2014-03 Kizilbas 36
Transkript
2014-03 Kizilbas 36
kızılbaş s a re sur M a r t 2 014 - S a y ı 3 6 k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü! devlet bir canımızı daha çaldı!. “yaşasın tırk kürt kardeşliği!” kızılbaş - sayfa 2 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 k ı z ı lbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0 506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com kayseri temsilcisi a. rıza ülger kzlb_kysr_38@outlook.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 mart 2014 sayı: 36 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ........................................ Ali Ülger Sayfa 06 - İnkilap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş’nin Alevi-Kızılbaş takıntısı ............................. Şemşettin Metin Sayfa 09 - İRAN’DA KIZILBAŞ MURAT HAN’IN KATLEDİLMESİ Sayfa 10 - Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) ve Binboğa Hakikatçileri: ...................................................................... Ali Haydar Ülger Sayfa 15 - PEPUK PEPUK PEPUK.. ........................ Aram Ararat Sayfa 16 - Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar -12 Seçim: ...................................................................... Ali Haydar Kanlı Sayfa 17 - Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni Soykırımı ve Hrant Dink’in Katledilmesi .............. Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 22 - Erdoğan-Öcalan Yakınlaşmasının Muhaliflere Etkisi ....................................................................... Cemil Gündoğan Sayfa 24 - NEWROZ DİRENİŞ VE BAŞKALDIRI GÜNÜ ............................................................ Ayşegül Karadağ Sayfa 25 - TARİHİN NOT DEFTERİ, DÜNKÜ KÜRT SİYASETİ VE BUGÜNKÜ ÖCALAN ......................... Mahmut Alınak Sayfa 27 - Bese Hozat’ın açıklamasıyla ilgili ...... D. Lokmagözyan Sayfa 28 - 78 Milyonun Erdoğan ile imtihanı ............ Özcan SOYSAL Sayfa 30 - DERSÊN KURMANCÎ (1) BEŞA YEKEM ..... U. Adsız Sayfa 31 - Şair Xıdır Çeliki de mucıliye X. Çelker Sayfa 33 - “Dara Mansur ve Pençe-i Aliaba” ............... ertan ildan Sayfa 34 - Hevpeyvîn Bı Kemal Tolan Re Sayfa 41 - Koçgiri’li Olmak, Koçgiri’de Olmak ... Erdal Yıldırım Sayfa 42 - Arapgir’den Onar köyüne, 800 yıllık cemevleri... ............................................................................. Sultan KILIÇ Sayfa 47 - KEMALİSTLER 50 BİN İNSAN KEMİĞİNİ FRANSIZLARA NASIL SATTI? ............................ Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz Sayfa 49 - İttihat ve Terakki (1. Jöntürk) döneminde Büyük Kürt Sürgünü ............................................................ Sait Çetinoğlu Sayfa 52 - Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... ..... KELİME ATA Sayfa 54 - KIRKISRAK’TA DÜNDEN BU GÜNE ÖRGÜTLENME .................................................................................... Ali Ülger Sayfa 56 - TKP’nin genel sekreteri İsmail Bilen’in “Rundschau” dergisinin 32. sayısındaki yazısında Dersim hakkında görüşleri (Aktaran) ................................ Hasan Sağlam Sayfa 57 - PKK’nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var ............................................................. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 58 - İstiklal Marşı’nı Orkestraya Bir Ermeni Vatandaşın Uyarladığını Bilir misiniz? ................. Murat Bardakçı Sayfa 60 - Giresun’da köylülerin HES isyanı Sayfa 61 - Tahliyelerin adı kondu: “Ergenekon’dan Çıkış!” Sayfa 62 - Cezaevi Mektubu-8: Cafer Usta Sevan Nişanyan Sayfa 63 - Polis ODTÜ öğrencilerine ‘yasak silah’ kullandı Sayfa 64 - DUYURU Sayfa 64 - ՀԱՅՏԱՐԱՐՈՒԹՅՈՒՆ Serba Berkin Elvan BIKO Bıko wengemı ne vecino ame gıne zoniyone mıro bekeşiye deşt u payemı şikiye zerre mıra taniya adir wonciye Bıko porre mı bi shıpe serba lokme non sodırbe so gurino qeyret keno xebetino van meşero lokme nono kal gula toro ma guna keş vıle xo nekenime bıko nejdiy sere esto, tu guret sere xo biya teber şiya serba ju none mıva meso serdo hard u asmen wergo a rocera na roce ez raa to pinno be bıko be xonchıka ma harddera, locına ma serdına roca ma tariya be bıko be be endi berxemı be endi aze mı be endi lace mı be ez nıka be staro ez nıka be fıtaro ez nıka be tuyo be hard u be asmen u be berxe mı Be bıko Hasan sağlam 12- 03- 2014 kızılbaş - sayfa 4 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek siyaseti işlenildi. Devletin kirli kanlı siyasetine aktif olarak ortak yapıldılar. Alevi Bektaşi örgütlenmelerinin Taksim Gezi Ergenekon Silivri dayanışmasında da solcular ile ittifak içinde olmaları var olan siyasal düzlemde aralarındaki devlete hizmet ve marabalıkta heç kusur etmediler. Ali Ülger Gezi olaylarının gelişimini az çok biliniyor devletin kendi içindeki iktidar kavgasının sokağa taşırılmış haliydi gezi olaylarının özü. Kimi solcu çevreler bunu devrimin ayak sesleri gibi anlasa da gerçeği değiştirmiyor. Evet, Gezi olaylarının sokak boyutu İttihatçı Ergenekoncular ile AKP arasındaki sürtüşme çıkar pay kavgasıydı ve işi bitirdiler uzlaşmayı sağladılar şimdi de kurbanlar ile kutlamalar yapıyorlar. Gezi olaylarına fiilen katılan destekleyenlerin tümü istisnasız İttihatçı Ergenekonculara kendilerini malzeme olarak sundular kendileri İttihatçı Ergenekoncu olmasalar bile malzeme oldular. Devletin bu siyasetini göremeyenler kör ve sağır olanlar Taksim Gezi eylemlerinden kendilerine de az çok döküntü çıkarları uğruna sokaklarda Silivri tutuklularını desteklediler ve sokaklarda devletin polisin zoruyla baskısıyla saldırısıyla yüz yüze geldiler. İşte burada önemli bir duruşun altını çizmek gerekiyor. Devletin saldırılarında yeşil ve kara devlet kadroları tek bir safta buluşup Ergenekoncuları destekleyenleri sap gibi ortada bırakmalarıdır. Çünkü uzlaşma bitmişti. Hala hızını alamayan Okmeydanı ve benzeri yerel solcu topluluk başıboş bir halde sokaklarda devam etmelerine devlet ittifakı son verdi ve iki cana kıydılar Berkin Elvan İle Burak Can Karamanoğlu devlet tarafından öldürüldüler. Berkin Elvanın Kızılbaş bir ailenin çocuğu olması Kızılbaş camiasında büyük bir tepki topladı. Bu durumu gören İttihatçı sol da işin fırsatçı yanından Ergenekon yedekli siyaset ile yenide alanlara çıkıldı. Tepki sabun köpüğü gibi şişince yeşil+kara devler ittifakı bu kez de Müslüman camiadan Burak Can Karamanoğlu canına kıydı ve durumu eşitlemiş oldular. Bu devlet siyaseti 700 yıllık tarihin derinliklerinden gelmektedir. Devletin bekası için topluluklar arasında var olan basit çelişkileri farklılıkları karşılıklı kışkırtıp düşmanlaştırılmayı hızlandırma ve farklı toplum kesimleri arasında husumeti derinleştirerek devlet hakimiyetini bu alanlarda möhkemleştirmek hakim kılmak için her tür hileyi yalanı katliam iftirayı yapmaktadırlar. İşte bunun farkına varmayan gezi solu kendilerini devlet hizmetinden devlete marabalıktan kurtaramadılar. Alevi Bektaşi dernek vakıf federasyon vb. örgütlenmelerinin önemli çoğunluğu Ergenekoncu CHP yedekli olduklarından bulundukları alanlarda sürekli İslam-Müslüman-Kürt düşmanlığı Yakın tarihimizde sürekli kan akıtılmıştır Gazi, Madımak, Maraş, Çorum, Sivas, Pazarcık, Dersim Koçgiri, Ermeni soykırımı. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ne yapıldı Alevi Bektaşi örgütlenmeleri tarafından “UNUTMA” siyaseti işletildi ne oldu peki? çıkarımıza dokunmayın!..... Kızılbaş Alevilerin kendi demokrat partimizi kurup kendi adımıza siyasetimizi işletmeden en küçük bir hakkımızı kazanmamız mümkün değildir. Ne zamanki kendimiz adına siyasal alana kendi partimiz ile çıkarsak işte o zaman diğer toplumsal kesimler ile de gerçek dayanışmalarda bulunabiliriz. Önümüzde duran en önemli görev kendi partimizi kurup Kızılbaş-Alevi -Bektaşi Çepni- Sıraç camiamızdan yetki istemeliyiz! *** Yerel seçimler bu ayın sonunda yapılacak. Seçimlere katılan partilerin tümü tüm hızıyla yarışa girdiler. İpe sapa gelmez yalan vaatler ile saldırılar ile bunların hepsinin ortak paydası biraz daha fazlasını biraz daha pay için yapıyorlar. TC. Tarihinde yapılan seçimlerin tümünde devletin müsaade ettiği kadar alanda siyaset yapma koşuluyla seçimlere katılmaya müsaade edilmiştir. İşte bu çizilen kızılbaş - sayfa 5 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 daire içinde mülayim olanlar da seçimlere katılabiliyorlar. T.C son 10 yılında seçime katılan partilere bir yenisi daha eklendi Kürt partisi BDP ağırlıkta olduğu Kürt illerinde yakın geçmişte vekil ve belediye başkanlıkları aldılar işlettiler ve bu güne geldiler. PKK üretimi olan partilerin Kürt meselesinde Kürdistan istemekten feragat etmiş olmalarından dolayı seçimlere girmelerine izin verilmiştir. Ayrı bağımsız ve de müstakil Kürdistan isterim bana bize oy verin diyen bir siyasete devlet izin veremez. Çünkü devletin varlığı bütünlüğü(!) dağılır da ondan. PKK üretimi Türkleştirme siyaseti işleten HDP de devletini müsaade ettiği alanda kalarak kardeşlik eşitlik yağcı siyasetiyle Kürt milletinin milli taleplerinden hızla uzaklaşmaktadırlar. “Kısacası PKK - AKP arasındaki çürük uzlaşma siyasetiyle Kürt meselesi çözülemez.” Burak Can Karamanoğlu Aklı salim seçmenlerin bunca kanlı ve de karışık ortamda seçime katılmaları elbette önemlidir. Seçim bölgemiz de samimi dürüst adayların seçilmesine katkı sunmak demokratik bir görevdir. Demokratik nitelikli adayların olmadığı alanlarda da seçime gidip herkese bir mühür vurup tarafımızı da belli etmeliyiz. Yerel seçimlerde gene KızılbaşAlevi-Bektaşi kimliğimiz ile adaylarımız yok. Bize ait olmayan bizim olmayan devlet partilerini seçmek bizim görevimiz değildir. Devlet partilerinin tümü bize karşı olduğunu bilmeyenimiz var mı? PKK - BDP - HDP seçime katılmalarını bizden oy istemelerini de bu çerçevede görmek gerekiyor. Kısacası beyazlaştırılmış bu partiler devlet-AKP ile ittifak içinde olması elbette kendi bilecekleri bir şey. Bizden onay alacakta değiller. Kızılbaş Aleviler olarak devlet partilerine ve AKP ile uzlaşarak beyazlaştırılan kürdi kökenli tırki HDP’e oy vermek yanlıştır haksız lıktır anti demokratiktir. Ergenekon davasından ceza verilmiş katillerin serbest bırakılmaları T.C devletinin kendi içinde var olan çıkar guruplarının çatışmasını yeniden ayarlamış olmalı ki ittifakı gerçekleştirdiler ve kara İttihatçı Ergenekoncu katillerini bıraktılar. Yakın gelecekte şiddetin terörün yükseltilebileceği bir döneme yaklaşıyoruz hepimizin aklını başına alıp basit oyunlara gelmemelerini öneriyoruz. Devlet ve partileri tarafından Kürt bilincinin tasfiye süreci başlatılmıştır. Bunun paylanması için devlet partileri ile cemaat yarış içindeler. Kızılbaş Aleviler içindeki devlet örgütlülüğü de kışkırtılarak teröre bulaştırılarak ezilmesi siyaset konusudur. Kızılbaşların bu devlet siyasetinden uzak durmaları hepimizin ortak çıkarına olacağını asla unutmadan. can cana saygılarımla Berkin Elvan kızılbaş - sayfa 6 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İnkilap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş’nin Alevi-Kızılbaş takıntısı İnkilap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş’nin Alevi-Kızılbaş takıntısı ve edebiyatımızdaki ırkçılar İnsancıl Felsefe atölyesinde yeni bir kitap okunmaya başlandı. Kitabın adı Voltaire’in Felsefe Sözlüğü. Kitabın içeriği, çoğu dinlere referans olan bir kısım akıl ve mantık dışı safsataların, mitlerin, bağnazlıkların Voltaire’in kendine özgü alaycı anlatımıyla açımlanıp, sorgulamasıdır. Voltaire, bu mitlerin ve metafiziksel kavramların üzerindeki sis perdesine aklın ışığını tutarak, altındaki gerçekliğin saçmalık ve hurafeden başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor. Üstelik bunu baskı ve sansürün egemen olduğu 18. yy ortalarındaki Fransa’ da yapıyor. Voltaire, dönemindeki adaletsizliklere büyük bir cesaretle karşı çıkıp, metafiziğin yerine materyalizmi koyuyor ve yaşadığı kıtanın insanlarına binlerce yıl süren karanlık dönemin sonlandığını müjdeliyor. Kitap son derece yalın, herkesin anlayacağı bir dille yazılmıştır. Ancak anlaşılan o ki, kitabın özünü bir tek İNKİLAP Kitabevi yetkilileri anlamamış. Ön sayfada, kitabın yayın haklarının kendilerine ait olduğuna ilişkin bir uyarı yazısı var. Bir okur olarak soruyorum, okura yapılan haksızlık kime ait? Kendilerinin bu kitabın içeriğinden haberdar olup olmadıklarına ilişkin bizlere bir yanıt verilme zorunluluğuyla beklentisi içerisindeyiz. Bu kitabı bir ‘‘meta’’ olarak satın alan bizler, ürünün kusurlu olması nedeniyle bu kadarına hakkımız olduğunu sanıyoruz. Bu ülkede parası olan herkes, anlasınanlamasın her işi yapabilir. Merdiven altlarında kaçak içki, ilaç üretiliyorsa niçin yayıncılık yapılmasın. Sahte veya zehirli ilaç ya da içki, yalnızca onu tüketenlere zarar verir. Oysa yalan yayın, yalnız onu tüketene değil, onu tüketenle iletişimde olan herkese zarar verebilir. Kitap elden ele dolaştığından, içerisindeki yanlış bilgilerle dolan körpecik beyinler, bu zehri tıpkı bir virüs gibi almakla yetinmez- Şemşettin Metin ler, tüm topluma bulaştırırlar. Üstelik bunun çok fazla bir cezası da yoktur. En fazla yayından kaldırılır. Peki, satılanlar ne olacak? Eğitimin çok geri olduğu, okumanın çok az olduğu geri toplumlarda hurafeler, bağnazlıklar, yobazlıklar böyle yayılıyor. Üstelik aşağıda açıklandığı üzere tüm yaşamını bu hurafelerle karanlık düşünceye karşı savaşıma adamış, bu kitabın yazarı Voltair gibi bir aydının yazdıklarının içerisine, çevirmence çaktırmadan hiçbir şekilde onun yazmadığı, üstelikte görüşlerine bütünüyle ters bir şeyler ekleyerek, basımevince de piyasaya dağıtılarak… Kitabın ikinci konusu ABRAHAM (Hz. İbrahim). Konu bitiminde yazarın 2 nolu dip notu var. Bu dip notun açıklaması kitabın ortalarında 427 sayfadan 433 sayfaya kadar. Atölyede konu- yu işleyen arkadaşımız bu dip notun devamı olan 433. Sayfanın dördüncü bölümcesini okuyor. Bizlerde dinliyoruz. Aynen şöyle ‘‘Belki de Kaldelilerde, komşuları Perslerde olduğu gibi, bir Kızılbaşlık değildi. Ahlak çağında, yerine göre değişir. Kim bilir, belki puta tapar Terah’ın oğlu İbrahim, ister kardeşi, ister yeğeni olsun Sara’yı aldığı zaman da hala puta tapıyordu.’’ (1). Bölümce bittiğinde duyduğumuza, okuduğumuza inanamamıştık. Hocamız Cengiz Gündoğdu’da duyduğuna inanamadığı için bölümceyi yeniden okuttu. Bu tümceyi kendisinde bulunan MEB son baskısı ile karşılaştırdığında. İNKİLAP Kitabevi yayıncılık A.Ş’nin yeni baskısında ensest yerine Kızılbaş sözcüğü kullanılmıştı. Bu kitabı çeviren Lütfü Ay gibi, yayına hazırlayanlar da, iki sözcüğü eş anlamlı sayıyorlar ya da sanıyorlar. Birinci durumda, sanı ile iş yaptıklarından yaptıkları işin ne olduğunun bilincinde değiller. Belki çocukluk veya gençlik çağlarında beyinleri henüz tabularasa durumunda iken, ebeveynlerinden, arkadaşlarından öğretmenlerinden ya da kendi yayınlarına benzer yayınlardan, bunu böyle öğrenmişler. Böyle olunca o beyine kazınmış virüsü atmak çok zor. Bu virüsün atılmasını ne basın yayın okulunda ne de sosyoloji eğitiminde öğretiyorlar. Bu virüsün beyninden atılması, ancak zihniyet değişikliği ile olasıdır, o da çok zor bir şey. İkinci durumda; yani bu sözcüğü bile -bile kullandılarsa, buna ırkçılık ve yobazlık denir, böyleleri zaten eleştiri de kabul etmeyeceğinden onlara sözümüz başka türlü. Ancak burada sorun bir kişiden kaynaklanmıyor, bir yayınevinin açıkça Kızılbaşlara hakareti söz konusu. Böyle bir kitabı zaten felsefe sevmeyen, aydınlanmadan yana olmayan kimse okumaz. Dolayısıyla aslında yalnız Kızılbaşlara değil, tüm aydınlara da bir hakaret var. Bu topraklarda en ahlaklı yaşayan toplumların başında Kızılbaşlar gelir. Çünkü adil olma- kızılbaş - sayfa 7 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan, ahlaklı olunamaz. Bu toplumun tarihi haksızlığa direnmekle başlar, adalet için savaşımla devam eder. Onların yazılı kültüründe Irkçılık yoktur, ‘‘yetmişiki millete aynı gözle bakmak’’ vardır. Biçim yoktur, öz vardır. Öldürmek yoktur, barış ve hümanizm vardır. Kısaca iyilik ve güzellik vardır. Kızılbaşlık feodal dönemin sosyalizmidir. Kızılbaş olmanın gerçek anlamı aslında insan olmaktır, İnsan gibi görünmek değil. Anadolu’da ozanların şairlerin çoğunun bu kültürden çıkması ya da etkilenmesi rastlantı değildir. İşte bu özündeki hümanizma ve adalet ve ahlak nedeniyledir ki, Muaviye’den başlayıp, Emevi devleti, Selçuklu devleti, Osmanlı devleti ve yüzyıllık Sözde Burjuva cumhuriyetinin her aşamasında, her yerde (Mahallede, okulda, askerde, işyerlerinde, Yayın organlarında v.b) sistemli baskıya, kırıma, hakarete ve asimilasyona uğramışlardır, uğramaktadırlar. tu, kitabı Fransızcadan 1946 yılında Türkçeye çeviren Lütfü Ay. Atölye’de büyük bir hazla okuduğumuz kitabın bu bölümcesin deki bu ırkçı sözcükle karşılaştıktan sonra tüm iştahımız kaçmıştı. Dersten sonra İnkılap Kitabevi Yay. A.Ş’nin İstanbul, Yenibosna’ daki irtibat telefonunu arayıp, bir yetkiliyi telefona istedim. Durumu anlattım ve kitabın hemen satışının durdurulmasını ve Kızılbaşlardan özür dileyen bir yazıyı internet sitelerinde yayınlamaları gerektiğini açıkladım. Kişi yayınevi müdürüne durumu ileteceğini söyledi. Yarım saat sonra bir bey aradı. Böyle bir hatayı yakalamakla kendilerine büyük iyilik etmişim gibi duyarlığımıza hayran kalıp, benimle tanışmak için yayınevine kahve içmeye davet etti. Yetkili, kitabı hemen yayından kaldıracaklarını, internet sitelerinde bir özür yazısı yazmak istemelerine karşın, bu olaydan rakiplerinin, okuyucuların, iyi niyetli olmayan kendini bilmezlerin haberdar olması durumunda, bu olayın aleyhlerine kullanılacağını, bunun ticari kayıpla sonuçlanacağını açıkladı. Bunun üzerine bu yanlışın kimden kaynaklandığının yanıtını istedim. Aynı kişi birkaç gün sonra beni aradı, Çevirmen Lütfü Ay’ın yaşamda olmadığından varislerinin Fransa’da olması nedeniyle zor bulduklarını, onların izinlerini alıp, kitaptaki bölümce de Kızılbaş sözcüğünün yerine, ensest sözcüğünü koyma ve yayınlama iznini aldıklarını müjdeledi. Yanlışı yapan bulunmuş- Lütfü Ay’ın çevirisiyle Felsefe sözlüğü, MEB ilk kez 1943 yılında basmış. İkinci kez 1973 yılında, üçüncü basım 1994 yılında basılmış. MEB 1995 Yılı baskısında (Lütfü Ay’ın öldüğü yıl) Kızılbaşlara yönelik aşağılama ve karaçalmasını kaldırmış. Lütfü Ay’ın Kızılbaşlardan her hangi bir özür dilemesi söz konusu değil. Lütfü Ay 1911 yılı İstanbul doğumlu. 1995 yılında yaşamını yitirmiş. İyi bir eğitim görmüş Galatasaray lisesini ve Dil Tarih Coğrafya fakültesinde Fransız dil ve edebiyatı okumuş. Yani Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üniversiteye başlıyor. 1942-1949 yılları arasında Milli eğitim bakanlılığında çevirmenlik, 1949-1958 arası Devlet tiyatrolarında raportörlük ve genel sekreterlik, 1943-1954 yılları arası Devlet Konservatuarında Tiyatro tarihi okutmuş. Ulus, Halkçı, Cumhuriyet ve Vatan gazetelerinde tiyatro tenkitleri, 20 civarında kitap çevirisi yapmış. Fransız hükümetince Legion d’Honneur nişanı ödülü almış. Özetle Kendisinin Türk tiyatronun kurucularından olduğunu ve Fransızcayı hata yapmayacak derecede çok iyi bildiğini anlıyoruz. Bu ülkede tiyatronun kurucusu bir insan, felsefe, tragedya okumuş, bu içerikte kitaplar çevirmiş ‘‘Cumhuriyet dönemi aydını’’ diye bilinen insanlardan biri. Bu derece kültürlü, sıradan olmayan bir insanın, bir tiyatrocunun yaşadığı ülkenin uluslarını, halklarını, kültürlerini bilmemesi olanaksız… Özelikle sonraki basımlarında bile özür dilememsi bunu bilinçli bir şekilde yaptığını gösteriyor. Çünkü diğer bir kısım romancı, felsefeci, siyasetçi gibi Lütfü Ay’ın da bir misyonu var. O bu misyonun gereğini yapıyor; Osmanlıdan aldıkları asimilasyon ve soykırım politikasını Cumhuriyet döneminde devam ettirmek. Cumhuriyetin asimilasyon politikasını haklılandırma çabası. Felsefe Sözlüğü, 2011 Yılında İnkilap kitapevince de basılıyor, üstelik MEB yaptığı düzelme dikkate alınmaksızın Lütfü Ay’ın Kızılbaşlara yönelik aşağılama sözcüğü aynen alınarak. İnkılap Kitapevi ve yayıncılık firma- sının bu yanlışlığı ilk kez yapmadıklarını öğrendik. En son 15.06.2006 tarihinde basıma verilen ‘Langescheidt New Standart Dictionary’’ adlı Türkçe-İngilizce sözlüğün 200. Sayfasında İngilizce ‘‘İn-cest’’ sözcüğünün karşılığını ‘‘ensest’’ yerine ‘‘akraba ile zina ve Kızılbaşlık olarak yazılmıştı. Kitap basıldığında başta Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi olmak üzere tüm Kızılbaş –alevi dernek ve kuruluşlarından tepki gelmiş ve bu kitabın hemen yayından kaldırılıp, Kızılbaşlardan özür dilenmesi istenmiştir. Ne yazık ki kitap, bir virüs gibi piyasaya dağıtılmıştı. Kendilerinin dedikleri gibi, ikinci ele, Anadolu’nun ücra yerlerine, bir de okura gidenleri toplamak çok zor. Aslında tamamına yakını yine de toplanabilir, ancak firmaya ekonomik gelmeyecektir. Ne de olsa bu yayın kuruluşu, tekelleşen bir kaç yayın evi gibi kapitalist bir işletme. Bunların anlayışına göre, bu zararlı kitap, bir meta olarak, zararlı bir gıdadan daha fazla zararlı olamaz. Onun için olabildiğince toplatılır, tamamı değil. 2006 Yılında bastıkları İngilizceTürkçe sözlüğü gibi, bu kitap da (Volterie’nin Felsefe sözlüğü) sıradan bir kitap değil. Bu tür kitaplar öğrencilerin, eğitmenlerin her an elinin altında bulundurması zorunlu kitaplar. Kızılbaş eşittir Ensest açıklaması ile ilk kez karşılaşan bir çocuğu ya ada genci düşünün. Bir an ilkinin (2006 da yayınladıkları İngilizce-Türkçe sözlük) bir yanlışlık, bir hata olduğunu kabul edelim. Peki, aynı yanlışlığın ikinci kez yapılmasına ne denmeli. Bunun bir okuyucu olarak, bilinçli bir eylem olduğuna ilişkin nasıl kuşkulanmayız? Çünkü böylesine bir kitap, yalnızca bir kişinin elinden çıkmıyor. Onlarca kişinin kontrolünden geçiyor. İsteyen bu kitabın hazırlanışında emeği geçenleri kitaptan öğrenebilirler, isimleri yazılı. İsimleri yazılı olmayanları var. Burada bir harf, imla yanlışından ya da mecaz anlam yanlışlığı söz konusu olsa sorun yok. Kızılbaşlar uzun yıllardır resmi dinin yobazlarınca benzer iftiraya uğramaktadırlar. Özelikle çoğunluğu sürü olan bir ülkede, hurafe ve ahlaksızlığın kolayca yayılmasında ki bu tür yayınların etkisi küçümsenemez. Osmanlıda kızılbaş - sayfa 8 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 başlayıp, Cumhuriyetle devam eden politika günümüzde sürdürülmektedir. Bu iftiralarını siyasi söylemlerinde, Okullarda, dizi filmlerinde, TV’de yarışma programlarında, sözlük kitaplarında v.b uygulamaktalar. En kötüsü de Cumhuriyet dönemindeki bir kısım edebiyatçıların bile, bu ırkçılığa ve iftiraya katkıda bulunmuş olmaları. Halit Ziya Uşaklıgili’in Aşkı memnu romanı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur baba adlı romanı, Reşat Nuri Gültekin’in Balıkesir Muhasebecisi, Tanrı dağı Ziyafeti, Hüseyin Rahmi Gülpınar’ın Toraman adlı eseri bunlardan bir kaçı. Tabi istenildiğinde bu kişilerin romanlarındaki bu konuları ve sözcükleri kullanmaları haklı çıkarılabilinir, bu nereden baktığına bağlı. Bu yazarlara hayran kimileri (örneğin Nur Baba) bu romanların, o dönemde ki Bektaşi, tarikatlarında olan yozlaşmalara karşı yazdığını, böylece bu romanların aslında bu dergâhlarda ki Kızılbaşlara- Bektaşilere bir eleştiri böylece, onlara kendilerine gelmeleri için bir iyilik anlamına geliyor. O zaman doğal olarak, Kızılbaşların-Bektaşilerin birde bu heriflere teşekkür borcu çıkıyor. Ne kadar masum bir açıklama ve yazarı temize çıkartma yöntemi. Kızılbaş-Bektaşi dergâhlarının kapatanlara hak vermemek elde değil. (Bu siyasi görüşte olanlar yalnızca Kızılbaş–Bektaşi tekelleri değil, diğer mezheplerinde tekkelerinin kapatıldığını söylemektedirler. Anımsatmak gerekir ki diğer tekeler nicelik olarak Kızılbaş ve Bektaşi tekelerinin sayısıyla kıyaslanmayacak kadar azdır. Ayrıca diğer teke ve zaviyelerdekiler, kendi dini –kültürel anlayışlarını, Diyanete bağlı kurum ve camilerde zaten buldular, yaşadılar yaşattılar ve resmileştirdiler. Ya aleviler? Acaba bu tür romanlar, bu siyasi kararı (teke ve zaviyelerin kapatılıp, yasaklanarak yalnızca Diyanet denilen resmi Sünni kurumun açılması, böylece din de tek tipleştirme) haklılandırma çabasına bir katkı olarak yazılmış olunamaz mı? Çünkü devleti ele geçirmiş olsa bile, her siyasi erk (Klasik faşist devletlerde bile) sanatın gücünü bildiğinden, bu gücü sonuna kadar kullanır. Aslında Nazım Hikmet’in Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı Cevap başlıklı şiir bu pek gerçekçi edebiyatçının, iki üst satırdaki yazılan haklı- landırma çabası içerisinde olduğunu anlamamıza yeter. Nazım’ın Yakup Kadri için yazdığı Cevap şiirinden kimi bölümler. (2) Behey! Kara maça bey, Behey, yüzü kara. Ruhunu bir esir gibi çıkardın pazara, bir orospu odası yaptın kafatasını.. Haki ceketli ölülerin ceplerinden çalarak parasını satın aldın kendine İsviçre dağlarının havasını Ve bundandır ki bugün Ablak sarı suratında senin Kanlı altınların kızıllığı var.. Acayip rüzgarlar esmeyegörsün başımdan. Yoksa müsahhih maaşımdan haftada üç papel taksite bağlayıp seni bir şamar oğlanı gibi kullanırım. Beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım, Mükemel yapar vazifesini. Gerçekten de vazifesini Nur baba’sında layıkıyla yerine getirmiş. Bir de şöyle bakalım; bu tür yozlukların Kızılbaş - Bektaşi dergahlarından çok, adı geçen romancıların kendi destekledikleri, içinden çıktıkları dini kültür ve siyasi anlayışlarında (özelliklede diyanet denilen kurumun içerisinde) olduğunu bilmemeleri olanaksız. Böyleyken, acaba bu yazarlar, kendi din ve mezheplerine (sünniilik -resmi din anlayışı) yönelik bir roman ve eleştiri niye yazmamışlar, sormak gerekir? Gerçekte kendi din ve mezhep anlayışları, bu tür yozluklarla ve yobazlıklarla dolu olmasına karşın, olası her hangi bir Bektaşi dergâhında ki hayali tikel bir yozluğu, bir edebiyat eserine taşıyarak, süreklileştirmek, genelleştirmek neyin nesi diye sormak gerekir? Bir sünni olarak, her ne şekilde olursa olsun Kızılbaş ve Bektaşilere yönelik eleştiri altında karalama yapma hakkını ve cesaretini kendilerinde nasıl bulabiliyorlar? Ortaokul çağındaki her genç bu romanlardan birisini okuduğunda, kullandığı bir sözlükte, daha kötüsü de bir felsefe kitabında bile karşılaştığında kafasında bir Kızılbaş - Bektaşi kavramı oluşmuştur. Bunu kolayca silemezsiniz. Siyasiler bu tür yanlışlar yapabilirler, bunlar bir yere kadar bağışlanabilinir. Ancak bir edebiyatçının, yobazlığı, ırkçılığı, kara çalması bağışlanamaz. Çünkü gerçekçi bir sanatçının görevi, insanlığa ufuk açmaktır, hümanizma yaratmaktır, hümanist ve laik bir toplumu aşağılamak onlara kara çalmak, yapay çelişkiler yaratarak, sınıf çelişkilerinin üstünü kapatmak değil. Bu yazarların romanlarındaki asıl gerçeklik budur. Yukarıda yazıldığı gibi bütün bunlar, Kızılbaşlara yönelik stratejik bir devlet politikasıdır. Cumhuriyet hiçbir dönemde laik olmamıştır. Çünkü kuruluşundan başlayarak bir din bakanlığı olan ve devletin resmi dini olan bir ülkede laiklikten söz edilemez. Devletin siyası partileri sırayla iktidara geldiklerinde bunu değiştirmeksizin şöyle veya böyle yaşama geçirir. Örneğin oylarının çoğunu Kızılbaşlardan alan SHP’nin (bugünkü CHP) başındaki Prf. Dr. Erdal İnönü, 1993 yılında Doğru yol partisi ile koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısı iken, gün boyu süren dünyanın gözü önünde yapılan Madımak katliamını önlemeye gücünün yetmediğini söyleyerek, işin içinden sıyrılmıştı. Bu açıklama hükümette bostan korkuluğu olduğu anlamına gelir. Ancak bir insan olarak en azından istifa edebilirdi, onu bile yapmadı. Bundan şunu anlıyoruz; insanın bir bilim insanı olmasının bile, ırkçı olmasına engel olmadığıdır. Babası dersim katliamının baş aktörlerinden. Böyle olunca oğlunun da Madımak katliamına gözlerini kapatmasına şaşırmamak gerekir. Sonuçta sistematik bir politika? Çünkü ne pahasına olursa olsun, ‘‘Tek Milletli (Türk), tek bayraklı, tek dinli (Sünni mezhepli) ‘’bir toplum yaratmak. 80 Askeri faşist darbesiyle bu politika Türk-İslam sentezi stratejisi ile yaşama geçiriyor. Kızılbaşlar gibi benzer karaçamlalara, sövgülere uğrayan diğer halklarda (Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar v.b) kendilerinin öteki olduğunu baştan kabul etmeleri durumunda ya da devlete karşı değil, devletçi, anti laik anlayışı kabul etmeye zorlanmışlardır. Yıllardır soykırım, katliam, sürgün, v.b politikalarla çoğunlukta iken azınlığa düşürülen bu halklar, sürekli aşağılanmakta, kişiliksizleştirilmek- kızılbaş - sayfa 9 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 te, başkalaştırılmakta, ötekileştirmektedirler. Bu anlayış aynı zamanda bölyönet politikasıdır. Devlet tek tip bir toplum yaratıncaya kadar, bu politika devam edecektir. Bu anlayışa ciddi bir karşı çıkışta, azınlıklar emek ekseninde bu hakları almak için bir araya geldiğinde, burjuva devleti, hemen gerici yedek yobaz güçleriyle saldırır, ya da doğrudan devlet örgütünün resmi askeri gücünü devreye sokar. Şanlı tarihimizde ki Ermeni soykırımı, Süryani katliamları, 6-7 Eylül olaylarının altında yatan gerçek budur. Dersim katliamı, Kahraman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının, Madımak oteli katliamının, Gazi mahallesi katliamının, Uludere katliamının altında yatan gerçek de budur. Kuruluşundan başlayarak, sistematik olan bu devlet politikası ile her türlü azınlığa saldırmaya, onların malını-mülkünü eline geçirmeye zaten dünden hazır bir sürü topluluğu her an her yerde bulunmaktadır. Yeter ki yobaz sürüsünün beyni bu tür yalan yanlış yayınlarla her an tetikte tutulsun. Bu nedenle bu kitabı okuyan herkes, eğer insansa, kendisini tepeden tırnağa bir Kızılbaş gibi duyumsamıştır. Bunun için asimilasyon politikasına karşı Hepimiz Kızılbaşız, Hepimiz Kürdüz, Hepimiz Ermeni- yiz, Hepimiz Lazız, bizler halklarız azınlık değil, çoğunluğuz diyoruz. Asimilasyonu, tek tipleşmeyi asla ve asla kabul etmiyoruz. Bu kitabın içine sövgü ve karaçalmayı ekleyerek yayınlayan, Inkılap yayınevini kınıyoruz. Kendilerinden hemen bir özür ve açıklama bekliyoruz. NOTLAR: 1) ‘Sarah, İbrahim’in karısıdır. Yaratılış’ın dediğine göre, İbrahim, babası çömlekçi Tarah ‘ın ikiyüzbeş yaşında ölümünden sonra yaşadığı Mezopotamya’yı (Haran) bırakıp gittiğinde, kendisi yüzotuzbeş yaşındaymış. Burada konuşulan dil, Haran’daki kalde dininden farklı. Voltair’e göre, İbrahim’in yaşadığı fırat’ın suladığı bereketli bir ülkeden, Filistinde Şekem denilen kısır, kurak ve taşlık bir ülkeye geziye çıkmasının nedeni, Tanrının buyruğunu yerine getirmesi. Böylece Tanrı İbrahim’e kendisinden yüzyıllar sonra torunlarının oturacakları toprakları göstermek istemiş. Burası da geldiği yer gibi puta tapar bir ülke imiş. Ancak İbrahim açlık nedeniyle bu küçük dağlık ülkede daha fazla kalamamış, karısı Sarah ile hemen oradan ayrılmış. Yiyecek bulmak için hemen ikiyüz fersah uzakta bulunan Mısır’ın Memphis şehrine gitmişler. Henüz altmışbeşinde olan karısı çok gençmiş. İbrahim’in yanında çocuk gibi kalıyormuş. Karısı çok genç olduğu için onun güzelliğinden yararlanmak isteyen İbrahim, Memphis’de bir saraya girmeden, karısına, kendisini saraya onun karısı değil de, kız kardeşi gibi göstermesini, söyler. Böylece sarayda kendisine de iyi davranacaklarını BELİRTİR. Karısı da dediğini yapar. Genç kral karısına âşık olur, Sarahın söz de abisi, gerçekte kocası olan İbrahim’e kral birçok koyun, sığır, dişi eşek, deve köle ve cariye vermiş. İbrahim karısını mısır kralına peşkeş çekmesinin ödülünü aldıktan sonra, gezmeyi çok seven İbrahim oradan Kadeş çölüne gitmiş. Bu çölün kralı da aynı şekilde genç güzel Sara’ya aşık olmuş ve sözde kardeşi İbrahim’i mısır kralının yaptığı gibi ödüllendirmiş. İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söyleniyor.’ Kısaca Voltaire, karısının gençliğinden güzelliğinden yararlanmak için onun karısı olduğunu saklayıp, saraylarda krallara kız kardeşiymiş gibi tanıtarak, karısını onlara peşkeş çekip, karşılığında bir takım yiyecekler, ganimetler almasını, eğer kız kardeşi ise aralarındaki ilişkinin de ensest olması gerektiğine ilişkin alaycı bir ince espri yapıyor. İRAN’DA KIZILBAŞ MURAT HAN’IN KATLEDİLMESİ YAZI: 18 Muharrem sene 973 (Temmuz 1565), BELGENİN MEÂLİ Padişah: Kanûni Süleyman dönemi, Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa, İran’da da Şâh I. Tahmasb’tır. O yıl Osmanlı donanması Malta adasını kuşattı. Kanuni’nin 1520’den 1566’a kadar süren saltanat dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun her bakımdan en güçlü ve yüksek dönemidir. KİMDEN: Padişah’tan KİME: HÜKÜM Van Beylerbeyi’ne KONU: İran’da KIZILBAŞ Murat Hân’ın öldürülmesinden sonra oğlu bir miktar askerle Osmanlı toprağına saldırıp bazı yerleri yakıp yıktığı, Ona ilişkin ayrıntılı haber verilmesi istemektedir. Tarihi Belgeler Osmanlı da Kızılbaşlara verilen Fetvalar http://www.gencalevilerharekati. de/Tarihi_Belgeler.htm Divan’da Kethüdâsı’na virildi. Van Beğlerbeğisi’ne HÜKÜMKİ, Mektub gönderüb bundan akdem (önce) KIZILBAŞ MURAD HÂN’ı katl itdiği esnâda bir oğlu bir mikdar asker ile kaçub Gicebaşı’na (?) varub hareketden hâli olmayub birkaç def’a memleketi (Osmanlı toprağı) tahrîb idüb ziyade havfî (korkulu) oldığın bildürüb olbâbda her neki denilmiş ise ale–t–ta’kîb (arkasına düşme) arz–ı huzûrü–l– maal arz olınub ilm–i şerîf–i âlem–i ârâm–ı muhît ve şâmil olmışdır BUYURDIMKİ, min–ba’d (bundan sonra) dahi ol hâle nâzır olub vâkıf oldığın ihbâr–ı sahihhayı (doğru sağlam haberi) ale–ı–tevâli) (sürekli) i’lâmdan hâli olmayasın (ulaştırmaya çalışasın). BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 5, s. 39/94 kızılbaş - sayfa 10 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) ve Binboğa Hakikatçileri: Binboğa coğrafyasında, geçmişten gelen kültürel birikimlerle insan kavramı hep en büyük değer olmuştur. Tarihsel süreçte bölge Kızılbaşları; salt inançlarından, kültürlerinden, öğretilerinden dolayı birçok kıyımlar yaşamış olmalarına karşın, Alevi inancının temelini oluşturan “insan sevgisi” anlayışlarını her zaman ön plana taşımışlar. Öğretilerinin yaşam boyutundaki insan sevgisinin oluşturduğu özelliklerini hiç yitirmedikleri gibi, tanrısal özellikleri de hep insanlarda görmüşler. Bu bağlamda insana tanrının doğadaki yansıması, insana verilen değerin de en önemli ve en büyük inançsal görev olarak görmüş olmalarıdır. Şıh Mamo, dostları ve onun meclisindeki anlayış bu noktaya dayanmakta olup “İnsan her şeyin yaratıcısıdır” derler. Onlar ki her türlü haksızlığa karşı mazlumların, ezilen halkın inanç sentezlerini oluşturmuşlar. Onun için bu toplumun kültürü; destanları, türküleri, ağıtları, deyişleri, şiirleri bu öğretiyi anlatırken hep sevgiye yer vermektedir. İnsanlara gösterilecek sevgi ve saygı, yeryüzündeki her türlü teolojik ibadetten (inançsal ritüel) daha değerli ve kutsaldır. Nedenine gelince, çünkü insanoğlu dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır da ondan. Tüm kerametlerin (olağan üstü özelliklerin), mucizelerin insanda olduğuna inanılır. Bunu da “Her ne arar isen insanda ara” özdeyişi ile dile getirdikleri gibi, insanlar arasındaki her türlü ayrımcılığa da karşı olduklarını belirtirler. “Der Mahzuni, yanlış yere yürürsem, Nefsim için toprak olup çürürsem, İnsanları ayrı gayrı görürsem, Gözlerimin kör olması ne güzel.” İşte sahip olunan bu öğretiden kaynaklı kültür, başta Kırkısrak olmak üzere Binboğalardaki Kürt Alevi (Kızılbaş) toplumunun kendine özgü değerleriözellikleri vardır ki, mezhepsel bir bağnazlık içine saplanmadan; her dinden, her dilden insanlarla sosyal ilişkiler geliştirerek kültürel alışverişte bulunmuş olmalarıdır. Bu etkileşim içerisinde karşılaştıkları; Türk, Kürt, Çerkez, Ali Haydar Ülger Arap, Ermeni, Rum, Süryani… gibi çeşitli etnik ve dinsel kültürlerle hoşgörü, konukseverlik ve yardımlaşma içerisinde olmalarıdır. Özellikle Binboğalardaki Kızılbaşların; bağnazlıktan, ırkçılıktan, mezhepçilikten uzak bu düşünce ve kültürün, yabancıların ilgisini çekme nedeni; özünde temel felsefesi komünal yaşam, tarla sınırlarının kaldırılması, ortak üretim ve hümanizme dayalı olan bu öğretinin etkileri; yöre insanlarının olduğu kadar, değişik alan ve ülkelerden sosyologların, tarihçilerin, araştırmacıların, toplum bilimcilerin ilgisini çekmiş, hatta bazıları tarafından benimsenerek bilimsel temelde ele alınarak irdelenmiştir. Onun için İç Toroslar (Binboğalar) bölgesi, çok sayıda araştırmacının ilgi odağı olmuş ve onların bölgeye gelmelerine neden olmuştur. Temelinde azınlıklarla olan ilişkiler sosyal bir dayanışmayı birlikte getirmiş, sonuç olarak Anadolu’da yüzyıllardır çeşitli etnik ve dinsel topluluklarla karşılıklı etkileşmeler sonucu, birbirlerinden kültürel değerlerde bulunmuş olmalarıdır. Diyebiliriz ki hazır göle maya atılmış, bu mayalanmanın sonucunda sağlam yoğurdun içeriği; bağnazlıktan, mezhepçilikten uzak, yerel “Şıxlar Meclisi” bu kültürün bölgedeki temel yapısını oluşturmuştur. “İbreti, zalimler artık durmalı, Halk kendisi meclislerin kurmalı, İnsan haklarına düzen vermeli, Zor kullanıp, tekme atanlar vardır.” İşte Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) ve dostlarının Kızılbaşlık (Alevilik) temelinden gelen ve geliştirdikleri bu kültür, Binboğaları etkilemeye başlar. Yönetenin, dini otoritelerin-dedenin, daha da ilerisi özel mülkiyetin olmadığı, emeğin en büyük değer olarak görüldüğü, yerine toplumsal iş bölümünün uygulandığı bir yönetim biçimini oluşturmak, Şıx Mamo ve onun öğretisinin temel ereği olmuştur. Yerel anlamda kendilerini “Hakikatçılar” olarak tanımlayan bu düşünce, tarihsel süreçte bitmemiş, Binboğaların zirvesindeki Kırkısrak’ta, 1870’lerde başlamak üzere onu aydınlatan dostları ve Şıx Mamo’nun önderliğinde büyük bir başlangıç yapılmış. Ancak Aleviliğin dedelik kurumunun baskısı, devlet baskısı, çıkarları sarsılanların baskılarıyla üç ayrı dönemde artçı depremler geçirdikleri gibi, zaman zaman bazı dağılmalar yaşanmasına karşın inançlarını bir mücadele anlayışı içinde sürdürmüşlerdir. “Binboğa Değerleri”ni ortaya koyan düşünce, daha doğrusu Şıxlık (şıhlık); bölgedeki oluşumun yorumuyla, dinsel öğretileri farklı yorumlamanın bir başka biçimidir. Daha toplumcu bir anlayışla değerlendirildiğinde; Alevilik içinde bir devrimdir denilebilir. İslamiyet’e mesafe koyan, ondan uzak, onu yadsıyan tersi bir anlayışı ortaya koymaktadır. Tarihsel süreçte bu anlayışın kuramcıları ise özellikle İslami tasavvufa sınır koyan Nesimi, Hallac-ı Mansur, Virani ve yürekli ozan Pir Sultan Abdal’dan ışık aldıkları bir gerçektir. “Ben Mehdi değilim amma erenler, Bugün ölür yarın gene gelirim. Ya bir ceylan canda, ya bir çiçekte, Değişerek başka sene gelirim. Bedenim toprağa girer devrilir, Kemiklerim yuvarlanır sivrilir, Katı maddem toz toz olur, çevrilir, Rüzgarlara bine bine gelirim.” (Mahzuni) Binboğalarda ana rahmine düşen ve bu coğrafyanın büyük rahminde ortaya çıkan Şıx Mamo’nun hazır olan mayası, dünyevi düşünceyi dini inancın sonu olarak görme anlayışına karşı çıkmanın yanı sıra, yaşamın kutsal ya- kızılbaş - sayfa 11 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nını belirleme, insanlar arasında paylaşım, kardeşlik ve insan olma olgusunu öne çıkarma, komünal yaşam ve bir lokmayı kırk kişiyle paylaşma, her şey insan için anlayışına koşut, tanrı, cennet, cehennem, tüm dinsel inançlar yerine, toplumunun kabullenebileceği bir inanç ve dünya anlayışını benimsemeleriyle bu değerleri ortaya koyar, bilge kişi Şıx Mamo… Bilim, sanat, kültür, müzik, insan hak ve özgürlükleri, hatta demokrasi, emek, kadın erkek eşitliği esas alınarak, yaşayan tüm canlıların yaşatılması, değinilen öğretinin ta kendisidir. Bu kültürle yetişen ve yoğrulan bölge ozanı İbreti, bir ayetinde (deyiş) sahip olduğu öğretiyi şöyle sergiler. Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) (Çizim: Ali Haydar Ülger) “Gerçek insanları bilirdim Allah, Ondan gayrısına tapmazdım billah, Ne Kâbe kalırdı, ne de Beytullah, Yerine bir arpa eker giderdim. İnsanlıktan başka olmazdı cennet, Yok olurdu İsa, Musa, Muhammet, Kalkardı dünyada mezhep, tarikat, Dinlerin bağını çözer giderdim.” Binboğa Değerlerine felsefi olarak, insani görüşleriyle payda olan bilge kişi Şıh Mamo’nun (Mamık-i Kose) okuma yazması yoktu. Temel felsefesinde ve düşüncesindeki içerik, gerçeğe (hakikate) gitmeyi ilke edinmekti. İnsan-i Kamil olmak için, tüm insani değerleri kutsal saymış, mevcut anlayışında; Aleviliği Kızılbaşlık temelinde analiz ederek yorumlayan, Osmanlının sürgüne yolladığı Erzurumlu Rahim Paşa’nın Sivas Divriği, Kangal ve Binboğalara sürülmesi, Rahim Paşa’nın; Kızılbaş (Alevi) babalarından Araboğulları kardeşlerle yakınlaşması sonucu Şıx Mamo ile olan ilişkisi bu şekilde gelişir. 1840-1921 yılları arasında yaşayan Şıx Mamo; Baba Mansurlu Süleyman ve Veis Araboğulları kardeşlerin Binboğalardaki Kürt Söbeçimen köyüne gelmelerinden sonra karşılıklı etkileşmelerle başlar. Bölge araştırmacılarından Kürt Söbeçimenli Seydi Özcan, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında, yörede gelişen “Hakikatçiler” akımının iki önemli öncüsünü şöyle anlatır: “Bölgedeki Alevi toplumunun iki önemli isminden biri Araboğlu, diğeri Kırkısraklı Mamki Kosê (Şıx Mamo) idi. Her ikisi de Alevi tasavvufuna vakıftı. Kendilerine ait cemaatleri vardı. Bu cemaatlerde söz söylenir, saz çalınır, ibadet edilir, insan-ı kâmil olmanın yol ve yöntemleri tartışılırdı. Temel öğretilerine göre, kâmil insan olmanın ana koşullarından birisi de (ölmeden önce ölmek, dünyevi iş ve nefsanî duygulardan arınmaktı.” (Age, s.58) “Apseyd, çocukluğunda çok etkilendiği Araboğlu’nun düşüncelerine sahip çıktı. Yöre halkının deyişiyle (Hakikatli) oldu. Yozlaşan Çelebilik ve Dedelik müesseselerine baş kaldırdı, dostlarının da yardımıyla köyünü ve civar köyleri dedelerden arındırdı. Cemaatini genişletti, ama köyüne de Alevilik tarihinde (Dinsizler) anlamında kullanılan (Prodan) lakabının takılmasına engel olamadı.” (S. Özcan: Aziz Baba Aleviliği, Ankara-2001, s. 1-2) Araboğulları ile derin düşünceleri örtüşerek yoldaşlık düzeyindeki dostlukları, öğretinin en önemli aşaması olur. İçinde bulundukları mecliste, çıkara dayalı dedelik kurumunun Kızılbaşlıkta yerinin olmadığını, aydın, çağdaş, eşitlikçi, insani anlayışın egemen olacağı bir düşünceyle, insanca yaşamayı belirleyen hümanist bir ekolun savunucuları olarak, inançta reform düzeyinde düşünceler ortaya koyarlar. 1920’lerden bu yana, çeşitli baskılara karşın “Şıxlar Meclisi” yani “Hakikatçiler”, hümanist düşüncelerinden ödün vermeden yollarına devam ederler. “Kamil sözü Kuran’ımız. Hikmet söyler irfanımız, Hakikattir erkânımız, Yalan yanlış foyamız yok.” (Meluli) Şıxlar; doğruluk (elinle koymadığını alma), dürüstlük ve erenlik düzeyinde kutsal kişilikler olarak görülmekteydi. Onların (Şıxlar Meclisi) temel düşünceleri, Alevilikten gelen Kızılbaşlık inancının farklı bir sentezi, dinsel olmaktan öte toplumcu bir oluşum olmasıydı. Peki, sahip oldukları Şıxlık ne idi? O ne tam olarak Alevilik, ne bir mezhep, ne dinsel bir kuram, toplumsal içerikli dinsel bir oluşumdu denilebilir. Bu tanımlamanın ne değin yerine oturduğu bir yana, sonuç olarak toparlamak gerekirse tüm bunların bir protest biçimi ya da ateist (tanrı tanımaz) anlayışın en geniş düşünsel akımı şeklinde yorumlanabilir. Temel taşı insan olan; din, dil, ırk, renk ayırımı yapmaksızın tüm dünya insanlarını kardeş gören, adalet ve eşitliğe dayanan bir felsefi düşüncedir. Tek tümce ile toplum biliminin (Marksizm) Binboğalar coğrafyasında ortaya çıkan bir doğu yorumudur. İnsanın kültürel, sosyal, toplumsal, felsefi birlik ve bütünlüğünü ortaya koyan bir yaşam biçimidir. Uluslara ve diğer inançlara yaklaşımından, kadın- erkek eşitliğine kadar uzanan yaklaşımlarla bir bütündür. Kökenleri en az üç bin yıl öncesine uzanan birçok öğreti biçiminin sentezidir. Saygı ve sevgi, onlar içi en güzel yoldur. Eziyete ve ezene karşı çıkan yaşam yolunun bir anlayışıdır. Evrensel bir dünya görüşüdür, etnik kökeni değil insan olmayı ön plana çıkarır. İnsanlıktır, sevgidir, dürüstlüktür, doğruluktur, çağdaşlıktır, paylaşımdır, hoş görüdür, kardeşliktir ve bilimsel düşünmenin ta kendisidir. Tapılacak dinsel (teolojik) varlık, insan gibi insandır. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Doğanın korunması, emek, tarımsal üretimde ortak çalışma ve teknoloji nin gelişmesidir. En önemlisi, kendi hak ve özgürlüklerini bilmektir. O günün koşullarına göre (20. yy başları) özü incelendiğinde, bilimsel felsefenin belirlediği, sınıfsal ayırımları ortaya koyan düşünce ile koşutluk gösteren bir öğreti olduğu görülmektedir. Ancak felsefi anlamda Kızılbaşlığın insancıl yanını ele alıp, dinsel kuram ve kavramlarla fazla şekillenmeden, tanrı ile sorunsuz ve barışık, tanrının insanda olduğuna inanan, geniş düşünsel yapılanma olup; temel öğesi insan olan, eşitlik-üretim-emek temeline dayalı felsefi bir düşüncedir denilebilir. Bir anlamda, toplumcu yaşam tarzının farklı bir yorumu olarak değerlendirilebilir. “Gerçek aşık siler kalbin tozunu, İrfan ışığında açar gözünü, Kamilin ağzından çıkan sözünü, Hem hadis hem Kuran biliriz”. (İbreti) “Sevgidir âşıkın dini, Erenlerin olmaz kini, Birbirini sevmiyeni, Sürün gitsin yöremizden.” (Afê Bacı (Kamalak) Özellikle Şıx Mamo ve Şıxlar Meclisi’nin sahip oldukları öğreti, yurt dışında çeşitli araştırmalara konu olur. O dönemde Almanya’dan üç kadın gazeteci ve gezgin sosyolog Hugo Grothe, 1906 yılında “Binboğa Hakikatçileri” için bölgeyi gezerken, Köyyeri’nin (Sarız) Kırkırsak köyünde Hakikatçi Aleviliğin öncüsü Mamîk-i Kose’yi özellikle tanımak üzere bölgeye gelir. İnançsal zemini hümanizm ve kolektif yaşamı esas alan bu öğretiyi araştırmak için günlerce Kırkısrak’ta kalır. Karşılıklı yapılan görüşmelerden sonra Hugo Grothe; “Araştırmalarımızdan sonra vardığımız sonuç; evrensel bir görüş, hümanist duyguların ön plana çıktığı bir anlayış olarak, yaşadıkları bölgede her şeyi ortak kullanmayı hedeflemekteler. Yaşama ve insana bakış felsefeleriyle Avrupalılardan onlarca yıl daha ileri düzeydeler” diye not düşer. Özünde bu öğreti; Kızılbaşlığın (Alevilik) çağdaş bir şekilde rafine edilmesi sonucu, fakat onun farkında olmadan, yeni yeni oluşmakta olan sosyalist düşüncenin bir sentezi gibiydi. H. Grothe; Şıx Mamo’yu şöyle anlatır: “Kızılbaş köyü Kırkısrak’ta her soruyu hiç çekinmeden yanıtlayan zeki, kendine özgü bir şahsiyeti olan elli yaşlarında (-ki o dönemde 66 yaşındadır) bir köylü çok yardımcı oldu. Yüzüne ciddi bir ifade veren derin çizgileri olan, ancak gözlerinde canlı ve muzipçe bir ifade olan, uzun sakallı, Doğu’da (Şark’ta) dini konular söz konusu olduğunda pek de alışık olmadığımız alaylı bir tarzda sorularımızı yanıtladı” der (M. Bayrak’tan alıntı). H. Grothe: “En önemli göreviniz nedir?” Ş. Mamo : “En önemlisi misafirperverlik. Verdiği hizmet için karşılık isteyene iyi gözle bakılmaz. Köy halkı onu cezalandırabilir veya köyden kovabilir. İnsanlar, çıkar gözetmemek ve birbirleriyle yardımlaşmak için dünyaya gelirler.” H.Grothe: “Öğretilerinizin yazılı olduğu ve yayılmasını sağlayan bir kitabınız var mı?” Ş.Mamo: “Ben de yok. Zaten okumasını da bilmem. Yaradan’a ve insanoğluna karşı yükümlülük emreden kitap, erdemli insanların kendi içindedir.” Bölgede (Aziziye, Gürün Sarız, Afşin, Elbistan, Akçadağ, Doğanşehir, Arguvan, Hekimhan, Pazarcık); Şıx Mamo ile başlayan süreçte, merkezi insan olan, etik değerleri de içine alan öğretileri yaymaya çalışan “Şıxlar Meclisi” oluşmaya başlar. Altını çizerek belirtmek gerekirse; ortak yaşam (komünal) biçimini temel alan “yarin yanağından gayrı her şeyde ortak” olma noktasında, Şıx Mamo ve onun içinde yer aldığı meclisinin önemli değerleri, bu anlayışı Binboğalarda yüzyıllar sonra 1800’lü yılların son çeyreğinde başlamak üzere ortaya koydukları düşünce sistemi, Şıxlığı günün koşullarına göre yorumlayıp yaşama geçirmek olur. Şıxlar Meclisi oluşurken onu oluşturanlar kimlerdi? Halk arasında “şıx-şex-şıh” diye tanımlanan, bölgesel anlamda Aleviliğin işleyişini bilen Yerel Halk Meclisi’ndeki kişilerdi. Kuran ve Allah’ı sahip oldukları normlara göre değerlendiren ve yorumlayan, hümanizm ve toplum yönetimleri üzerine çağdaş düşünce- ler üreten, özel mülkiyet anlayışını ret eden, “İnsani Kamil-i” amaçlayan, salt bunlarla yetinmeden, kendilerini geliştirmek adına anlayışlarına uygun kitap ve kaynakları Sivas, Kayseri, Maraş, İstanbul, Kırşehir, Halep, Şam. vb bölgelerden araştırarak bulup, satın alan, o dönemde kendilerini geliştirmek isteyen insanlar topluluğu idi. Eğer kitapları satın alama güçleri yoksa orada okurlar, özet ve içerikleri not edilerek, içinde bulundukları meclise ve dostlarına böylece aktarmış olurlardı. (Bizzat Taşik-i Mêyre-Bektaş Duman, Çirkin Baba-Hüseyin Özcan, sonraki yıllarda Kûşo-Hüseyin Ülger, Gedayi-Hüseyin Akyol, İbreti-Hıdır Gürel gibi… Farsça, Arapça, Kürtçe ve Türkçe okuyup yazan bu öğretinin ileri gelenleri öncülük etmektedir. Özellikle temin edilen kitaplar; Niyazi Misri’den, Seyit Nesimi, Fazallah Hurufi, Hacı Bektaşi Veli, Fuzuli, Baba Tahir Üryan, Hatayı, Virani, Yunus Emre, Pir Sultan’dan deyişler okur ve söylerlerdi. Ayrıca, Babam Kûşo Hüseyin Ülger’in iki sandık dolusu kitaplığında bulunan, tek tanrılı dört din kitabı (Zebur, Tevrat, İncil, Kuran) ortaya konulur, onlardan seçilen bab ve ayetler üzerinde günlerce tartışırlar, sahip oldukları öğreti doğrultusunda farklı yorumlarda bulunurlardı.) Dostluk düzeyinde süren, bu anlayışın içinde yer alan her Kızılbaş Babası, bu sorumluluğu taşır ortaya koydukları değerleri belli bir düzen içinde yürütmeye çalışırdı. Nesimi’den sıklıkla okudukları; Kûşo-Hüseyin Ülger (Çizimler: Ali Haydar Ülger) kızılbaş - sayfa 13 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tüm toprakların toplumsal mülkiyete dönüşmesi gerektiğini ve bunun da köy toplumlarına bırakılması gerektiğini, buna önderlik yapan ve savunan, 8-9. yüzyıllarda yaşayan Kızılbaş Yaresan Bavê Tahêr Ûryan’ın (Baba Tahir Üryan) şiirlerine sıklıkla yer verilirdi. “Her ew ku aşiqê ji can natirse Aşiq ji zencîr û zîndan natirse Dilê aşiq weke gurê birçî ye Ku ew ji heyheya şivan natirse.” (Âşık olan canından korkmaz Zincirden, zindandan korkmaz Âşığın gönlü aç bir kurt gibidir Çobanın heyheyinden korkmaz.) (çev: Kul Seyyid) İbreti-Hıdır Gürel (Çizimler: Ali Haydar Ülger) “Ey gönül el aynasına bakmanın faydası ne. Sermayeden zararın var satmanın faydası ne. Kendin kadrin bilmeyen ne bilir dostun kıymetin, Merkebin boynuna cevahir takmanın faydası ne. Çobana yazı gerek hem yayıla, hem gerneşe, Çobanı meclise imam etmenin faydası ne. Kargaya üleş gerek hem yiye hem çağıra, Karganın önüne şükker dökmenin faydası ne. Velhasılı, Nesimi sen kendini âleme faş eyleme, Köpeği hamama sokup yumanın faydası ne. Yine sıklıkla şiirleri okunan -ki Abbasi dönemi ozanlarından, İslamiyet karşıtı duruşu ile- dünya üzerindeki adaletsizliğin temelinin toprak paylaşımındaki eşitsizlikte olduğunu, işlenebilen Bavê Tahêr Ûryan, bir diğer deyişinde “gönül” ve “dilber” üzerine duygularını sergilerken, her ikisinin iç içe geçmiş olduğunu şöyle ifade eder. “Ku dil dilber be, lexwe dilber kî ye? Eger dilber dil be, navê dil çi ye? Ez dil û dilber tevlihev dibînim, Nizanim ku dil kî ye, dilber kî ye?” “Gönül dilber ise, içimdeki dilber kimdir? Eğer dilber gönül ise, gönlün adı nedir? Bence gönül ve dil iç içedir. Bilmem ki gönül kimdir, dilber kimdir?” (çev: A.H.Ülger) İşte 1900’lü yılların birinci çeyreğinde, Sivas’ta yaşayan Araboğulları (Süleyman), Kırkısrakta’tan Mamık-ı Kose, Çirkin Baba (Özcanlar’ın dedeleri), Söbeçimen’den Apseyd (Seyid Baba)…, daha sonraki kuşaktan, yüzyılın ikinci çeyreğinde; Kötüre’den Karaca (Meluli-Latife), Şakir Baba (Berçenekli), Aşık Mamo (Mamık-i Çêle), Mustafa Erdoğan (Mıstîk-i Kulutan), B. Haydar Uzun (Haydar-ı Doçdırej), Gedayı (Şıh Mamo oğlu), Haydar Bayrak (Haydar-ı Avde), İbrahim Erdem (İbik-i Kurçe), Ali Haki Edna, Ali Kamîke (Hicrani), Cafer-i Gange, Hıdır Gürel (İbreti), Ali Armağan (Ali Kale), Hüseyin Ülger (Kûşık-i Qalan), Mustafa Duman (Kinik-i Taşık-i Meyre), B. Hüseyin Babür (Torun-i Axıke), Ali Babür (Ali Hussûke), Aziz Babür (Aziz-i Axıke), B. Ali Çelebi (Ali Kûluk-e), Haydar Yılmaz (Haydik-i Ellez), İsmail Öksüzoğlu (İsmail-i Kullûk-i Fatmê), Mehmet Kamalak (Mamık-i Qubucuğan-Firkati), Êfe Ana (Êfik-e Qu- bucuğan-Kamalak), Hüseyin Duman (Husen-i Allıke), İbiş Yılmaz (İrşadi), Hasan Uzun (Haskut-i Çağıke), Derviş Toprak (Devrîş-i Axîk-i Kıçike), Hüseyin Duman (Husen-i Allikê), Tacim Kaygısız (Tacim-i Köralian)… Hakikatçiler Meclisi’nin (Şıxlar) içinde yer alan kimi önemli değerlerdi. Aslında Hakikatçi Alevilik, dedegân düşünceye karşı çıktığı gibi, Bektaşiliğinde yalnızca hümanist yanını ele alır, etnik boyutunda asla yer almayan bir anlayıştır. Çünkü Hakikatçilik, bir tarikatın sınırlarının çok üzerinde bir düşünce akımıdır. Meluli’nin şu sözleri bu gerçekliği anlatmaya yetmektedir: “Biz Bektaşi tekkesine gitmedik, tekkelerde hizmetimiz yok; fakat Bektaşilerin yetişmiş, erdemli, kâmil mürşitleriyle görüşüp, hizmetlerimiz onlarla oldu. Ders aldık, onlardan ilham aldık. Daha doğrusu bizim aldığımız bütün ilham insandadır. İlahi ilham zaten insandadır” der. (Agy. Bir hakikatçi şair ve köy aydını olarak Meluli’nin felsefesi konusunda ayrıca, Batı dillerindeki şu başlıca yazıya bakılabilir. Hans-Lukas Kieser: “Alevilik als Lied und Liebesgespråch: Der Dorfweise Meluli Baba (1892- 1989), Migration und Ritualtransfer” içinde, Peter Lang yay. Frankfurt, 2005 ). “Sizi seyreyledik batın yüzünde, Haberdarsın ser çeşmenin gözünde, Âdem belli sohbetinden sözünden, Kamil kelam ehli irfanlarsınız.” (Alhaslı Ali Haki) Aynı anlayışın içinde yer alan ve bu süreği sürdüren yöre ozanlarının Şıx Mamo üzerine çok sayıda şiir ve deyişlerden biri ozan Derdiderya’ya aittir. “Derdiderya söyler özden, Erenlere selam bizden, Her bir halde, telde, sazdan, Şeyh Mamo’muzdan ibret al.” Şıx Mamo torunlarından Gedayi oğlu Hayali (İbrahim Akyol) dedesi için şöyle der. “Evliyamız yatar karşı obada, İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo. Dallıkavak, Çağşak, hem de yörede, İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo.” Gerçekler yoludur hep senin yolun, İnsanlık ilacı etkili dilin, kızılbaş - sayfa 14 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dostlarındır senin varlığın malın, İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo.” Kendisiyle yol yoldaşı ve Şıx Mamo’yu irşad eden Araboğulları’nın torunlarından Aşık Süleyman, dertlere derman olduğunu şu dörtlüğü ile dile getirir. “Şeyh Mamo’m methedem size, Dertlere dermandır bize, Ali’m şahtır gören göze, Hem vallahi, hem billahi…” Kadın ozanlarımızdan Êfe Bacı (Êfik-e Qubucuğan), yol ve erkândan ayrılmadığını, samimi duygularını şiirine şöyle yansıtır. “Şıh Mamo’nun talibiyim ezelden, Asla ayrılmadım erkândan, yoldan, Muradımı aldım bir gonca gülden, Oğlanı öğrendim, kızı öğrendim.” Aşık Faruk; dört bir yanı aydınlatan ışığa benzetir Şıx Mamo’yu. “Işık vermiş çevreye, aydınlatmış dört yanı, Toplamış dostlarını, Hakka döndürmüş yüzün, Hidayete Hak’tan ermiş bizim Şıh Mamo.” Söbeçimenli Mehmet Çoban,“Dostlar” adlı şiirinde; Mamık-ı Kose’nin (Şıx Mamo) yaşam felsefesinin, evrensel dünya kardeşliği üzerine kurulu olduğunu şu dizelerle vurgular. “………………………. Gerçekten gerçeğe katıla gelmiş, Bu insancıl yolun, insancıl duygusunu, Hümanizm, dostluk ve kardeşlik sevgisine bezendiren, Evrensel dünya kardeşliğinin, Bir müsavi hakkın çatısı altında, Birleştirmeyi ve bütünleştirmeyi, Amaç edinmiştir Şeyh Mamo…” Sefil Mustafa, Şıx Mamo’nun gerçeklere ışık tutuşunu ve onun ününü şöyle vurgular. “Gerçeklere ışık tuttun. Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo. Hak yoluna doğru gittin. Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo. Sefil Mustafa divane, Selam olsun hanedane, Namın yayılmış cihane. Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo.” böyle olanaklı olmuştur. “Her şey insandadır. İnsan en büyük değer, yaşam kutsaldır.” Binboğalarda, Şıxlar Meclisi ve onlardan kalan gelenek öyle bir eğitim vermiştir ki, Alevi öğretisinin kültürel ortamı içinde; Meluli (Karaca Erbil), Aşık Mamo, İbreti (Hıdır Gürel), Nesimi Çimen, Kul Hasan, Maksudi (Osman Dağlı), Hüdai, Mahzuni, Mücrimi, Ali Kamike (Burhani, Hicrani, Haki), İrşadi (İbiş Yılmaz), Êfe Ana, Firkati, Erdem Baba, Cafer Baba… gibi ozanların yetişmesini sağlamıştır. Bunlardan Mahzuni, yaşadığı dönemin toplumsal sorunlarına olan duyarlılığı ile daha çağdaş ve kentli yapıtlar vermiş, ancak Hakikatçiler geleneği çizgisinde ise Mücrimi, Cafer Baba, Meçhuli, Kul Hasan, Emekçi, Perişan Ali, İsmail İpek, Kul Ahmet, Kul Hasan, Hacı Bayrak, Yetimi (Aziz Şimşek)… gibi değerli ozanlar, süregelen meclisin içinde yetişmişlerdir. Binboğalardaki Kızılbaş Aleviler, inançsal zeminini besleyen ve ondan beslenen usta icracılar ise Haydar-i Avdê (B. Haydar Bayrak), İbik-i Kurçe (İbrahim Erdem) ve Nesimi Çimen’dir. “Din demek mananın başı, Herkes anlamaz bu işi, İnsanlık her şeyin başı, İşte onda gözüm benim.” (İbreti) “Gerçeklere varmak için, Yollar vardır, yol içinde. Sevgileri görmek için, Gözler arar, göz içinde.” (A. Haydar Ülger) Hakikatçiler Meclisi’nde herkesin yüzü birbirine dönüktür. Birbirlerinin söz, deyiş ve düşüncelerinden yararlanmak için yüz yüze olurlar. İşte Alevilikteki “semah, cem, halaka” sözleri bu literatürde anlam kazanarak “yani insanın insanı kıble edinmesi” ancak Sözü şuraya getirmek gerekirse, o mecliste doğu-batı, kuzey-güney gibi farklı yönler yoktu. Bilgi, birikim, sevgi ve insanlıkla halkalanmış bir dairenin iç yüzünün her noktası, aynı düzen içinde -tıpkı Güneş sistemindeki gezegenler gibi- çok yönlü bir düşünce anlayışının kıblesine dönüşmüş olmasıdır. Bu bağlamda Şıx Mamo’yla yerleşen, vücut bulan bu kültür içinde nice ozanlar yetişmiş, aynı anlayışın sonucu olarak Tanrı’yı evrende ve insanda gören anlayışla yoğrulmuşlardır. Kimi zaman, bununla tam karşıt noktalardan “Tanrı Varlığı”nı sorgulayıcı söylemlerle de ortaya çıkmışlar, “cismi olmayanın ismi olur mu” diye sormuşlar, “yere körü körüne eğilmemenin” büyüklüğünden söz eder olmuşlar. Hele hele “yazgıya inanma”nın yoksullara pay edilmesinin, ozanları rahatsız ederek onları isyana sürüklemiş ve bu durumu içlerine sindirememişlerdir. “Gerçek aşık siler kalbin tozunu, İrfan ışığında açar gözünü, Kâmilin ağzından çıkan sözünü, Hemi hadis, hemi Kur’an biliriz.” (İbreti) Kendi kendini var eden bu anlayış; yaşayan, yaşatan, göçen nice erden sonra elden ele geçerek bu güne değin gelir. Ne mutlu ki, Binboğaların o bu çetin coğrafyasında gerçekleri ve güzellikleri içinde yaşatan, Şıx Mamo gibi Kızılbaşlık öğretisine (Hakikatçiler) değer katan, aramızda olmayıp da Nesimi, Virani, Pir Sultan, Meluli, Mahzuni ve İbreti gibi düşünen tüm Hakikatçileri bir anı tünelinde anarken, bize kazandırdıkları toplumcu düşüncelerinin evrenselliği, İç Toroslarda (Binboğalar) yeni fark edilen bir yıldız örneği parlayan Kızılbaşlık inancının, bu küçük kaynağın büyük bir ışığı olarak, dün olduğu gibi, yarın da sahip oldukları Hakikatçiliğin özünü yansıtmayı sürdürecektir. Yarınlarda, özü sevgi olan bir diğer Kızılbaş değerinde buluşmak dileğiyle… kızılbaş - sayfa 15 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PEPUK duğu, yerde oturdu. kız sırtındaki çıkını açtı annesinin onlara koydukları lor,kelle soğan ve azbirazda kavurma, tandır ekmeğin içine koyup durum haline getirip yediler. sonra som som kaynaşan çaygaraya ağızlarını batırp kana kana su içtiler. daha sonra tekrar kengel toplamaya koyuldular... PEPUK PEPUK.. Aram Ararat dağ dediğin bir top ateş sanırsın,güneşle güreş tutumuş gibi yalızları cenk rengindedir. yangın morumsu çiçekler basardı evelbaharda,her renk ve bin bir çeşidiyele. pepuk kuşun kanadın altında sığınmış gibi dağdan aşağıya doğrudur herbir yanı,cümle tabiatı gölgeliyor.sonra dağ halka halka durmadan sisleniyorudu. ve bir anda dağılıp gözden yitiyor, sonra bir daha bir daha sislaniyor ve açılıp kapanıyor dorukları... dağın etekleri engin bir yeşiliğe bürünmüş ve sökünet içindeydi.yalınızca tabiatın sesi var başka hiç bir ses yoktu. yeraltı sularının çağıltısı bile duyuluyordu bu sesizlikte, toprağın usul usul yarılması, köklerin saçaklaması, karınca yuvalarının yer değiştirmesi ve kuşların kanat bilemesi bütün sesizliğiyle duyuluyordu... doğanın cömert kucağında binbir türlü çiçek, böcek, kuş, kelebek, yazın öfkesinde uzak tasasız görünüyordu. yumuşak bir esinti eşliğinde fısıldaşan otlar saçlarını tarıyor,ince çıtırtılarla su yürüyordu dallara. kır çiçekleri çılgın renkleri sayıklıyordu.toprağın derin damarlarından tüten buğu,incecik bir tül çekiyordu boşlığa.uzun ıslıklar çalıyor ve karşı tepelere doğru yükselirken o uzayan muazam lezzetli kengerlere... mevsim kenger mevsimiydi (kerenk) dağ, taş, vadi, orman, ve bilcümle tabiat kengerlerle dolup taşımıştı.sarımsı, yeşilimsi, morumsu ve beyazmsı rengharenk köklü kengerler, her tarafı doldurmuştu. güneşin yakmadan ısıtğı, sularun ne az nede fazla olduğu, yelin kırmadan hafıfçe estiği demde, yani dünyanın ılıman mevsiminde bitiyor kenger. hele bir tadı varki hiç sormayın, şöyle kabuğunu usulca soyarsınız, sonra dişlersiniz ağzınızada öylece sa- atlece çinemek istersiniz,o kadar farklı bir tadı varki, tarif edilemez ancak yeyerse anlar insan.birde baygın bir kokusu var mis gibi böyüleyicidir.kokusu insanı farklı bir düş dünyaya götürür. öyle bir şeydir kengerin tadı ve kokusu. kadın sabahın seherinde uyandı çocuklarını tek tek sevgiyle uyandırdı,sonra derede taşdığı suyu büyük bir kazanda kaynatı. çocuklarını bir bir yıkadı yudu duruladı. en güzel giyitleri geydirdi, ekmek ve sut verdikte sonra onlara yolluk hazırlayıp çıklarına koydu,ve her birisinin eline birer hançer tutuşturarak kenger toplamaya yolladı. iki çocuklar biri kız biri erkekti. kız henüz on iki yaşındaydı erkek ise sekiz yaşına yeni basmıştı. elele tutuşup yola koyulduklarında güneş tam tepedeydi.bir zaman yürüdükten sonra kengerlerin en yoğun bitiği vadiye vardılar. kız annesinin verdiği telis torbayı kardeşinin eline sıkıştırdı "sen torbayı al ben de kenger biçerim" dedi çocuk hiç ihtiraz etmeden başının evet anlamına gelen tatlı tatlı salladı. kız biçtiği ilk kengeri soydu kardeşine verdi,kardeşide ablasının vermiş olduğu kengeri zevkle yedi bitirdi. ve başladılar kenger biçmeye. ikindi vaktine kadar hiç durmadan duraklamadan öylece kenger biçtiler. sonra çocuk ablasına acıktığını söyledi.ablası ise ilk bulduğu çaygaranın başında çöktü ve "çök" dedi kardeşine. çocuk ise ol- ikindi vakti olmuştu artık eve dönme zamanıydı, bir ara kız, kardeşine döndü ve" acaba ne kadar kengerimiz oldu?" diye sordu. kızın bu sorusu özerine çocuk sırtındaki telis çuvalı indirdi, ve çuvalı açtı içine baktı ne baksın bir tek kenger bile yoktur.çocuk şaşkınlık içinde ağlamaklı bir sesle ablasına seslendi "abla hiç kengerimiz yok" dedi. kız döndü kardeşinin elindeki çuvalı hışımla aldı baktı içine hakkaten hiç bir kenger yoktu. bu durum üzerine kız çılgına dönmüştü. kardeşine küfür etti hırpaladı ağzını yüzünü kan içine bırakana kadar övdü, "bütün kengerler sen yedin" dedi. kardeşi ağladı, sezladı, yalvardı, yakardı "ben yemedim". yemin etti ablasının ayağına kapandı, ama ne etiyse bir türlü ablasını ikna edemedi. en son dediki "abla o halde inanmıyorsan gel karnımı deş ve bak içime ben kenger yemişmiyim yemeşmiyim görürsün" çaresizce. sonra olduğu gibi işliğini yukarı çekerek kurbanlık kınalı koç gibi oracıkta uzandı. kızın gözü dönmüştü şuurunu kaybetmişti elindeki keskin hançeri, hemen yanında uzanmış her iki eliyle işliğini yukarı çekmiş kardeşinin çıplak karnına sapladı. çocukta hiç ses çıkmadı. kız çılgınca kardeşin karnını deşti sonra barsakları tek tek açtı baktı ama hiç kenger yoktu,sabah verdiği kenger dışında.kızın yüzü,gözü,elleri kardeşinin kanıyla boyanmıştı.çocuk oracıkta sırt üstü uzanmış kan reva içinde ve sağ elinde yarım kalmış ekmeğini sıkı sıkıya tutmuş sol eli hala işliğindeydi. gözleri yarım açık kalmış ve sol gözende bir kaç damla yaş sözülmüş, al yanağında öylece donmuş kalmıştı. kız,kardeşinin kenger yemediğini anlayınca, pişman ,oldu korktu, ağladı, bağırdı, çağırdı, başını taşlara vurdu, saçalarını yoldu, giyitlerini parçaladı, yüzünü acıyla yırtı. onun kanı kardeşini kanınına karıştı. kardeşini kucakladı ağzını dışarıya sarkmış kardeşinin barsakların koydu ve yabani bir hayvan gibi böğürdü.ama nafile. ne yaptıysa kardeşi uyanamadı.en son diz üstü çöktü ve avazı çıktığı kadar bağırdı"ya kızılbaş - sayfa 16 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rap "dedi" beni bu devri dünyada öyle bir yaratığa dönüştürki dünya döndükçe hep kardeş katilli olarak laanetle anılayım. "kızcağızın bu duası üzerine tekmil dağları yeri göğü inlercesine heybetle görledi, sonra tuhaf tuhaf sesler çıkartı. gökyüzü karanlık bulutlarla kapandı, yıldımlar düştü, şimşekler çaktı, bir anda hışımla yağmur dolu ve kar yağdı. bir anda dönya karanlığa gömüldü... Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar -12 Seçim: hava açıldığında kızcağız bir kuşa dönüşmüş ince bir dala konmuş sadece "PEPUK PEPUK Kİ KUŞT MIN KUŞT Kİ ŞUŞT MIN ŞUŞT...PEPO KEKO KAM KIŞT MIN KIŞT KAM ŞU MIN ŞU" diyordu. tekmil mor dağları kuşa eşlik ederek "PEPUK" dedi yağan yağışlar "PEPUK" dedi. yerde cansız yatan çocuk "PEPUK" dedi yolda geçen yolcular, hayvanları göden çobanlar,koyunları sağan berivanlar "PEPUK" dediler. duvaklı gelinler, kundakdaki bebeler, ölümü bekleyen yaşlılar ve gençler hep bir ağızda PEPUK "dediler.kısacası bilcümle kainat hep bir ağızla ve çığlık çığlığa" PEPUK PEPUK PEPUK... ve o gün bu gündür her evelbaharda,yani kenger mevsiminde PEPKU kuşu geliyor yetiştirebildiği, ve tükürüğü yettiği kadar kengerlerin üsüne tükürüyor, sonra sıra kadem basıyordu. kuşun tükürdüğü kenger yanıyor kırılıyor ve hiç bir canlı varlık dokunamıyor... işte insan oğlu o demde bu yana başına en ufak bir hal gelirse, "PEPUK" diye inliyorlar. savaşlara öllümlere ve katliamlara PEPUK. açlığa sefalete ve yoksulluğa PEPUK. sılada yürekleri yarin uğruna, yangın yerine dönüşenlere PEPUK. evlat acısıyla yanıp tutuşan annelere, anne ve baba hasreti çeken çocuklara PEPUK. mapushanedeki mahkumlara,ve yıllarca onların yolunu gözleyen yakınlarına PEPUK. sanalda ve realde tanıdığım veya tanımadığım, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı koymayan bilcümle insanlara ve (eşala) ya PEPUK PEPUK PEPUK. Ali Haydar Kanlı Doludizgin, kıran kırana küfür dolu bir yerel(!)seçim kampanyasının ortasındayız. Sistem partilerinin kendilerine alan açmak uğruna harca(ya)mayacakları hiçbir değer, dillendirmekten kaçınacakları hiçbir kavram yok. Eski Atina'da oy verme hakkını demokrasinin bir göstergesi sayan aptal avam kamarası nasıl bir yanılgı içinde idiyse bugünün Türkiye'sinde de halk genel anlamda aynı yanılgı içindedir. Sistemin ön seçim yoluyla dayattığı adaylardan birini seçmekten başka bir anlam ve işlevi olmayan bu yanılsama yoluyla sistem en geniş kitleleri yedeğine alarak kendisini idame ettirirken biri sağ ikincisi sol oportünist devrimci (!) iki çizgi de bu ortaoyununda rollerini alırlar oportünistler seçimler yoluyla sistemin değiştirilebileceği hayalini yayarken, Sol oportünistler objektif koşulları oluşmadığı halde boykot söylemiyle eylemsizliği seçerler. Oysa, seçimlerin yarattığı duyarlılık ortamından da yararlanarak sistemin tam ve doğrudan teşhirini yaparken, seçimlerin demokrasiyi getiremeyeceğinin altının kalınca çizilmesi, doğru bileşenlerle sistem içinde manevra alanları açmak gerektiğinin ayırdında değillerdir. Çok önemli bir oy potansiyeline sahip Aleviler genel olarak sistem partilerine yedeklenmiş, Kemalist bayraktarların kuyrukçuluğunu yaparak geçmişine adeta ihanet etmektedir. Devrimci blok iddiasıyla seçimlere katılan kimi çevreler ise ittifak güçlerinin uzlaşmaz iç çelişkilerle dolu olduğunun ya farkında değiller yada pragmatist yanları ağır basmakta. Sonuç yerine; Bir seçim süreci daha hızla akıp geçiyor gözlerimizin önünden ve biz bir kez daha izleyici rolündeyiz. umar ve dilerim ki, gelecek seçimlere daha bilinçli, daha örgütlü bir muhalefet geliştirebilir, doğru bileşenlerle sürece müdahil olabiliriz. Mart 2014 / Diyarbakır kızılbaş - sayfa 17 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni Soykırımı ve Hrant Dink’in Katledilmesi 19 Ocak 2007’de, Hrant Dink, İstanbul’da, yöneticisi olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmiştir. Bu cinayet, 1915 Ermeni Soykırımı ile yakından ilgilidir. Ermeni Soykırımının devamı olarak algılanabilir. Bu projeler gündeme geldiği zaman Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Hıristiyan halklara, örneğin Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ne gibi politika uygulanacağı çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Aslında bu süreci daha geniş bir çerçevede değerlendirmek gerekir. Yakındoğu bu bakımdan önemli bir kavramdır. Yakındoğu kavramının irdelenmesi sürece açıklık getirecektir. Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdlere nasıl bir politika uygulanacaktı? Yakındoğu, Bizans’tan beri kullanılan bir kavramdır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Batılı araştırmacılar, seyyahlar, yazılarında, konuşmalarında bu kavramı sık sık kullanmışlardır. Lozan Antlaşması’nın gerçek adı, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması’dır. Bu kavramın son olarak kullanıldığı alanlardan biridir. Bizans Yönetimi, İstanbul’dan itibaren Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölümlemişti: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu. Yakındoğu’da şu ülkeler yer alıyordu: Kızılırmak’ın, Sakarya nehrinin batısına, Ege’nin bir bölümüne Anatolia deniyordu. Buralarda daha çok Rumlar yaşıyordu. Karadeniz havalisine Pontus deniyordu. Burada Rum Pontuslar yaşıyordu. Pontus’un doğusuna Lazistan deniyordu. Lazistan’ın doğusunda Gürcistan yer alıyordu. Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan ve Kürdistan’dı. Kırsal kesimlerde daha çok Kürdler, şehirlerde daha çok Ermeniler yaşıyordu. Van Gölü’nü merkez kabul edersek kuzeye ve doğuya doğru Ermeni nüfus, güneye doğru Kürt nüfus artıyordu. Kuzey Mezopotamya’da Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler beraber yaşıyorlardı. Tur-Abdin, daha çok Süryanlerin yurduydu. Bugünkü Çukurova’ya Klikya deniyordu. Klikya’da Ermeniler çoğunluktaydı. Kızılırmak kavsinde daha çok Rumlar yaşıyordu, Kapadokya. Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Ku- Dr. İsmail Beşikçi zey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar olan ülkeleri kapsıyordu. İran, Ortadoğu ve Yakındoğu arasında bir yerdeydi. Uzakdoğu, Orta Asya içleri, Çin, Mançurya, Japonya, Filipinler, Vietnam gibi ülkeleri içine alıyordu. Coğrafyadaki bu bölünmenin üzerinde durmanın önemi şuradadır: Yakındoğu imha edilmiştir. Yakındoğu’nun kadim halkları Rumlar, Rum Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Kürdler, Ezidi Kürdler, Lazlar vs. ve onların ülkeleri imha edilmiştir. Bu imhanın nasıl gerçekleştiği konusu üzerine durmak önemlidir. Bunun için İttihat ve Terakki’nin düşüncelerinin, tasarımlarının irdelenmesi gerekir. İttihat ve Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına dayalı olarak yeniden organize etmeye çalışan devlet ve toplum tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak ama bu imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. İçinde sadece Türklerin yaşayacağı bir imparatorluk… İttihat ve Terakki’nin buna paralel olarak geliştirdiği ikinci bir projesi daha vardı. Osmanlı ekonomisini millileştirmek, örneğin 1915’te Osmanlı Sanayi Sayımı yapılmıştı. İstanbul çevresinde, Ege’de, Karadeniz, Akdeniz yörelerinde fabrikalar, atölyeler, iş merkezlerinin % 95-96 oranında azınlıklara yani Rumlara, Ermenilere ait olduğu saptanmıştı. Bunları Müslüman Türk tüccarın denetimine vermek, Osmanlı ekonomisini bu şekilde millileştirmek önemliydi. Bu konu, İttihat ve Terakki’nin gizli toplantılarında etraflı bir şekilde üzerinde durulan, tartışılan bir konudur.