulamışlar ve bu çerçevede yanıtı devletin kendisinde aramışlardır. Kurumsalcı yaklaşımları Marksist bir perspektiften yola çıkarak “devlet-merkezli” olmakla eleştiren Vivek Chibber ise sorunun yanıtını devletin kendisinde değil, sermayeyle olan ilişkilerinde, başka bir deyişle devlet-sermaye çekişmesinde aramış ve bu anlamda var olan analizlere devletin değil sermayenin geri getirilmesi gerektiğini savunmuştur. Chibber, buradan yola çıkarak Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerde sözü edilen geçişin gerçekleşmeme nedenini sermayedarların korunaklı bir iç pazarın avantajlarından yararlanmaya devam edebilmek için devletle ihracata dönük modele geçiş konusunda ittifak yapmayı reddetmelerinde; Kore‟de ise Japon şirketleriyle kurdukları ortaklığın getirdiği olanaklar sayesinde sermayedarların söz konusu ittifakı kurabilmelerinde aramıştır. Böylece Chibber‟in yaklaşımı gerçekten de var olan açıklamalara sermayeyi geri getirerek, kapitalist toplumlarda devlet özerkliğinin sınırlarını göstermiştir. Chibber‟in yaklaşımına Paul Cammack ve Ha-Yung Song‟un yönelttiği eleştiriler ise tam da var olan analizlere sermayeyi nasıl geri getirdiği ile ilgilidir. 122 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 Bu eleştirilerde pek çok önemli nokta olmakla birlikte, kurumsalcılık, araçsalcılık, ulusalcılık ve neoliberallik gibi bir dizi kolay etiketlemenin de var olduğu görülebilir. Bu etiketlemelerden ilki, Chibber‟in kurumsalcı paradigmadan kopamadığına ilişkindir. Cammack ve Song‟a göre Chibber‟in sermayeyi toplumsal bir ilişki olarak değil, bireysel sermayedarlardan oluşan bir grup biçiminde analize dâhil etmesi ve buradan yola çıkarak devlet ile sermayedarlar arasındaki çekişmeler üzerinde yoğunlaşması, kurumsalcı sorunsaldan kopamadığını gösterir. Ancak bu eleştiride epistemolojik düzey ile ampirik düzeyin birbirine karıştırıldığı görülür. Zira epistemolojik düzeyde belirli bir soyutlama olarak sermaye, Marx‟ın önemle vurguladığı gibi “bir şey değil, toplumun belirli bir tarihsel formasyonuna özgü belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir” (Marx, (1991 [1867]: 953). Dolayısıyla epistemolojik düzeyde sermaye, emekle olan ilişkisinden bağımsız düşünülemez. Ancak, Chibber‟in kurumsalcı yaklaşımlara dönük eleştirisinin epistemolojik olmaktan çok ampirik bir eleştiri olduğu ve bu çerçevede devletle sermayedarlar arasındaki ampirik ilişkilere odaklandığı hesaba katıldığında, sermaye kavramını sermayedarlara indirgediği ve emekle ilişkisini göz ardı ettiğine dair eleştiriler epistemolojik olarak anlamlı olmakla birlikte, ampirik düzeyde geçerliliğini yitirir. Benzer bir biçimde, Chibber‟in devleti sadece sermayedarlarla ilişkileri açısından ele alıp, diğer yönlerinden (örneğin otoriter niteliğinden ve emek üzerindeki baskıcı karakterinden) söz etmemesi, ampirik düzeyde bir eksiklik olmakla birlikte, bir ihmal olarak da yorumlanamaz; zira Chibber‟in temel sorunsalı (devlet-sermaye ilişkisinde hangi tarafın belirleyici olduğu) çerçevesinde merkezi bir öneme sahip değildir. Chibber‟in yaklaşımına dönük ikinci eleştiri, devlet kuramının araçsalcı olmasıdır. Song‟a göre Chibber‟in devlete yaklaşımı, “ulusal burjuvazinin devleti ele geçirip