flte kahraman
Transkript
flte kahraman
y›l: 1 say›: 11 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 25 Kas›m-1 Aral›k 2005 ISSN 1306 0830 Cennette yer kalmay›nca zombi olarak dünyaya dönen hac›lar isteksiz ve moralsiz H›ristiyanlar›n zombileflmemesi gerçe¤i uyar›nca toplu halde din de¤ifltirmeye kalkan bir grup hac› Zekeriya Beyaz’›n beynini yemeye çal›flt›. Türk futbolunun üstündeki kara bulut, Türk Spor Yazarlar› Konseyi taraf›ndan deflifre edildi. ‹flte kahraman: Turgay fieren Hazin bir milli maç ertesinde Türk futbolu en büyük düflüfllerinden bir tanesini yaflayarak 2 kez kat›ld›¤› Dünya kupas› d›fl›nda kald›. Herkes, futbolumuzun içine düfltü¤ü durumu konuflurken, Türk spor yazarlar› halk›n önüne geçtiler ve içinde bulundu¤umuz bu zor zamanda futboldaki suçluyu bize gösterdiler. Kahraman Turgay fieren önderli¤indeki spor yazarlar› konseyi Blatter’in maskesini düflürdü. (s.2) n Çizme fabrikas›nda rezillik diz boyu. (s.3) n Nihilist Rus subay, her önüne gelene nükleer füzelerin flifresini söylüyor. (s.5) n Araflt›rma: “Araflt›rma görevlileri kesinlikle daha yüksek maafllar› hak ediyorlar.” (s.2) n 1997’den beri cüz- danda bekleyen prezervatif, suya düflen ümitlerin simgesi. (s.6) n Matematik finalinin dört dörtlük geçti¤ini düflünen üniversiteli, 16 alarak s›n›fta kald›. (s.4) 2 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık yaflam Çakı-Yorum fiADAN ÇAKI botoks@sadancaki.com Eflk›ya dünyaya hükümdar olmaz erhaba değerli Ekşi okurları. Yeryüzünde yaşayan 300 milyon kadar Türk ve kendini Türk hisseden nereden baksan bi 100-150 milyon kadar dünya vatandaşıyla birlikte ben de geçtiğimiz haftayı şaşkınlık ve keder içerisinde geçirdim, günlerce elim ayağım tutmadı. Adeta şokta gibiydim. Evet sevgili okurlarım, tahmin ettiğiniz gibi geçen hafta oynanan o talihsiz İsviçre maçından ve sonrasında yaşananlardan bahsediyorum... Hepimiz nefeslerimizi tutarak izledik sevgili okurlarım, düşmanı sahada nasıl eze eze yendiğimizi (4 gol attık lan) hatta hızımızı alamayıp bir de saha dışında nasıl önümüze katıp aman vermeden kovaladığımızı... Şu Çılgın Türkler olarak ikili mücadeleleri yalnızca 90 dakikayla sınırlandırmayıp bitiş düdüğünden sonra da aynı azim ve kararlılıkla sürdürdüğümüzü dünya alem naklen gördü. Bir kez daha dosta güven düşmana korku saldık. Ama işte saldık da nooldu anasını satayım? Blatter, Türk futbolunu baltalad› Türk olmayan F‹FA Baflkan› Sepp Blatter, ‹sviçrelili¤i ile Türkiye’yi ad›m ad›m Dünya Kupas› d›fl›nda b›rakt› M Haçl› zihniyeti Tarih her zamanki gibi tekerrür etti ve biz yine çağdışı haçlı zihniyetine ve onların çirkin Bizans oyunlarına kurban gittik, sahada ve soyunma odası koridorlarında kazandıklarımızı bir kez daha masa başında kaybettik. Rakibimizi dünyanın gözü önünde her anlamda ezdiğimiz halde sonuçta nasıl oluyorsa elenen de yine biz olduk, yetmedi üstüne bir de çok çirkin suçlamalara maruz kaldık. Çok merak ediyorum aynı sonuçlarla ama bu kez onların bayrağında hilal, bizimkinde haç olsa yine biz mi elenecektik, yine biz mi suçlanacaktık, yine İsviçre mi katılacaktı Dünya Kupası’na? Hiç sanmıyorum. Ve maalesef bu haçlı hegomanyası kırılmadıkça bizim makus talihimiz de değişmeyecek değerli okurlarım. Neden mi? Anlatayım... Ben pek kuralları bilmediğim için maçtan sonra spor servisindeki arkadaşlarımı toplayıp sordum, “Nasıl oluyor bu iş, niye yendiğimiz halde biz eleniyoruz?” diye. Anlattılar; yok efendim deplasmanda atılan gol daha önemliymiş de orda iki yemişiz de falan. “Yaa bırakın bunları çocuklar” dedim “Bana masal anlatmayın, esas bu işin başındaki adam nereli siz onu söyleyin”. Çocuklar “Adam İsviçrelidir Şadan Abi” deyince olay orada çözüldü benim için. Akıllı olalım değerli okurlarım, bu adamlar belli ki tezgahı kurmuşlar. Kuralları da onlar belirliyor, bu işin ekmeğini de onlar yiyor. Tabii ki işlerine geldiği gibi kural koyacaklar. Sen istediğin kadar gol at galip gel fark etmez. Adam hemen bir kural çıkartır, misal der ki “Bayrağında haç olan takımın attığı bir gol beş gol yerine geçer”. Yine kendini galip sayar, sen sabaha kadar gol atsan yine elenirsin. Bu işler böyle değerli okurlarım, bal tutan her yerde parmağını yalar, tekkeyi bekleyen her zaman çorbasını içer, işini bilmeyen çavuşlar amaaan neyse anladınız lan işte... Bu hafta değinmek istediğim diğer bir konu da ülkemizi etkisi altına almaya çalışan terör ve panik dalgası. Evet değerli okurlarım, yine bir yerlerde düğmeye basıldı. Gerek ardı ardına patlayan bombalarla olsun, gerek verilmeyen bariz penaltılarla olsun halkımız provoke edilmeye çalışılıyor. Biz bu filmi daha önce de gördük. Hayır 80 öncesinden bahsetmiyorum, o kadar uzağa gitmeye gerek yok. 1998 Fransa Dünya Kupası’nı hatırlayalım. Elemelerde Belçika’ya attığımız buz gibi gol iptal edilmese Fransa’da biz de olacaktık. Oynanan oyun aynı, isimler değişik. Terörle ne alakası var diyeceksiniz. Ne biliyim lan aklım hâlâ maçta benim siz kurun işte bir alaka. Neyse yani sonuçta terör kötü bi şey oyuna gelmeyelim, uyanık olalım onu diycem... Haftaya görüşmek üzere, hepinizi can-ı gönülden öpüyorum değerli okurlarım. Ne zaman adam oluruz? Ayağa kısa paslarla oynayıp verkaçlarla rakip defansın arkasına adam kaçırmayı becerebildiğimiz zaman. Bir de defansa iki tane sağlam adam lazım... Blatter, konseyden kaçamad›. ürk Milli Takımının 16 Kasım 2005 tarihinde Şükrü Saraçoğlu stadında yapılan İsviçre maçını 4-2 kazanmasına rağmen Dünya Kupası dışında kalması birçok hadisenin başlangıcı oldu. Maç sonrasında yaşanan olaylar ile ilgili Blatter’in yaptığı açıklamalar ise akılları soru işareti ile doldurdu. Yoda’ya benzerliği ile ünlenen bilge Turgay Şeren ise Blatter’in taraflılık maskesini düşüren kişiydi. T Blatter, maç öncesinde istifa etmeliydi Blatter’in oyunlarına karşı daha fazla susamayacağı için televizyon programında konuşan Turgay Şeren, Güntekin Onay’ın da yardımını alarak programda şunları söyledi; “Blatter FIFA Başkanı di mi? Başkan di mi? Belli zaten. Nereli? İsviçreli. İsviçreli di mi? Evet İsviçreli. Türkiye kiminle oynuyor? İsviçre di mi? Evet İsviçre. Kırmızı formaları var. Kırmızı formayla oynuyorlar. İsviçre. Şimdi İsviçreli birinin başkanı olduğu bir organizasyonun müsabakasında İsviçre milli takımı oynayabilir mi? Niçin İsviçre Milli Takımı’nın yer aldığı bir FIFA turnuvasında FIFA Başkanı İsviçreli? Türkiye-İsviçre milli maçında hakem İsviçreli olamıyor, FIFA Başkanı olabiliyor? İlk yanlış bence bu. Blatter maçlardan önce istifa etmeliydi.” “4-2 kazanmamıza rağmen turnuvaya katılamamız da Blatter’in suçu- dur. Bu sözleri ile büyük bir gerçeğe işaret eden Turgay Şeren’den sonra Ahmet Çakar da Blatter’in foyasını ortaya çıkardı. Ahmet Çakar, yine televizyon programında, şu açıklamayı yaptı: “Türkiye maçı 4-2 kazandı mı, kazanmadı mı? Kazandı. Peki, 4-2 kazanmasına rağmen nasıl Dünya Kupasına gidemez? Çünkü birileri öyle bir kural koymuş ki deplasmanda atılan gol, içeride atılan golden daha değerli sayılıyor. Ne malum daha değerli olduğu? Daha mı çok enerji sarf ediyorlar? Şerefsiz olması muhtemel bir insan, bakın şerefsiz demiyorum, ama şerefsiz ve adi bir insan olması ihtimal olan bir insan, adidir de demiyorum, böyle bir kural koymuş. Kim o insan? FIFA Başkanı Sepp Blatter. Sepp Blatter İsviçreli olduğu için bu günleri görerek daha önceden bu kuralı değiştirmiş ve koymuştur. Kuralları İsviçre çıkarlarına göre değişen böylesi bir turnuvanın varlığı ahlaksızlıktır.” artan şüpheler Blatter’in demecinden sonra kesinlik kazandı. Köşe yazısında bilge Turgay Şeren çifte standardı şöyle açıkladı: “İsviçre-Türkiye milli maçında İsviçreliler İstiklal Marşımızı ıslıklamadılar mı? İstanbul’da marşı daha iyi ıslıkladık kimse duyamadı! Bu bakımdan kazandık. Gene İsviçre’de oynanan maçta İsviçreliler futbolcularımızı tahrik ettiler. Halbuki biz, İstanbul’da çok daha iyi tahrik ettik hatta antrenörlerimiz de destek verdi di mi? Mehmet çelme taktı çocuğa. Daha da iyi tahrik oldular. Burada da üstünüz. İsviçre’de oynanan maç sonunda olaylar çıktı. İstanbul’da daha iyi olaylar çıkardık. Alpay ile Emre adamları hacamat ettiler di mi? Ettiler. Onlar, İsviçre’de 2 gol attı. Biz ise İstanbul’da 4 gol attık. Şimdi nasıl kaybederiz? Her bakımdan yenmişiz. Her bakımdan ezmişiz. Ancak Blatter İsviçreli olduğu için İsviçre kazanmış sayıldı. Bu haksızlıktır di mi?” Blatter, ‹sviçre’yi tuttu Blatter, Milli Tak›m’a hiç destek olmad› Türk Spor Yazarları Konseyi’nin en önemli isimlerinden Hıncal Uluç ise İsviçreli Blatter’in Türkiye - İsviçre maçında İsviçre’yi tutmasının muhtemel olduğuna işaret edip “FIFA Başkanı İsviçre kazansın istiyor. Kaybetmesi mümkün mü?” şeklinde bir soru sordu. Doğumundan beri İsviçreli olduğu bilinen ve hâlâ da İsviçreli kalmakta ısrar eden Blatter’in üstünde Maçtan önce de Milli Takımımıza şans dilemeyen Blatter böylelikle her bakımdan Dünya Kupası dışında kalmamızda etken olurken, foyasının ortaya çıkmasından yakasını kurtaramadı. Türk Spor Yazarları Konseyi tarafından deşifre edilen Blatter’in ne gibi bir açıklama yapacağı merakla bekleniyor. Tufl hassasiyetli asansörler geliyor Japonya okyo’da bu yıl düzenlenen teknoloji fuarı EXPO 2005’te asansör beklerken sabırsızlanan, devamlı acelesi olan ve günü kötü geçen kişiler için dizayn edilmiş “Tuş Hassasiyetli Asansörler” tanıtıldı. Yıl sonunda üretim ve dağıtımına başlanacak olan ve “21. yüzyılın asansörü” olarak anılan asansörler, asansör kullanıcılarının asansörün tuşlarına basma şiddeti ve sıklığına T göre işlemleri hızlandırıp yavaşlatarak hem acelesi olanlara daha hızlı hizmet veriyor hem de asansör içinde çalınan müziği yumuşatıp yolcuların sinirlerini yatıştırıyor. Kat aralarında boş yere durma halinde “kapıyı kapa” tuşuna basış hızı ve miktarına göre kapıyı çarparak kapayan asansör, yolcularına hem kendilerini ve duygularını ifade etme şansı hem de başkalarının saçma sapan işlerine koşarken dahi iktidar ve tatmin hissi veriyor. aktüel 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ 3 3. sayfa haberi! Baykal tekrar genel baflkan Yaln›z Deniz Baykal’›n oy verdi¤i seçimde, Deniz Baykal oylar›n tamam›n› alarak yeniden Genel Baflkan seçildi tatürk Spor Sarayı’nda gerçekleştirilen CHP’nin 31. Olağan Kurultayı sona erdi. 1538 delegeden yalnız bir tanesinin CHP Genel Başkanı olmak istemesi hasebiyle tek bir adayla gidilen başkanlık seçimi, demokratik kıstaslarla başarılı şekilde sona erdi. Deniz Baykal oyların tamamını alarak bir kez daha CHP Genel Başkanı oldu. A Partililer seçim yapmakta zorlanmad› 1538 delegenin oy vermek üzere katıldığı seçimde, tek aday olan Deniz Baykal oy verme işlemi öncesinde Divan Başkanlığı’na bir dilekçe vererek yeni bir öneri getirdi. Öneri; CHP’nin halkın parasıyla sağlanan maddi gücünü kötüye kullanmamak, gereksiz işgücü sarfiyatı yapmamak, vakti en makul şekilde kullanmak ve delegeleri boşuna yormamak gerekçeleri ile Genel Başkanlık seçimi sırasın- da tek bir kişinin oy vermek üzere seçilmesini içeriyordu. Delegelerin yoğun alkışı ve tezahüratı ile destek bulan öneri, el kaldırma şeklinde oylandıktan sonra, bir süre oy vermek üzere seçilecek kişilerin aday olması beklendi. Bu göreve de kimse istekli olmadığı için adaylığını koyan Baykal, yoğun bir destekle oy vermek üzere delegeler tarafından “oy verme delegesi” seçildi. Bu işlemden sonra seçime gidilen kurultayda oy verme işlemi 18 saniye, oyların sayılması ise 3 saniye sürdü. Bütün oylar Baykal’a Oy sayım işleminin bitiminden sonra resmi sonuçları açıklayan CHP Divan Kurulu, seçimi Deniz Baykal’ın kazandığını açıkladı. Bundan sonra 2 saat sürecek bir konuşma yapan CHP Genel Başkanı, konuşmasında Avrupa Birliği ülkelerine çattı: “Bir kısım Avrupa ülkelerinin Türkiye’den rahatsız ol- masını anlıyoruz, ancak husumet beslemelerini anlamıyoruz. Demokratik ve bölgesinde güçlü Türkiye, demokratik Avrupa’nın da garantisidir. Bugün bunu göremeyen bazı Avrupalı liderlerin hallerini de üzülerek görüyoruz. Türkiye’ye demokrasi dersi vermeden önce basın hürriyeti adı altında bir takım illegal örgütlere destek veren medya kuruluşlarına arka çıkmayı bıraksınlar. Zira bu neviden olaylar demokrasi ile de hürriyet ile de bağdaşmaz” diyen Baykal, iktidara da yüklendi. 2 saat süren konuşma sonrasında yoğun alkışlarla sahneden inen Baykal, 32. kurultayda görüşmek üzere temennisiyle delegeleriyle vedalaştı. Veda sırasında CHP İzmir Gençlik Kolları’nın hazırladığı ve Deniz Baykal’la Kim Jong İl’i beraber gösteren “Denizleri Kim’ler bilir Kim’ler anlar?” pankartının Deniz Baykal’ın gözlerini doldurduğu dikkatlerden kaçmadı. ‹flte günü kurtaran meta-haber! edya dünyasına yakın kaynaklardan alınan bilgilere göre, her cuma “Ekşi” adıyla piyasaya sürülen 16 sayfalık bir dergi, bu hafta sayfalarını dolduracak miktarda haber ve yazı bulamayınca, içinde bulunduğu durumu sayfalarına malzeme yapma yoluna giderek günü kurtarmaya çalıştı. Dergi hiyerarşisindeki konumunun hassasiyeti sebebiyle ismini vermek istemeyen bir Ekşi yetkilisi, “Yıllardır Hürriyet, Sabah, Vatan gibi Türk medyasının amiral gemisi, zırhlı piyade birliği pozisyonundaki gazetelerin, 3-5 gün önceki manşetlerini sürmanşet olarak kullanmalarını, bu vesileyle koca kapak sayfasının üçte birini recycle ettikleri (geri dönüşüme soktukları) eski malzemelerle doldurmalarını dikkatle izliyorduk. Bu hafta yazar kadromuzun elimizde olmayan sebeplerden dolayı (Bahamalar’da tatil) dergiyi bitirememeleri, bizi medyadaki ağabeylerimizi örnek almaya itti” diye konuştu. Uzmanlar, “meta-haber” adı da verilen “yayın organının kendi kendini haber yapması” geleneğinin Türkiye’de ilk defa “Gazette Française de Constantinople” da 17 Aralık 1795 tarihinde çıkan “Gazeteniz Gazette Française kar yağışını 16 Aralık’ta tahmin etmişti!” şeklindeki sürmanşet ile başladığını belirtiyorlar. M Ulemaya sorulmadan belirlenen hububat fiyatlar› gerginlik yaratt› Ankara oprak Mahsulleri Ofisi (TMO) Genel Müdürü İsmail Kanioğlu geçtiğimiz günlerde bu yılın hububat alım fiyatlarını açıkladı. Açıklamanın arkasından Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker tarafından aranan Kanioğlu, fiyatları ulemaya sormadığı için eleştirildi. T Ulema, tar›m gibi, ekmek gibi kutsal konularda otoritedir Kanioğlu, Anadolu durum buğdayının kilogramının 330 bin (33 YKr) lira, Anadolu kırmızıbeyaz sert ve diğer durum buğdayın kilogram fiyatının 340 bin (34 YKr) liradan alımının yapılacağını bildirdikten sonra, fiyatları az bulan Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker kendisini arayarak fiyatların belirlenmesinde hangi usul ve kıstasların geçerli olduğunu sordu. TMO’nun verilen bütçeye göre, yasal şekilde belirlediği fiyatlar olduğunu öğrendikten sonra, hububat fiyatlarında temel olan şeyin hububatı üreten halk ve geleneksel yöntemlerle buğdayını topraktan çıkartan halkın din duyguları olduğunu söyleyen Kanioğlu, fiyat belirlemesinde fıkıh ilmine, konuyla alakalı hadis-i şeriflere dikkat edilmemesinin kabul edilemez olduğunu belirtip, ulema fikrinin alınmamasının TMO’dan beklenmeyecek bir hata olduğunu belirtti. “Ulema, kuşkusuz bu konuda en üstün mercidir ve tarım gibi, ekmek gibi kutsal konular hususunda fikirlerinin alınması gerekir. Ulema fikri alınmadan belirlenen hububat alım fiyatı yanlıştır” diyen Tarım ve Köyişleri Bakanı, TMO genel müdürünü görevden almak üzere harekete geçti. noktasındayız.” sözlerini sarf etti. Diyanet işleri Başkanlığı ise yaptığı açıklamada “Tarlalar dilenilen şekilde sürülebilir.” yönünde bir fetva verdiklerini, tarım fiyatlarında ise TMO’nun halkın isteklerini göz önüne alması gerektiğini düşündüklerini belirtti. Diyanet ‹flleri Baflkanl›¤› konu hakk›nda bir fetva yay›mlad› “Hükümet daha fazla para vermek istiyorsa vermeli” Hilal kaşlı Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da giymiş olduğu şık takım elbisesiyle dikkatleri çektiği basın toplantısında Tarım ve Köyişleri Bakanı’na sahip çıkarken, “Bilirkişi olarak ulemanın hububat fiyatlarında görüş bildirmesi TMO genel müdürü Kanioğlu bu hususlar hakkında sorulan sorulara cevap vermekten kaçınırken, “Hububat alım fiyatları düşük bulunuyorsa bu artırılabilir, Başbakanımızın bunu değiştirmesinde bizce de bir mahsur yok.” diyerek mevcut gerginliği azaltmaya çalıştı. 