ı Türk veya Kürd olan ama Müslüman olmayan, kendilerini Reya Heq olarak tanımlayan Alevilere (Kızılbaşlara) ne gibi bir politika uygulanacaktı? Bunlar İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’yi en çok meşgul eden konulardı. İttihat ve Terakki yönetiminin gerek gizli gerek açık toplantılarında en çok konuşulan konular buydu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinin hiç değişmeyen üç üyesi bu konularla başlıbaşına ilgileniyordu. Doktor Bahattin Şakir’in, Doktor Nazım’ın, Ziya Gökalp’in sürekli olarak çok üzerinde durduğu, çok ayrıntılı planlar, projeler hazırladığı esas konu buydu. Bu konularla ilgili olarak İttihat ve Terakki’nin çok kapsamlı, ayrıntılı planları, projeleri var. Bu projelerin vardığı sonuç kısaca şöyledir: Karadeniz havalisindeki Rumlar, Rum Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, Ege’deki Rumlar sürgün edilecekti. Bunlardan kalan taşınmaz mallara el konulacaktı. Ermeni nüfus tehcirle çürütülecekti. Bunlardan kalan taşınmaz mallara el konulacaktı. Hıristiyan halklar olan Süryanilere, Keldanilere, Nasturilere de benzer politikalar uygulanacaktı. Ezidi Kürdlerin nüfusu da tehcirle çürütülecekti. Kürdler Müslüman’dır, Müslüman Kürdleri Türklüğe asimile etmek kolaydır. Kürdler Türklüğe asimile edilecekti. Kendilerin Reya Heq olarak adlandıran Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti. kızılbaş - sayfa 18 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Böylece İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan herkes Türk olmuş olacaktı, sermaye de Türkleştirilmiş olacaktı. Türk olmak, Müslüman olmak demekti. Bütün Müslümanlar Türk olmayabilir, ama Türk olan muhakkak Müslüman olacaktı. Örneğin Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Gagavuzlar, aslen Türk olmalarına rağmen Müslüman olmadıkları için Türk kabul edilmiyorlardı. Bu projelerin yaşama geçirilmesi için elverişli bir zaman beklenmektedir. Bu Birinci Dünya Savaşıdır. Rum, Pontus Rum sürgünleri ise çok daha önceleri yaşama geçirilmiştir. Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap. Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013’de basılmış. Kitapta Sait Çetinoğlu’nun Önsözü var. İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19121922 Yılları Arasında Hıristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş. Ocak 2013’de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hıristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapta da Sait Çetinoğlu’nun önsözleri önemli yazılardır. Bu dönemde, Karadeniz havalisinden, Kapadokya’dan, Ege’den yüzbinlerce Rum sürgün edilmiş, taşınmaz mallarına el konulmuş, yağmalanmasının önü açılmıştır. Bu konularda devlet terörü çok yoğun bir şekilde yaşama geçirilmiştir. Evlerin köylerin yakılıp yıkılması, ailelerin sürgün edilmesi, mücevherlerine, paralarına el konulması devlet terörü eşliğinde yürütülmüştür. Valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları devlet terörünü uygulayanlar olarak ortaya çıkmışlardır. Artık, terörü durdurması için şikayet edilecek bir makam bulunmamaktadır. Balkan yenilgisinin, iç düşman olarak algılanan Rumların dış düşmanlarla işbirliği sonucu gerçekleştiğine dair güçlü bir algı vardır. 1990’ları hatırlayalım. Örneğin, Vedat Aydın cinayetinden, Musa Anter cinayetinden sonra basında yer alan haberlere, yorumlara bakalım.Haberlere, yorumlara bir belirsizlik egemendir. “Acaba bu cinayeti kim işledi?” CİA mı işledi? Mossad mı işledi? Saddam Hüseyin’in el Muhaberatı mı, Hafız Esad’n el Muhaberatı mı? Yoksa PKK içindeki çatışan gruplardan birinin eseri mi? Bugün bu cinayetlerin hep devletin güvenlik birimleri tarafından işlendiği biliniyor. Ama 1990’larda bu kadar açık bilinmiyor. Devlet de bu cinayetlere sahip çıkmıyor. Basın, “şu mu bu mu yaptı?” diyerek ortaya belirsizlik koymaya, insanların kafalarını karıştırmaya çalışıyor. 1910’lar böyle değil. Güvenlik birimleri, jandarma, emniyet, valiler, kaymakamlar doğrudan doğruya bu cinayetleri örgütlüyorlar, bu cinayetlere sahip çıkıyorlar. Rumların gözünü korkutmaya çalışıyorlar. Rumlara gözdağı vererek mallarını-mülklerinin bırakarak oradan uzaklaşmalarını, canlarını kurtarmaya çalışmalarını sağlamaya gayret ediyorlar. Bazı tarihler, farklı halklar için çok farklı anlamlar içerir. 19 Mayıs 1919 Türkler içim milli mücadelenin başlangıcıdır. Rum-Pontuslar için tarihten silinmenin noktalandığı bir andır. 24 Temmuz 1924 Lozan, Türkler için yeni devletin kurulması ve uluslararası garantinin sağlanmasıdır. Kürdler için köleleşmedir, yok olmanın adıdır. Bunlar gibi bazı tarihler, farklı uluslar için çok farklı anlamlar içerir. Bu anlamlar da genel olarak birbirine çok zıttır. Örneğin, Türk Cumhurbaşkanlarından Başbakanlardan, Süleyman Demirel, “Lozan Türkiye’nin tapusudur.” demektedir. Kürdistan’ın, Rum mallarının, Ermenin mallarının nasıl tapulandığının irdelenmesi önemlidir. Burada önemli olan ifade özgürlüğü ortamında herkesin kendi düşüncelerini özgürce ileri sürebilmesidir. 1915 Ermeni Soykırımı Ermenilerle ilgili projeler, Birinci Dün ya Savaşı sürecinde yaşama geçiril- miştir. Bir buçuk milyon civarında Ermeni tehcirle soykırıma uğratılmıştır. Ermenilerin taşınır ve taşınmaz malları, zenginlikleri yağmalanmıştır. Bu operasyonlarda Teşkilat-ı Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bu operasyonlarda kullanılan Teşkilat-ı Mahsusa’da belli başlı üç kategori yer almaktadır. Bunların üçü de silahlı unsurlar olarak örgütlendirilmişlerdir. Birinci kategoride; Balkan yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır. Bunlar 14. yüzyılda Bulgaristan’ın, daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın Makedonya’nın fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerin “Evladı Fatihan”nın torunlarıdır. Bu göçmen kitleler çok öf keli bir şekilde gelmektedirler. Çünkü onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki göçmenlerin bu öf kesini Rumlara ve Ermenilere yönlendirmektedir. “Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederseniz, onları bulundukları yerlerden kaçırtırsanız veya onları şu veya bu şekilde yok ederseniz onlardan kalan taşınmaz mallar sizin olacak” Rumlara, özellikle Ermenilere karşı kullanılan ikinci kategori, ağır suçlar işlediklerinden dolayı firar halinde olanlar veya cezaevlerinde tutulanlardır. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederlerse onlar hakkında soruşturmalar, takibat durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır. Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de sahibi olacaklardır. Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine verilecektir. 1985 yılını hatırlayalım. Türkiye’de gerilla mücadelesi başladıktan sonra bazı aşiretlerin koruculuğu kabul etmeleri için kendilerine ne gibi olanaklar sunulduğunun irdelenmesi önemlidir. 1910’larda ve 1980’lerde benzer bir sürecin yaşandığı gözlenmektedir. Üçüncü kategori bazı Kürd aşiretleridir. Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç aşamada gerçekleştirilmiştir. Birinci olarak tehcir kafilelerinin güvenliğini sağlayan unsurların yaptıklarıdır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları bilinmektedir. Tehcir sırasında arazi- kızılbaş - sayfa 19 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nin, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri Fırat nehrine atılmıştır. İkinci aşamada Rumların, Ermenilerin evlerindeki eşyalar yağmalanmıştır. Üçüncü aşamadaysa Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar yağmalanmıştır. Bugün Türkiye’de büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır, Ermeni mallarıdır. Kürdistan’da Kürd aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin zenginliklerinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani, Keldani, Nasturi mallarıdır. Ama bu, konuşulan, tartışılan bir konu değildir. Türk İktisat tarihi, Türkiye ekonomi tarihi konusundaki kitaplarda, yazılarda “Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu“ sorusu sorulmaz. Örneğin Osmanlı ekonomisi inceleniyor, ondan sonra yeni bir başlıkla Cumhuriyet ekonomisinden söz ediliyor. İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) vurgu yapılıyor ama Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar konusuna hiç değinilmiyor. Fakat son altı yedi yıldır üniversite dışında bu konuyla ilgili incelemeler gelişiyor. Nevzat Onaran’ın Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (Belge Yayınları, Mayıs 2010), bunlardan biridir. Nevzat Onaran’ın bu konuyla ilgili iki cilt olan bir incelemesi daha var. Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1914-1919, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi I (Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013). Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1920-1930, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi II (Evrensel Basım Yayın, 2013). Bu sürecin Kürd Kürdistan sorunuyla şüphesiz çok yakın ilişkisi var. Ermeni mallarının bazı Kürdler, aileler, aşiretler, şeyhler tarafından yağmalandığını devlet bilmektedir. Devlet bu Kürdlere durumu şu şekilde bildirebilir: Tasarruf ettiğin bu mal, bu tarla, dükkan, ev vs. Ermenilerden kalmadır. Bu malı kullanmayı sürdürmek istiyorsan devletin görüşlerine göre hareket etmek, tavır ve davranış sergilemek durumundasın. Devlet ne diyor? Devlet Kürd diye bir halk olmadığını, Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyor. Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk boyu olduğunu vurguluyor. Sen de böyle söylersen, bu söyleme uygun tavır ve davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. İleride bu mallar senin üzerine tapulanabilir de. Fakat benim dinim, kültürüm dersen, Kürdlük ileri sürersen bu malları kullanmana izin vermem… Bu sürecin nasıl geliştiği biliniyor. Kürdlük hiçbir şekilde savunulmuyor. Malatya, Elazığ, Maraş, Adıyaman gibi yörelerde Kürdlüğü aşındıran, bazı yerlerde de bitirmeye yüz tutan önemli bir ilişki kanımca budur. Kürdlerin bu süreçte iki aşamalı durumlarına da dikkat çekmek gerekir. Birinci aşama devlete yardımcılıktır. Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki döneminde, Kuvayı Milliye döneminde bu yardımcılığı görmek mümkündür. Rum sorununun, Ermeni sorununun çözülmesinde devlete yardımcılık söz konusudur. Bazı yerlerde de tetikçilik yapılmıştır. Türk milli mücadelesi döneminde (1919-1921) gerek Mustafa Kemal, gerek Kazım Karabekir “Kuvayı Milliye ile birlikte olmasanız, Kürdistan Ermenistan olacak” diye Kürdleri kendi taraflarına çekmeye, bu yönde örgütlemeye çalışmışlardır. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi döneminde, Kürd şeyhlerine, Kürd aşiret reislerine yazdığı mektupları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Osmanlı hükümeti ile yapılan Amasya protokollerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kürdlere ilişkin esas program şüphesiz Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu da devlet Kürdleri kazanınca Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması imzalanınca yaşama geçecek olan bir programdır. Bu yıllardan sonra devlet terörü de kullanılarak Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun bir çaba sarf edilmiştir. Kuvayı Milliye Ege’de, Çukurova’da, Gaziantep, Urfa gibi yörelerde Kuvayı Milliye örgütlenmesinin temelinde hangi olgular vardır? 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı devleti de savaştan yenik çıktı. Bunun üzerine Rumlar ve Ermeniler bulundukları yerlerden tekrar dönerek kendi evlerine, mallarına, mülklerine kavuşmak istediler. Ama bu malları mülkleri de çevredeki Kürd veya Türk eşraf tarafından yağmalanmıştı. İşte Kuvayı Milliye, Rumların ve Ermenilerin kendi mallarına sahip çıkmalarını engellemek için kuruldu. Neden Antep’te Urfa’da, Çukurova’da kuruldu? Çünkü örneğin Ermeniler Halep’ten, Antep’e, Urfa’ya daha kolay gelebiliyorlardı. Ne kadar Ermeni Halep’e ulaşabilmişse, onlardan bir kısmı Antep’te, Urfa’da, Çukurova’da kendi mallarına mülklerine kavuşma beklentisi içindeydi. Ege’den Yunanistan’a Ege adalarına sürülen Rumlar için de durum aynıydı. Resmi tarih Kuvayı Milliye’yi destan olarak anlatır. Ama Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallarla ilişkilendirildiği zaman, Rum ve Ermeni malları üzerinde yağma yapanlar oldukları görülür. Kuvayı Milliye, sürgün edilen bu kitlelerin tekrar gelişlerini engellemek için kurulmuştur. Türkiye bir ülkenin adı değildir. Türkiye bir devletin adıdır. Yakındoğu’nun kadim halkları ve onların ülkeleri imha edilmiş, bu topraklar üzerinde yeni bir devlet kurulmuştur. Bizans döneminde, sadece Ege’in bir parçası için kullanılan Anatolia, yeni devletin toprakların tamamına verilen bir isim olmuştur. Anadolu. Alman Desteği İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu projenin yaşama geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın, Ocak 2012’de yayımladığı, Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916,bu konuda çok önemli bir kaynaktır. Wolfgang Gust tarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerini içermektedir. Wolfgang Gust (d.1935) haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış Haberler Servis şefi ve muhabiridir. Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi, kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim 2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapta da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır. kızılbaş - sayfa 20 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu arada, David Gaunt’un kitabından da söz etmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Ekim 2007. Vergine Sivazliyan’ın, Ermeni Soykırımı, Hayatta kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Ermenice’den tercüme edenler, Tigran Teovagomiyaciyan-Petros Çavikyan, Belge Yayınları, Kasım 2013. Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere Ruslar da katılmıştı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip geldi. Ama İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri gibi yaşama geçiremediler. . Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi. İngiltere ve Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk Devleti’nin, Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması, İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler sürecinde imha edildi. Hem ülkeler, hem de bu ülkelerde yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… bu süreçte soykırıma uğratıldılar. Yakındoğu’nun otokton halkları, allochtoonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma uğratıldı. Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal, “Yakındoğu soykırımlarla yok edildi. Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu var, Yakındoğu soykırımla yok edildi Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden itibaren kurdistanpost.eu sitesinde aslı duruyor. Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer alıyor (s.45-47). Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını hatırlatmak da gerekir. Halklar Ha- pishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınevi, İstanbul, Haziran 2002 1915 ve Hrant Dink’in Katledilmesi Taner Akçam hoca, Muammer Güler, ve Dr. Reşit ya da, Erdoğan ve Talat başlıklı yazısında, (Taraf, 18 Ocak 2014) Hrant Dink’in Talat Paşa’ya karşı katledildiğini yazar. Bu söylenebilir. Ama, tabulara dokunulması da bu cinayetleri tetikleyebilmektedir. Vadat Aydın’ın katledilmesiyle, Hrant Dink’in katledilmesi arasında çok önemli benzerlikler vardır. 5 Temmuz 1991 de Vadat Aydın’ın katledilmesi, 30 Ekim 1990da, Ankara’da İnsan Hakları Kongresi’nde yaptığı Kürdçe konuşmadan dolayıdır. Bunun yanında daha birçok neden daha sayılabilir. Bu, çok önemli bir tabuya dokunmak anlamına gelir. Hrant Dink’de Agos Gazetesi’nde, Sabiha Gökçen’in esas kimliğiyle ilgili bir yayın yapmıştır. Önemli bir tabuya dokunmuştur. Bu yayından sonra, Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılması, valilikte MİT görevlileri tarafından tehditle karşılanması, bu nedenledir. Aslında bu olgular birbirini tetiklemektedir. Lobiler söylemi Ermenilerin, Rumların, ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da vs. lobiler aracılığıyla kendi tarihsel haklarını savunmaları örneğin, soykırımın tanınması için çaba sarfedilmesi, gasbedilen mallarını-mülklerini gündeme getirmeleri normal bir gelişmedir. Bunu emperyalizmin kışkırtması olarak algılamak doğru değildir. Emperyalizmi, örneğin Kürdistan sorununda, 1920 li yıllarda, Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecinde aramak gerekir. Ama bu konularda da Kürdlerde ciddi bir bilinç eksikliği, yanlış bir bilinç vardır. Bunu da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bir ulusun, bir ülkenin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması o ulus için çok önemli bir sorundur. Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. Osmanlı Ermenistanı, Rus Ermenistanı. Bu bölünme, parçalanma ve paylaşılma pek çok sorunun ana nedenidir. Temel Sorun Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’de Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Ezidi Kürdlerin, RumPontusların, kendilerini Reya Heq olarak adlandıran, Alevilerin (Kızılbaşların) da yokluğu üzerine kurulmuştur. Bunun yolu da asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu. Asimilasyonu kabul etmeyenler imha edilecektir. Yukarıda sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen “Yeşil” bir türlü yakalanıp yargı önüne çıkarılamamıştır. Hıristiyan olan Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin Rum-Pontusların vs. asimile edilmeleri mümkün değildir. Onların yokluğu da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir. Yirminci yüzyılın başlarında, sadece İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda 10-12 milyon insan yaşıyordu. Bugün İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 1500 dür (Hayko Bağdat, Bese Hozat’a, Taraf, 11 Ocak 2014). Hayko Bağdat, bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin, Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu belirtmektedir. Halbuki yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani, Batı Ermenistan’da, Kilikya’da, Kuzey Mezopotamya’da, İstanbul çevresinde, Ankara-Eskişehir çevresinde… 2 milyona yakın Ermeni yaşıyordu. AsuriSüryanilerin sayısı ise ancak, yüzlerle ifade edilmektedir. 1934 de, Trakya’da Yahudilere uygulanan kırım, 1941943 Varlık vergisi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünü… hep azınlıkların nüfusunun azaltmayı hedefleyen operasyonlar olmuşlardır. 1921 Anayasası, 29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanun ile değiştirilmiştir. Bu kanun, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerini Açıklayarak Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun” adını taşımaktadır (Prof. Dr. Suna Kili -Prof. Dr. A.Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifaktan Günümüze,Türkiye İş Bankası Kül- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tür yayınları, 1985 Ankara, s. 91-93, s. 103). Bu değişiklikle, 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılmaktadır. Zira 1921 Anayasası’na temel özelliğini veren adem-i merkeziyet prensibidir. Bu da 11.ve 12. Maddelerde yer almaktadır. Bu değişiklikle bu maddeler yürürlükten kaldırılmıştır. Henüz 1924’e varmadan yapılan bu değişiklik, yönetimin niyetini, gelecekte nasıl bir devlet ve toplum tasavvur ettiğini göstermektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle ilgili olarak Meclis’te hiçbir tartışma yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili olarak hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal’in ve birkaç arkadaşının bildiği bir konudur. 1 Nisan 1923’de Meclis yenilenmiştir. Yeni Meclis’e Mustafa Kemal’e muhalefet eden kişilerin alınmamasına yani ikinci gruptan kişilerin alınmamasına özen gösterilmiştir. Yeni Meclis 1921 Anayasasını yapan meclis değildir. 1921 Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti yaşama geçirecek bir tasarrufu da olmamıştır. Bu değişiklik, ileride gelişecek asimilasyon, inkar ve imha süreci için elverişli bir ortam yaratmaktadır. O günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir. 1950’ler, 60’ları, 70’leri, 80’leri hatırlayalım, yargı organları, Kürdlerden, Kürdçe’den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Bu, yargı organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey değildir. Yargı organları, Kürdler konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır. Bunun için, Ergenekon soruşturmaları Fırat’ın öte yakasına geçememektedir. Buysa, hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir. Kaynak: http://www.ismailbesikcivakfi.org Av. Hıdır Özcan bu adamı hala aleviler seviyor ya utanıyorum. İç işleri bakanı değilmiydi. Niye bunları tespit etmedi. Niye gerekeni yapmad. Hala niye bu insanı destekler miletvekili yaparlar. Katliam sonrasında NE YAPMIŞ. KATLİAMLARI YAPANLARI MAHKEMEYE ÇIKARMADIĞINA GÖRE, BU İSTİHBARAT ELAMANLARINI YÜK SEK MAKAMLARA ATAMIŞMI. ÖDÜL VERMİŞMİ. NERDE O İSTİHBARATÇILAR, KENDİSİNE BAĞLI EMNİYET GÖREVLİLERİ. BU ADAM YENİ BİR ŞEY SÖYLEMİYOR. KENDİSİNİ KAHRAMAN DİYE SEVERSİN YAKINDA. ÇÜNKÜ O KATLİAMI YAPAN GÖREVLİLERİN HEPİSİN BİLİYOR. ONLARI KORUDU. ARTIK SUSSUN k ı z ı lbaş 1938 Dersim katliamında köyüm olan Mazra Sure/ Kızıl Mezra ve çevresinde aralarında baba-annem Melek, amcam Yakup ve halam Fatma'nın da bulunduğu 200 kişi, Sırtıken bölgesinde katledilirler. Bu acı içimde hep bir yara olarak kaldı. İzine giderken hep bu bölgeye gider ziyaret ederim. Yıllardır hep düşündüm fakat şimdi bu düşüncemi gerçekleştirmek istiyorum: İnsanlarımızın katledildiği bu yerde bir anıt yapmak istiyorum. Böylece acılarımız belkide birazda olsa dinmiş olur. Bunun için bütün bu çevre köylülerden ve yurtseverlerden katkı bekliyorum. Saygı ve sevgilerimle Roz er i n K ah raman kızılbaş - sayfa 22 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Erdoğan-Öcalan Yakınlaşmasının Muhaliflere Etkisi Abdullah Öcalan yanıltmadı, “AKPCemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine” başlıklı yazımda tahmin ettiğim gibi AKP-Cemaat çatışmasında AKP’ye yakın duran bir tavır takındı. PKK de sessiz bazı itirazlar ve sızlanmalarla Öcalan’ın tavrına uyacağını beyan etti. Bu durum iki kesimde karışıklığa yol açmış görünüyor: Öcalan’nın sosyalist gelenekten gelen bir kişi olarak dinci bir iktidardan yana açık tavır takınamayacağını düşünen veya uman kişiler ile Öcalan’ı Ergenekon mensubu, PKK’yi de Ergenekon’un kurduğu bir örgüt olarak lanse eden, dolayısıyla Öcalan’a özsel bir AKP karşıtlığı atfeden kişiler. Birinciler daha çok Türk soluna mensup veya o kökenden gelen kişilerden oluşurken ikincilerin ana omurgasını PKK karşıtı Kürt muhalifler oluşturuyor. Birinci grubun mensupları, şu sıralar, Öcalan’ın ve PKK’nin –her biri kendi meşrebince olmak kaydıyla- AKP’ye yönelik “şunları şunları yapmazsan sonu(n) kötü olur”, mealindeki sızlanma, uyarı ve tepkilerine kendilerince anlamlar yükleyerek Öcalan-AKP yakınlaşmasının hâlâ idare edilebilir bir noktada olup olmadığını tartmakla meşguller. Bu tarz bir yaklaşımın, Kürt hareketini ve onun Türk siyasi denklemi içindeki yerini doğru değerlendiremeyen bir bakış açısının ürünü olduğunu bilmekle birlikte, bu kesimin Kürt hareketine yakın duran bir politik çizgide yürümesinin, bugünkü koşullarda hem Kürtlerin hem de Türk muhalefetinin yararına olduğu söyleyebilirim. Neden böyle olduğunun izahı, ayrı bir yazının konusudur. Bu yazının konusunu oluşturan ikinci gruba gelirsek, onların durumunun birincilerinkinden daha zor olduğunu söylemek mümkün. Zira Öcalan, devletin kontrolünün Erdoğan’ın eline Cemil Gündoğan cemil_ gundogan@yahoo.se geçmesine paralel olarak dümeni ona doğru kırınca, sözü edilen muhaliflerin temel tezi olan PKK’yi Ergenekon’un kurduğu; PKK’nin, hiçbir iradesi bulunmayan bir ajan örgütü olduğu yolundaki düşünce ve iddialar da büyük bir yara almış oldu. Nasıl almasın ki? Ergenekon mensubu olduğu ve onun iradesi dışında hareket edemeyeceği iddia edilen PKK’nin lideri, Hükümete yönelik son yolsuzluk operasyonlarını barış sürecini karşı girişilmiş bir “darbe” ve “katliam” olarak tanımlayıp(1) Hükümetten yana tavır takınmıştı. Öcalan’ın ve diğer PKK yöneticilerinin Ergenekon mensubu oldukları yolundaki onlarca yıllık edebiyatı yerle yeksan etmesine rağmen, işin asıl sıkıntı yaratan tarafı burası değildir kanımca. Çünkü burası, eskilerin deyişiyle lafa inhisar eder ve laf söz konusu olduğunda sapmaları “izah” etmek görece kolaydır. Derler ya, dilin kemiği yoktur. Ama yeni yönelişin, pratiğe, yani politik konumlanışlara ve buradan kaynaklanan pratik ihtiyaçlara inhisar eden kısmı için aynı şeyi söylemek zordur. Çünkü pratik politik ihtiyaçların doğurduğu yönelişler ve tehditler, sadece söz oyunlarıyla bertaraf edilemezler. Bu tür gelişmeler, esasen, yeni güç dengeleri doğuracak olan manevralarla göğüslenebilir. Bu ise siyaset alanında bir güç olmayı gerektirir. PKK’yi Ergenekon mahsulü sayan muhaliflerin ise bu noktada durumları pek iyi değildir. Çünkü hali hazırda siyaset alanında anlam taşıyan bir siyasal güç değildirler, daha çok PKK karşısında bir politik güce dönüşsünler diye Hükümet-Cemaat ikilisinin koruma ve kollamasındaki aydınlardan oluşuyorlar (Barzani’nin de desteğiyle elbet). Dolayısıyla kendilerinin düşündüğü veya başkalarının onlar için öngördüğü politik alan, pratik politik ihtiyaçlar tarafından tehdit edildiğinde sıkıntıya düşmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim son “barış” sürecinin ortaya çıktığı günden beri gözlemlediğimiz budur. MİT-Öcalan mutabakatıyla birlikte, o güne kadar Hükümet-Cemaat ikilisi tarafından Kürdistan’da sözü edilen Kürt muhaliflere tahsis edilmiş olan alan yara almaya başlamıştır. Hükümet, 2013 yılı Newrozuyla birlikte, PKK muhalifi aydınlara oynamaktan çok Öcalan’ı idare etme politikasını ön plana çıkarmıştır. Gerçi Hükümet henüz sözü edilen muhalifleri gözden çıkarmış değildir ve olaylar zorlamadıkça çıkarması da rasyonel olmayacaktır. Fakat Öcalan’la olan yakınlaşmanın bu ilişki açısından sıkıntılar yarattığı da açıktır. Bir zamanlar PKK aleyhine bir şeyler söylesinler diye PKK muhaliflerine olur olmaz uzatılan mikrofonların şu sıralar ortalıkta fazlaca görünmüyor olmasının bir nedeni budur. Patronlar cephesinde yaşananlar da benzer sıkıntılara yol açıyor. Küçük istisnaları dışında PKK’yi Ergenekon’un Kürt ayağı olarak tanımlayan Kürt muhaliflerine sağlanan koruma ve destek Hükümet-Cemaat ikilisinden geliyor(du). Fakat şimdilerde bu ikili birbirine girmiş durumdadır. Patronlar birbirini boğazlarken söz konusu muhaliflerin bulundukları yerden emin olmaları zorlaşmaktadır. Sıkıntıdan çıkış yolu olarak taraflardan birini desteklemek sorunu çözmediği gibi derinleştiriyor. Çünkü Hükümetten yana tavır almak Cemaat’in, Cemaat’ten kızılbaş - sayfa 23 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yana tavır almak Hükümetin tepkisini davet ediyor. Öte yandan kavga sürdüğü müddetçe yutkunup sessiz kalmak da ilanihaye sürdürülebilecek bir tutum olamaz. Kaldı ki, Cemaat’in çıkışları Türkiye dışındaki güçlerin aktif operasyonlarıyla desteklenirse bu kavganın, iki tarafın da kaybedeceği bir iktidar değişikliğiyle neticelenmesi ihtimali de var. Bu koşullar altında, PKK’yi Ergenekon mahsulü olmakla suçlayan Kürt muhaliflerinin sadece söze dayalı manevralarla durumu idare etmeleri giderek zorlaşmaktadır. Acilen durumu dengeleyecek pratik adımlar atmaları gerekmektedir. Bu adımların neler olabileceğine gelmeden önce eklemek gerekir ki, bahsi edilen kesimlerin aslında sözleri de tehdit altındadır. Bunu anlamak için Öcalan’ın geçen Newroz’da devlet tarafından Diyarbakır meydanında okutturulan konuşmasındaki Hamidiyeci içeriğe ve retoriğe bakmak yeterlidir. O güne kadar Hamidiyecilik, gerek söylem planında olsun gerekse pratik hareket hattı bakımından olsun, esas itibarıyla bazı PKK muhaliflerinin gözünü diktiği veya patronlar tarafından onlara tahsis edilmiş bir alan durumundaydı. Newroz konuşmasıyla birlikte Öcalan buraya doğru söylemsel bir hamle yapmış oldu ve deyim yerindeyse muhaliflerin lafını yerinden sökmeye başladı. Elbette Öcalan’ın Newroz yönelişinin birinci hedefi bu değildi. Muhaliflerini lafsız bırakmayı arzu etmekle birlikte, Öcalan’ın o sıralardaki esas hedefi, PKK’yi söylemsel planda yeni-Osmanlılık stratejisine uyarlamaktı. PKK’yi, Türk devletinin Ortadoğu’daki yayılmacılığında işlevsel bir aktör haline getirmek suretiyle Türk sistemi içinde meşruluk kazanmak (kendisi bunu “taşeron”luk olarak tanımlıyor) şeklinde tanımlayabileceğim bu politikasını ifadelendirmek için Ahmet Davutoğlu gibi Türk-İslamcılarından aparılmış bir dil kurmaya çalışıyordu. Amerika ile Rusya Suriye meselesinde anlaşınca, bu politika en azından Suriye’deki ayağı itibarıyla kadük hale geldi ve Kürtler –bütün tehlikeleri ve riskleri henüz ortadan kalkmamış olmakla birlikte- büyük bir beladan şimdilik ve “şans” eseri sıyrılmış oldular. Ne var ki bu durum, Öcalan’ın yeni hamlesinin, PKK’yi Ergenekon mahsulü bir ajan örgütüne indirgeyen söylemin alanını daraltan sonuçlarını ortadan kaldırmadı. Kürt hareketinin iki kanadının onlarca yıl orada burada dolaştıktan sonra Hamidiyeci süfli bir söylemin tekelini elde etmek için kafa tokuşturacak noktaya gelmiş olması, ancak ironi ve utanç sözcükleriyle tanımlanabilir. Ama bu ayrı bir yazının konusudur. Bu rekabetin, İslamcılığın, bölgesel ve küresel politikaları etkileyebilen uluslararası bir aktör olmaktan çıkarılarak lokal ölçeklerde etkili cemaatlere dönüştürülmek istendiği küresel bir konjonktürde gerçekleşiyor olmasındaki öngörüsüzlük ve çapsızlık ise anlaşılır gibi değildir. Hele bu çapsızlığın sadece Türkiye Kürtleriyle sınırlı olmadığı düşünülürse. Zira Barzani de aynı oyunun içindedir. Birbirleri için sarf ettikleri karalamaları bir kenara bırakırsanız görürsünüz ki Barzani’yle Öcalan bugün bir yanıyla da Erdoğan’ın patronluğunu birbirlerine kaptırmamak için çekişmektedirler. Hamidiyeci söylem üzerine yürütülen rekabetin arka planındaki faktörlerden biri de bu patronaj meselesidir. Yani utancın kapsamı göründüğünden daha geniştir. Ama konumuz bu da değildir. Bu yazıda bizi ilgilendiren esas mesele, PKK’nin yeni yönelişinin, PKK’yi Ergenekonun yarattığı bir örgüt olmakla suçlayan muhaliflerinin sözünü ve hareket alanını baskılamaya başlamasıdır. Kısacası, PKK muhalifi Kürtlere tahsis edilmiş alan, hem pratik politik ihtiyaçlara hem de söyleme tekabül eden koşullardaki değişmeler nedeniyle daralma eğilimine girmiştir. Ve bu durum, Hükümetle Cemaat arasındaki kavgadan sonra daha da belirginleşmiştir. Çünkü Cemaat’ten ve onun arkasındaki güçlerden gelen tazyik arttıkça, Hükümet PKK’nin sükunetine daha fazla ihtiyaç duymakta, bu da PKK muhalifi olan Kürt milliyetçilerine alan yaratılması ihtiyacını baskılayarak geri plana itmektedir. Pratik tehdidin kaynağında böyle bir ilişki yatmaktadır. Peki, söz konusu ilişki kısa dönemde değişebilir mi? Bu soruya kesin bir cevap vermek zordur. Şimdiden söylenebilecek tek şey, Hükümetin sistem üzerindeki ve bununla bağlantılı olarak İmralı sistemi üzerindeki kontrolü sürdüğü müddetçe Abdullah Öcalan’ın Hükümet karşıtı bir alternatifi esas al(a)mayacağıdır. Ne zaman ki Hükümetin kontrolü yitirmeye başladığı yönünde belirtiler ortaya çıkar, Öcalan ancak o zaman yeniden bir tutum belirleme çabasına girebilir. O günün geldiğini anlamamız zor olmayacaktır. Bazı ilişkiler bu işi gözlememiz için imkanlar sunmaktadır. MİT-Hükümet ilişkileri bunlardan biridir örneğin. MİT-Hükümet ilişkilerinde pürüzler çıkması bir işaret fişeği olabilir. Tabii o gün hâlâ böyle bir manevra yapmasına olanak verebilecek koşullar altında yaşıyorsa. O gün böyle koşullar mevcut değilse, Kürtler için maliyeti daha yüksek ve daha dolambaçlı yollar tutulacak demektir. Fakat bu yazının yazıldığı an itibarıyla henüz o noktada değiliz. Cemaat’le olan çatışma ciddi belirsizlikler yaratmakla birlikte, Hükümet kontrolü hâlâ elinde tutmaktadır. Bu daha ne kadar sürebilir? Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Çünkü Cemaat’in başka ne gibi kasetleri olduğunu bilmiyoruz. Varsa bu kasetleri hangi takvime bağlı olarak kullanmayı tasarladıklarından da haberimiz yok. Ama en önemlisi, Cemaat’in arkasındaki dış güçlerin AKP’yi ve Erdoğan’ı hangi şiddette ve hangi takvim çerçevesinde vurmayı düşündükleri açık değil. Sadece doların hareketinden bazı sonuçlar çıkarmak yanıltıcı olabilir. Cemaat şok etkisi yaratabilecek yeni kasetler yayımlar, Cemaat’i destekleyen uluslararası güçler de daha aktif ekonomik ve politik operasyonlara başvururlarsa Hükümet kontrolü kaybedebilir. Bu ihtimal var ve seçim süreci böylesi ihtimalleri arttırıyor. Bütün bu gerçeklere rağmen şu an itibarıyla Hükümetin kontrolü elinde tuttuğu da açık. Sonuç olarak, Hükümet-Cemaat ikilisi kızılbaş - sayfa 24 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarafından PKK muhaliflerine ayrılmış olan alanı baskılayan ilişkide bugün itibarıyla ciddi bir değişme yoktur. Hatta, operasyonlara maruz kaldıkça Hükümetin PKK’nin sessizliğine daha fazla muhtaç hale geleceği düşünülürse, bu alanın daha da baskılanması ihtimalinden bile söz edilebilir. Bu durumda sorumuz şuna dönüşüyor: PKK’yi Ergenekonun çocuğu olmakla suçlayan Kürt muhalifler karşılaştıkları bu sorunu nasıl aşacaklar? Görebildiğim kadarıyla, bir seçenek olarak zikredilmeye değer ağırlık veya yaygınlıktaki alternatifler şunlardır: 1- Öcalan-Hükümet yakınlaşmasına paralel olarak Ergenekon adıyla anılan cepheye yaklaşarak kayıpları telafi etmeye çalışmak. 2- Öcalan-Hükümet yakınlaşmasına paralel olarak Gülen cemaatine yaklaşarak kayıpları telafi etmeye çalışmak. 3- Barzani gibi söz konusu alanla ilgili çekişmede kendi yanlarında olacağı düşünülen güçleri hareketlendirerek ek direnç noktaları oluşturmak ve bu tür desteklerle dönemi atlatmaya bakmak. 4- Öcalan’la ilgili Ergenekonculuk suçlamasını sessizce bir kenara bırakarak bir soluklanma alanı açmak, böyle bir geri adımdan kaynaklanabilecek pozisyon kaybını ise PKK eleştirilerini münhasıran Öcalan dışındaki PKK’liler üzerinden dillendirmek suretiyle engellemeye çalışmak (Bu alternatifin en yaygın ifadelerinden biri “Öcalan iyi, Kandil kötü” tezidir). Çevrenize bakarsanız bu alternatiflerden bir veya birkaçı üzerinde kafa yoran PKK muhalifleri görmekte zorlanmazsınız. Bu alternatiflerin Kürt hareketinin genel menfaatleri noktasından değerlendirilmesi ise başka yazıların konusudur. 