kendi çıkarları için kullandığını” ileri sürdüğü için araçsalcıdır. Burada Chibber‟in argümanının Song tarafından dile getirilişinde belirli bir tahrifat söz konusudur. Öte yandan Cammack‟a göre Chibber‟in devlete yaklaşımındaki araçsalcılığın kaynağı, “devletin sermayenin çıkarlarını doğrudan karşısına alamayacağına” dair argümanıdır. Burada da Cammack, Chibber‟in argümanını doğru okumakla birlikte, bu argümandan yanlış bir sonuç çıkarır. Zira “devletin sermayenin çıkarlarını doğrudan karşısına alamayacağı” argümanı, araçsalcı devlet kuramlarından çok, yapısalcı devlet kuramlarına yakındır. Zaten Song da, eleştirilerinin bir başka bölümünde Chibber‟in “devletin toplumdan mutlak değil görece olarak özerk olduğunu söyleyen Poulantzas‟cı yaklaşımla aynı sonuca vardığını” kabul eder. Chibber‟e yönelik üçüncü eleştiri “ulusalcılığa yatkın” olduğu ile ilgilidir. Song‟un dile getirdiği bu eleştiri, Chibber‟in “ulusal burjuvaziyi yeterince ulusal olmamakla, ulusal çıkarlar yerine kendi dar çıkarları peşinde koşmakla eleştirdiği” önermesine dayanır. Oysa Chibber‟in örneğin Brezilya‟da sadece “ulusal” değil “komprador” olarak nitelendirilen sermaye kesimlerinin de kendi dar Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 123 çıkarları peşinde koştuğunu belirttiği anımsanırsa, bu eleştirinin de yanlış bir okumaya dayandığı ortaya çıkar. Chibber‟e dönük dördüncü eleştiri ise, neoliberal yaklaşımlarla aynı sonuçlara varmasıdır. Bu eleştiriyi yönelten Cammack‟a göre, Chibber “ithal ikameci stratejiyi rekabetçi baskının olmamasının yol açtığı verimsizlikle, ihracata dönük stratejiyi ise uluslar arası rekabettin getirdiği verimlilikle karakterize ettiği” için, rekabeti olumlayan neoliberalizmle aynı sonuçlara varır. Bu eleştirideki sorun ise, teorik bir saptama (ihracata dönük stratejide uluslar arası rekabetin şirketleri verimlilik artışına zorlaması) ile bu saptamadan çıkarsanan politik sonuç (rekabetin verimlilik getirdiği için olumlanması) arasında yanlış bir determinizm ilişkisi kurulmasıdır. Zira argümanın ilk kısmındaki teorik saptamadan tek bir politik sonuç çıkmaz; rekabeti olumlayan bir önerme çıkabileceği gibi, eleştiren bir önerme de çıkabilir. Dolayısıyla Chibber‟in uluslar arası rekabetin verimlilik artışı getirdiğine dair teorik saptamasından neoliberal politikaları desteklediği sonucu çıkarılamaz. Benzer biçimde, Chibber‟in Kore‟de ihracata dönük sanayileşmeye “başarıyla” geçildiğine dair argümanı da, bu başarıyı olumladığı anlamına gelmez. Son olarak, Song‟un Chibber‟e ve Cammack‟a yönelttiği, “devleti sadece sınıfsal içeriği açısından ele alıp, toplumsal bir form olarak ne ifade ettiği üzerinde durmama” ve bu nedenle de “kalkınmacı devletin fetişistik karakterini görememe” eleştirisi de yine çok önemli bir noktaya değinmekle birlikte, benzer bir sorun içerir. Zira Song‟un eleştirisinin ilk bölümü (devleti toplumsal bir form olarak ele almama) ile ikinci bölümü (kalkınmacı devletin fetişistik karakterini görmeme) arasında zorunlu bir nedensellik ilişkisi yoktur. Örneğin Chibber, çalışmasının epistemolojik değil ampirik odaklı olması nedeniyle devleti toplumsal bir form olarak sorunsallaştırmaz. Ancak kapitalist gelişmede “kurumların önemsiz olmamakla