4 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık gündem Halktan sesler KISA... KISA / YURTTAN... Irak’ta geçen gün birileri daha öldü Olaya yakın kaynaklara göre, Irak’ta geçen ya da önceki gün düzenlenen bir saldırıda sayıları hemen unutulduğu için tam olarak belirlenemeyen birkaç kişi öldü. Irak’ın ortalarında bir yerde olan Hadisa veya Hadissa adındaki kentte gerçekleşen bu saldırı da aynı diğer saldırılar gibi direnişçiler tarafından icra edildi. Hatırlanacağı gibi direnişçiler, Irak’ta ABD işgaline karşı direnenleri simgeliyorlar. Genel olarak saldırılar düzenleyen direnişçilerin, bu saldırılarında şimdilik önemli bir sonuç alamadıkları söyleniyor. Buna karşın Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin komşusu olduğu arada bir hatırlanan Irak’ta Amerikan işgalinden beri sürekli saldırılar yapan direnişçilerin Mart 2003 tarihinden itibaren birçok kişiyi öldürdükleri biliniyor. Bütün bu saldırılara rağmen ABD ordusu bölgede hâlâ etkin ve çekilmeyi düşünmüyor... muş. MSN mesaj› ile yap›lan trip ses getirmedi Önceki gece kavga ettiği ve soğuk ayrılınan kız arkadaş hedef alarak yazılan MSN kişisel mesajı umduğu ilgiyi görmedi. “Her dost dosdoğru dost olmuyor. - Shakespeare” şeklindeki kişisel mesajının beklediği “Bu laf bana mı?” mesajını getirmemesi üzerine mesajın dozunu arttıran erkek arkadaş Selim Uysaler, “Cahille sohbet kestim. Anlayana...” diyerek sertleştiyse de yine ses alamadı. Muhatabını online gördüğü halde tepki alamamasına sinirlenen Uysaler’in kişisel mesaj hanesine, “Sinem! Senin ta a..na koyayım” yazması ise Uysaler’in “Friends” listesinden bazı kişilerin kendisini usulca silip engelleme listesine almasıyla sonuçlandı. Kız arkadaş Sinem’in ise olaylar esnasında MSN’i açık unutup alışverişe çıkmış olduğu öğrenildi. Dinozorlar›n ak›beti belli oldu! Ağrı Dağı’nda bulunduğu varsayılan Nuh’un Gemisi üzerine devam eden kazı çalışmalarında enteresan bilgilere ulaşıldı. Dinozor türlerinin esrarlı bir şekilde yok olması ile ilgili teori üretmekte zorlanan bilim dünyası bu bulgularla sarsıldı. Cambridge Üniversitesi Degmantasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ord. Prof. Eydur Gudyonsen yaptığı açıklamada, “Bulgular gerçekten hayret verici. Ele geçirdiğimiz tahta bir tabelada ‘iske... mah... meyiniz’ yazıyordu. Bu kanıttan yola çıkarak yaptığımız araştırmalarda bir şekilde dinozorların Nuh’un Gemisi’ne binerken iskele verilmeden atlamaya çalıştıklarını ve fırtınada dengelerini bulamayarak denize düştüklerini tespit ettik” dedi. Açıklama bilim dünyasını da ikiye ayırdı. Degmantologlar iskele verilmeden vapura atlamanın bir türü yok edebileceğini iddia ederken, saygın bilim adamları savları reddediyorlar. ‹statistik Perflembe günü fiükran Bayram›’n› kutlayan Amerikal› dostlar›m›z bu sene nelere flükrediyorlar? %7 %22 (%17) %8 %15 %3 %28 n Irak’ta yaflamad›klar›na (%17) n McDonalds menülerine “Büyük Seçim” tercihini ekleyen adama (%7) n Anayasa’n›n George W. Bush’un baflkanl›¤›n› sekiz y›l ile s›n›rlayan 22. ek maddesine (%15) n Her fiükran Günü’nde “Turkey” (Hindi) sözcü¤ünden yola ç›karak Türkiye hakk›nda espri yapma f›rsat› yakalamalar›na (%28) n Meksika’dan gelen kaliteli marihuanaya (%3) n “Giysilerinizi üzerinizdeyken ütülemeyin”, “Mikrodalga f›r›nda evcil hayvanlar›n›z› kurutmaya çal›flmay›n” gibi hayat› kolaylaflt›ran ürün uyar›lar›na (%8) n Google’a, Google’›n önlerine serdi¤i pornografi cennetine (%22) Kapkaça dur demek mümkün de¤il mi? İstanbul’da yapılan geniş kapsamlı bir operasyon sonucu birçok sabıkası bulunan ve polisçe aranan Gencay Yolcu (20) ele geçirildi. Yolcu’nun genç yaşına rağmen bir suç makinesi gibi çalıştığı ve aralarında Ediz Hun da olmak üzere birçok yurttaşa kapkaç yaptığı bildirildi. En son Tekel Müdiresi İclal Ülker’in ölümüyle biten bir gasp eylemine karıştığı iddia edilen Gencay Yolcu’dan hareketle, suç işleme yaşındaki düşüş ve genel olarak kapkaç hakkında ne düşünüyorsunuz? Simge Gündo¤an Hümeyra Bilican Onur Emerci (Editör, 22) (Ev han›m›, 27) (Radyocu, 24) Kapkaç? Başıma tam iki kez geldi. Ne yaptığımı sana anlatayım. Birinci seferde güpegündüz, işlek bir caddede çantamı çarpmaya kalktılar; pis herifin kafasına çantamda beslediğim Mamba’yı fırlattım. Yılan adamın gözünü sokmuş, sonra adam felç kaldı. İkincisi ise tıpatıp sana benzeyen bir serserinin elini cebime daldırıp cep telefonuma saldırmasıdır. Eli cebimde hareket ederken, baldırlarımın üstünde böyle... sertçe... sen gelsene benden yana... Uzak bir yerde bir kelebek kanat çırpsa onun etkisi kıtalar aşarak üçüncü dünya ülkelerinden birinde bir diktatörün burnunu gıdıklarsa o diktatör bin insanı öldürür ve bu da başka bir rezilliği tetikler ki böyle bir zincirleme reaksiyon tıpkı fakirliğin fakirliği çekmesi gibi bir sonuç doğurunca milli gelir yere saçılan bir avuç misket gibi dağılır o da bizim ülkemize ulaşır ve kanunlar da yerli yerinde olmadığından kapkaç alır başını gider ne yazık ki ben geleneği bozmayarak bir şaka ile bitireyim kap kaç? Selam. Dostum bir milyon YTL bozuğun var mı? Yok mu? Eyvallah dostum. Sefiller romanını bilir misin? Yazan Hugo Boss, 1500’lü yıllar... (Gülümsüyor) Şimdi anlatıp canını sıkmak istemiyorum ama kapkaçtaki espri Sefiller romanıyla aynıdır. Yani, eyvallah, bardağın bir boş bir de dolu tarafı var!? Migros’tan acayip bir çift bardak aldım, görmek ister misin? (Gülümseyerek dört duvar arasında sıkışma pandomimi yapmaya başlıyor) Koray K›zdemir (Esnaf, 30) Bakın, elimdeki kağıt bir dilekçedir. Mülki amire tam altmış üç dilekçe gönderdim. Dedim ki madem hanımlarımız, kadınlarımız mağdur, çanta taşıyamıyorlar, küçücük çocuklar kapkaç yapıyor, ateşe ateşle karşılık verin. Bakın yine küçük çocuklar veya yaşlı hanımlardan kurulu bir koştut ekipleri kurulsa? Ondan sonra bana gelen cevap “Delirmişsiniz siz.” Siz delirmişsiniz beyefendi? Başımızda böyle yöneticiler olduğu sürece daha çoo... Ay takma bıyığım düştü. The Flash (Süper kahraman / Sprinter, 32) Can Kuflkan kapphhkkh..... kapphhkkh..... (Galerici, 23) Bir: Bu ülkenin ortasına bir çizgi çekeceksin! Soracaksın; hırsızlığa, arsızlığa tövbe eden bu tarafa gelsin arkadaş, geliyon mu? Kalanın üstüne basınçlı biber gazını sıkacaksın. Arkadaş bugün bütün batılı dünyada idam cezası var. Adam soruyor, tövbe ediyon mu? Etmiyosan elektrikli sandalye. Ha, benim hala oğlu İsveç’te, orada elektrikli pisiklet var abi. Etmiyor musun? İki tur bin! Bitti abi olay, bu da iki. mkkçç kkiuvatiuccçmkç i u v a ttiiuuccccççm ieeeemmuiuiiiiiisissiieieeeemmuiuiiiiiisisiieieeimmuiuiiiiiisisiiisisiiizziizzzimimsiiiisisiiizziizzzimimsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnhinimmiiiihihnhhnhinimmiiiihihnhhnhiniieeeemhkkh........... ieeeemmmssh........... ieesesesee........... kiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiisiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnisissiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihiniikapphhkkh................. hiniikapphhkkh................. hnhhnhiniikapphhkkh................. kiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç flkkmmuiuiiiiisiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnisissiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihinii ..................... hinii ..................... hnhhnhinii ..................... .........hhynnmdiyorhm .........hhynnmdiyorhm .........hhynnmdiyorhm ....... .................üapieeeee........ .............. .................üapieeeee........ .................üapieeeee........ D fl›kk›, Ç fl›kk› olarak de¤iflti A dana’nın A’sı, Bolu’nun B’si, Ceyhan’ın C’si, Denizli’nin D’si ve Edirne’nin E’si... Gün geçmiyor ki ülkemizin ücra okullarında, dershanelerinde test sorularının cevapları bu şekilde kodlanmasın. İşte geçen hafta bu durumu kökten değiştiren ve Türk milli eğitim dünyasında bomba etkisi yaratan bir gelişme oldu. TBMM Çorum Milletvekili Murat Yılmaz’ın test sorularındaki D şıkkının Ç şıkkı olarak değişmesi yönündeki yasa teklifi, yapılan oylamada kabul edildi. Bugüne kadar test sorularında D şıkkı olarak tanıyıp bildiğimiz cevap şıkkı, bundan böyle Ç şıkkı olarak değişecek. Olay, ülke çapında ve özellikle dershanelerde şaşkınlık ve endişe ile karşılandı. İsminin lerinin fazlalığı sonucu yasa tasarısı mecliste onaylandı. Kararı hazmedemeyen bazı Çankırı milletvekilleri yumuşak uçlu kalemlerle kararı protesto ettiler. “Çorum kalk›nacak” açıklanmasını istemeyen bir Özel Dershaneler Birliği (ÖZ-DE-BİR) yetkilisi, “Çok zamansız bir değişiklik oldu. Yeni öğretim yılına kadar buna adapte olmaya çalışacağız. Eğitim sistemi yazboz tahtasına döndü” şeklinde konuştu. Milletvekilleri birbirine girdi Asıl yankı uyandıran ge- lişme ise önceki gün yaşandı. Çorum milletvekili Yılmaz’ın “Denizli’nin D’si” olarak kodlanan cevap şıkkının bundan böyle “Çorum’un Ç’si” şeklinde kodlanması yönündeki ikinci yasa teklifi mecliste büyük gerginliğe neden oldu. Özellikle Çankırı milletvekillerinin başını çektiği muhalefete rağmen Çorum milletvekil- Dergimize konuşan Murat Yılmaz, “İlimizin tanıtımı yönünde büyük bir hamle yaptık. Bildiğimiz üzere ülkemizde C’den sonra Ç gelir. Biz Çorum ili olarak bu göreve talibiz. Bundan böyle Çorum’un leblebisinin yanında Çorum’un Ç’si de meşhur olacak. Dershanelerdeki bebelerin hepsi bizi konuşacak” şeklinde konuştu. İsminin açıklanmasını istemeyen bir Çankırı milletvekili ise “O ilk yasa teklifini onaylamayacaktık” dedi. yorum Asfalt Şövalyesi Haflim Taflköprü hasimt@debroj.com ‹nbax›mdan süzülenler... eçtiğimiz hafta dergimiz 10. yılını kutlarken ben maalesef Ekşi Plaza’dan uzakta, Kütahya’nın şirin ilçesi Simav’daydım sevgili okurlar. İçimde buruk bir fırtına vardı çünkü ofisteki makam koltuğumdan uzakta olduğum için yazımı cep telefonundan 160 karakterlik mesaj paketleri halinde göndermem gerekti. Feci kontür israfı oldu fakat bu acıyı yüreğime gömdüm. Biliyorum ki ben sizleri halkçı otomotiv ile buluşturan bir şarz dinamosuyum. Bir tanıtım kampanyası için gittiğim Simav Oto Sanayi’de lortlar gibi karşılandım. Ölümsüz bir klasik olan Renoult Toros Stasion Vagon’u tanıttık. Yahut da sevenlerinin verdiği isimle: Torşe. Oldukça hararetli geçen tanıtımı ve yankılarını inşallah önümüzdeki hafta inceleyeceğim. Bu hafta size Simav izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. G Torsche İki dalda Oscar’a, dört dalda Nobel’e aday olamasalar da benim gözümde gerçek sanatçılar olan doğrultmacı İbo, otoelektrikçi Zeki ve balatacı Süleyman beni Simav tren garında karşılayan kafirler idi. Uzaktan şöhretlerini duyduğum, hep önlerinde diz çöküp nasırlı ellerini öpmek istediğim bu insanlara trenden iner inmez sarıldım ve çömeşip toprağı da öptüm. Ziyaretimiz esnasında önce Simav Müftülüğü’ne uğrayıp bayramdan kalan Lami şekerleri çeketin cebe doldurduk. Akabininde ziyaret ettiğimiz ilçe kabristanında aramızda olmayan büyük ustalar için üç kulüvalla bir elham okuyup mersin dikerken duygusal anlar yaşandı. Coşku ve his doluydu her şey. Renkli bir ilçe turu attığımız yen bulundurmalıyız. Torşe’nin çıkma oto teybi Cengiz çalıyordu. Cadde’den Max Factor soruyor: Kaset “Duvardaki Resmine” adlı slov çalışSlm usta, maya geldiğinde gözümden bir damla yaş CaDDede takılmak için araba modifiye ürpererek süzüldü. Asker dönüşü nişan attıedecem. Şimdi hoca, pederin 1.4 Corğımız Sibel’i düşündüm. Ona olan aşkımı sa’sı bana kaldı. Maslak’taki Rehaykırdım çarşı esnafına... cep ustaya götürdüm. “17 inch Simav konukseverliği sanayijant takalım janjanlı olsun” dede bana ikram edilen kokaric ile dim, adam “Senin araç kaldırdevam etti. Sadece bir noktada maz, ilk çukura girdiğinde yaüzüldüm. “Abi mensucat içer naklar balon yapar” dedi. “Hamisiniz?” dediler. Dedik varsa va filtrelerini kaputun ortaya kokola alalım. Kaveci getirdi geldi. yalım” dedim, adam “Alt devirAğzıma bir sürdüm, ulan dedim Kola Türkan lerde araç bayılır” dedi. Ama abi bu ne, pekmez suyu. Dediler bu yeaa, Need for Speed oynarken isyeni çıktı, Kola Türkan. Lan de tediğim şeyleri yapabiliyodum. haydi be kardeşim! Yorum bile Adam bişey bilmiyo. Paraysa pakonuşamıyorum inanın... ra abi yeaa. Bu işlerden anlayan Mağlubunuz, geçen haftalarda sağlam bi usta önericen mi? gönderilen emaillerden şikayetçiyİmza: MaXFaCTor-CaDDe dim. Fakat bu hafta öyle bazı sorular Ve işte dev cevap: geldi ki hıçkırıklara boğularak okuSevgili Max bey, dum. Simav’da önsözünü okuduğum ve haBenim otomotiv tutkumun kökenlerini yata bakışımı değiştiren kompozisyon kitasiz gençler hâlâ kavrayamadınız. Sadece sen bından ana hatlarını öğrendiğim bilim çakışı değil, sel gibi çağlayan Gmail davetiyelerin yöntemiyle bu duygu dolu sorulara, mütecaiçine iliştirilmiş “Haşim abi, neden halkçı viz ve içten cevaplar vermeye çalışayım. dinamitlerle beslenen bir otomobil doktriOtomotiv basınına getirdiğim yeniliklere ni?” sorusuna rastlıyorum. Biz bamboleyoböylece bir bukle daha ekliyorum: larla, kentaçtislerle büyümedik. Geleceğe dönüşün arabası, Batmobil, EkAnkara’dan Cemal bey soruyor: to-1, tanrıların arabaları Erik von Haşim gardaş meraba, Daniken. Bunları asla köşeme Ben Ankara Rüzgarlı Sokak’tan Üstüpüalmam. Çünkü akı kapasitörlü, cü Cemal. Senin yazılarını büyük bir zevklen bokemon çıkartmalı, bir düğmeokuyor, okutuyoruz. Şimdik sana sorum şuye basınca roket vuran arabalar dur. Geçen pazar günü arkadaşlarlan Kurtasla halkçılığa girmez. Onun boğazı Barajı’na pikniğe giderken Kazan taiçin üzülerek söylüyorum ki raflarında bizim 124’ün vantilatör kayışı Corsa’nın özelliklerini tam bilekoptu. Otomobillen alagalı bir insan olarak mediğim için siz onu en iyisi çip bağajda her zaman yedek bulundururdum torik ve nitrojen gazı gibi özelamma o gün dalgınlığıma gelmiş almamıliklerle geliştirin. Ve bu tür emaşım. Arkadaşlar Kazan’dan laylon çorap illeri de cilalı köşe kağıda basıalıp kayış yerine takalım dediler, amma belan Emre Rallici’lerin, Renk Çakabey’lerin nim aklıma yatmadı arkadaş. Laylon çorap dergisine gönderin. kayışın yerini tutar mı? Bir de işin öbürsü, yılların Üstüpücü Cemal’inin arabasında İstanbul’dan Bise hanım soruyor: kadın çorabı görenler ne der? Bir yol deyiMail’ını 1 tane kankim gönderdi arabaversen sevinirim. Gözlerinden öpüyorum. lardan manyak anlıyomuşsun. Babiş bana İmza: Üstüpücü Cemal 18. birthdayimde 1 tane X5 aldı hem de Ve benim cevabım ise: BMW X5... Aşık oldum resmen :))) Ay ama Sayın Üstüpücü Cemal, ben kullanmayı bilmiyorum :((( Babiş araBen o üstüpünün saygımla sonuna kadar bayla birlikte ehliyet diye 1 şey verdi ama arkasındayım. Sizin gibi oto temizlik sektöarabalardan anlamıyorum anlıyo musun anründe çalışanlara, otomotivin temizlikçi yölamıyorum :(( Şey sen özel ders felan verinünü ön plana çıkaran insanlara ben hayraomusun? 