2014-03-06 ----------------------------------(1) Öcalan’ın tavrı için şu yazıya bakılabilir: http://www.firatnews.com/ news/guncel/ocalan-bu-atese-benzintasimayacagiz.htm NEWROZ DİRENİŞ VE BAŞKALDIRI GÜNÜ Newrozun tarihsel kökenine inildiğinde günümüzden yaklaşık 4350 yıl gerilere dayanan bir geçmişinin olduğu görülmektedir. Gutilerin tapınaklarda Zagmuk adında bir bayram yaptıkları bilinmektedir. Zagmuk da “yeni gün” anlamındadır. Zagmuk bayramı törenlerinde ateşler yakılır ve kral halkının arasına girer. Daha sonraki yüzyıllarda Zagmuk geleneğinin Zerdüştlükte de ortaya çıktığı görülür, ve bu tören gelenekleri Gutilerden sonra Hurri, Kassit, Mitani, Urartu ve Medler zamanında da korunur. Bugün Newroz mitolojisi olarak bilinen ve özgürlük tutkusuyla bütünleşmiş olan Demirci Kawa efsanesi şöyledir: Çok eski zamanlarda Zervan isimli tanrının iki oğlu olur.Biri Hürmüzdür, bereket ve ışık saçandır.Diğeri ise Ehrimandır, kötülük ve kıtlık saçandır. Fırat ve Dicle’nin yaşam bulduğu Ahuramazda’nın kutsadığı topraklarda hürmüz iyinin ve uygarlığın geliştiricisi, Ehrimanda onun düşmanıdır. Hürmüz yeryüzünde temsilini yapması için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğine sevgi akıtır.Zerdüşt de oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e verir. Ehriman bu durumu kıskanır ve yıllarca iyilerle savaşır. İyilere Zerdüşt’ün soyuna Medya coğrafyasında yaşamı zehir eder. Ehriman gökten ateşler yağdırır, fırtınalar koparır.Sonunda içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak Asur ve Med halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim dehak halkın kanını emerken beynindeki zehir onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranır.Hastalığına çare bulunamaz. Dönemin hekimleri acılarının dinmesi ve yarasının kapanması için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini tavsiye ederler.Böylece günlerce bitmek bilmeyen bir katliam sürer. Hergün iki gencin kafası uçurulup beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür.Katliam sürerken sıra Med halkının çocuklarına gelir. Gençler öldükçe Fırat’ın, Dicle’nin, Mezrabotan’ın hali perişan ve içler acısıdır. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra birgün Kawa adında bir demircinin en küçük oğluna gelmiştir. Daha önde de 17 oğlu bu uğurda öldürülen Kawa çaresizdir. Ayşegül Karadağ aysegulkaradag15@gmail.com 20 Mart’ı-21 Mart’a bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden kurtarmak için çareler düşünür. Ve göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi, ninova’nın yoksul, yüreği sevgi ve umutla dolu olan demircisi Kawa’nın bileğine güç, aklına ışık verir. Ona zalimin pençesinden kurtuluşunun yolunu öğretir. 21 Mart sabahı olduğunda Kawa kwndi eliyle oğlunu Dehak’ın eline teslim etmek ister ve zulmün ve kötülüğün kalesine girer. Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken örsünü Dehak’ın kafasına indirir. Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın önüne düşünce kötülüğün alevi Ninova’da söner. Kısa sürede bütün Ninova ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya yürürler. Zulme karşı isyanı başlatan Kawa, demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyan bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapar. Ninova cayır cayır yanarken meşaleler elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce devam eder.Zalim Dehak’tan kurtulan halklar 21 Mart’ı özgürlüğün, kurtuluşun ve halkların bayramı olarak kutlar. Demirci Kawa; başkaldırıkahramanı. Newroz ise; direniş ve başkaldırı günü olarak tarihe geçer. Newroz’un bir bayram olarak kutlanışı ile Demirci Kawa olayı birbirinden ayrı tutulmamalıdır.Newroz Guti’lerden bu yana bir bayram olarak kutlanmakta olup 4000 yıldan daha uzun bir tarihe sahiptir. Demirci Kawa’nın zalim Dehak’a karşı kazandığı zafer ise M.Ö. 612 tarihlidir. Newroz’u yüzyıllar boyunca kutlayan kürtler ve öteki Ortadoğu halkları 21 Martlar da Kawa’nın zaferiyle farklı bir coşku yaşamışlardır. Halkların direniş, başkaldırı günü kutlu olsun.Tüm Newroz’ları coşkulu, halaylı, türkülü şekilde kutlamak umuduyla... cejna ve xelke newroz piroz be.. kızılbaş - sayfa 25 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TARİHİN NOT DEFTERİ, DÜNKÜ KÜRT SİYASETİ VE BUGÜNKÜ ÖCALAN Abdullah Öcalan iki gün önce İmralı adasında görüştüğü kardeşi Mehmet Öcalan'a şunları söylemiş "… Türkiye'deki metropollerde HDP için sorunlar çıkartıyorlar. Bu ittifak bundan on sene önce kurulsaydı bu saldırılar olmazdı, büyük kazanımlar olabilirdi. Geç kalındı. Bu ittifak olsaydı şimdiye kadar seçim barajı da ortadan kalkmış olurdu…" Öcalan, On yıl önce bu ittifak kurulsaydı… diyor. Oysa Geriye Gönüp Baktığımda adlı kitabımda adı geçen Z, değil on yıl önce, 27 Eylül 1993 tarihinde, yani yirmi bir yıl önce DEP genel merkezine bir raporla bu öneride bulunmuştu. Ancak o zaman kimse Z'nin önerilerini dikkate almamıştı. Hatta bazıları Z'yi beyhude işlerle uğraşmakla eleştirmişlerdi. Yüzlerce örnekten biliyoruz ki gecikmek -bu bazen on yıl, bazen yirmi yıl olur- Kürt siyaseti için adeta bir kader haline gelmiştir. Z'nin yirmi bir yıl önceki raporu buna örnektir: İşte Z'nin 27 Eylül 1993 günü yapılan DEP parti meclisi toplantısında DEP genel başkanına, parti meclisi üyelerine ve milletvekillerine dağıttığı o rapor: "Daha önce sunduğum 12.7.1993 tarihli raporda da belirtildiği üzere, partimizin önünde önemli teorik ve pratik görevler vardır. O raporun yazıldığı şartlarda yapılabilecek çalışmaların bir kısmı bugün ne yazık ki yapılamaz. Çünkü devletin DEP'e ve demokrasi güçlerine karşı giriştiği fiili, psikolojik ve ideolojik saldırılar o raporda yapılması önerilen çalışma imkânlarını büyük ölçüde ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Devletin bunca yol almasında, partinin politika üretmemesinin ve caydırıcı bir güç olmamasının payı elbette büyüktür. Bilindiği gibi partimizin güçlü bir insan potansiyeli ve geniş entelektüel imkânları vardır. Parti bu yapısı ile objektif olarak muhalefet boşluğunu doldurabilecek bir durumdadır. İşçi, işsiz, gençlik, esnaf, gecekondu sakini, kadın, çiftçi, memur, emekli, dul ve yetim, çevreci, şoför ve Alevilerden oluşan yaklaşık 50 milyon insan bugün partisizdir. semtlerinde güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kaldılar. Birçok partili arkadaşımız ağır bir şekilde yaralandı, sakatlandı. Ancak partimiz bu olayın üzerine gitmedi, bu devlet güçlerinin cezalandırılmaları için bir kampanya başlatmadı. Mahmut Alınak Partimiz, sahip olduğu insan potansiyelini ve entelektüel birikimini harekete geçirerek bu büyük halk yığınlarına ulaşabilecekken, nedense içe kapanmayı tercih etmiştir. Parti genel merkezi ideolojik ve politik çalışmalarıyla gündem oluşturamamakta ve egemen güçler tarafından yaratılan yapay gündemleri de etkisizleştirememektedir. Bunun içindir ki partimiz, iç ve dış kamuoyunda ciddiye alınır siyasal bir ağırlık oluşturamamış, böylece olayların arkasından sürüklenir hale gelmiştir. Örneğin halka ve demokrasi güçlerine karşı başlatılan ve DEP'i de hedef alan katliamlar, köy ve orman yakmalar, bombalamalar, toplu gözaltılar, gıda ambargoları ve akıl almaz işkenceler devam ederken, parti merkezi basına sadece demeç vermekle yetinmiştir. Türk-İş yönetimi 'ülkenin içinde bulunduğu hassas durum' şantajına boyun eğerek işçilerin emeğini hükümete peşkeş çektiğinde, düzenin has adamlarından ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz işçi haklarının savunuculuğuna soyundu. Bu ibretlik bir durumdu. Oysa işçileri biz savunmalıydık. Biz birçok temel tüketim maddesine zam yapıldığı halde bu zamları protesto etmek için de herhangi bir çalışma yapmadık. Parti bir zorunluluk haline gelen Demokrasi ve Emek cephesinin kurulmasına önayak olmadı. Bir süre önce başlatılan Barış Kampanyasının güdük kalmasının temel nedeni de budur. Partimiz demokratik hak ve özgürlükleri günlük hayatta kullanarak kazanmayı esas alan bir mücadele yerine, enerjisini Demirel, Çiller ve yabancı misyon şeflerini ikna etmeye harcadı. Özet olarak partimiz değişimin öncüsü olamamış, kendi dışında oluşturulan sahta gündemlerin arkasından sürüklenmiştir Partinin Adana, Diyarbakır, Urfa ve Batman illerinde yapmak istediği miting, festival ve şenliklere valiliklerce izin verilmeyince, genel merkezin tepkisi sadece bir basın açıklaması ile sınırlı kalmış ve böylece parti dar bir çerçeve içine hapsedilmiştir. Milletvekilimiz Mehmet Sincar ile parti yöneticimiz Metin Özdemir yerel yöneticilerin bilgi ve inisiyatifi içinde katledildiği halde genel merkez Batman valisi ve emniyet müdürünün görevden alınması için hiçbir çalışma yapmamıştır. Peki ne Yapmalı? Partimiz için her şey bitmiş midir? Birçok fırsat elden kaçmış olsa da hâlâ yapılabilecek bazı şeyler vardır: Mehmet Sincar'ın cenaze töreni için Ankara'ya gelen partililer parti binasının önünde ve Ankara'nın çeşitli Bu kurultayca seçilecek yerel yöneticiler girişimi, yapılacak çalışmaları organize etmeli ve metropollerdeki yerel 1- Olağanüstü hal bölgesi ve çevre illerin sayıları yaklaşık sekiz bini bulan belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il genel meclisi üyeleri, köy ve mahalle muhtarları ve muhtar azalarından oluşan yerel yöneticilerin, 'Bölgenin Sorunları ve Çözüm yolları' gündemli bir kurultay yapmaları sağlanmalıdır. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yöneticilere ulaşarak onları da bu sürece katmaya çalışmalıdır. 2- Faili meçhul cinayetleri parti öncülüğünde vereceğimiz plânlı, programlı ve etkili bir siyasal mücadele ile engelleyebiliriz. Bunun ilk adımı olarak Batman valisi ile emniyet müdürünün görevden alınmaları için etkili bir kampanya başlatmalıyız. 3- İşçi, memur ve öteki toplum kesimlerince yapılacak grev ve miting gibi demokratik ve ekonomik eylemlerle doğrudan ilişki kurmalı, böylece partinin bu kitlelerle bütünleşmesi sağlanmalıdır. 4- Devletin ve medyanın bize karşı sürdürdüğü 'bölücülük' propagandasını etkisiz hale getirmek ve bu noktada inisiyatifi ele almak için 'Kürt ve Türk halkı kardeştir, düşmanlığa hayır' kampanyası başlatılmalıdır. Bu kampanya demokrasiden yana olan bütün siyasi partiler, sendikalar ve kitle örgütleri ile birlikte organize edilip yürütülmelidir. 5- Devlet medyası haline gelen Türkiye ve Tercüman gibi gazeteler ile TGRT ve İnter Star gibi televizyonları boykot kampanyası başlatılmalıdır. 6- Partimiz içte ve dışta, nerede olursa olsun her türlü haksızlığa ve zorbalığa karşı çıkarak tüm mağdurların ve ezilenlerin adresi olmalıdır. Bunun için Azerbaycan, Kıbrıs, Somali ve Irak Kürdistan'ına heyetler gönderilerek bu ülkelerde yaşanan olaylar objektif olarak tespit edilmeli, kamuoyu bilgilendirilmeli ve yapılması gereken ça- lışmalar ortaya konulmalıdır. 7- Bundan böyle zam yapılan bazı malları belli zamanlarda kullanmama kampanyaları başlatılmalıdır. 8- Türkçe, Kürtçe, Arapça vb. dillerden yayın yapacak radyo ve televizyon kurma çalışmaları başlatılmalıdır. 9- Yakılan köylerin muhtarlarından alınacak vekâletnamelerle iç yargı yolları tüketildikten sonra yakılan, boşaltılan ve bombalanan köyler için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurulmalıdır. 10- Dünya halklarının karşılıklı yardım ve dayanışmasını sağlamak için Diyarbakır'da tüm ülkelerin antifaşist ve antiemperyalist partilerinin katılacakları bir kurultay, "Halkların Kardeşliği Kurultayı" düzenlenmelidir. 11- Demokrasi ve Emek cephesinin kuruluş çalışmaları gecikmeden başlatılmalıdır. Bunun için partimizce oluşturulacak 5 kişilik bir komisyon emek ve demokrasiden yana olan bütün siyasi partiler, sendikalar ve kitle örgütleri ile görüşmeli, bu kuruluşlarla birlikte demokrasinin asgari müştereklerini tespit etmek üzere bir kurultay çalışması yapmalıdır. Bu kurultayda ortaya çıkacak müşterekler esas alınarak Demokrasi ve Emek cephesi kurulmalıdır. Bu çalışmanın sonuç alıcı olması için gerek kurultay hazırlıklarının ve gerekse cephe çalışmalarının partimizin damgasını taşımamasına hassasiyetle özen gösterilmelidir. DEP bu eşitler hareketinin sadece bir üyesi olmakla yetinmelidir. 12- Bütün köy ve mahalle muhtarları, muhtarlık idare heyeti üyeleri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il genel meclis üyeleri ile sendikaların, meslek kuruluşlarının ve derneklerin bütün yöneticilerine mektup yazarak yerel, bölgesel ve genel sorunları ile ilgilenmek istediğimizi, bu nedenle sorunlarını bize yazmalarını isteyelim. Bunların yaklaşık sayısı 700 ile 800 bin arasında değişmektedir Bu büyük kitleye mektup yazmakla öncelikle kendimizi bütün il, ilçe, mahalle ve köylerde tartıştırmış olacağız. Sadece Kürtlerin değil, düzenin sömürdüğü ve baskı altında tuttuğu herkesin sorunu ile ilgili olduğumuzu göstermiş olacağız. Böylece Türk halkına ve diğer halklara ulaşarak halklar arasında bir kardeşlik köprüsü olacağız. Ayrıca nerede ne sorun varsa hepsinden haberdar olacağız. Bu sorunları dile getirerek kitlelerle bağ kuracağız. 13- Partimiz bu ve benzer çalışmalarla içte ve dışta gündem belirleyen, yaratacağı siyasal ağırlıkla demokratik dönüşümleri sağlayabilen, günün 24 saati aktif olan ve toplumun yüzde 80'ini kucaklamayı hedefleyen bir parti olmalıdır. Saygılarımla 27 Eylül 1993 " Z'nin arşivinde bulunan o rapor büyük ihtimalle çöpe gitti. Öcalan o dönemde de yine şimdiki gibi Kürt hareketi üzerinde etkiliydi. Kürt siyaset mahallesinde -sloganlar dışında- bugün de değişen bir şey yok. peki bu ırkçı inkarcı birliğin karşıtı olduklarını sanan solcular müslümanlar kürtler aleviler zazalar devrimciler koministler neden birlik olamıyorlar? burada ciddi bir çürüklük yok mu ne dersiniz? - Kızılbaş Eli - kızılbaş - sayfa 27 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bese Hozat’ın açıklamasıyla ilgili Diran Lokmagözyan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, Türk devletiyle yapmış olduğu görüşmeler ile bu görüşmelerin nihayetinde elde edilmiş olan mutabakatın basına sızan ve içinde Ermenilere yönelik “devlet ağızlı” iftira ile kışkırtmaların da bulunduğu sözlerinin geçenlerde, KCK eş başkanı Bese Hozat tarafından resmi bir şekilde bir defa daha dillendirilmesi, Ermeniler arasında haklı bir infial uyandırmıştır. Bir zamanlar devletin işbirlikçiliğine soyunup, yüzyıllar boyu faydalanmış oldukları komşularını katlederek topraklarına, mallarına ve hatta kızlarına-çocuklarına el koymakta bir beis görmeyen Kürt aşiretleri, 1915 sonrasında devletin ırkçı darbelerinin kendilerine yönelmesi üzerine uzun süredir ki Ermenilerle dost gözüküp kardeşliklerini ilan etmekteydi. Ermeni halkı ise her zamanki saflığı ve hüsnüniyetiyle, daha dün kendisine her türlü canavarlığı reva görmüş olan eski komşularına tekrar inanıp geçmişi unutarak, dostluk eli uzatmıştır. Lakin “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” deyiminin doğruluğu bir defa daha kanıtlanmış, eski Soykırım işbirlikçisi asıl yüzünü tekrar gösterip işkence edilen, katledilen ve baskı gören kendi gençlerinin cesetleri üzerinden halkının katiliyle anlaşarak, asıl yüzünü tekrar göstermiştir. Kürt halkı arasında tabii ki geçmişte atalarının yaptığını tasvip etmeyen, yapılanlardan utanç duyan, kendisini soykırımcı atalarından net bir şekilde soyutlayan şahıslar az değildir, fakat yukarıda belirtilen açıklamaların sahiplerinin, Kürt halkının günümüzdeki liderleri olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Bunları bireysel düşünceler ve açıklamalar olarak kabul etmek mümkün değildir. Bir devlet yöneticisinin sözlerinin tüm milleti kapsadığı gibi, bir halkın yöneticisinin sözleri, düşünceleri, planları da tüm halkını kapsamaktadır. Bu durumda, bu yaklaşımları tasvip etmeyen her şahıs, kendisini net bir şekilde bu siyasetten soyutlayabilmelidir. Lakin bugün, bireysel ve çok az sayıda karşı çıkışların haricinde genel bir sessiz mutabakat gözlenmektedir. Dahası, bu açıklamalara tepki gösteren Ermeniler farklı suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Kürt çevrelerin mümkün ve gayrimümkün her şekilde liderlerinin bu yaklaşımı ile sözlerini savunmaya çalışırken, bu sözlerden dolayı hiçbir pişmanlık göstermemesini, kendilerinin de bu zihniyetin arkasında durduklarının teyidi olarak kabul etmek gerekir. Bu arada, Kürt aydınlarından hemen hiç kimsenin bu sözleri tenkit etmemiş olması da son derece manidar olup, genel bir mutabakatın var olduğunu kanıtlamaktadır. Bugün aniden, bir dizi soru belirmiş durumdadır. Kürt halkı… “Kızıl Sultan” II. Abdülhamit tarafından kurulup Osmanlı devletinin insanlık dışı siyasetinin bir maşası olarak kendisini kullandıran faşist Hamidiye Alayları ve bu alaylarda görev yapan atalarını, Osmanlı devletinin talimatları doğrultusunda bilfiil Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştiren Kürt aşiretleri ile onların liderlerini Ermeni halkına yönelik gerçekleştirmiş oldukları Soykırım, yağma, soygun, tecavüz ve benzeri suçlardan dolayı kınamakta mıdır? Osmanlı haritalarında dahi “Ermenistan” olarak gösterilen 6 Ermeni Vilayetleri’ni, o toprakların kadim halkı olan Ermenilerin vatanı olarak kabul etmekte midir? Atalarının, Ermeni Soykırımı’nda devletin işbirlikçisi ve suç ortağı olup, Ermeni Soykırımı’nın taşeronu olarak kullanılmış olduğunu kabul etmekte midir? Kendi ataları tarafından Ermenilerin elinden alınan toprakların, mal ve mülkün gerçek sahiplerinin Ermeniler olduğunu ve oraya dönme haklarının bulunduğunu kabul etmekte midir? Ermenilerin vatanının Ermenilere geri verilmesinin, bu halka yapılacak en ufak bir pişmanlık nişanesi olacağını kabul etmekte midir? Ancak tüm bunların cevabı net bir şekilde verildikten, duruşlar kesinleştikten sonra Ermeni milleti, Kürt halkına ve liderlerine güven duyabilecektir. Bugün hiç kimse demagoji peşine düşüp boğuntuya getirerek, “kardeşim Hrant” söylemiyle işlerini yürütmeye kalkmasın. Kürt halkının, “Demokrasi” konferanslarında “birlikte kan döktük” edebiyatıyla yalakalık yapmaya kalkan temsilcilerine “Kimin kanını döktünüz? Döktüğünüz kanlar üzerinden mi bugün Türkiye’ye demokrasi getirmek istiyorsunuz?”,diye öf kesini bildiren kişi Hrant’ın ta kendisiydi. Yukarıdaki soruların cevabını beklemek Ermeni milletinin hakkı olup, bu cevapları alana kadar “dostluk, kardeşlik” söylemlerini de rafa kaldırma hakkına sahiptir, çünkü artık takke düşmüş ve kel gözükmüştür. Not: Bese Hozat gibi, Ermeniler tarafından gerçek bir kardeş bilinen Dersim orijinli (adından anlaşılacağı üzerine) bir kişinin ağzından bu sözleri duymak ise, Dersimlilerle gerçek bir kardeşlik yaşamış ve birlikte katliamlara maruz kalmış olan Ermeni halkı üzerinde bir artı acı etkisi yapmaktadır. Kim bilir, belki bu durum da, özel olarak düşünülmüş bir siyasettir. Akunq.net kızılbaş - sayfa 28 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 78 Milyonun Erdoğan ile imtihanı Özcan SOYSAL Bu kez 1915 dünya koşulları yok. Osmanlı coğrafyasında İttihatçılar insan kasaplığına soyunduğunda dünyadan itiraz gelmeyeceğini, herkesin kendi başının derdine bakmaktan Osmanlıyı mühimsemedikleri koşullar. Şimdi Türkiye de oynanan oyunlar iletişim cağında dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Koşullar katliamcılığa destek vaat etmiyor. Sorunlarını katliamcılık dahil her türlü insanlık dışı yöntemlerle çözme kültürüne milli kültür deniyor. Eyvallah sağcısı solcusu milli kültürün egemenliğini seve seve destekledi destekliyor. Kürtler ve Alevilerin kerhen destekliyor olmaları neticeyi değiştirmiyor. Yöntem basit farklı kravatlı bir devlet erkanı siyaset, hukuk, yasama ve yürütme tek elde veya bir oligark yapısında birleşmiş. Salonda batılı havalarında dolaşıyorlar. Bir de çakallar var. Bunlar salona alınmıyor. Kiralık katil ve pis işler görevlileri. Katillerden seçilmeye özen gösteriliyor. Salonda dolaşanlar elini doğrudan pis işe bulaştırmak yerine bu çakalları el altından işe sürüyorlar. Sistem bu. M. Kemal tek millet tek devlete giden insanlık dışı Devlet yapısını kurarken Türkiye’nin özellikle Karadeniz’de yoğun olan Hıristiyan Yunan halkımızı yoluna engel görüyor. 1918 ile 1923 arası yüz binlerce Rum katliamda hayatını kaybe- derken tüm Türkiye’de 2,5 milyon Hıristiyan Rum’dan kalan insanlar Yunanistan sürülüyor. Hıristiyan Ermeniler ve Süryaniler sonrası katiller Hıristiyan Rumları da coğrafyadan siliyor. 1915 de İttihatçıların birinci kadrosu işbasında iken, 1918-23 arası katliamlarda tek başına M. Kemal sorumluluğu üstleniyor. Katiller arasından seçtiği Topal Osman adlı insan kasabını bu işe koşuyor. 2,5 milyon Hıristiyan Rum’un bu topraklardan silinmesinde Topal Osman’ın birinci katil olarak kullanıldığını Karadenizliler başta olmak üzere Türkiye Bilir. İş bittikten sonra M. Kemal’in muhafaza taburu denilen katiller sürüsünün başında iken, yine M. Kemal emri ile Mecliste muhalif lider meclisin önünde tabanca ile alenen Topal Osman tarafından öldürülür. Herkes bu cinayeti Topal Osman’ın tek başına düşünüp planlamadığını, M. Kemalin emri verildiğini bilir. İnfial vardır mecliste. M. Kemal pabucun pahalı olduğunu hissedince Topal Osman2ı yakalaması için Jandarmaya talimat verir. Canlı yakalanan Topal Osman, emri Kemalden aldığını söyler korkusu ile kafasına silah sıkılır ve çatışmada öldü açıklaması yapılır ve meclis teskin edilir. Erdoğan’ın eşi benzeri görülmemiş hırsız lider olduğu söyleniyor basında. Yanlış. 1938 e Kadar M. Kemalin serveti o acayip fakirlik döneminde çok büyüktür. Türkiye’nin her tarafında Ermenilerin zenginlerinin köşklerini kendisine ayırmıştır, gizli saklı değil. Karadeniz hariç. Orada Rum zenginlerinin köşklerine el koymuş. Atatürk evleri diye biliniyor. Erdoğan post modern cağda hem M. Kemal e ve aynı zaman mekân içinde Topal Osman’a öykünüyor. İkisini tek sahsında birleştirme gayretleri var. Özal ailesi kızlarının bir davulcuya aşık olduğunu duyduklarında davulcuyu cezalandıracaklar. Yani bir pis iş yapacaklar. Ellerini bulaştırmıyorlar. İşi Alaadddin Çakıcıya havale ediyorlar. Emri Alan Çakıcı davulcuyu adamlarına dövdürüyor. Ne Özal ne de Çakıcı mahkemeye çıkmıyor. Gelenek aynı. Arada bir fark var ki, M. Kemal Topal Osman’ı salona layık görmez, dışarıda tutardı. Çakıcıya da aynı muameleyi yaptılar. Bu adamlar zira insan içine çıkarılabilecek kişiler değildi. Erdoğan hem Salon işini hem de pis işleri tek elden kendisi götürüyor. Son olaylardan sonra çok daha belli oldu ki, eve barka sokulacak, salona kabul edilebilecek adam değil. Geniş yığınlar çakallığın adını milli İslam’ı kültür koymuş. Dünyanın önünde liderleri rezil olmuş, ne yapacaklarını bilemez haldeler. Çalmış işe beni paramı çalmış, sana ne oluyor diyip destekleyenler ülkenin yarısı. Diğer yarısı da itiraz ederken, çalma hakkının kendi cemaatlerinin imtiyazında olduğunu dile getiriyor aslında. Çalma imtiyazını Erdoğan gibi bir çakala kaptırmışlar. Salona alınmayacak adam. Hâlbuki çalma hakkını sarışın mavi gözlü, kravatlı, pis işleri mafya eliyle yapıp elini kirletmeyen, batılı devletleri kandıracak, tercihan Selanik kökenli birisi olmalı. Son kavgalar bu iki cemaat arasında cereyan ediyor. Her iki tarafın iktidar olma yöntemi aynı. MHP iktidara geldiğinde Erdoğan’ın evinin önünde “andımız” adlı suç metnini okuyacağını vaat ediyor. CHP Kürtlere demokratik hak vereceği yalanını söyleyen AKP ye “Güneydoğu’yu satma” ithamında bulunuyor. Kürt milli hareketi? Öcalan ne düşünüyor? Madem yakalandık bu eve gelin geldik, ha generaller ha İslamcılar. Ayni şey. Ha babası ha oğlu.. Namusunu satmış yani. Buradan demokrasi çıkmaz. Fakat M. Kemalin de kullandığı İslamcı Osmanlı yöntemi de miadını doldurdu bir yandan. Dünyanın koşulları bu tür bir yönetimi onaylamaz. kızılbaş - sayfa 29 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kaldı ki Erdoğan yaptığı çakallığın dozunu iki kat artırsa bile bu CHP, MHP ve PKK yöntemleri ile alaşağı edilemez. O halde iş nereye gidiyor? Çürümeye gidiyor. 78 milyon rezilliğe yelken açmış durumda. Sarhoşlar gibi, sallana sallana gidiyorlar. Yıkılana kadar bekleyeceğiz. Zira laftan anlayacak durumda değiller. İki İslam versiyonu çatışırken Alevilerin korkusu arada katliama uğrama tehlikesi. Bir avuç kalmış Hıristiyan Ermeni, Süryani Rum ve Yahudi de farklı düşünmüyor. Güçlü görünene destek verip, katliam başladığında kelleyi kurtarma ümidi. Mahcubyan’ın, Markar Esayan’ın yazılarını bu açıdan okumakta yarar var. Alevilerin CHP ye verdikleri desteği de aynı şekilde okumak gerekir. Katliamcılık, soykırımcılık kültüründen arınmayı terk ettiği vakit milyonlar, bir alternatif de doğuyor anlamına gelecektir ki, ufukta bunun işaretleri henüz görünmüyor. Kaynak: http://www.network54.com/ Forum/609946/ http://www.network54.com/Forum/ 609946/message/1394068865/78+Mi lyonun+Erdogan+ile+imtihani Yücelerden yüce tanrı Gündüzlerden gece tanrı İsmin vardır cismin yoktur Sen benzersin hiçe tanrı Bazı kulların var imiş Falan oğlu filan derler Elin ana atası var Sen benzersin piçe tanrı Ali ile bir oldunuz Bir mektepte okudunuz Ali hafız kelam olmuş Sen okursun hece tanrı Kıldan ince köprü yapmışsın Mümün kullar geçsin diye Hele ben burda durayım Gel geç görem nice tanrı? Kullarına can vermişsin Onu almaya gelmişsin Buna 'Allahsızlık' desek Sen kalırsın güce tanrı Gayguzusum günahım ne Kalmayasın Şah aşkına Kaldır perdeyi aradan Görem seni nice tanrı Kaygusuz Abdal Kaygusuz Abdal'ın asıl adı Alâeddin Gaybî'dir. 1341-1444 yılları arasında yaşadığı, babasının Hüsameddin Mahmud olduğu söyleniyor. Doğduğu, öldüğü yer ve yıl kesin olarak bilinmiyor. Menkibeye göre yaşamı şöyle: Gaybî, Alaiye (Alanya) Beyi'nin oğlu imiş. İyi bir öğrenim görmüş. Bir gün yaraladığı bir geyiği kovalarken Abdal Musa'nın Elmalı'daki dergahına varmış. Dervişlerden geyiği sormuş. Abdal Musa, koltuğunun altına saplanan oku göstererek, "Oğul attığın ok bu mudur ?" diye sormuş. Şaşırıp üzülen Gaybî, onun ayaklarına kapanmış, tekkesine kul olup Kaygusuz adını almış. Kırk yıl orada hizmet etmiş. Bektaşiliğin uluları arasına girmiş. 1424-1430 yıllarında Rumeli'yi dolaşmış. Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır'da bulunmuş. Mısır'a giderek Bektaşiliği yaymaya çalıştı. Mısır'da ölünce, Mukattam dağında bir mağaraya gömülmüş... Abdal Musa gibi halifesi Kaygusuz Abdal da Bektaşi edebiyatının kurucularından sayılır. Yunus Emre'nin açtığı yolda yürümüştür. Hem aruz, hem de heceyle yazmıştır. Tasavvuf felsefesine yaslanan şiirlerinde ince bir alay görülür. Tekerlemelerle beslenen temiz bir dili ve kıvrak, tatlı, özgün bir deyişi vardır. Birkaç şiirinde Serâyi, Miskin Serâyi, Kul Kaygusuz ya da Miskin Kaygusuz mahlasını kullanmıştır. Yapıtları: Divân, Sarây-nâme, Minber-nâme, Dil-güsâ, Gevher-nâ-me, Budalanâme, Mesnevi, Muglâta-nâme, Esrâr-i Hurûf, Vücûd-nâme kızılbaş - sayfa 30 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSÊN KURMANCÎ (1) BEŞA YEKEM Marogûlov hatiye amadekirin. Bi spiratina hukumeta Ermenistanê, di sala 1928'an de Erebê Şemo û Isahak Marogulov (bi koka xwe asûrî) alfabeya kurdan ya bi tîpên latînî damezirandin. Hema wê salê pirtûka wan e "Xwe bi Xwe Hînbûna Kurmancî" çap bû. Ev yekemîn pirtûka kurdî bi tîpên latînî bû. A a D d Ƣ ƣ Kk m R r U u Z z Uğur Adsız Alfabeya kurdî ya latînî ji bo nivîsandina çend zaravayên kurdî tê bikaranîn. Di nivisîna zaravayê kurmancî de tîpên latînî, kîrîlî û erebî tên bikaranîn. Ji van alfabeyan yê herî zêde tê bikaranîn û ji aliyê nivîskar, hunermend, rojnamevan û rewşenbîran ve hatiye pejirandin tîpên latînî ye. Alfabeya latînî, alfabeyeke fonetîk e, ango her tîpek îşareta dengekî ye û ji alfabeyên din baştir bersiva dengên zimanê kurdî dide. Hejmara tîpên alfabeya kurdî 31 in. Di zimanê kurdî de 31 yek deng hene û ji bo her dengekî jî tîpek (herfek) heye. Bi tenê dengekî taybetî di zimanê kurdî de heye ku bi du tîpan derdikeve û bi kurdî jê re pevdeng û ewropî jî dîftong dibêjin. Ew jî tîpên Xw ne. Dengê tîpa "x" bilind û xurt e û ya "w" jî nizim û zeyîf e. Carnan dengê "w" weha kurt û zeyîf e ku mirov nabihîse û bi tenê dengê "x" dibîhîse. Loma jî di nivîsandina kurdî de herî bêtir çewtî di vî dengî de tê kirin. Ev dengê kurdî ku ji du tîpan derdikeve di zaravayê kurdî de ne wek hev e. Di zaravayê kurmancî de jî li gor herêman tê guhartin. Marogûlov Alfabeya pêşîn a latînî ji aliyê Îsahak B b E e H h Ⱪ ⱪ N n S s Y y Ƶ ƶ C c Әә I i Q q O o Ş ş Vv Ħ ħ Є є F f Ь ь L l P p T t W w Ә́ ә́ Ç ç G g J j M Ҏҏ Ţ ţ X x Celadet Bedirxan Piştre alfabeya latînî ya Mîr Celadet Bedirxan ve çêkirin. Mîr Celadet, ji sala 1919'an dest bi amadekirina xebata alfabeya latînî kirîye. Wî, di 15'ê gulana sala 1932'an de di hejmara pêşîn ya kovara Hawarê de dest bi belavkirina alfabeya kurdî a latînî kiriye. Loma ji alfabeya kurdî ya latînî re "alfabeya Hawarê" yan jî "alfabeya Celadet Bedirxanî" jî tê gotin. A a E e I i Mm R r Û û Z z B b Ê ê Î î N n S s V v C c Ff J j O o Ş ş W w Ç ç G g K k P p Tt X x D d H h L l Q q U u Y y Not: Em ê dersên xwe de “Alfabeya Celadet Bedirxanî” bikaranîn Di alfabeya kurmancî de 31 deng hene, ji 31 tîpan 8 hep dengdêr, 23 hep jî bêdeng in. Tîpên girdek:A B C Ç D E Ê F G H I ÎJKLMNOPQRSŞ T U Û V W X Y Z. Tîpên hûrdek: a b c ç d e ê f g h ı î j k lmnopqrsştuûvwxyz Tîpên dengdêr: a,e,ê,i,î,o,u,û Tîpên bêdeng: b,c,ç,d,f,g,h,j,k,l,,m,n,p ,q,w,s,ş,t,v,w,x,y,z Taybetiyên Hîn Tîpên Dengdêr Îî 1) Li gorî Celadet Bedirxan eger ev tîp beriya “y” ye bê , wekî “i” yê tê bilêvkirin û nivîsandin, eger ne di heman bêjeyê de bin wekî xwe tên nivîsandin mînak: Derî deriyê me derî yê min e Xanî xaniyê me xanî ya min e Ronahî ronahiya rojê ronahî ya rojê ye 2) Bi dawiya koka dema borî ve dizeliqe û biresenavan çê dike: Şuşt şuştî Mir mirî Ma mayî Şand şandî Êê 1) Li gorî Celadet Bedirxan eger ev tîp beriya tîya “y” ê bê wekî “i” yê tê bilêvkirin û niv3isandin, mînak: Pê piyê min Dê diya min Rê riya min 2) Eger “e” û “y” ne di heman bêjeyê de bin, “e” wekî xwe tê nivîsandin, mînak: Tu lawê kê yî? Tu xelkê kuderê yî? Ii 1) Ji bil3i hinek dengên mîna yên li jêr, di serê bêjeyan de nayê bikaranîn ij (dengek e ji aliyê zarokan ve tê derxistin) ih (dengê nalîna nizm e) 2) Di hin devokan de “i” û “e” cih diguherînin: Tijî tejî Mirov meriv Çil çel Xirab xerab Ûû Eger ev tîp tîpeke dengder ve bizeliqe û wekî tîpa kalijandinê “w” têkeve navbera wan “û” dibe “i” mînak: Rû riwe min Xesû xesiwa te Tû dara tiwe Uu Tîpeke ne pir kevn e. Li gorî dengdêrên din dereg ketiye zimanê kurdî. Ji ber vî qasî, bêjeyên ku ev tîp di wan de heye kêm in. Dengdarên ku ev tî bêtir piştî wan tê ev in. G guhdar, gull, gur, guhartin K kul, kuştin, kur, H hundir Q qure, qurt qulp X xurî ........................ YILDIRIM, Kadri, Destpêka Rastnivîsa Kurdî, Zanîngeha Artukluyê, 20-24, 2013 kızılbaş - sayfa 31 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şair Xıdır Çeliki de mucıliye X. Çelker Şair Xıdır Çelik dewa Vartoy Muska rao. İniyê Xızıri ki Muska dero. Dısey metro İniyê Xızıri ra cor şairi goli dê vıraştene, tede masa keno weyi, masanê deqesura (alabalık). Ebe weyikerdena masa ki idara çê xo nanao ro. Ma ke şime İniyê Xızıri ser, xebera ma şair Xıdıri ra çinêbiye ; ma nêzanıtêne ke o oca maneno, gurino. Coka ma eyde reportaj nêkerd, cıra persê hazıri pers nêkerdi, eyde wertê xuşe-xuşa ağwa İniyê Xızıri de mucıl bime. Ma ke ebe zonê ma Zazaki selam da jümini, kêf u halê jümini pers kerd, khek Xıdır zaf bi şa, zerê çımanê dey bereqiya, gulê xo bi ra. Çı ke o heyranê zonê mao, şiiranê xo ki zonê made nusneno. Xal Çelker: [1] Khek Xıdır, ez nia dana ke tı zono gılor (Zazaki) ra zaf hes kena, ma ke zonê ma tode qesey kenime zerê çımanê to bereqino… Xıdır Çelik: Weeey! Qesawa ke vano! Tabi ke henio. Hirê çi marê zaf muhimê; zonê ma, itıqatê ma, biyena (kamiya) ma. Ma ke ninara jüyê kerde vindi, mara çiyê beno kemi, benime nêmecet. Ma gereke xora pers kerime, ma kamime? Kot ra ênime? Kamta şonime? Peki, zonê ma cia, raa u ibadete ma cia. Ma kamime? Ma, gereke verê coy xo vecime meydan. Dıma ki cuabê nê persa bıdime, ma koti ra ênime, şonime koti? Ma gereke xo bızanime. Ma ke xo nêzana şar ki ma nêzano. Hama, ma bime hurdi hurdi, bime parçe parçe. Şar ma keno hurdi, keno parçe, xorê beno; her kes ma hetê xo ser kaş keno beno, ma keno zaif, keno şenık, keno zerê lapa xo. Ma kesi de na mane de nêdanime pêra. Ma kesi ra nêvanime ra u rêça xo ca verde, bê ra u rêça ma ser. Arıf kiyê made “ikilik” çino. Ma kuli isana jü vinenime, ê her kesi xora gore raşta xo esta. Na şiira mıde ki ez nae nia ana re zon: Jübini de ceg kenê hurdima bıray Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno Marê kenê zindan welatê hiray Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno Cirıt kay kenê zengin u lorti Koa o çola de ceng kenê xorti Cenazo oncenê motor o forti Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno Öksüz Xıdır vano, mebone herey Jübini mekışê, rew bêrê werê Ma o pi berbenê, vêşenê zerrey Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno. Yanê owo ke esker dero o ji bıraê mıno, owo ke ko dero o ji bıraê mıno. Peki, lacê mıno jü eskero, jü ki ko dero; hurdimina nanê jübini ra, ê de bê be damiş be! Eke owo ke ko dero amê kiştene, ez ke dêrê berba, owo ke esker de ke amê kiştene, ez ke dêrê nêberba beno! Qey o ji can niyo? O ji xort niyo! O ji wairê ma o pi niyo bao ! Xızır mara berbiş êndi duri bero. Heya bıra, rınd ke mı tı diya, zaf kêfê mı ame tode. X. Çelker: Mordemê de ze to diyene mırê ki şan u kêfweşiya. X. Çelik: Heya wullahi xêlê zemano ez be nê fıkri cêreno. Hama, bismillahi mı tı diya. Ez cêreno… Tawa vatena mı… Ne ê vatena mı qebul kenê, ne ki ez ê dine qebul kena. Ahêni ez xorê teyna mendo. Mı nao tı diya, mı tora qewete gurete, êndi ma teyna nime. X. Çelker: Ma ki mordemanê ze tora qewete cênime. X. Çelik: Mın o domananê koy, mın o hevala, weş bê, ma jübini de qesi kerdo. Ebe zereweşiye mı fıkrê xo vato, ine ê xo vato. Ne merka mıra çiyê vato, ne ji mı merka ra çiyê vato. Peyniye de ine mıra vato, “Heval, tı xorê, ma xorê”. Mı vato, « Bıra a ji rında ». İsan ke jübini de haşt bi rındo, isani ke şikiya jübini de qesi kerd rındo. X. Çelker: Helbet, haştiye rında. İsana ke bese kerd jümini de qesey kerd, a taw meseley tenêna rehet hal benê. X. Çelik: Jü ji ez bıraê xorê nae vaci. Ez şiiranê xo nêdano kesi. Şiirê mı amê tırtene, ez wair veciyo, mı ebe şaada, ebe qerarê makemi şiirê xo dızda dest ra guretê. Hama, tı mıde hemfıkıra, ez torê kızılbaş - sayfa 32 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şiiranê xo waneno. itıqat de xêlê rae cêriya. X. Çelker: Xızır tora razi bo, vengê to daim kero. Tı ke destur bıdê, ma şikinime şiiranê to qezata ma Munzur Haber de bıvecime. Qezata Mamekiye de, yanê Tunceli de vecina. Hama, mı ardê taê Varto de ki nê ro. Beno ke nae ra tepiya Varto de ki bıroşiyo. X. Çelik: Zaf rınd bıra, zaf rınd. A ji êna, a ji vecina werte. Mordemi ke toz nêêşt reça xo ser, a ki vecina werte, nêbena vindi. X. Çelik: Tabi, tabi. Mordemi rê tenê ji rehetiye lazıma. İdara çêy ke mordemi rê biye bar, mordem kuno biliya kar u gurey, zaf çi ji xovira keno, keno vindi. Vano: Mı cor va ke, isan ke jübini de haşt bo rındo. Rınd u xırava mordemi mordemi ra pers bena, şar gereke cırê tomete mekero. Jü şiira xode ez nia van: Welat kerdo thal ma şime İstanbol de ki thal o boşime Butı pare pare bime Şime İzmir ki thal o boşime Ez hes keno, hes nêkeno Yara mına, şari rê çıko Rındek bena, pisın bena Yara mına, şari rê çıko Şar şımeno reqi bira Made çino perê kira Zehirlenmiş bime dü ra Zonguldak de ki thal o boşime Zurekeri biyê mele Melawê şari ze dele Mehejnê, merişnê pele Dara mına, şari rê çıko Boşê nice xort o khali Vêşanê, berbenê thali Zam vareno, heyat pahli Anqara de ki thal o boşime Eşqê yare dest firaro hes keno, ê mı qeraro Belki lewê şari de zeraro Kara mına, şari rê çıko Zaten doği kuli thal mendo Mıletê xo bê hal mendo Mevace Xıdır lal mendo Muş Varto de ki thal o boşime. Tı Xıdıri nas nêkena Rınde ra qe qal nêkena Tı çı zana hes nêkena Nurê mına, torê çıko. X. Çelker: Axiri rocê rınd ki ênê, mordem gereke omıdê xo mebırno. X. Çelker: Xızır tora razi bo, zerê mıde guli bi ya, to ez kerdane mest. X. Çelker: Xızır o Khal vengê tüyo weş ki bıheşno, vay do bero, çarkoşê dina ra vıla kero; çıxa ke qomê ma esto her kes bıheşno, bêro re xo, bêro re ra u rêça xo ser. X. Çelik: Berxudar be. Gereke zerê mordemi de guli ya bê. Tı hayrê mı niya, ê mıde ji bi ya. Yanê qey biyê ya? Dawa xode mı xorê jü heval diyo. Yao tı sevana ! Demake wairê na dawa hona estê. Dêmake na dawa bêwair niya. X. Çelker: Heya. Se ke to ki va, ma waxtê zaf zaiyat di, her jüyê ma hetê ser şi. Hama, hao endi zaf teney biyê heşar, hayrê mesela xuyê, cırê wair vecinê. X. Çelik: Zaf rınd bıra, zaf rınd. X. Çelker: Çıxa ke hona kamiya ma sero tenê kemasiye esta ki, zon, kultur u X. Çelik: Ma, Xızır vengê to bıheşno… X. Çelik: Halla, halla. Hên bo ke, her kes ra o rêça xo bivêno, wa ra o rêça şari ra nê, ê xora şoro. X. Çelker: Tora ke mınete bıkerime, marê tenê ki qalê İniyê Xızıri kena? X. Çelik: İniyê Xızıri khano. Ez vaci 300 serra İniyê Xızıri esto. Efsane ra gore, qeydo ke ma, ma o piyê xora heşno ita ağwe çinêbiya. İta mal sole do. Nê cay bej biyê, mal solav biyo. Şüane gereke mali bero “Çılkani” de ağwe do (Çewres Çımeo ke vano İniyê Xızıri ra dirê kilometre duriyo). Pêaê veciyo, vato, “Tı nê mali bena koti?” Vato, “Ben cor, vae de ağwe dan”. Vato, “Ez torê ita ağwe veci”. Vato, “Tı se ita ağwe vecena? Haşa, qey tı Heqa ke ita ağwe vecena?” Vato, “Ez ebe emrê Heqi torê ita ağwe veci”. Lınga xo da ita ra, ağwe nia pel do. Şüane kewto re dıma, vato, “Tı kama?”