birlikte belirleyen değil belirlenen olduğunu” vurgulayarak geç kapitalistleşme sürecinde temel aktörün devlet olmadığını gösterir ve böylelikle açıkça dile getirmese bile kalkınmacı devletin fetişistik karakterini kabul eder. Dolayısıyla Song‟un buradaki eleştirisinin, esas olarak Marksistler için değil, kurumsalcı yaklaşımlar için geçerli olduğunu belirtmek gerekir.9 Bu noktada kurumsalcı bir kurgu ve fetişistik bir kavram olarak kalkınmacı devletin günümüzde ne ifade ettiği üzerinde durarak bu yazıyı sonlandırmak anlamlı olacaktır. Öncelikle kalkınmacı devletin kapitalist devletin belirli bir tarihsel bağlamda aldığı özgün bir biçim olduğunu anımsamak gerekir. Dolayısıyla bu biçimin fetişistik karakterine geçmeden önce, genel olarak kapitalist devletin fetişistik karakteri üzerinde durmakta yarar vardır. Bu noktada kapitalizmde 9 Buradan bütün Marksistlerin bu eleştiriden muaf olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Zira Marksistler arasında da kalkınmacı devlet kavramının fetişistik karakterini sorgulamaksızın kullananan yazarlar vardır. Örneğin Ben Fine‟a (2011: 25) göre kalkınmacı devlet paradigması, hangi politika araçlarının kullanılması gerektiğine dair ayrıntılı bir reçete sunmasa bile, özellikle sanayi politikası ve sosyal politika alanlarında küresel kapitalizmin ve ulusal kapitalizmlerin ilerici dönüşümüne önemli katkılar sağlama potansiyeline sahiptir. . 124 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 devlet ile toplum arasındaki ayrılığın özsel değil, biçimsel olduğunu vurgulamak gerekir (Wood, 2008). Kapitalizm öncesi toplumlarda egemen sınıflar üretim sürecinde askeri gücü ya da ekonomi-dışı zoru kullanma yetkisini ellerinde bulundurduğundan ekonomik süreçlerin yönetimini de doğrudan üstlenir. Kapitalist toplumlarda ise egemen sınıfı oluşturan sermayedarlar askeri güç ve dolayısıyla ekonomi-dışı zor kullanma yetkisini devlet aygıtına devrederek sadece üretim sürecinin gündelik işleyişinde kendi kârlarını nasıl artırabilecekleri ile ilgilenirler. Rekabet halindeki tekil sermayedarların ve farklı sermaye kesimlerinin uzun erimli ortak çıkarları doğrultusunda politika üretme işlevini ise devlet üstlenir. Dolayısıyla kapitalizmde devlet ile toplum (ya da politika ile ekonomi) kurumsal olarak birbirinden ayrılır. Ancak kapitalist toplumlarda artığın saf anlamda ekonomik mekanizmalarla elde edilmesi, ekonomi ile politikanın gerçekten ayrıldığı anlamına gelmez. Zira ekonomi ile politika kapitalist üretim sürecinde birleşir, çünkü üretim süreci aynı zamanda bir sömürü sürecidir ve sermayenin emek üzerindeki politik egemenliğine dayanır (Wood, 2008). İşte kapitalist devletin fetişistik karakteri tam da buradan gelir. Kapitalist toplumlarda politikanın ekonomiden biçimsel olarak ayrılıp devlette kurumsallaşması, bu sürecin özünü yani üretim sürecindeki sömürü ilişkilerini gizler. Ayrıca bu kurumsal ayrılık, devletin kendine ait bir gücü olduğu yanılsamasına yol açar. Oysa kapitalist devlet “sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki güç ilişkilerinin yoğunlaşmış halidir” (Poulantzas, 1978: 129). Kurumsalcı yaklaşımlar, tam da ekonomi ile politika ya da devlet ile toplum arasındaki biçimsel ayrılığı, gerçek bir