1 kedim bile yok :( nım. Sizler olmasanız o yağ değiştiren eller İmza: Bise Itır Abaküs hep pis kalırdı ve belki de yağ miktarını gösSevecen cevabım: teren adını unuttuğum sopayı kurulayamazMerhaba Bikeciğim, dık. Bazen de mazot alırken depodan akan Öncelikle sorundaki parantez işareti ve kısmı silemezdik. Lütfen işin bu yönünü düiki nokta üst üsteleri anlayamadım ama sanışünün ve sizin bir alçak laylon parçasına asrım sendeki türbo süperchancer sevgisini anla yenilmeyeceğinizi unutmayalım. Kayış koptuğunda yanımızdaki bayandan çorabını latıyorlar. Ben de lüks otomobillere hayraistemek ne kadar da delikanlılıktan uzak denım. Pahalı araçlar ve onlara modifiye yapğil mi? O zaman aracımızda bir Müjde parizmak en büyük tutkum. Keşke fırsat olsa da Almanya’dan geç gelen özür lmanya Başbakanı Angela Merkel dün akşam Alman devlet televizyonu ZDF’de yaptığı konuşmayla hükümeti ve tüm Alman ulusu adına Türkiye’den resmen özür diledi. Merkel yaptığı açıklamada “Duyduk ki 1. Dünya Savaşı’nda biz yenildiğimiz için Osmanlı Devleti de yenik sayılmış. Böyle trajik bir olaya sebep olduğumuz için ulusça çok üzgünüz ve utanıyoruz. Bilsek savaşa daha ciddi asılırdık” dedi. Konuşmasına gözyaşları içinde A devam eden Merkel, “Farkındayım, özür dilemekte biraz geç kaldık. Ama suç biraz da Türklerde. Böyle bir dramı yıllarca kendilerine saklayıp bize hiçbir şekilde yansıtmadılar, yaz tatilini Türkiye’de geçiren dışişlerindeki bir hizmetlimiz tatil köyünde ÖSS’ye çalışan Türk çocuğunun ders notlarını tesadüfen görmese sittin sene daha haberimiz olmazdı. Yine de kusura bakmayın, bir daha olmaz” diyerek tekrar özür diledi 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ 5 şu köşeme ferrarileri masaretileri koysam hep. Öte yandan sorunuza cevap vereyim: Şoförlüğüm vardır benim. 89-93 yılları arasında kaçak kamyonculukla geçimimi kazandım. Eğer arzu ederseniz size direksiyon dersi verebilirim ama. Sloganımız her zaman “Macit beni otomobillendir” olacak. Ve tabii ki halkçılık. Öyleyse ne duruyorsun Manolya Dilara ara beni 0548 4274685 Yine İstanbuldan Refik Bey diyor ki: Haşim Bey’e bir sualim olacaktı. Efendim naçizane emekli ikramiyem ile bacanağın da aklına uyarak, sıfır kilometrede bir adet Fiat Palio marka otomobil satın aldım. Benim otomobiller hakkında malumatım yok denecek kadar azdır. Bir vakit hanım ve çocukları alıp şöyle Kanlıca’ya giderek birer kase yoğurt yiyelim dedik. Malumunuz büyük şehirde yaşamanın sıkıntılarından fevkalade muzdariptik. Her ne ise, Boğaziçi Köprüsü üzerinde seyir ettiğimiz esnada, arabanın motöründe böyle tıkanma gibi, kesiklik gibi durumlar hasıl oldu. İşkillendiğim için, güzergah üzerindeki ilk otomobil tamircisi önünde durarak oradaki ustalara motörün bu durumunu sordum. Epey bir süre uğraştıktan sonra bana çok afedersiniz, “Beyamca, senin platin meme yapmış, bir zımpara yapalım düzeCengiz lir” dediler. Kullanılan üslup hayli amiyane olduğu için asabım bozuldu ve otomobili tamir ettirmeden gerisin geri evimize döndük. Çok değerli vaktini aldığımın farkındayım, lakin otomobil tamircileri acaba benimle dalga mı geçtiler, Haşim Bey’den bu husus konusunda bilgi almak istiyorum. İyi günler dilerim. İmza: Refik Türkçocuğu (59 yaşında emekli bir öğretmenim) Saygı dolu cevabım: Refik Hocam, Otomotivinizin meme yapması, siz de takdis edersiniz ki ilerleyen yıllarda ortaya çıkar ve metal yorgunluğu ile bağlantılıdır. Sizin arabanız acente ise zaten böyle bir durum olmaması gerekiyor. Fiat’lar bizim Tofaş diye bildiğimiz halkçı tipte taşıtlardır ve doğaları gereği “palyoço”, “peygamber fitesli”, “yorgun savaşçı”, “torrekans” gibi sıfatlarla anılırlar. Yani siz bence önce aracınızın bombalı olup olmadığına baktırın. Bu galericiler hep fuller fulü sıfır araç veriyorum diye kafakol çekip kazalı arabaları iteklerler. Hele ki sizin gibi saygıdeğer bir eğitim kurumuna yapılmış olması ise büyük bir ayıp. Telefonunu da yazsaydınız ben ankesörden arayıp ona küfürle konuşacaktım. Çünkü inanın otomotive uzanan dost eline tükürenlere şakam yok. Ellerinizden öpüyorum hocam. Bar tuvaletinde ayd›nlan›ld› İstanbul - Karga Bar’ın Helası aşam ve evren hakkındaki en büyük aydınlanmalardan birisi daha duvarları mağara yüzeyi gibi tırtıklı, üzeri müstehcen yazılarla dolu, hacmi dar, tek kişilik umumi bir bar tuvaletinde ve sarhoşken varıldı. Bu ‘varış’ı yanında böyle anlar için hazır bulundurduğu Aligatör marka tükenmez kalem ile yüzleştiği duvara yansıtan Galip Başaran apartman boşluğunu gösterecek şekilde inşa edilmiş örümcek ağlı vasistasın huzurunda Y “İşte sicim” başlıklı bir fallik illüstrasyonun sağ altına ve “üç hilal” gravürünün üstüne denk gelecek şekilde şöyle ölümsüzleştirdi: “Bu da geçer. Hepimiz ölümlüyüz. Unutma. 2005”. Aydınlanmanın ardından helayı terk eden Başaran’ın aydınlık saçan mesajının altına ok çıkarılarak yazılan ve “Yaprrağım” şeklinde dekode edilen kargacık burgacık mesaj ise çoksesliliği ve çeşitliliği kutlayacak şekilde yerini aldı. Bu aydınlanma mesajı ay sonunda yapılan badana sonrası kayboldu. 6 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık yaflam Uzmanlar aç›klad›: Gece hayat› kad›nlara yaram›yor Türkiye’de gece hayat›, kad›nlarda k›sa süreli fliflirilmifl egoya ba¤l› travmalara sebep oluyor Ankara ürkiye Psikiyatrlar Odası’nın önceki Salı günü yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de gece hayatı kadınların psikolojisini olumsuz yönde etkiliyor. İstanbul Kemancı, Bodrum Körfez, Ankara Manhattan olarak belirlenen barlara sürekli olarak giden 100’ü aşkın kadın üzerinde yapılan bir senelik araştırma sonucu Türkiye’de gece hayatının kadınların kişiliğini ve özgüvenini olumsuz yönde etkilediği, akut şizofreniye neden olabildiği ortaya çıkarıldı. Bulgular hakkında konuşan Uzman Psikiyatrist Dr. Fethi Güney sorunun sebebinin “gece hayatı sırasında barlarda kısa süreli yoğun ilgi patlaması yaşayan kadınların bu süre içinde kendilerini olduklarından daha güzel ve ilgiye değer hissetmeye başladıktan sonra sabahla beraber gelen ani düşüş”e bağladı. “Bar ve disko tipi ortamlar abazanlığın yoğun ve şiddetli yaşandığı ülkemizde kadınlarımıza arzu edilebilirliklerinden bağımsız olarak sahte cennetler sunuyor. Kadınlarımız barlarda yaşadıkları bu ilgi patlamasından ötürü öfori, kendine güven, güzel hissetme gibi kısa süreli tatmin ve hazlar yaşıyorsa da bu yapay ortamın sona ermesinden sonra gerçeklerle ve kendileriy- T Geçici özgüvenin pençesinde bir genç k›z... le yüzleşme, kadınlarımızda inkar psikozu, gece güzelleştikleri ve aslında çok güzel oldukları sanrıları gibi travmatik etkiler yaratıyor. Onları bu çift kişilikli hayata itiyor” şeklinde konuşan Dr. Güney’den sonra söz alan bir kadın yaşadığı dramı şöyle anlattı: “Orta halli, çok çekici olmayan bir bayanım. İdeal ölçülerden ve simetriden uzak olduğum dahi söylenebilir. Ne var ki ne zaman Kemancı’ya gitsem bu alıştığım ve kabullendiğim gerçek yok oluyor, hayatımda görmediğim bir ilgiyle karşılaşıyorum. Alkolün de etkisiyle kendimi güzel ve arzu edilir hissediyor ve mutlu oluyorum. Ama ertesi sabah kalktığımda hayatım yine eskisine dönünce travma geçiriyorum. Yoksunluk hissediyorum. Harman oluyorum. Beni şu an çok dikkatli dinlemiyorsunuz ama gece barda olsaydım hepiniz ağzımın içine düşüyor olurdunuz” dedikten sonra ağlayarak Kemancı’ya gitmek istedi. Klinik tabir ile “come down” olarak tabir edilen bu yoksunluğun baş göstermesi anlarının sıklaşması ile bağımlılığa dönüşen gece hayatının kişilerin psikolojisinin yanı sıra ekonomik hayatını da etkilediğini kaydeden Dr. Güney, “İncelediğimiz birçok kadın zamanla hafta sonları gittikleri bar ziyaretlerini hafta içine kaydırmaya, barda kalma sürelerini ise uzatıp barların açılışından kapanışına kadar kalmaya kadar götürdüler. Özellikle Bodrum’da incelediğimiz yabancı turist kadınların bazılarının sezon kapandıktan sonra dahi barlara gitmesi, ülkelerini bırakıp Türk vatandaşlığına başvurmaları durumun ciddiyetini gösterecektir” dedi. Kad›nlar bu haber sizi ilgilendiriyor Habere erkekler isyan etti: “As›l kurban biziz” Haber üzerine konuşan erkek vatandaşlarımız “Biz sorumluluğu üzerimize almıyoruz. Bugün Türkiye’de bir bara gelen kadın adedi erkeğe oranla gülünçtür. Biz tamahkarız, elimizden geldiğince bayanlarımıza ilgi gösteriyoruz. Bayanlar ise bütün bu ilgiyi emiyorlar, zerre geri dönüşüm sağlamıyorlar. Bayanlarımız ilgiye ilgiyle karşılık verseler, travma geçirmezler, orgazm geçirirler. Kumrular gibi sevişebilecekken travmada ısrar eden onlar” şeklinde konuştular. Zombi hac›lar moralsiz! Ahiret - Dünya eçtiğimiz hafta cennette yer kalmaması sebebiyle dünyaya iadelerine karar verilen hacılarımız önceki gün toplu halde zombi olarak dünyaya geri döndüler. Hacıları karşılayan aileler ve yakınları yeni ölüleriyle hasret giderirken zombilerimizin neşesiz ve keyifsiz olduğu göze çarptı. Kendisine mikrofon uzatılan ve adının açıklanmasını istemeyen bir hacı, “Uygulamayı anlamak mümkün değil. Bir ömür beş vakit namaz, fitre, zekat, kurban, şehadet gibi lüzumları yerine getirmiş bu insanlara yazık değil mi?” diye isyan etti. Konuşması sık sık “vööööööv vööööööv” sesleriyle kesilen hacıdan sözü alan başkası açtı ağzını (gözkapakları kemirilmiş olduğundan gözlerini yumamadı): “Buradan Allahuteala’ya niyaz ediyorum. Biliyorum bizi duyuyor. Biz sözümüzü tuttuk. Hacıların hakkı cennettir, Kevser’dir. Beyin yemek istemiyoruz” diye serzenişte bulundu. Konu hakkında yorum yapmaktan kaçınan Ankara Bölge Müftüsü’nün basına yolladığı açıklamada, “Sorunun görüşüldüğü, cennete yapılan ek ile hacıların en kı- G ‹flsiz kalan ‹fl ve ‹flçi Bulma Kurumu personeli kurum binas› önünde ifl arad›. Zombi hac›lar›m›z, uzaklara dalarak cennette geçen k›sa zamanlar›n› hat›rlad›lar. sa zamanda cennetteki konaklarına yerleştirileceğini umduğunu düşündüğü” kaydedildi. Zombi hacıların Hıristiyanların zombileşmemesi üzerine toplu halde din değiştirmesi üzerine konuşan Zekeriya Beyaz, “Cennete gidemeyince müşrik olmak doğru değil. Allah’a cennet için mi inanıyoruz ki?” sorusuna “Evet” şeklinde yanıt veren zombilerimizin Zekeriya Beyaz’ın beynini yemeye çalışması tatsızlık yarattı. Cehennem dolduğu için iki ay önce hayata dönen zombiler ise hacılarımıza “Zombi doğulmaz, zombi ölünür” diye takılarak ortamı yumuşatmaya çalıştılar. ‹fl ve ‹flçi Bulma Kurumu personeli iflten ç›kar›ld› Ö nceki gün ani bir kararla İş ve İşçi Bulma Kurumu’nu teftiş etmek üzere İstanbul’a gelen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu teftişten sonra İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun lağvedildiğini ve bu kurumda çalışan personelin tamamının işten çıkarıldığını bildirdi. Bu gelişme üzerine işlerinden olan personel yeni bir iş bulmak için hangi kuruma başvuracağını şaşırınca apışıp kaldı. Kurumun neden lağvedildiğinin sorulması üzerine Başes- gioğlu, “Kurumda çalışan personelin 15 gündür bomboş oturduğunu, bir tek işlem bile yapmadığını öğrendim. Teftiş için kuruma ani baskın yaptım ve durumun aynen bana iletildiği gibi olduğunu gördüm. Günlerdir kuruma bir tek kişinin bile başvurmadığını ve bu durumun diğer illerdeki şubelerde de aynı olduğu haberini aldım. Demek oluyor ki ülkede işsizlik kalmamış. Vaziyet bu haldeyken ülkenin böyle bir kuruma da ihtiyacı yoktur diye kurumu lağvettim” dedi. Bir gazetecinin, şakacı bir vatandaşın ülkedeki tüm İş ve İşçi Bulma Kurumlarının kapısına “İşi Olmayan Giremez” tabelasını astığını ve tüm olayların bundan kaynaklandığını hatırlatması üzerine Bakanlar Kurulu olağanüstü toplandı. Toplantı sonucunda İş ve İşçi Bulma Kurumu tekrar kurularak personeli tekrar işe alındı. İlk iş tabelaları söktüren Bakan Başesgioğlu, “Bu tabelaları hazırlayıp buraya asan şakacı arkadaşı en kısa zamanda yakalayıp Sermet Erkin’in yanında palyaço olarak çalışmaya başlatacağız” dedi. gündem 2. Dünya Savafl› filmleri ilk yan sanayiini oluflturdu: Nazi kostüm ve bayrak konfeksiyonu ABD - Kaliforniya Dünya Savaşı’ndan bu yana istikrarlı bir biçimde her sene düzineleri bulan “2. Dünya Savaşı ve Naziler” filmi üretilen ve çekilen Amerikan sinemasının merkezi Hollywood, dünya sinema tarihinde ilk kez bir film janrının sürekli üretime yönelik kendi yan sanayiini oluşturmasına neden oldu. 60 seneyi aşan “dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü yürekli Nazi filmleri” süresince yapılan filmlerin bütçesinde sürekli masraf kalemi olarak yansıyan Nazi bayrakları ve üniforması harcamaları ve talebine artık kendi envanter ve stokuyla yanıt veremeyen Hollywood stüdyoları, nihayet bu sene bu açığını Nazi bayrak ve üniforması üretmek amacıyla kurulmuş olan bir konfeksiyon şirketine ihale etti. 2. Talebe yetiflilemiyor “Logaritmik olarak artan 2. Dünya Savaşı filmlerine kendi özkaynaklarımız ile yanıt vermemiz mümkün olmuyordu” şeklinde konuşan MGM yönetiminden bir üst düzey yetkili “Dünyayı kasıp kavurmuş olan Nazi zulmünü anlatmak ve unutturmamak için varını yoğunu ortaya koyan ulusal sinemamız, maalesef son dönemde aynı kostüm ve bayrakları bazen 20 ayrı filmde kullanmak zorunda kalmamız sebebiyle güç durumda kalmıştı. Tam bu sırada imdadımıza özgür dünyayı özgürleştiren müteşebbis saik yetişti, pırıl pırıl Nazi bayrakları ve üniformaları ile bu kötülüğü daha göze hoş görünür bir şekilde işle- yebilme şansı bulduk” dedi. Şimdiden gelecek beş yılın Nazi filmlerinin siparişlerinin dolduğunu bildiren Nazi Bayrak ve Üniforma Konfeksiyonu atölyesinin Tayvan şubesi sorumlusu “İşçilerimiz saatte belki 10 sent kazanıyorlar ama tüm dünyanın gözünü bir an dahi üzerinden ayırmaması gereken bu illetten kitleleri haberdar ederek büyük sevaba geçiyorlar” dedi. Birileri yine dü¤meye bast› ac: r i h C Ekim 2005 tarihinde başlayan ve Fransa’daki birçok şehir ile Avrupa genelindeki çeşitli ülkelere yayılan göçmen olayları hakkında konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, yaptığı açıklamada birilerinin düğmeye bastığını söyledi. 27 “Ülkemiz üzerinde oyunlar oynan›yor” Yaptığı basın toplantısında şiddet olaylarını değerlendiren Chirac, “Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bu zor dönemde birileri Fransa’yı karıştırmak istemektedir. Bir takım provokasyonlarla çıkan bu şiddet olaylarına karışan gençler ise başkalarının ülke üstündeki emellerine alet olmaktadır. Son derece zor zamanlar atlatan, daha yakın zamanda Cezayir’de binlerce şehit veren, her gün bayraklara sarılmış tabutlarda askerler ve gözü yaşlı analar gören Fransa, bu zor zamanları atlattıktan sonra, şimdi yine dış mihrakların kirli amaçlarına maşa olmuş gençler eliyle bölünme eşiğine getirilmiştir” dedi. Fransa’nın tarihi ve kültürel gücünden bahseden Cumhurbaşkanı, “Önce aile değerlerimizi bozuyorlar. Fransız geleneğinden ve Fransız kültüründen uzaklaşan gençler kendilerine ve topluma yabancılaşıyor, toplumdan uzaklaşıyor. Aile yapısı çöken ve manevi değerlerinden kopan bu insanlar daha sonra ülkelerine karşı umursamaz oluyorlar. Şehit kanlarıyla kurulmuş, onlarca savaş atlatmış, Nazi işgaline karşı bağımsızlık savaşı vermiş, bölünmez bir bütün olan bu kutsal vatanda yaşayan bu insanlar, kendilerine mağribi diyen bir takım bölücülerin de etkisiyle tasvip edilemeyecek şiddet olaylarına karışıyorlar. Ancak kimse hayal kurmasın; Fransa, Fransızlarındır. Fransa’yı kimse bölemez, şiddet olaylarıyla da bir yere varılamaz. Buradan banliyödeki çocuklara sesleniyorum, evlerinize dönünüz, Fransız devleti güçlüdür” şeklinde konuştu. “Hainlerin etraf›nda daralan bir çember kurduk” Vatandaşlara sükunet çağrısında bulunan Chirac, “Kimse huzursuz olmasın. Kökü dışarıda bir takım adamların Fransa’yı şiddete boğmasına izin vermeyeceğiz. Banliyölerdeki hainlerin etrafında daralan bir çember bulunmaktadır ve o çember bir gün elbet kapanacaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın” diyerek sözlerini nihayete erdirdi. 