. Vato, “Ez Xızıra” biyo sır, biyo vindi. Dıma ita ewliyawa diyo. Na dot, a kemera gırse be kemera verê çêveri sero caê nalê Dundıle estê. Mılet wairê itıqati biyo, amo ita. İta ra ji mıradê xo diyo. Coka ita rew ra nat ziyaret beno. Hama, serranê newaê ra tepiya mılet tenêna zêde ita ziyaret keno. (…) X. Çelker: To sata bine va ke, „ê vanê, ma Orta Asya ra ênime”. Ma, ma koti ra ênime? X. Çelik: Bıra ma ebe namo teze Tunceli ra ênime, koka ma oca rawa. Na Gola Vartoy ra zaferi Tunceli ra ênê. Mordem ke gına sero, şikino ke doz kero kam kamci dewa Tunceli ra êno. (…) Na maven de meymanê de mına Xunısi kewte werte, khek Xıdıri ra va, “Amca bize bir kaç şiir okusana?” Khek Xıdır ke tırki heşna tenê şaş bi mend, dıma va, “Eza feqire, ê ma ben şiirlerimi Zazaca söylüyorum!“ Çêneke va, “Bir şey olmaz, ben biraz anlıyorum”. Khek Xıdıri veng kerd ra cı: Zaten seba tora vılê mı çewto Kemerê ki tı mede mıra yara mı Hay re mı niya, ez billiya xo kewto Kemerê ki tı mede mıra yara mı Zemanê koê Bingoli made huiyêne Ez amêne, ware de mı tı diyêne Berbêne, ez lewê tora şiyêne Kemerê ki tı mede mıra yara mı Ma top biyêne şiyêne Şeydê Diyari Derbaz biya a roce koti ra ez biyari Bextê mara biyê kher u lali ziyari Kemerê ki tı mede mıra yara mı kızılbaş - sayfa 33 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zerrê mı vêşeno ez se hış bine Qelbê mı şikiyo ez se weş bine Xorê na sewda to dıme kaş bine Kemerê ki tı mede mıra yara mı Zemanê xo ta dêne, dıtêne mal Wari biyê issız, dewi biyê thal Vêrem kerdo, feqir Xıdır biyo khal Kemerê ki tı mede mıra yara mı *** Gula m’ fıkrê to zê mı bi Bê hevalam’, bê delalam’ Qaşo qewlê to ê mı bi Bê hevalam’, bê delalam’ Baxçê made nara mı be Tı şirina para mı be Zaf rındeka yara mı be Bê hevalam’, bê delalam’ Bê rındeka mı, bê nazlüya mı bê ! Dewa mına corê to bo Orğanê mı porê to bo Balişna mı qorê to bo Bê hevalam’, bê delalam’ Xıdıri tora se vato To derdê mı kerdi qato Ez to dest de şaşo mato Bê hevalam’, bê delalam’ Bê rındekam’, bê nazlüyam’ bê! X. Çelker: Xızır tora razi bo khek Xıdır. X. Çelik: Bao weş u war be, kar u gurê to daim bo. Xızır qewete bıdo şıma xort o azeba ke, saa serê şımara ki ma ra o reça xo bıvenime, cırê wair bıvecime, meverdime ke şar toz berzo ra o reça ma ser. X. Çelker: Saa serê şımara ma ra u rêça xo vinenime, zon, kultur, itıqat u kamiya xorê wair vecinime. X. Çelik: Xızır vengê to bıheşno. Kamo ke goş nano re na qamara ser, kuline rê selam u hurmetê ma esto. Kaynak: http://zazaki.de/zazaki/reportaji/xidiremuska.htm .................. [1] No reportaj serra 2006ine de pêseroka edebiyat u felsefey ‘Miraz’ umar 1 de veciya. "Dara Mansur ve Pençe-i Aliaba" ertan ildan “Ez rabûme dara Mansur Jı mınra dîn hezar qısûr Mın serê xwe da rêya Heq Ez avıtım nav arê sor” Türkçe anlamı şu oluyor. “Mansur'un Darına durdum Bin kusur buldular bende Başımı hakk yoluna koydum Kor ateşin içine atıldım” Kürt Kızılbaş inancı içinde “dara durma” başlı başına önemli bir merhaledir. Mansurun darına duran ve pençe-i aliabaya mazhar olan biri artık yeni bir insandır. Tüm kötülüklerden kendisini arındırmış, dünyevi şeylere itibar etmeyen ve kendisini hakk ile özdeşleştirmeye vakfetmiş bir kişiliktir. Böyle bir kişilik artık doğruluktan, dürüstlükten ayrılamaz. Tüm canlılarlardan helallik almıştır. Kötülüklere iyilikle, yanlışlara doğrulukla, öf keye ve kine, sevecenlik ve hoşgörü ile yaklaşmak zorundadır. Şiirde dile getirildiği gibi bin kusur ile baş etmek zorundadır. Mansur’un darına durmak ve pençe-i aliabaya mahzar olmak, tek başına yapılacak bir şey de değildir. Musahiple beraber yapılan bir rutüeldir. Musahiplik yol ve tarikat kardeşliğidir. Bu dünyada ve sonrasında , ezelden-ebede süren bir yol kardeşliğidir. Musahipler ve eşleri beraberce dara dururlar. Pirin ve cemaatin huzurunda kendi rızaları ile dara durmaya talip olurlar. Buna karar vermiş olan musahipler ve eşleri herkesten helallik ve hoşnutluk almak zorundadırlar. Komşusu ile, akrabası ile çoluğu ve çocuğu ile problemi olanlar dara duramazlar. Pirin ve tüm cemaatin huzurunda bundan sonra doğruluktan ayrılmayacaklarına, yalandan riyadan uzak duracaklarına, dünya malına tamah etmeyeceklerine, kötülüğe iyilikle karşılık vereceklerine ve daha bir dizi vecibeye uyacaklarına, hakk yolundan ayrılmayacaklarına dair taahhütte bulunurlar. Gülbanglar verilir, semahlar dönülür. Ve en sonunda “dara duranlar” üzerine evliyalar getirilir. Canlı bir ruhu ve melake olduğuna inanılan bu nesneler, kişilerin emeline göre ya boyunlarının üzerine gelir ya da gelmez. Evliyanın gelmek istemeyişi durumunda şin şivan kopar. Yer gök inler. Yalvarmalar, yakarmalar arşı alayı alır. Eğer bu yakarmalarda para etmez ise, işte o zaman “dara duranlar” için bu tam bir yıkım olur. Bir başka ifade ile Mansur’un darı, Muhammedin bu dünyadaki “sırat köprüdür”. Bu köprüyü geçenlere Pir elini omuzlarına vurarak kutsar. Pençe-i aliaba olarak ifade edilir bu. Kurbanlar kesilir. Bu tören 3 yıl peşpeşe yapılır. Mansur’un darı’ndan geçenler hakk yolundan ayrılamazlar. Bu yoldan cayanların günahları bir ise 10 misli arttığına inanılır. Bu rutüeller şehirleşme ile birlikte önemli oranda kaybolmaya yüz tuttu. Ama önemli birkaç soru orta yerde durmaya devam ediyor. Kızılbaş inancı üzerinde araştırma yürütenlerin cevap bulmakla karşı karşıya olduğu sorulardır bunlar. 1. “Dara Mansur” nereden kalmıştır? Mansur kimdir ? Hallacı Mansur mu? Eğer o ise, bu durumda bu yola girenler Mansur gibi dara çekilmeyi kabul mu etmiş oluyorlar? Halacı Mansur’un İsa gibi haca gerildiği söyenmektedir. Mansur’un Darı hac mı oluyor? Dar’ın burada taşıdığı anlama dikkatinizi çekmek isterim. Ağaç, kuru tahta anlamları olduğu da bilinmekte. 2. Pençe-i aliaba nedir? Neyin sembolleştirilmesidir? Bugün bir arkadaşımın facebook sayfasında başlangıçtaki Kürtçe dizelerin yer aldığı şiiri görünce bunları yazmak aklıma geldi. Belki birileri bu konularda bizleri aydınlatır. kızılbaş - sayfa 34 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mamoste Kemal Tolan, ez di serî de spasiya cenabê we dikim ku we daxwaza hevpeyvîna me pejirand. Tevî ku ez dizanim rewşa we ya tendrustî aloz e. Her weha tevî vê rewşê cenabê we dest ji xebatên xwe yên xemxuriya civak û ola êzdî bernedaye û we bi xebata xwe ol û çanda êzdî parastiye. Helbet pêre jî we navê xwe nemir kiriye. Bila qelem û dilê te bibe gul û derman bike brînên bê derman û kul. Newaf Mîro 1-Ji bo we Kemal Tolan kî ye? - Newaf birayê hêja, bi destûra te be, berî ku ez pirsên te bibersivînim, lavan ji xwandevanên te yên rêzdardikim û dêjime wan, hêvîdarim ku hûn ji min şaş fahm nekin û ez bi xwe ne dûnavek anjî ilimdarekî Êzdîtiyê me. Ez bersivên van pirsên hevpeyvînê li gorî Êzdînasîn, dîtin û ramanên xwe didim. Gava ku rexne û pêşniyarên we rêzdaran hebin, ji kerema xwe ra hûn şaşîtiyên min ji Êzdiyatiyê re nekine kêmasî! Ez jî weke gelek Kurdan, tam nizanim li kur û di kîjan wextî de ji diya xwe Ximşê û bavê xwe Eli ra hatime ser ruyê erdê. Lê hinek rûspiyên malbeta min dibêjin, gava ez di sala 05.10.1955 de li gundê Şimzê çêbû me. Min dibistana sereke a li gundê Şimzê di sala 1968, perwerdeya dibistana navîn di sala 1973 de li bajarokê Qubîn(Bişiri) ê û li Wêranşarê jî di sala 1976 de Lîse(Gymnasium)ê qedandiye. Min ji sala 1979 heta 2005 weke wergerê sondxwarî di nav û derdora bajarê Oldenburgê de bi fermî wergeriya zimanê Almanî, Tirkî û Kurdî kiriye. Min dîploma xwe ya ji bo mamostetiya zimanê Almanî ji Goethe Înstîtuta München`ê girtiye. Min demekê weke dozent û dîrektorê kursa fêrbûna zimanê Almanî ders da ber xerîbên ku li bajarê Oldenburg ê diman û ez niha teqawît bûme. Gava ez di sal 1976 de hatime Almaniya Federal cewicîm û gelek spas ji Xwedê ra ku niha pênc zarokên min hene. 2- Tu dikarî biçûkatiya Kemal Tolan û çend dîmenê ji gund, dayik,bav, kal û gundî û ji biçûkatiya wî bi me re parve bikî? -Ji ber ku kalikên min di temenekî ciwan de çune ber dilovaniya Xwedê, min yek ji wan jî ne dîtiye û wexta ku min di sala 28.09.1968 de dibistana sereke a li gundê Şimzê qedand, hingê rewşa tevaya kulfet û aboriya mala me gelekî çetîn bû. Jixwe ji ber ku rahmetiya diya min Ximşê, di bin wan mercên dijwar de tevî min 9 zarok anîbûne ser ruyê erdê, tendûrûstiya wê jî gelekî ketibû xeterê. Bavê min hingê ji ber belangaziya tûnebûna malê dinê nikarîbû diya min baş bive şanî doxterekî bikirina û diya min ji ber wan sedemên nebaş jî di sala 1968 de kiras guhast(çû ber dilovaniya Xwedê!)ye. Dûre jî bav, ap, jinap, bira û xuşka min bi gelekî belangazî û tenê bi keda rêncberiya cotkarî, şivanî, gavanî, palevanî û hwd.yê dikaribûn me xwedîbikin. Dema ku birayê min yê mezin Hiseyîn zewicî û ew di sala 1969 de hate Almaniya Federal pê ve, ewî markên keda zahmetên xwe ji me ra şandin, êdî me hêja nû berxwe dîtiye û...... 3- Tiştê ku tu herî bîriyê dikî ji zaroktiya xwe çi ye? -Mixabin, ji ber ku min di dema zarokatiya xwe de, tu tiştekî bikêrhatî ne dîtiye û timî di nav belangaziyê de jiya me, ez naxwazim qet zarokatiya xwe bînime bîra xwe. 4-Ji bo we Êzdîtî çiye? -Bi dîtina min, Êzdiyatî dînekî bavkalen welatêrojê, xwezayî, esmanî, serbixwe û di koka şaristanî-hişmendiya xwe de jî haveynê Mezopotamiya û bı taybetî jî xizna nasnama gelê Kurd e(*1). Êzdî îmana xwe bi ilm û qewlên ku girêdanên di navbera Xwedayên esmanî û xwezayê de diyar dikin nasdikin û bawerdikin ku di destpêka afirandina dinyayê de ji xeynî Xwedê, Melek (Milyaket), Horî, Perî û whd. tu giyander (ruhilber) ên dinê, li esmana, ser û binê erdê tune bûne. Lewmajî bawerim ku, tu beşerî Êzdiyatî ne afirandiye û ji hinga ku mirovatiyê xwe naskiriye û heta vêga hêjî tu kesekî nikarîbûye tevaya bingeha fîlozofî û mîtolojiya Êzdiyatîyê di tu berheman de tomar bike. Her çiqas hinek dîrokzane û lêkolînvanên di dinya yê de pir bi navûdengin, bi gelek zahmetî û balkêṣî bahsa hebûn, afirandin, belabûn, asîmlebûn, ji dîn derxistin û olguhastina kes, êl, eṣîr, mîrgehên bav-kalên me EZDAHIYAN kiribin jî (*2), îro zêdeyî XWEDA pêve, tu kes ji me hew dikare bi tam temamî bibêje, ka bav-kalên “Kurdên Resen”ji xeynî serên çiyayên Mezopotamiya, Asya û Ewrupa yê pê ve, bi kûdera dinayê ve heribî ne. Meriv dikare tenê di qewl û duayên me de xweş bivîne, ku Êzdiyatî bingeha hemû olên miletên Arî û Mezopotamiyê(*3) ye. Heta ku qewl û duayên Êzîdiyatî neyê ne şîrove û nas kirin, dîroka ol û mîletên li Mezopotamiya yê jî zelal ne be. 5- Ger cenabê we kurdîtî û êzdîtiyê li mêzînekê bide, wê dilê we herî zêde bi kîjan alîve be? yan jî hûne çawa şîro bikin? -Dilê min, yê ku ji xemxiriya Êzdîtî û Kurdîtiya resen tije buye dibêje, Êzdîtî û Kurdîtiya resen mîna goşt û hestiyên bedenekê ne. Ji ber ku Êzdîtî Xwedê nasîn û Kurdîtî jî nasnama nijad-hebûna kızılbaş - sayfa 35 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bedena min e, ez nikarim Êzdîtî û Kurdîtiya resen ji hevûdinê veqetînim û wan ji hevûdinê cûde deynime ser “mêzînekê”. .... Tiştê ku ez ji Êzdîtiyê fahmdikim û gelek ilimdarên Êzdî îro hêjî di zargotina xwe de dibêjin,”Tawisî-Melek bi Adem re, bi zimanê Kurdî xeber daye”. Lewma jî çi gava ku oldarên Êzdiyan bahsa ola xwe dikin, ew hingê raste rast ji netewa xwe ye Kurdîtiyê re jî xwedî derdikevin û dibêjin “zimanê ola Êzdiyatiyê zimanê Kurdî ye”. Di dîroka ferman û qetliyamên Êzdîtiyê de jî baş têxwanêkirin ku, bav û bapîrên me Êzdiyan, dîrok û çanda Kurdî bi lehengî, sembol, ilm, qewl, sema, libas (cil), parêzgeh û xwîna xwe ya paqij parastine. Lewma jî dagirkirên Kurdistanê(siltan, padîşah, xelîfe, paşa, mîr, beg, walî, axa û jendirmên Farzî, Ereb,Tatar, Tirkên Osmanî tevî olperestên Kurdên nezan û berpirsiyarên hemu baylozxanên koloniyalîst) zahmetekî ku meriv nikare salix bide, zilm û zordarî li bawermendên Êzdîtiyê dikirin û ew vê barbariya xwe hêjî berdewam dikin. Vêca ji bo ku ev nêrîna min çewt neyê fêhmkirin dibêjim, her Kurdek ne mecbûre Êzdîtiyê weke ola xwe bivîne û hurmeta min ji hemû dîn, bîr û baweriyên li Kurdistan û cihanê hene re heye. Ji xwe çi gava ku meriv bikaribe li ser cewahirên bingehên ilmê baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn bike, hingê merivê bivîne ku, baweriya Ezdahîtyê cûdetiyê naxe navbêna tu av, ba(hawa), agir(nûr) û axa li ser ruyê dinya yê hene(*4). Bi dîtina min, em Êzîdî nikarin Êzdiyatiya xwe bêyî hevkariya rêxistin û partiyên Kurdîtiyê û Kurdistanê bidomînin(*5). Divê heryek ji me Êzdiyan baş bizanîbe û di dîrokê de jî xweş têxwanêkirin, ew herêmên ku bavkalên Êzdiyan xwe ji çande û zimanê Kurdî dûrkirine, ew zû asîmle bûne û paşmayên wan bavkalen welatêrojê, îro hewdikarin bi ziman û çanda xerîban ji Êzdiyatiyê ra xwedî derkevin. Ez hêvîdarim, rewşenbîr û zahnên Êzdiyên îro jî wan şaşîtiyan nekin û nehêlin ku paşmayên me jî sibê bikevine rewşeke wisa xeter....... Lewma ez timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî binivisînin û bixwînin!(*6). Tiştê ku ji min hatiye, min heta niha ev mafê bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên ku di gelek kovar, malper û rojnamên Kurdî de hatine weşandin de jî daye xwanêkirin. 6- Xwe naskirina olî û çandî kengê bi we re peyda bû? Yan jî sedem çi bû? -Dema ez di sala 1970 de çûm xwe ji bo xwandina dibistana navîn a li bajarokê Qubîn(Beşiri)ê nivîsand pê ve, min hingê di dibistanê de dît ku hinek ciwanên feodalên Kurdên bisilman dixwazin meznantiyê li min bikin. Ji ber ku axa di gundê me Şimzê de tûnebûn, min xulamtiya kesî nasnedikir û ez bixwe gelekî bawerbûm. Ezê gelekî dilxweşbim, eger hevalên min yên ku hingê bi min ra li dibistana navîn a bajarokê Qubînê dixawndin bibêjin, bê min hingê ji ber axaftina zimanê Kurdî, Êzdiyatiya xwe û baş nezanîna zimanê tirkî çiqasî lêdan ji ber destên mamostan xwariye. Min ji xeynî niheqiyên hinek hevalên Kurdên bisilman û mamostên ku min mecbûrî beşdarbûna dersa dînê bisilmanetiyê dikirin pê ve, di nav jiyana rojane a li nav bajarokê Qubînê de jî gelek neheqî dîtin. Gava ez carnan di dawiya heftiyê û betlana dibistanê de, ji Qubînê heta gundê Şimzê bi piya diçûme malê, min hingê bahsa hinek neheqiya ku li Beşîriyê dihate serê xwe dikir. Carekê hinga ku ez çûme malê(ya li Şimzê), hinek nas û merivên bavê min, yên ku li gundên derûdora Wêranşarê diman, ew jî bi mêvanî hatibûne mala me. Min rabû çend pirs li ser neheqiya Kurdîtî û Êzdîtiya li nav û derûdora Wêranşarê ji wan kirin. Ewan ji min û bavê min ra gotin, “ di nav û derdorên Wêranşehîrê de tu neheqiya çandî û dînî li me Êzdiyan nabe. Hemû berpirsyar û memûr(karmend)ên dewletê jî hurmetê didine Êzdîtiya me. Jixwe em Êzdî heroj diçine nav bajarê Wêranşehîrê û tên, me qet rojekê ne bihîstiye ku, gundiyekî Êzdî anjî zarokên Êzdiyan, yên ku di nava Wêranşehîrê de diçine dibistana navîn û lîsê (Gymnasium)” bahsa neheqiya çandî û dînî kirine..” Ev gotinên wan ketine nav hişê min û min berî hingê fahmkiribû ku ez di herêma xwe de, ji ber nasnama ol û çanda xwe nikarim herim li bajarekî weke Batman, Sêert û hwd.ê û xwandina lîsê (Gymnasium) bixwînim. Ez ji ber wê tirsa neheqiya dînî a ku di nav Qubînê û derdora Batmanê de dihate serê min reviyam, çûme Wêranşehîrê û min xwandina xwe ya Gymnasiumê li wirê xelazkir. Min di nava wan sê salên xwandina gymnasîim ê de û bixêra xebata Komelayên Çanada Şoreşgerî yên Rojhilatê (DDKO) a li Wêranşehîrê jî xwe nenasîn û jiyana feodalîzma welatê me hîn baştir fahmkir. Êdî ez hêvîdarim ku hinek heval, dost û nasên min yê Wêranşehîrî bikaribin, di dewsa min de hinekî bahsa wê xebata me xwandekarên lîsê û tekoşîna ku hêja hingê birêvebirên DDKO`ya li Wêranşehîrê didan, bikin..... Wexta ez di sala 1976 de hatime Almaniya Federal pê ve, min li virê jî ew xebata xwe ya li dijî dagirkerên Kurdistanê û feodalên Kurd tevî hevalên birêvebirên Komelayên Çanada Şoreşgerî de berdewamkir. Ji xwe kesên ku min nasdikin, ew jî dizanin ji ber vê berxwedana min a di nav endamên civaka me, yên ku li bajarê Celle yê diman de, hinek astengî ji min ra derketin û ez mecbûrbûm ji bajarê Celle yê jî derkevim. 7- Ez dizanim, misilamntiya deşta Bişêriyê tund bû, li dij êzdiya. Gelo hûn jî bûn dîtiyê hin bûyera, ku ji bîra we naçin? -Gava min li Qubînê dixwand, ez rojekê di havînê de ji bo pêdiviyekî xwe çûme bajarê Sêertê û min karê xwe xilazkir. Dûre hinga ez vegeriyam hatim li termînala texsiyan li texsiyeke ku vedigere Batmanê siwarbûm û em bi rêketin, di texsiya me de ji xeynî ajovan sê kesên ku bi temenê xwe ji min mezintir jî rûniştibûn. Gava em ji bajarê Sêertê derketin, wan her sê kesan bi hevûdin re sohbetdikirin, min û ajovan jî qet deyn nedikir. Wexta em hatin gihîştine pêşiya gundê Hecrê yê li ser rêya Batman û Sêertê, ewan her sê kesan dû jinên Êzdî, yên ku heval (bin ) kiraskên wan sipîbûn, li ser kêleka rê di nav erdekî pirêzê de û qesel didane hevûdin dîtin. Wexta wan her sê kesên hevalê me, ew jinên Êzdî tevî binkirask(derpiy)ên sipî dîtin, ewan li nav çavên min rihêntin, ew peyva neqenc ya ku bi tîpa “ş” destpêdike û em Êzdî wê qet bilêvnakin, bi dengekî bilind gotin û xeberên gelekî ne baş bi wan kirin. Ez jî hingê di nava xwe de zahf keliyam, ewan bi wecê min derxist ku ez bi wê gotina wan gelekî acisbûm. Lê min dengê xwe nekir. Hinga ku em hatin ji Qubînê derbas bûn û gihîştine binê palê qêrê Qubînê, diduyan ji wan kesan gotine min, xorto çima hinga em bi wan jinikên filantiştî( dîsa ew peyv ku bi tîpa “ş” destpêdike û em Êzdî wê qet bilêvnakin, gotin) kufirîn, tû acisbuyî? -Min jî hew dikaribû acisiya xwe veşêrim û gote wan, ma ji xwe eger ku we ji xwe şermbikira, gereke we ew xeberên nebaş bi wan jinên Êzdî ne kirina û raste rast li nav çavên min jî nerihênta. kızılbaş - sayfa 36 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ewan bersiv min da û got, ne bêje ew jinên filantişt( dîsa ew peyv ku bi tîpa “ş” destpêdike û em Êzdî wê qet bilêvnakin, gotin) însanên. Ew kafir, ............. çine, qey tû jî ji wan gawir..., ..., û .. î ? jî, min xebata xwe a di nav refên hevalên şoreşgerên Kurd û Almanên li Oldenburgê de berdewamkir. Min di dawiya sala 1978 de jî dest bi nivîsandina helbestan kir û dûre hêja gotar/nêrînên xwe jî belakirin. Min jî încar ew peyvên nebaşiyan, ji xeynî wê peyva ku bi tîpa “ş” destpêdike û em Êzdî wê qet bilêvnakin pê vegotin, li wan vegerandin. Gava em bi vî haweyê di nava texsiyê de bihevdinketin, em hatin gihîştine deşta serê qêrê Qubînê(ku pêşiyên me digotinê, Kevanê Qêre). Ewan her sê kesan bihev ra gotine ajovan, bisekine, emê vî “ş... perestî” li virê geberbikin. Ajovan jî tirsiya û bi ya wankir, texsî rawestand. Ewan bi çeplên min girt û ez bizorê ji texsiyê anîme xwarê. Gava ez wan li wêderê bihevûdinê ketin û ewan têra xwe li min xistin, dûre hêja texsiyeke dinê jî di wirde hat li ber me rawestiya. Dû kes ji wê texsiyên peyabûn hatin, ez ji nav lepên wan paşverû û neyarên Kurdîtiyê rizgarkirim. Ev û hinek hovîtiyên din jî, qet ji bîra min dernakevin...... Helbesta min ya yekemîn jî ev bû: 8- Hûn yek ji serkêşê ciwanê êzdî ne, ku di perwerdeya dewleta tirka re derbas bûne. Hûn dikarin hinekî qala wê demê bikin? Nakokî û aloziyê wê demê? -Min di gotareke xwe ya bi navê “ÇIME ME ÊZÎDIYÊN LI BAKURÊ KURDISTANÊ DEV JI WELATÊ XWE BERDAYE?” û di 16.08.2004 de hatiye weşandin de daye. Ez niha ji ber cîh nikarim dûr û dirêj bahsa van NAKOKÎ, ALOZÎ, ZILM Û ZORA VAN SALAN bikim. Lê hêvîdarim ku xwandevan bikaribin van di vê lînkê(7) de bixwînin! 9- Em dizanin êzdiya gellek êş û azar kişandine, ya herî hûn êşandine û hêjî pêdiêşin kîjane? -Wexta min li welat didît ku dewleta Tirkan, hinek azadî xwazên Kurd û bi taybetî jî hinga ku olperestên Kurdan, mafên me Êzdiyan yên Kurdî-olî nas nedikirin, ez gelekî pêdiêşiyam. Her weha gava jî, gava kesekî rewşenbîr, nivîskar anjî berpirsyarekî çapemenî, ragihandin, partî û rêxistinên Kurdistanê di bernamên rêxistin, partî, televîziyon, kovar û rojnamên xwe de hirmeta ku didine ola Bisilmantiyê, Xiristaniyê û hwd, û ew rumetê nadine olên civakên Kurdistanê yên kêm û bi taybetî jî me Êzdiyan, ez zahf pêdiêşim... 10- We kengê dest avêt nivisê? Nivisa we ya yekem di derheqa çide bû? -Gava mala me hate bajarê Oldenburg`ê Tekoşer Hildaye ser milan tevgera xebatkaran Can fêdaye ji bo azadiyan bindestan Tekoşînê dide her wextî bi şev û rojan Êrîşan dibe ser kozikên koloniyalîstan Di pelişîne rêç û şopên kevneperestan Di çêrîne sînorên Rus,Tirk, Îraq, Sûrî û Îran Ew fêdekare, canê xwe dide ji bo kurdîstan Ewê herdem bijî li ba keç û kurên qehreman-(*8) Nivasandina min ya kemîn, li ser bernama ”Şeva li Oldenburgê(*9)” bû. Gotara min ya yekemîn jî evbû: “Digotên „Malê dinyayê qirêja desta ye! Me gelek caran ji bapîrên xwe dibihîst ku „Malê dinyayê qirêja desta ye„. Îro gelekan ji me, heger bi sebeb an jî bê sebeb dev ji cîh û welatê xwe berdane û em hatine van welatên Ewropa. Hin jî bi qeflan wek me dev ji welatê xwe berdidin û dertên welatên xerîb. Gelo ev jiyana me ya li xerîbiyê derbas dibe ji ya li welat derbas dibû çêtir e ? Ez dikarim bersiva vê pirsê weha bisim. Hesabê malê û sûkê li hev derneket. Îdî li me jî wisa hatiye. Wexta ku hun karkerên Kurd dihatin welêt îzna xwe pirr tiştên xweş li ser jiyana Almaniya Federal digotin. Me nizanîbû ev kes derewa dike. Welhasil, çiyê xelkê hebû, firotin, xistin(kirin) bêrîka xwe û hatin Almaniyayê. Em hatine, îro çavên xwe berdidin çend Markan. Zarokên me yên ku li vira çêbûne êdî urf û adetên bav û diya xwe najon. Ji ber ku em ji çand û dîroka xwe bi zarokan nadin naskirin., bêtir qewta xwe didin pera û malê dinyayê., zarokên me dibin Alman. Hin di hivde hijdê saliya xwe de dev ji dê û bavên xwe berdidin. Ji me tirê emê êdî bibin malê vira û hew vegerin welatê xwe. Ev karekî pirr kûr e. Divê ku her kes ji me li ser hatina xwe bifikire. Divê em eqilê xwe bidin serê xwe û milên xwe bidine milê hev û bi yekîtî daxwazên xwe bixwazin. Wek hemû miletî ku îro li Almaniya Federal bi zimanê xwe radiyo û televziyonê guhdarî dikin, di medresan de bi zimanê xwe dixwînin û çanda xwe pêş de dibin. Heger em van tiştan nexwazin û ji bona van daxwaziya xebatê nekin, emê di wextekî pirr kin de xwe înkar bikin. Diyar/Almaniya Federal (*10)”. Herweha nivîsa min ya ”Li ser rastiya dîroka dînê Êzîdî(*11)”jî ev bû: ”Lazime rastiya dînê Ézîdî, di nava tevgera netewa Kurdî de îro jî, wek demên derbasbûyî neyê fetisandên. Wexta meriv bala xwe dide dîroka Kurdîstanê, meriv di bîne bi sedan milet û qewmiyet hatine ser axa Kurdîstanê. Gelek ji wan mîleta dewlemendiya Kurdîstanê bi xwere birine,hin ji wana heta îro jî bune astengî yên pêşiya tevgera rizgariya Kurdîstanê. Her çiqas çend Dîroknas û rojnamevanên kurdî hebûna mîletê Ézîdî wek kokan kurdaye kevn qebûldikin jî,lê belê bi rastî hin tu lêkolînên berfire,li ser rewşa dînê Ézîd, di nava tevgera netewa Kurdî de eşkere ne nivîsandine. Kesê li ser dîroka Kurdîstanê xwandê be,an jî li geriyabe, zanên ku mîletê Ézîdî her wextî bi Éşîr û Qebîlê xwe ve, di nav sînorên xwe yên tengde,di nava dest,banî û çiyayên kurdîstanê de jiyana xwe domandine. Dijminê dîn û Mîletê me her wextî, gund û warên Ézîdiyan xan, xerabe kirine, mal û milkên wan talan kirine. Ézîdî ji ber zûlm û zora kevneperest û paşverûyan gelek cî di nava kurdîstanê de guhartine, qetliyam û fermalû bune. Éşîr û Qebîlê Ézîdiyan her wextî di nava welatên xerîb û mintîqên xwe de,ji bona azadî û serxwebûna Kurdîstanê,li dijî dijminên Kurda gelekî xwîn rijandine. Temî êrf, êdet û Zimanê xwe bi olperestiya xwe parastine. Ez hêvî darim ku redaksiyona Armancê, wê li ser vî warî jî bi sekine.Ku Lêkolînên ser rewsa Ézîdiyan li cem we hebên,ji xwandevanên xwere di rûpelên Armancê de birastî bi wesînên. Hêvî Ev bêrîn ne bêrîna gule û xenceran Ev hesret ne hesreta keç û kuran Ev evîn ne evîna xwesik û delalan Ev serê çend hezar salane Omîda dêlan Ronaya çavan,quweta dest û lêngan. Me ne dêbistan û nejî Mamostan. Hoste û riberê me Ewe evîna dêlan kızılbaş - sayfa 37 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Temî bi devkî ji bavan gehîste lawan Eva çêqas War tine guhartin,nayê hesaban Hêja jî wek dema berê,li ser sera û ser çavan Bavê Sêran / Almanya Bi silavên biratiyê.(*11)” Her weha gotara min ya bi navê : Qelen û Zewac/ Jiyana me : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/ DengeEzidiyan_3.pdf Rû.: 18 û 20 : “Qelen û Zewac Gelo çima ev dawa qelenê Qîza ji nava me Ézîdiya ranabe , em Qîz û Xortê xwe hin ji bona Markan belangaztir dikin, wana bi Dilê wan na Zewicînin.? Wexta em li Welatê xwebun,di nav Gunda debun Jiyana me bê Rewseke dinbu û îro em eva serê çend Salan li Ewrûpayê dijîn bê Rewseke dine. Dema em li Welatê xwebun: Em Ézîdî li Gunda di nava hevûdinde dijiyan,me karibu çitir Çanda xwe biparizin.Her yekê ji me li gohrîya Wezîyeta xwe ê Rêncber,Sêvan,Gavan anjî suxilkarê Mala xwebu.Ji ber ku em belangaz bun di ser vî halîde jî her serê Mala me bê hindikayî 4 -5 Zarok tide hebu.Kulfetê di malide teva alîkarî bê hevre dikir,keda xweye bi Salan didane hevûdin,dîsa jî geleka nikaribû ji heqê Qelena derkeve. Lewmajî gelek kesan mecbür dibûn herine Rêncberiya bavê Qîzan bikin,an jî herine Derê dinê bi xebitin ,hetanî heqê Qelenê xwe bidane hevûdin.Wî wextî rencberî bi destê hemû kesan ne diket anjî bi her kesî ne dibu.Heger Perê Xortan tûnebû,li Érdê wan anjî Tistekî wanî bi Qedêr hebû,wî wextî bavê Qîzan dest datanîne ser van tistên Xort. Qelenê qîzê maldaran ji yê Belangazan pirtirbun. Wexta Xortekî Qîzek bi revanda ,qelenê wê Qîzê di kete êqsê û Qlenê vê Qîzê ji qlenê Qîzin dinê zidetirbû.Bav û Dayîkê qîzan gelek dilê Xortan êsandîye. Çiqas xort û qîzan ji hevûdin hes bikirina jî,ku Bavê kurik nikaribuna qelen bide,ewan nikaribun bi hevre bi zewicin.Gelek qîz û xortan hin hevûdin ne didîtin,li Bav û Diyên wan bi xwastina gerek bi hevre bi zewîcîna.Gera ku Qîz û Xort bi hevre derketina tûnebû.Hinek kesan bi dizî hevûdin didîtin,dilê xwe berdidane hev. Li ser van Dawê qelenade gelek Bûyerê mezin li Welat Çibûne . ji ber van Qelena me mala hevûdin gelekî xerakiriye , em bune manihê gelek Ciwana ku ne gihistine hevûdin û ev Nezaniya bûye Sebebek ku em di vanderade derketine. Wezîyeta meye li Ewrûpayê: Karkerê me Ézîdiya êwilî di Salan 1965-1967 de hatine Almanya Federal .Pêstî çend salan bi tenê li Almanya xebitîn,dîna xwe danê ku nikarin weha bi tenê Jîyana xwe bidomînin.încar hatin Kulfetê xwe anîne ba xwe.Heyamek derbasbû Zarokê wan hatine zewacê. Ji ber ku wî wextîde gelek kesin Ézîdî ne hatibun Almanya,nikaribun Zarokê xwe li Almanya bizewicînin ,mecbür di bun dê hatine Welat.încar Markê wan hebun,wexta ev Mark vedigerandine Lîrê Tikî gelek çidibun.Lewmajî her kesî dixwast ji ber timaya Perin pir Qîzê xwe bide kurê Almançiya,anjî ji bona Kurê wan bibuna îsçî,bi Qelenekî pir qîzê Karkerê li Almanya di xebitîn ji kurê xwere dixwastin. Karkerê Almançî ji ber ku qîzê wanjî li Almanya di xebitîn û Mark qezenc dikirin,ne dixwastin qîzê xwe bidine kesin ne ji Malbatanda wan.Lewma hemî karkerin li Almanya di xebitîn qîzê xwe ewilî didane merivin xweyî Pês,anî didane Bêrazî,Xwarzî,Kurap,Kurxaltî û Pesmamê xwe. Wê Demê de dengê Almançiya ji ber ku Markê wan hebun pir xwes derket. Qelen li hevûdin zide kirin,wer bû kesin Fuqare êdî hew dikaribu zarokin xew bizewicîne.Wey li wî qîzê xwe bide Kurê almançîya anjî Qîzê almançiya ji kurê xwere weyne. Dîsa weke Édetê li Welat tû kesî daxwaziya Ciwana ne anî ber çava. Bê qerara Xort û Qîza wan bi hevre di zewicandi,ne digotin em Édî li Ewrûpayine û em di Rewseke dinde. Hesab nedikirin ku rojekê were Xort û Qîzê van tistin Kevnedar rakin û ê bi serê xwe bivin.Em di van salin dawîyde dibinin ku çiqas Ciwan hew bi daxaziya Dê û Bavan dikin û dixwazin bi Dilê xwe Édî bizewicin. Anjî em nabînin ku zewaca bi Dêl hew dihere serî.Çiqas hêlînê ciwana xera dibin.Ciwan ji Érf û Édetê me derdikevin.Hija jî me çavê xwe berdaye Qelena. Gelek caran di Civatê mede ti axaftin û em dixwazin Bîryarekê li ser ku Qelen bine rakirin bistînin.Me gelek caran Soz û Ad daye hevûdin,dûre em li sozê xwe qelibîne.Tifaqa me çinebûye.îro dîsa gelek ji me li ber dilê Zarokê xwe nakevin û em nahilin Ciwanê me bi gîjine hevûdin. Wexta em bixwazin birastî Qelen ji nava me rabe ,gerek em li hêvîya hevûdin nehilin,weke ku hinek Ciwamêra dest pêkiriye,em jî ji berxwede vê Bîryara bistînin.Heger ne emê wi hin Rojin xeraptir bibînin.Kîjan kesê Ézîdî bi xwaze zarokin wî li ser Érf û Édetê wî bimîne,gerek ji berxwede Qelena li kesî nebire .Heger ne wehabe tûcar jî têfaqa me çinabe , emê hew karibin ji vêr û pêde Ol û Erkanê xwejî biparizin. Weke ku Ciwamêrekî gotiye:”Meriv ji bo dudo Tistan hatiye Dinyayê: 1-ji bona Seref û Namûsê. 2-Ji bona Malê dinyayê. Kesin ku li Seref û Namûsê bigere gerek pir ji Malê dinyayê hezneke.Ji ber ku Namûs û malê Dinyayê neyarin hevin. Kesin ji Malê dinyayê pir hezdike divê pir Bala xwe nede Seref û Namûsê.Bi vî hawî dikare Malê dinyayê bide hevûdin. încar bala xwe bidine Jiyanê,kesê ku ev herdû Têst tevde girtine yan digrin,ileh kêmasî di heqê yekî ji van herdûwan kirine ku hinek ji herdûwan gihandine hevûdin.” Bavê Şêran / Mai.1994 Vêca ez ji ber kêmasiya cîh dibêjim, kî dixwaze bizane ka min hingê di nav komîta KKDK-Oldenburg`ê de û di bin navê Diyar anjî bavê Şêran de çi xebat û hewildan di nav bajarê Oldenburg`ê de kirine, bila keremke binêre li rûpelên arşîva Kovara ARMANC`ê(*12) û Kovara DENGÊ ÊZÎDÎYAN(*13). 11- Çi bû sedem ku cenabê we qewl û beytê êzdiya bide hev? -Dema ku min bi xêra kovar, pirtûkên Kurdî û bi taybetî jî ya kovara ARMANC`ê xwe fêrî xwandin û nivîsandina zimanê xwe yê zikmakî kir û dîroka bavkalên me Êzdiyan li vê diyaspora yê zêde naskir pê ve, min fahmkir ku “zanîn û agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar, berpirsyarên mal, komel, ol, partî û rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka olên li Kurdistanê û bi taybetî jî li ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî pir kêm û lewaz en ( *14 û 11)”. Her weha baş serwextbûm, gava ku meriv dîroka kızılbaş - sayfa 38 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 xwe ya kevn baş nas neke, meriv nikare dîrokeke nû jî rast baş biafirîne(*15). Lewma min ji xwe ra got, ji bo ku ez dikaribim hinek ji van valeyiyan dagrim û erka ku di vî warî de dikeve ser milên min bînime cîh, ezê jî weke hinek nivîskar û lêkolînvanên Kurd û xerîban, li gorî Êzdî nasîn, nêrîn, zanîn û îmakanên xwe herim li ber wan hiş û mejuyên endamên civaka Êzdî, yên ku di zargotina xwe de dîrok, çande û kevneşopiyên Êzdîtiyê(serpêkhatî, lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij, qewl ûhwd.) li ser singa xwe parastine rûnim û timî li ser wê derya bîr, bawerî, kevnariya dîrok, ziman, wêja û kevneşopên me Kurdên resen binivsînim. 12- Hûn dikarin berhemên xwe bi xwendevanê me bidin naskirin? -Belê weke ku gelek ji xwandevanên birêz jî dizanin, min heta niha ji bo dewlemendiya arşîva çanda Kurdî, gelek nêrîn û dokumentên nasandina kevneşopên bingehên ola Êzdahiyatiyê di gelek rojname, kovar û malperên me Kurdan de weşandine. Ez li virê dîsa gelekî spasiya te(*16), birayê Têmûrê Xelîl(*16), her wisa wan hemû kes û edîtorên berpirsyarên ragihandin û çapemeniya Kurdî, yên ku berhemên weşandine û dane naskirin dikim! Ji xwe gava ku ez van tevan di virê de bidime naskirin, wê ev hevpeyvînê hêjî dirêjtir bive û gelek cîh bigre. Lewma ezê niha dîsa bergên li ser pirtûkên xwe û navnîşannên ku lê hatine weşandin ji xwandevanên birêz ra bidime xwanê. Berhem û pirtûken ku min bi derfetên xwe tenê tomar kirine û hatine çapkirin evin: û tevî Kassetekî teyib.. Ev kitêba min ya bi navê “Hebûn û Tûnebûna Êzdiyan Tev Romanên Zindî ne” di sala 2000 de li ser navê weşanên DENGÊ ÊZÎDIYAN li Elmaniya hatiye weşandin. 2012 hatiye weşandin. Ev pirtûka “NASANDINA KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ “ 430 rûpel e û ji aliyê Weşanên PÊRÎ ( ISBN 975 - 9010 - 55 0 meriv dikare vê ji weşanên 13- Tevî ku ez berhemê we dinasim jî, lê hûn bawerin berhemên we kîjan valahiya dagirtine? Yan jî divê ji bo çi bêne xwendin? Pêrî: Söğütlüçeşme Cad. Pavlonya sok. Nuhoğlu Apt. No: 10/19 Kadıköy / İSTANBUL Tel-Fax: 0 216. 347 26 44 , GSM: 0533 488 01 12 anjî e-Mail: periyayinlari@yahoo.com.tr peyda bike. ”Bi xêra dialogan fêrbûna zimanê Almanî hesantir dibe” bi zimanê Almanî Ev pirtûka “NASANDINA KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ II“ji aliyê Weşanên rêvebiriya giştî ya karûbarên Êzîdiyan Zincîrê (8),Hewlêr Ev pirtûka “Gengeşe û sedemên peyva ku Êzdî bilêvnakin”-ji aliyê Weşanên Na, Kemeraltı/Konak/İzmir 2013 ve hatiye weşandin. -Binêre li bersiva pirsa 11, min bersiva vê di wir de daye û pêwîst nake cardinê bibersivînim! 