ayrılık olarak ele aldıkları için, kapitalist devletin fetişistik karakterini ve sınıfsal içeriğini görmezden gelirler. Bu bağlamda kurumsalcı bir kurgu ve fetişistik bir kavram olarak kalkınmacı devlet ise, devleti geç kapitalistleşmenin esas aktörüymüş gibi göstererek ve bu süreci sınıfsal açıdan nötr olarak görünen ulusal kalkınma hedefiyle ilişkilendirerek, geç kapitalistleşen ülkelerde sermaye birikim sürecinin çelişkili karakterini örter. Peki kurumsalcı bir kurgu ve fetişistik bir kavram olarak kalkınmacı devlet günümüzde ne ifade eder? Kurumsalcı yazarlara göre kalkınmacı devlet neoliberal küreselleşme koşullarında da önemini sürdürmektedir, sadece rolü ve işlevleri değişmiştir. 1960‟lı ve 70‟li yıllarda esas işlevi sermayedarların ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük sanayileşmeye geçişini sağlamak olan kalkınmacı devlet, günümüzde ise sosyal politikalarla desteklenmiş yeni bir sanayi politikasıyla sermayedarların küresel rekabette ayakta kalmalarını sağlama işlevini üstlenmelidir. Peter Evans‟a (1996) göre kalkınmacı devletin bu işlevini gerçekleştirebilmesi için gömülü özerkliğin bir adım ötesine geçerek devlet ile toplum arasında bir sinerji (görevdeşlik) yaratması gerekir. Zira devletin özel sektör ile daha yakın bir ilişki kurarak sermayedarlara uluslararası rekabette ayakta kalmaları için gerekli bilgiyi sağlayacak kurumsal mekanizmaları oluşturması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Devletin sermayedarlarla kur- Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 125 duğu ilişki ağlarını sivil toplumun tüm kesimlerine yayması, uyguladığı politikaları “sosyal sermaye” ile, yani “kişiler arası güvene dayalı ilişki ağları” ile desteklemesi gerekir. Başka bir deyişle devletin sadece sanayicilerle değil toplumun tüm kesimleriyle ittifak kurması gerekir. Çünkü bir önceki dönemde gömülü özerkliğin sadece dar bir çevreyle, sermayedarlarla sınırlı tutulmasını mümkün kılan ekonomik büyüme, neoliberalizm koşullarında artık var olmadığı için, meşruiyeti sağlamak daha zordur. Bu nedenle de gömülü özerkliğin - devletle uyumlu olmak kaydıyla - emek ve diğer toplumsal kesimleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekir (Evans, 1996: 1128). Evans‟ın “devlet-toplum sinerjisi” olarak tanımladığı bu durum, kendisinin de yazarları arasında olduğu Dünya Bankası‟nın “Değişen Dünyada Devlet” adlı 1997 Kalkınma Raporu‟nun belkemiğini oluşturmuştur. Evans daha sonraki yazılarında ise kalkınmacı devlet kavramını Amartya Sen‟in “yapabilirlik yaklaşımı” çerçevesinde bir kez daha gözden geçirmiştir. Sen‟e (1999) göre “insani gelişme” sadece kalkınmanın temel hedefi değil, aynı zamanda ekonomik büyümeyi sağlayacak üretkenlik artışının temel aracıdır; zira gelirin yanında bilgi ve sağlığa sahip olabilmek, yaşam süresi gibi etkenler bireyin toplumsal alana çıkabilmesini sağlayan temel unsurlardır. Evans (2013), buradan yola çıkarak günümüzde kalkınmacı devletin kurumsal kapasitesinin sadece sanayi yatırımlarını desteklemekle yetinmeyip kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri sunacak biçimde güçlendirilmesi gerektiğini savunur. Benzer biçimde Linda Weiss (1998: 5-7), günümüzde devlet kapasitesini üçe ayırır: (a) kalkınma ya da dönüştürme kapasitesi, (b) düzenleme kapasitesi ve (c) yeniden bölüştürme kapasitesi. Öniş ve Şenses (2009: 733), Weiss‟in bu ayrımına dayanarak günümüzde devletin kalkınmaya dönük kapasitesini “değişen uluslararası rekabeti karşılayabilmek için sınaî değişimi koordine edebilme yetisi”, ya da “politika oluşturan yetkililerin, örgütlü iktisadi gruplarla birlikte, sınaî ekonomiyi geliştirmek ya da dönüştürmek için ülke içinde uyum stratejileri uygulayabilme yeteneği” olarak tanımlarlar. Daha sonra Öniş ve Güven (2011: 604) buradan yola çıkarak, Türkiye‟de devletin zayıf kapasitesi ve reaktif niteliği nedeniyle 2008 krizinin sunduğu fırsatları kalkınmanın uzun vadeli yapısal sorunlarının çözümü için kullanmakta başarısız olduğunu ileri sürmüşler; bu bağlamda siyasa yapıcılarının dikkatlerini yeniden sanayi ve sosyal politikalara çevirmeleri gerektiğini belirtmişlerdir.10 Kalkınmacı devletin günümüz koşullarında gözden geçirilmiş bu yeni versiyonunda dikkat çekici olan üç temel öge vardır. Birincisi, devlet kapasitesi bir önceki dönemden farklı olarak “değişen uluslar arası rekabeti karşılayabilmek için sınaî değişimi koordine edebilme yetisi” olarak tanımlanmaktadır. Bu yeniden tanımlamanın nedenleri, kapitalizmin 1970‟lerden bu yana geçirdiği dönüşümde bulunabilir. Zira 1970‟li yıllarda kalkınmacı devlete yüklenen temel iş10 Bu argümana eleştirel yaklaşan bir analiz için bkz. Oğuz (2011). 126 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 lev, geç kapitalistleşen ülkelerin uluslararası sermaye birikim süreciyle emekyoğun sektörler üzerinden, tüketim mallarının ihracatı temelinde bütünleşmesini sağlamak iken, günümüzde bu işlevin yerini, geç kapitalistleşen ülkelerin uluslararası sermaye birikim süreciyle teknoloji-yoğun sektörler üzerinden, üretken sermaye temelinde bütünleşmesini sağlamak almıştır. Bu yönelim, üretimin sektörel ve sosyo-mekansal yapısında ciddi bir dönüşümü gerektirdiği için devletin “sınaî değişimi koordine edebilme yetisi”ni ön plana çıkarmıştır. İkincisi, Amartya Sen‟den yola çıkılarak “insani gelişme”, özellikle de “kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri”nden yararlanma, “ekonomik büyümeyi sağlayacak üretkenlik artışının temel aracı” olarak tanımlanmaktadır. Burada özellikle “kaliteli eğitim” ile “üretkenlik artışı “ arasında kurulan ilişki dikkat çekicidir. Zira uluslararası sermaye birikim süreciyle teknoloji-yoğun sektörler üzerinden bütünleşmeye dönük politikalar, emek gücünün niteliklerinin de bu doğrultuda yenilenmesini gerektirir. Bu gereklilik politik ifadesini, eğitim ve istihdam arasında doğrudan bir ilişki kurulması yoluyla emek gücünün vasıflarının artırılmasına yönelik eğitim politikalarında bulur. Dolayısıyla “insani gelişme” adı altında kalkınmacı devletten, emek gücünü Marx‟ın göreli artı değer üretimi olarak tanımladığı süreci hızlandıracak biçimde yeniden üretmesi beklenmektedir. Üçüncü olarak, kalkınmacı devletin sadece sermayedarlarla değil, toplumun geniş kesimleriyle ittifak kurması, “yeniden bölüştürme kapasitesini” geliştirmesi, sosyal politikalara önem vermesi gibi vurgular ön plana çıkmaktadır. Bu vurguların nedeni ise oldukça açıktır: Uluslaraarası birikim süreciyle