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ 7 IKEA, genç adam› cinsellikten so¤uttu sminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir clubber, Cumartesi gecesi Güney Dakota’nın meşhur tiki mekanı Haqqari Bar’da tanıştığı bayanı, gecenin sonunda tatmin edemeyeşinin faturasını Ikea’ya kesti. Eve gelene kadar her şeyin çok güzel gittiğini söyleyen clubber, Ikea’dan aldığı “ektorp” model köşe mobilyasında vuku bulan önsevişmenin, üzerine şarap döküleceği endişesiyle pek rahat geçmediğini, nitekim söylenenin aksine ektorplardaki şarap lekelerini çıkarmanın imkansıza yakın olduğunu belirttikten sonra daha rahat manevra kabiliyeti için yatağa uzandıklarını kaydetti. Gencin ifadesine göre daha 5-10 dakika geçmeden, sonradan yapılan tetkiklerde anlaşıldığı üzere, yine Ikea’dan alınmış yatak çerçevesinin döşeği tutan alt desteklerinin yuvalarından çıkmaları sonucu, döşekle birlikte oldukları gibi aşağı indiler ve ufak çaplı bir şok yaşadılar. Tam 27 santim düştüklerini belirten genç, bu korku dolu anları şöyle anlattı: “İlk tıkırtıları olaydan bir iki dakika önce hissettim, fakat yatak çerçevesini kurarken kılavuzda yazan talimatlara harfi harfine uymuş olduğumdan bir kuşku duymadım. Üstelik, vidaları iyice sıkmakla kalmamış, o tahta uhusu diye kutu- İ nun içinden çıkan ne idüğü belirsiz şeyi bile her yere sürmüştüm. Fakat belli ki bu mobilyaları dizayn eden mimarlar ve mühendisler işlerini sevgiyle yapmamışlar. O tahtalar sevgiyle yoğrulmuş olsalardı tek gram uhu kullanmadan grup seks bile kaldırırdı.” Hayatında hiç bu kadar küçük duruma düşmediğinden; daha yere inmeden yanındaki bayanın haklı olarak kaprise başladığından yakınan genç, artık cinselliğe eskisi gibi bakamadığını da itiraf etti: “Ne zaman seks düşünsem midemde bir boşluk hissi oluyor, içim eziliyor. En büyük hayalim mutlu bir aile kurmaktı, bu gidişle o da mümkün değil. ABD bir hukuk devletiyse, Ikea bunun hesabını vermeli.” Ikea yetkilileri konunun adli makamlara taşındığına işaret ederek bir açıklama yapmayı reddetti. Pazarlama dünyas›n›n ünlü gurusu John Fisca ‹stanbul’dayd› inger, IBM, Lick & Swallow, Wall Mart şirketlerine danışmanlık yapan Fisca, İstanbul’da pazarlama dünyasının seçkin isimleriyle “Marketing the Country” dergisinin sponsorluğunda buluştu. S ‹zleyiciler büyülendi Fisca “Marketing In The New Era: Possibilities And Threats” başlıklı sunu- munda “Türkiye hızla gelişen bir ülke. Türkiye’ye güveniyorum. Ayrıca AB’ye adaysınız” dedi. Sunumunda “Farklı olmak çok önemli. Yaratıcılık artık çok ama çok önemli. Hayat zor. Türkiye gelişiyor. Çin çok önemli. Kasarsanız Avrupa’nın Çin’i olabilirsiniz. Pazarlama artık çok zor. Teknolojik yatırım ve ArGe çok önemli” diyerek salondakilerin zihinlerini tazeleyen Fisca “1967’de IBM henüz Kaliforniya’da kartuş üreten ufacık bir şirketken merhum France IBM’e büyük düşünmek çok önemli demiştim. Sonra IBM aldı başını gitti. Buradan çıkarılacak dersler olduğunu düşünüyorum. Büyük düşünmek çok önemli” sözleriyle kalitesini kanıtladı. Arada yaptığı esprilerle salondakileri kahkahalara boğan, “Türk yemeklerini çok seviyorum. Bence AB üyeliğini çoktan hak etmişsiniz” diyerek gönüllerde taht kuran Fisca akşam saatlerinde uçakla ülkesine geri döndü. Katılımcılar Fisca’nın sunumu için “Zihinlerimiz cilalandı. Böyle büyük bir isimle aynı salonda olmak bile çok heyecan vericiydi. Söyledikleri ne kadar da büyük bir guru olduğunu gösteriyor” dediler. 8 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık spor ‹sviçre Büyükelçisi ve Konsolosu da ‹sviçreli ç›kt›! ‹flte son o yun ürk Milli Takımı’nın 2010 yılında düzenlenecek Avrupa Şampiyonasına katılmaktan men cezası alması için lobi yapan çirkef kampanyanın destekçileri artık gün yüzünde. FIFA Başkanı Blatter’in İsviçreli olduğunun ortaya çıkmasından sonra şimdi de Türkiye’de görev yapan ve Türkiye İsviçre milli maçından sonra olan olaylar hakkında bilgi toplayarak Blatter’i bilgilendiren, İsviçre Büyükelçisi ve İsviçre konsolosları da İsviçreli çıktı. T Yüzünde bile meymenet yok. Türk halk› güvenmiyor Türkiye Futbol Federasyonu, bu durumun Türkiye’ye verilecek cezayı belirlemek üzere oluşturulacak kurulun güvenirliliğine ve objektif- liğine gölge düşürdüğünü kaydetti. Türkiye Futbol Federasyonu’ndan Davut Dişli yaptığı açıklamada “İs- viçre Milli Takımı’nı Türk misafirperverliğiyle ağırlayan, yumurtasını, pet şişe suyunu, kramponunu, yumruğunu esirgemeyen Türkiye’nin haksız biçimde cezalandırılmasını isteyen dış mihrakların foyası ortadadır” dedi. Dişli açıklamasını “Ben olaylara objektif bakıyorum. Bu olaylar nedeniyle ödüllendirilmemiz gerektiği eleştirisine tamamen katılıyor ve özeleştiri yapıyorum. Ama ceza almamız gerektiğinin söylenmesi inanılır gibi değil” sözleriyle sürdürdü. Dişli, sözlerini çözümün İsviçre Büyükelçisi ya da Konsolosu’ndan birinin Türk olmasıyla hallolabileceğini, bunun hakkaniyet kriterlerine uygun objektif bir davranış olacağını vurgulayarak noktaladı. Eczac›bafl›: Alpay transferi bitiyor elecek sezon Eczacıbaşı forması giymesine artık kesin gözüyle bakılan Alpay, söz konusu transferin bitme noktasına geldiğini açıkladı. Kulüp Başkanı Ahmet İlaçsever ile gizlice el pişirmece oynarken yakalanan Alpay, yaptığı açıklamada, “Bundan sonra tüm gücümü Eczacıbaşı forması için harcayacağım” ifadesini haykırdı. Başarılı smaçör Alpay’ın, yaklaşık üç saat süren ve sık sık G Alpay, milli maç sonras› geliflen transfer olay›n› desibel dolu 盤l›klarla kutlad›. duyma limitini aşan açıklamasının büyük bir bölümünde hönkürmesi sonucu iki basın mensubu kulak zarının patlaması şikayetiyle savcılığa suç duyurusunda bulundu. Öte yandan NBA Smaçörleri Koruma ve Yaşatma Derneği, milli oyuncumuz Alpay’ı şahane el hareketini NBA Action sezon finallerinde tekrarlayarak şovunu sunması için Amerika’ya davet ettiklerini açıkladı. Bülent dil okulu açt› alatasaray’ın efsanevi kaptanı Bülent Korkmaz, geçtiğimiz günlerde İstanbul Teşvikiye’de futbolculara özel bir dil okulu açtı. Türk futbolcuların uluslararası karşılaşmalarda hakemlerle olan iletişim eksikliğini gidermeye yönelik açılan dil okulunun açılışında spor camiasından birçok ünlü isim hazır bulundu. Yirmi yılı aşan futbol hayatında Avrupa sahalarında gösterdiği mücadeleci oyun anlayışı kadar Anglosakson dillere hakimiyetiyle de bilinen kaptan Bülent, okulun açılış kurdelesini Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’le beraber kesti. Açılış konuşmasında, “Yıllar önce Dominic Iorfa vardı bilirsiniz, Monako’dan aldıydık. Bir gün antrenmanda girdik birbirimize. Tatsız bir münakaşa yaşandı. Öyle kendi- G mi vermişim ki, birden onun dilinde konuşmaya başladım. Gerisi kendi geldi zaten. Oynadığımız her yabancı maç bana yeni birikimler kattı. Misal bugün Slovak bir hakeme kritik ve gerilimli bir maçta derdinizi anlatabilir misiniz? Hiç olmadı en azından bir ‘Hoca, kart hoca’, ‘Hocam çekiyor ya’ diyebilir misiniz? İşte biz tüm bunları düşünerek, beden dili dahil 11 ayrı dilde bir eğitim müfredatı hazırladık. Hiçbir futbolcumuzun Avrupa arenasında dut yemiş bülbül gibi kalmasını istemiyoruz. Ayrıca bugün bir Eric Cantona tiyatrocu oluyor da, bizde böyle bir durum neden garip karşılanıyor anlamıyorum” şeklinde konuştu. Fatih Terim basın mensuplarının İsviçre maçı hakkındaki sorularına, “Resultante importante” diyerek günün anlam ve önemine gönderme yapan bir espriyle cevap verdi. ASTROLOJ‹ Koç (21 Mart-19 Nisan) Bu hafta yapacağınız sezaryen doğum sayesinde hayatınızı kökünden değiştirecek bir kız çocuğuna sahip olacaksınız. Eğer 83 yaşında, erkek ve hayatınızın gidişatından gayet memnun olmasaydınız, belki bu müjdeli habere daha çok sevinebilirdiniz. Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s) Dokuz yıllık oyunculuk kariyeriniz boyunca “Şöhrete giden yol yönetmenin yatak odasından geçer” sözüne hiç kulak asmamıştınız. Bu hafta TEM Karayolu’nun Gaziosmanpaşa mevkiinde trafiğe kapatılması ve Yeşilköy stüdyoları istikametindeki trafik akışının Sinan Çetin’in yatak odasından geçirilmesi, size yıllardır ne kadar yanıldığınızı gösterecek. ‹kizler (21 May›s - 21 Haziran) İş Kuleleri’nin 43. katındaki ofisinizde otururken burnunuza gelen kesif koku iddia ettiğiniz gibi “bu kokuşmuş kapitalist sömürü düzeninin çürümüşlüğünden” değil, dört gündür değiştirmediğiniz çoraplarınızdan kaynaklanıyor. Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz) Starbucks’a gittiğinizde sipariş verirken sahte isim kullanmanız size masum bir eğlence gibi gelebilir. Fakat önümüzdeki Perşembe günü kız arkadaşlarınızla Beyoğlu Starbucks’ta isimlerinizi “Bir büyük Cappucino” ve “Önüme geleni eve atıyorum” olarak verince, üç kişinin ağır yaralanacağı büyük bir kaosa yol açacaksınız. Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos) Karlofça Antlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kez masa başında toprak kaybettiği antlaşma olduğu konusunda haklısınız. Fakat bu tarihi gerçek, sırf adınız Osman olduğu için Trabzon’daki 3 dönüm arazinizin satış sözleşmesini Karlofça’da imzalamanız gerektiği manasına gelmiyor. Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül) Bugüne kadar “Bir Türk dünyaya bedel” sözünün yalnızca milliyetçi duyguları okşayan mübalağalı bir vecize olduğunu sanmıştınız. Hatanızı, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2008 Olimpiyatları’nda 19 branşta yarışmak üzere sizi tek başınıza Pekin’e göndermeye karar verince anlayacaksınız. Terazi (23 Eylül - 22 Ekim) Bildiğiniz gibi sonbahar bitiyor, ve önümüz kış. Bilmiyor muydunuz? O halde dört mevsimin isimlerini ve sırasını öğrenmeniz için bundan iyi bir fırsat olamaz. Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m) Cep telefonunuzun melodisini Fenerbahçe Marşı olarak ayarlamanız bu hafta dikkatleri üzerinize çekmenize sebep olacak. Fakat, Galatasaray’da santrafor pozisyonunda top koşturmanız, üzerinize çektiğiniz dikkatlerin maalesef sizin arzu ettiğiniz türden olmayacağını garantiliyor. Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k) Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci” isimli eseri favori dedektiflik romanınız olsa da, bu edebiyat dersindeki sunumunuz için Güney Afrika’dan 10 pigme ithal etmenizi mazur kılmaz. Bu hafta aile fertlerinizin şikayetleri sebebiyle sevimli zenci misafirlerinizi oturma odasındaki çekmecelerde ağırlamaktan vazgeçmeyi düşünebilirsiniz. İthalat Vergisi Kanunu’ndaki değişikliklere dikkat. O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak) Önümüzdeki günlerde Hülya Avşar, ayrıntılarını Hülya Magazin’in Aralık sayısında açıklayacağı çok özel bir rejimin temel besin maddesinin sizin karaciğeriniz olduğunu basın açıklamasıyla duyurunca bir anda kıymete bineceksiniz. Bu fırsatı nasıl değerlendirmeniz gerektiğini öğrenmek için Oğlak’a bir beşlik atmanız yeter. Kova (20 Ocak - 18 fiubat) Bu hafta sıkıntılarınızı unutmak için sinemaya gitmeye karar vereceksiniz, fakat “Harry Potter ve Ateş Kadehi” filmi size daha üç gün önce Hogwarts Büyücülük ve Cadılık Okulu’ndan reddedildiğinizi hatırlatınca ister istemez daha da hüzünleneceksiniz. Bal›k (19 fiubat - 20 Mart) Bülent yabanc› dilini yeflil sahalarda gelifltirmiflti. Alacaklılarınızdan sıyrılmak için sakallarınızı uzatmanız ve sokağa çıkarken güneş gözlüğüyle fötr şapka takmaya başlamanız oldukça iyi bir taktik. Fakat Bodrum’da tatile gittiğinizde aldığınız “Uçan kuşa borcum var, ama umurumda değil!” yazılı t-shirt kamuflajınızı biraz bozuyor sanki. ¤ silah ¤ madonna ¤ 80’lerin saç laneti ¤ rövanflist kültür ¤ tuhaf bitkiler ¤ tek gecelik iliflki ¤ hakaret Gökçe Pehlivano¤lu 1984 ‹stanbul do¤umlu Gökçe Pehlivano¤lu, Saint Joseph Frans›z Lisesi’nden 2002 y›l›nda mezun oldu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - TV Bölümü son s›n›f ö¤rencisi. Üç k›sa filmi var. Foto¤rafç›l›k yap›yor. Eserlerine http://lunaroom.net/ ve http://anahita.deviantart.com/ adreslerinden ulaflabilirsiniz. 10 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık görüfl . . Silah B iz küçücük, minicik, ufacık kızlar olarak Barbie bebeklerle oynar; plastikten fincan takımlarımıza kahve niyetine bildiğin musluk suyunu doldurup içerken; akranlarımız olan küçücük, minicik, ufacık erkeklerin “Dur kaçma, vurdum seni!” nidaları eşliğinde ellerinden düşürmedikleri oyuncaktı silah. Sonra, biz büyüdük ve oyuncakların yerini, bütün haşmetiyle gerçekler alıverdi. Silahla ilk tanışmam, henüz reşit bile değilken, o zamanlar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne adımını atmış olan abimin, kutsal bir emanetmişçesine sürekli yanında taşıdığı, üzerine kayıtlı olduğunu ve kaybederse eğer hayatının kayabileceğini söylediği silahı ile oldu. Israrlarıma dayanamayan abimin, büyük bir dikkatle şarjörü boşaltıp verdiği, elimde duran ağır, siyah ve soğuk metal parçasına bakakaldım. Elbette son derece acemice ve yanlış yerlerinden tutup sol gözümü kısarak abime nişan aldığımda, o müthiş hayal gücümle içi dolu olsa eğer neler olabileceğini hayal edip elimden fırlatıverdim. Bir daha da herhangi bir silaha elimi bile sürmedim, sürmek istemedim. O günden sonra silah benim için güç imgesinden uzaklaştıkça uzaklaştı. Bu koca şehirde, yalnız başına yaşayan bir kız arkadaşımın, yastığının altında silahı olmadan uyuyamadığını öğrendiğimde bu düşüncem iyice pekişti. Silah, silahı elinde tutanın gücünün değil karşısındakinin hayatına son vermenin acizliğinin simgesiydi. Ve biz öyle bir dünyada yaşıyorduk ki; ağır, siyah ve soğuk bir metal parçası güven içinde uyumamızı sağlıyordu. mavikedi B irinin özgürlüğüne tecavüz edebilecek niyet ve muhteviyattaki her şey bir silahtır. Henüz hayata dair hiçbir şey bilmeyen bir çocuğun kalbine doğrultulmuş bir tüfek... Hiç kimseye gösteriş ya da en ufak bir zarar amacı bulunmayan bir topluluğun ibadetlerinin orta yerinde patlayan bir bomba... Emekli maaşını henüz çekmiş bir amcanın karnına dayanmış bir bıçak... İşsiz, belki alkolik bir babanın koca bir ailenin üzerinde inip kalkan kemeri... Tek suçu iş çıkışı karanlığa kalmak olan bir kadının bacakları arasına dayanmış bir penis... Lobları menfaatle doldurulmuş beyinlerin ellerindeki kutsal kitaplar... Fikirleriyle bir toplumu aydınlatmak, uyandırmak kararlılığındaki kafaları ipe gönderen kalemler... İnsanların vicdansızlıklarıyla birleşen her materyal silahtır. Ne yazık ki her zaman ruhsata da gerek olmaz. gosalyn mallard B ir zamanlar Türk gençliğinin aklını almış, tüm memleket sathındaki mahallelerde fırtına gibi esmiş bir silah vardır; adı mamçıka. Ya da munçaku veyahut mınçıka. İsmi yörelere göre değişen bu silah, iki adet sopa ve bu sopaları birbirine bağlayan bir zincirden ibarettir, zaten bu kolay imal edilebilir yapısı yüzünden de çivi çakmayı bilen her mahalle bebesi tarafından iyi kötü bir tane üretilmiştir. Lakin, basit yapısına karşın kullanımı ustalık ister, kendine has usulleri vardır ve nice genç bu usulleri öğrenmeye çalışırken kafayı gözü patlatmıştır. Bu efsanevi silahın yurdumuza girişiyse, kanımca Çin’den çıkmış en kral insan olan Bruce Lee sayesindedir. Ya da Bruş Li, ya da Bur Çi Le, onun da ismi yöreden yöreye değişmektedir. Zaten bu mereti ondan iyi kullananı da görmedim. Ulan yıllarca aynanın karşısında çevirdik durduk kan ter içinde ama Bruce Lee’nin o hızına, o zarifliğine zerre yaklaşamadık arkadaş. alpinsamuray E n güçlü silah bilgidir. Oy 21. yüzyıl, vay bilişim çağı gazıyla yazmıyorum bunu. Silah acıtandır. Ama neyin ne kadar acıtacağı bilgisine sahip