14- Bi nêrîna we, ezdî xwe nasidikin? - Bi dîtina min, gava ku bav û bapîrên me Êzdiyan xwe, ol û netewa xwe baş nasnekirina, ewanê nikarîbûna li hemberî ewqas ferman û qetliyamên dagirkirên Kurdistanê (Farzî, Ereb, kızılbaş - sayfa 39 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tatar, Tirkên Osmanî û hwd,) vê dîrok û çanda Kurdî bi lehengî, sembol, ilm, qewl, sema, libas (cil), parêzgeh û hwd. biparastina. Lê, ji ber ku dagirkir û desthilatdarên Kurdistanê bi zilma siltan, padîşah, xelîfe, paşa, mîr, beg, walî, axa, jendirmên xwe û bi alîkariya olperestên Kurdên nezan, ew dîrok û çanda bavkalen welatêrojê serûbinkirine, êdî gelek ji me Êzdiyên îro jî xwe nasnakin. Lewma jî gelek rewşenbîr, “siyasetmendar”, „akademîkkar“, civaknas“sosyolog”, xwandevan, birêvebirên olî, mal, komel, serkomel û medyayên civaka me Êzdiyan nizanin ku; ”EZDA navekî Xwedê ye û EZDAHÎTÎ jî maka hemû mîtologiyên xwezayî û pirtûkên pîroz e û ew jî navê Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya zanîn û zimanên xerîban şaş didine xwanêkirin.. (*17)”. Ez li goriya bawerî û zanîna xwe dêjim, eger ku birêvebirên olî, mal, komel, serkomel û medyayên civaka me Êzdiyên îro xwe baş nasbikirina, ewan ê jî bikaribûna; • “mîna akademîsyenên xelqên dinê, bikevine nav wêje û zargotina Êzdiyan, wê kevnarî, rastiya baweriya Êzdîtiyê û dîroka me, ya ku dujminên gelê me bi darê zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya xwe guhastine lêkolîn bikin û dewlemendiya ol, çande`folklor` û dîroka me bi dewlet ên xerîb û bi ciwanên me bidine naskirin (*18). • li goriya tifaq û pisporiya xwe, vê wêjeya kevneşop û zargotina Êzdîtiyê(tekstên lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij, qewl û hwd.), yên ku oldarên me bi hemd anjî bê hemdî guhastine, di navendekê de tomarbikin. Di peyra bikaribin naveroka wan li goriya zimanê zikmakî sererastbikin û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên rêxistinên civaka Êzdî û endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine pejirandin. • dev ji wan projektên mezinkirina kesayetî û navên rêxistinên ku gelekî binirxên û di kiryarên xwe de gelek fêda nadine endamên civakê berdin. • xwandin, nivîsandin û axaftina bi zimanê zikmakî li ser xwe, hemû rêveberên rêxistinên civaka Êzdî û endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan ferz bikirina. • zarok û ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî yên ku di dibistanên Almanya(û tevaya cîhên ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa ola xwe bi fermî bidine bêrwerdekirin û hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de bavêjin. ..... Vêca ji ber ku gelek ji me Êzdiyên îro xwe baş nasnakin, em nikarin bi hêza çend kesan tenê; • xwe di vê demê û di nava van derfetên ku îro li diyaspora û di nav welat de hene de, xwe li ser bingehên civakî, olî, netewî û jiyana hevparî(întegrationê) birêxistin bikin. • di pêwendî, çapemenî û medyayên ragehandinên xwe de, bi zimanê mîtologî, dîrok û zargotina civak-netewa xwe bipeyvin, binivisînin û bidine xwandin. • zarokên xwe, di wextê salên zarokatiyê de bi zimanê zikmakî tevî lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê mezin bikin. • di pêşerojê de nasname ya ol û netewiya xwe bi zimanekî xerîban tenê biparêzîn û bi pêş ve bivin. • û wê ciwanên me jî nikaribin van valeyên di dîroka me de hene, wekî ku di zargotina me de tê gotin, „dem bi demê re lê, her dem bi Xwedê re“ li goriya demê dagirin û wan mafên xwe yên ku hatine tûnekirin cardinê vegerînin. Ji xwe ji ber van gelek egerana ku “ez jî mîna seydayê mezin rahmetiyê Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e û wê „KÎ HILGIRE VÎ BARÊ MIN(*19) „Eger “ ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin(*20)”. Wê „rewşenbîr, zahne, sazî, komel, dezgeh û rêxistinên partiyên Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin weke her dîn, civakê, çarenûsa xwe bihêz û rêxistbûna endamên Êzdîtiyê diyar bikin(*21) û hwd. 15- Herî zêde hûn ji kîjan taybetmediyê ola êzdî hezdikin? - Ez ji ilmê Êzdîtiyê, yê ku xuru bi zimanê Kurdî têye gotin û wan girêdanên di navbera Xwedayên esmanî, wekheviya mirovatiyê û rêzgirtina ji xwezayê re bêye girtin diyardikin, gelekî hezdikim. 16- Di Êzdîtiyê de kiras veguhestin heye, ger hûn dîsa werin cîhanê hû dixwazin weke çi werin? - Bi dîtina min û li goriya ku ez Êzdîtiya resen fahmdikim, wexta ku rih(giyan) ê merivek(giyanberek)î ji bedena wî/ wê dertê û diçe ber dilovaniya Xwedê, hingê tenê Xwedê û milyaket(xwedan) ên xwediyê rihî dikarin bîryara ka rih cardinê vegere bikeve kîjan bedenê/î. Lewma dibêjim, ev bîryara wexta ez dîsa werime cîhanê û rihê minê bikeve çi bedenê , ne bi daxwaziya min e. Xwedê û Xwedanên min, bîryara rihê min dîsa bikeve kîjan bedenê bidin, ezê bi wê gelekî razî bim! 17- Ji bo we Felsefe çi ye? -Min Felsefe anjî fîlozofî di bistana de ne xwandiye, lê ez li goriya hiş(nûra) ê ku Xwedê û Xwedanên min, di sere min de bicî kiriye (ez bawerim ji ber vê ye ku di ilmê Êzdîtiyê de hêjî tê gotin, “nûra Xwedê bi her giyanberî re heye” !) dibêjim, felsefe zanîstiya ilmê Xwedê, Milyaket, ^”pîroziya êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê (*22)”, çanda kevneşopên Babçak û hişê xwe nasînê ye. “Em di diyalekt nasînê de jî dibînin ku, çerxa veguhastina xwezayê û kiras guhastina hemû rihilberan(çi xwezayî, lawir anjî însan ûwd.be), tenê bi reza Xewdê û li ber hebûna van her çar êlêmênt(cewahir)an(ax, ba, av û agir/ nûr) digere. Ev her çar cewahir(ax, ba, av û agir/nûr) di nav hevde destpêk û dawiya her hebûn û tunbûna hemû tiştên xwezayî yê, çi rihilber anjî ne rihilberan in. Di nav zargotina me Êzdiyan de vêga hêjî tê gotin ku, wexta Melkemot(Êzdî dibêjinê, DELALÊ DİLÊ MİN, EZRAÎL, TAWİSÎ-MELEK, EMÎNCÎBRAÎL, NASİRDÎN) rihê merivekî ku kiras diguhêze jê distîne, kesê mirî di binerdê de tê veşartin. Ev bedena kesê mirî li kuderê, di bin axa kîjan welatî de hatibe veşartin jî, rihê wî cardinê vedigere nav maka xwe, Milyaket rih ji nav bedenê dertînin û wî rihî tînine geliyê Lalişê. Lewma di ilmê me dê hêjî tê gotin: „Dinya milkê rebil alemîn e Dinya ji bo tu kesî namîn e Dinay tenê ji bo Xwedê dimîn e Beşerî ji axê ye û her ji bo bin axê ye Bin Ademo, eger tû hezar salî li dinê bî Tû bi zêr û zegerê malê dinyayê bi xinê bî Her tû yê rojekê mêvanê qebrê bî Ruhe rihmanî, nabête fanî, her dê rojekê biçe ber destê wî Ezdanî“ kızılbaş - sayfa 40 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Weke ku ez ji vî ilmî û zargotina me Êzdiyan fahmdikim, axretnasîna me Ezdahiyan(olperestiya xwezayî) qet cûdetiyê naxe nava tu cewahir(ax, ba, av û agir/nûr û hwd.)ên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê. Êlêmênt(ax, ba, av û agir/nûr û hwd.)ên li her welat û devera ku li ser ruyê dinyayê hene tev weke hevûdinê pîrozin. Lewma jî bawerdikim ku, fîlozofî û mîtolojiya Ezdahîtiyê serekaniya zanîna afirandina dinya yê, bingeha hemû mîtolojiyên xwezayî, bi taybetî jî dewlemendiya mirovatiya li ezopotamiya yê, civak û olên Kurdî ye. Di vê zargotina me de hêjî tê gotin ku, tu evdî bi Xwedê, her heft melyaketên qedîm, Melek, Horî û hwd.ra dahin standin ne kiriye. Tu evd vêga hêjî nikare şêwe, şikil, sûret û wênê Ezda, Melyaketên qedîm, Melek, Horî, Perî, Cin û gelek Xwedanên xwezayê bi peyv û pênûsan tarîf bike, çêke û hebûna wan tenê li deverekê, cîh û mekanekî de bivîne anjî bide xwanê. (*22)“ 18- Tiştekî ku hûn lê zêde bikin ne mabe, ez spasiya cenabê we dikim û hêviya gellek salên tije jiyan û xweşewîstî û berhemên nû.. -Birayê hêja, ez jî gelekî sipasiya te dikim, ku te ev derfeta xwe nasînê da min û bila Xwedê bike jiyana te tije serkeftin be! Her wehe gelek spas ji bo Xwedê ku ez dikarim îro dîsa hinek ji fikir û ramanên xwe bi te û xwandevanên te yên rêzdar ra parvebikim! Hêvîdarim ku ev bersiv û nirxandinên min jî bi dilê te, rewşenbîr, zane, teolog, dîroknas, tevaya xwandevanên te yên rêzdar û lêkolînvanên me kurdan (êzdî, ehlî heq-yarasanî, elewî, zerdeştî, bisilman û hwd.)bin û ew jî bikaribin li her deverê, bi serbilindî û şanazî bibêjin, Êzdîtî di koka şaristanî û hişmendiya xwe de dewlemendiya Kurdîtiyê ye û ew vê kevnariya şaristaniya nijad, bîr û baweriyên me bi hêza rewşenbîr, zane û teologên cîhanê bidine nas kirin! *Çavkaniya ku ev mêjara hêjî tê de tiye xwandin: 1. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/ezdiyati-haveyne-mirovatiyamezopotamiya.html 2. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/giringiya-dirok-u-sunwarenezdiyan-ii.html 3. http://yeziden.de/44.0.html?&tx_ ttnews[pointer]=106&tx_ttnews[tt_ news]=208&tx_ttnews[backPid]=22&c Hash=dbca0e3ee85d1a38b631b1c79e65 1f0a 4. http://www.ike-europa.com/Article. aspx?articleid=680&authorid=21 5. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemaltolan/ezdiyati-u-erken-rewshenbirenkurd.html 6. http://yeziden.de/forum/board25civata-bi-kurd%C3%AE/board26%C3%A7and-%C3%BB-huner/761bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post24838) 7. http://www.pen-kurd.org/homerest-01-06-30-11-04.html 8. Kemal Tolan - Hebûn û Tûnebûna Êzdiyan tev Romanên Zindî ne, ji Weşanên DENGÊ ÊZÎDÎYAN 2000 Oldenburg, Rûpel: 119 9. - Kovara ARMANC sal: 3, hêjmar : 27 Tebax 1981, rûpel: 8 û berdewam 11 deye û ev gelekî dirêje. 10. http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/ Armanc/78.pdf - Kovara ARMANC, hêjmar : 78 Adar 1988, rûpel: 11 de 11. http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/ Armanc/158.pdf - Kovara ARMANC, hêjmar : 158 Gulan –Hezîran 1995, rûpel: 2 de. 12. http://arsivakurdi.com/magazinlist/ Armanc 13. Nivîs û gotarên min yên ku di nav Kovara Dengê Êzîdiyan de hatine weşandin: Hêvî / Hoffnung : http://arsivakurdi. com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_2.pdf -Rû.: 9 û 13 Deutschkurse für Ausländer : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/ DengeEzidiyan_8_9.pdf Rûp.: 31 Hevpeyvîn bi Mîrê Êzîdiyan re, Semîner : Cî û warên Êzdiyên li bakurê Kurdistanê, Nasandina Hebûn û Tûnebûna Êzdiyan tev Romanên Zindîne û Êzdiyatî û erkeên rewşenbîrên Kurd: http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_8_9.pdf Rûp.: 87-91 , 113,130 û 137-139 14. http://www.lalish.de/modules.php?na me=News&file=article&sid=788 15. http://www.welatperwer.com/ nerinek-li-ser-maka-diroka-ezdahiti-ukurden-resen-kemal-tolan/ 16. http://www.felsefevan.org/kemaltolan-u-keda-wi.html û http://www.nefel. com/kolumnists/kolumnist_detail.asp?P ictureNr=6262&RubricNr=24&Member Nr=30&ArticleNr=7910#.Uu-DlfuGMcM 17. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/ 18. http://www.ciwanen-ezidi.de/ pdf/012.pdf 19. http://www.civata-kurd.de/ku/kurdistan/345913/ez-j-m-na-seyday-mezinrahmetiy-cigerxw-n-got-dib-jim-haware-w-k-hilgir-v-bar-min 20. http://www.civata-kurd.de/ku/ culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar 21. http://gelawej.net/index.php/kemaltolan/7534-pewiste-em-ezdi-ji-carenusaxwe-bihez-u-rexistbuna-endamenezditiye-diyar-bikin.html Qelen û Zewac/ Jiyana me : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/ DengeEzidiyan_3.pdf Rû.: 18 û 20 22. http://www.mezopotamya.gen.tr/p% C3%AEroziya%AAl%C3%AAm%C3 %AAnt%C3%AAn-ku-b%C3%BBnebingeha-afirandina-dinya-%C3%BB-jiyan%C3%AA-makale,739.html Bîranîn û Spasî : http://arsivakurdi.com/ PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_4.pdf Rûp.: 40 Bi gel rêz û silavên min ra, Kemal Tolan -Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Êzdiyatiyê. Xem û Xeyal : http://arsivakurdi.com/ PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_5.pdf Rûp.: 44 04.02.2014 Gelî Êzîdiyan : http://arsivakurdi.com/ PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_6_7.pdf Rûp.: 110 Çavkanî: http://www.felsefevan.org/hevpeyvin-bikemal-tolan-re.html kızılbaş - sayfa 41 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Koçgiri'li çiğnetmemek uğruna savaşmış, ser vermişlerdir. Kimi Pir Sultan misali Hızır Paşalar tarafından darağacında, kimi Kasım Cogi misali savaş meydanlarında, kimi Alişer misali Reyber gibi hainler tarafından dağ başlarında, mağaralarda, yargısız sokak infazlarında, işkencehanelerde, kimileri Hasret misali Madımak yangınlarında şehit olmuşlardır. Olmak, Koçgiri'de Olmak Erdal Yıldırım Dünyanın neresinde olursak olsun her Koçgirilinin en büyük özlemlerinden birisidir Koçgiri'ye gitmek. Oranın havasını solumak, suyundan içmek bir başka duygu yoğunluğudur bir başka mutluluk ve heyecandır. Düşlerinde daima özel bir yer edinmiştir Koçgiri. Benim de, siz tüm Koçgirililer gibi düşlerimi süsleyen, atalarımın ve benim doğduğum o toprakları yeniden görme özlemiydi, beni 2005 yazında oralara götüren. Ve bu özlem yıllardır düşlerimde hiç eksilmediği gibi, aksine giderek çığ gibi büyümeye devam eden duygular yumağıydı. Bu özlemlerimi bu yıl giderme şansını yakaladım. Ve gördüm ki, sadece o topraklarda doğmuş olanlar değil, ülkenin çeşitli şehirlerinde, hatta ülke sınırlarının dışında farklı ülkelerde doğan birçok gencimizde de aynı özlemler birikmiş, Kızılırmak misali çağıldamış, dağ başlarından aşağılara doğru büyüyerek inen çığ misali Koçgiri'nin vadilerine kadar inmiş ve Zara'da, Beydağı'nda, İmranlı'da ve Cogi Baba'da bir araya gelmişti. Koçgirili aç kalmamak için, çocuklarına daha uygun koşullarda eğitim görmelerini, kızamıktan, suçiçeğinden ölmelerini önlemek için, kısacası daha insanca yaşamalarını sağlamak için zorunlu olarak istemeyerek, arkasına baka baka topraklarını terk etmiştir. O İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Almanya'da, Fransa'da, Hollanda'da, kısacası o dünyanın her yanında kendisine yeni yaşamlar kurmaya çalışmış, ama her zaman kendini oralarda yabancı gibi hissetmiştir. Ve vatan sevgisini, Koçgiri özlemini, sevgisini hep sıcak tutmuştur. Kendisine yabancı topraklarda yaşama tutunmaya çalışmıştır. Fiziki olarak oralarda olmasa bile, düşlerinde, hayallerinde hep Koçgiri vardır. Kendisi şekil olarak topraklarını terk etmiştir. Ama anıları, özlemleri hep Koçgiri'de kalmıştır, Koçgiri de onda kalmıştır. O topraklar dedelerimizin, babalarımızın, bizim olduğumuzun kadar, bizden sonra da çocuklarımızın, yani geleceğimizin tarihi olacaktır. Her karış toprağında bir anımız yaşamaktadır. Koçgiri topraklarında çiçekler bir başka kokar, sular bir başka çağıldar, hırçın ve kararlı. Rüzgarlar dağ başlarında, vadilerde, koyaklarda yaşanmış efsaneleri fısıldar kulaklarımıza. Bu fısıldamalar yaşlı Kürt kadınının anlattığı masallarda dilegelir. Gah ağıt olur, adı "Arığ" olur. Gah "Pepuk Kuşu" olur, kimi gün gelir yılanların şahı "Şahmaran" olur kulaklarımızda. Bazen bağlamanın telinde "Zöre"olur, aşkı, sevgiyi anımsatır yeniden bize. Bazen tüm evrene semah dönülen türküler olur yüreklerimizde ve gözlerimizde. O topraklar Koçgirili için kutsaldır. Ataları o toprakların özgürlüğü için, inançları için, dili için, tarihi değerleri ve kültürü için yıllarca savaşmıştır. Koçgiri'nin inanç ve özgürlük önderleri Kasım Cogiler, Pir Sultanlar, Seyid Rızalar, Alişer ve Zarifeler bu toprakları, bu inançları savunmak, oraları Görülen o ki, şimdi bu topraklarda birkaç yıldan beri çiçekler yine eskiden olduğu gibi etrafına bin bir kokular saçıyor. Nehirler, dereler yeniden çağıldayarak akıyor. Ağaçlardaki kuşlar bir başka cıvıldıyor, dağ başlarında kartallar her zamanki gibi yükseklerde uçuyorlar. Koçgiri insanı topraklarına, inançlarına, kültürel değerlerine ve tarihine yeniden sahip çıkmaya başladı. Yıllardır içimizde eksilen bir takım duygular yeniden doğmaya başladı. Yıllardır düzenin bizden çaldıkları bazı değerleri yeniden yaşatmaya çalışanlara ne mutlu. Bu düşünceler ışığında hepinizden web sayfanıza sahip çıkmanızı, destek olmanızı, geliştirmenizi bekliyoruz. Koçgiri ve Koçgirililer birbirini asla terk etmemiştir, terketmeyecektir. Erdal Yıldırım İmranlı-Der Genel Sekreteri 10 Temmuz 2005 KOÇGİRİ: Erzincan ili Kemah, Refahiye ilçeleri, Sivas ili İmranlı, Zara, Hafik, Suşehri, Kangal, Kuruçay, Divriği coğrafyası) KOÇGİRİ AŞİRETLERİ: Balan, Cafikan, Canbegan, Çarekiyan, Gerniyan, İban, Kureyşan, Laçinan, Mıstıkan, Pervizian, Resulan, Riçikian, Saran, Zerikian. kızılbaş - sayfa 42 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Arapgir'den Onar köyüne, 800 yıllık cemevleri... “Cenneti bize; geriye kalan her şeyi Ermenilere vermiş.” Bir gün önceden yerimizi ayırmıştık. Arapgir’e gidecektik. Erkenden gitmeliydik ki Arapgir’de çok fazla yer görebilelim. En erken kalkan minibüs de saat 7. 00’deydi. Malatya’nın Çavuşoğlu Mahallesi’nde bulunan Surp Yerrortutyun (Taşhoran) Ermeni Kilisesi’nin güneyinden kalkacaktı minibüs. Biz de erkenden gittik. Arabamızın hareket etmesine daha zaman vardı. Elli metre ötedeki kiliseyi hayranlıkla seyrettik. Sonra minibüse oturduk, beklemeye başladık. Araç, 7.30’da hareket edebildi. Yerini ayırmış Arapgir yolcularını yol boyunca toplayarak Malatya’dan ancak 8.00’de çıkabildik. Saat 9.30’da Arapgir’e varabildik. Arapgir’in merkezinde gözümüze kestirdiğimiz birine soruyoruz. En eski tarihi eserleri görmek için ne yana gidebiliriz, diyoruz. Bunun için eski yerleşim yerine, eski Arapgir’e gitmemiz gerekiyormuş. Eski yerleşim yeri de biraz uzakmış. Bizim de zamanımız kısıtlı. 14. 30’da Arapgir’den Onar köyüne giden tek aracı kaçırmamamız gerekiyor. Durum böyle olunca Arapgir’in kuzeydoğusuna yöneldik. Cevat Paşa Cami ve Cevat Paşa (Çobanlı) konağı, birbirine yakın; ama bunlar da Arapgir ilçe merkezinin dışında. Cami, gayet bakımlı ve güzel. Ana kapının üstünde kitabesi duruyor. Böyle güzel yapıların kitabeleri hep çalınır. Yüzyıllardır Arapgir’de yaşıyormuşum gibi Benim de dikkatimi bu nedenle çeker kitabeler. Acaba bu da çalındı mı, korunuyor mu diye bakarım. Caminin bahçesinde çok eski olduğu, taşlarından belli olan mezarlar var. Bahçesindeki ayvalar ve dağın ağacı da insana bir hoş dağ havası yaşatıyor. Cavat Paşa Camii’nin yerleştiği tepeden karşı tepeye bakıyorum. Buradan Arapgir ve Arapgir kalesi çok güzel görünüyor. Kendimi hep bu ilçede, yüz yıllardır bu ilçede yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Köklerim, şu dağın ağacı kadar Arapgirli, dağın ağacı kadar sağlam. Biraz ilerideki Cevat Paşa (Çobanlı) lam. Zamanla sıvaları dökülmüş, ahşapları çarpılmış; biraz bakım gerekiyor. S u l t a n K I L IÇ konağına gidiyoruz. Konak, yeşillikler içerisinde. Bahçesinde kalın zincirle bağlanmış kocaman bir köpek var. Bizi görünce havlamaya başlıyor, bize doğru gelmeye çalışıyor. Neyse ki pencerede bir kadın görünüyor. Konağı gezmek istediğimizi söylüyoruz. Yukarı çıkmamızı söylüyor kadın. Konağın temeli, tüm duvarları araya boydan boya kalaslar yerleştirilerek taştan örülmüş. Üç katlı, iki katında şahnişin olan bu konağın en üst katı yarım daire olarak yapılmış. Böylece ikinci katın damı, üçüncü kata teras olmuş. Teras da sık meşelerle kaplı güzel tepelere bakıyor. İç mekânın genelinde ahşap malzeme egemen. İçerideki dolaplar, makatlar, merdivenler hep ahşap. Tabanlarda sal taşı kullanılmış. Şahnişinden Arapgir ve konağın doğusundaki tepeyi kaplayan meşeler öyle güzel görünüyor ki… Yalnız, konağın dışı gibi içi de çok bakımsız. Burada bir pirinç karyola olduğunu duymuştum; ama göremiyorum. Yüz elli yıllık olduğu söylenen cam şarap damacanası duruyor. Konağın ana kapısının kilit sistemi kale kapılarına benziyor. Karşı duvarın içine yerleştirilmiş olan kalas, kapının arkasından karşı duvardaki oyuğa itiliyor. Kapı, dışarıdan zorlanmayla kırılamayacak sağlamlığa kavuşuyor böylece. Konağın iyileştirilmesine çatıdan başlanmış. Umarım bu güzel konak, korunur. Tescilli olan bu muhteşem konak, restore edilerek turizme kazandırılırsa çok iyi olur. Ana yapısı oldukça sağ- Tarih kokan Cevat Paşa konağından Arapgir’in merkezine dönüyoruz. Merkezde Mirliva Ali Bey Camii (1750) büyük camilerden biri. Namaz vaktine denk geldi. Cemaati rahatsız ederim kaygısıyla, caminin içine giremiyorum. Caminin dışının fotoğraflarını çekiyorum. Caminin karşısında Millet Han var. Millet Han, görkemli, bakımlı, vakur bir yapı. Kapısı kapalı olduğundan içini göremiyoruz. Çevresinde dolaşarak fotoğraflarını çekmekle yetiniyorum. Arapgir’in ünlü çivisiz ayakkabı ustası Dünya çapında ünlenen, tahta çiviyle ayakkabı yapan ustanın dükkânında buluyoruz kendimizi. Usta Kadir Hakan, 78 yaşında, 62 yıldır çalıştığını söylüyor. Hep aynı işyerinde çalıştığını söylüyor ve devam ediyor: “ Sanatımızın, bir asırlık geçmişi var. Oğlum Erol Hakan, on üç yaşından beri çalışıyor, şimdi elli iki yaşında. Erol’dan sonra bu işi sürdürecek kimse yok. Daha önceki çıraklarım, İstanbul’a, Malatya’ya gittiler. Ayakkabı yapım işini sürdürmediler. Başka işlerle uğraşıyorlar. Yaptığımız ayakkabılarda yapıştırma, çivileme, dikiş atma yok. Deri yıpranınca çividen, ipten, yapışkandan ayrılır; ama tahta çividen ayrılmaz, tahta çiviye uyum sağlar. Zamanla birlikte yıpranırlar, biri ötekinden önce yıpranarak ötekini yarı yolda bırakmaz. Yağmurda yaşta, tahta çiviler ıslanıp şişerek deriye sıkıca tutunur; ayakkabı, su geçirmez. Tahta çiviler Almanya’dan geliyor. Bunların diğer ayakkabılardan biraz pahalı olduğu doğrudur. Yurt içinden ve yurt dışından çokça istek alıyoruz.” diyor. Erol Bey, sıcacık pideleri köşker masasına koyuyor. Yumurtalı pideler, çok güzel kokuyor ve görünüyor. Israrlarına dayanamayarak yumurtalı pideden birer parça alarak oradan ayrılıyoruz. Arapgir çarşısının Arnavut kaldırımlı caddesinden yokuş yukarı çıkarken, çocukluğumun sihirli dünyasıyla kar- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şılaşıyorum. Hiçbir dükkân bu kadar çekici olamaz. Yaşlı bir amca, kor ateşe, alevlere elindeki kıskaçla bir bakır tavayı koymuş. Alevlere teslim olan tavaya, öteki elindeki pamuk ya da bez parçasıyla kalay sürüyor. Bakır tavadan çıkan bembeyaz bulutlar kaplıyor çevreyi. Kalaycıların bu hali, beni büyüler çocukluğumdan beri. Ateşe meydan okumak, ona sonsuza dek egemen olmak gibi görünür kalaycının yaptığı. Kapkara kazan, tabak, tencere, tepsi ve teştler, ateşi ve pamuğun içindeki kalayı, nişadırı görünce ayna gibi parlar. Ateşle buluşunca bu kadar güzel parlamayı, kalaycının maharetine borçludur bakır kaplar. Kalaycının dükkânı da büyülüdür, hele de bu dükkân… Toz toprak içinde, tarih öncesinden kalma sitiller, taslar, tabaklar, teştler, guşganalar, leğenler, gazocağı… Burası, beni büyüleyen başka bir dünya. Günlerce bu dükkânda kalıp hayal kurabilirim. Buraya gelenler de geçen yüzyılların adamları… Kalaycıyla eski adamların sohbetleri de öyle. Başka bir yüzyıla geçiyorsunuz, kalaycı dükkânına girer girmez. Vartanuş Ganzanakyan da Arapgirde yaşamıştı Arapgir’in merkezine büyük ve güzel bir otel yapılmış geçen yıl Nazar Otel. Nazar otelin batısındaki yoldan kuzey batıya giden yolda ilerledik. Yolun ikiye ayrıldığı noktada, batıya giden sokağa döndük. Kadınlar, sokakta derheyle odun kesiyordu. Hoca Ali Mahallesi’ne gelmiştik. Babam, seksen yıl önce bu mahallede Tenekeci Satoğ’un evinde yaşamış. Babamın anası, Tenekeci Satoğ’un evinde kiracıymış ve burada dokumacılık yapıyormuş. Babamın, bahçenin taş merdivenlerinden düşmüştüm dediği iki katlı, kerpiç evi bulduk. İkinci kata betondan ek bir balkon yamamışlar, hoş olmamış. Keşke yapmasaymışlar. Bahçesi de çok bakımsız kalmış. Babaannemi, babamı ve bibimi çıkrık başında culfalık (dokuma) yaparken görür gibi oldum. Dokuma sesini duyar gibi oldum. Kim bilir babam neler hissederdi çocukluğunu yaşadığı bu evi görseydi. Ana hasretiyle hâlâ ağlayan babam, anasını görür gibi olurdu sanırım. Sıladan gurbete köhnü üzümü tadında hasretler taşıyan Arapgir Postası Arapgir’i ister istemez Arguvan’la kıyaslıyorum. Arguvan’ın bir tek sağlık ocağı var, hastanesi bile yok. Arapgir’in devlet hastanesi, sağlık ocakları, liseleri, yüksekokulları, öğrenci yurtları var. Arapgir, oldukça bayındır ve gelişmiş bir ilçemiz. Daha Arapgir’e girmeden Kerem Aydınlar Anadolu Öğretmen Lisesi ve Eğitim Kampüsü ile karşılaşıyoruz. Bir de her yanda ince kabuklu, buğulu, nefis köhnü üzümü var. Arapgir’in üzümünü görmek bile insanı mutlu etmeye yetiyor. Belediyeye uğruyoruz. Mühendis Pınar Keklik’ten Arapgir’in gezilebilecek tarihi yerlerini soruyoruz. Pınar Hanım ve Arapgir Belediyesi’nin imar bölümündeki arkadaşları, bir dahaki gelişimizde bizi eski Arapgir’e götürebileceklerini söylüyorlar. Belediyeye çok yakın olan Arapgir Postası gazetesine uğruyorum. Yarım yüzyılı aşkın süredir sıladan gurbete köhnü üzümü tadında hasretler taşıyan Arapgir Postası… Eski baskı makineleri de büroda sergileniyor. Bu eski dizgi makinesini korumaları hoşuma gidiyor. Arapgir’e bir gazete de az aslında, stüdyolu bir de radyosu olmalı, diye düşünüyorum. 14.30’da Onar’a gidecek olan minibüs 15. 30’da doluyor. Yol boyu müşteri topluyor. Müşteriler, minibüsü durdurup durdurup alışverişlerini yapıyorlar. Minibüsün üstü tepeleme eşya doluyor. Çuvallar dolusu un ya da şeker yükleniyor araca. Onar köyü, Arapgir’e 14 kilometre, ana yola ise 6 kilometre mesafede. Yolu asfalt, düzgün. Onara varmadan sola dönüyor aracımız. Kayalısu mezrasına yolcu bırakıyor. Akşama doğru Onar’a varıyoruz. Onar köyünün sekiz yüz yıllık cemevleri Arkadaşımın ailesi ve komşularıyla görüşüp hemen köyü gezmeye çıkıyoruz. Köyün içindeki üç tekkeyi ziyaret ediyoruz. Birinde ışık yoktu. El yordamıyla içeri girdik, körlemesine fotoğraf çektim. Flaşla çektiğim fotoğrafını sonradan görebildim. Diğer ikisi sekiz yüz yıllık cem evleri. Birini Şeyh Hasan Oner (Onar) Baba yaptırmış, ötekini de şeyhin oğlu yaptırmış. Selçuklu mimarisi, kare planlı, basık tavanlı, yüzlerce kişinin sığabileceği, mertek tavanlı, çok sayıda direkle desteklenmiş, kerpiçten örülmüş bu cem evleri. Pencereleri yok. Onarlılar, Türkçe konuşuyorlar; anadilleri Türkçe. Cemleri, duaları Türkçe. Aleviler, cem ve semah ibadetlerini asırlarca gizli yapmak zorunda kalmışlar. Tavanda gizlenerek yerleştirilmiş havalandırma var. İçerisinde beş altı tane, çok büyük erzak küpü var. Mistik bir ortamı, büyülü bir havası var bu eski cem evlerinin. Cemin yapıldığı yere uzun koridordan ilerlenerek ulaşılıyor. Büyük Ocak Tekkesi; 15x17 m2’lik boyutta, kareye yakın dikdörtgen planlı; 1,5 metrelik kalınlıkta 2,5 m. yüksekliğinde taş duvarlara bindirilmiş, yedi kat gökyüzünü ifade eden kırlangıç çatı, 12 direk üzerine kubbemsi oturtulmuş, içten çadır görünümlü… Koçbaşlı direklerin üstüne kalın Hatıl Ağaçlar atılarak birbirine tutturulmuş; Hatılların üstüne 10-20 cm. aralıklarla kisek ağaçlar dizilmiş; kiseklerin üstüne aralıksız ters yönde Mertek Ağaçlar dizilmiş; Merteklerin üstüne Aruda denen kısa ağaçlar aksi istikâmette sıralanmış; bunların üstü- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ne de Hortut dalları ile ince çubuklar düzgün sıkça serilmiş; tüm bunların üstüne de Püsürük denen özel kırmızı toprak ile kıyılmış samanın karışımından olan çamur 15-20 cm. kaplanmış. En üstte; yani damda; 20 cm. kalınlığında caşgan denilen özel killi, yağlımsı kaygan toprak dama serilmiş. Meşeli vadide keklik sesleriyle gün doğumu Karanlık olunca arkadaşımın ablasının evine gidiyoruz. Onların evi karşı tepede, meşeliklerin olduğu kayalıkların başında. Geceden saati beş buçuğa kuruyoruz. Erkenden kalkıp meşelikten ilerliyoruz. “Kayalar kayalar yüksek kayalar/ İkimizi bir mezere koyalar” Gerçek bir dağdayım ilk kez. Kutsal kabul edilen birkaç asırlık meşenin bulunduğu yere, Nişangâh’a geliyoruz. Kayalara oturup gün doğumunu izliyoruz. Güneşin önünde hiçbir engel yok. Dağların tepesi karadan pembeye dönüşüyor. Ardından kızarıyor. Bu arada vadiden keklik sesleri geliyor. Vadi keklik sesleriyle şenleniyor. Güneş yavaşça yükseliyor. Yükselişini, çizgi çizgi, milim milim izliyoruz. Nemrut’un reklamı var. Nemrut’un adı çıkmış. Onar’daki kadar güzel bir gün doğumu olamaz. Meşelerin arasında, hafif rüzgârda, keklik seslerinin arasında güneşin doğuşunu bu kadar yakından, engelsiz nerede izleyebilirsiniz? Bu kadar güzel gün doğumu, dünyanın neresinde bu kadar güzel bir doğada izlenebilir? Kayalıklarda keklik seslerine, gün doğumuna doyulmuyor; ama köye inmemiz gerekiyor. Görmemiz gereken daha çok yer var. Kahvaltıdan sonra tepeden aşağı inerken köyün sığırının toplandığı yere geldik. Köydeki tün büyükbaş hayvanlar, bu meydanda toplanıyor. Buradan çobanın yönetiminde yaylıma gidiyor. Köyde bir ailenin de yüzlerce koyundan oluşan sürüsü var. Sürü sahibi, koyunların sütünü mandıracılara satıyormuş. Sığırların toplandığı meydanın yanında ilköğretim okulu, okulun lojmanı, az ötede de sağlık ocağı binası var. İlköğretim okulunun oldukça geniş bir alanı var. Kentlerde bu kadar oyun alanı bırakılamıyor öğrencilere. Bahçenin bir bölümü ağaçlandı- rılmış. Ağaçlar da epeyce büyüdüğüne göre yıllar önce dikilmiş olmalı, diye düşünüyorum. Okul ve sağlık ocağı binaları kullanılmadığından yıpranmış görünüyor. Lojmanda birileri oturuyor, biraz daha bakımlı görünüyor lojman. Köydeki öğrenciler, taşımalı sistemle başka yere gidiyorlarmış. Köyün bir ebesi bile yokmuş. Kanalizasyon sistemi bile iki yıl önce yapılmış. Evlerde su musluklardan akıyor. Personel olmadığından kullanılamayan sağlık ocağı binasının elli metre kuzeyinde bir değirmen yıkıntısına giriyoruz. Burada dere yatağı var; ama su çok azalmış. Değirmenin tavanı tamamen çökmüş. Değirmenin içindeki taşlar, diğer araç gereçler her biri bir yanda duruyor. Üstlerini toprak ve ot kaplamış. Köyün geçim kapısı, tarih tanığı su değirmeni, açıkta kalmış bir ölü gibi görünüyor gözüme. Değirmenin karşı tarafında köyün asırlık çeşmesi var. Çeşmeye epeyce özenildiği belli oluyor. Çeşmenin kitabesi, zincirli su tası, Cuma akşamları mum yakılan çıralığı, su kürünü, kapalı alanı ve kapalı alanın kubbe şeklindeki taş örme tavanı… Korunması gereken tarihi bir çeşme bu. Alevi Onar’dan Ermeni Heranuş’un köyü Habab’a meşe palamutu Onar köyü, bembeyaz bir dağın üzerinde oturduğundan sanırım, köydeki tüm evler, beyaz taştan yapılmış. Kesme taş, emek istediğinden, kırma taş kullanılmış. Kimi evlerin kimi bölümlerinde kesme taş kullanılmış. Köyün öte yakasına geçerken Şeyh Oner Külliyesine uğruyoruz. Şeyh Oner Baba türbesi, bahçesindeki mezar taşları, sakız ağacı sekiz yüz yıllık elbette. Meşe palamudu da çok heybetli ve güzel. Halk, bu heybetli meşeye ve sakız ağacına kutsal ağaçlar olarak değer veriyor. Dibine sapasağlam palamutlar dökülmüş. Bu meşe palamutlarından bir torba getirerek Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Habab (Ekinözü) köyüne gönderdim. Fethiye Çetin'in anneannesi Ermeni Heranuş'un köyü Habab'ın tepelerinde yeşerecek Onar'ın meşe palamutları. Onar’dan kalkan meşe palamutları, Habab (Ekinözü)’ın dağlarına yerleşti. O dağlarda kök salacak. Şeyh Onar (Oner) türbesinin bitişiğine yeni bir bina yapılmış Onar köylülerin- ce. Külliyede yok, yok. Kocaman bir cem evi, mescit, konuk yatakhanesi, kütüphanesi, zengin etnografya müzesi…Onarlı Araştırmacı Yazar Bilim Adamı İsmail Kaygusuz’un pek çok eseri olduğunu öğreniyorum. İsmail Kaygusuz, Onar’ın etnografik, arkeolojik ve efsanevi tarihiyle ilgili derin araştırmalar yapmış. Bunları belgeleyerek yazmış. Beş altı yıl öncesine kadar Onar’da cem yapılırmış. Artık cem de Abdal Musa lokması da yapılmıyormuş. İşsizlikten, köy boşaldıkça güzel gelenekler de terk ediliyor sanırım. Müzede konuk anı defteri bile düşünülmüş. Konuk anı defterini yazıyorum. Batıya doğru tırmanıyoruz ve köyün mezarlığını ziyaret ediyoruz. Her yan kuşburnu, sürsülük dolu. Kırmızı yemişlerden yiyerek dolaşıyoruz. Mezarlığın yan tarafındaki evin önündeki hareketlilik bizi oraya yöneltiyor. Tam yerine gelmişiz, diyorum. Ocakta kara kazan, kazanda kara üzüm şırası, malemez dedikleri bulamacı pişiriyorlar. İplere dizilen cevizler, bu bulamacın içine sokulduktan sonra asılıyor. İki tahta sandığın üstüne temiz bir sopayı yerleştirmişler. Sopanın altına da büyük bir tepsi koymuşlar. İpe dizili cevizlerden akan fazla bulamaç, yere değil tepsiye akıyor. Malemez yiyoruz, sohbet ediyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da bolca fotoğraf çekiyorum. Oldukça besleyici, doğal bu ürüne cevizli sucuk, diyorlar. Elazığ’da orcik olarak adlandırılıyor. Köydeki evlere baka baka, köylülerle kısa sohbetler ede ede ilerliyoruz. Köydeki evlerin neredeyse tamamında, arkadaşımın dedesi Garip Usta ve Garip Usta’nın oğlu Salman Usta’nın emeği varmış. Hani ustalık, iş bölümü bile yapılmaksızın kanıtlanan bir ustalık. Bir evin tüm işleri bu iki becerikli ustanın elinden çıkmış. Kimin eksiği gediği varsa Garip Usta, onun yardımına koşarmış kendi işini bırakıp. Her işten anlarmış, çok becerikliymiş. Kapının önünde duran ahşap harman savurma makinesini Garip Usta; çatıdakini de Garip Ustanın oğlu Salman Usta yapmışlar. Harman savurma makinelerinden biri, şu anda Malatya Etnografya Müzesi’nde sergileniyor. Diğeri de koruma altına alınacak. Garip Ustanın Arapgir’deki dokuma tezgâhlarını inceledikten sonra köyde kızılbaş - sayfa 45 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 aynısını yaptığını söylüyorlar. Köyde kime sorduksa övgü dolu sözler duyuyoruz. Gündüz çalıştığı yetmezmiş gibi geceleri de araç gereç yaparmış. Çocukken köye getirilen öksüz ve yetim Garip, kimseye çıraklık yapacak ortam bile bulamamış. Torunlarından Süreyya, güzel bir açıklama getirdi. Bizde bu beceriler galiba genlerimizle taşınıyor. Hepimiz dedemiz gibiyiz. Araçlara bakar, aynısını yaparız, demişti. Her işin ustası Ermeni Garbis (Garip) dede Kaya mezarlarını gezerken arkadaşım, vadinin karşı tarafında oldukça sarp bir yamaç göstermişti. Dedesi Garip Usta, iyice yaşlı halinde bile bastonuna dayanarak oralara gidermiş. Orada bir kaynak su bulmuş. O kaynak suyun çevresine bostan yapmış. Sebze dikmiş Garip Usta. Hiç boş duramazmış. Hiçbir şey yapamaz, dedikleri zaman bile, leğene beyaz toprak ve su koyar, bu bulamacı (çarpım, diyorlar) bir bezle duvarlara sürermiş. Duvarları, kendince badanalıyor (perdah). Gençken çevre köylere bile evler yaparmış: Peksi, Çimen, Kayalısu, Mişelli gibi. İş dışında hep takım elbise giyermiş, çok bakımlıymış. Arapgir’deki eski belediye binasında da baba oğul, Garip Usta ile Salman Usta çalışmışlar. Garip Usta, kendi işini bırakıp başkalarının işine karşılık beklemeden koşan biriymiş. İmeceye gelenlere gıdik (keçi yavrusu) keser, guşgana (tencere) ile kaygana yaptı- rır ikram edermiş. Köyde dolaşırken kimle sohbet ettikse laf Garip Usta’ya geliyor. Herkes, Garip Ustayı övüyor. Köydeki onca evin taşı, Garip Usta’nın elinden geçmiş. Taraklı çekiciyle taşları yontmuş. Dağı taşı, bağ bahçe yapmış. Gece gündüz çalışmış. Herkese iyilik etmiş. Aleviliği herkesten iyi bilirdi, Alevi inancına ve ibadetlerine herkesten daha saygılıydı, ibadetlere katılırdı Garip Usta, diyorlar. Garip Usta’yla oğlu Salman Usta, süpürge bile yetiştirir, yapar, satarlarmış. Gılgıl, süpürge tohumu, öğütülerek ekmek yapılırmış yoksulluk dönemlerinde. Bayramdan bayrama buğday ekmeği yenirmiş. Baba oğul; arpa, buğday, nohut, fiğ, mercimek, küşne, cılban, yazlık ekerlermiş. Çok çalışırlarmış. Yetiştirdiği bağların üzümlerini Mişelli köyüne satmaya götürürmüş Garip Usta. Köydeki ilk çatıyı da baba oğul yapmış. Onlardan sonraki kuşak, bu çalışkanlığı sürdürememiş. Koşullar, köyü göçe zorlamış. Onar’dan dönmeden bir gün önce Romalılardan kalma oyma mağaraları ve kaya mezarları görmeye gidiyoruz. Çok uzak değil zaten. Köy evlerinin doğusundaki bir cılgadan iniyoruz. Onar’ın üzerine kurulduğu dağın güney yamacına oyulmuş bu mağara ve mezarlar. Sümela Manastırı’nı andırıyor. Mağaraların ve kaya mezarlarının girişleri uçuruma bakıyor. Uçurumun dibindeki sekilerde asırlık dutlar var. Dutlukların dibi de upuzun ve derin bir vadi. El oyması binlerce yıllık mağaralar ve kaya mezarları Bembeyaz kayalar oyularak, yaşam alanı olan irili ufaklı mağaralara dönüştürülmüş. Dağın yamacına, bugünkü teknoloji olmaksızın oyulan bu mağaralar, insanda hayranlık uyandırıyor. Pek çok oyma mağaranın dışında onlarca kaya mezar var. Her kaya mezarın içinde yarım ay şeklinde, çift kişilik üçer mezar var. Taşa çift baş yerleri oyulmuş. Yarım ay şeklindeki mezar çerçevelerine taşlar yontularak çiçek motifleri işlenmiş. Kaya mezarlarına bir oyuktan giriyorsunuz. Giriş oyuğunun üzerinde de küçük birer ışıklık var. Bu kaya mezarlarından biri oldukça süslü. Yarım ay şeklindeki taş çerçeveye hacimli ve hareketli resimler yapılmış. Güneş, deve, koşan atların üzerinde hareketli savaşçılar… Kırmızı kök boyalarla da boyanmış. Bin yıllar geçmiş de boyaları silinmemiş. O uçurumun kıyısında, ilkel koşullarda oluşturulan bu sanat harikaları hayranlık uyandırıyor. Herkes görmeli bu güzellikleri, dedirtiyor. Bir an önce koruma altına alınmalı ve dünya turizmine kazandırılmalı bu şaheserler. Evlerde yapılan nefis Onar şarapları Öğleden sonra Kalecik dene yere gidiyoruz. Burada da tarihsel kalıntılar çok. Roma kaya mezarlarının uzantısı olan bir yer. Her yan üzüm bağı. Beyaz üzüm de var; ama kara üzüm daha çok; kara üzüm daha değerli. Üzümü bol olan Onar’ın ev yapımı şarapları da çok ünlü. Üzüm ve badem köyü dense yeridir. Dönüş yolu boyunca pek çok badem, fıstık ve menengüç ağacı görüyoruz. Onar’da gün batımı da bir başka güzel… Güneş, kıpkızıl bulutlara sarınarak dağların ardına saklanıyor. Bu batışın da tıpkı doğuşu gibi tüm aşamaları izlenebiliyor. Yaşadıkları cehennemi cennete dönüştüren Ermeniler Gün batarken eski muhtarlardan 90 yaşındaki Ahmet Kaya’ya uğruyoruz. Musa ve Fatma Kaya’nın oğlu Lazik lakaplı Ahmet Kaya, 1972- 1997 tarihleri arasında üç dönem muhtarlık yapmış. Arapgir’den Ayakkabıcı Ermeni Minas Usta gelir, Ahmet amca- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ların Cennet Pınarı’nın kenarındaki evlerinin uzak bir köşesinde bir süre kalırmış. Köylülere ayakkabılar yapar, eski ayakkabılarını onarır sonra da Arapgir’e dönermiş. Kalaycı Ermeni Bağdasar Usta da belirli bir süre için Onar’a gelir, tüm köyün bakır kaplarını kalayladıktan sonra Arapgir’e dönermiş. Ahmet Kaya: “Allah, cenneti bize; geriye kalan her şeyi Ermenilere vermiş.” diyor. Duvarcı, ayakkabıcı, dokumacı, demirci, marangoz, taşçı, terzi, kökboyacı, doktor, eczacı, kalaycı, bakırcı, sobacı, ziraatçı… Tüm ustalıklar Ermenilerde. Eski komşumuz Demirci Sarkis, can dostumdu. Bir Ermeni kadın vardı, doğadaki otlardan ilaç yapan. Herkesin derdine dermandı. O Ermeni kadının zeytinyağı ile fare yağını karıştırarak yaralara sürdüğü ve yaraları iyileştirdiğini duyardık, diyor Ahmet Kaya. Eskiden ürettiğimiz peyniri, yağı, bademi, üzümü, meyveyi, her şeyi Arapgir’e götürüp satardık. Şimdi üretimimiz o kadar az ki; ancak bize yetiyor. Eskiden köyümüzden develere yüklenerek ürünler gönderilirmiş dışarıya. Eskiye yönelik anımsadığı şeyleri arka arka ya sıralıyor, zaman darlığından. Eskiden kadınlar saçlarını mavi kille yıkardı. Başlarında sirke (bit yumurtası), bit olmazdı, diyor. Malatya’ya döneceğimiz gün, arkadaşımın Garip dedesinin yetiştirdiği bağlara gidiyoruz. Köyün kuzeyinde, epeyce de dışında bir yer. Burada da tarlalar hep üzüm bağlarıyla bezeli. Arapgir’in ünlü kara köhnü üzümüne ancak bu bağlarda doyabildim. Gözüm de bu bağlarda doydu üzüme. Sapsarı bal armutları, elmalar, bademler, üzümler, narlar, fıstıklar… Üzüm pekmezi, üzüm pestili, cevizli sucuk, dut pestili, ev yapımı şarap… Arapgir’in merkezinde ve köylerinde de bu ürünler boldur ve nefistir. Onar köyünde de doğa güzelliği, tarihsel eser zenginliği, insanların sıcak ilgisi… Hepsi bir araya gelince, sanırım cennetteyim, dedirtiyor bana. Biraz da bakım ve pazarlama olsa. Bir de turizme kazandırılsa. Onar, tarih ve doğa zengini bir yer. İnsanları da konuksever, harika insanlar. Yaşanacak ve gezilecek köy Onar. Ve de kültür hazinesi, köklü tarihi, konuksever insanı; derde derman, damağa tat lezzetli gıda ürünleriyle görülmeye değer Arapgir ilçemiz. sultankilic44@hotmail.com Hızır Baba GÜNAYDIN CANLAR Beyaz karayı, sinek yarayı, zengin parayı, Yemek tuzu, kola buzu, maymun muzu, Ördek kazı, güzel nazı, aşık sazı sever... Kuş darıyı, çiçek arıyı, erkek karıyı, Ana çocuğu, çoban gocuğu, yumurta sucuğu, Ocak közü, kirpik gözü, ozan sözü sever... Garip sılayı, yiğit halayı, tencere kalayı, Davul zurnayı, avcı turnayı, deve hurmayı, Alın kelini, cömert elini, cimri dilini sever... Çöl yağmuru, çizme çamuru, oklava hamuru, Tembel yatmayı, geveze atmayı, pazarcı satmayı, Şişe tıpayı, şarap kupayı, eşek sopayı sever... Ebe bebeği, kahve dibeği, çengi göbeği, Memur masayı, ermiş asayı, hakim yasayı, Haylaz döveni, dalkavuk öveni, hergele söveni sever... Sarhoş dostunu, ayı postunu, yaşlı bastonu, Hatip lafı, suçlu affı, açıkgöz safı, Orman çamı, kedi damı, işçi zammı sever... Mektup pulu, fakir çulu, Allah kulu sever de.. Sen?. kızılbaş - sayfa 47 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KEMALİSTLER 50 BİN İNSAN KEMİĞİNİ FRANSIZLARA NASIL SATTI? Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz Satıcı : Kemalistler Alıcı: Fransız ve İngiliz Sabun Firmaları Satılan: 50.000 insan kemiği Tarih: 1924 cited by a weird story of the arrival in that port of a ship flying the British flag and named Zan carrying a mysterious cargo of 400 tons of human bones consigned to manufacturers there. Soykırım kurbanlarının kalıntılarının korkunç sömürüsü : 13 Aralık 1924 Pazar günü Selanik, Küçük Asya Felaketinin tarih sayfalarında en bilinmeyen yönlerinden birine ev sahipliği yapmıştı 13 Aralık 1924 tarihinde Mudanya Limanından aldığı yükü Marsilya’ya götürmek üzere yola çıkan Zan adlı İngiliz gemisi Selanik Liman’ına girdi. Aktarma yapılacak yüke dair herhangi bir rapor düzenlenmemişti. Gizli bir kargo idi. Ancak bu aktarma sırasında liman işçileri 400 ton ağırlığındaki bu gizemli yükün, insan iskeletleri olduğunu farkettiler. The bones are said to have been loaded at Mudania on the Sea of Marmora and to be the remains of the victims of massacres in Asia Minor. In view of the rumors circulating it is expected that an inquiry will be instigated. Kaynaklarını sıralıyor Agtzidis: Eleftherotypia, Newyork Times ve Fransız Midi gazeteleri, Hervé Georgelin’in ”Smyrna tahribine yönelik Fransız arşivlerindeki uyumsuzluk” başlıklı makalesi, Elias Venezi adlı bir tanığın anlatımlarından alıntının yapıldığı” No:31328 Köleliğin Kitabı ” adlı bir kitap.no 31328 ’’Küçük Asya Felaketiyle gelen şok edici bir hikaye: Ticari Kemik ‘’ başlığının ardından soruyor Agtzidis; ‘’Kurbanların kalıntıları faillerin için zenginlik kaynağı olabilir mi?’’ Görevliler duruma müdahale ederler ancak kısa bir süre sonra ’’yukardan gelen’’ talimatla yük açık denize doğru yol almaya başlar. 1924 yılının Aralık ayında Selanik’te yayın yapan Makedonya adlı gazetinin manşeti ’’KEDERLİ YÜK’’ diye atılır. Newyork Times ise aynı haberi 23 Aralık 1924 tarihinde ” İnsan Kemiklerinin Taşındığı Bir Yükün İnanılmaz Hikayesi ” başlığıyla sunar: Haberde, Marsilya’ya giden bir İngiliz gemisinin limanda yaşanan kargaşa nedeniyle 400 ton insan kemiği taşıdığı ve bu kemiklerin Mudanya’dan alındığını söyler. Bu kemiklerin büyük ihtimalle katledilen Rumlara ait olduğunu ve bu geminin dolaşımını engellemek için soruşturma emri verilmesi gerektiğini aktarır. ”PARIS, Dec 22, — Marseilles is ex- [1] _New York Times_, December 23, 1924, page 3, column 2 (bottom)” Yunan makamlar bu konuya dair hiçbir soruşturma açmazlar, sessiz kalırlar. Zira İngiliz ve Fransız alıcılar rahatsız edilmek istenmemektedir. Aynı haber Fransız gazetesi ’’Midi’’de de yayınlanır. Yanıtlanması gereken soru, bu 50 bin insan iskeleti kime aittir. Anti emperyalist kurtuluş savaşı verdiklerini iddia eden Kemalistlerin, 1924 yılında İngiliz ve Fransız devletiyle ya da şirketleriyle nasıl bir ilişkisi vardır? Bu ortaya çıkan bir durumdur. Ortaya çıkmayan daha ne kadar insan iskeleti satışı yapılmıştır acaba? İnsanları katletmek, onların mallarına mülklerine el koymak ve ardından cesetlerini satıp para kazanmak!.. Bu nasıl bir ahlakın ürünüdür? Vlassis Agtzidis adlı bir tarihçi ulaşmış bu bilgilere. Konuya dair yazdığı makalesine şöyle başlıyor: ‘’Kurbanların yağa sabuna dönüştürüldüğüne dair bir söylenti vardı Birinci Dünya Savaşı döneminden itibaren. Özellikle de Naziler tarafından krematoryumdaki öldürülen Yahudiler ile çok yaygın bir söylenti idi bu ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında söylenti değil, inanca dönüştü.’’ diyor. Yahudi yönetmen Eyal Ballas’ın ‘’Sabun’’ adlı bir filminden de bahsediyor Vlassis Agtzidis ayrıca Raul Hilberg adlı bir yazarın Nazi imha endüstrisi için Nazilerin sadece kurbanları yakma sürecini hızlandırmak için insan yağı kullandıklarından bahsettiğini aktarıyor… Böylece, sadece Kemalistlerin batılı arkadaşlarına ” endüstriyel kullanım ” kızılbaş - sayfa 48 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 için kemik satarak kurbanlarının kalıntılarını istismar edebilmek ayrıcalığına sahip olduklarını söylüyor. Konuya dair tarihçi Vlassis Agtzidis’ in makalesinde bir bölümü İngilizceye çevrilerek pontosworld.com adlı sitede 17 Ağustos 2013 tarihinde yayınlamıştır. http://pontosworld.com/index.php/ genocide/2013-08-17-12-43-25/1268did-the-kemalists-sell-the-bodies-ofdead-greeks-to-make-soap http://kars1918.wordpress. com/2013/09/17/kemalist-frenchbritish-merchants/Tarihçi Vlassis Agtzidis’in kendisine ait web sitesinde Elence yayınlanan belgeler de mevcuttur. http://devrimcikaradeniz.com Zirve Katliamının 5 Sanığı Serbest 2007'de 3 kişiyi, 'Hıristiyan oldukları için' boğazını keserek öldüren 5 katil serbest bırakıldı! kızılbaş - sayfa 49 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İttihat ve Terakki (1. Jöntürk) döneminde Büyük Kürt Sürgünü 1915 Soykırım süreci yada İttihat ve Terakki dönemi (1. Jöntürk) Hıristiyanlar için kabus olduğu kadar, Türk olmayan Müslümanlar içinde bir kabustur. Kısaca İTC Türk olmayanları katliamdan soykırıma uzanan bir muameleye tabi tutmuştur. Kemalist (2. Jöntürk) dönemde de bu politikada değişiklik olmadığını daha ince ve rafine bir şekilde sürdürüldüğünü biliyoruz. Her iki dönem de kendilerine gerek kalmadığında katliamdan soykırıma uzanan muamele uygulanan grupların başında da, Ermeni soykırımında İslam kardeşliği çerçevesinde İttihat ve Terakki ile işbirliği ve tetikçilik yapıp Ermenileri ve Süryanileri (Asuri-Nasturi-Kildani) tarihsel topraklarından Soykırımla kazınmasına yardımcı olan en büyük gruplardan biri olan Kürtler gelmektedir. Kürtler işleri bittiğinde sürgüne tabi tutularak ölüme terk edilerek İTC ile işbirliğinden nasiplerini alırlar. Kürtlerin ödülü kışın ortasında sürgün ve açlıktan donarak ölümdür. Ancak bu sürgünler işlenmemiş bir konudur. Bu konuda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi İskan Fonu Arşivinde bir çok belge araştırmacıları beklemektedir. 2. Jöntürk döneminde de Kürtlerin Kemalistlerle olan işbirliği Kemalistlerin bu coğrafyanın kadim halklarını kazıdığı milli mücadele denilen etnik temizlik döneminin büyük ölçüde bitmesiyle birlikte Kürtlere ihtiyaç kalmayıp, Kemalistlerin Kürtlerle olan işbirliği tek yanlı olarak kesilmiş, Kürtlere uygulanan muameleler sürgün, katliam ve soykırıma varan evrelere uzanmıştır. Kürtlerin Kemalistlerle milliyetçi hareket dönemindeki flörtü oldukça fazla işlenmesine rağmen yeterince ders alındığı söylenemeyeceği de bir gerçektir. Son günlerde İTC ve Kürt ilişkileri sorgulanması İslam kardeşliğinin sonucunun nereye vardığı görmek ve tarihe ışık tutması bakımından önem- Kürtlerin ne kadar sebebiyet verdiğini bilmiyorum. Bildiğim, sürülenler arasında, savaşın başında Ruslara karşı meydanda cesurca savaşmış ve Türklerin şimdi kendilerine böyle muamele etmesini nankörlüğün alası olarak gören yüksek rütbeli Kürt subayların da olduğuydu. Sait Çetinoğlu lidir. Tarih eğer tekerrür ederse birincisi trajedi iken, ikicisi komedi olur denmiştir! 1. Jöntürk/İttihat dönemi Kürtler için trajedi iken (2. Jöntürk) Kemalistlerle olan flört dönemi komediye denk gelir. Kürtler komedi evresini atlatıp atlatamayacağı 2013 Newroz'u ile gündeme taşınan islam kardeşliği ve stratejik işbirliği kavramlarının tartışılması ve sorgulanmasından geçer. Temennimiz o dur ki İslam kardeşliği çerçevesinde Orta Doğu'da stratejik işbirliği de tarihin ışığında sorgulansın! Sorunun daha iyi anlaşılması bakımından başa dönmekte yarar vardır diye düşünerek, sorgulamaya katkı çerçevesinde İttihat ve Terakki döneminde bu coğrafyayı Kan ve Gözyaşı Ülkesi olarak adlandıran İttihat/Kemalist dönemlerinin tanığı olan Jacob Künzler'e sözü bırakıyoruz. Künzler'in sözleri başka bir yoruma gerek bırakmamaktadır. "Ermenilerin kökünü kazımak isteyen Jön Türklerin, aslen Ermenistan'ın yukarı bölgesinde yaşayan ve kendi dinlerinden olan Kürtleri de evinden yurdundan ettiğini hiçbir Avrupa gazetesi yazmamıştır. Başta Ermenilere de yapıldığı gibi, Kürtlerin güvenilmez insanlar olduğu ve Rusların tarafına geçebilecekleri bahane edilerek uygulandı bu. Böyle bir sonuca varmalarına 1916 kışında, Çapakçur, Palu, Muş bölgelerinden, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinden Kürtler sürüldü. Tahminen 300.000 civarında Kürt güneye gönderildi. Önce Yukarı Mezopotamya'ya, en çok da Urfa civarına yerleştirildiler. Fakat batıda Antep ve Maraş civarında konaklayanlar da vardı. 1917 yazında Konya ovasına nakiller başladı. Genç Türklerin niyeti, Kürtleri kendi vatanlarında bırakmamaktı. İç Anadolu'da, Türklerin içine karışarak yavaş yavaş kaybolacaklardı Kürtler. Sürgün konvoylarındaki Kürtlere yapılan muamele Ermenilere yapılan muameleden çok farklıydı. Yolda hiç eziyet çekmediler, kimse onlara dokunamıyordu. Fakat en korkuncu, sürgünlerin kışın ortasında yapılmış olmasıydı. Akşam Kürt kafilelerinden biri bir Türk köyüne geldiğinde, köylüler korkudan hemen kapılarını kapatıyordu. Bu yüzden bu zavallı insanlar kışın ortasında geceyi yağmur ve kar altında geçirmek zorunda kalıyorlardı. Ertesi sabah köylüler, donarak ölenler için toplu mezarlar kazıyorlardı. Nihayet Mezopotamya'ya varabilenlerin acıları da uzunca bir süre son bulmadı. Kürtlerin yarı yıkılmış Ermeni mahallelerine yerleştirildiği ve hükümetin ekmek dağıtarak sefalete çare bulmaya çalıştığı şehirlerde önceleri durum idare ediyordu. Fakat köylülerin Kürtlerden çekindiği ve zaten bitmek üzere olan erzaklarını korkuyla onlardan sakladığı köylerde durum farklıydı. Buralarda kıtlık başlamıştı sürülen bu zavallı insanlar arasında. Ermeniler için yaptığım kurtarma çalışmaları hü- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kümet tarafından hasetle ve kıskançlıkla izlendiği için ve insanoğlu olarak nihayetinde kardeşimiz olan Kürtlerin çektiği acılar beni derinden etkilediği için 1916 yılının Aralık ayında Halep'e gittim. Niyetim oradaki konsolosları bir yardım kampanyası için harekete geçirmekti. Böyle bir kampanyanın, Ermenilere yapılan yardımlar için de olumlu sonuçlar doğuracağına inanıyordum. Hem Alman konsolosu hem de Amerikan konsolosu talebimi olumlu karşıladı. Dönüşte, yardıma ihtiyacı olanların sayısı hakkında bir fikir edinebilmek için Suruç ve Harran ovalarındaki köylerden geçtim. 30.000 civarından insan bulunuyordu ve buna her gün kuzeyden gelen yeni kafileler ekleniyordu. Aralık ayı sonunda konsoloslardan olumlu cevap aldım ve hemen akabinde Amerikan konsolosluğundan Bay B. yanında 150.000 frankla beraber geldi. Alman konsolosu da 300 Ltq. (7.000 Frank) gönderdi bana. Farklı bölgelerden toptan buğday ve arpa satın alarak, açlık çeken insanlara dağıtma teklifim kabul edildi. Ocak ve Şubat aylarında, güvendiğim birkaç insan aracılığıyla birçok köye tahıl dağıttırdım. Kolay bir iş değildi bu. Neler olduğunu görmek için birçok kez kendim de köylere atla gittim. Köyün birinde, buğdayın kalan kısmı sözleşme şartlarına uygun kalitede değildi. Bu köydeki aç insanlara, dört saat mesafedeki başka bir köye gitmelerini, orada dolu bir depomuz olduğunu söyledim. Fakat insanlar feryat figan etmeye başladılar. Yarı çıplak, gözleri çukura kaçmış insanlar yalvararak ayaklarıma kapandı. Kötü de olsa bu buğdayı vermemi istiyorlardı. Bunu da yiyebileceklerini söylediler. Israrlarına dayanamadım. Yanıma bu kalitesiz buğdaydan bir miktar alarak şehre götürdüm. Burada buğdayı satıcıya göstererek, zararı karşılaması için bir ton iyi kalite buğday aldım ondan. Ancak satın aldığımız buğdaylar kısa bir sürede tükendi. Bu arada bahar geldi, iyi bir hasat bekleniyordu. Köylerdeki Kürtler ot yiyerek açlıkla savaşmaya çalışıyorlardı. Hasat vakti geldiğinde onlara da iş çıktı. Araplardan daha iyi anlıyorlardı bu işten. Mahsulü toplamaya yardım ettiler. Fakat 1917/18 kışında yeniden kıtlık baş gösterdi. İyi mahsul alınmasına rağmen korkunç bir kıtlık başladı. Sürgün edilen Kürtlerin hemen hepsi kurbanı oldu bu kıtlığın. Sadece Ermeniler ve Kürtler değil, Araplar da Jön Türklerin imha planı dahilindeydi. Onların da budanması gerekiyordu kanlı eylemlerle. Fakat bu plan gerçekleştirilemedi, Arapları ele geçirmek zordu çünkü. Arkalarında İngilizlerin olduğu da biliniyordu. Bir jandarma subayı, Türklerin savaştan galibiyetle çıktıktan sonra Arapların da hesabını göreceğini, şahsen Arapları kılıçtan geçirmekten çok memnuniyet duyacağını söyledi bana." Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti. İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430 Tel: +90 (212) 252 65 18 E-posta: info@arasyayincilik.com kızılbaş - sayfa 51 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ALEVİ'NİN KESTİĞİ YENMEZ ALEVİ HAKİMİN KARARI HÜKÜM OLMAZ Muaviye soylu talancı çete böyle düşünüyor. açık açıkta söylüyorlar bunu. Bu anlayış tarihsel, güncel bir kin ve düşmanlığı dile getiriyor. Kestiğimizi yemezlermiş, itte yemiyor! İnsanlık düşmanlarına lokmamız nasip olmasın. Ama dönüp kendimize bakmalı ve ne yapmalı diye sormalıyız! Biz de sizdeniz gibi, yok aslında hiç bir farkımız gibi sözlerle yanaşmalığa mı soyunmalıyız yoksa başı dik bir biçimde bağımsız Alevi kimliğimizi dile getirerek ışıklı yolumuza devam mı etmeliyiz? Bozatlı Hızır yardımcımız olsun!... Av. ali yıldırım hop hop hele dur bakalım? peki yez-it ırkçı katliamcı ittihatçı chp’in ekmeği yenirmi?! K. ELİ JET-PA Holdingin Başkanı Fadıl Akgündüz: Oyum BDP'nin fadil-akgunduz 117058Siirtli işadamı Jetpa Holding Yönetim Kurulu Başkanı M.Fadıl Akgündüz, 30 Mart yerel seçimlerinde, barış sürecine büyük destek veren Barış ve Demokrasi Partisi'ne (BDP) oy vereceğini açıkladı. Siirt Belediyesi tarafından Öğretmen Evi'nde düzenlenen plaket törenine davetli olarak katılan Akgündüz, 30 Mart yerel seçimlerinde Siirt'te oy kullanacağını ve oyunu da BDP'ye vereceğini söyledi. kaynak: http://rojevakurdistan. org/index.php/kuerdistan/13183jet-pa-holdingin-bakan-fadlakguenduez-oyum-bdpnin (ey cc. allah bizi bu ittifaktan koru amen - Kızılbaş Eli) Cuma günü eve giderken "Neden 8 Mart'a Dersim yöresel kıyafetlerim ile gitmiyorum?" diye sordum kendime. "Elimde zazaca slogan ile 8 Mart'a kıyafetlerimle gideceğim." dedim kendi kendime. Arkadaşlarım tarafından ilgi ile karşılanıp bolca fotoğraf çekileceğini tahmin edip heybemi şiirlerle doldurdum. 8 Martta unutulmaya yüz tutmuş bir dilde şiirler yazan bir kadın ile dayanışacağım dedim. Benim yanıma gelip benim ile sohbet eden, benimle fotoğraf çekilmek isteyenlere unutulmaya yüz tutmuş bir dilde şiir yazan sevgili Berfin Jele'nin elime ulaşmış zazaki şiir kitaplarını aldım ve fotoğraf çekilmek isteyenlere sattım. Tanıdığım ve tanımadığım bir çok kişi gelip kıyafetimden dolayı beni tebrik etti. Tek Dersim yöresel kıyafeti giyinen bendim. Bundan sonra özel günlerde yöresel kıyafetleri giyinme ve zazaca pankart taşıma kararı aldım ve bir kaç Dersimli arkadaşdan da söz aldım. Onlarda artık yöresel kıyafetler ile eylemlere katılacaklar. Dersimli bir arkadaşım(erkek) beni diğer Dersimli bir arkadaşa(erkek) göstererek "Ne güzelmiş olmuş dimi Deniz? Vallahi çok hoşuma gitti Dersim'in yöresel kıyafetleri ile gelmesi. Bundan sonra ben de şalvar giyineceğim." tarzı şeyler diyince diğer Dersimli arkadaş Dersim kıyafeti giyinme gibi Dersim'e dair kültürel faaliyetleri yani "Dersimciliği" sevmediğini söyledi. Dersimli olmayan, tanımadığım insanlar bile gelip tebrik ederken Dersimli birinin bu söylemine şaşırmadım. Elmanın kurdu kendi içinde. Dün ilk defa yöresel kıyafetler ile sokağa çıktım ve dün bir ilk daha oldu benim için... Cuma günü tanıştığım sevgili Maya Elif Yıldız beni Zone Xızır'ı unutmayan, ilerletmek isteyen ve bildiklerini paylaşmak isteyen Pülümürlü genç ve güzel Serap Hoca (Sere Sueño Mezopotamya) ile tanıştırdı ve dün hep beraber, güle oynaya, birazda konuşamamanın verdiği utangaçlık ile zazaca kurs yaptık. Dün anadilimi öğrenmek için benim için önemli bir gün idi. Dün çok mutlu oldum dil kursuna gitmekten çünkü umudum bu dilde... İşte böyle "Kirvem hallarımı aynı böyle yaz, rivayet sanılır belki..." Cemal Taş / Cila Dersim kızılbaş - sayfa 52 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kardeşliğin Doğan oturacaktı. Alevi Çalıştayı’nın daha ilk oturumunda “önce tanımda anlaşalım” dayatması ve söylemlerindeki “solcu Aleviler” ötelemesi anımsanacak olursa Doğan’ın öne çıkarılması, teşvik edilmesi hiç de garip değil. değil Aleviliğin inşası... Sünni soslu Alevilik KELİME ATA Bir Sünni cemaat, Aleviler adına Aleviliğe yapacağı müdahaleler için vakıf kuruyor, cami ve cemevini aynı avluda buluşturuyor. Murat edilen, Sünnileri ve devleti mutlu eden 'makul bir Alevilik' Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın daha geçen hafta düzenlenen İnanç Önderleri Toplantısı’nda yaptığı konuşma, cami-cemevi projesi AKP -cemaat ve İzzettin Doğan üçgeninde Aleviliğe dair ne tür toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığını deşifre eden ve gelecekle ilgili ipuçları veren çok kıymetli bilgiler içeriyor. Doğan, tıpkı devlet gibi güvenlik konseptiyle ele aldığı Aleviler konusunda hükümeti uyardığını, hükümetle birlikte vakıf kurulması konusunda uzlaşma sağlandığını belirtiyor ve “Bir davetiye geldi. Devletin kendisi Hacıbektaş Vakfı’nın kurulması için 750 milyar lira para ayrılıyor. Ben bunu beceriksizce yetersizce değerlendiren bir hoca olarak, bizim amacımız Alevilerin bütünleşmesi ben çekiliyorum o halde dedim. Birçok dernekler kurulmaya başlandı. Sünni kökenli vatandaşların dernek başına getirilmesi bizim için onur sayılırdı. Ama Sünni olduğunu gizlememek kaydıyla” diyor. Anlıyoruz ki İzzettin Doğan, hükümetin dedelere maaş verecek bir vakfın kurulması konusunda çok da şeffaf olmayan bir devlet projesine ortak olmak istemiş ama bertaraf edilmiş; cami-cemevi buluşmasına bakılırsa o da Gülen cemaatinin şefkat ve desteğine sığınmış. Yontulması gereken Aleviler Hükümet ve Gülen cemaati, “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” ifadesiyle anlamlandırılan bir yöntemi, uzun zamandır yürütüyor. Yani Fethullah Gülen’in deyimiyle “yontulması gereken Aleviler”in karşısına yapay örgütler çıkararak ve onları muhatap alarak Aleviliğe yeni bir elbise giydirmenin derdindeler. Amaç, Sünnilerin ve Sünni devletin kabul edebileceği, Sünniliğe benzeyen makul bir Alevilik inşa etmek. Alevilerin inanç ritüellerini “sapıklık, cümbüş, eğlence” olarak gören egemen din anlayışının savunucuları, siyasi uzantıları, dini çevreler ve hükümetin, Aleviliğin Avrupa ülkelerinde bağımsız bir inanç kabul edilmesini içine sindiremediği ayan beyan ortada. Avrupa’daki gelişmelerin Türkiye ’yi etkilemesi kaçınılmaz olduğuna göre, hazır Aleviliğin temel kurumları modern yaşam içinde işlevsizleşmişken, geleneksel dede-talip ilişkisi hasara uğramışken, Alevi örgütlülüğünün Aleviliğe dair sorunlara ve sorulara yanıt üretememesinin yarattığı boşluk devam ederken yeni bir Alevilik inşa edilmelidir. Yaşadığımız sürecin özeti ne yazık ki bu. Alevi Çalıştayı Nihai Raporu’nda cemevleriyle ilgili yapılan tespite bakalım isterseniz: “Bu mekanların birer ibadethane olarak kabul edilmesiyle cemevi- cami/ mescid ayrışmasıyla sınırlı kalmaksızın dinde ayrışma ve bölünmeye yol açılacak, bu da toplumsal birlik ve beraberliği bozacaktır.” Dolayısıyla sorunun tarafları “Aleviler, Sünniler ve devlet”. Bu müzakere masasına Aleviler adına elbette ki Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Fethullah Gülen- İzzettin Doğan ve Doğan’ın hükümetle ilişkileri dikkate alındığında derinlerde kotarılmış bir teolojik ittifak açığa çıkar. Bu ittifak aynı zamanda güvenlik odaklıdır. Yani cami-cemevi projesinin kendisi teolojik, Mamak gibi tarihsel olarak solun güçlü olduğu bir bölgenin seçilmiş olması da siyasidir. Cem Vakfı, kendi cemlerinde içerik olarak cami-cemevi buluşmasını zaten sağladı. Örneğin, ceme gelen başı açık kadınların eline başörtüsü tutuşturmak, kabul etmeyeni ceme sokmamak, semah dönenlere tek tip kıyafet giydirerek bir nevi üniformaya kavuşturmak, cemin içine ayrıca Mevlevi semasını sokmak, Alevi dedelerini gri pasaportla gizlilik içinde yurtdışına göndermek gibi ritüel ve uygulamalar teolojik sentezin yansımalarıydı. Sembolik olmadığı anlaşılan ve İstanbul Kartal, İzmir Çiğli, Gaziantep, Adana ve Çorum’da yapılması düşünülen cami-cemevi projesi, işte bu sentezin binası oldu sadece. Kaldı ki, cami-cemevinin yanyana yapıldığı yerel örnekler de yok değil. Ordu’da, Zonguldak’ta, Amasya’da, Orta Anadolu’nun kimi illerinde camicemevi yanyana kullanılıyor ve bunların bir kısmı da cemaat eliyle kurulan ve adında Alevi - Bektaşi sözcüğünün geçtiği dernekler tarafından yapıldı. “Cami cemevi yaptırma dernekleri”nin de açılmaya başlandığını da bu vesileyle anımsatalım. Yerel örneklerin sonuçları Sünniliğe benzeyen bir Aleviliğin oluşumu konusunda olumlu sonuçlar vermiş olmalı ki, daha büyük ölçekli Tuzluçayır örneği gündeme geldi. Bazı bölgelerde murat edilen şey elde edilmiş. Örneğin kızılbaş - sayfa 53 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zonguldak’ta “Namaz saatlerinde camide namaz kılan köylüler, daha sonra cemevinde cem ibadetlerini yapıyorlar”. Ha keza Fatsa’da Hz. Ali Cami ve Cemevi’nde vakit namazları kılınıyor istenirse cem oluyor. Caminin imamı da bir Alevi. Gülen’in “yontulmuş Alevi”si böyle olsa gerek. daş ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı Türk milletinin milli ahlaki manevi ve kültürel değerlerini benimseyen koruyan ve geliştiren insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşın görev ve sorumluluklarını bilen eğitim çerçevesi içinde katılımcı bir sivil toplum hareketi eğitimli ve sağlıklı nesiller yetiştirmektir.” Vakıf ve kurucuları Tuzluçayır’daki örneğe dönecek olursak, üzerinde durmamız gereken bir başka konu projeyi uygulayan vakfın yapısı ve projenin finansmanı. Cami-cemevi projesinin hayırlı tarafı, kendilerinde Aleviliği şekillendirme misyonu gören Sünni çevrelerin ve de hükümetin Aleviliği dizayn amaçlı yapay örgütler kurdurduğunun deşifre edilmesi. Bu, spekülasyonu yapılan bir konu olmaktan çıktı ve gerçekliği sabit oldu. Artık hiç kimse “Cemaat de hükümet de Aleviliği inşa etmek üzere dernek ve vakıflar kurduruyor” cümlesine itiraz edemez. Projeyi yürütmek üzere kurulan Hacı Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı, 2 Mart 2013 tarihli Resmi Gazete’deki bilgiye göre 60 bin lira sermayeli. Vakıf kurucuları Kemal Kaya, Mehmet Recep Tiryaki, Muharrem Tandoğan, Haydar Malçok ve Necip Kayalı. Haydar Malçok, İzzettin Masumiyet nerede? Doğan’ın vakfının da üyesi. Merkezi Ankara olan vakfın kuruluş senedinin noter onay tarihi 25 Aralık 2012. Oysa İzzettin Doğan, projeyi ilk telaffuz ettiğinde aylardan Nisandı. Demek ki, süreç epey gerilere uzanıyor. Vakfın amacı şöyle: “Türk toplumunun kültürel, bilimsel ve sosyal gelişimine hizmet etmek, verimli, etkin ve yüksek düzeyde eğitim ve sağlık hizmetlerinin yerine getirilmesine katkıda bulunmak, Alevi ve Bektaşi kültürü başta olmak üzere Anadolu kültürlerinin yaşatılması ve tanıtılması doğrultusunda sosyal ve kültürel çalışmalar yapmak, yapılan çalışmaları desteklemek, Çağ- Fethullah Gülen’in Gezi eylemlerini değerlendirirken “çürük nesil” dediğini anımsadığımızda vakfın amaçları arasında yer alan “sağlıklı nesil” vurgusu da çerçeve kazanıyor. Şimdi, Alevileri rencide eden, zavallı gösteren bir finansman modeliyle cemaat sponsorluğunda yapılan cami-cemevinin Aleviler açısından pratikte yaratacağı sorunlara da hiç değinmeden şu soruyu sormak istiyorum: Sünni bir cemaat, Aleviler adına vakıf kurma hakkına sahip olduğunu düşünüyor, proje geliştirip kendisine iktidar odaklarıyla ilişkiye meraklı bir Alevi buluyor, projesini kabul ettiriyor, üstelik inşaat ruhsatını “kültürel tesis alanı” olarak alıyorlar, ayrıca imarıyla ilgili süreci bekleyemeyecek kadar da acele içinde ise “Masumiyet bu işin neresinde?” devetin basit yürütmesi olan hükümetten kızılbaş alevilerin sorunlarının çözülmesin beklemek biyatın kendisidir! ne zaman kendi sorunlarımız için kendi demokratik siyasal örgütlenmelerimizi eker biçersek sorunlarımızın çözümünde biz de taraf oluruz! -kızılbaş eli - kızılbaş - sayfa 54 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KIRKISRAK’TA DÜNDEN BU GÜNE ÖRGÜTLENME Ali Ülger Miladi tarihi 1794 yılında Akçadağ-Harunuşağı köyünden başlayan göç; onca zorluk, sıkıntı ve geçiş döneminden sonra, bugünkü bölgeyi (Kırkısrak’ı) yurt edinirler. İlk gelenler büyük köy (Dihe Gir) Kale mıntıkasında dam, haydan ya da kıl çadırlar kurarak yerleşirler. Bu göçler sırasında, sonradan Kızılbaşlığı geçen bazı kabileler de Kırkısrak’a göç ederler. yöreye sahiplenmenin temelini atmış olurlar. 1866-1867 yıllarında 80 tosun 400 koyun bedel ödeyerek, Binboğaların zirvesindeki Kırkısrak coğrafyasını satın alırlar. O dönemde Kırkısrak Aziziye’ye (Pınarbaşı), Aziziye’de Sivas’a bağlı olduğundan Abo Memet, Deve ve Qalo Sivas’a giderek yaşadıkları bölgeyi kayda geçirip sahiplenmiş olurlar. Bu bölgede asıl egemenliğini sürdüren ve sahiplenen Cerid Aşireti Hacıbebeklerden Kadir Ağaoğlu, bölgeye yeni gelen insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösterir. Mevcut toprakları ekip biçmek kaydıyla ortak olmalarını ve vergilerini vermek koşuluyla, Kadir Ağaoğlu bu insanlarla anlaşır. Zamanla ayakları yere sağlam basan Kırkısraklılar, 1840’lı yıllarda vergi ve ortaklık payını vermeme, 1865’li yıllarda ise gösterdikleri tepki ve karşı koymalarla Kırkısrak’ın zorlu coğrafik koşulları, burada yaşayan insanların dirençli yapılarını daha da güçlendirir. Zamanla çoğalan nüfuslarından dolayı çevre köylere (Pınarbaşı, Afşin) göç ederek, oralarda da yeni yeni köyler oluşturan Kırkısraklılar, 1960’lı yılların başında yurt dışına işçi alınmasıyla kısmi olarak göç ederler. O güne değin kapalı bir toplum olarak yaşayan Kırkısrak halkı, yavaş yavaş büyük kentlere göç ederek, mevsimlik işçi ve çeşitli alanlarda iş sahibi olmaya başlarlar. Bölge köyleri baz alındığında, eğitim ve öğretim düzeyi en yüksek köy olma konumundaki Kırkısrak, Alevi kültüründen ileri gelen eşitlikçi, özgür, devrimci ve demokrat düşüncelerinden dolayı başlangıçtan bu yana safları belli olduğundan, 68 kuşağının devrimci mücadeledeki en önemli alanlarından biri olarak egemenlerin dikkatlerini üzerine çeker. 1970’lerde başlayan devrimci mücadele sonrası, bunun bedelini 12 Eylül 1980 Askeri Cunta tarafından günlük yapılan operasyonlarla, halka uygulanan şiddet ve işkencelerden dolayı, Kırkısrak o dönemde bir işkence kampına çevrilir. Yüzlerce insan tutuklanır, binlercesi ise yurt dışına çeşitli yollardan göç ederek hemen hemen Avrupa’nın her ülkesinde, Türkiye’de yargılandıkları politik takipten dolayı iltica taleplerinde bulunurlar. Büyük bir çoğunluğu, göçmen statüsü kapsamında o ülkelere yerleşmiş olurlar. Ama hiçbir zaman Avrupa’ya “yeni köyüm” ya da “yeni evim” diyemezler. Yaşanan süreçte, geldikleri yeni ortamlarında ister istemez birbirlerinden kopuk yaşamaya başlar. Yaşanan kopukluklar sonucu, kültürel anlamda bazı yozlaşmalar yaşandığı gibi, bunun yanı sıra özellikle yeni neslin birbirini tanımaması, gelenekler ve inançsal temeldeki bu sıkıntıları ortadan kaldırmak, adına gerek yurt içinde, gerek yurt dışında yapılması kaçınılmaz olan -görülen kopmalar a dur demek adına- yeniden birlik olmak arayışları ve ciddi anlamda bir örgütlülüğe gereksinim duyulduğu gerçeği ortaya çıkar. Tüm bu arayışlar sonucu, Türkiye’nin ilk Sanat Profesörü Kırkısraklı İbrahim Armağan’ın önderliğinde, geniş katılımlı bir toplantı ile Ankara’da bir vakıf kurulması kararı alınır. Sonuç olarak 16.10.1999 tarihinde “Kırkısraklılar Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Vakfı” kurulur. Kurulan vakıf, üniversite düzeyindeki Kırkısraklı öğrenciler dahil olmak üzere, çevre köylerdeki kimi öğrencilere verdiği burslarla çeşitli katkılarda bulunur. Ayrıca köydeki ilköğretim öğrencilerine giysi, kırtasiye şeklindeki katkıların yanı sıra, Kırkısraklı iş adamı Şükrü Uzun tarafından köy okulu kızılbaş - sayfa 55 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yeniden onarılır, lojmanlar yapılarak kalorifer sistemi kurulur, oluşturulan kütüphane ile birlikte, bölgede-ilçe merkezinde Bilgisayar Laboratuvarı yok iken Kırkısrak’a bilgisayar laboratuarı da kurulur. Değinilen kopuklukları aşmak adına, her yıl temmuz ayının üçüncü haftasında Vakıf tarafından “Kültür Şenlikleri ve Festivaller” düzenlenerek, yurt dışı ve yurt içindeki Kırkısraklıları yeniden bir araya getirme düşüncesini eyleme geçiren Kırkısrak Vakfı, yalnızca köydeki birlikteliği değil, yaşadıkları coğrafyalarda da birlik olmanın gerekliliğinin tohumunu ekmiş olur. Kırkısrak Vâkıfı çalışmalarını sürdürmekte olup, maddi durumu yetersiz olan üniversite öğrencilerine burs olanakları sağlamaktadır. Yurt dışında yaşayan Kırkısraklılar, her yerde örgütlenme fikri doğrultusunda Londra’da bir dernek kurulması kararını alırlar. Nihayet 2006 yılındaki oluşum çalışmalarından sonra, Ocak 2007 yılında Londra “Kırkısraklılar Dayanışma Merkezi”nin (KDM) kurulmasıyla ve daha sonra içinde bulundukları binayı da satın alarak, yurt dışında ortak bir evlerinin olması sevinci ile dernek bünyesinde çeşitli etkinlikler düzenleyerek “Kırkısrak” adlı bir dergi çıkarmaya başlarlar. Yayınlanan bu dergi ile özellikle Kırkısrak Kızılbaş kültürünün yanı sıra, yurt dışındaki etkinlikleri konu edinerek, sekizinci sayıdan sonra Kırkısraklıların dağınık nüfüs yapılarından dolayı yayın yaşamına belli bir süre ara vermek durumunda kalır. KDM, Londra’da bir kültür evi olmanın yanı sıra, kültürel etkinliklere ağırlık vermekte, düğünler yapılmakta, cenazeler kaldırmakta, ayrıca bünyesinde verdiği çeşitli kurslarla o bölgede yaşayan Türkiyelilere ev sahipliği yapmaktadır. Çeşitli panel, konferans, sergi ve özel günler dernek binasında kutlanmakta olup, birlik ve dayanışmanın en güzel örnekleri, etkin bir şekilde sürdürülmektedir. Özellikle her Kırkısraklının uğrak yeri olan Kayseri’deki köylerine daha yakın bir alanda, her durumda gidip ge- linebilecek bir yerde olması nedeniyle, birkaç yıldır konuşulan ve bir türlü yaşama geçirilmeyen, ancak kurulmasının çok elzem olduğu düşüncesiyle bir derneğin kurulmasının alt yapısı uzun süre tartışılır. Sonuç olarak 2013’ün temmuz ve ağustos aylarında bu amaçla çeşitli toplantılar yapılır. Tüm bu çalışmalardan sonra, Aralık 2013’te “Kırkısraklılar Kültür ve Araştırma Derneği” kurulur. Derneğin oluşum aşamalarında, derneğin tüzüğüne Kırkısrak’tan ayrılarak farklı yerlerde kurulan köyler de -kapsamı genişletilerek Kırkısraklıları yerelde birlik kılmak - bünyelerine alarak büyük bir adım atılmış olurlar. Kayseri Kırkısraklılar Derneği, 1 Mart 2014 tarihinde bir salon etkinliği düzenleyerek, verilen konserle başta Kayseri olmak üzere yurt çapında adını duyurur. Kayseri’de kurulan derneğin asıl amacını belirten yetkililer; Kırkısraklıları tek çatı altında birleştirip, köylerde çeşitli sosyal ve toplumsal çalışmalar düzenleyerek, halkın koşullar gereği kopuk olan bağlarını yeniden toparlayabilmek, var olan Kızılbaş kültürünü nesilden nesile aktarmak, gelecekte de yaşatabilmeyi vurgulayan dernek yöneticileri, köylerine her alanda sahip çıkarak dayanışma içinde olacaklarını belirtmişlerdir. BinboğalardaKırkısrak’ta doğa talanına (mermer ocaklarına) karşı başlattıkları mücadelenin süreceğini, ağaçlandırma çalışmalarının yürütüleceğini, dernek sözcüsüleri kendi öz kültürlerinin kalıcılığı adına çeşitli etkinlik ve çalışmaların ileride de yapılacağını, bu etkinliğin bir başlangıç olduğunu, örgütlü yapılarını genişleterek geleceğe taşımanın böyle olanaklı olacağının vurgulamışlardır. KİMSESİZ Mİ? Kimsesiz mi sandın beni çocuk! Yirmi beş bin evladım var benim. Bakma sen, sahipsiz değilim ben, Ay parçası kızlarım var benim. Cihan delikanlısı oğullarım… Ne sandın, beni ey çocuk! Hakikatçileri barındırır bedenim, Ben anlı şanlı Kırkısraklıyım. Çocuk, parsellenmiş de olsa dağlarım, Kimsesiz değilim ben. Bak duyuyor musun bu sesi çocuk! Binlerce kilometreler ötesi, Almanya’dan, İngiltere’den geliyor ses. Ankara’dan, Kayseri’den, Her yerden yükseliyor çocuklarımın sesi. Bak, Çandır’ın dumanlı tepesi, Bavî Mamik beni korur. Ben Hakikatçiler diyarıyım, Yıkılmaya yüz tutsa da evlerim, Her ilkbaharda şaha kalkarım. Ne sandın çocuk! Sırt sırta vermiş dağlarım var, Ben anayım ana… Yok, öyle teslimiyet bayrağını çekmek, Çocuklarım var benim…! Kaynak: Ali Haydar ÜLGER “Dünden Bu Güne Kırkısrak”-2007 Şiir: Ali ÜLGER. kızılbaş - sayfa 56 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dönme devşirme inkarcı asimilasyoncu ittihatçı ırkçı devlet partisi TKP devletin katliam ve soykırımlarını desteklemiştir! lanetliyorm - k.eli tırk solunun atası tırk tkp devlet siyaseti dışında olmadı! halen bu gün aynı siyasetini sürdürmektedir her aklı salim kızılbaş evlatlarının bu alanı terketmeleri hayırlı olacaktır KIZILBAŞ ELİ TKP’nin genel sekreteri İsmail Bilen’in “Rundschau” dergisinin 32. sayısındaki yazısında Dersim hakkında görüşleri “İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasının bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersimin hakim tabakaları yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. Halk Partisi (Kemalistler), iç pazarın gelişmesini isteyen milli burjuvazinin baskısıyla, geçen yıl Cumhuriyetçi devletin bütün ağırlığını ortaya koyarak bu çağ dışı duruma bir son vermeye karar verdi. Özel bir yasa çıkartarak ölüm cezalarını onaylamak da dahil olmak üzere geniş olağan üstü yetkilerle donatılmış askeri bir yönetimin bu kendi başına buyruk vilayet TBMM’ nin yerine iş başına geçirildi. Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler,beyler, ağalar ve şeyhler) onların kiralık adamlarını Batı Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefi güden bir reform planını zorla uygulamaktı.(…) Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kemalist hükümet TBMM’ de şu tedbir kararlarını aldırmayı başarmıştır. - Aşiretler bundan böyle tüzel kişiliğe sahip olmayacaktır.Bu karara aykırı tüm kararların, belgelerin ve hükümle- rin hiç bir geçerliliği yoktur. 2-Aşiret reisinin beyin ya şeyhin tüm yetkilerine son verilmiştir. 3-Aşiretlere ait olan ve aşiret reisleriyle beylerin ve ağaların aşiret adına kendi mülkiyetlerinde bulundurdukları bütün taşınmaz mallar mülkiyetleri hangi resmi belgeye karar ya da geleneğe dayanırsa dayansın devletin mülkiyetine devredilecektir. İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi feodal aşiret reislerini elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet tedbirlerini uygulamaya başlamıştır. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğini iktisadi temellerini tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte özellikle bu tedbir, isyana yol açan neden olmuştur. Kitleleri kendi peşlerinde sürükleyebilmek için feodal unsurlar hükümetin silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını yaydılar. Yaydıkları söylentiye göre, hükümet, ayaklanmayı bastırmak için silahlı birlikleri göndermeye cüret ettiği takdirde İngilizlerle Fransızlar, Türkiye’ye hemen savaş açacaklardı. Ayrıca Arapların da isyancılardan yana olduğu şeklinde haberler çıkartıldı. Feodal unsurlar kamuoyunu bu şekilde hazırladıktan sonra bir çok aşiret kendi arasında ittifak yaptı ve “genel müfettişe” yazılı bir açıklama göndererek idari makamlarla anlaşma temeli olmak üzere utanmazca şartlar ileri sürdü. İstedikleri şey hükümeti feodal yöneticilerin zorbalığa dayanan keyfi rejimlerini tasfiye yolunda aldığı tüm tedbirlerden vazgeçmeye zorlamaktı.” (aktaran) Hasan Sağlam kızılbaş - sayfa 57 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PKK'nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var Anadolu Ermenileriyle ilgili çalışmalarıyla tanınan tarihçi Taner Akçam, KCK Eşbaşkanı Bese Hozat'ın "Ermeni ve Rum lobileri de paralel devlet" sözlerine ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yaptı. nin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu. - Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun? Radikal KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri de paralel birer” sözleriyle başlayan tartışma sürüyor. Hozat’ın sözlerine Ermeni toplumundan, sosyalistlerden ve ardından HDP içindeki Ermeni ve Rumlardan gelen tepkilerin yanı sıra HDP Genel Merkezi de konuyla ilgili bir açıklama yayınlamıştı. Agos gazetesi, özellikle sol siyasi çevreler ve Kürt hareketi çevresinde tartışma ve değerlendirmeleri devam eden bu konuyla ilgili olarak, Anadolu Ermenilerinin tarihine ilişkin çalışmalarıyla tanınan Taner Akçam’la bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi yapan Ferda Balancar, 70’li yıllarda sosyalist hareket içinde aktivist olarak da bulunan Taner Akçam’ın, “siyasi geçmişi itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri” olduğuna da dikkat çekiyor. Akçam, Bese Hozat’ın söyleminin, sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de ‘oldukça yabancı’ bir söylem olduğunu söyleyerek şu değerlendirmeyi yapıyor: “Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu”. Akçam’ın çarpıcı bir başka değerlendirmesi ise şöyle: “Hıristiyan toplulukların adalet arayışlarının, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru olarak ele alınıyor. Özetle söylenen; Kürtler özgür olursa, Hıristiyanların sorunları da çözülecektir! Oysa özgürlük ve adalete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrıdırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe kavuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir.” Ferda Balancar’ın Taner Akçam’la Prof. Dr. Taner Akçam yaptığı röportajın bir bölümü şöyle: - Bese Hozat’ın açıklaması PKK yönetimi için istisnai bir açıklama mıdır? Yoksa PKK/KCK siyasi kültüründe belli bir gerçeğe mi işaret ediyor? PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi kültür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un sarf ettikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder Apo böyle bir söz söyledi ise, bunda bir hikmet vardır” deyip, tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma potansiyelinden söz edebiliriz ancak. Ama Önder Apo, yarın “ben onu o anlamda değil, şu anlamda söyledim” diye bir başka açıklama da yapabilir. Ve Bese Hozat ile Altun da önderlerinin sözüne göre kendi tutumlarını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK için çok yeni olduğunu düşünüyorum. Sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de oldukça yabancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerleri- Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelinde stratejik bir ortaklık arayışı içinde oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çerçevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin yanındayım” mesajı veriyor. Bu söylemin büyük ölçüde PKKAKP stratejik yakınlaşmasının ürünü olduğu kanaatindeyim. - Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence, Öcalan için Ermeni meselesi fazla önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında takınılacak tutumun, hareketin pratik ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’ın tutumu Mustafa Kemal’inkine benzer. Mustafa Kemal, 1915 konusundaki tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı getiri ve götürülere göre hesaplıyordu. Öcalan da öyle yapıyor. Kendisine göre tespit ettiği bir strateji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği altında, PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin peşinde. Ermeni sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt ve önemsiz parçalarından bir tanesidir. - Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt Kemalizmi’ tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Partisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü açısından PKK, İttihat ve Terakki ve Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir. kızılbaş - sayfa 58 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İstiklal Marşı'nı Orkestraya Bir Ermeni Vatandaşın Uyarladığını Bilir misiniz? Murat Bardakçı İstiklal Marşı'nın kabulünün 93. yıldönümü ve milli; marşımızın pek bilinmeyen bir tarafı: Sözleri milli; şairimiz Mehmed Akif'in, bestesi de Zeki üngör'ün olan marşın ilk orkestra düzenlemesi, Edgar Manas adında bir ermeni vatandaşımıza aittir. Önümüzdeki çarşamba günü, İstiklal Marşı'nın Meclis'te kabulünün 93. yıldönümü... Marş ile ilgili olarak bundan senelerce önce başlayan tartışmalar hala devam ediyor ama bestenin orkestraya kimin tarafından uyarlandığının üzerinde pek durulmuyor. İşte, İstiklal Marşı'nın beste macerası ve ilk orkestra düzenlemesini yapan Ermeni vatandaşımız Edgar Manas'ın öyküsü... BU hafta milli; marşımızın, yani İstiklal Marşı'nın kabulünün 93. yıldönümü...Türkiye'de senelerden buyana devam eden bir tartışma vardır: İstiklal Marşı'nın doğru şekilde okunmasının güç olduğu söylenir, bir kesim marşın bestesinin değiştirilmesini ister, karşı taraf marşın anayasal koruma altında olduğunu ve dolayısı ile değiştirilmesinin bile teklif edilemeyeceğini söyler ama milli; marşımızın başka özellikleri, mesela orkestraya kimin tarafından uyarlandığı pek bilinmez ve dolayısı ile bu konuda bir şeyler yazılıp çizilmez... Zaten, milli; marşımızın bestelenme macerası da tuhaftır:Büyük Millet Meclisi, 1920'de bir marş yarışması açtı. Kurtuluş Savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu ve herkesin hep bir ağızdan, heyecan duyarak okuyabileceği bir marşa ihtiyaç vardı...önce güfte, yani marşın sözleri belirlenecek; sonra bir başka yarışma daha açılacak ve beste üzerinde karar kılınacaktı... PARİS'TE YARIŞMA HAYALİ Bir ara beste seçiminin musiki konusunda çok daha tecrübe sahibi olunan bir başka memlekette, mesela Fransa'da yapılması ve Paris'te yabancı üstadların da yeralacağı bir jüri oluşturulması gibisinden fikirler de gündeme geldi. Ama, savaş içerisindeki bir memleketin müzik seçimi için taaa Paris'te jüri toplamaya kalkışması biraz tuhaf kaçacağı için Fransa hayalinden vazgeçildi. Sonrasını kısaca hatırlatayım: Meclis'in açtığı yarışmaya 700'den fazla eser gönderildi. Müsabakaya cephelerde savaşan paşalar, mesela Kazım Karabekir bile katıldı ve neticede Mehmed Akif''in "kazandığı takdirde ödülü almamak" şartı ile gönderdiği manzume birinci seçildi ve Meclis'in 12 Mart 1921 günü yaptığı toplantıda alkışlar arasında defalarca okundu...DEVLET, JÜRİ KURAMADI Sırada sözlerin üzerine müzik giydirilmesi, yani Akif'in şiirinin bestelenmesi vardı; seneler önce ortaya çıkan ve bugünlere kadar gelen beste tartışmaları da işte o zaman başladı...Memleket hala savaş içerisinde olduğu için, Akif'in şiirinin bestelenmesi iki sene ertelendi, 1923'e sarktı ve 1923'ün 12 Şubat'ında İstanbul Maarif Müdürlüğü'ne beste yarışması açma vazifesi verildi.Yarışmaya 55 besteci katıldı. Sadeddin Kaynak'tan Lemi Atlı'ya, Kapdanizade Ali Rıfat Bey'den Ali Rıfat çağatay'a, Rauf Yekta Bey'den Muallim İsmail Hakkı Bey'e kadar Türkiye'de o günlerin önde gelen müzisyenlerinin neredeyse tamamı Mehmed Akif'in şiirini bestelemiş ve müsabakaya göndermişlerdi. Asıl zorluk işte o zaman ortaya çıktı ve devlet bir jüri teşkil edemedi! Zira bu işi yapabilecek, yani en güzel besteyi seçebilecek kim varsa yarışmaya aday olarak katılmıştı ve jüri teşkiline imkan yoktu YEDİ YIL LİSTE BAŞI OLDU Bestelenen marşlar içerisinde hangisinin resmi; marş olabileceği konusunda işte bu yüzden bir karar verilemeyince, besteciler kendi marşlarını kendileri tanıtma yolunu seçtiler ve bu işte en başarılısı Ali Rıfat Bey veya son senelerindeki ismi ile Ali Rıfat Çağatay oldu. Ali Rıfat Bey, başta "Tereddüd" olmak üzere, dillerden düşmeyen birçok Türk Müziği parçasının bestecisiydi. Acemaşiran makamında, mehteri andıran bir tavırda bestelediği marşı İstanbul'un Asya yakasında ve Batı Anadolu'nun İzmir dışında kalan yerlerinde okunur oldu. Rumeli yakasında Zati Arca'nın, Edirne'de Ahmet Yekta Madran'ın, İzmir'de İsmail Zühdü'nün marşları; Ankara'da ise sonraki yıllarda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası halini alacak olan "Riyaset-i Cumhur Orkestrası"nın şefi Osman Zeki Bey'in bestesi hakimdi. Ali Rıfat Bey'in marşı yedi yıl boyunca listebaşı oldu ve hatta devletten tolerans gördüğü bile söylendi. Diğer bestecilerden bazıları "Devlet sanki onun bestesine sahip çıkmayacak da bizimkileri mi icra ettirecek? Kardeşi Samih Rıfat hem milletvekili, hem de Maarif Vekaleti'ne istediği her kararı aldırabilecek güce sahip. Tabii ki ağabeyinin marşını okutturacak..." diyorlardı. MİLLİ EĞİTİMİN TALİMATI Ama 1930'lara gelindiğinde, Ali Rıfat Bey'in eseri aşağı sıralara indi ve bu defa Riyaset-i Cumhur Orkestrası'nın şefi Zeki Bey listebaşı oldu! Devlet bu marş kargaşasına daha sonra bir düzen vermeye karar verdi ve Maarif Vekaleti'nden o sene okullara ve devlet dairelerine bir tamim yollandı. Tamimde "Resmi; marşımız artık Zeki Bey'in bestesidir, bundan böyle diğer marşlar icra edilmeyecektir" deniyordu. İstiklal Marşı'nın o tarihten itibaren icra edilen bestesi işte bu şekilde, yani bir yarışma ile değil, emirle milli; marş olmuştur ama "okunması zordur", "Türk gırtlağına uygun değildir", "Güfte-beste uyumu bozuktur" ve hatta "Batı Müziği'nin filanca eserinden alınmıştır" şeklindeki tartışmalar hala devam etmektedir. Peki, 1920'li senelerde bestelenen diğer marşların akıbetleri ne mi oldu? BİRÇOĞU HİÇ BİLİNMİYOR Hemen hemen tamamı unutuldu, sadece bir-ikisinin nağmesi musiki meraklılarının hafızalarında kaldı, o kadar... Musiki toplantılarında arada bir çalınırlar, birkaçı İstiklal Marşı konusunda yapılan CD'lere kaydedilmiştir ama 1923 Şubat'ında açılan yarışmaya gönderilen ve yayınlanmış olanlar dışındakilerin notaları büyük ihtimalle halen Meclis'in arşivin- kızılbaş - sayfa 59 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de muhafaza edilen diğer marşlar incelenmedikleri için kimin nasıl bir beste yaptığı konusunda elimizde bilgi yoktur. FAVORİM İSMAİL HAKKI BEY'DİR Daha önceki İstiklal Marşları arasında benim favorim, Muallim İsmail Hakkı Bey'in Rast makamında yaptığı bestedir. Eski kayıtlarından birini dinleyebilir yahut notasını temin ederek çaldırabildiğiniz takdirde, büyük ihtimalle siz de beğenirsiniz. Zeki üngör'in bestesinin pek bilinmeyen bir başka özelliği daha vardır: Armonisi, yani orkestra düzenlemesi Edgar Manas adında Ermeni bir vatandaşımız tarafından yapılmıştır ve ilk bando düzenlemesi de İhsan Künçer'e aittir. Senelerden buyana okuduğumuz ve orkestralardan dinlediğimiz milli; marşımızı orkestraya uyarlayan ama isminden ve mevcudiyetinden sadece konunun meraklılarının haberdar bulunduğu Edgar Manas'ın kim olduğunu merak ediyorsanız, bu sayfadaki kutuyu okuyun... KİLİSE KOROLARINI İDARE EDERKEN MARŞIN ORKESTRASYONUNU YAPTI İSTİKLAL Marşı'nın ilk orkestra uyarlamasını yapan Edgar Manas 1875'te İstanbul'da doğdu, babası Aleksi'nin ölümü üzerine 13 yaşında iken İtalya'ya gitti ve Venedik'teki Murad-Rafaelyan Kolleji'nde beş sene okudu. Podova Konservatuvarı'ndan füg ve kontrpuan öğrenerek mezun olan Manas 1905'te İstanbul'a döndü, Gallia Korosu'nun şefliğine getirildi ve 1912'den 1933'e kadar İstanbul Konservatuvarı'nda hocalık yaptı, konservatuvarın orkestrasını ve kadınlar korosunu idare etti. 1937'de Patrikhane'nin Meryemana Kilisesi'ndeki Koğtan Korosu'nun şefliğine tayin edildi, yirmi sene boyunca bu koroyu yönetti ve Ermeni okullarında da solfej dersleri verdi. Musiki hayatının 60. yılı Beyoğlu'ndaki Atlas Sineması'nda 1954'te bir jübile ile kutlanan Edgar Manas 1964'te İstanbul'da öldü ve Pangaltı'daki Ermeni Katolik Mezarlığı'na defnedildi. Türk Müziği'nin bazı meşhur bestecilerine de batı müziği dersleri vermiş olan Edgar Manas bir senfoni ile bir oratoryonun yanısıra çok sayıda başka besteler de yapmış ve bazı halk müziği eserlerini de çok seslendirmişti (Kevork Pamukciyan'ın "Biyografileriyle Ermeniler"inden) MİLLİ MARŞIMIZIN OLMADIĞI YILLARDA MARŞ DİYE TEKBİR GETİRİP TÜRKÜ OKURDUK OSMANLI Devleti'nin milli; marşı yoktu... Osmanlı tarihinde ilk defa bir bando teşkil eden İkinci Mahmud'dan itibaren her padişah için ayrı bir marş bestelenmiş, bestelere "Mahmudiye", "Azi;ziye" yahut "Hamidiye" denmiş, yani hükümdarların isimleri verilmiş ve törenlerde bu marşlar icra edilmişti. Hükümdar marşlarının sözleri yoktu ve sadece bando ile icra edilmeleri için bestelenmişlerdi...Padişah marşı geleneğini Sultan Vahideddin bozmuş, "Memleket ateş içerisinde iken yeni bir beste yapılmasına gerek yoktur" diyerek adına marş besteletmemiş ve tahtta bulunduğu dört sene boyunca büyükbabası İkinci Mahmud'un marşını çaldırmıştı. TUHAFLIKLAR YAŞANDI Ama devletin bir milli; marşa sahip bulunmaması, uluslararası toplantılarda bazı tuhaflıklara sebep oluyordu. Milli; marşların karşılıklı okunmaları gerektiği durumlarda Türk tarafı ALEVİLİK NEDİR? Ahmet Güven sıkıntıya giriyor ve marş ile hiçbir alakası olmayan güfteli eserleri hep bir ağızdan okumak zorunda kalıyorlardı. DEVRİMDEN KALAN MARŞ Mesela, 20. yüzyılın ilk senelerinde Paris'te Osmanlı ve Fransız askeri; heyetlerinin yaptıkları bir toplantıdan sonra Fransızlar 1789'daki devrimden kalma milli; marşları "La Marseillaise"i hep bir ağızdan okumuşlar, sıra Türk tarafına gelince askerlerimiz marş niyetine tekbir getirmişlerdi! ENTARİSİ ALA BENZİYOR Benzer bir garipliği Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde sipariş ettiğimiz bazı gemileri teslim almak için Almanya'ya giden bahriye heyetimiz yaşamıştı. Törende şampanyalar patlatılmış, konuşmalar yapılmış, uzun uzun Türk-Alman dostluğundan bahsedilmiş ve sıra milli; marşların okunmasına gelmişti. Alman tarafı Joseph Haydn'ın bir Hırvat halk şarkısından esinlenerek bestelediği "Deutschland, Deutschland über alles" sözleri ile başlayan milli; marşlarını okumuş, sıra bizimkilere gelince bir şaşkınlık yaşanmış ama sıkıntı hemen halledilmiş ve subaylarımız milli; marş niyetine "Entarisi ala benziyor, Sultan Reşad bana benziyor" türküsünü icra etmişlerdi! Kaynak: http://www.haberturk.com/ Son yıllarda, Alevilik adına ortaya atılan sözüm ona olumlugelişmeler açılımlar üzerine, çok sayıda yazar - çizer, dede, Alevi Diyaneti’nin devlet temsilcisi konumundaki İzzetingibileri, kalemlerini ellerine alarak, devletle birlikte aynıkazanda pişirilen bu yemekte, Cemevlerini de kullanarak,İslamiyet’le bezenen bir Aleviliği yutturmaya çalışmaktalar. Bukonuda son yıllarda çok sayıda yayın olmasına karşın, gerçekboşluğu dolduramayan, Kızılbaşlığa vurgu yapan onca yayınakarşın, gerçekten soru işaretleriyle dolu çoğu boş yayınlara karşıelimizdeki bu yapıt sanırım ciddi bir vurgu yapacaktır. Ali Haydar Ülger kızılbaş - sayfa 60 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Giresun’da köylülerin HES isyanı Giresun’un Yağlıdere ilçesine bağlı Hisarcık köyünde Bayburtlu ile Yarbaşı mahalleleri sakinleri, ilçeye bağlı Kanlıca köyündeki Hidroelektrik Santrali’ne su taşıyacak olan su toplama havuzunun arazilerine yapıldığını iddia ederek mağduriyetlerinin giderilmesini istediler.Hisarcık Köyünün Bayburtlu ile Yarbaşı Mahalleleri arasına kurulan havuzun inşaatı nedeniyle susuz kaldıklarını ve arazilerine giremediklerini anlatan köylüler, kendilerinden habersiz arazilerinde kamulaştırma yapıldığını belirttiler. 2011 yılında Giresun Orman Bölge Müdürlüğü’nden aldıkları belgede kamulaştırılan alanın tarım ve iskan alanı olduğunu ifade eden arazi ortaklarından Hasan Özdemir, “Bizim tarım arazilerimiz kadastro sonucu orman arazisi oldu. Elimizde bununla ilgili belgemiz var, ama bize sorulmadan kamulaştırma yapıldı. Dilekçe verdik ama bir sonuç çıkmadı. Yetkililer bize sahip çıkmadı” dedi. Arazilerinin kendilerine bilgi verilmeden kamulaştırıldığını iddia eden Özdemir, “Baraj inşaatı başlarken bize araziye girilmeyeceğini söyledi- Herşey bir şaka gibi... Katiller tek tek serbest! 1989-1990 Arjantinine hoş geldiniz! Aklıma, sarf etmekten emin olup olamadığım çok acı ve ama sert cümleler geliyor: "Türklerden bu kadar... Onlardan daha fazla tarihle yüzleşme beklemeyin. Çapları ve yapacakları bu kadar. Cumhurbaşkanlarının bile hırsızlık binasında oturduğu, devlet kuran kadrolarının azımsanmayacak kadar katili barındırdığı bir devlet ve milletin yapacağı budur. Onlardan fazlasını beklemeyin!" Eğer hala eğlenmeye gücünüz varsa, katillerin serbest bırakılmasında da Hükümeti aklamayı beceren kalemleri okuyun! http://www.hurriyet.com.tr/gun- ler. Ancak kısa bir süre önce arazilerimizin kamulaştırıldığını öğrendik. Kamulaştırma ile ilgili bir ilan bize duyurulmadı, bir bedel de verilmedi. Muhtar bilgisinin olmadığını söyleyerek ‘Hakkınızı arayın’ diyor. Kaymakamlık başta olmak üzere başvurduğumuz hiçbir yerden sonuç çıkmadı. Şirket yetkilileri de bize ‘Yerlerin Orman Arazisi olduğunu, devletten kiraladık’ diyor. Bütün başvurduğumuz yerlerden olumsuz yanıt aldık. Haklarımızı nasıl alacağız bilemiyoruz” diyerek yaşadıkları süreci anlattı. Su toplama havuzunun yapıldığı yerin kendilerine ait olduğunu ancak arazilerine girmelerine izin verilmediğini kaydeden Özdemir, “Arazime ev yapmak istiyorum ama giremiyoruz. Bu arazilerde su kalmadı, otlağımız kal- madı. Hayvanlarımız telef oldu. Okul yerimiz var, köprü sözü verdiler ama yapmayacaklarını söylüyorlar. Havuzun üzerine yapılan köprüyü de kullanacağımızı belirttiler ama şimdi de onu kullanamazsınız diyorlar. Çaresiz kaldık, devletimizden yardım ve destek bekliyoruz” diye konuştu. Konuyla ilgili açıklama yapan Üçtepe Belediye Başkanı Harun Öztürk ise konunun yargıda olduğunu belirterek şirket yetkililerinin bu sonuca göre hareket edeceklerini ifade ettiklerini kaydetti. Öztürk, “Şirket yetkilileri bize ‘Mahkemenin sonucuna göre vatandaş haklı ise vatandaşa, eğer yer hazineye aitse her iki şekilde de ödeme yapılacak. Biz toplum adına yol, su, köprü gibi ihtiyaçları da gidereceğiz’ dediler. Şu an sonucu bekliyoruz” dedi. Özel Yetkili Mahkeme meydan okudu: Bizi TBMM kapatamaz ozel mahkemeİstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Ergenekon Davası sanıklarının tahliye taleplerini reddettiği kararın gerekçesinde "Özel Yetkili Mahkemelerin TBMM tarafından kaldırılmasının Anayasa'ya aykırı" olduğunu açıkladı. 13. Ağır Ceza Mahkemesi Ergenekon Davası sanıklarının tahliye taleplerini reddetti. 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese, gerekçe yazısında Özel Yetkili Mahkemelerin TBMM tarafından kaldırılmasının Anayasa 'ya aykırı olduğunu açıkladı. . Özese, mahkemenin bu konu ile ilgili Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda bulunduğunu söyledi. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tahliyelerin adı kondu: "Ergenekon'dan Çıkış!" ............. Ergenekon davasında tahliye taleplerini değerlendiren ağır ceza mahkemelerinden tutuklu sanıklar hakkında ardarda tahliye kararları geliyor. İlk olarak 21. Ağır Ceza Mahkemesi Tuncay Özkan, Levent Göktaş ve Sedat Peker'in tahliyesine karar verdi. İlerleyen saatlerde 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nden avukat Kemal Kerinçsiz, emekli albay Dursun Çiçek ile Danıştay saldırısı faili Alparslan Arslan; 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde eski özel harekatçı İbrahim Şahin için tahliye kararı çıktı. Bu kararı Yalçın Küçük, Merdan Yanardağ, Alaattin Sevim, Hasan Iğsız, Mehmet Ali Çelebi, Şener Eruygur'un tahliyeleri izledi. Akşam saatlerinde de İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'in de tahliyesine karar verildiği haberi geldi. Perinçek'in yanısıra Hikmet Çiçek, Muzaffer Tekin, Oktay Demirtaş, Atilla Uğur hakkında tahliye kararlar verildi. Tahliye kararları, ÖYM'lerin kapatılması ve uzun tutukluluk süresinin de 10 yıldan 5 yıla indirilmesinin ardından geldi. Ergenekon davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan gazeteci Tuncay Özkan, 23 yıl 7 ay hapis cezasına çarptırılan emekli albay Levent Göktaş ile 10 yıl hapis cezasına çarptırılan Sedat Peker tahliye edildi. Mahkeme, Tuncay Özkan ve Levent Göktaş'a şu gerekçelerle tahliye kararı verdi: "Sanıkların tutuklukaldıkları süreler, delillerin toplanmış olup karartılma kuşkusunun kalmaması, sanıkların sabit ikametgah sahibi olması, karar onansa dahi kesinleşebilmesi için geçebilecek muhtemel süre, kararın bozulması halinde telafisi mümkün olmayan mağduriyetlere neden olabileceği, tutuklamanın tedbir olması, benzer konumda tahliye edilmiş sanıklar bulunması nedeniyle söz konusu durumun adalet duygularını incitebilecek olması." İstanbul 21'inci Ağır Ceza Mahkemesi, Özkan ve Göktaş hakkında yurt dışı çıkış yasağı koyarken, Peker hakkında herhangi bir adli kontrol uygulamadı. Ergenekon davası kapsamında hakkında tahliye kararı verilen Sedat Peker'in, hakkında İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hapis verilen ve Yargıtay tarafından onaylanan cezası nedeniyle tahliye edilmesi beklenmiyor. Kemal Kerinçsiz, Alparslan Arslan ve Dursun Çiçeri çiçek için tahliye kararı veren İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Kerinçsiz'e ve Arslan'a yurt dışı yasağı koydu. Arslan, haftada üç gün polis merkezine gidip imza atacak. Emekli albay Dursun Çiçek Balyoz Davası'ndan hükümlü olduğu için cezaevinden çıkamayacak. Özkan'dan açıklama Tuncay Özkan tahliye edildikten sonra bir basın açıklaması yaptı. 1996 yılından 2007 yılına kadar beş kez suikasta uğradığını belirten Özkan, “Öldüremediler, hapse attılar” yorumunu yaptı. Özkan açıklamasında şunları söyledi: "Altı yıl sonra Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun içinde olmamasını çok isterdim. Ama bugün dışarda yaşananlar Türkiye'nin bulunduğu durum bizim uğradığımız zulümden daha vahimdir. Öc alma duygusu içinde değiliz. Biz bugün kindar ve zulümle dolu bir döneminm sonlandırılması için buradayız. Türkiye yapayalnız bırakılmıştır, uçurumun kenarınsdaki ülke tablosudur." "Kimseyi ötekileştirmeden sevgiyle. Ben öldürelemediğim için 1996 yılından 2007 yılına kadar beş suikast geçti başımdan. Öldüremediler, hapse attılar. Soruyorum suçum nedir diye. Özkan’a suçunun söylemeyin demiştir. Yarı beline kadar kürseüden sarkarak suçunu en iyi kendi bilir demiştir, bunlar mahkeme kayıtlarında var. Şeytanla yatağa girdiler, çarpılarak çıktılar. Bu çetenin içinde bulunduğu tablo nettir. Canımıza kıymak isteyen- ler Ankara'dakilerin en yakınındadırlar." "Tuncay Özkan’ın varlığı bu ulusun varlığına armağandır. Bu ülkeyi dibe sürüklemek isteyenlerden korkmayız. Bu karanlık geçecek." 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nden 'ret kararı' Bu arada 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 21'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararından kısa süre önce Ergenekon davasından tutuklu 33 sanığın tahliye taleplerini reddetti. 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese, gerekçe yazısında Özel Yetkili Mahkemelerin TBMM tarafından kaldırılmasının Anayasa'ya aykırı olduğunu açıkladı. Özese, mahkemenin bu konu ile ilgili Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda bulunduğunu söyledi. 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını Hürriyet'e değerlendiren Levent Göktaş'ın avukatı Celal Ülgen, ''13. Ağır Ceza Mahkemesi direnişini sürdürüyor. Biz 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurmadık. Çünkü böyle bir mahkeme yok. 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararları yok hükmündedir. Mahkeme 'Ben yasaya da direneceğim' demek istiyor. İlker Başbuğ konusunda bir karar veremedik, çünkü karar verilmiştir diyor mahkeme'' dedi. İstanbul Barosu eski başkanlarından avukat Turgut Kazan BBC Türkçe'ye yaptığı değerlendirmede, 13 Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevinin Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasını içeren kanun ile sona erdiğini ve bundan sonra dosya ile ilgili karar veremeyeceğin söyledi. Kazan, "Bu noktada hukuki bir karışıklık yok. Kaldırılmasıyla ilgili kanun çıktı. Bundan sonra kanun çerçevesinde yapabileceği, bugüne kadar yazmadıkları gerekçeli kararı 15 gün içerisinde yazmak. Bundan sonra dosya üzerinde asla inceleme yapamazlar. Tutukluluğunun devamına veya tahliyeye karar veremezler. Kanun çıkmıştır, görevleri sona ermiştir" dedi. HSYK: 13. Ağır Ceza diye bir mahkeme yok artık kızılbaş - sayfa 62 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını 'yetki gaspı' olarak niteledi. Mahkeme kurma ve kaldırma yetkilisinin TBMM'de olduğuna işaret eden HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur, ''Artık 13. Ağır Ceza Mahkemesi diye bir mahkeme kalmamıştır. Sanıkların tahliyeleri konusu, kovuşturmaya ilişkin bir işlemdir. Bu mahkemenin de böyle bir işlem yapma yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla kararı geçersizdir'' uyarısında bulundu. Okur, ayrıca yerel mahkemenin ÖYM'nin kaldırılmasına ilişkin yasanın iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapacağı açıklaması konusunda da, şunları söyledi: ''Bir mahkeme bir kanunun iptalini isteyemez. Kanun iptal isteme yetkisi milletvekillerine ve cumhurbaşkanına aittir. Bir mahkeme ancak, elindeki davayı Anayasa Mahkemesi'ne götürebilir. Benim görüşüm, Anayasa Mahkemesi'nin de bu başvuruyu 'kabul edilebilir bulmayacağı', ilk incelemede geri çevireceği yönündedir. Ancak velev ki Anayasa Mahkemesi 13. Ağır Ceza'nın yasaya ilişkin iptal işlemini 'kabul edilebilir' bulsun; yine de mahkemenin böyle bir talepte bulundum diye, sanıkların tahliye taleplerini reddetme yetkisi yoktur.'' KCK davasında 92 tahliye talebi Diyarbakır'dan gazeteci Zübeyde Sarı, KCK ana davası sanıklarının avukatlarının 92 kişinin tahliye edilmesi talebiyle Diyarbakır 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurduğunu aktarıyor. Sanık avukatlarının, başvurularında özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve tutukluluk süresine ilişkin düzenlemeyi gerekçe gösterdikleri belirtiliyor. Başvurunun kabul edilmesi durumunda, eski DEP milletvekili Hatip Dicle, Batman Belediye Başkanı Necdet Atalay, Viranşehir Belediye Başkanı Leyla Güven, Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak, Derik Belediye Başkanı Çağlar Demirel ve İHD Diyarbakır eski Şube Başkanı Muharrem Erbey'in de aralarında bulunduğu 92 sanık tahliye edilecek. Kaynak: BBC / Türkçe Sevan Nişanyan Cezaevi Mektubu-8: Cafer Usta Koğuşta bir katilimiz var, en yakın ahbabım o, başka zaman anlatırım. Kazara adam öldüren var, iki tane yaralama, bir uyuşturucu var. Ama en acıklısı para cezasından yatan Cafer Usta. Cafer Usta iyi bir inşaat ustası. Uzun yıllar Katar'da, Fas'ta büyük projelerde çalışmış. Ustabaşılık yapmış. El yordamıyla hayatın güzelliklerini bulmaya çalışan, duygusal bir adam. Tartışmalarda genellikle makul ve uzlaştırıcı, ama heyecanlanınca kendini ifade etmekte bazen zorlanıyor. Yıllar önce bir dolandırıcılık hadisesine karışmış, ama dolandıran değil, dolanan kendisi. Şöyle: "Abi, kazıda bir torba altın bulduk, yarı fiyatına elden çıkaracağız" diye buna getiriyorlar. Birkaç numune alıp, gerçek mi diye kuyumcu arkadaşına gönderiyor. Kuyumcu arkadaş Cafer'i atlatıp, altınları adamlardan kendisi alıyor. Altınlar sahte çıkınca delirip polise gidiyor, "Cafer de bunlarla beraberdi" diye şikayet ediyor. Bizimki davayı ciddiye almıyor. Anlaşılan duruşmada heyecanlanıp karmakarışık bir ifade veriyor. "Sen git, senlik bir durum yok" diye gönderiyorlar. Geçen sene bayram için yurda döndüğünde yallah içeri. Yatarı bir sene hapis, elli bin lira para cezası almış, haberi yok. Bir sene dediğin ne ki, her türlü geçer. Esas bela o değil, para cezası. Para cezalarında devlet 24 ay taksit imkanı tanımış. Ama zamanında ödemedin mi yandın, ya tamamını peşin vereceksin, ya da günlüğü 20 TL hesabıyla, tazyiken hapsedileceksin. Günde 20 lira yılda 7.300 lira yapar. 50 bin liranın ederi 7 yıl. Daha doğrusu yeni yasada süre limiti olduğundan 3 yıl. Üstelik o üç yılı yatsan da borcun eksilmiyor, ölünceye dek peşini bırakmıyorlar. Cafer Usta bir yıldan beri hapiste olduğundan geliri yok. Birikmiş parası da bitmiş. Anası babası çoluk çocuğu yok, yeğenleri de "kusura bakma dayı" deyip sıvışmışlar. Banka kredisi alması imkansız. 3 yıllık tazyikin iki ayını yedi, gün sayıyor. Cezaevinde inşaat işi çok. Cafer inşaatın baş ustası, el üstünde tutuluyor. Usta sıfatıyla ayda 193 TL (yüz doksan üç lira) maaş alıyor. Bunun 100 lirasını, inanmayacaksınız, iaşe ve barınma bedeli olarak kesiyorlar.Üstelik cezaevinin, bilinmez nedenlerle, parası olmadığından Aralık ayından beri o 93 liralar da ödenmiyor. İnşaat işinin inceliklerini daha sonra anlatayım isterseniz. Şimdi sayıma çağırıyorlar. kızılbaş - sayfa 63 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Polis ODTÜ öğrencilerine müdahalede 'yasak silah' kullandı Ankara'da Berkin Elvan için yapılan eylemlere müdahale eden polisin, Avrupa'nın bir çok ülkesinde 'ölümcül' olduğu için kullanımı yasaklanan FN-303 silahından çıkan "bizmut" kapsülleri de kullandığı görüldü. rasında Gezi eylemlerinin ilk günlerinde kullandığı ölümcül silah FN-303 silahından çıkan “bizmut” kapsülleri de kullandığı görüldü. Berkin Elvan’ın ölümünü protesto etmek için dün ODTÜ yerleşkesi içinde toplanan yaklaşık 2 bin öğrenci Başbakanlığa yürümek istedi. Eskişehir yoluna çıkarak yürüyüş başlatan öğrencilere polisin müdahalesi sert oldu. Polis, öğrencilere TOMA ile boyalı su sıktı ve biber gazı ile müdahale de bulundu. Gezi Parkı eylemleri sırasında Okmeydanı’ndan polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu ağır yaralanan ve tedavi gördüğü hastane hayatını kaybeden Berkin Elvan için Ankara’nın dört bir yanında yapılan gösterilere polisin müdahalesi sert oldu. Polisin bu gösterilere müdahaleleri sı- Bu arada polisin Gezi eylemle- rinin ilk günlerinde kullandığı FN-303 silahından çıkan bizmut kapsüllerini kullandığı dikkat çekti. Hürriyet’te yer alan habere göre Ankara polisi, göstericilere müdahalede FN-303 silahından çıkan “bizmut” kapsüllerini kullandı. FN-303 silahı birçok Avrupa ülkesinde ölümcül silahlar kategorisine alınarak yasaklanmıştı. Türkiye’de ise ilk kez Gezi eylemleri sırasında kullanılmıştı. Polis kapsülü Gezi eylemlerinden sonra tekrar Berkin için yapılan eylemlerde kullandı. (Radikal) devlet, kendi kadroları arasındaki itişip kalkışmalarındaki laçkalıklara. yeni bir ayar getirmiş olmalı ki kendi aralarında uzlaşmayı sağladı ve ittihatçı katillerini yeniden siyaset alanına saldı. devlet siyaseti dışında kalanların bu uzlaşıyı sağlıklı görmelidirler!. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DUYURU Ermenistan Yazarlar Birliği, Türkiye’de vuku bulan yeni bir adaletsizlik örneğiyle, ülkenin tanınmış Ermeni aydınlarından dilbilimci, yazar, Sevan Nişanyan’ın haksız olarak hapsedilmesine karşı sesini yükseltmektedir. “Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü” akademik çalışması örneğinde olduğu gibi, yarattığı diğer kalıcı eserleriyle de Türkiye’de bilim ve kültür alanına sunduğu değerli katkıların görmezden gelinerek, şimdi olduğu gibi daha önceleri de tanınmış aydın Sevan Nişanyan’a reva görülen ezgi ve baskıların, kaçak inşaat ve benzeri türden saçma nedenlerle “temellendirilmeye” çalışılmasını mahküm ediyoruz. Tek hayaliyle, amacı, adalete ve doğrulara hizmet ederek, çalışmak, didinmek, üretmek ve yaratmak olan aydın bir insana, bir yazara karşı yapılan tüm taciz, şiddet ve baskılara son verilerek, kaldırılmasını talep ediyoruz. ՀԱՅՏԱՐԱՐՈՒԹՅՈՒՆ Հայաստանի գրողների միությունը իր բողոքի ձայնն է բարձրացնում Թուրքիայում իրականացված հերթական անարդարության՝ Պոլսի հայ մտավորականության ակնառու ներկայացուցիչներից մեկի՝ նշանավոր լեզվաբան, գրող, հրապարակախոս Սևան Նշանյանի ազատազրկման կապակցությամբ։ Ճանաչված մտավորականի նկատմամբ նախկինում ևս իրագործված նման բռնությունների փաստերը դատապարտելի են հենց նրանով, որ դրանք «հիմնավորվում» են ապօրինի շինարարություն կատարելու և այլ անհեթեթ պատճառաբանություններով, անտեսելով նաև այն մեծ ավանդը, որ Սևան Նշանյանը ներդրել է հենց Թուրքիայի գիտական-մշակութային կյանքում՝ ստեղծելով «Թուրքերենի ծագումնաբանական բառարանը» և այլ հիմնարար աշխատություններ։ Պետք է վերացվեն բոլոր տեսակի ճնշումներն ու բռնությունները մի մարդու, մտավորականի, գրողի հանդեպ, ում միակ երազանքն ու նպատակը աշխատելն ու արարելն է, արդարությանն ու ճշմարտությանը ծառայելը։