yüksek teknolojili sektörler üzerinden bütünleşme yönündeki politikalar, ancak emek üzerinde yeni kontrol mekanizmalarının kurulması ile mümkündür ve bu durumda kalkınmacı devletten üretim süreci dışında yeni meşruiyet kanalları yaratması beklenmektedir. Sonuç olarak, kurumsalcı bir kurgu ve fetişistik bir kavram olarak kalkınmacı devlet, kapitalizmin günümüzde geçirdiği dönüşümün eşitsiz ve çelişkili karakterini farklı açılardan görünmez kılmaya devam etmektedir. Söz konusu eşitsizlik ve çelişkileri anlamak için ise var olan analizlere sadece sermayeyi değil, bir bütün olarak toplumsal üretim ilişkilerini geri getirmek gereklidir. KAYNAKÇA Akçay, Ümit (2007), Kapitalizmi Planlamak: Türkiye‟de Planlama ve DPT‟nin Dönüşümü, SAV Yayınları, İstanbul. Akçay, Ümit – Türkay, Mehmet (2009), “Neoliberalizmden Kalkınmacı Yaklaşıma: Devletin Sermaye Birikimi Sürecindeki Yeri Üzerine”, Mehmet Türkay, Sermaye Birikimi, Kalkınma, Azgelişmişlik, SAV Yayınları, İstanbul. Akdoğan, Argun (2007), “Devleti Sivil Toplumculardan Kurtararak Geri Getirmek”, Memleket Siyaset Yönetim, Sayı: 4, s.113-137. Alice, Amsden (2001), The Rise of "The Rest": Challenges to the West From LateIndustrializing Economies, Oxford University Press, Oxford. Kurumsalcı Bir Kurgu Olarak Kalkınmacı Devlet: Tarihsel ve Kuramsal Bir Eleştiri 127 Cammack, Paul (1989), "Review Article: Bringing the State Back in?", British Journal of Political Science, Vol. 19, No: 2, s.261-290. Cammack, Paul (2007), “Class Politics, Competitiveness and the Developmental State”, Papers in the Politics of Global Competitiveness, No. 4, Manchester Metropolitan University. Chang, Ha-Joon (1993), „The Political Economy of Industrial Policy in Korea‟, Cambridge Journal of Economics, Vol. 17, No: 2, s.131-157. Chang, Ha-Joon (2011), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, (Çev. Tuba Akıncılar Onmuş), İletişim Yayınları, İstanbul. Chibber, Vivek (2003), Locked in Place: State-building and Late Industrialization in India, Princeton University Press, Princeton, NJ. Chibber, Vivek (2005), “Reviving the Developmental State: The Myth of the "National Bourgeoisie", Leo Panitch ve Colin Leys (Ed.), The Empire Reloaded (Socialist Register 2005), s.144-65. Ercan, Fuat – Oguz, Sebnem (2007) “Rethinking Anti-Neoliberal Strategies through the Perspective of Value Theory: Insights from the Turkish Case”, Science and Society, Vol.71, No: 2, s.173-202. Evans, Peter (1995), Embedded Autonomy: States and Industrial Transformation, Princeton University Press, Princeton, NJ. Evans, Peter (1996), “Government Action, Social Capital and Development: Reviewing the Evidence on Synergy”, World Development, Vol.24, No: 6, s.1119-1132. Evans, Peter- Patrick Heller (2013), “Human Development, State Transformation and the Politics of the Developmental State”, Stephan Leibfried vd. (Ed.) The Oxford Handbook of Transformations of the State, Oxford University Press, Oxford. Fine, Ben (2011), “Locating the Developmental State and Industrial and Social Policy after the Crisis”, The Least Developed Countries Report 2011: The Potential Role of South-South Cooperation for Inclusive and Sustainable Development, Background Paper No: 3, UNCTAD. Gerschenkron, Alexander (1962), Economic Backwardness in Historical Perspective, Belknap Press, Cambridge, Massachusetts. Hirschman, Albert (1958), The Strategy of Economic Development, Yale University Press, New Haven. Johnson, Chalmers (1982), MITI and the Japanese Miracle: The Growth of Industrial Policy, 1925-1975, Stanford University Press, Chicago. Marx, Karl (1976 [1867] ), Capital, Vol. I, Penguin, London‟dan aktaran Song, HaeYung (2013), “Marxist Critiques of the Developmental State and the Fetishism of National Development”, Antipode, Vol. 45, No: 5, s.1268. Marx, Karl (1991 [1867] ), Capital, Vol. III, Penguin, London. Oğuz, Şebnem (2011), “Krizi Fırsata Dönüştürmek: Türkiye‟de Devletin 2008 Krizine Yönelik Tepkileri”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 44, Sayı 1, s.1-23. 128 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 46 Sayı 4 Öniş, Ziya – Şenses, Fikret (2009), “Küresel Dinamikler, Ülkeiçi Koalisyonlar ve Reaktif Devlet: Türkiye‟nin Savaş Sonrası Kalkınmasında Önemli Politika Dönüşümleri” (Çev. Tevfik Koldaş), Fikret Şenses (Der.), Neoliberal Küreselleşme ve Kalkınma: Seçme Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul, s.705-743. Öniş, Ziya – Güven, Ali Burak (2011), “Global Crisis, National Responses: The Political Economy of Turkish Exceptionalism”, New Political Economy, Vol.16, No: 5, s.585-608. Özmen, Demet – Yılmaz, Koray (2006), “Merdiven mi, Duvar mı? H.J.Chang ve I.Grabel‟in Yaklaşımlarının Bir Eleştirisi“, Praksis, Sayı: 15, s.297-302. Poulantzas, Nicos (1978), State, Power, Socialism, New Left Books, London. Rodrik, Dani (2009), Tek Ekonomi Çok Reçete: Küreselleşme, Kurumlar ve Ekonomik Büyüme, (Çev. Neşenur Domaniç), Efil Yayınevi, Ankara. Sen, Amartya (1999), Development as Freedom. Knopf, New York. Skocpol, Theda (1985), “Bringing the State Back In: Strategies of Analysis in Current Research”, Peter Evans, D.Rueschemeyer ve T.Skocpol (Ed.), Bringing the State Back in, Cambridge University Press, s.3-28. Song, Hae-Yung (2011), “Theorising the Korean State beyond Institutionalism: Class Content and Form of „National‟ Development”, New Political Economy, Vol. 16, No: 3, s.281-302. Song, Hae-Yung (2013), “Marxist Critiques of the Developmental State and the Fetishism of National Development”, Antipode, Vol. 45, No: 5, s.1254-1276. Tuna, Ş. Gürçağ – Öztürk, Melda Yaman – Ercan, Fuat (2008), “Günümüz Gerçeğinden Hareketle Geçmişe Bakmak (2006-1960): Kalkınma mı Sermaye Birikimi mi?”, İş, Güç; Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt 10, Sayı 4, s.60-86. Wade, Robert (2003), Governing the Market: Economic Theory and the Role of Government in East Asian Industrialization, Princeton University Press, Princeton, NJ. Weiss, Linda (1998), The Myth of the Powerless State, Ithaca, New York: Cornell University Press. Weiss, Linda – Hobson, John M. (1999), Devletler ve Ekonomik Kalkınma Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz, (Çev. Kıvanç Dündar), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. Wood, Ellen Meiksins (2008), “Kapitalizmde “İktisadi” ile “Siyasi”nin Birbirinden Ayrılması”, Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması (Çev. Şahin Artan), Yordam Kitap, İstanbul.