olmadıkça atom bombaları için “Atom çekirdekleri oynaşıyor işte öyle kendi aralarında, cici” denir, ışın kılıçları da aklımızda elektrikli testere misali bir alet olarak yer ederdi. Diğer yandan “Bu acıtır” bilgisi Türk filmlerinde masaya vurulup kırılan şarap şişesini, MacGyver’da, mesela, yarım şişe çamaşır suyunu bir silah haline getirir. Süpermen’e karşı en güçlü silahın ona gücünü veren Kriptonit olduğu bilgisine haiz olduğu gün Lex Luthor göbek atmadıysa şerefsizim. En güçlü silah bilgidir, evet. Acıtan, yaralayan, öldüren şeyler sadece birer araçtır. Bu bağlamda size bir de sır vereyim: Benim silaha çevirebileceğim yegane araç dilimin ucundan dökülen kelimeler. Ne tezattır ki beni en çok acıtan, en çok yaralayan da silah olarak alnıma dayanmış suskunluk olmuştur. Birinin silahı başkasının kalkanı olabiliyor demek ki, sadece bilmek gerek. a lifetime of type ii errors M avi kapsülleri vardı, 12’lik galiba. Namlunun altındaki pimi çeker silindirimsi kısmı yana çıkarır ve bu kapsülleri yerleştirirdik oraya. Silindirin arka tarafı kapalıydı. Namlunun arka tarafı da kapalıydı. Namlunun ucunda da kırmızı plastik bir parça vardı. Bunlara rağmen bir arkadaşımıza doğrulttuğumuzda silahı sol eliyle ağzını yüzünü kapamaya çalışırken sağ elini de açık şekilde uzatırdı nedense. Oysa yüzüne asla gelmezdi bir şey. Merak ediyorum o yüzünü kapamaya çalışma kendini koruma hareketi evcilik oynarken olduğu gibi rol müydü sadece yoksa içinde az da olsa bir korku barındırıyor muydu? Galiba vardı biraz korku. Birkaç yıl sonra bu silahların boncuk atanları çıktı, mavi ve turuncu boncuklar. Namlu artık delikti ve kırmızı plastik parça da yoktu namlunun ucunda. Eskisine göre daha az ses çıkarıyor ama daha fazla silaha benziyordu. Bilmeyen için daha az korkutucu (sesi çıkmadığı için) ama daha acıtıcı (boncuk attığı için) yani gittikçe daha yakın gerçek silaha. Çocuklar artık birbirlerine ateş ediyorlardı bu silahlarla. Acıtıyordu ama acı çeken de karşılık veriyordu. Birkaç yıl sonra bu silahların demir boncuk atanları çıkacak ve çocuklar hava atacak, “Benimki gerçek kurşun da atabiliyor lan” diye. Birkaç yıl sonra çocuklara cep telefonu yerine gerçek silah alınacak. Birkaç yıl sonra silah kelimesinin başında oyuncak veya gerçek sıfatı kullanılmayacak. ozzzz B u yazı silaha taraf bir yazı gibi görünse de sadece insanları anlama amacı ile yazılmıştır. Bir adalet sorunsalıdır silah. Bin yıl önce birazdan anlatacaklarımın benzeri bir şeyler yaşayan biri silah denilen aleti icat etmiştir. (Kılıç, mızrak da bir silahtır) Bugün olsa ben de icat ederdim diyenler beri gelsin. Koşa koşa gelen öfkeli bir kabadayının karşısında güçsüzlüğünü hissettiğin ve bir sopa, taş, bir araç aradığın anların bir sonucudur silah. Basit bir doğa adaletsizliğinin törpülenmesidir aslında. Daha detaylı olarak ise aşık olunan kızın yüz vermemesi ve önünüzdeki pilli adama yazması karşısında duyulan öfkeyle bile ilişkilendirilebilir bu silah vakası. Adalet duygusu sorgulanması ve hak ettiklerini bir bir kaybetmenin verdiği çiğ köfte tadının bugünkü sonucudur silah. Tıpkı “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov gibi doğanın adaletsizliğini kendi adaletinle sağlamaya çalışmanın ölümler dışındaki ufak çıktısıdır. Hafife alınmayacak hislerimizden ve korkularımızın doğasındandır yani. lifedom E ski Türklerin o çok ünlü üçlemesinin son halkası olan silah, (öyle ya da böyle şu anki yaşayış üzerinde etkisi varsa) Anadolu kültüründe de büyük önem arz eder. Erkek çocuklar, hayatları boyunca silaha ve onun getirdiği güce alıştırılmaya çalışılır. Öyle ki, avlanmaya meraklı kişiler, ergen çocuklarına, kemale bakmadan, boylarından büyük bir çifteyi teslim ederler. Bu anlayışın bir mağduru olarak şunu söyleyeyim: O silah eldeyken, yalandan da olsa, içinizin ısındığını fark ediyorsunuz. Ancak biraz akıl başa yerleşmeye başlayınca ve kendilerini bu anlayışla tanımlayan insanların nelere yol açtıklarını görünce o metal-ahşap gövdeden tiksinmeniz doğal. raziel sadık eşlikçisidir.. Güneş gülüşlü, kızıl derili insanların -ki düşüncem, güzeldileryok edicisidir... Derken şöyle en karasından biri kafama doğrultulmuşçasına irkilirim: Silah mıydı kanatan, yoksa en tehlikeli icat insan mıydı? Hayır Kabil Habil’i öldürmek için cebinden bir Magnum çıkarmamıştı, bunu yapan Kirli Harry idi. Yoksa hepsinin namlusuna çiçek ekmek S ilah argoda erkek cinsellik organıdır. Buna şaşmamak gerek, zira hem silah hem de penis kültürümüzde “cezalandırmak” fiilinin kendisine karşılık bulduğu yegane kavramlardır. Şarkılarımızda “Kız ben seni vurmaz mıyım?” diyerek açığa vurduğumuz bu keyfiyet sinir anında ceza olarak umut edilen küfürlerimizde de -şu an örneğini veremeyeceğim şekillerde direkt şahsiyete yahut aile yakınlarına olmak suretiyle- karşımıza çıkar. Gerçekten de yüzyıllar boyunca cinselliği tabu olarak kapalı kapılar ardında yaşamış bir toplumun bu konuyu silahla bağdaştırması çok manidardır. Nitekim Türk halkı bu tür konularda kurnazlığını kullanmaya bayılır. Cinselliğin silah ve ona bağdaşık konularla ifade edilmesi (silah, vurmak, vuruşmak, cephane, çavuşu tokatlamak vs.) evinde silah üreten bir toplumda şaşılacak bir şey değildir. cagrika S ız bir dünya düşlerken sızlatan ve birinin ceplerinde, bir tiyatro sahnesinde, bir film karesinde yer aldıysa şayet, eninde sonunda muhakkak patlayan, ben şimdi bunları yazar- isterken, menekşeleri kökünden sökmüş, bahçeleri kurutmuş muyduk? Özgürlük getirmek, düzen getirmek yahut Kıble’ye döndürmek yalanlarıyla ceplerimize bin yüz mermi fazla doldurup kızıla mı boyamıştık ağzımızı sulandıran toprakları? Fiş dosyalarımıza “Ali gel” ile eşzamanlı girmemiş miydi “Ali önce yok et sonra elde et”? Peki ya dikenli teller kimi kanatır? Çit silahtan önce vardı değil mi, sahip olma güdüsü silahtan önce vardı. Kötü niyet silahtan önce vardı, çünkü en önce insan vardı, önce ve her şeyden önce insan vardı. Vara vara bu lanetli, bu çocuk çığlıklarıyla dans ettiğimiz, bu birbirimizin yüzüne nefretle baktığımız, bu karşı karşıya olmaktan öteye gidemediğimiz dünyaya vardı. Perilerimiz cahil, gözlerimiz siyah bantlı, kulaklarımız tıkalı artık. Belki silahtan beri daha bir tıkalı, kanımca tüm suçu budur. Şimdi çocuklarımızı bize benzemekten Action-Man’ler korusun, ama önce tek bacaklı kurşun askeri öldürsün... maureen M ken, siz sonra bunları okurken başka okumaları, başka yazmaları, başka gülümseyişleri, başka göz süzmeleri yarım bırakan, gündüz güzellerinin karanlık bekçisi, günebakanlara atlas kefen erkeklik cilası, namus belası, kanatan ve muhakkak ağlatandır silah... Özgüvenli söylemlerin kara kenar süsü, attan ve avrattan sonra, yiğitlikten ve cesaretten önce gelen... İcadıyla mertliğe dair ne varsa alıp götüren, suçlarken kolaya kaçtığımız, köprüden geçmeyi diğerini öldürerek başaran keçidir silah. Günah keçisidir, keçi inatlarının etal, namlusu, tetiği olanları soğuktur. “Ateş” eder ama soğuktur. İkiyüzlülük bir nevi. Gerçi o kadar bilindiktir ki artık kimse yemez bu numarayı. Herkes bilir: Silah öldürür. Maske takmış bir şekilde ortada dolaşanları ise hâlâ insanları aldatabilmeyi başarıyor. Herkeste olumlu izlenim bırakan güzellik, iletişimin temel taşı sözcükler, tek bir bakış, sevgi, para... İnsanın farkında olup silaha çevirmediği hiç bir madde, duygu kalmıyor. Öldürmek, yaralamak, incitmek, ele geçirmek gücün sembolü olduğu sürece de gözün gördüğü ve göremediği dünya üzerinde yer alan potansiyel silah muamelesi görmeye devam edecek. yalniz bir opera inceleme 11 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ 80’li y›llar ve erkekler üzerindeki meflum saç laneti ünyanın çıldırdığı vakitlerdir 80’li yıllar. Ne 70’lerin şimdilerde (daha çok 90’ların ikinci yarısında) geri dönen modasını barındırır ne de 60’lı yılların siyasi hareketini, enerjisini, yahut cinsi münasebet devrimini içinde yaşatır... Hani 30’lu, 40’lı, 50’li yılların trençkotlu, küt saçlı, epilasyon silsileli kaşlarıyla gergin estetiğine zerre bir yakınlığı da yoktur. Ama şahsiyetli midir? Evet... Belirgin özellikleriyle bu yıllar nerede görülse tanınacak izler bıraktı mı? Kuşkusuz... İşte bunlardan biri de, 80’li yılların erkekler üzerinde yer eden saç lanetidir. Ergenlik ila 30 yaş arasındaki zaman dilimini 80’li yıllarda yaşayan erkekler, bu lanetin başlıca kurbanları. Hatta, hadisenin bir lanet olarak kayda geçmesi de tamamıyla bu yaş grubundaki kimselerin saçları için geçerli... Dönemi yaşayanların malumudur. Kim bilir belki de The Village filmindeki gibi “hakkında konuşmadığımız dönem” olarak adlandırıyorlardır 80’leri. Kuşkusuz bunda saç lanetinin derin izleri var. Hadisenin başlangıcı ise esasında malum yılların gavur ellerinde yarattığı moda infialine tekamül eder. Ancak bizim örneklerle ve detaylı açıklamalarla irdeleyeceğimiz asıl mesele, lanetin en elim etkilerinin yaşandığı Türkiye elbette. Ergenliğine yeni ermiş, 30’unu geçip keline feline erememiş, saçlarına yeni bir yön arayışındaki Türkiye erkeği, lanetin gökten yıldırım inercesine indiği başlarını omuzlarının üzerinde taşıdığının farkındalar mıydı? Elbet değillerdi, ama olacaklardı... (Bunları da 9. sayıdaki Gerilim Romanı Rehberi’nden öğrendim, çaktırmayın.) D Lanet kendisini göstermeye bafll›yor... Çok uzağa değil, televizyonunuza, Yeşilçam TV, Sinematürk yahut Show TV gündüz kuşağına ara sıra göz atın. 80’li yılların sinema eserlerine pür dikkat kesilin. Derli toplu bir tane erkek saçı, bir tane jöle, briyantin yahut tarak tutmuş saç var mı bakın. Tüm erkeklerin saçtan çok, Stereonun monodan ipini kurtar›p çifter ayak deli gibi koflturdu¤u bir t›n›da, org z›r›lt›lar› eflli¤inde ve lazer ›fl›klar›n›n aras›nda “fieri fieri Leydi dans›” eden çiftler düflünün. ‹¤rençli¤i müspet, kepaze, ama “moda” oldu¤u kesin vatkal› ceketler içinde parlak bluzlar›yla sal›nan kad›nlar›n düzelmeye meyilli permal› saçlar› ve karfl›lar›ndaki erkekler... Aman ya Rab! O da ne? Erkeklerin saçlar› adeta tütün balyas› gibi. Dümbük gibi. ‹flte buras›, lanetin bafllad›¤› nokta. tütün balyasına benzeyen o kütleyi başlarının üzerinde nasıl taşıdığına tanık olun. Ve sonra 90’lı yıllara bir gelin. TV dizilerini hatırlayın. Ebru Gündeş’li, Muazzez Ersoy’lu, Sanem Çelik’li, aşk, hırs, intikam ve arabesk dokulu gergedan boynuzu hassaslığındaki dizileri... Nitelikleri ya da sıfatları derdimiz değil şu an. Bizi ilgilendiren, hemen her birine yerleşmiş, 80’li yıllardan kalma “lanetli” aktörler. Dikkatinizi toplamanızı, sadece bir kaçına erişip sayfaya serpiştirdiğimiz fotoların haricindeki isimleri de gözünüzün önüne getirmenizi arzu ediyorum. Özellikle 80’li yıllarda çocuk olup bu lanetten teğet geçen şimdinin gençleri ve 30’lara merdiven dayamış bunalımlılarına eğlence vaat ediyorum. Ne demiştik? Diziler... Evet, bu dizilerin önemi şu: 80’lerin tecavüz, cinsellik, uyuşturucu temalı ve modern yaşam eleştirisiymiş gibi davranan çiğlik abidesi yerli filmlerinin yıldızlarını hepimiz biliyoruz. Tarık Tarcan, Emrah, Tolga Savacı (ki eski soyadı Savaşçı’dır), Engin Koç ve Yaşar Alptekin gibi isimlerin, filmlerdeki şöhretlerini taşıdıkları bu dizilerdeki hali ve ahvali gerçekten de acı vericidir. Zira hepsinin saçları, 80’li yıllardaki o fön makinesinden dayak yemiş, dalgalı, kabarık ve tarak tutmayan, jöleden etkilenmeyen halinden ödün vermemiştir. Ne teknolojik, kozmetik gelişmeler ne de yeni moda saç şekilleri bu insanların saçlarına etki edebilmiştir. Sadece Emrah’›n 80’lerdeki saç lanetinin bir örne¤i kabar›k, dut usulü saç› (solda), yerini rampa kafa saç stiline b›rakt› (sa¤da). Çünkü lanet sebebiyle saç düzelmiyordu. aktörler değil. 80’li yılların filmlerinde, yukarıda belirttiğim yaş grubunda yer alan erkeklerin de saçları aynı kepazeliktedir. Çok uzun olmadığı halde kabarabilen, gölgesiyle adeta kafanın üzerinde bir yaban tavuğu taşıyormuş hissi veren, hatta bu görüntüyle pek meşhur bir berber tabirine, tavuk g...tü modeline kaynaklık etmiş bir görünümdür bu erkeklerin saçlarından yansıyan. Yüzü eblehleştiren, saçlarda ipeksi olduğu kadar dokunulduğunda bir samanla eş değer hisse sebebiyet vereceğini öngördüğümüz bir çeşit yumağı andırır bu. “Peki bu lanetin etkilediği yaş grubunu nasıl belirliyoruz?” Şöyle... Elimizde o döneme ait görüntüler (filmler, düğün kasetleri) olduğu kadar, fotoğraflar, tanıklar da var. Hemen bakıyoruz ki; bu dönemde yaşayan, ergenlikle 30 yaş arası bir erkekle, saç rengini, saç zevkini ve şeklini şemalini 70’li yıllarda edinmiş kimseler arasında bariz bir fark var. Birisi yukarıda kısa bir tarifini verdiğim, geneliyle bir balyayı andıran o dümbük ifadeli plaj p.z...vengi ifadesinde iğrenç bir saç şekline sahipken, dönemin lanetinden uzak kalmış diğer saç modeliyse “insan gibi” diyerek kısaca belirteceğimiz hayli normal, şimdi bile sokakta görebildiğimiz, şekle girebilir, görünce gülmeye sevk etmeyen, kabarmamış, kabarmaya meyletmemiş bir halde. İşte yavaş yavaş neden bu hadiseyi lanet olarak tanımladığıma, televizyonda gördüğümde “İşte lanet!” diyerek cadı çığlıkları attığıma dair bir gerekçe daha... Emrah’›n rampa kafa saç tercihi, Tar›k Tarcan’›n bombesi Film yıldızlarının akıbetiyle devam edelim... Tarık Tarcan misal. O kabarık saçlarını ve hale yola gelmez lülelerini hali hazırda toplayabildiğini gördünüz mü? Bir şişe jöleyi boca ettiği Affet Bizi Hocam dizisinde dahi, o kabarma hissinin sürdüğü, lanetin en etkili olduğu “saç arkası bombesi”nin kendisini göstermek için çaba sarf ettiği dikkatinizi çekmedi mi? Peki ya Tolga Savacı’nın sırf bu lanetten kurtulabilmek için saçlarını birçok TV dizisinde buğday tanesi uzunluğunda uzatabildiğini, hatta kelleştiğini fark edenleriniz de mi olmadı? Emrah’ın uzun bir süredir saçlarının üç numara + rampa kafa modelinde olması sizce neden? Yaşar Alptekin’in bu lanetle yaşamaya alışarak rol aldığı dizilerde ramazan davulunu andıran saçıyla ve kafasıyla arz-ı endam etmesi yüreğinizi hiç mi cız ettirmedi? Adamcağızın şimdilerde dine dönüp namazgahlar üzerinde saçında takke ile poz vermesi, hacılara karışması sizce ne içindi? Keza Engin Koç’un saçlarını her seferinde ütüleyerek geriye doğru bir kütle halinde yapıştırması ve bu Engin Koç, o y›llarda lanetin kabart›c› etkisinden kurtulmak için saçlar›n› uzatmay› denemiflti (Solda), ama bu da geri tepti ve mankenin saçlar› balyalaflma gösterdi. Günümüzde Koç saçlar›n› takt›¤› kask ile gizliyor. Hata sende de¤il Engin, utanma! laneti maskelemesi, Televole dahilindeki büyük reyting canavarı Kördüğüm’ü izlerken dizinin mükemmel dramatik yapısı nedeniyle dikkatinize mazhar olamamış olabilir mi? Hepsine “evet” diyorsanız, şimdiden itibaren gözlerinizi iki kere daha dikkatli açın, “hayır biliyoruz ama içimize atıyoruz” demekteyseniz lanetten haberdarsınız... Şimdilerde, eski aktörlerin sıfatlarında ve saçlarındaki o gelin duvağını andıran “şekillenememe, balyalaşma, tavuğa öykünme” özrüyle dikkat çeken lanetten mustarip insanların meşum varlıklarında yeniden hatırlanan bu laneti açıklığa kavuşturduğum için aslında hiç mutlu değilim. Hatta berber duvarlarını süsleyen, dönemin “kaleci saçlı erkeklerinin” fotoğrafları ne diye hâlâ övgüyle o vitrini süsler anlamış değilim. Kaleci saçı olarak tanınmasını eski Fenerbahçeli ve milli kaleci Engin İpekoğlu ve Ankaragücü kalecisi Adnan’dan aldığını belirtmeden geçecek umursamazlıkta hiç değilim. Ve evet neyse ki lanetli de değilim değilim değilim! lem K›saca toparlamak gerekirse: 80’li yılların saç laneti, ergenlik ve 30 yaş arasındaki erkekleri etkilemiştir. Bu erkekler şimdilerde bile bu lanetten ve o saç modelinden mustariptir. Çoğunun saçları ya dökülmüş ve kelleşmişler ya da aynı şeklini muhafaza etmişlerdir. Lanet; ergenlikten başlayarak saçların hayat boyunca bir tütün balyası gibi şekillenmesiyle gerçekleşir. Film yıldızları ve düğün kasetlerindeki tiplemeler, lanetin eldeki yegane kanıtlarıdır. Tar›k Tarcan saç›n›n arkas›nda bombe oluflturan, lülelerde ölümcül s›çramalar yaratan lanetle 80’lerde tan›flt› (solda). Bugün ise yo¤un jöle ile bast›rmaya çal›flt›¤› bu kabar›kl›k hâlâ çeflitli lüle s›çramalar›yla varl›¤›n› koruyor (sa¤da). 12 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık popüler kültür Madonna Don’t Preach adonna’nın yeni albümü Confessions On A Dance Floor (COADF) raflardaki, ilk single’ı Hung Up’ın video klibi de ekranlardaki yerini aldı. Klibi görenleriniz olmuştur. Floresan lambalar titrek bir tıkırtıyla yanar, 70’lerin eşyalarıyla dolu bir jimnastik salonu aydınlanır; içeri bir kadın girer. Elindeki vintage boombox’ı yere bırakır, play tuşuna basar ve old skool eşofmanlarını üstünden çıkarmasıyla kadının Madonna rolündeki Madonna olduğunu görürüz. Aerobik mayosu, ışıltılı kemeri, janjanlı stiletto’larıyla fantezi-sportif bir şıklık (rüküşlük) içindedir. Madonna trend setmeye devam ediyor, deriz içimizden. Sonra Maddy (Madge ya da Ciccone) yüzünde bir ton makyaj ve umursamazca seksi bir ifadeyle ısınma hareketleri yapmaya başlar. Birkaç yaratıcı ve yakalayıcı dans figürü eşliğinde Maddy’nin yıllara meydan okuyan fiziğine ve kondisyonuna vakıf oluruz. Mesaj alınmıştır: Bu kadın yaşlanmıyor. Sonra 80’ler mimarili binalardan atlayan, zıplayan zenci kardeşlerimizi, bir zenci mahallesinden manzaraları, Uzakdoğulu ve Ortadoğuluları, Hispanikleri ve Hintlileri görürüz; adeta 70’lerden bir blaxploitation filmi izliyormuşuz gibi. Görüntüler hızlı hızlı gelişirken insanların hal ve tavırlarından günümüzde olduğumuzu (kıyafetler, dövmeler, kulaklıklar ve acı çeken liseli Japon kızın varlığı bize bunu düşündürür) ama onların retro bir evrende tutuklu kaldıklarını hissederiz. Moda, müzik ve alt kültürün kaynaştığı bir illüzyondur bu. M I SAW I aw II ile ilgili en temel ve reel eleştiri kendini şu noktada bulacaktır: Saw II, korku filmi olma iddiasında. Ancak bu iddiayı gerçekliğe dönüştürmek yalnız korkutmak ile mümkün değil. Zira insanın temelinde var olan korku duygusu, şoklarla ve tetiklemelerle de ortaya çıkabilir. Eğer bir sinema eserinden bahsediyorsak eser “şok” tekniklerini bir kuple aşmalı, kendi dili ve diyalektiği içerisinde bizi gerebilmeli, korkutabilmelidir. Bu yüzden korku filmlerinde temel öğe izleyicinin zalim ve mazlum ile empati kurabilmesi ve olayın gerçekliğine şüphesiz biat ederek olasılıklar evreninde yan köşede duran bir gerçeklikten gerilmesidir. Bu bir senaryo işidir ve Saw II filmi tam bu noktada tırtlamıştır. Çünkü; Saw II bize bugün, ABD’de bildiğimiz fizik kuralları geçen bir zamanda yaşanabilecek bir olayı sunuyor. Kısaca, kanser hastası ve ölümü muhakkak bir katil, insanların yaşamın kadir ve kıymetine karşı ilgisizliği hasebiyle sinirleniyor ve bir ahlak bekçisi kimliği ile yaşamını kötü S Evet, bafll›k eski bir yaz›dan arak, neredeyse anonimleflmifl bir deyifl. Ama huylu huyundan vazgeçmezse hayal gücümüze böyle katar giriyor iflte. Neyse, big news: Madonna yeni albüm yapt›, s›cak s›cak servis edin... Madonna bir şeyi yoktan var etmiyor müzikal anlamda. Çalıştığı adamların da yıllardır değişmediğini, ihtiyatlı müzikal birliktelikler kurduğunu hesap edersek onu çalıp çırpmakla suçlayamayız. Madonna alternatif hareketleri yakından takip ediyor ve mainstream’e uyarlıyor sadece. MTV çocuklarına habersiz yaşayıp gittikleri müziklerden kendince bir uyarlama sunuyor. Yıllar önce okuduğum bir söyleşide Madonna’nın Blur’den Damon Albarn’a Amerikalıların britpop’u Spice Girls sandıklarını söylediğini okumuştum. Mesele aydınlanıyor: Madonna görünümüne ve özel yaşamına gösterdiği özeni müziğine de gösteriyor; çeşit çeşit müzik dinliyor. Pek bilinmeyen dahi bir prodüktörü, William Orbit’i sağ kolu yapıyor. Sonra 80’lerden beri müzik piyasasında olan ama bir türlü çıkış yapamayan bir Fransız’ı, Mirwais’i mutfağına alıyor. Şimdi de Zoot Woman ve Les Rythmes Digitales’den Stuart Price’ı (Jacques Lu Cont) ekibe dahil ediyor. Tabii yılların Pal Leonard ve Shep Pettibone’uyla bağları koparmadan. COADF’da yeni ne var? Çok sevdiğiniz veya hiç sevmediğiniz Madonna’dan tek bir saniye bile susmayan, DJ set havasında geli- şen, bir arkadaşımın dediği gibi “kendinden remiksli”; Madonna’nın müzikal yolculuğunu bilenlerin yabancılık çekmeyeceği, diğer albümlerinden aşina olduğumuz liriklerle destekli, bir saati aşkın sıkı bir dans müziği şöleni var. Kendi kendine nefes alan, konuşan, dans eden bir albüm bu handiyse. Bütün albümü tek bir şarkı gibi dinlemek mümkün, ki tavsiye edilen de bu. Madonna’nın yeni bir söylemi, problemi yok. İyi düzenlemeler, serin vokaller, bazan mankafa olabi- len ama mantravari primitiflikleriyle son kertede bedeni ve ruhsal hazzı kutlayan, kutsayan; dans etmeye yeten sahtekarca bir bilgelik var. Aş, diyor Madonna. Ama bunu terden, devinip duran kasların tetiklediği serotonin hücumundan öyle boğulmuş ve sarhoş olmuş raddede söylüyor ki, dinleyici olarak sizin de dermanınız kalmıyor; öylece teslim oluyorsunuz bu içi boş, içi olmayan terapiye. Seni mi kıracağım Madonna? Neler dinlemedik, nelere dans etmedik; senin için de ata- rım birkaç parende, sallarım bedenimi sağa sola. Eğer dediğin gibi sıyrılacaksam günahlarımdan, suçluluk duygularımdan. Arınacaksam. Birçoklarına göre Ray Of Light’tan bu yana yaptığı en iyi albüm bu. Bana kalırsa Madonna’nın her albümünde dişe dokunur en az birkaç parça olur, anlayana. Bakınız pop müziğin kraliçesi falan demiyorum. Sembolik de olsa monarşi monarşidir ve berbat bir şeydir. Madonna’yı kocalarından, hocalarından (Kabbala kastediliyor), servetinden ve berbat filmlerinden bağımsız düşünüp yüzü suyu hürmetine dinlemeyi denerseniz; kırklarının sonunda değil, hayatının her merhalesinde ruh ve bedende tümel olarak azmış, yerinde duramamış bu kadının yarı deli monologundan kendinize bir veya birkaç ders çıkarabilirsiniz. Gözü kör hayranlarına söylemiyorum elbet, onlar zaten kellemi fetva buyurmuşlardır. Ne diyor bilge Madonna şarkısında: “Sana aşktan (sevgiden) söz edeceğim. Hayatını unut. Problemlerinden kurtul. İdare etmekten ve edenlerden, borçlardan, yüklerden”. Dilimizi ısırıp Maddy’e ayak uydursak fena olmayacak sanırım. Çünkü yıllardır diline pelesenk ettiği bu meramları ileride ısıtıp yeniden önümüze sunması veya bizim bu patolojik iyimserliğe isyan edip hayata küsmemiz falan mümkün. O yüzden Madonna’ya “he he” demek ve COADF’la bir saat kudurduktan sonra en sevdiğimiz albümü takıp keyfimize veya keyifsizliğimize bakmamız gerekiyor. velouria Korkunç bir senaryo Afiflinde, “Oh yes, there will be blood” yaz›yor. Buna kaniyiz, ama bir de senaryo olsun isterdik harcadığını düşündüklerine ölümlerinin de bir ihtimal olduğu bir oyun hazırlıyor. Bu oyundan çıkanlar yaşamayı hak edecekler, katilin doğal seçilim ile kafasında tümleştirdiği maniveladan sıyrılamayanlar ise zaten hak etmediklerinden yaşam dışına atılacaklar. Bu oyun içerisine şu veya bu nedenle girmiş yedi kişi bir evde, kendi iradeleri dışında mahsur tutulurken, iki saatten az bir süre içerisinde bu evden dışarı çıkmaları gerekiyor. Evin içerisinde sürekli sarin gazıyla boğuşan bu topluluğu ise katil başka bir yerden bilgisayar vasıtasıyla izliyor. Polis, katilden ipuçlarını alarak bu garipleri kurtarmak ve nerede olduklarını bulmak için çabalarken süre azalıyor ve Digiturk sonlamasıyla izleyici “Bakalım ne olacak?” diyor. Diyor mu? Demiyor. Demiyor zira olanların gerçek olabileceğine dair en ufak bir inanç dahi seyirciye verilemiyor. Düşününüz, iki saat gibi bir süre varken koca bir SWAT timinin romantik komedi film izler gibi sükunet ve rahatlıkla monitöre bakabilmesinin mümkünatı var mıdır? Bir polis şefinin çocuğu tutsaklar arasında ise yapacağı ilk şey ortalıkta deli gibi küfürler sallamak ve katille muhabbet, hatta kanser hastası ve oksijen tüpüyle nefes alabilen bir adamı tehdit etmek midir yoksa bilgisayar sistemi ile evi izleyebilmek için bir network bağlantısının lazım olacağını anlayıp bu bağlantıdan eve ulaşmaya çalışmak mıdır? Yalnız bu kadar değil, katil profili de inandırıcılığı yerle yeksan ediyor çünkü kanser hastası olduktan sonra ölüm gerçeğiyle yüzleşerek psikolojik bunalım geçirmiş ve sosyopati geliştirerek delirmiş hiç bir insan katil kadar tumturaklı ve dört- dörtlük bir mantık silsilesine sahip değildir. Gene böyle hiçbir insan dış çevreye karşı zaafsız da olamaz. Dış çevredeki kendi gerçekliğine uyumsuz her harekete vereceği tepkilerin kendi deliliğinin zorunlu ispatı olabilecek bir insan uzun ve sıkıcı bir konuşmada, Darwin’in yalan yanlış anladığı doğal seçilim teorisini örneklendirerek kusursuz bir ubermensch profili çizmemelidir. Bu kadar idealize edilmiş bir katilin gerçek olamayacağını her izleyen anlar. Bunca kelam sonrasında, iki arada bir derede büyük bir acele içinde izleyebildiğim Saw II filmine başarılı bir korku filmi diyemiyor, hatta korku filmi demekte bile zorlanıyorum. Roma arenalarındaki gladyatörleri ve onlardan dökülen kanı izlemekten daha başka bir anakronda isimlendiremeyeceğim bu nedensiz şiddet gösterisinin de afişiyle müsemma olduğunu söylüyor, Atilla Dorsay gibi not vermeden ancak afişe bir ek çıkarak yazıyı sonlandırıyorum. Kan var, başka da bir şey bulunmuyor. aethewulf araflt›rma Kaybeden, mitlerimiz oldu... Rövanflist kültür 13 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ Rakibi, ancak kaybettiyse meflru ve alk›fla flayan gören bir kültürün seçici “misafirperverli¤i” olsa olsa konjonktüreldir. Kendi mitlerimizi, kendi saham›zda, kendi tahammülsüzlü¤ümüzle bo¤duk... ünya kupası bileti” almak için oynadığımız rövanş, İsviçre’deki maçın hemen ertesinde başlayıp hâlâ da devam eden bir proje. Kendi söylemimizi, kendi kefemizde tartmamız için bir imkan. İstanbul’da yaşanan olaylar, federasyon ve medya tarafından bilinçle organize edilmiş, ince biçimde hesaplanmıştı. Havaalanında, mesai saatleri içerisinde şirketin bilgisi ve oluru olmaksızın en ufak bir gösteri yapması mümkün olmayan Havaş işçilerinin karşılamasından, yol kenarında yumurtalarıyla hazır ve nazır olarak İsviçre kafilesinin otelini ve güzergahını bilerek bekleyen protestoculara, oradan da stadı dolduranları dolduran manşetlere kadar karşılaşma öncesi karşılama fasılları birer “tertipti”. Medya, karşılaşma öncesi, tüm bu “preemptive strike” hamlelerinin failleri olan güdümlenmiş kimi aşırı milliyetçi grupları “kendiliğinden” orada bulunan ve tepki gösteren “halk” olarak lanse etmesiyle olaylara bizatihi müdahil oldu, yönlendirdi, özendirdi. Ki medyadaki “kendiliğinden” orada bulunan “halk” karikatürü, başka toplumsal olaylar sırasında da resmedilmişti. Tuhaftır, Türkiye Futbol Ligi müsabakalarında çıkan saha içi ve saha dışı olaylara “terörizm” sıfatını yakıştırma kıvamına çoktan gelmiş Türk medyası, bir yabancının Türkiye’deki atmosferi “cehennem” olarak manşetlemesinden muaz- zam bir haz duyuyor. Medya, bu yönde yayımlanmış bir haberi kupürüyle birlikte ekranlara, ilkokulda okumayı söktüğünde okuma ağacındaki elmalardan biri olarak sergilenen öğrencinin haklı gururunu anımsatan bir maharet edasıyla sunuyor. Devamında, Kadıköy’deki maç öncesinde İstanbul’daki belli başlı taraftar gruplarına federasyonun bilet dağıttığı haberi taraftar sitelerine anında düştü. Aslan payının asıl ev sahibi konumunda olan bir taraftar grubunun aldığı bu payların bir kısmı karaborsada satıldı, bir kısmı ise “tribünleri şenlendirmek ve yönetmek” amacıyla hazır kıta maça intikal edenlere kaldı. Halbuki, aynı medya ve federasyon “avanta bilet” uygulamasına karşı esaslı cezalar getirmiş, bu uygulamalara başvuran kulüpleri ağır para cezalarıyla tehdit etmiş, caydırmıştı. Bu, “normal şartlar altında” suçlu addedilenin, iş “milli dava” haline geldiğinde nasıl da devlet namına devşirilebildiğinin, “derinleşmenin”, çok küçük ama manidar bir ara nağmesiydi. Maç öncesi bu çarpık ve tutarsız tablo, Makyevelist bir önkabulle, “hedefe” ulaşma yolunda, çok sevimli olmasa da makul gözüktü, hasır altı edildi. Olayların sıcaklığı ve medyanın galeyan pompaları olan spor yazarları korosu şu soruları özenle sakladılar: İsviçre’ye reva gördüğümüz tüm bu uygulamaların ve hıncımızın Meflhur polisiye yazar› Orhan fiahin’den Dokuz ad›mda gerilim roman› yazma rehberi 2 “D alnızca iki hafta süren, ama naçizane yazarınıza (iki haftalık) bir ömür kadar uzun gelen bir ayrılıktan sonra nihayet karşınızdayız. Uzak kaldığımız sürede, Mike Hammer’in maceralarına taş çıkartacak olaylara karıştım... mı acaba? (Bazen istemeden gerilim/polisiye yazdığımı zannediyor, okuyucuyu şaşırtmaya çalışıyorum, mazur görün. Hiçbir olaya karışmadım son iki haftada, evimde Cheetos yemek ve ayak parmaklarımı saymakla meşguldüm.) Tüm polisiye sevdalılarını ve gerilim manyaklarını Sherlock Holmes kasketimi hafifçe kaldırarak selamlıyor ve... tam o anda şimşek çaktı! İrkildiniz değil mi? Rehberimizin ilk bölümünden de hatırlayacağınız gibi, eserinize heyecan ve dinamizm katmanın en etkili yöntemlerinden ilki sıkça kullanmanız gereken “...mi acaba?” ibaresi ise, ikincisi de hikayenizi ani şimşek çakışlarıyla süslemektir. Acı acı çalan telefonun film noir (Fransız- Y mesneti sadece İstiklal Marşımızın ıslıklanmasına karşılıktı değil mi? Dahası, sanki Türk Milli Takımı taraftarlarının, bizlerin, rakip ülkelerin milli marşları okunurken ıslıklama gibi bir huyu, adeti yokmuş gibi davranmak, hangi olmayan saygının hesabını yekten rakibe mal etme çarpıtmasından besleniyor olabilirdi? Bu, rakibe milliyetçi hamasetler üzerinden yüklenme stratejisinin doruk noktasına ulaştığı yorum ise “Medeni İsviçre” argümanında vücut buldu. Islıklanmasına haklı olarak bozulduğumuz marşımızın ebesi olan şiirde Ersoy’un “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesi durmaksızın tekrar edildi. İsviçrelilerin yetmiş saniyelik ıslıklama çiğlikleri üzerinden yüz elli yılı aşan batı kompleksimizin boşalmasını sağladık ve asıl medeniyetin bizde olduğuna böylelikle kanaat ettik. Bir anda, yüz milyarlık borçlarımızdan da modernleşme projemizin sıkıntılarından da silkinip ferahladık. Tıpkı “Zenginler de Ağlar” dizilerini seyrederek kendi haline şükreden müzmin yoksullar gibi rahat bir nefes aldık. Öte yandan, maçın hakeminin bariz şekilde milli takımımız lehine düdük çaldığı, maç öncesi Dünya Kupası’nın “pazarlama” kaygısında olan FİFA’nın hakeme “Türkiye maçındaki performansa göre şampiyonada görev alıp almayacağı belli olacak” gibi teamüllere aykırı bir uygulamayla net bir “mesaj” verdiği müsabakanın bu yönünü asla mevzu etmedik. Çoktan bir ‘loser’ haline gelmiş Fatih Terim’in maç ertesinde bir türlü ket vuramadığı egosuyla masayı yumruklayarak İsviçre’de verilmeyen penaltımızdan bahsetmesi ise bu tablo içerisinde, sahte Picasso tablosu gibi sırıtıyordu. Kötü bir Tatar Ramazan portresi. Maç sonrası, Türkiye’ye varışlarından bu yana taciz edilmiş, akıl almaz stresli bir atmosferde oynamış, az daha hakemin tarafgirliğiyle elenme noktasına gelmiş İsviçreli oyuncular, tünele doğru koşuştururken adeta canlarının derdindeydi. Vaktinde, bir anlık dalgınlığı yüzünden en okkalısını yapabileceği bir faulü ıskalayarak “fair-play” ödülü alan Alpay Özalan, tünelde “Beckham’a Muamele Vol. 2” yi yazdı, oynadı, yönetti. Maç bitti “Delikanlı” tavırları paçalarından akan Davut Dişli’de kemikleşen federasyon, spor merkezleri ve malum yazarlarıyla medyamız ve devlet erkanı tüm bu olup bitenlerden sonra elbette kendi kendilerinin muhasebesini yapıp takkeyi öne almaktansa ilk maçtan bu yana çaldıkları nameyi kuvvetlendirerek “Türkiye üzerine oynanan derin dolaplar”, “çirkin kampanya” başlık ve de- meçleriyle aynı milliyetçi pedala yine tam gaz devam ettiler. Olaylara karışan bazı İsviçreli oyuncular bu sırada, karmaşa içerisinde yaptıklarından dolayı hatalı olduklarını söylüyor, ceza almalarının normal olduğunu belirtiyorlardı. Tüm bu olaylar, toplumumuzun medyasıyla, resmi kurumlarıyla, devlet büyükleriyle, taraftarıyla ne kadar, nasıl toplum olabildiğini ortaya koydu. Kendi kendisini eleştirebilmeye karşı fizan kadar mesafeli duran tüm bu kişi ve kurumlar kendi yarattıkları bir mitin kendi elleriyle “yapıbozumunu” gerçekleştirdiler: Türk misafirperverliği. Haksız olduğunda sesini daha da yükselterek bu haksızlığını örtme gayesinde olan bir çocuğu andıran bu rövanşist kültürümüzle hangi toplumsal sorunlarımızı, nasıl çözeceğiz? Serinkanlılık, hakkaniyet ve kendisini eleştirebilme meziyeti yokken, medeniyetler arasında kuracağımızı iddia ettiğimiz hoşgörü potası “köprü”nün harcı ne olacaktır? Hoşgörümüz, tıpkı Güney Kore ile oynadığımız dünya üçüncülüğü mücadelesinin ertesinde olduğu gibi, ancak bize “kaybeden” karşısında tedavüle giriyor. Toplumsalsiyasal alanda milliyetçiliği baskın tüm kültürlerde olduğu gibi “Gerisi beter, gerisi malum.” gari Bölüm ca’da “İnsanların kafalarını ağır ağır sağdan sola çevirip sigaralarından kallavi bir nefes çektikleri film” manasına gelir) sinemasındaki işlevi ve önemi ne ise, aniden çakan şimşeklerin ve şimşeği takip eden korkunç gök gürültüsünün matbu gerilim eserlerindeki işlevi de odur. Bu konuya daha ayrıntılı olarak yedinci bölümde değineceğim, fakat şimdilik akıldan çıkarmamanız gereken temel eşitlik şu: Ani şimşek = Bol gerilim. Gerekiyorsa unutmamak için kulağınıza şimşek şeklinde küpe takmanızı öneririm. Bu kısa hatırlatmadan sonra, bugünkü dersimize geçelim: Gerilim romanınıza hız kazandıracak, aşk, entrika ve noktalama işareti dolu diyaloglar yazmanın sırrı nedir, ne değildir? Tüyleri diken diken edecek, korkudan fazla yağları eritecek diyalog yazmanın bir püf noktası mevcut mudur? Retorik soruların kullanımında aşırıya kaçmak okuyucuyu sıkar mı? Cevaplar sırasıyla “Şimdi anlatacağım”, “Evet” ve “Hiç şüphesiz”. 2. Ad›m: ‹nsanlar konufla konufla... Yazacağınız polisiye/gerilim romanının “Harry Potter” serisinin yakaladığı başarıya ulaşmasını, yakın akrabalarınız haricindeki insanlarca da okunmasını istiyorsanız, hikayenizde bir takım karakterler olmalı, ve -dikkat edin, diyalog yazarken hatırlamanız gereken birinci kural geliyor- bu karakterler manalı kelimelerden oluşan anlamlı cümleler aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurmalıdırlar. Şu tür bir hikayeyi takdir edersiniz ki en fanatik polisiye meraklısı dahi okumaz Komiser: Zbdfslk dfsr misin? Haa? Şüpheli: Hayır! Kemzn efh! Halbuki şu şekilde olsa: Komiser: Katil sen misin? Haa? Şüpheli: Hayır! Katil sensin! Aman tanrım, meğer katil komisermiş! İşte, romanınızı yazarken anlam ifade eden kelimeler kullanmanın önemini görüyoruz. Yalnız, bu diyalog da olabileceği kadar kuvvetli değil, zira manalı cümleler kurmanın ötesinde aklınızda bulundurmanız gereken ikinci kuralı ihlal ediyor: Okuyucuyu söylenenler değil, söylenmeyenler meraklandırır. Romanınıza hikayenin merkezindeki muamma, çözülmeye çalışılan hadise ile ilgili ufak ipuçları serpiştirseniz dahi, ana karak- terler arasındaki konuşmalarda ser verin sır vermeyin. Örnekleyelim: Komiser: ...... Şüpheli: ....... Gizemli Adam: ..... İşte şimdi gerilim sanatında mükemmeliyete ulaştık. Maalesef bu hafta bana ayrılan köşenin sonuna geldik. Önümüzdeki haftalarda romanınızın ritmini ve akışını ayarlamanın püf noktalarını ve de (iyice anlamanız için) aniden çakan şimşeklerin önemini inceleyeceğiz. Sizi alıştırma yapmanız için gerginlik ve entrika katmanız gereken bir diyalog ile baş başa bırakıyorum. Lütfen aşağıdaki boşluğu doldurun ve bir dahaki sefere kadar gergin kalın: Komiser: Salı günü gece 11’de neredeydin? Şüpheli: Sizin evde poker oynuyorduk komiserim, siz de oradaydınız! Komiser: Benim evim yok ki, Pazartesi kundaklanmıştı! Şüpheli: ____________ Komiser: Ha ha ha ha!!! 14 EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık inceleme Çocu¤um nas›l yetifliyor? Ergenlik döneminde mahalli etkenler ve fantazileri flekillendiren Levent Abi yaklafl›m›... üzel dedin, hoş dedin Levent Abi de dubaları geçen yerde benim ayaklarım yere değmiyor zaten. Tedirgin oluyorum bu bir; ikincisi, sen ver elini Bodrum, ver elini Olympos gezerken ben nahif bir ortaokul öğrencisi olarak ailemle beraber paşa paşa devlet kampına gidiyorum tatillerde. Sabah ve öğleden sonra zaten annemlerle giriyorum denize, öğlen desen 2-4 arası kırmızı bayrak çekiliyor sahilde, çok tehlikeli, girmiyorum. Gece de en bir nefis eğlencemiz ailece güzel bir yürüyoruz sahil yolunda, bana dondurma alıyorlar üç top, paşa paşa onu yiyorum. Hayır, G hadi diyelim ki ben isyan ettim, tutturdum gece denize gireceğim diye, partneri nereden bulacağım? 15 günlük kamp döneminde iki gece çay bahçesini disko yapıyorlar, o iki gecenin gündüzünde de kampta konuşulan yegane konu bu. “Ooo Sedat Bey, bu gece de gençler eğleneceklermiş ha! ho ho ho!” diyor babam; “Tabii tabii, onların hakkı canım eğlenmek, oynasınlar güzel güzel! ho ho ho!” cevabını alıyor. Babam bütün gün fütursuzca aynı espriyi yapıyor. Akşam yemeğinin ardından ben güzelce giyiniyorum, 1993’ün en havalı rengi olan buz mavisi renginde kotumu, altına da boğazlı beyaz 1990’larda insanlar sahilde bikini ve havlular›n› sallayarak anlafl›rlard›. Havlu sallamak ‘sorun yok’ anlam›na gelirken, bikini üstü sallamak “Ay Turgut yetifl beni z.kiyolar” demekti. spor ayakkabılarımı çekip jöleli saçlarımla atıyorum kendimi diskoya. İçki, daha dün gece fokur fokur çayın kaynadığı çay ocağında bildiğimiz çaycı Hamit Abi aracılığıyla satılıyor ve Hamit Abi, kafamdaki “Evimiz Hollywood’da”nın o samimi, o içten bar sahibi modeline çok gün içinde kampın yerel anonslarını yapan Abidin Abi var. Yokluk tabii, muhtemelen mikrofondan, yayından anlayan tek kişi olması sebebiyle adamcağız DJ’lik de yapmakta. Abidin Abi’nin orada oluşu tuhaf hissettiriyor bana kendimi, daha geçen gün tam denizdeyken aniden “Ondan sonra aç›ld›k biz k›zla iyice, dubalar› falan geçtik, bafllad›k seviflmeye” uzak. Gönül istiyor ki içki almaya yöneldiğimde “Oo depeyi, buz mavisi kotunun paçalarını boğazlı spor ayakkabının içine sokmuşsun, sanıyorum yeni bir modanın öncüsü olacaksın” desin, “Vay canına saç modelin aynı Brandon gibi olmuş dostum” desin ama neredeee? Sırf bu geceye özgü, içinde bulunduğumuz devlet kampı çay bahçesine disko denilmesinden ötürü rafa konulmuş bir iki bira var -ki onlara da henüz Hamit Abi’nin önünde eğilmeme gerek kalmaksızın oral seks yapabilecek boya ancak varabildiğim bir yaşta ulaşmam olanaksızonun dışında bildiğin meyve suları, kolaydı fantaydı, herkes onlardan içiyor. Bir cesaretle parayı uzatıp “Bir bira” diyorum, ama “bira” kelimesi ağzımdan çıkarken olanca kontrolüme ve kısık sesle söyleme gayretime rağmen yeni ergenliğin dudaklarım üzerinde hakikaten iğrenç görünen ayva tüyü model bıyıklarımla beraber bana ikinci getirisi olan çatallaşmış sesim hönkürüyor adeta. Kıpkırmızı olan suratımla etraftaki tüm sesleri duyar gibi oluyorum: “Ay ay Bülent Bey’in oğlu ne dedi öyle ayol? Ay resmen biraaeyy dedi çocuk ahaha” gülüşmeleri kulağımı tırmalarken Hamit Abi’nin pis pis sırıttığını fark ediyorum. Bu durumdan kurtulmak için bir anlığına yukarıda sözünü ettiğim boy avantajımı kullanıp “Ağzıma alayım mı Hamit Abi, bak eğilmeden yapabiliyorum ben” diyerek farklı bir boyutta samimi barmenmüşteri diyaloguna koşmayı düşünüyorum, ama Bülent Bey’in oğlu olma ağırlığı bu düşüncemi durduruyor. Arkamda kuyruk olmuş durumda ve artık bana verilmeyeceği kesinleşmiş olan bira dışında bir başka talebim yoksa eğer bu mekanı sonsuza dek terk etmem gerektiğinin farkındayım. Oysa saçlarımı jölelemişim ve tövbe billah Nothing Else Matters çalmadan bu diskoyu terk etmeme yeminleri etmişim. En azından metalci hatun vardır içlerinde, metalci hatun agresif olur, isyankar olur, bir umut diskodan çıkıp dubalardan öteye -ipi bile geçerek!- yüzer de sevişiriz diye terk-i diyar eyleyemiyorum. Hamit Abi’ye bir kez daha dönüp en az buz mavisi kotum kadar havalı olduğunu düşündüğüm siparişimi veriyorum: “Abi bana bir meyve kokteyli, şeftalisi çok olsun, gazozunu da iyice köpürt.” Harika meyve kokteylimle beraber bir sandalyeye oturup etrafı kesmeye başlarken müzik başlıyor. Aaa bir bakıyorum DJ kabininde gelen “Sayın depeyi, sayın depeyi, telefonunuz var, lütfen en yakın telefon kulübesine geliniz” anonsunu hatırlıyorum. Bir hışımla “La la laa yeminle beni çağırdı, vallahi bana telefon var. Allah’ım sanırım Pelin bu, evet Pelin bu! Ooff nereden bildi ki benim burada olduğumu?” diyerek en yakın telefon kulübesine annemin “Yavrum gel bak üşüteceksin. Olmaz öyle ıslak mayoyla” diye bağırarak tuttuğu havluyu bile bir kenara fırlatıp sudan yeni çıkmış o ıslak halimle -bilhassa yeni terlemiş bıyıklarımdan dudağıma damlayan o tuzlu suyun ne denli seksi göründüğünü sizlerin takdirine bırakıyorum- koşuşumu hatırlıyorum. Ahizeyi kaldırıp “Abidin Abi, merhaba depeyi ben, telefon vardı da” deyişimi, Pelin’in sesini beklerken atan kalbimi ve sonunda karşılaştığım anneannemin sesini! Hayır düdük, Pelin seni neden arasın değil mi? Yok, umut işte. Anneannem bir de “Bu sefer de seni anons ettireyim dedim, sevin diye” diyor ki halim hakikaten içler acısıymış a dost- dans etti değil mi o metalci kızla?” söylemindeki sevimliliğin “Ay Bülent Bey’in oğlu ne biçim şaapıyordu dubaların arkasında? Biraaeey biraeey diye bağırdı çocukcağız sanki bütün gece denizin içinde. Hayır bir de eline mayosunu alıp böyle böyle salladı ya havada” dedikodularında asla bulunmayacağını da kendime iyice açıklayıp bir güzel uykuya dalıyorum. Gözünün yağını yiyeyim Levent Abi. Koskoca adamsın, mahalle futbol takımının kurucususun ve yıllar yılı beni hep kaleye geçirerek içimdeki gol yollarını koklayan yıldız sol beki zaten öldürmüşsün. Daha da her yaz başka bir seksüel adetle karşıma gelip Saklambaç’ta Nurseli İdiz’in fazladan açılmış düğmelerinden görünen bir memesi ve Cem Özer’e katılan o kadının iki memesi olmak üzere toplamda üç, kadın başına ortalamada 1,5 meme görmüş olan -ama bu haliyle vallahi billahi mutlu olan- beni neden böyle heveslere yöneltiyorsun? Geçen sene deniz dedin, açılmak, mayoları sallamak dedin, 24 saat Türk pop müziği çalan özel radyoların canlı yayınlarında “Levent’le gece denize girip, açılıp, mayolarımızı çıkarıp salladık biiiiz! ihihi!” beyanında bulunarak DJ’den haklı bir biçimde “Vaaoov çılgınsınız!” takdirini kazanan konuklarına özenip meyve kokteyline verdim kendimi acımdan. Şimdi bu yazın modası da sanal seks oldu öyle mi? Peki ulan bunu da deneyeceğim. Deneyeceğim de evdeki Commodore’la nasıl yapacağım onu kesti- “Neyse gene netteyim bir gün, bakt›m chat odas›nda yaln›z bafl›na bir hatun, bafllad›k m› biz sanal sekse kanal›n ortas›nda” lar, anneannenin anonsuna kalmış bir tutam sevincimiz, “Ha sağol anneanne” falan deyip, kapatıp dönüyorum denize. Abidin Abi’yi görmemle beraber bunlar geliyor gözümün önüne ve tuhaf hissediyorum işte. Sanki, önceki o ani mutluluğun ve ardından gelen hayal kırıklığının sebebi oymuş gibi. Bu hissiyatla oturuyorum bir yarım saat kadar. Zaten ondan sonra da babamlar geliyor. Babamın o şen sesiyle “Yav azıcık da biz eğlenelim Sedatçım değil mi?” diyerek piste atladığını görmemle gece benim için zaten bitmiş oluyor. Eve dönüp yatağıma giriyorum, boyumu geçen yerde zaten can havliyle bacaklarımı cabada cubada suyun içinde oynatarak kafamı dışarıda tutmaya çalışırken bir yandan o mayo nasıl çıkacaktı ki, metalci kızı hadi tavladın diyelim kıza yarı su yutar bir biçimde “Blörp canım sen az dur şurada blörp, ben blörp, kıyıda bir çıkarıp geliyorum” mu diyecektin, ne diyecektin diye sorular sorarak içimi rahatlatmaya çalışıyorum. Disko gecesinde olabilecek maksimum şeyin bir dans olacağını ve “Bülent Bey’in oğlu ne güzel remiyorum. Kaldı ki rezil olmamak için “Abi tam olarak nasıl oluyor bu sanal seks?” diye soramamışım. Düşünüyorum, benim bilgisayarımın ulaşabildiği en feminen konum, kafa ayarı yapmak için teybe oje damlattığım zamanlar oluyor ki, pipimi teybe sokamayacağımı kestirebilecek yaştayım. Eh, şekil itibariyle joystick’e benziyor bu uzvum amma velakin teknik bilgime dayanarak onunla da olimpiyat oyunlarının Commodore uyarlamalarında olduğu gibi seri bir biçimde sağa sola ittirip hızlanmayı sağlamanın sonuçta bir yay kopuşuna neden olduğunu ve o kopan yayın tamirinin hiç de öyle kolay olmadığının farkındayım. Demek ki bu sanal seks denen meretin içinde yalnızca ben ve bilgisayar olmamalıyız, en iyi ihtimalle adaptör fazla ısınır zaten öyle bir durumda. Mahalleden benim gibi ortaokul çağında sivilce basmış suratını Levent Abi tarikatına adamış bir yoldaşla beraber tutuyoruz internet kafenin yolunu. Kafe sahibi sağ olsun bizle içten içe d..şşak geçmesine rağmen güzelce açıyor bir chat programı; kanal şudur, nick budur deyip öğretiyor. Amacımız direkt inceleme Kamptan edindi¤i deneyimle Hamit Abi sonunda kendi yerini de açt›. sanal seks olduğundan ve bunu cebimizdeki paranın yettiği kadar dakikada gerçekleştirmek arzusunda olduğumuzdan -ki bizim kuşağın erken boşalma problemi varsa eğer bunun sorumlusu da dial-up döneminin öküz gibi gelmesi önlenmeye çalışılan faturalarıdır. Nice genç rekor üstüne rekor kırmış, bir jpeg açılma süresinde rahatlayıp Fifa oynamaya devam etmiştir- koşullara en uygun nick’i seçiyoruz kendimize: “Kalınca”. Akıyoruz ortama hacım, cıvırlar bizi bekliyor diye dolanıyoruz kanalları. Terminolojiye yabancı olmanın nelere mal olabileceğini daha ilk konuşmada fark ediyoruz. “asl?” mesajını almamızla beraber önce şaşkın şaşkın birbiri- mize bakıyoruz. “Abi, asılıyor musun diye soruyor sanırım” diyorum, cevap veriyoruz: “Günde iki defa genelde, Cumartesileri Sat-1’i beklersem üç oluyor” diyoruz. Gelen “Ahahah” cevabını sessiz sinemada nice kelimeyi bölerek anlatmış canlar olarak “Ah ah ah” olarak yorumlayıp yürü be oğlum bee, yürü be inlemeye başladı işte diyerek birbirimizi kutlayıp bir sevinç yumağı oluşturuyoruz. Biz de “ah” diyoruz, “oh” diyoruz, tıkanan sohbete ve bir türlü gelmeyen cevaplara rağmen hayatımızın ilk sanal seks deneyimini böylece noktalayıp mahallemize dönüyoruz. Zevk almışız, almamışız ne gam! Pırıl pırıl gözlerimizde gururla Levent Abi’nin karşısına çıkacağız ya o yetiyor bize. Üstelik kararlıyım bu defa, “Levent Abi önümüzdeki maçta kaleden çıkayım, sol bek oynayayım mı?” diye soracağım kesin. Ben liseye geçtim ya, fantezide iyice çığır açtı Levent p..vengi. Tövbeler olsun daha bir maçta kaleden çıkamadım hâlâ. İ..ne Volkan sol bek oynuyor, ben onun arkasındayım yıllardır. Beyzbolcu kepi takarak bir Toni Schumacher tadına koşmaya gayret ediyorum, ama yok, kızlar forvet seviyor, bek seviyor. One night stand diyor adam, tamam İngilizce biliyorum ama phrasal verb’lerde, genel kalıplarda sıkıntım var. Volkan’a soruyorum fısıldayarak: “Naapmış lan bu gene?” diye, o da çok hakim değil konuya şekilde kendi hayatımızda uygulamaya kalkmışız. Eh, el mecbur bunu da yapacağız işte. Lakin hissediyorum, bara gidilecek, gece kız eve çağırılacak. Oraya kadar tamam, ama gerisi karışık. Babama ne diyeceğim ben? “Baba merhaba bu Dilek, biz azıcık duracağız şöyle antrede yan yana. Levent Abi yapmış çok nefismiş” mi? Fantezi dünyasının böyle bazen içinden çıkamayacağım kadar karışık oluşu hiç hoş değil diye düşünüyorum. Eve getirmek olmaz kızı, başka eve gidilecek belli. Eee pijamalarımı n’apacağım peki ben? Bara sırtımda çantayla mı gideceğim? Alışmışım, süveter giymeden yatamıyorum, içime giysem potluk yapıyor göbek yanlarından, hiç lüzumu yok. Tam ben bunları “Sonra ç›kt›k bardan, dedim bize gidelim, geldik. Güzel yapt›k one night stand’imizi” “Abi sanırım yan yana ayakta durmuşlar kızla barda” diyor, stand dedi diyor, stand-stood-student biçiminde çekince stand fiilini Volkan’ın konuya bakışının benden de bön olduğunu fark ederek o oynadığı sol bek pozisyonunu hiç de hak etmediğini düşünüyorum. Levent Abi’ye özenmişiz yıllar yılı, anlattıklarını ama doğru ama palavra bir düşünürken Volkan’ın “Oğlum bu yaşta bizi bara almazlar ki” sözleriyle kendime geliyorum. Evet, çok temel bir problemimiz var: Bar için yaşımız tutmuyor ve Gangsta’s Paradise çaldığında birden yükselen “Aaaaaaaaaa” çığlıklarıyla Allah muhafaza biri kıza değdirdi galiba diye düşünmeme neden olan iğrenç öğle partilerinde de bu iş olacak gi- 15 25 Kasım-1 Aralık EKfi‹ bi durmuyor. One night stand, bir başka bahara kalıyor. Ve y›llar sonra... Mahallede bizim dönemden pek kimse kalmamış, hep çoluk çocuk. Krallığımı ilan etmişim, mahalle takımını ben kuruyorum, herkesi sırayla kaleye geçirerek ne denli adil olduğumu cümle aleme gösteriyorum. Levent Abi evlenmiş. Arıyorum bir gün “Abi merhaba, ben depeyi, one night diyordun hani, o iş tamam abi evelallah” diyorum; “Vay depeyim, sen çok kaptırmışsın kendini. Ben öyle siz gaza gelin diye anlatıyordum onları” diyor. Hayallerimin Levent Abisi bir anda yıkılıyor. Onu bir Christian Troy belleyen bünye boşluğa düşüyor, sendeliyor. Ertesi gün müthiş çekişmeli bir mahalle maçından sonra çocuklar soruyorlar, depeyi abi nedir, ne yapmalıdır bu karı-kız konusunda diye. Gözlerimi ufka doğru döndürüp bir sigara yakıyorum... Bu gelenek devam etmeli diyorum... Başlıyorum anlatmaya: “İşte ben bunların üçünü de aldım, tabiri caizse üçünü de kaldırdım. Dedim biriniz mayosunu sallayacak, biriniz na bu bilgisayarın başına oturacak, öbürünüzle de ben gidip antrede duracağım. Ama nasıl mest oldu üçü de. Neyse sonra...” depeyi Dünyan›n en tuhaf bitkileri “Evren yalnızca tahayyül ettiğimizden değil, aynı zamanda tahayyül edebileceğimizden de daha tuhaf” demişti İngiliz genetikbilimci ve biyolog J.B.S. Haldane bir zamanlar. Ekşi olarak sizler için dünyanın en garip, en sıradışı, en şaşırtıcı bitkilerinden bir demet derlerken zihinlerimizde çınlayan işte hep bu sözdü. Sosis A¤ac› (Kigelia Africana) Afrika’da yetişen bu ağaç, ismini dallarından sarkan uzun, kalın ve dev sosislere benzeyen meyvelerden alıyor. Gana’da yaşayan Aşanti kabilesi içinse bu meyvelerin çağrışımları biraz farklı olsa gerek ki, onlar bu bitkiyi kendi dillerinde “sarkık göğüs ağacı” olarak ifade ediyorlar. Ağacın boyu genelde 20 metreyi aşarken, tuhaf meyvelerinin 1 metreden uzun olup 10 kilodan fazla çektiği görülmemiş şey değil. Ağacımız yöre halkları tarafından başta cilt hastalıkları olmak bir dizi rahatsızlığının tedavisinde, ayrıca yerel biraların yapımında kullanılıyor. Meyveleri ise maymunların ve fillerin en gözde besin kaynaklarından. Welwitschia mirabilis Namibya çöllerinin bağrından kopan bu bitki iki bin yıldan daha uzun yaşayabilmesine rağmen gövdesinin uzunluğu çoğunlukla 1 metreyi aşmıyor. Bununla birlikte, ağacın 2 ana yaprağı hiç dökülmüyor, ağaç yaşadığı sürece uzamaya devam ediyorlar ve bu şekilde 6 metre uzunlukta yapraklara sahip olabiliyor cüce ağacımız. Welwitschia mirabilis ilk olarak 1859 yılında Avusturyalı botanikçi, gezgin ve doktor Friedrich Welwitsch tarafından keşfedilmiş, familya adını ondan almış. Latince “şaşılaşı, mucizevi” gibi anlamlara gelen “mirabilis” ise ağacın tuhaflığına bir gönderme. Banyan A¤ac› (Ficus benghalensis) Denizy›ld›z› Çiçe¤i (Stapelia variegata) Hura crepitans Sarılı kahverengili bir denizyıldızına benzeyen bu bitki Afrika kökenli ve aynı zamanda “leş çiçeği” diye de biliniyor. Zira etrafa çürümüş cesetlerden yükselene benzeyen korkunç bir koku yayıyor. Bu kokuya kanan sinekler bitkimizi ölü bir et parçası zannediyor, onu yumurtalarını bırakmak için ideal bir yer olarak algılıyorlar. Yumurtalarını çiçeğin yüzeyine bıraktıklarında ise ister istemez çiçek demeye dilimizin varmadığı bu bitkiyi döllemiş oluyorlar. Puya raimondii Hindistan’da yetişen bu incir ağacının ilginçliği, birden fazla gövdeye sahip olması. Ağacın dallarından sarkan filizler yere ulaşınca kök salıp kalınlaşarak yeni gövdeler oluşturmaya başlıyorlar. Bu şekilde ağaç teoride sonsuza dek genişleyebilir, nitekim bu sebeple Hindistan’da ölümsüzlüğün ve kudretin simgesi olarak büyük itibar gorüyor, ve hatta ülkenin milli ağacı. Kalküta Botanik Bahçesi’ndeki 200 yıllık bir banyan ağacının 1700’ün üzerinde kökü var. Büyük İskender’in Hindistan seferi sırasında ise yirmi bin askerin tek bir banyan ağacının altına sığındığı rivayet ediliyor yor. Bu özelliğiyle bazı (klişe) yazarlar tarafından “gerçek aşk gibi nadide ve kıymetli” olarak nitelendirilmiş. Güney Amerika’da, And Dağları’nın tepelerinde yetişen bu bitki metrelerce boyuyla ananasgiller familyasının en büyük üyesi. Ender rastlanan bu türün çiçek açması için bazen yüz elli yıla kadar uzanan bir zaman gerekiyor. Ancak bitki bir kere çiçek verdikten hemen sonra ölü- Güney Amerika’ya özgü tropikal bir ağaç olan hura crepitans’ın tuhaflığı tohumlarını yayma şeklinde yatıyor. Bu ağacın meyveleri belli bir olgunluğa ulaşınca şiddetle patlıyor ve bu şekilde meyvenin içinde yer alan tohumlarını metrelerce uzağa fırlatıyorlar. Bu patlamanın gürültüsü tesadüfen etrafta bulunanları yerinden sıçratabilecek kadar kuvvetli ve bu yüzden ağaç kimi yerlerde “dinamit ağacı” diye de anılıyor. Patladığında etrafa dağılan kabukları yunus şeklinde ve bunlar yöre halkı tarafından taki yapımında kullanılıyor. Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Yaz› ‹flleri Kemal Ekin Aysel Düzeltmen kays el mecnun Foto¤raf Serkan Kufl Katk›da bulunanlar: aethewulf, benbirpipodegilim, days, gari, immanuel tolstoyevski, jokond, motorbreath, narrator, nickfallin, otisabi, parantez, slijngaard n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Zehra De¤irmenci Özel Projeler Müdürü Dilek Özgen Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:eksidergi@gazetevatan.com Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22 ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur. Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder. “Senin ben can›na koyum you are so sweet” üfür ve hakaret kelimelerini dilimizde bir miktar anlam kaymasına uğramış halleriyle kullanıyoruz. Her ikisi de Arapça. Küfür, dini yönden sapkınlığa düşmek; hakaret (etmek) ise birini ya bir şeyi “küçük” görmek demek. Türkçe’de ise küfür “noktalama işareti olarak a....koyayım” olarak değerlendirilir iken, hakaret “Ne baktın lan şişko?” manasına geliyor. Birine hem hakaret hem küfür edersek bu korkunç sonuçlar doğurabilir. Ancak yalnız hakaret etmek, yalnız küfür etmeye nazaran biraz daha az infial uyandırıcı. Örnekleyelim: “Sen kocama laf edeceğine kendi gemi gibi kıçına bak” (hakaret) “Ben senin dünyanı s...m” (küfür). Bu iki örneği herşeyden habersiz birer denek üzerinde apansızca uygularsak ikincisinin daha şiddetli tepki çekeceği kesin gibi. Peki burada bir tenakuz yok mu dersiniz? Hakaret, doğası itibariyle daha kompleks, kökü daha derinde olması muhtemel bir atıf. Üç yıldır birlikte çalıştığınız iş arkadaşınıza bir tartışma esnasında kendinizi tutamayarak “Yılan gibisin Orhan” demeniz, Orhan’ın senede iki kere deri değiştirdiğini düşündüğünüzü değil, onun sinsi, hain, içten pazarlıklı olduğuna inandığınızı gösterir. Oysa Orhan’a “Ümüğüne koyayım Orhan” diye çıkışırsanız, iş arkadaşınızın gırtlağı ile halvet olmak istemediğiniz; bunun altında daha derin bir mana olmadığı son derece açıktır. Matematik sonuç: hakaret daha karmaşık, daha ciddiye alınası; küfür ise daha “anlık”, daha vokal ve daha boş tıngırdayan bir iletişim biçimi. K Her fleyi zorlaflt›r›yor muyuz? Küfrün görece zinde ve tempolu yapısı onu günlük hayatımızda hakarete nazaran daha sık başvurulan bir refleks haline sokuyor. Öyle ki bir çok insan selamlaşırken, taşa takılıp tökezlerken, sevişirken (hmm) veya rüyasında dahi hiç düşünmeden, kolaylıkla küfrediyor. Ve yukarıda bahsedilen “önemsiz” doğasına karşın yapay hukuk kuralları değil, belki de daha etkin işleyen ahlak kuralları tarafından tuhaf bir şekilde hakaretten aşkın bir tepki ile karşılanıyor. Sokakta birbirine “güvenilmez adam!” diye bağıran çiftler arasında görülen cinayet işleme oranının, “Ne bakıyon lan i...ne?” haykırışı sonucu kaydedilenlere nazaran son derece az olduğunu görmek için istatistik tutmaya gerek yok. Bu, yi- Yukar›daki cümleden iflbu yaz›n›n kalbine direkt giriyorum. fiu anlam geniflli¤ine, içeriden akan samimiyete dikkat buyurunuz. ne, çelişik durumdan bir soruya ulaşabilir miyiz? Acaba hakaret etmek, küfretmek karşısındaki azametine rağmen daha az mı ciddiye alınıyor? Daha doğrusu daha az ciddiye alındığı belli de, neden böyle oluyor? Birbirimize sık sık küfredeceğimize, küfrü bir yandan sıradanlaştırıp, ehlileştirip, diğer yandan da ona atfettiğimiz önemi sürekli sabit tutacağımıza hakaret etmeyi yaşamımıza daha çok soksak ne olur? Coğrafyadan coğrafyaya, ülkeden ülkeye ve cumartesiden cumartesiye değişen kültür kodlarının ürettiği minik sapmalar bir yana (yani bireylerin hakaret karşısında erişebildikleri esneme eşikleri), hakaret etmenin toplumsal eşitlik için bir harç, bir zamk olduğunu düşünülebilir. Bireylerin kimisi daha geniş, kimisi daha dar sınırlarını “olması gereken” düzeyinde tutabilmek için, diğer basit bir deyişle yaşamı daha kolay kılmak için hakaret edecekken iki kere düşündüklerini varsayabiliriz. Örneğin bir otobüste iki groston olması nedeniyle sizi cama sinek gibi yapıştıran şişman bir insana dönüp “kendini biraz büzmeye ne dersin fil? Ölmek üzereyim” dediğimizi hayal edelim. Bu şişman kimsenin ister geniş ister dar olsun, yaşamını idame ettirmek için çizdiği sınır, çok büyük bir olasılıkla bu aleni çıkışı görmezden gelmekte aciz kalacak ve sizin de süratle benzer bir karşı atakla, belki de “light hakaret” addedilebilecek “küfür” ile hemhal olmanızı sağlayacaktır: “Sen kime diyorsun lan onu köpek” diyerek aranızdaki maçı başlatacaktır. Asırlarca tartışılagelen “siyaseten doğruluk” kavramının sıkıcı etik dokusuna girmekten kaçınarak günlük hayat tablosu içindeki yansımasına bakalım. Dolmuş örneğine geri dönecek olursak görürüz ki sizin yükselttiğiniz seste yatan açık seçik anlam “işi” zorlaştırmıştır. Yani kibar bir baş hareketiyle “Afedersiniz, biraz toparlanmanız mümkün müydü” demeniz, yüzde beş kesin iyi ve kötü niyetli yüzde onluk dilimin dışında kaldığı bilimce mimli yüzde doksana dahil “normal” bir kimse nezdinde işi kolaylaştıracak, “Estağfurullah bağışlayın, hep çok çalışan hormonlarımın suçu” gibi benzer bir kibarlık ile denge bulacak ve işte, “işi” kolaylaştıracaktı. Bu yazının tamamında, şu ana dek sözü edilen bireyler arası zarafete dayalı eskrimin lüzumu, ve belki de buradan hareket eden bir yolcunun “doğa kanunu”, “orman kanunu” denen insanlık haline ulaşıp ulaşmayacağı tartışılıyor. Orman kanununu yazsam yeniden... Dünya hayatında başımıza gelip çatan; aşktan politikaya, sanattan, ekonomiye belki de tüm sahalarda elimize yüzümüze yumak gibi dolanan ve önümüze aşılmaz engeller olarak dikilen en büyük problemlerden bir tanesi “bir türlü düşündüğünü söyleyememek” değil mi? Hal böyle iken düşündüğümüzü bir diğer türlü, daha da sıkı sıkıya gizli ve bastırılmış türden diyebileceğimiz şekilde sarıp sarmalamak, “haka- “...ayr›ca sar›¤›n›z k›ç›ma benziyor. Esirleri serbest b›rakmazsan›z ülkenizin a..na koyar›z.” ret” adını verdiğimiz kaka bir eylem ile isimlendirip tavanarasına kaldırmak bize çok güzel şeyler mi kazandırdı? Sanmıyorum. Hakaret (ve küfür) bu kadar ayıp, gizil ve rezil bir şey ise neden en çok en sevdiklerimize hakaret (ve küfür) ediyoruz? Neden olay, olgu ve kişilere yönelttiğimiz büyük övgülerin içinde hep hakaret (ve küfür) hatırı sayılır bir hacim kaplıyor? “Helal olsun eşşekoğlueşşek” ten başlamak kaydıyla “zeka” ve “cinlik” çağrıştıran “i...ne” küfründen devamla, ceza kanununa göre birine atfedilmesi suç teşkil eden “hayvan” sıfatının, özellikle ülkemizde kullanılan en yaygın güzelleme olmasına dek hemen her yerde değinmeye çalıştığım iki yüzlülüğü görmek yeter derecede rahatsız edici. “Herkes birbirine dilediği gibi hakaret etse gücü yeten gücü yeteni ezer geçerdi.” Herkes birbirine dilediği gibi küfrediyor ve gücü yeten gücü yeteni silip geçmiyor? “Geçiyor. Küfür yüzünden cinayetler işleniyor. Küfür hukukta tahrik nedeni sayılıyor” fakat yukarıda küfür hakaretin beta sürümüdür, alt modelidir dediğimde itiraz etmemiştiniz?! Yani netice; küfür etmek daha önemsiz ama sonuçları hakaret etmeye göre daha ağır ve fakat hakaret etmek küfretmenin sahip olduğu özgürlük alanına sahip değil? Buradaki çözümsüzlük yumağını siz sevgili okurun müşfik zihnine bırakıyorum... Düpedüz efleksiniz, yapt›¤›n›z hayvanl›kt›r Bir düşünün, hakaret etmek tıpatıp küfretmenin sahip olduğu konfora sahip olsaydı ve tüm toplumsal ve beynelmilel kurallar buna göre şekillense idi belki de siyaseten doğruluk kavramı gündemimizden bronz çağında çıkıp gitmiş olacaktı. Aldığınızın ertesi günü burnu patlayan ayakkabıyı size satan mağazaya gidip binbir kibarlık ile hakkınızı talep edip, netice alamayınca tüketici mahkemesinde sürünmek yerine, mağaza müdürün karşısına dikilip “Bana uyduruk tüketim malı satmak en hafif tabiriyle domuzluktur, pitonluktur. Paramı vermezseniz vitrinde duran mankelerden tepede asılı apliklere varana dek, bu dükkandaki herşeyi s...m” diyebildiğinizi hayal ediniz. Mağaza müdürünün de aynı tondan karşılık vermesi ve sonuçsuz kalmanız ihtimalini hemen kabul ediyor ve içinizde hiç birikmemiş pişmanlık tortusuna değinmeye tenezzül dahi etmiyorum. Peki yakın bir arkadaşınıza yıllarca mecburiyetten sükut edip günün birinde patladığınız zaman aklınıza anlattıklarım gelmesin mi? Keşke önceden uyansak, keşke yeri gelince kibarık etmek yerine hakaret edebilsek. “Tahsin, kendi melekelerinin benimkilerden az olduğunu düşündüğün için mütemadiyen ayağımı kaydırmaya çalışıyor, mutsuzluğumla mutlu, mutluluğumla mutsuz oluyorsun. Yani sen içtenpazarlıklı bir timsahsın” diyebilsek. Yine “o da aynı şeyi söyler ve sonsuz döngüye girilir” diyecekler için “işşte sana en kral arkadaşlık testi” nden öteye ne denebilir. Ufak bir iltica sorunundan, büyük bir terör kumpasından ya da orta boy bir sınır anlaşmazlığından savaşın eşiğine gelen, hatta savaşan milletlere dikkat edelim. Arada insanı deli eder bir frekansta gelip giden yazışmalar, havada uçuşan “nota” ve ultimatomlar, felaket bir “üslup” ve denge hassasiyetlere çok da lüzum yoktur belki. İlgili devlet hava sınırlarını ihlal eden diğer devlete tek bir mektup yazıp “Sevgili X devleti, bu yaptığınız düpedüz o...pu çocukluğudur. Eğer o savaş uçağı sandığınız o b..lu teneke parçalarını derhal çekmezseniz oraya gelir, insan hayvan dinlemez alayınızın nikahını s...riz” demiş olsa bugün eline sihirli değnek verilmiş bir kainat güzeli efsanesinin gerçeğe dönmesi için hangi engel kalırdı. Lütfen daha az empati, daha çok hakaret. kavun